EL- Â'RAF SÛRESİ 3

7. SÜRE. 3

Meal 3

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 3

El-Â'raf Suresi İle En'am Suresinin Münasebeti 4

Kur'an Mahluk Mudur?. 5

Kıyametteki Mizan (Tartı) Nedir?. 8

«Mizan»ı Bildiren Hadisi Şerif 9

Kıyamet Günündeki Tartı Sadece Müslümanlar İçin Midir?. 9

Kur'an'da İblisin Kıssası Kaç Yerde Geçmiştir?. 11

«Adem'e Secde Ediniz» Emrinin Zamanı Üzerinde Alimlerin İhtilafı 11

Alimlerin «Secdenin» Şekli Hakkındaki İhtilafı 12

Meal 12

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 13

Şeytanın Âdem'e Secde Etmemesi 13

İblisin Hz. Âdem'e Secde Etmemesinin Sebebi 13

Gururun İlk Temeli 13

İblisle Melekler Arasında Tevratın Naklettiği Münazara. 15

Şeytan Ademoğullarını Nasıl Saptırır?. 16

Hz. Adem'in İblis'e Aldanması 20

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 22

Meal 22

Şeytan Ve Kabilesi Görünebilirler Mi?. 27

Meal 31

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 31

«Ziynet»În Manası 31

İsraf Etmeksizin Yemenin Ve İçmenin Hükmü. 32

Kur'anda Tıb İlmi 32

Peygamberimizden Nefsin Verdiği Vesveseler Hakkında Nakledilen Hadis-İ Şerif 33

«Süs» Dünya Hayatında Bütün İnsanlar İçin,. Ahirette İse Sadece Mü'minler İçindir 35

Meal 38

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 38

(40) «Deve İğne Deliğinden Geçmedikçe Cennete Girmezler...». 39

Garîb Ve Hoş Bir Konu ; 40

Meal 43

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 44

A'raf Bahsi 44

Â'raf Ehli Hakkında Son Bir İzah Huzeyf E Dedi Ki: 49

Meal 50

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 50

Allah'ın Arş'a İstiva Etmesiyle İlgili Mülahazalar 51

Duayı Gizli Veya Açıktan Yapmak. 56

Duanın Adabı 57

Dua Ve Gerekliliği 57

Allah'ın Kullarına Olan Sevgisi 58

Meal 61

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 61

Peygamber Kıssaları Birçok Yararı İçermektedir 61

Meal 65

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 65

Meal 67

Dirayet Ve Rivayet Tefsîrî 67

Meal 69

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 69

                                                


EL- Â'RAF SÛRESİ

 

7. SÜRE

 

Meal

 

Rahman ve rahiym olan Allah'ın adıyla başlarız.

(1) Elif, Lâm, Mim, Sâ'd...

(2) [Ey Muhammedi Bu Kur'an] sana indirilen bir kitab-tır. Onunla [kâfirleri] korkutman ve müminlere öğüt vermen için indirildi. Ondan Ötürü göğsünde bir haraç   (darlık)   olmasın.

(3) Rabbinizden  size indirilene tâbi olunuz. Sakın  ondan başka dostlara tâbi olmayınız. Siz hep az hatırlıyor (ve nasihat alıyor) sunuz.

(4) Nice karyeyi (kenti) mahvettik. Azabımız onlara, gece­leri, uyurlarken veya gündüzleri keylulet (öğle zamanında istira­hat) ederken geldi.

(5) Çetin azabımıza gelince, onların duaları «Biz zalimler­den idik» demekten başka olmadı.

(6) Yemin olsun ki, kendilerine   peygamber gönderilenler­den  (hesap) soracağız. Ve and olsun ki, gönderilen peygamber­lerden de soracağız.

(7) And olsun ki, onlara ilimle haber vereceğiz. Ve biz ga­ipler,   (yaptıklarından gafiller)  de değiliz.

(8) O gün tartı, hak ve adalet üzeredir. Öyleyse kimin te­razileri ağır çekerse, işte o kimseler kurtulanlardır.

(9) Kimin  terazileri hafif gelirse, işte onlar ayetlerimize zulmedegeldiklerinden ötürü nefislerini zarara uğratanlardır.

(10) And olsun ki, kesinlikle sizi   yeryüzünde   yerleştirdik. Orada sizin için geçimlikler kıldık. Hal böyle iken. pek az şük­rediyorsunuz.»

(11) And olsun ki, muhakkak sizi yarattık. Sonra size su­ret  (biçim), verdik. Sonra meleklere: «Adem'e secde ediniz!» de­dik. İblis hariç, bütün melekler Adem'e secde ettiler. İblis secde edenlerden olmadı. [1]

 

El-A'raf Sûresi Mekke döneminde nazil olmuştur. 206 âyettir. [2]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

Bu Sûre-i Celile Mekke döneminde nazil oldu. Ancak yüz alt­mış üçüncü âyetten yüz yetmiş birinci âyete kadar olan sekiz âyet müstesnadır.

Neşei, Âişe validemizden rivayet ediyor: Allah'ın Revülü ak­şam namazında zammı sure olarak El A'raf Sûresini okudu. Onu iki rekata böldü. Yani bir parçasını bir rekatta, bir parçasını da öbür rekatta okudu.» Hadisi Ebu Muhammed Abdulhak rivayet etti.

Bazı tefsir kitablarında «Bu sûrenin tamamı Mekke dönemin­de nazil olmuştur. Ancak (162.) yüz altmış ikinci âyetten (172.) yüz yetmiş ikinci âyete kadar olan bölüm müstesnadır, diye varid olmuştur.

El Alûsi tefsirinde «Ebu-Şeyh ve İbn Hibban, Katade'den ri­vayet ettiler: «Bu sûre, tamamen Mekke döneminde nazil oldu. Ancak (162.) yüz altmış ikinci âyeti müstesnadır.»

. Başkaları da «Bu âyetten (171.) yüz yetmiş birinci âyete ka­dar müstesnadır» demişlerdir. Nitekim bu durumu daha önce kay­dettik.

Bir çok tefsir alimleri, bu sûrenin tamamen Mekke dönemin­de nazil olduğunu İbni Abbas ve İbni Zübeyr'den rivayet ediyor­lar ve hiçbir âyeti de istisna etmiyorlar.

Bu sure Basra ve Şamlıların sayımında (205) iki yüz beş âyet­tir. Medine ve Küfelilerin sayımında ise (206) iki yüz altı âyettir. Binaenaleyh elif, lam, mim, sad müstakil bir âyet sayılmak­tadır. Ve (29.) âyetin sonunda, «Sizi yarattığı gibi, yine ona döne­ceksiniz» cümlesinin müstakil bir âyet sayılması Kûfe'lilere göre­dir. Aynı âyetin içinde «Dinde samimi olarak ona yalvar» mana­sında bulunan cümle,, Basralı ve Şamlılara göre müstakil bir âyet­tir. Daha önceki âyetin içinde «Onlara ateş azabını kat kat ver, derler» cümlesi ile (137.) âyetin içinde «El Hüsnâ» ile başlayan ve meali «İsrailoğullarına en güzeli sabırlarına karşılık verile geldi» olan cümlelerde Medine'lilere göre müstakil birer âyettirler.

El A'raf Sûresinin bütün âyetleri muhkemdir. Bazı tefsir alimlerine göre ancak iki âyet muhkem değildir. Onlar da, «Onlara kasden mühlet veririm. Çünkü benim tuzağım çetindir» (183) ve «Sen af yolunu tut. Bağışla. Uygun olanı emret. Bilgisizlere aldı­rış etme» (199) âyetleridir. Bunların ilki mutlaka kılıç âyetiyle neshedilmiş, ikincisi de sadece Ebu Zeyd'e göre aynen kılıç âye­tiyle neshedilmiştir, diye rivayet edildi. Ve bu görüşün sahibi «Ca­hillerden yüz çevir» âyeti de böyledir, dedi. Fakat bu zayıf bir gö­rüştür. [3]

 

El-Â'raf Suresi İle En'am Suresinin Münasebeti

 

El En'am Sûresinde cahil ümmetlerin helak edilmeleri, tafsi­latlı olarak geçmedi. Akıl edinmeyenler ve günâhları irtikâb et­mek suretiyle zulmedenlerin helâkları orada açıklanmadı. Bunun için El-A'raf Sûresi geldi. Bu sûrede Adem, Şit, Ad Semud, Lut kavmi, Medyen ehli, İsrailoğullan ve Fir'avn'ın kavmi zikredildi. Onlardan helak olanların helak olmalarının keyfiyeti belirtildi. Helak olmaları, ya ölçek ve tartıda (genel piyasada) hainlik yap-tıklarındandır veya (nankörlük edip) nimetin kıymetini bilmedik-lerindendır. Dağlar, ovalar ve kayalıklarda oyularak yapılan köşk­ler, saraylara karşı şükretmediklerinden, başkasını öldürmek suretiyle yapmış oldukları zulümden, kadınlar var iken onları bıra­kıp erkeklerle cinsî ilişki kurmak suretiyle yaradanın hikmetine muhalefet ederek çirkinlikleri peyda ettiklerinden, peygamberleri yalanladıkları, hakkı attıkları ve hidayet yoluna muhalefet ettik-lerindendir.

Celaleddin Süyûti, el-A'raf Süresi'nin El-En'am Sûresi'yle olan münasebeti hakkında şunları söylüyor :

«El-En'am Sûresinde yaratılışın beyanı vardır. Orada «Allah sizi çamurdan yarattı» buyuruluyor. Yine geçmiş kuşaklar hakkın­da «Onlardan önce nice kuşakları helak ettik» deniliyor. Peygam­berlerin bahsine işaret ediliyor. Onların çoğunu sayıyor. Bütün bunlar icmali ve tafsilatsız olarak geçiyor. El-Araf Sûresi El-En'am'dan sonra geldi ve onların açıklamasını ve kapsamlı tafsi­latını yaptı.

Bu sûrede Adem (AS)in kıssası, ve diğer peygamberlerle üm­metlerin kıssaları açıklanmıştır. Nasıl helak olmuşlar? Bu, mü­kemmel bir şekilde izah edilmiştir. Bu, Cenab-ı Hakk'm «Allah si­zi yeryüzünde halifeler kıldı» âyetinin tafsili olmaya elverişlidir. Bunun için el-a'raf Sûresi'nin başında yeryüzünde halife kıldığı Adem'in yaradılışından başladı. Âd kıssasında «sizi Nuh kavmin­den sonra halifeler kıldık» dedi. Semud kıssasında «Sizi Âd'dan sonra halifeler kıldı» dedi. Bir de Cenab-ı Hakk, El-En'âm Sûresi' nde «Nefsinin üzerine rahmeti yazdı» dedi. Bu kısa ve tafsilata muhtaç bir kelamdır. el-A'raf Sûresi'nde bunu kast ederek, (tafsil yaparak) «Benim rahmetim her şeyi kapsayacak kadar geniştir» ve «O rahmetimi ittika edenler için yazacağım» buyurdu.

El-A'raf Sûresi'nin başlangıcının, El-En'am Sûresi'nin sonun-eu âyetiyle olan münasebeti, irtibat ve bağlantısı şöyledir:

El-En'am Sûresi'nin (153.) yüz elli üçüncü âyetinde «Bu, dos­doğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın.» deniliyor, ve devamla «Bu, indirdiğimiz mübarek bir Htabtır. O'na uyun.» «Onu size indirdik ki, sizden önce iki top­luluğa kitab indirildi.» «Bizim onların okuduklarından haberimiz yok» demekten veya «Bize kitab indirilseydi onlardan daha doğru yolda olurduk» demekten sokmasınız» (155) denmektedir. Bu sû­renin başında ise, kitab tâbi olmayı emretmekle işe başladı. Bir de EI-En'âm Sûresi'nin sonunda «Sonra dönüşünüz Rabbinizedir. Ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirecektir» dedi. El-A'raf Sure­sinin başında ise «And olsun ki kendilerine peygamber gönderi­lenlere soracağız» dedi. Bu, onlara haber vereceğinin şerhi ve taf­silâtıdır. Bir de El-En'am Sûresi'nin sonunda «Kim bir iyilik ge­tirirse ona on katı verilir» denilmektedir. Bu ise, ancak terazide tartılmakla belli olur. Bunun için Cenab-ı Hakk, El-A'raf Sûresi'nin başında, terazide tartmak meselesini gündeme getirerek buyurdu:

«Gerçek tartı kıyamet günündedir. Tartılan ağır gelenler (var y&)işte onlar kurtulanlardır.»

El-Eri'am'da «Kuşkusuz bu, benim dosdoğru yolumdur, ona tâbi1 olunuz. Bu, bir kitabtır. Mübarektir. Onu indirdik. Ona tâbi' olunuz.» El-A'raf sûresinin başında da: «Kitaba tabi olmayı em­reden âyetle başladı.»

Bu sûrenin kelimeleri (3325)tır. Harfleri (14010Jdur.

(1) Elif, Lam, Mim, Sâd...»

BuÂyet-i Celilenin tefsirinde gelen rivayetler şunlardır:

İbni Abbas, bu âyetin manası «Ben, Allah'ım, tafsilat veriyo­rum demektir» dedi.

İbni Abbas'tan gelen diğer bir rivayette «Ben Allah'ım. Her­kesten daha iyi bilir ve tafsilat veririm» şeklindedir.

Başka bir rivayette îbni Abbas diyor ki:

«Elif, Lâm, Mim, Sâd bir yemin tabiridir. Allah (C.CJ onunla yemin etmiştir ve Allah'ın isimlerinden bir isimdir.»

Katade «Elif, Lâm, Mim, Sâd, Kur'an'm isimlerinden bir isim­dir» dedi.

Hasan Basri «Elif, Lâm, Mim, Sâd, sûrenin ismidir» dedi.

Süddi, «Elif, Lâm, Mim, Sâd. Cenab-ı Hakk'ın El-Musavvir is­minin bir parçasıdır» dedi.

Ebul Âliye «Elif, Allah isminin, Lâm, El-Lâtif isminin, Mim, El-Medd isminin, Sâd, Es-Sadık ve Es-Sabir isminin anahtarıdır» dedi.

Bazıları da «Bunlar, mukattaa yani hece harfleridir. Bunların ilmini, Cenab-ı Hak, zat-ı uluhiyyetine tahsis etmiştir. Bu ve bunun benzerleri Allah'ın kitabında gizli sırlardır» demişlerdir.

Bazıları da «Bunlar ism-i âzam harflerdir» demişlerdir.

Bazı tefsirciler de «Bunlar birtakım harflerdir. Birtakım ma­naları kapsıyorlar. Cenab-ı Hakk o manalarla halkını muradına muttali kılmıştır» görüşündedirler.

Başkası da «Bu Elif - Lâm - Mim - Sâd'ın manası, ben dosdoğ­ru söyleyen Allah'ım» demektir dedi.

Muhammed bin Kâb-el Kurezi, «Elif ve Lâm Allah kelimesin­den geliyor. Mim, Rahmandan, Sâd, es-Samed'den geliyor» dedi.

Bazı tefsir alimleri de «Elif, Lâm, Mim, Sâd'dan maksad, «Elemneşrah leke sadreke» (Yani biz senin için göğsünü genişlet­medik mi?) demektir dedi.

Bazıları da «Elif, Lâm, Mimle açılan her sûre üç manayı ve üç emri kapsamaktadır: Yaradılışın başlangıcını, yaradılışın ni­hayetini (hasrı), başlangıç ile nihayet arasındaki hayatı. Boğaz, dil ve dudak harfleri olan Elif, Lâm ve Mimi kapsaması da bu üç manaya işaret eder.

Bu Sûre-i Celîlede Elif, Lâm, Mim'e bir de «SAD» eklenmiş­tir. Çünkü burada kıssaların açıklanması da vardır. Allah muradı ilâhisini daha güzel bilir.

(2) «(Ey Muhammed!) Bu Kur'an sana indirilen bir kitab-tır...»

Bu âyetin tefsiri şöyledir : Elif, Lâm, Mim, Sâd müptedadır. «Kitab'ün» kelimesi onun haberidir. «Sana indirilmiş» cümlesi ki­tabın sıfatıdır. Yani Allah tarafından Elif, Lâm, Mim, Sâd diye isimlendirilen kitab Allah katından sana indirilmiştir.

Eğer Hz. Muhammed'in peygamberliğinin doğruluğuna delalet eden delil, Cenab-ı Hakk'ın ona bu kitabı indirmesidir. Biz bunu bilmedikten sonra peygamberin peygamberliğini bilmemiz müm­kün olamaz. Onun peygamberliğini, bilmedikten sonra onun sözü ile delil getirmemiz mümkün olamaz. Eğer bu sûrenin Allah ka­tından ona indirilmiş olduğunu onun sözüyle isbat edersek ((DE­VİR» lâzım gelir, diye itiraz edilirse...

Cevab olarak deriz ki, biz mücerred (katıksız) aklımızla bili­yoruz ki, bu sûre Allah katından Hz Muhammed'e (S.A.V.) indiril­miş bir sûredir. Onun delili de, Resûl-i Ekrem'in hiçbir hocaya talebelik yapmayışı, hiçbir muallimden okuma yazma öğrenme­miş olması, hiçbir kitabı mütalea etmemesi, alimler, şairler ve haber ehillerine katılmamış olmasıdır. Kırk senelik hayatı geçti, bu durumların hiçbirisiyle o kırk sene içinde karşılaşmadı. Kırk sene geçtikten sonra bu galib gelen, geçmişlerin ve geleceklerin ilimlerini kapsayan kitab onun üzerine indi. Aklın gerçeği şahitlik eder ki, bu ancak Allah katından gelen vahiy yoluyladır. İşte böy­lece bu aklî delille sabit oldu ki, bu kitab Allah katından Hz. Mu-hammed Mustafa'ya inmiştir. [4]

 

 

Kur'an Mahluk Mudur?

 

Kur'an'm «maklûk» olduğunu savunanlar, delil olarak «Elif, Lâm, Mim, Sâd, (Ey Muhammedi) Sana bir kitab indirildi» Âyet-i Celîlesini göstermişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hakk, bu Âyet-i Celîlede Kur'an'ın «indirilmiş» olduğunu beyan ediyor. İndirilmek ise, bir halden diğer bir hale geçmek ve intikal etmektir. Böyle bir intikal «kadîm» olan bir şeye uygun düşmez. Bu da delalet eder ki, (on­ların iddiasına göre) Kur'an «hadis»tir. Cevab olarak deriz ki, in­dirilmekle sıfatlanan, Kur'an değil mecaz yoluyla Kur'an'm görü­nen harfleridir. Bu harflerin mahlûk olduğunda hiç kimsenin iti­razı yoktur.

Allah (C.C.) için mekân isbat etmeye kalkışanlar bu Âyet-i de­lil göstererek dediler ki, «min» kelimesi gayenin başlangıcı için­dir. «ilâ» kelimesi de gayenin sonu içindir. «Sana indirilmiş» cümlesi, başlangıç olan Rab ile vardığı yer olan Hz. Muhammed'in arasında bir mesafenin oluşmasını gerektirir. Bu mesafe oluşması delalet eder ki, Cenab-ı Hakk, (Haşa) yukardaki cihettedir. Çün­kü iniş, yüksekten aşağıya doğrudur. Ehli sünnetin bu iddiaya ver­diği cevab şudur: Kahir delillerle mekân ve cihetin Allah için mu­hal olduğu sabit olduğundan ötürü bu âyeti de daha önce zikredi­len tevile hamletmek lüzumlu ve gereklidir. Bu tevilde «Melek, Kur'an-ı yüksekten aşağıya getirmiştir.»

(2)   «Onunla uyarıp korkutman için ve mü'minlere bir öğüt olmak üzere sana indirildi...»

«lîtunzire»nin başındaki   lam   harfi neye   taalluk   eder diye çeşitli görüşler ileri sürülmüştür:

El Ferra, «Âyet-i Celîlede geçmiş olan «unzile» fiiline taal­lûk eder» demiştir. Bu takdirde manası şöyledir: «Bu bir kitabtır. Sana indirilmiştir. Tâ ki onunla korkutmuş olasın. Binaenaleyh senin göğsünde bundan ötürü herhangi bir sıkıntı olmasın.»

İbnu'l-Enbari, «lam» burada «key» manasınadır. Âyetin takdiri, «Senin göğsünde bir şek ve şüphe olmasın ki, başkasını korkutabilesin.»

Bazıları «Lâm, en manasınadır» dediler. Âyetin takdiri, «senin göğsün daralmasın. Onunla halkı korkutmayacak kadar, zayıf olma» demektir. Zira Araplar, Lâmi en yerinde, eni de Lam yerinde kullanmaktalar. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in «On­lar Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmeyi irade ediyorlar» âye­tinde bir defasında EN, bir defasında «lâm» kullanılmıştır. Çünkü «en» ile «Lâm» aynı manayı ifade'ederler  [5]

Bu âyetteki dördüncü tevil şudur : Bu kitab, şüphesiz ki, Al­lah'tan sana indirilmiştir. Onun Allah'tan indirilmiş olduğunu bil­diğin zaman anla ki, Allah'ın inayeti seninle beraberdir. Bunu da bildiğin zaman senin göğsünde herhangi bir şek ve sıkıntı olma­sın. Çünkü Allah kimi korur, kime yardımcı olursa ,o hiç kimse­den korkmaz. Korku ortadan kalkar, kalbin darlığı da kaldırılırsa sen halkı korkutmak, Allah'ın hükümlerini onlara tebliğ etmek, onları uyarmakla meşgul ol. Nitekim daha önceki kahramanlar da böyle meşgul olmuşlardır.

«Mü'minler için 'zikra' (uyarma)dır.» Bu cümlenin tefsi­rinde îbni Abbas, «Tastık edenler için mevizelerdir» demiştir.

Eğer, neden mü'minler için zikrâ (hatırlatma) olduğu kayde­dildi denirse, cevab olarak deriz ki, bu âyet, Cenab-ı Hakk'ın «El- Bakara» Sûresinin başında «Muttakiler için hidayettir» dediği gi­bidir. Burada aklî inceleme ve araştırma şudur :

Beşerî nefisler, iki kısımdır. Bir kısmı rezil, cahil, gayb âle­minden uzak, cismanî lezzet ve şehvetlerin talebine dalmış nefis­lerdir. İkinci kısım, şerif, ilâhî nurlarla pırıl pırıl parlayan, ruhî hadiseleri kabul etmeye hazır bulunan nefislerdir. Peygamberler, birinci kısmı korkutmak için gönderilmişlerdir. Çünkü onlar gaf­let uykusuna daldıklarından bir korkutucuya ihtiyaçları vardır. İkinci kısım hakkında peygamberlerin vazifesi hatırlatmaktır. Çünkü bu nefisler, aslî cevherleri itibariyle mukaddes âleme çe­kilmeye elverişli ve Samedî huzurla irtibat sağlamaya müsaiddir-ler. Ancak onlara cisim aleminde bazan bir takım perdeler geli­yor. Ve bunların sebebiyle de bir nevi gaflet oluşuyor. Peygamber­lerin davetini işitince ve Resullerin ruhlarından onlara nurla ye­tişince esas merkezlerini hatırlar ve esas menşelerini görürler. Orada oluşana müştak olurlar. Ordaki, rahata arzuları kabarır. Böylece sabit oldu ki, Cenab-ı Hakk bu kitabı peygamberine bir gurup nefisleri korkutsun, bir gurup hakkında da hatırlatsın, diye göndermiştir.

(3) «Rabbinizden size indirilene uyun. Allah'tan başka dost­lar edinip onlara uymayınız. Siz ne az düşünüyorsunuz...»

Bu Âyet-i Celile, hem Kur'an'a uymanın, hem de Kur'an'm açıklaması olan sünnete uymanın farz olduğunu belirtmektedir. Yani ibare yoluyla değil delalet yoluyla bunları kapsamaktadır. Allah'ın indirmiş olduğuna tâbi olmak, Allah'a tâbi olmak demek olduğundan dolayı bunun akabinde«Safcm Allah'tan başka velilere (dostlara) tâbi olmayınız» denildi.

Yani Allah'tan başka cinler ve insanların peşinden gitmeyiniz. Zira onlar sizi putlara tapmaya zorlarlar. Hevaya tabi olmayı ve bid'atlara sokmayı isterler.

Kıyas ile amel etmenin caiz olmadığını savunanlar «Bu Âyet-i Celîle, bunu ispatlamaktadır» diyorlc*. Zira âyet, Cenab-ı Hakk'ın indirdiğinden başkasına ittiba etmenin caiz olmadığına delalet eder. Kıyasla amel etmek de, Allah'ın indirdiğinden başkasına tâ­bi olmaktır .Öyleyse caiz olamaz. Eğer kıyas vardır diyenler «ibret alınız» cümlesi kıyasla amel etmeye delalet eder. Öyle ise kıyasla amel etmek Allah'ın indirdiğiyle amel etmek oluyor deseler. On­lara şu şekilde cevab verilmiştir:

Eğer kıyasla amel etmek, Allah'ın indirdiğiyle amel etmek oluyorsa, kıyasın gereğiyle (inanmadığı için) amel etmeyi terkede-nin kâfir olması gerekir. Çünkü Cenab-ı Hakk «Kim ki Allah'ın indirdiğiyle (inanmadığı için} hükmetmezse işte onlar kâfirlerin tâ kendisidir» buyurmuştur. Oysa ümmet «Kıyas ile amel etmeyi terkeden kâfir olmaz» görüşünde icma etmişlerdir. Ümmetin ic-mamdan anlaşıldı ki, kıyasın hükmüyle amel etmek, Allah'ın in­dirdiğiyle amel etmek demek değildir. İşte durum böyle olunca kı­yası ispat edenler şu cevabı veriyorlar :

Kıyasın hüccet, (delil) olması sahabenin icmaıyla sabit ol­muştur, tema ise kesin delildir. Sizin söyledikleriniz ise umumun zahirine yapışmaktır. Bu ise, zannî bir delildir. Kesin delil, zanni olan bir delilden daha kuvvetlidir.

Kıyası inkâr edenler, verilen cevaba karşılık şunu söylediler:

Siz, icmam hüccet olduğunu «mü'minlerin yolunun gayrisine tâbi olursa» [Nisa : 115] ve «Böylece sizi orta bir ümmet kıldık [Bakara: 143] ve «siz, insanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmet­siniz, marufu emr, münkeri nehyedersiniz» [Ali-îmran: 110] âyetlerin umumiyle ve Cenab-ı Peygamberin «Ümmetim dalalet üze­rinde icma etmez» hadisinin umumiyle istidlal etmişsiniz. Buna binaen sizin icmam hüccet oluşunu ispat etmeniz umumlara (Kur'an ve sünnetteki genel ifadeler) yapışmanın fer'i olur. Fer asıldan daha kuvvetli olmaz.»

Kıyası isbat edenler buna şu cevabı verdiler:

Âyetler, hadisle ve icma, kıyasın isbatında sırt sırta verdik­lerinde kuvvet oldukça fazlalaştı ve tercih hasıl oldu.

Allah daha iyisini  [6]

Aklî burhan ve delilleri inkâr eden «El Haşeviyye» gurubu bu âyeti delil olarak gösteriyorlar. Oysa bu uzak bir ihtimaldir. Çün­kü Kur'an'm hüccet oluşunu bilmek, akli delillere yapışmanın sıh­hatli olmasına bağlıdır. Eğer biz Kur'an-ı aklî delillerin sıhhatına tan edici olarak kabul edersek tenakuz lâzım gelir. Tenakuz da bâtıldır.

(4) «Biz nice ülkeleri yıkıma uğrattık. Geceleri uyurlarken veya gündüzün dinlenirlerken bizim zorlu azabımız onlara geli­verdi...»

Bu Âyet-i Celîle'nin tefsiri şöyledir :

Cenab-ı Hakk peygamberine insanları korkutmak ve emirleri tebliğ etmek emrini verdikten ve halka da peygamberlerin getir­diklerini kabul etmelerini ve ona tâbi olmalarını emrettikten son­ra, bu Âyet'i Celîlede, Allah'ın indirdiğine tabi olmamanın, ondan yüz çevirmenin cezasını zikretti. Âyet-i Celîledeki 'yıkıma uğrattık,' helak ettik ve onun helakine hükmettik demektir. Zira önce Ce-nab-ı Hakk, helakine hükmetmiş, sonra Allah'ın be'si (diriltmesi) . gelmiştir. «karye»den maksat, ya köy veya ülke (memleket de-. inektir. Karye'nin yıkıma uğratılmasmdan maksat, ehlini helak et­mektir. Zira karye mecazen orada oturanlara hamledilir. Âyetteki «kaîlun» kelimesi «kaylulet» kökünden geliyor. «Gündüzün or­tasında uyumak» demektir. Veya gündüzleyin yapılan mutlak isti­rahat demektir. Yani Lut kavmi gibi, bir kısmına azabımız gece­leyin geldi. Şuayb kavmi gibi, bir kısmına da tam gündüzün orta-| sında, kaylulet zamanında geldi demektir. Gaflet ve istirahat anın­da gelen azab daha korkunç ve dinleyenleri daha fazla gafletten uyandırıcı olduğundan dolayı Cenab-ı Hakk, azabın onların üzeri­ne inmesini bu iki vakte tahsis etti.

Helak olanların hepsinin uyku veya istirahat sıfatlarıyla sı-fatlandırılması, onların tam emniyet ve gaflet içerisinde bulun­duklarını ilân etmek içindir. Onlardan bir kısmı belki de bu sıfat­ta değildi. Fakat genellikle böyle idiler. Bunun için de Cenab-ı Hakk onların hedeflerinden gafil olduklarını ilân ediyor. Çünkü | Kaylulet çoğu kez zengin, gafil ve karanlıklar içerisinde kıvranan­ların âdetidir. Yorgunluk, çalışmak, dünya maişeti arkasında koş­mak ise buna tam ters düşer. Bu Âyet-i Celilede onların mütegal-libe, zalim ve hududu aşan kimseler olduklarına işaret vardır.

(5) «Şiddetli azabımız onlara gelince yakarabildikleri 'Biz gerçekten zulme sapanlardık' demelerinden başka bir şey olma­dı...»

Bu Âyet-i Celiledeki yakarmaları, duaları, feryad etmeleri ve imdad istemeleridir. «Azabımızın onlara gelmesi» demek, o aza-& bin emare ve alametlerini görmeleri demektir. Hepsi birden za­limliklerini itiraf ettiler ve üzerinde bulundukları mesleğin bâtıl olduğunu, hasret, nedamet ve kurtuluşa tama' ederek haykırdılar. | Fakat artık kurtuluş pek uzaktadır. Çünkü yeis halindeki tevbe makbul değildir.

îbni Abbas, «Ayetin manası; onlar nefisleri üzerinde şirki ik­rar ettiler demektir» dedi.

tbnul Enbari, «Onlara azabımız geldiğinde onlar zulmü itiraf etmek ve kötülük yaptıklarım ikrar etmekten başka bir kurtuluş yolu bulamadılar demektir» dedi.

(6) «And olsun, kendilerine peygamberler gönderilen üm­metlerden de ve gönderilen peygamberlerden de soracağız...»

Bu Âyet-i Celîlenin manası şudur : Cenab-ı Hakk daha önceki âyette peygambere tebliğ etmeyi, ümmete de kabullenmeyi ve ta­bi olmayı emretti. Kabul etmeyi ve tabi olmayı terkettikleri tak­dirde, dünyada azabın ineceğini belirtti. Bu âyette ise tehdidin başka bir çeşidini öne sürdü. O da, Cenab-ı Hâkk'ın kıyamet gü­nünde hem ümmetlerden, hem peygamberlerden amellerinin keyfi­yetini sormasıdır. Bir de Cenab-ı HakktfOnZanrc yakarmaları an­cak 'biz zalimler idik' demekten başka bir şey değildir» deyince arkasında sadece onların itirafiyle iktifa edilmez, belki Cenab-J Hak hepsinden amellerinin keyfiyetini soracaktır ve bu sual, sa­dece azab ehline mahsus değildir. Belki hem azab ehlinden, hem de sevab ehlinden soracaktır. Cenab-ı Hakk, bu ayette kendilerine peygamber gönderilen ümmetlerden de, gönderilen peygamberler­den de sual soracağını beyan buyurdu.

Bu Âyet-i Celîlenin diğer bir benzeri şu âyettir: «Senin Rab-bine and içerim ki, kesinlikle biz, onların hepsinden işlediklerinin durumunu soracağız.» [Hicir: 92]

Sormaktan maksat, sorulan kimse amelinin keyfiyetini haber versin diyedir. Oysa Cenab-ı Hakk, daha önceki âyette «onlar za­lim olduklarını ikrar ettiklerini» beyan buyurmuştur. Acaba bu ik­rardan sonra ikinci kez onlardan sormanın ne faydası vardır?

Cevab olarak deriz ki, onlar zalim olduklarını ikrar ettiklerin­den sonra, bu zulmün, sebebi onlardan sorulacaktır. Bu sorgudan gaye, onları kınamak ve kulaklarını çınlatmaktır.

Peygamberlerden (büyük) kusurun sadır olmadığı bilinmesi­ne rağmen onlardan sormanın manası nedir? Cevab:

Peygamberlerden taksirin hiçbir zaman sadır olmadığı sabit olduğu zaman, taksirat tamamen ümmete raci olur ve böy­lece Allah'ın peygamberler hakkındaki ikramı katmerleşir. Çünkü taksirin bütün gereklerinden beri oldukları ortaya çıkar. Mahru-miyyetin, zilletin bütün sebeblerinin kâfirler hakkında katmerleş­mesi de böylece sabit olmuş olur. Çünkü belirmiş oluyor ki bü­tün taksirat onlardadır.

Bu sualdan maksad, kâfirleri kınamaktır.. Cenab-ı Hakk'm «O gün ki hiçbir insan ve cin günâhından sorulmaz» [Rahman: 36] Âyet-i Celîlesindeki olumsuzdan maksat, isti'Iam sualidir. Ya­ni Cenab-ı Hakka bilgi verecek sual onlardan sorulmaz demektir. Binaenaleyh iki âyet arasında zıddiyet yoktur. Bazıları da bu iki âyetin arasını şöyle cemetmişlerdir :

İsbat edilenin yeri ayrı, menfî olanın yeri de ayrıdır. Fahred-din Razi «Onlar amellerinden sorulmazlar. Yani «siz ne işlediniz?» diye sorulmazlar  [7]

Çünkü amelleri onların işlediklerini kapsamaktadır. Onlar an­cak o amelleri işlemeye kendilerini zorlayan, sebeblerden sorulur­lar. Onları o amellerin tersini yapmaktan alıkoymaya vesile olan nedenlerden sorulurlar.

Sual, bazan istifade etmek içindir, bazan da kınamak ve rezil etmek içindir. Mesela: Birisi rezil etmek istediği bir insana «Ben sana vermedim mi?» diyor. Cenab-ı Hakk, Yasin Sûresi'nde : «Ey Ademoğulları! Ben, size, şeytanın apaçık bir düşman, olduğunu söylemedim mi?» buyurduğu gibi. Cenab-ı Hakk hiçbir kimseden istifade etmek için bir sual sormaz. Ancak kâfirlerden, onları re­zil etmek ve kınamak için sual sorar. Nitekim Cenab-ı Hakk, Kur' anı'nda «Onların bir kısmı diğer bir kısmına yönelip birbirlerinden sorarlar.» [Tur: 25] Başka bir âyette : «O gün, onların ara­larında herhangi bir soy ve sop artık yoktur. Ve onlar birbirlerin­den soramazlar.» [Müminun : 101] buyurmaktadır. Birinci âyet delalet eder ki, onların aralarındaki sorgu birbirlerini kınamak maksadıyla olan sorgudur. Çünkü Cenab-ı Hakk, «Onların bir kıs-mı diğerine yönelip birbirlerini kınadılar» [Kalem: 30] buyuru­yor.

«O gün onların aralarında soy ve sop artık yok, onlar birbir­lerinden sormazlar» âyetinin manası ise, yani şefkat ve lütfetmek suretiyle birbirlerinden sormazlar demektir. Çünkü soy ve sop meyletmeyi, merhameti ve ikram etmeyi gerektirir.

Bir de, kıyamet günü uzun bir gündür. Onun duraklan çok­tur. Cenab-ı Hakk, «Vakitlerin bir kısmında sormak vardır» şek­linde bize haber verdi. Bir kısmından da «Sormak yoktur» şeklin­de haber verdi.

Bu Âyet-i Celile, «Allah, bütün kullarını hesaba çeker» hükmü­nü getirdi. Çünkü kullar ya peygamber olacaklardır veya kendile­rine peygamber gönderilenler olacaklardır. Demek ki her iki kıs­mım da Cenab-ı Hakk hesaba çeker. Böylece «Peygambere de kâ­firlere de sorgu sual yoktur» diyenlerin iddiaları da ibtal edilmiş oluyor.

Bu Âyet-i Celile Cenab-ı Hakk'ın mekândan ve yönden münez­zeh ve uzak olduğunu da ortaya koyuyor. Çünkü Cenab-ı Hakk bu âyette «Biz onlardan gaib de değildik» buyuruyor. Eğer Allah (C. C.) bazı kimselerin sandığı gibi arşın üzerinde, insanın sandelye-de oturduğu gibi oturup mekânlaşmış olsaydı, o vakit bizden gaib olurdu. Eğer onlar «Allah ilmen insanlardan gaib değildir» diye cevab vermeye kalkışırlarsa, biz «sizin bu cevabınız âyeti tevil et­mektir. Oysa kelamda asıl, kelamı hakikatine hamletmektir» de­riz. Eğer onlar,   «siz, Allah herhangi   bir mekân ve yönle  tahsis olunmamıştır demek suretiyle Allah'ın gaib olduğuna hükmetmiş olursunuz» deseler. Cevab olarak, «Sizin bu iddianız bâtıldır. Çün­kü gaip odur ki, olmadığından sonra hazır olsun. Bu da ancak herhangi bir mekân ve yönde olabilir. Herhangi bir mekân ve yön­le ilişkisi olmayana gelince, onu gaiblikle veya hazır olmakla va­sıflandırmak mümtenidir. Böylece fark ortaya çıkmış oluyor.» deriz  [8]

(8) «O gün tartı hak ve adalet üzeredir...»

Cenab-ı Hakk, bundan önceki âyette kıyametin hallerinden, sual ve hesabtan bahsettikten sonra bu Ayet-i Celîlede, kıyametin hallerinden birisinin de amellerin tartılması olduğunu beyan etti. [9]

 

Kıyametteki Mizan (Tartı) Nedir?

 

Tartılma iki şekilde tefsir edilmiştir. Birinci tefsire göre, dil­li bir terazi kurulur. İki kefelidir. O terazi ile kıyamet gününde kulların amelleri tartılır. Hayrı da şerri de tartılır. Bunları söyle­yen Ibn Abbas şöyle devam etti:

«Mü'mine gelince, onun amelini en güzel bir şekilde getirir­ler. Onun ameli terazinin bir kefesine konulur. Onun iyiliği günâh­larına göre ağır gelir. Nitekim bu durum «O gün de kimin mizan­ları ağır gelirse işte o kurtulmuşların tâ kendisidir» âyetinden de anlaşılır.

Bu, tıbkı Enbiya Süresindeki «Biz adil mizanları kıyamet gü­nünde kurarız. Hiçbir nefse hiçbir şekilde zulmedilmez» âyeti gi­bidir.

Bu tefsire göre, amellerin tartılmasının keyfiyeti hususunda iki vecih ileri sürülmüştür. Birincisinde; mü'minin amelleri güzel bir şekilde suretlenir. Kâfirin ameli de çirkin bir şekilde suretle-nir. Bu iki suret tartılır.

İkinci veçhe göre, tartı kulların, içinde amelleri yazılı bulu­nan defterlere aittir. Zira Allah'ın Resulünden «Kıyamet gününde tartılan nedir?» diye soruldu. O da: «Defterlerdir» buyurdu. Bu görüş, tefsircilerin ekserisinin görüşüdür.

Abdullah bin Selâm, «Âlemlerin Rabbinin terazisi tam arşın karşısında cinler ve insanlar arasında kurulur. Onun kefelerinden birisi cennet, diğeri cehennem üzerindedir. Eğer gökler ve yerler o kefelerden birisine konulursa, onları alacak kadar geniş (ve kuv­vetli) dir. Cebrail onun ortasındaki direği tutar ve terazinin diline bakar» dedi.

Abdullah ibn Ömer, Allah'ın Resulünden rivayet etti:

Kıyamet gününde bir kişiyi teraziye getirirler. O kişinin dok­san dokuz defteri de getirilir. Her defter, gözün alabildiği kadar uzun ve büyüktür. O defterlerde kişinin hataları ve günâhları ya­zılıdır. O defterler terazinin bir kefesine konur. Sonra kişiye mah­sus parmak boğumu kadar, bir kâğıt parçası çıkartılır. Orada «Eşhedü en lailahe illallah ve Eşhedil enne muhammeden abduhu ve resuluhu» (Allah'tan başka mabudum olmadığına Muhammed-in de Allah'ın kulu ve peygamberi olduğuna şahitlik ederim) iba­resi yazılıdır. Bu da terazinin diğer kefesine konur. Ve o kâğıt par­çası dağlar kadar olan o defterlerden daha ağır basar.»

Hadisin metni teşbih (benzetme) istiare ve mecazlarla dolu­dur...

Hasan Basri'den rivayet ediliyor:

Cenab-ı Peygamber bir gün mübarek başını Aişe validemizin kucağına bırakmıştır. Bu esnada Resûlüllah'a ağırlık bastı. Aişe' nin (şefkatten) gözlerinden yaşlar aktı:

  Ey Allah'ın Resulü! Sana ne isabet etti? Sana ağırlık ve­ren nedir? diye sordu. Cenab-ı Peygamber:

  İnsanların haşre gelmelerini hatırladım, deyince Aişe va-. lidemiz:

  Acaba (orada) bir kimse, diğer bir  kimseyi  hatırlar mı? diye sordu. Cenab-ı Peygamber :

  İnsanlar yalın ayak, çıplak ve bitkin olarak haşrolunurlar. O gün, her kişinin bir durumu vardır. Onu, başkasının durumu ile ilgilenmekten alıkoyar. Sahibelerin yanında hiç kimse diğer bir kimseyi hatırlamıyor. Hasenat ve seyyiatın tartıldığı günde hiç kimse kimseyi hatırlamıyor» buyurdu.

Bazıları da; şahıslar tartılır, dediler ve bu tefsirlerini Müslim ve Buhari'nin Ebu Hureyre hadisinden rivayet ettikleriyle teyid et­meye çalıştılar. Kesinlikle durum şudur : «Kıyamet gününde ko­caman ve şişman bir insan getirilir. Allah'ın katında onun o göv­desi ve şişmanlığı bir sivrisineğin kanadı kadar ağır gelmez.

Alûsi bu fikri naklettikten sonra şöyle devam ediyor :

Bu tefsire göre, kişi terazinin bir kefesine konur, acaba öbür kefeye ne konur? Eğer bir kişi diğer bir kişiye karşı öbür kefeye konur denilirse, o vakit durumu senin gördüğün gibi ben de gör­mekteyim. Üstelik açıkça anlaşıldığı gibi yukarda bahsedilen Ha-dis-i Şerif bu davayı isbat etmek için nass da değildir.

İkinci görüşe gelince, Mücahid, Dahhak ve A'meş şöyle demişler :

«Mizandan maksad, adaletle hükmetmektir.»

Müteahhirin alimlerin çoğu, bu görüşe katılmışdır. Mizanın bu manaya hamledümesi Arap lügatinde caizdir ve bunun delili de vardır, öyleyse mizanı bu manaya hamletmek gerekir demişler­dir. Mutezile de mizanı bu şekilde tefsir etmişlerdir. Ancak Allaf ve Buşr bin Mu'temer «Buradaki tartı, bilinen tartı manasına da hamledilir» demişlerdir.

Bazıları da «Bilinen tartı muhaldir. Çünkü ameller arazlardır. Arazlar ise kalmazlar. Yeniden aynen gündeme getirilmeleri müm­kün olmayan şeylerdendirler. Faraza «kalırlar» veya «yeniden gün­deme getirilmeleri mümkündür» diye teslim edersek yine de ge­lenler, arazlardır. Arazlık tartılmaya manidir.

Çünkü arazın ağırlık veya yoğunlukla sıfatlanması mümkün değildir. Eğer «tartılması mümkündür» diye kabul etsek bile bun­da her hangi bir fayda yoktur. Çünkü tartıdan maksad, amellerin birinin diğerlerinden fazla veya eksik olmasını bilmektir. Allah da bunu bilir. Fayda sağlamayan bir şeyi yapmak çirkindir. Ce-nab-ı Hakk, çirkini yapmaktan münezzehtir. Fakat bunların ceva­bı daha önce söylediğimiz eserlerden anlaşılmaktadır.

Evet, Mutezile ve Müteahhir alimleri «Mizan, adalet ve insaf­tan kinayedir» demişlerdir. El-Âmidî buna itiraz ederek: «Mizan Kur'an'da ağırlık ve hafiflikle sıfatlanmaktadır. Adalet ve insaf ise ağırlık ve hafiflikle sıfatlanmazlar» demiştir. Üstelik hadisler­de de mizanın cismani olduğuna dair açık ifadeler vardır. Mese­la : El - Hâkim, tashih ederek Selmani Farisî'den, o da Allah'ın Resulünden rivayet ediyor: [10]

 

«Mizan»ı Bildiren Hadisi Şerif

 

«Mizan kıyamet gününde kurulur. Onun genişliği gökleri ve yeri kapsayacak kadar geniştir.» Melekler:

— Ey Rabbimiz! Bu büyük teraziyi kim tartacaktır? diye so­rarlar. Cenab-ı Hakk:

  «Mahlûkatımdan kimi istersem o tartacaktır» cevabını ve­rir. Melekler acizliklerini ifade ederek «Sen ortaktan münezzehsin. Sana yapılması gereken ibadeti gereği gibi yapamadık» derler.

İbn Merduveyh, Aişe validemizden rivayet ediyor : Resûlüllah'tan dinledim :

  Allah, mizanın iki kefesini, gökler ve yer kadar geniş ya­ratmıştır.

Melekler:

  Ey Rabbimiz! Bununla neyi tartacaksın? diye sordular.

Cenab-ı Hakk:

  Dilediğimi onunla tartarım, diye cevab verdi.

Bazı eserlerde varid oldu ki, Cenab-ı Hakk, Davud kulunun gözünden perdeyi kaldırdı. Davud, mizanda kendisini korkutacak bir manzara gördüğünden bayıldı. Ayıklığında:

  Ey Rabbim! Hasenat yönünden bu mizanın kafesini dol­duracak kim var? diye sordu. Cenab-ı Hakk, cevab olarak buyur­du:

—. «Ey Davud! Herhangi bir kulumdan razı olduğumda o ku­lumun sadaka olarak vermiş olduğu yarım hurma ile o mizam doldururum» cevabını verdi.

Evet bu türden daha nice hadisler vardır.

Zeccac «Hadislerde gelene tâbi olmamız daha uygundur. Za­hiri manadan vazgeçerek tartıyı 'ADALET ve İNSAF' üzerine hamletmeye gerek yoktur» dedi.

Eğer; mükellef, Cenab-i Hakk'ın kıyamet gününde zulüm yap­maktan münezzeh olduğuna iman ederse, böyle bir mükellef için Cenab-ı Hakk'ın amellerin keyfiyet ve kemmiyetleriyle hükmetme­si kafi gelir. Veya mükellef kişi, Cenab-ı Hakk'ın adil oluşunu in­kâr ederse bu takdirde o amellerin bir kısmının diğer kısmından ağır gelmesi, o amellerin esaslarına dönücü olan birtakım özellik­lerden ileri geliyor olmasına inanmıyor demektir. Belki bunu, Ce­nab-ı Hakk'ın bu yönden izhar etmesine bağlıyor. O vakit tartının ne faydası vardır? diye itiraz edilirse cevab olarak deriz ki; o gün­de durum belirir. Bütün şeyler hakikatlarıyla, sıfatlarıyla, halle­riyle, çirkin midir, iyi midir? ortaya çıkar. Müsteâr ve perde sa­yılan suretlerinden kurtulur. Onu müşahede eden hiç kimse onun dünyada olanın kendisi olduğunda şüphesi kalmaz. Ve hiç kimse şüphe etmez ki her şey ahirette sıfatlarına tâbi' olan hakikatıyla ortaya çıkmıştır. Ve hiç kimsenin kalbine bunun aksi vaki olamaz. [11]

 

Kıyamet Günündeki Tartı Sadece Müslümanlar İçin Midir?

 

(8) «Kimin terazileri ağır çekerse işte o kimseler kurtulan­lardır. Kimin terazileri hafif gelirse işte onlar âyetlerimize zul-medegeldiklerinden ötürü nefislerini zarara uğratanlardır...»

Bu Âyet-i Celilenin zahiri delalet eder ki sahifelerin veya amel­lerin tartılması, sadece müslümanlar için bir özellik değildir. Bel­ki kâfirlerin de amelleri tartılır. Ve bu görüşü bazıları tercih et­mişlerdir.

El-Kurtûbi, tefsirinde, «Ebu Talib hakkında varid olduğu gibi, sıhhatli görüş şudur ki; kâfirlerin güzel amelleriyle, kâfirlerin aza­bı tahfif olunur» diye iddia ediyor.

Alimlerin çoğu «Tartı sadece müslümanların özelliğidir, kâ­firlere gelince onların amelleri nasıl olursa olsun hepsi yanar» diyor. Nitekim Cenab-ı Hakk, «Kıyamet gününde onlar için herhan­gi bir tartı tutmayacağız» [el-Kahf : 105] buyurmuştur. Kâfirlerin yapmış olduğu güzel amellerden ötürü onların azabından hiçbir şey hafifletilmez.

«Ebu Talib'in azabı, Resûlüllah'a karşı yapmış olduğu iyilik­ten ötürü hafifletilir.» şeklinde gelen rivayetlere gelince; Sehavi «Bu, sadece Ebu Talib'in şahsına mahsustur» der. Bu tefsire ba­kılırsa âyetteki zahirin hilafını (aksini) savunmak gerekiyor.

Bütün bu tefsirlere rağmen Âyet-i Celîle sevablan ile günah­ları eşit olanın halinden sükût etmiş oluyor. Onlar da bir görüşe göre araf, ehlidirler. İşte bu noktadan ötürü bazıları a"raf eh­linin olmadığını söylemiştir. Fakat bu itiraz, a'raf ehli birinci kıs­ma dahil olabilir ihtimaliyle reddedilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hakk, «Onlar salih bir amel \le kötü olan diğer bir ameli karıştırdılar. Umulur ki, Allah onların tevbelerini kabul et&in.» [Tevbe : 102] bu­yuruyor. «Umulur ki» manasını ifade eden «A'SÂn kelimesi Cenab-ı Hakk'ın kelamında tahkik manasını ifade eder. Nitekim tefsir alimleri bunu açıkça söylemişlerdir.

Tefsir alimlerinin çoğu «Kimin terazileri hafif gelirse, işte onlar, ayetlerimize zulmedegeldiklerinden ötürü nefislerini zarara uğratanlardır» âyetinden maksad, kâfirlerdir. Bunun delili Kur' an, hadis ve eserdir. Bunun Kur'an'dan delili «İşte onlar âyetle­rimize zulmedegeldiklerinden ötürü nefislerini zarara uğratanlar­dır» cümlesidir. Çünkü insan kâfir olup âyetleri inkâr etmedikçe Allah'ın âyetlerine zulmetmesi bahis konusu olamaz. Öyleyse bu cümle, burada küfür ehlinin kastedilmekte olduğuna delalet eder.

Haberden delili şu hadistir : «Mü'minin sevablan hafif gelirse, Allah'ın Resulü koynundan parmak boğumu kadar bir parça çı­karır, o parçayı onun hasenelerinin bulunduğu terazinin sağ kafe­sine atar. Böylece haseneleri ağır basar. O mü'min kul, Resûl-i Ek­rem'e :

  Anam ve babam sana kurban olsun. Senin yüzün ne gü­zeldir. Senin ahlakın ne güzeldir. Sen kimsin?

Cenab-ı Peygamber:

  «Ben senin peygamberin Muhammed'im. Bu senin terazi­ne atmış olduğum parça da, senin bana okumuş olduğun salavat-t şeriflerindir. İşte en muhtaç olduğun devrede onun ücretini sana vermiş oluyorum» buyurur.

Bu haberi El-Vahidi «El Basit'inde» rivayet etti.

Cumhuru ulemaya gelince, onlar burada «Daha Önce şehadeti kapsayan kâğıdı Allah onun hasenat kafesine atar. Orada«lailahe illallah Muhammedün Resûlüllah vardır» hadisiyle istidlal etmiş­lerdir.

Eserden bunun delili ,İbni Abbas ve tefsir alimlerinin çoğu bu âyeti, kâfirler üzerine yorumlamışlardır...

Bu asıl, sabit olduğu zaman, deriz ki, «imanla beraber ma'si-yet (günahkârlık) zarar etmez» diyen «El-Murcie» taifesi, bu âyete yapışmışlardır ve demişlerdir ki «Cenab-ı Hakk kıyamet arasatın* daki insanları iki kısımda saymıştır. Birisi Hasenatların kefesi ağır basan kısımdır. Onlara «kurtuluş'la hükmetmiştir, ikincisi, seyyiatlannın kefesi ağır basanlardır. Onların üzerinde de Cenab-ı Hakk onların ehl-i küfür oluşuna ve Allah'ın âyetlerine zulmede-gelen kimseler olduğuna hükmetmiştir. Buna göre, mü'mine hiçbir zaman ceza yoktur.»

Fakat biz Mürcielere deriz ki, burada en uzak ihtimal şudur: Cenab-ı Hakk, bu üçüncü kısmı, bu âyette zikretmemiştir. Lakin onu başka âyetlerde zikrederek buyurmuştur:

«Ondan ötesini dilediği kimse için affeder.» [En-Nisa: 48]

Söz (yani âyette söylenilen), mefhumdan, daha ağır basar, öyleyse üçüncü kısmın isbatına gitmek vacibtir.

Bir de, Cenab-ı Hakk, buradaki ikinci kısmın sıfatında «Onlar âyetlerimize zulmedegeldiklerinden ötürü nefislerini zarara uğra­tanlardır» buyurdu. Evet biz de, bunun ancak kâfire uygun bir hal olduğunu kabul ederiz. Lakin asi mü'min affolunmadığı takdirde bir müddet için azab görür, sonra kurtulur. Tabii ki Allah'ın fazi­letiyle kurtulur. O hakikatte küfür derecesinde nefsine zarar ver­memiştir. O Allah'ın rahmetini elde etmiştir. Ebedî rahmete nail olmuştur. Allah, doğrusunu bilir. Onun affına sığınırız...

(10) «Yemin olsun ki, kesinlikle sizi yeryüzüne yerleştirdik Orada sizin için geçimlikler kıldık...»

Bu âyetin izahı:

Yani yeryüzünü size mekân kıldık, istikrar yeri kıldık. Ve yeryüzünde tasarruf edebilecek kabiliyette sizi yarattık. Yeryüzün­de sizin için maişetleri yarattık. Maişetler iki kısımdır: Birin­ci kısım, Meyveler ve benzerlerinin yaratılması gibi başlangıçta Allah'ın yaratışıyla olur, İkinci kısım, kazançla elde edilir. İkisi de hakikatta ancak Allah'ın faziletiyle hâsıl olmuşlardır. Allah'ın kudret ve imkân vermesiyle hazır olmuşlardır. Böylece hepsi Al­lah'tan gelen nimetler olurlar. Nimetlerin çokluğu, Allah'a taat etmeyi ve Allah'a teslim olmayı gerektirir. Cenab-ı Hakk, bu ni­metlere rağmen «Bilirim ki siz bu nimetlerin şükrünü tam eda etmeyeceksiniz» buyurdu. Cenab-ı Hakk'ın bu beyanı ilâhisi, in­sanların nimetlere karşı gerektiği gibi şükretmeyeceklerine dela­let eder. Çünkü nimetlere karşı az şükür, her akıl sahibinin zaru­ri bir vazifesidir. Hiçbir insan yoktur ki bazı vakitlerde Allah'a şükretmesin. Ancak aralarındaki fark; bazılarının çok, bazılarının da az şükretmeleridir. Âyet-i Celiledeki «meâyîş» kelimesi, in­sanoğlunun yaşantısını sağlayan yiyecek ve içeceklerdir. Aslında

«aşa-yaişu» fiilinin mastarıdır. Fakat burada isim olarak kul­lanılmıştır.

(11) «And olsun ki sizi kesinlikle yarattık. Sonra size suret, (biçim) verdik. Sonra meleklere: "Adem'e secde ediniz' dedik. İb­lis hariç bütün melekler Adem'e secde ettiler. İblis, secde edenler­den olmadı...»

Bu Âyet-i Celîledeki «Sizi yarattık»ta.n maksat, Hz. Adem'in yaratılmasıdır. «Suret ve biçim vermek»ten .maksad, Adem'e suret ve biçim verilmesidir. Fakat Adem, muhatabların başlangıcı olmak hasebiyle Cenab-ı Hakk, onun yaratılışım, sanki muhatabların yaratılışıymış gibi kullandı ve muhatabları onun yerine koyarak onlara hitab etti. Cem' (çoğul) zamirinin âyette getirilmesi, Allah' in Adem'i bütün halk gibi kılmasından ileri geliyor. Çünkü bütün halk ondan çoğalarak gelmiştir.

Tefsir alimlerinden bazıları, Muzaf, burada mukadderdir. Ya­ni sizi yaratmaktan maksad, sizin babanız Adem'i yarattık. Baba­nız Adem'i suretsiz bir çamurdan halkettik. Sonra ona suret ve biçim verdik. Onu en güzel surette kıldık. Bu, size ondan sirayet ederek geldi demektir» dediler.

Abdurrezzak, Azd bin Humeyd, İbni Cerir, İbnu'l-Münzir, îbn Ebi Hatim, Ebu Şeyh, Hâkim ve Beyhaki, îbni Abbas'tan bu âyet konusunda şunu rivayet etmişlerdir :

«İnsanlar erkeklerin sulblerinde yaratıldılar. Kadınların ra­himlerinde suret ve biçim aldılar.»

