El-Â'raf Suresi İle En'am Suresinin Münasebeti
Kıyametteki Mizan (Tartı) Nedir?
«Mizan»ı Bildiren Hadisi Şerif
Kıyamet Günündeki Tartı Sadece Müslümanlar İçin Midir?
Kur'an'da İblisin Kıssası Kaç Yerde Geçmiştir?
«Adem'e Secde Ediniz» Emrinin Zamanı Üzerinde Alimlerin
İhtilafı
Alimlerin «Secdenin» Şekli Hakkındaki İhtilafı
Şeytanın Âdem'e Secde Etmemesi
İblisin Hz. Âdem'e Secde Etmemesinin Sebebi
İblisle Melekler Arasında Tevratın Naklettiği Münazara
Şeytan Ademoğullarını Nasıl Saptırır?
Şeytan Ve Kabilesi Görünebilirler Mi?
İsraf Etmeksizin Yemenin Ve İçmenin Hükmü
Peygamberimizden Nefsin Verdiği Vesveseler Hakkında
Nakledilen Hadis-İ Şerif
«Süs» Dünya Hayatında Bütün İnsanlar İçin,. Ahirette İse
Sadece Mü'minler İçindir
(40) «Deve İğne Deliğinden Geçmedikçe Cennete
Girmezler...»
Â'raf Ehli Hakkında Son Bir İzah Huzeyf E Dedi Ki:
Allah'ın Arş'a İstiva Etmesiyle İlgili Mülahazalar
Duayı Gizli Veya Açıktan Yapmak
Allah'ın Kullarına Olan Sevgisi
Peygamber Kıssaları Birçok Yararı İçermektedir
Rahman ve rahiym olan Allah'ın adıyla başlarız.
(1) Elif, Lâm, Mim, Sâ'd...
(2) [Ey Muhammedi Bu Kur'an] sana indirilen bir kitab-tır. Onunla [kâfirleri] korkutman ve müminlere öğüt vermen için indirildi. Ondan Ötürü göğsünde bir haraç (darlık) olmasın.
(3) Rabbinizden size indirilene tâbi olunuz. Sakın ondan başka dostlara tâbi olmayınız. Siz hep az hatırlıyor (ve nasihat alıyor) sunuz.
(4) Nice karyeyi (kenti) mahvettik. Azabımız onlara, geceleri, uyurlarken veya gündüzleri keylulet (öğle zamanında istirahat) ederken geldi.
(5) Çetin azabımıza gelince, onların duaları «Biz zalimlerden idik» demekten başka olmadı.
(6) Yemin olsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlerden (hesap) soracağız. Ve and olsun ki, gönderilen peygamberlerden de soracağız.
(7) And olsun ki, onlara ilimle haber vereceğiz. Ve biz gaipler, (yaptıklarından gafiller) de değiliz.
(8) O gün tartı, hak ve adalet üzeredir. Öyleyse kimin terazileri ağır çekerse, işte o kimseler kurtulanlardır.
(9) Kimin terazileri hafif gelirse, işte onlar ayetlerimize zulmedegeldiklerinden ötürü nefislerini zarara uğratanlardır.
(10) And olsun ki, kesinlikle sizi yeryüzünde yerleştirdik. Orada sizin için geçimlikler kıldık. Hal böyle iken. pek az şükrediyorsunuz.»
(11) And olsun ki, muhakkak sizi yarattık. Sonra size suret (biçim), verdik. Sonra meleklere: «Adem'e secde ediniz!» dedik. İblis hariç, bütün melekler Adem'e secde ettiler. İblis secde edenlerden olmadı. [1]
El-A'raf Sûresi Mekke döneminde nazil olmuştur. 206 âyettir. [2]
Bu Sûre-i Celile Mekke döneminde nazil oldu. Ancak yüz altmış üçüncü âyetten yüz yetmiş birinci âyete kadar olan sekiz âyet müstesnadır.
Neşei, Âişe validemizden rivayet ediyor: Allah'ın Revülü akşam namazında zammı sure olarak El A'raf Sûresini okudu. Onu iki rekata böldü. Yani bir parçasını bir rekatta, bir parçasını da öbür rekatta okudu.» Hadisi Ebu Muhammed Abdulhak rivayet etti.
Bazı tefsir kitablarında «Bu sûrenin tamamı Mekke döneminde nazil olmuştur. Ancak (162.) yüz altmış ikinci âyetten (172.) yüz yetmiş ikinci âyete kadar olan bölüm müstesnadır, diye varid olmuştur.
El Alûsi tefsirinde «Ebu-Şeyh ve İbn Hibban, Katade'den rivayet ettiler: «Bu sûre, tamamen Mekke döneminde nazil oldu. Ancak (162.) yüz altmış ikinci âyeti müstesnadır.»
. Başkaları da «Bu âyetten (171.) yüz yetmiş birinci âyete kadar müstesnadır» demişlerdir. Nitekim bu durumu daha önce kaydettik.
Bir çok tefsir alimleri, bu sûrenin tamamen Mekke döneminde nazil olduğunu İbni Abbas ve İbni Zübeyr'den rivayet ediyorlar ve hiçbir âyeti de istisna etmiyorlar.
Bu sure Basra ve Şamlıların sayımında (205) iki yüz beş âyettir. Medine ve Küfelilerin sayımında ise (206) iki yüz altı âyettir. Binaenaleyh elif, lam, mim, sad müstakil bir âyet sayılmaktadır. Ve (29.) âyetin sonunda, «Sizi yarattığı gibi, yine ona döneceksiniz» cümlesinin müstakil bir âyet sayılması Kûfe'lilere göredir. Aynı âyetin içinde «Dinde samimi olarak ona yalvar» manasında bulunan cümle,, Basralı ve Şamlılara göre müstakil bir âyettir. Daha önceki âyetin içinde «Onlara ateş azabını kat kat ver, derler» cümlesi ile (137.) âyetin içinde «El Hüsnâ» ile başlayan ve meali «İsrailoğullarına en güzeli sabırlarına karşılık verile geldi» olan cümlelerde Medine'lilere göre müstakil birer âyettirler.
El A'raf Sûresinin bütün âyetleri muhkemdir. Bazı tefsir alimlerine göre ancak iki âyet muhkem değildir. Onlar da, «Onlara kasden mühlet veririm. Çünkü benim tuzağım çetindir» (183) ve «Sen af yolunu tut. Bağışla. Uygun olanı emret. Bilgisizlere aldırış etme» (199) âyetleridir. Bunların ilki mutlaka kılıç âyetiyle neshedilmiş, ikincisi de sadece Ebu Zeyd'e göre aynen kılıç âyetiyle neshedilmiştir, diye rivayet edildi. Ve bu görüşün sahibi «Cahillerden yüz çevir» âyeti de böyledir, dedi. Fakat bu zayıf bir görüştür. [3]
El En'am Sûresinde cahil ümmetlerin helak edilmeleri, tafsilatlı olarak geçmedi. Akıl edinmeyenler ve günâhları irtikâb etmek suretiyle zulmedenlerin helâkları orada açıklanmadı. Bunun için El-A'raf Sûresi geldi. Bu sûrede Adem, Şit, Ad Semud, Lut kavmi, Medyen ehli, İsrailoğullan ve Fir'avn'ın kavmi zikredildi. Onlardan helak olanların helak olmalarının keyfiyeti belirtildi. Helak olmaları, ya ölçek ve tartıda (genel piyasada) hainlik yap-tıklarındandır veya (nankörlük edip) nimetin kıymetini bilmedik-lerindendır. Dağlar, ovalar ve kayalıklarda oyularak yapılan köşkler, saraylara karşı şükretmediklerinden, başkasını öldürmek suretiyle yapmış oldukları zulümden, kadınlar var iken onları bırakıp erkeklerle cinsî ilişki kurmak suretiyle yaradanın hikmetine muhalefet ederek çirkinlikleri peyda ettiklerinden, peygamberleri yalanladıkları, hakkı attıkları ve hidayet yoluna muhalefet ettik-lerindendir.
Celaleddin Süyûti, el-A'raf Süresi'nin El-En'am Sûresi'yle olan münasebeti hakkında şunları söylüyor :
«El-En'am Sûresinde yaratılışın beyanı vardır. Orada «Allah sizi çamurdan yarattı» buyuruluyor. Yine geçmiş kuşaklar hakkında «Onlardan önce nice kuşakları helak ettik» deniliyor. Peygamberlerin bahsine işaret ediliyor. Onların çoğunu sayıyor. Bütün bunlar icmali ve tafsilatsız olarak geçiyor. El-Araf Sûresi El-En'am'dan sonra geldi ve onların açıklamasını ve kapsamlı tafsilatını yaptı.
Bu sûrede Adem (AS)in kıssası, ve diğer peygamberlerle ümmetlerin kıssaları açıklanmıştır. Nasıl helak olmuşlar? Bu, mükemmel bir şekilde izah edilmiştir. Bu, Cenab-ı Hakk'm «Allah sizi yeryüzünde halifeler kıldı» âyetinin tafsili olmaya elverişlidir. Bunun için el-a'raf Sûresi'nin başında yeryüzünde halife kıldığı Adem'in yaradılışından başladı. Âd kıssasında «sizi Nuh kavminden sonra halifeler kıldık» dedi. Semud kıssasında «Sizi Âd'dan sonra halifeler kıldı» dedi. Bir de Cenab-ı Hakk, El-En'âm Sûresi' nde «Nefsinin üzerine rahmeti yazdı» dedi. Bu kısa ve tafsilata muhtaç bir kelamdır. el-A'raf Sûresi'nde bunu kast ederek, (tafsil yaparak) «Benim rahmetim her şeyi kapsayacak kadar geniştir» ve «O rahmetimi ittika edenler için yazacağım» buyurdu.
El-A'raf Sûresi'nin başlangıcının, El-En'am Sûresi'nin sonun-eu âyetiyle olan münasebeti, irtibat ve bağlantısı şöyledir:
El-En'am Sûresi'nin (153.) yüz elli üçüncü âyetinde «Bu, dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın.» deniliyor, ve devamla «Bu, indirdiğimiz mübarek bir Htabtır. O'na uyun.» «Onu size indirdik ki, sizden önce iki topluluğa kitab indirildi.» «Bizim onların okuduklarından haberimiz yok» demekten veya «Bize kitab indirilseydi onlardan daha doğru yolda olurduk» demekten sokmasınız» (155) denmektedir. Bu sûrenin başında ise, kitab tâbi olmayı emretmekle işe başladı. Bir de EI-En'âm Sûresi'nin sonunda «Sonra dönüşünüz Rabbinizedir. Ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirecektir» dedi. El-A'raf Suresinin başında ise «And olsun ki kendilerine peygamber gönderilenlere soracağız» dedi. Bu, onlara haber vereceğinin şerhi ve tafsilâtıdır. Bir de El-En'am Sûresi'nin sonunda «Kim bir iyilik getirirse ona on katı verilir» denilmektedir. Bu ise, ancak terazide tartılmakla belli olur. Bunun için Cenab-ı Hakk, El-A'raf Sûresi'nin başında, terazide tartmak meselesini gündeme getirerek buyurdu:
«Gerçek tartı kıyamet günündedir. Tartılan ağır gelenler (var y&)işte onlar kurtulanlardır.»
El-Eri'am'da «Kuşkusuz bu, benim dosdoğru yolumdur, ona tâbi1 olunuz. Bu, bir kitabtır. Mübarektir. Onu indirdik. Ona tâbi' olunuz.» El-A'raf sûresinin başında da: «Kitaba tabi olmayı emreden âyetle başladı.»
Bu sûrenin kelimeleri (3325)tır. Harfleri (14010Jdur.
(1) Elif, Lam, Mim, Sâd...»
BuÂyet-i Celilenin tefsirinde gelen rivayetler şunlardır:
İbni Abbas, bu âyetin manası «Ben, Allah'ım, tafsilat veriyorum demektir» dedi.
İbni Abbas'tan gelen diğer bir rivayette «Ben Allah'ım. Herkesten daha iyi bilir ve tafsilat veririm» şeklindedir.
Başka bir rivayette îbni Abbas diyor ki:
«Elif, Lâm, Mim, Sâd bir yemin tabiridir. Allah (C.CJ onunla yemin etmiştir ve Allah'ın isimlerinden bir isimdir.»
Katade «Elif, Lâm, Mim, Sâd, Kur'an'm isimlerinden bir isimdir» dedi.
Hasan Basri «Elif, Lâm, Mim, Sâd, sûrenin ismidir» dedi.
Süddi, «Elif, Lâm, Mim, Sâd. Cenab-ı Hakk'ın El-Musavvir isminin bir parçasıdır» dedi.
Ebul Âliye «Elif, Allah isminin, Lâm, El-Lâtif isminin, Mim, El-Medd isminin, Sâd, Es-Sadık ve Es-Sabir isminin anahtarıdır» dedi.
Bazıları da «Bunlar, mukattaa yani hece harfleridir. Bunların ilmini, Cenab-ı Hak, zat-ı uluhiyyetine tahsis etmiştir. Bu ve bunun benzerleri Allah'ın kitabında gizli sırlardır» demişlerdir.
Bazıları da «Bunlar ism-i âzam harflerdir» demişlerdir.
Bazı tefsirciler de «Bunlar birtakım harflerdir. Birtakım manaları kapsıyorlar. Cenab-ı Hakk o manalarla halkını muradına muttali kılmıştır» görüşündedirler.
Başkası da «Bu Elif - Lâm - Mim - Sâd'ın manası, ben dosdoğru söyleyen Allah'ım» demektir dedi.
Muhammed bin Kâb-el
Kurezi, «Elif ve
Bazı tefsir alimleri de «Elif, Lâm, Mim, Sâd'dan maksad, «Elemneşrah leke sadreke» (Yani biz senin için göğsünü genişletmedik mi?) demektir dedi.
Bazıları da «Elif, Lâm, Mimle açılan her sûre üç manayı ve üç emri kapsamaktadır: Yaradılışın başlangıcını, yaradılışın nihayetini (hasrı), başlangıç ile nihayet arasındaki hayatı. Boğaz, dil ve dudak harfleri olan Elif, Lâm ve Mimi kapsaması da bu üç manaya işaret eder.
Bu Sûre-i Celîlede Elif, Lâm, Mim'e bir de «SAD» eklenmiştir. Çünkü burada kıssaların açıklanması da vardır. Allah muradı ilâhisini daha güzel bilir.
(2) «(Ey Muhammed!) Bu Kur'an sana indirilen bir kitab-tır...»
Bu âyetin tefsiri şöyledir : Elif, Lâm, Mim, Sâd müptedadır. «Kitab'ün» kelimesi onun haberidir. «Sana indirilmiş» cümlesi kitabın sıfatıdır. Yani Allah tarafından Elif, Lâm, Mim, Sâd diye isimlendirilen kitab Allah katından sana indirilmiştir.
Eğer Hz. Muhammed'in peygamberliğinin doğruluğuna delalet eden delil, Cenab-ı Hakk'ın ona bu kitabı indirmesidir. Biz bunu bilmedikten sonra peygamberin peygamberliğini bilmemiz mümkün olamaz. Onun peygamberliğini, bilmedikten sonra onun sözü ile delil getirmemiz mümkün olamaz. Eğer bu sûrenin Allah katından ona indirilmiş olduğunu onun sözüyle isbat edersek ((DEVİR» lâzım gelir, diye itiraz edilirse...
Cevab olarak deriz ki, biz mücerred (katıksız) aklımızla biliyoruz ki, bu sûre Allah katından Hz Muhammed'e (S.A.V.) indirilmiş bir sûredir. Onun delili de, Resûl-i Ekrem'in hiçbir hocaya talebelik yapmayışı, hiçbir muallimden okuma yazma öğrenmemiş olması, hiçbir kitabı mütalea etmemesi, alimler, şairler ve haber ehillerine katılmamış olmasıdır. Kırk senelik hayatı geçti, bu durumların hiçbirisiyle o kırk sene içinde karşılaşmadı. Kırk sene geçtikten sonra bu galib gelen, geçmişlerin ve geleceklerin ilimlerini kapsayan kitab onun üzerine indi. Aklın gerçeği şahitlik eder ki, bu ancak Allah katından gelen vahiy yoluyladır. İşte böylece bu aklî delille sabit oldu ki, bu kitab Allah katından Hz. Mu-hammed Mustafa'ya inmiştir. [4]
Kur'an'm «maklûk» olduğunu savunanlar, delil olarak «Elif, Lâm, Mim, Sâd, (Ey Muhammedi) Sana bir kitab indirildi» Âyet-i Celîlesini göstermişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hakk, bu Âyet-i Celîlede Kur'an'ın «indirilmiş» olduğunu beyan ediyor. İndirilmek ise, bir halden diğer bir hale geçmek ve intikal etmektir. Böyle bir intikal «kadîm» olan bir şeye uygun düşmez. Bu da delalet eder ki, (onların iddiasına göre) Kur'an «hadis»tir. Cevab olarak deriz ki, indirilmekle sıfatlanan, Kur'an değil mecaz yoluyla Kur'an'm görünen harfleridir. Bu harflerin mahlûk olduğunda hiç kimsenin itirazı yoktur.
Allah (C.C.) için mekân isbat etmeye kalkışanlar bu Âyet-i delil göstererek dediler ki, «min» kelimesi gayenin başlangıcı içindir. «ilâ» kelimesi de gayenin sonu içindir. «Sana indirilmiş» cümlesi, başlangıç olan Rab ile vardığı yer olan Hz. Muhammed'in arasında bir mesafenin oluşmasını gerektirir. Bu mesafe oluşması delalet eder ki, Cenab-ı Hakk, (Haşa) yukardaki cihettedir. Çünkü iniş, yüksekten aşağıya doğrudur. Ehli sünnetin bu iddiaya verdiği cevab şudur: Kahir delillerle mekân ve cihetin Allah için muhal olduğu sabit olduğundan ötürü bu âyeti de daha önce zikredilen tevile hamletmek lüzumlu ve gereklidir. Bu tevilde «Melek, Kur'an-ı yüksekten aşağıya getirmiştir.»
(2) «Onunla uyarıp korkutman için ve mü'minlere bir öğüt olmak üzere sana indirildi...»
«lîtunzire»nin başındaki lam harfi neye taalluk eder diye çeşitli görüşler ileri sürülmüştür:
El Ferra, «Âyet-i Celîlede geçmiş olan «unzile» fiiline taallûk eder» demiştir. Bu takdirde manası şöyledir: «Bu bir kitabtır. Sana indirilmiştir. Tâ ki onunla korkutmuş olasın. Binaenaleyh senin göğsünde bundan ötürü herhangi bir sıkıntı olmasın.»
İbnu'l-Enbari, «lam» burada «key» manasınadır. Âyetin takdiri, «Senin göğsünde bir şek ve şüphe olmasın ki, başkasını korkutabilesin.»
Bazıları «Lâm, en manasınadır» dediler. Âyetin takdiri, «senin göğsün daralmasın. Onunla halkı korkutmayacak kadar, zayıf olma» demektir. Zira Araplar, Lâmi en yerinde, eni de Lam yerinde kullanmaktalar. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in «Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmeyi irade ediyorlar» âyetinde bir defasında EN, bir defasında «lâm» kullanılmıştır. Çünkü «en» ile «Lâm» aynı manayı ifade'ederler [5]
Bu âyetteki dördüncü tevil şudur : Bu kitab, şüphesiz ki, Allah'tan sana indirilmiştir. Onun Allah'tan indirilmiş olduğunu bildiğin zaman anla ki, Allah'ın inayeti seninle beraberdir. Bunu da bildiğin zaman senin göğsünde herhangi bir şek ve sıkıntı olmasın. Çünkü Allah kimi korur, kime yardımcı olursa ,o hiç kimseden korkmaz. Korku ortadan kalkar, kalbin darlığı da kaldırılırsa sen halkı korkutmak, Allah'ın hükümlerini onlara tebliğ etmek, onları uyarmakla meşgul ol. Nitekim daha önceki kahramanlar da böyle meşgul olmuşlardır.
«Mü'minler için 'zikra' (uyarma)dır.» Bu cümlenin tefsirinde îbni Abbas, «Tastık edenler için mevizelerdir» demiştir.
Eğer, neden mü'minler için zikrâ (hatırlatma) olduğu kaydedildi denirse, cevab olarak deriz ki, bu âyet, Cenab-ı Hakk'ın «El- Bakara» Sûresinin başında «Muttakiler için hidayettir» dediği gibidir. Burada aklî inceleme ve araştırma şudur :
Beşerî nefisler, iki kısımdır. Bir kısmı rezil, cahil, gayb âleminden uzak, cismanî lezzet ve şehvetlerin talebine dalmış nefislerdir. İkinci kısım, şerif, ilâhî nurlarla pırıl pırıl parlayan, ruhî hadiseleri kabul etmeye hazır bulunan nefislerdir. Peygamberler, birinci kısmı korkutmak için gönderilmişlerdir. Çünkü onlar gaflet uykusuna daldıklarından bir korkutucuya ihtiyaçları vardır. İkinci kısım hakkında peygamberlerin vazifesi hatırlatmaktır. Çünkü bu nefisler, aslî cevherleri itibariyle mukaddes âleme çekilmeye elverişli ve Samedî huzurla irtibat sağlamaya müsaiddir-ler. Ancak onlara cisim aleminde bazan bir takım perdeler geliyor. Ve bunların sebebiyle de bir nevi gaflet oluşuyor. Peygamberlerin davetini işitince ve Resullerin ruhlarından onlara nurla yetişince esas merkezlerini hatırlar ve esas menşelerini görürler. Orada oluşana müştak olurlar. Ordaki, rahata arzuları kabarır. Böylece sabit oldu ki, Cenab-ı Hakk bu kitabı peygamberine bir gurup nefisleri korkutsun, bir gurup hakkında da hatırlatsın, diye göndermiştir.
(3) «Rabbinizden size indirilene uyun. Allah'tan başka dostlar edinip onlara uymayınız. Siz ne az düşünüyorsunuz...»
Bu Âyet-i Celile, hem Kur'an'a uymanın, hem de Kur'an'm açıklaması olan sünnete uymanın farz olduğunu belirtmektedir. Yani ibare yoluyla değil delalet yoluyla bunları kapsamaktadır. Allah'ın indirmiş olduğuna tâbi olmak, Allah'a tâbi olmak demek olduğundan dolayı bunun akabinde«Safcm Allah'tan başka velilere (dostlara) tâbi olmayınız» denildi.
Yani Allah'tan başka cinler ve insanların peşinden gitmeyiniz. Zira onlar sizi putlara tapmaya zorlarlar. Hevaya tabi olmayı ve bid'atlara sokmayı isterler.
Kıyas ile amel etmenin caiz olmadığını savunanlar «Bu Âyet-i Celîle, bunu ispatlamaktadır» diyorlc*. Zira âyet, Cenab-ı Hakk'ın indirdiğinden başkasına ittiba etmenin caiz olmadığına delalet eder. Kıyasla amel etmek de, Allah'ın indirdiğinden başkasına tâbi olmaktır .Öyleyse caiz olamaz. Eğer kıyas vardır diyenler «ibret alınız» cümlesi kıyasla amel etmeye delalet eder. Öyle ise kıyasla amel etmek Allah'ın indirdiğiyle amel etmek oluyor deseler. Onlara şu şekilde cevab verilmiştir:
Eğer kıyasla amel etmek, Allah'ın indirdiğiyle amel etmek oluyorsa, kıyasın gereğiyle (inanmadığı için) amel etmeyi terkede-nin kâfir olması gerekir. Çünkü Cenab-ı Hakk «Kim ki Allah'ın indirdiğiyle (inanmadığı için} hükmetmezse işte onlar kâfirlerin tâ kendisidir» buyurmuştur. Oysa ümmet «Kıyas ile amel etmeyi terkeden kâfir olmaz» görüşünde icma etmişlerdir. Ümmetin ic-mamdan anlaşıldı ki, kıyasın hükmüyle amel etmek, Allah'ın indirdiğiyle amel etmek demek değildir. İşte durum böyle olunca kıyası ispat edenler şu cevabı veriyorlar :
Kıyasın hüccet, (delil) olması sahabenin icmaıyla sabit olmuştur, tema ise kesin delildir. Sizin söyledikleriniz ise umumun zahirine yapışmaktır. Bu ise, zannî bir delildir. Kesin delil, zanni olan bir delilden daha kuvvetlidir.
Kıyası inkâr edenler, verilen cevaba karşılık şunu söylediler:
Siz, icmam hüccet olduğunu «mü'minlerin yolunun gayrisine tâbi olursa» [Nisa : 115] ve «Böylece sizi orta bir ümmet kıldık [Bakara: 143] ve «siz, insanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz, marufu emr, münkeri nehyedersiniz» [Ali-îmran: 110] âyetlerin umumiyle ve Cenab-ı Peygamberin «Ümmetim dalalet üzerinde icma etmez» hadisinin umumiyle istidlal etmişsiniz. Buna binaen sizin icmam hüccet oluşunu ispat etmeniz umumlara (Kur'an ve sünnetteki genel ifadeler) yapışmanın fer'i olur. Fer asıldan daha kuvvetli olmaz.»
Kıyası isbat edenler buna şu cevabı verdiler:
Âyetler, hadisle ve icma, kıyasın isbatında sırt sırta verdiklerinde kuvvet oldukça fazlalaştı ve tercih hasıl oldu.
Allah daha iyisini [6]
Aklî burhan ve delilleri inkâr eden «El Haşeviyye» gurubu bu âyeti delil olarak gösteriyorlar. Oysa bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü Kur'an'm hüccet oluşunu bilmek, akli delillere yapışmanın sıhhatli olmasına bağlıdır. Eğer biz Kur'an-ı aklî delillerin sıhhatına tan edici olarak kabul edersek tenakuz lâzım gelir. Tenakuz da bâtıldır.
(4) «Biz nice ülkeleri yıkıma uğrattık. Geceleri uyurlarken veya gündüzün dinlenirlerken bizim zorlu azabımız onlara geliverdi...»
Bu Âyet-i Celîle'nin tefsiri şöyledir :
Cenab-ı Hakk peygamberine insanları korkutmak ve emirleri tebliğ etmek emrini verdikten ve halka da peygamberlerin getirdiklerini kabul etmelerini ve ona tâbi olmalarını emrettikten sonra, bu Âyet'i Celîlede, Allah'ın indirdiğine tabi olmamanın, ondan yüz çevirmenin cezasını zikretti. Âyet-i Celîledeki 'yıkıma uğrattık,' helak ettik ve onun helakine hükmettik demektir. Zira önce Ce-nab-ı Hakk, helakine hükmetmiş, sonra Allah'ın be'si (diriltmesi) . gelmiştir. «karye»den maksat, ya köy veya ülke (memleket de-. inektir. Karye'nin yıkıma uğratılmasmdan maksat, ehlini helak etmektir. Zira karye mecazen orada oturanlara hamledilir. Âyetteki «kaîlun» kelimesi «kaylulet» kökünden geliyor. «Gündüzün ortasında uyumak» demektir. Veya gündüzleyin yapılan mutlak istirahat demektir. Yani Lut kavmi gibi, bir kısmına azabımız geceleyin geldi. Şuayb kavmi gibi, bir kısmına da tam gündüzün orta-| sında, kaylulet zamanında geldi demektir. Gaflet ve istirahat anında gelen azab daha korkunç ve dinleyenleri daha fazla gafletten uyandırıcı olduğundan dolayı Cenab-ı Hakk, azabın onların üzerine inmesini bu iki vakte tahsis etti.
Helak olanların hepsinin uyku veya istirahat sıfatlarıyla sı-fatlandırılması, onların tam emniyet ve gaflet içerisinde bulunduklarını ilân etmek içindir. Onlardan bir kısmı belki de bu sıfatta değildi. Fakat genellikle böyle idiler. Bunun için de Cenab-ı Hakk onların hedeflerinden gafil olduklarını ilân ediyor. Çünkü | Kaylulet çoğu kez zengin, gafil ve karanlıklar içerisinde kıvrananların âdetidir. Yorgunluk, çalışmak, dünya maişeti arkasında koşmak ise buna tam ters düşer. Bu Âyet-i Celilede onların mütegal-libe, zalim ve hududu aşan kimseler olduklarına işaret vardır.
(5) «Şiddetli azabımız onlara gelince yakarabildikleri 'Biz gerçekten zulme sapanlardık' demelerinden başka bir şey olmadı...»
Bu Âyet-i Celiledeki yakarmaları, duaları, feryad etmeleri ve imdad istemeleridir. «Azabımızın onlara gelmesi» demek, o aza-& bin emare ve alametlerini görmeleri demektir. Hepsi birden zalimliklerini itiraf ettiler ve üzerinde bulundukları mesleğin bâtıl olduğunu, hasret, nedamet ve kurtuluşa tama' ederek haykırdılar. | Fakat artık kurtuluş pek uzaktadır. Çünkü yeis halindeki tevbe makbul değildir.
îbni Abbas, «Ayetin manası; onlar nefisleri üzerinde şirki ikrar ettiler demektir» dedi.
tbnul Enbari, «Onlara azabımız geldiğinde onlar zulmü itiraf etmek ve kötülük yaptıklarım ikrar etmekten başka bir kurtuluş yolu bulamadılar demektir» dedi.
(6) «And olsun, kendilerine peygamberler gönderilen ümmetlerden de ve gönderilen peygamberlerden de soracağız...»
Bu Âyet-i Celîlenin manası şudur : Cenab-ı Hakk daha önceki âyette peygambere tebliğ etmeyi, ümmete de kabullenmeyi ve tabi olmayı emretti. Kabul etmeyi ve tabi olmayı terkettikleri takdirde, dünyada azabın ineceğini belirtti. Bu âyette ise tehdidin başka bir çeşidini öne sürdü. O da, Cenab-ı Hâkk'ın kıyamet gününde hem ümmetlerden, hem peygamberlerden amellerinin keyfiyetini sormasıdır. Bir de Cenab-ı HakktfOnZanrc yakarmaları ancak 'biz zalimler idik' demekten başka bir şey değildir» deyince arkasında sadece onların itirafiyle iktifa edilmez, belki Cenab-J Hak hepsinden amellerinin keyfiyetini soracaktır ve bu sual, sadece azab ehline mahsus değildir. Belki hem azab ehlinden, hem de sevab ehlinden soracaktır. Cenab-ı Hakk, bu ayette kendilerine peygamber gönderilen ümmetlerden de, gönderilen peygamberlerden de sual soracağını beyan buyurdu.
Bu Âyet-i Celîlenin diğer bir benzeri şu âyettir: «Senin Rab-bine and içerim ki, kesinlikle biz, onların hepsinden işlediklerinin durumunu soracağız.» [Hicir: 92]
Sormaktan maksat, sorulan kimse amelinin keyfiyetini haber versin diyedir. Oysa Cenab-ı Hakk, daha önceki âyette «onlar zalim olduklarını ikrar ettiklerini» beyan buyurmuştur. Acaba bu ikrardan sonra ikinci kez onlardan sormanın ne faydası vardır?
Cevab olarak deriz ki, onlar zalim olduklarını ikrar ettiklerinden sonra, bu zulmün, sebebi onlardan sorulacaktır. Bu sorgudan gaye, onları kınamak ve kulaklarını çınlatmaktır.
Peygamberlerden (büyük) kusurun sadır olmadığı bilinmesine rağmen onlardan sormanın manası nedir? Cevab:
Peygamberlerden taksirin hiçbir zaman sadır olmadığı sabit olduğu zaman, taksirat tamamen ümmete raci olur ve böylece Allah'ın peygamberler hakkındaki ikramı katmerleşir. Çünkü taksirin bütün gereklerinden beri oldukları ortaya çıkar. Mahru-miyyetin, zilletin bütün sebeblerinin kâfirler hakkında katmerleşmesi de böylece sabit olmuş olur. Çünkü belirmiş oluyor ki bütün taksirat onlardadır.
Bu sualdan maksad, kâfirleri kınamaktır.. Cenab-ı Hakk'm «O gün ki hiçbir insan ve cin günâhından sorulmaz» [Rahman: 36] Âyet-i Celîlesindeki olumsuzdan maksat, isti'Iam sualidir. Yani Cenab-ı Hakka bilgi verecek sual onlardan sorulmaz demektir. Binaenaleyh iki âyet arasında zıddiyet yoktur. Bazıları da bu iki âyetin arasını şöyle cemetmişlerdir :
İsbat edilenin yeri ayrı, menfî olanın yeri de ayrıdır. Fahred-din Razi «Onlar amellerinden sorulmazlar. Yani «siz ne işlediniz?» diye sorulmazlar [7]
Çünkü amelleri onların işlediklerini kapsamaktadır. Onlar ancak o amelleri işlemeye kendilerini zorlayan, sebeblerden sorulurlar. Onları o amellerin tersini yapmaktan alıkoymaya vesile olan nedenlerden sorulurlar.
Sual, bazan istifade etmek içindir, bazan da kınamak ve rezil etmek içindir. Mesela: Birisi rezil etmek istediği bir insana «Ben sana vermedim mi?» diyor. Cenab-ı Hakk, Yasin Sûresi'nde : «Ey Ademoğulları! Ben, size, şeytanın apaçık bir düşman, olduğunu söylemedim mi?» buyurduğu gibi. Cenab-ı Hakk hiçbir kimseden istifade etmek için bir sual sormaz. Ancak kâfirlerden, onları rezil etmek ve kınamak için sual sorar. Nitekim Cenab-ı Hakk, Kur' anı'nda «Onların bir kısmı diğer bir kısmına yönelip birbirlerinden sorarlar.» [Tur: 25] Başka bir âyette : «O gün, onların aralarında herhangi bir soy ve sop artık yoktur. Ve onlar birbirlerinden soramazlar.» [Müminun : 101] buyurmaktadır. Birinci âyet delalet eder ki, onların aralarındaki sorgu birbirlerini kınamak maksadıyla olan sorgudur. Çünkü Cenab-ı Hakk, «Onların bir kıs-mı diğerine yönelip birbirlerini kınadılar» [Kalem: 30] buyuruyor.
«O gün onların aralarında soy ve sop artık yok, onlar birbirlerinden sormazlar» âyetinin manası ise, yani şefkat ve lütfetmek suretiyle birbirlerinden sormazlar demektir. Çünkü soy ve sop meyletmeyi, merhameti ve ikram etmeyi gerektirir.
Bir de, kıyamet günü uzun bir gündür. Onun duraklan çoktur. Cenab-ı Hakk, «Vakitlerin bir kısmında sormak vardır» şeklinde bize haber verdi. Bir kısmından da «Sormak yoktur» şeklinde haber verdi.
Bu Âyet-i Celile, «Allah, bütün kullarını hesaba çeker» hükmünü getirdi. Çünkü kullar ya peygamber olacaklardır veya kendilerine peygamber gönderilenler olacaklardır. Demek ki her iki kısmım da Cenab-ı Hakk hesaba çeker. Böylece «Peygambere de kâfirlere de sorgu sual yoktur» diyenlerin iddiaları da ibtal edilmiş oluyor.
Bu Âyet-i Celile Cenab-ı Hakk'ın mekândan ve yönden münezzeh ve uzak olduğunu da ortaya koyuyor. Çünkü Cenab-ı Hakk bu âyette «Biz onlardan gaib de değildik» buyuruyor. Eğer Allah (C. C.) bazı kimselerin sandığı gibi arşın üzerinde, insanın sandelye-de oturduğu gibi oturup mekânlaşmış olsaydı, o vakit bizden gaib olurdu. Eğer onlar «Allah ilmen insanlardan gaib değildir» diye cevab vermeye kalkışırlarsa, biz «sizin bu cevabınız âyeti tevil etmektir. Oysa kelamda asıl, kelamı hakikatine hamletmektir» deriz. Eğer onlar, «siz, Allah herhangi bir mekân ve yönle tahsis olunmamıştır demek suretiyle Allah'ın gaib olduğuna hükmetmiş olursunuz» deseler. Cevab olarak, «Sizin bu iddianız bâtıldır. Çünkü gaip odur ki, olmadığından sonra hazır olsun. Bu da ancak herhangi bir mekân ve yönde olabilir. Herhangi bir mekân ve yönle ilişkisi olmayana gelince, onu gaiblikle veya hazır olmakla vasıflandırmak mümtenidir. Böylece fark ortaya çıkmış oluyor.» deriz [8]
(8) «O gün tartı hak ve adalet üzeredir...»
Cenab-ı Hakk, bundan önceki âyette kıyametin hallerinden, sual ve hesabtan bahsettikten sonra bu Ayet-i Celîlede, kıyametin hallerinden birisinin de amellerin tartılması olduğunu beyan etti. [9]
Tartılma iki şekilde tefsir edilmiştir. Birinci tefsire göre, dilli bir terazi kurulur. İki kefelidir. O terazi ile kıyamet gününde kulların amelleri tartılır. Hayrı da şerri de tartılır. Bunları söyleyen Ibn Abbas şöyle devam etti:
«Mü'mine gelince, onun amelini en güzel bir şekilde getirirler. Onun ameli terazinin bir kefesine konulur. Onun iyiliği günâhlarına göre ağır gelir. Nitekim bu durum «O gün de kimin mizanları ağır gelirse işte o kurtulmuşların tâ kendisidir» âyetinden de anlaşılır.
Bu, tıbkı Enbiya Süresindeki «Biz adil mizanları kıyamet gününde kurarız. Hiçbir nefse hiçbir şekilde zulmedilmez» âyeti gibidir.
Bu tefsire göre, amellerin tartılmasının keyfiyeti hususunda iki vecih ileri sürülmüştür. Birincisinde; mü'minin amelleri güzel bir şekilde suretlenir. Kâfirin ameli de çirkin bir şekilde suretle-nir. Bu iki suret tartılır.
İkinci veçhe göre, tartı kulların, içinde amelleri yazılı bulunan defterlere aittir. Zira Allah'ın Resulünden «Kıyamet gününde tartılan nedir?» diye soruldu. O da: «Defterlerdir» buyurdu. Bu görüş, tefsircilerin ekserisinin görüşüdür.
Abdullah bin Selâm, «Âlemlerin Rabbinin terazisi tam arşın karşısında cinler ve insanlar arasında kurulur. Onun kefelerinden birisi cennet, diğeri cehennem üzerindedir. Eğer gökler ve yerler o kefelerden birisine konulursa, onları alacak kadar geniş (ve kuvvetli) dir. Cebrail onun ortasındaki direği tutar ve terazinin diline bakar» dedi.
Abdullah ibn Ömer, Allah'ın Resulünden rivayet etti:
Kıyamet gününde bir kişiyi teraziye getirirler. O kişinin doksan dokuz defteri de getirilir. Her defter, gözün alabildiği kadar uzun ve büyüktür. O defterlerde kişinin hataları ve günâhları yazılıdır. O defterler terazinin bir kefesine konur. Sonra kişiye mahsus parmak boğumu kadar, bir kâğıt parçası çıkartılır. Orada «Eşhedü en lailahe illallah ve Eşhedil enne muhammeden abduhu ve resuluhu» (Allah'tan başka mabudum olmadığına Muhammed-in de Allah'ın kulu ve peygamberi olduğuna şahitlik ederim) ibaresi yazılıdır. Bu da terazinin diğer kefesine konur. Ve o kâğıt parçası dağlar kadar olan o defterlerden daha ağır basar.»
Hadisin metni teşbih (benzetme) istiare ve mecazlarla doludur...
Hasan Basri'den rivayet ediliyor:
Cenab-ı Peygamber bir gün mübarek başını Aişe validemizin kucağına bırakmıştır. Bu esnada Resûlüllah'a ağırlık bastı. Aişe' nin (şefkatten) gözlerinden yaşlar aktı:
— Ey Allah'ın Resulü! Sana ne isabet etti? Sana ağırlık veren nedir? diye sordu. Cenab-ı Peygamber:
— İnsanların haşre gelmelerini hatırladım, deyince Aişe va-. lidemiz:
— Acaba (orada) bir kimse, diğer bir kimseyi hatırlar mı? diye sordu. Cenab-ı Peygamber :
— İnsanlar yalın ayak, çıplak ve bitkin olarak haşrolunurlar. O gün, her kişinin bir durumu vardır. Onu, başkasının durumu ile ilgilenmekten alıkoyar. Sahibelerin yanında hiç kimse diğer bir kimseyi hatırlamıyor. Hasenat ve seyyiatın tartıldığı günde hiç kimse kimseyi hatırlamıyor» buyurdu.
Bazıları da; şahıslar tartılır, dediler ve bu tefsirlerini Müslim ve Buhari'nin Ebu Hureyre hadisinden rivayet ettikleriyle teyid etmeye çalıştılar. Kesinlikle durum şudur : «Kıyamet gününde kocaman ve şişman bir insan getirilir. Allah'ın katında onun o gövdesi ve şişmanlığı bir sivrisineğin kanadı kadar ağır gelmez.
Alûsi bu fikri naklettikten sonra şöyle devam ediyor :
Bu tefsire göre, kişi terazinin bir kefesine konur, acaba öbür kefeye ne konur? Eğer bir kişi diğer bir kişiye karşı öbür kefeye konur denilirse, o vakit durumu senin gördüğün gibi ben de görmekteyim. Üstelik açıkça anlaşıldığı gibi yukarda bahsedilen Ha-dis-i Şerif bu davayı isbat etmek için nass da değildir.
İkinci görüşe gelince, Mücahid, Dahhak ve A'meş şöyle demişler :
«Mizandan maksad, adaletle hükmetmektir.»
Müteahhirin alimlerin çoğu, bu görüşe katılmışdır. Mizanın bu manaya hamledümesi Arap lügatinde caizdir ve bunun delili de vardır, öyleyse mizanı bu manaya hamletmek gerekir demişlerdir. Mutezile de mizanı bu şekilde tefsir etmişlerdir. Ancak Allaf ve Buşr bin Mu'temer «Buradaki tartı, bilinen tartı manasına da hamledilir» demişlerdir.
Bazıları da «Bilinen tartı muhaldir. Çünkü ameller arazlardır. Arazlar ise kalmazlar. Yeniden aynen gündeme getirilmeleri mümkün olmayan şeylerdendirler. Faraza «kalırlar» veya «yeniden gündeme getirilmeleri mümkündür» diye teslim edersek yine de gelenler, arazlardır. Arazlık tartılmaya manidir.
Çünkü arazın ağırlık veya yoğunlukla sıfatlanması mümkün değildir. Eğer «tartılması mümkündür» diye kabul etsek bile bunda her hangi bir fayda yoktur. Çünkü tartıdan maksad, amellerin birinin diğerlerinden fazla veya eksik olmasını bilmektir. Allah da bunu bilir. Fayda sağlamayan bir şeyi yapmak çirkindir. Ce-nab-ı Hakk, çirkini yapmaktan münezzehtir. Fakat bunların cevabı daha önce söylediğimiz eserlerden anlaşılmaktadır.
Evet, Mutezile ve Müteahhir alimleri «Mizan, adalet ve insaftan kinayedir» demişlerdir. El-Âmidî buna itiraz ederek: «Mizan Kur'an'da ağırlık ve hafiflikle sıfatlanmaktadır. Adalet ve insaf ise ağırlık ve hafiflikle sıfatlanmazlar» demiştir. Üstelik hadislerde de mizanın cismani olduğuna dair açık ifadeler vardır. Mesela : El - Hâkim, tashih ederek Selmani Farisî'den, o da Allah'ın Resulünden rivayet ediyor: [10]
«Mizan kıyamet gününde kurulur. Onun genişliği gökleri ve yeri kapsayacak kadar geniştir.» Melekler:
— Ey Rabbimiz! Bu büyük teraziyi kim tartacaktır? diye sorarlar. Cenab-ı Hakk:
— «Mahlûkatımdan kimi istersem o tartacaktır» cevabını verir. Melekler acizliklerini ifade ederek «Sen ortaktan münezzehsin. Sana yapılması gereken ibadeti gereği gibi yapamadık» derler.
İbn Merduveyh, Aişe validemizden rivayet ediyor : Resûlüllah'tan dinledim :
— Allah, mizanın iki kefesini, gökler ve yer kadar geniş yaratmıştır.
Melekler:
— Ey Rabbimiz! Bununla neyi tartacaksın? diye sordular.
Cenab-ı Hakk:
— Dilediğimi onunla tartarım, diye cevab verdi.
Bazı eserlerde varid oldu ki, Cenab-ı Hakk, Davud kulunun gözünden perdeyi kaldırdı. Davud, mizanda kendisini korkutacak bir manzara gördüğünden bayıldı. Ayıklığında:
— Ey Rabbim! Hasenat yönünden bu mizanın kafesini dolduracak kim var? diye sordu. Cenab-ı Hakk, cevab olarak buyurdu:
—. «Ey Davud! Herhangi bir kulumdan razı olduğumda o kulumun sadaka olarak vermiş olduğu yarım hurma ile o mizam doldururum» cevabını verdi.
Evet bu türden daha nice hadisler vardır.
Zeccac «Hadislerde gelene tâbi olmamız daha uygundur. Zahiri manadan vazgeçerek tartıyı 'ADALET ve İNSAF' üzerine hamletmeye gerek yoktur» dedi.
Eğer; mükellef, Cenab-i Hakk'ın kıyamet gününde zulüm yapmaktan münezzeh olduğuna iman ederse, böyle bir mükellef için Cenab-ı Hakk'ın amellerin keyfiyet ve kemmiyetleriyle hükmetmesi kafi gelir. Veya mükellef kişi, Cenab-ı Hakk'ın adil oluşunu inkâr ederse bu takdirde o amellerin bir kısmının diğer kısmından ağır gelmesi, o amellerin esaslarına dönücü olan birtakım özelliklerden ileri geliyor olmasına inanmıyor demektir. Belki bunu, Cenab-ı Hakk'ın bu yönden izhar etmesine bağlıyor. O vakit tartının ne faydası vardır? diye itiraz edilirse cevab olarak deriz ki; o günde durum belirir. Bütün şeyler hakikatlarıyla, sıfatlarıyla, halleriyle, çirkin midir, iyi midir? ortaya çıkar. Müsteâr ve perde sayılan suretlerinden kurtulur. Onu müşahede eden hiç kimse onun dünyada olanın kendisi olduğunda şüphesi kalmaz. Ve hiç kimse şüphe etmez ki her şey ahirette sıfatlarına tâbi' olan hakikatıyla ortaya çıkmıştır. Ve hiç kimsenin kalbine bunun aksi vaki olamaz. [11]
(8) «Kimin terazileri ağır çekerse işte o kimseler kurtulanlardır. Kimin terazileri hafif gelirse işte onlar âyetlerimize zul-medegeldiklerinden ötürü nefislerini zarara uğratanlardır...»
Bu Âyet-i Celilenin zahiri delalet eder ki sahifelerin veya amellerin tartılması, sadece müslümanlar için bir özellik değildir. Belki kâfirlerin de amelleri tartılır. Ve bu görüşü bazıları tercih etmişlerdir.
El-Kurtûbi, tefsirinde, «Ebu Talib hakkında varid olduğu gibi, sıhhatli görüş şudur ki; kâfirlerin güzel amelleriyle, kâfirlerin azabı tahfif olunur» diye iddia ediyor.
Alimlerin çoğu «Tartı sadece müslümanların özelliğidir, kâfirlere gelince onların amelleri nasıl olursa olsun hepsi yanar» diyor. Nitekim Cenab-ı Hakk, «Kıyamet gününde onlar için herhangi bir tartı tutmayacağız» [el-Kahf : 105] buyurmuştur. Kâfirlerin yapmış olduğu güzel amellerden ötürü onların azabından hiçbir şey hafifletilmez.
«Ebu Talib'in azabı, Resûlüllah'a karşı yapmış olduğu iyilikten ötürü hafifletilir.» şeklinde gelen rivayetlere gelince; Sehavi «Bu, sadece Ebu Talib'in şahsına mahsustur» der. Bu tefsire bakılırsa âyetteki zahirin hilafını (aksini) savunmak gerekiyor.
Bütün bu tefsirlere rağmen Âyet-i Celîle sevablan ile günahları eşit olanın halinden sükût etmiş oluyor. Onlar da bir görüşe göre araf, ehlidirler. İşte bu noktadan ötürü bazıları a"raf ehlinin olmadığını söylemiştir. Fakat bu itiraz, a'raf ehli birinci kısma dahil olabilir ihtimaliyle reddedilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hakk, «Onlar salih bir amel \le kötü olan diğer bir ameli karıştırdılar. Umulur ki, Allah onların tevbelerini kabul et&in.» [Tevbe : 102] buyuruyor. «Umulur ki» manasını ifade eden «A'SÂn kelimesi Cenab-ı Hakk'ın kelamında tahkik manasını ifade eder. Nitekim tefsir alimleri bunu açıkça söylemişlerdir.
Tefsir alimlerinin çoğu «Kimin terazileri hafif gelirse, işte onlar, ayetlerimize zulmedegeldiklerinden ötürü nefislerini zarara uğratanlardır» âyetinden maksad, kâfirlerdir. Bunun delili Kur' an, hadis ve eserdir. Bunun Kur'an'dan delili «İşte onlar âyetlerimize zulmedegeldiklerinden ötürü nefislerini zarara uğratanlardır» cümlesidir. Çünkü insan kâfir olup âyetleri inkâr etmedikçe Allah'ın âyetlerine zulmetmesi bahis konusu olamaz. Öyleyse bu cümle, burada küfür ehlinin kastedilmekte olduğuna delalet eder.
Haberden delili şu hadistir : «Mü'minin sevablan hafif gelirse, Allah'ın Resulü koynundan parmak boğumu kadar bir parça çıkarır, o parçayı onun hasenelerinin bulunduğu terazinin sağ kafesine atar. Böylece haseneleri ağır basar. O mü'min kul, Resûl-i Ekrem'e :
— Anam ve babam sana kurban olsun. Senin yüzün ne güzeldir. Senin ahlakın ne güzeldir. Sen kimsin?