El-Feryadî, îbni Abbas'tan rivayet ediyor :

«İnsanlar Adem'in (babaların) belinde yaratıldılar. Sonra an­nelerinin rahimlerinde biçim ve suret aldılar.»

tbni Cerir, îbni Ebi-Hâtim, îbni Abbas'tan rivayet ediyorlar:

«Sizi yarattık» cümlesinden maksad;  Âdem'in,  «Sonra size suret ve biçim verdik»ten maksad, onun zürriyetidir.

Ebu Şeyh, îkrime'den bu âyetin tefsirinde şunu rivayet edi­yor :

«İblis, izzet (Kahr ve gazab) ateşinden yaratıldı.»

Hz. Âişe'nin Sahih'te sabit olan hadisinde   Allah'ın   Resulü (S.A.V.) buyurdu:

«Melekler nurdan, İblis ateşten Adem de sizin vasfınız olan (toprak) dan yaratıldı.» [12]

 

Kur'an'da İblisin Kıssası Kaç Yerde Geçmiştir?

 

Cenab-ı Hakk, Kur'an'da yedi   yerde   İblis   kıssasını   Adem

 (A.S.)in kıssasıyle beraber zikretmiştir :

1- El-Bakara Sûresinde,

2- El-A'raf Sûresinde,

3- El-Hicr Sûresinde,

4- El-İsra (veya Beni İsrail) Sûresinde,

5- El-Kehf Sûresinde,

6- Ta-ha Sûresinde,

7- Sâ'd Süresinde. [13]

 

«Adem'e Secde Ediniz» Emrinin Zamanı Üzerinde Alimlerin İhtilafı

 

Bunları bildikten sonra deriz ki, bu Âyet-i Celîlede, bir sual vardır: Cenab-ı Hakk «Yemin olsun sizi yarattık, sonra size su­ret - biçim verdik» dedi. Bu ifade ediyor ki, bu hitabın muhatab-ları biziz. Bunu söyledikten sonra Cenab-ı Hakk, şunu ekliyor:

«Sonra meleklere: Âdem'e secde ediniz! dedik.» Buradaki «son-ra»yı ifade eden «sümme» kelimesi, gecikmeyi gerektirir. Böy­lece meleklerin Adem'e secde etme emrini almalarının bizim ya­ratılışımızdan ve şekillendiriîmemizden sonra olduğunu ifade edi­yor. Evet âyetin zahiri; melekler bizim yaradılışımız, suret ve bi­çim alışımızdan sonra Adem'e secde etmekle emrolunduklarını gerektiriyor. Halbuki durum hiç te böyle değildir. Bunun için tef­sir alimleri bu âyetin tefsirinde ihtilaf etmişlerdir :

1- Sizi yaratmaktan maksad, sizin babanız Âdem'i yarat­tık demektir. Size suret ve biçim vermekten maksad, Âdem'e su­ret ve biçim verdik demektir.    Âdem'i yaratıp, suret ve biçim verdikten sonra meleklere «Âdem'e secde ediniz» dedi. Bu, Hasan Basri'nin tefsiridir, ve   seçkin bir   tefsirdir.   Çünkü   meleklerin Âdem'e secde etmekle emrolunmalan Âdem'in yaratılması ve biçim verilmesinden sonradır. Ademoğullarının yaradılışından sonra de­ğildir.

2- «Sizi yarattık»tan maksad, Âdem'dir. «Sonra size suret uerdifc»ten maksad, zürriyetidir. Yani Âdem'in belinde onlara su­ret verdik. Bunu yaptıktan sonra meleklere «Âdem'e secde ediniz» dedik. Bu görüş de, Mücahid'in görüşüdür. Çünkü Cenab-ı Hakk, önce Âdem'i yarattı. Sonra bütün zürriyetini zerre suretinde O'nun belinden çıkardı. Ondan sonra meleklere Âdem'e secde etmeleri emrini verdi.

3- «Sizi yarattık. Sonra size suret verdik. Sonra size haber veriyoruz ki, meleklere «Âdem'e secde ediniz» dedik.

4- «Yaratmak» lûgatta takdir etmekten kinayedir. Cenab-ı Hakk'ın takdiri ilâhisi ise, onun eşyayı bilmesinden ibarettir, is­temesinden kinayedir. Her şeyi muayyen miktarıyla tahsis etme­sindeki meşiyetinden ibarettir. Öyleyse «Sizi yarattı» cümlesi Al­lah'ın hükmüne işarettir. Beşerin bu âlemdeki peyda edilmesi

için olan takdirine işarettir. «Sise suret verdik» cümlesi ise, Ce-nab-i Hakk'in Levh-ül Mahfuz'da her şeyin, kıyamete kadar gelen her olanın suretini çizmiş olduğuna işarettir. Nitekim haberde varid olmuştur.

«Ben kıyamete kadar olan her şeyi yazarım.»

Bu tefsire bakılırsa, Cenab-ı Hakk'ın yaratması O'nun hük­münden ve meşiyetinden (istemesinden) ibaret olur. Suret ve bi­çim vermesi de, eşyanın suretlerini levh-i mahfuzda tesbit etme­sinden ibaret olur. Bu iki emirden sonra Cenab-ı Hakk, Adem'i yaratmış, meleklere, Adem'e secde etmeyi emretmiştir. [14]

 

Alimlerin «Secdenin» Şekli Hakkındaki İhtilafı

 

El - Bakara Sûresinde bu âyetin benzeri olan âyette secdenin üç tefsire tâbi' tutulduğunu söyledik :

1- Bu secde, mücerred tazimdir. Yani namaz secdesi gibi değildir.

2- Bu secdeden maksad, hakiki secdedir. Ancak kendisine secde edilen Âdem değil Cenab-ı Hakk'tır. Âdem kıble gibidir.

3- Mescûd-u leh Âdem'dir. Fakat Âdem'e secde eden melek­lerde ihtilaf vardır. Acaba göklerin melekleri mi, arşın meleği mi veya yeryüzündeki melekler midir? îşte bu niz'a daha önce el-Ba-kara Sûresinde geçmişti.

Âyet'in zahiri, İblis'in meleklerden istisna edilmiş olduğuna delalet eder. Böylece İblis'in melekliği sabit oluyor.

Hasan Basri, «İblis meleklerden değildir. Çünkü o ateşten, me lekler nur'dan yaratılmıştır. Melekler Allah'a ibadet etmekten do layı böbürlenmezler. Allah'a isyan da etmezler. Fakat İblis böyle değildir. O, Allah'a (C.C.) isyan etti ve böbürlendi. Melekler cinler­den değildir, İblis cindendir. Melekler Allah'ın elçileridir. Cinler öyle değildir. İblis cinlerin ilk yaratılmış olanıdır ve babalarıdır. Tibkı Âdem'in insanların İlk yaratılanı ve insanların babası ol­ması gibi. İblis meleklerle beraber secde etmekle emrolunduğu için, Cenab'i Hakk, onu istisna etti» diyor.

İblisin ismi, başka bir şeydi. Allah'a isyan ettikten sonra Ce-nab-ı Hakk, ona İblis ismini taktı. Daha önce de belirtildiği gibi, kendisi de mü'mindi, Allah'a ibadet edendi. Allah'a isyan edinceye kadar da, göklerde Allah'a ibadet ederdi. Böylece yeryüzüne indi­rildi.

îbni Cerir, Hasan Basri'den rivayet etti:

«İlk kıyas yapan İblistir. «Beni ateşten onu çamurdan yarat­tın» sözüyle bu kıyası yapmıştır. Hadisin senedi Hasan'a kadar sahihtir.

Ebu Naim ve Deylemi, Cafer bin Muhammed'den, o da baba­sından, o da dedesinden rivayet ediyor :

«Allah'ın Resulü, kendi reyiyle din emrinde ilk kıyası İblis yaptı. Allah İblise «Adem'e secde et» dedi. İblis de «Ben ondan daha hayırlıyım Beni ateşten onu çamurdan yarattın» diye kıyas yaptı.

Cafer «Öyleyse din emrinde kendi reyiyle kıyas yapan bir kim­seyi Cenab-ı Hakk, kıyamet gününde İblisle beraber kılacaktır. Çünkü bu şekilde kıyas yapmakla İblise tâbi olmuştur» diyor. Bu hadisi naklettikten sonra Ş.evkani «Fethu'l-Kadir»inde şunlan ekliyor:

«Bu hadisin senedine bakmak gerekiyor. Bu hadisin Resûlüllah'a kadar ulaşmasının doğru olduğunu zannetmiyorum ve bu Pey­gamberlik kelamına benzemez» diyor. Evet Kıyasda, Makis (Kı­yas edilen) ile Makisinâleyh (Üzerine kıyas edilenin) nedenleri bir olduktan sonra fâkihlerin çoğu kıyasda mahzur görmemiştir.[15]

 

Meal

 

(12) Allah İblisten «Sana secde etmeyi emrettiğim halde se­ni secde etmekten meneden neydi» diye sordu. İblis: «Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten onu çamurdan yarattın» dedi.

(13) Allah, «O halde oradan in. Orada büyüklenmeye hakkın yoktur.  (Oradan)  çık. Kuşkusuz sen zelillerdensin» dedi.

(14) İblis;  «Haşrolunduklan güne kadar bana mühlet ver» dedi.

(15) Allah:  «Kuşkusuz sen mühlet verilenlerdensin», dedi.

(16)  «Beni azgın kıldığından ötürü, Âdemoğullan için senin dosdoğru yolun (İslâm'ın üstüne) oturup onları sapıklığa götüre­ceğim.»

(17) «Sonra kesinlikle onların Önlerinden, arkalarından, sağ ve sol taraflarından geleceğim. Onların çoğunu sana şükredici ola­rak bulamazsın, dedi.»

(18) Allah,  İblise:  «Oradan ayıplı ve kovulmuş olarak çık. Kesinlikle onlardan sana uyanlarla cehennemi dolduracağım.»

(19) «Ey   Adem!   Sen ve eşin cennette durunuz. Dilediğiniz yerden yiyiniz. Yalnız şu ağaca yaklaşmayınız. Aksi takdirde za­limlerden olursunuz» dedi.

(20) «Şeytan onlara kapalı ve çirkin yerlerini göstermeleri için vesvese verdi. Eabbiniz iki melek veya ebediyyen yaşayanlar­dan olmamanız için ikinizi bu ağaca yaklaşmaktan menetti.»

(21)  «Kuşkusuz ben ikiniz için nasihat   edenlerdenim   diye onlara yemin etti.»

(22) «Böylece şeytan onların ikisini aldatarak  [mevkilerin-den] indirdi. O ağaçtan tattıkları zaman, avret yerleri kendile­rine göründü. İkisi başlayıp cennet yapraklarından üstüste koyup (onunla)   avretlerini kapattılar. Rabbleri «Ben sizin ikinizi de o ağaçtan yemekten  menetmedim mi? Ben size şeytan sizin açık düşmanı m zdir demedim mi?» diye onların ikisine seslendi.» [16]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(12) «Allah, İblisten, 'sana secde etmeyi emrettiğim halde seni secde etmekten meneden neydi' diye sordu...» [17]

 

Şeytanın Âdem'e Secde Etmemesi

 

Bu Âyet-i Celîlenin izahı:

Beyzavi, tefsirinde «Cenab-ı Hakk, burada men'i zikrediyor. Fakat Men'in çağıncısını kastediyor. Sanki Cenab'ı Hakk, îblise «Seni secde etmemeye çağıran nedir?» diye soruyor. Çünkü Allah' in emrine muhalefet, büyük bir haldir. Ondan hayrete düşülür ve o hale insanı çağıran veya başkasını çağıranın ne olduğu sorulur. Usûlcülerden bazı alimler, bu âyetle «emr» sığasının vücubu ifa­de ettiğine istidlal ederek şöyle dediler: «Cenab-ı Hakk, burada İblisi, kendisine emrolunam terkettiğinden dolayı zemmederek yeriyor. Eğer emr vücubu ifade etmeseydi sadece memurunbihi (emrolunam) terketmek, yerilmeye (zemmedilmeye) sebep ola-mazdt.»

Eğer muarızlar «Kabul edelim ki, bu âyet buradaki emrin vücubu ifade ettiğine delalet eder. Bu da belki bu âyetin bir özel­liğidir. O halde siz niçin bütün emr sigalan vücubu ifade ediyor diyorsunuz?» derlerse, cevab olarak deriz ki, Cenab-ı Hakk'ın «Sana secde etmeyi emrettiğim halde, seni secde etmekten mene­den neydi?» sözü, ifade ediyor ki, bu yerilmek ve zemmedilmek emrî terketmesinden ileri geliyor. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın «Sana emrettim» cümlesi, hükmün illeti ve nedenidir. «Sana emrettiğim

halde» mevcud olan emirdir. Emir olmak hasebiyle özel bir siga-da, özel bir surette olmak hasebiyle değildir. Durum bu olursa, emirin emir olmak hasebiyle terkedilmesinin yerilmeye neden ol­ması sabit olur. Bu da, ifade ediyor ki, her emr vücudu gerektirir.

Zaten maksad da budur.

Bazıları «emr», fevriyeti (yani acelece yapmayı) ifade eder» diye iddia etmişler ve bu âyetle istidlalde (delil getirerek) bulunarak demişler ki; Cenab-ı Hakk,   derhal secde   etmeyi  terkeden İblisi yermiştir. Eğer emr fevriyeti ifade etmeseydi, hali hazırda secde etmemesiyle yerilmesi gerekmezdi. Çünkü İblis «Ben ilerde   secde ederim» diyebilirdi.

Cenab-ı Hakk'ın «Sana secde etmeyi emrettiğim halde, seni secde etmekten meneden neydi?» cümlesi, Cenab-ı Hakk, secde et­memeye çağıranın ne olduğunu açıklamasını İblisten taleb etmiştir. İblis de, bu secde etmemeye çağıranın şu olduğunu ifade et­miştir : [18]

 

İblisin Hz. Âdem'e Secde Etmemesinin Sebebi            

 

«Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu çamurdan yarat-

tın.»

İblis şunu demek istiyor : Adem'e secde etmedim. Çünkü ben ondan hayırlıyım. Başkasından hayırlı olan bir kimse düşüğe ita­at etmekle emrolunamaz!.. [19]

 

Gururun İlk Temeli                                                            

 

Alûsi «Ruhu'l-Meani» adlı tefsirinde bu âyetle ilgili olarak özetle şunu söylüyor : «Kibrin temelini ilk atan İblis-i lâindir. husn ve kubhu aklîyi ilk icad eden o'dur. «Beni ateşten, onu çamurdan yarattın» cümlesini, İblis, iddiasına neden ve illet yap­tı. Yani ben Adem (A.S.) den üstünüm. Ben daha şerefli bir unsur (element)dan yaradılmışım. Benim unsurum ulvidir, nurlu­dur. Tesiri kuvvetlidir. Hayat maddesine daha uygundur. Onun unsuru ise, tam bunun tersidir. En şerefliden yaratılan, daha dü­şük yaratılandan üstündür. Çünkü asl'ın şerefi fer'in (dalın) da, şerefini gerektirir. İşte ben de öyleyim. En şerefli, kendisinden aşağı olana itaat etmek lüzumunu hissetmez» dedi.           

Fakat lâin, ateşin topraktan daha şerefli olduğunu iddia et­mekle yanılmıştır. Çünkü dört unsurun her birisinde ayrı ayrı özellikler vardır ki, o özellikler başkasında bulunmaz. Ve onların Özellikleri zaruridir. Her birisi yerinde bir fazilete sahibtir. Bazı­larını diğerine tercih etmekte hiçbir gerek ve fayda yoktur. Bu­nunla beraber yeryüzünün (toprağın) insanlar için menfaatlarla daha dolu olduğuau, onların istikrar yeri olduğunu, maişetleri­nin orada olduğunu ve toprağın; hilmin, vakarın gereklerinden olan intizama sahib olduğunu, ateşin ise menfaat "bakımından ondan daha düşük olduğunu, ateşte hafiflik bulunduğunu, hafifliğin ise, deliliğin, kibrin gereklerinden olduğunu, düşünen bir insan ib-, lîs'in kelamındaki çürük iddiayı görebilir. Bu da asl'm şerefi, dal'm şerefini gerektirmez demektir. Çünkü gül dikenden çıkıyor. Nergis soğandan bitiyor. Kâfir, bazen mü'minden çıkar. iblis (aleyhillâne), şerefi madde ve unsur yönünden gelen değerlere tahsis ediyor. Halbuki bir şey maddesi ve unsuruyla şereflendiği gibi, yapanı, gayesi ve suretiyle de şereflenir. İşte bu şeref Âdem (A.S.) de vardır. İblis'te yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk, Âdem'i kud­ret eliyle yaratmıştır. Ruhundan ona üflemiş, onu yeryüzünde ha­life kılmıştır. Cenab-ı Hakk, onu yeryüzünde (veya ruhu ona) bı­raktığı zaman, bunu söylemiştir.

İblis'in «Üstün, biraz daha düşüğe hizmet ederse, çirkin olur» iddiasına gelince; bu sadece nefsin yönünü düşünmektir. Hizmet hakikatte Allah içindir. Zafir el İskender! şu şiirleriyle buna işa ret etmiştir:

«Her kasidenin nazmedilmesinden maksad, sensin, Tebcilinde fehimler üzerinde bina edilen sensin. Gök meleklerinin Âdem'e secde etmesi gibi. Onların secdeleri, tevil ile Allah (C.C.J içindi.»

Âyetin zahirinden anlaşılıyor  ki  İblis, secde ile memur ol­duğunu kabul etmekle beraber bunu söylüyor. İşte o zaman ha­tası, dağın doruğunda parlayan ateşten daha belirgindir. Çünkü o zaman bu sözü hikmet sahibi ve I (C.C.) itiraz etmekten ibaret oluyor.

o zaman bu sözü hikmet sahibi ve her şeyin mâliki olan Allah'a (S Bazıları, «İblis, kendisinin secde etmekle memur olduğunu kabul etmemiş, nefsini kıyas yapmak suretiyle o umumemr (Secdeediniz) den çıkarmıştır» dediler, İşte bu yorumu getirenler «Nassm kıyasla tahsisi caiz değildir» demişlerdir. Fakat biz cevab vererek diyoruz ki, bu tahsis değildir. Belki nassı iptal etmek ve tamamen nassı ortadan kaldırmaktır.

Alûsi bunları söyledikten sonra daha önce Ebu Naim'in «Hil-ye»sinde Deylemi'nin Cafer bin   Muhammed'den,   o   babasından, onun da babasından rivayet ettiği hadisi naklediyor ve sonunda şunu söylüyor : «Bu hadis, bu âyet ve benzerleriyle mutlak mana-     w da kıyası meneden bir kimse istidlal etmiştir.                                  

Fakat ona cevab olarak deriz ki; zemmedilen kıyas, nassm karşısındaki muteber şartlardan boş bulunan kıyastır. Öyle ise, kıyas-i sahih buraya dahil değildir. Bunun tafsilâtı usul kitablarm-dadır.»                                                                                             

Bir de bu âyet, iblis ve benzerlerinin kadim ruhlar olmadı­ğına delalet eder. Belki hadis cisimlerdir.                                          

Bazı tefsirciler «Âdem'in yaratılışını çamura, İblisin yaratılı­şını ateşe izafe etmek, belki de cüz'i galib olmalarından ileri geliyor. Yani, Âdem de galib olan toprak İbliste galib olan ateştir. Zira (sabit olmuştur ki, her cisim, anâsırı-erba' (Dört ana ele­ment) olan: Ateş, toprak, su ve hava'dan veya daha fazla unsur­lardan meydana gelmiştir.

Madem ki bu âyet, nassm umumunun, kıyasla tahsis olunma­dığına delalet eder. Böyle olursa, Allah'a karşı kibirlenme olur. Bu âyet, Allah'a karşı tekebbürün de şiddetli cezayı gerektirdiğine delalet eder. Mütekebbiri velilerin zümresinden çıkarır, lanetlen­mişlerin zümresine katar. Böylece sabit oldu ki, nassı kıyasla tah­sis etmek caiz değildir. İşte, el-Vahidi, «El Basit»inde İbni Abbas' tan yaptığı nakilde bunu kastediyor. Onun nakline göre: İbni Ab­bas buyuruyor:ff/taa£, İblis için kıyas yapmaktan daha evlâ idi. Fa­kat İblis, Rabbine isyan etti Kıyas yaptı .Ve ilk kıyas yapan İblis­tir. Kıyasından Ötürü kâfir oldu. Binaenaleyh reyinden herhangi bir şeyle dini kıyas eden bir kimseyi Allah, İblisle beraber kılar.»

«Seni secde etmekten meneden neydi?» cümlesi, Cenab-ı Hakk tarafından İblise sorulan bir sualdir. Çünkü «sana secde etmeyi emrettiğim halde» eki vardır. Emretmek, ancak Allah'a uygun­dur. «Beni ateşten yarattın» sözü ise İblisindir. «Oradan in» sözü, Cenab-ı Hakk'mdır. Çünkü Cenab-ı Hakk ile İblis arasındaki bu tür münazara Sâ'd Sûresinde sonuna kadar sayılarak tesbit edil­miştir.

Bu, sabit olduktan sonra, peygamberlerin büyüklerinden hiç kimseye, Allah'a yakın olmalarına rağmen, böyle bir konuşma na-sib olmamıştır deriz. Cenab-ı Hakk, Hz. Musa kulunun şerefini onunla konuştuğundan dolayı pek büyütmüştür. Nitekim: «Hz. Musa bizim mik'atvmıza geldiğinde, onun Rabbi onunla konuştu­ğunda.» [A'raf : 143] Başka bir âyette, «Allah Hz. Musa ile konuş­tu.» [Nisa: 163] buyuruluyor. Eğer bu konuşma büyük şerefi ifade ediyorsa, acaba bu konuşma en büyük bir tarzda îblis'e na­sıl nasip oldu? Eğer (hâşa) büyük şerefi gerektirmiyorsa, Cenab-ı Hakk, nasıl onu Hz. Musa için kâmil bir şeref olarak sayıyor?

Cevab şudur: Bazı alimler derler ki, Cenab-i Hakk bu konuş­mayı; İblis'e, bazı meleklerin diliyle söyletmiştir. Yani vasıtasız olarak Allah (C.C.), İblis'le konuşmamıştır. Çünkü kaide olarak takarrür etmiştir ki, Cenab-ı Hakk, Peygamberlerden başkasıyla direkt konuşmaz. Ancak vasıta ile konuşur.

Bazıları da «Cenab-ı Hakk, vasıtasız olarak İblisle bunları ko­nuştu. Fakat bunu İblisi rezil etmek suretiyle yaptı» diyor. Çünkü Cenab-ı Hakk, ona : «Çîk! Kesinlikle sen zelil olanlardansın» dedi. Musa ve diğer peygamberlerle konuştuğu zaman ikram yoluyla konuşmuştur. Görülmez mi ki Cenab-ı Hakk, Hz. Musa'ya: «Ben seni seçtim.» [Taha: 41] buyuruyor. Bu ise ikramın en yüksek noktasıdır.

«Oradan in» zamirinde İbn Abbas şöyle diyor : «Bu zamir cennete racidir, İblis, Adem ve Havva hepsi ÂDIN cennetinde idi­ler. Âdem- orada yaratıldı.»

Mu'tezililerden bazıları, «Bu iniş emri, gökten inmek emridir» dediler.

«Orada (göklerde) kibirlenmeye hakkın yoktur» demektir.

İbn Abbas; bu âyet üzerinde Cenab-ı Hakk, şunu kastediyor: Göklerin ehli meleklerdir. Mütevazidirler. Benden korkarlar. Sen çık. Sen zelil olanlardan oldun demek istiyor...

Ez-Zeccac «İblis, gurura kapılmak istedi. Cenab-ı Hakk da, onu zillet ve rezaletle müptela kıldı.» diyor. Bu da, Resûl-i Ekrem' in şu sözünün doğru oluşunun delilidir: «Kim, Allah (C.C.) için tevazu ederse, Allah (C.C.) onu yükseltir. Kim tekebbür ederse, Allah onu alçaltır.»

(14) «(İblis) haşrolundukları güne kadar bana mühlet ver dedi...»

Bu Âyet-i Celîle, İblis'in haşre kadar Cenab-ı Hakk'tan müh­let istemiş olduğunu sergiler. Bu da ikinci nefha zama­nına kadardır. İnsanların mezarlarından kalkıp Allah'a he-sab verdikleri zamana kadardır. Bu istekten îblis'in maksadı; ölümü tatmamak idi. Fakat Cenab-ı Hakk, İblis'e bunu vermedi. Ancak Cenab-ı Hakk, «sen, mühlet verilmişlerdensin» cevabiyle ona mühlet verdi. Âyetin zahirine bakılırsa, «Onların haşrolundu-ğu güne kadar sen mühlet verilmişlerdensin» manası çıkar. Çünkü îblis'in talebi bu idi. Bu da o talebe karşılıktır. Fakat El-Hicr ve Sâ'd Sûrelerinde «malûm va'ktin gününe kadar» diye Cenab-ı Hakk, bu müddeti kayıtlandırmıştır. «Malûm vakit»te ihtilaf var­dır. Meşhur görüş odur ki, birinci nefha (yani sûra ilk üfürüş) za­manına (gününe) kadardır. «İnsanların haşre gönderildiği gün» demek değildir. Çünkü o günde artık ölüm diye bir şey yoktur.

Bazıları, «Bundan maksad, insanların haşre gönderildikleri gündür» demişler. Bunun böyle oluşundan îblis'in ölmeyeceği hük­mü çıkmaz. Umulur ki İblis, o günün evvelinde ölecek ve aynı gü­nün içinde halk ile beraber haşrolunacaktır.

«Kitabu'l-Arais»te Kâb'ül-Ahbar'dan gelen rivayet «İblis, Ölü­mün tadım kıyamet gününde tadacaktır» şeklindedir. Bu kitabta İblis'in ölüm keyfiyeti, Azrail'in onun ruhunu alması keyfiyeti hu­susunda hayret verici noktalar vardır. Fakat «Es-Safarini,» El-Ara-is'in bu açıklamalarını uygun görmemiştir. «el-buhuru zağı­ra» adlı kitabında şunları söyledi:

Naim bin Hamak «fitne» bahsinde, Hâkim «Müstedrek»in-de İbn Mes'ud'dan rivayet etti:

«Halk Ye'cuc - Me'cuc'un çıkışından sonra az dururlar. Az za­man sonra güneş batıdan doğar. Kalemler yazmaz olur, sahifeler durulur. Hiç kimsenin artık tevbesi kabul edilmez. İblis secdeye varıp :

  Ey Mabudum! Bana emret, istediğine secde edeyim der. Bütün şeytanlar İblis'in etrafında toplanır:

  Ey efendimiz! Sen kime yalvanyorsun? diye sorarlar. İb­lis:

  Ben Rabbimden beni haşr gününe kadar öldürmesin diye mühlet istedim. O da belli bir vakte kadar bana mühlet verdi. İşte güneş batıdan doğdu. İşte bu   doğuş belli  vaktin   sonudur,   der. Böylece şeytanlar artık yeryüzünde görünür şekilde gezerler. Hat­ta kişi:

«Bu benimle beraber olan şeytanımdır.

Hamd o Allah'a olsun ki, şeytanı böyle rezil etmiştir» der.

İblis'i, dabbet'ül-arz çıkıp secde halinde öldürünceye ka­dar İblis secdede ağlar durur.

Bu nakilden anlaşılıyor ki. «Malûm gün»den maksad, birinci nefhadan önce olan gündür. Fakat bu görüşü tefsir alimlerinden hiç kimsenin zikrettiğini görmüyoruz. Ancak bu faziletli insan bu­nu zikrederek demiştir ki, «Bu haber merfu hükmündedir.» Çünkü böyle şeyler rey ile söylenilmez. İbn Mes'ud, Kâb'ul-Ahbar gibi ehl-i kitabtan her şeyi arındırmadan alacak bir tip değildir. Al­lah'ın rızası onun üzerine olsun.

Alûsi devamla şunları naklediyor :

Biliyorsun ki, bu haberin İbn Mes'ud'a nisbet edilmesi, eğer haklı ise, buna ters düşecek şekilde âyeti yorumlamak uygun de­ğildir. Fakat bu haberin İbri Mes'ud'a nisbetinin sahih oluşunda benim tereddütüm vardır[20]

Bazıları «Malûm vakit» den gaye, «Cenab-ı Hakk'ın bildiği bir vakittir. İblis'in eceli orada tamamlanır. Bu vakit, hem bizden, hem de lanetli îblis'ten gizlenmiştir. Ve bu vakit, mutlaka ikinci nefhadan Öncedir,» dedi.

Bazıları da bu görüşü şu yorumla takviye etmeye kalkıştı!

İblis-i laîn mükelleftir. Mükellef, ecelinin zamanını bilemez. Çünkü bildiği takdirde rahatlıkla günâhları işler. Eceli yaklaşınca da tevbe eder ve tevbesi kabul olunur. Bu ise, günâhlara insanları ve mükellefleri kışkırtmak gibi çirkin oluyor. Bu görüşe şu cevab veriliyor:

Cenab-ı Hakk, peygamberlerin temizlik ve ismet içinde ölece­ğini, îblis'in ise küfür ve ma'siyet üzerinde öleceğini bildiği için onun ecelinin vaktini ilân etmek günâha kışkırtmak olamaz. Çün­kü onun hali bu ilân'dan ötürü değişemez. Kur'an'ın zahirine ba­kılırsa, Cenab-ı Hakk, burada İblis'in duasını tamamen veya kıs­men kabul etmiştir, istediğini ona vermiştir. Bu Âyet-i Celîlede «kâfirin duası bazan kabul olunur» diyenler için delil vardır. Ed-Debbusî ve diğer fâkihler bunu söylemişlerdir. Fakat el-Bezzaziye-de bazılarından rivayet ediliyor ki, «kâfirin duası kabul olunur» demek, caiz değildir. Çünkü kâfir, Allah'ı gerçek manada bilmiyor ki, Allah'ı çağırıp dua etsin. Fakat fetva birinci yoruma göre veril­miştir. Cenab-ı Peygamberin de bir hadisi vardır: «Mazlumun du­ası  kâfir de olsa kabul olunur.»

Bu hadisteki «kâfir»i nimet küfram üzerine hamletmek, dinde ki, kâfirliğin üzerine hamletmemek zahirin tersinedir. Bir de «kâfirin duasının» kabul edilmesinden, Cenab-ı Hakk'ın onu sevdiği, ona ikramda bulunduğu neticesini çıkarmak lâzım gel­mez. Çünkü duanın kabul edilmesi bazan istidraç içindir. [21]

 

İblisle Melekler Arasında Tevratın Naklettiği Münazara

 

Şehristanı, dört İncil'in   sarihinden bu hadiseden sonra melekler ile İblis arasında, meydana gelen bir münazara suretini nak­lediyor. Bu münazara sureti Tevrat'ta da şu şekilde zikredilmiş­tir:

Lanetli İblis meleklere :

—. Benim bir mabudum olduğuna, O'nun beni yaratıp mey­dana getirdiğine ve bütün mahlûkatt da O'nun yaratmış olduğuna inanıyorum. Bunu teslim ediyorum. Fakat O'nun hikmeti üzerinde benim bazı suallerim vardır

1- Kâfirin yaratılışında Cehennemden başka bir şeye müs­tahak olmadığını bildiği halde acaba onu yaratmadaki hikmeti nedir?

2- Biliyordu ki, mükelleflerin yaptıklarından O'na ne bir fayda ne de bir zarar gelir. Ve bunu teklif vasıtasıyla olmasa da mükelleflerden tahsil etmesine kadirdi. Buna rağmen niçin teklifi getirdi?

3- Kabul ediniz ki, O beni tanımasıyla, ibadetiyle mükellef kılmıştır. Acaba Âdem'e secde etmemi niçin bana teklif etti?

4- Secdeyi terketmek hususunda O'na isyan ettiğimde niçin bana lanet okudu, niçin azabımı gerekli kıldı? Halbuki azabımda,. lanetlenmemde O'na herhangi bir fayda olmadığı gibi, başkası için de herhangi bir fayda yoktur. Oysa benim çok büyük zararım var­dır.

5- Bunu yaptıktan sonra niçin beni   Âdem'in   zürriyetine musallat kıldı? Onları saptırmama imkân verdi?

6- Onları sapıklığa sürüklemek   hususunda   O'ndan uzun müddet yaşamayı istediğimde niçin bana bu mühleti verdi?

Malûmdur ki, âlem şer'den hali olursa, hayr olur.

încillerin sârini:

Bu suallere karşılık olsun diye, Allah (C.C.) azamet ve kibri-ya çadırlarından İblis'e şunları haykırdı  [22]

— Ey İblis! Sen beni tanımamışsın. Eğer beni tamsaydm bi lecektin ki, fiillerimin herhangi birisinde bana itiraz edilemez. Ke­sinlikle ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Ben işlediklerim­den sorulmam. (Şehristaninin ibaresi bitti).

Altıncı sualde birinci görüşü takviye eden durum vardır. Giz­li değildir ki, bu şüpheler aklî Husn ve Kubh (güzellik ve çir­kinlik) vardır diyenler için gayet ağırdır. Onlara, bu suale cevab vermek, gayet zordur.

İmam, eğer daha önce geçmiş ve daha sonra gelecek bütün mahlûkat bir araya gelirlerse aklı, HUSN ve KUBH'a (yani bir şeyin güzelliği veya çirkinliği akıl seçer) hüküm ederlerse onların hepsi bu şüphelerden kurtuluş yolunu bulamayacaklardır ve bü­tün bu şüpheler o akılcıların üzerine gelecektir.

(16) «îblis'in: Beni azgın kıldığından ötürü Âdemoğullart için senin dosdoğru yoluna —İslâm üzerinde— oturup onlan sa­pıklığa götüreceğim» sözündeki, iğva (yani dalalete götürmek) Allah'a nisbet edilmiştir. Başka bir Âyet-i Celîlede «Senin izzetine yemin ederim, kesinlikle onların hepsini azdırıp ifsad edeceğim.» [Sâd: 82] diyor. Burada da iğvayı kendi nefsine izafe ediyor. Bi­rinci cümlesi îblis'in «cebir» mezhebi üzerinde olduğuna dela­let eder. İkinci cümle İblis'in «kaderîyye» mezhebi üzerinde olduğuna delalet eder. Bu da îblis'in bu mesele üzerinde mütehayyır ve şaşkın olduğuna delalet eder. Deriz ki; îblis kesinlikle dalalete götürme hususunda, dalalete götüren birisinin lüzumuna inanır. Böylece kendi nefsini, başkasını dalalete götürücü kıldı. Sonra kendisini dalalete götürenin de Allah olduğunu söyledi. Tâ ki teselsül lâzım gelmesin.

îğvâ, dalaleti kalbe atmaktır. Zira gav bâtıl bir inançtır. Bu da, îblis'in hak ve bâtıl'm Allah tarafından kalbe vâki olduğuna inandığına delalet eder...

Ehl-i sünnetin görüşü şudur :

Cenab-ı Hakk, İblis'i dalalete götürdü ve onda küfür yarattı. Bunun için bu âyette «İĞVA» Allah'a (C.C.) isnad edilmiştir ve bu bir gerçektir. Varlık âleminde, Allah'ın mahlûku olup da O'nun iradesinden sadır olmayan hiçbir şey yoktur. Kaderiyye ve diğer sapık gurupların akılcılık hususunda önderleri olan İblis, bu me­selede onlardan ayrılmış oluyor. Onlar; «îblis, burada hata etmiş­tir» diyorlar. Zaten İblis hata etmenin ehlidir. Evet, onların ka-naatına göre İblis burada dalalete götürmeyi Allah'a isnad etmiş­tir. Allah böyle yapmaktan yücedir. Bunun için İblis hata etti der­ler.

Biz onlara şunu deriz: İblisi biz de genel olarak hata ehli gö­rürüz. Acaba keremlenmiş, ismet sıfatına sahib olmuş Hz. Nuh için ne dersiniz? O da kavmine : «Eğer Allah, sizi azdırmayı dile-mişse, ben size öğüt vermek istesem de öğüdümün size yaran ol­maz. O sizin Rabbinizdir ve ona döndürüleceksiniz.» [Nuh : 34] der? O da mı hata etmiştir. Hâşa ve Kellâ...

Rivayet ediliyor kî, Mescid-i Haram'da oturan Tavus'a bir kişi geldi. Bu kişi kadercilikle itham ediliyordu. Büyük fâkihlerdendi. Tavus'un yanma oturdu. Tavus ona; «Ya sen kalk veya seni kal­dırıp göndereceğim» dedi. Tavus'a,   «Bu kişi fâkih bir insandır.

Sen nasıl ona bu sözü söylersin?» denildiğinde, Tavus «İblis, bun­dan daha fâkih idi. îblis : «Ey Rabbim! Beni iğva ettiğinden ötü­rü» diyor. Bu ise 'Ben nefsimi iğva ve idlal ediyorum' diyor» dedi.

Tefsir alimleri «bima» kelimesindeki «BA» ya kâsem harfi­dir veya sebebiyet içindir, diyor. Yani beni iğva ettiğine yemin ederim. Yahut, beni iğva ettiğinden ötürü senin dosdoğru yolunda oturur, onları beklerim demek oluyor. Yani Âdem ile zürriyetini tıbkı yol kesicilerin yolcuları beklemesi gibi beklerim.. [23].

 

Şeytan Ademoğullarını Nasıl Saptırır?

 

Ahmed, Nesei, İbni Hibban-, Tabarani, Beyhaki Sibre bin Fâ-kihe'den rivayet ettiler. Allah'ın Resûlü'nden dinledim:

«Şüphesiz şeytan, Ademoğlu için insanın yolunda (İslâ-mm yolunda) oturur. Ey Ademoğlu! Sen nasıl müslüman olmak, kendi dinini ve ecdamnın dinini terketmek istiyorsun?» (der.)

Ademoğlu, İblis'i dinlemedi ve müslüman oldu. Sonra İblis hicret yoluna gitti, oturdu. Müslümana:

  Sen hicret mi ediyorsun? Kendi arazini, kendi göğünü bı­rakıp başka yere mi gidiyorsun? Bilmez misin ki, muhacirin me­selesi bağlı olan atın meselesine benzer.

Ademoğlu burada da, İblıs'e isyan edip hicret etti. Sonra İb­lis, Ademoğlunun cihad yoluna oturdu. Ona:

  Bu, nefsi ve malı zayi etmektir. Savaşacaksın. Öldürüle­ceksin. Senden sonra başkası senin hanımını nikâh edecektir. Ma­lın varisler arasında taksim edilecektir.

Ademoğlu burada da İblis'e isyan etti ve cihat açtı. ResÛlüllah bunları söyledikten sonra :

«Kim ki bunu yapar ve ölürse, herhangi bir hayvan tarafın­dan tekmelenir veya ısırılarak öldürülürse, Allah'a, bu kimseyi cennete dahil etmesi haktır.»

Cenab-ı Peygamber, hadisinde sadece İblis'in Ademoğlunun İslâm yolunda hicred yolunda, cihad yolunda oturmasını belirti­yor. Diğer yollarını belirtmiyor. Çünkü bunlar diğer yollara nis­petle daha mühimdirler. Bir de Ademoğlunun bütün yollarını be­lirtmek burada kastedilmemiştir. Ancak bunlar misal olarak verilmiştir.

îbn Abbas, İbn Mes'ud ve başkalarından gelen rivayetlere göre; doğu yolundan maksad, Mekke yoludur. O vakit bu kelam, temsil ve kinaye kabilindendir demek oluyor...

(17) «Sonra kesinlikle onların önlerinden, arkalarından, sağ ve sol taraflarından geleceğim...»

Bu âyetin izahı:

Yani dört cihetten onlara hücum edeceğim. Şeytanın bu söz­den maksadı «onlara birtakım vesveseler vereceğim, imkân nis-betinde onları ifsad edeceğim, onları ahiretlerinde şüpheye düşü­receğim, onları dünyaya teşvik edeceğim, din emirlerini onlar üzerinde şüpheli bir hale getireceğim, bâtılı onların gözünde hak göstereceğim ve onların çoğunu şükredici ve seni birleyici olarak görmeyeceksin» demektir.

İbni Cerir ve İbn Ebi-Hâtinı, İbni Abbas'tan rivayet ediyor­lar:

«Sonra onlara önlerinden (gördükleri yerden), «Arka­larından» görmedikleri yerden geleceğim. «Sağlarından» gö­rebilecekleri yerden, «Sollarından» göremeyecekleri yerden «geleceğim» demektir» diyor.

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir yine âyette İbn Abbas'dan şunu da rivayet ediyorlar:

«İblis 'onların üstünden geleceğim' demeye güç yetiremedi. Başka bir lafızda 'bildıki rahmet onların ü,stüne iner.'»

İslâm bilginlerinden bazıları buyurdu: Bedende dört kuvvet vardır:

1- Hayalî kuvvettir. Orada his ile görülenlerin misilleri top­lanır. O kuvvetin yeri dimağın Ön boşluğudur. Ve «onların önle­rinden geleceğim» sözü buna işarettir.

2- Vehmî kuvvettir. O vehmi kuvvet ki, hissedilenlere mü-nasib olan hükümlerle hissolunmayanlara da hükmeder. Onun ye­ri dimağın son boşluğudur. «Onların arkasından geleceğim» sözü de buna işarettir.

3- Şehvanî kuvvettir. Onun yeri insanoğlunun ciğeridir. O da insanoğlunun sağındadır. «Onların sağlarından geleceğim» sö­zü de buna işarettir.

4- Kuvve-i gadabiyye'dir. Onun yeri kalbtir. Kalb, sol taraf­tadır. «Onların sollarından geleceğim» sözü de buna işarettir. Şey­tan bu kuvvetlerden herhangi bir yardım istemedikçe vesveseyi in-insanoğlunun kalbine atmaya gücü yetmez.

İşte bu dört ciheti tayin etmesindeki hikmet budur. Bu, ha­kiki ve değerli bir görüştür. Bu dört kuvveden ruhanî saadetleri gerektiren şeyler doğar.

Şakiyki Belhî der ki:

«Şeytan her sabah, bana dört cihetten gelir. Önümden, ar­kamdan, sağımdan ve solumdan... Önümden gelince, bana 'korkma! şüphesiz Allah gafur ve rahimdir' der. Ben de ona şu âyeti okurum:

«Şüphesiz ben, tevbe eden, iman eden, salih amel işleyenler için çokça bağışlayıcıyım.» [Taha: 82]

Arkamdan gelince; beni, çocuklarımın fakir olmasından ötü­rü korkutuyor. Ben de şu âyeti okuyorum:

«Yeryüzünde hiçbir yürüyen canlı yoktur ki onun rızkı Allah üzerinde olmasın.» [Hud: 1]

Sağımdan gelirken, bana methu-senâ ederek geliyor. Ben de şu âyeti okuyorum:

«Zafer takva ehlinindir.» [A'raf: 128]

Solumdan da bana, şehvetler yönünden geliyor. Ben «onlar ile onların iştah ettiklerinin arasına perde oldu» [Sebe : 54] âye­tini okuyorum.»

Rivayet ediliyor ki: Şeytan bu sözü söyledikten sonra melek­lerin kalbi beşer için rikkate ve merhamete geldi ve dediler :

— Ey mabudumuz! İnsan bu dört cihette kendisine galebe çatmakta olan şeytanın elinden nasıl kurtulur?

Cenab-ı Hakk, onlara vahiy göndererek buyurdu:

«insanoğlu için iki cephe daha kalmıştır: Alt ve üst yönler. İnsanoğlu ellerini duada üste doğru kaldırıp, yakarma suretiyle yalvanrsa veya alnını alt tarafa, yeryüzüne koyup yakarırsa, onun için yetmiş senelik günâhı affederim[24]

El Kadi diyor ki: İblis'in bu sözü, tıpkı «İblis insanoğlunun bedenine giriyor, kana karışıyor» sözünün bâtıl olduğuna delalet ediyor. Çünkü eğer İblis'in Ademoğlunun bedenine girmesi ve ka­na karışması mümkün olsaydı mübalağa babında bunu zikretme­si daha gerekli olurdu. Sonra Cenab-ı Mevlâ, îblis'den «Onların ço­ğunun şükredici olmadıklarını görürsün» sözünü hikâye ediyor. Burada bir sual vardır. Bu gaib babmdandir. İblis gaybı nasıl bi­lir? îşte bu sualden ötürü alimler bu cümlede ihtilâf ettiler. Ba­zıları «İblis, onu levhi mahfuzda gördü» deyip bunu kesin bir tarz­da söylediler. Başkaları, «İblis, bu sözü, zanna binaen söyledi. Çünkü o, şehvetleri süslemekte mübalağa etmeye niyetliydi.» Ve bildi ki, şehvetler, İNSANOĞLU'nun rağbet ettiği şeylerdir. Böy­lece tblis'in zann-ı galibiyle insanların çoğu şükretmeyenlerden olacaktır kanaati hasıl olduğu için bu sözü söyledi. Bu ikinci gö­rüşü, Cenab-ı Hakk'm şu sözü de teyid etmektedir :

«And otsun, İblis, kendileri hakkında zannını doğrulamış ol­du. Böylelikle de iman etmekte olan bir gurup dışında onlar ona uymuş oldular.» [Sebe : 20]

Hayret vericidir ki İblis bu sözü Cenab-ı Hakk'a söyledi. Ce­nab-ı Hakk da «Benim kullarımdan azı çokça şükredendir» buyur­du.

Burada başka bir yön daha vardır ki o da şudur: Nefsi için on dokuz kuvvet oluşmuştur. Hepsi nefsi cismanî lezzetler ve şeh­vani güzelliklere davet ediyorlar. Onların beşi zahirdeki duyular­dır. Beşi de batındaki duyulardır. On birincisi şehvet, on ikin­cisi gazab ve öfke'dir. Yedisi ise gizli olan kuvvetlerdir. Cez-bedici kuvvet, tutucu kuvvet, yıkıcı, defedici kuvvetler, gıda kuv­veti, geliştirici ve doğrultucu kuvvet. Bunların toplamı on dokuz­dur. Bütün bu kuvvetler nefsi cisim âlemine davet ederler, bedenî lezzetlere teşvik ederler. Akla gelince, o tek kuvvettir. İşte o nef­si Allah'ın ibadetine, ve ruhanî saadetleri elde etmeye davet ediyor. Şüphe yoktur ki on dokuz kuvvetin istila etmesi bir tek kuv­vetin istila etmesinden daha mükemmeldir. İşte bu on dokuz kuv­vet, yaratılışın ilk anlarında kuvvetlidirler. Akıl zayıf olur. Akıl kuvvet bulduktan sonra onları zayıf düşürmek akla gayet zor ge­liyor. Durum böyle olunca kesinlikle halkın çoğunun bu cismanî lezzetleri taleb edeceğine hükmetmek, hakkın marifetinden yüz çevireceklerine karar vermek lazım geliyor. İşte bundan dolayı da şeytan «onların çoğunu şükredici olarak bulmayacaksın» dedi  [25]

(18) «Allah,  İblise, oradan ayıplı ve kovulmuş olarak çık. Kesinlikle onlardan sana uyanlar ile hepinizden cehennemi doldu­racağım dedi...»

Bu Âyet-i Celîledeki «orada» zamiri, cennete racidir. İblis, Ademoğullanm ifsad edeceğini vaadettiğinde Cenab-ı Hakk, onun rezilliğini belirten şekilde ona hitab etti. «Cennetten veya gökten hakir olarak çık» dedi. Çünkü âyetteki «mezmumen» kelimesi, hakirlikle tefsir edilmiştir. Ferra, «ayıplı olarak çık» şeklinde tefsir etmiştir. Âyetteki «medhuren» kelimesi, kovulmuş ve uzaklaştırılmış manasınadır. İbn Ebi Hatim, İbni Abbas'tan «Mez-mumen'in» kınanmış, «Medhuren'in» buğzedilmiş manasında ol­duğunu rivayet etmiştir.

Abd bin Humeyd, İbn Cerir, Îbnu'l-Münzir, İbn Ebi Hatim, Ebu Şeyh, Mücahidden «Mezmumen» nefyedilmiş, «Medhuren» kovulmuş manasınadır diye rivayet etmişlerdir.

«le mentebike»deki «lam» lam-ı kasemdir. Bu cümle cüm-le-i kasemiyye'dir. Yani şeytana  Âdemoğullarından  tâbi olan kimselerden Cenab-ı Hakk, cehennemi dolduracağına yemin edi­yor.

(19) «Ey Adem! Sen ve eşin cennette durunuz. Dilediğiniz yerden yiyiniz. Yalnız şu ağaca yaklaşmayınız. Aksi takdirde sa­limlerden olursunuz...»

Bu âyetin izahı:

Tefsir âlimleri bu âyetin tahricini şöyle yapmışlardır. «bur» manasını ifade eden «uskün» taabbüd veya ibaha emridir. Hz. Âdem'in zevcesi Hz. Havva'dır. Bu cennet'ül-Huld,» göklerin cennetlerinden başka bir cennet veya yeryüzünün cennetlerinden bir cennettir. Tafsilâtı el-bakara Sûresi'nde geçti.

«İkiniz yiyiniz» emri ise, «emri ibahi»dir, «emri teklifi» de­ğildir. «Sakın yaklaşmayınız» yasağı ise «Nehyi tenzili» veya «Nehyi tenzihi» veya «Nehyi tahrimUdir. «Şu ağaca» tabiri, şah­siyle ve nev'iyle belirli bir ağacın kastedildiğini ifade ediyor. Ağa­cın hangi ağaç olduğu daha Önce El-Bakara Sûresi'nin tefsirinde bahis konusu edildi.

Hz. Adem (A.S.) den ve Hz. Havva'dan sadır olan «zelle» gü­nâh, büyük günâhlardan mı yoksa küçük günâhlardan mıdır? «Zalimlerden olursunuz» tâbiri, acaba Kur'an-ı Kerim'de lanetle­nen zalimler kategorisine onları dahil eder mi etmez mi? Bu olay Hz. Âdem'in peygamberliğinden önce mi, yoksa daha sonra mı olmuştur? İşte bu meselelerin tafsilâtı El-Bakara Sûresi'nde geç­ti. Oraya bakınız.

Âyetin başında çağrı manasını ifade eden «ya» harfini kullanmak emredilenin mühim olduğuna delalet eder. Hz. Adem'i hitaba tahsis etmek ise, onun telakkide emredileni yerine getir­mekte asil olduğunu ifade eder. «dürmak»tan maksad, ikamet ve istikrardır. Harekenin zıddı (tersi) olan durgunluk değildir.

«Sen ve hanımın cennette durunuz» âyetiyle «istediğinizden yiyiniz» âyetinden anlaşılan şerefi tamim etti. Yani Hz. Havva'ya da, Hz. Adem'e de cennette durmak ve cennet nimetlerinden yemek şerefini bahşetmeyi bildirmek içindir. İkisinin de emredile­ni yapmakta müsavi olduğunu belirtmek içindir. Hz. Havva yemek hususunda Hz. Adem (A.S.)in önderidir. Fakat mesken hususun­da Hz. Adem'e tâbi'dir.

Cenab-i Hakk, bu Âyet-i Celîlede Âdem ile eşi Havva'ya cenne­tin bütün nimetlerini mubah kıldığını, ancak bir tek ağacı yasak­ladığını ifade buyurmaktadır. İşte bu nimete mazhar oldukların­dan dolayı şeytan onları kıskandı. Tâ ki içinde bulundukları ni­metleri onlardan alsın. Bunun için hileye, vesveseye başvurmaya başladı. İblis yalan söyleyerek: «Rabbiniz bu ağaçtan yemekten ikinizi menetti ki meleklerden olmayanınız ve burada ebedî kal-mayasınız. Eğer bu ağaçtan yerseniz mutlaka meleklerden olmak veya burada ebedî kalmak vasfına kavuşursunuz» dedi.

İbn Abbas ve Yahya bin Ebi Kisai  melikeyni  okurlar­dı. Yani siz iki padişah veya ebedî kalmayasımz diye Allah size bu ağaçtan yemeyi menetmiştir demek istedi. «el-cennet»teki elif-lâm ahd-ı haricî içindir. Bu cennet, Hz. Adem'in içinde veya yanın­da yaratıldığı cennettir. Nitekim başka bir âyette «Biz cen­netin arkadaşlarını (sakinlerini) denediğimiz gibi, onları da dene­dik» denilmiştir. Çünkü Hz. Âdem (AS), yeryüzünün toprağından ve yeryüzünde yaratılmıştır. Hz. Adem'in Kur'an'da tekrar edilen kıssasında Cenâb-ı Hakk'm onu mükafat yeri olan cennete yük­seltip götürdüğüne dair hiçbir kayda rastlanmamaktadır. Fakat cumhur bu cennetin ahiret cenneti olduğunda ittifak etmişlerdir. Âyet-i Kerime, Adem'in bir eşi olduğuna delalet eder. Fakat Tev­rat'ta olduğu gibi, Kur'an-ı Kerim'de Cenab-ı Hakk, Adem'i uyut­tu, bu uyku esnasında onun kaburgalarından birisini çıkardı, on­dan Havvayı yarattı, erkek ve dişi manasına gelen «İmrî» kelime­sinden  Îmret ismini Hz. Havva'ya verdi diye bir şey geçme­mektedir. Bu konuda rivayet edilenler ise, îsrailiyyattan alınmış­tır. Ebu Hureyre'nin Sahihayn'da sabit olan «kadın (eğri) kabur­gadan yaratılmıştır)} hadisi ise hased üzerine hamledilmektedir.

Nitekim «insan aceleden yaratılmıştır» dendiği gibi. Çünkü Ce-nab-ı Peygamber, o hadisin sonunda «Eğer kadım düzeltmeye gi­dersen onu kırarsın, eğer bırakırsan daima eğri olarak kalacak­tır. Öyleyse kadınlar için size iyiliği tavsiye ediyorum» buyuruyor. Yani şiddet kullanarak kadınları düzeltmeye gitmeyiniz.

Hindistan putperestleri Hz. Adem'in annesinin olduğunu ka­bul- etmektedirler. Onlar annesinin kabrinin, Hz. Adem'in kabri­nin yanında, Hindistan'daki mukaddes şehirlerinde, olduğunu id­dia ederler.

Bazıları, Adem'in annesinden maksad, tabiattır. Yani tabiata işaret etmektir diyorlar.

Âyet-i Celîle kadının meskende erkeğe tâbi olduğunu, maişe­tin ise fıtratın gereği bulunduğuna işaret ediyor.

(19) «Zalimlerden olmamak için şu ağaca yaklaşmayınız,,,»

Bir şeye yaklaşmayı yasaklamak, onun nefsini yasaklamaktan daha beliğdir. Nitekim başka bir âyette Cenab-ı Hakk «Onlar Al­lah'ın hududlarıdır. Sakın onlara yaklaşmayınız» [El-Bakara: 187] buyurulmuştur. Bu Âyet-i Celîle şüphe yerlerinden, insanı kış­kırtan hâdiselerin bulunduğu yerlerden takva ve ihtiyati olarak durmayı iktiza eder. Şüpheler içerisine giren, haramın içerisine girmiş olur. Tıpkı korunun etrafında sürüyü güden çobanın sü­rüsünün koruya dalmasının pek yakın olduğu gibi... Nitekim ha­diste de böyle vârid olmuştur.

Kur'an-ı Kerim'de yasaklanan ağacın nevi ve vasfı belirtilme­miştir. Tevrat'ın Sıfr-ı Tekvin'in de (âyet 8) «Maoud olan Rabb, adn cennetinin doğusuna ağacı dikti; Yaratmış olduğu Âdem'i de oraya koydu. Mabud olan Rabb, yeryüzünde göze güzel görünen veya yemeye elverişli olan her ağacı yarattı. Cennetin ortasında hayat ağacını bitirdi. Hayır ve şerrin bilinmesine yarayan ağacı bitirdi» demektedir. Bunları kaydettikten sonra 15. âyet şöyle de­vam ediyor: «Mabud olan Rabb, Adem'i edindi. adn cennetine koydu. Tâ ki, orada çalışsın ve o cenneti korusun.» On altıncı âyet­te ise «Mabud olan Rabb, Adem'e cennetin bütün ağaçlarından yi­yebilirsin» demektedir.

On yedinci âyet de «Hayır ve şerrin bilinmesi ağacına gelince, bundan yeme. Çünkü sen ,ondan yediğin gün kesinlikle öleceksin» denilmektedir. Oysa Adem, o ağaçtan yedi ve yediği gün ölmedi. Kur'an-ı Azim, ağaca yaklaşmamanın nedenini «Yaklaştıkları takdirde nefislerine zulmetmiş olurlar ve o cennet maişetinden mahrum edilirler. Dünyadaki hayatın yorgunluğuna katılırlar» şeklinde ületlendirmektedir  [26]

(20) «Şeytan, onlara çirkin yerlerini göstermek için vesvese verdi.» Bu âyetin izahı:

«vesvese» kötü hatarat (yani kalbe gelen kötü düşünce­lerdir. Vesvesenin kökü «vesvas» lafzıdır. O da, kadının boy­nunda veya kolundaki süs eşyasından gelen ses ve fısıltı demek­tir.

Şeytanın vesvesesi, insanlar için nefislerinde buldukları kötü düşüncelerdir. O kötü düşünceler, insanların bedenlerinde veya ruhlarında veya muamelelerinde insana zarar veren şeyleri süs­lü gösteren düşüncelerdir.

Kur'an-ı Kerim'in zahirine bakılırsa, şeytan orada Hz. Adem ve eşine görünmüş, onlarla konuşmuş ve onlar için yemin etmiş­tir. Cumhurun  görüşüne göre buna herhangi bir engel yoktur.

Bu kıssa, beşerin gelişmelerdeki halinin açıklanmasına mi­saldir diyen bir tefsirci vesveseyi kötü düşüncelerle tefsir ediyor. Çünkü insan, herhangi bir isteği, herhangi bir yorgunluğu ol­mayan çocukluk devrinden erginlik devrine geçtimi  ki bu devir de eksiktir, onun bütün isteklerini elde etmesine imkân yoktur o zaman şeytanın vesveselerine hedef oluyor. Şeytan ve dostları ona hücum ediyorlar.

Bu vesvesenin amacı ve vereceği netice, Hz. Adem ile Hz. Hav-| va'nın çirkin yerlerinin onlara görünmesidir. Âyet-i Celîlenin akı­şı bunu göstermektedir. «çirkin» diye tefsir ettiğimiz «sev'et», insanoğluna izafe olunduğunda bundan avret-i galizesi (Ön ve ar­kası) kast edilir. Çünkü bunların açığa çıkması insanoğlunun ho­şuna gitmez. Çünkü insanoğlunda fitrî bir haya vardır. Fakat bu haya başkasına avretini göstere göstere ifsad da edilebilir. Ve on­ların arasından bu perde kalkabilir.