Cenab-ı Peygamber:
— «Ben senin peygamberin Muhammed'im. Bu senin terazine atmış olduğum parça da, senin bana okumuş olduğun salavat-t şeriflerindir. İşte en muhtaç olduğun devrede onun ücretini sana vermiş oluyorum» buyurur.
Bu haberi El-Vahidi «El Basit'inde» rivayet etti.
Cumhuru ulemaya gelince, onlar burada «Daha Önce şehadeti kapsayan kâğıdı Allah onun hasenat kafesine atar. Orada«lailahe illallah Muhammedün Resûlüllah vardır» hadisiyle istidlal etmişlerdir.
Eserden bunun delili ,İbni Abbas ve tefsir alimlerinin çoğu bu âyeti, kâfirler üzerine yorumlamışlardır...
Bu asıl, sabit olduğu zaman, deriz ki, «imanla beraber ma'si-yet (günahkârlık) zarar etmez» diyen «El-Murcie» taifesi, bu âyete yapışmışlardır ve demişlerdir ki «Cenab-ı Hakk kıyamet arasatın* daki insanları iki kısımda saymıştır. Birisi Hasenatların kefesi ağır basan kısımdır. Onlara «kurtuluş'la hükmetmiştir, ikincisi, seyyiatlannın kefesi ağır basanlardır. Onların üzerinde de Cenab-ı Hakk onların ehl-i küfür oluşuna ve Allah'ın âyetlerine zulmede-gelen kimseler olduğuna hükmetmiştir. Buna göre, mü'mine hiçbir zaman ceza yoktur.»
Fakat biz Mürcielere deriz ki, burada en uzak ihtimal şudur: Cenab-ı Hakk, bu üçüncü kısmı, bu âyette zikretmemiştir. Lakin onu başka âyetlerde zikrederek buyurmuştur:
«Ondan ötesini dilediği kimse için affeder.» [En-Nisa: 48]
Söz (yani âyette söylenilen), mefhumdan, daha ağır basar, öyleyse üçüncü kısmın isbatına gitmek vacibtir.
Bir de, Cenab-ı Hakk, buradaki ikinci kısmın sıfatında «Onlar âyetlerimize zulmedegeldiklerinden ötürü nefislerini zarara uğratanlardır» buyurdu. Evet biz de, bunun ancak kâfire uygun bir hal olduğunu kabul ederiz. Lakin asi mü'min affolunmadığı takdirde bir müddet için azab görür, sonra kurtulur. Tabii ki Allah'ın faziletiyle kurtulur. O hakikatte küfür derecesinde nefsine zarar vermemiştir. O Allah'ın rahmetini elde etmiştir. Ebedî rahmete nail olmuştur. Allah, doğrusunu bilir. Onun affına sığınırız...
(10) «Yemin olsun ki, kesinlikle sizi yeryüzüne yerleştirdik Orada sizin için geçimlikler kıldık...»
Bu âyetin izahı:
Yani yeryüzünü size mekân kıldık, istikrar yeri kıldık. Ve yeryüzünde tasarruf edebilecek kabiliyette sizi yarattık. Yeryüzünde sizin için maişetleri yarattık. Maişetler iki kısımdır: Birinci kısım, Meyveler ve benzerlerinin yaratılması gibi başlangıçta Allah'ın yaratışıyla olur, İkinci kısım, kazançla elde edilir. İkisi de hakikatta ancak Allah'ın faziletiyle hâsıl olmuşlardır. Allah'ın kudret ve imkân vermesiyle hazır olmuşlardır. Böylece hepsi Allah'tan gelen nimetler olurlar. Nimetlerin çokluğu, Allah'a taat etmeyi ve Allah'a teslim olmayı gerektirir. Cenab-ı Hakk, bu nimetlere rağmen «Bilirim ki siz bu nimetlerin şükrünü tam eda etmeyeceksiniz» buyurdu. Cenab-ı Hakk'ın bu beyanı ilâhisi, insanların nimetlere karşı gerektiği gibi şükretmeyeceklerine delalet eder. Çünkü nimetlere karşı az şükür, her akıl sahibinin zaruri bir vazifesidir. Hiçbir insan yoktur ki bazı vakitlerde Allah'a şükretmesin. Ancak aralarındaki fark; bazılarının çok, bazılarının da az şükretmeleridir. Âyet-i Celiledeki «meâyîş» kelimesi, insanoğlunun yaşantısını sağlayan yiyecek ve içeceklerdir. Aslında
«aşa-yaişu» fiilinin mastarıdır. Fakat burada isim olarak kullanılmıştır.
(11) «And olsun ki sizi kesinlikle yarattık. Sonra size suret, (biçim) verdik. Sonra meleklere: "Adem'e secde ediniz' dedik. İblis hariç bütün melekler Adem'e secde ettiler. İblis, secde edenlerden olmadı...»
Bu Âyet-i Celîledeki «Sizi yarattık»ta.n maksat, Hz. Adem'in yaratılmasıdır. «Suret ve biçim vermek»ten .maksad, Adem'e suret ve biçim verilmesidir. Fakat Adem, muhatabların başlangıcı olmak hasebiyle Cenab-ı Hakk, onun yaratılışım, sanki muhatabların yaratılışıymış gibi kullandı ve muhatabları onun yerine koyarak onlara hitab etti. Cem' (çoğul) zamirinin âyette getirilmesi, Allah' in Adem'i bütün halk gibi kılmasından ileri geliyor. Çünkü bütün halk ondan çoğalarak gelmiştir.
Tefsir alimlerinden bazıları, Muzaf, burada mukadderdir. Yani sizi yaratmaktan maksad, sizin babanız Adem'i yarattık. Babanız Adem'i suretsiz bir çamurdan halkettik. Sonra ona suret ve biçim verdik. Onu en güzel surette kıldık. Bu, size ondan sirayet ederek geldi demektir» dediler.
Abdurrezzak, Azd bin Humeyd, İbni Cerir, İbnu'l-Münzir, îbn Ebi Hatim, Ebu Şeyh, Hâkim ve Beyhaki, îbni Abbas'tan bu âyet konusunda şunu rivayet etmişlerdir :
«İnsanlar erkeklerin sulblerinde yaratıldılar. Kadınların rahimlerinde suret ve biçim aldılar.»
El-Feryadî, îbni Abbas'tan rivayet ediyor :
«İnsanlar Adem'in (babaların) belinde yaratıldılar. Sonra annelerinin rahimlerinde biçim ve suret aldılar.»
tbni Cerir, îbni Ebi-Hâtim, îbni Abbas'tan rivayet ediyorlar:
«Sizi yarattık» cümlesinden maksad; Âdem'in, «Sonra size suret ve biçim verdik»ten maksad, onun zürriyetidir.
Ebu Şeyh, îkrime'den bu âyetin tefsirinde şunu rivayet ediyor :
«İblis, izzet (Kahr ve gazab) ateşinden yaratıldı.»
Hz. Âişe'nin Sahih'te sabit olan hadisinde Allah'ın Resulü (S.A.V.) buyurdu:
«Melekler nurdan, İblis ateşten Adem de sizin vasfınız olan (toprak) dan yaratıldı.» [12]
Cenab-ı Hakk,
Kur'an'da yedi yerde İblis
kıssasını Adem
(A.S.)in kıssasıyle beraber zikretmiştir :
1- El-Bakara Sûresinde,
2- El-A'raf Sûresinde,
3- El-Hicr Sûresinde,
4- El-İsra (veya Beni İsrail) Sûresinde,
5- El-Kehf Sûresinde,
6- Ta-ha Sûresinde,
7- Sâ'd Süresinde. [13]
Bunları bildikten sonra deriz ki, bu Âyet-i Celîlede, bir sual vardır: Cenab-ı Hakk «Yemin olsun sizi yarattık, sonra size suret - biçim verdik» dedi. Bu ifade ediyor ki, bu hitabın muhatab-ları biziz. Bunu söyledikten sonra Cenab-ı Hakk, şunu ekliyor:
«Sonra meleklere: Âdem'e secde ediniz! dedik.» Buradaki «son-ra»yı ifade eden «sümme» kelimesi, gecikmeyi gerektirir. Böylece meleklerin Adem'e secde etme emrini almalarının bizim yaratılışımızdan ve şekillendiriîmemizden sonra olduğunu ifade ediyor. Evet âyetin zahiri; melekler bizim yaradılışımız, suret ve biçim alışımızdan sonra Adem'e secde etmekle emrolunduklarını gerektiriyor. Halbuki durum hiç te böyle değildir. Bunun için tefsir alimleri bu âyetin tefsirinde ihtilaf etmişlerdir :
1- Sizi yaratmaktan maksad, sizin babanız Âdem'i yarattık demektir. Size suret ve biçim vermekten maksad, Âdem'e suret ve biçim verdik demektir. Âdem'i yaratıp, suret ve biçim verdikten sonra meleklere «Âdem'e secde ediniz» dedi. Bu, Hasan Basri'nin tefsiridir, ve seçkin bir tefsirdir. Çünkü meleklerin Âdem'e secde etmekle emrolunmalan Âdem'in yaratılması ve biçim verilmesinden sonradır. Ademoğullarının yaradılışından sonra değildir.
2- «Sizi yarattık»tan maksad, Âdem'dir. «Sonra size suret uerdifc»ten maksad, zürriyetidir. Yani Âdem'in belinde onlara suret verdik. Bunu yaptıktan sonra meleklere «Âdem'e secde ediniz» dedik. Bu görüş de, Mücahid'in görüşüdür. Çünkü Cenab-ı Hakk, önce Âdem'i yarattı. Sonra bütün zürriyetini zerre suretinde O'nun belinden çıkardı. Ondan sonra meleklere Âdem'e secde etmeleri emrini verdi.
3- «Sizi yarattık. Sonra size suret verdik. Sonra size haber veriyoruz ki, meleklere «Âdem'e secde ediniz» dedik.
4- «Yaratmak» lûgatta takdir etmekten kinayedir. Cenab-ı Hakk'ın takdiri ilâhisi ise, onun eşyayı bilmesinden ibarettir, istemesinden kinayedir. Her şeyi muayyen miktarıyla tahsis etmesindeki meşiyetinden ibarettir. Öyleyse «Sizi yarattı» cümlesi Allah'ın hükmüne işarettir. Beşerin bu âlemdeki peyda edilmesi
için olan takdirine işarettir. «Sise suret verdik» cümlesi ise, Ce-nab-i Hakk'in Levh-ül Mahfuz'da her şeyin, kıyamete kadar gelen her olanın suretini çizmiş olduğuna işarettir. Nitekim haberde varid olmuştur.
«Ben kıyamete kadar olan her şeyi yazarım.»
Bu tefsire bakılırsa, Cenab-ı Hakk'ın yaratması O'nun hükmünden ve meşiyetinden (istemesinden) ibaret olur. Suret ve biçim vermesi de, eşyanın suretlerini levh-i mahfuzda tesbit etmesinden ibaret olur. Bu iki emirden sonra Cenab-ı Hakk, Adem'i yaratmış, meleklere, Adem'e secde etmeyi emretmiştir. [14]
El - Bakara Sûresinde bu âyetin benzeri olan âyette secdenin üç tefsire tâbi' tutulduğunu söyledik :
1- Bu secde, mücerred tazimdir. Yani namaz secdesi gibi değildir.
2- Bu secdeden maksad, hakiki secdedir. Ancak kendisine secde edilen Âdem değil Cenab-ı Hakk'tır. Âdem kıble gibidir.
3- Mescûd-u leh Âdem'dir. Fakat Âdem'e secde eden meleklerde ihtilaf vardır. Acaba göklerin melekleri mi, arşın meleği mi veya yeryüzündeki melekler midir? îşte bu niz'a daha önce el-Ba-kara Sûresinde geçmişti.
Âyet'in zahiri, İblis'in meleklerden istisna edilmiş olduğuna delalet eder. Böylece İblis'in melekliği sabit oluyor.
Hasan Basri, «İblis meleklerden değildir. Çünkü o ateşten, me lekler nur'dan yaratılmıştır. Melekler Allah'a ibadet etmekten do layı böbürlenmezler. Allah'a isyan da etmezler. Fakat İblis böyle değildir. O, Allah'a (C.C.) isyan etti ve böbürlendi. Melekler cinlerden değildir, İblis cindendir. Melekler Allah'ın elçileridir. Cinler öyle değildir. İblis cinlerin ilk yaratılmış olanıdır ve babalarıdır. Tibkı Âdem'in insanların İlk yaratılanı ve insanların babası olması gibi. İblis meleklerle beraber secde etmekle emrolunduğu için, Cenab'i Hakk, onu istisna etti» diyor.
İblisin ismi, başka bir şeydi. Allah'a isyan ettikten sonra Ce-nab-ı Hakk, ona İblis ismini taktı. Daha önce de belirtildiği gibi, kendisi de mü'mindi, Allah'a ibadet edendi. Allah'a isyan edinceye kadar da, göklerde Allah'a ibadet ederdi. Böylece yeryüzüne indirildi.
îbni Cerir, Hasan Basri'den rivayet etti:
«İlk kıyas yapan İblistir. «Beni ateşten onu çamurdan yarattın» sözüyle bu kıyası yapmıştır. Hadisin senedi Hasan'a kadar sahihtir.
Ebu Naim ve Deylemi, Cafer bin Muhammed'den, o da babasından, o da dedesinden rivayet ediyor :
«Allah'ın Resulü, kendi reyiyle din emrinde ilk kıyası İblis yaptı. Allah İblise «Adem'e secde et» dedi. İblis de «Ben ondan daha hayırlıyım Beni ateşten onu çamurdan yarattın» diye kıyas yaptı.
Cafer «Öyleyse din emrinde kendi reyiyle kıyas yapan bir kimseyi Cenab-ı Hakk, kıyamet gününde İblisle beraber kılacaktır. Çünkü bu şekilde kıyas yapmakla İblise tâbi olmuştur» diyor. Bu hadisi naklettikten sonra Ş.evkani «Fethu'l-Kadir»inde şunlan ekliyor:
«Bu hadisin senedine bakmak gerekiyor. Bu hadisin Resûlüllah'a kadar ulaşmasının doğru olduğunu zannetmiyorum ve bu Peygamberlik kelamına benzemez» diyor. Evet Kıyasda, Makis (Kıyas edilen) ile Makisinâleyh (Üzerine kıyas edilenin) nedenleri bir olduktan sonra fâkihlerin çoğu kıyasda mahzur görmemiştir.[15]
(12) Allah İblisten «Sana secde etmeyi emrettiğim halde seni secde etmekten meneden neydi» diye sordu. İblis: «Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten onu çamurdan yarattın» dedi.
(13) Allah, «O halde oradan in. Orada büyüklenmeye hakkın yoktur. (Oradan) çık. Kuşkusuz sen zelillerdensin» dedi.
(14) İblis; «Haşrolunduklan güne kadar bana mühlet ver» dedi.
(15) Allah: «Kuşkusuz sen mühlet verilenlerdensin», dedi.
(16) «Beni azgın kıldığından ötürü, Âdemoğullan için senin dosdoğru yolun (İslâm'ın üstüne) oturup onları sapıklığa götüreceğim.»
(17) «Sonra kesinlikle onların Önlerinden, arkalarından, sağ ve sol taraflarından geleceğim. Onların çoğunu sana şükredici olarak bulamazsın, dedi.»
(18) Allah, İblise: «Oradan ayıplı ve kovulmuş olarak çık. Kesinlikle onlardan sana uyanlarla cehennemi dolduracağım.»
(19) «Ey Adem! Sen ve eşin cennette durunuz. Dilediğiniz yerden yiyiniz. Yalnız şu ağaca yaklaşmayınız. Aksi takdirde zalimlerden olursunuz» dedi.
(20) «Şeytan onlara kapalı ve çirkin yerlerini göstermeleri için vesvese verdi. Eabbiniz iki melek veya ebediyyen yaşayanlardan olmamanız için ikinizi bu ağaca yaklaşmaktan menetti.»
(21) «Kuşkusuz ben ikiniz için nasihat edenlerdenim diye onlara yemin etti.»
(22) «Böylece şeytan onların ikisini aldatarak [mevkilerin-den] indirdi. O ağaçtan tattıkları zaman, avret yerleri kendilerine göründü. İkisi başlayıp cennet yapraklarından üstüste koyup (onunla) avretlerini kapattılar. Rabbleri «Ben sizin ikinizi de o ağaçtan yemekten menetmedim mi? Ben size şeytan sizin açık düşmanı m zdir demedim mi?» diye onların ikisine seslendi.» [16]
(12) «Allah, İblisten, 'sana secde etmeyi emrettiğim halde seni secde etmekten meneden neydi' diye sordu...» [17]
Bu Âyet-i Celîlenin izahı:
Beyzavi, tefsirinde «Cenab-ı Hakk, burada men'i zikrediyor. Fakat Men'in çağıncısını kastediyor. Sanki Cenab'ı Hakk, îblise «Seni secde etmemeye çağıran nedir?» diye soruyor. Çünkü Allah' in emrine muhalefet, büyük bir haldir. Ondan hayrete düşülür ve o hale insanı çağıran veya başkasını çağıranın ne olduğu sorulur. Usûlcülerden bazı alimler, bu âyetle «emr» sığasının vücubu ifade ettiğine istidlal ederek şöyle dediler: «Cenab-ı Hakk, burada İblisi, kendisine emrolunam terkettiğinden dolayı zemmederek yeriyor. Eğer emr vücubu ifade etmeseydi sadece memurunbihi (emrolunam) terketmek, yerilmeye (zemmedilmeye) sebep ola-mazdt.»
Eğer muarızlar «Kabul edelim ki, bu âyet buradaki emrin vücubu ifade ettiğine delalet eder. Bu da belki bu âyetin bir özelliğidir. O halde siz niçin bütün emr sigalan vücubu ifade ediyor diyorsunuz?» derlerse, cevab olarak deriz ki, Cenab-ı Hakk'ın «Sana secde etmeyi emrettiğim halde, seni secde etmekten meneden neydi?» sözü, ifade ediyor ki, bu yerilmek ve zemmedilmek emrî terketmesinden ileri geliyor. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın «Sana emrettim» cümlesi, hükmün illeti ve nedenidir. «Sana emrettiğim
halde» mevcud olan
emirdir. Emir olmak hasebiyle özel bir siga-da, özel bir surette olmak
hasebiyle değildir. Durum bu olursa, emirin emir olmak hasebiyle
terkedilmesinin yerilmeye neden olması sabit olur. Bu da, ifade ediyor ki, her
emr vücudu gerektirir.
Zaten maksad da budur.
Bazıları «emr», fevriyeti (yani acelece yapmayı) ifade eder» diye iddia etmişler ve bu âyetle istidlalde (delil getirerek) bulunarak demişler ki; Cenab-ı Hakk, derhal secde etmeyi terkeden İblisi yermiştir. Eğer emr fevriyeti ifade etmeseydi, hali hazırda secde etmemesiyle yerilmesi gerekmezdi. Çünkü İblis «Ben ilerde secde ederim» diyebilirdi.
Cenab-ı Hakk'ın «Sana secde etmeyi emrettiğim halde, seni secde etmekten meneden neydi?» cümlesi, Cenab-ı Hakk, secde etmemeye çağıranın ne olduğunu açıklamasını İblisten taleb etmiştir. İblis de, bu secde etmemeye çağıranın şu olduğunu ifade etmiştir : [18]
«Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu çamurdan yarat-
tın.»
İblis şunu demek istiyor : Adem'e secde etmedim. Çünkü ben ondan hayırlıyım. Başkasından hayırlı olan bir kimse düşüğe itaat etmekle emrolunamaz!.. [19]
Alûsi «Ruhu'l-Meani» adlı tefsirinde bu âyetle ilgili olarak özetle şunu söylüyor : «Kibrin temelini ilk atan İblis-i lâindir. husn ve kubhu aklîyi ilk icad eden o'dur. «Beni ateşten, onu çamurdan yarattın» cümlesini, İblis, iddiasına neden ve illet yaptı. Yani ben Adem (A.S.) den üstünüm. Ben daha şerefli bir unsur (element)dan yaradılmışım. Benim unsurum ulvidir, nurludur. Tesiri kuvvetlidir. Hayat maddesine daha uygundur. Onun unsuru ise, tam bunun tersidir. En şerefliden yaratılan, daha düşük yaratılandan üstündür. Çünkü asl'ın şerefi fer'in (dalın) da, şerefini gerektirir. İşte ben de öyleyim. En şerefli, kendisinden aşağı olana itaat etmek lüzumunu hissetmez» dedi.
Fakat lâin, ateşin topraktan daha şerefli olduğunu iddia etmekle yanılmıştır. Çünkü dört unsurun her birisinde ayrı ayrı özellikler vardır ki, o özellikler başkasında bulunmaz. Ve onların Özellikleri zaruridir. Her birisi yerinde bir fazilete sahibtir. Bazılarını diğerine tercih etmekte hiçbir gerek ve fayda yoktur. Bununla beraber yeryüzünün (toprağın) insanlar için menfaatlarla daha dolu olduğuau, onların istikrar yeri olduğunu, maişetlerinin orada olduğunu ve toprağın; hilmin, vakarın gereklerinden olan intizama sahib olduğunu, ateşin ise menfaat "bakımından ondan daha düşük olduğunu, ateşte hafiflik bulunduğunu, hafifliğin ise, deliliğin, kibrin gereklerinden olduğunu, düşünen bir insan ib-, lîs'in kelamındaki çürük iddiayı görebilir. Bu da asl'm şerefi, dal'm şerefini gerektirmez demektir. Çünkü gül dikenden çıkıyor. Nergis soğandan bitiyor. Kâfir, bazen mü'minden çıkar. iblis (aleyhillâne), şerefi madde ve unsur yönünden gelen değerlere tahsis ediyor. Halbuki bir şey maddesi ve unsuruyla şereflendiği gibi, yapanı, gayesi ve suretiyle de şereflenir. İşte bu şeref Âdem (A.S.) de vardır. İblis'te yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk, Âdem'i kudret eliyle yaratmıştır. Ruhundan ona üflemiş, onu yeryüzünde halife kılmıştır. Cenab-ı Hakk, onu yeryüzünde (veya ruhu ona) bıraktığı zaman, bunu söylemiştir.
İblis'in «Üstün, biraz daha düşüğe hizmet ederse, çirkin olur» iddiasına gelince; bu sadece nefsin yönünü düşünmektir. Hizmet hakikatte Allah içindir. Zafir el İskender! şu şiirleriyle buna işa ret etmiştir:
«Her kasidenin nazmedilmesinden maksad, sensin, Tebcilinde fehimler üzerinde bina edilen sensin. Gök meleklerinin Âdem'e secde etmesi gibi. Onların secdeleri, tevil ile Allah (C.C.J içindi.»
Âyetin zahirinden anlaşılıyor ki İblis, secde ile memur olduğunu kabul etmekle beraber bunu söylüyor. İşte o zaman hatası, dağın doruğunda parlayan ateşten daha belirgindir. Çünkü o zaman bu sözü hikmet sahibi ve I (C.C.) itiraz etmekten ibaret oluyor.
o zaman bu sözü hikmet sahibi ve her şeyin mâliki olan Allah'a (S Bazıları, «İblis, kendisinin secde etmekle memur olduğunu kabul etmemiş, nefsini kıyas yapmak suretiyle o umumemr (Secdeediniz) den çıkarmıştır» dediler, İşte bu yorumu getirenler «Nassm kıyasla tahsisi caiz değildir» demişlerdir. Fakat biz cevab vererek diyoruz ki, bu tahsis değildir. Belki nassı iptal etmek ve tamamen nassı ortadan kaldırmaktır.
Alûsi bunları söyledikten sonra daha önce Ebu Naim'in «Hil-ye»sinde Deylemi'nin Cafer bin Muhammed'den, o babasından, onun da babasından rivayet ettiği hadisi naklediyor ve sonunda şunu söylüyor : «Bu hadis, bu âyet ve benzerleriyle mutlak mana- w da kıyası meneden bir kimse istidlal etmiştir.
Fakat ona cevab olarak deriz ki; zemmedilen kıyas, nassm karşısındaki muteber şartlardan boş bulunan kıyastır. Öyle ise, kıyas-i sahih buraya dahil değildir. Bunun tafsilâtı usul kitablarm-dadır.»
Bir de bu âyet, iblis ve benzerlerinin kadim ruhlar olmadığına delalet eder. Belki hadis cisimlerdir.
Bazı tefsirciler «Âdem'in yaratılışını çamura, İblisin yaratılışını ateşe izafe etmek, belki de cüz'i galib olmalarından ileri geliyor. Yani, Âdem de galib olan toprak İbliste galib olan ateştir. Zira (sabit olmuştur ki, her cisim, anâsırı-erba' (Dört ana element) olan: Ateş, toprak, su ve hava'dan veya daha fazla unsurlardan meydana gelmiştir.
Madem ki bu âyet, nassm umumunun, kıyasla tahsis olunmadığına delalet eder. Böyle olursa, Allah'a karşı kibirlenme olur. Bu âyet, Allah'a karşı tekebbürün de şiddetli cezayı gerektirdiğine delalet eder. Mütekebbiri velilerin zümresinden çıkarır, lanetlenmişlerin zümresine katar. Böylece sabit oldu ki, nassı kıyasla tahsis etmek caiz değildir. İşte, el-Vahidi, «El Basit»inde İbni Abbas' tan yaptığı nakilde bunu kastediyor. Onun nakline göre: İbni Abbas buyuruyor:ff/taa£, İblis için kıyas yapmaktan daha evlâ idi. Fakat İblis, Rabbine isyan etti Kıyas yaptı .Ve ilk kıyas yapan İblistir. Kıyasından Ötürü kâfir oldu. Binaenaleyh reyinden herhangi bir şeyle dini kıyas eden bir kimseyi Allah, İblisle beraber kılar.»
«Seni secde etmekten meneden neydi?» cümlesi, Cenab-ı Hakk tarafından İblise sorulan bir sualdir. Çünkü «sana secde etmeyi emrettiğim halde» eki vardır. Emretmek, ancak Allah'a uygundur. «Beni ateşten yarattın» sözü ise İblisindir. «Oradan in» sözü, Cenab-ı Hakk'mdır. Çünkü Cenab-ı Hakk ile İblis arasındaki bu tür münazara Sâ'd Sûresinde sonuna kadar sayılarak tesbit edilmiştir.
Bu, sabit olduktan sonra, peygamberlerin büyüklerinden hiç kimseye, Allah'a yakın olmalarına rağmen, böyle bir konuşma na-sib olmamıştır deriz. Cenab-ı Hakk, Hz. Musa kulunun şerefini onunla konuştuğundan dolayı pek büyütmüştür. Nitekim: «Hz. Musa bizim mik'atvmıza geldiğinde, onun Rabbi onunla konuştuğunda.» [A'raf : 143] Başka bir âyette, «Allah Hz. Musa ile konuştu.» [Nisa: 163] buyuruluyor. Eğer bu konuşma büyük şerefi ifade ediyorsa, acaba bu konuşma en büyük bir tarzda îblis'e nasıl nasip oldu? Eğer (hâşa) büyük şerefi gerektirmiyorsa, Cenab-ı Hakk, nasıl onu Hz. Musa için kâmil bir şeref olarak sayıyor?
Cevab şudur: Bazı alimler derler ki, Cenab-i Hakk bu konuşmayı; İblis'e, bazı meleklerin diliyle söyletmiştir. Yani vasıtasız olarak Allah (C.C.), İblis'le konuşmamıştır. Çünkü kaide olarak takarrür etmiştir ki, Cenab-ı Hakk, Peygamberlerden başkasıyla direkt konuşmaz. Ancak vasıta ile konuşur.
Bazıları da «Cenab-ı Hakk, vasıtasız olarak İblisle bunları konuştu. Fakat bunu İblisi rezil etmek suretiyle yaptı» diyor. Çünkü Cenab-ı Hakk, ona : «Çîk! Kesinlikle sen zelil olanlardansın» dedi. Musa ve diğer peygamberlerle konuştuğu zaman ikram yoluyla konuşmuştur. Görülmez mi ki Cenab-ı Hakk, Hz. Musa'ya: «Ben seni seçtim.» [Taha: 41] buyuruyor. Bu ise ikramın en yüksek noktasıdır.
«Oradan in» zamirinde İbn Abbas şöyle diyor : «Bu zamir cennete racidir, İblis, Adem ve Havva hepsi ÂDIN cennetinde idiler. Âdem- orada yaratıldı.»
Mu'tezililerden bazıları, «Bu iniş emri, gökten inmek emridir» dediler.
«Orada (göklerde) kibirlenmeye hakkın yoktur» demektir.
İbn Abbas; bu âyet üzerinde Cenab-ı Hakk, şunu kastediyor: Göklerin ehli meleklerdir. Mütevazidirler. Benden korkarlar. Sen çık. Sen zelil olanlardan oldun demek istiyor...
Ez-Zeccac «İblis, gurura kapılmak istedi. Cenab-ı Hakk da, onu zillet ve rezaletle müptela kıldı.» diyor. Bu da, Resûl-i Ekrem' in şu sözünün doğru oluşunun delilidir: «Kim, Allah (C.C.) için tevazu ederse, Allah (C.C.) onu yükseltir. Kim tekebbür ederse, Allah onu alçaltır.»
(14) «(İblis) haşrolundukları güne kadar bana mühlet ver dedi...»
Bu Âyet-i Celîle, İblis'in haşre kadar Cenab-ı Hakk'tan mühlet istemiş olduğunu sergiler. Bu da ikinci nefha zamanına kadardır. İnsanların mezarlarından kalkıp Allah'a he-sab verdikleri zamana kadardır. Bu istekten îblis'in maksadı; ölümü tatmamak idi. Fakat Cenab-ı Hakk, İblis'e bunu vermedi. Ancak Cenab-ı Hakk, «sen, mühlet verilmişlerdensin» cevabiyle ona mühlet verdi. Âyetin zahirine bakılırsa, «Onların haşrolundu-ğu güne kadar sen mühlet verilmişlerdensin» manası çıkar. Çünkü îblis'in talebi bu idi. Bu da o talebe karşılıktır. Fakat El-Hicr ve Sâ'd Sûrelerinde «malûm va'ktin gününe kadar» diye Cenab-ı Hakk, bu müddeti kayıtlandırmıştır. «Malûm vakit»te ihtilaf vardır. Meşhur görüş odur ki, birinci nefha (yani sûra ilk üfürüş) zamanına (gününe) kadardır. «İnsanların haşre gönderildiği gün» demek değildir. Çünkü o günde artık ölüm diye bir şey yoktur.
Bazıları, «Bundan maksad, insanların haşre gönderildikleri gündür» demişler. Bunun böyle oluşundan îblis'in ölmeyeceği hükmü çıkmaz. Umulur ki İblis, o günün evvelinde ölecek ve aynı günün içinde halk ile beraber haşrolunacaktır.
«Kitabu'l-Arais»te Kâb'ül-Ahbar'dan gelen rivayet «İblis, Ölümün tadım kıyamet gününde tadacaktır» şeklindedir. Bu kitabta İblis'in ölüm keyfiyeti, Azrail'in onun ruhunu alması keyfiyeti hususunda hayret verici noktalar vardır. Fakat «Es-Safarini,» El-Ara-is'in bu açıklamalarını uygun görmemiştir. «el-buhuru zağıra» adlı kitabında şunları söyledi:
Naim bin Hamak «fitne» bahsinde, Hâkim «Müstedrek»in-de İbn Mes'ud'dan rivayet etti:
«Halk Ye'cuc - Me'cuc'un çıkışından sonra az dururlar. Az zaman sonra güneş batıdan doğar. Kalemler yazmaz olur, sahifeler durulur. Hiç kimsenin artık tevbesi kabul edilmez. İblis secdeye varıp :
— Ey Mabudum! Bana emret, istediğine secde edeyim der. Bütün şeytanlar İblis'in etrafında toplanır:
— Ey efendimiz! Sen kime yalvanyorsun? diye sorarlar. İblis:
— Ben Rabbimden beni haşr gününe kadar öldürmesin diye mühlet istedim. O da belli bir vakte kadar bana mühlet verdi. İşte güneş batıdan doğdu. İşte bu doğuş belli vaktin sonudur, der. Böylece şeytanlar artık yeryüzünde görünür şekilde gezerler. Hatta kişi:
«Bu benimle beraber olan şeytanımdır.
Hamd o Allah'a olsun ki, şeytanı böyle rezil etmiştir» der.
İblis'i, dabbet'ül-arz çıkıp secde halinde öldürünceye kadar İblis secdede ağlar durur.
Bu nakilden anlaşılıyor ki. «Malûm gün»den maksad, birinci nefhadan önce olan gündür. Fakat bu görüşü tefsir alimlerinden hiç kimsenin zikrettiğini görmüyoruz. Ancak bu faziletli insan bunu zikrederek demiştir ki, «Bu haber merfu hükmündedir.» Çünkü böyle şeyler rey ile söylenilmez. İbn Mes'ud, Kâb'ul-Ahbar gibi ehl-i kitabtan her şeyi arındırmadan alacak bir tip değildir. Allah'ın rızası onun üzerine olsun.
Alûsi devamla şunları naklediyor :
Biliyorsun ki, bu haberin İbn Mes'ud'a nisbet edilmesi, eğer haklı ise, buna ters düşecek şekilde âyeti yorumlamak uygun değildir. Fakat bu haberin İbri Mes'ud'a nisbetinin sahih oluşunda benim tereddütüm vardır[20]
Bazıları «Malûm vakit» den gaye, «Cenab-ı Hakk'ın bildiği bir vakittir. İblis'in eceli orada tamamlanır. Bu vakit, hem bizden, hem de lanetli îblis'ten gizlenmiştir. Ve bu vakit, mutlaka ikinci nefhadan Öncedir,» dedi.
Bazıları da bu görüşü şu yorumla takviye etmeye kalkıştı!
İblis-i laîn mükelleftir. Mükellef, ecelinin zamanını bilemez. Çünkü bildiği takdirde rahatlıkla günâhları işler. Eceli yaklaşınca da tevbe eder ve tevbesi kabul olunur. Bu ise, günâhlara insanları ve mükellefleri kışkırtmak gibi çirkin oluyor. Bu görüşe şu cevab veriliyor:
Cenab-ı Hakk, peygamberlerin temizlik ve ismet içinde öleceğini, îblis'in ise küfür ve ma'siyet üzerinde öleceğini bildiği için onun ecelinin vaktini ilân etmek günâha kışkırtmak olamaz. Çünkü onun hali bu ilân'dan ötürü değişemez. Kur'an'ın zahirine bakılırsa, Cenab-ı Hakk, burada İblis'in duasını tamamen veya kısmen kabul etmiştir, istediğini ona vermiştir. Bu Âyet-i Celîlede «kâfirin duası bazan kabul olunur» diyenler için delil vardır. Ed-Debbusî ve diğer fâkihler bunu söylemişlerdir. Fakat el-Bezzaziye-de bazılarından rivayet ediliyor ki, «kâfirin duası kabul olunur» demek, caiz değildir. Çünkü kâfir, Allah'ı gerçek manada bilmiyor ki, Allah'ı çağırıp dua etsin. Fakat fetva birinci yoruma göre verilmiştir. Cenab-ı Peygamberin de bir hadisi vardır: «Mazlumun duası kâfir de olsa kabul olunur.»
Bu hadisteki «kâfir»i nimet küfram üzerine hamletmek, dinde ki, kâfirliğin üzerine hamletmemek zahirin tersinedir. Bir de «kâfirin duasının» kabul edilmesinden, Cenab-ı Hakk'ın onu sevdiği, ona ikramda bulunduğu neticesini çıkarmak lâzım gelmez. Çünkü duanın kabul edilmesi bazan istidraç içindir. [21]
Şehristanı, dört İncil'in sarihinden bu hadiseden sonra melekler ile İblis arasında, meydana gelen bir münazara suretini naklediyor. Bu münazara sureti Tevrat'ta da şu şekilde zikredilmiştir:
Lanetli İblis meleklere :
—. Benim bir mabudum olduğuna, O'nun beni yaratıp meydana getirdiğine ve bütün mahlûkatt da O'nun yaratmış olduğuna inanıyorum. Bunu teslim ediyorum. Fakat O'nun hikmeti üzerinde benim bazı suallerim vardır
1- Kâfirin yaratılışında Cehennemden başka bir şeye müstahak olmadığını bildiği halde acaba onu yaratmadaki hikmeti nedir?
2- Biliyordu ki, mükelleflerin yaptıklarından O'na ne bir fayda ne de bir zarar gelir. Ve bunu teklif vasıtasıyla olmasa da mükelleflerden tahsil etmesine kadirdi. Buna rağmen niçin teklifi getirdi?
3- Kabul ediniz ki, O beni tanımasıyla, ibadetiyle mükellef kılmıştır. Acaba Âdem'e secde etmemi niçin bana teklif etti?
4- Secdeyi terketmek hususunda O'na isyan ettiğimde niçin bana lanet okudu, niçin azabımı gerekli kıldı? Halbuki azabımda,. lanetlenmemde O'na herhangi bir fayda olmadığı gibi, başkası için de herhangi bir fayda yoktur. Oysa benim çok büyük zararım vardır.
5- Bunu yaptıktan sonra niçin beni Âdem'in zürriyetine musallat kıldı? Onları saptırmama imkân verdi?
6- Onları sapıklığa sürüklemek hususunda O'ndan uzun müddet yaşamayı istediğimde niçin bana bu mühleti verdi?
Malûmdur ki, âlem şer'den hali olursa, hayr olur.
încillerin sârini:
Bu suallere karşılık olsun diye, Allah (C.C.) azamet ve kibri-ya çadırlarından İblis'e şunları haykırdı [22]
— Ey İblis! Sen beni tanımamışsın. Eğer beni tamsaydm bi lecektin ki, fiillerimin herhangi birisinde bana itiraz edilemez. Kesinlikle ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Ben işlediklerimden sorulmam. (Şehristaninin ibaresi bitti).
Altıncı sualde birinci görüşü takviye eden durum vardır. Gizli değildir ki, bu şüpheler aklî Husn ve Kubh (güzellik ve çirkinlik) vardır diyenler için gayet ağırdır. Onlara, bu suale cevab vermek, gayet zordur.
İmam, eğer daha önce geçmiş ve daha sonra gelecek bütün mahlûkat bir araya gelirlerse aklı, HUSN ve KUBH'a (yani bir şeyin güzelliği veya çirkinliği akıl seçer) hüküm ederlerse onların hepsi bu şüphelerden kurtuluş yolunu bulamayacaklardır ve bütün bu şüpheler o akılcıların üzerine gelecektir.
(16) «îblis'in: Beni azgın kıldığından ötürü Âdemoğullart için senin dosdoğru yoluna —İslâm üzerinde— oturup onlan sapıklığa götüreceğim» sözündeki, iğva (yani dalalete götürmek) Allah'a nisbet edilmiştir. Başka bir Âyet-i Celîlede «Senin izzetine yemin ederim, kesinlikle onların hepsini azdırıp ifsad edeceğim.» [Sâd: 82] diyor. Burada da iğvayı kendi nefsine izafe ediyor. Birinci cümlesi îblis'in «cebir» mezhebi üzerinde olduğuna delalet eder. İkinci cümle İblis'in «kaderîyye» mezhebi üzerinde olduğuna delalet eder. Bu da îblis'in bu mesele üzerinde mütehayyır ve şaşkın olduğuna delalet eder. Deriz ki; îblis kesinlikle dalalete götürme hususunda, dalalete götüren birisinin lüzumuna inanır. Böylece kendi nefsini, başkasını dalalete götürücü kıldı. Sonra kendisini dalalete götürenin de Allah olduğunu söyledi. Tâ ki teselsül lâzım gelmesin.
îğvâ, dalaleti kalbe atmaktır. Zira gav bâtıl bir inançtır. Bu da, îblis'in hak ve bâtıl'm Allah tarafından kalbe vâki olduğuna inandığına delalet eder...
Ehl-i sünnetin görüşü şudur :
Cenab-ı Hakk, İblis'i dalalete götürdü ve onda küfür yarattı. Bunun için bu âyette «İĞVA» Allah'a (C.C.) isnad edilmiştir ve bu bir gerçektir. Varlık âleminde, Allah'ın mahlûku olup da O'nun iradesinden sadır olmayan hiçbir şey yoktur. Kaderiyye ve diğer sapık gurupların akılcılık hususunda önderleri olan İblis, bu meselede onlardan ayrılmış oluyor. Onlar; «îblis, burada hata etmiştir» diyorlar. Zaten İblis hata etmenin ehlidir. Evet, onların ka-naatına göre İblis burada dalalete götürmeyi Allah'a isnad etmiştir. Allah böyle yapmaktan yücedir. Bunun için İblis hata etti derler.
Biz onlara şunu deriz: İblisi biz de genel olarak hata ehli görürüz. Acaba keremlenmiş, ismet sıfatına sahib olmuş Hz. Nuh için ne dersiniz? O da kavmine : «Eğer Allah, sizi azdırmayı dile-mişse, ben size öğüt vermek istesem de öğüdümün size yaran olmaz. O sizin Rabbinizdir ve ona döndürüleceksiniz.» [Nuh : 34] der? O da mı hata etmiştir. Hâşa ve Kellâ...
Rivayet ediliyor kî, Mescid-i Haram'da oturan Tavus'a bir kişi geldi. Bu kişi kadercilikle itham ediliyordu. Büyük fâkihlerdendi. Tavus'un yanma oturdu. Tavus ona; «Ya sen kalk veya seni kaldırıp göndereceğim» dedi. Tavus'a, «Bu kişi fâkih bir insandır.
Sen nasıl ona bu sözü söylersin?» denildiğinde, Tavus «İblis, bundan daha fâkih idi. îblis : «Ey Rabbim! Beni iğva ettiğinden ötürü» diyor. Bu ise 'Ben nefsimi iğva ve idlal ediyorum' diyor» dedi.
Tefsir alimleri «bima» kelimesindeki «BA» ya kâsem harfidir veya sebebiyet içindir, diyor. Yani beni iğva ettiğine yemin ederim. Yahut, beni iğva ettiğinden ötürü senin dosdoğru yolunda oturur, onları beklerim demek oluyor. Yani Âdem ile zürriyetini tıbkı yol kesicilerin yolcuları beklemesi gibi beklerim.. [23].
Ahmed, Nesei, İbni Hibban-, Tabarani, Beyhaki Sibre bin Fâ-kihe'den rivayet ettiler. Allah'ın Resûlü'nden dinledim:
«Şüphesiz şeytan, Ademoğlu için insanın yolunda (İslâ-mm yolunda) oturur. Ey Ademoğlu! Sen nasıl müslüman olmak, kendi dinini ve ecdamnın dinini terketmek istiyorsun?» (der.)
Ademoğlu, İblis'i dinlemedi ve müslüman oldu. Sonra İblis hicret yoluna gitti, oturdu. Müslümana:
— Sen hicret mi ediyorsun? Kendi arazini, kendi göğünü bırakıp başka yere mi gidiyorsun? Bilmez misin ki, muhacirin meselesi bağlı olan atın meselesine benzer.
Ademoğlu burada da, İblıs'e isyan edip hicret etti. Sonra İblis, Ademoğlunun cihad yoluna oturdu. Ona:
— Bu, nefsi ve malı zayi etmektir. Savaşacaksın. Öldürüleceksin. Senden sonra başkası senin hanımını nikâh edecektir. Malın varisler arasında taksim edilecektir.
Ademoğlu burada da İblis'e isyan etti ve cihat açtı. ResÛlüllah bunları söyledikten sonra :
«Kim ki bunu yapar ve ölürse, herhangi bir hayvan tarafından tekmelenir veya ısırılarak öldürülürse, Allah'a, bu kimseyi cennete dahil etmesi haktır.»
Cenab-ı Peygamber, hadisinde sadece İblis'in Ademoğlunun İslâm yolunda hicred yolunda, cihad yolunda oturmasını belirtiyor. Diğer yollarını belirtmiyor. Çünkü bunlar diğer yollara nispetle daha mühimdirler. Bir de Ademoğlunun bütün yollarını belirtmek burada kastedilmemiştir. Ancak bunlar misal olarak verilmiştir.
îbn Abbas, İbn Mes'ud ve başkalarından gelen rivayetlere göre; doğu yolundan maksad, Mekke yoludur. O vakit bu kelam, temsil ve kinaye kabilindendir demek oluyor...
(17) «Sonra kesinlikle onların önlerinden, arkalarından, sağ ve sol taraflarından geleceğim...»
Bu âyetin izahı:
Yani dört cihetten onlara hücum edeceğim. Şeytanın bu sözden maksadı «onlara birtakım vesveseler vereceğim, imkân nis-betinde onları ifsad edeceğim, onları ahiretlerinde şüpheye düşüreceğim, onları dünyaya teşvik edeceğim, din emirlerini onlar üzerinde şüpheli bir hale getireceğim, bâtılı onların gözünde hak göstereceğim ve onların çoğunu şükredici ve seni birleyici olarak görmeyeceksin» demektir.
İbni Cerir ve İbn Ebi-Hâtinı, İbni Abbas'tan rivayet ediyorlar:
«Sonra onlara önlerinden (gördükleri yerden), «Arkalarından» görmedikleri yerden geleceğim. «Sağlarından» görebilecekleri yerden, «Sollarından» göremeyecekleri yerden «geleceğim» demektir» diyor.
Abd bin Humeyd ve İbn Cerir yine âyette İbn Abbas'dan şunu da rivayet ediyorlar:
«İblis 'onların üstünden geleceğim' demeye güç yetiremedi. Başka bir lafızda 'bildıki rahmet onların ü,stüne iner.'»
İslâm bilginlerinden bazıları buyurdu: Bedende dört kuvvet vardır:
1- Hayalî kuvvettir. Orada his ile görülenlerin misilleri toplanır. O kuvvetin yeri dimağın Ön boşluğudur. Ve «onların önlerinden geleceğim» sözü buna işarettir.
2- Vehmî kuvvettir. O vehmi kuvvet ki, hissedilenlere mü-nasib olan hükümlerle hissolunmayanlara da hükmeder. Onun yeri dimağın son boşluğudur. «Onların arkasından geleceğim» sözü de buna işarettir.
3- Şehvanî kuvvettir. Onun yeri insanoğlunun ciğeridir. O da insanoğlunun sağındadır. «Onların sağlarından geleceğim» sözü de buna işarettir.
4- Kuvve-i gadabiyye'dir. Onun yeri kalbtir. Kalb, sol taraftadır. «Onların sollarından geleceğim» sözü de buna işarettir. Şeytan bu kuvvetlerden herhangi bir yardım istemedikçe vesveseyi in-insanoğlunun kalbine atmaya gücü yetmez.
İşte bu dört ciheti tayin etmesindeki hikmet budur. Bu, hakiki ve değerli bir görüştür. Bu dört kuvveden ruhanî saadetleri gerektiren şeyler doğar.
Şakiyki Belhî der ki:
«Şeytan her sabah, bana dört cihetten gelir. Önümden, arkamdan, sağımdan ve solumdan... Önümden gelince, bana 'korkma! şüphesiz Allah gafur ve rahimdir' der. Ben de ona şu âyeti okurum:
«Şüphesiz ben, tevbe eden, iman eden, salih amel işleyenler için çokça bağışlayıcıyım.» [Taha: 82]
Arkamdan gelince; beni, çocuklarımın fakir olmasından ötürü korkutuyor. Ben de şu âyeti okuyorum:
«Yeryüzünde hiçbir yürüyen canlı yoktur ki onun rızkı Allah üzerinde olmasın.» [Hud: 1]
Sağımdan gelirken, bana methu-senâ ederek geliyor. Ben de şu âyeti okuyorum:
«Zafer takva ehlinindir.» [A'raf: 128]
Solumdan da bana, şehvetler yönünden geliyor. Ben «onlar ile onların iştah ettiklerinin arasına perde oldu» [Sebe : 54] âyetini okuyorum.»
Rivayet ediliyor ki: Şeytan bu sözü söyledikten sonra meleklerin kalbi beşer için rikkate ve merhamete geldi ve dediler :
— Ey mabudumuz! İnsan bu dört cihette kendisine galebe çatmakta olan şeytanın elinden nasıl kurtulur?
Cenab-ı Hakk, onlara vahiy göndererek buyurdu:
«insanoğlu için iki cephe daha kalmıştır: Alt ve üst yönler. İnsanoğlu ellerini duada üste doğru kaldırıp, yakarma suretiyle yalvanrsa veya alnını alt tarafa, yeryüzüne koyup yakarırsa, onun için yetmiş senelik günâhı affederim[24]
El Kadi diyor ki: İblis'in bu sözü, tıpkı «İblis insanoğlunun bedenine giriyor, kana karışıyor» sözünün bâtıl olduğuna delalet ediyor. Çünkü eğer İblis'in Ademoğlunun bedenine girmesi ve kana karışması mümkün olsaydı mübalağa babında bunu zikretmesi daha gerekli olurdu. Sonra Cenab-ı Mevlâ, îblis'den «Onların çoğunun şükredici olmadıklarını görürsün» sözünü hikâye ediyor. Burada bir sual vardır. Bu gaib babmdandir. İblis gaybı nasıl bilir? îşte bu sualden ötürü alimler bu cümlede ihtilâf ettiler. Bazıları «İblis, onu levhi mahfuzda gördü» deyip bunu kesin bir tarzda söylediler. Başkaları, «İblis, bu sözü, zanna binaen söyledi. Çünkü o, şehvetleri süslemekte mübalağa etmeye niyetliydi.» Ve bildi ki, şehvetler, İNSANOĞLU'nun rağbet ettiği şeylerdir. Böylece tblis'in zann-ı galibiyle insanların çoğu şükretmeyenlerden olacaktır kanaati hasıl olduğu için bu sözü söyledi. Bu ikinci görüşü, Cenab-ı Hakk'm şu sözü de teyid etmektedir :
«And otsun, İblis, kendileri hakkında zannını doğrulamış oldu. Böylelikle de iman etmekte olan bir gurup dışında onlar ona uymuş oldular.» [Sebe : 20]
Hayret vericidir ki İblis bu sözü Cenab-ı Hakk'a söyledi. Cenab-ı Hakk da «Benim kullarımdan azı çokça şükredendir» buyurdu.