Şeytan vesvesesinde Hz. Adem ile Hz. Havva'ya «Rabbiniz siz melekler gibi olmayasınız veya ebedî yaşamayasınız diye bu ağaç­tan yemeyi size yasaklamıştır» dedi. Yani melekler gibi meleklerin özelliklerinden olan kuvvet, uzun yaşamak, elem verici ve yorucu olan evrenin hadiselerinden etkilenmemek gibi özelliklere sahib olmayasınız diye size bu ağaçtan yememenizi söylemiştir. Veya | cennette ebedî kalıcı, cennette hiçbir zaman ölmeyenlerden olma­yasınız diye ağaçtan yemenizi yasaklamıştır.

Şeytan, Hz. Adem ile Havva'ya şu vehmi verdi: Bu ağaçtan  yemek, yiyenlere meleklerin sıfatını ve özelliklerini verir. Hayat­ta ebedî kalmayı sağlar.

Tefsir alimleri, bu âyetle meleklerin Hz. Adem'den üstün olduğuna dair istidlal etmişlerdir. Bazıları —daha önce de belirt­tiğimiz gibi «Buradaki melekler, göklerin, kürsinin, arşın, bü­yük ve mukarrer melekleridir. Yeryüzünün emirlerini tedbir etmekle görevli olan melekler değildir» dediler.

Onların Hz. Adem'e secde etmelerinin manası, Cenab-ı Hakk, Hz. Adem cinsine yeryüzünün bütün kuvvetleriyle ve bütün alem­leri musahhar kılmıştır.

Fahreddin Râzî, bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: «Bu âyet, Hz. Adem'e secde eden meleklerin sadece yeryüzündeki melekler olduğunun delillerindendir.»

Şeyh Muhyiddin bin Arabi; bütün meleklerin Hz. Adem'e sec­de etmediğine delil olarak Cenab-ı Hakk'ın Hicr Sûresi'nde belir­tildiği gibi İblis'e «Sen gurura mı kapıldın, Yoksa yücelerden mi oldun?» demesidir. Yani bu ayet delalet eder ki o yüceler, melek­lerin havassmdan (seçkinlerinden)dirler.

Şeytan, Hz. Adem ile Havva'ya, bu sözleri söyledikten sonra  onlara  sözünde nasihatçı olduğunu yemin etmek suretiyle doğrulamaya çalıştı. Çünkü Cenab-ı Hakk, Hz. Adem'le Hz. Hav­va'ya şeytanın onlara düşman olduğunu daha önce haber vermişti.

Şeytan onlara: «Kuşkusuz ben ikiniz için nasihat edenler­denim» diye yemin etti...

Bu Âyet-i Celîlede  kâseme yerine  keseme  tâbiri kullanılmıştır. Oysa «Kâseme» müşareket bacındandır. Yani o, Hz. Adem ile Havva'ya, onlar da, ona yemin ettiler manasını ifa­de eder.

Tefsir âlimleri, bu sigada iki görüş ileri sürmüşlerdir:

Birinci görüşe göre, müşareket sigası, müfred için gelmiştir. Çünkü Arap kelamında müşareket sığası mufred için geliyor. Bu takdire binaen âyetin manası: «Onlara yemin etti» demektir.

İkinci görüşe göre, kâseme müşareket içindir. Yani şeytan, Hz. Adem ile Hz. Havva'ya nasihatçı olduğunu yemin ile isbata çalıştı. Onlar da «nasihatini kabul edeceğiz diye yemin ettiler» demektir.

Bazı müfessirler de, Hz. Âdem ile Hz. Havva, şeytandan yemin etmesini istediklerinden dolayı, sanki onlar da ona yemin etmiş­ler, onun için müşareket sigası kullanılmıştır dediler. Fakat böy­le bir tefsir ancak Resûl-i Ekrem'den nafcledilirse kabul edilir.

(22) «Şeytan onların ikisini aldatarak indirdi...»

Bu Âyet-i Celîle şunu ifade eder : Şeytan onları ağaçtan ye­meye teşvik etmek suretiyle tedrici bir şekilde aldattı. «Ben size nasihat ediciyim» diye yemin etmek onları aldattı ve onların üzerinde bulundukları fıtrat selametinden onları düşürdü. Âyet-i Celîledeki «gurur» kelimesi, aldatmak, bâtıl ile aldanmak de­mektir. «Ğurre» veya «ğarare» kökünden gelir. İkisi de, gaflet ve denemesiz manasınadır. [27]

 

Hz. Adem'in İblis'e Aldanması

 

Âyetlerin zahirinden anlaşılan şudur: Hz. Adem ile Hz. Havva İblis'in yeminine aldandılar. Onun yeminini duyduktan sonra sö­zünün doğru olduğunu sandılar. Çünkü onlar, hiç kimse yalan yere Allah adına yemin etmez kanaatini taşıyorlardı.

Bazı tefsir alimleri; Hz. Adem ile Hz. Havva'nın şeytanı tas­dik etmeleri iddiası çirkin bir iddiadır demişlerdir. Böyle bir şe­yin onların ikisinden sadır olması pek ağırdır. Ve bu müfessir İb-lis'i tasdik etmek küfrü gerektirir diye iddia etmiştir. Bu tefsirci-ler; onların aldanmaları şehvetin süslü-püslü olarak onlara gös­terilmesiyle olmuştur. Çünkü denemek sevgisi, beşerin tabiatm-dandır. Bilinmeyeni keşfetmek, menedilene rağbet göstermek, be­şerin fıtratı gereğidir. İşte şeytanın vesvesesi bu tabii şehvetlerin akışına üfürücü olarak geldi. Bunları nefiste kabartmaya vesile oldu. Tâ ki Hz. Âdem, Rabbine vermiş olduğu ahdi unuttu. Hanı­mına uymaktan kendisini çevirecek azmi de yokoldu. Nitekim Ce­nab-ı Hakk, Tana Sûresi'nde: «And olsun biz bundan önce Hz. Adem'e ahd vermiştik. Fakat o unutuverdi. Biz onda bir kararlı­lık bulmadık.» buyurmuştur.

Mümin bir insan, Allah adına yemin edildi mi aldanır. Yani inanır, yemin eden aldatmak istiyorsa aldatır.

Katade, bu âyetin tefsirinde şunu söylüyor: «İblis, Allah adına yemin etti ki, ben aranızda yaratılmışımdır. İkinizden daha fazla bu işleri biliyorum. Bana tâbi olunuz. İkinizi de irşad ede­yim!»

Ehli ilimden bazıları «Kim ki Allah adıyla bizi kandırmaya çalışırsa, biz kandınlıveririz (kanarız)» demiştir.

Bu âyetlerle ilgili olarak Fahreddin Râzi bazı sualler ve ce-vablar getiriyor:

Birinci sual: Hz. Adem cennette idi. İblis de cennetten çıkar­tılmıştı. İblis Adem'in kalbine nasıl vesvese verdi?

Cevab : Hasan Basri buyurmuştur ki, İblis yeryüzünde durur, gökte vesvese yapardı. İblis'in cennette vesvese vermesi, Cenab-ı Hakk'ın, îblis'te yaratmış olduğu kuvvet sayesindedir.

Ebu Müslim el-îsfehani; İblis ile Hz. Adem ikisi de cennette idiler. Çünkü bu cennet yeryüzündeki cennetlerden birisidir. Yani yeryüzündeki bahçelerden veya ormanlardan birisidir, der.

Bazı kimselerin «İblis yılanın içine girdi. Yılan İblis'i böylece cennete götürdü» diye rivayet ettikleri ise, karmakarışık bir kıssa­dır, meşhurdur. Bazıları da Hz. Adem ile Hz. Havva, çoğu zaman cennetin kapısına yaklaşıyorlardı. İblis de cennetin haricinde, ka­pıya yakın bir yerde duruyordu. O, onlardan birisine yaklaşıyor­du ve vesvese veriyordu...

İkinci sual: Hz. Adem (A.S.), İblisle arasındaki düşmanlığı bildiği halde nasıl îblis'in sözünü kabul etti?

Cevab : İblis, Hz. Adem ile birçok defa biraraya gelmiştir ve birçok yoldan onu ağaçtan yemeye teşvik etmiştir. Daimî bir şe­kilde bunu yaptığından dolayı konuşması Hz. Adem'de etki yapmıştır.

Üçüncü sual: Âyet-i Celîlede niçin «Şeytan onların ikisine ves­vese verdi» deniliyor.

Cevab : Ona vesvese verdi demek, onun için vesveseyi işledi demektir.

Dördüncü sual: Bu Âyet-i Celile keşf-i avretin münkerat (çir­kinler) tan olduğuna delalet eder. Çünkü keşf-i avretin münker ol­ması, daimi bir şekilde tabiatlarda kabih ve çirkindir.

Beşinci sual: İblis, Hz. Adem'i, ağaçtan yediği takdirde me­lek olmaya nasıl özendirdi? Oysa Adem meleklerin mütevazi ol­duklarım ve kendisine secde ettiklerini (faziletini itiraf ettikleri­ni), müşahede ediyordu.

Bu sualin cevabı: Bu mana, Hz. Adem'e secde eden melek­lerin yeryüzündeki melekler olduğuna delalet eden manalardan birisidir. Göklerdeki melek, arşın sakinleri, kürsinin sakinleri ve mukarreb melekler Hz. Adem'e secde etmemişlerdir. Eğer Hz. Adem'e secde etseydiler o zaman Hz. Adem'in bu tamaı (isteği) fasid olurdu.

İkinci cevab : El-Vahidî bazılarından nakletti: Hz. Adem me­leklerin kıyamete kadar ölmeyeceklerini biliyordu. Fakat nefsi için böyle bir şey bilmiyordu. İblis, yaşamak hususunda melek gibi olmayı ona arzetti.

Altıncı sual: Bu Âyet-i Celile, meleklerin derecesinin nübüv­vet derecesinden daha kâmil ve daha efzal olduğuna delalet eder mi?

Cevab: Eğer Hz. Adem ile îblis arasındaki bu hâdise, Hz. Âdem'in peygamberliğinden önce olmuş ise, âyet böyle bir şeye delalet etmez. Çünkü Hz. Adem meleklerin derecesine ulaşmak istediği zaman, peygamberlerden değildi.

ikinci cevab: Eğer bu hâdisenin peygamberlik zamanında cereyan etmiş olduğu kabul edilirse, o zaman, belki Hz. Adem, kudret, kuvvet, şiddette veya zatının yaratılışında melekler gibi olmayı arzuladı. Yani nuranî bir cevher olmak hususunda, arş ve kürsinin sakinlerinden olmak hususunda melek gibi olmak istedi.

Yedinci sual: Cenab-ı Hakk,«o ağaçtan tattıkları zaman» bu-yürüyor. Bu, delalet eder ki, onlar ağaçtan az bir şey almışlardı. Onun tadını bilmek için ondan almışlardı. Eğer Cenab-ı Hakk, başka bir âyette onların o ağaçtan yediklerini söylemeseydi bu âyette bulunan tatmak, yediklerine delalet etmezdi. Çünkü tadan bazan yemeksizin tadıyor.

Sonra Cenab-ı Hakk, «Avret yerleri kendilerine göründü» bu­yurdu. Yani avretleri ortaya çıktı, nur kendilerinden zail oldu ve ikisi de cennetin yaprağını diğer yaprağın üzerine koymak sure­tiyle avretlerinin üzerine örterlerdi. Bu da, avreti açmanın, çirkin­liğinin Hz. Adem (A.S.) in döneminden kalma olduğuna delalet eder.

Ata, Cenab-ı Hakk, «Ey Âdem! Benden kaçıyor musun?» di­ye çağırdı. Hz. Adem, «hayır yâ Rabb, senden haya ediyorum. Hiç kimsenin yalan yere senin isminle yemin edeceğini sanmıyordum» der.

Sonra Hz. Adem'in Rabbi Hz. Adem'e seslendi: «Seni kudretimle yaratmadım mı? Sana ruhumdan üfürmedim mi? Melekleri­mi sana secde ettirmedim mi? Cennetimde komşuluğumda seni durdurmadım mı? Ve ikinize 'Şeytan size apaçık bir düşmandır' demedim mi?»

îbn Abbas, «apaçık düşmanlıktan, maksad, düşmanlığının açık ve ortada olduğudur» diyor. Çünkü secde etmedi.

«And olsun, onları sapıklığa düşürmek için senin dosdoğru yo­lunda oturacağım,» dedi.

Said bin Cubeyr, İbni Abbastan rivayet ediyor :

Adem'e yasaklanan ağaç, başaktı. Ondan yedikleri zaman çir­kin yerleri kendilerine göründü. Çirkin yerlerini daha önce ken­dilerine kapatan şey tırnaklarıydı. Cennetin yapraklarını üst üste koyup kendilerini örtmeye başladılar. Yani incir yapraklarını bir­birine yapıştırıyorlar, avretlerinin üzerlerine koyuyorlardı.

Hz. Adem (A.S.) cennetten kaçmaya başladı. Onun basma bir ağaç takıldı. Cenab-ı Hakk, «Ey Adem! Benden mi kaçıyorsun?» buyurdu. Hz. Adem, «Hayır! Fakat ey Rabbim! Senden utanıyo­rum» dedi. Cenab-ı Hakk, «Sana cennette verdiğim ,sana helâl kıldığım, senin için haram kıldığımızın yerini tutmuyor muydu?» dedi.

Hz. Adem, «Evet, ey Rabbim! Lâkin senin izzetine yemin ede­rim ki, ben bir kimsenin yalandan senin adınla yemin edeceğini sanmıyordum.»

îşte onların ikisine «Ben, sizler için nasihat edenlerdenim di­ye yemin etti» şeklindeki âyetin manası budur. Cenab-ı Hakk,«/2-zetime yemin ederim. Seni yeryüzüne indireceğim. Sonra sen mai­şeti yorulmadan elde etmeyeceksin» dedi.

tbn Abbas diyor ki: Hz. Adem o zaman cennetten indirildi.

Hz. Adem ile Havva bol bol cennetten yerlerdi. Artık bol olmayan bir yemek ve içmeye indirildiler. Hz. Adem demircilik sanatını öğ­rendi ve çift sürmekle emrolundu. Böylece ekti, nadas etti, sonra suladı. Yetişince biçti, sonra harman yaptı, sonra savurdu. Sorira öğüttü. Sonra hamur yaptı. Sonra ekmek yaptı. Sonra yedi. Yani bu zahmet ve meşakketlerden geçmeden Önce ekmeği elde ede­medi.»

Said bin Cübeyr, İbni Abbas'tan rivayet ediyor:

Avretlerinin üzerine koydukları yapraklar, incir yaprakları idi.

Mücahid «O yapraklan, elbiseler gibi yapıp giyiyorlardı)} de­di.

Vehb bin.Münebbih «Hz. Adem ile Hz. Havva'nın elbisesi av­ret yerlerini örten bir nurdu. İkisinin de avreti görünmüyordu. Ağaçtan yedikleri zaman avretleri kendilerine göründü» diyor.

Hadisi, İbn Cerir «Sahih» bir senedle rivayet etmiştir. Abdurrezzak, Ma'mer'den, o da Katade'den rivayet etti:

Hz. Adem:

  Ey Babbim! Acaba benim tevbe etmeme, af talebinde bu­lunmama izin verilir mi? diye sordu. Cenab-ı Hakk :

  «O zaman seni cennetime dahil edeceğim» dedi,

îblise gelince, o tevbeyi istemedi. Cenab-ı Hakk'dan kendisine mühlet verilmesini istedi. Her ikisinin de istedikleri kendilerine verildi.

îbn Cerir, Said bin Cubeyr ve îbn Abbas tarikiyle rivayet edi­yor :

Hz. Adem belli ağaçtan yediği zaman ona soruldu.

  Niçin sana yasakladığım ağaçtan yedin? Hz. Adem:

  «Bana Hz. Havva emretti» cevabını verince Genab-ı Hakk :

  «Ben Havva'ya gebe kalmayı da, doğum yapmayı da zah­metli kıldım» dedi.

Râvi:

Hz. Havva o zaman inledi, diyor.

Hz. Havva'ya:

Bu inleme senin ve senin çocuklarının üzerine olsun, denildi. [28]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(23) İkisi: «Ey Rabbimiz! Nefislerimize zulmettik...»

«îkisi»nden maksad, Adem ile Havva'dır. «Nemislerimize zul­mettik...» sözü günâh ile nefislerimize zarar verdik demektir. Cen­netten onun çıkarılmasına vesile olan işi yaratmak suretiyle na-| sibini eksilttik. Eğer bundan ötürü cezayı vermeksizin bizi affet­mezsen, bizden razı olmak suretiyle bize merhamet etmezsen ke­sinlikle biz zarar edenlerden oluruz.

Bu Ayet-i Celîlede, büyük günâhlardan sakınmakla beraber Allah'ın küçük günâhlar için de kullarına ceza verebileceğine dair bir delil vardır.

Mutezile  «Büyük günahlardan sakındıktan sonra küçük gü­nahların keffaretlendirilmesi vacibtir, kul onlar için tevbe etme-b,      se bile» dediler.

Burada Hz. Âdem ile Havva'nın sözü salih ve veli kullarının

âdeti üzerine cari olmuştur. Çünkü onlar günahların küçüğünü büyük, ibadetlerin büyüğünü küçük sayıyorlar. Binaenaleyh Âdem ile Havva'nın böyle demeleri, onların affolunmalarına ters düş­mez.

Ehli sünnetin birçoğu «Bu, nefsini düşürmek kabilinden olan bir şeydir, çünkü Âdem ile Havva'dan vaki olan bir nisyandan Ötü­rüdür. Bu vaki olanın beraberinde ne büyük, ne de küçük günâh yoktur» der. [29]

 

Meal

 

(23) İkisi: «Ey Rabbimiz! Nefislerimize zulmettik. Eğer güna­hımızı affedip bize merhamet etmezsen, muhakkak ki, zarar eden­lerden oluruz,» dediler.

(24) Allah, «bazınız diğerine düşman olarak buradan ininiz. Sizin için yeryüzünde bir vakte kadar istikrar yeri ve nimetlerden tatmak vardır» dedi.

(25) Allah: «Orada yaşar, orada ölür ve oradan çıkartılacak­sınız», dedi.

(26) Ey Adenıoğullan!  Çirkinlerinizi örten elbiseyi ve süsü indirdik   (yarattık). Takva  (Allah korkusu)  elbisesi, daha hayır­lıdır. Bu ihsan Allah'ın ayetlerindendir. Umulur ki, hatırlamış ol­sunlar.»

(27) «Ey Ademoğulları!  Şeytan ebeveyninizin çirkin yerleri­ni kendilerine göstermek için elbiselerini soyduğu ve kendilerini cennetten çıkardığı gibi, sizi fitnesiyle iğfal etmesin. Şeytan  ve kabilesi onları görmeyeceğiniz yerden sizi görürler. Muhakkak ki biz şeytanları iman etmeyenlere dostlar kıldık.»

(28) Ne zaman bir fenalık yaparlarsa, «Bunun üzerinde ata­larımızı bulduk ve Allah bunu yapmayı bize emretti» derler. De ki: «Kesinlikle Allah fahişeliği (fenalığı) emretmez. Acaba bilme­diğinizi Allah'ın kesesinden mi söylüyorsunuz?»

(29) De ki: «Rabbim bana adaleti emretti. Her secdegâhın ya-nında yüzlerinizi doğrultunuz. Dinde ihlaslılar olarak onu çağırı­nız. Başlangıçta sizi yarattığı gibi, döneceksiniz.»

(30) Allah bir kısmına hidayet etti. Bir kısmı da sapıklığı haketti. Çünkü Allah'ı bırakıp şeytanları dostlar edindiler. Kesin­likle kendilerini hidayete kavuşmuş sanıyorlar...

«îmamiler, ağaçtan yemeye yönelmek küçük günâhtır. Ve Hz. Âdem (AS) in peygamberliğinden öncedir. Çünkü peygamber­lerin, peygamberlik geldikten sonra ne büyük, ne de küçük gü­nâhları işlemeleri mümkün olamaz!» diye iddia ettiler.

Cenab-ı Hakk, «(24) Oradan ininiz» dedi. Seleften birçok kim­seler «Bu hitab, Hz. Adem, Hz. Havva ve İblis'edir» dedi. Adem ile Havva'ya bağlı olarak İblis'e oradan inme emri tekrar edildi. Bu da, işaret eder ki, İblis dünyada Adem ve Havva'nın cinsinden aynlmaz. Veya Cenab-ı Hakk, herbirisine ayrı ayrı emretmiş, fa­kat bu Âyet-i Celîle ise, bilmana olarak o emirleri naklediyor.

El-Ferra, bu hitabın Âdem ile Havva ve zürriyetlerine ait ol­duğu fikrini tercih etmiştir. Fakat bu tercihte madum (yani mev­cut olmayanla hitab etmek vardır

Bazı tefsirdiler «Bu hitâb, sadece Hz. Adem ile Havva'yadır.» Çünkü Cenab-ı Hakk, başka bir âyette tesniye zamiriyle «İkiniz birden (hepiniz) oradan ininiz.» [Taha : 123] buyuruyor. Burada ise tesniye zamiri değil de, cem'i zamirinin getirilmesi, Hz. Âdem ile Havva'nın beşerin kökü olmalarındandır. Sanki onlar beşerin tâ kendisidirler.» dedi.

Bazı tefsirciler de «Bu hitab; Hz. Adem, Hz. Havva, İblis ve yılanadır», demişlerdir.

El-Echuri, Hüccetü'l-îslâm el-Gazali'den rivayet ediyor:

Hz. Adem (AS) ağaçtan yediği zaman, posaları (fuzuliyatı) dı­şarı çıkarmak için midesi harekete geçti. Böyle bir özellik, cenne­tin diğer yemeklerinde yok idi. Ancak o ağaçta vardı. Bunun için de Cenab-ı Hakk, Hz. Adem'i o ağaçtan yemekten menetmiştir. Hz. Adem cennette gezmeye başladı. Cenab-ı Hakk, bir meleğe em­retti. Melek Hz. Adem'e hitaben:

  Sen ne istiyorsun ey Adem? dedi. Hz. Adem:

—: «Karmmdaki eziyyeti bırakmak istiyorum» dedi. Melek:

  Sen o pisliği nereye bırakacaksın? Fersin üzerine mi? Ser­gilerin   üzerine mi? Nehirlere mi? Ağaçların gölgeliklerine mi? Acaba burada bu pisliğe elverişli  olan  bir mekân  bulabilir mi­sin?

Melek bunu dedikten sonra cennetten inme emrini tebliğ etti.

Âlûsi, Gazali'den bunu naklettikten sonra «Ben bu haberin herhangi bir sıhhatini görmüyorum» dedi. Ve devamla Muhammed bin Kaystan rivayet edilen şu haber de bunun benzeridir dedi.

Hz. Adem ağaçtan yediği zaman Rabbi ona:

  Niçin o ağaçtan yedin?» Halbuki «onu sana yasaklamış­tım.» Hz. Adem de «Bana Hz. Havva yedirdi» dedi. Cenab-ı Hakk, Havva'dan:

  Sen niçin Adem'e onu yedirdin? diye sordu. Hz. Havva:

  Bana yılan emretti, dedi. Cenab-ı Hakk, bu sefer yılana :

  Niçin Havva'ya bunu emrettin, dedi. Yüan:

  İblis bana emretti deyince, Genab-ı Hakk:

  Sana gelince ey Havva! «Ağacı kanattığın gibi her ay senden kan akıttıracağım. Sana gelince ey yılan, senin iki ayağını ke­seceğim. Sen yüzünün üzerinde yürüyeceksin ve seninle karşı karr şıya gelen herkes senin yüzünü yaralayacaktır. Sana gelince ey İb­lis, sen lânetlisin.»

(24) «Sizin için yeryüzünde bir vakte kadar istikrar yeri vardır...»

Bu Âyet-i Celîledeki «mustakarrın» kelimesi, ya mimli mastardır [30] veya ismi mekândır. İstikrar yeri veya istikrar ma­nasını ifade eder. Bu müstakâr kelimesinin ismi mef'ul olması da caizdir. Yani mülkünüzün üzerinde istikrar ettiği ve sızın için ken­disinde tasarruf etmek mümkün olduğu bir yeri kılacağım. Fakat ismi meful oluşu, zahirin aksinedir. Ve hazfu-isale  [31] ihtiyaç vardır.

(24) «Ve orada sizin için bir zamana kadar tatmak da var­dır...»

Yani Ölüm zamanına kadar. Bazıları; kıyamete kadar demiş­ler ve kabirdeki duruşu da yerden lezzetlenmek olarak kabul etmislerdir. Cenab-ı Hakk :

(25)  «Orada yaşar, orada ölür ve oradan çıkartılacaksınız dedi...»

Bu âyetin izahı:               .

Yani kıyamet gününde kabirlerden gönderildiğiniz an oradan çıkartılacaksınız. Kendisinden yaratılmış olduğunuz bu toprakta sizin için takdir edilen bir müddeti yaşayacaksınız. Veya cinsinizin tamamına takdir edilmiş olan zamanı (müddeti) yaşayacaksı­nız demektir. Eceliniz sona erdikten sonra orada öleceksiniz. He­pinizin ölümünden sonra oradan çıkartılacaksınız. Yani yara­tan kıyamet gününde sizi hasretmeyi irade ettiği zaman, çıkartı­lacaksınız. Çünkü Cenab-ı Hakk, Tana Sûresinde «O topraktan si­si yarattık, o toprağa sizi gönderdik ve o topraktan ikinci bir kez sisi çıkartacağız» buyuruyor.

İbn Kesir:

«Tefsirciler Hz. Adem nereye, Hz. Havva nereye ve yılan ne­reye indirmiştir? diye birtakım mekânlar belirtmişlerdir. Tefsir-cileritt dayandıkları haberler İsrailiyyata dönüştüğü gibi, sıhhati ancak Rabbimizce iyi bilindiği için onlardan kaçınmak gerek. Eğer Hz. Adem'in ve Hz. Havva'nın düştüğü yerin tayininde, mü­kelleflere din ve dünyaları için bir yaran olsaydı, mutlaka Ce­nab-ı Hakk, kitabında Resûlüllah'a bu haberleri zikredecekti» di­yor.

El-Menar, «Bu kıssadaki müşkitatlar» başlığı altında şunla­rı söylüyor:

Hz. Adem ilk yaratıldığı zaman, bütün ulemamn ittifakıyla gönderilmiş bir peygamber değildi. Zaten peygamberliğe o dönem­de ihtiyaç da yoktu. Peygamberler hakkında varid olan âyetler ve sarih hadislerin bir kısmından zahir olan husus Hz. Âdem (A.S.)nin Resul olmadığıdır. Yani Nebidir. Fakat, Resul değildir. Resûlüllerin ilki Hz. Nuh'tur. Peygamberlerin hem peygamberlik­ten önce/hem peygamberlikten sonra RESUL olmaları iddiası an­cak bazı rafizilerden nakledilmiştir.

EI-Menar devamla «Biz buraya gelen rivayetlerden, o meşhur reylerden herhangi birisini kaydetmedik. Çünkü ne Allah'ın (C.C.) ne de peygamberlerin kavlinde   onlara delalet eden herhangi bir delil yoktur, Cenab-ı Hakk'ın yaratışmdaki kanununda da herhan­gi bir delil yoktur. Çünkü burada varid olanların hepsi veya ek­serisi israilîyattandır. Onlara pek güvenilmez. Tefsircilerin çoğu onları nakletmek suretiyle yanılmışlardır. Mesela : yılan mesele­si, İblis'in cennete girme meselesi, İblis ile Havva'nın arasında ge­çen konuşmalar gibi...

Hz. Adem (A.S.)in kıssasında gelen îsrailiyyat hakkında bir görüş:                                                                        

İsrailiyyatı dileyen (isteyen) bir kimse, ehli kitabın katında muttefekûn aleyh olana müracaat etsin. Tâ ki bizim katımızdaki kıssa ile onların katındaki kıssa arasındaki fark görülsün, Tek-vin'in üçüncü faslında hülasa olarak şöyle demliyor :

Yılan yeryüzünün en hilekâr hayvanı idi. Rabbin söylediği gi­bi «Sen ve kocan ağaçtan yediğiniz takdirde ölmeyeceksiniz.» Di­ğer mabudiar gibi olursunuz. Hayr ve şerri bileceksiniz. O ağacı güzel, tatlı yiyişli, güzel manzaralı, nefse hoş gelir gördü ve ondan yedi. Kocası da yedi. Bunun üzerine ikisinin gözleri açıldı. îkisi de çıplak olduklarım anladılar. Nefisleri için incir yaprağından peş-temallar diktiler. Mabud olan Rabbin sesini işittiler. O cennete gi­diyordu. Ağaçlar arasında onun gözünden gizlenmeye çalıştılar. Rabb, Hz. Adem'e seslendi. Hz. Adem, gizlenmesinden ötürü özür diledi. Çünkü çıplaktı. Rabb ona :

  Senin çıplak olduğunu kim sana bildirmiştir? Sen ağaçtan yedin mi?» diye sordu :

Hz. Adem Özür beyan ederek hanımı Hz. Havva'nın kendisi­ne o ağaçtan yedirdiğini söyledi. Rab, Havva'dan sordu. O da yı­lanın kendisini aldattığı için özür diledi. Mabud olan Rabb yılan­dan sordu :

  Onu yaptığından dolayı bütün hayvanlar ve yeryüzünde yaşayan bütün vahşiler arasında sen lanetlenmişsin. Karnının üze­rinde yürüyeceksin. Hayatın boyunca toprak yiyeceksin. Seninle kadının arasında düşmanlık kılıyorum. Senin neslinle onun nesli arasında düşmanlık olacaktır. Onun nesli senin başını ezecektir. Sen de onun topuğundan tutmayı gözetleyeceksin.»

Kadına:

«O, gebe kalmasında, doğum elemlerinde birçok meşakkat görecektir. O, kocasına teslim olacak, kocası ona baş olacaktır» dedi.

Hz. Adem için:

Ondan ötürü yeryüzü lanetlenmiştir. O, meşakkatle, hayatı boyunca ancak bir şeyler yiyecektir. Yüzünün teriyle ancak bir ek­mek yiyecektir. Kendisinden yaratıldığı toprağa dönüşünceye ka­dar bu hal devam edecektir» dedi.

Ve Rabb buyurdu: İşte Hz. Adem bizden herhangi birimiz gi­bi oldu. Hayır ve şerri biliyor. Şimdi umulur ki, o elini uzatsın, hayatın ağacından alsın ve ondan yesin, (son) zamana kadar diri kalsın.

Bunun üzerine mabud Rabb, Hz. Adem'i, Adn cennetinden çı­kardı.

İşte görüldüğü gibi bu kıssada birtakım müşkülâtlar vardır. Ama Kur'an-ı Kerim'de varid olan şekilde herhangi bir müşkül yok. Hıristiyanlar da İblis'in yılanın ağzına girip cennete dahil ol­duğunu ve öylece tevessül edip Havva'yı aldattığım söylüyorlar.

Bazı müslüman alimler de, kitab ehlinden bunları nakletmiş-lerdir. Biz Kur'an'a muhalif düşen herhangi bir şeye 'güvenmeyiz. Sünnetin sahihine ters düşene itibar   etmeyiz.   Bunları bildikten sonra, Tefsir-i Bil-me'sur'de bu kıssanın tafsilatı hakkında varid olan hiçbir şey seni aldatmasın. Çünkü o tür tefsirin çoğu sıhhat­li değildir. O da, hile için İslama girmiş Yahudi zın,dıklarindan alınmış tsrailiyyattandir.

Raviler, açıklamadan sahabi veya tabiinden kaynağı Israiliy-yat olan bir eseri naklederlerdi. Halk da bu rivayetlere aldanıp zannederler ki, onun peygambere yetişen merfu' bir aslı vardır. Çünkü böyle şeyler, kendiliğinden ve reyle söylenemez. Böylece halk bu tür eserleri, merfu'un hükmünü taşıyan mevkuf hadisler­den sayarlar. Hatta rivayet ediliyor ki, İbni Abbas, bazı Yahudi hahamlarına yazıp Kur'an-ı Kerim'le gelen bazı şeyleri sordu. Tâ ki onların bu şeyler hakkındaki bilgisine de sahib oldu. Bazı müs-lümanlar, Allah'ın (C.C.) kelamına ve Resûlüllah'm sıhhatli ha­dislerine muhalefet etmediği takdirde kitabehlinden gelen yorum­ları, tasdik ederlerdi. Bunun yanında muhalefet eden rivayetleri de naklederlerdi. Bunun için o rivayetleri birbirinden ayırmak, ancak büyük âlimlerin işidir. Sünnete muttali, sünneti anlayan, Kur'an-ı hakkıyla anlayan alimler ancak ayırdedebilirler bunları. Böyle alimler de, ümmetin içinde azaldı. Böyle alimler azaldıkça Tefsir, Tarih ve Mev'ize kitablarıyla gelen İsrailiyyatın tamamını kabul ederek zikredenler çoğaldı. Halbuki Resul-i Ekrem, «Sakın onları ne doğrulayınız, ne de yalanlayınız Çünkü onlar kitabı tah­rif etmişler, artırmışlar, eksiltmişler» buyuruyor. Cenab-ı Hakk da onlar hakkında buyurmuştur : «Onlar kitabtan bir nasibi almışlar. Kendilerine hatırlamak olandan da bir nasibi unutmuşlar.» Bina­enaleyh biz rivayetlerini tasdik etmiyoruz. Çünkü mümkündür ki, o rivayet onların tahrif ettiklerinden olsun. Tekzib de etmiyoruz, zira mümkündür ki, o Allah (C.C.) tarafından onlara verilen na-sibten olsun. Ancak bizim sıhhatli kaynaklarımıza muhalif düşer­se, o vakit tekzib ederiz.

Şeyhu'Mslâm İbn Teymiyye'nin tefsir konusunda bir kitabı vardır. îmam Süyûtî «El-îtkan» adlı kitabında tefsirciler ve tefsirdeki ihtilaflar hakkında o kitaptan uzun bir bahsi nakletmek­tedir. İmam Süyûtî «Bu kitab, nefis ve cidden emsalsiz bir kitab-tır» diyor. Bu kitabın bir faslı, ancak nakil yoluyla bilinen tefsir konusundadır. Bu iki kısımdır: Bir kısmı sahihini sahih olmaya- | nmdan ayırdetme imkânı vardır. Bir kısmı da böyle bir imkân­dan yoksundur. İşte bu ikinci kısma İsrailiyatlar dahildir. Şeyhu'l İslâm orada şunu söylüyor :

Tefsirin Resûl-i Ekrem'den sahih bir şekilde nakledilen kıs-mına gelince o tereddütsüz kabul edilir. Böyle olmayan yani Kâbu'1-Ahbar ve Vehb b. Münebbih  gibi kitabehlinden müslüman olan zatlardan gelenler ise, onun ne tasdikinde ne de tekzibinde bulunmamak gerekir. Çünkü Cenab-ı Peygamber «Kitab ehli, size      pi bir hadisi söylediği zaman ne onları tasdik, ne de tekzib ediniz» buyuruyor  [32]

Tabiinlerden bazıları her ne kadar ehli kitabtan aldığını soylemese de onun rivayetleri bu kabildendir. Tabiinler, ihtilâfa düş­tüklerinde, bazılarının sözü diğerinin üzerine hüccet olamaz. Sa- & hih bir şekilde sahabeden nakledilen kısma gelince, nefis bunu tabiin yoluyla gelenden daha tatminkâr buluyor. Çünkü sahabi için Resûlüllah'tan dinleme ihtimali veya Resûlüllah'tan dinleyen­lerden dinleme ihtimali daha kuvvetlidir. Bir de sahabelerin ehli İ kitabtan nakli, tabiinin naklinden daha azdır. Sahabi kesin olarak ü bir şeyi söylerse, bunu ehli kitabtan almıştır, denilemez. Çünkü Resul-i Ekrem onları tasdik etmekten sahabileri menetmiştir.

O kısım ki sahihinin bilinmesi mümkün olan kısma gelin­ce pek çoktur. Her ne kadar İmam Ahmed, «Büyük Savaşlar ve Gazilerin menkibeleri(hakkında gelen rivayetlerin aslı yoktur)» demiş ise de. İmam Ahmed'in bunu söylemesi bu üç konunun ekserisinin   mürsel   hadislerle   gelmiş   olmasmdan   kaynaklanı­yor  [33]

(26) «Ey Adem oğullan! çirkinliklerinizi örten elbiseyi ve süsü indirdik (yarattık). Takva (Allah korkusu) elbisesi daha ha­yırlıdır...»

Bu âyetin izahı:

Alusi «Bu hitab bütün insanlaradır» diyor. Ve bu Âyet-i Ce-lîle, torunların da babalarına yapılan vakfın hükmüne girmiş ol­duklarının delilidir.

«Sizin üzerinize libas indirdik». Yani sizin için elbiseyi yarat­tık demektir. Tabiî bu da yağmur gibi gökten (gök tarafından) inen sebeblerle yaratılmıştır. Yağmur iner, onunla pamuk biter. Ondan elbise yapılır. Sanki inen yağmurun mahsulü olan pamuk­tan yapılan elbiseyi Cenab-ı Hakk, indirmiş gibi oluyor. Hasan Basri bu te'vili söyledi.

Ebu Müslim «Âyetin manası; bunu size verdik, size hibe et­tik» demektir diyor.

Cenab-ı Hakk'm kuluna verdiği her şey, Allah (C.C.) tarafın­dan o kul üzerine indirilmiştir. İndirmek için yükseklik veya al­çaklık burada bahis konusu değildir. Belki bu tabir, tazim yerine geçiyor. Mesela : «Ben ihtiyacımı falan adamın yanına ilettim. Ha­disemi Emire yükseltip- götürdüm» diyorsun. Halbuki orada al­çaktan yükseğe nakledilmiş diye bir şey yoktur. Fakat burada tazim meselesi vardır.

Bazı tefsirciler âyetin manası: «Sizin için buna hükmettik» demektir diyor. Yani onu taksim ettik, ona hükmettik, demektir. Cenab-ı Hakk'm taksimi gökten inmekle vasıflanıyor. Çünkü «levhu'l-mahfuz»da yazılıdır.

El-Cübbai «burada kelam hakikati üzerindedir» dedikten son­ra Adem ile Havva cennetten indikleri zaman elbise de onlarla beraber indirilmiştir diye ilâve ediyor. Fakat Alûsi «Cübbai'nin te' vilini destekleyecek bir nakle rastlamadık» diyor. Ancak İbn Asa-kir zayıf b.r senedle Enes'ten şunu rivayet ediyor : Adem ve Hav­va cennetten üryan olarak indirildiler. Onların üzerinde cennetin yapraklan vardı. Hz. Adem'e hararet isabet etti. Oturdu, ağladı. Hz. Havva'ya:

— «Ey Havva! Hararet bana eziyyet etti, dedi. Cebrail (A.S.) ona pamuk getirdi. Havva'dan eğirmesini istedi ve eğirmeyi de Havva'ya öğretti. Hz. Adem'e dokumacılık öğrenmesini emretti» dedi...

Başka bir haberde «Adem (A.S.) indi. Beraberinde tohumlar vardı. İblis elini tohumların üzerine koydu. Elinin isabet ettiği yerden bir fayda gelmedi.»

İbn Münzir'in İbn Cüreyc'ten rivayet ettiği diğer bir hadiste «Adem'le beraber, cennetten sekiz çift indirildi. Develerden, sığır­lardan, koyunlardan, keçilerden, sapan, sanatçıların aletleri, çu­val, örs, sindan, kerpeten, üzüm ve reyhanın tohumlan veya fide­leri.»

Bütün bu rivayetler hakkındaki zayıflık bir tarafa atılsa dahi iddia edilen üzerine delalet etmezler. Bunların bazılarında her ne kadar Örtenin başlangıç maddeleri varsa da, iddia edileni tesbite elverişli değildirler.

Bu âyetin nüzul sebebini şöyle rivayet ediyorlar: Araplar peygamber gelmezden önce üryan olarak Kâbeyi tavaf ederlerdi.«Al­lah'a isyan ettiğimiz elbiseler içinde tavaf etmeyiz» derlerdi. Bu­nun üzerine Cenab-ı Hakk, bu âyeti indirdi. Hz. Adem'in kıssası­nın bu duruma karşı indirilmesi işaret eder ki, avretin açılması insanoğluna şeytan tarafından isabet ettirilen ilk felakettir. Şey­tan insanoğlunun ilk babası Hz. Adem ve annesi Hz. Havva'yı kan­dırdığı gibi, kandırmaya çalışır ve birçoklarını da kandırmıştır.

Bu âyetteki «RİŞ» kelimesi kusun kanadındaki tüy demektir. Burada ziynet manasına kullanılmıştır. Yani Cenab-ı Hakk, «iki elbise yarattık. Birisi avretlerinizi Örten elbise, birisi de süs elbi-sesidir» der. Böylece «RÎŞ» kelimesi sıfat olur, mevsufu olan libas kelimesi de hazf edilmiş olur. Riş'i ziynet ile tefsir etmek îbn Zeyd'den rivayet edilmiştir.

îbn Abbas, Mücahid ve Süddi «RÎŞ»ten maksad maldır. Çün­kü «tereyyeşer - recülü» (kişinin kanadı tüylendi) mal edindi manasım ifade eder» dediler.

Ahfaş «Bolluk ve maişet demektir» dedi.

Et-Tıbrisî «Muhtaç olunan şeyleri derlemektir» dedi. Hz. Os­man «RÎŞ» kelimesini «riyaşan» şeklinde okumuştur.

«Takva libası»na gelince, salih amel demektir. Nitekim İbn Ab­bas ve Urve bin Zübeyr'den rivayet edildiğine göre, Allah korku­su demektir. Hasan Basri'ye göre «haya» demektir. Katade veya Süddi'ye göre iman demektir. Veya harpte giyilen elbise, başa geçirilen miğfer ve harp aletleri demektir. Zira insan, onlar vası­tasıyla düşmanlardan korunur. Nitekim bu durum Ali bin Hüse­yin'in oğlu Zeyd'den rivayet edilmiştir. Ebu Müslim de bu tefsiri seçmiştir. Veya burada takva libası, hacc menasıkında, hacc ya­parken, hacc'ın ibadetlerinde giyilen elbise demektir. Yünlü elbiseler gibi tevazu elbisesidir. El-Cübbai bunu kabul etmiştir  [34]

Hülasa: Birinci elbise, zaruri elbiselerdir. Riş'ten kastedilen elbise ise, zaruriden fazla olan elbiselerdir.

İbn Cerir «RÎŞ Arap kelamında evin sergileri, eve konulan zaruri süs eşyası demektir. Aynı zamanda üste giyilen elbiselere de denir» diyor.

İmam Ahmed, Zeyd bin Harun'dan, o da Esbağ'dan, o da Ebu'1-Ulâ Es-Şamî'den rivayet ediyor :

Ebu-Umame yeni bir elbise giydi. Elbise onun gırtlağına ka­dar yetişince «Hamd o Allah'a olsun ki, bana avretimi kapatacak ve bedenime süs olacak bir «RÎŞ» (elbise) giydirdi» dedikten son­ra, ben Ömer bin Hattab'tan dinledim: «Allah'ın Resulü, kim ki, bir elbiseyi iyi görüp giyerse ve o elbise boynuna yetiştiği zaman 'Hamd o Allaha ki avretimi kapatan ve hayatımda süs 6lan elbi­seyi bana giydirdi' dedikten sonra eski elbisesini sadaka olarak verirse, o kimse hem hayatında hem de ölümünde Allah'ın zimme­tinde, Allah'ın komşuluğunda, ve himayesinde olmuş olur.»

Hadisi Tirmizi, İbn Mace, Yezid bin Harun tarikiyle Esbağ' dan o da İbn Zeydi el-Cehemî'den rivayet etmiştir. İhya bin Muin ve başka bir muhaddis bu zat için «Mevsuktur» demişlerdir. Fakat şeyhi Ebu'1-Ulâ Es-Şami bilinmemektedir. Ancak bu hadisle bili­niyor. Fakat hiç kimse bu hadisi istihraç etmemiştir  [35]

İmam Ahmed, Muhammed bin Ubeyd'den, o Muhtar bin Na-fi'den, o Ebi Metar'dan rivayet ediyor: Hz. Ali'nin genç bir tücca­ra gelip üç dirhemle bir iç gömlek aldığını ve o iç gömleğinin ebilekleriyle ayak bilekleri arasındaki bütün bedeni kapattığını gördüm. O da gömleği giydiği zaman «Hamd o Allah'a olsun ki (Riş' (elbise) den bana insanlar arasında süsleneceğim bir şeyi ve avretimi kapatacağım bir elbiseyi rızik olarak vermiştir» dedi. Hz. Ali'den soruldu:

«Bunu sen kendiliğinden mi söylüyorsun, yoksa Resûlüllah' tan mı dinledin?»

Buyurdu : «Bu bir şeydir ki, ben Resûlüllah'tan dinledim. El­bise giydiği zaman «Hamd o Allah'a olsun ki, bana Riş'ten rızik olarak halk arasında süslendiğim ve kendisiyle avretimi kapattı­ğım bir elbiseyi vermiştir» diyordu.

îkrime «Takva libası; kıyamet gününde muttakilerin giydiği elbisedir» dedi.

Zeyd bin Ali, Katade, Süddi, İbn Cüreyc «Takva elbisesi iman­dır» dediler.

el-UTÎ, İbn Abbas'tan «Salih ameldir» diye rivayet etti.

Deyyal bin Âmr; İbn Abbastan «yüzdeki güzelliktir» diye ri-yet etti.

Urve bin Zubeyr, daha önce dediğimiz gibi, «Takva libası, Al­lah'ın korkusudur» dedi.

Abdurrahman bin Zeyd bin Eşlem «Takva libası, o libasdır ki, insan Allah'tan korktuğu için onunla avretini kapatır» dedi.

Bütün bu manalar birbirlerine yakın manalardır. Bunu İbn Cerir'in rivayet ettiği hadis, takviye etmektedir: Bana el-Musanna, Ona İshak bin Haccac, ona İshak bin İsmail, ona Erkan bin Sü­leyman, ona da Hasan Basri rivayet etti: Üçüncü halife Osman bin Affan'ı ResûlüIIah'ın minberi üzerinde gördüm. Sırtında düğ-. meleri açık ve geniş bir gömlek vardı. Baktım ki, köpekleri öldür­meyi emrediyor, güvercinlerle oynamanın yasak olduğunu ilan ediyordu. Sonra şunları söyledi:

«Ey nas'. Şu gizliler hususunda Allah'tan korkunuz. Ben Resû-îüllahtan dinledim, buyuruyordu: Muhammed'in nefsini kud­reti elinde "bulunduran Allah'a yemin ederim ki, herhangi bir kim­se herhangi bir şeyi gizlerse, Allah o gizlenen şeyin elbisesini açık­ta ona giydirecektir. Eğer hayır ise hayır elbisesini giydirecektir. Eğer şer ise şer elbisesini giydirecektir.»

Bunları söyleyen Osman (RA) şu âyeti okudu :

«Süsle indirdiği takva libasına gelince, o daha hayırlıdır. İşte o Allah'ın âyetlerindedir.»

Hasan Basri «Takva libası, güzel nam bırakmaktır» diyor.

tbn Cerir, Süleyman bin Erkam'ın rivayetinden böylece riva­yet etti. Fakat îbn Kesir bunu naklettikten sonra «Bu hadiste zaa-fiyet vardır» dedi. Şafii imamlar, Ahmed ve «EDEB» kitabında Buhari sahih yollarla Hasan Basri'den rivayet ediyor ki Emi-ru'1-Mü'minin Osman ibn Affan'ı gördüm. Başı bozuk köpekleri öl­dürmeyi ve oyunda kullanılan güvercinlerin kesilmesini cuma gü­nü minber üzerinde iken emrediyordu  [36]

(26) «Ey Ademoğulları! Şeytan ebeveyninizin çirkin yerleri­ni kendilerine göstermek için libaslarını soyduğu ve kendilerini cennetten çıkardığı gibi sizi fitnelendirip iğfal etmesin...»

Bu âyetin izahı:

İkinci kez «Ey Ademoğlu» diye çağırmayı tekrarlamanın neti deni, çağrının arkasında gelenin mühim bir mesele olduğuna işa­rettir. Şeytanın fitnelendirmesi, fitne ve meşakkate sokması de­mektir. Vesvese yapar, sizi cennete götürmeye engel olan şeyler çıkarır önünüze. Ona itaat ederseniz fitneye girmiş olursunuz. Ni­tekim daha önce ebeveyninizi (Adem ile Havva'yı) fitnelendirip mihnet ve meşakkate soktuğu gibi. Bu da, onları cennetten çı­karmakla oldu. Âyette : Ebeveyninizin çıkarılışına benzer bir fitne, ile şeytan sizi fitnelendirmesin veya ebeveyninizi çıkardığı gibi, bir çıkarışla sizi fitnelendirip çıkarmasın şeklinde de takdir müm­kündür.

Çıkarma fiilini şeytana nisbet etmenin nedeni, şeytan onları ifsad etmeye sebeb olduğundan ileri geliyor. Onların libaslarını şeytan soydurdu diye soyunma fiili şeytana nisbet edildi. [37]

 

Şeytan Ve Kabilesi Görünebilirler Mi?

 

(27) «Şüphesiz şeytan ve kabilesi, onları görmeyeceğiniz yer­den sizi görürler» âyeti celilesindeki hüküm, mutlak bir hüküm­dür. Daimi değildir. Binaenaleyh bu âyet, Mutezilenin «Cinler, hiçbir zaman insanlara görünmez ve herhangi bir insanın şekli­ne girmez» şeklindeki sözlerine herhangi bir delil yoktur. Cinle­rin göründüklerine dair ResûlüIIah'ın kendisini namazda meşgul eden bir cinni tuttuğu, sabahleyin Medine çocukları kendisiyle oy­nasın diye onu mescidin herhangi bir direğine bağlamak istediği, Hz. Süleyman'ın davetini hatırladıktan sonra onu bıraktığı ile il­gili hadise ile Nusaybin cinlerini gören îbn Mes'ud'un hadisesi şa­hitlik eder.

İmam Şafii; «Cinleri gördüm diyen bir insanın şahitliği ka­bul edilmez ve Kur'anın zahirine muhalefet ettiği için cezalandırı­lır» demesine gelince, bazı kimselerin dediği gibi, bu cinleri Al­lah tarafından yaratılmış oldukları şekilleriyle görmeye hamledi­lir. Çünkü onları başka şekillere girdikten sonra görmek, ehli sünnetin görüşüdür. îmamı Şefii de ehli sünnetin ileri gelen kahra­manlarından bir zattır. Onların mezhebini nasıl reddedebilir?

Bazı kimseler «Eğer cinler istedikleri şekle girerlerse, o va­kit hiçbir şeye güven kalmaz. Çünkü çocuğunu gören bir insan muhtemel ki çocuğunun şekline girmiş bir cini görmüş olur» şek­lindeki sözleri ise, reddedildi. Çünkü Cenab-ı Hakk, bu ümmeti, dinlerine şüphe getirecek ve güveni ortadan kaldıracak hadiseler­den korumuştur. Böylece şeriatça bu mahzurun lâzım gelmesi mu­hal olur.

Beyzavi; cinlerin tarifini Cin Sûresinde yaptıkdan sonra şu­nu ekliyor : «Bunda delil vardır ki, Hz. Peygamber onları görme­miş ve onlar için Kur'an okumamıştır. Ancak onlar Resûlüllah'ın bazı okuyuşlarında hazır olup dinlemişlerdir. Böylece Cenab-ı Hakk bunu haber olarak bildirmiştir.»

Beyzavi'nin bu sözü, sarahaten Resûlüllah'ın cinleri gördüğü­nü ve onlar için Kur'an okuduğunu ve onların Resûlüllah'tan ken­dileri ve hayvanları için azık istediklerini belirten birçok sahih hadislere muttali olmamasından neşet ediyor! Alûsi bunları söy­ledikten sonra şöyle devam ediyor :

Benim kanaatime göre; Cenab-ı Peygamberin, cinleri asli su­retlerinde görmesinde herhangi bir mani yoktur. Çünkü Resûl-i Ekrem iki defa Cebrail'i (AS) bile asli suretinde görmüştür. Cin­lerin asli suretlerinde Resûlüllah'a görünmeleri Cebrail'in aslî su­retinde görünmesinden daha uzak bir ihtimal değildir. Her mev­cudun görülmesi, biz ehli sünnete göre imkân dahilindedir.

Mu'tezileler katında cinlerin niyetini meneden cismi lâtif ol­duklarına gelince, bu onların görülmelerinin muhal olmasını ge­rektirmez. Adeti yırtmak bakımından böyle bir şeyin vaki olması­nı da menetmez. Eş'arilerin, cinleri görmemek için Cenab-ı Hakk, insan kuvvetinde, insanın gözünde onları görmek kudretini yarat­mamıştır diye getirdikleri sebeb de onları görmeyi muhal kılmı­yor. Cenab-ı Hakk, Resûl-i Ekrem'in gözünde o kuvveti yaratmış olup ve Resûlüllah'ın da unlan görmesi mümkündür. Miraç gece­sinde en sıhhatli görüşe göre normal gözleriyle Cenab-ı Hakk'm cemalini gören Resûlüllah onları da görmüştür. Hatta velilerin bi­le cinleri görmeleri uzak bir ihtimal değildir. Fakat ben velilerin cinleri gördüğüne dair herhangi bir sarahate rastlamadım. Veli­lerin başka şekillerde cinleri görmesi, hatta veli olmayan insanla­rın başka şekillerde cinleri görme meselesine gelince; ehli sünne­tin kitabları bu iddialarla doludur. Tarihçilerin ve kıssacıların defterleri bununla dolup taşmaktadır.

Buna binaen «Ben cinleri asıl suretinde gördüm» diye iddia eden bir kimsede keramet zannı varsa fasık sayılmaz. Âyet-i Ce-lîlede en fazla şu vardır : Adet yönünden onları asıl suretlerinde görmek yoktur. Bununla beraber mümkün ki, âyet onların hile­lerinin inceliği ve gizliliği için temsil şeklinde gelmiş olsun. Böyle­ce Âyet-i Celîleden maksad, gerçekten onları görmemek değildir. İşte bu yorumlardan anlaşılıyor ki «cinleri gördüm» diye iddia eden bir kimsenin kâfir olduğuna hükmetmek insaf dışı bir hü­kümdür. Düşün  [38]

(27) «Muhakkak ki, biz şeytanları iman etmeyenlere dost­lar kildik...»

Bu âyetin izahı: Yani iman etmeyenlere musallat ettik. Onları ifsad etmelerine imkân verdik. Çünkü aralarında uygunluk vardır. Birbirleriyle uyum sağlıyorlar. Cenab-ı Hakk, onian iman etme­yenlere musallat kılmak için göndermiştir. îman etmeyenleri iğva etme imkânlarını onlara vermiş demektir.

Âyet-i Celîlede bahsi geçen «kabiyl» kelimesi, cemaat ma­nasınadır. Üçten başlayarak milyonlara kadar olan kitlelere de­nir. Değişik kavimlerden olurlarsa, böyle olurlar. Kabile, kelimesi ise, tek babadan gelen kütleler demektir.

İbn Kuteybe «Şeytanın kabilesi, onun arkadaşları ve askerle­ridir» dedi.

El Leys «Şeytanın kabili onun soyundan olanlardır» dedi. Fah-reddin Razi «Onları, görmeyeceğiniz yerden sizi görürler» cümle-lesi üzerinde şunları söylüyor : «Bu cümle insanların cinleri gör~ meyeceğine delalet eder.»

Bazı alimler «Eğer cinler, kendilerini herhangi bir surete sokma kabiliyetine sahib olup, irade ettikleri her surete girme imkânına sahib olsaydılar, o vakit insanların tanınmasında güven kalkardı. Çünkü insan, «Benim müşahede ettiğim, benim oğlum-dur veya hanımımdır dediğim kişi belki bir cinnidir. Nefsini ço­cuğumun veya hanımımın suretiyle suretlendirmiştir» zehabına kapılabilir, bu takdirde şahısların tanınmasında güven kalkardı. Bir de eğer şeytanlar insanların aklını çelmeye (karıştırmaya) muktedir olsaydılar, Cenab-ı Hakk'ın beyanına göre insanın şid­detli düşmanı olan şeytan acaba niçin beşerin çoğu hakkında bunu yapmıyor? Hele alimler ve fazıllar hakkında niçin buna başvur­muyor? Çünkü onlarla alim, fazıl ve zahidler arasındaki düş­manlık daha fazladır. Bunlar mevcut olmadığına göre, sabit olu­yor ki, onların beşer üzerinde hiçbir yönden herhangi bir kudret­leri yoktur. Bu görüş, Cenab-ı Hakk'ın «Benim için sizin üzeriniz­de herhangi bir sultanım yoktur. Ancak sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz» [İbrahim : 22] âyetiyle de tekid edilmektedir.

Mücahid'den nakledilen bir haberde İblis; «Bize dört haslet verildi: Biz görürüz ve görülmeyiz. Yerin altından çıkarız, ihtiya­rımız genç olur» dedi.

Fahreddin Razî devamla : «Biz şeytanları iman etmeyenlere dost kıldık» Âyet-i Celîlesi ki, «lanetli şeytanı insanlara musallat kılanın ve onları sapıklığa sürükleyenin Cenab-ı Hakk olduğuna delalet eder.»

Zeccac; bu tevil«şüphesiz ki biz şeytanları kâfirler üzerine gönderdik» [Meryem: 83] âyetiyle de takviye edilmektedir diyor.

El Beyzavî «Biz şeytanları iman etmeyenlere dost kıldık» âye­tinin manası şeytanlar, iman etmeyenlerin dostudur demektir. Ya­ni fiilen musallat kıldık demek değil, hükmettik demektir.

Yine Beyzavi «Biz şeytanları kâfirler üzerine gönderdik» de­mek, biz onlarla kâfirlerin arasından çekildik demektir diyor. Tıp­kı evine köpeği bağlayıp da evine girenlere hücum etmesine engel olmayan, bu köpeğini girenler üzerine kışkırttı (gönderdi) denil­diği gibi.

Fakat cevab olarak deriz ki: Eğer birisi «Falan adam bu el­biseyi beyaz veya siyah kıldı» dese, beyazlığına veya siyahlığına hükmetti» manası ibareden anlaşılmıyor. Belki anlaşılan şudur : Bu siyahlığı veya beyazlığı oluşturdu. Bu elbisede bu rengi mey­dana getirdi. İşte bu âyette de, durum böyledir. Kılmayı, tesir et­me ve oluşturma manasına almak gerekir. Sadece hüküm üzeri­ne hamledilmemelidir. Bir de, Cenab-ı Hakk, bununla hükmetti desek dahi, Allah'ın kendi hükmüne muhalefet etmesi Cenab-ı Hakk'ın (hâşa) yalan söylemesini gerektiriyor. Bu da, muhal ol­duğuna göre, öyleyse böyle bir hükmün geri kalmasının da muhal olması ortaya çıkıyor. Kulun, bunun aksine muktedir olması mu­hal oluyor.

Beyzavi'nin «Şüphesiz ki biz şeytanları kâfirler üzerine gönder­dik  yani onlarla kâfirlerin arasından çekildik—» şeklindeki tef­siri ise, zayıftır. Pazardakilerin bir kısmının diğerine eziyet etti­ğini, bir kısmının diğerine küfrettiğini görmez misin? Orada bulunan Zeyd ile Amr onların bir kısmının diğerine saldırmasına mani olamazlarsa Zeyd ile Amr onların bir kısmını diğerine saldırttı de­nilmez. Zira saldırtma (irsal) tabiri, ancak onların cihetinden ge­len bir sebebten dolayı bir kısmı diğerine musallat olursa, kulla­nılır, îşte burada da öyledir[39]

(28) «Ne zaman bir fenalık yaparlarsa, atalarımızı bunun üzerinde bulduk ve Allah bunu yapmayı bize emretti derler.»

Bu Âyet-i Celîledeki «fahşa» tabiri büyük günâhtan ibaret­tir. Onun kapsamına bütün büyük günâhlar girer. İster Bahire, Şaibe gibi salıverilen develer olsun, ister çıplak olarak kâbe'yi ta­vaf etmeleri olsun. Bütün büyük günahlar bu lafzın kapsamına girmektedir. Onların yaptıkları bu işler haddi zatında çirkin, fe­na ve fahiş idiler. Fakat onlar bunların ibadet olduklarına inanı­yorlardı. Ve «Allah bize bunları yapmayı emretti» kanaatinde idi­ler. Sonra Cenab-ı Hakk'ın onların bu çirkinlikleri yaptıklarına izin verdiğine dair delil olarak iki emri getirirlerdi:

a) Atalarını bunun üzerinde görmeleri,

b) Allah'ın bunları emretmesidir.

Birinci delillerine gelince; Cenab-ı Hakk, ona herhangi bir ce-vab vermedi. Çünkü o kuru bir taklide işarettir. Herkesin aklında „ karar kılan kuru taklit, fasid bir yoldur. Zira bütün taklit, ancak çarpışan dinlerde oluşur. Eğer taklit hak bir yol olsaydı, o vakit, çarpışan her dinin hak olduğuna hükmetmek gerekirdi. Halbuki böyle bir hükmün bâtıl olduğu ortadadır. Bu yolun fasit olduğu açıkça bilindiğinden dolayı Cenab-ı Hakk, bunun cevabını verme­miştir.

İkinci delilleri olan: «Allah bize bunu emretti» sözüne gelinçe Cenab-ı Hakk, «De ki, şüphesiz Allah kötülükleri emretmez» âyetiyle ve peygamberin diliyle bu fiillerin çirkin olduğunu orta­ya koymuştur. O halde, nasıl olur da Allah bunları emretti denile­bilir?..

(28) «Acaba bilmediğinizi Allah'ın kesesinden mi söylüyor­sunuz?..»

Bu Âyet-i Celîlede «kıyası» yoktur diyenler için herhangi bir delil yoktur. Onlar derler ki «Kıyasla sabit olan, mezmumdur, (ya­ni zemmedümiştir» Malûm değildir... «Öyle ise, mezmum bir şe­yi tesbit etmek Allah'ın kesesinden söylemektir!»

Biz de deriz ki «Kıyas sahabenin ve sözüne itimad edilenlerin icmaiyle veya başka bir delille bu âyetin umumundan tahsis (is­tisna) edilmiştir. Yani bu âmdan ayrılmış bir hastır.»

Bazıları da buradaki ilimden maksad zandır demişlerdir.

kıyas yoktur diyenler, «kıyasla sabit olan hüküm mezmum­dur, malûm değildir. Malûm olmayan bir şeyi söylemek de caiz değildir.» Çünkü Cenab-ı Hakk, «Acaba bilmediğinizi Allah'ın ke­sesinden mi söylüyorsunuz?»   diyerek  böyle   söyleyenlerle   alay edercesine onları yermiş ve;

(29)  «De ki: Rabbim bana adaleti emretti...» buyurmuştur. Es Süddi «Âyetteki «kist» adalet demektir» dedi.

İbn Abbas «Ayetteki kist, Lailahe illallah  kelimesidir» bu­yurdu. Bunun delili de Cenab-ı Hakk'ın başka bir âyette «Ondan başka adaletle kâim olan bir mabudun olmadığına. Melekler de, ilim erbabı da şahitlik ettiler.» [Ali-îmran : 18] îşte bu âyetteki «kist» ancak «lailahe illallah» şahitliğidir. Böylece sabit oldu ki kist, «lailahe illallah» sözünden ibarettir.

Rabbimiz bu âyette üç şeyi emretti: Evvela kıstı (yani lailahe illallah), bu inancı, Allah'ın marifetini, zat, fiil ve hüküm­leriyle Allah'ın bilinmesini kapsamaktadır. Sonra Cenab-ı Hakk'ın ortaksız olduğunun bilinmesini kapsamaktadır. İkinci derecede, Cenab-ı Hakk, namazı emretti.

(29) «Her mescidin yanında yüzlerinizi doğrultunuz» dedi. Üçüncü derecede, Cenab-ı Hakk, ibadet ve itaatta ihlası emretti. Dinde onun için ihlaslüar olarak onu çağırınız dedi.

«Her mescidin yanında» ibaresinden maksad, her secde vak­tinde, veya her secde yerinde demektir. Yani mescid kelimesi ya ismi zaman veya ismi mekandır. Secde burada namazdan ibarettir.

Bazı müfessirler de, Allah'ın namazda yönelmenizi size emret­tiği cebheye (Kâbeye) yöneliniz. Bu iki yoruma göre de, emir bu­rada vücubu ifade eder.

El-Mağribi «Âyetin inanası; herhangi bir mescidde namaza yetiştiğinizde namazı kılınız, geciktirmeyiniz, «camilerimize gidip de orada kılalım demeyiniz» demektir dedi. Bu yoruma binaen emir burada vücubu değil nedb'i ifade ediyor.

İbn Abbas «Ayetten maksad, namaz vakti geldiğinde, herhan­gi bir mescidin yanında iseniz orada namazı kılınız. Sakın her­hangi biriniz «Ben ancak kavmimin mescidinde veya mahallemin mescidinde namazımı, kılarım demesin» dedi.

Fakat Razi bu te'vili şöyle yorumluyor: Bu te'vil, uzaktır. Çünkü âyetin lafzı her mescidde kıbleye yönelmenin vacib olduğu­na delalet eder. Âyet, bir camiyi bırakıp başka bir camiye gitmenin haram olduğuna veya caiz olmadığına delalet etmez!..

Ihlas meselesine gelince, ihlas dinde ve amellerde şarttır. îh-lassiz yapılan ameller, temelsiz yapılan binalara benzer. Yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur. İhlassızlık münafıklığın veya fa-sıklığın belirti ve işaretlerindendir.

Âyet-i Celîledeki «din» kelimesi, tâ'at manasınadır. Dua kö­künden gelen «ud'ühü» fiili namazdaki işlemleri yapın demektir. Ve Allah'ı çağırınız. Çünkü Namazın amellerine ve parçalarına «dua» denilmesinin sebebi, salat (namaz) kelimesi aslında dua demek olduğu içindir. Bir de namazın içindeki parçaların en şe­reflisi dua ile zikirdir.

Bu duanın ihlasla beraber yapılmasının vacib olduğunu Cenab-ı Hakk'ın açıklamasıdır. Nitekim   Cenab-ı Hakk, El-Beyyine Sûresi'nde «Oysa onlar, dini yalnızca ona halis kılan hanifler olarak sadece Allah'a kulluk etmek, namazı dosdoğru kılmak ve ze­kâtı vermekten başkasıyla emrolunmadılar» [el-Beyyine: 5] bu­yurmuştur.

(29) «Başlangıçta sizi yarattığı gibi döneceksiniz...»

îbn Abbas «Sizi mü'min veya kâfir olarak yarattığı gibi  yani mü'min iseniz mü'min, kâfir iseniz kâfir olarak döneceksi­niz—»demektir. Binaenaleyh mü'mini mü'min, kâfiri de kâfir ola­rak Cenab-ı Hakk, dünyaya göndermiştir. Çünkü Mevlâm, emrin başında birisini isyankâr olarak yaratmış ise, ona asi olanların | ameliyle amel etmeyi nasib eder. Onun akibeti asilik olur. Onu g saadet için yaratmış ise, ona ehli saadetin ameliyle amel etmeyi emreder, akibeti saadet olur» demiştir.

 Hasan Basri ve Mücahid «Sizi dünyada (başlangıçta), yarattığı gibi, siz hiçbir şey iken sizi vareitiği gibi ölümden sonra da böy­lece diri olarak döneceksiniz demektir» dediler.

Birinci yorumu kabul edenler, bu yorumun doğruluğuna de­lalet eden bu âyetten sonra gelen «Bir gurubu hidayet etti, bir gu­ruba da sapıklık hak oldu» [A'raf : 30] âyetidir. Bu Âyeti Celile kendisinden önceki âyetin tefsiri ve açıklaması mesabesindedir. Çünkü Cenab-ı Hakk, «size başladığı gibi, siz döneceksiniz» buyu­ruyor. «Bu da bizim söylediğimiz tefsiri gerektiriyor» dediler.

Kadı «Bu tefsir bâtıldır. Çünkü hiç kimse Cenab-ı Hakk, bizi müminler ve kâfirler olarak başlayıp yaratmıştır diyemez. Çünkü iman ve küfürde tari' olmaları (sonradan gelmeleri) lâzımdır» di­yor.

Fakat Kadı'nın bu suali zayıftır. Çünkü cevabı şudur : Sizi iman ve küfür, saadet ve şekavetle (şakilikle, asilikle) başladığı gibi, kıyamet gününde de hal bunun üzerinde olacaktır, hal böyle olacaktır. Cenab-ı Hakk, bu âyette Önce «kist» yani «lailahe illal­lah» kelimesini emretti. İkinci kez namazı emretti. Sonra bu amel­lerin yapılmasındaki fayda ancak ahirette belirip ortaya çıkar be­yanında bulundu...

Muhammed bin Kâab'dan gelen bir rivayet: Âyetten maksad, Allah kimin yaratılışını şekavet (asilik) üzere başlatmış ise, o şe-kavete dönecektir. Velev ki, saadet ehlinin amelleriyle amel etsin. Kimin yaradılışını saadet üzerine başlatmış ise, o da saadete dö­nüşecektir. İsterse şekavet ehlinin ameliyle amel etsin. Bu te'vili, Tirmizi'nin Âmr bin As'tan rivayet ettiği şu hadis desteklemek­tedir :

Allah'ın Resulü, elinde iki kitab olduğu halde bizim yanımıza çıktı ve buyurdu :

  Bu iki kitabın ne olduğunu biliyor musunuz? Bizler:

  Ey Allah'ın Resulü! Bilmiyoruz, dedik. Allah'ın Resulü, sağ elindeki kitab için:

— Bu Rabbü'l-Âlemin'den gelen bir kitabtır. Orada ehli cen­netin isimleri, aba ve ecdadının isimleri, kabilelerinin isimleri var­dır. Kitabı hülâsa ettikten sonra, onlarm içine kimse ziyade edil­mediği gibi hiçbir zaman onlarda bir eksiklik de olmaz» dedikten sonra solundaki kitab için:

  Bu da, Âlemlerin Rabbinden gelen bir kitabtır. Orada ehli, narın (cehennemliklerin)  isimleri,   ecdadlannm ve kabilelerinin isimleri vardır» dedi. Sonra hülasa yaptı ve :

  Sonunda onlara herhangi bir kimse ilâve edilmez ve onlar­dan herhangi bir kimse eksiltilmez» dedi. Eshabı Kiram :

  Ey Allah'ın Resulü «O halde niçin amel ediyoruz? Madem ki bu bir emirdir, daha önce o emir bitmiştir, amel niçin?»

Cenab-ı Peygamber:

  «Doğru ve yakın adımlar atınız. Yani normal amele devam ediniz. Kesinlikle cennet arkadaşı hangi ameli işlerse işlesin cen­net ehlinin ameliyle ameli sonuçlanır. Kesinlikle cehennem sahi­bi, hangi ameli, işlerse işlesin sonunda cehennem ehlinin ameliy­le ameli sonuçlandırılır!..»

Bunları söyleyen Hz. Peygamber iki eliyle işaret ederek o ki-tablan attıktan sonra buyurdu :

Rabbiniz kullarının işini bitirmiştir. Bir grup cennette bir gurup cehennemdedir.»

Alûsi tefsirini tedkik ve tahkik eden âlim :

  Bu hadis temsil yoluyla Resûl-i Ekrem'den sadır olmuştur. Yani Cenab-ı Peygamberin elinde yazılı kitab yoktu da, fara­zi ve misal olarak söylemiştir diyor.

Buna İbn Cübeyr'den gelen hadis de yakındır. îbn Cübeyr:

— Âyetin manası, «Allah sizin üzerinize yazdığı gibi olacaksı­nız» demektir.

Ümmet'in Allâmesi (yani İbn Abbas'tan) rivayet edildi ki; âyetin manası; sizi mü'min veya kâfir olarak başlayıp yarattığı gibi kıyamet gününde sizi diriltip haşredecektir. Bu âyet, tıbki şu âyet gibi oluyor:

«Allah sizi yarattı. Sizden kâfir ve sizden mü'min olanlar ol­du.» [Teğabun : 2]

Bu tevile binaen Cenab-ı Hakk'ın «Bir gurubu hidayet etti, bir gurubun üzerine de sapıklık hak oldu» Âyet-i Celilesi, birinci âyetin beyan ve tefsiridir. Tıpkı Cenab-ı Hakk'ın «Onu topraktan yarattı, sonra ona ol dedi ve oluverdi» [Âli-İmran : 59] âyetinin «Şüphesiz Hz. İsa'nın meselesi Allah katında, Hz. Adem'in mesele­si gibidir» âyetiyle tefsir olduğu gibi. Denildi ki, âyetin siyakına en münasib tefsir de budur.

Et Tayyibi «Burada gizli bir nokta vardır. Şöyle ki Cenab-ı Hakk bu Âyet-i Celîlede «Müşebbehu bihi'yi Müşebbehten evvel getirmiştir. Yani dönüştürmek başlangıca benzetilmiştir. Oysa si­zi dönüşterecektir, başlandığı gibi demesi lâzımdı. Yani evvelâ müşebbehi (benzetileni), sonra kendisine benzetileni zikretmeliy­di. Oysa âyet tam aksine geldi.»Ki, akıllı bir insanın dikkatini «Durumların hükmü, kadere ve ezeli ilme hiçbir zaman muhale­fet etmez» noktasına çeksin. Tefsir edilen âyette bu incelik dik­kate alınmış olduğu gibi ona tefsir olan âyette de aynı incelik dik­kate alınmıştır [40]

Fahreddin Razî «Bizim arkadaşlarımız bu âyetle hidayet ve sapıklığın Allah'tan olduğuna dair istidlal etmişlerdir» diyor.

Mu'tezile ise «Bu âyetten maksat, bir gurubu cennete ve se­vaba hidayet etti. Bir gurubun da üzerine sapıklık hak oldu, yani azap hak oldu. Sevab yolundan ters dönmek hak oldu.

Beyzavî «Bunun nedeni sapıklığa düşenlerin hakkı sapıklıktır, başkası değildir. Zira kul dinden sapıtmayı hiçbir zaman haket-mez. Eğer böyle bir şeyi hakederse, o vakit, Cenab-ı Hakk'ın pey­gamberlerine onları dinden kaydırmayı,  hak olan hadleri ika­me etmeyi emrettiği gibi emretmiş olması imkân içerisine gir­miş oluyor. Bu olursa, peygamberliklerine güven kaybolmuş olu­yor!»

Fakat bu cevab iki yönden zayıftır:

1- «Bir gurubu hidayet etti» âyeti, maziye (geçmişe) işa­rettir. Mutezilenin zikrettiği tevil üzerine mâna şöyle olur : Ce­nab-ı Hakk, onları gelecekte hidayet edecektir. Eğer onların bu tevilinden maksatları Cenab-ı   Hakk mazide   hükmetti ki onları müstakbel (gelecek)de cennete hidayet etsin şeklinde olursa, bu zahirden dönüş oluyor. Zahirden dönüş de, ihtiyaç olmaksızın iyi değildir. Çünkü biz kesin ve açık delillerle açıkladık ki, hidayet ve sapıklık ancak Allah'tandır.

2- Deriz ki, hidayet ve sapıklıktan maksad, Cenab-ı Hakk' m buna hükmetmesidir. Ancak bu hüküm oluştuğu zaman artık kuldan bu hükmün gayrisinin sadır olması memnu oluyor. Aksi takdirde hükmün yalan olması gerekiyor. Allah'ın yalan söyleme­si ise, muhaldir. Muhale götüren şey de muhaldir, öyleyse o filin gayrisinin kuldan sadır olması muhal (imkânsız) oluyor. Bu da Mu'tezile'nin mezhebinin fasit olmasını gerektiriyor  [41]

(30) «Onlar şeytanları dostlar edindiler. Allah'ı bıraktılar...»

Bu âyetin izahı: Şeytanların emirlerine uyup şeytanlara itaat ettiler, Allah'ın emrini ise, kulak ardı ettiler. Bu Âyet-i Celîle, Ce­nab-ı Hakk'm ezeldeki ilminin kulu sapıtmakta herhangi bir etki­si olmadığına delalet eder. Ancak sapıklığı kullar kendileri seçer­ler. Allah'ı bırakıp şeytanları dost" edinmeleri kendiliklerindendir. Öyleyse «onlar şeytanları dost edindiler» cümlesi «Bir gurubun üzerine sapıklık hak oldu» âyetinin tefsiri ve nedenidir. Bu yoru­mu, «innehum» yerine «ennehum» okunması da destekle­mektedir. Muhtemel ki, bu onların sapıklığının te'kidi ve tahkiki olsun.

Ben, hakka tâbi olmak en gerçek yol olduğu için söylüyorum, «Allah'ın ilmi, maluma tesir etmez» diyenle beraberim. Cebrî bu­nunla sebeplendirenin sözü bâtıldır diyenlerle beraberim. Nasıl böyle olmayacak? Halbuki bütün kelamcılar, bir şey ne üzerinde ise ilim o şekilde ona taalluk eder demişler  [42]

Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir'de şunları söylüyor:

Sonra Allah, bu fırkanın üzerinde sapıklığın sabit olması «On­lar şeytanları dost edinip Allah'ın dostluğunu bırakmalarımdan ve şeytanların çağrısını kabul etmelerinden ileri geliyor. Hak ile bâ­tılı ayırdetmek hususunda düşünmemelerinden ileri geliyor.

Eğer «Bu tafsilat nasıl doğru olabilir? Halbuki siz daha ön­ce hidayet ve sapıklık ancak Allah'ın yaratışıyla olur dediniz» di­ye itiraz edilirse cevab olarak deriz ki; bizim katımızda kudret ve fiili yapma çağrısının nedeni birleşip fiili gerektiriyor. İşte bu sa­pıkları o sapıklığa çağıran onların Allah'ı bırakıp şeytanları dost

edinmeleridir  [43]

«Kendilerini kesinlikle hidayet bulmuşlar sanıyorlar...» Bu Ayet-i Celîle hakkında îbn Abbas şöyle diyor:

Allah burada Âmr bin Luhay'in onlar için açıkladığını irade ediyor, manasındadır. Fahreddin Razî, İbn Abbas'tan gelen bu te­vilin uzak olduğunu söylüyor ve şunları ekliyor : Bu âyet, umum üzerine hamledilir. Binaenaleyh bâtıla başlayan herkes yerilme­ye ve azab görmeye müstahak olur. İsterse kendisini hak üzerin­de sansın isterse sanmasın. Bu Âyet-i Celîle, delalet eder ki, zan ve «sanmak» dinin sıhhati için kâfi değildir. Belki din ve inanç meselelerinde kesinlik ve yakın lâzımdır. Cenab-ı Hakk, kâfirleri «kendilerini hidayette sanıyorlar» diye ayıpladı. Eğer bu «san­mak» ve «zan» mezmum olmasaydı, Cenab-ı Hakk niçin onları ayıplasın? [44]

 

Meal

 

(31) «Ey Adem oğulları! Her mescidin yanında süsünüzü ta­kınınız. Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz. Zira Allah israf eden­leri sevmez.»

(32) «Ey Habibim! De ki, Allanın kullan için yarattığı ziy­net ve temiz nzıklan haram kılan kimdir? Bunlar dünya haya­tında iman edenlerindir. Kıyamet gününde ise, yalnız onlar için­dir. Bilen kimseler için ayetlerimizi böylece uzun uzun açıklıyoruz.»

(33) «[Ey Habibim!] De ki: Rabbim  sadece açık ve gizli fenalıkları,  günâhı,  haksız yere  tecavüzü,  hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi, Allaha ortak koşmanızı, Allaha karşı bilmediği­niz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.»

(34) «Her ümmet için belirli bir zaman vardır. Vakitleri ge­lince ne bir saat gecikebilir, ne de öne geçebilirler.»

(35) «Ey Ademoğullan! Size aranızdan ayetlerimizi okuyan peygamberler geldiğinde, kimler onların bildirdiklerine karşı gel­mekten sakınır ve gidişini düzeltirse, işte onlara korku  yoktur. Onlar üzülmezler.»

(36) «Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlan   kabule  tenezzül etmeyenler var ya, işte onlar ateş ehlidir. Onlar orada   (ateşte) ebedi kalacaklardır.»

(37) Allah'a iftira eden veya onun ayetlerini yalan sayan­dan daha zalim kim vardır? Kitab'taki paylan kendilerine erişe­cek olanlar onlardır. Elçilerimiz canlarım almak üzere geldiklerin­de onlara:

  AHahtan  başka taptıklarınız nerededir? deyince:

  Bizi bırakıp kaçtılar, derler. Böylece inkarcı olduklanna kendi aleyhlerine şahitlik ederler.» [45]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

31. nolu âyetteki «ziynet» kelimesi elbise manasınadır. Çün­kü elbise avretleri kapatan ve insana süs verendir. Bu emirden ziynet edinilmesinin vacib olduğu ortaya çıkıyor. Vacib olmak da, avreti setreden (örten) elbisedir. Aynı âyetteki «her mesci­din yanında» tabirinden Kabe'yi tavaf ederken ve namaz kı­larken kasdedilmektedir, Mücahid, Ebu Şeyh ve başkaları böyle tefsir ettiler. [46]

 

«Ziynet»În Manası

 

İbn Abbas'tan geldiğine göre, âyetin sebebi nüzulü şudur:

Göçebelerden bazıları Kabe'yi anadan doğma çıplak olarak tavaf ederlerdi. Hatta onlardan kadınlar dahi çıplak olarak Ka­be'yi tavaf eder ve Önüne bir takım sicimler sarkıtmak suretiyle edep yerlerini kapatmaya çalışırlardı. Tıpkı merkeblerin yüzün­den sivrisinikleri ve sinekleri uzaklaştırmak için sarkıtılan sicim­ler gibi. Böyle yapan kadın hem tavaf eder, hem de şunları söy­lerdi :

«Bugün bir kısmı veya tamamı ortaya çıktı. Ondan ortaya çı­kanı (yani uzvunu kastediyor) ben helâl etmem.»

Bunun üzerine Cenab-ı Hakk bu Âyet-i Celîleyi nazil etti.

Bazı tefsir alimleri «Ziynet, burada süs için. giyilen elbise­lerdir ve ziynet sözünden insanın aklına ilk gelen de budur» diyor­lar. Bu tefsir Muhammed Bakır'a nispet edilmiştir.

Hasan ibn Ali bin Ebi Talib'den rivayet ediliyor :

Namaza kalktığı zaman en güzel elbisesini giyiyordu. Sordular :

  Ey Allah Resulünün oğlu! Niçin elbiselerinin en güzelini gi­yiyorsun?

Buyurdular:

  Cenab-ı Hakk güzeldir, güzelliği sever. Rabbim için süsle­niyorum, Rabbim, her mescidin (her secdegâhm), her namazın, her tavafın yanında ziynetinizi takınız, buyuruyor. Ben de en gü­zel elbisemi giymeyi böylece seviyorum.»

Eğer âyetin manası bu ise, emir burada vücub üzerine ham-ledilemez. Çünkü süslenmek sünnettir, vacib değildir.

Bazıları; birinci ihtimale binaen âyetin süslenmenin sünnet oluşuna işaret ettiği düşüncesindedir. Çünkü âyet, birinci ihtima­le göre setri avretin vacib oluşuna delalet ettiğinden güzel elbise giymek suretiyle süslenmek de güzeldir.

Bazıları «Buradaki ziynet taranmaktır. Sanki her namazın vaktinde taranınız denmiştir diye tefsir ediyorlar. Fakat taranmak süslerin bir çeşididir. Bütün süsler taranmaktan ibaret değildir. Çünkü İbn Adiy ve İbn Merduveyh, Ebu Hureyre'den rivayet et­tiler: Allah'ın Resulü «Namazda süsünüzü edininiz» dedi. Eshabi Kiram «Namazın süsü de nedir ya Resûlüllah» diye sorunca «Na-Unlarınızı giyiniz ve onlarla namaz kılınız» cevabını verdi...

îbn Asakir Enes'ten, o da Resûlüllah'tan rivayet ediyor :

«Süsünüzü edininiz, yani nalınlarınızla   namaz   kılınız. . hoşunuza giden ve size helâl olandan yiyiniz, içiniz.»[47]

 

İsraf Etmeksizin Yemenin Ve İçmenin Hükmü

 

El Kelbi der ki: Cahiliyet dönemindeki millet yemeklerden ancak çok az miktarı yerlerdi. Hacc mevsiminde yağlı yemekler yemiyorlardı. Bu perhiz ile haclarını büyütmek istiyorlardı. Müs­lümanlar :

«— Ey Allah'ın Resulü! Madem ki halk böyle yapıyor biz bunu yapmaya daha müstahak değil miyiz?» diye sordular. Bunun üze­rine Cenab-ı Hakk bu Âyet-i Celîleyi indirdi. Yani israf etmeksizin yiyiniz, içiniz, halkın âdetlerine kulak asmayınız demektir. İsraf, helâli haram sanmakla olur. Sebebi nüzule en münasibi de bu­dur. Veya helâli bitirip harama saldırmakla olur. Nitekim İbn Zeyd'den bu, rivayet edilmiştir. Veya yemeklerde oburluk yapa­rak ifrata kaçmak şeklinde olur. Birçok tefsir alimleri böyle de­mişlerdir. Ebu Naim Ömer ibn Hattab'tan rrvayet etti:

— Sakın karnınızı tıka basa doîdurmayınız. Tıka basa yeme­ği ve içeceği karnınıza doîdurmayınız. Çünkil o bedeni fesadata götürür. Sizi namazda gevşetir. Normal hareket etmeye yapışınız. Yemek ve içmek hususunda normalden ayrılmayınız. Çünkü bu beden için daha elverişli, israftan daha uzaktır. Kesinlikle Ce­nab-ı Hakk, çok yemekten dolayı şişman olan alime buğzeder. Ke­sinlikle kişi şehvetini dinine tercih etmedikçe helak olmaz.»

Bazıları israftan maksad, hududu aşmaktır diyor. İster bizim söylediğimiz şekilde olsun ister başka türlü olsun. Kişinin her iştahı çektiğini yemesi de, israftan sayılmıştır. Kişinin günde iki defa yemesi de bazılarına göre israftandır. îbn Mace ve Eİ - Beyha-ki, Enes'ten rivayet ettiler. Allah'ın Resulü:

«Şüphesiz her canının istediğini yemen israftandır» buyurdu. El Beyhaki zayıf bir rivayetle Hz. Aişe'den rivayet etti.

Resul-i Ekrem günde iki defa yediğimi gördü ve buyurdu :

— «Ey Ayşe! İstemez misin karnından başka bir meşgalen olsun? Günde iki defa yemek israftandır.»

Aîûsi bu hadisi naklettikten sonra şunu söylüyor :

Benim kanaatımca bu şahıslara göre değişen bir durumdur.

Uzak bir ihtimal değildir ki yemekteki ifrat burada kastedilsin. Yine muhtemeldir ki, yemeği gül suyu gibi çeşitli baharatlarla pişir­mek ve misk gibi şeyleri yemeğe ilave etmek, iştahı çekmekten başka bir maksadı olmayan şeyler de bunlardan olsun.

Bazıları yasaklanan israf gerek yemek   gerekse    elbiselerde olan israfın tamamını kapsadığı fikrindedir. Bu, İkrime'den riva-

yet edilmiştir.  İbn Ebi Şeybe ve başkası ibn Abbas'tan israf ve gurur has-

talığı sana isabet etmedikçe istediğini ye, istediğini giy diye ri­vayet ettiler. İbn Abbas'tan Buhari de muallak olarak bu hadisi  rivayet ediyor. [48]

 

Kur'anda Tıb İlmi

 

El-Kermani'nin «el-Acaib»inde Hıristiyan bir doktor Vakıd oğ­lu Hüseyin oğlu Aliye :

Sizin kitabınızda tıp ilminden bir şey yoktur. Halbuki ilim

ikidir: Bedenler ilmi, dinler ilmi» dedi. Ona cevab olarak Ali şun­ları söyledi tinde derlemiştir.

Hıristiyan doktor:

  O yarım âyet hangisidir? Ali:

  O âyet »Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz» âyetidir. Hıristiyan:

— Sizin peygamberinizden de tıp hakkında hiçbir şey riva­yet edilmemiştir.»

Ali:

  Resûl-i Ekrem tıbbın tamamını az sözle ifade etmiştir.» dedi.

Hıristiyan :

  O lafızlar (sözler) nelerdir? Ali:

  Allah Resulünün şu lafızlarıdır:

«Mide hastalığın evidir. Korunmak, perhiz, her tedavinin ba­şıdır. Her bedene âdet edindiğini ver.»

Bunu dinleyen Hıristiyan tabib :

  «Sizin kitabınız ve peygamberiniz, Calinos için herhangi bir tıp konusunu bırakmamıştır» diyerek Kur'an ve Sünnetin fa­ziletini itiraf etti.

Halbuki Ali bin Hüseyin'in Resûlüllah'a nisbet ettiği hadis, El Hars bin Kelde'nin kelamıdır. Bu da Arap tabibi idi. Bunun Resûlüllah'a maledilmesi sıhhatli değildir. İhya'da merfu olarak şu hadis rivayet edilmiştir :

«Karnı doldurmak her hastalığın kökenidir. Perhiz her teda­vinin aslıdır. Her beden neye alışmış ise ona alıştırınız, onu ve­riniz.»

Oysa İHYA'daki hadisleri tahriç eden El-Irakî, bu hadisin aslına rastlamadığını kaydediyor.

Şuabü'l-İman'da Beyhaki, İbn Cevzi'nin «Lakit'un-Menafi» adlı eserinden Ebu Hureyre'den merfu olarak «Mide bedenin havzıdır. Damarlar mideye varırlar. Mide sıhhatli oldu mu damarlar sıh~ hatı götürürler. Mide fesadata gitti mi damarlar hastalığı bedene götürürler» diye rivayet etti.

Darekutni bu hadis hakkında «Resûlüllah'ın kelamında böylebir şey  bilmiyoruz»  der. Bu   ancak  Abdülmelik   Said  bin  Eb-hurun kelamındandır» dedi.

Ed Durrul Mensur'da Süyûti, Hz, Aişe'den şu hadisi rivayet etti:

«Resul-i Ekrem benim odama geldi. Ben hasta idim, Resûlül- lah bana,:

— «Ey Aişe! Korunmak ve perhiz tedavidir. Mide, hastalık­ların evidir. Beden neye alışmış ise, ona alıştırınız. Ona onu veriniz» dedi. Bu hadisin üzerinde konuşanları görmedim. Evet, İbn Esir'in nihayesinde gördüm ki, Âmr, El-Hars bin Kelde'den sor­du :

— Tedavi nedir?

Cevab olarak :

Himye (sakınmak), perhiz, korunmak, dişleri sıkmaktır, de-

di. Evet, sahih hadisler tıka basa yemenin aleyhindedirler. Onlar da, bütün ümmetin hikmete irşad edilmesi vardır.

 (31) «Şüphesiz ki, Allah israf edenleri sevmez» onlara buğn eder. Onların fiillerine razı değildir. Bu cümle daha önceki âyetin nedeni mesabesindedir. Bu Âyet-i Celîle, ahkâmın  tüm asıl­larını derlemiştir: ibahe, yasak ve helâl'leri derlemiştir.

(32) «(Ey Habibim!» Deki: Allah'ın kulları için çıkart­mış olduğu süsünü kim haram kılmıştır?» Bu âyetin izahı:

Yani Cenab-ı Hakk'ın kullarının menfaati için pamuk gibi bitkilerden, ibrişim gibi hayvanlardan, yüzükler ve zırhlar gibi madenlerden, yün gibi yapraklardan yaratmış olduğu elbiseler için kim haramdır diyebilir. Hiç kimse diyemez. Bir de rızkın lez­zetlileri için hiç kimse haramdır diyemez. Yemeklerin ve içecek­lerin helâl olanlarına, (koyun eti, koyun yağı, koyun sütü gibi helâllara) kim haram diyebilir?

Bu âyetten elbiseler ve süs çeşitlerinde aslın mubah olduğuna istidlal etmişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın «Kim haram eder?» sorusunda, bunların haram olduğunu söyleyen bir kimseyi şiddet­le kınamak ve reddetmek vardır.

İbn-Purs'tan naklediliyor:

Bu âyetle, ipeklinin ve ibrişimin erkekler için de helâl oldu­ğuna dair istidlal etmiştir. Fakat altın, gümüş [49] ve ibrişimin haram olduğu hususunda varid olan nass olmasaydı, İbn-Furs'un nakli mümkün olurdu. Ve hakikaten bu âyetin umumunun altına girerdi. Fakat bu nass olduktan sonra, o nakil yanlıştır.

Rızkın tayyibeleri umumuna, lezzet veren ve iştah çeken bü­tün yiyecek ve içecek maddeleri dahil olur. Eşlerden ve güzel ko­kudan alman lezzet de buna dahildir. [50]

 

Peygamberimizden Nefsin Verdiği Vesveseler Hakkında Nakledilen Hadis-İ Şerif

 

Osman bin Mez'un'dan rivayet ediliyor «Resûlüllah'a vardım, nefsin konuşması (yani nefisteki vesveseler) bana galib geldiler. Ben yumurtalıklarımı çıkartıp kendimi iğdiş yapmak istiyorum!» dedim. Cenab-ı Peygamber:

-----«Ey Osman, sakin ol. Şüphesiz benim ümmetimin iğdişleşmesi, oruç tutmaktır.»

Osman;

  «Ey Allah'ın Resulü, nefsim   bana ruhbaniyeti, (tamamen ibadete dalmamı) söylüyor» dedi.

Cenab-ı Peygamber:

  « Benim ümmetimin ruhbaniyeti camilerde namazı bekle­mek için oturmaktır» buyurdu.

Osman:

  «Benim nefsim, bana seyahat etmemi söylüyor» dedi.

Hz. Peygamber :

  «Benim ümmetimin seyahati, gazaya, hacca ve umreye git­mektir» buyurdu.

Osman :

  «Benim nefsim, bana bütün malımı hibe etmemi söylüyor.»

Cenab-ı Peygamber:

  «En güzeli kendi nefsine ve çoluk çocuğuna malını sarfet-men, yetime ve miskine merhamet edip vermendir, öyle yapmak bütün malı hibe yapmaktan daha üstündür» dedi.

Osman:

— «Benim nefsim, bana, zevcem (eşim) olan Havle'yi boşama­mı söylüyor.»

Cenab-ı Peygamber:                             .                            

  «Benim ümmetim hakkında, Cenab-ı Hakk, haram ktldtk-larından uzaklaşmalarını gerekli kılmıştır.»

Osman:

  «Benim nefsim bana Havle ile cinsi ilişkide bulunmama' mt söylüyor.»

Cenab-ı Peygamber:

  «Şüphesiz ki, bir müslüman, ailesi veya cariyesiyle birleş­tiğinde, eğer o birleşmeden bir çocuk meydana gelmezse, o birleş­menin mükâfatı cennette bir cariyenin verilmesidir. Eğer ondan bir çocuk doğup babasından önce veya babasından sonra ölürse, o çocuk babası için göz aydınlığı olur ve kıyamet gününde sevinç olur. Eğer çocuk erginlik çağına ermezden Önce ölürse,  babası için şefaatçi olur ve kıyamet gününde babasına rahmet edilmesine vesile olur» buyurdu.

Osman:

  «Benim nefsim, bana et yemememi söylüyor. (Et yemeyi yasaklamamı istiyor.) »

Cenab-ı Peygamber:

  «Ey Osman, yavaş ol, şüphesiz ki, ben eti bulduğum zaman yiyorum, Eğer Cenab-ı Hakk'ın her gün bana et yedirmesini is­tesem, Cenab-ı Hakk, onu da bana verecektir.»

Osman:

  «Benim nefsim, benden koku kullanmamamı istiyor.»

Cenab-ı Peygamber:

  «Ey Osman, yavaş ol. Şüphesiz ki, Cebrail, bana zaman za­man koku sürmeyi emretti ve cuma gününde kokuyu terketme dedi.»

Resûlüllah daha sonra şunları söyledi:

  «Ey Osman,   benim sünnetimden yüz çevirme. Çünkü be­nim sünnetimden yüz çeviren, tevbe etmezden önce Ölürse, me­lekler onun yüzünü benim havzımdan çevirirler.»

Bu hadisi şerif, delalet eder ki, Şeriat-i Muhamnıediye kâmil­dir, ziynetin her çeşidinin mubah olduğuna delalet eder. Haram-Iılığı veya yasaklılığı hakkında özel bir delil gelmeyen her şeye, izin verir. İşte bunun için, biz hepsini «De ki: Allah'ın kulları için çıkartmış olduğu ziyneti kim haram kılmıştır?» âyetinin umumu­na dahil ettik.

İkinci mesele:

Bu âyet gerektirir ki, insanın süs olarak kullandığı her şeyin helâl olması vacib olsun. İnsanın lezzet aldığı her şeyin de helâl olması gerekli bulunsun. İşte bu âyet bütün menfaatlerin helâl olmasını gerektirir. Bu, şeriatın tamamında itibar edilir bir kai­dedir. Çünkü her hadise oluştu mu, menfaat ve zarar orada ya yüzde yüzdür ya yüzde ellinin üstündedir. Ya zarar ile menfaat orada eşittirler veya zarar ile menfaat ikisi birden orada yoktur İkinci ve altıncı kısımlarda olanı, olduğu gibi bırakmaya hük­metmek vacibtir. Eğer menfaat yüzde yüz ise, mutlaka hükmet­mek vacibdir. Çünkü bu âyet bunu gerektirir. Eğer menfaat yüz­de ellinin üstünde, zarar yüzde ellinin altında ise, benzer benzer ile karşılaştırılır, fazla kalan yüzde yüz menfaat olur. Böylece yüzde yüz menfaatti olan hâdiseye iltihak etmiş olur. Eğer zarar yüz­de yüz ise, onu terketmek yüzde yüz menfaat demektir. Bu da birinci kısma iltihak etmektir. Eğer zarar yüzde ellinin üstünde ise, fazla kalan miktar katıksız zarar olarak kalmış oluyor. Onu terketmek katıksız menfaat oluyor. îşte bu yoldan, bu Âyet-i Ce-lîle, helâl ve haramUk konusunda sonsuz hükümlere delalet edici oluyor. Sonra eğer herhangi bir hadisede katıksız bir nass görür­sek orada menfaatta helâl olmaya hükmederiz. Zararda haram ol­maya hükmederiz. Bu yoldan nihayetsiz olan hükümlerin tamamı nassın altına girmiş oluyor.

Sonra kıyası nefyedip «kıyas yoktur» diyenler demişlerdir : Eğer kıyasla Allah'a kulluk yaparsak, bu kıyasın hükmü, genel nassın hükmüne muvafık olacaksa o vakit kıyas zayi olur. Çünkü bu nass, kıyassız olarak bu hükmü getirmiştir. Genel nassa mu­halif olursa böylece bu kıyas, bu nassın umumunu tahsis etmiş oluyor. Böylece de bu kıyas, reddedilmiş oluyor. Çünkü nass ile amel etmek, kıyas ile amel etmekten daha iyidir.

Demişler ki; «İşte bu yoldan Kur'an tek başına şeriatın bütün ahkâmlarının beyanını yerine getirmiş oluyor, kur'an ile beraber başka bir yola ihtiyaç yoktur.»

îşte bu «Kur'an, tek başına bütün hâdiselerin beyanım yap­maya kâfidir» diyenin sözünü, (görüşünü) takrir etmektir. Allah hakikati daha iyi bilir. [51]

 

«Süs» Dünya Hayatında Bütün İnsanlar İçin,. Ahirette İse Sadece Mü'minler İçindir

 

(32) «De ki: o ziynet, dünya hayatında iman edenler içindir. Kıyamet gününde ise halisen (sadece) onlara mahsusdur» âyetin­de iki mesele vardır :

Birincisi: âyetin tefsiridir. O da; ziynet dünya hayatında sadece iman edenlere mahsus değildir. Müşrikler de, onlarla ziy­nette ortaktırlar. Kıyamet gününde ise, sadece onlara verilecektir. Hiç kimse onlarla ortak olamazlar.

Eğer denilirse; «Niçin, Cenab-ı Hakk, hem dünyada iman edenler içindir, hem de başkaları içindir demiştir?»

Cevab olarak deriz «Bu âyetten anlaşılıyor ki, esasında ziynet iman edenler için yaratılmıştır, kâfirler ise onlara tâbi' olarak onu kullanıyorlar.» Nitekim Cenab-ı Hakk:

«Kim ki küfre kayarsa, ona az bir meta' verir, sonra onu ate­şin azabına mecbur ederiz.» [Lukman : 24] buyuruyor.

Hülasa şudur : Bu tabir, bu nimetlerin, ancak kıyamet günün de zahmet ve zorluklardan tasfiye olunacaklarına dünyada ise, bunların bulanık ve karışık olduklarına dikkati çekti...

(33) «De ki: Rabbim ancak fahişelerin (çirkin ve fenalıkla­rın) gerek görüneni, gerek gizlisini, günâhı, haksız olan zulmü, Al­lah'ın indirdiği bir sultan olmaksızın Allah'a ortak koşmanızı ve Allah'ın kesesinden bilmediğinizi söylemenizi (uydurmanızı) ha­ram kıldı...»

Bu Âyet-i Celîlenin Rivayet ve Dirayet tefsirleri:

Bu âyetteki «fevahiş» kelimesi, «Fahişe»nin çoğuludur. Fahişe, çok çirkin ve hududu aşan söz veya fiil demektir.

Hatibi Şerbini, «Es-Sıracu'1-Münir» adlı tefsirinde «Fevahişi. kebair (büyük) günâhlarla tefsir ediyor ve devamla «kebire (bü­yük) günâh, o günahtır ki Cenab-ı Hakk onu işleyeni lanetle veya gazabla tehdid eder. Zina gibi. Zira zina edenlere âyet ve hadisler­de lanet edilmiştir. Ve gazab da edilecektir. Çünkü zinanın açıktta olanını da gizli olanını da Allah haram kılmıştır. Ve Allah,«ism'i» de (küçük günâhları da) haram kılmıştır. Küçük günâh­lar, büyük günahlardan başka olan günâhlardır. Mesela: Ecnebi bir kadının bedenine bakmak küçük günâhdandır. Allah, insan­lara zulmetmeyi de insanlara karşı böbürlenmeyi de haram kıl­mıştır. Bu, kebair (büyük) günâhlar kısmına dahil olmasına rağ­men bundan kaçınmak için ikinci kez Cenab-ı Hakk, zikretmiştir. Yani bunun büyük günâhlardan olmasını mübalağalı bir şekilde belirtmek için zikretmiştir. Haksız olarak zulüm yapmayı haram kılmıştır ve Allah'tan hakkında herhangi bir hüccet gelmeyen bir şeyi ortak koşmamızı da, Allah haram kılmıştır. Bu Âyet-i Celîle müşriklerle alay etmektedir. Burhansız (delilsiz) bir şeyi ileri sür­menin haramhğı konusunda insanları uyarmaktır. Ve Allah, bil­mediğinizi Allah'ın kesesinden uydurmanızı da haram kılmıştır. Yani Cenab-ı Hakkın haram kılmadığı bir şeye haram demeniz, veya başka bir konuda Allah'ın kesesinden ahkâm kesmenizi de haram kılmıştır  [52]

Hülasa olarak âyetin manası şudur: «Ey 'Muhammed, şu el­biselerinden soyunup çırılçıplak Kabe'yi tavaf eden ve şu helâlle­ri haram kılan müşriklere söyle; Allah bunları haram kılmamış-tır, siz niçin haram kılıyorsunuz? Belki Allah, kulları için onları helâl ve lezzetli kılmıştır. Onlara de ki, Rabbim fiiller ve sözlerin fahişelerinin (çirkinliklerinin) gizlisini de açığını da haram kıl­mıştır.»

Abdullah bin Mes'ud tarikiyle gelmiştir:

Allah'ın Resulü buyurdular: «Allahtan daha gayretli hiç kim­se tasavvur edilemez. İşte bu sonsuz gayretinden dolayı Cenab-ı Hakk fahişelerin (çirkinliklerin) açıkta işlenenlerini de, gizlide iş­lenenleri de haram kılmıştır. Ve hiç kimse yoktur ki, Allah'dan daha fazla övülmeyi sevsin. Bunun için Cenab-ı Hakk, kendi zatı­nı methederek Övmüştür.»

«fahişe» kelimesi ile «îsm» kelimesi arasındaki fark husu­sunda ihtilaf edilmiştir! Daha önce naklettiğimiz gibi, bazı müfes-sirler; «Fahişeler, büyük günâhlar demektir, çünkü onların çir­kinlikleri çoktur ve haddi aşmıştır «ism» ise, küçük günâhlardan ibarettir. Yani Allah hem büyük günâhları hem de küçük günâh­ları haram kılmıştır» dedi.

Bazıları da, «Fahişe, haddi (cezayı) gerektiren günâhlardır, îsîm ise, haddi gerektirmeyen günahlardır» demişlerdir. Fakat bu iki görüşe de şu şekilde itiraz edilmiştir: İsm kelimesi lûgatta günâh demektir. Günâh tâbirine büyükler de küçükler de girmiş oluyor.

Bazıları da; «Fahişe, büyük günâhın adıdır 'İsm* kelimesi ise, mutlaka günâh demektir, isterse büyük, isterse küçük olsun» de­di. Bu görüşe göre, âyetin faydası şu : Cenab-ı Hakk, büyük gü­nâhı haram kıldıktan sonra, mutlak günâhı da ister büyük ister küçük olsun haram olduğunu «ÎSM» kelimesiyle ilân etti ki, her­hangi bir kimse «Haramlzk ancak büyük günâhlara mahsustur» kanaatine kapılmasın.

Bazıları da «Fahişe kelimesi, her ne kadar lûgata göre çir­kinliği hududu aşan bir günâha deniliyorsa da fakat örfen zina­ya tahsis edilmiştir. Çünkü Fahiş kelimesi mutlak (kayıtsız) ola rak zikredildiği zaman insan ondan zinayı anlamış oluyor. Öyley­se, fahişeyi burada zina üzerine hamletmek gerekiyor. İSM ke­limesi ise, bazı müfessirlere göre şarabın adlarındandır. Hasan ve Ata bunu söylemişlerdir.

El Cevheri de Sabah'inda «Şaraba bazan isim denilmek­tedir» diyor ve şairin «İsm içtim, aklım kayboluncaya kadar. İş­te ism böylece akılları gidericidir.» şiiriyle istidlal ediyor ve İbn Seyyidihi « <E1 - Muhkem) adlı eserin sahibi, «Benim katımda şa­raba «ism» demek sahihtir. Çünkü şarabın içilmesi, günâh ma­nasına gelen isimdir.» dedi. İşte böylece Fevahiş ile «ism» keli­melerinin arasındaki fark ortaya çıkmış oluyor.

Tefsir alimlerinden Ebu Bekr el-Enbari, şaraba isim demeyi inkâr etmiştir, böyle bir şey yoktur, demiştir. Çünkü ne cahiliyet-te, ne de îslâmda, Araplar hiçbir zaman şaraba ism dememiş­lerdir. Fakat şarab da İSM kelimesinin manasının umumuna da­hil olabilir. Çünkü Cenab-ı Hakk:

«De ki, onlardaki, 'ism' (günah) daha büyüktür.» [Bakara: 219] buyurmuştur  [53]

Es-Süddi: «'ism' günâh demektir. 'bağv ise halka haksız yere zulmetmek demektir» dedi.

Mücahid, «îsm,- bütün günâhları kapsamaktadır» ve Cenab-ı Hakk, bâği'nin zulmünün kendi nefsine dönüşeceği haberini veri­yor dedi. Mücahidin bu tefsirinin hülasası şudur: ism, failin za­tiyle ilgili hatalar, Bağyi failin zatını aşıp halka varan zulümdür. Böylece Cenab-ı Hakk iki sınıfı da haram kıldı  [54]

Bu Âyet-i Celîle, akaid hususunda taklidin caiz olduğunu sa­vunan görüşün bâtıl olduğuna en kuvvetli delillerden biridir  [55]

(34) «Her ümmetin bir eceli vardır. Öyleyse onların ecelle­ri geldiğinde ne bir saat geri verilir, ne de bir saat ileri alınır...»

Bu âyet hakkında gelen tefsiri bir'Rivaye ve tefsiri bidTDira-ye:

îbn Abbas, Hasan ve Mukatil, bu âyetin manası şudur: «Cenab-ı Hakk, her ümmete mühlet-verdi. Yani peygamberlerini ya­lanlayan her ümmete belli bir vakte kadar mühlet vermiştir. On­lar o vakte yetişinceye kadar Allah onlara azab göndermez. Kök­lerini kazıyacak azaba müstahak olduklarında ve o vakit geldiğin­de Cenab-ı Hakk, yüzde yüz o azabı indirecektir» dediler. Bazı müfessirler «Bu ecelden maksad, ömürdür. O ecel bitip (kemale erdi mi) artık onda geri verdirmek veya ileri aldırmak imkânı yoktur» demişlerdir.

Birinci görüş, daha evlâdır. Çünkü Cenab-ı Hakk, «Her ümmet için» demiş, «Her ferd için» dememiştir. İkinci tefsire göre, Ce­nab-ı Hakk, niçin her ümmet için demiş de, her ferd için deme­miştir? Çünkü ümmet cemaat demektir, her zamanda Cemaatleri oluşturanların hallerinin birbirine yakın olduğu da malûmdur. Bir de, ümmetin burada zikredilmesi tehdid konusunda daha müba­lağalı olur. Bir de, birinci görüşe bakılırsa, ne kadar ümmet ya-ratılmışsa ,her ümmetin belli bir vakti vardır. O vakitte köklerini kazıyacak azab inecektir. Halbuki durum (mutlaka) böyle değil­dir. Çünkü bizim ümmetimiz (yani Ümmeti MuhammedMn kökü kazırım ayacaktır[56]  

Burada «geri verdirmez ve ileri aldırmazdan maksad, Ce-neb-ı Hakk, bu şekilde haber vermiştir. Yoksa «Allah, buna kadir değildir» demek değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk, her şeye kadir­dir.

(35) «Ey Ademoğulları, size içinizden âyetlerimi anlatan peygamber geldiğinde ittika edip ıslahı hal edenlere korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar...»

Bu âyet hakkında gelen tefsirler :

Cenab-ı Hakk, bu âyette çoğul olarak «rüsül» kelimesini getirdi. Fakat murad, Hz. Muhammed'dir. O halde böyle bir tabi­ri kollamanın nedeni, peygamberlerin sonuncusu oluşundan ileri geliyor. Ve bütün halka peygamber olarak gönderilmesinden kay­naklanıyor. Ta'zim kabilinden çoğul tabiri ile Cenab-ı Hakk, onu zikretti. Bu tevile binaen «Ey Ademoğulları»nâan maksad, ilk etabta Mekke ve etrafındakilerdir.

Bazı müfessirler «Bütün peygamberler burada kastedilmiştir» demişlerdir ve buna binaen de hitab, bütün Ademoğullannadir. «Sizden olmasını» söylemesi, yani sizin cinsinizden ve sizin gibi Adem zürriyetindendir demesi şundan ileri geliyor: Pey­gamberler, onların cinsinden oldu mu, Allah'ın huzurunda özürle­ri daha azalıyor. Aleyhlerinde daha sabit bir delil oluyor. Çünkü onlar peygamberi tanır ve onun durumlarını bilirler. Onlara kud­retinin üstünde veya benzerlerinin kudretinden üstün olan bir vahyi peygamber getirdiğinde, bilmiş olurlar ki, bu getirdiği dava peygamber için bir mucizedir ve ona muhalefet edenlerin aleyhin­de bir delildir.

Şeyhu'l-İslâm Ebu's-Suud Efendi, «Bu şart cümlesinden anla­şılıyor ki, peygamberleri göndermek caiz (mümkün) bir emirdir. Aklen vacib değildir. Yani Allah (C.C.) peygamberleri gönderme­ye mecbur değildir» diyor  [57]

(35) «O peygamberler, size benim ahkâmımı ve nizamlarımı beyan ederler.» Yani kitabımı okurlar, ahkamımın delillerini belir­tirler. Kim ki, şirkten ve peygambere muhalefet etmekten kaçı­nırsa, peygamberin kendisine getirmiş olduğu emri, (amelini) ye­rine getirirse, bana kulluk yapmaya yapışıp masiyetten uzakla-şırsa ve yasaklarımı gözetirse, başkalarının korkmakta olduğu kıyamet gününde onlar için korku yoktur. Onlar dünyada terket-mis oldukları nesnelerden dolayı da üzülmezler.

 (36) «Âyetlerimizi yalanlayanlar, onlara iman etmekten bö­bürlenenler var ya, işte onlar ateşin arkadaşlarıdırlar, onlar ateş­te kalıcıdırlar..,»

Bu âyet hakkında gelen bir'Rivaye ye bidT>iraye tefsirler:

Yani âyetlerimizi inkâr eden ve peygamberlerimizi yalanla­yan ve o âyetlere ve o peygamberlerin getirdiklerine iman etmek hususunda böbürlenenler var ya, işte, o buğzedilen sıfatlarla mut-tasıf olanlar, ateşin arkadaşlarıdırlar. İşte onlar ateşte ebedîdir­ler. (Yani hiçbir zaman ateşten çıkmazlar.)

Hakaik ulemasının bir kısmı, bu Âyet-i Celîleye yapışarak «Müslümanların namaz kılan fasıkları, ateşte ebedî kalamazlar. Çünkü Cenab-ı Hakk bu âyette «Allah'ın âyetlerini yalanlayanlar, onları kabul etmekten böbürlenenler, ateşte ebedî kalıcıdırlar» buyuruyor.

Âyetteki «hüm» kelimesi, hasrı «ancak onlar» manasını ifa­de eder. Yalanlama sıfatına ve bu böbürlenme niteliğine sahib ol­mayan kimselerin ateşte ebedî kalmayacağını gerektirir  [58]

(37)  «Acaba Allah'ın kesesinden yalandan iftira uyduran ve âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır?..»

Bu âyet hakkında gelen tefsirler :

Acaba Allah'ın demediğini, Allaha isnad etmek veya Allah'ın yaratıklarından birisini getirip Allah'a ortak koşmak suretiyle ve­ya Allah'ın, kulu ve Resulü olan Muhammed'e indirmiş olduğu Kur' an-ı yalanlamak suretiyle zulmedenin zulmünden daha büyük bir zulüm işleyen var mıdır? İşte bu niteliklere sahib olanlar var ya, onlara levhi mahfuzda yazılmış ve onlar için takdir edilmişten paylan onlara dokunacaktır.

Bu âyetteki «pay» hususunda iki görüş vardır:

«Bundan maksad, levhil mahfuzda onlar için belirtilen azab-Ur» demişlerdir. Sonra bu hususda da ihtilaf etmişlerdir.

Hasan Basri ve Süddi, «onlar için azabtan yazılan, yüzün ka­rarmasından ve gözlerin donup kalmasından takdir edilen, onlara isabet edecektir» demişlerdir.

tbn Abbas'dan rivayet ediliyor :

«Allah'a yalan isnad edenlerin yüzü kömürden daha siyah ola­caktır.»

Zeccac «Buradaki paydan maksad, 'alev alev yanan bir ateş­ten sizi korkuttum' [Leyi: 14] âyetinde belirtilen azabdır» demiş­tir. «Hatırla o zamanı ki, boyunlarında bukağılar vardır» [Gafir: 71J âyetinde belirtilen azabtır. İşte bu şeyler onların kitabtan na-sibleridir. Günâhları nisbetinde, küfürdeki ilerlemeleri oranında onlara verilecektir.

«Kitabta zikredilen nasibten maksad, azabın ötesinde bir şey­dir» denildikten sonra bu hususta ihtilaf edilmiştir; İbni Abbas, Mücahid, Said bin Cübeyr ve Atiyye, «Bu nasibten maksad, saa­det veya şekavettir» diyorlar.

îbn Abbas'm başka bir rivayetinde «Onların aleyhinde yazılan amellerdir.»

Başka bir rivayetinde «Kim ki, hayrı işlerse, onunla -mükâfat­landırılır, kim ki, bir şerri işlerse, onunla cezalandırılır» demiş­tir.