Burada başka bir yön
daha vardır ki o da şudur: Nefsi için on dokuz kuvvet oluşmuştur. Hepsi nefsi
cismanî lezzetler ve şehvani güzelliklere davet ediyorlar. Onların beşi
zahirdeki duyulardır. Beşi de batındaki duyulardır. On birincisi şehvet, on
ikincisi gazab ve öfke'dir. Yedisi ise gizli olan kuvvetlerdir. Cez-bedici
kuvvet, tutucu kuvvet, yıkıcı, defedici kuvvetler, gıda kuvveti, geliştirici
ve doğrultucu kuvvet. Bunların toplamı on dokuzdur. Bütün bu kuvvetler nefsi
cisim âlemine davet ederler, bedenî lezzetlere teşvik ederler. Akla gelince, o
tek kuvvettir. İşte o nefsi Allah'ın ibadetine, ve ruhanî saadetleri elde
etmeye davet ediyor. Şüphe yoktur ki on dokuz kuvvetin istila etmesi bir tek
kuvvetin istila etmesinden daha mükemmeldir. İşte bu on dokuz kuvvet,
yaratılışın ilk anlarında kuvvetlidirler. Akıl zayıf olur. Akıl kuvvet bulduktan
sonra onları zayıf düşürmek akla gayet zor geliyor. Durum böyle olunca
kesinlikle halkın çoğunun bu cismanî lezzetleri taleb edeceğine hükmetmek,
hakkın marifetinden yüz çevireceklerine karar vermek lazım geliyor. İşte bundan
dolayı da şeytan «onların çoğunu şükredici olarak bulmayacaksın» dedi [25]
(18) «Allah, İblise, oradan ayıplı ve kovulmuş olarak çık. Kesinlikle onlardan sana uyanlar ile hepinizden cehennemi dolduracağım dedi...»
Bu Âyet-i Celîledeki «orada» zamiri, cennete racidir. İblis, Ademoğullanm ifsad edeceğini vaadettiğinde Cenab-ı Hakk, onun rezilliğini belirten şekilde ona hitab etti. «Cennetten veya gökten hakir olarak çık» dedi. Çünkü âyetteki «mezmumen» kelimesi, hakirlikle tefsir edilmiştir. Ferra, «ayıplı olarak çık» şeklinde tefsir etmiştir. Âyetteki «medhuren» kelimesi, kovulmuş ve uzaklaştırılmış manasınadır. İbn Ebi Hatim, İbni Abbas'tan «Mez-mumen'in» kınanmış, «Medhuren'in» buğzedilmiş manasında olduğunu rivayet etmiştir.
Abd bin Humeyd, İbn Cerir, Îbnu'l-Münzir, İbn Ebi Hatim, Ebu Şeyh, Mücahidden «Mezmumen» nefyedilmiş, «Medhuren» kovulmuş manasınadır diye rivayet etmişlerdir.
«le mentebike»deki «lam» lam-ı kasemdir. Bu cümle cüm-le-i kasemiyye'dir. Yani şeytana Âdemoğullarından tâbi olan kimselerden Cenab-ı Hakk, cehennemi dolduracağına yemin ediyor.
(19) «Ey Adem! Sen ve eşin cennette durunuz. Dilediğiniz yerden yiyiniz. Yalnız şu ağaca yaklaşmayınız. Aksi takdirde salimlerden olursunuz...»
Bu âyetin izahı:
Tefsir âlimleri bu âyetin tahricini şöyle yapmışlardır. «bur» manasını ifade eden «uskün» taabbüd veya ibaha emridir. Hz. Âdem'in zevcesi Hz. Havva'dır. Bu cennet'ül-Huld,» göklerin cennetlerinden başka bir cennet veya yeryüzünün cennetlerinden bir cennettir. Tafsilâtı el-bakara Sûresi'nde geçti.
«İkiniz yiyiniz» emri ise, «emri ibahi»dir, «emri teklifi» değildir. «Sakın yaklaşmayınız» yasağı ise «Nehyi tenzili» veya «Nehyi tenzihi» veya «Nehyi tahrimUdir. «Şu ağaca» tabiri, şahsiyle ve nev'iyle belirli bir ağacın kastedildiğini ifade ediyor. Ağacın hangi ağaç olduğu daha Önce El-Bakara Sûresi'nin tefsirinde bahis konusu edildi.
Hz. Adem (A.S.) den ve Hz. Havva'dan sadır olan «zelle» günâh, büyük günâhlardan mı yoksa küçük günâhlardan mıdır? «Zalimlerden olursunuz» tâbiri, acaba Kur'an-ı Kerim'de lanetlenen zalimler kategorisine onları dahil eder mi etmez mi? Bu olay Hz. Âdem'in peygamberliğinden önce mi, yoksa daha sonra mı olmuştur? İşte bu meselelerin tafsilâtı El-Bakara Sûresi'nde geçti. Oraya bakınız.
Âyetin başında çağrı manasını ifade eden «ya» harfini kullanmak emredilenin mühim olduğuna delalet eder. Hz. Adem'i hitaba tahsis etmek ise, onun telakkide emredileni yerine getirmekte asil olduğunu ifade eder. «dürmak»tan maksad, ikamet ve istikrardır. Harekenin zıddı (tersi) olan durgunluk değildir.
«Sen ve hanımın cennette durunuz» âyetiyle «istediğinizden yiyiniz» âyetinden anlaşılan şerefi tamim etti. Yani Hz. Havva'ya da, Hz. Adem'e de cennette durmak ve cennet nimetlerinden yemek şerefini bahşetmeyi bildirmek içindir. İkisinin de emredileni yapmakta müsavi olduğunu belirtmek içindir. Hz. Havva yemek hususunda Hz. Adem (A.S.)in önderidir. Fakat mesken hususunda Hz. Adem'e tâbi'dir.
Cenab-i Hakk, bu Âyet-i Celîlede Âdem ile eşi Havva'ya cennetin bütün nimetlerini mubah kıldığını, ancak bir tek ağacı yasakladığını ifade buyurmaktadır. İşte bu nimete mazhar olduklarından dolayı şeytan onları kıskandı. Tâ ki içinde bulundukları nimetleri onlardan alsın. Bunun için hileye, vesveseye başvurmaya başladı. İblis yalan söyleyerek: «Rabbiniz bu ağaçtan yemekten ikinizi menetti ki meleklerden olmayanınız ve burada ebedî kal-mayasınız. Eğer bu ağaçtan yerseniz mutlaka meleklerden olmak veya burada ebedî kalmak vasfına kavuşursunuz» dedi.
İbn Abbas ve Yahya bin Ebi Kisai melikeyni okurlardı. Yani siz iki padişah veya ebedî kalmayasımz diye Allah size bu ağaçtan yemeyi menetmiştir demek istedi. «el-cennet»teki elif-lâm ahd-ı haricî içindir. Bu cennet, Hz. Adem'in içinde veya yanında yaratıldığı cennettir. Nitekim başka bir âyette «Biz cennetin arkadaşlarını (sakinlerini) denediğimiz gibi, onları da denedik» denilmiştir. Çünkü Hz. Âdem (AS), yeryüzünün toprağından ve yeryüzünde yaratılmıştır. Hz. Adem'in Kur'an'da tekrar edilen kıssasında Cenâb-ı Hakk'm onu mükafat yeri olan cennete yükseltip götürdüğüne dair hiçbir kayda rastlanmamaktadır. Fakat cumhur bu cennetin ahiret cenneti olduğunda ittifak etmişlerdir. Âyet-i Kerime, Adem'in bir eşi olduğuna delalet eder. Fakat Tevrat'ta olduğu gibi, Kur'an-ı Kerim'de Cenab-ı Hakk, Adem'i uyuttu, bu uyku esnasında onun kaburgalarından birisini çıkardı, ondan Havvayı yarattı, erkek ve dişi manasına gelen «İmrî» kelimesinden Îmret ismini Hz. Havva'ya verdi diye bir şey geçmemektedir. Bu konuda rivayet edilenler ise, îsrailiyyattan alınmıştır. Ebu Hureyre'nin Sahihayn'da sabit olan «kadın (eğri) kaburgadan yaratılmıştır)} hadisi ise hased üzerine hamledilmektedir.
Nitekim «insan aceleden yaratılmıştır» dendiği gibi. Çünkü Ce-nab-ı Peygamber, o hadisin sonunda «Eğer kadım düzeltmeye gidersen onu kırarsın, eğer bırakırsan daima eğri olarak kalacaktır. Öyleyse kadınlar için size iyiliği tavsiye ediyorum» buyuruyor. Yani şiddet kullanarak kadınları düzeltmeye gitmeyiniz.
Hindistan putperestleri Hz. Adem'in annesinin olduğunu kabul- etmektedirler. Onlar annesinin kabrinin, Hz. Adem'in kabrinin yanında, Hindistan'daki mukaddes şehirlerinde, olduğunu iddia ederler.
Bazıları, Adem'in annesinden maksad, tabiattır. Yani tabiata işaret etmektir diyorlar.
Âyet-i Celîle kadının meskende erkeğe tâbi olduğunu, maişetin ise fıtratın gereği bulunduğuna işaret ediyor.
(19) «Zalimlerden olmamak için şu ağaca yaklaşmayınız,,,»
Bir şeye yaklaşmayı yasaklamak, onun nefsini yasaklamaktan daha beliğdir. Nitekim başka bir âyette Cenab-ı Hakk «Onlar Allah'ın hududlarıdır. Sakın onlara yaklaşmayınız» [El-Bakara: 187] buyurulmuştur. Bu Âyet-i Celîle şüphe yerlerinden, insanı kışkırtan hâdiselerin bulunduğu yerlerden takva ve ihtiyati olarak durmayı iktiza eder. Şüpheler içerisine giren, haramın içerisine girmiş olur. Tıpkı korunun etrafında sürüyü güden çobanın sürüsünün koruya dalmasının pek yakın olduğu gibi... Nitekim hadiste de böyle vârid olmuştur.
Kur'an-ı Kerim'de yasaklanan ağacın nevi ve vasfı belirtilmemiştir. Tevrat'ın Sıfr-ı Tekvin'in de (âyet 8) «Maoud olan Rabb, adn cennetinin doğusuna ağacı dikti; Yaratmış olduğu Âdem'i de oraya koydu. Mabud olan Rabb, yeryüzünde göze güzel görünen veya yemeye elverişli olan her ağacı yarattı. Cennetin ortasında hayat ağacını bitirdi. Hayır ve şerrin bilinmesine yarayan ağacı bitirdi» demektedir. Bunları kaydettikten sonra 15. âyet şöyle devam ediyor: «Mabud olan Rabb, Adem'i edindi. adn cennetine koydu. Tâ ki, orada çalışsın ve o cenneti korusun.» On altıncı âyette ise «Mabud olan Rabb, Adem'e cennetin bütün ağaçlarından yiyebilirsin» demektedir.
On yedinci âyet de «Hayır ve şerrin bilinmesi ağacına gelince, bundan yeme. Çünkü sen ,ondan yediğin gün kesinlikle öleceksin» denilmektedir. Oysa Adem, o ağaçtan yedi ve yediği gün ölmedi. Kur'an-ı Azim, ağaca yaklaşmamanın nedenini «Yaklaştıkları takdirde nefislerine zulmetmiş olurlar ve o cennet maişetinden mahrum edilirler. Dünyadaki hayatın yorgunluğuna katılırlar» şeklinde ületlendirmektedir [26]
(20) «Şeytan, onlara çirkin yerlerini göstermek için vesvese verdi.» Bu âyetin izahı:
«vesvese» kötü hatarat (yani kalbe gelen kötü düşüncelerdir. Vesvesenin kökü «vesvas» lafzıdır. O da, kadının boynunda veya kolundaki süs eşyasından gelen ses ve fısıltı demektir.
Şeytanın vesvesesi, insanlar için nefislerinde buldukları kötü düşüncelerdir. O kötü düşünceler, insanların bedenlerinde veya ruhlarında veya muamelelerinde insana zarar veren şeyleri süslü gösteren düşüncelerdir.
Kur'an-ı Kerim'in zahirine bakılırsa, şeytan orada Hz. Adem ve eşine görünmüş, onlarla konuşmuş ve onlar için yemin etmiştir. Cumhurun görüşüne göre buna herhangi bir engel yoktur.
Bu kıssa, beşerin gelişmelerdeki halinin açıklanmasına misaldir diyen bir tefsirci vesveseyi kötü düşüncelerle tefsir ediyor. Çünkü insan, herhangi bir isteği, herhangi bir yorgunluğu olmayan çocukluk devrinden erginlik devrine geçtimi ki bu devir de eksiktir, onun bütün isteklerini elde etmesine imkân yoktur o zaman şeytanın vesveselerine hedef oluyor. Şeytan ve dostları ona hücum ediyorlar.
Bu vesvesenin amacı ve vereceği netice, Hz. Adem ile Hz. Hav-| va'nın çirkin yerlerinin onlara görünmesidir. Âyet-i Celîlenin akışı bunu göstermektedir. «çirkin» diye tefsir ettiğimiz «sev'et», insanoğluna izafe olunduğunda bundan avret-i galizesi (Ön ve arkası) kast edilir. Çünkü bunların açığa çıkması insanoğlunun hoşuna gitmez. Çünkü insanoğlunda fitrî bir haya vardır. Fakat bu haya başkasına avretini göstere göstere ifsad da edilebilir. Ve onların arasından bu perde kalkabilir.
Şeytan vesvesesinde Hz. Adem ile Hz. Havva'ya «Rabbiniz siz melekler gibi olmayasınız veya ebedî yaşamayasınız diye bu ağaçtan yemeyi size yasaklamıştır» dedi. Yani melekler gibi meleklerin özelliklerinden olan kuvvet, uzun yaşamak, elem verici ve yorucu olan evrenin hadiselerinden etkilenmemek gibi özelliklere sahib olmayasınız diye size bu ağaçtan yememenizi söylemiştir. Veya | cennette ebedî kalıcı, cennette hiçbir zaman ölmeyenlerden olmayasınız diye ağaçtan yemenizi yasaklamıştır.
Şeytan, Hz. Adem ile Havva'ya şu vehmi verdi: Bu ağaçtan yemek, yiyenlere meleklerin sıfatını ve özelliklerini verir. Hayatta ebedî kalmayı sağlar.
Tefsir alimleri, bu âyetle meleklerin Hz. Adem'den üstün olduğuna dair istidlal etmişlerdir. Bazıları —daha önce de belirttiğimiz gibi «Buradaki melekler, göklerin, kürsinin, arşın, büyük ve mukarrer melekleridir. Yeryüzünün emirlerini tedbir etmekle görevli olan melekler değildir» dediler.
Onların Hz. Adem'e secde etmelerinin manası, Cenab-ı Hakk, Hz. Adem cinsine yeryüzünün bütün kuvvetleriyle ve bütün alemleri musahhar kılmıştır.
Fahreddin Râzî, bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: «Bu âyet, Hz. Adem'e secde eden meleklerin sadece yeryüzündeki melekler olduğunun delillerindendir.»
Şeyh Muhyiddin bin Arabi; bütün meleklerin Hz. Adem'e secde etmediğine delil olarak Cenab-ı Hakk'ın Hicr Sûresi'nde belirtildiği gibi İblis'e «Sen gurura mı kapıldın, Yoksa yücelerden mi oldun?» demesidir. Yani bu ayet delalet eder ki o yüceler, meleklerin havassmdan (seçkinlerinden)dirler.
Şeytan, Hz. Adem ile Havva'ya, bu sözleri söyledikten sonra onlara sözünde nasihatçı olduğunu yemin etmek suretiyle doğrulamaya çalıştı. Çünkü Cenab-ı Hakk, Hz. Adem'le Hz. Havva'ya şeytanın onlara düşman olduğunu daha önce haber vermişti.
Şeytan onlara: «Kuşkusuz ben ikiniz için nasihat edenlerdenim» diye yemin etti...
Bu Âyet-i Celîlede kâseme yerine keseme tâbiri kullanılmıştır. Oysa «Kâseme» müşareket bacındandır. Yani o, Hz. Adem ile Havva'ya, onlar da, ona yemin ettiler manasını ifade eder.
Tefsir âlimleri, bu sigada iki görüş ileri sürmüşlerdir:
Birinci görüşe göre, müşareket sigası, müfred için gelmiştir. Çünkü Arap kelamında müşareket sığası mufred için geliyor. Bu takdire binaen âyetin manası: «Onlara yemin etti» demektir.
İkinci görüşe göre, kâseme müşareket içindir. Yani şeytan, Hz. Adem ile Hz. Havva'ya nasihatçı olduğunu yemin ile isbata çalıştı. Onlar da «nasihatini kabul edeceğiz diye yemin ettiler» demektir.
Bazı müfessirler de, Hz. Âdem ile Hz. Havva, şeytandan yemin etmesini istediklerinden dolayı, sanki onlar da ona yemin etmişler, onun için müşareket sigası kullanılmıştır dediler. Fakat böyle bir tefsir ancak Resûl-i Ekrem'den nafcledilirse kabul edilir.
(22) «Şeytan onların ikisini aldatarak indirdi...»
Bu Âyet-i Celîle şunu ifade eder : Şeytan onları ağaçtan yemeye teşvik etmek suretiyle tedrici bir şekilde aldattı. «Ben size nasihat ediciyim» diye yemin etmek onları aldattı ve onların üzerinde bulundukları fıtrat selametinden onları düşürdü. Âyet-i Celîledeki «gurur» kelimesi, aldatmak, bâtıl ile aldanmak demektir. «Ğurre» veya «ğarare» kökünden gelir. İkisi de, gaflet ve denemesiz manasınadır. [27]
Âyetlerin zahirinden anlaşılan şudur: Hz. Adem ile Hz. Havva İblis'in yeminine aldandılar. Onun yeminini duyduktan sonra sözünün doğru olduğunu sandılar. Çünkü onlar, hiç kimse yalan yere Allah adına yemin etmez kanaatini taşıyorlardı.
Bazı tefsir alimleri; Hz. Adem ile Hz. Havva'nın şeytanı tasdik etmeleri iddiası çirkin bir iddiadır demişlerdir. Böyle bir şeyin onların ikisinden sadır olması pek ağırdır. Ve bu müfessir İb-lis'i tasdik etmek küfrü gerektirir diye iddia etmiştir. Bu tefsirci-ler; onların aldanmaları şehvetin süslü-püslü olarak onlara gösterilmesiyle olmuştur. Çünkü denemek sevgisi, beşerin tabiatm-dandır. Bilinmeyeni keşfetmek, menedilene rağbet göstermek, beşerin fıtratı gereğidir. İşte şeytanın vesvesesi bu tabii şehvetlerin akışına üfürücü olarak geldi. Bunları nefiste kabartmaya vesile oldu. Tâ ki Hz. Âdem, Rabbine vermiş olduğu ahdi unuttu. Hanımına uymaktan kendisini çevirecek azmi de yokoldu. Nitekim Cenab-ı Hakk, Tana Sûresi'nde: «And olsun biz bundan önce Hz. Adem'e ahd vermiştik. Fakat o unutuverdi. Biz onda bir kararlılık bulmadık.» buyurmuştur.
Mümin bir insan, Allah adına yemin edildi mi aldanır. Yani inanır, yemin eden aldatmak istiyorsa aldatır.
Katade, bu âyetin tefsirinde şunu söylüyor: «İblis, Allah adına yemin etti ki, ben aranızda yaratılmışımdır. İkinizden daha fazla bu işleri biliyorum. Bana tâbi olunuz. İkinizi de irşad edeyim!»
Ehli ilimden bazıları «Kim ki Allah adıyla bizi kandırmaya çalışırsa, biz kandınlıveririz (kanarız)» demiştir.
Bu âyetlerle ilgili olarak Fahreddin Râzi bazı sualler ve ce-vablar getiriyor:
Birinci sual: Hz. Adem cennette idi. İblis de cennetten çıkartılmıştı. İblis Adem'in kalbine nasıl vesvese verdi?
Cevab : Hasan Basri buyurmuştur ki, İblis yeryüzünde durur, gökte vesvese yapardı. İblis'in cennette vesvese vermesi, Cenab-ı Hakk'ın, îblis'te yaratmış olduğu kuvvet sayesindedir.
Ebu Müslim el-îsfehani; İblis ile Hz. Adem ikisi de cennette idiler. Çünkü bu cennet yeryüzündeki cennetlerden birisidir. Yani yeryüzündeki bahçelerden veya ormanlardan birisidir, der.
Bazı kimselerin «İblis yılanın içine girdi. Yılan İblis'i böylece cennete götürdü» diye rivayet ettikleri ise, karmakarışık bir kıssadır, meşhurdur. Bazıları da Hz. Adem ile Hz. Havva, çoğu zaman cennetin kapısına yaklaşıyorlardı. İblis de cennetin haricinde, kapıya yakın bir yerde duruyordu. O, onlardan birisine yaklaşıyordu ve vesvese veriyordu...
İkinci sual: Hz. Adem (A.S.), İblisle arasındaki düşmanlığı bildiği halde nasıl îblis'in sözünü kabul etti?
Cevab : İblis, Hz. Adem ile birçok defa biraraya gelmiştir ve birçok yoldan onu ağaçtan yemeye teşvik etmiştir. Daimî bir şekilde bunu yaptığından dolayı konuşması Hz. Adem'de etki yapmıştır.
Üçüncü sual: Âyet-i Celîlede niçin «Şeytan onların ikisine vesvese verdi» deniliyor.
Cevab : Ona vesvese verdi demek, onun için vesveseyi işledi demektir.
Dördüncü sual: Bu Âyet-i Celile keşf-i avretin münkerat (çirkinler) tan olduğuna delalet eder. Çünkü keşf-i avretin münker olması, daimi bir şekilde tabiatlarda kabih ve çirkindir.
Beşinci sual: İblis, Hz. Adem'i, ağaçtan yediği takdirde melek olmaya nasıl özendirdi? Oysa Adem meleklerin mütevazi olduklarım ve kendisine secde ettiklerini (faziletini itiraf ettiklerini), müşahede ediyordu.
Bu sualin cevabı: Bu mana, Hz. Adem'e secde eden meleklerin yeryüzündeki melekler olduğuna delalet eden manalardan birisidir. Göklerdeki melek, arşın sakinleri, kürsinin sakinleri ve mukarreb melekler Hz. Adem'e secde etmemişlerdir. Eğer Hz. Adem'e secde etseydiler o zaman Hz. Adem'in bu tamaı (isteği) fasid olurdu.
İkinci cevab : El-Vahidî bazılarından nakletti: Hz. Adem meleklerin kıyamete kadar ölmeyeceklerini biliyordu. Fakat nefsi için böyle bir şey bilmiyordu. İblis, yaşamak hususunda melek gibi olmayı ona arzetti.
Altıncı sual: Bu Âyet-i Celile, meleklerin derecesinin nübüvvet derecesinden daha kâmil ve daha efzal olduğuna delalet eder mi?
Cevab: Eğer Hz. Adem ile îblis arasındaki bu hâdise, Hz. Âdem'in peygamberliğinden önce olmuş ise, âyet böyle bir şeye delalet etmez. Çünkü Hz. Adem meleklerin derecesine ulaşmak istediği zaman, peygamberlerden değildi.
ikinci cevab: Eğer bu hâdisenin peygamberlik zamanında cereyan etmiş olduğu kabul edilirse, o zaman, belki Hz. Adem, kudret, kuvvet, şiddette veya zatının yaratılışında melekler gibi olmayı arzuladı. Yani nuranî bir cevher olmak hususunda, arş ve kürsinin sakinlerinden olmak hususunda melek gibi olmak istedi.
Yedinci sual: Cenab-ı Hakk,«o ağaçtan tattıkları zaman» bu-yürüyor. Bu, delalet eder ki, onlar ağaçtan az bir şey almışlardı. Onun tadını bilmek için ondan almışlardı. Eğer Cenab-ı Hakk, başka bir âyette onların o ağaçtan yediklerini söylemeseydi bu âyette bulunan tatmak, yediklerine delalet etmezdi. Çünkü tadan bazan yemeksizin tadıyor.
Sonra Cenab-ı Hakk, «Avret yerleri kendilerine göründü» buyurdu. Yani avretleri ortaya çıktı, nur kendilerinden zail oldu ve ikisi de cennetin yaprağını diğer yaprağın üzerine koymak suretiyle avretlerinin üzerine örterlerdi. Bu da, avreti açmanın, çirkinliğinin Hz. Adem (A.S.) in döneminden kalma olduğuna delalet eder.
Ata, Cenab-ı Hakk, «Ey Âdem! Benden kaçıyor musun?» diye çağırdı. Hz. Adem, «hayır yâ Rabb, senden haya ediyorum. Hiç kimsenin yalan yere senin isminle yemin edeceğini sanmıyordum» der.
Sonra Hz. Adem'in Rabbi Hz. Adem'e seslendi: «Seni kudretimle yaratmadım mı? Sana ruhumdan üfürmedim mi? Meleklerimi sana secde ettirmedim mi? Cennetimde komşuluğumda seni durdurmadım mı? Ve ikinize 'Şeytan size apaçık bir düşmandır' demedim mi?»
îbn Abbas, «apaçık düşmanlıktan, maksad, düşmanlığının açık ve ortada olduğudur» diyor. Çünkü secde etmedi.
«And olsun, onları sapıklığa düşürmek için senin dosdoğru yolunda oturacağım,» dedi.
Said bin Cubeyr, İbni Abbastan rivayet ediyor :
Adem'e yasaklanan ağaç, başaktı. Ondan yedikleri zaman çirkin yerleri kendilerine göründü. Çirkin yerlerini daha önce kendilerine kapatan şey tırnaklarıydı. Cennetin yapraklarını üst üste koyup kendilerini örtmeye başladılar. Yani incir yapraklarını birbirine yapıştırıyorlar, avretlerinin üzerlerine koyuyorlardı.
Hz. Adem (A.S.) cennetten kaçmaya başladı. Onun basma bir ağaç takıldı. Cenab-ı Hakk, «Ey Adem! Benden mi kaçıyorsun?» buyurdu. Hz. Adem, «Hayır! Fakat ey Rabbim! Senden utanıyorum» dedi. Cenab-ı Hakk, «Sana cennette verdiğim ,sana helâl kıldığım, senin için haram kıldığımızın yerini tutmuyor muydu?» dedi.
Hz. Adem, «Evet, ey Rabbim! Lâkin senin izzetine yemin ederim ki, ben bir kimsenin yalandan senin adınla yemin edeceğini sanmıyordum.»
îşte onların ikisine «Ben, sizler için nasihat edenlerdenim diye yemin etti» şeklindeki âyetin manası budur. Cenab-ı Hakk,«/2-zetime yemin ederim. Seni yeryüzüne indireceğim. Sonra sen maişeti yorulmadan elde etmeyeceksin» dedi.
tbn Abbas diyor ki: Hz. Adem o zaman cennetten indirildi.
Hz. Adem ile Havva bol bol cennetten yerlerdi. Artık bol olmayan bir yemek ve içmeye indirildiler. Hz. Adem demircilik sanatını öğrendi ve çift sürmekle emrolundu. Böylece ekti, nadas etti, sonra suladı. Yetişince biçti, sonra harman yaptı, sonra savurdu. Sorira öğüttü. Sonra hamur yaptı. Sonra ekmek yaptı. Sonra yedi. Yani bu zahmet ve meşakketlerden geçmeden Önce ekmeği elde edemedi.»
Said bin Cübeyr, İbni Abbas'tan rivayet ediyor:
Avretlerinin üzerine koydukları yapraklar, incir yaprakları idi.
Mücahid «O yapraklan, elbiseler gibi yapıp giyiyorlardı)} dedi.
Vehb bin.Münebbih «Hz. Adem ile Hz. Havva'nın elbisesi avret yerlerini örten bir nurdu. İkisinin de avreti görünmüyordu. Ağaçtan yedikleri zaman avretleri kendilerine göründü» diyor.
Hadisi, İbn Cerir «Sahih» bir senedle rivayet etmiştir. Abdurrezzak, Ma'mer'den, o da Katade'den rivayet etti:
Hz. Adem:
— Ey Babbim! Acaba benim tevbe etmeme, af talebinde bulunmama izin verilir mi? diye sordu. Cenab-ı Hakk :
— «O zaman seni cennetime dahil edeceğim» dedi,
îblise gelince, o tevbeyi istemedi. Cenab-ı Hakk'dan kendisine mühlet verilmesini istedi. Her ikisinin de istedikleri kendilerine verildi.
îbn Cerir, Said bin Cubeyr ve îbn Abbas tarikiyle rivayet ediyor :
Hz. Adem belli ağaçtan yediği zaman ona soruldu.
— Niçin sana yasakladığım ağaçtan yedin? Hz. Adem:
— «Bana Hz. Havva emretti» cevabını verince Genab-ı Hakk :
— «Ben Havva'ya gebe kalmayı da, doğum yapmayı da zahmetli kıldım» dedi.
Râvi:
Hz. Havva o zaman inledi, diyor.
Hz. Havva'ya:
Bu inleme senin ve senin çocuklarının üzerine olsun, denildi. [28]
(23) İkisi: «Ey Rabbimiz! Nefislerimize zulmettik...»
«îkisi»nden maksad, Adem ile Havva'dır. «Nemislerimize zulmettik...» sözü günâh ile nefislerimize zarar verdik demektir. Cennetten onun çıkarılmasına vesile olan işi yaratmak suretiyle na-| sibini eksilttik. Eğer bundan ötürü cezayı vermeksizin bizi affetmezsen, bizden razı olmak suretiyle bize merhamet etmezsen kesinlikle biz zarar edenlerden oluruz.
Bu Ayet-i Celîlede, büyük günâhlardan sakınmakla beraber Allah'ın küçük günâhlar için de kullarına ceza verebileceğine dair bir delil vardır.
Mutezile «Büyük günahlardan sakındıktan sonra küçük günahların keffaretlendirilmesi vacibtir, kul onlar için tevbe etme-b, se bile» dediler.
Burada Hz. Âdem ile Havva'nın sözü salih ve veli kullarının
âdeti üzerine cari olmuştur. Çünkü onlar günahların küçüğünü büyük, ibadetlerin büyüğünü küçük sayıyorlar. Binaenaleyh Âdem ile Havva'nın böyle demeleri, onların affolunmalarına ters düşmez.
Ehli sünnetin birçoğu «Bu, nefsini düşürmek kabilinden olan bir şeydir, çünkü Âdem ile Havva'dan vaki olan bir nisyandan Ötürüdür. Bu vaki olanın beraberinde ne büyük, ne de küçük günâh yoktur» der. [29]
(23) İkisi: «Ey Rabbimiz! Nefislerimize zulmettik. Eğer günahımızı affedip bize merhamet etmezsen, muhakkak ki, zarar edenlerden oluruz,» dediler.
(24) Allah, «bazınız diğerine düşman olarak buradan ininiz. Sizin için yeryüzünde bir vakte kadar istikrar yeri ve nimetlerden tatmak vardır» dedi.
(25) Allah: «Orada yaşar, orada ölür ve oradan çıkartılacaksınız», dedi.
(26) Ey Adenıoğullan! Çirkinlerinizi örten elbiseyi ve süsü indirdik (yarattık). Takva (Allah korkusu) elbisesi, daha hayırlıdır. Bu ihsan Allah'ın ayetlerindendir. Umulur ki, hatırlamış olsunlar.»
(27) «Ey Ademoğulları! Şeytan ebeveyninizin çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyduğu ve kendilerini cennetten çıkardığı gibi, sizi fitnesiyle iğfal etmesin. Şeytan ve kabilesi onları görmeyeceğiniz yerden sizi görürler. Muhakkak ki biz şeytanları iman etmeyenlere dostlar kıldık.»
(28) Ne zaman bir fenalık yaparlarsa, «Bunun üzerinde atalarımızı bulduk ve Allah bunu yapmayı bize emretti» derler. De ki: «Kesinlikle Allah fahişeliği (fenalığı) emretmez. Acaba bilmediğinizi Allah'ın kesesinden mi söylüyorsunuz?»
(29) De ki: «Rabbim bana adaleti emretti. Her secdegâhın ya-nında yüzlerinizi doğrultunuz. Dinde ihlaslılar olarak onu çağırınız. Başlangıçta sizi yarattığı gibi, döneceksiniz.»
(30) Allah bir kısmına hidayet etti. Bir kısmı da sapıklığı haketti. Çünkü Allah'ı bırakıp şeytanları dostlar edindiler. Kesinlikle kendilerini hidayete kavuşmuş sanıyorlar...
«îmamiler, ağaçtan yemeye yönelmek küçük günâhtır. Ve Hz. Âdem (AS) in peygamberliğinden öncedir. Çünkü peygamberlerin, peygamberlik geldikten sonra ne büyük, ne de küçük günâhları işlemeleri mümkün olamaz!» diye iddia ettiler.
Cenab-ı Hakk, «(24) Oradan ininiz» dedi. Seleften birçok kimseler «Bu hitab, Hz. Adem, Hz. Havva ve İblis'edir» dedi. Adem ile Havva'ya bağlı olarak İblis'e oradan inme emri tekrar edildi. Bu da, işaret eder ki, İblis dünyada Adem ve Havva'nın cinsinden aynlmaz. Veya Cenab-ı Hakk, herbirisine ayrı ayrı emretmiş, fakat bu Âyet-i Celîle ise, bilmana olarak o emirleri naklediyor.
El-Ferra, bu hitabın Âdem ile Havva ve zürriyetlerine ait olduğu fikrini tercih etmiştir. Fakat bu tercihte madum (yani mevcut olmayanla hitab etmek vardır
Bazı tefsirdiler «Bu hitâb, sadece Hz. Adem ile Havva'yadır.» Çünkü Cenab-ı Hakk, başka bir âyette tesniye zamiriyle «İkiniz birden (hepiniz) oradan ininiz.» [Taha : 123] buyuruyor. Burada ise tesniye zamiri değil de, cem'i zamirinin getirilmesi, Hz. Âdem ile Havva'nın beşerin kökü olmalarındandır. Sanki onlar beşerin tâ kendisidirler.» dedi.
Bazı tefsirciler de «Bu hitab; Hz. Adem, Hz. Havva, İblis ve yılanadır», demişlerdir.
El-Echuri, Hüccetü'l-îslâm el-Gazali'den rivayet ediyor:
Hz. Adem (AS) ağaçtan yediği zaman, posaları (fuzuliyatı) dışarı çıkarmak için midesi harekete geçti. Böyle bir özellik, cennetin diğer yemeklerinde yok idi. Ancak o ağaçta vardı. Bunun için de Cenab-ı Hakk, Hz. Adem'i o ağaçtan yemekten menetmiştir. Hz. Adem cennette gezmeye başladı. Cenab-ı Hakk, bir meleğe emretti. Melek Hz. Adem'e hitaben:
— Sen ne istiyorsun ey Adem? dedi. Hz. Adem:
—: «Karmmdaki eziyyeti bırakmak istiyorum» dedi. Melek:
— Sen o pisliği nereye bırakacaksın? Fersin üzerine mi? Sergilerin üzerine mi? Nehirlere mi? Ağaçların gölgeliklerine mi? Acaba burada bu pisliğe elverişli olan bir mekân bulabilir misin?
Melek bunu dedikten sonra cennetten inme emrini tebliğ etti.
Âlûsi, Gazali'den bunu naklettikten sonra «Ben bu haberin herhangi bir sıhhatini görmüyorum» dedi. Ve devamla Muhammed bin Kaystan rivayet edilen şu haber de bunun benzeridir dedi.
Hz. Adem ağaçtan yediği zaman Rabbi ona:
— Niçin o ağaçtan yedin?» Halbuki «onu sana yasaklamıştım.» Hz. Adem de «Bana Hz. Havva yedirdi» dedi. Cenab-ı Hakk, Havva'dan:
— Sen niçin Adem'e onu yedirdin? diye sordu. Hz. Havva:
— Bana yılan emretti, dedi. Cenab-ı Hakk, bu sefer yılana :
— Niçin Havva'ya bunu emrettin, dedi. Yüan:
— İblis bana emretti deyince, Genab-ı Hakk:
— Sana gelince ey Havva! «Ağacı kanattığın gibi her ay senden kan akıttıracağım. Sana gelince ey yılan, senin iki ayağını keseceğim. Sen yüzünün üzerinde yürüyeceksin ve seninle karşı karr şıya gelen herkes senin yüzünü yaralayacaktır. Sana gelince ey İblis, sen lânetlisin.»
(24) «Sizin için yeryüzünde bir vakte kadar istikrar yeri vardır...»
Bu Âyet-i Celîledeki «mustakarrın» kelimesi, ya mimli mastardır [30] veya ismi mekândır. İstikrar yeri veya istikrar manasını ifade eder. Bu müstakâr kelimesinin ismi mef'ul olması da caizdir. Yani mülkünüzün üzerinde istikrar ettiği ve sızın için kendisinde tasarruf etmek mümkün olduğu bir yeri kılacağım. Fakat ismi meful oluşu, zahirin aksinedir. Ve hazfu-isale [31] ihtiyaç vardır.
(24) «Ve orada sizin için bir zamana kadar tatmak da vardır...»
Yani Ölüm zamanına kadar. Bazıları; kıyamete kadar demişler ve kabirdeki duruşu da yerden lezzetlenmek olarak kabul etmislerdir. Cenab-ı Hakk :
(25) «Orada yaşar, orada ölür ve oradan çıkartılacaksınız dedi...»
Bu âyetin izahı: .
Yani kıyamet gününde kabirlerden gönderildiğiniz an oradan çıkartılacaksınız. Kendisinden yaratılmış olduğunuz bu toprakta sizin için takdir edilen bir müddeti yaşayacaksınız. Veya cinsinizin tamamına takdir edilmiş olan zamanı (müddeti) yaşayacaksınız demektir. Eceliniz sona erdikten sonra orada öleceksiniz. Hepinizin ölümünden sonra oradan çıkartılacaksınız. Yani yaratan kıyamet gününde sizi hasretmeyi irade ettiği zaman, çıkartılacaksınız. Çünkü Cenab-ı Hakk, Tana Sûresinde «O topraktan sisi yarattık, o toprağa sizi gönderdik ve o topraktan ikinci bir kez sisi çıkartacağız» buyuruyor.
İbn Kesir:
«Tefsirciler Hz. Adem nereye, Hz. Havva nereye ve yılan nereye indirmiştir? diye birtakım mekânlar belirtmişlerdir. Tefsir-cileritt dayandıkları haberler İsrailiyyata dönüştüğü gibi, sıhhati ancak Rabbimizce iyi bilindiği için onlardan kaçınmak gerek. Eğer Hz. Adem'in ve Hz. Havva'nın düştüğü yerin tayininde, mükelleflere din ve dünyaları için bir yaran olsaydı, mutlaka Cenab-ı Hakk, kitabında Resûlüllah'a bu haberleri zikredecekti» diyor.
El-Menar, «Bu kıssadaki müşkitatlar» başlığı altında şunları söylüyor:
Hz. Adem ilk yaratıldığı zaman, bütün ulemamn ittifakıyla gönderilmiş bir peygamber değildi. Zaten peygamberliğe o dönemde ihtiyaç da yoktu. Peygamberler hakkında varid olan âyetler ve sarih hadislerin bir kısmından zahir olan husus Hz. Âdem (A.S.)nin Resul olmadığıdır. Yani Nebidir. Fakat, Resul değildir. Resûlüllerin ilki Hz. Nuh'tur. Peygamberlerin hem peygamberlikten önce/hem peygamberlikten sonra RESUL olmaları iddiası ancak bazı rafizilerden nakledilmiştir.
EI-Menar devamla «Biz buraya gelen rivayetlerden, o meşhur reylerden herhangi birisini kaydetmedik. Çünkü ne Allah'ın (C.C.) ne de peygamberlerin kavlinde onlara delalet eden herhangi bir delil yoktur, Cenab-ı Hakk'ın yaratışmdaki kanununda da herhangi bir delil yoktur. Çünkü burada varid olanların hepsi veya ekserisi israilîyattandır. Onlara pek güvenilmez. Tefsircilerin çoğu onları nakletmek suretiyle yanılmışlardır. Mesela : yılan meselesi, İblis'in cennete girme meselesi, İblis ile Havva'nın arasında geçen konuşmalar gibi...
Hz. Adem (A.S.)in kıssasında gelen îsrailiyyat hakkında bir görüş:
İsrailiyyatı dileyen (isteyen) bir kimse, ehli kitabın katında muttefekûn aleyh olana müracaat etsin. Tâ ki bizim katımızdaki kıssa ile onların katındaki kıssa arasındaki fark görülsün, Tek-vin'in üçüncü faslında hülasa olarak şöyle demliyor :
Yılan yeryüzünün en hilekâr hayvanı idi. Rabbin söylediği gibi «Sen ve kocan ağaçtan yediğiniz takdirde ölmeyeceksiniz.» Diğer mabudiar gibi olursunuz. Hayr ve şerri bileceksiniz. O ağacı güzel, tatlı yiyişli, güzel manzaralı, nefse hoş gelir gördü ve ondan yedi. Kocası da yedi. Bunun üzerine ikisinin gözleri açıldı. îkisi de çıplak olduklarım anladılar. Nefisleri için incir yaprağından peş-temallar diktiler. Mabud olan Rabbin sesini işittiler. O cennete gidiyordu. Ağaçlar arasında onun gözünden gizlenmeye çalıştılar. Rabb, Hz. Adem'e seslendi. Hz. Adem, gizlenmesinden ötürü özür diledi. Çünkü çıplaktı. Rabb ona :
— Senin çıplak olduğunu kim sana bildirmiştir? Sen ağaçtan yedin mi?» diye sordu :
Hz. Adem Özür beyan ederek hanımı Hz. Havva'nın kendisine o ağaçtan yedirdiğini söyledi. Rab, Havva'dan sordu. O da yılanın kendisini aldattığı için özür diledi. Mabud olan Rabb yılandan sordu :
— Onu yaptığından dolayı bütün hayvanlar ve yeryüzünde yaşayan bütün vahşiler arasında sen lanetlenmişsin. Karnının üzerinde yürüyeceksin. Hayatın boyunca toprak yiyeceksin. Seninle kadının arasında düşmanlık kılıyorum. Senin neslinle onun nesli arasında düşmanlık olacaktır. Onun nesli senin başını ezecektir. Sen de onun topuğundan tutmayı gözetleyeceksin.»
Kadına:
«O, gebe kalmasında, doğum elemlerinde birçok meşakkat görecektir. O, kocasına teslim olacak, kocası ona baş olacaktır» dedi.
Hz. Adem için:
Ondan ötürü yeryüzü lanetlenmiştir. O, meşakkatle, hayatı boyunca ancak bir şeyler yiyecektir. Yüzünün teriyle ancak bir ekmek yiyecektir. Kendisinden yaratıldığı toprağa dönüşünceye kadar bu hal devam edecektir» dedi.
Ve Rabb buyurdu: İşte Hz. Adem bizden herhangi birimiz gibi oldu. Hayır ve şerri biliyor. Şimdi umulur ki, o elini uzatsın, hayatın ağacından alsın ve ondan yesin, (son) zamana kadar diri kalsın.
Bunun üzerine mabud Rabb, Hz. Adem'i, Adn cennetinden çıkardı.
İşte görüldüğü gibi bu kıssada birtakım müşkülâtlar vardır. Ama Kur'an-ı Kerim'de varid olan şekilde herhangi bir müşkül yok. Hıristiyanlar da İblis'in yılanın ağzına girip cennete dahil olduğunu ve öylece tevessül edip Havva'yı aldattığım söylüyorlar.
Bazı müslüman alimler de, kitab ehlinden bunları nakletmiş-lerdir. Biz Kur'an'a muhalif düşen herhangi bir şeye 'güvenmeyiz. Sünnetin sahihine ters düşene itibar etmeyiz. Bunları bildikten sonra, Tefsir-i Bil-me'sur'de bu kıssanın tafsilatı hakkında varid olan hiçbir şey seni aldatmasın. Çünkü o tür tefsirin çoğu sıhhatli değildir. O da, hile için İslama girmiş Yahudi zın,dıklarindan alınmış tsrailiyyattandir.
Raviler, açıklamadan sahabi veya tabiinden kaynağı Israiliy-yat olan bir eseri naklederlerdi. Halk da bu rivayetlere aldanıp zannederler ki, onun peygambere yetişen merfu' bir aslı vardır. Çünkü böyle şeyler, kendiliğinden ve reyle söylenemez. Böylece halk bu tür eserleri, merfu'un hükmünü taşıyan mevkuf hadislerden sayarlar. Hatta rivayet ediliyor ki, İbni Abbas, bazı Yahudi hahamlarına yazıp Kur'an-ı Kerim'le gelen bazı şeyleri sordu. Tâ ki onların bu şeyler hakkındaki bilgisine de sahib oldu. Bazı müs-lümanlar, Allah'ın (C.C.) kelamına ve Resûlüllah'm sıhhatli hadislerine muhalefet etmediği takdirde kitabehlinden gelen yorumları, tasdik ederlerdi. Bunun yanında muhalefet eden rivayetleri de naklederlerdi. Bunun için o rivayetleri birbirinden ayırmak, ancak büyük âlimlerin işidir. Sünnete muttali, sünneti anlayan, Kur'an-ı hakkıyla anlayan alimler ancak ayırdedebilirler bunları. Böyle alimler de, ümmetin içinde azaldı. Böyle alimler azaldıkça Tefsir, Tarih ve Mev'ize kitablarıyla gelen İsrailiyyatın tamamını kabul ederek zikredenler çoğaldı. Halbuki Resul-i Ekrem, «Sakın onları ne doğrulayınız, ne de yalanlayınız Çünkü onlar kitabı tahrif etmişler, artırmışlar, eksiltmişler» buyuruyor. Cenab-ı Hakk da onlar hakkında buyurmuştur : «Onlar kitabtan bir nasibi almışlar. Kendilerine hatırlamak olandan da bir nasibi unutmuşlar.» Binaenaleyh biz rivayetlerini tasdik etmiyoruz. Çünkü mümkündür ki, o rivayet onların tahrif ettiklerinden olsun. Tekzib de etmiyoruz, zira mümkündür ki, o Allah (C.C.) tarafından onlara verilen na-sibten olsun. Ancak bizim sıhhatli kaynaklarımıza muhalif düşerse, o vakit tekzib ederiz.
Şeyhu'Mslâm İbn Teymiyye'nin tefsir konusunda bir kitabı vardır. îmam Süyûtî «El-îtkan» adlı kitabında tefsirciler ve tefsirdeki ihtilaflar hakkında o kitaptan uzun bir bahsi nakletmektedir. İmam Süyûtî «Bu kitab, nefis ve cidden emsalsiz bir kitab-tır» diyor. Bu kitabın bir faslı, ancak nakil yoluyla bilinen tefsir konusundadır. Bu iki kısımdır: Bir kısmı sahihini sahih olmaya- | nmdan ayırdetme imkânı vardır. Bir kısmı da böyle bir imkândan yoksundur. İşte bu ikinci kısma İsrailiyatlar dahildir. Şeyhu'l İslâm orada şunu söylüyor :
Tefsirin Resûl-i Ekrem'den sahih bir şekilde nakledilen kıs-mına gelince o tereddütsüz kabul edilir. Böyle olmayan yani Kâbu'1-Ahbar ve Vehb b. Münebbih gibi kitabehlinden müslüman olan zatlardan gelenler ise, onun ne tasdikinde ne de tekzibinde bulunmamak gerekir. Çünkü Cenab-ı Peygamber «Kitab ehli, size pi bir hadisi söylediği zaman ne onları tasdik, ne de tekzib ediniz» buyuruyor [32]
Tabiinlerden bazıları her ne kadar ehli kitabtan aldığını soylemese de onun rivayetleri bu kabildendir. Tabiinler, ihtilâfa düştüklerinde, bazılarının sözü diğerinin üzerine hüccet olamaz. Sa- & hih bir şekilde sahabeden nakledilen kısma gelince, nefis bunu tabiin yoluyla gelenden daha tatminkâr buluyor. Çünkü sahabi için Resûlüllah'tan dinleme ihtimali veya Resûlüllah'tan dinleyenlerden dinleme ihtimali daha kuvvetlidir. Bir de sahabelerin ehli İ kitabtan nakli, tabiinin naklinden daha azdır. Sahabi kesin olarak ü bir şeyi söylerse, bunu ehli kitabtan almıştır, denilemez. Çünkü Resul-i Ekrem onları tasdik etmekten sahabileri menetmiştir.
O kısım ki sahihinin bilinmesi mümkün olan kısma gelince pek çoktur. Her ne kadar İmam Ahmed, «Büyük Savaşlar ve Gazilerin menkibeleri(hakkında gelen rivayetlerin aslı yoktur)» demiş ise de. İmam Ahmed'in bunu söylemesi bu üç konunun ekserisinin mürsel hadislerle gelmiş olmasmdan kaynaklanıyor [33]
(26) «Ey Adem oğullan! çirkinliklerinizi örten elbiseyi ve süsü indirdik (yarattık). Takva (Allah korkusu) elbisesi daha hayırlıdır...»
Bu âyetin izahı:
Alusi «Bu hitab bütün insanlaradır» diyor. Ve bu Âyet-i Ce-lîle, torunların da babalarına yapılan vakfın hükmüne girmiş olduklarının delilidir.