Katade, «işlemiş oldukları amellerinin cezasıdır» demiştir. Bazıları da «Âyetin manası;  kitabta onlara vaadedilen hayır ve serden onların nasibleri onlara isabet edecektir» demişlerdir. Bu görüş, Mücahidin ve Dahhak'm görüşüdür. Ve aynı zamanda îbn Abbas'tan da böyle rivayet edilmiştir.

Rebi' bin Enes; «kitabta rızıktan onlar için ne yazılmışsa, on­lara isabet edecektir» şeklinde tefsir etmiştir.

Muhammed bin Ka*b el-Kurezi, «Onun rızkı ve ömrü ona isa­bet edecektir» demiştir.

İbnü Zeyd, «kitabtan onların ameller, rızıklar ve ömürlerin­den olan onlara isabet edecektir. Bu bittikten sonra elçilerimiz onlara gelip canlarını kabzedecektir» diyor.

Taberi, bu son görüşü tashih ederek demiştir ki, Cenab-ı Hakk, «Bunun arkasından elçilerimiz onlara gelip ruhlarını aldı­ğında Allah'tan başka çağırdıklarınız nerededir» derler. «Onlar (putlar), bizden kaçtı, uzaklaştı dediler. Nefisleri aleyhine kâfir­lerden olduklarına dair şahitlik ettiler,» denilmektedir. Böylece ortaya çıktı ki, onlara isabet eden, dünyada onlar için takdir edilendir. Bu bittikten sonra elçiler gelip ruhlarını alırlar.

İmam Fahreddin Razi, «Bu pay meselesindeki ihtilaf, pay ke­limesinin bütün bu manaları içermesinden ileri geliyot» dedi. Bazı müdekkikler, «pay kelimesini ömür ve rızık üzerine hamletmek daha uygundur» diyorlar. Çünkü Cenab-ı Hakk, onla­rın küfür hususunda o büyük ve tehlikeli noktaya geldiklerini be: yan ettikten sonra onlara yazılmış rızıkla Ömrün verilmesine her­hangi bir engel yoktur .Bu da Allahtan gelen bir fazilettir. Tâ ki onlar ıslah ve tevbe etme imkânını bulsunlar» buyurdu.

Onlara (yani Allah'ın kesesinden yalan uyduranlara, peygam­berleri yalanlayanlara) Ölüm meleği ve yardımcıları geldiğinde, ruhlarını kabzetmek için hazır olduklarında, ömürlerinin son nok­tasında elçiler kendilerinden soruyorlar:

Allahtan başka çağırmakta olduğunuz (putlar), ortaklar nerede?

Bu sual, kınamak, kulaklarım çınlatmak ve onları susturmak için olan bir sualdir. Yoksa malûmat sahibi olmak için sorulan bir sual değildir.

Âyetin manası; «Allah'tan başka kulluk yaptığınız nesneler nerede, onları çağırınız ki sizden ölümü ve sizin başınıza geleni uzaklaştır sınlar.»

Bazı müfessirler, «bu sual, ahirette olur» demişler. Bu tefsire binaen âyetin manası; «Bizim elçilerimiz (azab melekleri), onlara gelip, onları ateşe hasredecekleri anda, «Allah'a ortak koştuğunuz mabudlarmız veya ibadet etmekte olduğunuz velileriniz nerede? Onları çağırınız ki, sizden Allah'ın gelen emrini uzaklaştır smlar? Kâfirler o elçilere cevab olarak derler ki:

— Onlar bâtıl oldular. Bizden uzaklaştırıldılar. Onlara muh­taç olduğumuz bir çağda bizi bıraktılar. Bize hiçbir faydalan do­kunmadı.                                    .                           ,

Böylece nefislerinin üzerinde kâfir olduklarına dair şahitlik ettiler. Cenab-ı Hakk, «Bu kâfirler, azabı gördüklerinde Allah'ın vahdaniyetini inkâr edici olduklarına dair şahitlik ettiler ve ne­fislerinin aleyhinde bu itirafta bulundular» eliyor.

Bilmiş ol ki, âyete getirilen bütün tefsirlere binaen âyetten maksad, kâfirleri küfürden uzaklaştırmaktır. Çünkü bu durum­ları zikretmek suretiyle meydana gelen tehdid ve korku, akıllı bir kimseyi engin bir düşünceye, istidlal etmeye ve inançda taklid etmekten son derece kaçınmaya davet ediyor. [59]

 

Meal

 

(38) Allah onlara: «İnsan ve cinden olan ve sizden önce ge­çen ümmetlerle ateşe giriniz» dedi. Herhangi bir ümmet ateşe gir­dikçe kardeşine lanet eder. Hepsi ateşte bir araya gelince onların sonuncusu önce geçenler için, «Ey Rabbimiz! İşte bunlar bizi sap­tırdılar. Bunlara ateşten katmerli azab ver,» derler. Allah, «Her birisine katmerli azab vardır, fakat siz bilemezsiniz» dedi...»

(39) «Öndekiler kendilerinden sonra gelenlere: «Sizin bizden bir üstünlüğünüz yoktur. Hemen kazandığınızdan  dolayı azabı tadın» derler.»

(40) «Kuşkusuz ayetlerimizi  yalanlayanlar ve onlara  iman etmekten kaçınıp böbürlenenlere gök kapılan açılmaz. Deve iğne deliğinden geçmedikçe, cennete girmezler. İşte böylece mücrimleri cezalandırırız.»

(41) «Onlar için cehennemde döşekler ve üstlerinde yorgan­lar vardır. İşte böylece zalimleri cezalandırırız.»

(42) «İman edip salih amelde bulunanlara, ancak gücünün yettiğini yükleriz. İşte onlar cennetliktirler. Onlar orada sonsuza dek kalıcıdırlar.»

(43) «Biz onların göğüslerinde bulunan kini çıkarırız. Alt­larından nehirler akar. Onlar «Bizi buna  hidayet eden Allah'a hamdolsun. Eğer Allah bizi hidayet etmeseydi, biz buna (doğru­ya) erişemezdik. Kuşkusuz Rabbimizin elçileri hak ve gerçek ile geldiler»  derler.  «İşte bu amelleriniz sayesinde  elde ettiğiniz o cennettir» diye seslenilir.» [60]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(38) «Allah onlara: însan ve cinden olan ve sizden önce ge­çen ümmetlerle ateşe giriniz dedi...» Bu âyetle ilgili tefsir:

Her ümmet ateşe girdikçe kendi dininden ve milletinden olan diğer ümmete lanet ediyor.

Süddi, «Bir dinin ehli ateşe girdikçe o din hususunda arka­daşları olanlara lanet okuyorlar.» Yani müşrikler müşriklere, Ya­hudiler Yahudilere, Hıristiyanlar Hıristiyanlara, Sabiinler Sabi-inlere ve Mecusiler Mecusilere lanet okur. Yani bir gurup diğeri­ne suçu atar ve böylece aralarında lanetleşme olur. Bu durum, hepsi ateşte bir araya gelinceye kadar devam eder. Yani bir kısmı gelip diğerine yetişinceye ve ateşte istikrar buluncaya kadar de­vam eder.

En son gelenler en Önce gelenler için : «Ey Rabbimiz, bunlar bizi saptırdılar» derler.

İbn Abbas, «yani her ümmetin son gelenleri o ümmetin önce girenlerinden ötürü;

  Ey Rabbimiz, bunlar bizi saptırdılar» derler.

Süddi, «Ahir zamanda olan sonuncuları, o dini onlara o bi­çimde takdim eden Öncüleri için;

  Ey Rabbimiz, bunlar bizi saptırdılar, derler» dedi.

Mukatil, «Ateşe en son girenleri daha önce girenlere tâbi'dir-ler, yani başlar daha önce, tâbi'leri daha sonra gelirler ve tâbi'ler, başlar için: «Ey Rabbimiz, bizi saptıran bunlardır» derler. Yani ey Rabbimiz, bu önderlerle başlar, bizi hidayetten saptırdılar, şeyta­nın kulluğunu bize süslü gösterdiler, derler. Öyleyse onlara ateş­ten katmerli azab ver. Yani azabları kat kat olsun, demektir» dedi.

Ebu Ubeyde, «Âyetteki «Diten» kelimesi, bir şeyin bir ben­zerini üzerine arttırmak demektir. Yani bir katını daha fazlalaş-tır demektir» dedi.

El Ezheri, «Ebu Ubeyde'nin bu yorumu, halkın mecazı kelam­larında kullandığıdır. Allah'ın kitabına gelince, o apaçık bir dille gelmiştir. Onun tefsiri Arap kelamının konusuna dönüştürülür. «Dî'fen» kelimesi, Arap kelamında artan demektir. İki misli ol­mak üzerinde durmaz, yüz misli de olabilir. Arap kelamında, bu onun «Dî'fidîr» denir. Yani iki mislidir, üç mislidir, daha fazla­sıdır, demektir. Çünkü «Dİ'F» esasında artış demektir. Herhangi bir noktada duracak artış değildir. «Di'fen»in tefsirinde en uy­gunu, on mislini arttırmak ve kılmaktır. Binaenaleyh «Diten» in en azı, bir misli, artırmaktır. En fazlasının ise hududu yoktur.

Zeccac; bu âyetin tefsirinde «onlara katmerleştirilmiş azab ver» şeklinde demiştir. Çünkü Arap kelamında Di'f kelimesi, iki çeşitte kullanılmıştır:

a) Misil (denk) manasında kullanılmıştır,

b) Bir de artırmak manasında kullanılmıştır, dedi.

Cenab-ı Hakk, onlara cevaben «Her birisine katmerleştirilmiş azab vardır» buyurur. Yani daha önce cehenneme girenlerinize de ve daha önce bu bâtıl dinin başında gelenlere de, daha sonra ge­lenlere de katmerli azab var. Yani izleyene de, katmerli azab var, izlenilene de... Çünkü iki sınıf da küfre girmişlerdir. Ama Allah' in her gurub için hazırlamış olduğu azabı siz bilemezsiniz. Veya her gurub, diğer guruba hazırlanan azabı bilemez.

Küfürde Öncüler (yani önderler) izleyicileri için, «Sizin, bizim üzerimizde bir fazlalığınız yoktur.» Yani biz sapıklığa gittiğimiz gibi, siz de sapıklığa gittiniz. Biz kâfirliğe kaydığımız gibi, siz de kaydınız.

Bazı müfessirler âyetin tefsirinde şunu söylemişlerdir :

Dünyada geçen her ümmet, kendilerinden sonra gelen izleyi­cilerine gelip de yollarında devam eden etbalarma, «Sizin bizim üzerimizde herhangi bir fazlalığınız yoktur. Sizin küfrünüzden ötürü Allah'ın azabından bize isabet edeni bildiniz. Allah'a karşı isyanımızdan dolayı başımıza geleni bildiniz. Peygamberler bu hu­susu size getirip sizi uyardılar. Buna rağmen siz sapıklıktan ve küfrünüzden dönüş yapmadınız. Öyleyse azabı tadınız» derler!..

Bu cümle, muhtemel' ki, önderlerin, etbalarma söylemiş ol­duğu bir cümle olsun. Muhtemel ki, ilk ümmetin son ümmete söy­lemiş olduğu bir cümle olsun. Muhtemel ki bu söz Cenab-ı Hakk' m sözü olsun. Yani Allah hepsine birden, «azabı tadınız» diyor ve bunun nedeni de daha önce kazanmış olduğunuz pis amelleriniz ve kâfirliğinizdir.

(40) «Kuşkusuz âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara iman etmekten kaçınıp böbürlenenlere gök kapıları açılmaz...»

Bu âyet hakkında gelen tefsirler :

«Bizim âyetlerimizi yalanlayanlardan maksad, tevhid delil­lerini, Allah'ı birleyen hüccetleri yalanlayan ve onlara inanmayan, Allah'ın peygamberlerine uymayan kimselerdir. Onlar bu âyetle­re iman etmek hususunda böbürlenirler. Onları tasdik etmezler ve onlara baş eğmezler. O âyetlerin istediği şekilde amel etmek­ten de böbürlenirler. îşte bunlara gök kapıları açılmaz. Yani bun­ların ruhları cesedlerinden çıkınca, gök kapılan açılmaz ki, o ruh yücelip Allah'ın huzuruna varsın. Onlar hayatta iken de sözlerin­den ve amellerinden dolayı gök kapılan açılmaz. Dualan için gök kapıları açılmaz. Çünkü onların hem ruhları, hem sözleri, hem amelleri habis (pis) tir. Allah'ın huzuruna ancak tayyib kelimeler yükselip gider. Salih ameller yükselip gider.

îbn Abbas, «göklerin kapılan kâfirlerin ruhları için açılmaz, fakat mü'minlerin ruhları için açılır» dedi.

Başka'bir rivayette İbn Abbas; «Onların sözleri ve amelleri yükselip Allah'ın huzuruna gitmez» dedi.

îbn Cüreyc, «Göklerin kapıları ne onların amellerine ve ne de ruhlarına açılmaz» dedi.

İbn Cerir, Taberi, Berra bin Azib tarikiyle Allah'ın Resulün­den rivayet etti:

Peygamber, faoir bir kimsenin ruhunun kabzedilmesini ve onun yükseltilip göğe götürülmesini zikrederken şunları söyledi:

«Melekler onu yükseltip götürürler. O, melek gurublarının hangisinin yanından geçerse, o gurublar, «Bu habis (pis) ruh ne­dir?» diye onun pis kokusundan şikâyet ederler. Getirenler, onun dünyadaki en çirkin isimlerini anarak «Filanın ruhudur» derler. Bu ruhu, göklere götürünceye kadar durum böyledir. Göklerin açılmasını isterler, gök de onlara açılmaz.»

Peygamber bunu dedikten sonra, «onlar için göğün kapıları açihhaz, deve iğnenin deliğinden geçmedikçe onlar cennete gir­mez» âyetini okudu. Bazı müfessirlere göre, âyetin manası şöyledir: Onlar için gök kapıları açılmaz, yani onlann üzerine bereket ve hayır inmez. Çünkü bereket ve hayır ancak gökten (yücelikten) iner, gök ka­pıları onlar için açılmayınca onlar üzerine hayır, bereket ve rah­metten bir şey inmez, demektir. [61]

 

(40) «Deve İğne Deliğinden Geçmedikçe Cenne­te Girmezler...»

 

Bu Âyet-i Celîlede bütün canlıların arasından deve seçilmiştir.

Çünkü Kur'an'm ilk muhatablan olan Araplar katında en büyük hayvan deve idi. Bir de iğnenin deliği zikredilmiş, çünkü o da deliklerin en darıdır. Devenin o büyük vücuduna rağmen o da­racık iğne deliğinden geçmesi muhaldir. Öyleyse kâfirlerin de cen­nete girmeleri muhaldir. Cenab-ı Hakk, onlann cennete girmele­rini bu şarta bağladı. Bu şartın oluşu muhal olduğundan dolayı, bu şarta bağlanan meşrut (onlann cennete girmeleri) da muhal oldu. Böylece sabit oldu ki kâfirin cennete girmesi yüzde yüz ya­saktır ve kesinlikle olmaz.

Bu âyetin tefsirinde Fahri Razî şunu ileri sürüyor:

Tenasuha hükmedenler, tenasühün oluşuna dair bu âyetle is­tidlal ederek dediler: «Ruhlar beşerin cesedlerindeyken isyan ettiler ve günâha kaydılar. O bedenlerin Ölümünden sonra başka bedenlere geçiriliyorlar. Böylece azabta devam ederler. Tâ ki devenin bedeninden, iğnenin deliğinden geçen kurtçuğun bede­nine intikal edinceye kadar, böyle devam ederler. Böyle olduktan sonra o günâhlardan da, isyanlardan da tertemiz olur. o zaman cennete girer, ebedî saadete varırlar!»

Fakat bilmiş ol ki, tenasüh bâtıldır. Bu istidlal da zayıftır. Al^ lan daha iyisini bilir  [62]

(40)  «İşte böylece mücrimleri (suçluları) cezalandırırız,..» Bu âyet hakkında gelen tefsir:

Yani bu zikrettiğimiz ceza gibi, mücrimleri cezalandırırız. Al­lah (C.C.) daha iyisini bilir, fakat mücrimlerden maksad, kâfir­lerdir. Çünkü daha Önce geçen vasıfları, Allah'ın âyetlerini yalan­lamaları ve buna iman etmekten böbürlenmeleridir. Böyle yapan­lar kâfirlerdir. Böylece «mücrim» kelimesini kâfir manasına al­mak vacib oldu. [63]

 

Garîb Ve Hoş Bir Konu ;

 

İmam Ahmed, Ebu Muaviye'den, A'meş'ten, El Minhal'den, Za-zan'dan, Berra bin Azib'ten rivayet etti:                           Resûlüllah ile beraber Ensardan ölen bir kişinin cenazesine katılıp kabre vardık. Kişi lahde konulduktan sonra Allah'ın Re­sulü oturdu. Biz de etrafında oturduk. Sanki başımıza kuşlar kon­muştu. Yani kıpırdamak yoktu. Peygamberin elinde bir ağaç par­çası vardı. Onunla yeri deşiyordu. Bir an .başını kaldırdı ve buyur­du:

«Kabir azabından Allah'a sığınınız!..»

Bu sözünü iki veya üç defa tekrar etti. Sonra, «Mü'min bir kul dünyadan ayrılıp ahirete yöneldiği halde, gökten ona melek­ler gelir, yüzleri pırıl pırıl parlar. Sanki yüzleri güneştir. O me­leklerin yanında cennetin kefenlerinden kefenler, cennetin kokulu Hanutundan, Hanut vardır. Onlar gözle görülecek kadar o meyyit­ten uzak otururlar. Sonra ölüm meleği gelir, onun başının ucun­da oturur ve;

«Ey itmi'nana kavuşmuş nefis, Allçüı'dan gelen bir mağfiret ve ridvana çık» derler. Bunun üzerine damlanın su kabından damlaması gibi, ruh cesedden çıkar. Ölüm meleği ruhu alıyor, o ruhu aldığı zaman, gözü açıp kapaması kadar da olsa, melekler o ruhu bırakmazlar. Derhal alırlar, o kefenler ve hoş kokulu hanutla onu sararlar. Ondan miskin en hoş kokusu gibi koku çıkar. Yeryüzün­de bulunan en hoş kokulu miskin kokusundan daha hoş koku çı­kar. Onu göklere doğru götürürler.- Onu melek güruhlarının han­gisinin yanından geçirirlerse «Bu ne güzel bir ruhtur» derler. Gö* türen melekler de, «Bu filan oğlu filanın ruhudur» derler- ve o adamın dünyadaki en hoş isim ve künyelerini anarlar. Tâ ki bunu göğe götürünceye kadar bu devam eder. Gök kapısını açmak is­terler. Onlara kapı açılır. Her gökten diğer göğe kadar o göğün en yakın melekleri onu teşyi ederler. O ruh için yedinci göğe va­rıncaya kadar durum budur. Cenab-ı Hakk buyuruyor :

«Benim kulumun kitabım İlliyyinler (cennetlikler) içinde ya­zınız. Onu yere iade ediniz. Çünkü ben onları yerden yarattım. On­ları yere iade edeceğim ve ikinci .bir kez onları yerden çıkarıp haş-re gödereceğim.»

Cenab-ı Peygamber devamla : O ruh yere iade olunur. İki me­lek, yani Nekir ve Munker, gelirler, onu oturturlar ve ondan:

«Senin Rabb'ın kimdir?» diye sorarlar. O da, «Benim Rabbim Allah'dtr» der. İki melek:

. «Senin dinin hangi dindir?» diye sorarlar. O da; «Benim dinim İslâmdır» der. İki melek;

«Size peygamber olarak gönderilen şu kişi kimdir?» derler. O da;

«O, Allah'ın Resulüdür» der. Melekler ona; «Senin amelin nedir?» derler. O da;

«Allah'ın kitabım okudum, ona iman ettim. Onu doğruladım» cevabını verir. Böylece gökten Allah tarafından bir dellal seslenir :

«Kulum doğru söyledi. Cennetten ona döşekler yayınız ve cen­net elbiselerini ona giydiriniz ve cennete açılan bir kapıyı ona açı­nız denir. Böylece cennetin hoş kokusundan onun kabrine bir koku geliyor. Onun kabri göz görebildiği kadar onun için genişliyor.»

Cenab-ı Peygamber devam etti:

«Ona güzel yüzlü ve güzel elbiseli birisi gelir. Ona :

  «Sana dünyada vaadedilen ve bugün seni sevindiren bir şey nedir!» der, Ölü, o gelenden soruyor :

  Sen kimsin? Senin yüzün hayırla gelen bir yüze benziyor. O gelen de:

—: Ben, senin dünyada işlemiş olduğun salih amelim der. Ka­bir sahibi:

  Ey Rabbim, kıyameti kopar. Ey Rabbim, kıyameti kopar ki ben aile efradıma ve malıma dönüş yapayım, niyazında bulu­nur.»

Cenab-ı Peygamber devam etti:

  Kâfir bir kul dünyadan ayrılıp ahirete yönelince, gökler­den, yüzleri simsiyah, beraberlerinde sivri kıldan yapılmış elbise­ler olan melekler inerler. Gözün görebileceği kadar onun uzağın­da otururlar. Sonra ölüm meleği gelir, onun başının ucunda otu­rup;

  «Ey habis nefis, Allah'ın gazdb ve öfkesine dönüş yap!» der.

Böylece ruh, o kâfirin bedeninde parçalanır. Herhangi biriniz ıslanmış yünleri dikenli bir ağacın üzerine atıp, çektiğiniz gibi, ruh cesedden çekilir. Ölüm meleği ruhu eline ahr. Onu eline aldı­ğında göz açıp kapayıncaya kadar da olsa, onu elinden bırakmaz­lar. Onu, o katı kıldan yapılmış sargıya sararlar. Yeryüzünde bu­lunan en pis cife kokusu gibi, pis bir koku ondan çıkar. Onu göklere doğru götürürler. O hangi melek gurubunun yanın­dan geçerse o gurub, «Bu habis ruh kimin ruhudur?» diye sorarlar. Götüren melekler de, yeryüzünde en kötü isim ve lakabı ne ise, onunla onu anarak «filan oğlu filanın ruhudur» derler. Böylece ruh, yeryüzüne en yakın olan göğe kadar getirilir. Gök kapısı açıl­mak istenir, fakat açılmaz.»

Hz. Peygamber bunu söyledikten sonra :

«Onlar için göğün kapıları açılmaz. Deve iğnenin deliğinden geçmedikçe, onlar cennete girmez» âyetini okudu. Cenab-ı Hakk, o anda, «onun kitabını yerin en alt tabakası olan siccin de yazı­nız» der. Böylece onun ruhu o yükseklikten atılır.»

Cenab-ı Peygamber bunu söyledikten sonra :

  Kim ki Allah'a şirk   koşarsa sanki o,   gökten düşmüştür. Kuş onu kapar  veya rüzgâr onu alıp uzak bir mekâna götürür [Kur'an : 30] âyetini okudu. Böylece onun ruhu cesedine geri ge­lir. Ona iki melek, yani Nekir ile Münker gelir,   onu   oturturlar. Ondan sorarlar:

  Senin Rabbin kimdir?

O:

  «Ah, Ah, ben bilmem» diye cevab verir. İki melek ondan sorarlar:

  Senin dinin, hangi dindir?

O yine:

  «Ah, ah ben bilmem» diye cevab verir. İki melek:

  «Size peygamber olarak gönderilen kişi kimdir?» diye so­rarlar. O yine:

  «Ah, ah, ben bilmem» der. Böylece gökten Allah tarafından bir delial seslenir:

— «Kulum yalan söyledi. Ateşten ona bir döşek serîniz. Onun kabrinden cehenneme açılan bir kapı açınız» der. Böylece cehen­nemin sıcağından, zehirlerinden ve dumanından onun kabri do­lar ve kabri onun üzerinde daralır. Öyle ki, onun kaburgaları bir­birine geçer. Yüzü ve elbiseleri çirkin birisi onun kabrine gelir. O gelenden en kötü kokular saçılmaktadır. O gelen, ölüye:

  «Sana dünyada vaadedilen ve bugün senin halini kötüle-yen bir şeyle müjdelen» der. Ölü :

  «Sen kimsin? Senin yüzün şerri getiren bir yüzdür» der. O:

  «Ben senin habis (pis) amelinim» der. Ölü:

  «Ya Rab Kıyamet kopmasın» der.»

îmam Ahmed, yine Abdurrezzaktan, Ma'merden, Yunus bin Habab'tan, el-Minhal bin Amr'dan, Zazan'dan, Berra bin Azib'ten rivayet etti:

Biz Resûlüllah ile beraber bir cenazeye katıldık dedi ve bah­si geçen hadisin benzerini zikretti. Fakat bu ikinci hadisde şu da vardır:

«Mü'min kulun ruhu çıktığı zaman ,yer ile gök arasında ne kadar melek varsa, ona dua ederler. Göklerdeki melekler de ona dua ederler. Onun için göğün kapıları açılır. Herhangi bir kapıda vazifeli bulunan melekler Cenab-ı Hakk'a:

  Yarab, bu mübarek ruhu, bu kapıdan yükselt diye yalva­rırlar. Ve hadisin sonunda;

«O {kâfir] kimseye, iki gözü kör, sağır, dilsiz, elinde bir da­ğa vurduğu takdirde dağı tuz buz edecek kadar dehşetli bir sopa olan birisi musahhar kılınır. Ona bir darbe indirir, o toprak olur, Tekraren Cenab-ı Hakk, onu cisme çevirir, eskisi gibi yapar. O gelen tekrar ona vurur. O öyle bir sesle bağırır ki insanlar ve cin­lerden başka her şey onun sesini işitirler.»

Hadisin ravisi Berra devamla:

«Sonra ona ateşten bir kapı açılır. Ateşten ona döşek serilir.» dedi.

Said bin Yesar, Ebu Hureyre'den, Allah'ın Resûlü'nden riva­yet etti:

Ölümle pençeleşenin yanında melekler hazır bulunur. Eğer ölü salih bir kişi ise melekler :

  «Ey güzel cesedde bulunan mutmain nefis! Övülerek rah­met, güzel koku ve gazabsız bir Rabbe müjdelenerek çık,» derler ve onu göklere götürünceye kadar bunu söylerler. Onun için gök kapısının açılmasını isterler. Deniliyor ki:

  Bu gelen kimdir? Götüren melekler:

  Falan zattır derler. Demliyor ki:

«Güzel cesedde olan güzel nefse merhaba, övülerek, rahmet­le ve gazabı olmayan bir. Rabbin mulakatıyla müjdelenerek gir.»

Bu söz Cenab-ı Hakk'ın bulunduğu semaya kadar söylenir. (Allah'ın semada bulunması, keyfiyet bakımından bizim meçhu-lümüzdür. Zira Allah zaman ve mekândan münezzehtir. Hadisin bu cümlesi müteşabüıtir. Yani manası kapalıdır. Bazı kimseler Allah'ın arşının bulunduğu semâdır demişlerdir.)

Ölü kötü bir kimse ise, melekler :

«Ey pis cesedde bulunan pis nefis! Mezmum olarak cehenne­min irini ile müjdelenerek çık» derler. Onu göğe götürünceye ka­dar bu sözü tekrar ederler. Onun için gök kapısının açılması iste­nir. Deniliyor ki:

.   — Bu kimdir ? Götüren melekler:

  «Bu filandır» derler. Oradaküer :

  «Pis cesedde bulunan pis nefse merhaba olmasın. Yerile­rek dönüş yap. Çünkü senin için göğün kapıları açılmaz,» derler. Böylece o nefis yer ile gök arasında bırakılır, kabre varır.

(42) «îman edip salih amelde bulunanlar  ki bir nefse an­cak gücü yettiğini yükleriz  İşte onlar cennetliktirler. Onlar ora­da sonsuza dek kalıcıdırlar...»

Bu Âyet-i Celîlenin tefsiri:

Bizim âyetlerimize iman eden, âyetlerimizi yalanlamayan, sa­lih amellerde bulunan, salih amelleri yapmaktan böbürlenmeyen, işte onlar cennetin arkadaşları (ehlidir)ler.«Bw bir nefse, ancak gücü yettiğini yükleriz» cümlesi, mübteda ile haber arasında ge­len ihtirazi (ara) bir cümledir.

Bazı tefsirciler «Bu cümleye şu manayı vermişlerdir: Biz her­hangi bir nefse ancak o nefis için genişlik meyvesini vereni yükle­tiriz. Yani genişliği gökle yer arası kadar olan cenneti, meyve ve­ren amelleri yükletiriz» demişlerdir. Fakat bu mana, zahirin hila-fınadır. Her ne kadar âyet bu manaya da hamledüdiği takdirde teşvik ve terğibten uzak kalmıyorsa da, bu mana âyetin zahirine uzak düşer.

«Onlar orada kalıcıdırlar» cümlesi, cennet ehlinin halidir. Ya­ni cennet hayatı ebedî ve sonsuzdur. Bazı safsatacıların duygusal olarak «Uzun bir müddet devam eder, sonra sonuçlanır» demele­rine bakılmamalıdır. Zira ikisi de sonsuzdur. Allah daha iyi bi­lir!..

Âyetteki «vusu'» kelimesi, insanoğlunun genişlik halinde güç yitirdiği, darlık ve şiddet halinde yapılması kolay olan demek­tir. Bunun delili de, Muaz bin Cebel, âyette «illa vua'ha» yeri­ne «illa yusreha lâ u'sreha» (ancak onun kolay olanı tek-lif kılınmıştır, yapılması mümkün olmayanı değil) şeklinde oku­muş veya tefsir etmiştir. Gücün son noktasına gelince, ona «vu­su' değil de «cehd» denilir. Vusu'un gücün bütün varlığını ver­mek manasında olduğunu zanneden bir kimse yanılmıştır.

El-Cübbai; bu âyet cebircilerin mezhebinin bâtıl olduğuna işa­ret eder. Şöyle ki cebirciler, «Cenab-ı Hakk, kula gücünün yet­mediğini de teklif kılmıştır» derler. Fakat Cenab-ı Hakk, bu cüm­lede onları yalanlamaktadır.

(43) «Biz, onların göğüslerinde bulunan kini çıkarıp attık... Altlarında nehirler akar. Onlar bizi buna hidayet eden Allah'a hamdolsun. Eğer Allah bizi hidayet etmeseydi biz buna (doğruya), erişemezdik. Kuşkusuz Rabbimiz elçileri hak (ve gerçek) ile gel­diler, derler.»

Bu âyet hakkında gelen tefsirler :

Yani tabiatın isteği olarak kalblerinde gizli bulunan kin ve düşmanlığı sökeriz. Bu kin ve düşmanlık, dünyada aralarında ce­reyan eden birtakım emirlerden ileri geliyordu.

îbn Cerir, İbn Ebi-Hâtim ve Ebu Şeyh, Süddi'den rivayet et­tiler :

Cennet ehli, cennete sevkolunduklarında oraya varırlar. Cen­netin kapısında bir ağaç bulurlar. Onun kökünden iki çeşme akı­yor. O çeşmelerin birisinden içerler. Böylece onların kalbinde bu­lunan kin sökülüp düşer. İşte temiz içecek budur. Diğer çeşmeden yıkanırlar. Onların üzerinde nimetin parıltısı görünür... Onlar ar- ıw. tık hiçbir zaman kirlenmezler.

İbn Ebi-Hâtim, Hasan Basri'den rivayet etti:

Kulağıma geldi ki, Allah'ın Resulü, «Cennet ehli köprüyü geç­tikten sonra durdurulurlar. Onların bazısının diğerinde olan  dünyadaki  haklan alınır. Böylece kalblerinde kin ve buğz ol­maksızın cennete girerler!..»

Bazı tefsircilere göre bu âyetden maksad, onların kalblerini temizledik, kalblerini cennetin derecelerinden ötürü kıskanmak, tan koruduk. Allah'ın dergâhı izzetine yaklaşmak mertebelerinden dolayı birbirlerini kıskanmıyorlar. Yani alt derece sahibi, en üst derece sahibini kıskanmıyor. Bu cümle, Cenab-ı Hakk'm daha ön­ce cehennem ehli hakkında «Bazıları diğerine lanet edem cümle­sine karşılıktır. Âyetin manası bunlardan hangisi olursa olsun, buradaki   «sökülmekten»   maksad,   ahiretteki   sökülmektir.

Ancak Cenab-ı Hakk, mazi  sigasıyla bunu tabir ediyor. Çünkü yüzde yüz olan bir şey olmuş gibidir.

Bazı tefsircilere göre ise; bu kinin sökülmesi, ancak dünya­dadır. Maksad, onlar ilk başta bu kinle sıfatlanmamışlardır. Bu olmayan kini söküp atarız tabiri ile ifade etmek mecazidir. Umu­lur ki bu, Resûlüllah'ın ashabı gibi en kâmil müminlere nazaran böyle olabilir. Çünkü o sahabeler aralarında merhametli idiler. Bazıları diğerini nefsini sevdiği gibi severlerdi. Veya âyetten mak­sad, Allah'ın tevfiki ile ölümden Önce o kini izale ederiz, demek­tir. Yani kin, beşeriyet mizacının gereği olduğundan dolayı, ölümden önce onu söküp atarız.

Muhtemel ki, Hz. Ali'nin bu âyet hususunda «Ümid ederim ki, ben, Osman, Talha ve Zübeyr bunlardan olalım» dediği bu iki vec­ih üzerine hamledilsin.

Onların bulundukları köşkler ve sarayların duvarlarının di­binden nehirler akar. Bu, onların lezzet ve sürürünü artırmak için­dir. Onlar, hamd o Allaha mahsustur ki, bizi bu büyük zafere, bu sonsuz nimete hidayet etmiştir. Buradaki hidayetten maksad, kişiyi o büyük zafere götüren kalbi ve kalbi amellerden meydana gelen hidayettir. Bu da, buna muvaffak olmakla ve bununla nite­lenmenin manilerini ortadan kaldırmakla olur.

Tefsir alimlerinin bazıları: «haza» kelimesinin işaret ettiği, o kinin kalblerden sökülmesidir. Yani «Hdmd, o Allaha mahsus olsun ki, bizi kinin kalblerden sökülmesine hidayet etmiştir» de­mişlerdir. Bu tefsir için Alûsi «Hiçbir kıymet taşıdığını görme­mekteyim» diyor.

Eğer Allah bizi buna muvaffak kılmasaydı, biz bu büyük za­fere veya bunun cümlesinden olan herhangi bir isteğe varamaz­dık. Cennet ehli, bu sözü, sevinçlerini izhar etmek ve elde ettik­leri nimetlerden ötürü sevindiklerini belirtmek için söylemişlerdir. Bunu ikinci bir lezzet alsınlar diye, söylemişler. Allah'a yak­laşmak veya kulluk etmek manasıyla söylememişlerdir. Çünkü cennet artık kulluk yeri değildir. Cennetlilerin bu sözü dünyada hayırlı bir rızka mazhar olup da böyle konuşan bir kimsenin sö­züne benzer. Bu kimse, bu sözü söylemekten nefsini alıkoyamaz. Bunu yaklaşmak için söylemiyorum.

«Yemin olsun, Rabbimizin elçileri bize hak ile geldiler.» Bu cümle ile de cennet ehli Allah'a yaklaşmayı kastetmediler. Bu, peygamberlerin dünyada onlara cenneti vaadetmelerinin doğru oluşunun beyanıdır. Bazı müfessirlere göre de, bu onların hidaye­tinin nedenidir.

Bu Âyet-i Celilede Kadercilerin mezhebini reddedecek açık delil vardır. Zira kaderciler, «Hidayette olan herkes, nefsi için hi­dayeti yaratır. Allah ona hidayeti yaratmış değildir» derler.

Mu'tezile'nin «Dünyada hidayet olunan nefsi ile hidayet ol­muştur» sözlerini, cennet ehlinin «Eğer Allah (C.C.) bizi hidayet etmeseydi biz hidayet olunmazdık» sözleriyle karşılaştır. îki gu­ruptan hangisini nefsine seçersen seç. Fakat ey akıllı kişi, Cenab-ı Hakk'ın övmüş olduğu bir kitlenin itikadını bırakıp heva ve taas­subu ile yuvarlanıp giden bir kimsenin sözünü seçeceğine kanaa­tim yoktur.

Keşşaf sahibi Zemahşerî, bu âyetin Mu'tezile'nin aleyhinde ol­duğunu görünce, «Buradaki hidayet lütuf manasınadır. O lütuf ki ondan ötürü kul, kendi nefsi için hidayeti yaratır» demiştir.

Alûsi, «Hayatıma yemin ederim, Zemahşehri'nin bu sözü, lutuf-tan mahrum olan bir kimsenin sözüdür. Allahtan af ve afiyet di­liyoruz» der  [64]

 (43) «İşte bu amelleriniz sayesinde elde ettiğiniz o cennet­tir diye seslenilir.»

Bu âyet hakkında gelen yorum :

Çağıranlar, meleklerdir. Cennet ehlini çağırırlar. Bazı mü­fessirlere göre, çağıran Allah (C.C.Kır. Fakat bu âyetle ilgili eser­ler çağıranın melekler olduğunu kuvvetlendirmektedir.

«tîlke» ismi işarettir. Uzakta olan bir nesneye işaret eder. Acaba cennet, cennet ehlinden uzak mıdır ki Cenab-ı Hak «Tilke» tabiriyle cennete işaret etmiştir? Buradaki uzaklık, ya cennetin mertebesinin yüksekliğinden veya o mertebenin uzaklığından ki­nayedir veya cennettiler cenneti uzaktan gördükleri zaman, onla­ra bu söz söylenilmiştir. Veya bu tabir dünyada onlara vaadedilen cennetin bu olduğuna işarettir. Nitekim Zeccac'ın konuşması, bu­na işaret ediyor.

uristumüha'daki «Miras» tabiri vermekten kinaye ve me­cazdır. Miras yoluyla elde etmişsinizden maksad, Allah tarafından size verilmiştir, demektir.

Âyetin sonunda «bimâ» tabirindeki «Bİ» harfi, sebebiyet içindir. Yani dünyada işlemiş olduğunuz salih amellerden ötürü o cennet size miras olarak verilmiştir. Vermek yerine Miras tabiri­nin kullanılması, sebebinin burada mucib (gerekli kılan), olma­dığına işaret eder. Yani salih amel, cennet sahiblerine cenneti ver­meyi Allah'a farz kılmıyor. Zira amel her ne kadar zahirde sebeb ise de, esasen mucib (gerektiren) değildir. Nitekim miras, çalış­maksızın elde edilen bir mülktür. Her ne kadar soy bu mülk edin­menin zahiri ise de.

Cenab-ı Peygamberin «Hiçbiriniz cennete amelinden ötürü girmez» hadisi ile, Sahihayn'den Ebu Hureyre ve Cabir'den gelen «Hiç biriniz amelinden ötürü kurtulamaz»  hadislerindeki   «be» harfi, tam bir sebebtir. Yani katıksız olarak amelinizden ötürü hiç biriniz cennete girmez ve katıksız olarak ameliniz hiç birinizi kur­taramaz. Onunla Allah'ın lûtfu olursa, kurtuluş olur. Böylece, bu iki hadis ile ayet arasındaki çelişki kalkmış oluyor. Çünkü âyette­ki «BE» harfi tam sebeb için değildir. Hadislerdeki «BE» harfi de tam sebeb içindir. Böylece çelişki kaldırılmış oluyor. Mümkün ki, bu âyetteki «BE» harfi ivaz (bedel) için olsun. Yani bu miras olarak elde ettiğiniz cennet, amellerinizin ivazı ve karşılığıdır.

Bazı müfessirler, «tilke» kelimesi, cennette bulunan ve esa­sında cehennemlikler için yaratılmış olan birtakım konaklara işa­rettir. Eğer cehennemlikler Allah'a itaat etseydi Allah o konakla­rı onlara verecekti. Fakat Cenab-ı Hakk, bu konaklan mü'minlere miras olarak vermiştir, diyorlar. Bu hususta İbn Cerir ve Ebu Şeyh, Süddiden rivayet ettiler :

Hiçbir mü'min ve hiçbir kafir yoktur ki, onun hem cennette hem de cehennemde belli bir konağı olmasın. Ne zaman ki cennet ehli cennete ve cehennem ehlî de cehenneme girip konaklarına varırlarsa, cennet; cehennem ehline görünecek şekilde yükselti­lir, cehennemlikler, cennete bakarlar, oradaki konaklan görürler. Cehennemliklere : «Eğer siz Allah'ln tâ'atiyle amel etseydiniz işte bunlar sizin konaklarınız olacaktı» denildikten sonra «Ey cennet­likler, dünyada yapmış olduğunuz amellerinizin karşılığı olarak bu konaklan miras olarak alınız» deniliyor. Ve cennet ehli konak­ları aralarında taksim ederler. Alûsi bunlan naklettikten sonra şunu ekliyor.

Biliyorsun ki; bu garib miras hükmü dahi mecaza olan ihti­yacı defetmez.

Mu'tezile'ler, «cennete girmek, bu âyete istinaden Allah'ın fazliyle değil, katıksız olarak amellerden Ötürüdür,» demişlerdir. Fakat gizli değildir ki, hiçbir mü'min Allah'ın faziletinden bu hu­susta kurtulamaz. Zira âmellerin bizzat cennete girmeyi gerektirmeleri veya Allah'ın o amellerin sahibini cennete göndermek mec­buriyetinde olduğu düşünülecek bir durum değildir. En fazla dü­şünülecek şudur: «Allah lûtufta bulunmuş, bu salih amelleri üze­rine kişinin cennete girmesini tertib etmiştir. Eğer Allah'ın lûtfu olmasaydı bu olmazdı.»

Ben bu hususta, bir çok konuda olduğu gibi, Mutezilelerden daha fazla cüretli bir kimseyi görmüyorum. Çünkü onların kela­mının neticesi şu noktaya geliyor: Cennet ve cennetin sonsuz ni­metleri, Allanın üzerinde hak olacaktır. Bu gerekli olan bir hak­la onların olmuştur.» Oysa Allah hiçbir şeyden ne yararlanır, ne de her hangi bir şeyden zarar görür ve bû konuda onların kana­atine göre Allanın hiçbir lutfu onlar üzerinde yoktur. Belki bu, bir borç mesebesindedir ve bu alacak, sahibine (Alacaklıya) veril­miştir. Ey Allahım, sen ortaktan münezzehsin, Mutezilelerin bu hükmü büyük bir bühtan ve korkunç bir yalanlamadır. Bu konu­da sıhhatli bir haber de yoktur[65]

 

Meal

 

(44) Cennetlikler cehennemliklere: «Biz Rabbimizin bize va-adettiğini hak olarak bulduk. Acaba siz de Rabbinizin size va­ade t ti ğin i  hak  olarak  buldunuz  mu?»  diye  seslenirler.  Cehen­nemlikler:   «Evet   fhak  olarak  bulduk]»  derler.   Bunun  üzerine aralarından bir müezzin  (dellal)  «Allahın laneti zalimlerin üze-ı liftledir» diye ilân eder.»

(45) «O  zalimler ki, Allanın  yolundan   (ona tabi   olmak­tan) halkı menederler ve o eğri olsun isterler. Onlar ah i re ti de inkâr ederler.»

(46) «Cennet  ile  cehennem   (veya  iki   kitle)   arasında  bir perde  (sur)  vardır.  (O surun)  yüksek noktalarda iki tarafı da nişanlarıyla tanıyacak erkekler  (nöbetçiler)  vardır. Bunlar, cen­netliklere  «sizin  üzerinize selam  olsun»  diye  seslendiler.   Oysa cennetlikler cennete girmeyi arzuladıkları halde hâlâ cennete gir­memişlerdir.»

(47) «A'raf ehlinin gözleri cehennemlikler tarafına çevril­diği zaman: Ey Rabbimiz, bizi zalim kavimle beraber kılma, der­ler.»

(48) A'raf ehli, nişanlarıyla tanıdıkları bazı adamlara «Ne topladığınız, ne de böbürlenmeniz, size bir yarar sağlamadı» di­ye seslendiler.

(49) (yine A'raf ehli)  «kendilerini Allanın hiçbir rahmete erdirmeyecek diye  yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıdır?  diye seslendiler.   (Sonra Allah cennetliklere)  girin cennete, sizin için artık ne bir korku vardır, ne de mahzun olacaksınız.»

(50) Cehennemlikler,   cennetliklere  seslenir:   «Sudan   veya Allahın rızık olarak size verdiğinden bize aktarınız.»

Cennetlikler, «şüphesiz Allah bu ikisini de kâfirlere haram kılmıştır» derler.

(51) «O kâfirler ki dinlerini eğlence ve oyun edinmişlerdi. Dünya hayatı onları aldattı. Onlar şu günleriyle karşılaşmayı ve ayetlerimizi inkâr edip tanımadıkları gibi, biz de bugün onları öylece unuturuz.»[66]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(44) Cennetlikler cehennemliklere; «Biz Rdbbimizin bize vaadettiğini hak olarak bulduk. Acaba siz de Rabbinizin size vaa-dettiğini hak olarak buldunuz mu? diye sesleniyorlar.»

Bu âyetin tahlili:

Cennetlikler cennette, cehennemlikler de cehennemde istik­rar bulduktan sonra bu kelam onlarca söylenir. Nitekim âye­tin zahirinden de bu anlaşılıyor. Burada mazi sığasının kullanıl­ması, yüzde yüz oluşacak bir şeyin olmuş gibi sayılmasından ileri geliyor. Ayetin manası: Cennet ehlinden her gurub dünyada ta­nıdıkları cehennem ehlini; onların ayıplarını sergilemek, onları daha fazla üzmek için çağırırlar: «Peygamberlerin diliyle Allah'ın bize vaadettiği nimet ve kerameti elde etmek suretiyle hak olarak bulduk. Acaba aynı peygamberler diliyle size vaade-dilen rezalet, zillet ve azabı, siz de hak olarak buldunuz mu? Cen­net ve cehennem ne kadar uzak olursa olsun cennetliklerin cehen­nemliklere bu şekilde seslenmesi ve duyurması bunların da cevab vermesi, uzak bir ihtimal olarak sayılmamalıdır. Çünkü o ahiret âlemi bizim âlemimizdir. Birtakım maniler ve engellerden uzak olan bir âlemdir. Cehennemliklerin cennetliklere verdikleri cevab-ta: «Evet, biz de Rabimizin peygamberlerin diliyle bize vaadettik-lerini hak olarak bulduk» itirafı vardır.

El-Kissî, âyetteki «naam» kelimesini «niam» şeklinde oku­muştur. Bu okuyuş, Kinane ve Huzeyle kabilelerine nisbet edilen bir lehçedir. Böyle bir kıraat gelmiş ve nakl-i sahih ile lûgatçılar

bunu ispat etmişlerdir. Buna rağmen bunu inkâr edenin sözüne itibar edilmez. Hz. Ömer'in bir kavimden bir şey sorduğunu, on­ların da onun cevabında «niam» dediklerini ve Hz. Ömer de «niam» develere denilir. «naam» deyiniz» dediğinin sahih oldu-1 ğunu görmüyorum. Çünkü burada, fasihin en sıhhatlısma muhale­fet vardır  [67]

Âyet-i Celîlede geçen «müezzin» kelimesi, İbn Abbas'tan ge­len rivayete göre, sûra üfleyen melektir.

Bazı müfessirler de «Cehennem hazini olan Malik isimli melektir» demişlerdir.

Bazıları da «Herhangi bir melektir, Allah ona böyle bağırma­sını emreder» demişlerdir.

îmamilerin, İbn-i Abbas'tan ve Er-Riza'dan rivayet ederek «Bu müezzin Hz. Ali'dir» demeleri, ehli sünnet tarikiyle sabit ol­mamıştır. Bir de Kuds'un hazirelerinde (Allah'ın huzurunda) mü­ezzinlik yapmak Hz. Ali'yi aşar.

«Allahın laneti zalimlerin üzerindedir» cümlesi, cennet ehli­nin sürürünü ve cehennem ehlinin de üzüntüsünü artırmak için yapılan bir ilândır.

«Allah'ın yolundan menederler» cümlesinden maksad, nefis­lerini Allah'ın dininden menederler ve Allah'ın dininden yüz çe­virirler. Veya başkalarını Allah'ın dininden menederler, yani ora­ya girmemeleri için halka yasak koyarlar, demektir.

«O dini eğri olarak ararlar.» Yani onun aleyhinde bulunurlar. Ona iman etmezler. Veya ona yanlış tevil ararlar. Bâtıla kaydıra­cak teviller getirmeğe çalışırlar.

Deniliyor ki «ivec» esre ile okunduğu zaman din ve yolda olan eğrilik demektir. Üstün ile «avac» okunduğu zaman yaradı­lıştaki eğrilik demektir. Nitekim, «onun bacağında «avac» var­dır, onun dininde ivec vardır denildiği gibi.» Rağib el îsfehanî, «avac» dikilmiş ağaç gibi gözle görülen nesnelerde kullanılır. «îvec» ise, fikir ve basiretle idrak edilen nesnelerde kullanılır.» diyor. [68]

 

A'raf Bahsi

 

(46) «Cennet ile cehennem veya iki kitle arasında bir perde vardır...» Bu âyet hakkında gelen tefsir:

Bu «perde»den maksad, cennet ile cehennem arasına geri­len sur'dur. Bu büyük bir perdedir, cennetin etkisinin cehenne­me, cehennemin etkisinin cennete ulaşmasını önler. Fakat bu SUR seslerin işitilmesine engel olmuyor. Zira ahiret emirleri, dünya emirleriyle kıyas edilemez.

îbn Cerir; «âyetteki hicab (perde)tan maksad, Cenab-ı Hakk, onların aralarında bir sur kılmıştır. O surun bir kapısı var. Onun iç kısmında rahmet, dış kısmmda azab vardır» demektir. îşte bu sur, Cenab-ı hakk'm «â'raf üzerinde erkekler vardır» di­ye buyurduğu â'raf'tır. bu sur, â'raf ismini bu kelimeden al­mıştır. Sonra îbn-i Cerir, Süddi'nin, «Onların aralarında perde (yani sur) vardır. O sur da, Araf'tır» dediğini nakletti.

Mücahid, «â'raf, cennet ile cehennem arasında bir perde (sur)dur; onun kapısı vardır» diyor.

Îbn Cerir, «â'raf, araf'in çoğuludur. Â'raf, yerin yüksek te­pelerine denilir. Araplar, her yüksek yere Â'raf derler, horozun ibiğine Â'raf denilmiş, çünkü tepesinden yüksektir» diyor.

â'raf hususunda gelen rivayetler :

Süfyan bin Veki' bize, ona îbn Uyeyne, Abdullah bin Ebi Ye-zid'den, o da İbn Abbas'tan rivayet etti:

Â'raf, yüksek olan şey demektir.»

Sevri, Cebir'den, Mücahid'den, îbn Abbas'tan rivayet ediyor:

«Â'raf, horozun ibiği gibi bir surdur.»

îbn Abbas'tan gelen diğer bir rivayette, Â'raf, cennet ile ce­hennem arasında bulunan tepelerin çoğuludur, denilmektedir. O tepeler üzerinde günahkârlardan bazı kimseler, cennet ile cehen­nem arasında hapsedilmekte ve durdurulmaktadır.»

îbn Abbas'tan gelen diğer bir rivayete göre Â'raf, cennet ile cehennem arasında bir surdur.»

Dahhak ve tefsir alimlerinden birçok kimseler de böyle de­mişlerdir.

Es Süddi, «Â'raf'a, bu adın verilmesinin nedeni, Â'raf'ta du­ranların halkı tanımalarından ileri gelir.» dedi.

Â'raf ehli hakkında, onların kimler olduğu hususunda, Mü-fessirlerin ibareleri değişik bir şekilde gelmiştir. Fakat hepsi bir tek manaya yakındırlar. O da şudur: «Onlar bir kavimdir, sevap­ları ile günâhları eşit olmuştur.»

Huzeyfe, îbn Abbas, îbn Mes'ud, selef ve haleften daha bir­çok kimseler, bu manayı kabul etmişlerdir.

Hafız Ebu Bekir bin Merduveyh'in zikretmiş olduğu merfu bir hadiste şöyle gelmiştir: Allah'ın Resûlü'nden, sevablanyla gü­nâhları eşit olan bir kimse cennetlik midir, cehennemlik mi? Ha­li ne olacaktır? diye soruldu. Cenab-ı Peygamber:

«Onlar, Araf ehlidirler. Onlar, cennete girmeyi arzularlar, fa­kat girmemişlerdim buyurdu.

Bu hadis bu vecihle garibtir  [69]

Başka bir vecihten, Said bin Seleme'den, Ebul - Hisah Mu-hammed bin Munkedir'den, Müzeyne kabilesinden olan diğer bir kişiden rivayet ediliyor: «Allah'ın Resûlü'nden sevablarıyla gü­nâhları eşit olan kimseler ile Â'raf ehlinin durumu soruldu. Ce-nab-ı Peygamber cevab olarak :

«Onlar bir kavimdir, atalarından izin almaksızın âsi olarak yola çıkmışlar ve Allah yolunda öldürülmüşlerdir» buyurdu.

Said bin Mansur, Ebu Ma'şer'den, o da Yahya bin Şibl'den, o da Yahya bin Abdurrahman el - Muzeni'den, o da babasından ri­vayet ediyor:

Allah'ın Resûlü'nden Â'raf ehli soruldu. Buyurdular:

Onlar bir güruhtur, Allah (C.C.) yolunda atalarına isyan et­tikleri halde öldürülmüşlerdir. Atalarına isyan etmeleri, onları cennete girmekten Allah yolunda öldürülmeleri de onları cehen­neme girmekten menetti.»

Hadisi, İbn Merduveyh, İbn Cerir, îbn Ebi Hatim birçok yol­dan Ebi Ma'şer'den rivayet etmişlerdir.

İbn Mace de, merfu olarak Ebu Said el-Hudri ve îbn Abbas' in hadisinden rivayet etmiştir. Bu merfu haberlerin sıhhatini Al­lah daha iyi bilir. Bu hadisler hususunda ,,en fazla şu denilebilir: Bu haberler mevkufturlar. Fakat bunlarda belirtilen manaya de­lalet eden deliller de vardır.

tbn Cerir, ŞaTai'den rivayet etti:

Huzeyfe'den, Â'raf ehli kimlerdir? diye soruldu. Huzeyfe:

«Onlar bir kavimdir ki sevablarıyla günâhları eşit olmuştur. Seyyieleri (günâhları) onları cennete girmekten haseneleri (sevab-ları) da onları cehenneme girmekten menetmiştir. Ve böylece onlar, orada bir surun üzerinde, Allah CC.C.) onlar hakkında hük-medinceye kadar durdurulurlar!..»

Başka bir vecihten, bundan daha basit bir şekilde rivayet ede­rek şöyle dedi:

Bize îbn Humeyd, ona Yahya bin Vazı\ ona Yunus bin Ebi îshak ona da Şa'bi buyurdu: Abdulhamid bin Abdurrahman, ya­nında Kureyşin mevlası Ebu Zennad, Abdullah bin Zekvan oldu­ğu halde bana gönderildiler. Baktım ki, onlar Â'raf ehli hakkında söyledikleri gibi olmayan bir şey zikrediyorlar. Onlara dedim ki, eğer dilerseniz size Huzeyfe'nin bu hususdaki sözlerini söyleye­yim.

Onlar kabul ettiler. Onlara Huzeyfe, «Â'raf bir kavimdir ki, haseneleri onları cehennemden korumuştur. Seyyieleri de onları cennete girmekten menetmiştir. Onların gözleri cehennemlikler tarafına çevrildiği zaman:

Ey Rabbimiz, bizi zalim kavimle beraber kılma, derler. Onlar bu halde iken, Allah (C.C.) onlara; muttali otur, görür. Onlara, gidiniz, cennete dahil olunuz, ben sizi affettim, der» hadisini nak­lettim...

Abdullah bin Mübarek, Ebu Bekir el - Huzeli'den, o da Said bin Cübeyr'den, o da îbn Mes'ud'dan rivayet etti:

«Kıyamet gününde halk hesaba çekilir. Kimin haseneleri seyyielerinden fazla ise, bir tek fazlalığı varsa da, o cennete girer. Kimin bir seyyiesi hasenelerinden fazla ise o cehenneme girer.»

Bunları söyledikten sonra «kimin terazileri ağır basarsa» [el-Karia: 6] Âyet-i Celîlesini okudu. Sonra, «Terazi, bir habbe miskaliyle hafifleşir ve ağırlaşır» dedi. Ve devamla : Kimin hase-neleri ve seyyieleri eşit ise o Â'raf ehlinden olur. Onlar sur üze­rinde durdurulurlar. Sonra onlar cennet ehlini de, cehennem eh-lini de tanırlar. Cennet ehline baktıklarında «Selam sizin üzerini­ze olsun» diye bağırırlar. Gözleri sollarına çevrildiklerinde, cehen­nem ehline bakarlar ve «Ey Rabbimiz, bizi zalim kavimle beraber kılma» derler. Cehennem ehlinin konaklarından Allah'a sığınır­lar.» Devamla, «Hasenat ehline gelince, onlara bir nur verilir, o nur, onların önlerini ve sağlarını ışıklandırır, o nurla yürürler. O gün her kula bir nur verilir, her ümmete bir nur verilir. Onlar köprünün üzerine geldiklerinde, Allah her münafığın nurunu alır. Cennet ehli münafıkların karşılaştıklarını görünce :

— Ey Rabbimiz, bizim için nurumuzu tamamla derler. Â'raf ehli ise:

Bu nur onların elindedir, onlardan alınmamıştır. îşte orada Cenab-ı Hakk, «onlar istedikleri halde cennete girmediler» buyu­ruyor, îstemek, girmektir, dedi.

İbn Mes'ud rivayet etti:

«Kul, bir haseneyi işlediği zaman, onunla on hasene ona ya­zılır. Bir seyyie işlediği zaman, ona ancak bir seyyie yazılır.» Sonra îbn Mes'ud;

«Tekleri, on (on iyilik) Varına galib gelen bir kimse helak ol­muştur.» Hadisi îbni Cerir rivayet etmiştir.

Yine îbn Cerir, Veki  tarikiyle Oerir, ona Mansur, ona Habib,ona Ebi Sabit, ona Abdullah bin Haris, îbn Abbas'dan rivayet etti:

A'raf, cennet ile cehennem arasında bir sur'dur. Allah (C.C.) kendilerini affetmeye başlayıncaya kadar Â'raf'ın ehli orada du­rurlar. Bundan sonra onları bir nehre götürürler. O nehre, «HA­YAT NEHRİ» denilir. Onun iki kenarı da altın kamışlarla örtülü­dür. Lü'lü ve incilerle süslüdür. Onun toprağı misktir. Onlar o nehre atılırlar. Renkleri ıslah olsun ve göğüslerinde, tanınmaları­na vesile olan beyaz bir ben belirsin diye orada yıkanırlar. Renk­leri ıslah olunca, Cenab-ı Hakk, onlara «Dilediğinizi temenni edi­niz» der. Onlar da, temennilerde bulunurlar. Her temennilerini alıncaya dek temennide bulunurlar. Cenab-ı Hakk, onlara, «Sizin bütün istekleriniz size verildi. Onun yetmiş katı ye daha fazlası da sizin olsun» der. Böylece onlar cennete girerler. Onların göğüs­lerinde bilinmelerine nişan olacak beyaz bir ben vardır. Onlara, «Cennet ehlinin miskinleri» deniyor!..

İbn Ebi-Hâtim de babasından, Yahya bin Muğire'den, Cerir' den bu şekilde rivayet etmiştir. Süfyanı Sevri de Habib bin, Ebi Sadik'tan, Mücahid'den, Abdullah bin Haris'ten bu hadisi rivayet etti. Süfyan'ın hadisi daha da sıhhatlidir. Allah (C.C.) daha iyisini bilir.

Said bin Davud, Cerir tarikiyle Âmar bin Cerir'den rivayet etti:

Allah'ın ResûIÜ'nden Â'raf ehli soruldu.

«Onlar, kullardan en son  aralarında  hüküm verilecek kimselerdir. Alemlerin Rabbi kulların arasında hükümden fariğ olunca onlara hitaben:

«Siz bir kavimsiniz ki kasemleriniz sizi cehennemden çıkarmıştır, fakat cennete sokmamıştır. Siz benim azadlüarimsiniz. Di­lediğiniz gibi cennette yayılınız» cevabını verir.

Bu hadis, mürsel ve hasendir.

Bazı kimseler; «Â'raf ehli zinadan doğan çocuklardır» der. Bu görüşü, El-Kurtubi hikâye ediyor. Hafız bin Asakir, Hasan-ı Basri tarikiyle Enes bin Malik'ten, o da peygamberden rivayet ediyor:

«Cinlerin mü'minleri için hem sevab hem de ikab vardır.»

Peygambere onların sevab alma durumunu ve mü'minlerini sordum. Buyurdu:

«Onlar Â'raf'ın üzerindedirler. Cennette ümmeti Muhammed* le beraber değildirler.»

«Biz: Â'raf da ne demektir?» diye sorduk. Buyurdular :

— «Cennetin duvarı (suru)dur. Orada nehirler akar, orada ağaçlar biter ve meyveler yetişir.»

Hadisi, Beyhaki rivayet etmiştir. Süfyan-ı Sevrî, Mücahid'den rivayet etti: «Â'raf ehli salih, fâkih ve alim kimselerdir.»

İbn Cerir, Yakub bin İbrahim tarikiyle îbn Ebi Mecrezeden rivayet etti:

Cennet ile cehennem arasında bir perde vardır. «Â'raf 'tn üze­rinde kimseler vardır. Herkesi nişanlarıyla tanırlar.» âyetindeki Â'raf ehli meleklerdir. Bazıları, cennet ehlini de cehennem ehlini de tanırlar. Cennet ehline, «sizin üzerinize selam olsun» derler. Â'raf ehli cennete girmeyi istedikleri halde girememişlerdir. Göz­leri cehennem ehli tarafına çevrildiği zaman da, «Ey Rabbimiz, bi­zi zalim kavimle beraber kılma» diye niyazda bulunurlar. Â'raf ehli, nişanlarıyla tanıdıkları bazı adamlara :

— Sizin topladığınız ve böbürlenmeniz size hiçbir fayda sağ­lamadı. Yemin edip de Allah'dan onlara bir rahmet yetişmeyecek­tir dedikleriniz bunlar mıdır?» derler.

Ravi diyor ki; cennet ehli cennete girdiklerinde «Cennete gi­riniz sizin üzerinize herhangi bir korku yok ve siz hiçbir zaman üzülmeyeceksiniz» deniliyor.

Bu hadis, Ebi Mecleze'ye kadar sahihtir. Ebi Mecleze, Lahık bin Humeyd tabiinden bir zattır. Fakat bu sözü garibtir. Siyakın hilafınadır. Cumhurun kavli onun sözünden üstündür. Çünkü âyet, cumhurun söylediğini takviye eder.

Mücahidin, bunlar salih, alim ve fakih bir kavimdir, deme­sinde de tuhaflık vardır. Allah daha iyisini bilir.

El Kurtubi ve başka alimler, Â'raf ehli hakkında on iki gö­rüş nakletmişlerdir  [70]

«Â'raf ehli, cennetliklerin ve cehennemliklerin her birisini ni­şanlarıyla tanırlar» âyetinin yorumunda Ali bin Ebi Talha, İbn Abbas'dan şunları rivayet etti:

«Cennet ehlini yüzlerindeki bir beyazlıkla, cehennem ehlini de yüzlerindeki siyahlıkla tanırlar.»

El - Ufi, İbn Abbas'tan şunları rivayet ediyor :

Allah, Â'raf ehlini Â'raf üzerine yerleştirmiş ki, cennette ve cehennemde kimlerin olduğunu tesbit etsinler. Onlar, cehennem ehlini yüzlerinin siyahıyla tanırlar. Onlar, zalim kavimle beraber kılınmaktan Allah'a sığınırlar. Onlar, oradan cennet ehline selam verirler. Halbuki arzu ettikleri halde cennete girememişlerdir. Eğer Allah dilerse, gireceklerdir.»

Mücahid, Dahhak, Süddi, Hasan, Abdurrahman bin Zeyd bin Eşlem ve başkaları da böyle demişlerdir.

Ma'mer, Hasan Basri'den rivayet etti:

«Onlar tama ettikleri halde cennete girmezler» âyetini okudu­ğu zaman buyurdu:

  «Allah'a yemin ederim, Allah bu tamahı onların kalblerine, ancak onlara bir keramet kastettiğinden dolayı koymuştur.»

Katade buyurdu:

«Cenab-ı Hakk, onların cennete girme arzusunu size haber verdi.» Bu âyetin yorumunda Dahhak, İbn Abbas'tan şunları riva­yet ediyor : Â'raf ehli, cehennem ehline bakıp onları tanıdıkların­da, «Ya Rab, bizi zalim kavimle beraber kılma» niyazında bulu­nurlar.

Süddi, «Cehennem ehlinden bir zümre Â'raf ehlinin yanından cehenneme götürülürken Â'raf ehli:

  Ey Rabbimiz, bizi zalim kavimle beraber kılma» diye Al­lah'a yalvardılar.

Abdurrahman bin Zeyd bin Esleme, bu âyetin tefsirinde; «on­lar, cehennem ehlinin yüzlerini siyah, gözlerini masmavi olduğu

halde görüyorlar. O zaman. Ey Rabbimiz bizi zalim kavimle bera­ber kılma» derler  [71]

(48) «Â'raf ehli nişanlarıyla tanıdıkları bazı adamlara: Ne topladığınız, ne de böbürlenmeniz size bir yarar sağlamadı, diye seslendiler...»

Bu âyetin tefsiri:

Â'rafta bulunanlar, ateşte olan müşriklerin ileri gelenlerinden bazılarını birtakım nişanlarla tanıdıklarından soruyorlar :

— Sizin çokluğunuz ve gururunuz, sizi Allah'ın azabından uzaklaştırmadı. Belki siz şu anda görmekte olduğunuz azaba sü­rüklendiniz, diye seslenirler.

Bu Âyet-i Celîledeki cem' kelimesinden, kastedilen ya meal­de geçtiği gibi maldan topladıkları nesnelerdir veya bir araya ge­lip de toplanmalarıdır. Böbürlenmelerinden nıaksad ise, hakkı kabul etmekten kaçınmaları, haklı insanlara karşı gurur göster­meleridir.

Bu söz, Â'raf ehlinin, muhatablarınm azaba düşmesiyle sevin­melerine ve onların kulaklarını çınlatmalarına ve bir de o muha-tabları ileri derecede susturduklarına delâlet eder. Â'raf ehli, bu söz ile sadece onları susturmakla kalmamış, daha ileri giderek cennete giren bazı kimselere işaret etmek suretiyle «kendilerini Allah'ın hiçbir rahmete erdirmeyecek diye iddia ve itham ettiğiniz kimseler bunlar mıdır?» diye soruyorlar... Yani müşriklere d.ünya-da zayıf saydıkları, durumlarını azımsadıkları, kendileriyle istihza ettikleri bilâl'ler, âmmar'lar, suheyib'ler gibi zatları göste­rerek bu sözü söylerler. Tabiî bu söz, cehennem ehlinin üzüntüsü­nü, daha da büyütür, pişmanlıklarını daha da kabartır.

(49) «Giriniz cennete. Sizin için artık ne korku vardır, ne de mahzun olacaksınız» cümlesi hususunda tefsir alimleri ihtilaf  etmişlerdir.

Bazdan: «Bu hitab, Â'raf ehlinedir. Bu sözü Allah (C.C.) on­lara söylüyor. Veya bu hitab Allah'ın emriyle bazı melekler ta­rafından Â'raf ehline yapılmış bir hitabtır» dediler.

Bazıları da; «Bu hitab Â'raf ehlinden bir gurubun diğerine yap­mış olduğu hitabtır. Âyetten.maksad, Cenab-ı Hakk, Â'raf ehlini cennete girmeye ve Allah (C.C.) tarafından onlar için cennette hazırlanan mertebeye erişmeye teşvik ediyor» dediler.

Bu tefsire binaen «Kendilerini Allah'ın hiçbir rahmete erdir-meyecek diye yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıdır?» cümlesi, A'raf ehlinin kelamından olur. «Cennete giriniz» cümlesi de, Alla­nın kelamından olur.

(50)  Cehennemlikler cennetliklere seslenir: «Sudan veya Al­lah'ın nzik olarak size verdiğinden bize aktarınız...»

Bu âyet hakkında gelen tefsir :

Cenab-ı Hakk, Â'raf ehlinin cehennemliklere ' söylediklerini açıkladıktan sonra hemen cehennemliklerin cennetliklere söyle­diklerini haber verdi.

tbn Abbas, «Â'raf ehli, cennete gittikleri zaman, ümidsiz olan cehennemlikler cennete varma ümidine kapıldılar. Ve, «Ey Rab-bimiz, cennet ehlinden yakınlarımız vardır. Bize izin ver de onla­rı görelim, onlarla konuşalım» diye temennide bulunurlar. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk, cennete emir verdi, cennet süslendi. Sonra cehennem ehli, cennetteki yakınlarına ve içinde bulundukları ni­metlere baktılar. Onları tamdılar. Cennet ehli de, cehennemliklere ve akrabalarına baktılar, onları tanımadılar. Çünkü yüzleri simsiyan kesilmiş, başka bir mahlûk gibi görünüyorlardı. Bunun üze­rine cehennemlikler, cennetliklerin isimlerini alarak seslendi­ler: «Sudan bizim üzerimize birazını dökünüz, bize aktarınız.»

Özel olarak su istemeleri, içlerinde bulunan yangından ve ce­hennem hararetinin şiddetinden meydana gelen hararetten ileri geliyor. «Bizim üzerimize dökünüz manasını ifade eden «EFÎDU» sigasını (kipini) kullanmak, delalet eder ki, cennet ehli mekân yönünden cehennem ehlinden daha yüksektirler.

Eğer denilirse; cehennemlikler bu isteklerini ümid ve imkân­la beraber mi yoksa ümitsizlikle mi yaptılar?

Biz cevab olarak deriz ki; İbn Abbas'tan yapılmış nakil dela­let eder ki, bunlar, ümitlenerek su istemişlerdir.

Kadî Beyzavî, «ümitsizlikle beraber istemişlerdi. Çünkü on­lar azablarının sonsuz olduğunu bilirler, O azabın onlardan gevşe­meyeceğini kestirirler. Fakat bir şeyden ümitsiz olan bir insan, bazan onu ister. Nitekim darbımeselde 'Boğulmak' üzere olan bir insan köpüğe sarılır» denildi. Her ne kadar köpüğün onu kur­taramayacağını biliyorsa da bunu yapar.

Veya «Allah'ın size rızık olarak verdiğinden bize aktarınız» cümlesinden maksad, meyvelerdir. Bazı müfessirlere göre yemek­tir.

Bu Âyet-i Celîle, cehennemde hem şiddetli susuzluğun, hem de şiddetli açlığın olduğuna delalet eder. Nitekim Ebu Derda'dan ri­vayet edildi:

Azabları artsın diye Cenab-ı Hakk, açlığı ehli cehennem üze­rine gönderdi. Onlar feryad ederler, fakat onlara kan ile irin verilir. Ne o onları geliştirip, semizleştirir ne de açlıklarını giderir. Sonra tekrar feryad ederler. Bu sefer boğazlarında kalan bir ye­mekle kendilerine cevab verilir. Sonra suyu hatırlarlar, feryad ederler. Onlara Hamîm (yara ve berelerinden akan irin) verilir. Bu da, demirden yapılmış çengellerle verilir. O çengeller takılıp onların iç organlarının tamamını parçalar. Bu sefer, cennet ehline yalvarıyorlar. Cennet ehli de: «Allah, hem suyu, hem de rızkı kâ­firler için haram kılmıştır.» Bu cevabtan sonra cehennemin hazini (bakıcısı) olan Malik'e dönüp:

«Senin Rabbin bizi yoketsin» diye yalvarıyorlar!..

Rivayetlere göre; bu yalvarıştan sonra Malik onlara cevab veriyor. Sonra «Ey Rabbimiz, bizi cehennemden çıkar» diye sesle­niyorlar. Onlara Allah tarafından, «orada ümitsiz olunuz, benim­le konuşmayınız)} hitabı geliyor. İşte bu hitabtan sonra her hayır­dan ümitsiz olurlar ve feryada başlarlar. (Ya Rab! Bizi ümidsiz-lerden eyleme!..)

îbn Abbas, cennet ehlinin sıfatı olarak şunları zikretmiştir.

Onlar, her cuma günü Allah'ın cemalini görürler. Onların her birisinin konağının bin kapısı vardır. Allah'ı gördüklerinde her kapıdan bir melek girer. Ellerinde mümtaz hediyeler vardır!..»

tbn Abbas devamla :

Cennetin hurma ağaçları zümrüt, toprakları kırmızı altın, o ağaçların yaprakları, cennet ehli için ziynet ve libastır. Meyvele­ri kırbalar veya kovalar kadardır. Gümüşten daha beyaz, kaymak­tan daha yumuşak ve baldan daha tatlıdır. O meyvelerin çekirdek­leri yoktur, tşte cennet ve cehennem ehlinin sıfatları budur.

Bir kitabta okudum; biri kâfirlerden hikâye ederek, «Bize sudan veya Allahın size rtzık olarak verdiğinden aktarınız» âyetini üstad Ebu Ali Dakkak'ın vaaz meclisinde okudu. Bu­nun üzerine üstad; «İşte, bu kâfirlerin dünyada istekleri sadece su ve rızıktır. Bunun için ahirette de bu hal üzerinde katidılar» dedi. Bu durum, delalet eder ki, kişi neyin üzerinde yaşamış ise, onun üzerinde ölür, neyin üzerinde ölmüş ise, onun üzerinde haşrolu-nur!..

(51 «O kâfirler ki, dinlerini eğlence ve oyun edinmişler...» Bu âyetin tefsiri. Bu âyette iki vecih vardır :

Birinci veçhe göre; dinleri olduğuna inandıkları nesne ile oy­nadılar ve o dinde ciddi değildiler» demektir.

İkinci vecih, onlar eğlence ve oyunu kendi nefisleri için din edindiler, demektir.

îbn Abbas, «Allah bu âyette din ile istihza eden kimseleri kas­tetmektedir» diyor.

Sonra Cenab-ı Hakk, «Dünya hayatı onları aldattı» buyurdu. Bu, mecazdır. Çünkü dünya hayatı hakikatte insanı aldatmaz. Bel­ki o hayatta aldanma meydana gelir. Çünkü insan uzun yaşamaya, güzel yaşamaya, çok zengin olmaya, çok mertebe sahibi olmaya tamah eder. İşte bu şeyleri şiddetle isterse dinin talebinden uzak­laşır, dünyanın geçici isteklerine gömülür.

(51) «Onlar bu günleriyle karşılaşacaklarını unutup âyetle­rimizi inkâr ederek tanımadıkları gibi, bugün biz de onları öylece unuturuz...» Bu âyetin tefsiri :

Allah, kâfirleri dünyada dinlerini eğlence ve oyuncak edin-meleriyle, dünyanın süslerine kanmaları ve ahiret için yapılan ameller hususundaki emirleri bırakmalanyla nitelendirdikten sonra, onların bu vasıflarını belirtti. Yani onları unutan bir İtimsenin muamelesi gibi, onlarla muamele edeceğini belirtti. Zira Cenab-i Hak için unutmak sıfatı muhaldir. Onun ilminden hiçbir şey dişarda kalmaz, o hiç bir şeyi unutmaz. Nitekim başka bir âyette: «Onların İlmi Rabbim'in yanında bir kitabtadır ki Rabbim onu kaybetmez ve unutmaz» [Tana: 52] buyurmuştur. Yani bu­radaki unutmak kelimesi, onların kıyamet günü ile karşılaşmala­rım unuttuklarının karşılığında kullanılmıştır. Nitekim Cenab-ı Hakk, başka bir âyette «Böylece sana âyetlerimiz geldi. Sen onla­rı unuttun. İşte böylece bugün de sen unutulacaksın» [Taha : 126] buyurmuştur. Başka bir âyette de «Bugün sizi unutacağız. Nite­kim siz bugününüzle karşılaşacağınızı unuttuğunuz gibi.» [Secde: 14] buyurulmuştur.

El Ufi, îbn Abbas'tan rivayet etti:

. «Allah, hayır hususunda onları unuttu, yani kulak ardı yap­tı. Şer hususunda onları unutmadı. Yani şerri onlara tatbik etti.»

Ali bin Ebi Talha, İbn Abbas'tan rivayet etti:

» Âyetin manası «Onlar, bu günleriyle karşılaşacaklarını ter-

kettikleri gibi, onları terkedeceğiz demektir.»

Mücahid, «Onları ateşte terkedeceğiz demektir» dedi.

Süddi, «Onlar, bugünlerle karşılaşmak için amel etmeyi terkettikleri gibi onları rahmet hususunda terkedeceğiz demek­tir» dedi.

Sahihte varid olmuştur. Cenab-ı Hakk kıyamet gününde kula der ki:

«Ben seni evlendirmedim mi? Ben sana ikram etmedim mi?» At ve develeri senin hizmetine vermedim mi? Ben seni itaati yaptr lan bir baş kılmadım mı?»

Kul, «Evet, bunların hepsini yaptın» der. Cenab-ı Hakk:

  «Sen benimle karşılaşacağını sanıyor muydun?» diye so­runca kul:

  «Hayır» dedi. Cenab-ı Hakk:

  «İşte beni unuttuğun gibi, bugün seni unutacağım» buyu­ruyor.

Fahreddin Razî diyor ki:

Bu âyette acaib bir latife vardır; şöyle ki: «Allah, evvelâ on­ları kâfir olmakla, dinlerini eğlence ve oyuncak edinmekle vasıf­landırdı. İkincide dünya hayatı onları aldattı, diye nitelendirdi. Üçüncüde bütün bu haller ve derecelerin neticesi, olarak onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler, dedi. Ve bu da delalet eder ki, dünya sevgisi her afetin ve felaketin başlangıç noktasıdır. Nite kim Allah'ın Resulü «Dünya sevgisi her hatanın başıdır» buyur­muştur. Dünya sevgisi bazan insanı küfür ve sapıklığa götürür  [72]

 

Â'raf Ehli Hakkında Son Bir İzah Huzeyf E Dedi Ki:

 

  Â'raf ehli öyle bir kavimdir ki; iyi amelleri onları cennete götürmek hususunda geri kalmış, seyyieleri de onları cehenneme götürmekten geri kalmamıştır. Böylece A'raf'ın üzerinde durdu­rulmuşlardır. Halkı nişanlarıyla tanıyorlar. Cenab-ı Hakk kullar arasında hükmettikten sonra onlara şefaat talebinde bulunma iz­nini verdi. Onlar Hz. Âdem'e gelip :

  «Ey Adem, sen bizim babamızsm, Rabbinin katında bize şefaat et» diye yalvarırlar. Hz. Adem onlardan sorar.

  «Acaba benden başka bir kimseyi biliyor musunuz ki, Al­lah (C.C.) onu eliyle yaratmış olsun. Ruhundan ona üflesin. Al­lah'ın rahmeti onun hususunda Allah'ın öfkesini geçsin ve Allah'ın melekleri ona secde etsin?»

Onlar:

  «Hayır, biz senden başka böyle bir lûtfa mazhar olan kim­seyi bilmiyoruz» derler.

Hz. Adem:

  «Gücümün hakikatini bilmedim ki, size şefaat edeyim? Lâ­kin oğlum İbrahim'e gidiniz» der.

Onlar İbrahim'e varırlar. Rablerinin katında onlara şefaat et­mesini isterler. İbrahim:

  Benden başka Allah tarafından dost edinilen ve benden başka Allah için kavmi tarafından ateşe atılan bir   kimseyi bili­yor musunuz? diye sorar.

Onlar «hayır, bilmiyoruz» derler. Hz. İbrahim:

  «Ben gücümün hakikatini bilmiyorum ki size şefaat ede­yim. Lâkin oğlum Musa'ya varınız» der. Bunun üzerine Musa'ya vanrlar.

Hz. Musa:

  «Benden başka Allah'ın şifahen kendisiyle konuştuğu ve yalvarıcı olarak kendisine yaklaştırmış olduğu bir kimseyi biliyor musunuz?» diye sorar.

Onlar, «Bilmiyoruz» derler.

Hz. Musa:

  «Ben güç yetireceğimin hakikatini bilemiyorum ki; Size şe­faat edeyim. Lâkin İsa'ya varınız» der. Onlar, İsa'ya vanrlar:

  «Bize Rabbinin katında şefaat et» niyazında bulunurlar. Hz. İsa:

  «Pederi olmaksızın benden başka yaratılmış bir kimseyi biliyor musunuz?» diye sorar.

Onlar, «Hayır bilmiyoruz» derler. Hz. İsa:

  «Benden başka Allah'ın izniyle ölüleri dirilten, alaca has­talığına tutulanları ve âmâları sıhhate kavuşturan bir kimseyi bi­liyor musunuz?» der.

Onlar, «Hayır» derler.

Hz. İsa:

  «Ben nefsimin delil getiricisiyim, gücümün hakikatini bil­miyorum ki size şefaat edeyim. Lakin Hz. Muhammed'e varınız» der. Bunun üzerine onlar bana gelirler. Ben elimle göğsüme vur­duktan sonra derim ki:

  O şefaati ben yapacağım! Sonra gider arşın önünde dururum, Rabbimin manevi huzuruna varırım. Bana, sena etmek­ten öyle bir imkân kapısı açılır ki, dinleyenler onun benzerini hiçbir zaman dinlememişlerdir. Bu senadan sonra secde ederim. Bana:

  «Ey Muhammed, başım kaldır, iste, isteğin verilecektir. Şe­faat et, şefaatin kabul edilecektir, denilir. Başımı kaldırırım. Son­ra Rabbime sena ederim, tekraren secdeye varırım. Sana denilir ki:

  Başını kaldır, iste, isteğin verilecektir. Şefaatin kabul edi­lecektir. Bunun üzerine başımı kaldırarak:

  «Ey Rabbim! Benim ümmetim, derim. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk bana :

  «Onlar senin içindir» der. Bu manzara karşısında, gönde­rilmiş  hiçbir peygamber, Allah'ın dergâhına yakın hiçbir melek yoktur ki, bana bu makamdan ötürü vgıbta   etmesin.   İşte «ma-kam-ı mahmud» budur. Ben onlarla cennete gelirim. Kapımın açılmasını isterim. Bana ve onlara kapı açılır. Onlar hayat nehri denilen bir nehre götürülürler. O nehrin iki tarafı incilerle süslen­miş olan kamışlarla örtülmüştür. Toprağı misk, içindeki kumlar yakuttur. Orada yıkanıyorlar. Cennet ehlinin renkleri ve kokusu onlara veriliyor. Onlar, pırıl pırıl parlayan yıldızlar gibi, oluyor­lar. Onların göğüslerinde beyaz nişanlar kalır. O nişanlarla tanı­nırlar ve onlara «Cennet ehlinin miskinleri» denilir!..

Beşinci cilt burada sona erdi. Allah (C.C.)a hamd, Resulü Mu­hammed Mustafa (S.A.V.) ya selat-ü selam olsun.[73]

 

Meal

 

52- Andolsun, biz onlara öyle bir kitab getirdik ki, iman eden bir topluluk için bir rehber ve bir rahmet olduğu haJde, onu bir ilme göre açıkladık.

53- Onlar, ancak onun tevilini mi gözetiyorlar? Onun  te­vili  geldiği   gün,  daha önce  onu   unutanlar,   «Gerçekten Rabbi-mizin   elçileri   gerçeği   getirmişler.    Acaba   bizim   şefaatçilerimiz var mı ki bize şefaat etsinler veya geri çevrilelim de yaptıkları­mızdan başkasını yapalım?»  derler.   (Oysa hakikat ancak şudur ki)   onlar kendilerini  ziyana sokmuş  ve uydurdukları şeyler de kendilerinden uzaklaşıp gitmiştir.

54- Kuşkusuz Rabbimiz altı günde  gökleri ve yeri yarat­tıktan sonra arşın üzerine istiva eden Allah'tır. Gündüzü sürek­li olarak kendisini takip eden gece ile örten, güneşi, ayı ve yıl­dızları buyruğuna baş eğdirerek (yaratan) O'dur. İyi bilin ki ya­ratmak ta, emir de ancak O'na aittir. Alemlerin Rabbi olan Allah yücedir.

55- Yalvararak ve için için dua ederek Rabbinizi çağırın. Kuşkusuz ki o haddi aşanları sevmez.

56- Yeryüzü  düzene kavuşturulduktan sonra orada  fesat çıkarmayın. Korkarak ve umutla O'nu çağırın. Kuşkusuz ki Al­lah'ın rahmeti ihsan edenlere yakındır.

57- Rüzgârları rahmetinin  önünde müjdeci olarak gönde­ren O'dur. Nihayet o rüzgârlar (yağmurla)   ağır bulutlar yükle­nince, onu ölü bir beldeye sevkeder, onunla oraya su indirir ve o su ile orada her çeşit ürünler çıkarırız. İşte Ölüleri de böyle çı­karırız. Umulur ki, hatırlar da ibret alırsınız.[74]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(52 «Andolsun biz onlara öyle bir kitab getirdik ki...» . Bu Ayetin Tefsiri: '                            .

Yani, bu Kitab'ın içindeki akidelerin anlamlarını açıklayıp, onda ayrıntılı bir şekilde hüküm ve öğütler serdettik. «Onlara» (hum) zamiri tüm kâfirlere işaret ediyorsa da, bazı müfessirler bu zamirin hem kâfirleri hem de müminleri kapsadığım ileri sür­müşlerdir. «Kitab» ile de «Kur'an» kastedilmektedir.

Bazı müfessirler; -hum- zamirinin Kur'an'ın çağdaşları olan kâfirlerle birlikte, yine o dönem müminlerini içerdiğini, «Kitab» ile de Kur'an'ın kendisinin kastedildiğini söylemekte ve «kitab» kelimesinin nekre gelişini ise tafhim ve tazim nedeniyledir diye açıklamaktadırlar.

«Onu bir ilme göre açıkladık;» yani onun açıklanış bi­çimleri bizim ilmimize dayanmaktadır. Bu ifadenin, Allah Teâlâ' nın zatı dışında bir ilim sıfatına sahib olduğuna delalet ettiği öne sürülmektedir. Böylece ilmin Allah'ın zatının aynısı olmadığı or­taya çıkmaktadır. Sıfatların Allah'ın ne zatının aynısı ne de gay­risi olmadığı halde, felsefecilerle, takibçüeri, Allah'ın ilminin ken­di zatının aynısı olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir. Görüşlerinin hatalı olduğu ve hataları Akaid (Kelam) eserlerinde ayrıntılı bir şekilde anlatılmış olduğundan, ilgi duyanlar bu eserlere başvura­bilirler.

«... ala ilmin...» ifadesi failin hali. olması durumunda, «Onu  (Kitab-ı) en mükemmel bir şekilde bilgimize göre açıkladık» an­lamına gelir. Mefule hal olması durumundaysa, «O (KitabJ birçok ilmi kapsadığı halde onu açıkladık» anlamına gelir.

Bazı kıraat alimleri, -Fassalna- (açıkladık) fiilini -Faddalna-(üstün kıldık) şeklinde okumuştur. Bu okuyuşa göre ayetin an­lamı, «Onu bir ilme göre, (diğer kiiablara nazaran) üstün kıldık»

olur.

Müfessirler den bazıları da, fiilin -faddalna- okunması duru­munda, -ala- harf-i cer'inin illet (sebeb) bildireceği görüşündedir­ler. Nitekim « ala ma hedâkum Size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah kendisini yüceltmenizi ister» ayetinde de, -ala- illet (sebeb) bildirmektedir. Bu yüzden sözkonusu ifadenin anlamı şu şekilde verilir: «Kendisinde bulunan bir ilimden dolayı o (kitab-ı) üstün kıldık.» Yani o kitab diğerlerinde bulunmayan bir ilmi içer­mektedir.

Bazı müfessirlere göre, fiil ister -Fassalna- ister -Faddalna-okunsun her iki halde de -ala- hazfedilmiş bir kelimeye bağlıdır. «Ci'nahum» kelimesindeki -hum- zamirine hal olması durumunda ise ifade, «.ilim erbabından kendilerine gelinin anlamını- bildikleri halde, onlara Kitab-ı getirdik» şeklinde anlaşılır.  [75]

«Huden» ve «Rahmeten» kelimeleri, «Fassalnahu» ifadesinde-ki mef'ulün halidir. Yani, «O Kitab'ı bir rehber ve bir rahmet ol­duğu halde açıkladık.»

«İman eden bir topluluk için;» yani o Kitab'ın nurlarından ve ışıklı yollarından sadece müminler yararlanırlar.

(53)  «Onlar ancak onun tevilini mi gözetiyorlar?..»

Bu Ayetin Tefsiri :

Bu Kitab'a iman etmeyen kimseler, haklarında va'dedilen bir şeyin tahakkuk edeceğini düşünmezler. Ancak onlar farkında ol­madan Kitab'ın haber vermiş olduğu Va'd ve Vaid'in tahakkukunu beklemektedirler. Onlara va'dedilen mutlaka tahakkuk edeceğin­den dolayıdır ki -bekleyenler- diye nitelenmişlerdir. Böylece «Onlar Kur'an'ı reddettiklerine göre, onun verdiği haberleri de beklemez­ler; zira ona inanmıyorlar. O halde niçin bekleyenler şeklinde va­sıflandırılmışlardır?», şeklindeki soru da cevablandırılmış olmak­tadır.

Bazı müfessirler, onların arasında tereddüt eden ve Kur'an'ın haber verdiği hadiselerin vukuunu bekleyen kimseler bulunduğun­dan dolayı çoğul bir ifade kullanılmıştır, demektedirler. Nitekim, «Filanoğulları Zeyd'i öldürdü» denildiğinde Zeyd'i aralarından biri veya birkaçı öldürmüş olmasına rağmen, fiil hepsine istinaden ço­ğul gelmiştir.

«Onun tevili geldiği gün» ifadesiyle Kıyamet Günü kastolun-maktadır. Ancak bazı müfessirler, bu günün, Bedir Günü olduğu­nu ve «Daha Önce onu (Kitab'ı) unutanlar» ile de Kitab'ı unutup, terkeden, ondan yüzçevirip kendisiyle amel etmeyen kimselerin kastedildiğini öne sürmüşlerdir.

dişiyle amel etmeyen ve ondan yüz çeviren kimseler, Kıyamet Gü-nü'nde «Rabbimizin elçilerinin doğruyu söyledikleri ortaya çık­mıştır. Acaba bu (Kıyamet) gün hakkımızda şefaat edip, içinde bulunduğumuz azabı uzaklaştıran kimseler var mıdır? Ya da bu azaptan kurtulabilmek için, dünyaya geri gönderilip dünyada yap­tıklarımızdan başkasını işlememiz, küfrü iman, günahlarımızı taat ile değiştirmemiz imkânı bize verilebilir mi?» diyeceklerdir. An­cak bu istekleri kabul görmeyecek, yaptıklarından sonra uğradık-

5 O'nun tevili (kıyamet günü) gelmezden Önce onu terkedip ken lan ve kendilerinin helak oldukları ortaya çıkacaktır. Çünkü on­lar dünyada iken, Allah'a itaat etmemişlerdi. Dolayısıyla şayet bir daha dünyaya gönderilecek olsalar bile yine küfür ve isyanlarına devam edeceklerini Allah daha önceden bilmektedir.

Mücahid, «Onun tevili» ifadesini, Kur'an'da kendilerine vaade-dilen azap, ceza, cennet ve cehennem» haberleri ile yorumlamakta­dır.

İmam Malik bu kelimeye «Onun sevabı» diye anlam verirken, Rebî; «Cehennemlikler cehenneme, cennetlikler de cennete girin­ceye kadar Hesap Günü'nde onun tevilinden bir emir gelir, iki gurub da girecekleri yerlere girdikten sonra, onun tevili tamam­lanır. Dolayısıyla «Onun tevili» ile Kıyamet Günü kastedilmekte­dir. Nitekim İbn Abbas da böyle söylemiştir» demektedir.

«Uydurduktan şeyler de,» yani uydurup, Allah'a ortak koş­tukları ve —Bunlar Kıyamet Günü'nde bize şefaat edecekti  de­dikleri putlar da «kendilerinden uzaklaşıp, gitmiştir,» yani batıl oldukları ortaya çıkarak, kendilerine bir yararları dokunmamış-tır.

(54) «Kuşkusuz Rabbimiz altı günde gökleri ve yeri yarat­tıktan sonra, arşın üzerine istiva eden Allah'tır...»

Bu Ayetin Tefsiri :

«Arş» ile tüm cisimleri ihata eden cisim kastedilmiştir. O feleklerin feleğidir. Ya yüksek olduğundan dolayı ya da kralın tah­tına benzetmek maksadıyla, -Arş- denilmiştir. Nitekim kralın otur­duğu yerin adına taht (arş) denilmektedir. Örneğin, «Anne ile ba­basını tahtın (arşın) üstüne çıkardı» (Yusuf: 100) ifadesi de bu kabildendir; zira emirler oradan gelir ve idare oradan yapılır. Arş kelimesinin, güç, kuvvet, sulta ve mülkten kinaye olarak kullanıldiğı yerler de vardır. Örneğin, «Falan kimsenin arşı (elinden) git-mistir,» yani güç ve kuvveti gitmiş, mülkü yıkılmıştır,» denilir. [76]

 

Allah'ın Arş'a İstiva Etmesiyle İlgili Mülahazalar

 

Ragıb el-İsfahani, «Arş, beşer'in ancak ismini bilebildiği bir şeydir. Halkın onu vehmettiği gibi değildir; zira öyle olsaydı o za­man Allah'ın bir hamili (taşıyıcısı) olması gerekirdi. Oysa Allah bundan münezzehtir. Bu bir topluluğun,  Arş en yüksek felektir. Kürsi ise yıldızların feleğidir  dedikleri gibi de değildir.» diyorsa da, Alusi, Ragıb'm bu açıklamasına itiraz edildiğini söylemekte­dir.

Bu ayetin ve benzerlerinin yorumunda müfessirler ihtilaf et­mişlerdir. Bir kısmı «Arş» kelimesini meşhur anlamı ile, «istiva» yi da «istikrar» ile yorumlamıştır. Bu yorum Kelbi ve Mukatil'den rivayet edilmiştir, Ancak Beyhakî «Esma ve Sıfat» adlı eserinde bu görüşü selefin bazılarından birçok kanalla rivayet etmiş ve tüm rivayetlerin zayıf olduğunu söylemiştir.

Rivayet edildiğine göre, İmam Malik'e «istiva»nm ne anlama geldiği sorulduğunda, o biraz düşünür, betibenzi kaçar ve uykuya dalmışcasma eğdiği başını kaldırarak, «İstiva meçhul değildir. Ama Allah'ın onda istiva etmesi de akılla anlaşılmaz. Ona iman etmek yacib, ondan sormak ve onu deşmek bidattir» der. Sonra bu soruyu kendisine sorana, «Ben senin ancak bir sapık olduğu­nu sanıyorum» diyerek, onun huzurundan çıkarılmasını emreder. Bu rivayet de hüccet teşkil etmez. Çünkü İmam Malik «istiva meç­hul değildir» şeklindeki ifadesiyle «Bu sabittir ve subutu da ma­lumdur» anlamını kastetmiş olabilir. Yoksa bunun anlamı, «Bu istikrardır, istikrar da meçhul olmaz» demek değildir. Yine muh­temelen, «Allah'ın onda istiva etmesi de akılla anlaşılamaz» sö­züyle O, Allah'ın sıfatının keyfiyetini akıl idrak edemez. Çünkü o aklın kapsamına girmekten münezzehtir. Dolayısıyla keyfiyetin eli oraya yetişmek kudretini göstermez, demek istemiştir.

Abdullah bin Vehb'den gelen bir rivayette bu hususa delalet eden bir ibare vardır: İmam Malik'e istiva sorulduğunda başını eğdi ve başı terleyinceye kadar eğik kaldıktan sonra, şöyle dedi. «Rahman kendisini nasıl vasıflandırdıysa, arşın üzerine de aynı | şekilde istiva etmiştir. Bunu nasıl yaptigı sorulamaz; zira -nasıl-ondan kaldırılmıştır.» Sonra da önceki sözünü sonuna kadar tek­il     rarladı. Bu söz, lazımlarının ,,yok olmasıyla beraber olursa, onu anlamak kolaydır. Yok lazimlarıyla beraber olursa, işte o zaman -maazallah- bu, aşırı bir delâlet ve Allah'ı tanımamak gibi bir ce­halet demektir.

Marifet denizlerinden avuçlayan bazı ariflerin söylediği gibi, Miraç gecesinde Hz. Peygamber'in (s.a) Mele-i Âlâ'da parlayan gü­neşinin, tüm nur ve güneşi sönük ve cılız bıraktığı bir zamanda Hz. Peygamber'e (s.a.), Arşın kendi lisanıyla söyledikleri ne güzel­dir! İmam Kastalani bu sözü böyle nakletmekle, aslında ikinci görüş ehlinin sapıklığını gözler Önüne sermiş olmaktadır. Kastalani' nin ifadesi  kısaltılmış haliyle  şu şekildedir:

«Hz. Peygamber (S.A.) Arş'a ulaştığında, Arş onun eteklerine

ü sarıldı ve lisan-i haliyle şöyle dedi: Ey Muhammedi Sen vaktin se­fasında, vaktinden eminsin. Ey Muhammedi Sen âlemlere rahmet olarak gönderilmişsin. Bu rahmetten bana da bir nasip gerekir. Ey Habibim! Ehl-i Zuhul'un bana nisbet ettiği, Ehl-i Gurur'unda uydurduğu şeyden benim beri olduğuma şahit olacaksın! Onlar

 benim benzeri olmayanı kapsadığımı, keyfiyeti olmayanı ihata et­tiğimi iddia etmişlerdir. Sen benim bundan beri olduğuma şahit ol. Ey Muhammedi  zatının hududu olmayan, sıfatlarının sayısı bulunmayan O, nasıl bana ihtiyaç duyar, benim üzerime nasıl bi­ner? Rahman O'nun ismi, istiva da sıfatı olduğunda ve sıfatı zatıyla kaim bulunduğunda benimle nasıl bitişsin veya benden nasıl aynisin? Ey Muhammedi O'nun izzetine yemin ederim ki ben bitişmek hususunda O'na yakın değilim. Taşımak hususunda da onu taşımaya güç yetiremem. O kendisinden bir rahmet ve lütuf olarak beni varetti. Şayet beni yok ederse, bu sadece O'nun hak­kı ve adaletinden dolayıdır. Ey Muhammedi Ben O'nun kudretini taşımaktayım. O'nun hikmetinin bir parçasıyım.»

Mutezile ve Kelamcılardan bir gurub, ayette geçen -Arş- ke­limesinin lügat anlamında olduğu, -isteva- fiilinin ise, -istevla- (is­tila etti) anlamına geldiğini öne sürmüşlerdir. Onlar şairin:

«Bişr Irak'ı kılıç kullanmadan ve kan dökmeden istiva (istila) etti» şiiri ile istişhad etmişlerdir. Allah'ın arşı istila etmesi, özel anlamda kullanılmıştır; çünkü -Arş- mahlûkatın en büyüğüdür.

Mutezilî'lerin yukardaki görüşü reddedilmiştir. Çünkü Arap­lar -isteva- fiilinin -istevla- anlamına geldiğini bilmezler. Sadece «Filan kimse filan şeyi istila etti» yani daha önceden kendisinin ol­mayan bir şeyi mülk olarak aldı, denir. Oysa Allah, ezelden beri tüm eşyanın sahibidir ve tüm eşyayı istila etmiştir. Bu görüş ay­nı zamanda Eş'arîler'e de nispet edilmiştir.[77]  

Ferra, istiva'nm kastetmek anlamına geldiğini, dolayısıyla —İsteva alâ'l-Arş— ifadesinin «Arş'ı yaratmayı kastetti» demek olduğunu öne sürmüştür. Ancak -isteva- fiilinin -ala- ile teaddî olunması bu ihtimali geçersiz kılmaktadır.

Bu hususta, arşın yaratılışının, göklerin ve yerin yaradılışın­dan sonra olduğuna dair bir görüş daha öne sürülmüştür. Kaffal, istiva'dan maksadın Allah'ın kudretinin arşa nüfuz etmesi, dile­mesinin orada cereyan etmesi, mülkünün müstakil olması demek olduğunu, fakat halkın krallarda görüp bellediği şekilde ifade edildiğini, söylemektedir. Bazıları Kaffal'm bu görüşünü destekleye­rek, «Sonra Arş'a istiva etti ve emri tedbir etti» (Yunus: 3) ifade­siyle istişhad etmişlerdir. Çünkü «Ve emri tedbir etti» tabiri, arşa istivanın yorumlanmasıdır. Dolayısıyla istiva'yı istila ile yorumla­yan onu kudret sıfatına dönüştürmüş olur.

Beyhaki, Ebu'l Hasan el-Eş'arî'den naklettiğine göre, Allah Arş'ta işlediği bir fiile -istiva- adını vern )ş ve bir başka fiil işle­yerek ona da -nimet ve rızk- adını koymuştur.

«Summe'steva ala'l-Arş» ifadesinde geçen, -sümme- (sonra) kelimesi terahi (gecikme) içindir ve terahi sadece fiillerde olur. Üstad Ebabekr bin Furek'in bazı kimselerden naklettiğine göre, istiva istila anlamına gelir ve mesafe bakımından bir yükselmeyi tazammun etmediğinden dolayı Allah'a nispetle kullanılması yan­lış bir anlam taşımaz. Ayrıca «Sümme» kelimesi -arş- ile ilgili olup, -isteva-ya bağlanmaz. «Sümme» kelimesinin mertebe hususundaki farklılığın vurgulanması amacıyla kullanılmış olduğu iddiasında­ki görüş de muteberdir.

Bilindiği gibi bu tür konularda selefin mezhebi, ayetin anla­mının ne olduğunu Allah'a havale etmektedir. Onlara göre, Allah kastettiği şekilde istikrar ve mekanı olmaktan münezzehen arşa istiva etmiştir. İstiva'yi istila ile yorumlamak mekruhtur. Çünkü bu görüştekiler, buna bizim bir şeyi istila etmemiz gibidir, diye­mezler. Aksine ancak o Allah'a münasip bir istiladır demek zorun­da kalırlar. O halde boşuna ileri gitmeden başlangıçta, Allah'a münasib bir istivadır diyerek işin içinden çıkmalıdır.

Bu ayetin yorumunda îbn Kesir şunları söylemektedir: «Allah tüm âlemin (göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin) yara­tıcısıdır ve bunları altı günde yaratmıştır. Nitekim bu husus Kur' an'ın pek çok ayetlerinde zikredilmiştir. Bu altı gün sırayla pazar, pazartesi, salı, çarşamba, perşembe ve cuma'dır. Tüm mahmkat orada toplanmış ve Hz. Adem orada yaratılmıştır. Müfessirler, bu günlerin dünyamızdaki günler kadar olup olmadığı hususunda ve her gün bin sene kadar uzun mudur değil midir, diye ihtilaf et­mişlerdir. Mücahid ve İmam Ahmed, bir günün bin seneye teka­bül ettiği üzerinde ısrar etmişlerdir. Bir günün bin sene kadar uzun olduğunu Dahhak da, İbn Abbas'tan rivayet etmektedir. Cu­martesi gününde ise bir «yaradılış» vuku bulmamıştır. Yedinci gün olduğundan dolayı ona -kesmek- anlamında, «sebt» denilmiş­tir.

İmam Ahmed, Müsned'in de şöyle bir hadis rivayet etmekte­dir:

«Allah toprağı cumartesi günü yarattı. Pazar günü orada dağ­ları, pazartesi günü ağaçları, salı günü kötülükleri, çarşamba günü nuru, perşembe günü yeryüzünde yayılan hayvanları, cuma günü ikindiden sonra Adem'i yarattı. Bu yaratılanların sonuncusu ve cuma saatinin sonunda olan bir hadisedir.» (Bu hadisi İmam Müs­lim ve Nesei de rivayet etmiştir.)

Bu hadiste yedi günün tamamı zikredilmektedir. Oysa ayette altı gün denilmektedir. Bu yüzden Buhari ve birçok muhaddis bu hadisi tenkid ederek, Ebu Hureyre'nin Kâb'ul-Ahbar'dan rivayet ettiği   hadisin merfu olmadığını söylemişlerdir. [78]

Arş'ı istiva konusunda birçok görüşler ileri sürülmüştür. Bu konuda Selef-i Salihin'e uyarız. Malik, Evzaî, Sevrî, leys bin Sa'd, Şafii, İshak bin Rahaveyh ve diğer imamların yolunda gideriz. Bu ise, ayeti geldiği gibi kabul etmektir. Ne keyfiyet, ne teşbih ne de ta cil yapmıyoruz. Teşbih yapanların zihinlerine gelen her anlam­dan Aiîah münezzehtir. Çünkü Allah'a hiçbir şey benzemez. Ve C'nun benzeri yoktur. «O işiten ve görendir» (îsra: 2). Bu mesele imamların söylediği gibidir. Bu imamlardan Buhari'nin . şeyhi Nuaym bin Hammad el-Huzaî şöyle demektedir: «Allah'ı mahlu-katmdan birine benzeten kâfir olur. Allah'ın kendisine vasfettiği bir şeyi inkâr eden de kâfir olur. Allah'ın veya Rasülü'nün kendi­sine vasfettiğinde teşbih yoktur. Sarih ayetler ve sarih hadislerin getirmiş olduğu sıfatlarla Allah'ı vasıflandıran ve bu yaptığını Al­lah'ın celaline uygun olarak yapan, sonra da Allah'tan eksiklikle­ri uzaklaştıran kimseler doğru yoldadırlar.[79]  

«Gündüzü sürekli olarak kendisini takib eden gece ile örten.» ifadesi gündüzün aydınlığım, gecenin karanlığıyla gideren, anla­mındadır. Geceyi gündüzle örtmek de, gecenin karanlığını gün­düzün aydınlığı ile gidermek demektir. Bunların her ikisi de bir­birlerini aravermeksizin takib ederler. Biri giderse, muhakkak di­ğeri gelir. Nitekim Allah, «Gece de onlar için bir ayettir, Gündüzü ondan soyar alırız, birden karanlıkta kalıverirler. Güneş de kendi mustakarn içinde akıp gider. Bu üstün ve Bilen Allah'ın takdiri­dir.» (Yasin: 37-38) buyurmaktadır.

Güneş, ay ve yıldızlar O'nun dilemesine bağlı hareket ettikle­rinden Allah; «İyi bilin ki yaratmakta, emir de ancak O'na aittir.» yani mülk ve tasarruf O'nundur demektedir. İbn Cerir, Abdulaziz Sami'den, o da babasından Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: «İşlemiş ol­duğu salih bir amelden dolayı Allah'a değil de nefsine hamdeden kimse kafir olmuş ve o ameli boşa gitmiştir. Allah'ın emirden bir kısmım kullarına tahsis ettiğim söyleyen de, peygamberlere inzal olunanı inkâr etmiştir. Çünkü Allah, «İyi bilin ki yaratmak da, emir de ancak O'na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah yücedir» buyurmuştur.» Ayrıca Ebu Derda'dan me'sur olan bir duada  ki bu dua aynı yerde merfu olarak rivayet edilmektedir  şöyle de­nilmektedir: «Ey Allah'ım! Mülkün tümü senindir. Bütün hamdler senindir. Tüm işler sana döner. Tüm hayırları ancak senden iste­rim. Tüm serlerden de sana sığınının.»  [80]

Güneş, ay ve yıldızlara boyun eğdirildiğinin bildirilmesi, on-lann kendi başlarına bir tesir sahibi olmadıklarını gösterir.

Bazıları «Emir»in burada «irade» karşılığında, bazıları da «nehymn karşıtı olarak kullanıldığım öne sürmüşlerdir. «Halk» kelimesi ise mahluk anlamında kullanılmıştır. Yani tüm mahluka-tın sahibi O'dur. Çünkü onları O yaratmıştır. Ve dilediğini emre­debilir!..

Süfyan bin Uyeyne, bu ayeti Allah'ın kelamının mahluk olma­dığı konusunda delil getirerek şöyle demiştir: «Bu ayette Allah «halk» ile «emir» arasında bir fark gözetmiştir. Bu ikisinin aynı şey olduğunu söyleyen kâfir olur.» Yani Allah'ın kelamı olan emri, Allah'ın mahlukatından addeden kafirdir. Zira mahluk ancak yine mahlukla kâim olur. Hazin tefsirinde de böyle denmiştir.

İbn Ebi Hatim'in Süfyan'dan rivayet ettiğine göre, «halk» arşın altında, «emir» de üstünde olandır. Bazılarına göre de, yay­gın olanı, emir âleminin, mücerredat âlemine ıtlak olmasıdır.

«Tebareke»; tekaddese, tenezzehe gibidir. Yani Allah her nok­sandan uzakdır. Allah'ın halk ve emirde noksandan tenzih edil­mesi bu cümleye dahildir. Anlaşılmaktadır ki -Halk- üe -Emr- hik­mete münasip bir kemalin fevkindedir. Tebareke, Allah dı­şında hiç kimse için kullanılamaz. Çünkü bu sıfat sa­dece Allah'a mahsustur. Tebareke,  «Berk»  kökünden türemiştir ve iki şekilde anlaşılabilir. Birincisi, beka ve sebat, ikincisi fazi­letin çokluğu anlamındadır. Birincisine göre mânâ, «Allah sabit ve daim olandır.», ikincisine göre de «Hayırların ve kemalâtın tümü Allah'a aittir.» şeklinde olur. Her iki halde de Allah'tan başkasına bu sıfat atfolunamaz.

Zeccac'a göre tebareke, çokluk anlamındaki «el-Berk» den türe­miştir. Yani Allah hayrın her türünden çokça verendir. Bu kelime­nin muzari, emr ve ism-i fail şeklinde türevleri bulunma­maktadır.

Kadı Beyzavî, tebareke'nin Teâlâ anlamında olup, vahdaniyyet, uluhiyyet, ve rububiyette Allah'ın yüceliğini gösterdiğini söyle­mektedir. Ancak Beyzavİ'nin yorumuna göre bu bir sonuçtur. Oy­sa mülahaza edilen mesele bir başlangıçtır. Nitekim sonra, selef-i ümmet üzerinde bulunduğuna, muhalefetten hâli olmayacak bir şekilde meseleyi tahkik ettiğinde kuşku kalmamıştır.  [81]

Alusî'nin yukarıda tenkid ettiği Beyzavî'nin tahkiki şöyledir: «Birçok Rabler edinen kâfirlere, Rabliğe sadece bir tek olan Allah'ın layık olduğu bildirilmiştir. Çünkü «Halk» ve «Emir» O'na aittir. O âlemi kuvvetli bir tertip ve hikmetli bir tedbir üzere yarat­mıştır. Felekleri en güzel şekilde yaratarak, yıldızlarla süslemiştir. Nitekim, «Onları iki günde yedi tabaka gök olarak yarattı» (Fussi-let: 12) ayetinde de buna işaret edilmiştir. Daha sonra suflî var­lıkların yaratılmasına yöneldi. Değişik şekillere ve değişik heyet­lere girmeye müsaid olan maddeyi yarattı. Sonra onu etki ve fiil­leri farklı çeşitli şekillere paylaştırarak, bu olaya «İki günde sizi _ yarattı» (Fussüet: 9) ayetiyle işaret etti. Yani suflî olan tarafı iki günde yaratmış oldu.

Sonra   üç   elementi   önce   maddelerini   birleştirmek   suretiyle ikinci kez şekillendirerek (yeniden) inşa etmeye başladı. Ni­tekim «Arzı iki günde yarattın ifadesinden sonra, «Onun üstünde dağlan ve bereketlerini var etti. Dört günde de gıdalarını takdir etti. (Pussiîet: 10) buyurdu. Önceki iki günle birlikte altı gün et­miştir. Çünkü Allah Secde suresinin 4. ayetinde gökleri ve yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattığını bildirmiştir. Son­ra mülk âlemi kendisi için tamamlanınca ülkesinin işlerini idare etmek için tahtına oturan bir kral gibi, (teşbihte hata olmasın) onun idaresine yöneldi. Böylece felekleri harekete geçirmek, yıldız­ları yürütmek, geceleri ve gündüzleri sarmak suretiyle emrini se­madan arza tedbir etti. «İyi bilin ki, yaratmak da emir de ancak O'na aittir. Âlemlerin Rabbi Allah yücedir.» Bu beyanın ardından, insanlara ihlasla, yalvararak kendisine dua etmelerini emretti.» [82]

İmam Razi (H. Öl. 606, M. Öl. 1210), Mefatih'ul-Gayb adlı tefsirinde «Sonra Allah arşa istiva etti» ifadesiyle ilgili şunları söylemektedir: «Âlem (dünya-yeryüzü) birküredir. Âlemin küre (yuvarlak) olması halinde Mabudunun üst tarafta olması mümte-nidir. Âlemin küre olmasına gelince, bu, astronomi ilminde gayet açık bir şekilde izaha kavuşturulmuştur. Örneğin, ayın tutulma­sını müşahede ettiğimizde batı bölgeleri gecenin öncesinde bulu­nuyorsa, doğu bölgelerinde ay, gündüzün öncesinde tutulur. Dola­yısıyla bundan batıdaki gecenin öncesiyle doğudaki' gündüzün ön­cesinin aynı olduklarını anlamış oluruz. Bu da tabii ki ancak dün­yanın yuvarlak olması durumunda ve doğudan batıya doğru dö­nüş yapmasıyla mümkündür. Ayrıca kuzeye doğru yöneldiğimizde ne kadar ileri gidersek kuzey kutbu da o derece yükselir. Güney kutbu da kuzey kutbunun yükselmesi oranında alçalır. Bu da yer küresinin kuzeyden doğuya doğru döndüğüne delalet eder. Sonuç itibarıyla dünyanın yuvarlak olduğu kesinlikle ifade olunabilir. Bu sonuç  kesinlikle  tesbit  olunduktan  sonra,  şöyle bir  tahminde bulunabiliriz:   Sözgelimi  biri  doğunun,  diğeri batının uç  noktasmda duran iki insan düşünelim. Bu durumda o kimselerin ayak­larının tabanları karşı karşıya dururlar. Birisine nisbetle üst olan, ötekine nisbeten alt olur. Şayet Âlemin Mabudu'nun -hâşâ- bun­lardan birine nisbetle üstte olan bir mekânda durduğunu düşüne­cek olursak, aynı mekân ikinciye nisbetle altta olacağından -Allah Teâlâ-mn belli bir mekânda durduğu kabul edilirse- bundan O' nun bazı kimselere nisbetle altta olduğu sonucu çıkar ki Allah'ın dünya ehlinin altında olması muhaldir. Böylece sonuç olarak Al­lah'ın belli bir mekânda bulunmadığı anlaşılmış oldu. Ayrıca bu bakış açısına göre bazılarına nisbetle aşağıda olan bir yer, bazıla­rına göre yukarıda, kimilerine göre solda, kimilerine göre sağda, yine bazılarına göre önde, bazılarına göre arkada olur. Çünkü dünyanın yuvarlak olmasının doğal bir sonucudur bu. Yukarıdaki oranların Allah'a nisbetle düşünelemiyeceği akılların icmaıyla sa­bittir. Ancak O'nun tüm yönleriyle yeryüzü yuvarlağım ihata etti­ği söylenmek isteniyorsa, bu sefer O'nun yeryüzünü ihata eden bir felek olduğu iddia edilmiş olur ki bu da sonuç itibariyle Âlemle­rin Mabudu'nun âlemi ihata eden feleklerden biri olduğu anlamı­na gelir. Oysa hiçbir müslüman böyle bir inancı öne süremez;»[83] (1)

Yukarıdaki ifadelere dikkat edilecek olursa Fahruddin Razi' nin bundan 700 küsur yıl önce dünyanın yuvarlak olduğunu savun­duğu görülecektir. Ve o buna dayanarak Allah Teâlâ'nm herhangi bir mekânda bulunmadığını ispat ediyor. Fakat müslünıanlar sırf bu gibi alimlerin sözlerinden gafil oldukları için dünyanın yuvar­lak oluşunun keşfini Bati'lılara nisbet edip durmakta ve böylece Batılı'ları överken İslâm alimlerini yermektedirler.