«Sizin üzerinize libas indirdik». Yani sizin için elbiseyi yarattık demektir. Tabiî bu da yağmur gibi gökten (gök tarafından) inen sebeblerle yaratılmıştır. Yağmur iner, onunla pamuk biter. Ondan elbise yapılır. Sanki inen yağmurun mahsulü olan pamuktan yapılan elbiseyi Cenab-ı Hakk, indirmiş gibi oluyor. Hasan Basri bu te'vili söyledi.
Ebu Müslim «Âyetin manası; bunu size verdik, size hibe ettik» demektir diyor.
Cenab-ı Hakk'm kuluna verdiği her şey, Allah (C.C.) tarafından o kul üzerine indirilmiştir. İndirmek için yükseklik veya alçaklık burada bahis konusu değildir. Belki bu tabir, tazim yerine geçiyor. Mesela : «Ben ihtiyacımı falan adamın yanına ilettim. Hadisemi Emire yükseltip- götürdüm» diyorsun. Halbuki orada alçaktan yükseğe nakledilmiş diye bir şey yoktur. Fakat burada tazim meselesi vardır.
Bazı tefsirciler âyetin manası: «Sizin için buna hükmettik» demektir diyor. Yani onu taksim ettik, ona hükmettik, demektir. Cenab-ı Hakk'm taksimi gökten inmekle vasıflanıyor. Çünkü «levhu'l-mahfuz»da yazılıdır.
El-Cübbai «burada kelam hakikati üzerindedir» dedikten sonra Adem ile Havva cennetten indikleri zaman elbise de onlarla beraber indirilmiştir diye ilâve ediyor. Fakat Alûsi «Cübbai'nin te' vilini destekleyecek bir nakle rastlamadık» diyor. Ancak İbn Asa-kir zayıf b.r senedle Enes'ten şunu rivayet ediyor : Adem ve Havva cennetten üryan olarak indirildiler. Onların üzerinde cennetin yapraklan vardı. Hz. Adem'e hararet isabet etti. Oturdu, ağladı. Hz. Havva'ya:
— «Ey Havva! Hararet bana eziyyet etti, dedi. Cebrail (A.S.) ona pamuk getirdi. Havva'dan eğirmesini istedi ve eğirmeyi de Havva'ya öğretti. Hz. Adem'e dokumacılık öğrenmesini emretti» dedi...
Başka bir haberde «Adem (A.S.) indi. Beraberinde tohumlar vardı. İblis elini tohumların üzerine koydu. Elinin isabet ettiği yerden bir fayda gelmedi.»
İbn Münzir'in İbn Cüreyc'ten rivayet ettiği diğer bir hadiste «Adem'le beraber, cennetten sekiz çift indirildi. Develerden, sığırlardan, koyunlardan, keçilerden, sapan, sanatçıların aletleri, çuval, örs, sindan, kerpeten, üzüm ve reyhanın tohumlan veya fideleri.»
Bütün bu rivayetler hakkındaki zayıflık bir tarafa atılsa dahi iddia edilen üzerine delalet etmezler. Bunların bazılarında her ne kadar Örtenin başlangıç maddeleri varsa da, iddia edileni tesbite elverişli değildirler.
Bu âyetin nüzul sebebini şöyle rivayet ediyorlar: Araplar peygamber gelmezden önce üryan olarak Kâbeyi tavaf ederlerdi.«Allah'a isyan ettiğimiz elbiseler içinde tavaf etmeyiz» derlerdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk, bu âyeti indirdi. Hz. Adem'in kıssasının bu duruma karşı indirilmesi işaret eder ki, avretin açılması insanoğluna şeytan tarafından isabet ettirilen ilk felakettir. Şeytan insanoğlunun ilk babası Hz. Adem ve annesi Hz. Havva'yı kandırdığı gibi, kandırmaya çalışır ve birçoklarını da kandırmıştır.
Bu âyetteki «RİŞ» kelimesi kusun kanadındaki tüy demektir. Burada ziynet manasına kullanılmıştır. Yani Cenab-ı Hakk, «iki elbise yarattık. Birisi avretlerinizi Örten elbise, birisi de süs elbi-sesidir» der. Böylece «RÎŞ» kelimesi sıfat olur, mevsufu olan libas kelimesi de hazf edilmiş olur. Riş'i ziynet ile tefsir etmek îbn Zeyd'den rivayet edilmiştir.
îbn Abbas, Mücahid ve Süddi «RÎŞ»ten maksad maldır. Çünkü «tereyyeşer - recülü» (kişinin kanadı tüylendi) mal edindi manasım ifade eder» dediler.
Ahfaş «Bolluk ve maişet demektir» dedi.
Et-Tıbrisî «Muhtaç olunan şeyleri derlemektir» dedi. Hz. Osman «RÎŞ» kelimesini «riyaşan» şeklinde okumuştur.
«Takva libası»na gelince, salih amel demektir. Nitekim İbn Abbas ve Urve bin Zübeyr'den rivayet edildiğine göre, Allah korkusu demektir. Hasan Basri'ye göre «haya» demektir. Katade veya Süddi'ye göre iman demektir. Veya harpte giyilen elbise, başa geçirilen miğfer ve harp aletleri demektir. Zira insan, onlar vasıtasıyla düşmanlardan korunur. Nitekim bu durum Ali bin Hüseyin'in oğlu Zeyd'den rivayet edilmiştir. Ebu Müslim de bu tefsiri seçmiştir. Veya burada takva libası, hacc menasıkında, hacc yaparken, hacc'ın ibadetlerinde giyilen elbise demektir. Yünlü elbiseler gibi tevazu elbisesidir. El-Cübbai bunu kabul etmiştir [34]
Hülasa: Birinci elbise, zaruri elbiselerdir. Riş'ten kastedilen elbise ise, zaruriden fazla olan elbiselerdir.
İbn Cerir «RÎŞ Arap kelamında evin sergileri, eve konulan zaruri süs eşyası demektir. Aynı zamanda üste giyilen elbiselere de denir» diyor.
İmam Ahmed, Zeyd bin Harun'dan, o da Esbağ'dan, o da Ebu'1-Ulâ Es-Şamî'den rivayet ediyor :
Ebu-Umame yeni bir elbise giydi. Elbise onun gırtlağına kadar yetişince «Hamd o Allah'a olsun ki, bana avretimi kapatacak ve bedenime süs olacak bir «RÎŞ» (elbise) giydirdi» dedikten sonra, ben Ömer bin Hattab'tan dinledim: «Allah'ın Resulü, kim ki, bir elbiseyi iyi görüp giyerse ve o elbise boynuna yetiştiği zaman 'Hamd o Allaha ki avretimi kapatan ve hayatımda süs 6lan elbiseyi bana giydirdi' dedikten sonra eski elbisesini sadaka olarak verirse, o kimse hem hayatında hem de ölümünde Allah'ın zimmetinde, Allah'ın komşuluğunda, ve himayesinde olmuş olur.»
Hadisi Tirmizi, İbn Mace, Yezid bin Harun tarikiyle Esbağ' dan o da İbn Zeydi el-Cehemî'den rivayet etmiştir. İhya bin Muin ve başka bir muhaddis bu zat için «Mevsuktur» demişlerdir. Fakat şeyhi Ebu'1-Ulâ Es-Şami bilinmemektedir. Ancak bu hadisle biliniyor. Fakat hiç kimse bu hadisi istihraç etmemiştir [35]
İmam Ahmed, Muhammed bin Ubeyd'den, o Muhtar bin Na-fi'den, o Ebi Metar'dan rivayet ediyor: Hz. Ali'nin genç bir tüccara gelip üç dirhemle bir iç gömlek aldığını ve o iç gömleğinin ebilekleriyle ayak bilekleri arasındaki bütün bedeni kapattığını gördüm. O da gömleği giydiği zaman «Hamd o Allah'a olsun ki (Riş' (elbise) den bana insanlar arasında süsleneceğim bir şeyi ve avretimi kapatacağım bir elbiseyi rızik olarak vermiştir» dedi. Hz. Ali'den soruldu:
«Bunu sen kendiliğinden mi söylüyorsun, yoksa Resûlüllah' tan mı dinledin?»
Buyurdu : «Bu bir şeydir ki, ben Resûlüllah'tan dinledim. Elbise giydiği zaman «Hamd o Allah'a olsun ki, bana Riş'ten rızik olarak halk arasında süslendiğim ve kendisiyle avretimi kapattığım bir elbiseyi vermiştir» diyordu.
îkrime «Takva libası; kıyamet gününde muttakilerin giydiği elbisedir» dedi.
Zeyd bin Ali, Katade, Süddi, İbn Cüreyc «Takva elbisesi imandır» dediler.
el-UTÎ, İbn Abbas'tan «Salih ameldir» diye rivayet etti.
Deyyal bin Âmr; İbn Abbastan «yüzdeki güzelliktir» diye ri-yet etti.
Urve bin Zubeyr, daha önce dediğimiz gibi, «Takva libası, Allah'ın korkusudur» dedi.
Abdurrahman bin Zeyd bin Eşlem «Takva libası, o libasdır ki, insan Allah'tan korktuğu için onunla avretini kapatır» dedi.
Bütün bu manalar birbirlerine yakın manalardır. Bunu İbn Cerir'in rivayet ettiği hadis, takviye etmektedir: Bana el-Musanna, Ona İshak bin Haccac, ona İshak bin İsmail, ona Erkan bin Süleyman, ona da Hasan Basri rivayet etti: Üçüncü halife Osman bin Affan'ı ResûlüIIah'ın minberi üzerinde gördüm. Sırtında düğ-. meleri açık ve geniş bir gömlek vardı. Baktım ki, köpekleri öldürmeyi emrediyor, güvercinlerle oynamanın yasak olduğunu ilan ediyordu. Sonra şunları söyledi:
«Ey nas'. Şu gizliler hususunda Allah'tan korkunuz. Ben Resû-îüllahtan dinledim, buyuruyordu: Muhammed'in nefsini kudreti elinde "bulunduran Allah'a yemin ederim ki, herhangi bir kimse herhangi bir şeyi gizlerse, Allah o gizlenen şeyin elbisesini açıkta ona giydirecektir. Eğer hayır ise hayır elbisesini giydirecektir. Eğer şer ise şer elbisesini giydirecektir.»
Bunları söyleyen Osman (RA) şu âyeti okudu :
«Süsle indirdiği takva libasına gelince, o daha hayırlıdır. İşte o Allah'ın âyetlerindedir.»
Hasan Basri «Takva libası, güzel nam bırakmaktır» diyor.
tbn Cerir, Süleyman bin Erkam'ın rivayetinden böylece rivayet etti. Fakat îbn Kesir bunu naklettikten sonra «Bu hadiste zaa-fiyet vardır» dedi. Şafii imamlar, Ahmed ve «EDEB» kitabında Buhari sahih yollarla Hasan Basri'den rivayet ediyor ki Emi-ru'1-Mü'minin Osman ibn Affan'ı gördüm. Başı bozuk köpekleri öldürmeyi ve oyunda kullanılan güvercinlerin kesilmesini cuma günü minber üzerinde iken emrediyordu [36]
(26) «Ey Ademoğulları! Şeytan ebeveyninizin çirkin yerlerini kendilerine göstermek için libaslarını soyduğu ve kendilerini cennetten çıkardığı gibi sizi fitnelendirip iğfal etmesin...»
Bu âyetin izahı:
İkinci kez «Ey Ademoğlu» diye çağırmayı tekrarlamanın neti deni, çağrının arkasında gelenin mühim bir mesele olduğuna işarettir. Şeytanın fitnelendirmesi, fitne ve meşakkate sokması demektir. Vesvese yapar, sizi cennete götürmeye engel olan şeyler çıkarır önünüze. Ona itaat ederseniz fitneye girmiş olursunuz. Nitekim daha önce ebeveyninizi (Adem ile Havva'yı) fitnelendirip mihnet ve meşakkate soktuğu gibi. Bu da, onları cennetten çıkarmakla oldu. Âyette : Ebeveyninizin çıkarılışına benzer bir fitne, ile şeytan sizi fitnelendirmesin veya ebeveyninizi çıkardığı gibi, bir çıkarışla sizi fitnelendirip çıkarmasın şeklinde de takdir mümkündür.
Çıkarma fiilini şeytana nisbet etmenin nedeni, şeytan onları ifsad etmeye sebeb olduğundan ileri geliyor. Onların libaslarını şeytan soydurdu diye soyunma fiili şeytana nisbet edildi. [37]
(27) «Şüphesiz şeytan ve kabilesi, onları görmeyeceğiniz yerden sizi görürler» âyeti celilesindeki hüküm, mutlak bir hükümdür. Daimi değildir. Binaenaleyh bu âyet, Mutezilenin «Cinler, hiçbir zaman insanlara görünmez ve herhangi bir insanın şekline girmez» şeklindeki sözlerine herhangi bir delil yoktur. Cinlerin göründüklerine dair ResûlüIIah'ın kendisini namazda meşgul eden bir cinni tuttuğu, sabahleyin Medine çocukları kendisiyle oynasın diye onu mescidin herhangi bir direğine bağlamak istediği, Hz. Süleyman'ın davetini hatırladıktan sonra onu bıraktığı ile ilgili hadise ile Nusaybin cinlerini gören îbn Mes'ud'un hadisesi şahitlik eder.
İmam Şafii; «Cinleri gördüm diyen bir insanın şahitliği kabul edilmez ve Kur'anın zahirine muhalefet ettiği için cezalandırılır» demesine gelince, bazı kimselerin dediği gibi, bu cinleri Allah tarafından yaratılmış oldukları şekilleriyle görmeye hamledilir. Çünkü onları başka şekillere girdikten sonra görmek, ehli sünnetin görüşüdür. îmamı Şefii de ehli sünnetin ileri gelen kahramanlarından bir zattır. Onların mezhebini nasıl reddedebilir?
Bazı kimseler «Eğer cinler istedikleri şekle girerlerse, o vakit hiçbir şeye güven kalmaz. Çünkü çocuğunu gören bir insan muhtemel ki çocuğunun şekline girmiş bir cini görmüş olur» şeklindeki sözleri ise, reddedildi. Çünkü Cenab-ı Hakk, bu ümmeti, dinlerine şüphe getirecek ve güveni ortadan kaldıracak hadiselerden korumuştur. Böylece şeriatça bu mahzurun lâzım gelmesi muhal olur.
Beyzavi; cinlerin tarifini Cin Sûresinde yaptıkdan sonra şunu ekliyor : «Bunda delil vardır ki, Hz. Peygamber onları görmemiş ve onlar için Kur'an okumamıştır. Ancak onlar Resûlüllah'ın bazı okuyuşlarında hazır olup dinlemişlerdir. Böylece Cenab-ı Hakk bunu haber olarak bildirmiştir.»
Beyzavi'nin bu sözü, sarahaten Resûlüllah'ın cinleri gördüğünü ve onlar için Kur'an okuduğunu ve onların Resûlüllah'tan kendileri ve hayvanları için azık istediklerini belirten birçok sahih hadislere muttali olmamasından neşet ediyor! Alûsi bunları söyledikten sonra şöyle devam ediyor :
Benim kanaatime göre; Cenab-ı Peygamberin, cinleri asli suretlerinde görmesinde herhangi bir mani yoktur. Çünkü Resûl-i Ekrem iki defa Cebrail'i (AS) bile asli suretinde görmüştür. Cinlerin asli suretlerinde Resûlüllah'a görünmeleri Cebrail'in aslî suretinde görünmesinden daha uzak bir ihtimal değildir. Her mevcudun görülmesi, biz ehli sünnete göre imkân dahilindedir.
Mu'tezileler katında cinlerin niyetini meneden cismi lâtif olduklarına gelince, bu onların görülmelerinin muhal olmasını gerektirmez. Adeti yırtmak bakımından böyle bir şeyin vaki olmasını da menetmez. Eş'arilerin, cinleri görmemek için Cenab-ı Hakk, insan kuvvetinde, insanın gözünde onları görmek kudretini yaratmamıştır diye getirdikleri sebeb de onları görmeyi muhal kılmıyor. Cenab-ı Hakk, Resûl-i Ekrem'in gözünde o kuvveti yaratmış olup ve Resûlüllah'ın da unlan görmesi mümkündür. Miraç gecesinde en sıhhatli görüşe göre normal gözleriyle Cenab-ı Hakk'm cemalini gören Resûlüllah onları da görmüştür. Hatta velilerin bile cinleri görmeleri uzak bir ihtimal değildir. Fakat ben velilerin cinleri gördüğüne dair herhangi bir sarahate rastlamadım. Velilerin başka şekillerde cinleri görmesi, hatta veli olmayan insanların başka şekillerde cinleri görme meselesine gelince; ehli sünnetin kitabları bu iddialarla doludur. Tarihçilerin ve kıssacıların defterleri bununla dolup taşmaktadır.
Buna binaen «Ben cinleri asıl suretinde gördüm» diye iddia eden bir kimsede keramet zannı varsa fasık sayılmaz. Âyet-i Ce-lîlede en fazla şu vardır : Adet yönünden onları asıl suretlerinde görmek yoktur. Bununla beraber mümkün ki, âyet onların hilelerinin inceliği ve gizliliği için temsil şeklinde gelmiş olsun. Böylece Âyet-i Celîleden maksad, gerçekten onları görmemek değildir. İşte bu yorumlardan anlaşılıyor ki «cinleri gördüm» diye iddia eden bir kimsenin kâfir olduğuna hükmetmek insaf dışı bir hükümdür. Düşün [38]
(27) «Muhakkak ki, biz şeytanları iman etmeyenlere dostlar kildik...»
Bu âyetin izahı: Yani iman etmeyenlere musallat ettik. Onları ifsad etmelerine imkân verdik. Çünkü aralarında uygunluk vardır. Birbirleriyle uyum sağlıyorlar. Cenab-ı Hakk, onian iman etmeyenlere musallat kılmak için göndermiştir. îman etmeyenleri iğva etme imkânlarını onlara vermiş demektir.
Âyet-i Celîlede bahsi geçen «kabiyl» kelimesi, cemaat manasınadır. Üçten başlayarak milyonlara kadar olan kitlelere denir. Değişik kavimlerden olurlarsa, böyle olurlar. Kabile, kelimesi ise, tek babadan gelen kütleler demektir.
İbn Kuteybe «Şeytanın kabilesi, onun arkadaşları ve askerleridir» dedi.
El Leys «Şeytanın kabili onun soyundan olanlardır» dedi. Fah-reddin Razi «Onları, görmeyeceğiniz yerden sizi görürler» cümle-lesi üzerinde şunları söylüyor : «Bu cümle insanların cinleri gör~ meyeceğine delalet eder.»
Bazı alimler «Eğer cinler, kendilerini herhangi bir surete sokma kabiliyetine sahib olup, irade ettikleri her surete girme imkânına sahib olsaydılar, o vakit insanların tanınmasında güven kalkardı. Çünkü insan, «Benim müşahede ettiğim, benim oğlum-dur veya hanımımdır dediğim kişi belki bir cinnidir. Nefsini çocuğumun veya hanımımın suretiyle suretlendirmiştir» zehabına kapılabilir, bu takdirde şahısların tanınmasında güven kalkardı. Bir de eğer şeytanlar insanların aklını çelmeye (karıştırmaya) muktedir olsaydılar, Cenab-ı Hakk'ın beyanına göre insanın şiddetli düşmanı olan şeytan acaba niçin beşerin çoğu hakkında bunu yapmıyor? Hele alimler ve fazıllar hakkında niçin buna başvurmuyor? Çünkü onlarla alim, fazıl ve zahidler arasındaki düşmanlık daha fazladır. Bunlar mevcut olmadığına göre, sabit oluyor ki, onların beşer üzerinde hiçbir yönden herhangi bir kudretleri yoktur. Bu görüş, Cenab-ı Hakk'ın «Benim için sizin üzerinizde herhangi bir sultanım yoktur. Ancak sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz» [İbrahim : 22] âyetiyle de tekid edilmektedir.
Mücahid'den nakledilen bir haberde İblis; «Bize dört haslet verildi: Biz görürüz ve görülmeyiz. Yerin altından çıkarız, ihtiyarımız genç olur» dedi.
Fahreddin Razî devamla : «Biz şeytanları iman etmeyenlere dost kıldık» Âyet-i Celîlesi ki, «lanetli şeytanı insanlara musallat kılanın ve onları sapıklığa sürükleyenin Cenab-ı Hakk olduğuna delalet eder.»
Zeccac; bu tevil«şüphesiz ki biz şeytanları kâfirler üzerine gönderdik» [Meryem: 83] âyetiyle de takviye edilmektedir diyor.
El Beyzavî «Biz şeytanları iman etmeyenlere dost kıldık» âyetinin manası şeytanlar, iman etmeyenlerin dostudur demektir. Yani fiilen musallat kıldık demek değil, hükmettik demektir.
Yine Beyzavi «Biz şeytanları kâfirler üzerine gönderdik» demek, biz onlarla kâfirlerin arasından çekildik demektir diyor. Tıpkı evine köpeği bağlayıp da evine girenlere hücum etmesine engel olmayan, bu köpeğini girenler üzerine kışkırttı (gönderdi) denildiği gibi.
Fakat cevab olarak deriz ki: Eğer birisi «Falan adam bu elbiseyi beyaz veya siyah kıldı» dese, beyazlığına veya siyahlığına hükmetti» manası ibareden anlaşılmıyor. Belki anlaşılan şudur : Bu siyahlığı veya beyazlığı oluşturdu. Bu elbisede bu rengi meydana getirdi. İşte bu âyette de, durum böyledir. Kılmayı, tesir etme ve oluşturma manasına almak gerekir. Sadece hüküm üzerine hamledilmemelidir. Bir de, Cenab-ı Hakk, bununla hükmetti desek dahi, Allah'ın kendi hükmüne muhalefet etmesi Cenab-ı Hakk'ın (hâşa) yalan söylemesini gerektiriyor. Bu da, muhal olduğuna göre, öyleyse böyle bir hükmün geri kalmasının da muhal olması ortaya çıkıyor. Kulun, bunun aksine muktedir olması muhal oluyor.
Beyzavi'nin «Şüphesiz ki biz şeytanları kâfirler üzerine gönderdik yani onlarla kâfirlerin arasından çekildik—» şeklindeki tefsiri ise, zayıftır. Pazardakilerin bir kısmının diğerine eziyet ettiğini, bir kısmının diğerine küfrettiğini görmez misin? Orada bulunan Zeyd ile Amr onların bir kısmının diğerine saldırmasına mani olamazlarsa Zeyd ile Amr onların bir kısmını diğerine saldırttı denilmez. Zira saldırtma (irsal) tabiri, ancak onların cihetinden gelen bir sebebten dolayı bir kısmı diğerine musallat olursa, kullanılır, îşte burada da öyledir[39]
(28) «Ne zaman bir fenalık yaparlarsa, atalarımızı bunun üzerinde bulduk ve Allah bunu yapmayı bize emretti derler.»
Bu Âyet-i Celîledeki «fahşa» tabiri büyük günâhtan ibarettir. Onun kapsamına bütün büyük günâhlar girer. İster Bahire, Şaibe gibi salıverilen develer olsun, ister çıplak olarak kâbe'yi tavaf etmeleri olsun. Bütün büyük günahlar bu lafzın kapsamına girmektedir. Onların yaptıkları bu işler haddi zatında çirkin, fena ve fahiş idiler. Fakat onlar bunların ibadet olduklarına inanıyorlardı. Ve «Allah bize bunları yapmayı emretti» kanaatinde idiler. Sonra Cenab-ı Hakk'ın onların bu çirkinlikleri yaptıklarına izin verdiğine dair delil olarak iki emri getirirlerdi:
a) Atalarını bunun üzerinde görmeleri,
b) Allah'ın bunları emretmesidir.
Birinci delillerine gelince; Cenab-ı Hakk, ona herhangi bir ce-vab vermedi. Çünkü o kuru bir taklide işarettir. Herkesin aklında „ karar kılan kuru taklit, fasid bir yoldur. Zira bütün taklit, ancak çarpışan dinlerde oluşur. Eğer taklit hak bir yol olsaydı, o vakit, çarpışan her dinin hak olduğuna hükmetmek gerekirdi. Halbuki böyle bir hükmün bâtıl olduğu ortadadır. Bu yolun fasit olduğu açıkça bilindiğinden dolayı Cenab-ı Hakk, bunun cevabını vermemiştir.
İkinci delilleri olan: «Allah bize bunu emretti» sözüne gelinçe Cenab-ı Hakk, «De ki, şüphesiz Allah kötülükleri emretmez» âyetiyle ve peygamberin diliyle bu fiillerin çirkin olduğunu ortaya koymuştur. O halde, nasıl olur da Allah bunları emretti denilebilir?..
(28) «Acaba bilmediğinizi Allah'ın kesesinden mi söylüyorsunuz?..»
Bu Âyet-i Celîlede «kıyası» yoktur diyenler için herhangi bir delil yoktur. Onlar derler ki «Kıyasla sabit olan, mezmumdur, (yani zemmedümiştir» Malûm değildir... «Öyle ise, mezmum bir şeyi tesbit etmek Allah'ın kesesinden söylemektir!»
Biz de deriz ki «Kıyas sahabenin ve sözüne itimad edilenlerin icmaiyle veya başka bir delille bu âyetin umumundan tahsis (istisna) edilmiştir. Yani bu âmdan ayrılmış bir hastır.»
Bazıları da buradaki ilimden maksad zandır demişlerdir.
kıyas yoktur diyenler, «kıyasla sabit olan hüküm mezmumdur, malûm değildir. Malûm olmayan bir şeyi söylemek de caiz değildir.» Çünkü Cenab-ı Hakk, «Acaba bilmediğinizi Allah'ın kesesinden mi söylüyorsunuz?» diyerek böyle söyleyenlerle alay edercesine onları yermiş ve;
(29) «De ki: Rabbim bana adaleti emretti...» buyurmuştur. Es Süddi «Âyetteki «kist» adalet demektir» dedi.
İbn Abbas «Ayetteki kist, Lailahe illallah kelimesidir» buyurdu. Bunun delili de Cenab-ı Hakk'ın başka bir âyette «Ondan başka adaletle kâim olan bir mabudun olmadığına. Melekler de, ilim erbabı da şahitlik ettiler.» [Ali-îmran : 18] îşte bu âyetteki «kist» ancak «lailahe illallah» şahitliğidir. Böylece sabit oldu ki kist, «lailahe illallah» sözünden ibarettir.
Rabbimiz bu âyette üç şeyi emretti: Evvela kıstı (yani lailahe illallah), bu inancı, Allah'ın marifetini, zat, fiil ve hükümleriyle Allah'ın bilinmesini kapsamaktadır. Sonra Cenab-ı Hakk'ın ortaksız olduğunun bilinmesini kapsamaktadır. İkinci derecede, Cenab-ı Hakk, namazı emretti.
(29) «Her mescidin yanında yüzlerinizi doğrultunuz» dedi. Üçüncü derecede, Cenab-ı Hakk, ibadet ve itaatta ihlası emretti. Dinde onun için ihlaslüar olarak onu çağırınız dedi.
«Her mescidin yanında» ibaresinden maksad, her secde vaktinde, veya her secde yerinde demektir. Yani mescid kelimesi ya ismi zaman veya ismi mekandır. Secde burada namazdan ibarettir.
Bazı müfessirler de, Allah'ın namazda yönelmenizi size emrettiği cebheye (Kâbeye) yöneliniz. Bu iki yoruma göre de, emir burada vücubu ifade eder.
El-Mağribi «Âyetin inanası; herhangi bir mescidde namaza yetiştiğinizde namazı kılınız, geciktirmeyiniz, «camilerimize gidip de orada kılalım demeyiniz» demektir dedi. Bu yoruma binaen emir burada vücubu değil nedb'i ifade ediyor.
İbn Abbas «Ayetten maksad, namaz vakti geldiğinde, herhangi bir mescidin yanında iseniz orada namazı kılınız. Sakın herhangi biriniz «Ben ancak kavmimin mescidinde veya mahallemin mescidinde namazımı, kılarım demesin» dedi.
Fakat Razi bu te'vili şöyle yorumluyor: Bu te'vil, uzaktır. Çünkü âyetin lafzı her mescidde kıbleye yönelmenin vacib olduğuna delalet eder. Âyet, bir camiyi bırakıp başka bir camiye gitmenin haram olduğuna veya caiz olmadığına delalet etmez!..
Ihlas meselesine gelince, ihlas dinde ve amellerde şarttır. îh-lassiz yapılan ameller, temelsiz yapılan binalara benzer. Yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur. İhlassızlık münafıklığın veya fa-sıklığın belirti ve işaretlerindendir.
Âyet-i Celîledeki «din» kelimesi, tâ'at manasınadır. Dua kökünden gelen «ud'ühü» fiili namazdaki işlemleri yapın demektir. Ve Allah'ı çağırınız. Çünkü Namazın amellerine ve parçalarına «dua» denilmesinin sebebi, salat (namaz) kelimesi aslında dua demek olduğu içindir. Bir de namazın içindeki parçaların en şereflisi dua ile zikirdir.
Bu duanın ihlasla beraber yapılmasının vacib olduğunu Cenab-ı Hakk'ın açıklamasıdır. Nitekim Cenab-ı Hakk, El-Beyyine Sûresi'nde «Oysa onlar, dini yalnızca ona halis kılan hanifler olarak sadece Allah'a kulluk etmek, namazı dosdoğru kılmak ve zekâtı vermekten başkasıyla emrolunmadılar» [el-Beyyine: 5] buyurmuştur.
(29) «Başlangıçta sizi yarattığı gibi döneceksiniz...»
îbn Abbas «Sizi mü'min veya kâfir olarak yarattığı gibi yani mü'min iseniz mü'min, kâfir iseniz kâfir olarak döneceksiniz—»demektir. Binaenaleyh mü'mini mü'min, kâfiri de kâfir olarak Cenab-ı Hakk, dünyaya göndermiştir. Çünkü Mevlâm, emrin başında birisini isyankâr olarak yaratmış ise, ona asi olanların | ameliyle amel etmeyi nasib eder. Onun akibeti asilik olur. Onu g saadet için yaratmış ise, ona ehli saadetin ameliyle amel etmeyi emreder, akibeti saadet olur» demiştir.
Hasan Basri ve Mücahid «Sizi dünyada (başlangıçta), yarattığı gibi, siz hiçbir şey iken sizi vareitiği gibi ölümden sonra da böylece diri olarak döneceksiniz demektir» dediler.
Birinci yorumu kabul edenler, bu yorumun doğruluğuna delalet eden bu âyetten sonra gelen «Bir gurubu hidayet etti, bir guruba da sapıklık hak oldu» [A'raf : 30] âyetidir. Bu Âyeti Celile kendisinden önceki âyetin tefsiri ve açıklaması mesabesindedir. Çünkü Cenab-ı Hakk, «size başladığı gibi, siz döneceksiniz» buyuruyor. «Bu da bizim söylediğimiz tefsiri gerektiriyor» dediler.
Kadı «Bu tefsir bâtıldır. Çünkü hiç kimse Cenab-ı Hakk, bizi müminler ve kâfirler olarak başlayıp yaratmıştır diyemez. Çünkü iman ve küfürde tari' olmaları (sonradan gelmeleri) lâzımdır» diyor.
Fakat Kadı'nın bu suali zayıftır. Çünkü cevabı şudur : Sizi iman ve küfür, saadet ve şekavetle (şakilikle, asilikle) başladığı gibi, kıyamet gününde de hal bunun üzerinde olacaktır, hal böyle olacaktır. Cenab-ı Hakk, bu âyette Önce «kist» yani «lailahe illallah» kelimesini emretti. İkinci kez namazı emretti. Sonra bu amellerin yapılmasındaki fayda ancak ahirette belirip ortaya çıkar beyanında bulundu...
Muhammed bin Kâab'dan gelen bir rivayet: Âyetten maksad, Allah kimin yaratılışını şekavet (asilik) üzere başlatmış ise, o şe-kavete dönecektir. Velev ki, saadet ehlinin amelleriyle amel etsin. Kimin yaradılışını saadet üzerine başlatmış ise, o da saadete dönüşecektir. İsterse şekavet ehlinin ameliyle amel etsin. Bu te'vili, Tirmizi'nin Âmr bin As'tan rivayet ettiği şu hadis desteklemektedir :
Allah'ın Resulü, elinde iki kitab olduğu halde bizim yanımıza çıktı ve buyurdu :
— Bu iki kitabın ne olduğunu biliyor musunuz? Bizler:
— Ey Allah'ın Resulü! Bilmiyoruz, dedik. Allah'ın Resulü, sağ elindeki kitab için:
— Bu Rabbü'l-Âlemin'den gelen bir kitabtır. Orada ehli cennetin isimleri, aba ve ecdadının isimleri, kabilelerinin isimleri vardır. Kitabı hülâsa ettikten sonra, onlarm içine kimse ziyade edilmediği gibi hiçbir zaman onlarda bir eksiklik de olmaz» dedikten sonra solundaki kitab için:
— Bu da, Âlemlerin Rabbinden gelen bir kitabtır. Orada ehli, narın (cehennemliklerin) isimleri, ecdadlannm ve kabilelerinin isimleri vardır» dedi. Sonra hülasa yaptı ve :
— Sonunda onlara herhangi bir kimse ilâve edilmez ve onlardan herhangi bir kimse eksiltilmez» dedi. Eshabı Kiram :
— Ey Allah'ın Resulü «O halde niçin amel ediyoruz? Madem ki bu bir emirdir, daha önce o emir bitmiştir, amel niçin?»
Cenab-ı Peygamber:
— «Doğru ve yakın adımlar atınız. Yani normal amele devam ediniz. Kesinlikle cennet arkadaşı hangi ameli işlerse işlesin cennet ehlinin ameliyle ameli sonuçlanır. Kesinlikle cehennem sahibi, hangi ameli, işlerse işlesin sonunda cehennem ehlinin ameliyle ameli sonuçlandırılır!..»
Bunları söyleyen Hz. Peygamber iki eliyle işaret ederek o ki-tablan attıktan sonra buyurdu :
Rabbiniz kullarının işini bitirmiştir. Bir grup cennette bir gurup cehennemdedir.»
Alûsi tefsirini tedkik ve tahkik eden âlim :
— Bu hadis temsil yoluyla Resûl-i Ekrem'den sadır olmuştur. Yani Cenab-ı Peygamberin elinde yazılı kitab yoktu da, farazi ve misal olarak söylemiştir diyor.
Buna İbn Cübeyr'den gelen hadis de yakındır. îbn Cübeyr:
— Âyetin manası, «Allah sizin üzerinize yazdığı gibi olacaksınız» demektir.
Ümmet'in Allâmesi (yani İbn Abbas'tan) rivayet edildi ki; âyetin manası; sizi mü'min veya kâfir olarak başlayıp yarattığı gibi kıyamet gününde sizi diriltip haşredecektir. Bu âyet, tıbki şu âyet gibi oluyor:
«Allah sizi yarattı. Sizden kâfir ve sizden mü'min olanlar oldu.» [Teğabun : 2]
Bu tevile binaen Cenab-ı Hakk'ın «Bir gurubu hidayet etti, bir gurubun üzerine de sapıklık hak oldu» Âyet-i Celilesi, birinci âyetin beyan ve tefsiridir. Tıpkı Cenab-ı Hakk'ın «Onu topraktan yarattı, sonra ona ol dedi ve oluverdi» [Âli-İmran : 59] âyetinin «Şüphesiz Hz. İsa'nın meselesi Allah katında, Hz. Adem'in meselesi gibidir» âyetiyle tefsir olduğu gibi. Denildi ki, âyetin siyakına en münasib tefsir de budur.
Et Tayyibi «Burada gizli bir nokta vardır. Şöyle ki Cenab-ı Hakk bu Âyet-i Celîlede «Müşebbehu bihi'yi Müşebbehten evvel getirmiştir. Yani dönüştürmek başlangıca benzetilmiştir. Oysa sizi dönüşterecektir, başlandığı gibi demesi lâzımdı. Yani evvelâ müşebbehi (benzetileni), sonra kendisine benzetileni zikretmeliydi. Oysa âyet tam aksine geldi.»Ki, akıllı bir insanın dikkatini «Durumların hükmü, kadere ve ezeli ilme hiçbir zaman muhalefet etmez» noktasına çeksin. Tefsir edilen âyette bu incelik dikkate alınmış olduğu gibi ona tefsir olan âyette de aynı incelik dikkate alınmıştır [40]
Fahreddin Razî «Bizim arkadaşlarımız bu âyetle hidayet ve sapıklığın Allah'tan olduğuna dair istidlal etmişlerdir» diyor.
Mu'tezile ise «Bu âyetten maksat, bir gurubu cennete ve sevaba hidayet etti. Bir gurubun da üzerine sapıklık hak oldu, yani azap hak oldu. Sevab yolundan ters dönmek hak oldu.
Beyzavî «Bunun nedeni sapıklığa düşenlerin hakkı sapıklıktır, başkası değildir. Zira kul dinden sapıtmayı hiçbir zaman haket-mez. Eğer böyle bir şeyi hakederse, o vakit, Cenab-ı Hakk'ın peygamberlerine onları dinden kaydırmayı, hak olan hadleri ikame etmeyi emrettiği gibi emretmiş olması imkân içerisine girmiş oluyor. Bu olursa, peygamberliklerine güven kaybolmuş oluyor!»
Fakat bu cevab iki yönden zayıftır:
1- «Bir gurubu hidayet etti» âyeti, maziye (geçmişe) işarettir. Mutezilenin zikrettiği tevil üzerine mâna şöyle olur : Cenab-ı Hakk, onları gelecekte hidayet edecektir. Eğer onların bu tevilinden maksatları Cenab-ı Hakk mazide hükmetti ki onları müstakbel (gelecek)de cennete hidayet etsin şeklinde olursa, bu zahirden dönüş oluyor. Zahirden dönüş de, ihtiyaç olmaksızın iyi değildir. Çünkü biz kesin ve açık delillerle açıkladık ki, hidayet ve sapıklık ancak Allah'tandır.
2- Deriz ki, hidayet ve sapıklıktan maksad, Cenab-ı Hakk' m buna hükmetmesidir. Ancak bu hüküm oluştuğu zaman artık kuldan bu hükmün gayrisinin sadır olması memnu oluyor. Aksi takdirde hükmün yalan olması gerekiyor. Allah'ın yalan söylemesi ise, muhaldir. Muhale götüren şey de muhaldir, öyleyse o filin gayrisinin kuldan sadır olması muhal (imkânsız) oluyor. Bu da Mu'tezile'nin mezhebinin fasit olmasını gerektiriyor [41]
(30) «Onlar şeytanları dostlar edindiler. Allah'ı bıraktılar...»
Bu âyetin izahı: Şeytanların emirlerine uyup şeytanlara itaat ettiler, Allah'ın emrini ise, kulak ardı ettiler. Bu Âyet-i Celîle, Cenab-ı Hakk'm ezeldeki ilminin kulu sapıtmakta herhangi bir etkisi olmadığına delalet eder. Ancak sapıklığı kullar kendileri seçerler. Allah'ı bırakıp şeytanları dost" edinmeleri kendiliklerindendir. Öyleyse «onlar şeytanları dost edindiler» cümlesi «Bir gurubun üzerine sapıklık hak oldu» âyetinin tefsiri ve nedenidir. Bu yorumu, «innehum» yerine «ennehum» okunması da desteklemektedir. Muhtemel ki, bu onların sapıklığının te'kidi ve tahkiki olsun.
Ben, hakka tâbi olmak en gerçek yol olduğu için söylüyorum, «Allah'ın ilmi, maluma tesir etmez» diyenle beraberim. Cebrî bununla sebeplendirenin sözü bâtıldır diyenlerle beraberim. Nasıl böyle olmayacak? Halbuki bütün kelamcılar, bir şey ne üzerinde ise ilim o şekilde ona taalluk eder demişler [42]
Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir'de şunları söylüyor:
Sonra Allah, bu fırkanın üzerinde sapıklığın sabit olması «Onlar şeytanları dost edinip Allah'ın dostluğunu bırakmalarımdan ve şeytanların çağrısını kabul etmelerinden ileri geliyor. Hak ile bâtılı ayırdetmek hususunda düşünmemelerinden ileri geliyor.
Eğer «Bu tafsilat nasıl doğru olabilir? Halbuki siz daha önce hidayet ve sapıklık ancak Allah'ın yaratışıyla olur dediniz» diye itiraz edilirse cevab olarak deriz ki; bizim katımızda kudret ve fiili yapma çağrısının nedeni birleşip fiili gerektiriyor. İşte bu sapıkları o sapıklığa çağıran onların Allah'ı bırakıp şeytanları dost
edinmeleridir [43]
«Kendilerini kesinlikle hidayet bulmuşlar sanıyorlar...» Bu Ayet-i Celîle hakkında îbn Abbas şöyle diyor:
Allah burada Âmr bin Luhay'in onlar için açıkladığını irade ediyor, manasındadır. Fahreddin Razî, İbn Abbas'tan gelen bu tevilin uzak olduğunu söylüyor ve şunları ekliyor : Bu âyet, umum üzerine hamledilir. Binaenaleyh bâtıla başlayan herkes yerilmeye ve azab görmeye müstahak olur. İsterse kendisini hak üzerinde sansın isterse sanmasın. Bu Âyet-i Celîle, delalet eder ki, zan ve «sanmak» dinin sıhhati için kâfi değildir. Belki din ve inanç meselelerinde kesinlik ve yakın lâzımdır. Cenab-ı Hakk, kâfirleri «kendilerini hidayette sanıyorlar» diye ayıpladı. Eğer bu «sanmak» ve «zan» mezmum olmasaydı, Cenab-ı Hakk niçin onları ayıplasın? [44]
(31) «Ey Adem oğulları! Her mescidin yanında süsünüzü takınınız. Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz. Zira Allah israf edenleri sevmez.»
(32) «Ey Habibim! De ki, Allanın kullan için yarattığı ziynet ve temiz nzıklan haram kılan kimdir? Bunlar dünya hayatında iman edenlerindir. Kıyamet gününde ise, yalnız onlar içindir. Bilen kimseler için ayetlerimizi böylece uzun uzun açıklıyoruz.»
(33) «[Ey Habibim!] De ki: Rabbim sadece açık ve gizli fenalıkları, günâhı, haksız yere tecavüzü, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi, Allaha ortak koşmanızı, Allaha karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.»
(34) «Her ümmet için belirli bir zaman vardır. Vakitleri gelince ne bir saat gecikebilir, ne de öne geçebilirler.»
(35) «Ey Ademoğullan! Size aranızdan ayetlerimizi okuyan peygamberler geldiğinde, kimler onların bildirdiklerine karşı gelmekten sakınır ve gidişini düzeltirse, işte onlara korku yoktur. Onlar üzülmezler.»
(36) «Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlan kabule tenezzül etmeyenler var ya, işte onlar ateş ehlidir. Onlar orada (ateşte) ebedi kalacaklardır.»
(37) Allah'a iftira eden veya onun ayetlerini yalan sayandan daha zalim kim vardır? Kitab'taki paylan kendilerine erişecek olanlar onlardır. Elçilerimiz canlarım almak üzere geldiklerinde onlara:
— AHahtan başka taptıklarınız nerededir? deyince:
— Bizi bırakıp kaçtılar, derler. Böylece inkarcı olduklanna kendi aleyhlerine şahitlik ederler.» [45]
31. nolu âyetteki «ziynet» kelimesi elbise manasınadır. Çünkü elbise avretleri kapatan ve insana süs verendir. Bu emirden ziynet edinilmesinin vacib olduğu ortaya çıkıyor. Vacib olmak da, avreti setreden (örten) elbisedir. Aynı âyetteki «her mescidin yanında» tabirinden Kabe'yi tavaf ederken ve namaz kılarken kasdedilmektedir, Mücahid, Ebu Şeyh ve başkaları böyle tefsir ettiler. [46]
İbn Abbas'tan geldiğine göre, âyetin sebebi nüzulü şudur:
Göçebelerden bazıları Kabe'yi anadan doğma çıplak olarak tavaf ederlerdi. Hatta onlardan kadınlar dahi çıplak olarak Kabe'yi tavaf eder ve Önüne bir takım sicimler sarkıtmak suretiyle edep yerlerini kapatmaya çalışırlardı. Tıpkı merkeblerin yüzünden sivrisinikleri ve sinekleri uzaklaştırmak için sarkıtılan sicimler gibi. Böyle yapan kadın hem tavaf eder, hem de şunları söylerdi :
«Bugün bir kısmı veya tamamı ortaya çıktı. Ondan ortaya çıkanı (yani uzvunu kastediyor) ben helâl etmem.»
Bunun üzerine Cenab-ı Hakk bu Âyet-i Celîleyi nazil etti.
Bazı tefsir alimleri «Ziynet, burada süs için. giyilen elbiselerdir ve ziynet sözünden insanın aklına ilk gelen de budur» diyorlar. Bu tefsir Muhammed Bakır'a nispet edilmiştir.
Hasan ibn Ali bin Ebi Talib'den rivayet ediliyor :
Namaza kalktığı zaman en güzel elbisesini giyiyordu. Sordular :
— Ey Allah Resulünün oğlu! Niçin elbiselerinin en güzelini giyiyorsun?
Buyurdular:
— Cenab-ı Hakk güzeldir, güzelliği sever. Rabbim için süsleniyorum, Rabbim, her mescidin (her secdegâhm), her namazın, her tavafın yanında ziynetinizi takınız, buyuruyor. Ben de en güzel elbisemi giymeyi böylece seviyorum.»
Eğer âyetin manası bu ise, emir burada vücub üzerine ham-ledilemez. Çünkü süslenmek sünnettir, vacib değildir.
Bazıları; birinci ihtimale binaen âyetin süslenmenin sünnet oluşuna işaret ettiği düşüncesindedir. Çünkü âyet, birinci ihtimale göre setri avretin vacib oluşuna delalet ettiğinden güzel elbise giymek suretiyle süslenmek de güzeldir.
Bazıları «Buradaki ziynet taranmaktır. Sanki her namazın vaktinde taranınız denmiştir diye tefsir ediyorlar. Fakat taranmak süslerin bir çeşididir. Bütün süsler taranmaktan ibaret değildir. Çünkü İbn Adiy ve İbn Merduveyh, Ebu Hureyre'den rivayet ettiler: Allah'ın Resulü «Namazda süsünüzü edininiz» dedi. Eshabi Kiram «Namazın süsü de nedir ya Resûlüllah» diye sorunca «Na-Unlarınızı giyiniz ve onlarla namaz kılınız» cevabını verdi...
îbn Asakir Enes'ten, o da Resûlüllah'tan rivayet ediyor :
«Süsünüzü edininiz, yani nalınlarınızla namaz kılınız. . hoşunuza giden ve size helâl olandan yiyiniz, içiniz.»[47]
El Kelbi der ki: Cahiliyet dönemindeki millet yemeklerden ancak çok az miktarı yerlerdi. Hacc mevsiminde yağlı yemekler yemiyorlardı. Bu perhiz ile haclarını büyütmek istiyorlardı. Müslümanlar :
«— Ey Allah'ın Resulü! Madem ki halk böyle yapıyor biz bunu yapmaya daha müstahak değil miyiz?» diye sordular. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk bu Âyet-i Celîleyi indirdi. Yani israf etmeksizin yiyiniz, içiniz, halkın âdetlerine kulak asmayınız demektir. İsraf, helâli haram sanmakla olur. Sebebi nüzule en münasibi de budur. Veya helâli bitirip harama saldırmakla olur. Nitekim İbn Zeyd'den bu, rivayet edilmiştir. Veya yemeklerde oburluk yaparak ifrata kaçmak şeklinde olur. Birçok tefsir alimleri böyle demişlerdir. Ebu Naim Ömer ibn Hattab'tan rrvayet etti:
— Sakın karnınızı tıka basa doîdurmayınız. Tıka basa yemeği ve içeceği karnınıza doîdurmayınız. Çünkil o bedeni fesadata götürür. Sizi namazda gevşetir. Normal hareket etmeye yapışınız. Yemek ve içmek hususunda normalden ayrılmayınız. Çünkü bu beden için daha elverişli, israftan daha uzaktır. Kesinlikle Cenab-ı Hakk, çok yemekten dolayı şişman olan alime buğzeder. Kesinlikle kişi şehvetini dinine tercih etmedikçe helak olmaz.»
Bazıları israftan maksad, hududu aşmaktır diyor. İster bizim söylediğimiz şekilde olsun ister başka türlü olsun. Kişinin her iştahı çektiğini yemesi de, israftan sayılmıştır. Kişinin günde iki defa yemesi de bazılarına göre israftandır. îbn Mace ve Eİ - Beyha-ki, Enes'ten rivayet ettiler. Allah'ın Resulü:
«Şüphesiz her canının istediğini yemen israftandır» buyurdu. El Beyhaki zayıf bir rivayetle Hz. Aişe'den rivayet etti.
Resul-i Ekrem günde iki defa yediğimi gördü ve buyurdu :
— «Ey Ayşe! İstemez misin karnından başka bir meşgalen olsun? Günde iki defa yemek israftandır.»
Aîûsi bu hadisi naklettikten sonra şunu söylüyor :
Benim kanaatımca bu şahıslara göre değişen bir durumdur.
Uzak bir ihtimal değildir ki yemekteki ifrat burada kastedilsin. Yine muhtemeldir ki, yemeği gül suyu gibi çeşitli baharatlarla pişirmek ve misk gibi şeyleri yemeğe ilave etmek, iştahı çekmekten başka bir maksadı olmayan şeyler de bunlardan olsun.