«İyi bilin ki yaratmak da, emir de ancak O'na aittir.» ifade­siyle ilgili İmam Razi birkaç mesele öne sürmektedir:

Birinci Mesele: Bu ifade, felekten, melekten, cinden, insan dan sadır olan her fiil ile her emrin gerçekte Allah'ın mahluku olduğuna delalet eder. Yani başka Halik (yaratıcı) yoktur. Bu asıl sabit olduktan sonra şu meseleler ortaya çıkmaktadır:

a) Allah' tan başka ilah yoktur. Çünkü iki ilah olsaydı eğer, her ikisi de yaratıcı ve idare eden olurdu ki bu da ayetin anlamına ters düşer. Oysa ayet yaratmayı sadece bir tek ilaha mahsus kılmaktadır. b) Âlemin durumuna yıldızların bir etkisi yoktur. Zira aksi tak­dirde Allah'tan başka bir yaratıcının varlığı söz konusu olurdu. "Bu, ayetin anlamına ters düşer,

c) Nefisler, akıllar ve tabiatların ispatı konusunda felsefecilerle, büyücülerin sözlerine göre hük­metmek bâtıldır. Çünkü bu takdirde de Allah'dan başka bir yara­tıcının varlığı sözkonusu olur.

d) Kulların yaptıklarını yaratan Al­lah'tır. Çünkü aksi halde Allah'ın dışında bir yaratıcıya ihtiyaç olur.

e) İlim, alim olmayı; kudret ise kadir olmayı gerektirir, hük­müne gelince bu hüküm bâtıldır. Çünkü bu durumda Allah'tan başka bir müessir'in, bir muktedirin ve bir Hâlik'in olması gere­kir ki bu da bâtıldır.

îkinci Mesele: Bu ayet hiç kimsenin bir başkasını herhangi bir şeye icbar etmeye yetkisinin olmadığına işaret eder. Bu konuda tek yetki sahibi Allah Teâlâ'dır. Bu sabit olduktan sonra, iyilik iş. lemenin sevabı, kötülük yapmanın cezayı, elemin i'vazı gerektir­meyeceğini söyleyebiliriz. Kısaca kullarından dolayı Allah üzerin­de yapılması vacib olan herhangi bir gereklilik yoktur. Şayet iyi­lik işlemek mutlaka sevabı gerektirseydi kul için Allah'ın yapma­sı vacib olan bir işlem meydana gelecek ve bunun mutlaka yapıl­ması zorunlu olacaktı ki bu da sözkonusu ayete ters düşer.

Üçüncü Mesele : Bu ayete göre Allah yarattığı için çirkini çir­kin saymak, güzeli de kendisine ait bir nedenden dolayı güzel say­mak mümkün değildir. Çünkü «İyi bilin ki yaratmak da emir de O'na aittir» ifadesi Allah'ın dilediğini dilediği şekilde em. rettiğini gösterir. Şayet şirkin Allah'a ait olan bir vecihten do­layı çirkin olsaydı kendinde bulunanı emretmesi ve içinde çirki vechin bulunduğu şeyi yasaklaması Allah için daha doğru olurdu. O zaman Allah, dilediği şekilde emr ve nehyetmekten aciz olurdu. Oysa ayet, Allah'ın dilediği şekilde, dilediği zaman, dilediğini emr veya nehyedebileceğini anlatmaktadır.

Dördüncü Mesele : Bu ayet Allah Teâlâ'nın bu âlemin dışanda dilediği şekilde başka âlemler yaratmaya -irade ederse- kadir ol­duğuna delalet etmektedir. Yani Allah kendisinin gökleri, yeri, ay'ı, güneşi, ve yıldızları yarattığını söylemektedir. Bir şeyin yaratıldı­ğı ifade edildiğinde onunla takdir edilmiş bir cisim veya takdir edilmiş cisimde takdiri beliren şey kastolunur. Nitekim Allah Teâ-lâ başka bir ayette Allah'ın her semada, o semanın emrini vahyet-tiğini beyan etmiştir. Bu âyette de, güneş, ay ve yıldızların her bi­risinin Allah'ın emrine boyun eğdikleri anlatılmaktadır. Bu, her şeyin Allah'ın emriyle meydana geldiğine ve emr ile halk'ın ay­rıldığına delâlet eder. Allah Teâlâ hemen bu ifadenin ardından «İyi bilin ki emir de yaratmak da O'na aittir» diye buyurmuştur. Yani yaradılış, yaradılmışlar ve emr üzerindeki kudret O'na ait­tir. Bundan anlaşıldığına göre, Allah bu eşyayı yaratmaya ve dile­diği şekilde onlara suret vermeye kadirdir. Allah —irade ederse eğer— bin âlem ve o âlemlerden her birinin içindeki arş (kursi), güneş, ay ve yıldızları bir lahzadan az bir zamanda yaratmaya muk­tedirdir. Çünkü bunları yaratmak mümkündür. Allah da her müm­künü var etmeğe kadirdir. Bu noktadan ilham alarak el-Maarri uzun bir kasidesinde:

«Ey insanlar! Allah'ın, yıldızların ve ayın gezdiği nice felek­leri vardır» dedikten sonra şöyle ekliyor :

«Bizim geçmişimiz de geleceğimiz de Allah'a göre kolaydır. O'nun dışında bizim için ne bir düşünce ne de bir tehlike vardır.»

Beşinci Mesele: Bir gurub, yaratmak Allah'ın sıfatlarından biri olduğuna göre, yaratmak mahluk değildir, diyerek hem sözkonusu ayetle hem   de   akılla deliller getirdiler.   Ayete   gelince, Ehl-i Sünnet'e göre, «Emr ancak Allah'a aittir» ifadesi emr'in Al­lah'ın sıfatı olduğunu, mahluk olmadığını ihsas eder. Yine Ehl-i Sünnet'e göre, «Halk ancak Allah'a aittir)> ifadesi halk'ın Allah'ın sıfatı olup mahluku olmadığını gösterir. Dolayısıyla bu ayet, yarat­manın Allah'ın zatıyla kaim bir sıfat olduğuna delalet eder. Aklî delile gelince, bizler, «Bu şey yoktu, sonra niçin oldu?» diye sordu­ğumuzda cevaben, «Allah yarattı da ondan» diyoruz. Böyle dedi­ğimizde bu illet doğru olur. Şayet Allah hem halik hem de mah­luk olsaydı, o zaman, «O niçin yaratıldı? Zira onu Allah yaram» sözü şu şekilde anlaşılırdı: «O kendi nefsinden ve zatından mey­dana geldi, başka bir şeyden değil.» Oysa böyle bir hüküm hem bâ­tıl hem de muhaldir. Çünkü bu mânânın doğruluğu, o şeyin Allah tarafından yaratılmış olduğunu iptal eder. Bu bakımdan Allah Te-âlâ'nın mahluku yaratmış olması, o mahlukun zatının gayridir. Dolayısıyla yaratılış ile yaratılmış birbirinden ayrıdır. Ancak ya­ratılış yaratılmıştan ayrı ve aynı zamanda kadim olsaydı eğer, o zaman onun kadimliği mahlukun da kadim olmasını gerektirirdi. Eğer hadis olsaydı, başka bir yaratılışa ihtiyaç duyacağından, te­selsül lazım gelirdi ki o da muhaldir.

Altıncı Mesele: Ayet zahiren Allah'tan başkasının halik ola­mayacağını nasıl gösteriyorsa, emr'in de olamayacağını göster­mektedir. Nitekim bu âyet, «Hüküm ancak Allah'ındır» (En'am: 57), «Hüküm ancak büyük ve yüce olan Allah'a aittir» (Mümin: 12) ve «Hüküm ve emir sadece Allah'a mahsustur» (Rum: 4} ayetleriyle teyid ve tasdik edilmektedir. Ancak mesele; «O'nun (Rasûlullah'ın) emrine muhalefet edenler sakınsınlar» (Nur: 63) ayetiyle ve Hz. Peygamber'in (s.a.) «Size bir şey emrettiğimde onu gücünüz yettiğince yerine getirin» şeklindeki hadisiyle birlikte problemli bir durum ortaya çıkarmaktadır. Fakat Hz. Peygamber* in emri, aynı zamanda Allah'ın emri olduğundan, hakikatte kendi­sine uyulan bir başkasının değil, sadece Allah'ın emridir [84] (55 «Yalvararak ve için için dua ederek Rabbinizi çağırın.»

Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayette geçen «ud'û» (çağırın) fiili ile düeyin ve isteyin den­mektedir. Dua etmek ibadetin özüdür. Çünkü dua eden, istediği bir şeye muhtaç olduğunu, onu elde etmekten aciz kaldığını, Babbinin duasını işittiğini, ihtiyacına vakıf olduğunu ve onu gidermeye gücü yettiğini bildiği için Allah'a dua eder. Şüphe yok ki, kulun kendi­sinin acz ve eksikliğini, Rabbinin de kudret ve kemalini bilmesi, ibadetlerin en yüce mertebesidir.

Bazıları; «çağırın» demekle «ibadet edin» anlamının kastedil­diğini, duayı ifade eden fiil üzerine «Yalvararak ve için için dua ederek» cümlesinin atfedilmesi dolayısıyla,"matuf (atfedilen) ile matufun aleyhin (kendisine atıfta bulunulan) ayrı şeyler olması gerektiğini söylemişlerdir. Ancak bu görüş tenkid edilmiştir, çün­kü ilk planda matuf ile matufun aleyh'in ayrı ayrı olması bağlan­dıkları yerler itibarıyla yeterlidir. Sözgelimi «Zeyd'e veraun ve Amr'a vurdun» denildiğinde, ikisine de vurulmuştur. Ama bağlan­dıkları yerler itibarıyla biri Zeyd'e, diğeri de Amr'a atfolunmuş-tur. Aralarında fark olduğundan dolayı bu atf caizdir. Ayrıca ni­çin birinci cümledeki dua, ibadet anlamında anlaşılıyor da, ikin-ci cümledeki aynı kelime bu şekilde anlaşılmıyor? Bundan başka, dua kelimesini ibadet anlamıyla karşılamak tefsir-i me'sura mu­haliftir.

Zeccac, «Tazarru»nnn tezellül ve temellük anlamına geldiğini ileri sürmektedir. Yani bu ifade Allah karşısında alçalıp küçüle­rek dua edin, anlamındadır. [85]

 

Duayı Gizli Veya Açıktan Yapmak

 

Bazıları da «Tazarru»mxn gizliliğin karşıtı anlamında kullanıl­dığı görüşündedir. Yani «Allah'ı açıkça (tezarruen) ve gizlice (Ua1-yeten) çağırın.» Bu yorum Ebu Müslim tarafından öne sürülmüş­tür.

îbn Mübarek, îbn Cerir ve Ebu Şeyh'in Hasan Basri'den riva­yet ettiklerine göre, önceden müslümanlar var kuvvetleriyle dua ediyor olmalarına rağmen, yine de sesleri Rableriyle kendileri ara­sında ancak fısıltı şeklinde işitilir idi. Çünkü Allah Teâlâ, «Yalva-rarak ve için için dua ederek Rabbinizi çağırın» buyurmuştur. Ay­rıca Allah Teâlâ, yaptığından razı olduğu salih bir kulunu zikre­derken, «(Hatırlat) o şamam ki, o gizli bir yakarışla Rdbbine dua etmişti.» (Meryem: 3) demiştir. Hasan Basri'den gelen bir diğer rivayete göre, gizli dua ile açık dua arasında yetmiş derece fark vardır.

Ebu Musa el-Eş'ari'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygam­ber (s.a) seslice dua eden bir topluluğa, «Ey insanlar! Kendinizi boşuna yormayın. Şüphesiz ki sizler sağır ve gaib olan birini ça­ğırmıyorsunuz. Hiç kuşku yok ki sizler, sizi dinleyen ve gören bir zata dua ediyorsunuz. O sizinle beraberdir. Öyle ki O, kişiye, de­vesinin boynundan bile yakındır» diye buyurmuştur.

Bu hadiste kısaca «Kendinize acıyın ve dua esnasında sesleri­nizi kısın» denmektedir. Bu esastan hareketle bazı alimler sesli dua etmenin mekruh olduğunu ileri sürmüşlerdir. Nitekim günü­müzde özellikle camilerde dua ederken bağıran birçok kimseyi görüyoruz. Öyle ki onlar bağırınca, etrafı mırıldanmalar kaplıyor, yankılar artarak kulakları tırmalıyor ve kalbleri duyma? hale ge­tiriyorlar. Oysa bu kimseler iki bid'ati bir araya getirdiklerinin farkında değiller midir? Birincisi, dua esnasında sesi yüksenmek; ikincisi, mescidde sesleri yükseltmek  [86]

îbn Cerir, İbn Cüreyc'ten şöyle rivayet etmektedir: «Duayı sesli yapmak, 'Kuşkusuz ki Allah haddi aşanları sevmez' ayetinin kapsamına girer.» Ayrıca İbn Ebi Hatim, buna benzer bir rivayeti Zeyd bin Eslem'den nakletmiştir.

Bazı alimler, duayı sesli yapmakta bir beisin olmadığı görü­şündedirler. Allah'ın sevmediği kimseler olan «haddi aşanlar,» kendisine uygun olmayan şeyleri isteyenlerdir. Örneğin Peygam­berlerin mertebesinde olmayı veya göklere yükselmeyi istemek-ya da küfrü gerektiren şeyleri (îblis'in, Ebu Cehil'in cennete gir. melerini, vahyin ve risaletin yeniden gelmesini, Allah'ın kendisini yalanlamasını v.s.) istemek gibi.

Sa'd bin Ebi Vakkas, Hz. Peygamber'den onun şu sözünü din­lediğini rivayet etmektedir: «İleride duada hududu aşan bir top­luluk gelecektir. Oysa kişiye  Ya Rabbi Senden cenneti ve cenne­te yaklaştıran söz ve amelleri isterim, cehennemi ve cehenneme yaklaştıran söz ve amellerden sana sığınırım demesi yeterlidir.» Hz. Peygamber bu sözü söyledikten sonra «Allah.haddi aşanları sev­mez» ayetini okudu. (İmam Ahnıed, Ebu Davud)

Bir başka gurub, riya korkusu anında gizlice dua etmenin açıkça dua etmekten ve buna mukabil riya korkusu olmayan yer­lerde de açıkça dua etmenin, gizlice dua etmekten daha üstün ol­duğunu öne sürmüştür.

Yukardaki görüşten daha uygunu, riya korkusu olmayan yer­lerde açık, olduğu yerlerde de gizli dua etmenin üstün olması­dır. Şayet namaz kılan bir kimsenin namazını bozmuyor, uyuyan kimseyi rahatsız etmiyor, okuyan bir kimseyi şaşırtmıyor, şer'î İlimle meşgul olan kimsenin zihnini kanştırmıyorsa açıkça dua etmek daha efdaldir. Fakat yukarda sayılan mahzurlara yol açı­yorsa duayı gizlice yapmak gerekir. Ancak açıkça dua etmekle ca­hile bir şeyin öğretilmesi kastolunmuş veya korkan bir kimsenin korkusunu gidermek amaçlanmışsa ya da dua eden kimse kendi­sinden uykuyu, tembelliği uzaklaştırmak istiyorsa veyahut mümin kalbine sevinç vermek, bid'at sahibini bid'atmdan uzaklaştırmak ya da buna benzer sebebler söz konusu ise, elbette açıkça dua et­mek caizdir  ve  daha efdaldir.  Yine  hutbelerde  müslümanların imamına dua ederken, sahabilere Allah'tan nza dilerken bunu ses­li yapmak daha efdaldır.

İmam Şafii'ye göre Fatihadan sonra (tamim) sözünün sesli denmesi sünnettir. O, «Bu bir duadır. İmam da, cemaat de 'amin'i sesli demelidirler» görüşündedir.

Bazı alimler de müezzinlerin minarelerde ferec duasında ses­lerini yükseltmeleriyle, kişinin kendisinin duyacağı kadar sesini yükseltmesi arasında fark gözetmişler ve ikincisinde çoğu kez bir beis yokken, birincisi böyle değüdir, demişlerdir. Ancak görünen odur ki, «haddi aşanlar» ile Allah'ın emrettiği herhangi bir emri yerine getirmeyenler kastolunmaktadır. Dua konusunda hududu aşanlar da bunlar arasında mütalaa olunurlar.

İbn Ebi Hatim ve İbn Cerir şöyle rivayet etmektedir: «Ayet, gerek dünya gerekse ahiret işlerinde olsun, tüm ihtiyaçlarınızda Rabbinizi çağırın, mümin bir erkek veya kadının aleyhinde onları rezil edici şekilde, bir şer ile dua etmeyin ve lanet okumayın, an­lamındadır.»

Alimler bir mümin hakkında «imansız ya da kâfir olarak öl­sün» diye dua eden kimsenin küfründe ihtilaf etmişlerdir. Böyle bir davranış her ne kadar hududu aşmanın en korkunç bir şekli ise de, yine de verilen fetva böyle davranan kimsenin kâfir olma­dığı yolundadır.[87]

 

Duanın Adabı

 

Dua ile ilgili birçok kural konmuştur:

a) Abdestli olunmalıdır,

b)  Kıbleye dönülmelidir,

c) Kalb, dünya işlerinden boşaltılmalıdır.

d) Duanın başında da sonunda da Hz. Peygamber'e selat ve selam getirilmelidir,

e) Eller semaya doğru kaldırılmalıdır,

f) Tüm müslümanlar dua kapsamına alınmalıdır,

g) Duanın kabul   edilebileceği  saatler  aranmalıdır.   Birçok alime göre cuma günü ve hutbe anları bu saatler içindedir. Nite­kim beldesinde gelen son dönem alimlerinin en üstünü olan Tah-tevî, Durru'l-Muhatar'a yazdığı haşiyelerde böyle zikretmiş ve as­rının en büyük fakihi İbn Abidin de bunu ondan nakletmiştir.

h) Yağmur yağdığı zaman,

ı) Oruçlu iftarım açtığında,

i) Gecenin son üçte birinde,

k) Kur'an'ı hatmettikten sonra dua edilmelidir.

Bu kuralların dışında daha bir çoğu fıkıh ve ahlâk kitablarmda beyan edilmiştir. [88]

 

Dua Ve Gerekliliği

 

Duanın varlığı konusunda ihtilaf edilmiş ve -bazıları «Duaya gerek yoktur» diyerek birçok delil öne sürmüşlerdir:

1- pua üe olması önceden bilinen bir şey isteniyorsa, onun olması zaten vacibtir. Zira Allah'ın ilminde değişme yoktur. Ol­ması zaten vacib olanı istemenin de bir yararı yoktur. Eğer ol­mayacağı biliniyorsa zaten olmaz. O halde onu istemekte bir ya­rar yoktur.

2- Allah kendisinden istenen şeyin olmasını ezelde irade et­mişse eğer, dua edilsin-edilmesin o mutlaka olacaktır. Yok, eğer ezelde vermemeyi irade etmişse, o olmayacağından, onu istemenin de bir anlamı yoktur. Fakat Allah'ın ezelde onun ne olmasını ne de olmamasını dilediği söylenirse, dua anında da yine Allah'ın di­lediği olacaktır. Bu takdirde de Allah'ın zat ve sıfatlarında değiş­me meydana gelir ki bu muhaldir. Çünkü bu durumda, kulun dua etmesi Allah'ın zatında bir sıfat meydana getirmiş olmaktadır. Oy­sa Allah'ın sıfatlarını değiştirmekte kulun mutasarrıf olması dü-şünüylemez.

3- Dua ise istenen şeyin verilmesini hikmet ve maslahat ge­rekli kılıyorsa dua edilmese de Allah onu verir. Çünkü Allah Teâ-lâ'nın cimriliğinden bahsedilemez. Ancak istenen şey hikmete mu­gayir ise, kul dua etsin-etmesin Allah zaten o şeyi vermez.

4- Dua aslında emirden başka bir şey değildir ve aralarında bir terslik yoktur. Ancak dua eden mertebe bakımından daha aşa­ğıdadır. Oysa emreden kimsenin mertebe bakımından üstte olma­sı gerekir. Kulun ise Allah'a emretmesi edebsizliktir ve caiz değil­dir.

5- Dua, bir anlamda kulun Rabbini irşad etmesi, mabudunu en uygunu ve en doğrusunu yapmaya -iletmesi demektir. Dolayı­sıyla bu bir edebsizlikten başka bir şey değildir. Ya da kul dua etmekle -hâşâ- Rabbini gafil kaldığı bir hususta uyarmış olmakta­dır ki bu şekilde düşünmek açıkça bir küfür olduğu gibi ayrıca Al­lah'ın faz! ve ihsanında kusurlu olduğu fikrini tazammun eder. Yani kul dua etmekle -hâşâ. Allah'ı adeta fazl ve ihsana davet et­mektedir. Bu ise cehaletin ta kendisidir.

6- Duaya başvurmak, dua eden kimsenin kaderine razı ol­madığı anlamına gelir. Çünkü razı olsaydı kendi tasarrufunu bira-kır muayyen bir şeyi Allah'tan istemezdi. Kaza ve kadere razı ol­maktan kaçınmak da münkerattandır.

7- Kul çoğu zaman bir şeyi yararlı ve hayırlı görür. Fakat o hayırlı gördüğü şey meydana gelince birçok zararlara yol açar, büyük fesatlıklar doğurur. Hal böyle olunca da muayyen bir şeyi Allah'tan istemek caiz değildir. Aksine en iyisi, yararlı ve hayırlı olanı istemektir. Bu da zaten kul istese de istemese de Allah tara-fınaan meydana getirilecektir. Bu takdirde duanın bir yararı yok­tur.

8- Dua kalbin bir şeyi Allah'tan taleb etmeye yönelmesidir. Kalbin muayyen bir şeyi Allah'tan taleb etmeye yönelmesi onun Allah'ın marifetine ve muhabbetine dalmasiyla çelişir. Bunlar yü­ce ve şerefli makamlar olduğundan dolayı, bu yüce ve şerefli ma­kamlara mani olan bir şey de yerilmeyi gerektirir.

9- Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) Allah Teâ-lâ'dan hikâye ederek şöyle demiştir: {(Zikrimin kendisini benden bir şey istemekten aîakoyduğu kimseye, isteyenlerin istedikleri­nin en efdaîini veririm.» Bu hadis-i kudsi, evlâ olanın duayı ter-ketmek olduğuna delâlet etmektedir.

10- Teâlâ'nın ilmi, kulun tüm ihtiyacını ihata etmiş­tir. Dünyada bir kölenin, efendisinin kendi ihtiyaçlarını bildiğini farkettiğinde susması, ihtiyaçlarını efendisinin yanında zikretme­mesi edebe daha uygun, efendisini yüceltmek hususunda daha mü-nasibtir. Kullar arasında bile edeb bunu gerektiriyorsa, Allah ile münasebette buna daha çok dikkat etmek gerekir. Bu yüzden an­latılır ki, Hz. İbrahim (a.s.) ateşe atılmak üzere mancınığa konul­duğunda, Cibril kendisine «Rabbini çağır» der. O da, «Rabbimin halimi bilmesi O'nu çağırmama gerek bırakmamıştır» diye muka­belede bulunur.

Bu konuyla ilgili olarak zikredilen itirazlar bunlardır. Ancak duanın da ibadetin bir çeşidi olduğuna dikkat edilmelidir. Yukar-daki itirazların tümü her ibadet için geçerlidir. Yani Allah bir kimsenin said olduğunu biliyorsa, o kimsenin taat ve ibadete ihtiyacı yok demektir. Şayet Allah o kimsenin şaki olduğunu bili­yorsa, bu sefer de bu taat ve ibadetin ne yaran olacaktır? denile­bilir.

Yine denilebilir ki, insanın yeme-içme konusunda çaba sar-fetmesine gerek yoktur; zira Allah onun tok olacağını biliyorsa, bu konuda niçin çaba sarfetsin? Aynı mantık aç olması durumunda da geçerlidir. Bu sözlerin bu hususta sarfedilmesi nasıl yanlışsa, dua hususunda da sarfedilmesi yanlıştır.

Duanın kulun mertebesini, zilletini bilmesini ve Eububiyetin izzetini tanımasını ifade ettiği söylenebilir. Bu ise ibadetlerin en şereflisi ve en yücesidir. Yani, dua eden kendisinin talebde bulun­duğu zâta muhtaç olduğunu ve istediği şeyi kendi.başına elde et­mekten aciz bulunduğunu, Rabbinin ve mabudunun duasını işittiği­ni, ihtiyacım bilip, onu gidermeye kadir olduğunu, Allah'ın merha­met sahibi olup rahmetinin kendi ihtiyacım gidermesini iktiza et­tiğini bildiği anda dua etmeye başlar. Böyle olunca ancak kendi­sinin muhtaç ve aczle muttasıf olup mabudunun da ilmin, kudret ve rahmetin kemaliyle vasıflı bulunduğunu bilen kimsenin dua et­meye kalkışacağı anlaşılır. Zaten dindeki tüm sorumluluklar kul­luğun zilletini, rububiyetin izzetini bilmekten başka, bir şey değil­dir. Madem ki dua bu iki unsuru biraraya getirebiliyor, o halde dua ibadetler içerisinde en efdalidir. Nitekim, «Yalvararak ve için için dua ederek Rabbinizi çağırın» ayeti de bizim söylediklerimizi doğrulamaktır. Çünkü yalvarmak, ancak Kâmil'in huzurunda bu-lunan eksiklik dolayısıyladir. Kul nefsinin eksik olduğuna inanma­dıkça yalvarmaz. Bu bakımdan dua ile maksad, bizim yukarıda ifade ettiğimizdir. Kur'an'm lafzının duanın delili olduğu böylece sabit olmuştur. Nitekim aşağıdaki hadis bunu desteklemektedir. Hz. Peygamber (s.a) «Allah katında duadan daha şerefli hiçbir şey yoktur ve dua ibadetin ta, kendisidir» dedikten sonra, «Kuşkusuz ki bana ibadet etmekten büyüklenerek yüz çevirenler zillet içinde cehenneme gireceklerdir.»    (Mümin: 60) ayetini okudu. Duanın hakikatleriyle ilgili olarak Bakara suresinin «Kullarım sana beni sorduklarında de ki: Ben onlara yakınım» ayetinin tefsirinde ge­rekenleri söylemiştik. Allah gerçeği daha iyi bilir.[89]  

 

Allah'ın Kullarına Olan Sevgisi

 

Müslümanlar «muhabbet» kökünden türeme (muhib) sıfatı­nın Allah'ın sıfatlarından olduğunda görüş birliği etmişlerdir. Çün­kü Kur'an'm birçok ayeti Allah'ın muhib olduğunu ispat etmek­tedir. Ancak buradaki muhabbetin, nefsin şehveti, fıtrî temayül, bir şeyden lezzet almayı istemek gibi olmadığı ittifakla belirtil­miştir. Çünkü tüm bu özellikler Allah'a nisbetle muhaldir. Allah' m kullarına olan sevgisi konusunda üç görüş öne sürülmüştür:

1- Allah'ın kuluna olan sevgisi ona hayr ve rahmet vermesi

demektir.

2- Allah'ın kuluna olan sevgisi, sevab ve hayrı kuluna ulaş­tırmayı irade edici (Murid) olması demektir. Bu ihtilaf bir başka mesele,  (Allah'ın irade sıfatının varlığı meselesi)  ile ilişkilidir. El-Kâbi ve Ebu'l-Hüseyin'e göre Allah irade sıfatıyla mevsuf de­ğildir. Çünkü O'nun kendi fiillerinin müridi olması, onları icad etmiş ve onları yapmış olması anlamına gelir. Yine Allah'ın baş­kasının fiillerinin müridi olması onları emretmesi demektir. Do­layısıyla Allah irade sıfatıyla mevsuf değildir. Eş'ariler ve Basra Mutezilesi Allah'ın muridiyyet sıfatını ispat etmişlerdir. Bunun bi­linmesi sonrasında iradeyi Allah'a izafetten nefyedenler, Allah'ın kuluna olan muhabbetini, sevabını ona ulaştırmakla tefsir etmiş­lerdir.

Allah'a iradeyi izafe edenler ise O'nun muhabbetini, kullarına sevabı ulaştırmayı irade etmekle tefsir etmişlerdir.

3-  Allah Teâlâ'nın kulunu sevmesi, sevabını ona ulaştırma­yı irade etmesinin ötesinde, kendine bir sıfat olması o kadar uzak bir ihtimal değildir. Çünkü bizler bir babanm çocuğuna olan sev­gisini her zaman müşahede ederiz. Babanın sevgisi dolayısıyla hay­rın onun çocuğuna ulaşması gerekir. İşte irade de, sevginin bir sonucu, meyvelerinden bir meyve, faydalarından bir faydadır. Bu tür maddi ilişkilerin sonucu olan sevgi; şehvet, ve fıtrîtemayül ve nefsin rağbetinden başka bir şey değildir. Oysa bunun Allah'a iza­feti düşünülemez bile. Bizler Allah'ın sevgisinin şehvet ve fıtrî temayülün dışında bir sıfat olduğunu söyleyebildiğimize göre, «Al­lah'ın sevgisi» (muhabbetullah) ifadesini niçin kullanamıyalım? Nitekim bu sıfattan dolayı hayr ve sevab kula ulaşmaktadır. An­cak bizler Allah sevgisinin ne olduğunu, nasıl olduğunu bilemiyo­ruz. Fakat bir şeyi bilmemek, o şeyin yok olduğu anlamına gelmez. Ehl-i Sünnet'in Allah'ın gözle görülebileceğini ispat edip, bunun cisim ve renkleri görmeye benzemediğini, keyfiyetsiz bir görüş olduğunu, söylediklerine, hiç bakılmıyor mu? Buna binaen niçin burada da Allah'ın kullarına olan sevgisi hakkında, onun fıtrî te­mayüllerden, nefsin şehvetlerinden uzak, keyfiyeti bilinmeyen bir sevgi olduğu demlemesin? Buraya kadar zikredilenlerden, kelamci-ların, «Allah'ın sevgisinin anlamı, ancak kullarına sevabı ulaştır­masının iradesi demektir» şeklindeki sözlerinin kesin bir delili ol­madığı anlaşılmıştır. Fakat son olarak, iradenin ötesinde olan bir sıfatın ispatına dair de bir delil yoktur, diyebiliriz. O halde onun nefyi nasıl vacib olacaktır?[90]  

(56) «Yeryüzü düzene kavuşturulduktan sonra orada fesat çıkarmayın...»

Bu Ayetin Tefsiri :

Bu ayet, ifsadın tüm çeşitlerini, nefsi, malı, soyu, aklı ve dini ifsad etmeyi yasaklamaktadır. Yani, Allah'ın yeryüzünü ıslah et­mesinden, mahlukatm yararına uygun olarak onu meydana geti­rip beyan ettiği ahkâmı ile oraya peygamberlerini göndermesin­den sonra, yeryüzünü ifsad etmeyin! Reddedilmekten korktuğu­nuz veya duanızın kabul olmasını istediğiniz anda ve O'nun aza­bından korkup sevabını elde etmek istediğiniz zamanlarda Allah'a dua ediniz!

İbn Cerir, ayeti yorumlarken, korku, adalet; ümid beslemek de fazilettir, demiştir.

«Korkarak ve umutla O'nu çağırın» cümlesinin tefsirinde Ata; «Yani mizandan korkarak ve cennetleri umarak Allah'ı çağırın» demektedir.

Korkunun esası, zarardan emin olunmadığı durumlarda kal­bin ürpermesidir. Bazı alimler, korkuyu ileride meydana gelecek kötü bir hadisenin beklenmesiyle tefsir etmişlerdir. Keza umutla beklemek de sevilen bir şeyin geleceğini beklemektir. Allah, kendi katında değeri bulunduğundan dolayı, tekrar duayı zikretmiştir. Öyle ki duayı önce zahiri sıfatlarla, daha sonra batini sıfatlarla va­sıf landırmıştır.

Bazı müfessirler Önceki ayette verilen emri, duanın şartının açıklanması, ikinci kere verilen emrin de duanın yararının beyan edilmesi olarak izah etmişlerdir. Bazıları da, tekrarın olmadığını, zira daha önceki ayet istemek anlamında bir emir iken, ikincisi ibadet anlamında olan duayı emretmektedir. Yani ayet, nefsinizde korku ve ümidi, yani kalbi ve kâlibi bir araya getirerek Allah'a kulluk edin, anlamına gelmektedir.

Bazı alimler de duayı bilinen anlamıyla alarak korku ve ümi­di genel anlamda mütalaa etmişlerdir. Bu takdirde ayetin anlamı şöyle olmaktadır:  «Nefsinizde ve amellerinizde korku ve ümidi biraraya getirerek Allah'ı çağırın.» Ancak bu yorum o kadar önem­li bir anlamı içermez. Büyük müfessirlere göre makbul olanı daha önceki yorumdur.[91]  

. «Kuşkusuz ki Allah'ın rahmeti ihsan edenlere yakındır.» ifa­desinde geçen «rahmet» kelimesinin «ihsan» anlamına geldiğini söylemişlerdir. Nitekim Rahman suresinin 60. ayetinde, «İhsanın karşılığı yine ihsan değil midir?» buyurulmaktadır. İfadeyi bu şe­kilde yorumlayanlar, rahmet kelimesinin dünyevî ve uhrevî ihsanın her iki yönünü de kapsadığı görüşündedirler. Rahmetin muhsin-lere yakınlığı ise; hikmet gereği, ehliyetle beraber engellerin tama­men kaldırılmasıdır.

Said bin Cübeyr, rahmet kelimesiyle sevab'm kastedildiğini söylüyorsa da asıl demek istediği uhrevî ihsandır. Bu tefsir doğ­rultusunda -yakınlık- şu şekilde anlaşılır: İnsanoğlu yaşadığı her an sonrasında dünyayı geride bırakarak ahirete doğru yol alır. Böyle olunca elbette ölüm insana hayattan daha yakındır. Muhsin bir kimseyle ahiretteki sevab arasında yegâne perde ölümdür. Her gelecek yakın olduğundan rahmet de muhsinlere yakındır.

Zemahşeri, «Keşşaf» adlı tefsirinde bu ayetin, «Kuşkusuz ki ben tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyip te, sonra hida­yete eren kimseye karşı çok af jedidyimdir» (Taha : 80) ayeti ka­bilinden olduğunu söylemektedir. Nitekim bu ayette, hüsranın tevbeye, iman ve salih amele bağlandığı gibi, sözkonusu ayette de rahmet amellerin ihsanına bağlanmıştır. Yani Allah Teâlâ, adeta, «Kim tevbe ve iman ederse, rahmet ona yakın olacaktır» demekte­dir.» Zemahşeri'nin bu tefsiri Mutezile'nin bir iddiasına müstenid-dir. Onlara göre, büyük günah işleyenler muhsin sayılmayacakları için ateşten kurtulamazlar. Ateşe girdikten sonra kurtulmak ise bir rahmettir. Ancak kişi büyük günah sahibi olsa da, o Allah'a ve Rasûlü'ne iman etmiştir. Böyle bir imanı olan kişi elbette muhsin-dir. Nitekim kuşluk vaktinde ergenlik çağma vararak iman eden ve öğle namazını kılmadan önce ölen bir çocuğun, «Muhsinler için hüsna (güzellik) ve fazlası vardır.» (Yunus : 26) ayetinin kapsamı­na girdiği ümmetin ittifakı ile sabittir.

Ebu Şeyhin rivayet ettiğine göre, İbn Abbas «muhsinler» ifa­desini, «müminler» ile tefsir etmiştir. Bazıları da «muhsinler»! «dua edenler» şeklinde yorumlamişlarsa da bu kapalı bir yorum­dur.

(57) «Rüzgârları rahmetinin Önünde müjdeci olarak gönde­ren O'dur...»

Bu Ayetin Tefsiri

Allah Teâlâ göklerin ve yerin yaratıcısı, mutasarrıfı olduğunu, her şeyin kendisine boyun eğdiğini, kâinatın idare edicisi ve yöne­ticisi bulunduğunu belirttikten sonra kullarının kendisine dua et­melerini istemiştir. Zira O her şeye kadir olandır. Yine kullarına nzık verenin kendisi olduğuna, kıyamet günü ölüleri yeniden di­riltip mahşer meydanına göndereceğine değindikten sonra rüzgâr­ları rahmetinin önünde müjdeci ve yayıcı olarak gönderdiğini ifa­de etmiştir. Ayetteki «buşren» (müjdeci) kelimesi, «neşran» (ya­yıcı) şeklinde de okunmaktadır. «Rahmet» kelimesiyle de yağmur kastedilmektedir. Yani yağmur gelmezden önce Allah rüzgârları, yağmuru müjdeleyici (veya yayıcı) olarak estirir. Sonra da o rüz­gârlar yağmur ile ağırlaşan bulutları alıp kuraklaşmiş ve bitkisi tamamen kurumuş bir beldeye götürerek onları yeniden sular ve diriltir. Ayette kurak yer için «ölü belde» tabiri kullanılmıştır. Ni­tekim Yasin suresinin 33. ayetinde «Dirilttiğimiz ölü yer onlar için bir işarettir» denirken Patır suresinin 9. ayetinde de «O Allah ki, gönderdiği rüzgârlar bir bulut kaldırırlar, derken biz onu ölü bir beldeye sürer, ölümünden sonra yeri diriltiriz. (...)» buyurmuş­tur. Yani toprak ölümden sonra nasıl diriltilmişse cesedleri de top­rak olduktan sonra Kıyamet Günü'nde öyle dirilteceğiz. Bazı rivayetlerde Allah'ın gökten su indirerek yeryüzüne kırk gün yağmur yağdıracağı ve cesedlerin ordan bir dane gibi bitecekleri nakledi­lir. Yine Kur'an'da da bu konuyla ilgili olarak örnekler yer al­maktadır.

Bazı müfessirler rüzgârın yağmurdan önce müjdeleyici (ya-yıcı) olmasını şöyle açıklamışlardır: «Seba adlı rüzgâr bulutları meydana getirir ve sonra kuzey rüzgârı onları biraraya getirip top­lar. Güney rüzgârı onları yağmur yönünden zenginleştirirken De-bur rüzgârı da bulutları dağıtır.»

îbn Ömer rüzgârların sekiz adet olduğunu söylemektedir: El-Kasıf, el-Asıf, es-Sarsar, ve El-Akim denilen dört tanesi azab rüzgârları olup bunlar Kur'an'da bu şekilde zikredilmişlerdir. En-Naziat, el-Mübeşşirat, el-Mürselat ve ez-Zariyat ise yine bu adla­rıyla Kur'an'da zikredilen rahmet rüzgârlarıdır. Bu son dört rüz­gâr Allah'ın kullarına vermiş olduğu nimetlerin en büyüklerinden-dir. Adeta gezen barajlar gibi, aşılama görevini yerine getirirler.

Kab'ul-Ahbar, «Allah eğer kullarından rüzgârı üç gün esirgese yeryüzündeki onca insan pis kokular içine dalıp kalırdı» demiştir.

Yine bazı eserlerde «Allah âlemi yarattı. Onu hava ile doldur­du. Eğer Allah havayı bir an vermese yer ile gök arası kokar de­nilmektedir.

Birçok alim rüzgâra küfretmenin mekruh olduğu görüşünde­dirler.

İmam Şafii, Ebu Hureyre kanalıyla şöyle rivayet etmiştir: Mekke yolunda halkın üzerine şiddetli bir rüzgâr eser. O esnada hacca gitmekte olan Hz. Ömer, yanındakilere, «Aranızda rüzgâr ile ilgili Hz. Peygamber'den bir söz işiten var imdir1?» dîye sorar ve hiç kimse Hz. Ömer'e cevab veremez. Bu hadiseyi haber aldığımda ben kervanın sonunda bulunuyordum. Bunun üzerine ona, «Ey müminlerin emiri! İşittiğime göre siz rüzgârdan sormuşsu­nuz. Ben Allah Rasûlü'nden şunu duydum: «Rüzgâr Allah'ın rah-metindendir. Rahmeti de azabı da getirir. Rüzgâr estiğinde sakın ola ki ona küfretmeyesiniz. Allah'tan rüzgârın hayrını isteyin, şer­rinden O'na sığının» dedim.

Ayette Allah'ın rüzgârı rahmetinin önünde müjdeci (yayıcu gönderdiği belirtilmişken hadiste rüzgârın azab için de gönderil­diği söylenmektedir. Ancak ayet ile hadis arasında bir çelişki ol­duğu sanılmamalıdır. Çünkü ayetteki hüküm çokluğa binaen ve­rilmiştir. Zira rüzgâr ile azabın gelmesi pek ender bir olaydır. Bszı alimler de hadisi tevil ederek, hadiste rüzgârın hem rahmeti hem de azabı getirdiğinden bahsedildiğini ve fakat «Rüzgâr hem rahmetin hem de azabın önünde müjdeci olarak gönderilir» şeklin­de bir şey denilmediğini ileri sürmüşlerdir.

«Onunla oraya su indiririz» cümlesindeki «bihi» (onunla) za­miri ya «belde» kelimesine veya «bulut» kelimesine ra-ci olmaktadır. O zaman anlamı ya «ölü bir beldeye su indiririz» veya «ağır bulutlarla su indiririz» şeklinde olur. Bu zamir «yur-silu» (gönderir) fiiline de, «rüzgârlar» kelimesine de gidebi­lir. O takdirde anlamı; ya «Onu göndermekle suyu indiririz» veya «O rüzgârlarla suyu indiririz» şeklinde olur.

«Ve o su ile orada her çeşit ürünler çıkarırız.»; yani o su ile nasıl daneler çıkarıyor ve ölü bir beldeyi diriltiyorsak, aynı şekil­de ölüleri de diriltiriz. Yeryüzünü, içinde bulunanları ve gelişmeye müsait kuvvetleri ihdas ederek onu nasıl bitkilerle, meyvelerle ge­liştirip diriltiyorsak ölüleri de öylece yerden çıkaracağız. Ruhları —bedenlerin maddelerini bir araya getirdikten sonra  bedenle­rine gönderip onları kuvvetleri ve duyularıyla geliştireceğiz. Bu ayet, anlaşılacağı üzere, haşr-i cismanî'yi (bedenle birlikte haşrol-mayı) savunan iki görüşe işaret etmektedir:

1) Beden yok olduktan sonra yeniden varedilecek ve tekrar diriltüecektir. 2) Beden çürüdükten sonra parçalan biraraya getirilecek ve eski durumuna getirilip yeniden diriltüecektir.

Ölülerin diriltilmesiyle, bitkilerin çıakrılması arasındaki benze­yiş hususunda ihtilaf edilmiştir. Bir gruba göre Allah yağmuru indi­rerek nasıl bitkileri çıkarıyorsa, aynı şekilde yine yağmuru indire­rek ölüleri diriltecektir. Ayrıca Ebu Hureyre ile İbn Abbas'tan riva­yet edilen bir görüşe göre, insanlar birinci defa Sûr'a üfürülüşte öldükleri zaman, arşın altından «Ab-ı Hayat» (hayat suyu) diye adlandırılan bir su 40 sene onların üzerine yağacaktır. Bitkilerin su ile çıktığı gibi onlar da çıkmaya başlayacaklardır. Başka bir ri­vayete göre de 40 gün yağmur yağdıktan sonra, bitkilerin çıktığı gibi kabirlerinden çıkacaklar ve cesedleri tam olarak meydana geldikten sonra onlara ruh üfürülüp gözlerine uyku atılarak ka­birlerinde yatacaklardır. Sûr'a ikinci kez üfürüldüğünde dirilecekler ve kabirlerinden çıkarak haşrolunacaklardır. Uyku mahmurlu-

ğuyla, uyuyan bir insanın uyandığı zaman hissettiğini hissedecek­lerdir. İşte o zaman, «Ey kavim! Yazîklar olsun bizlere. Acaba bizi kabrimizden kim çıkardı?» diye yakınacaklar. Bir münadi de on­lara, «Bu sizlere Rahman'm va'dettiğidir. Peygamberler doğru soy. lemislerdi» diye seslenecektir.

Mücahid  kanalıyla  gelen  bir hadiste,   Hz. Peygamber (s.a.v.)  şöyle buyurmaktadır: «Allah ölüleri diriltmek istediğinde yağmur yağdırır ve yer onların üzerlerinden yarılır. Her ruh kendi bedeni­ne gider. İşte Allah yeryüzünü yağmur ile nasıl canlandırıyorsa, ölüleri de aynı şekilde yağmurla diriltir.»

Bazı müfessirler ayetteki teşbihin (benzetmenin) diriltmeyi anlatabilmek için yapıldığı, keyfiyete itibar edilmemesi ve sadece iman edip keyfiyetinin araştinlmaması gerektiği görüşündedirler. Allah dilediğini yapar.[92]

 

Meal

 

58- Pak bir şehrin   (yerin)   bitkileri  Rabbinin izniyle çı­kar;   kötü olandan ise ancak yararsız ürün çıkar. İşte biz şük­reden bir topluluk için  ayetleri  böylece  çeşitli tarzlarda açıklı­yoruz.

59- And olsun ki biz Nuh'u kendi  kavmine   (peygamber olarak)   gönderdik. Nuh,  «Ey kavmim!  Allah'a kulluk edin. Si­zin  için   ondan  başka  mabud   yoktur. Kuşkusuz ben sizin için büyük bir günün azabından korkarım» dedi.

60- Kavminden ileri gelenler  (Nuh'a):   «Kuşkusuz biz se­ni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz» dediler.

61- (Nuh)   şöyle  dedi:  «Ey  kavmim!  Bende  bir  sapıklık bulunmuyor. Ben Alemlerin Rabbî'nden gönderilmiş bir peygam­berim.»

62- «Size Rabbimin gönderdiklerini (ayetlerini, emirlerini) tebliğ ediyorum.  Size nasihatta  bulunuyorum.  Allah'tan   (gelen vahy vasıtasıyla)   sizin bilmediklerinizi biliyorum.»

63- «Sizler;   uyarılmanız,  korunmanız  ve bu   sayede  rah­mete mazhar olmanız için aranızdan birisinin aracılığıyla Rabbi-nizden  size bir hatırlatmanın  gelmesine  mi şaşırdınız?»

64- Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide beraberinde olanları kurtarıp ayetlerimizi  yalanlayanları batırdık.  Kuşkusuz onlar kör bir kavimdir.

65- Ad  (kavmin) e de kardeşleri Hud'u gönderdik.  (Hud): «Ey  kavmim!   Allah'a kulluk edin.    O'ndan  başka    mabudunuz yoktur. O'nun azabından sakınmaz mısınız?» dedi.

66- Kavminden  ileri gelen kafirler:   «Kuşkusuz bizler se­ni akılsız görüyor ve  seni yalancılardan  sanıyoruz.» dediler.

67- (Hud):  «Ey kavmim!  Bende bir sapıklık yoktur. Ben sadece  Alemlerin Rabbinden gelen  bir peygamberim»  dedi.[93]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(58) «Pak bir şehrin (yerin) bitkileri Rabbinin izniyle çı­kar...»

Bu Ayetin Tefsiri:

«El-Beled'ut-Tayyib» (pak bir şehir) ile toprağı verimli ve gü­zel olan yer kastedilmektedir. Öyle ki böyle bir yerin bitkileri ça­buk ve güzelce çıkabilir.

Mücahid ve bazı müfessirler, «habis olan yer» ile de çorak ve buna benzer yerlerin kastedildiğini söylemişlerdir.

Ali bin Ebi Talha'nm rivayet ettiğine göre îbn Abbas bu aye­tin mümin ve kafir kimseler hakkında yapılan bir benzetme oldu­ğunu söylemiştir.

îmam Buharı, Hz. Peygamber'den (s.a) Ebu Musa el-Eş'arî kanalıyla şöyle bir rivayet nakletmiştir: «Allah'ın benimle gön­dermiş olduğu ilim ve hidayet, tıpkı bolca yağan yağmura benzer. Bu yağmur bir beldeye yağar ve beldenin bir kısmı bu tertemiz su­yu kabul ederek bol mahsul verir. Çukurlardan meydana gelen di­ğer bir kısım da yağan yağmuru toplayarak biriktirir. Allah o su ile insanlara yarar sağlar. İnsanlar o sudan hem kendileri içerler, hem de koyunlarına içirirler. Topraklarını sularlar. Bu yağmurun bir kısmı da taşlık, su tutmayan, bitki bitirmeyen bir bölüme ya­ğar. İşte bu tıpkı Allah'ın dininde anlayış sahibi olan, O'nun bana tevdi ettiği görevden yararlanan, öğrenen ve öğreten kimseyle, Allah'ın benimle gönderdiği peygamberlik hidayetini kabul etme­yen kimsenin örneğine benzer» (Bu hadisi ayrıca Müslim ve Nesei, Ebu Usame Hammad bin Usame'den rivayet etmiştir.)

«Nusarrifu,» apaçık kudrete işaret eden ayetlerin zaman za­man getirilerek, tekrar edilmesini ifade eden bir fiildir ve tef'il babında gelmektedir. Rüzgârların tasrifi de böyledir. Allah'ın ni­metlerine şükreden bir topluluk için bu kudrete delalet eden ayet­ler tekrar edilip durmaktadır. O kimseler bu nimetin şükrünü, kendilerine tekrar edilen ayetleri düşünerek ve bunlardan ibret alarak eda ederler. Bu nimet şükredenlerle sınırlandırılmıştır. Zi­ra sadece onlar gerçek anlamıyla bu nimetten yararlanırlar. Nite­kim başka bir ayette (Bakara: 3) Kur'an'ın sadece «muttaki» kimseler için hidayet kaynağı olduğu belirtilmiştir.

(59-61) «And olsun ki biz Nuh'u kendi kavmine (peygamber olarak) gönderdik...»

Bu Ayetlerin Tefsiri :

Allah Teâlâ, yaratılış ve yeniden dirilme ile ilgili açık delilleri Tİkrettikten sonra peygamberlerin kıssalarına geçmiştir.[94]

 

Peygamber Kıssaları Birçok Yararı İçermektedir

 

1) Allah, Rasûlü'ne teselli vererek adeta şöyle demektedir: «Halkın sana karşı çıkması, senin getirdiğin delilleri kabul etme-: mesi, sadece senin içinde bulunduğun toplumun bir özelliği değil­dir. Bu karşı çıkma olayı, tüm geçmiş ümmetlerde vukubulmuş-tur.» Musibetin genelleşmesi, beraberindeki dehşeti de hafifleştir-diğinden, Hz. Peygamber (s.a) böyle teselli bulmaktadır.

2) Allah'ın hu kıssaları hikâye etmesiyle kafirlerin başlarına gelecek olanın, dünyada küfür ve lanet, ahirette ise zarar ve azab, müminlerin ise dünyada hakimiyet, ahirette ise mutluluk olacağı gösterilmiş olmaktadır. Bu da Hakkın taraftarlarının ^alblerini takviye ederken bâtıl'ın taraftarlarınmkini kırmaktadır.

3) Bu kıssalar, Allah'ın bâtılın taraftarlarma her ne kadar bir süre tanıdıysa da onları tamamen başıboş bırakmadığı ve in­tikamını alacağı konusunda diğer insanları uyarmaktadır.

4) Yine bu kıssalar  Hz.  Muhammed'in   (s.a)   Allah'ın bir peygamberi olduğunun açık birer göstergesidirler. Çünkü Hz. Mu-hammed (s.a) ümmiydi, okuma-yazma bilmezdi. Herhangi bir ki­tabı okumamış, hiç kimsenin öğrencisi olmamıştı. Bu bakımdan bu kıssaları olduğu gibi, tahrif etmeksizin, yanlış bir bilgi vermek, sizin nakletmesi onun vahy vasıtasıyla bunları Allah'tan öğrendi­ğine delâlet eder. Bu da onun gerçek bir peygamber olduğunu açık­ça ispatlar.

Allah Teâlâ bu surede  daha önce de geçmişti  Hz. Adem'in kıssasını ve Hz. Nuh'un (a.s) kıssasını beyan etmektedir. Hz. Nuh (a.s) Lamek'in, o Mutevaşşalh'm, o da Ahnuh'un oğludur. Ahnuh Hz. İdris'in diğer bir adıdır.

Bu ayette üç husus üzerinde durulmuştur:

a) Hz. Nuh (a.s) kavmine Allah'a kulluk etmelerini emret­miştir.

b) Allah'tan başka bir mabudun olmadığına hükmetmiştir.

c) Büyük bir günün (kıyamet veya tufanın koptuğu günün) azabından onlar adına korktuğunu ifade etmiştir.

Böylece Hz. Nuh, Allah katında peygamber olarak gönderildi­ğini kavmine açıklamış olmaktadır. Ancak Allah Teâlâ her ne ka­dar Hz. Nuh'un öne sürdüğü bu üç iddiayı nakletmiş ise de bu iddiaların doğruluğuna ait herhangi bir delil bildirmemiştir. Hz. Nuh'un (a.s) kavmini taklid yoluyla (delilsiz) inzar etmiş olması bâtıl bir davranış olurdu. Zira inançda taklid bâtıldır ve Kur'an taklidi zemmeden ayetlerle doludur. Masum bir peygamberin in­sanları taklide çağırması nasıl olur da ona uygun düşer? Yok eğer onları davasına, delilleriyle birlikte davet etmiş ise niçin burada deliller zikredilmemiştir?

Böyle bir itiraz şu şekilde cevablandırılabilir: Bakara süresi­nin başında, tevhid, nübüvvet ve haşr'ın doğruluğuna ilişkin delil­ler zikredilerek peygamberlerin insanları Hakka davet ederler­ken delillerini de getirdiklerine işaret edilmiştir. Ayrıca sözkonusu ayette delillerin zikredilmeyişinin nedenine gelince, bunlar zaten bilindiklerinden tekrara gerek duyulmamış ve bu delillerin beyanı terkedilmiştir.

(62) «Size Rabbimin gönderdiklerini (ayetlerini, emirlerini) tebliğ ediyorum...»

Bu Ayetin Tefsiri:

Hz. Nuh'un (a.s) «Size Rabbimin gönderdiklerini tebliğ edi­yorum» şeklindeki sözü, peygamberlik görevlerinden bir çoğunun kendisine yükletildiğini gösterir. Yani tekliflerin kısımlarını, emir­leri, nehiyleri aktarmak ona görev olarak verilmiştir. Sevab ve azabın miktarlarını, dünyadaki had ve tazirlerin sınırlarını açık- I lamak da ona aittir.                                                                         

«Nasihat,» kişiyi niyetinin halis oluşuyla birlikte doğru yola iletmek demektir. Ayetin anlamı da bunun sonucunda şöyle olur: «Ben sizlere Allah'ın size yüklediği sorumlulukları tebliğ ediyor, sisi en doğru yola iletiyorum. Allah beni neye çağtrmışsa ben de sisi ona çağırıyorum. Kendim için istediğimi sizin için de istiyo­rum.»

«Allah'tan (gelen vahy vasıtasıyla) sizin bilmediklerinizi bi­liyorum.»; yani onun emrine isyan etmeniz halinde tufan ile ceza­landırılacağınız bana bildirildi. Veya emrine isyan ederseniz ahirette şiddetli bir azab ile azaplandırılacağınızı, ya da Allah'ın tev­hidi ve sıfatlarından sizin bilmediklerinizi biliyorum.

Hz. Nuh bu ifadeyi sarfederek kavminin bilmediği bu ilimler konusunda kendisine başvurulmasını sağlamayı istemektedir[95]

îbn Kesir, Hz. Nuh'un (a.s) soyunu şu şekilde sıralıyor: Hz. Nuh Lâmek'in, o Mutevaşşalh'm, o Ahnuh'un, o Mehlü'in, o Kanin' in, o Yaniş'in, o da Hz. Şifin oğludur. Nitekim İbn îshak ve daha birçok soy bilgini sırayı bu şekilde beyan etmiştir. İbn îshak, «Öldürülen Ur peygamber hariç hiçbir peygamber Hz. Nuh'un kavminden çektiği eziyeti çekmemiştir» demektedir.

Yezid er-Rakkasî; Hz. Nuh'a bu adın verilmesinin nedeni, onun kendisi için çok ağlamasındandir. Hz. Adem ile Hz. Nuh ara­sında on baba vardır ve hepsi de müslümandır.» demiştir.

İbn Abbas ve bazı müfessirler putlara ilk defa ibadetin şu şe­kilde başladığını söylemişlerdir:

Bazı salih kimseler ölünce, kavimleri üzerlerine mabetler yap­tı. Sonra da onların hallerini ve nasıl ibadet ettiklerini hatırlayıp onlara benzemek için heykellerini diktiler. Aradan zaman geçtik­ten sonra o heykellerin üzerine cesedler koydular. Bir süre son­ra da o heykellere tapmağa başlayarak o salihlerin isimlerini o heykellere verdiler. Vedd, Suva, Yeğus, Yeuk ve Nesr isimlerinin verilişi de böyle olmuştur. Bu durum aşırı bir hal almaya başla­yınca Allah Teâlâ Hz. Nuh'u (a.s) peygamber olarak gönderdi. Hz. Nuh da onlara bir tek Allah'a kulluk etmelerini emrederek O'nun ortağı olmadığını ilan etti. Ancak Hz. Nuh'un kavminin ileri gelen­leri ve önderleri, «Ecdadımızın da taptığı bu putlara ibadet et­mekten vazgeçmemizi istediğinden dolayı seni sapık olarak görü­yoruz.» dediler. Zaten günahkârlar doğru yolda olan kimseleri her zaman sapık olarak görürler. Nitekim Allah Teâlâ, «İnsanları gör­düklerinde: Bunlar sapıkların ta kendileridir derlerdi.» (Mutaffi-fin : 32) diye buyurmuştur. Yine bir başka ayette, «Kafirler mü­minler hakkında:  Eğer onda (İslâm'da) hayır olsaydı, onlar bizden önce ona koşmazlardı , demişlerdir. Fakat onlar onunla hidayet bulamadıklarından :  Bueski bir yalandır  diyecekler­dir.» (Ahkaf: 11)

Hz. Nuh (a.s), «Ben sapık değilim. Âlemlerin Rabbi'nden elçi olarak gönderildim. Size Rabbim'in emirlerini tebliğ ediyor, nasi-hatta bulunuyorum. Rabbim'den sizin bilmediklerinizi biliyorum,» diye cevap verdi. İşte bir peygamber, hem mübelliğdir hem fasih bir nasihatçıdır. Allah'ı bilir ve Allah'ın mahlukatmdan hiç kimse bu sıfatlarda peygamberlere yetişemez.   Nitekim   Hz. Peygamber (s.a) Arefe günü her zamankinden daha çok olan ashabına: «Ey insanlar! Kuşkusuz Allah beni sizden soracaktır. O zaman ne dî yeceksiniz?»   dediğinde, Onlar;   «Şehadet ederiz ki, sen   vazifen-yaptın, görevini tebliğ edip nasihatta bulundun» diye cevab ver dileı. Bunun üzerine Hz. Peygamber parmağını semaya doğru uzat ti ve sonra onların üzerine indirerek «Şahid ol Allahım! Şahid o' Allahım» dedi. (Müslim)  [96]

(63) «Sizler uyarılmanız, korunmanız ve bu sayede rahvıe ie mazhar olmanız için aranızdan birisinin aracılığıyla Rabbiniz-den size bir hatırlatmanın gelmesine mi şaşırdınız?»