Bazıları yasaklanan israf gerek yemek gerekse elbiselerde olan israfın tamamını kapsadığı fikrindedir. Bu, İkrime'den riva-
yet edilmiştir. İbn Ebi Şeybe ve başkası ibn Abbas'tan israf ve gurur has-
talığı sana isabet etmedikçe istediğini ye, istediğini giy diye rivayet ettiler. İbn Abbas'tan Buhari de muallak olarak bu hadisi rivayet ediyor. [48]
El-Kermani'nin «el-Acaib»inde Hıristiyan bir doktor Vakıd oğlu Hüseyin oğlu Aliye :
Sizin kitabınızda tıp ilminden bir şey yoktur. Halbuki ilim
ikidir: Bedenler ilmi, dinler ilmi» dedi. Ona cevab olarak Ali şunları söyledi tinde derlemiştir.
Hıristiyan doktor:
— O yarım âyet hangisidir? Ali:
— O âyet »Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz» âyetidir. Hıristiyan:
— Sizin peygamberinizden de tıp hakkında hiçbir şey rivayet edilmemiştir.»
Ali:
— Resûl-i Ekrem tıbbın tamamını az sözle ifade etmiştir.» dedi.
Hıristiyan :
— O lafızlar (sözler) nelerdir? Ali:
— Allah Resulünün şu lafızlarıdır:
«Mide hastalığın evidir. Korunmak, perhiz, her tedavinin başıdır. Her bedene âdet edindiğini ver.»
Bunu dinleyen Hıristiyan tabib :
— «Sizin kitabınız ve peygamberiniz, Calinos için herhangi bir tıp konusunu bırakmamıştır» diyerek Kur'an ve Sünnetin faziletini itiraf etti.
Halbuki Ali bin Hüseyin'in Resûlüllah'a nisbet ettiği hadis, El Hars bin Kelde'nin kelamıdır. Bu da Arap tabibi idi. Bunun Resûlüllah'a maledilmesi sıhhatli değildir. İhya'da merfu olarak şu hadis rivayet edilmiştir :
«Karnı doldurmak her hastalığın kökenidir. Perhiz her tedavinin aslıdır. Her beden neye alışmış ise ona alıştırınız, onu veriniz.»
Oysa İHYA'daki hadisleri tahriç eden El-Irakî, bu hadisin aslına rastlamadığını kaydediyor.
Şuabü'l-İman'da Beyhaki, İbn Cevzi'nin «Lakit'un-Menafi» adlı eserinden Ebu Hureyre'den merfu olarak «Mide bedenin havzıdır. Damarlar mideye varırlar. Mide sıhhatli oldu mu damarlar sıh~ hatı götürürler. Mide fesadata gitti mi damarlar hastalığı bedene götürürler» diye rivayet etti.
Darekutni bu hadis hakkında «Resûlüllah'ın kelamında böylebir şey bilmiyoruz» der. Bu ancak Abdülmelik Said bin Eb-hurun kelamındandır» dedi.
Ed Durrul Mensur'da Süyûti, Hz, Aişe'den şu hadisi rivayet etti:
«Resul-i Ekrem benim odama geldi. Ben hasta idim, Resûlül- lah bana,:
— «Ey Aişe! Korunmak ve perhiz tedavidir. Mide, hastalıkların evidir. Beden neye alışmış ise, ona alıştırınız. Ona onu veriniz» dedi. Bu hadisin üzerinde konuşanları görmedim. Evet, İbn Esir'in nihayesinde gördüm ki, Âmr, El-Hars bin Kelde'den sordu :
— Tedavi nedir?
Cevab olarak :
Himye (sakınmak), perhiz, korunmak, dişleri sıkmaktır, de-
di. Evet, sahih hadisler tıka basa yemenin aleyhindedirler. Onlar da, bütün ümmetin hikmete irşad edilmesi vardır.
(31) «Şüphesiz ki, Allah israf edenleri sevmez» onlara buğn eder. Onların fiillerine razı değildir. Bu cümle daha önceki âyetin nedeni mesabesindedir. Bu Âyet-i Celîle, ahkâmın tüm asıllarını derlemiştir: ibahe, yasak ve helâl'leri derlemiştir.
(32) «(Ey Habibim!» Deki: Allah'ın kulları için çıkartmış olduğu süsünü kim haram kılmıştır?» Bu âyetin izahı:
Yani Cenab-ı Hakk'ın kullarının menfaati için pamuk gibi bitkilerden, ibrişim gibi hayvanlardan, yüzükler ve zırhlar gibi madenlerden, yün gibi yapraklardan yaratmış olduğu elbiseler için kim haramdır diyebilir. Hiç kimse diyemez. Bir de rızkın lezzetlileri için hiç kimse haramdır diyemez. Yemeklerin ve içeceklerin helâl olanlarına, (koyun eti, koyun yağı, koyun sütü gibi helâllara) kim haram diyebilir?
Bu âyetten elbiseler ve süs çeşitlerinde aslın mubah olduğuna istidlal etmişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın «Kim haram eder?» sorusunda, bunların haram olduğunu söyleyen bir kimseyi şiddetle kınamak ve reddetmek vardır.
İbn-Purs'tan naklediliyor:
Bu âyetle, ipeklinin ve ibrişimin erkekler için de helâl olduğuna dair istidlal etmiştir. Fakat altın, gümüş [49] ve ibrişimin haram olduğu hususunda varid olan nass olmasaydı, İbn-Furs'un nakli mümkün olurdu. Ve hakikaten bu âyetin umumunun altına girerdi. Fakat bu nass olduktan sonra, o nakil yanlıştır.
Rızkın tayyibeleri umumuna, lezzet veren ve iştah çeken bütün yiyecek ve içecek maddeleri dahil olur. Eşlerden ve güzel kokudan alman lezzet de buna dahildir. [50]
Osman bin Mez'un'dan rivayet ediliyor «Resûlüllah'a vardım, nefsin konuşması (yani nefisteki vesveseler) bana galib geldiler. Ben yumurtalıklarımı çıkartıp kendimi iğdiş yapmak istiyorum!» dedim. Cenab-ı Peygamber:
-----«Ey Osman, sakin ol. Şüphesiz benim ümmetimin iğdişleşmesi, oruç tutmaktır.»
Osman;
— «Ey Allah'ın Resulü, nefsim bana ruhbaniyeti, (tamamen ibadete dalmamı) söylüyor» dedi.
Cenab-ı Peygamber:
— « Benim ümmetimin ruhbaniyeti camilerde namazı beklemek için oturmaktır» buyurdu.
Osman:
— «Benim nefsim, bana seyahat etmemi söylüyor» dedi.
Hz. Peygamber :
— «Benim ümmetimin seyahati, gazaya, hacca ve umreye gitmektir» buyurdu.
Osman :
— «Benim nefsim, bana bütün malımı hibe etmemi söylüyor.»
Cenab-ı Peygamber:
— «En güzeli kendi nefsine ve çoluk çocuğuna malını sarfet-men, yetime ve miskine merhamet edip vermendir, öyle yapmak bütün malı hibe yapmaktan daha üstündür» dedi.
Osman:
— «Benim nefsim, bana, zevcem (eşim) olan Havle'yi boşamamı söylüyor.»
Cenab-ı Peygamber: .
— «Benim ümmetim hakkında, Cenab-ı Hakk, haram ktldtk-larından uzaklaşmalarını gerekli kılmıştır.»
Osman:
— «Benim nefsim bana Havle ile cinsi ilişkide bulunmama' mt söylüyor.»
Cenab-ı Peygamber:
— «Şüphesiz ki, bir müslüman, ailesi veya cariyesiyle birleştiğinde, eğer o birleşmeden bir çocuk meydana gelmezse, o birleşmenin mükâfatı cennette bir cariyenin verilmesidir. Eğer ondan bir çocuk doğup babasından önce veya babasından sonra ölürse, o çocuk babası için göz aydınlığı olur ve kıyamet gününde sevinç olur. Eğer çocuk erginlik çağına ermezden Önce ölürse, babası için şefaatçi olur ve kıyamet gününde babasına rahmet edilmesine vesile olur» buyurdu.
Osman:
— «Benim nefsim, bana et yemememi söylüyor. (Et yemeyi yasaklamamı istiyor.) »
Cenab-ı Peygamber:
— «Ey Osman, yavaş ol, şüphesiz ki, ben eti bulduğum zaman yiyorum, Eğer Cenab-ı Hakk'ın her gün bana et yedirmesini istesem, Cenab-ı Hakk, onu da bana verecektir.»
Osman:
— «Benim nefsim, benden koku kullanmamamı istiyor.»
Cenab-ı Peygamber:
— «Ey Osman, yavaş ol. Şüphesiz ki, Cebrail, bana zaman zaman koku sürmeyi emretti ve cuma gününde kokuyu terketme dedi.»
Resûlüllah daha sonra şunları söyledi:
— «Ey Osman, benim sünnetimden yüz çevirme. Çünkü benim sünnetimden yüz çeviren, tevbe etmezden önce Ölürse, melekler onun yüzünü benim havzımdan çevirirler.»
Bu hadisi şerif, delalet eder ki, Şeriat-i Muhamnıediye kâmildir, ziynetin her çeşidinin mubah olduğuna delalet eder. Haram-Iılığı veya yasaklılığı hakkında özel bir delil gelmeyen her şeye, izin verir. İşte bunun için, biz hepsini «De ki: Allah'ın kulları için çıkartmış olduğu ziyneti kim haram kılmıştır?» âyetinin umumuna dahil ettik.
İkinci mesele:
Bu âyet gerektirir ki, insanın süs olarak kullandığı her şeyin helâl olması vacib olsun. İnsanın lezzet aldığı her şeyin de helâl olması gerekli bulunsun. İşte bu âyet bütün menfaatlerin helâl olmasını gerektirir. Bu, şeriatın tamamında itibar edilir bir kaidedir. Çünkü her hadise oluştu mu, menfaat ve zarar orada ya yüzde yüzdür ya yüzde ellinin üstündedir. Ya zarar ile menfaat orada eşittirler veya zarar ile menfaat ikisi birden orada yoktur İkinci ve altıncı kısımlarda olanı, olduğu gibi bırakmaya hükmetmek vacibtir. Eğer menfaat yüzde yüz ise, mutlaka hükmetmek vacibdir. Çünkü bu âyet bunu gerektirir. Eğer menfaat yüzde ellinin üstünde, zarar yüzde ellinin altında ise, benzer benzer ile karşılaştırılır, fazla kalan yüzde yüz menfaat olur. Böylece yüzde yüz menfaatti olan hâdiseye iltihak etmiş olur. Eğer zarar yüzde yüz ise, onu terketmek yüzde yüz menfaat demektir. Bu da birinci kısma iltihak etmektir. Eğer zarar yüzde ellinin üstünde ise, fazla kalan miktar katıksız zarar olarak kalmış oluyor. Onu terketmek katıksız menfaat oluyor. îşte bu yoldan, bu Âyet-i Ce-lîle, helâl ve haramUk konusunda sonsuz hükümlere delalet edici oluyor. Sonra eğer herhangi bir hadisede katıksız bir nass görürsek orada menfaatta helâl olmaya hükmederiz. Zararda haram olmaya hükmederiz. Bu yoldan nihayetsiz olan hükümlerin tamamı nassın altına girmiş oluyor.
Sonra kıyası nefyedip «kıyas yoktur» diyenler demişlerdir : Eğer kıyasla Allah'a kulluk yaparsak, bu kıyasın hükmü, genel nassın hükmüne muvafık olacaksa o vakit kıyas zayi olur. Çünkü bu nass, kıyassız olarak bu hükmü getirmiştir. Genel nassa muhalif olursa böylece bu kıyas, bu nassın umumunu tahsis etmiş oluyor. Böylece de bu kıyas, reddedilmiş oluyor. Çünkü nass ile amel etmek, kıyas ile amel etmekten daha iyidir.
Demişler ki; «İşte bu yoldan Kur'an tek başına şeriatın bütün ahkâmlarının beyanını yerine getirmiş oluyor, kur'an ile beraber başka bir yola ihtiyaç yoktur.»
îşte bu «Kur'an, tek başına bütün hâdiselerin beyanım yapmaya kâfidir» diyenin sözünü, (görüşünü) takrir etmektir. Allah hakikati daha iyi bilir. [51]
(32) «De ki: o ziynet, dünya hayatında iman edenler içindir. Kıyamet gününde ise halisen (sadece) onlara mahsusdur» âyetinde iki mesele vardır :
Birincisi: âyetin tefsiridir. O da; ziynet dünya hayatında sadece iman edenlere mahsus değildir. Müşrikler de, onlarla ziynette ortaktırlar. Kıyamet gününde ise, sadece onlara verilecektir. Hiç kimse onlarla ortak olamazlar.
Eğer denilirse; «Niçin, Cenab-ı Hakk, hem dünyada iman edenler içindir, hem de başkaları içindir demiştir?»
Cevab olarak deriz «Bu âyetten anlaşılıyor ki, esasında ziynet iman edenler için yaratılmıştır, kâfirler ise onlara tâbi' olarak onu kullanıyorlar.» Nitekim Cenab-ı Hakk:
«Kim ki küfre kayarsa, ona az bir meta' verir, sonra onu ateşin azabına mecbur ederiz.» [Lukman : 24] buyuruyor.
Hülasa şudur : Bu tabir, bu nimetlerin, ancak kıyamet günün de zahmet ve zorluklardan tasfiye olunacaklarına dünyada ise, bunların bulanık ve karışık olduklarına dikkati çekti...
(33) «De ki: Rabbim ancak fahişelerin (çirkin ve fenalıkların) gerek görüneni, gerek gizlisini, günâhı, haksız olan zulmü, Allah'ın indirdiği bir sultan olmaksızın Allah'a ortak koşmanızı ve Allah'ın kesesinden bilmediğinizi söylemenizi (uydurmanızı) haram kıldı...»
Bu Âyet-i Celîlenin Rivayet ve Dirayet tefsirleri:
Bu âyetteki «fevahiş» kelimesi, «Fahişe»nin çoğuludur. Fahişe, çok çirkin ve hududu aşan söz veya fiil demektir.
Hatibi Şerbini, «Es-Sıracu'1-Münir» adlı tefsirinde «Fevahişi. kebair (büyük) günâhlarla tefsir ediyor ve devamla «kebire (büyük) günâh, o günahtır ki Cenab-ı Hakk onu işleyeni lanetle veya gazabla tehdid eder. Zina gibi. Zira zina edenlere âyet ve hadislerde lanet edilmiştir. Ve gazab da edilecektir. Çünkü zinanın açıktta olanını da gizli olanını da Allah haram kılmıştır. Ve Allah,«ism'i» de (küçük günâhları da) haram kılmıştır. Küçük günâhlar, büyük günahlardan başka olan günâhlardır. Mesela: Ecnebi bir kadının bedenine bakmak küçük günâhdandır. Allah, insanlara zulmetmeyi de insanlara karşı böbürlenmeyi de haram kılmıştır. Bu, kebair (büyük) günâhlar kısmına dahil olmasına rağmen bundan kaçınmak için ikinci kez Cenab-ı Hakk, zikretmiştir. Yani bunun büyük günâhlardan olmasını mübalağalı bir şekilde belirtmek için zikretmiştir. Haksız olarak zulüm yapmayı haram kılmıştır ve Allah'tan hakkında herhangi bir hüccet gelmeyen bir şeyi ortak koşmamızı da, Allah haram kılmıştır. Bu Âyet-i Celîle müşriklerle alay etmektedir. Burhansız (delilsiz) bir şeyi ileri sürmenin haramhğı konusunda insanları uyarmaktır. Ve Allah, bilmediğinizi Allah'ın kesesinden uydurmanızı da haram kılmıştır. Yani Cenab-ı Hakkın haram kılmadığı bir şeye haram demeniz, veya başka bir konuda Allah'ın kesesinden ahkâm kesmenizi de haram kılmıştır [52]
Hülasa olarak âyetin manası şudur: «Ey 'Muhammed, şu elbiselerinden soyunup çırılçıplak Kabe'yi tavaf eden ve şu helâlleri haram kılan müşriklere söyle; Allah bunları haram kılmamış-tır, siz niçin haram kılıyorsunuz? Belki Allah, kulları için onları helâl ve lezzetli kılmıştır. Onlara de ki, Rabbim fiiller ve sözlerin fahişelerinin (çirkinliklerinin) gizlisini de açığını da haram kılmıştır.»
Abdullah bin Mes'ud tarikiyle gelmiştir:
Allah'ın Resulü buyurdular: «Allahtan daha gayretli hiç kimse tasavvur edilemez. İşte bu sonsuz gayretinden dolayı Cenab-ı Hakk fahişelerin (çirkinliklerin) açıkta işlenenlerini de, gizlide işlenenleri de haram kılmıştır. Ve hiç kimse yoktur ki, Allah'dan daha fazla övülmeyi sevsin. Bunun için Cenab-ı Hakk, kendi zatını methederek Övmüştür.»
«fahişe» kelimesi ile «îsm» kelimesi arasındaki fark hususunda ihtilaf edilmiştir! Daha önce naklettiğimiz gibi, bazı müfes-sirler; «Fahişeler, büyük günâhlar demektir, çünkü onların çirkinlikleri çoktur ve haddi aşmıştır «ism» ise, küçük günâhlardan ibarettir. Yani Allah hem büyük günâhları hem de küçük günâhları haram kılmıştır» dedi.
Bazıları da, «Fahişe, haddi (cezayı) gerektiren günâhlardır, îsîm ise, haddi gerektirmeyen günahlardır» demişlerdir. Fakat bu iki görüşe de şu şekilde itiraz edilmiştir: İsm kelimesi lûgatta günâh demektir. Günâh tâbirine büyükler de küçükler de girmiş oluyor.
Bazıları da; «Fahişe, büyük günâhın adıdır 'İsm* kelimesi ise, mutlaka günâh demektir, isterse büyük, isterse küçük olsun» dedi. Bu görüşe göre, âyetin faydası şu : Cenab-ı Hakk, büyük günâhı haram kıldıktan sonra, mutlak günâhı da ister büyük ister küçük olsun haram olduğunu «ÎSM» kelimesiyle ilân etti ki, herhangi bir kimse «Haramlzk ancak büyük günâhlara mahsustur» kanaatine kapılmasın.
Bazıları da «Fahişe kelimesi, her ne kadar lûgata göre çirkinliği hududu aşan bir günâha deniliyorsa da fakat örfen zinaya tahsis edilmiştir. Çünkü Fahiş kelimesi mutlak (kayıtsız) ola rak zikredildiği zaman insan ondan zinayı anlamış oluyor. Öyleyse, fahişeyi burada zina üzerine hamletmek gerekiyor. İSM kelimesi ise, bazı müfessirlere göre şarabın adlarındandır. Hasan ve Ata bunu söylemişlerdir.
El Cevheri de Sabah'inda «Şaraba bazan isim denilmektedir» diyor ve şairin «İsm içtim, aklım kayboluncaya kadar. İşte ism böylece akılları gidericidir.» şiiriyle istidlal ediyor ve İbn Seyyidihi « <E1 - Muhkem) adlı eserin sahibi, «Benim katımda şaraba «ism» demek sahihtir. Çünkü şarabın içilmesi, günâh manasına gelen isimdir.» dedi. İşte böylece Fevahiş ile «ism» kelimelerinin arasındaki fark ortaya çıkmış oluyor.
Tefsir alimlerinden Ebu Bekr el-Enbari, şaraba isim demeyi inkâr etmiştir, böyle bir şey yoktur, demiştir. Çünkü ne cahiliyet-te, ne de îslâmda, Araplar hiçbir zaman şaraba ism dememişlerdir. Fakat şarab da İSM kelimesinin manasının umumuna dahil olabilir. Çünkü Cenab-ı Hakk:
«De ki, onlardaki, 'ism' (günah) daha büyüktür.» [Bakara: 219] buyurmuştur [53]
Es-Süddi: «'ism' günâh demektir. 'bağv ise halka haksız yere zulmetmek demektir» dedi.
Mücahid, «îsm,- bütün günâhları kapsamaktadır» ve Cenab-ı Hakk, bâği'nin zulmünün kendi nefsine dönüşeceği haberini veriyor dedi. Mücahidin bu tefsirinin hülasası şudur: ism, failin zatiyle ilgili hatalar, Bağyi failin zatını aşıp halka varan zulümdür. Böylece Cenab-ı Hakk iki sınıfı da haram kıldı [54]
Bu Âyet-i Celîle, akaid hususunda taklidin caiz olduğunu savunan görüşün bâtıl olduğuna en kuvvetli delillerden biridir [55]
(34) «Her ümmetin bir eceli vardır. Öyleyse onların ecelleri geldiğinde ne bir saat geri verilir, ne de bir saat ileri alınır...»
Bu âyet hakkında gelen tefsiri bir'Rivaye ve tefsiri bidTDira-ye:
îbn Abbas, Hasan ve Mukatil, bu âyetin manası şudur: «Cenab-ı Hakk, her ümmete mühlet-verdi. Yani peygamberlerini yalanlayan her ümmete belli bir vakte kadar mühlet vermiştir. Onlar o vakte yetişinceye kadar Allah onlara azab göndermez. Köklerini kazıyacak azaba müstahak olduklarında ve o vakit geldiğinde Cenab-ı Hakk, yüzde yüz o azabı indirecektir» dediler. Bazı müfessirler «Bu ecelden maksad, ömürdür. O ecel bitip (kemale erdi mi) artık onda geri verdirmek veya ileri aldırmak imkânı yoktur» demişlerdir.
Birinci görüş, daha evlâdır. Çünkü Cenab-ı Hakk, «Her ümmet için» demiş, «Her ferd için» dememiştir. İkinci tefsire göre, Cenab-ı Hakk, niçin her ümmet için demiş de, her ferd için dememiştir? Çünkü ümmet cemaat demektir, her zamanda Cemaatleri oluşturanların hallerinin birbirine yakın olduğu da malûmdur. Bir de, ümmetin burada zikredilmesi tehdid konusunda daha mübalağalı olur. Bir de, birinci görüşe bakılırsa, ne kadar ümmet ya-ratılmışsa ,her ümmetin belli bir vakti vardır. O vakitte köklerini kazıyacak azab inecektir. Halbuki durum (mutlaka) böyle değildir. Çünkü bizim ümmetimiz (yani Ümmeti MuhammedMn kökü kazırım ayacaktır[56]
Burada «geri verdirmez ve ileri aldırmazdan maksad, Ce-neb-ı Hakk, bu şekilde haber vermiştir. Yoksa «Allah, buna kadir değildir» demek değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk, her şeye kadirdir.
(35) «Ey Ademoğulları, size içinizden âyetlerimi anlatan peygamber geldiğinde ittika edip ıslahı hal edenlere korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar...»
Bu âyet hakkında gelen tefsirler :
Cenab-ı Hakk, bu âyette çoğul olarak «rüsül» kelimesini getirdi. Fakat murad, Hz. Muhammed'dir. O halde böyle bir tabiri kollamanın nedeni, peygamberlerin sonuncusu oluşundan ileri geliyor. Ve bütün halka peygamber olarak gönderilmesinden kaynaklanıyor. Ta'zim kabilinden çoğul tabiri ile Cenab-ı Hakk, onu zikretti. Bu tevile binaen «Ey Ademoğulları»nâan maksad, ilk etabta Mekke ve etrafındakilerdir.
Bazı müfessirler «Bütün peygamberler burada kastedilmiştir» demişlerdir ve buna binaen de hitab, bütün Ademoğullannadir. «Sizden olmasını» söylemesi, yani sizin cinsinizden ve sizin gibi Adem zürriyetindendir demesi şundan ileri geliyor: Peygamberler, onların cinsinden oldu mu, Allah'ın huzurunda özürleri daha azalıyor. Aleyhlerinde daha sabit bir delil oluyor. Çünkü onlar peygamberi tanır ve onun durumlarını bilirler. Onlara kudretinin üstünde veya benzerlerinin kudretinden üstün olan bir vahyi peygamber getirdiğinde, bilmiş olurlar ki, bu getirdiği dava peygamber için bir mucizedir ve ona muhalefet edenlerin aleyhinde bir delildir.
Şeyhu'l-İslâm Ebu's-Suud Efendi, «Bu şart cümlesinden anlaşılıyor ki, peygamberleri göndermek caiz (mümkün) bir emirdir. Aklen vacib değildir. Yani Allah (C.C.) peygamberleri göndermeye mecbur değildir» diyor [57]
(35) «O peygamberler, size benim ahkâmımı ve nizamlarımı beyan ederler.» Yani kitabımı okurlar, ahkamımın delillerini belirtirler. Kim ki, şirkten ve peygambere muhalefet etmekten kaçınırsa, peygamberin kendisine getirmiş olduğu emri, (amelini) yerine getirirse, bana kulluk yapmaya yapışıp masiyetten uzakla-şırsa ve yasaklarımı gözetirse, başkalarının korkmakta olduğu kıyamet gününde onlar için korku yoktur. Onlar dünyada terket-mis oldukları nesnelerden dolayı da üzülmezler.
(36) «Âyetlerimizi yalanlayanlar, onlara iman etmekten böbürlenenler var ya, işte onlar ateşin arkadaşlarıdırlar, onlar ateşte kalıcıdırlar..,»
Bu âyet hakkında gelen bir'Rivaye ye bidT>iraye tefsirler:
Yani âyetlerimizi inkâr eden ve peygamberlerimizi yalanlayan ve o âyetlere ve o peygamberlerin getirdiklerine iman etmek hususunda böbürlenenler var ya, işte, o buğzedilen sıfatlarla mut-tasıf olanlar, ateşin arkadaşlarıdırlar. İşte onlar ateşte ebedîdirler. (Yani hiçbir zaman ateşten çıkmazlar.)
Hakaik ulemasının bir kısmı, bu Âyet-i Celîleye yapışarak «Müslümanların namaz kılan fasıkları, ateşte ebedî kalamazlar. Çünkü Cenab-ı Hakk bu âyette «Allah'ın âyetlerini yalanlayanlar, onları kabul etmekten böbürlenenler, ateşte ebedî kalıcıdırlar» buyuruyor.
Âyetteki «hüm» kelimesi, hasrı «ancak onlar» manasını ifade eder. Yalanlama sıfatına ve bu böbürlenme niteliğine sahib olmayan kimselerin ateşte ebedî kalmayacağını gerektirir [58]
(37) «Acaba Allah'ın kesesinden yalandan iftira uyduran ve âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır?..»
Bu âyet hakkında gelen tefsirler :
Acaba Allah'ın demediğini, Allaha isnad etmek veya Allah'ın yaratıklarından birisini getirip Allah'a ortak koşmak suretiyle veya Allah'ın, kulu ve Resulü olan Muhammed'e indirmiş olduğu Kur' an-ı yalanlamak suretiyle zulmedenin zulmünden daha büyük bir zulüm işleyen var mıdır? İşte bu niteliklere sahib olanlar var ya, onlara levhi mahfuzda yazılmış ve onlar için takdir edilmişten paylan onlara dokunacaktır.
Bu âyetteki «pay» hususunda iki görüş vardır:
«Bundan maksad, levhil mahfuzda onlar için belirtilen azab-Ur» demişlerdir. Sonra bu hususda da ihtilaf etmişlerdir.
Hasan Basri ve Süddi, «onlar için azabtan yazılan, yüzün kararmasından ve gözlerin donup kalmasından takdir edilen, onlara isabet edecektir» demişlerdir.
tbn Abbas'dan rivayet ediliyor :
«Allah'a yalan isnad edenlerin yüzü kömürden daha siyah olacaktır.»
Zeccac «Buradaki paydan maksad, 'alev alev yanan bir ateşten sizi korkuttum' [Leyi: 14] âyetinde belirtilen azabdır» demiştir. «Hatırla o zamanı ki, boyunlarında bukağılar vardır» [Gafir: 71J âyetinde belirtilen azabtır. İşte bu şeyler onların kitabtan na-sibleridir. Günâhları nisbetinde, küfürdeki ilerlemeleri oranında onlara verilecektir.
«Kitabta zikredilen nasibten maksad, azabın ötesinde bir şeydir» denildikten sonra bu hususta ihtilaf edilmiştir; İbni Abbas, Mücahid, Said bin Cübeyr ve Atiyye, «Bu nasibten maksad, saadet veya şekavettir» diyorlar.
îbn Abbas'm başka bir rivayetinde «Onların aleyhinde yazılan amellerdir.»
Başka bir rivayetinde «Kim ki, hayrı işlerse, onunla -mükâfatlandırılır, kim ki, bir şerri işlerse, onunla cezalandırılır» demiştir.
Katade, «işlemiş oldukları amellerinin cezasıdır» demiştir. Bazıları da «Âyetin manası; kitabta onlara vaadedilen hayır ve serden onların nasibleri onlara isabet edecektir» demişlerdir. Bu görüş, Mücahidin ve Dahhak'm görüşüdür. Ve aynı zamanda îbn Abbas'tan da böyle rivayet edilmiştir.
Rebi' bin Enes; «kitabta rızıktan onlar için ne yazılmışsa, onlara isabet edecektir» şeklinde tefsir etmiştir.
Muhammed bin Ka*b el-Kurezi, «Onun rızkı ve ömrü ona isabet edecektir» demiştir.
İbnü Zeyd, «kitabtan onların ameller, rızıklar ve ömürlerinden olan onlara isabet edecektir. Bu bittikten sonra elçilerimiz onlara gelip canlarını kabzedecektir» diyor.
Taberi, bu son görüşü tashih ederek demiştir ki, Cenab-ı Hakk, «Bunun arkasından elçilerimiz onlara gelip ruhlarını aldığında Allah'tan başka çağırdıklarınız nerededir» derler. «Onlar (putlar), bizden kaçtı, uzaklaştı dediler. Nefisleri aleyhine kâfirlerden olduklarına dair şahitlik ettiler,» denilmektedir. Böylece ortaya çıktı ki, onlara isabet eden, dünyada onlar için takdir edilendir. Bu bittikten sonra elçiler gelip ruhlarını alırlar.
İmam Fahreddin Razi, «Bu pay meselesindeki ihtilaf, pay kelimesinin bütün bu manaları içermesinden ileri geliyot» dedi. Bazı müdekkikler, «pay kelimesini ömür ve rızık üzerine hamletmek daha uygundur» diyorlar. Çünkü Cenab-ı Hakk, onların küfür hususunda o büyük ve tehlikeli noktaya geldiklerini be: yan ettikten sonra onlara yazılmış rızıkla Ömrün verilmesine herhangi bir engel yoktur .Bu da Allahtan gelen bir fazilettir. Tâ ki onlar ıslah ve tevbe etme imkânını bulsunlar» buyurdu.
Onlara (yani Allah'ın kesesinden yalan uyduranlara, peygamberleri yalanlayanlara) Ölüm meleği ve yardımcıları geldiğinde, ruhlarını kabzetmek için hazır olduklarında, ömürlerinin son noktasında elçiler kendilerinden soruyorlar:
Allahtan başka çağırmakta olduğunuz (putlar), ortaklar nerede?
Bu sual, kınamak, kulaklarım çınlatmak ve onları susturmak için olan bir sualdir. Yoksa malûmat sahibi olmak için sorulan bir sual değildir.
Âyetin manası; «Allah'tan başka kulluk yaptığınız nesneler nerede, onları çağırınız ki sizden ölümü ve sizin başınıza geleni uzaklaştır sınlar.»
Bazı müfessirler, «bu sual, ahirette olur» demişler. Bu tefsire binaen âyetin manası; «Bizim elçilerimiz (azab melekleri), onlara gelip, onları ateşe hasredecekleri anda, «Allah'a ortak koştuğunuz mabudlarmız veya ibadet etmekte olduğunuz velileriniz nerede? Onları çağırınız ki, sizden Allah'ın gelen emrini uzaklaştır smlar? Kâfirler o elçilere cevab olarak derler ki:
— Onlar bâtıl oldular. Bizden uzaklaştırıldılar. Onlara muhtaç olduğumuz bir çağda bizi bıraktılar. Bize hiçbir faydalan dokunmadı. . ,
Böylece nefislerinin üzerinde kâfir olduklarına dair şahitlik ettiler. Cenab-ı Hakk, «Bu kâfirler, azabı gördüklerinde Allah'ın vahdaniyetini inkâr edici olduklarına dair şahitlik ettiler ve nefislerinin aleyhinde bu itirafta bulundular» eliyor.
Bilmiş ol ki, âyete getirilen bütün tefsirlere binaen âyetten maksad, kâfirleri küfürden uzaklaştırmaktır. Çünkü bu durumları zikretmek suretiyle meydana gelen tehdid ve korku, akıllı bir kimseyi engin bir düşünceye, istidlal etmeye ve inançda taklid etmekten son derece kaçınmaya davet ediyor. [59]
(38) Allah onlara: «İnsan ve cinden olan ve sizden önce geçen ümmetlerle ateşe giriniz» dedi. Herhangi bir ümmet ateşe girdikçe kardeşine lanet eder. Hepsi ateşte bir araya gelince onların sonuncusu önce geçenler için, «Ey Rabbimiz! İşte bunlar bizi saptırdılar. Bunlara ateşten katmerli azab ver,» derler. Allah, «Her birisine katmerli azab vardır, fakat siz bilemezsiniz» dedi...»
(39) «Öndekiler kendilerinden sonra gelenlere: «Sizin bizden bir üstünlüğünüz yoktur. Hemen kazandığınızdan dolayı azabı tadın» derler.»
(40) «Kuşkusuz ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara iman etmekten kaçınıp böbürlenenlere gök kapılan açılmaz. Deve iğne deliğinden geçmedikçe, cennete girmezler. İşte böylece mücrimleri cezalandırırız.»
(41) «Onlar için cehennemde döşekler ve üstlerinde yorganlar vardır. İşte böylece zalimleri cezalandırırız.»
(42) «İman edip salih amelde bulunanlara, ancak gücünün yettiğini yükleriz. İşte onlar cennetliktirler. Onlar orada sonsuza dek kalıcıdırlar.»
(43) «Biz onların göğüslerinde bulunan kini çıkarırız. Altlarından nehirler akar. Onlar «Bizi buna hidayet eden Allah'a hamdolsun. Eğer Allah bizi hidayet etmeseydi, biz buna (doğruya) erişemezdik. Kuşkusuz Rabbimizin elçileri hak ve gerçek ile geldiler» derler. «İşte bu amelleriniz sayesinde elde ettiğiniz o cennettir» diye seslenilir.» [60]
(38) «Allah onlara: însan ve cinden olan ve sizden önce geçen ümmetlerle ateşe giriniz dedi...» Bu âyetle ilgili tefsir:
Her ümmet ateşe girdikçe kendi dininden ve milletinden olan diğer ümmete lanet ediyor.
Süddi, «Bir dinin ehli ateşe girdikçe o din hususunda arkadaşları olanlara lanet okuyorlar.» Yani müşrikler müşriklere, Yahudiler Yahudilere, Hıristiyanlar Hıristiyanlara, Sabiinler Sabi-inlere ve Mecusiler Mecusilere lanet okur. Yani bir gurup diğerine suçu atar ve böylece aralarında lanetleşme olur. Bu durum, hepsi ateşte bir araya gelinceye kadar devam eder. Yani bir kısmı gelip diğerine yetişinceye ve ateşte istikrar buluncaya kadar devam eder.
En son gelenler en Önce gelenler için : «Ey Rabbimiz, bunlar bizi saptırdılar» derler.
İbn Abbas, «yani her ümmetin son gelenleri o ümmetin önce girenlerinden ötürü;
— Ey Rabbimiz, bunlar bizi saptırdılar» derler.
Süddi, «Ahir zamanda olan sonuncuları, o dini onlara o biçimde takdim eden Öncüleri için;
— Ey Rabbimiz, bunlar bizi saptırdılar, derler» dedi.
Mukatil, «Ateşe en son girenleri daha önce girenlere tâbi'dir-ler, yani başlar daha önce, tâbi'leri daha sonra gelirler ve tâbi'ler, başlar için: «Ey Rabbimiz, bizi saptıran bunlardır» derler. Yani ey Rabbimiz, bu önderlerle başlar, bizi hidayetten saptırdılar, şeytanın kulluğunu bize süslü gösterdiler, derler. Öyleyse onlara ateşten katmerli azab ver. Yani azabları kat kat olsun, demektir» dedi.
Ebu Ubeyde, «Âyetteki «Diten» kelimesi, bir şeyin bir benzerini üzerine arttırmak demektir. Yani bir katını daha fazlalaş-tır demektir» dedi.
El Ezheri, «Ebu Ubeyde'nin bu yorumu, halkın mecazı kelamlarında kullandığıdır. Allah'ın kitabına gelince, o apaçık bir dille gelmiştir. Onun tefsiri Arap kelamının konusuna dönüştürülür. «Dî'fen» kelimesi, Arap kelamında artan demektir. İki misli olmak üzerinde durmaz, yüz misli de olabilir. Arap kelamında, bu onun «Dî'fidîr» denir. Yani iki mislidir, üç mislidir, daha fazlasıdır, demektir. Çünkü «Dİ'F» esasında artış demektir. Herhangi bir noktada duracak artış değildir. «Di'fen»in tefsirinde en uygunu, on mislini arttırmak ve kılmaktır. Binaenaleyh «Diten» in en azı, bir misli, artırmaktır. En fazlasının ise hududu yoktur.
Zeccac; bu âyetin tefsirinde «onlara katmerleştirilmiş azab ver» şeklinde demiştir. Çünkü Arap kelamında Di'f kelimesi, iki çeşitte kullanılmıştır:
a) Misil (denk) manasında kullanılmıştır,
b) Bir de artırmak manasında kullanılmıştır, dedi.
Cenab-ı Hakk, onlara cevaben «Her birisine katmerleştirilmiş azab vardır» buyurur. Yani daha önce cehenneme girenlerinize de ve daha önce bu bâtıl dinin başında gelenlere de, daha sonra gelenlere de katmerli azab var. Yani izleyene de, katmerli azab var, izlenilene de... Çünkü iki sınıf da küfre girmişlerdir. Ama Allah' in her gurub için hazırlamış olduğu azabı siz bilemezsiniz. Veya her gurub, diğer guruba hazırlanan azabı bilemez.
Küfürde Öncüler (yani önderler) izleyicileri için, «Sizin, bizim üzerimizde bir fazlalığınız yoktur.» Yani biz sapıklığa gittiğimiz gibi, siz de sapıklığa gittiniz. Biz kâfirliğe kaydığımız gibi, siz de kaydınız.
Bazı müfessirler âyetin tefsirinde şunu söylemişlerdir :
Dünyada geçen her ümmet, kendilerinden sonra gelen izleyicilerine gelip de yollarında devam eden etbalarma, «Sizin bizim üzerimizde herhangi bir fazlalığınız yoktur. Sizin küfrünüzden ötürü Allah'ın azabından bize isabet edeni bildiniz. Allah'a karşı isyanımızdan dolayı başımıza geleni bildiniz. Peygamberler bu hususu size getirip sizi uyardılar. Buna rağmen siz sapıklıktan ve küfrünüzden dönüş yapmadınız. Öyleyse azabı tadınız» derler!..
Bu cümle, muhtemel' ki, önderlerin, etbalarma söylemiş olduğu bir cümle olsun. Muhtemel ki, ilk ümmetin son ümmete söylemiş olduğu bir cümle olsun. Muhtemel ki bu söz Cenab-ı Hakk' m sözü olsun. Yani Allah hepsine birden, «azabı tadınız» diyor ve bunun nedeni de daha önce kazanmış olduğunuz pis amelleriniz ve kâfirliğinizdir.
(40) «Kuşkusuz âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara iman etmekten kaçınıp böbürlenenlere gök kapıları açılmaz...»
Bu âyet hakkında gelen tefsirler :
«Bizim âyetlerimizi yalanlayanlardan maksad, tevhid delillerini, Allah'ı birleyen hüccetleri yalanlayan ve onlara inanmayan, Allah'ın peygamberlerine uymayan kimselerdir. Onlar bu âyetlere iman etmek hususunda böbürlenirler. Onları tasdik etmezler ve onlara baş eğmezler. O âyetlerin istediği şekilde amel etmekten de böbürlenirler. îşte bunlara gök kapıları açılmaz. Yani bunların ruhları cesedlerinden çıkınca, gök kapılan açılmaz ki, o ruh yücelip Allah'ın huzuruna varsın. Onlar hayatta iken de sözlerinden ve amellerinden dolayı gök kapılan açılmaz. Dualan için gök kapıları açılmaz. Çünkü onların hem ruhları, hem sözleri, hem amelleri habis (pis) tir. Allah'ın huzuruna ancak tayyib kelimeler yükselip gider. Salih ameller yükselip gider.
îbn Abbas, «göklerin kapılan kâfirlerin ruhları için açılmaz, fakat mü'minlerin ruhları için açılır» dedi.
Başka'bir rivayette İbn Abbas; «Onların sözleri ve amelleri yükselip Allah'ın huzuruna gitmez» dedi.
îbn Cüreyc, «Göklerin kapıları ne onların amellerine ve ne de ruhlarına açılmaz» dedi.
İbn Cerir, Taberi, Berra bin Azib tarikiyle Allah'ın Resulünden rivayet etti:
Peygamber, faoir bir kimsenin ruhunun kabzedilmesini ve onun yükseltilip göğe götürülmesini zikrederken şunları söyledi:
«Melekler onu yükseltip götürürler. O, melek gurublarının hangisinin yanından geçerse, o gurublar, «Bu habis (pis) ruh nedir?» diye onun pis kokusundan şikâyet ederler. Getirenler, onun dünyadaki en çirkin isimlerini anarak «Filanın ruhudur» derler. Bu ruhu, göklere götürünceye kadar durum böyledir. Göklerin açılmasını isterler, gök de onlara açılmaz.»
Peygamber bunu dedikten sonra, «onlar için göğün kapıları açihhaz, deve iğnenin deliğinden geçmedikçe onlar cennete girmez» âyetini okudu. Bazı müfessirlere göre, âyetin manası şöyledir: Onlar için gök kapıları açılmaz, yani onlann üzerine bereket ve hayır inmez. Çünkü bereket ve hayır ancak gökten (yücelikten) iner, gök kapıları onlar için açılmayınca onlar üzerine hayır, bereket ve rahmetten bir şey inmez, demektir. [61]
Bu Âyet-i Celîlede bütün canlıların arasından deve seçilmiştir.
Çünkü Kur'an'm ilk muhatablan olan Araplar katında en büyük hayvan deve idi. Bir de iğnenin deliği zikredilmiş, çünkü o da deliklerin en darıdır. Devenin o büyük vücuduna rağmen o daracık iğne deliğinden geçmesi muhaldir. Öyleyse kâfirlerin de cennete girmeleri muhaldir. Cenab-ı Hakk, onlann cennete girmelerini bu şarta bağladı. Bu şartın oluşu muhal olduğundan dolayı, bu şarta bağlanan meşrut (onlann cennete girmeleri) da muhal oldu. Böylece sabit oldu ki kâfirin cennete girmesi yüzde yüz yasaktır ve kesinlikle olmaz.
Bu âyetin tefsirinde Fahri Razî şunu ileri sürüyor:
Tenasuha hükmedenler, tenasühün oluşuna dair bu âyetle istidlal ederek dediler: «Ruhlar beşerin cesedlerindeyken isyan ettiler ve günâha kaydılar. O bedenlerin Ölümünden sonra başka bedenlere geçiriliyorlar. Böylece azabta devam ederler. Tâ ki devenin bedeninden, iğnenin deliğinden geçen kurtçuğun bedenine intikal edinceye kadar, böyle devam ederler. Böyle olduktan sonra o günâhlardan da, isyanlardan da tertemiz olur. o zaman cennete girer, ebedî saadete varırlar!»
Fakat bilmiş ol ki, tenasüh bâtıldır. Bu istidlal da zayıftır. Al^ lan daha iyisini bilir [62]
(40) «İşte böylece mücrimleri (suçluları) cezalandırırız,..» Bu âyet hakkında gelen tefsir:
Yani bu zikrettiğimiz ceza gibi, mücrimleri cezalandırırız. Allah (C.C.) daha iyisini bilir, fakat mücrimlerden maksad, kâfirlerdir. Çünkü daha Önce geçen vasıfları, Allah'ın âyetlerini yalanlamaları ve buna iman etmekten böbürlenmeleridir. Böyle yapanlar kâfirlerdir. Böylece «mücrim» kelimesini kâfir manasına almak vacib oldu. [63]
İmam Ahmed, Ebu Muaviye'den, A'meş'ten, El Minhal'den, Za-zan'dan, Berra bin Azib'ten rivayet etti: Resûlüllah ile beraber Ensardan ölen bir kişinin cenazesine katılıp kabre vardık. Kişi lahde konulduktan sonra Allah'ın Resulü oturdu. Biz de etrafında oturduk. Sanki başımıza kuşlar konmuştu. Yani kıpırdamak yoktu. Peygamberin elinde bir ağaç parçası vardı. Onunla yeri deşiyordu. Bir an .başını kaldırdı ve buyurdu:
«Kabir azabından Allah'a sığınınız!..»
Bu sözünü iki veya üç defa tekrar etti. Sonra, «Mü'min bir kul dünyadan ayrılıp ahirete yöneldiği halde, gökten ona melekler gelir, yüzleri pırıl pırıl parlar. Sanki yüzleri güneştir. O meleklerin yanında cennetin kefenlerinden kefenler, cennetin kokulu Hanutundan, Hanut vardır. Onlar gözle görülecek kadar o meyyitten uzak otururlar. Sonra ölüm meleği gelir, onun başının ucunda oturur ve;
«Ey itmi'nana kavuşmuş nefis, Allçüı'dan gelen bir mağfiret ve ridvana çık» derler. Bunun üzerine damlanın su kabından damlaması gibi, ruh cesedden çıkar. Ölüm meleği ruhu alıyor, o ruhu aldığı zaman, gözü açıp kapaması kadar da olsa, melekler o ruhu bırakmazlar. Derhal alırlar, o kefenler ve hoş kokulu hanutla onu sararlar. Ondan miskin en hoş kokusu gibi koku çıkar. Yeryüzünde bulunan en hoş kokulu miskin kokusundan daha hoş koku çıkar. Onu göklere doğru götürürler.- Onu melek güruhlarının hangisinin yanından geçirirlerse «Bu ne güzel bir ruhtur» derler. Gö* türen melekler de, «Bu filan oğlu filanın ruhudur» derler- ve o adamın dünyadaki en hoş isim ve künyelerini anarlar. Tâ ki bunu göğe götürünceye kadar bu devam eder. Gök kapısını açmak isterler. Onlara kapı açılır. Her gökten diğer göğe kadar o göğün en yakın melekleri onu teşyi ederler. O ruh için yedinci göğe varıncaya kadar durum budur. Cenab-ı Hakk buyuruyor :
«Benim kulumun kitabım İlliyyinler (cennetlikler) içinde yazınız. Onu yere iade ediniz. Çünkü ben onları yerden yarattım. Onları yere iade edeceğim ve ikinci .bir kez onları yerden çıkarıp haş-re gödereceğim.»
Cenab-ı Peygamber devamla : O ruh yere iade olunur. İki melek, yani Nekir ve Munker, gelirler, onu oturturlar ve ondan:
«Senin Rabb'ın kimdir?» diye sorarlar. O da, «Benim Rabbim Allah'dtr» der. İki melek:
. «Senin dinin hangi dindir?» diye sorarlar. O da; «Benim dinim İslâmdır» der. İki melek;
«Size peygamber olarak gönderilen şu kişi kimdir?» derler. O da;
«O, Allah'ın Resulüdür» der. Melekler ona; «Senin amelin nedir?» derler. O da;
«Allah'ın kitabım okudum, ona iman ettim. Onu doğruladım» cevabını verir. Böylece gökten Allah tarafından bir dellal seslenir :
«Kulum doğru söyledi. Cennetten ona döşekler yayınız ve cennet elbiselerini ona giydiriniz ve cennete açılan bir kapıyı ona açınız denir. Böylece cennetin hoş kokusundan onun kabrine bir koku geliyor. Onun kabri göz görebildiği kadar onun için genişliyor.»
Cenab-ı Peygamber devam etti:
«Ona güzel yüzlü ve güzel elbiseli birisi gelir. Ona :
— «Sana dünyada vaadedilen ve bugün seni sevindiren bir şey nedir!» der, Ölü, o gelenden soruyor :
— Sen kimsin? Senin yüzün hayırla gelen bir yüze benziyor. O gelen de:
—: Ben, senin dünyada işlemiş olduğun salih amelim der. Kabir sahibi:
— Ey Rabbim, kıyameti kopar. Ey Rabbim, kıyameti kopar ki ben aile efradıma ve malıma dönüş yapayım, niyazında bulunur.»
Cenab-ı Peygamber devam etti:
— Kâfir bir kul dünyadan ayrılıp ahirete yönelince, göklerden, yüzleri simsiyah, beraberlerinde sivri kıldan yapılmış elbiseler olan melekler inerler. Gözün görebileceği kadar onun uzağında otururlar. Sonra ölüm meleği gelir, onun başının ucunda oturup;
— «Ey habis nefis, Allah'ın gazdb ve öfkesine dönüş yap!» der.
Böylece ruh, o kâfirin bedeninde parçalanır. Herhangi biriniz ıslanmış yünleri dikenli bir ağacın üzerine atıp, çektiğiniz gibi, ruh cesedden çekilir. Ölüm meleği ruhu eline ahr. Onu eline aldığında göz açıp kapayıncaya kadar da olsa, onu elinden bırakmazlar. Onu, o katı kıldan yapılmış sargıya sararlar. Yeryüzünde bulunan en pis cife kokusu gibi, pis bir koku ondan çıkar. Onu göklere doğru götürürler. O hangi melek gurubunun yanından geçerse o gurub, «Bu habis ruh kimin ruhudur?» diye sorarlar. Götüren melekler de, yeryüzünde en kötü isim ve lakabı ne ise, onunla onu anarak «filan oğlu filanın ruhudur» derler. Böylece ruh, yeryüzüne en yakın olan göğe kadar getirilir. Gök kapısı açılmak istenir, fakat açılmaz.»
Hz. Peygamber bunu söyledikten sonra :
«Onlar için göğün kapıları açılmaz. Deve iğnenin deliğinden geçmedikçe, onlar cennete girmez» âyetini okudu. Cenab-ı Hakk, o anda, «onun kitabını yerin en alt tabakası olan siccin de yazınız» der. Böylece onun ruhu o yükseklikten atılır.»
Cenab-ı Peygamber bunu söyledikten sonra :
— Kim ki Allah'a şirk koşarsa sanki o, gökten düşmüştür. Kuş onu kapar veya rüzgâr onu alıp uzak bir mekâna götürür [Kur'an : 30] âyetini okudu. Böylece onun ruhu cesedine geri gelir. Ona iki melek, yani Nekir ile Münker gelir, onu oturturlar. Ondan sorarlar:
— Senin Rabbin kimdir?
O:
— «Ah, Ah, ben bilmem» diye cevab verir. İki melek ondan sorarlar:
— Senin dinin, hangi dindir?
O yine:
— «Ah, ah ben bilmem» diye cevab verir. İki melek:
— «Size peygamber olarak gönderilen kişi kimdir?» diye sorarlar. O yine:
— «Ah, ah, ben bilmem» der. Böylece gökten Allah tarafından bir delial seslenir:
— «Kulum yalan söyledi. Ateşten ona bir döşek serîniz. Onun kabrinden cehenneme açılan bir kapı açınız» der. Böylece cehennemin sıcağından, zehirlerinden ve dumanından onun kabri dolar ve kabri onun üzerinde daralır. Öyle ki, onun kaburgaları birbirine geçer. Yüzü ve elbiseleri çirkin birisi onun kabrine gelir. O gelenden en kötü kokular saçılmaktadır. O gelen, ölüye:
— «Sana dünyada vaadedilen ve bugün senin halini kötüle-yen bir şeyle müjdelen» der. Ölü :
— «Sen kimsin? Senin yüzün şerri getiren bir yüzdür» der. O:
— «Ben senin habis (pis) amelinim» der. Ölü:
— «Ya Rab Kıyamet kopmasın» der.»
îmam Ahmed, yine Abdurrezzaktan, Ma'merden, Yunus bin Habab'tan, el-Minhal bin Amr'dan, Zazan'dan, Berra bin Azib'ten rivayet etti:
Biz Resûlüllah ile beraber bir cenazeye katıldık dedi ve bahsi geçen hadisin benzerini zikretti. Fakat bu ikinci hadisde şu da vardır:
«Mü'min kulun ruhu çıktığı zaman ,yer ile gök arasında ne kadar melek varsa, ona dua ederler. Göklerdeki melekler de ona dua ederler. Onun için göğün kapıları açılır. Herhangi bir kapıda vazifeli bulunan melekler Cenab-ı Hakk'a:
— Yarab, bu mübarek ruhu, bu kapıdan yükselt diye yalvarırlar. Ve hadisin sonunda;
«O {kâfir] kimseye, iki gözü kör, sağır, dilsiz, elinde bir dağa vurduğu takdirde dağı tuz buz edecek kadar dehşetli bir sopa olan birisi musahhar kılınır. Ona bir darbe indirir, o toprak olur, Tekraren Cenab-ı Hakk, onu cisme çevirir, eskisi gibi yapar. O gelen tekrar ona vurur. O öyle bir sesle bağırır ki insanlar ve cinlerden başka her şey onun sesini işitirler.»
Hadisin ravisi Berra devamla:
«Sonra ona ateşten bir kapı açılır. Ateşten ona döşek serilir.» dedi.
Said bin Yesar, Ebu Hureyre'den, Allah'ın Resûlü'nden rivayet etti:
Ölümle pençeleşenin yanında melekler hazır bulunur. Eğer ölü salih bir kişi ise melekler :
— «Ey güzel cesedde bulunan mutmain nefis! Övülerek rahmet, güzel koku ve gazabsız bir Rabbe müjdelenerek çık,» derler ve onu göklere götürünceye kadar bunu söylerler. Onun için gök kapısının açılmasını isterler. Deniliyor ki:
— Bu gelen kimdir? Götüren melekler:
— Falan zattır derler. Demliyor ki:
«Güzel cesedde olan güzel nefse merhaba, övülerek, rahmetle ve gazabı olmayan bir. Rabbin mulakatıyla müjdelenerek gir.»
Bu söz Cenab-ı Hakk'ın bulunduğu semaya kadar söylenir. (Allah'ın semada bulunması, keyfiyet bakımından bizim meçhu-lümüzdür. Zira Allah zaman ve mekândan münezzehtir. Hadisin bu cümlesi müteşabüıtir. Yani manası kapalıdır. Bazı kimseler Allah'ın arşının bulunduğu semâdır demişlerdir.)
Ölü kötü bir kimse ise, melekler :
«Ey pis cesedde bulunan pis nefis! Mezmum olarak cehennemin irini ile müjdelenerek çık» derler. Onu göğe götürünceye kadar bu sözü tekrar ederler. Onun için gök kapısının açılması istenir. Deniliyor ki:
. — Bu kimdir ? Götüren melekler:
— «Bu filandır» derler. Oradaküer :
— «Pis cesedde bulunan pis nefse merhaba olmasın. Yerilerek dönüş yap. Çünkü senin için göğün kapıları açılmaz,» derler. Böylece o nefis yer ile gök arasında bırakılır, kabre varır.
(42) «îman edip salih amelde bulunanlar ki bir nefse ancak gücü yettiğini yükleriz İşte onlar cennetliktirler. Onlar orada sonsuza dek kalıcıdırlar...»
Bu Âyet-i Celîlenin tefsiri:
Bizim âyetlerimize iman eden, âyetlerimizi yalanlamayan, salih amellerde bulunan, salih amelleri yapmaktan böbürlenmeyen, işte onlar cennetin arkadaşları (ehlidir)ler.«Bw bir nefse, ancak gücü yettiğini yükleriz» cümlesi, mübteda ile haber arasında gelen ihtirazi (ara) bir cümledir.
Bazı tefsirciler «Bu cümleye şu manayı vermişlerdir: Biz herhangi bir nefse ancak o nefis için genişlik meyvesini vereni yükletiriz. Yani genişliği gökle yer arası kadar olan cenneti, meyve veren amelleri yükletiriz» demişlerdir. Fakat bu mana, zahirin hila-fınadır. Her ne kadar âyet bu manaya da hamledüdiği takdirde teşvik ve terğibten uzak kalmıyorsa da, bu mana âyetin zahirine uzak düşer.
«Onlar orada kalıcıdırlar» cümlesi, cennet ehlinin halidir. Yani cennet hayatı ebedî ve sonsuzdur. Bazı safsatacıların duygusal olarak «Uzun bir müddet devam eder, sonra sonuçlanır» demelerine bakılmamalıdır. Zira ikisi de sonsuzdur. Allah daha iyi bilir!..
Âyetteki «vusu'» kelimesi, insanoğlunun genişlik halinde güç yitirdiği, darlık ve şiddet halinde yapılması kolay olan demektir. Bunun delili de, Muaz bin Cebel, âyette «illa vua'ha» yerine «illa yusreha lâ u'sreha» (ancak onun kolay olanı tek-lif kılınmıştır, yapılması mümkün olmayanı değil) şeklinde okumuş veya tefsir etmiştir. Gücün son noktasına gelince, ona «vusu' değil de «cehd» denilir. Vusu'un gücün bütün varlığını vermek manasında olduğunu zanneden bir kimse yanılmıştır.
El-Cübbai; bu âyet cebircilerin mezhebinin bâtıl olduğuna işaret eder. Şöyle ki cebirciler, «Cenab-ı Hakk, kula gücünün yetmediğini de teklif kılmıştır» derler. Fakat Cenab-ı Hakk, bu cümlede onları yalanlamaktadır.
(43) «Biz, onların göğüslerinde bulunan kini çıkarıp attık... Altlarında nehirler akar. Onlar bizi buna hidayet eden Allah'a hamdolsun. Eğer Allah bizi hidayet etmeseydi biz buna (doğruya), erişemezdik. Kuşkusuz Rabbimiz elçileri hak (ve gerçek) ile geldiler, derler.»
Bu âyet hakkında gelen tefsirler :
Yani tabiatın isteği olarak kalblerinde gizli bulunan kin ve düşmanlığı sökeriz. Bu kin ve düşmanlık, dünyada aralarında cereyan eden birtakım emirlerden ileri geliyordu.
îbn Cerir, İbn Ebi-Hâtim ve Ebu Şeyh, Süddi'den rivayet ettiler :
Cennet ehli, cennete sevkolunduklarında oraya varırlar. Cennetin kapısında bir ağaç bulurlar. Onun kökünden iki çeşme akıyor. O çeşmelerin birisinden içerler. Böylece onların kalbinde bulunan kin sökülüp düşer. İşte temiz içecek budur. Diğer çeşmeden yıkanırlar. Onların üzerinde nimetin parıltısı görünür... Onlar ar- ıw. tık hiçbir zaman kirlenmezler.
İbn Ebi-Hâtim, Hasan Basri'den rivayet etti:
Kulağıma geldi ki, Allah'ın Resulü, «Cennet ehli köprüyü geçtikten sonra durdurulurlar. Onların bazısının diğerinde olan dünyadaki haklan alınır. Böylece kalblerinde kin ve buğz olmaksızın cennete girerler!..»
Bazı tefsircilere göre bu âyetden maksad, onların kalblerini temizledik, kalblerini cennetin derecelerinden ötürü kıskanmak, tan koruduk. Allah'ın dergâhı izzetine yaklaşmak mertebelerinden dolayı birbirlerini kıskanmıyorlar. Yani alt derece sahibi, en üst derece sahibini kıskanmıyor. Bu cümle, Cenab-ı Hakk'm daha önce cehennem ehli hakkında «Bazıları diğerine lanet edem cümlesine karşılıktır. Âyetin manası bunlardan hangisi olursa olsun, buradaki «sökülmekten» maksad, ahiretteki sökülmektir.
Ancak Cenab-ı Hakk, mazi sigasıyla bunu tabir ediyor. Çünkü yüzde yüz olan bir şey olmuş gibidir.
Bazı tefsircilere göre ise; bu kinin sökülmesi, ancak dünyadadır. Maksad, onlar ilk başta bu kinle sıfatlanmamışlardır. Bu olmayan kini söküp atarız tabiri ile ifade etmek mecazidir. Umulur ki bu, Resûlüllah'ın ashabı gibi en kâmil müminlere nazaran böyle olabilir. Çünkü o sahabeler aralarında merhametli idiler. Bazıları diğerini nefsini sevdiği gibi severlerdi. Veya âyetten maksad, Allah'ın tevfiki ile ölümden Önce o kini izale ederiz, demektir. Yani kin, beşeriyet mizacının gereği olduğundan dolayı, ölümden önce onu söküp atarız.
Muhtemel ki, Hz. Ali'nin bu âyet hususunda «Ümid ederim ki, ben, Osman, Talha ve Zübeyr bunlardan olalım» dediği bu iki vecih üzerine hamledilsin.
Onların bulundukları köşkler ve sarayların duvarlarının dibinden nehirler akar. Bu, onların lezzet ve sürürünü artırmak içindir. Onlar, hamd o Allaha mahsustur ki, bizi bu büyük zafere, bu sonsuz nimete hidayet etmiştir. Buradaki hidayetten maksad, kişiyi o büyük zafere götüren kalbi ve kalbi amellerden meydana gelen hidayettir. Bu da, buna muvaffak olmakla ve bununla nitelenmenin manilerini ortadan kaldırmakla olur.
Tefsir alimlerinin bazıları: «haza» kelimesinin işaret ettiği, o kinin kalblerden sökülmesidir. Yani «Hdmd, o Allaha mahsus olsun ki, bizi kinin kalblerden sökülmesine hidayet etmiştir» demişlerdir. Bu tefsir için Alûsi «Hiçbir kıymet taşıdığını görmemekteyim» diyor.
Eğer Allah bizi buna muvaffak kılmasaydı, biz bu büyük zafere veya bunun cümlesinden olan herhangi bir isteğe varamazdık. Cennet ehli, bu sözü, sevinçlerini izhar etmek ve elde ettikleri nimetlerden ötürü sevindiklerini belirtmek için söylemişlerdir. Bunu ikinci bir lezzet alsınlar diye, söylemişler. Allah'a yaklaşmak veya kulluk etmek manasıyla söylememişlerdir. Çünkü cennet artık kulluk yeri değildir. Cennetlilerin bu sözü dünyada hayırlı bir rızka mazhar olup da böyle konuşan bir kimsenin sözüne benzer. Bu kimse, bu sözü söylemekten nefsini alıkoyamaz. Bunu yaklaşmak için söylemiyorum.
«Yemin olsun, Rabbimizin elçileri bize hak ile geldiler.» Bu cümle ile de cennet ehli Allah'a yaklaşmayı kastetmediler. Bu, peygamberlerin dünyada onlara cenneti vaadetmelerinin doğru oluşunun beyanıdır. Bazı müfessirlere göre de, bu onların hidayetinin nedenidir.
Bu Âyet-i Celilede Kadercilerin mezhebini reddedecek açık delil vardır. Zira kaderciler, «Hidayette olan herkes, nefsi için hidayeti yaratır. Allah ona hidayeti yaratmış değildir» derler.
Mu'tezile'nin «Dünyada hidayet olunan nefsi ile hidayet olmuştur» sözlerini, cennet ehlinin «Eğer Allah (C.C.) bizi hidayet etmeseydi biz hidayet olunmazdık» sözleriyle karşılaştır. îki guruptan hangisini nefsine seçersen seç. Fakat ey akıllı kişi, Cenab-ı Hakk'ın övmüş olduğu bir kitlenin itikadını bırakıp heva ve taassubu ile yuvarlanıp giden bir kimsenin sözünü seçeceğine kanaatim yoktur.
Keşşaf sahibi Zemahşerî, bu âyetin Mu'tezile'nin aleyhinde olduğunu görünce, «Buradaki hidayet lütuf manasınadır. O lütuf ki ondan ötürü kul, kendi nefsi için hidayeti yaratır» demiştir.
Alûsi, «Hayatıma yemin ederim, Zemahşehri'nin bu sözü, lutuf-tan mahrum olan bir kimsenin sözüdür. Allahtan af ve afiyet diliyoruz» der [64]
(43) «İşte bu amelleriniz sayesinde elde ettiğiniz o cennettir diye seslenilir.»
Bu âyet hakkında gelen yorum :
Çağıranlar, meleklerdir. Cennet ehlini çağırırlar. Bazı müfessirlere göre, çağıran Allah (C.C.Kır. Fakat bu âyetle ilgili eserler çağıranın melekler olduğunu kuvvetlendirmektedir.
«tîlke» ismi işarettir. Uzakta olan bir nesneye işaret eder. Acaba cennet, cennet ehlinden uzak mıdır ki Cenab-ı Hak «Tilke» tabiriyle cennete işaret etmiştir? Buradaki uzaklık, ya cennetin mertebesinin yüksekliğinden veya o mertebenin uzaklığından kinayedir veya cennettiler cenneti uzaktan gördükleri zaman, onlara bu söz söylenilmiştir. Veya bu tabir dünyada onlara vaadedilen cennetin bu olduğuna işarettir. Nitekim Zeccac'ın konuşması, buna işaret ediyor.
uristumüha'daki «Miras» tabiri vermekten kinaye ve mecazdır. Miras yoluyla elde etmişsinizden maksad, Allah tarafından size verilmiştir, demektir.
Âyetin sonunda «bimâ» tabirindeki «Bİ» harfi, sebebiyet içindir. Yani dünyada işlemiş olduğunuz salih amellerden ötürü o cennet size miras olarak verilmiştir. Vermek yerine Miras tabirinin kullanılması, sebebinin burada mucib (gerekli kılan), olmadığına işaret eder. Yani salih amel, cennet sahiblerine cenneti vermeyi Allah'a farz kılmıyor. Zira amel her ne kadar zahirde sebeb ise de, esasen mucib (gerektiren) değildir. Nitekim miras, çalışmaksızın elde edilen bir mülktür. Her ne kadar soy bu mülk edinmenin zahiri ise de.
Cenab-ı Peygamberin «Hiçbiriniz cennete amelinden ötürü girmez» hadisi ile, Sahihayn'den Ebu Hureyre ve Cabir'den gelen «Hiç biriniz amelinden ötürü kurtulamaz» hadislerindeki «be» harfi, tam bir sebebtir. Yani katıksız olarak amelinizden ötürü hiç biriniz cennete girmez ve katıksız olarak ameliniz hiç birinizi kurtaramaz. Onunla Allah'ın lûtfu olursa, kurtuluş olur. Böylece, bu iki hadis ile ayet arasındaki çelişki kalkmış oluyor. Çünkü âyetteki «BE» harfi tam sebeb için değildir. Hadislerdeki «BE» harfi de tam sebeb içindir. Böylece çelişki kaldırılmış oluyor. Mümkün ki, bu âyetteki «BE» harfi ivaz (bedel) için olsun. Yani bu miras olarak elde ettiğiniz cennet, amellerinizin ivazı ve karşılığıdır.
Bazı müfessirler, «tilke» kelimesi, cennette bulunan ve esasında cehennemlikler için yaratılmış olan birtakım konaklara işarettir. Eğer cehennemlikler Allah'a itaat etseydi Allah o konakları onlara verecekti. Fakat Cenab-ı Hakk, bu konaklan mü'minlere miras olarak vermiştir, diyorlar. Bu hususta İbn Cerir ve Ebu Şeyh, Süddiden rivayet ettiler :
Hiçbir mü'min ve hiçbir kafir yoktur ki, onun hem cennette hem de cehennemde belli bir konağı olmasın. Ne zaman ki cennet ehli cennete ve cehennem ehlî de cehenneme girip konaklarına varırlarsa, cennet; cehennem ehline görünecek şekilde yükseltilir, cehennemlikler, cennete bakarlar, oradaki konaklan görürler. Cehennemliklere : «Eğer siz Allah'ln tâ'atiyle amel etseydiniz işte bunlar sizin konaklarınız olacaktı» denildikten sonra «Ey cennetlikler, dünyada yapmış olduğunuz amellerinizin karşılığı olarak bu konaklan miras olarak alınız» deniliyor. Ve cennet ehli konakları aralarında taksim ederler. Alûsi bunlan naklettikten sonra şunu ekliyor.
Biliyorsun ki; bu garib miras hükmü dahi mecaza olan ihtiyacı defetmez.
Mu'tezile'ler, «cennete girmek, bu âyete istinaden Allah'ın fazliyle değil, katıksız olarak amellerden Ötürüdür,» demişlerdir. Fakat gizli değildir ki, hiçbir mü'min Allah'ın faziletinden bu hususta kurtulamaz. Zira âmellerin bizzat cennete girmeyi gerektirmeleri veya Allah'ın o amellerin sahibini cennete göndermek mecburiyetinde olduğu düşünülecek bir durum değildir. En fazla düşünülecek şudur: «Allah lûtufta bulunmuş, bu salih amelleri üzerine kişinin cennete girmesini tertib etmiştir. Eğer Allah'ın lûtfu olmasaydı bu olmazdı.»
Ben bu hususta, bir çok konuda olduğu gibi, Mutezilelerden daha fazla cüretli bir kimseyi görmüyorum. Çünkü onların kelamının neticesi şu noktaya geliyor: Cennet ve cennetin sonsuz nimetleri, Allanın üzerinde hak olacaktır. Bu gerekli olan bir hakla onların olmuştur.» Oysa Allah hiçbir şeyden ne yararlanır, ne de her hangi bir şeyden zarar görür ve bû konuda onların kanaatine göre Allanın hiçbir lutfu onlar üzerinde yoktur. Belki bu, bir borç mesebesindedir ve bu alacak, sahibine (Alacaklıya) verilmiştir. Ey Allahım, sen ortaktan münezzehsin, Mutezilelerin bu hükmü büyük bir bühtan ve korkunç bir yalanlamadır. Bu konuda sıhhatli bir haber de yoktur[65]
(44) Cennetlikler cehennemliklere: «Biz Rabbimizin bize va-adettiğini hak olarak bulduk. Acaba siz de Rabbinizin size vaade t ti ğin i hak olarak buldunuz mu?» diye seslenirler. Cehennemlikler: «Evet fhak olarak bulduk]» derler. Bunun üzerine aralarından bir müezzin (dellal) «Allahın laneti zalimlerin üze-ı liftledir» diye ilân eder.»
(45) «O zalimler ki, Allanın yolundan (ona tabi olmaktan) halkı menederler ve o eğri olsun isterler. Onlar ah i re ti de inkâr ederler.»
(46) «Cennet ile cehennem (veya iki kitle) arasında bir perde (sur) vardır. (O surun) yüksek noktalarda iki tarafı da nişanlarıyla tanıyacak erkekler (nöbetçiler) vardır. Bunlar, cennetliklere «sizin üzerinize selam olsun» diye seslendiler. Oysa cennetlikler cennete girmeyi arzuladıkları halde hâlâ cennete girmemişlerdir.»
(47) «A'raf ehlinin gözleri cehennemlikler tarafına çevrildiği zaman: Ey Rabbimiz, bizi zalim kavimle beraber kılma, derler.»
(48) A'raf ehli, nişanlarıyla tanıdıkları bazı adamlara «Ne topladığınız, ne de böbürlenmeniz, size bir yarar sağlamadı» diye seslendiler.
(49) (yine A'raf ehli) «kendilerini Allanın hiçbir rahmete erdirmeyecek diye yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıdır? diye seslendiler. (Sonra Allah cennetliklere) girin cennete, sizin için artık ne bir korku vardır, ne de mahzun olacaksınız.»
(50) Cehennemlikler, cennetliklere seslenir: «Sudan veya Allahın rızık olarak size verdiğinden bize aktarınız.»
Cennetlikler, «şüphesiz Allah bu ikisini de kâfirlere haram kılmıştır» derler.
(51) «O kâfirler ki dinlerini eğlence ve oyun edinmişlerdi. Dünya hayatı onları aldattı. Onlar şu günleriyle karşılaşmayı ve ayetlerimizi inkâr edip tanımadıkları gibi, biz de bugün onları öylece unuturuz.»[66]
(44) Cennetlikler cehennemliklere; «Biz Rdbbimizin bize vaadettiğini hak olarak bulduk. Acaba siz de Rabbinizin size vaa-dettiğini hak olarak buldunuz mu? diye sesleniyorlar.»
Bu âyetin tahlili:
Cennetlikler cennette, cehennemlikler de cehennemde istikrar bulduktan sonra bu kelam onlarca söylenir. Nitekim âyetin zahirinden de bu anlaşılıyor. Burada mazi sığasının kullanılması, yüzde yüz oluşacak bir şeyin olmuş gibi sayılmasından ileri geliyor. Ayetin manası: Cennet ehlinden her gurub dünyada tanıdıkları cehennem ehlini; onların ayıplarını sergilemek, onları daha fazla üzmek için çağırırlar: «Peygamberlerin diliyle Allah'ın bize vaadettiği nimet ve kerameti elde etmek suretiyle hak olarak bulduk. Acaba aynı peygamberler diliyle size vaade-dilen rezalet, zillet ve azabı, siz de hak olarak buldunuz mu? Cennet ve cehennem ne kadar uzak olursa olsun cennetliklerin cehennemliklere bu şekilde seslenmesi ve duyurması bunların da cevab vermesi, uzak bir ihtimal olarak sayılmamalıdır. Çünkü o ahiret âlemi bizim âlemimizdir. Birtakım maniler ve engellerden uzak olan bir âlemdir. Cehennemliklerin cennetliklere verdikleri cevab-ta: «Evet, biz de Rabimizin peygamberlerin diliyle bize vaadettik-lerini hak olarak bulduk» itirafı vardır.
El-Kissî, âyetteki «naam» kelimesini «niam» şeklinde okumuştur. Bu okuyuş, Kinane ve Huzeyle kabilelerine nisbet edilen bir lehçedir. Böyle bir kıraat gelmiş ve nakl-i sahih ile lûgatçılar
bunu ispat etmişlerdir. Buna rağmen bunu inkâr edenin sözüne itibar edilmez. Hz. Ömer'in bir kavimden bir şey sorduğunu, onların da onun cevabında «niam» dediklerini ve Hz. Ömer de «niam» develere denilir. «naam» deyiniz» dediğinin sahih oldu-1 ğunu görmüyorum. Çünkü burada, fasihin en sıhhatlısma muhalefet vardır [67]
Âyet-i Celîlede geçen «müezzin» kelimesi, İbn Abbas'tan gelen rivayete göre, sûra üfleyen melektir.
Bazı müfessirler de «Cehennem hazini olan Malik isimli melektir» demişlerdir.
Bazıları da «Herhangi bir melektir, Allah ona böyle bağırmasını emreder» demişlerdir.
îmamilerin, İbn-i Abbas'tan ve Er-Riza'dan rivayet ederek «Bu müezzin Hz. Ali'dir» demeleri, ehli sünnet tarikiyle sabit olmamıştır. Bir de Kuds'un hazirelerinde (Allah'ın huzurunda) müezzinlik yapmak Hz. Ali'yi aşar.
«Allahın laneti zalimlerin üzerindedir» cümlesi, cennet ehlinin sürürünü ve cehennem ehlinin de üzüntüsünü artırmak için yapılan bir ilândır.
«Allah'ın yolundan menederler» cümlesinden maksad, nefislerini Allah'ın dininden menederler ve Allah'ın dininden yüz çevirirler. Veya başkalarını Allah'ın dininden menederler, yani oraya girmemeleri için halka yasak koyarlar, demektir.
«O dini eğri olarak ararlar.» Yani onun aleyhinde bulunurlar. Ona iman etmezler. Veya ona yanlış tevil ararlar. Bâtıla kaydıracak teviller getirmeğe çalışırlar.
Deniliyor ki «ivec» esre ile okunduğu zaman din ve yolda olan eğrilik demektir. Üstün ile «avac» okunduğu zaman yaradılıştaki eğrilik demektir. Nitekim, «onun bacağında «avac» vardır, onun dininde ivec vardır denildiği gibi.» Rağib el îsfehanî, «avac» dikilmiş ağaç gibi gözle görülen nesnelerde kullanılır. «îvec» ise, fikir ve basiretle idrak edilen nesnelerde kullanılır.» diyor. [68]
(46) «Cennet ile cehennem veya iki kitle arasında bir perde vardır...» Bu âyet hakkında gelen tefsir:
Bu «perde»den maksad, cennet ile cehennem arasına gerilen sur'dur. Bu büyük bir perdedir, cennetin etkisinin cehenneme, cehennemin etkisinin cennete ulaşmasını önler. Fakat bu SUR seslerin işitilmesine engel olmuyor. Zira ahiret emirleri, dünya emirleriyle kıyas edilemez.
îbn Cerir; «âyetteki hicab (perde)tan maksad, Cenab-ı Hakk, onların aralarında bir sur kılmıştır. O surun bir kapısı var. Onun iç kısmında rahmet, dış kısmmda azab vardır» demektir. îşte bu sur, Cenab-ı hakk'm «â'raf üzerinde erkekler vardır» diye buyurduğu â'raf'tır. bu sur, â'raf ismini bu kelimeden almıştır. Sonra îbn-i Cerir, Süddi'nin, «Onların aralarında perde (yani sur) vardır. O sur da, Araf'tır» dediğini nakletti.
Mücahid, «â'raf, cennet ile cehennem arasında bir perde (sur)dur; onun kapısı vardır» diyor.
Îbn Cerir, «â'raf, araf'in çoğuludur. Â'raf, yerin yüksek tepelerine denilir. Araplar, her yüksek yere Â'raf derler, horozun ibiğine Â'raf denilmiş, çünkü tepesinden yüksektir» diyor.
â'raf hususunda gelen rivayetler :
Süfyan bin Veki' bize, ona îbn Uyeyne, Abdullah bin Ebi Ye-zid'den, o da İbn Abbas'tan rivayet etti:
Â'raf, yüksek olan şey demektir.»
Sevri, Cebir'den, Mücahid'den, îbn Abbas'tan rivayet ediyor:
«Â'raf, horozun ibiği gibi bir surdur.»
îbn Abbas'tan gelen diğer bir rivayette, Â'raf, cennet ile cehennem arasında bulunan tepelerin çoğuludur, denilmektedir. O tepeler üzerinde günahkârlardan bazı kimseler, cennet ile cehennem arasında hapsedilmekte ve durdurulmaktadır.»
îbn Abbas'tan gelen diğer bir rivayete göre Â'raf, cennet ile cehennem arasında bir surdur.»
Dahhak ve tefsir alimlerinden birçok kimseler de böyle demişlerdir.
Es Süddi, «Â'raf'a, bu adın verilmesinin nedeni, Â'raf'ta duranların halkı tanımalarından ileri gelir.» dedi.
Â'raf ehli hakkında, onların kimler olduğu hususunda, Mü-fessirlerin ibareleri değişik bir şekilde gelmiştir. Fakat hepsi bir tek manaya yakındırlar. O da şudur: «Onlar bir kavimdir, sevapları ile günâhları eşit olmuştur.»
Huzeyfe, îbn Abbas, îbn Mes'ud, selef ve haleften daha birçok kimseler, bu manayı kabul etmişlerdir.
Hafız Ebu Bekir bin Merduveyh'in zikretmiş olduğu merfu bir hadiste şöyle gelmiştir: Allah'ın Resûlü'nden, sevablanyla günâhları eşit olan bir kimse cennetlik midir, cehennemlik mi? Hali ne olacaktır? diye soruldu. Cenab-ı Peygamber:
«Onlar, Araf ehlidirler. Onlar, cennete girmeyi arzularlar, fakat girmemişlerdim buyurdu.
Bu hadis bu vecihle garibtir [69]
Başka bir vecihten, Said bin Seleme'den, Ebul - Hisah Mu-hammed bin Munkedir'den, Müzeyne kabilesinden olan diğer bir kişiden rivayet ediliyor: «Allah'ın Resûlü'nden sevablarıyla günâhları eşit olan kimseler ile Â'raf ehlinin durumu soruldu. Ce-nab-ı Peygamber cevab olarak :
«Onlar bir kavimdir, atalarından izin almaksızın âsi olarak yola çıkmışlar ve Allah yolunda öldürülmüşlerdir» buyurdu.
Said bin Mansur, Ebu Ma'şer'den, o da Yahya bin Şibl'den, o da Yahya bin Abdurrahman el - Muzeni'den, o da babasından rivayet ediyor:
Allah'ın Resûlü'nden Â'raf ehli soruldu. Buyurdular:
Onlar bir güruhtur, Allah (C.C.) yolunda atalarına isyan ettikleri halde öldürülmüşlerdir. Atalarına isyan etmeleri, onları cennete girmekten Allah yolunda öldürülmeleri de onları cehenneme girmekten menetti.»
Hadisi, İbn Merduveyh, İbn Cerir, îbn Ebi Hatim birçok yoldan Ebi Ma'şer'den rivayet etmişlerdir.
İbn Mace de, merfu olarak Ebu Said el-Hudri ve îbn Abbas' in hadisinden rivayet etmiştir. Bu merfu haberlerin sıhhatini Allah daha iyi bilir. Bu hadisler hususunda ,,en fazla şu denilebilir: Bu haberler mevkufturlar. Fakat bunlarda belirtilen manaya delalet eden deliller de vardır.
tbn Cerir, ŞaTai'den rivayet etti:
Huzeyfe'den, Â'raf ehli kimlerdir? diye soruldu. Huzeyfe:
«Onlar bir kavimdir ki sevablarıyla günâhları eşit olmuştur. Seyyieleri (günâhları) onları cennete girmekten haseneleri (sevab-ları) da onları cehenneme girmekten menetmiştir. Ve böylece onlar, orada bir surun üzerinde, Allah CC.C.) onlar hakkında hük-medinceye kadar durdurulurlar!..»
Başka bir vecihten, bundan daha basit bir şekilde rivayet ederek şöyle dedi:
Bize îbn Humeyd, ona Yahya bin Vazı\ ona Yunus bin Ebi îshak ona da Şa'bi buyurdu: Abdulhamid bin Abdurrahman, yanında Kureyşin mevlası Ebu Zennad, Abdullah bin Zekvan olduğu halde bana gönderildiler. Baktım ki, onlar Â'raf ehli hakkında söyledikleri gibi olmayan bir şey zikrediyorlar. Onlara dedim ki, eğer dilerseniz size Huzeyfe'nin bu hususdaki sözlerini söyleyeyim.
Onlar kabul ettiler. Onlara Huzeyfe, «Â'raf bir kavimdir ki, haseneleri onları cehennemden korumuştur. Seyyieleri de onları cennete girmekten menetmiştir. Onların gözleri cehennemlikler tarafına çevrildiği zaman:
Ey Rabbimiz, bizi zalim kavimle beraber kılma, derler. Onlar bu halde iken, Allah (C.C.) onlara; muttali otur, görür. Onlara, gidiniz, cennete dahil olunuz, ben sizi affettim, der» hadisini naklettim...
Abdullah bin Mübarek, Ebu Bekir el - Huzeli'den, o da Said bin Cübeyr'den, o da îbn Mes'ud'dan rivayet etti:
«Kıyamet gününde halk hesaba çekilir. Kimin haseneleri seyyielerinden fazla ise, bir tek fazlalığı varsa da, o cennete girer. Kimin bir seyyiesi hasenelerinden fazla ise o cehenneme girer.»
Bunları söyledikten sonra «kimin terazileri ağır basarsa» [el-Karia: 6] Âyet-i Celîlesini okudu. Sonra, «Terazi, bir habbe miskaliyle hafifleşir ve ağırlaşır» dedi. Ve devamla : Kimin hase-neleri ve seyyieleri eşit ise o Â'raf ehlinden olur. Onlar sur üzerinde durdurulurlar. Sonra onlar cennet ehlini de, cehennem eh-lini de tanırlar. Cennet ehline baktıklarında «Selam sizin üzerinize olsun» diye bağırırlar. Gözleri sollarına çevrildiklerinde, cehennem ehline bakarlar ve «Ey Rabbimiz, bizi zalim kavimle beraber kılma» derler. Cehennem ehlinin konaklarından Allah'a sığınırlar.» Devamla, «Hasenat ehline gelince, onlara bir nur verilir, o nur, onların önlerini ve sağlarını ışıklandırır, o nurla yürürler. O gün her kula bir nur verilir, her ümmete bir nur verilir. Onlar köprünün üzerine geldiklerinde, Allah her münafığın nurunu alır. Cennet ehli münafıkların karşılaştıklarını görünce :
— Ey Rabbimiz, bizim için nurumuzu tamamla derler. Â'raf ehli ise:
Bu nur onların elindedir, onlardan alınmamıştır. îşte orada Cenab-ı Hakk, «onlar istedikleri halde cennete girmediler» buyuruyor, îstemek, girmektir, dedi.
İbn Mes'ud rivayet etti:
«Kul, bir haseneyi işlediği zaman, onunla on hasene ona yazılır. Bir seyyie işlediği zaman, ona ancak bir seyyie yazılır.» Sonra îbn Mes'ud;
«Tekleri, on (on iyilik) Varına galib gelen bir kimse helak olmuştur.» Hadisi îbni Cerir rivayet etmiştir.
Yine îbn Cerir, Veki tarikiyle Oerir, ona Mansur, ona Habib,ona Ebi Sabit, ona Abdullah bin Haris, îbn Abbas'dan rivayet etti:
A'raf, cennet ile cehennem arasında bir sur'dur. Allah (C.C.) kendilerini affetmeye başlayıncaya kadar Â'raf'ın ehli orada dururlar. Bundan sonra onları bir nehre götürürler. O nehre, «HAYAT NEHRİ» denilir. Onun iki kenarı da altın kamışlarla örtülüdür. Lü'lü ve incilerle süslüdür. Onun toprağı misktir. Onlar o nehre atılırlar. Renkleri ıslah olsun ve göğüslerinde, tanınmalarına vesile olan beyaz bir ben belirsin diye orada yıkanırlar. Renkleri ıslah olunca, Cenab-ı Hakk, onlara «Dilediğinizi temenni ediniz» der. Onlar da, temennilerde bulunurlar. Her temennilerini alıncaya dek temennide bulunurlar. Cenab-ı Hakk, onlara, «Sizin bütün istekleriniz size verildi. Onun yetmiş katı ye daha fazlası da sizin olsun» der. Böylece onlar cennete girerler. Onların göğüslerinde bilinmelerine nişan olacak beyaz bir ben vardır. Onlara, «Cennet ehlinin miskinleri» deniyor!..
İbn Ebi-Hâtim de babasından, Yahya bin Muğire'den, Cerir' den bu şekilde rivayet etmiştir. Süfyanı Sevri de Habib bin, Ebi Sadik'tan, Mücahid'den, Abdullah bin Haris'ten bu hadisi rivayet etti. Süfyan'ın hadisi daha da sıhhatlidir. Allah (C.C.) daha iyisini bilir.
Said bin Davud, Cerir tarikiyle Âmar bin Cerir'den rivayet etti:
Allah'ın ResûIÜ'nden Â'raf ehli soruldu.
«Onlar, kullardan en son aralarında hüküm verilecek kimselerdir. Alemlerin Rabbi kulların arasında hükümden fariğ olunca onlara hitaben:
«Siz bir kavimsiniz ki kasemleriniz sizi cehennemden çıkarmıştır, fakat cennete sokmamıştır. Siz benim azadlüarimsiniz. Dilediğiniz gibi cennette yayılınız» cevabını verir.
Bu hadis, mürsel ve hasendir.
Bazı kimseler; «Â'raf ehli zinadan doğan çocuklardır» der. Bu görüşü, El-Kurtubi hikâye ediyor. Hafız bin Asakir, Hasan-ı Basri tarikiyle Enes bin Malik'ten, o da peygamberden rivayet ediyor:
«Cinlerin mü'minleri için hem sevab hem de ikab vardır.»
Peygambere onların sevab alma durumunu ve mü'minlerini sordum. Buyurdu:
«Onlar Â'raf'ın üzerindedirler. Cennette ümmeti Muhammed* le beraber değildirler.»
«Biz: Â'raf da ne demektir?» diye sorduk. Buyurdular :
— «Cennetin duvarı (suru)dur. Orada nehirler akar, orada ağaçlar biter ve meyveler yetişir.»
Hadisi, Beyhaki rivayet etmiştir. Süfyan-ı Sevrî, Mücahid'den rivayet etti: «Â'raf ehli salih, fâkih ve alim kimselerdir.»
İbn Cerir, Yakub bin İbrahim tarikiyle îbn Ebi Mecrezeden rivayet etti:
Cennet ile cehennem arasında bir perde vardır. «Â'raf 'tn üzerinde kimseler vardır. Herkesi nişanlarıyla tanırlar.» âyetindeki Â'raf ehli meleklerdir. Bazıları, cennet ehlini de cehennem ehlini de tanırlar. Cennet ehline, «sizin üzerinize selam olsun» derler. Â'raf ehli cennete girmeyi istedikleri halde girememişlerdir. Gözleri cehennem ehli tarafına çevrildiği zaman da, «Ey Rabbimiz, bizi zalim kavimle beraber kılma» diye niyazda bulunurlar. Â'raf ehli, nişanlarıyla tanıdıkları bazı adamlara :
— Sizin topladığınız ve böbürlenmeniz size hiçbir fayda sağlamadı. Yemin edip de Allah'dan onlara bir rahmet yetişmeyecektir dedikleriniz bunlar mıdır?» derler.
Ravi diyor ki; cennet ehli cennete girdiklerinde «Cennete giriniz sizin üzerinize herhangi bir korku yok ve siz hiçbir zaman üzülmeyeceksiniz» deniliyor.
Bu hadis, Ebi Mecleze'ye kadar sahihtir. Ebi Mecleze, Lahık bin Humeyd tabiinden bir zattır. Fakat bu sözü garibtir. Siyakın hilafınadır. Cumhurun kavli onun sözünden üstündür. Çünkü âyet, cumhurun söylediğini takviye eder.
Mücahidin, bunlar salih, alim ve fakih bir kavimdir, demesinde de tuhaflık vardır. Allah daha iyisini bilir.
El Kurtubi ve başka alimler, Â'raf ehli hakkında on iki görüş nakletmişlerdir [70]
«Â'raf ehli, cennetliklerin ve cehennemliklerin her birisini nişanlarıyla tanırlar» âyetinin yorumunda Ali bin Ebi Talha, İbn Abbas'dan şunları rivayet etti:
«Cennet ehlini yüzlerindeki bir beyazlıkla, cehennem ehlini de yüzlerindeki siyahlıkla tanırlar.»
El - Ufi, İbn Abbas'tan şunları rivayet ediyor :
Allah, Â'raf ehlini Â'raf üzerine yerleştirmiş ki, cennette ve cehennemde kimlerin olduğunu tesbit etsinler. Onlar, cehennem ehlini yüzlerinin siyahıyla tanırlar. Onlar, zalim kavimle beraber kılınmaktan Allah'a sığınırlar. Onlar, oradan cennet ehline selam verirler. Halbuki arzu ettikleri halde cennete girememişlerdir. Eğer Allah dilerse, gireceklerdir.»
Mücahid, Dahhak, Süddi, Hasan, Abdurrahman bin Zeyd bin Eşlem ve başkaları da böyle demişlerdir.
Ma'mer, Hasan Basri'den rivayet etti:
«Onlar tama ettikleri halde cennete girmezler» âyetini okuduğu zaman buyurdu:
— «Allah'a yemin ederim, Allah bu tamahı onların kalblerine, ancak onlara bir keramet kastettiğinden dolayı koymuştur.»
Katade buyurdu:
«Cenab-ı Hakk, onların cennete girme arzusunu size haber verdi.» Bu âyetin yorumunda Dahhak, İbn Abbas'tan şunları rivayet ediyor : Â'raf ehli, cehennem ehline bakıp onları tanıdıklarında, «Ya Rab, bizi zalim kavimle beraber kılma» niyazında bulunurlar.
Süddi, «Cehennem ehlinden bir zümre Â'raf ehlinin yanından cehenneme götürülürken Â'raf ehli:
— Ey Rabbimiz, bizi zalim kavimle beraber kılma» diye Allah'a yalvardılar.
Abdurrahman bin Zeyd bin Esleme, bu âyetin tefsirinde; «onlar, cehennem ehlinin yüzlerini siyah, gözlerini masmavi olduğu
halde görüyorlar. O zaman. Ey Rabbimiz bizi zalim kavimle beraber kılma» derler [71]
(48) «Â'raf ehli nişanlarıyla tanıdıkları bazı adamlara: Ne topladığınız, ne de böbürlenmeniz size bir yarar sağlamadı, diye seslendiler...»
Bu âyetin tefsiri:
Â'rafta bulunanlar, ateşte olan müşriklerin ileri gelenlerinden bazılarını birtakım nişanlarla tanıdıklarından soruyorlar :
— Sizin çokluğunuz ve gururunuz, sizi Allah'ın azabından uzaklaştırmadı. Belki siz şu anda görmekte olduğunuz azaba sürüklendiniz, diye seslenirler.
Bu Âyet-i Celîledeki cem' kelimesinden, kastedilen ya mealde geçtiği gibi maldan topladıkları nesnelerdir veya bir araya gelip de toplanmalarıdır. Böbürlenmelerinden nıaksad ise, hakkı kabul etmekten kaçınmaları, haklı insanlara karşı gurur göstermeleridir.
Bu söz, Â'raf ehlinin, muhatablarınm azaba düşmesiyle sevinmelerine ve onların kulaklarını çınlatmalarına ve bir de o muha-tabları ileri derecede susturduklarına delâlet eder. Â'raf ehli, bu söz ile sadece onları susturmakla kalmamış, daha ileri giderek cennete giren bazı kimselere işaret etmek suretiyle «kendilerini Allah'ın hiçbir rahmete erdirmeyecek diye iddia ve itham ettiğiniz kimseler bunlar mıdır?» diye soruyorlar... Yani müşriklere d.ünya-da zayıf saydıkları, durumlarını azımsadıkları, kendileriyle istihza ettikleri bilâl'ler, âmmar'lar, suheyib'ler gibi zatları göstererek bu sözü söylerler. Tabiî bu söz, cehennem ehlinin üzüntüsünü, daha da büyütür, pişmanlıklarını daha da kabartır.
(49) «Giriniz cennete. Sizin için artık ne korku vardır, ne de mahzun olacaksınız» cümlesi hususunda tefsir alimleri ihtilaf etmişlerdir.
Bazdan: «Bu hitab, Â'raf ehlinedir. Bu sözü Allah (C.C.) onlara söylüyor. Veya bu hitab Allah'ın emriyle bazı melekler tarafından Â'raf ehline yapılmış bir hitabtır» dediler.
Bazıları da; «Bu hitab Â'raf ehlinden bir gurubun diğerine yapmış olduğu hitabtır. Âyetten.maksad, Cenab-ı Hakk, Â'raf ehlini cennete girmeye ve Allah (C.C.) tarafından onlar için cennette hazırlanan mertebeye erişmeye teşvik ediyor» dediler.
Bu tefsire binaen «Kendilerini Allah'ın hiçbir rahmete erdir-meyecek diye yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıdır?» cümlesi, A'raf ehlinin kelamından olur. «Cennete giriniz» cümlesi de, Allanın kelamından olur.
(50) Cehennemlikler cennetliklere seslenir: «Sudan veya Allah'ın nzik olarak size verdiğinden bize aktarınız...»
Bu âyet hakkında gelen tefsir :
Cenab-ı Hakk, Â'raf ehlinin cehennemliklere ' söylediklerini açıkladıktan sonra hemen cehennemliklerin cennetliklere söylediklerini haber verdi.
tbn Abbas, «Â'raf ehli, cennete gittikleri zaman, ümidsiz olan cehennemlikler cennete varma ümidine kapıldılar. Ve, «Ey Rab-bimiz, cennet ehlinden yakınlarımız vardır. Bize izin ver de onları görelim, onlarla konuşalım» diye temennide bulunurlar. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk, cennete emir verdi, cennet süslendi. Sonra cehennem ehli, cennetteki yakınlarına ve içinde bulundukları nimetlere baktılar. Onları tamdılar. Cennet ehli de, cehennemliklere ve akrabalarına baktılar, onları tanımadılar. Çünkü yüzleri simsiyan kesilmiş, başka bir mahlûk gibi görünüyorlardı. Bunun üzerine cehennemlikler, cennetliklerin isimlerini alarak seslendiler: «Sudan bizim üzerimize birazını dökünüz, bize aktarınız.»
Özel olarak su istemeleri, içlerinde bulunan yangından ve cehennem hararetinin şiddetinden meydana gelen hararetten ileri geliyor. «Bizim üzerimize dökünüz manasını ifade eden «EFÎDU» sigasını (kipini) kullanmak, delalet eder ki, cennet ehli mekân yönünden cehennem ehlinden daha yüksektirler.
Eğer denilirse; cehennemlikler bu isteklerini ümid ve imkânla beraber mi yoksa ümitsizlikle mi yaptılar?
Biz cevab olarak deriz ki; İbn Abbas'tan yapılmış nakil delalet eder ki, bunlar, ümitlenerek su istemişlerdir.
Kadî Beyzavî, «ümitsizlikle beraber istemişlerdi. Çünkü onlar azablarının sonsuz olduğunu bilirler, O azabın onlardan gevşemeyeceğini kestirirler. Fakat bir şeyden ümitsiz olan bir insan, bazan onu ister. Nitekim darbımeselde 'Boğulmak' üzere olan bir insan köpüğe sarılır» denildi. Her ne kadar köpüğün onu kurtaramayacağını biliyorsa da bunu yapar.
Veya «Allah'ın size rızık olarak verdiğinden bize aktarınız» cümlesinden maksad, meyvelerdir. Bazı müfessirlere göre yemektir.
Bu Âyet-i Celîle, cehennemde hem şiddetli susuzluğun, hem de şiddetli açlığın olduğuna delalet eder. Nitekim Ebu Derda'dan rivayet edildi:
Azabları artsın diye Cenab-ı Hakk, açlığı ehli cehennem üzerine gönderdi. Onlar feryad ederler, fakat onlara kan ile irin verilir. Ne o onları geliştirip, semizleştirir ne de açlıklarını giderir. Sonra tekrar feryad ederler. Bu sefer boğazlarında kalan bir yemekle kendilerine cevab verilir. Sonra suyu hatırlarlar, feryad ederler. Onlara Hamîm (yara ve berelerinden akan irin) verilir. Bu da, demirden yapılmış çengellerle verilir. O çengeller takılıp onların iç organlarının tamamını parçalar. Bu sefer, cennet ehline yalvarıyorlar. Cennet ehli de: «Allah, hem suyu, hem de rızkı kâfirler için haram kılmıştır.» Bu cevabtan sonra cehennemin hazini (bakıcısı) olan Malik'e dönüp:
«Senin Rabbin bizi yoketsin» diye yalvarıyorlar!..
Rivayetlere göre; bu yalvarıştan sonra Malik onlara cevab veriyor. Sonra «Ey Rabbimiz, bizi cehennemden çıkar» diye sesleniyorlar. Onlara Allah tarafından, «orada ümitsiz olunuz, benimle konuşmayınız)} hitabı geliyor. İşte bu hitabtan sonra her hayırdan ümitsiz olurlar ve feryada başlarlar. (Ya Rab! Bizi ümidsiz-lerden eyleme!..)
îbn Abbas, cennet ehlinin sıfatı olarak şunları zikretmiştir.
Onlar, her cuma günü Allah'ın cemalini görürler. Onların her birisinin konağının bin kapısı vardır. Allah'ı gördüklerinde her kapıdan bir melek girer. Ellerinde mümtaz hediyeler vardır!..»
tbn Abbas devamla :
Cennetin hurma ağaçları zümrüt, toprakları kırmızı altın, o ağaçların yaprakları, cennet ehli için ziynet ve libastır. Meyveleri kırbalar veya kovalar kadardır. Gümüşten daha beyaz, kaymaktan daha yumuşak ve baldan daha tatlıdır. O meyvelerin çekirdekleri yoktur, tşte cennet ve cehennem ehlinin sıfatları budur.