Bu Ayetin Tefsiri :

Ayette geçen «aranızdan birisinin» ifadesi onların nübüvvet hakkındaki şüphelerini ortaya çıkarmaktadır. Yani Hz. Muham-med de kendileri gibi bir beşer olduğundan, onlar beşerlikte ve diğer genel beşerî özelliklerde ortak olmanın sanki tüm meziyet ve özelliklerde de ona ortak olmayı gerektireceğini düşündüler.

Genel anlamda ortak özelliklere sahib oldukları bir kişinin kendi­lerinde bulunmayan bir özellik ve meziyetle muttasıf olamayacağı­nı sanıyorlardı. Ancak görünen hadiseler bu düşüncenin bâtıl ol­duğunu açıkça ortaya koymaktadırlar. Çünkü insanın yapısındaki farklılık, aklî, irfanî ve kesbî amellerdeki kuvvetlerinin birbirinden değişikliği ve üstünlüğü büyük boyutlardadır. Fakat insan dışın­daki mahlukatın kendi çeşitleri arasında insanoğlununkine ben­zer oranda farklılıklar yoktur. Bu ayet tüm insanlar eşit sayılsalar bile, yine de Allah Teâlâ'nm kullarından bazılarına, tabiat içeri­sinde bilinenin ve çalışmakla kazanılanın üstünde bir özellik ver­mesine engel teşkil etmeyeceğine işaret etmektedir.  [97]

(64) «Onu yalanladılar. Biz de onu ve beraberinde olanlar: kurtardık...»

Bu Ayetin Tefsiri:

Kavminin çoğu Hz. Nuh'u yalanlayarak bu yalanlamalarında ısrar etmişlerdir. Rablerinin emirlerine karşı çıkarak azgınlık et­tiler. İşte bunun üzerine tufan kopmuş ve Cenab-ı Hakk, Hz. Nuh ile gemide, yanında, bulunanları —ki zaten çok az kişi ona iman etmişti kurtarmıştır.

Bazı nıüfessirlere göre Hz. Nuh'a (a.s) iman edenlerin sayış; on üçtü. Hz. Nuh, oğulları Sam, Ham, Yafes; hanımları, bir de al ti kişi ona iman etmişti. Kavminin geri kalanı onu yalanladığı için tufanda boğulmuştur. Onların Hz. Nuh'u yalanlamalarının nedeni, kendileriyle, ayetlerden alman ibret ve vahdaniyete delalet eden delilleri anlamak hususunda aralarında oluşan perdedir. Allah'ın, peygamberleri göndermeye kadir olduğunu, bunda bir hikmetin bulunup insanların O'nun huzurunda toplanacağı gün sevab ve ikabın verileceğini idrak edemeyen basiretsizliktir, bu yalanlama­nın nedeni.

İbn İshak ile İbn Asakir'in İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre Hz. Nuh ikinci binde peygamber olarak gönderilmiştir. Hz. Adem de birinci binin sonunda sünnetli olan bir çocuğunun doğu­mundan Önce Ölmemiştir.

Yine İbn îshak ile İbn Asakir'in Mukatil ve Cüveybi'den riva­yet ettiğine göre, Hz. Adem yaşlanıp kemikleri zayıfladığında, «Ey Rabbim! Daha ne zamana kadar zahmet çekip çalışacağım?» diye sordu. Allah Teâlâ da, «Ey Adem! Senin için ana karnında sünnetli olan bir çocuk doğuncaya kadar» diye cevap verdi. Bunun üzerine on oğlundan sonra 1060 yaşlıda iken Hz. Adem'in Nuh adlı bir oğlu doğdu.

İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre Hz. Nuh (a.s) 400 ya­şındayken peygamber olmuştur.

Mukatil ise Hz. Nuh'un (a.s) 100 yaşında, bazılarının da 50 yaşındayken peygamber olduğunu söylemişlerdir.

Kimileri de Hz. Nuh'un 250 yaşında peygamber olduğunu, 950 sene kavmini Allah'a çağırdığını ve tufandan sonra 250 sene yaşadığını, toplam ömrünün 1450 yıla tekabül ettiğini söylemiştir.

Ancak tüm bu görüşlerin ne derece doğru olduklarını Allah'ın ilmine havale etmekteyiz.

îbn Ebi Hatim'in rivayet ettiğine göre, Hz. Nuh'un (a.s) doğup peygamber olduğu yer Arap Yarımadası'dır. Kavmi azaba duçar olan ilk peygamber Hz. Nuh'tur. Ve hiçbir peygamber onun kav­minden gördüğü eziyeti kavminden görmemiştir.

Hz. Nuh'un (a.s) önceleri risaletînin sadece kendi kavmini mi yoksa tüm insanlığı mı kapsadığı konusunda ihtilaf edilmişse de risaletinin umumi nitelikli olduğunda görüş birliğine varılmıştır. Hz. Nuh'un risaletinin umumi olması, «Risaletin umumi olması Hz. Peygamberin (s.a) özelliklerindendir» hükmüyle çelişik değil­dir. Hz. Peygamberin risaletinin umumiliği insanlara ve cinlere pey­gamber olarak gönderilmesindendir. Hz. Nuh'un durumu ise böyle değildir.

Hz. Peygamber'in insanlara ve cinlere peygamber olarak gön­derilmesi farklıdır ve zaruriyet-i diniyeden'dir. İnkâr eden din­den çıkar. Hatta Hz. Peygamber'in risaleti melekleri de içine alır. İmam Şafii gibi müdekkikler bunu tahric ederek muhaliflerine «Alemlere korkutucu olsun» (Pussilet: 1) ayetiyle delil getirmiş­lerdir. Çünkü «âlemler,» Allah'ın dışındaki her şeyi içine alır. «Ben tüm mahlukata gönderildim» (Müslim) şeklindeki hadis de bu hususu teyid etmektedir.

El-Barezi, Hz. Peygamber'in risaletin'in Allah'ın kendilerine idrak vermesinden sonra cemadatı bile kapsadığını söylemektedir. Sorumlu ve teklif sahibi olmayan mahluklara peygamber gönde­rilmesinin hikmeti, onların peygamberin şerefine başeğmeleri, da­veti kapsamına girmeleri, onu diğer peygamberlerden üstün kıl­mak için ona uymalarıdır. Hz. Nuh'un risaleti de bu şekildedir. Onunla Hz. Peygamber'in risaleti arasındaki fark sabah ışığı gibi belirgindir.

İbn Abbas, İkrime, Cüveybi ve Mukatil'den gelen bir rivayete göre Hz. Nuh'a bu adın verilmesinin nedeni kendisi için çokça ağ­lamış olmasıdır. Niçin çok ağlamış olduğuna gelince, bu hususta ihtilaf vardır. Bazıları, kavminin helak olmasına dair dua ettiğin­den, bazıları da cüzzamh bir köpeğin yanından geçerken «Ümitsiz ol, ey çirkin» dediği için Allah'ın ona «Beni nü yoksa köpeği mi ayıpladın?» demesinden çokça ağladığını söylemişlerdir. Kimisine göre de, kavminin küfürde diretmesine karşılık, o onları davet eder ve onlar da yüz çevirdikçe Hz. Nuh ağlar ve feryad edermiş.

Bazı müfessirler, Hz. Nuh'un daha önce adının «Seken» ol­duğunu; zira Hz. Adem'den sonra halkın kendi yanında sükûn bulduğunu öne sürerken bazıları da adının «Abdulcebbar» oldu­ğunu iddia etmişlerdir.

Müfessir Alusi, yukardaki rivayetleri naklettikten sonra, bun­ların hiç birinin güvenilir olmadığını, kendisine göre en doğrusu­nun doğduğunda ona Nuh-adının verilmesi olup Nuh'un da «iVz-haya»ûaxı (ağlamak) türediğini söylemektedir.  [98]

(65-67)    «Ad (kavmin)e de kardeşleri Hud'u gönderdik...» Bu ayetten 72. ayete kadar olan kısım Ad kavmi ve peygam­berleri Hud hakkındadır.

îshak bin Bişr ile İbn Asakir'in Ata kanalıyla İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre Hz. Hud (a.s) ilk Arapça konuşan insan­dır. Ve dört oğlu olmuştur: Kahtan, Makhat, Ahit, Faliğ. Son oğ­lu Faliğ, Mudar kabüelerinin atasıdır. Kahtan ise Yemenlilerin ata-sıdır. Diğer iki oğlunun ise, (Makhat ile Ahit), soyları yoktur.

îshak bin Bişr ve İbn Asakir'in Mukatil kanalıyla Dahhak'tan rivayet ettiklerine göre  ki İbn İshak ve El-Kelbi kanalıyla da rivayet edilmiştir Ad kavmi putperestti. Vedd, Suva, Yeğus ve Nesr gibi putları vardı. Bir de «Semud» adlı bir putları vardı ki ona bu adın verilmesinin sebebi ihtiyaçlarında ona müracaat ede­rek' ondan istekte bulunmalarıdır. «El-Hetar» diye bir putları da­ha vardı. Allah Teâlâ, Hulud kabilesinin soy bakımından en ileri gelenlerinden olan Hz. Hud'u (a.s) onlara peygamber olarak gön­derdi. Hz. Hud (a.s) fizyonomisi oldukça güzel bir kimseydi. Onun mübarek vücudu da diğerleri gibi büyüktü. Bembeyazdı, uzun bir boynu vardı. Sakalı uzundu. Kavmini Allah'a kul olmaya ve O'na ortak koşmamaya çağırıyordu. Onları halka zulmetmekten engel­lemeye çalıştı. Ancak Hz. Hud'u dinlemeyerek onu yalanladılar. «Kuvvet bakımından bizden daha üstün kimdir?» dediler. Yemen' de «El-Ahkaf» denilen, Umman ile Hadramevt arasındaki kumsal bölgede oturuyorlardı. Fakat tüm yeryüzünü ifsad ettiler, ellerinin ulaştığı her yerde halkı ezdiler.

İbn Ebi Hatim'in Rebi bin Hüseyn'den rivayet ettiğine göre Ad kavmi Yemen ile Şam arasında yayılmış çekirgeler gibi çoktu­lar.

İmam Buhari, (Tarih'inde), İbn Cerir ve İbn Asakir'in Hz. Ali'den rivayet ettiklerine göre Hud Peygamber'in mezarı Hadra-mevt'tedir. Kırmızı bir tepededir ve yanıbaşmda semur ağacı bu­lunmaktadır [99]

Hz. Hud'un (a.s) onların arasından çıkmasının hikmeti Allah' m emirlerini anlatmak ve onların dediklerini anlamaktır. Bu du­rum insanlığın genel bir toplum olmaya hazır ve müsait oluşuna kadar devam etti. Yani her peygamber, insanlık bir ocak, bir top­lum haline gelinceye dek kendi kavminden gönderildi. En sonunda Allah Teâlâ insanlığa Hz. Muhammed'i (s.a) göndererek dinin bir-lenmesi için ibadet hususunda dil birliğini onlara farz kıldı. Ga­ye tüm insanlığı birleştirmek ve onları sulh ve sükûna kavuştur­maktır.

Ad kavminin helak oluşuyla ilgili Kur'an'dâ bir çok ayet yer almıştır. Bir ayette «akim rüzgârvmm onların üzerine gönderil­miş olduğu ve bu rüzgârın değdiği yeri çürümüş ağaca çevirdiği anlatılırken başka bir ayette «sarsar» adlı ve daimi esen bir rüz­gârla onların helak olduğu, o rüzgârın yedi gece, sekiz gün daimi bir şekilde estiği ve onları kökünden sökülen hurma ağaçları gibi savurup yere vurduğu bildirilmektedir. Öyle ki bu rüzgâr insanı yerinden kaldırıp tepe üstü yere vuruyor ve böylece başı ezilerek, cesedinden ayrılıyordu.

îbn îshak'in rivayet ettiğine göre Ad kavmi küfrü seçtiği için Cenab-ı Hakk onlara üç yıl yağmur vermemiştir. Bu yüzden onlar ellerindeki her şey tükenip sıkıntıya düştüler. Halk Harem arazi­sindeki Kâbeye gidiyordu. Orada ihtiyaçlarının giderilmesi için dua ediyorlardı. Çünkü Kabe o zamanın ehlince de bilinmekte idi. Mekke'de Amalikalılar oturuyordu. Amalikalılar, Amlik bin Lavz (veya Lavm) soyundan geliyorlardı. Lavz, Şam'ın; Sam da Hz. Nuh'un oğludur. O dönemde liderleri Muaviye bin Bekr adlı biriy­di. Onun annesi Ad kavminden Hübeyra kızı Celhere'ydi. Ad kav­mi yağmur için dua etsinler diye aralarından yetmiş kişiyi Ha-rem'e gönderdi. Onlar da yeğenleri Muaviye bin Bekr'in yanma gidip misafiri oldular. Bir ay boyunca yanında kalıp bol bol şarap içtiler. Muaviyenin, el-Cüradetan (iki çekirge) diye adlandırılan iki cariyesi onlara şarkı ve şiirler okuyarak onları eğlendiriyordu. Ancak misafirlikleri uzaymca Muaviye, Ad kavmine acıdığından onlara «bir an evvel gidip dua edin» demek istedi. Ama utandı. Bu­nun üzerine onlara gidip dua etmelerini anlatan bir şiir yazdı. Ca­riyelerine bu şiiri misafirlerine okumalarını söyledi. Cariyeler mec­liste şüri okuyunca o topluluktaki insanlar ne demek istendiğini anlayarak hemen Harem'e gittiler. Kavimleri namına dua ettiler. Sözcüleri olan Kıyl bin Anz dua ediyor, onlar da «amin» diyorlar­dı. Allah Teala gökte beyaz, siyah ve kırmızı olmak üzere üç bulut  meydana getirdi. Ve gökten bir münadinin «Ey Kıyl! Kendin veya kavmin için şu üç buluttan birini seç» demesi üzerine Kiyl, «Şu siyah bulutu seçiyorum, zira ondaki su daha fazladır» dedi. Bu se­fer münadi, ikinci defa, «Sen kızgın bir kum seçtin. O Ad kavmin­den ne bir babayı, ne de bir çocuğu bırakacak, hepsini helak ede­cektir. Geriye sadece Benu Vâziye kabilesi kalacaktır.» dedi. (Ra-viye göre Benu Vâziye, Ad kavmine mensub olup Mekke'de oturan bir kabiledir. Ad kavmine gelen felaket onlara isabet etmemiştir. Ad kavminden geriye sadece onlar kalmıştır.)

Allah Teâlâ böylece o siyah bulutu Ad kavmi üzerine şevketti. Bulut «el-Muğis» adlı bir dereden onların üzerine çıktı. Onlar bu­lutu görür görmez sevindiler ve «işte bize yağmur getiren bir bu­lut» dediler. Onlara, «Sizin acele ettiğiniz rüzgârdır ve içinde elem verici azab vardır. O her şeyi helak edecektir.» denildi. Rivayetlere göre bulutun içindeki şeyi ilk gören ve tanıyan Mumid (veya Mu-hedded) isimli bir kadındır. Kadın bulutun içindekini görünce feryad edip bayılır. Uyanınca kendisine ne gördüğü sorulur. O da «Bir rüzgâr gördüm. Orada ateşin benzerleri vardı. Önünde duran bazı adamlar onu çekiyorlardı» diye cevab verir. Böylece yedi ge­ce, sekiz gün Allah Teâlâ o rüzgârı Ad kavminin üzerine musallat kılar. Hz. Hud (a.s) beraberindekilerle bir sığmağa varmak için oradan ayrılırlar. Rüzgâr ise deveyi kaldırıp yer ile gök arasına düşürür, kaldırılan taşları Ad kavminin üzerine yağdırırken müs-lümanlarm sadece bedenlerini yumuşatıyor ve kendilerine hoş bir esinti geliyordu.  [100]

 

Meal

 

68- «Size Babbimin gönderdiklerini (emir ve yasaklarını) tebliğ ediyorum. Ben sizler için emin bir nasihatçıyım.»

69- Sizi  uyarması   için  içinizden birine   zikr   (vahy)   gel­mesine  mi  şaşırdınız?  Hatırlayın  ki   (Allah)   sizleri  Nuh  kav­minden sonra onların yerine geçirdi. Sizi yaratılışta  (vücud ba­kımından)  üstün kıldı. Buna karşılık Allah'ın nimetlerini hatır­layın. Umulur ki kurtuluşa erersiniz.

70- «Bir tek Allah'a kulluk etmemiz ve babalarımızın kul­luk ettiklerini  (putları)  terketmemiz için mi bize geldin?  Şayet doğrulardan  isen bize  va'dettiğini getir»  dediler.

71- (Hud);  «Artık Rabbinizden  üzerinize iğrenç bir azab ve gazab inmiştir.  Allah tarafından hiç bir delil ile teyid edil­memiş,  ancak  sizin  ve  babalarınızın  adlandırdığı   (uydurduğu) bir takım isimler hakkında mı benimle  tartışıyorsunuz?  Öyley­se bekleyin, ben  de  sizinle beraber bekleyenlerdenim» dedi.

72- Onu ve beraberinde bulunanları bizden gelen bir rah­met ile kurtardık. Mümin  olmayan ve  ayetlerimizi  yalanlayan­ların kökünü kestik.

73- Semud kavmine de  kardeşleri Salih'i gönderdik.   (Sa­lih):   «Allah'a kulluk  edin,   O'ndan  başka bir  mabudunuz yok­tur.  Gerçekten  size  Rabbinizden  bir beyyine   (belge)   gelmiştir. İşte şu size bir ayet  (mucize)   olmak üzere Allah'ın dişi devesi-dir.  Onu   (kendi haline)  bırakın. Allah'ın arzında otlasırt. Sakın ona herhangi  bir fenalık  yapmayın.  Aksi   takdirde  sizi acı  bir azab yakalan> dedi.[101]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(68-72. ayetlerin tefsiri önceki bölümde topluca geçtiğinden burada tekrar edilmemişlerdir.)

(73)    «Semud kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik...»

Bu Ayetin Tefsiri:                                                                       

Müfessir ve soy bilimcileri Semud'un; Asur'un, o İrem'in, o Şam'ın, onun da Hz. Nuh'un oğlu ve Cübeys bin Asir'in kardeşi olduğunu söylemektedirler. Tâsim kabilesi de aynı şekildedir ve hepsi de Hz. İbrahim'den önceki Arap kabileleridir. Semud, Ad kavminden sonradır ve boylanyla meşhurdurlar. Hicaz ile Şam arasında Va'di'1-Kura çevresine kadar yayılmışlardı. Hz. Peygam­ber (s.a) H. 9. yılda Tebük'e giderken Semud harabelerinin yanın­dan geçmiştir.

İmam Ahmed, Abdussamed kanalıyla İbn Ömer'den şöyle bir rivayet nakl etmektedir: Hz. Peygamber (s.a), Tebük seferinde Se­mud harabelerinin yanından geçerken «Hicr» denen bir mevkide konakladı. Halk, Semud'un su çektiği kuyulardan su aldı. Suyun bolluğundan şaşırdılar ve çanakları ateşlerin üzerine koydular. Hz. Peygamber (s.a) halka, tüm çanakları yere dökmelerini ve hamur-Iarı develere yedirmelerini emretti. Sonra Hz. Peygamber (s.a) ora­dan kalkarak onları Hz. Salih'in devesinin su içtiği kuyunun yanma götürdü ve orada konakladılar. Azab gören bir kavmin bulunduğu IS yere girmekten onları menederek, «Onlara isabet edenin bir ben­zerinin de sizlere isabet etmesinden korkanın. Sakın onların ya­nına gitmeyimy diye buyurdu.

Yine İmam Âhmed, Affan kanalıyla İbn Ömer'den şöyle bir rivayet nakletmiştir: Hz. Peygamber (s.a), Hicr'de iken «Sakın bu azabı görenlerin yerlerine girmeyin. Ancak ağlayarak giriniz. On­lara isabet edenin bir benzerinin size isabet etmemesi için  ağlamıyorsanız eğer  oraya sakın girmeyin» diye buyurmuştur.

İmam Ahmed, Yezid bin Harun el-Mesudi kanalıyla Ebu Keb-şe el-Enmari'den şöyle rivayet etmektedir; Tebük seferinde Hicr ehlinin bulunduğu yere varıldığında halk süratle girip oraya bak­tılar. Bu haber Hz. Peygamber'e (s.a) ulaşınca o halka şöyle ses­lendi: «Namaz başlamıştır.» Ben Hz. Peygamber'in yanına gitti­ğimde elinde mızrağı vardı ve «Allah'ın gazab etmiş olduğu bir kavmin yanına mı giriyorsunuz?» diye soruyordu. Oradakilerden biri, «Ey Allah'ın Rasûlü! Onlardan ibret almayalım mı?» diye so­runca, Hz. Peygamber (s.a): «Size ondan daha hayret vericisini söyleyeyim mi? İçinizde sizden biri var ki, size sizden önce olan­ları da, sonra olanları da haber veriyor. Doğru olun, doğru yürü­yün. Kuşkusuz ki Allah Teâlâ size verilen azaba zerre kadar önem vermez. İleride kendilerinden hiçbir şeyi uzaklaştırmayan bir ka­vim gelecektir» diye buyurdu. (Bu hadisi sünen sahihlerinden hiç biri rivayet etmemiştir. Hadisin ravisi Ebu Kebşe'nin adı Ömer bin Sa'd'dır. Allah en doğrusunu bilir.)

İmam Ahmed, Abdurrezzak kanalıyla Hz. Cabir'den şöyle bir rivayet nakletmiştir: Hz. Peygamber (s.a), Hicr'den geçerken söy­le dedi: Sakın mucize talebinde bulunmayın. Salih'in kavmi de mucize istedi. Mucize olarak deve verildi. Şu dereden kovulunca Öbür dereye gidiyordu. Onlar da Rablerinin emrine isyan ederek deveyi kestiler. Deve bir gün onların suyunu içer, onlar da bir gün devenin sütünü içerlerdi. Buna rağmen deveyi kestiler. Ve bir say­ha (çığlık) onları aniden yakaladı. Harem'de bulunan bir kişi müs­tesna gök kubbe altındaki herkesi helak etti.» Bunun üzerine sa­habe, «Ey Allah'ın Rasûlü! O kişi kimdir?» diye sorunca Hz. Pey­gamber (s.a), «O kişi Ebu Regal'dir. Haremden çıktıktan sonra

kavmine isabet eden ona da isabet etti» diye cevab verdi. (Bu ha­dis Kütüb-u Sitte'de bulunmamaktadır. Ancak İmam Müslim-in şartlarına uygundur.) [102]  

Semud   kavmine   gönderilen   Hz. Salih,   tıpkı diğer peygamberler gibi onları tek ve ortaksiz olan Allah'a kulluk etmeye çağır­dı. Evet! Tüm peygamberler insanları tek ve ortaksız olan Allah'a kulluk etmeye çağırmışlardır. Nitekim Kur'an'da, «Senden önce biz hiçbir peygamber göndermedik ki ona, benden başka mabud yoktur. Bana kulluk edin, diye vahyetmiş olmayalım.» (Enbiya: 36) diye buyurulmuştur.

Semud kavmi Hz. Salih'ten, Hicr'in bir kenarında tek başına bulunan kocaman bir kayalıktan bir deve çıkarmasını isteyerek, böyle bir mucize göstermesini söylediler. El-Kâtibe denilen o ka­yalıktan doğum yaparak bir dişi deve çıkarmasını istiyorlardı. Hz. Salih (a.s) Allah'ın onların bu isteğini yerine getirmesi halinde, O'na muhakkak iman edeceklerine ve kendisine tabi olacaklarına dair onlardan söz aldı. Onların da söz vermesi üzerine Hz. Salih namaza kalkarak Allah'a dua etti. Kaya önce sallanmaya başladı, sonra da parçalanıp içinden bir deve çıktı. Bu tam istedikleri gi­biydi.   Mucizeyi   görür   görmez   liderleri Cunda'a   bin Amr   ve ona tabi olanlar Hz. Salih'e hemen iman ettiler. Semud kavminin diğer ileri gelenleri de iman etmek istedilerse de Zuab bin Amr ve Put bakıcısı olan el-Habbab ve Ribab adlı kişiler buna mani oldular. Semud kavminin ileri gelenlerinden olan Şihab bin Hal-fe de müslüman olmak istedi ama toplum kendisini engelledi. O da topluma uydu. Deve yavrusunu onların huzurunda doğurduk­tan sonra bir süre durdu. Onların kuyusundan bir gün deve su içiyor, bir günde kuyuyu onlara bırakıyordu. Onlar da devenin su içtiği günler onun sütünü içer, onu sağar ve diledikleri kadar kap süt doldururlardı. Nitekim Kur'an'da bu hadiseyi bildiren başka ayetlerden de bu anlaşılmaktadır.

Zikredildiğine göre, devenin korkunç bir yapısı vardı ve gö­rünüşü dehşet vericiydi. Semud kavminin hayvanları onun yanın­dan geçerken kendisinden ürkeklerdi. Kavminin Hz. Salih'i yalan­laması aşırı bir hal alınca deveyi öldürmek istediler. Suyun tümü­nün kendilerine kalmasını istediklerinden onun öldürülmesi husu­sunda görüş birliğine vardılar. Nitekim Kur'an'da «deveyi kesti­ler» şeklinde çoğul bir ifade kullanılmıştır. Bundan da devenin, hepsinin rızası sonucunda kesildiği anlaşılmaktadır.

İbn Cerir ve diğer müfessirler devenin öldürülme sebebini şu şekilde izah etmektedirler: Semud kavminden Unayza isimli kafir bir kadın vardı ve o Hz. Salih'e herkesten daha çok düşmandı. Çok güzel kızları vardı ve zengin biriydi. Kocası Züab bin Amr, Se-mud'un ileri gelenlerinden bir kimseydi. Adı Sadaka binti May ha olan, soylu, zengin ve güzel bir kadın daha vardı ki, o da Semud' dan ilk iman edenlerden birisinin karısıydı. Bu yüzden kocasından ayrılmıştı. Bu iki kadın da deveyi öldürecek kimseler arıyordu. Nihayet Sadaka, El-Habbab isimli birine deveyi öldürmesi halin­de kendisiyle evleneceğini söyledi. El-Habbab bu teklifi kabul et­meyince o da bu sefer Muşta' adlı amcazadesini çağırarak aynı teklifi ona yaptı. O da bu teklifi kabul etti. Buna karşı Uneyza da, Kaddar bin Salif isimli, kırmızı renkli, mavi gözlü, kısa boylu bi­rini çağırarak ona deveyi öldürdüğü takdirde kızlarından dilediği­ni vereceğini va'detti. (Tarihçilerin iddiasına göre Kaddar bin Sa­lif zina sonucu dünyaya gelmiştir ve aslında Salif in oğlu değildir. Gerçek babasının adı Sehyad'dır.) Böylece Kaddar bin Salif ile Muşta' bin Mahreç, Semud kavminin içine dalarak serserilerden oluşan yedi kişilik bir gurubu arkalarına taktılar. Nitekim Kur'an, «Şehirde dokuz kişilik bir grub vardı ki yeryüzünde fesad çıkarı­yorlar, ıslah etmiyorlardı.» (Nemi: 48) şeklinde bu kişilere işaret etmiştir. Bu kimseler kavimlerinin ileri gelenlerindendi. Kafir ka­vimleri de onlara uydu ve itaat etti. Böylece devenin suyu içtik­ten sonra geçeceği yolu gözetlemeye gittiler. Kaddar bin Salif yol üzerindeki bir kuyunun dibine, Muşta' da başka bir kuyunun dibine çömeldiler. Deve Musta'nın yanından geçerken Muşta' ona bir ok fırlattı. Ok devenin bacaklarına saplandı. Bunun üzerine

Uneyza ortaya çıkıp kızına işaret etti. Kızı çok güzeldi ve yüzünü açıp Kaddar ile beraberindekilere kendisini gösterdi, Kaddar kı­lıçla devenin üzerine saldırarak onun ayağının damarını kesti. Deve yere düşerek bir kez bağırdı. (Sanki yavrusunun yanına gel­memesini istiyordu.) Kaddar bu sefer devenin boynuna vurarak boyun damarını kesti. Devenin yavrusu da kaçtı, geçit vermez bir dağa sığındı ve bir kayanın üstüne çıkarak bağırdı.

Abdurrezzak, Ma'mer'den, o da Hasan Basri'den dinleyenler­den rivayet ettiğine göre deve yavrusu, «Ya Rabbi! Annem nere­dedir?» anlamını ifade eden bir şekilde bağırmıştı.

Denildiğine göre, deve yavrusu üç kez bağırdı ve bir yere gi­rerek kayboldu. Bazı rivayetlere göre de yavruyu kovaladılar ve onu da annesi gibi kestiler. (En doğrusunu Allah bilir.)

Onların deveyi kestikleri haberi Hz. Salih'e ulaştı. Hz. Salih de gidip deveyi gördüğünde dayanamayıp ağladı. Ve «Üç gün ev­lerinizde faydalanınız» mealindeki bu ayeti okudu. Deveyi çarşam­ba günü öldürmüşlerdi. Akşam olduğunda o dokuz kişi Hz. Salih'i öldürmek isteyerek «Şayet Salih doğru söylüyorsa azab bize gel­mezden önce onu öldürelim. Yok eğer yalancının biriyse onu de­vesinin yanına gönderelim» dediler. Buna karar verdiklerinde ge­celeyin Hz. Salih'i öldürmek üzere geldiler, Allah Teâlâ da onların üzerine taş yağdırdı. Böylece onlar kavimlerine va'dedilen üç gün dolmazdan önce taşlanarak öldürülmüş oldular. Semud kavmi perşembe günü sabahında benizleri sapsarı kesilmiş olarak kalk­tılar. Verilen sürenin ikinci günü olan cuma günü sabahında bu sefer yüzleri kıpkırmızı kesilmişti. Son gün olan cumartesi saba­hı ise yüzleri kapkaraydı. Artık vücudlanndan pis kokular çıkı­yordu. Allah'ın azabını bekliyorlar ve ne olacağını, nasıl olacağını    tahayyül    edemiyorlardı.    Güneş    doğdu   ve    aniden gökten bir gürültü ve yerden de bir sarsıntı geldi. Ruhları tama-men giderek bir anda tümü helak oldu. Öyle ki evlerinde ruhsuz cesedler olarak kaldılar. Aralarından büyük-küçük, erkek-kadın hiç kimse kurtulamadı. Rivayetlere göre sadece Kelbe binti Sada­ka adlı kötürüm bir kadın kurtuldu. O da şedid bir kafirdi. Ve Hz. Salih'e düşmandı. Azabı gördükten snra Allah Teâlâ iki aya­ğını kendisine geri verdi. O da bunun üzerine kalkıp hızla başka bir kabileye vararak kavminin başına gelenleri söylemiş ve onlar­dan istediği suyu içtikten sonra düşüp ölmüştür.

Müfessirler, Semud'un zürriyetinden Hz. Salih ve kendisine iman edenlerden başka kimsenin kalmadığını söylemişlerdir. An­cak daha önce de geçtiği gibi Ebu Regal adlı kişi azab geldiğinde Harem'de bulunuyordu ve ona bir şey isabet etmedi. Bir ara Ha-rem'den çıkınca gökten başına bir taş düşüp onu öldürdü. Mü-fessirlerin zikrettiklerine göre Ebu Regal, Sakif kabilesinin atası-dır. Sakifliler Taif'te otururlardı.

Abdurrezzak, Ma'mer kanalıyla şöyle bir rivayet nakletmek­tedir: İsmail bin Ümeyye'nin dediğine göre, Hz. Peygamber (s.a), Ebu Reğal'in mezarının yanından geçerken sahabilere onun kim olduğunu sorar. Sahabe, «Allah Rasûlü daha iyi bilir» diye cevab verince Hz. Peygamber (s.a) : «Bu, Ebu ReğaVın mezarıdır. O, Se­mud kavminden biriydi. Azap geldiğinde Harem'de bulunuyordu. Harem onu Allah'ın azabından korudu. Ama Harem'den çıkınca kavmine isabet eden, ona da isabet etti ve o buraya gömüldü. Onun kabrinde altın bir dal bulunmaktadır» buyurdu. Bunun üzerine me­zarı kılıçlarla eştiler ve o altın dalı çıkardılar.[103]  

 

Meal

 

74- Hatırlayın o zamanı ki Allah, Ad'dan sonra sizi  (on­lara)  halef kılmıştı.  Sizi yeryüzünde yerleştirmişti. Yeryüzünün düzlüklerinde köşkler kuruyor, dağlarını ise evler olarak yontu­yordunuz.   Allah'ın  nimetlerini  hatırlayın.  Bozgunculuk  ederek yeryüzünde karışıklık çıkarmayın.

75- Salih'in kavminden  büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden  iman  eden  ve  zayıf kimselere  «Salih'in  Rabbi'nden gerçekten gönderilmiş bir peygamber olduğunu ne biliyorsunuz?» dediler.   Onlar  da  «Kuşkusuz   bizler  onunla   gönderilene  iman edenleriz» diye karşılık verdiler.

76- Büyüklük taslayanlar, «Kuşkusuz ki bizler sizin ulan­dığınızı inkar ediyoruz» dediler.

77- Böylece o dişi deveyi boğazladılar. Rablerinin emrin­den dışarı çıktılar ve; «Ey Salih!  Eğer  (gerçekten)   peygamber­lerden isen bize va'dettiğin azabı getir» dediler.

78- Bunun üzerine  onları o sarsıntı  yakaladı.  Evlerinde diz çökmüş olarak sabahladılar.

79- Böylece Salih, onlardan yüz çevirdi ve «Ey Kavmim! Andolsun  size Rabbhnin  gönderdiği   (emri)ni  tebliğ ettim,   size nasihatta bulundum. Fakat siz nasihatçıları sevmiyorsunuz» de­di.

80- Lut'u   da   (gönderdik).    O,   kavmine    şöyle   demişti: «Alemlerden hiç kimsenin sizden Önce yapmadığı o kötülüğü mü işliyorsunuz?»

81- «Kuşkusuz siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere gi­diyorsunuz. Doğrusu sizler aşırı giden bir kavimsiniz.»[104]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsîrî

 

(74-78. ayetlerin tefsiri bîr önceki bölümde verilmiştir.)

(79) «Böylece Salih, onlardan yüz çevirdi...»

Yukardaki ayette, Hz. Salih (a.s) kavmine bir hatırlatmada bulunmaktadır. Kavminin kendisine karşı koyup Allah'ın emrine karşı geldiğinden ötürü helak olması üzerine Hz. Salih (a.s) onla rı kınamak kabilinden bu şekilde konuşmuştur. Bu sözü dinlemiş olduklarında şüphe yoksa da elbette cevap veremezdiler artık... Ni­tekim Hz. Peygamber, Bedir Savaşı'nda galip geldikten sonra üç gün Bedir'de kalmış, üçüncü günün gecesinin sonunda devesini-hazirlamalannı emretmiştir. Devesine binerek gelip Bedir kuyu­sunun önünde durmuştur: Seslice: «Ey Hişam'm oğlu Ebu Cehl, ey Rebia'nın oğlu Utbe, ey Rebia'nm oğlu Şeybe, ey filan oğlu fa­lan! Rabbinizin size va'dettiğini hak ve gerçek olarak buldunuz mu? Kuşkusuz ben Rabbimin bana va'dettiğini hak ve gerçek ola­rak-buldum» der. Bunun üzerine Hz. Ömer: «Ya Rasûlullah! Ölüp gitmiş bir toplulukla mı konuşuyorsun?» (Hani onlarla konuşma­nın ne yararı olur ki? Onlar işitmezler) deyince Hz. Peygamber (s.a), «Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, onlar benim kendilerine söylediklerimi sizden daha iyi işitmektedirler ama cevab veremezler» buyurmuştur.

Siyer kitablannda Hz. Peygamber'in (s.a) bu sözleri sarfet-tikten sonra kuyudakilere hitaben, ((Peygamberiniz için en kötü aşiret sizler oldunuz. Siz beni yalanladınız, yabancılar beni doğru­ladı. Siz beni yurdumdan sürdünüz, yabancılar bana kucak açtı.

Siz bana karşı savaş açtınız, yabancılar bana yardım etti, Peygam­ber'in aşireti içinde siz en kötüleriydiniz» diyerek hayıflandığı kay­dedilmiştir.

îşte Hz. Salih de (a.s) kavmine aynen bu şekilde «Size Rab­bimin gönderdiklerini tebliğ ettim, size nasihatte bulundum. An­cak nasihatimden yararlanmadınız. Çünkü sizler Hakk'ı sevmiyor, size nasihat edene tabi olmuyordunuz» mealinde konuşmuştur.

Bazı tefsir alimleri, ümmeti helak olan her peygamberin Ha-rem'e sığınıp orada beklediklerini söylemişlerdir.

İmam Ahmed, İkrime kanalıyla İbn Abbas'tan şöyle bir riva­yet nakletmiştir: Hz. Peygamber (s.a) hacca giderken İsfan vadisinden geçmiş ve «Ey Ebu Bekri Bu ne vadisidir?» diye sormuş­tur. Hz. Ebu Bekr'in «İsfan vadisidir» diye cevab vermesi üzerine Hz. Peygamber (s.a) : «Hud ve Salih de bu vadiden geçtiler. Yu­larları deve lifinden yapılmış develerin sır tındaydılar. İzarlan aba, ridaları nimarlardı. Lebbeyk, lebbeyk, diyerek Beyt-i Atik'e (Eski Beyi) giderlerdi» diye buyurdu. (Yukardaki hadis bu şekilde ga-rib'tir. Ve hiç kimse bu hadisi yukardaki şekliyle rivayet etmemiştir.) [105]   

|(80-81)    «Lut'u da (gönderdik)  O   kavmine   şöyle demişti:

Âlemlerden hiç kimsenin sizden önce yapmadığı o kötülüğü mü iş­liyorsunuz?..»

Bu Ayetin Tefsiri Hz. Lut, Hâran'm oğlu, Azer'in torunu ve Hz. İbrahim'in ye­ğenidir. Hz. İbrahim'e   iman ederek onunla birlikte Şam topraklarına hicret etmiştir. Allah Teâlâ Hz. Lut'u (a.s) Sodom çevresindeki kavimlere peygamber olarak göndermiştir. Hz. Lut (a.s) onları Allah'a çağırması, iyilik yapmalarını emrederek işlemekte oldukları günahları, haram ve kötülükleri terketmelerini söylemiş­tir. İlk kez Lûtüik (homoseksualite) denilen çirkin ilişki biçimini onlar icad etmişlerdir. Sodom halkından önce bu çirkin ilişkide bulunulmamıştır. Çünkü hiç kimse böyle bir şeyi bilmiyordu ve Sodom halkı bu şeni fiili ilk kez işlemiş oldu.

Amr bin Dinar bu ayetin yorumunda Lut kavminden önce hiç bir erkeğin başka bir erkekle böyle bir ilişkide bulunmadığını söylemektedir.

Bu yüzden Lut kavmine, «Âlemlerden hiç kimsenin sizden ön­ce yapmadığı o kötülüğü mü işliyorsunuz?» denilmektedir. Yani Allah'ın sizler için yaratmış olduğu kadınları bırakıp erkeklere mi varıyorsunuz? Bu, haddi aşmaktır, cehalettir. Çünkü bu, tohumu taşa ekmektir. Nitekim başka bir ayette Hz. Lut Ca.s) «Şunlar be­nim kîzlartmdır.» diyerek onları kadınlara yanaşmaya davet et­miştir. Onlar da Hz. Lut'a kadınları istemediklerini beyan etmiş­ler, kendisini sürmek ve ona uyanlarla birlikte aralarından at­mak suretiyle Hz. Lut'a (a.s) cevap vermişlerdir. Allah da Hz. Lut'u aralarından sağ salim çıkartarak onları zelil ve rezil olarak kendi topraklarında helak etmiştir.

Menar'ın sahibi Lut kıssasını şu şekilde vermektedir:

Hz. Lut'un Hz. İbrahim'in yeğeni olduğu malumdur. Babasının adı Hârân'dır. Irak'ın Basra iline yakın olan Babil topraklarında, Ur şehrinde dünyaya gelmiştir. Babasının ölümünden son­ra amcası İbrahim (a.s) ile birlikte iki nehrin arasına, yani Mezopotamya'ya (ya da şimdiki Türkiye sınırlan içindeki Cezi­re (Cizre) kasabasına) hicret etmiştir. Orada Asurlular bulunu­yordu. Oradan da Suriye'deki Kenan topraklarına gitmişlerdir. Hz. İbrahim (a.s) daha sonra Hz. Lut'u (a.s) Ürdün'ün doğusuna yerleştirmiştir. Havası güzel, otlukları bol olan ölü Deniz yakınında­ki bu bölgeye el-Kussedim adı verilmiştir. Ölü Deniz'e aynı zaman­da Lut Gölü de denmektedir. Bu bölgede Sodom, Gomore, Udan, Sbim ve Bali kasabaları vardı. Hz. Lut bu kasabaların başşehri olan Sodom'da oturmuştur. O çirkin fiil Sodom'da yapılıyordu. Bu kasabaların nerede oldukları şimdi bilinememektedir. Çünkü hiçbir tarihçi, araştırıcı izlerine bile rastlamamıştır. Bazıları Ölü Deniz'in onları örttüğünü söylüyorsa da, bu konuda kesin bir de­lil yoktur. Gomore'ye gelince, o, Sodom'dan sonraki ikinci şehirdi ve bozulmuşlukta da ikinci sırayı alıyordu. [106]

 

Meal

 

82 - (Lut)  kavminin cevabı: «Lut'u ve taraftarlarını yur­dunuzdan sürüp çıkarın. Çünkü onlar çokça temizlenen kimse-lermiş» demek oldu.

83 - Bunun üzerine Lut'u ve  aile efradını kurtardık. An­cak karısı (m kurtarmadık). O, geride kalanlardan oldu.

84- Ve onların üzerine bir (taş)  yağmuru  yağdırdık. İş­te bak, suçluların akıbeti ne oldu?

85- Medyen'e  de  kardeşleri  Şuayb'i   (gönderdik).  Onlara şöyle dedi: «Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin Ondan baş­ka mabudunuz yoktur, Gerçekten Rabbinizden size bir beyyine (mucize)   geldi.  Ölçü   ve  tartıyı tam   tutunuz,  insanların  mal­larını değerinden eksik vermeyiniz. Yeryüzü düzene kavuşturul­duktan sonra orada fesat çıkarmayınız. Gerçekten müminler ise­niz bu sizin için daha hayırlıdır.»

86-  «Her yol (başına) a oturup Allah'a iman edenleri teh-did ederek Allah'ın yolundan çevirmeyin. O yolu eğri olarak ara­mayın. Hatırlayın ki siz az iken o sizi çoğaltmıştı. Bozguncula­rın sonunun ne olduğuna bir bakın.»

87- «Şayet sizden bir grub benim peygamberliğime iman etmiş, bir grub da etmemişse Allah aranızda hükmedinceye ka­dar sabredîn.  O, hüküm  verenlerin en hayırhsıdır.»[107]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(82) «(Lut) kavminin cevabî: «Lut'u ve taraftarlarım yurdu­nuzdan sürüp çıkarın..,»

Bu Ayetin Tefsiri :

Yani bu ikaz ve nasihata karşılık Lut kavminin cevabı maze­ret ve özür beyan etmek kabilinden bir şey olmadı. Böyle bir ce-vab, tartışmada alışılagelen bir biçimden çok farklıydı. Onların ce­vabı sadece Hz. Lut'u ve onunla birlikte müminleri şehirden çı­karmak olmuştu. Bunun nedeni, Hz. Lut'un ve beraberindeki mü­minlerin çok temiz kimseler olup onların pisliklerine kapılmama-landır. Dolayısıyla Hz. Lut ve müminlerle aynı şehirde beraber yaşamamalı ve birlikte oturulmamaliydı. Çünkü noksan kişi ken­disini tahkir eden kâmil kimseyle birlikte oturmaya zül telakki et­mektedir. Nitekim Şuara suresinin 167. ayetinde, «Ey Lut! dedi­ler: Andolsun eğer bundan (nasihat etmekten) vazgeçmezsen sü­rülenlerden olacaksın» buyurulmuştur.

Şuara suresinde «Andolsun eğer bundan (nasihat etmekten) vaz geçmezsen sürülenlerden olacaksın» denilirken bu ayette doğ­rudan «Onları sürüp çıkarın» denilmesi arasında bir çelişki olup olmadığı, akla gelebilir. Oysa bu iki ifade biçimi arasında bir çe­lişki yoktur. Zira bu cevablar iki ayrı zamanda verilmiş olabilir­ler. Yani bir defasmda «sürülenlerden olacaksın» denirken başka bir zaman «Onları sürüp çıkarın» denmiş olabilir. Ayrıca Hz. Lut (a.s) onları sürekli olarak Allah yoluna   çağıran,   kötülüklerden menetmeye çağıran bir peygamberdi. O, huzurunda bulunanlardan her zaman bir şeyler işitiyordu. Üstelik Kur'an'ın bu kıssaları an. latılırken kronolojik bir tarih bilgisi vermeyi amaçlamadığı, aksine ibret ve öğüt için bu kıssaları beyan ettiği düşünülecek olursa ni­çin bir çok surede aynı kıssadan farklı farklı ibret ve Öğütler ve­rildiği anlaşılır. Nitekim bir ayette zikredilen ifade diğer bir ayet­te zikredilmeyebilir. Ancak tüm bu ayetler Allah'ın ümmete nasi­hat ettiği hakikatin mecmuudur. Peygamberlerin, hatta delâlette olanlara va'zeden kimselerin konuşmalarında birbirine yaklaşık anlamlarla ayni konuyu işledikleri bilinen bir husustur. Genelde de hep yaklaşık cevablar alırlar. Nitekim bâzıları diğerlerinin söy lemediği bir şeyi söylese de onlar hoşuna gittiği için kendileri söy-lemişçesine bu sözü kabul ederler ve o zaman bu söz onların hep­sine isnad edilir. Hatta bir grubun razı olduğu bir iş yapıldığında hepsi yapmış gibi o gruba nisbet edilir. Mesela Hz. Salih'in deve­sinin boğazlanması ile ilgili olarak «kavmi onu kesti» denilmiştir. Oysa deveyi içlerinden biri kesmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Lut'un kavmine   söylediklerini   Ankebut   suresinde   naklederken A'raf ve Nemi surelerinde aynı olayı ayrı bir ifadeyle nakletmek­tedir.   Ankebut   suresinde   Hz.   Lut'un   (a.s)   kavminin   lûtilik yaptıklarını, yol kestiklerini ve toplanmış grublann gözler Önünde kötülük işlediklerini anlattığı nakledilmektedir. Adeta onlar bun­ları söylemesi sonrasında Hz. Lut'a canlan sıkılmış ve kendilerine va'dettiğini getirmesini istemişlerdir. Bu konuda en net ve açık görüş, tüm bunların Hz. Lut ve beraberindeki müminlere yurtla­rından hicret etme emri verildikten sonra olduğudur. «Andolsun eğer bundan vazgeçmezsen   sürülenlerden  olacaksın»   şeklindeki tehdid de Hz. Lut'a hicret emri verilmeden Önce söylenmiştir. Ya­ni onlar Hz. Lut'u menedip müminleri sürmek   isteyince Allah da onu sapasağlam aralarından çıkararak geri kalanları yurtlarında helak etmiştir.

«Onlar çokça temizlenen kimselermiş» ifadesiyle  Katade'y göre ayıp olmayan bir şey ile onlar ayıplanmaktadır. Mücahi ise erkeklerden ve kadınların arkalarından sakındıkları için onlar hakkında böyle dendiğini ileri sürmüştür. Aynı görüş İbn Abbas' tan da rivayet edilmiştir.

(83)  «Bunun üzerine Lut'u ve aile efradını kurtardık...»

Bu Ayetin Tefsiri :

Ayette sadece «Lut'u ve aile efradını» şeklinde bir tahsis ya­pılmasının sebebi Hz. Lut'a aile efradından başka hiç kimsenin iman etmeyişidir. Nitekim başka bir ayette «O (kasabada) bulunan müminleri çıkardık. Zaten orada bir aile efradından başka müs-lümanlar bulamadık» (Zariyat: 35-36) buyurulmuştur.

«Ancak karı$ı(nı kurtarmadık). O geride kalanlardan oldu.» Zira karısı Hz. Lut'a iman etmemişti. Kavminin dini üzerinde kal­mıştı. Ve onlara Hz. Lut'ım sırlarını aktarıyor, ona gelen misafir­leri, kavmine, sadece onlarla kendi arasında bilinen bir işaretle ihbar ediyordu. Bu nedenle Allah Teâlâ, geceleyin aile efradını ya­nma alıp gitmesini Hz. Lut'a emrederken bunu karısına bildirme-yip onu kasabadan çıkarmamasını söylemiştir. Bazı müfessirler, Hz. Lut'un karısının da onlarla birlikte kasabadan çıktığını, ancak kavmine azap geldiği zaman dönüp arkasına baktığı için ona da azap isabet ettiğini söylemişlerdir. Ancak en muteber görüş, Hz. Lut'un karısının kasabadan çıkmadığı, Hz. Lut'un kendisine haber vermediği ve kasabada kaldığı şeklindedir. Nitekim ayette «Ancak karısı (m kurtarmadık). O geri kalanlardan oldu» denmiştir. Ba­zıları da «Helak olanlardan oldu» şeklinde bu ifadeyi yorumlamış­lardır. Fakat bu, zaten geride kalmanın sonucudur. Yani geride kalmanın sonucu helak olmaktır.

(84) «Ve onların üzerine bir (taş) yağmuru yağdırdık...»

Bu Ayetin Tefsiri:

Bu ifade Hud suresinin 82. ayetiyle açıklanmaktadır: «Emri-miz gelince oranın üstünü altına getirdik; üzerine- de çamurdan pişirilmiş ve istif edilmiş taşlar yağdırdık.» Zaten bu nedenle Ce-nab-ı Hak, «İşte bak! Suçluların akıbeti ne oldu?» diye buyurmak­tadır. Yani Allah'a çekinmeden, korkmadan isyan eden ve peygam­berleri yalanlayan kimselerin hangi akıbetlerle karşılaşmış ol­duklarına iyice bir bak![108]

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/391.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/392.

[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/392-393.

[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/393-398.

[5] Bkz. Tefsiri Kebir c. 4, s. 261 - Amire 1257, istanbul

[6] Bk2. Tefsiri Kebir — Razı c. 4, s. 262 Amire 1257, İstanbul

[7] Bkz.  Fahreddin Razi, Tefsiri Kebir c. 4, s. 265-266, Amire 1257 îs-tanbul

[8] Bkz. Fahri Razi, Tefsiri Kebir c. 4, s. 266, Amire, 1257, îstanbul

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/398-407.

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/407-410.

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/410-412.

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/412-417.

[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/417.

[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/417-419.

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/419-420.

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/422.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/423.

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/423-424.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/424.

[20] Bkz. Alusi, c. 7-8, s. 92, Daru'1-ihya-it-Turasil Arabi, Beyrut, Bilâtarih

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/424-431.

[22] Bu hadisin manası kapalıdır ve mükzabihtir. Zaman ve mekândan münezzeh olan Allah (C.C.) çadırlara muhtaç değildir.

[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/431-435.

[24] Bkz. Fahreddin Razi, c. 4, s. 279-280, Amire, 1257 İstanbul

[25] Bkz. Fahreddin Razi, c. 4, s. 281, 1275 Amire, İstanbul

[26] Bkz. El-Menar, c. 8, s. 345-347, Matbaatü'l Hicazı, Kahire, 1379-1959

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/435-447.

[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/447-453.

[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/455.

[30] Başında    «mim»    harfi bulunan    madrabun,    mensarun    gibi

masdarlara Mimli masdar denir. Sarf kitablarına bakınız

[31] yani «mustakkarun fîhî»n takdirindedir. fî harfi düşürülmüş, «hl» zamiri mustakkara iliştirilmiştir

[32] Kitab ehlinden İslama giren zatların rivayet ve yorumlarına daima ih-tiyatla bakmak gerekir. Zira İslama ciddi olarak girenleri dahi kendisini eski bağlılığından kurtarmayabilir. Dikkat edile

[33] Bkz. El-Menar, c. 8, s. 355-357, Matbaatü'l-Haclai, Kahire, 1379

[34] Burada bir noktaya dikkat etmek gerekir. O da şudur: Asr-i Şeadet-te yünlü elbise, kaba ve sert elbise idi. Zira kumaşların imalı pek gelişme­mişti. Bugünkü gibi yünlü kumaşUr başta gelmezdi

[35] Bkz. tbn Kesir c. 3. s. 154-556 Daru'l-Endülüs, Beyrut, Bilâtarih

[36] Bkz. îbn-i Kesir, c. 3. s. 157-1256, Daru'l-Endülus, Beyrut, Bilâtarih

[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/456-471.

[38] Bkz. Alusi, Ruhu'I-Meani, c. 8, s. 105-1Ö6, Daru'I-İhya-it-Turasil, Arabi, Beyrut, Bilâtarih

[39] Bkz. Fahreddin Razi, c. 4, s. 288-289, Amire, 1257, istanbul

[40] Bkz. Alusi, c. 8, s. 108, Daru'1-lhya-it- Turasil Arabi, Beyrut

[41] Bkz. Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir, c. 4, s. 292 Amire, 1275, İstanbul

[42] Bkz.   Ahisi,   Ruhu'I-Meani, c. 8, s. 108, Daru'1-îhya-it-Turasil   Arabi Beyrut

[43] Bkz. Fahreddin Razi, c. 4, s. 292-293, Amire, 1277, İstanbul.

[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/471-485.

[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/487.

[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/488.

[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/488-489.

[48] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/490-491.

[49] Gümüşün erkeklere haram olması ancak kap ve kaşık gibi hususlar­dadır. Yoksa gümüş yüzüğü takmak sünnettir.

[50] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/491-494.

[51] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/495-498.

[52] Bkz. Es-Siracü'l-Münir, c. 1 - s. 472473, Beyrut, Bilâtarih

[53] Bkz. El-Hazin, c. 2, s. 544-545, Amire, İstanbul, 1378

[54] Bkz. İbn Kesir, c. 3, s. 163, Darül Endülüs, Beyrut, Bilâtarih

[55] Bkz. Fahreddin Razi, Tefsiri Kebir, c. 4, s. 297, Amire, İstanbul.

[56] Bkz Fahri Razi, Cild 4, Sayfa 298, Amire, İstanbul.

[57] Bkz. Ebu's-Suud, c. 4, s. 299, Amire, İstanbul. (Fahri Razî Kenan)

[58] Bkz. Fahri Razi, c. 4, s. 300, Amire, İstanbul

[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/498-508.

[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/510.

[61] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/511-515.

[62] Bkz. Fahri Razi, c. 4, s. 305, Amire, İstanbul, 1378.

[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/515-516.

[64] Bkz. Alusi, c. 8, s. 121, Daru'1-lhya-it-Turasil Arabi, Beyrut, Bilâtarih.

[65] Bkz. Alusi, c. 8, s. 122 Daru'1-lhya-it-Turasil Arabi, Beyrut, Bilâtarih. Büyük Kur'an-ı Kerim Tefsiri, Cilt: 5

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/516-529.

[66] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/531.

[67] Bkz. Alusi, c, 8, s. 122-123, Daru'1-îhya-it-Turasil Arabi, Beyrut, Bilâ-tarih

[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/532-534.

[69] Bkz. Ibn-i Kesir, c. 3, s. 171, Daru'I-Endülüs, Beyrut, Tarihsiz

[70] İbn Kesir, c. 3, s. 173, Darul Endülüs, Beyrut, Bilâtarih.

[71] Bkz. İbn Kesir, c. 3, s. 173-174, Darul Endülüs, Beyrut, Bilâtarih

[72] Fahri Razi, c. 4, s. 317, Amire, İstanbul, 1378

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/534-549.

[73] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/549-552.

[74] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 6/7.

[75] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 5, sh: 127-12b

[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 6/8-12.

[77] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 8, sh: 134-135

[78] Merfu hadis, isnadı Hz. Peygambere ulaşan hadislere denir

[79] tbn Kesir, Tefsir'ul Kur'an'ıl-Azim, cilt: 3, sh: 178

[80] tbn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh: 179

[81] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 8, sh: 138-139

[82] Beyzavi, Envar'ut-Tenzil, cilt: 2, sh: 566-567

[83] Fahruddin Razi, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 4, sh: 329-330

[84] Fahruddin Razi, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 4, sh: 342-343.

[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 6/12-25.

[86] Alusî, Ruh'ul-Meani cilt: 3, sh: 139.

[87] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 6/25-28.

[88] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 8, sh: 140

[89] Fahruddin Razi, cilt: 4, sh: 345-346.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 6/29-33.

[90] Fahruddin Razi, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 4, sh: 348.

[91] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 8, sh: 141

[92] AIusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 8, sh: 146-147.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 6/33-40.

[93] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 6/42.

[94] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 6/43-44.

[95] Fahruddin Razı, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 4, sh: 361-363

[96] İbn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh:  182-183.

[97] EI-Meraği, Tefsir, cilt: 8, sh: 190-191

[98] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 8, sh:  148-149

[99] Reşid Rıza, Tefsir-uI-Menar, cilt: 8, sh: 495-496

[100] Ibn Kesir, Tefsir-uI-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh:  187-188.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 6/44-55.

[101] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 6/57.

[102] Ibn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh:  190.

[103] îbn Kesir, Tefsir-ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh: 293

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 6/58-63.

[104] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 6/65.

[105] îbn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh: 194

[106] Reşid Rıza, Tefsir'ul-Menar, cilt: 8, sh; 509,

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 6/66-69.

[107] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 6/71.

[108] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 6/72-75.