Bir kitabta okudum; biri kâfirlerden hikâye ederek, «Bize sudan veya Allahın size rtzık olarak verdiğinden aktarınız» âyetini üstad Ebu Ali Dakkak'ın vaaz meclisinde okudu. Bunun üzerine üstad; «İşte, bu kâfirlerin dünyada istekleri sadece su ve rızıktır. Bunun için ahirette de bu hal üzerinde katidılar» dedi. Bu durum, delalet eder ki, kişi neyin üzerinde yaşamış ise, onun üzerinde ölür, neyin üzerinde ölmüş ise, onun üzerinde haşrolu-nur!..
(51 «O kâfirler ki, dinlerini eğlence ve oyun edinmişler...» Bu âyetin tefsiri. Bu âyette iki vecih vardır :
Birinci veçhe göre; dinleri olduğuna inandıkları nesne ile oynadılar ve o dinde ciddi değildiler» demektir.
İkinci vecih, onlar eğlence ve oyunu kendi nefisleri için din edindiler, demektir.
îbn Abbas, «Allah bu âyette din ile istihza eden kimseleri kastetmektedir» diyor.
Sonra Cenab-ı Hakk, «Dünya hayatı onları aldattı» buyurdu. Bu, mecazdır. Çünkü dünya hayatı hakikatte insanı aldatmaz. Belki o hayatta aldanma meydana gelir. Çünkü insan uzun yaşamaya, güzel yaşamaya, çok zengin olmaya, çok mertebe sahibi olmaya tamah eder. İşte bu şeyleri şiddetle isterse dinin talebinden uzaklaşır, dünyanın geçici isteklerine gömülür.
(51) «Onlar bu günleriyle karşılaşacaklarını unutup âyetlerimizi inkâr ederek tanımadıkları gibi, bugün biz de onları öylece unuturuz...» Bu âyetin tefsiri :
Allah, kâfirleri dünyada dinlerini eğlence ve oyuncak edin-meleriyle, dünyanın süslerine kanmaları ve ahiret için yapılan ameller hususundaki emirleri bırakmalanyla nitelendirdikten sonra, onların bu vasıflarını belirtti. Yani onları unutan bir İtimsenin muamelesi gibi, onlarla muamele edeceğini belirtti. Zira Cenab-i Hak için unutmak sıfatı muhaldir. Onun ilminden hiçbir şey dişarda kalmaz, o hiç bir şeyi unutmaz. Nitekim başka bir âyette: «Onların İlmi Rabbim'in yanında bir kitabtadır ki Rabbim onu kaybetmez ve unutmaz» [Tana: 52] buyurmuştur. Yani buradaki unutmak kelimesi, onların kıyamet günü ile karşılaşmalarım unuttuklarının karşılığında kullanılmıştır. Nitekim Cenab-ı Hakk, başka bir âyette «Böylece sana âyetlerimiz geldi. Sen onları unuttun. İşte böylece bugün de sen unutulacaksın» [Taha : 126] buyurmuştur. Başka bir âyette de «Bugün sizi unutacağız. Nitekim siz bugününüzle karşılaşacağınızı unuttuğunuz gibi.» [Secde: 14] buyurulmuştur.
El Ufi, îbn Abbas'tan rivayet etti:
. «Allah, hayır hususunda onları unuttu, yani kulak ardı yaptı. Şer hususunda onları unutmadı. Yani şerri onlara tatbik etti.»
Ali bin Ebi Talha, İbn Abbas'tan rivayet etti:
» Âyetin manası «Onlar, bu günleriyle karşılaşacaklarını ter-
kettikleri gibi, onları terkedeceğiz demektir.»
Mücahid, «Onları ateşte terkedeceğiz demektir» dedi.
Süddi, «Onlar, bugünlerle karşılaşmak için amel etmeyi terkettikleri gibi onları rahmet hususunda terkedeceğiz demektir» dedi.
Sahihte varid olmuştur. Cenab-ı Hakk kıyamet gününde kula der ki:
«Ben seni evlendirmedim mi? Ben sana ikram etmedim mi?» At ve develeri senin hizmetine vermedim mi? Ben seni itaati yaptr lan bir baş kılmadım mı?»
Kul, «Evet, bunların hepsini yaptın» der. Cenab-ı Hakk:
— «Sen benimle karşılaşacağını sanıyor muydun?» diye sorunca kul:
— «Hayır» dedi. Cenab-ı Hakk:
— «İşte beni unuttuğun gibi, bugün seni unutacağım» buyuruyor.
Fahreddin Razî diyor ki:
Bu âyette acaib bir latife vardır; şöyle ki: «Allah, evvelâ onları kâfir olmakla, dinlerini eğlence ve oyuncak edinmekle vasıflandırdı. İkincide dünya hayatı onları aldattı, diye nitelendirdi. Üçüncüde bütün bu haller ve derecelerin neticesi, olarak onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler, dedi. Ve bu da delalet eder ki, dünya sevgisi her afetin ve felaketin başlangıç noktasıdır. Nite kim Allah'ın Resulü «Dünya sevgisi her hatanın başıdır» buyurmuştur. Dünya sevgisi bazan insanı küfür ve sapıklığa götürür [72]
— Â'raf ehli öyle bir kavimdir ki; iyi amelleri onları cennete götürmek hususunda geri kalmış, seyyieleri de onları cehenneme götürmekten geri kalmamıştır. Böylece A'raf'ın üzerinde durdurulmuşlardır. Halkı nişanlarıyla tanıyorlar. Cenab-ı Hakk kullar arasında hükmettikten sonra onlara şefaat talebinde bulunma iznini verdi. Onlar Hz. Âdem'e gelip :
— «Ey Adem, sen bizim babamızsm, Rabbinin katında bize şefaat et» diye yalvarırlar. Hz. Adem onlardan sorar.
— «Acaba benden başka bir kimseyi biliyor musunuz ki, Allah (C.C.) onu eliyle yaratmış olsun. Ruhundan ona üflesin. Allah'ın rahmeti onun hususunda Allah'ın öfkesini geçsin ve Allah'ın melekleri ona secde etsin?»
Onlar:
— «Hayır, biz senden başka böyle bir lûtfa mazhar olan kimseyi bilmiyoruz» derler.
Hz. Adem:
— «Gücümün hakikatini bilmedim ki, size şefaat edeyim? Lâkin oğlum İbrahim'e gidiniz» der.
Onlar İbrahim'e varırlar. Rablerinin katında onlara şefaat etmesini isterler. İbrahim:
— Benden başka Allah tarafından dost edinilen ve benden başka Allah için kavmi tarafından ateşe atılan bir kimseyi biliyor musunuz? diye sorar.
Onlar «hayır, bilmiyoruz» derler. Hz. İbrahim:
— «Ben gücümün hakikatini bilmiyorum ki size şefaat edeyim. Lâkin oğlum Musa'ya varınız» der. Bunun üzerine Musa'ya vanrlar.
Hz. Musa:
— «Benden başka Allah'ın şifahen kendisiyle konuştuğu ve yalvarıcı olarak kendisine yaklaştırmış olduğu bir kimseyi biliyor musunuz?» diye sorar.
Onlar, «Bilmiyoruz» derler.
Hz. Musa:
— «Ben güç yetireceğimin hakikatini bilemiyorum ki; Size şefaat edeyim. Lâkin İsa'ya varınız» der. Onlar, İsa'ya vanrlar:
— «Bize Rabbinin katında şefaat et» niyazında bulunurlar. Hz. İsa:
— «Pederi olmaksızın benden başka yaratılmış bir kimseyi biliyor musunuz?» diye sorar.
Onlar, «Hayır bilmiyoruz» derler. Hz. İsa:
— «Benden başka Allah'ın izniyle ölüleri dirilten, alaca hastalığına tutulanları ve âmâları sıhhate kavuşturan bir kimseyi biliyor musunuz?» der.
Onlar, «Hayır» derler.
Hz. İsa:
— «Ben nefsimin delil getiricisiyim, gücümün hakikatini bilmiyorum ki size şefaat edeyim. Lakin Hz. Muhammed'e varınız» der. Bunun üzerine onlar bana gelirler. Ben elimle göğsüme vurduktan sonra derim ki:
— O şefaati ben yapacağım! Sonra gider arşın önünde dururum, Rabbimin manevi huzuruna varırım. Bana, sena etmekten öyle bir imkân kapısı açılır ki, dinleyenler onun benzerini hiçbir zaman dinlememişlerdir. Bu senadan sonra secde ederim. Bana:
— «Ey Muhammed, başım kaldır, iste, isteğin verilecektir. Şefaat et, şefaatin kabul edilecektir, denilir. Başımı kaldırırım. Sonra Rabbime sena ederim, tekraren secdeye varırım. Sana denilir ki:
— Başını kaldır, iste, isteğin verilecektir. Şefaatin kabul edilecektir. Bunun üzerine başımı kaldırarak:
— «Ey Rabbim! Benim ümmetim, derim. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk bana :
— «Onlar senin içindir» der. Bu manzara karşısında, gönderilmiş hiçbir peygamber, Allah'ın dergâhına yakın hiçbir melek yoktur ki, bana bu makamdan ötürü vgıbta etmesin. İşte «ma-kam-ı mahmud» budur. Ben onlarla cennete gelirim. Kapımın açılmasını isterim. Bana ve onlara kapı açılır. Onlar hayat nehri denilen bir nehre götürülürler. O nehrin iki tarafı incilerle süslenmiş olan kamışlarla örtülmüştür. Toprağı misk, içindeki kumlar yakuttur. Orada yıkanıyorlar. Cennet ehlinin renkleri ve kokusu onlara veriliyor. Onlar, pırıl pırıl parlayan yıldızlar gibi, oluyorlar. Onların göğüslerinde beyaz nişanlar kalır. O nişanlarla tanınırlar ve onlara «Cennet ehlinin miskinleri» denilir!..
Beşinci cilt burada sona erdi. Allah (C.C.)a hamd, Resulü Muhammed Mustafa (S.A.V.) ya selat-ü selam olsun.[73]
52- Andolsun, biz onlara öyle bir kitab getirdik ki, iman eden bir topluluk için bir rehber ve bir rahmet olduğu haJde, onu bir ilme göre açıkladık.
53- Onlar, ancak onun tevilini mi gözetiyorlar? Onun tevili geldiği gün, daha önce onu unutanlar, «Gerçekten Rabbi-mizin elçileri gerçeği getirmişler. Acaba bizim şefaatçilerimiz var mı ki bize şefaat etsinler veya geri çevrilelim de yaptıklarımızdan başkasını yapalım?» derler. (Oysa hakikat ancak şudur ki) onlar kendilerini ziyana sokmuş ve uydurdukları şeyler de kendilerinden uzaklaşıp gitmiştir.
54- Kuşkusuz Rabbimiz altı günde gökleri ve yeri yarattıktan sonra arşın üzerine istiva eden Allah'tır. Gündüzü sürekli olarak kendisini takip eden gece ile örten, güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna baş eğdirerek (yaratan) O'dur. İyi bilin ki yaratmak ta, emir de ancak O'na aittir. Alemlerin Rabbi olan Allah yücedir.
55- Yalvararak ve için için dua ederek Rabbinizi çağırın. Kuşkusuz ki o haddi aşanları sevmez.
56- Yeryüzü düzene kavuşturulduktan sonra orada fesat çıkarmayın. Korkarak ve umutla O'nu çağırın. Kuşkusuz ki Allah'ın rahmeti ihsan edenlere yakındır.
57- Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O'dur. Nihayet o rüzgârlar (yağmurla) ağır bulutlar yüklenince, onu ölü bir beldeye sevkeder, onunla oraya su indirir ve o su ile orada her çeşit ürünler çıkarırız. İşte Ölüleri de böyle çıkarırız. Umulur ki, hatırlar da ibret alırsınız.[74]
(52 «Andolsun biz onlara öyle bir kitab getirdik ki...» . Bu Ayetin Tefsiri: ' .
Yani, bu Kitab'ın içindeki akidelerin anlamlarını açıklayıp, onda ayrıntılı bir şekilde hüküm ve öğütler serdettik. «Onlara» (hum) zamiri tüm kâfirlere işaret ediyorsa da, bazı müfessirler bu zamirin hem kâfirleri hem de müminleri kapsadığım ileri sürmüşlerdir. «Kitab» ile de «Kur'an» kastedilmektedir.
Bazı müfessirler; -hum- zamirinin Kur'an'ın çağdaşları olan kâfirlerle birlikte, yine o dönem müminlerini içerdiğini, «Kitab» ile de Kur'an'ın kendisinin kastedildiğini söylemekte ve «kitab» kelimesinin nekre gelişini ise tafhim ve tazim nedeniyledir diye açıklamaktadırlar.
«Onu bir ilme göre açıkladık;» yani onun açıklanış biçimleri bizim ilmimize dayanmaktadır. Bu ifadenin, Allah Teâlâ' nın zatı dışında bir ilim sıfatına sahib olduğuna delalet ettiği öne sürülmektedir. Böylece ilmin Allah'ın zatının aynısı olmadığı ortaya çıkmaktadır. Sıfatların Allah'ın ne zatının aynısı ne de gayrisi olmadığı halde, felsefecilerle, takibçüeri, Allah'ın ilminin kendi zatının aynısı olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir. Görüşlerinin hatalı olduğu ve hataları Akaid (Kelam) eserlerinde ayrıntılı bir şekilde anlatılmış olduğundan, ilgi duyanlar bu eserlere başvurabilirler.
«... ala ilmin...» ifadesi failin hali. olması durumunda, «Onu (Kitab-ı) en mükemmel bir şekilde bilgimize göre açıkladık» anlamına gelir. Mefule hal olması durumundaysa, «O (KitabJ birçok ilmi kapsadığı halde onu açıkladık» anlamına gelir.
Bazı kıraat alimleri, -Fassalna- (açıkladık) fiilini -Faddalna-(üstün kıldık) şeklinde okumuştur. Bu okuyuşa göre ayetin anlamı, «Onu bir ilme göre, (diğer kiiablara nazaran) üstün kıldık»
olur.
Müfessirler den bazıları da, fiilin -faddalna- okunması durumunda, -ala- harf-i cer'inin illet (sebeb) bildireceği görüşündedirler. Nitekim « ala ma hedâkum Size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah kendisini yüceltmenizi ister» ayetinde de, -ala- illet (sebeb) bildirmektedir. Bu yüzden sözkonusu ifadenin anlamı şu şekilde verilir: «Kendisinde bulunan bir ilimden dolayı o (kitab-ı) üstün kıldık.» Yani o kitab diğerlerinde bulunmayan bir ilmi içermektedir.
Bazı müfessirlere göre, fiil ister -Fassalna- ister -Faddalna-okunsun her iki halde de -ala- hazfedilmiş bir kelimeye bağlıdır. «Ci'nahum» kelimesindeki -hum- zamirine hal olması durumunda ise ifade, «.ilim erbabından kendilerine gelinin anlamını- bildikleri halde, onlara Kitab-ı getirdik» şeklinde anlaşılır. [75]
«Huden» ve «Rahmeten» kelimeleri, «Fassalnahu» ifadesinde-ki mef'ulün halidir. Yani, «O Kitab'ı bir rehber ve bir rahmet olduğu halde açıkladık.»
«İman eden bir topluluk için;» yani o Kitab'ın nurlarından ve ışıklı yollarından sadece müminler yararlanırlar.
(53) «Onlar ancak onun tevilini mi gözetiyorlar?..»
Bu Ayetin Tefsiri :
Bu Kitab'a iman etmeyen kimseler, haklarında va'dedilen bir şeyin tahakkuk edeceğini düşünmezler. Ancak onlar farkında olmadan Kitab'ın haber vermiş olduğu Va'd ve Vaid'in tahakkukunu beklemektedirler. Onlara va'dedilen mutlaka tahakkuk edeceğinden dolayıdır ki -bekleyenler- diye nitelenmişlerdir. Böylece «Onlar Kur'an'ı reddettiklerine göre, onun verdiği haberleri de beklemezler; zira ona inanmıyorlar. O halde niçin bekleyenler şeklinde vasıflandırılmışlardır?», şeklindeki soru da cevablandırılmış olmaktadır.
Bazı müfessirler, onların arasında tereddüt eden ve Kur'an'ın haber verdiği hadiselerin vukuunu bekleyen kimseler bulunduğundan dolayı çoğul bir ifade kullanılmıştır, demektedirler. Nitekim, «Filanoğulları Zeyd'i öldürdü» denildiğinde Zeyd'i aralarından biri veya birkaçı öldürmüş olmasına rağmen, fiil hepsine istinaden çoğul gelmiştir.
«Onun tevili geldiği gün» ifadesiyle Kıyamet Günü kastolun-maktadır. Ancak bazı müfessirler, bu günün, Bedir Günü olduğunu ve «Daha Önce onu (Kitab'ı) unutanlar» ile de Kitab'ı unutup, terkeden, ondan yüzçevirip kendisiyle amel etmeyen kimselerin kastedildiğini öne sürmüşlerdir.
dişiyle amel etmeyen ve ondan yüz çeviren kimseler, Kıyamet Gü-nü'nde «Rabbimizin elçilerinin doğruyu söyledikleri ortaya çıkmıştır. Acaba bu (Kıyamet) gün hakkımızda şefaat edip, içinde bulunduğumuz azabı uzaklaştıran kimseler var mıdır? Ya da bu azaptan kurtulabilmek için, dünyaya geri gönderilip dünyada yaptıklarımızdan başkasını işlememiz, küfrü iman, günahlarımızı taat ile değiştirmemiz imkânı bize verilebilir mi?» diyeceklerdir. Ancak bu istekleri kabul görmeyecek, yaptıklarından sonra uğradık-
5 O'nun tevili (kıyamet günü) gelmezden Önce onu terkedip ken lan ve kendilerinin helak oldukları ortaya çıkacaktır. Çünkü onlar dünyada iken, Allah'a itaat etmemişlerdi. Dolayısıyla şayet bir daha dünyaya gönderilecek olsalar bile yine küfür ve isyanlarına devam edeceklerini Allah daha önceden bilmektedir.
Mücahid, «Onun tevili» ifadesini, Kur'an'da kendilerine vaade-dilen azap, ceza, cennet ve cehennem» haberleri ile yorumlamaktadır.
İmam Malik bu kelimeye «Onun sevabı» diye anlam verirken, Rebî; «Cehennemlikler cehenneme, cennetlikler de cennete girinceye kadar Hesap Günü'nde onun tevilinden bir emir gelir, iki gurub da girecekleri yerlere girdikten sonra, onun tevili tamamlanır. Dolayısıyla «Onun tevili» ile Kıyamet Günü kastedilmektedir. Nitekim İbn Abbas da böyle söylemiştir» demektedir.
«Uydurduktan şeyler de,» yani uydurup, Allah'a ortak koştukları ve —Bunlar Kıyamet Günü'nde bize şefaat edecekti dedikleri putlar da «kendilerinden uzaklaşıp, gitmiştir,» yani batıl oldukları ortaya çıkarak, kendilerine bir yararları dokunmamış-tır.
(54) «Kuşkusuz Rabbimiz altı günde gökleri ve yeri yarattıktan sonra, arşın üzerine istiva eden Allah'tır...»
Bu Ayetin Tefsiri :
«Arş» ile tüm cisimleri ihata eden cisim kastedilmiştir. O feleklerin feleğidir. Ya yüksek olduğundan dolayı ya da kralın tahtına benzetmek maksadıyla, -Arş- denilmiştir. Nitekim kralın oturduğu yerin adına taht (arş) denilmektedir. Örneğin, «Anne ile babasını tahtın (arşın) üstüne çıkardı» (Yusuf: 100) ifadesi de bu kabildendir; zira emirler oradan gelir ve idare oradan yapılır. Arş kelimesinin, güç, kuvvet, sulta ve mülkten kinaye olarak kullanıldiğı yerler de vardır. Örneğin, «Falan kimsenin arşı (elinden) git-mistir,» yani güç ve kuvveti gitmiş, mülkü yıkılmıştır,» denilir. [76]
Ragıb el-İsfahani, «Arş, beşer'in ancak ismini bilebildiği bir şeydir. Halkın onu vehmettiği gibi değildir; zira öyle olsaydı o zaman Allah'ın bir hamili (taşıyıcısı) olması gerekirdi. Oysa Allah bundan münezzehtir. Bu bir topluluğun, Arş en yüksek felektir. Kürsi ise yıldızların feleğidir dedikleri gibi de değildir.» diyorsa da, Alusi, Ragıb'm bu açıklamasına itiraz edildiğini söylemektedir.
Bu ayetin ve benzerlerinin yorumunda müfessirler ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı «Arş» kelimesini meşhur anlamı ile, «istiva» yi da «istikrar» ile yorumlamıştır. Bu yorum Kelbi ve Mukatil'den rivayet edilmiştir, Ancak Beyhakî «Esma ve Sıfat» adlı eserinde bu görüşü selefin bazılarından birçok kanalla rivayet etmiş ve tüm rivayetlerin zayıf olduğunu söylemiştir.
Rivayet edildiğine göre, İmam Malik'e «istiva»nm ne anlama geldiği sorulduğunda, o biraz düşünür, betibenzi kaçar ve uykuya dalmışcasma eğdiği başını kaldırarak, «İstiva meçhul değildir. Ama Allah'ın onda istiva etmesi de akılla anlaşılmaz. Ona iman etmek yacib, ondan sormak ve onu deşmek bidattir» der. Sonra bu soruyu kendisine sorana, «Ben senin ancak bir sapık olduğunu sanıyorum» diyerek, onun huzurundan çıkarılmasını emreder. Bu rivayet de hüccet teşkil etmez. Çünkü İmam Malik «istiva meçhul değildir» şeklindeki ifadesiyle «Bu sabittir ve subutu da malumdur» anlamını kastetmiş olabilir. Yoksa bunun anlamı, «Bu istikrardır, istikrar da meçhul olmaz» demek değildir. Yine muhtemelen, «Allah'ın onda istiva etmesi de akılla anlaşılamaz» sözüyle O, Allah'ın sıfatının keyfiyetini akıl idrak edemez. Çünkü o aklın kapsamına girmekten münezzehtir. Dolayısıyla keyfiyetin eli oraya yetişmek kudretini göstermez, demek istemiştir.
Abdullah bin Vehb'den gelen bir rivayette bu hususa delalet eden bir ibare vardır: İmam Malik'e istiva sorulduğunda başını eğdi ve başı terleyinceye kadar eğik kaldıktan sonra, şöyle dedi. «Rahman kendisini nasıl vasıflandırdıysa, arşın üzerine de aynı | şekilde istiva etmiştir. Bunu nasıl yaptigı sorulamaz; zira -nasıl-ondan kaldırılmıştır.» Sonra da önceki sözünü sonuna kadar tekil rarladı. Bu söz, lazımlarının ,,yok olmasıyla beraber olursa, onu anlamak kolaydır. Yok lazimlarıyla beraber olursa, işte o zaman -maazallah- bu, aşırı bir delâlet ve Allah'ı tanımamak gibi bir cehalet demektir.
Marifet denizlerinden avuçlayan bazı ariflerin söylediği gibi, Miraç gecesinde Hz. Peygamber'in (s.a) Mele-i Âlâ'da parlayan güneşinin, tüm nur ve güneşi sönük ve cılız bıraktığı bir zamanda Hz. Peygamber'e (s.a.), Arşın kendi lisanıyla söyledikleri ne güzeldir! İmam Kastalani bu sözü böyle nakletmekle, aslında ikinci görüş ehlinin sapıklığını gözler Önüne sermiş olmaktadır. Kastalani' nin ifadesi kısaltılmış haliyle şu şekildedir:
«Hz. Peygamber (S.A.) Arş'a ulaştığında, Arş onun eteklerine
ü sarıldı ve lisan-i haliyle şöyle dedi: Ey Muhammedi Sen vaktin sefasında, vaktinden eminsin. Ey Muhammedi Sen âlemlere rahmet olarak gönderilmişsin. Bu rahmetten bana da bir nasip gerekir. Ey Habibim! Ehl-i Zuhul'un bana nisbet ettiği, Ehl-i Gurur'unda uydurduğu şeyden benim beri olduğuma şahit olacaksın! Onlar
benim benzeri olmayanı kapsadığımı, keyfiyeti olmayanı ihata ettiğimi iddia etmişlerdir. Sen benim bundan beri olduğuma şahit ol. Ey Muhammedi zatının hududu olmayan, sıfatlarının sayısı bulunmayan O, nasıl bana ihtiyaç duyar, benim üzerime nasıl biner? Rahman O'nun ismi, istiva da sıfatı olduğunda ve sıfatı zatıyla kaim bulunduğunda benimle nasıl bitişsin veya benden nasıl aynisin? Ey Muhammedi O'nun izzetine yemin ederim ki ben bitişmek hususunda O'na yakın değilim. Taşımak hususunda da onu taşımaya güç yetiremem. O kendisinden bir rahmet ve lütuf olarak beni varetti. Şayet beni yok ederse, bu sadece O'nun hakkı ve adaletinden dolayıdır. Ey Muhammedi Ben O'nun kudretini taşımaktayım. O'nun hikmetinin bir parçasıyım.»
Mutezile ve Kelamcılardan bir gurub, ayette geçen -Arş- kelimesinin lügat anlamında olduğu, -isteva- fiilinin ise, -istevla- (istila etti) anlamına geldiğini öne sürmüşlerdir. Onlar şairin:
«Bişr Irak'ı kılıç kullanmadan ve kan dökmeden istiva (istila) etti» şiiri ile istişhad etmişlerdir. Allah'ın arşı istila etmesi, özel anlamda kullanılmıştır; çünkü -Arş- mahlûkatın en büyüğüdür.
Mutezilî'lerin yukardaki görüşü reddedilmiştir. Çünkü Araplar -isteva- fiilinin -istevla- anlamına geldiğini bilmezler. Sadece «Filan kimse filan şeyi istila etti» yani daha önceden kendisinin olmayan bir şeyi mülk olarak aldı, denir. Oysa Allah, ezelden beri tüm eşyanın sahibidir ve tüm eşyayı istila etmiştir. Bu görüş aynı zamanda Eş'arîler'e de nispet edilmiştir.[77]
Ferra, istiva'nm kastetmek anlamına geldiğini, dolayısıyla —İsteva alâ'l-Arş— ifadesinin «Arş'ı yaratmayı kastetti» demek olduğunu öne sürmüştür. Ancak -isteva- fiilinin -ala- ile teaddî olunması bu ihtimali geçersiz kılmaktadır.
Bu hususta, arşın yaratılışının, göklerin ve yerin yaradılışından sonra olduğuna dair bir görüş daha öne sürülmüştür. Kaffal, istiva'dan maksadın Allah'ın kudretinin arşa nüfuz etmesi, dilemesinin orada cereyan etmesi, mülkünün müstakil olması demek olduğunu, fakat halkın krallarda görüp bellediği şekilde ifade edildiğini, söylemektedir. Bazıları Kaffal'm bu görüşünü destekleyerek, «Sonra Arş'a istiva etti ve emri tedbir etti» (Yunus: 3) ifadesiyle istişhad etmişlerdir. Çünkü «Ve emri tedbir etti» tabiri, arşa istivanın yorumlanmasıdır. Dolayısıyla istiva'yı istila ile yorumlayan onu kudret sıfatına dönüştürmüş olur.
Beyhaki, Ebu'l Hasan el-Eş'arî'den naklettiğine göre, Allah Arş'ta işlediği bir fiile -istiva- adını vern )ş ve bir başka fiil işleyerek ona da -nimet ve rızk- adını koymuştur.
«Summe'steva ala'l-Arş» ifadesinde geçen, -sümme- (sonra) kelimesi terahi (gecikme) içindir ve terahi sadece fiillerde olur. Üstad Ebabekr bin Furek'in bazı kimselerden naklettiğine göre, istiva istila anlamına gelir ve mesafe bakımından bir yükselmeyi tazammun etmediğinden dolayı Allah'a nispetle kullanılması yanlış bir anlam taşımaz. Ayrıca «Sümme» kelimesi -arş- ile ilgili olup, -isteva-ya bağlanmaz. «Sümme» kelimesinin mertebe hususundaki farklılığın vurgulanması amacıyla kullanılmış olduğu iddiasındaki görüş de muteberdir.
Bilindiği gibi bu tür konularda selefin mezhebi, ayetin anlamının ne olduğunu Allah'a havale etmektedir. Onlara göre, Allah kastettiği şekilde istikrar ve mekanı olmaktan münezzehen arşa istiva etmiştir. İstiva'yi istila ile yorumlamak mekruhtur. Çünkü bu görüştekiler, buna bizim bir şeyi istila etmemiz gibidir, diyemezler. Aksine ancak o Allah'a münasip bir istiladır demek zorunda kalırlar. O halde boşuna ileri gitmeden başlangıçta, Allah'a münasib bir istivadır diyerek işin içinden çıkmalıdır.
Bu ayetin yorumunda îbn Kesir şunları söylemektedir: «Allah tüm âlemin (göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin) yaratıcısıdır ve bunları altı günde yaratmıştır. Nitekim bu husus Kur' an'ın pek çok ayetlerinde zikredilmiştir. Bu altı gün sırayla pazar, pazartesi, salı, çarşamba, perşembe ve cuma'dır. Tüm mahmkat orada toplanmış ve Hz. Adem orada yaratılmıştır. Müfessirler, bu günlerin dünyamızdaki günler kadar olup olmadığı hususunda ve her gün bin sene kadar uzun mudur değil midir, diye ihtilaf etmişlerdir. Mücahid ve İmam Ahmed, bir günün bin seneye tekabül ettiği üzerinde ısrar etmişlerdir. Bir günün bin sene kadar uzun olduğunu Dahhak da, İbn Abbas'tan rivayet etmektedir. Cumartesi gününde ise bir «yaradılış» vuku bulmamıştır. Yedinci gün olduğundan dolayı ona -kesmek- anlamında, «sebt» denilmiştir.
İmam Ahmed, Müsned'in de şöyle bir hadis rivayet etmektedir:
«Allah toprağı cumartesi günü yarattı. Pazar günü orada dağları, pazartesi günü ağaçları, salı günü kötülükleri, çarşamba günü nuru, perşembe günü yeryüzünde yayılan hayvanları, cuma günü ikindiden sonra Adem'i yarattı. Bu yaratılanların sonuncusu ve cuma saatinin sonunda olan bir hadisedir.» (Bu hadisi İmam Müslim ve Nesei de rivayet etmiştir.)
Bu hadiste yedi günün tamamı zikredilmektedir. Oysa ayette altı gün denilmektedir. Bu yüzden Buhari ve birçok muhaddis bu hadisi tenkid ederek, Ebu Hureyre'nin Kâb'ul-Ahbar'dan rivayet ettiği hadisin merfu olmadığını söylemişlerdir. [78]
Arş'ı istiva konusunda birçok görüşler ileri sürülmüştür. Bu konuda Selef-i Salihin'e uyarız. Malik, Evzaî, Sevrî, leys bin Sa'd, Şafii, İshak bin Rahaveyh ve diğer imamların yolunda gideriz. Bu ise, ayeti geldiği gibi kabul etmektir. Ne keyfiyet, ne teşbih ne de ta cil yapmıyoruz. Teşbih yapanların zihinlerine gelen her anlamdan Aiîah münezzehtir. Çünkü Allah'a hiçbir şey benzemez. Ve C'nun benzeri yoktur. «O işiten ve görendir» (îsra: 2). Bu mesele imamların söylediği gibidir. Bu imamlardan Buhari'nin . şeyhi Nuaym bin Hammad el-Huzaî şöyle demektedir: «Allah'ı mahlu-katmdan birine benzeten kâfir olur. Allah'ın kendisine vasfettiği bir şeyi inkâr eden de kâfir olur. Allah'ın veya Rasülü'nün kendisine vasfettiğinde teşbih yoktur. Sarih ayetler ve sarih hadislerin getirmiş olduğu sıfatlarla Allah'ı vasıflandıran ve bu yaptığını Allah'ın celaline uygun olarak yapan, sonra da Allah'tan eksiklikleri uzaklaştıran kimseler doğru yoldadırlar.[79]
«Gündüzü sürekli olarak kendisini takib eden gece ile örten.» ifadesi gündüzün aydınlığım, gecenin karanlığıyla gideren, anlamındadır. Geceyi gündüzle örtmek de, gecenin karanlığını gündüzün aydınlığı ile gidermek demektir. Bunların her ikisi de birbirlerini aravermeksizin takib ederler. Biri giderse, muhakkak diğeri gelir. Nitekim Allah, «Gece de onlar için bir ayettir, Gündüzü ondan soyar alırız, birden karanlıkta kalıverirler. Güneş de kendi mustakarn içinde akıp gider. Bu üstün ve Bilen Allah'ın takdiridir.» (Yasin: 37-38) buyurmaktadır.
Güneş, ay ve yıldızlar O'nun dilemesine bağlı hareket ettiklerinden Allah; «İyi bilin ki yaratmakta, emir de ancak O'na aittir.» yani mülk ve tasarruf O'nundur demektedir. İbn Cerir, Abdulaziz Sami'den, o da babasından Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: «İşlemiş olduğu salih bir amelden dolayı Allah'a değil de nefsine hamdeden kimse kafir olmuş ve o ameli boşa gitmiştir. Allah'ın emirden bir kısmım kullarına tahsis ettiğim söyleyen de, peygamberlere inzal olunanı inkâr etmiştir. Çünkü Allah, «İyi bilin ki yaratmak da, emir de ancak O'na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah yücedir» buyurmuştur.» Ayrıca Ebu Derda'dan me'sur olan bir duada ki bu dua aynı yerde merfu olarak rivayet edilmektedir şöyle denilmektedir: «Ey Allah'ım! Mülkün tümü senindir. Bütün hamdler senindir. Tüm işler sana döner. Tüm hayırları ancak senden isterim. Tüm serlerden de sana sığınının.» [80]
Güneş, ay ve yıldızlara boyun eğdirildiğinin bildirilmesi, on-lann kendi başlarına bir tesir sahibi olmadıklarını gösterir.
Bazıları «Emir»in burada «irade» karşılığında, bazıları da «nehymn karşıtı olarak kullanıldığım öne sürmüşlerdir. «Halk» kelimesi ise mahluk anlamında kullanılmıştır. Yani tüm mahluka-tın sahibi O'dur. Çünkü onları O yaratmıştır. Ve dilediğini emredebilir!..
Süfyan bin Uyeyne, bu ayeti Allah'ın kelamının mahluk olmadığı konusunda delil getirerek şöyle demiştir: «Bu ayette Allah «halk» ile «emir» arasında bir fark gözetmiştir. Bu ikisinin aynı şey olduğunu söyleyen kâfir olur.» Yani Allah'ın kelamı olan emri, Allah'ın mahlukatından addeden kafirdir. Zira mahluk ancak yine mahlukla kâim olur. Hazin tefsirinde de böyle denmiştir.
İbn Ebi Hatim'in Süfyan'dan rivayet ettiğine göre, «halk» arşın altında, «emir» de üstünde olandır. Bazılarına göre de, yaygın olanı, emir âleminin, mücerredat âlemine ıtlak olmasıdır.
«Tebareke»; tekaddese, tenezzehe gibidir. Yani Allah her noksandan uzakdır. Allah'ın halk ve emirde noksandan tenzih edilmesi bu cümleye dahildir. Anlaşılmaktadır ki -Halk- üe -Emr- hikmete münasip bir kemalin fevkindedir. Tebareke, Allah dışında hiç kimse için kullanılamaz. Çünkü bu sıfat sadece Allah'a mahsustur. Tebareke, «Berk» kökünden türemiştir ve iki şekilde anlaşılabilir. Birincisi, beka ve sebat, ikincisi faziletin çokluğu anlamındadır. Birincisine göre mânâ, «Allah sabit ve daim olandır.», ikincisine göre de «Hayırların ve kemalâtın tümü Allah'a aittir.» şeklinde olur. Her iki halde de Allah'tan başkasına bu sıfat atfolunamaz.
Zeccac'a göre tebareke, çokluk anlamındaki «el-Berk» den türemiştir. Yani Allah hayrın her türünden çokça verendir. Bu kelimenin muzari, emr ve ism-i fail şeklinde türevleri bulunmamaktadır.
Kadı Beyzavî, tebareke'nin Teâlâ anlamında olup, vahdaniyyet, uluhiyyet, ve rububiyette Allah'ın yüceliğini gösterdiğini söylemektedir. Ancak Beyzavİ'nin yorumuna göre bu bir sonuçtur. Oysa mülahaza edilen mesele bir başlangıçtır. Nitekim sonra, selef-i ümmet üzerinde bulunduğuna, muhalefetten hâli olmayacak bir şekilde meseleyi tahkik ettiğinde kuşku kalmamıştır. [81]
Alusî'nin yukarıda tenkid ettiği Beyzavî'nin tahkiki şöyledir: «Birçok Rabler edinen kâfirlere, Rabliğe sadece bir tek olan Allah'ın layık olduğu bildirilmiştir. Çünkü «Halk» ve «Emir» O'na aittir. O âlemi kuvvetli bir tertip ve hikmetli bir tedbir üzere yaratmıştır. Felekleri en güzel şekilde yaratarak, yıldızlarla süslemiştir. Nitekim, «Onları iki günde yedi tabaka gök olarak yarattı» (Fussi-let: 12) ayetinde de buna işaret edilmiştir. Daha sonra suflî varlıkların yaratılmasına yöneldi. Değişik şekillere ve değişik heyetlere girmeye müsaid olan maddeyi yarattı. Sonra onu etki ve fiilleri farklı çeşitli şekillere paylaştırarak, bu olaya «İki günde sizi _ yarattı» (Fussüet: 9) ayetiyle işaret etti. Yani suflî olan tarafı iki günde yaratmış oldu.
Sonra üç elementi önce maddelerini birleştirmek suretiyle ikinci kez şekillendirerek (yeniden) inşa etmeye başladı. Nitekim «Arzı iki günde yarattın ifadesinden sonra, «Onun üstünde dağlan ve bereketlerini var etti. Dört günde de gıdalarını takdir etti. (Pussiîet: 10) buyurdu. Önceki iki günle birlikte altı gün etmiştir. Çünkü Allah Secde suresinin 4. ayetinde gökleri ve yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattığını bildirmiştir. Sonra mülk âlemi kendisi için tamamlanınca ülkesinin işlerini idare etmek için tahtına oturan bir kral gibi, (teşbihte hata olmasın) onun idaresine yöneldi. Böylece felekleri harekete geçirmek, yıldızları yürütmek, geceleri ve gündüzleri sarmak suretiyle emrini semadan arza tedbir etti. «İyi bilin ki, yaratmak da emir de ancak O'na aittir. Âlemlerin Rabbi Allah yücedir.» Bu beyanın ardından, insanlara ihlasla, yalvararak kendisine dua etmelerini emretti.» [82]
İmam Razi (H. Öl. 606, M. Öl. 1210), Mefatih'ul-Gayb adlı tefsirinde «Sonra Allah arşa istiva etti» ifadesiyle ilgili şunları söylemektedir: «Âlem (dünya-yeryüzü) birküredir. Âlemin küre (yuvarlak) olması halinde Mabudunun üst tarafta olması mümte-nidir. Âlemin küre olmasına gelince, bu, astronomi ilminde gayet açık bir şekilde izaha kavuşturulmuştur. Örneğin, ayın tutulmasını müşahede ettiğimizde batı bölgeleri gecenin öncesinde bulunuyorsa, doğu bölgelerinde ay, gündüzün öncesinde tutulur. Dolayısıyla bundan batıdaki gecenin öncesiyle doğudaki' gündüzün öncesinin aynı olduklarını anlamış oluruz. Bu da tabii ki ancak dünyanın yuvarlak olması durumunda ve doğudan batıya doğru dönüş yapmasıyla mümkündür. Ayrıca kuzeye doğru yöneldiğimizde ne kadar ileri gidersek kuzey kutbu da o derece yükselir. Güney kutbu da kuzey kutbunun yükselmesi oranında alçalır. Bu da yer küresinin kuzeyden doğuya doğru döndüğüne delalet eder. Sonuç itibarıyla dünyanın yuvarlak olduğu kesinlikle ifade olunabilir. Bu sonuç kesinlikle tesbit olunduktan sonra, şöyle bir tahminde bulunabiliriz: Sözgelimi biri doğunun, diğeri batının uç noktasmda duran iki insan düşünelim. Bu durumda o kimselerin ayaklarının tabanları karşı karşıya dururlar. Birisine nisbetle üst olan, ötekine nisbeten alt olur. Şayet Âlemin Mabudu'nun -hâşâ- bunlardan birine nisbetle üstte olan bir mekânda durduğunu düşünecek olursak, aynı mekân ikinciye nisbetle altta olacağından -Allah Teâlâ-mn belli bir mekânda durduğu kabul edilirse- bundan O' nun bazı kimselere nisbetle altta olduğu sonucu çıkar ki Allah'ın dünya ehlinin altında olması muhaldir. Böylece sonuç olarak Allah'ın belli bir mekânda bulunmadığı anlaşılmış oldu. Ayrıca bu bakış açısına göre bazılarına nisbetle aşağıda olan bir yer, bazılarına göre yukarıda, kimilerine göre solda, kimilerine göre sağda, yine bazılarına göre önde, bazılarına göre arkada olur. Çünkü dünyanın yuvarlak olmasının doğal bir sonucudur bu. Yukarıdaki oranların Allah'a nisbetle düşünelemiyeceği akılların icmaıyla sabittir. Ancak O'nun tüm yönleriyle yeryüzü yuvarlağım ihata ettiği söylenmek isteniyorsa, bu sefer O'nun yeryüzünü ihata eden bir felek olduğu iddia edilmiş olur ki bu da sonuç itibariyle Âlemlerin Mabudu'nun âlemi ihata eden feleklerden biri olduğu anlamına gelir. Oysa hiçbir müslüman böyle bir inancı öne süremez;»[83] (1)
Yukarıdaki ifadelere dikkat edilecek olursa Fahruddin Razi' nin bundan 700 küsur yıl önce dünyanın yuvarlak olduğunu savunduğu görülecektir. Ve o buna dayanarak Allah Teâlâ'nm herhangi bir mekânda bulunmadığını ispat ediyor. Fakat müslünıanlar sırf bu gibi alimlerin sözlerinden gafil oldukları için dünyanın yuvarlak oluşunun keşfini Bati'lılara nisbet edip durmakta ve böylece Batılı'ları överken İslâm alimlerini yermektedirler.
«İyi bilin ki yaratmak da, emir de ancak O'na aittir.» ifadesiyle ilgili İmam Razi birkaç mesele öne sürmektedir:
Birinci Mesele:
Bu ifade, felekten, melekten, cinden, insan dan sadır olan her fiil ile
her emrin gerçekte Allah'ın mahluku olduğuna delalet eder. Yani başka Halik
(yaratıcı) yoktur. Bu asıl sabit olduktan sonra şu meseleler ortaya
çıkmaktadır:
a) Allah'
tan başka ilah yoktur. Çünkü iki ilah olsaydı eğer, her ikisi de yaratıcı ve
idare eden olurdu ki bu da ayetin anlamına ters düşer. Oysa ayet yaratmayı
sadece bir tek ilaha mahsus kılmaktadır. b) Âlemin durumuna yıldızların bir
etkisi yoktur. Zira aksi takdirde Allah'tan başka bir yaratıcının varlığı söz
konusu olurdu. "Bu, ayetin anlamına ters düşer,
c) Nefisler,
akıllar ve tabiatların ispatı konusunda felsefecilerle, büyücülerin sözlerine
göre hükmetmek bâtıldır. Çünkü bu takdirde de Allah'dan başka bir yaratıcının
varlığı sözkonusu olur.
d) Kulların
yaptıklarını yaratan Allah'tır. Çünkü aksi halde Allah'ın dışında bir
yaratıcıya ihtiyaç olur.
e) İlim, alim olmayı; kudret ise kadir olmayı gerektirir, hükmüne gelince bu hüküm bâtıldır. Çünkü bu durumda Allah'tan başka bir müessir'in, bir muktedirin ve bir Hâlik'in olması gerekir ki bu da bâtıldır.
îkinci Mesele: Bu ayet hiç kimsenin bir başkasını herhangi bir şeye icbar etmeye yetkisinin olmadığına işaret eder. Bu konuda tek yetki sahibi Allah Teâlâ'dır. Bu sabit olduktan sonra, iyilik iş. lemenin sevabı, kötülük yapmanın cezayı, elemin i'vazı gerektirmeyeceğini söyleyebiliriz. Kısaca kullarından dolayı Allah üzerinde yapılması vacib olan herhangi bir gereklilik yoktur. Şayet iyilik işlemek mutlaka sevabı gerektirseydi kul için Allah'ın yapması vacib olan bir işlem meydana gelecek ve bunun mutlaka yapılması zorunlu olacaktı ki bu da sözkonusu ayete ters düşer.
Üçüncü Mesele : Bu ayete göre Allah yarattığı için çirkini çirkin saymak, güzeli de kendisine ait bir nedenden dolayı güzel saymak mümkün değildir. Çünkü «İyi bilin ki yaratmak da emir de O'na aittir» ifadesi Allah'ın dilediğini dilediği şekilde em. rettiğini gösterir. Şayet şirkin Allah'a ait olan bir vecihten dolayı çirkin olsaydı kendinde bulunanı emretmesi ve içinde çirki vechin bulunduğu şeyi yasaklaması Allah için daha doğru olurdu. O zaman Allah, dilediği şekilde emr ve nehyetmekten aciz olurdu. Oysa ayet, Allah'ın dilediği şekilde, dilediği zaman, dilediğini emr veya nehyedebileceğini anlatmaktadır.
Dördüncü Mesele : Bu ayet Allah Teâlâ'nın bu âlemin dışanda dilediği şekilde başka âlemler yaratmaya -irade ederse- kadir olduğuna delalet etmektedir. Yani Allah kendisinin gökleri, yeri, ay'ı, güneşi, ve yıldızları yarattığını söylemektedir. Bir şeyin yaratıldığı ifade edildiğinde onunla takdir edilmiş bir cisim veya takdir edilmiş cisimde takdiri beliren şey kastolunur. Nitekim Allah Teâ-lâ başka bir ayette Allah'ın her semada, o semanın emrini vahyet-tiğini beyan etmiştir. Bu âyette de, güneş, ay ve yıldızların her birisinin Allah'ın emrine boyun eğdikleri anlatılmaktadır. Bu, her şeyin Allah'ın emriyle meydana geldiğine ve emr ile halk'ın ayrıldığına delâlet eder. Allah Teâlâ hemen bu ifadenin ardından «İyi bilin ki emir de yaratmak da O'na aittir» diye buyurmuştur. Yani yaradılış, yaradılmışlar ve emr üzerindeki kudret O'na aittir. Bundan anlaşıldığına göre, Allah bu eşyayı yaratmaya ve dilediği şekilde onlara suret vermeye kadirdir. Allah —irade ederse eğer— bin âlem ve o âlemlerden her birinin içindeki arş (kursi), güneş, ay ve yıldızları bir lahzadan az bir zamanda yaratmaya muktedirdir. Çünkü bunları yaratmak mümkündür. Allah da her mümkünü var etmeğe kadirdir. Bu noktadan ilham alarak el-Maarri uzun bir kasidesinde:
«Ey insanlar! Allah'ın, yıldızların ve ayın gezdiği nice felekleri vardır» dedikten sonra şöyle ekliyor :
«Bizim geçmişimiz de geleceğimiz de Allah'a göre kolaydır. O'nun dışında bizim için ne bir düşünce ne de bir tehlike vardır.»
Beşinci Mesele: Bir gurub, yaratmak Allah'ın sıfatlarından biri olduğuna göre, yaratmak mahluk değildir, diyerek hem sözkonusu ayetle hem de akılla deliller getirdiler. Ayete gelince, Ehl-i Sünnet'e göre, «Emr ancak Allah'a aittir» ifadesi emr'in Allah'ın sıfatı olduğunu, mahluk olmadığını ihsas eder. Yine Ehl-i Sünnet'e göre, «Halk ancak Allah'a aittir)> ifadesi halk'ın Allah'ın sıfatı olup mahluku olmadığını gösterir. Dolayısıyla bu ayet, yaratmanın Allah'ın zatıyla kaim bir sıfat olduğuna delalet eder. Aklî delile gelince, bizler, «Bu şey yoktu, sonra niçin oldu?» diye sorduğumuzda cevaben, «Allah yarattı da ondan» diyoruz. Böyle dediğimizde bu illet doğru olur. Şayet Allah hem halik hem de mahluk olsaydı, o zaman, «O niçin yaratıldı? Zira onu Allah yaram» sözü şu şekilde anlaşılırdı: «O kendi nefsinden ve zatından meydana geldi, başka bir şeyden değil.» Oysa böyle bir hüküm hem bâtıl hem de muhaldir. Çünkü bu mânânın doğruluğu, o şeyin Allah tarafından yaratılmış olduğunu iptal eder. Bu bakımdan Allah Te-âlâ'nın mahluku yaratmış olması, o mahlukun zatının gayridir. Dolayısıyla yaratılış ile yaratılmış birbirinden ayrıdır. Ancak yaratılış yaratılmıştan ayrı ve aynı zamanda kadim olsaydı eğer, o zaman onun kadimliği mahlukun da kadim olmasını gerektirirdi. Eğer hadis olsaydı, başka bir yaratılışa ihtiyaç duyacağından, teselsül lazım gelirdi ki o da muhaldir.
Altıncı Mesele: Ayet zahiren Allah'tan başkasının halik olamayacağını nasıl gösteriyorsa, emr'in de olamayacağını göstermektedir. Nitekim bu âyet, «Hüküm ancak Allah'ındır» (En'am: 57), «Hüküm ancak büyük ve yüce olan Allah'a aittir» (Mümin: 12) ve «Hüküm ve emir sadece Allah'a mahsustur» (Rum: 4} ayetleriyle teyid ve tasdik edilmektedir. Ancak mesele; «O'nun (Rasûlullah'ın) emrine muhalefet edenler sakınsınlar» (Nur: 63) ayetiyle ve Hz. Peygamber'in (s.a.) «Size bir şey emrettiğimde onu gücünüz yettiğince yerine getirin» şeklindeki hadisiyle birlikte problemli bir durum ortaya çıkarmaktadır. Fakat Hz. Peygamber* in emri, aynı zamanda Allah'ın emri olduğundan, hakikatte kendisine uyulan bir başkasının değil, sadece Allah'ın emridir [84] (55 «Yalvararak ve için için dua ederek Rabbinizi çağırın.»
Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayette geçen «ud'û» (çağırın) fiili ile düeyin ve isteyin denmektedir. Dua etmek ibadetin özüdür. Çünkü dua eden, istediği bir şeye muhtaç olduğunu, onu elde etmekten aciz kaldığını, Babbinin duasını işittiğini, ihtiyacına vakıf olduğunu ve onu gidermeye gücü yettiğini bildiği için Allah'a dua eder. Şüphe yok ki, kulun kendisinin acz ve eksikliğini, Rabbinin de kudret ve kemalini bilmesi, ibadetlerin en yüce mertebesidir.
Bazıları; «çağırın» demekle «ibadet edin» anlamının kastedildiğini, duayı ifade eden fiil üzerine «Yalvararak ve için için dua ederek» cümlesinin atfedilmesi dolayısıyla,"matuf (atfedilen) ile matufun aleyhin (kendisine atıfta bulunulan) ayrı şeyler olması gerektiğini söylemişlerdir. Ancak bu görüş tenkid edilmiştir, çünkü ilk planda matuf ile matufun aleyh'in ayrı ayrı olması bağlandıkları yerler itibarıyla yeterlidir. Sözgelimi «Zeyd'e veraun ve Amr'a vurdun» denildiğinde, ikisine de vurulmuştur. Ama bağlandıkları yerler itibarıyla biri Zeyd'e, diğeri de Amr'a atfolunmuş-tur. Aralarında fark olduğundan dolayı bu atf caizdir. Ayrıca niçin birinci cümledeki dua, ibadet anlamında anlaşılıyor da, ikin-ci cümledeki aynı kelime bu şekilde anlaşılmıyor? Bundan başka, dua kelimesini ibadet anlamıyla karşılamak tefsir-i me'sura muhaliftir.
Zeccac, «Tazarru»nnn tezellül ve temellük anlamına geldiğini ileri sürmektedir. Yani bu ifade Allah karşısında alçalıp küçülerek dua edin, anlamındadır. [85]
Bazıları da «Tazarru»mxn gizliliğin karşıtı anlamında kullanıldığı görüşündedir. Yani «Allah'ı açıkça (tezarruen) ve gizlice (Ua1-yeten) çağırın.» Bu yorum Ebu Müslim tarafından öne sürülmüştür.
îbn Mübarek, îbn Cerir ve Ebu Şeyh'in Hasan Basri'den rivayet ettiklerine göre, önceden müslümanlar var kuvvetleriyle dua ediyor olmalarına rağmen, yine de sesleri Rableriyle kendileri arasında ancak fısıltı şeklinde işitilir idi. Çünkü Allah Teâlâ, «Yalva-rarak ve için için dua ederek Rabbinizi çağırın» buyurmuştur. Ayrıca Allah Teâlâ, yaptığından razı olduğu salih bir kulunu zikrederken, «(Hatırlat) o şamam ki, o gizli bir yakarışla Rdbbine dua etmişti.» (Meryem: 3) demiştir. Hasan Basri'den gelen bir diğer rivayete göre, gizli dua ile açık dua arasında yetmiş derece fark vardır.
Ebu Musa el-Eş'ari'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) seslice dua eden bir topluluğa, «Ey insanlar! Kendinizi boşuna yormayın. Şüphesiz ki sizler sağır ve gaib olan birini çağırmıyorsunuz. Hiç kuşku yok ki sizler, sizi dinleyen ve gören bir zata dua ediyorsunuz. O sizinle beraberdir. Öyle ki O, kişiye, devesinin boynundan bile yakındır» diye buyurmuştur.
Bu hadiste kısaca «Kendinize acıyın ve dua esnasında seslerinizi kısın» denmektedir. Bu esastan hareketle bazı alimler sesli dua etmenin mekruh olduğunu ileri sürmüşlerdir. Nitekim günümüzde özellikle camilerde dua ederken bağıran birçok kimseyi görüyoruz. Öyle ki onlar bağırınca, etrafı mırıldanmalar kaplıyor, yankılar artarak kulakları tırmalıyor ve kalbleri duyma? hale getiriyorlar. Oysa bu kimseler iki bid'ati bir araya getirdiklerinin farkında değiller midir? Birincisi, dua esnasında sesi yüksenmek; ikincisi, mescidde sesleri yükseltmek [86]
îbn Cerir, İbn Cüreyc'ten şöyle rivayet etmektedir: «Duayı sesli yapmak, 'Kuşkusuz ki Allah haddi aşanları sevmez' ayetinin kapsamına girer.» Ayrıca İbn Ebi Hatim, buna benzer bir rivayeti Zeyd bin Eslem'den nakletmiştir.
Bazı alimler, duayı sesli yapmakta bir beisin olmadığı görüşündedirler. Allah'ın sevmediği kimseler olan «haddi aşanlar,» kendisine uygun olmayan şeyleri isteyenlerdir. Örneğin Peygamberlerin mertebesinde olmayı veya göklere yükselmeyi istemek-ya da küfrü gerektiren şeyleri (îblis'in, Ebu Cehil'in cennete gir. melerini, vahyin ve risaletin yeniden gelmesini, Allah'ın kendisini yalanlamasını v.s.) istemek gibi.
Sa'd bin Ebi Vakkas, Hz. Peygamber'den onun şu sözünü dinlediğini rivayet etmektedir: «İleride duada hududu aşan bir topluluk gelecektir. Oysa kişiye Ya Rabbi Senden cenneti ve cennete yaklaştıran söz ve amelleri isterim, cehennemi ve cehenneme yaklaştıran söz ve amellerden sana sığınırım demesi yeterlidir.» Hz. Peygamber bu sözü söyledikten sonra «Allah.haddi aşanları sevmez» ayetini okudu. (İmam Ahnıed, Ebu Davud)
Bir başka gurub, riya korkusu anında gizlice dua etmenin açıkça dua etmekten ve buna mukabil riya korkusu olmayan yerlerde de açıkça dua etmenin, gizlice dua etmekten daha üstün olduğunu öne sürmüştür.
Yukardaki görüşten daha uygunu, riya korkusu olmayan yerlerde açık, olduğu yerlerde de gizli dua etmenin üstün olmasıdır. Şayet namaz kılan bir kimsenin namazını bozmuyor, uyuyan kimseyi rahatsız etmiyor, okuyan bir kimseyi şaşırtmıyor, şer'î İlimle meşgul olan kimsenin zihnini kanştırmıyorsa açıkça dua etmek daha efdaldir. Fakat yukarda sayılan mahzurlara yol açıyorsa duayı gizlice yapmak gerekir. Ancak açıkça dua etmekle cahile bir şeyin öğretilmesi kastolunmuş veya korkan bir kimsenin korkusunu gidermek amaçlanmışsa ya da dua eden kimse kendisinden uykuyu, tembelliği uzaklaştırmak istiyorsa veyahut mümin kalbine sevinç vermek, bid'at sahibini bid'atmdan uzaklaştırmak ya da buna benzer sebebler söz konusu ise, elbette açıkça dua etmek caizdir ve daha efdaldir. Yine hutbelerde müslümanların imamına dua ederken, sahabilere Allah'tan nza dilerken bunu sesli yapmak daha efdaldır.
İmam Şafii'ye göre Fatihadan sonra (tamim) sözünün sesli denmesi sünnettir. O, «Bu bir duadır. İmam da, cemaat de 'amin'i sesli demelidirler» görüşündedir.
Bazı alimler de müezzinlerin minarelerde ferec duasında seslerini yükseltmeleriyle, kişinin kendisinin duyacağı kadar sesini yükseltmesi arasında fark gözetmişler ve ikincisinde çoğu kez bir beis yokken, birincisi böyle değüdir, demişlerdir. Ancak görünen odur ki, «haddi aşanlar» ile Allah'ın emrettiği herhangi bir emri yerine getirmeyenler kastolunmaktadır. Dua konusunda hududu aşanlar da bunlar arasında mütalaa olunurlar.
İbn Ebi Hatim ve İbn Cerir şöyle rivayet etmektedir: «Ayet, gerek dünya gerekse ahiret işlerinde olsun, tüm ihtiyaçlarınızda Rabbinizi çağırın, mümin bir erkek veya kadının aleyhinde onları rezil edici şekilde, bir şer ile dua etmeyin ve lanet okumayın, anlamındadır.»
Alimler bir mümin hakkında «imansız ya da kâfir olarak ölsün» diye dua eden kimsenin küfründe ihtilaf etmişlerdir. Böyle bir davranış her ne kadar hududu aşmanın en korkunç bir şekli ise de, yine de verilen fetva böyle davranan kimsenin kâfir olmadığı yolundadır.[87]
Dua ile ilgili birçok kural konmuştur:
a) Abdestli olunmalıdır,
b) Kıbleye dönülmelidir,
c) Kalb, dünya işlerinden boşaltılmalıdır.
d) Duanın başında da sonunda da Hz. Peygamber'e selat ve selam getirilmelidir,
e) Eller semaya doğru kaldırılmalıdır,
f) Tüm müslümanlar dua kapsamına alınmalıdır,
g) Duanın kabul edilebileceği saatler aranmalıdır. Birçok alime göre cuma günü ve hutbe anları bu saatler içindedir. Nitekim beldesinde gelen son dönem alimlerinin en üstünü olan Tah-tevî, Durru'l-Muhatar'a yazdığı haşiyelerde böyle zikretmiş ve asrının en büyük fakihi İbn Abidin de bunu ondan nakletmiştir.
h) Yağmur yağdığı zaman,
ı) Oruçlu iftarım açtığında,
i) Gecenin son üçte birinde,
k) Kur'an'ı hatmettikten sonra dua edilmelidir.
Bu kuralların dışında daha bir çoğu fıkıh ve ahlâk kitablarmda beyan edilmiştir. [88]
Duanın varlığı konusunda ihtilaf edilmiş ve -bazıları «Duaya gerek yoktur» diyerek birçok delil öne sürmüşlerdir:
1- pua üe olması önceden bilinen bir şey isteniyorsa, onun olması zaten vacibtir. Zira Allah'ın ilminde değişme yoktur. Olması zaten vacib olanı istemenin de bir yararı yoktur. Eğer olmayacağı biliniyorsa zaten olmaz. O halde onu istemekte bir yarar yoktur.
2- Allah kendisinden istenen şeyin olmasını ezelde irade etmişse eğer, dua edilsin-edilmesin o mutlaka olacaktır. Yok, eğer ezelde vermemeyi irade etmişse, o olmayacağından, onu istemenin de bir anlamı yoktur. Fakat Allah'ın ezelde onun ne olmasını ne de olmamasını dilediği söylenirse, dua anında da yine Allah'ın dilediği olacaktır. Bu takdirde de Allah'ın zat ve sıfatlarında değişme meydana gelir ki bu muhaldir. Çünkü bu durumda, kulun dua etmesi Allah'ın zatında bir sıfat meydana getirmiş olmaktadır. Oysa Allah'ın sıfatlarını değiştirmekte kulun mutasarrıf olması dü-şünüylemez.
3- Dua ise istenen şeyin verilmesini hikmet ve maslahat gerekli kılıyorsa dua edilmese de Allah onu verir. Çünkü Allah Teâ-lâ'nın cimriliğinden bahsedilemez. Ancak istenen şey hikmete mugayir ise, kul dua etsin-etmesin Allah zaten o şeyi vermez.
4- Dua aslında emirden başka bir şey değildir ve aralarında bir terslik yoktur. Ancak dua eden mertebe bakımından daha aşağıdadır. Oysa emreden kimsenin mertebe bakımından üstte olması gerekir. Kulun ise Allah'a emretmesi edebsizliktir ve caiz değildir.
5- Dua, bir anlamda kulun Rabbini irşad etmesi, mabudunu en uygunu ve en doğrusunu yapmaya -iletmesi demektir. Dolayısıyla bu bir edebsizlikten başka bir şey değildir. Ya da kul dua etmekle -hâşâ- Rabbini gafil kaldığı bir hususta uyarmış olmaktadır ki bu şekilde düşünmek açıkça bir küfür olduğu gibi ayrıca Allah'ın faz! ve ihsanında kusurlu olduğu fikrini tazammun eder. Yani kul dua etmekle -hâşâ. Allah'ı adeta fazl ve ihsana davet etmektedir. Bu ise cehaletin ta kendisidir.
6- Duaya başvurmak, dua eden kimsenin kaderine razı olmadığı anlamına gelir. Çünkü razı olsaydı kendi tasarrufunu bira-kır muayyen bir şeyi Allah'tan istemezdi. Kaza ve kadere razı olmaktan kaçınmak da münkerattandır.
7- Kul çoğu zaman bir şeyi yararlı ve hayırlı görür. Fakat o hayırlı gördüğü şey meydana gelince birçok zararlara yol açar, büyük fesatlıklar doğurur. Hal böyle olunca da muayyen bir şeyi Allah'tan istemek caiz değildir. Aksine en iyisi, yararlı ve hayırlı olanı istemektir. Bu da zaten kul istese de istemese de Allah tara-fınaan meydana getirilecektir. Bu takdirde duanın bir yararı yoktur.
8- Dua kalbin bir şeyi Allah'tan taleb etmeye yönelmesidir. Kalbin muayyen bir şeyi Allah'tan taleb etmeye yönelmesi onun Allah'ın marifetine ve muhabbetine dalmasiyla çelişir. Bunlar yüce ve şerefli makamlar olduğundan dolayı, bu yüce ve şerefli makamlara mani olan bir şey de yerilmeyi gerektirir.
9- Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) Allah Teâ-lâ'dan hikâye ederek şöyle demiştir: {(Zikrimin kendisini benden bir şey istemekten aîakoyduğu kimseye, isteyenlerin istediklerinin en efdaîini veririm.» Bu hadis-i kudsi, evlâ olanın duayı ter-ketmek olduğuna delâlet etmektedir.
10- Teâlâ'nın ilmi, kulun tüm ihtiyacını ihata etmiştir. Dünyada bir kölenin, efendisinin kendi ihtiyaçlarını bildiğini farkettiğinde susması, ihtiyaçlarını efendisinin yanında zikretmemesi edebe daha uygun, efendisini yüceltmek hususunda daha mü-nasibtir. Kullar arasında bile edeb bunu gerektiriyorsa, Allah ile münasebette buna daha çok dikkat etmek gerekir. Bu yüzden anlatılır ki, Hz. İbrahim (a.s.) ateşe atılmak üzere mancınığa konulduğunda, Cibril kendisine «Rabbini çağır» der. O da, «Rabbimin halimi bilmesi O'nu çağırmama gerek bırakmamıştır» diye mukabelede bulunur.
Bu konuyla ilgili olarak zikredilen itirazlar bunlardır. Ancak duanın da ibadetin bir çeşidi olduğuna dikkat edilmelidir. Yukar-daki itirazların tümü her ibadet için geçerlidir. Yani Allah bir kimsenin said olduğunu biliyorsa, o kimsenin taat ve ibadete ihtiyacı yok demektir. Şayet Allah o kimsenin şaki olduğunu biliyorsa, bu sefer de bu taat ve ibadetin ne yaran olacaktır? denilebilir.
Yine denilebilir ki, insanın yeme-içme konusunda çaba sar-fetmesine gerek yoktur; zira Allah onun tok olacağını biliyorsa, bu konuda niçin çaba sarfetsin? Aynı mantık aç olması durumunda da geçerlidir. Bu sözlerin bu hususta sarfedilmesi nasıl yanlışsa, dua hususunda da sarfedilmesi yanlıştır.
Duanın kulun mertebesini, zilletini bilmesini ve Eububiyetin izzetini tanımasını ifade ettiği söylenebilir. Bu ise ibadetlerin en şereflisi ve en yücesidir. Yani, dua eden kendisinin talebde bulunduğu zâta muhtaç olduğunu ve istediği şeyi kendi.başına elde etmekten aciz bulunduğunu, Rabbinin ve mabudunun duasını işittiğini, ihtiyacım bilip, onu gidermeye kadir olduğunu, Allah'ın merhamet sahibi olup rahmetinin kendi ihtiyacım gidermesini iktiza ettiğini bildiği anda dua etmeye başlar. Böyle olunca ancak kendisinin muhtaç ve aczle muttasıf olup mabudunun da ilmin, kudret ve rahmetin kemaliyle vasıflı bulunduğunu bilen kimsenin dua etmeye kalkışacağı anlaşılır. Zaten dindeki tüm sorumluluklar kulluğun zilletini, rububiyetin izzetini bilmekten başka, bir şey değildir. Madem ki dua bu iki unsuru biraraya getirebiliyor, o halde dua ibadetler içerisinde en efdalidir. Nitekim, «Yalvararak ve için için dua ederek Rabbinizi çağırın» ayeti de bizim söylediklerimizi doğrulamaktır. Çünkü yalvarmak, ancak Kâmil'in huzurunda bu-lunan eksiklik dolayısıyladir. Kul nefsinin eksik olduğuna inanmadıkça yalvarmaz. Bu bakımdan dua ile maksad, bizim yukarıda ifade ettiğimizdir. Kur'an'm lafzının duanın delili olduğu böylece sabit olmuştur. Nitekim aşağıdaki hadis bunu desteklemektedir. Hz. Peygamber (s.a) «Allah katında duadan daha şerefli hiçbir şey yoktur ve dua ibadetin ta, kendisidir» dedikten sonra, «Kuşkusuz ki bana ibadet etmekten büyüklenerek yüz çevirenler zillet içinde cehenneme gireceklerdir.» (Mümin: 60) ayetini okudu. Duanın hakikatleriyle ilgili olarak Bakara suresinin «Kullarım sana beni sorduklarında de ki: Ben onlara yakınım» ayetinin tefsirinde gerekenleri söylemiştik. Allah gerçeği daha iyi bilir.[89]
Müslümanlar «muhabbet» kökünden türeme (muhib) sıfatının Allah'ın sıfatlarından olduğunda görüş birliği etmişlerdir. Çünkü Kur'an'm birçok ayeti Allah'ın muhib olduğunu ispat etmektedir. Ancak buradaki muhabbetin, nefsin şehveti, fıtrî temayül, bir şeyden lezzet almayı istemek gibi olmadığı ittifakla belirtilmiştir. Çünkü tüm bu özellikler Allah'a nisbetle muhaldir. Allah' m kullarına olan sevgisi konusunda üç görüş öne sürülmüştür:
1- Allah'ın kuluna olan sevgisi ona hayr ve rahmet vermesi
demektir.
2- Allah'ın kuluna olan sevgisi, sevab ve hayrı kuluna ulaştırmayı irade edici (Murid) olması demektir. Bu ihtilaf bir başka mesele, (Allah'ın irade sıfatının varlığı meselesi) ile ilişkilidir. El-Kâbi ve Ebu'l-Hüseyin'e göre Allah irade sıfatıyla mevsuf değildir. Çünkü O'nun kendi fiillerinin müridi olması, onları icad etmiş ve onları yapmış olması anlamına gelir. Yine Allah'ın başkasının fiillerinin müridi olması onları emretmesi demektir. Dolayısıyla Allah irade sıfatıyla mevsuf değildir. Eş'ariler ve Basra Mutezilesi Allah'ın muridiyyet sıfatını ispat etmişlerdir. Bunun bilinmesi sonrasında iradeyi Allah'a izafetten nefyedenler, Allah'ın kuluna olan muhabbetini, sevabını ona ulaştırmakla tefsir etmişlerdir.
Allah'a iradeyi izafe edenler ise O'nun muhabbetini, kullarına sevabı ulaştırmayı irade etmekle tefsir etmişlerdir.
3- Allah Teâlâ'nın kulunu sevmesi, sevabını ona ulaştırmayı irade etmesinin ötesinde, kendine bir sıfat olması o kadar uzak bir ihtimal değildir. Çünkü bizler bir babanm çocuğuna olan sevgisini her zaman müşahede ederiz. Babanın sevgisi dolayısıyla hayrın onun çocuğuna ulaşması gerekir. İşte irade de, sevginin bir sonucu, meyvelerinden bir meyve, faydalarından bir faydadır. Bu tür maddi ilişkilerin sonucu olan sevgi; şehvet, ve fıtrîtemayül ve nefsin rağbetinden başka bir şey değildir. Oysa bunun Allah'a izafeti düşünülemez bile. Bizler Allah'ın sevgisinin şehvet ve fıtrî temayülün dışında bir sıfat olduğunu söyleyebildiğimize göre, «Allah'ın sevgisi» (muhabbetullah) ifadesini niçin kullanamıyalım? Nitekim bu sıfattan dolayı hayr ve sevab kula ulaşmaktadır. Ancak bizler Allah sevgisinin ne olduğunu, nasıl olduğunu bilemiyoruz. Fakat bir şeyi bilmemek, o şeyin yok olduğu anlamına gelmez. Ehl-i Sünnet'in Allah'ın gözle görülebileceğini ispat edip, bunun cisim ve renkleri görmeye benzemediğini, keyfiyetsiz bir görüş olduğunu, söylediklerine, hiç bakılmıyor mu? Buna binaen niçin burada da Allah'ın kullarına olan sevgisi hakkında, onun fıtrî temayüllerden, nefsin şehvetlerinden uzak, keyfiyeti bilinmeyen bir sevgi olduğu demlemesin? Buraya kadar zikredilenlerden, kelamci-ların, «Allah'ın sevgisinin anlamı, ancak kullarına sevabı ulaştırmasının iradesi demektir» şeklindeki sözlerinin kesin bir delili olmadığı anlaşılmıştır. Fakat son olarak, iradenin ötesinde olan bir sıfatın ispatına dair de bir delil yoktur, diyebiliriz. O halde onun nefyi nasıl vacib olacaktır?[90]
(56) «Yeryüzü düzene kavuşturulduktan sonra orada fesat çıkarmayın...»
Bu Ayetin Tefsiri :
Bu ayet, ifsadın tüm çeşitlerini, nefsi, malı, soyu, aklı ve dini ifsad etmeyi yasaklamaktadır. Yani, Allah'ın yeryüzünü ıslah etmesinden, mahlukatm yararına uygun olarak onu meydana getirip beyan ettiği ahkâmı ile oraya peygamberlerini göndermesinden sonra, yeryüzünü ifsad etmeyin! Reddedilmekten korktuğunuz veya duanızın kabul olmasını istediğiniz anda ve O'nun azabından korkup sevabını elde etmek istediğiniz zamanlarda Allah'a dua ediniz!
İbn Cerir, ayeti yorumlarken, korku, adalet; ümid beslemek de fazilettir, demiştir.
«Korkarak ve umutla O'nu çağırın» cümlesinin tefsirinde Ata; «Yani mizandan korkarak ve cennetleri umarak Allah'ı çağırın» demektedir.
Korkunun esası, zarardan emin olunmadığı durumlarda kalbin ürpermesidir. Bazı alimler, korkuyu ileride meydana gelecek kötü bir hadisenin beklenmesiyle tefsir etmişlerdir. Keza umutla beklemek de sevilen bir şeyin geleceğini beklemektir. Allah, kendi katında değeri bulunduğundan dolayı, tekrar duayı zikretmiştir. Öyle ki duayı önce zahiri sıfatlarla, daha sonra batini sıfatlarla vasıf landırmıştır.
Bazı müfessirler Önceki ayette verilen emri, duanın şartının açıklanması, ikinci kere verilen emrin de duanın yararının beyan edilmesi olarak izah etmişlerdir. Bazıları da, tekrarın olmadığını, zira daha önceki ayet istemek anlamında bir emir iken, ikincisi ibadet anlamında olan duayı emretmektedir. Yani ayet, nefsinizde korku ve ümidi, yani kalbi ve kâlibi bir araya getirerek Allah'a kulluk edin, anlamına gelmektedir.
Bazı alimler de duayı bilinen anlamıyla alarak korku ve ümidi genel anlamda mütalaa etmişlerdir. Bu takdirde ayetin anlamı şöyle olmaktadır: «Nefsinizde ve amellerinizde korku ve ümidi biraraya getirerek Allah'ı çağırın.» Ancak bu yorum o kadar önemli bir anlamı içermez. Büyük müfessirlere göre makbul olanı daha önceki yorumdur.[91]
. «Kuşkusuz ki Allah'ın rahmeti ihsan edenlere yakındır.» ifadesinde geçen «rahmet» kelimesinin «ihsan» anlamına geldiğini söylemişlerdir. Nitekim Rahman suresinin 60. ayetinde, «İhsanın karşılığı yine ihsan değil midir?» buyurulmaktadır. İfadeyi bu şekilde yorumlayanlar, rahmet kelimesinin dünyevî ve uhrevî ihsanın her iki yönünü de kapsadığı görüşündedirler. Rahmetin muhsin-lere yakınlığı ise; hikmet gereği, ehliyetle beraber engellerin tamamen kaldırılmasıdır.
Said bin Cübeyr, rahmet kelimesiyle sevab'm kastedildiğini söylüyorsa da asıl demek istediği uhrevî ihsandır. Bu tefsir doğrultusunda -yakınlık- şu şekilde anlaşılır: İnsanoğlu yaşadığı her an sonrasında dünyayı geride bırakarak ahirete doğru yol alır. Böyle olunca elbette ölüm insana hayattan daha yakındır. Muhsin bir kimseyle ahiretteki sevab arasında yegâne perde ölümdür. Her gelecek yakın olduğundan rahmet de muhsinlere yakındır.
Zemahşeri, «Keşşaf» adlı tefsirinde bu ayetin, «Kuşkusuz ki ben tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyip te, sonra hidayete eren kimseye karşı çok af jedidyimdir» (Taha : 80) ayeti kabilinden olduğunu söylemektedir. Nitekim bu ayette, hüsranın tevbeye, iman ve salih amele bağlandığı gibi, sözkonusu ayette de rahmet amellerin ihsanına bağlanmıştır. Yani Allah Teâlâ, adeta, «Kim tevbe ve iman ederse, rahmet ona yakın olacaktır» demektedir.» Zemahşeri'nin bu tefsiri Mutezile'nin bir iddiasına müstenid-dir. Onlara göre, büyük günah işleyenler muhsin sayılmayacakları için ateşten kurtulamazlar. Ateşe girdikten sonra kurtulmak ise bir rahmettir. Ancak kişi büyük günah sahibi olsa da, o Allah'a ve Rasûlü'ne iman etmiştir. Böyle bir imanı olan kişi elbette muhsin-dir. Nitekim kuşluk vaktinde ergenlik çağma vararak iman eden ve öğle namazını kılmadan önce ölen bir çocuğun, «Muhsinler için hüsna (güzellik) ve fazlası vardır.» (Yunus : 26) ayetinin kapsamına girdiği ümmetin ittifakı ile sabittir.
Ebu Şeyhin rivayet ettiğine göre, İbn Abbas «muhsinler» ifadesini, «müminler» ile tefsir etmiştir. Bazıları da «muhsinler»! «dua edenler» şeklinde yorumlamişlarsa da bu kapalı bir yorumdur.
(57) «Rüzgârları rahmetinin Önünde müjdeci olarak gönderen O'dur...»
Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ göklerin ve yerin yaratıcısı, mutasarrıfı olduğunu, her şeyin kendisine boyun eğdiğini, kâinatın idare edicisi ve yöneticisi bulunduğunu belirttikten sonra kullarının kendisine dua etmelerini istemiştir. Zira O her şeye kadir olandır. Yine kullarına nzık verenin kendisi olduğuna, kıyamet günü ölüleri yeniden diriltip mahşer meydanına göndereceğine değindikten sonra rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci ve yayıcı olarak gönderdiğini ifade etmiştir. Ayetteki «buşren» (müjdeci) kelimesi, «neşran» (yayıcı) şeklinde de okunmaktadır. «Rahmet» kelimesiyle de yağmur kastedilmektedir. Yani yağmur gelmezden önce Allah rüzgârları, yağmuru müjdeleyici (veya yayıcı) olarak estirir. Sonra da o rüzgârlar yağmur ile ağırlaşan bulutları alıp kuraklaşmiş ve bitkisi tamamen kurumuş bir beldeye götürerek onları yeniden sular ve diriltir. Ayette kurak yer için «ölü belde» tabiri kullanılmıştır. Nitekim Yasin suresinin 33. ayetinde «Dirilttiğimiz ölü yer onlar için bir işarettir» denirken Patır suresinin 9. ayetinde de «O Allah ki, gönderdiği rüzgârlar bir bulut kaldırırlar, derken biz onu ölü bir beldeye sürer, ölümünden sonra yeri diriltiriz. (...)» buyurmuştur. Yani toprak ölümden sonra nasıl diriltilmişse cesedleri de toprak olduktan sonra Kıyamet Günü'nde öyle dirilteceğiz. Bazı rivayetlerde Allah'ın gökten su indirerek yeryüzüne kırk gün yağmur yağdıracağı ve cesedlerin ordan bir dane gibi bitecekleri nakledilir. Yine Kur'an'da da bu konuyla ilgili olarak örnekler yer almaktadır.
Bazı müfessirler rüzgârın yağmurdan önce müjdeleyici (ya-yıcı) olmasını şöyle açıklamışlardır: «Seba adlı rüzgâr bulutları meydana getirir ve sonra kuzey rüzgârı onları biraraya getirip toplar. Güney rüzgârı onları yağmur yönünden zenginleştirirken De-bur rüzgârı da bulutları dağıtır.»
îbn Ömer rüzgârların sekiz adet olduğunu söylemektedir: El-Kasıf, el-Asıf, es-Sarsar, ve El-Akim denilen dört tanesi azab rüzgârları olup bunlar Kur'an'da bu şekilde zikredilmişlerdir. En-Naziat, el-Mübeşşirat, el-Mürselat ve ez-Zariyat ise yine bu adlarıyla Kur'an'da zikredilen rahmet rüzgârlarıdır. Bu son dört rüzgâr Allah'ın kullarına vermiş olduğu nimetlerin en büyüklerinden-dir. Adeta gezen barajlar gibi, aşılama görevini yerine getirirler.
Kab'ul-Ahbar, «Allah eğer kullarından rüzgârı üç gün esirgese yeryüzündeki onca insan pis kokular içine dalıp kalırdı» demiştir.
Yine bazı eserlerde «Allah âlemi yarattı. Onu hava ile doldurdu. Eğer Allah havayı bir an vermese yer ile gök arası kokar denilmektedir.
Birçok alim rüzgâra küfretmenin mekruh olduğu görüşündedirler.
İmam Şafii, Ebu Hureyre kanalıyla şöyle rivayet etmiştir: Mekke yolunda halkın üzerine şiddetli bir rüzgâr eser. O esnada hacca gitmekte olan Hz. Ömer, yanındakilere, «Aranızda rüzgâr ile ilgili Hz. Peygamber'den bir söz işiten var imdir1?» dîye sorar ve hiç kimse Hz. Ömer'e cevab veremez. Bu hadiseyi haber aldığımda ben kervanın sonunda bulunuyordum. Bunun üzerine ona, «Ey müminlerin emiri! İşittiğime göre siz rüzgârdan sormuşsunuz. Ben Allah Rasûlü'nden şunu duydum: «Rüzgâr Allah'ın rah-metindendir. Rahmeti de azabı da getirir. Rüzgâr estiğinde sakın ola ki ona küfretmeyesiniz. Allah'tan rüzgârın hayrını isteyin, şerrinden O'na sığının» dedim.
Ayette Allah'ın rüzgârı rahmetinin önünde müjdeci (yayıcu gönderdiği belirtilmişken hadiste rüzgârın azab için de gönderildiği söylenmektedir. Ancak ayet ile hadis arasında bir çelişki olduğu sanılmamalıdır. Çünkü ayetteki hüküm çokluğa binaen verilmiştir. Zira rüzgâr ile azabın gelmesi pek ender bir olaydır. Bszı alimler de hadisi tevil ederek, hadiste rüzgârın hem rahmeti hem de azabı getirdiğinden bahsedildiğini ve fakat «Rüzgâr hem rahmetin hem de azabın önünde müjdeci olarak gönderilir» şeklinde bir şey denilmediğini ileri sürmüşlerdir.
«Onunla oraya su indiririz» cümlesindeki «bihi» (onunla) zamiri ya «belde» kelimesine veya «bulut» kelimesine ra-ci olmaktadır. O zaman anlamı ya «ölü bir beldeye su indiririz» veya «ağır bulutlarla su indiririz» şeklinde olur. Bu zamir «yur-silu» (gönderir) fiiline de, «rüzgârlar» kelimesine de gidebilir. O takdirde anlamı; ya «Onu göndermekle suyu indiririz» veya «O rüzgârlarla suyu indiririz» şeklinde olur.
«Ve o su ile orada her
çeşit ürünler çıkarırız.»; yani o su ile nasıl daneler çıkarıyor ve ölü bir
beldeyi diriltiyorsak, aynı şekilde ölüleri de diriltiriz. Yeryüzünü, içinde
bulunanları ve gelişmeye müsait kuvvetleri ihdas ederek onu nasıl bitkilerle,
meyvelerle geliştirip diriltiyorsak ölüleri de öylece yerden çıkaracağız.
Ruhları —bedenlerin maddelerini bir araya getirdikten sonra bedenlerine gönderip onları kuvvetleri ve
duyularıyla geliştireceğiz. Bu ayet, anlaşılacağı üzere, haşr-i cismanî'yi
(bedenle birlikte haşrol-mayı) savunan iki görüşe işaret etmektedir:
1) Beden yok olduktan sonra yeniden varedilecek ve tekrar diriltüecektir. 2) Beden çürüdükten sonra parçalan biraraya getirilecek ve eski durumuna getirilip yeniden diriltüecektir.
Ölülerin diriltilmesiyle, bitkilerin çıakrılması arasındaki benzeyiş hususunda ihtilaf edilmiştir. Bir gruba göre Allah yağmuru indirerek nasıl bitkileri çıkarıyorsa, aynı şekilde yine yağmuru indirerek ölüleri diriltecektir. Ayrıca Ebu Hureyre ile İbn Abbas'tan rivayet edilen bir görüşe göre, insanlar birinci defa Sûr'a üfürülüşte öldükleri zaman, arşın altından «Ab-ı Hayat» (hayat suyu) diye adlandırılan bir su 40 sene onların üzerine yağacaktır. Bitkilerin su ile çıktığı gibi onlar da çıkmaya başlayacaklardır. Başka bir rivayete göre de 40 gün yağmur yağdıktan sonra, bitkilerin çıktığı gibi kabirlerinden çıkacaklar ve cesedleri tam olarak meydana geldikten sonra onlara ruh üfürülüp gözlerine uyku atılarak kabirlerinde yatacaklardır. Sûr'a ikinci kez üfürüldüğünde dirilecekler ve kabirlerinden çıkarak haşrolunacaklardır. Uyku mahmurlu-
ğuyla, uyuyan bir insanın uyandığı zaman hissettiğini hissedeceklerdir. İşte o zaman, «Ey kavim! Yazîklar olsun bizlere. Acaba bizi kabrimizden kim çıkardı?» diye yakınacaklar. Bir münadi de onlara, «Bu sizlere Rahman'm va'dettiğidir. Peygamberler doğru soy. lemislerdi» diye seslenecektir.
Mücahid kanalıyla gelen bir hadiste, Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: «Allah ölüleri diriltmek istediğinde yağmur yağdırır ve yer onların üzerlerinden yarılır. Her ruh kendi bedenine gider. İşte Allah yeryüzünü yağmur ile nasıl canlandırıyorsa, ölüleri de aynı şekilde yağmurla diriltir.»
Bazı müfessirler
ayetteki teşbihin (benzetmenin) diriltmeyi anlatabilmek için yapıldığı,
keyfiyete itibar edilmemesi ve sadece iman edip keyfiyetinin araştinlmaması
gerektiği görüşündedirler. Allah dilediğini yapar.[92]
58- Pak bir şehrin (yerin) bitkileri Rabbinin izniyle çıkar; kötü olandan ise ancak yararsız ürün çıkar. İşte biz şükreden bir topluluk için ayetleri böylece çeşitli tarzlarda açıklıyoruz.
59- And olsun ki biz Nuh'u kendi kavmine (peygamber olarak) gönderdik. Nuh, «Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için ondan başka mabud yoktur. Kuşkusuz ben sizin için büyük bir günün azabından korkarım» dedi.
60- Kavminden ileri gelenler (Nuh'a): «Kuşkusuz biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz» dediler.
61- (Nuh) şöyle dedi: «Ey kavmim! Bende bir sapıklık bulunmuyor. Ben Alemlerin Rabbî'nden gönderilmiş bir peygamberim.»
62- «Size Rabbimin gönderdiklerini (ayetlerini, emirlerini) tebliğ ediyorum. Size nasihatta bulunuyorum. Allah'tan (gelen vahy vasıtasıyla) sizin bilmediklerinizi biliyorum.»
63- «Sizler; uyarılmanız, korunmanız ve bu sayede rahmete mazhar olmanız için aranızdan birisinin aracılığıyla Rabbi-nizden size bir hatırlatmanın gelmesine mi şaşırdınız?»
64- Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide beraberinde olanları kurtarıp ayetlerimizi yalanlayanları batırdık. Kuşkusuz onlar kör bir kavimdir.
65- Ad (kavmin) e de kardeşleri Hud'u gönderdik. (Hud): «Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka mabudunuz yoktur. O'nun azabından sakınmaz mısınız?» dedi.
66- Kavminden ileri gelen kafirler: «Kuşkusuz bizler seni akılsız görüyor ve seni yalancılardan sanıyoruz.» dediler.
67- (Hud): «Ey kavmim! Bende bir sapıklık yoktur. Ben sadece Alemlerin Rabbinden gelen bir peygamberim» dedi.[93]
(58) «Pak bir şehrin (yerin) bitkileri Rabbinin izniyle çıkar...»
Bu Ayetin Tefsiri:
«El-Beled'ut-Tayyib» (pak bir şehir) ile toprağı verimli ve güzel olan yer kastedilmektedir. Öyle ki böyle bir yerin bitkileri çabuk ve güzelce çıkabilir.
Mücahid ve bazı müfessirler, «habis olan yer» ile de çorak ve buna benzer yerlerin kastedildiğini söylemişlerdir.
Ali bin Ebi Talha'nm rivayet ettiğine göre îbn Abbas bu ayetin mümin ve kafir kimseler hakkında yapılan bir benzetme olduğunu söylemiştir.
îmam Buharı, Hz. Peygamber'den (s.a) Ebu Musa el-Eş'arî kanalıyla şöyle bir rivayet nakletmiştir: «Allah'ın benimle göndermiş olduğu ilim ve hidayet, tıpkı bolca yağan yağmura benzer. Bu yağmur bir beldeye yağar ve beldenin bir kısmı bu tertemiz suyu kabul ederek bol mahsul verir. Çukurlardan meydana gelen diğer bir kısım da yağan yağmuru toplayarak biriktirir. Allah o su ile insanlara yarar sağlar. İnsanlar o sudan hem kendileri içerler, hem de koyunlarına içirirler. Topraklarını sularlar. Bu yağmurun bir kısmı da taşlık, su tutmayan, bitki bitirmeyen bir bölüme yağar. İşte bu tıpkı Allah'ın dininde anlayış sahibi olan, O'nun bana tevdi ettiği görevden yararlanan, öğrenen ve öğreten kimseyle, Allah'ın benimle gönderdiği peygamberlik hidayetini kabul etmeyen kimsenin örneğine benzer» (Bu hadisi ayrıca Müslim ve Nesei, Ebu Usame Hammad bin Usame'den rivayet etmiştir.)
«Nusarrifu,» apaçık kudrete işaret eden ayetlerin zaman zaman getirilerek, tekrar edilmesini ifade eden bir fiildir ve tef'il babında gelmektedir. Rüzgârların tasrifi de böyledir. Allah'ın nimetlerine şükreden bir topluluk için bu kudrete delalet eden ayetler tekrar edilip durmaktadır. O kimseler bu nimetin şükrünü, kendilerine tekrar edilen ayetleri düşünerek ve bunlardan ibret alarak eda ederler. Bu nimet şükredenlerle sınırlandırılmıştır. Zira sadece onlar gerçek anlamıyla bu nimetten yararlanırlar. Nitekim başka bir ayette (Bakara: 3) Kur'an'ın sadece «muttaki» kimseler için hidayet kaynağı olduğu belirtilmiştir.
(59-61) «And olsun ki biz Nuh'u kendi kavmine (peygamber olarak) gönderdik...»
Bu Ayetlerin Tefsiri :
Allah Teâlâ, yaratılış ve yeniden dirilme ile ilgili açık delilleri Tİkrettikten sonra peygamberlerin kıssalarına geçmiştir.[94]
1) Allah, Rasûlü'ne teselli vererek adeta şöyle demektedir: «Halkın sana karşı çıkması, senin getirdiğin delilleri kabul etme-: mesi, sadece senin içinde bulunduğun toplumun bir özelliği değildir. Bu karşı çıkma olayı, tüm geçmiş ümmetlerde vukubulmuş-tur.» Musibetin genelleşmesi, beraberindeki dehşeti de hafifleştir-diğinden, Hz. Peygamber (s.a) böyle teselli bulmaktadır.
2) Allah'ın hu kıssaları hikâye etmesiyle kafirlerin başlarına gelecek olanın, dünyada küfür ve lanet, ahirette ise zarar ve azab, müminlerin ise dünyada hakimiyet, ahirette ise mutluluk olacağı gösterilmiş olmaktadır. Bu da Hakkın taraftarlarının ^alblerini takviye ederken bâtıl'ın taraftarlarınmkini kırmaktadır.
3) Bu kıssalar, Allah'ın bâtılın taraftarlarma her ne kadar bir süre tanıdıysa da onları tamamen başıboş bırakmadığı ve intikamını alacağı konusunda diğer insanları uyarmaktadır.
4) Yine bu kıssalar Hz. Muhammed'in (s.a) Allah'ın bir peygamberi olduğunun açık birer göstergesidirler. Çünkü Hz. Mu-hammed (s.a) ümmiydi, okuma-yazma bilmezdi. Herhangi bir kitabı okumamış, hiç kimsenin öğrencisi olmamıştı. Bu bakımdan bu kıssaları olduğu gibi, tahrif etmeksizin, yanlış bir bilgi vermek, sizin nakletmesi onun vahy vasıtasıyla bunları Allah'tan öğrendiğine delâlet eder. Bu da onun gerçek bir peygamber olduğunu açıkça ispatlar.
Allah Teâlâ bu surede daha önce de geçmişti Hz. Adem'in kıssasını ve Hz. Nuh'un (a.s) kıssasını beyan etmektedir. Hz. Nuh (a.s) Lamek'in, o Mutevaşşalh'm, o da Ahnuh'un oğludur. Ahnuh Hz. İdris'in diğer bir adıdır.
Bu ayette üç husus üzerinde durulmuştur:
a) Hz. Nuh (a.s) kavmine Allah'a kulluk etmelerini emretmiştir.
b) Allah'tan başka bir mabudun olmadığına hükmetmiştir.
c) Büyük bir günün (kıyamet veya tufanın koptuğu günün) azabından onlar adına korktuğunu ifade etmiştir.
Böylece Hz. Nuh, Allah katında peygamber olarak gönderildiğini kavmine açıklamış olmaktadır. Ancak Allah Teâlâ her ne kadar Hz. Nuh'un öne sürdüğü bu üç iddiayı nakletmiş ise de bu iddiaların doğruluğuna ait herhangi bir delil bildirmemiştir. Hz. Nuh'un (a.s) kavmini taklid yoluyla (delilsiz) inzar etmiş olması bâtıl bir davranış olurdu. Zira inançda taklid bâtıldır ve Kur'an taklidi zemmeden ayetlerle doludur. Masum bir peygamberin insanları taklide çağırması nasıl olur da ona uygun düşer? Yok eğer onları davasına, delilleriyle birlikte davet etmiş ise niçin burada deliller zikredilmemiştir?
Böyle bir itiraz şu şekilde cevablandırılabilir: Bakara süresinin başında, tevhid, nübüvvet ve haşr'ın doğruluğuna ilişkin deliller zikredilerek peygamberlerin insanları Hakka davet ederlerken delillerini de getirdiklerine işaret edilmiştir. Ayrıca sözkonusu ayette delillerin zikredilmeyişinin nedenine gelince, bunlar zaten bilindiklerinden tekrara gerek duyulmamış ve bu delillerin beyanı terkedilmiştir.
(62) «Size Rabbimin gönderdiklerini (ayetlerini, emirlerini) tebliğ ediyorum...»
Bu Ayetin Tefsiri:
Hz. Nuh'un (a.s) «Size Rabbimin gönderdiklerini tebliğ ediyorum» şeklindeki sözü, peygamberlik görevlerinden bir çoğunun kendisine yükletildiğini gösterir. Yani tekliflerin kısımlarını, emirleri, nehiyleri aktarmak ona görev olarak verilmiştir. Sevab ve azabın miktarlarını, dünyadaki had ve tazirlerin sınırlarını açık- I lamak da ona aittir.
«Nasihat,» kişiyi niyetinin halis oluşuyla birlikte doğru yola iletmek demektir. Ayetin anlamı da bunun sonucunda şöyle olur: «Ben sizlere Allah'ın size yüklediği sorumlulukları tebliğ ediyor, sisi en doğru yola iletiyorum. Allah beni neye çağtrmışsa ben de sisi ona çağırıyorum. Kendim için istediğimi sizin için de istiyorum.»
«Allah'tan (gelen vahy vasıtasıyla) sizin bilmediklerinizi biliyorum.»; yani onun emrine isyan etmeniz halinde tufan ile cezalandırılacağınız bana bildirildi. Veya emrine isyan ederseniz ahirette şiddetli bir azab ile azaplandırılacağınızı, ya da Allah'ın tevhidi ve sıfatlarından sizin bilmediklerinizi biliyorum.
Hz. Nuh bu ifadeyi sarfederek kavminin bilmediği bu ilimler konusunda kendisine başvurulmasını sağlamayı istemektedir[95]
îbn Kesir, Hz. Nuh'un (a.s) soyunu şu şekilde sıralıyor: Hz. Nuh Lâmek'in, o Mutevaşşalh'm, o Ahnuh'un, o Mehlü'in, o Kanin' in, o Yaniş'in, o da Hz. Şifin oğludur. Nitekim İbn îshak ve daha birçok soy bilgini sırayı bu şekilde beyan etmiştir. İbn îshak, «Öldürülen Ur peygamber hariç hiçbir peygamber Hz. Nuh'un kavminden çektiği eziyeti çekmemiştir» demektedir.
Yezid er-Rakkasî; Hz. Nuh'a bu adın verilmesinin nedeni, onun kendisi için çok ağlamasındandir. Hz. Adem ile Hz. Nuh arasında on baba vardır ve hepsi de müslümandır.» demiştir.
İbn Abbas ve bazı müfessirler putlara ilk defa ibadetin şu şekilde başladığını söylemişlerdir:
Bazı salih kimseler ölünce, kavimleri üzerlerine mabetler yaptı. Sonra da onların hallerini ve nasıl ibadet ettiklerini hatırlayıp onlara benzemek için heykellerini diktiler. Aradan zaman geçtikten sonra o heykellerin üzerine cesedler koydular. Bir süre sonra da o heykellere tapmağa başlayarak o salihlerin isimlerini o heykellere verdiler. Vedd, Suva, Yeğus, Yeuk ve Nesr isimlerinin verilişi de böyle olmuştur. Bu durum aşırı bir hal almaya başlayınca Allah Teâlâ Hz. Nuh'u (a.s) peygamber olarak gönderdi. Hz. Nuh da onlara bir tek Allah'a kulluk etmelerini emrederek O'nun ortağı olmadığını ilan etti. Ancak Hz. Nuh'un kavminin ileri gelenleri ve önderleri, «Ecdadımızın da taptığı bu putlara ibadet etmekten vazgeçmemizi istediğinden dolayı seni sapık olarak görüyoruz.» dediler. Zaten günahkârlar doğru yolda olan kimseleri her zaman sapık olarak görürler. Nitekim Allah Teâlâ, «İnsanları gördüklerinde: Bunlar sapıkların ta kendileridir derlerdi.» (Mutaffi-fin : 32) diye buyurmuştur. Yine bir başka ayette, «Kafirler müminler hakkında: Eğer onda (İslâm'da) hayır olsaydı, onlar bizden önce ona koşmazlardı , demişlerdir. Fakat onlar onunla hidayet bulamadıklarından : Bueski bir yalandır diyeceklerdir.» (Ahkaf: 11)
Hz. Nuh (a.s), «Ben sapık değilim. Âlemlerin Rabbi'nden elçi olarak gönderildim. Size Rabbim'in emirlerini tebliğ ediyor, nasi-hatta bulunuyorum. Rabbim'den sizin bilmediklerinizi biliyorum,» diye cevap verdi. İşte bir peygamber, hem mübelliğdir hem fasih bir nasihatçıdır. Allah'ı bilir ve Allah'ın mahlukatmdan hiç kimse bu sıfatlarda peygamberlere yetişemez. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) Arefe günü her zamankinden daha çok olan ashabına: «Ey insanlar! Kuşkusuz Allah beni sizden soracaktır. O zaman ne dî yeceksiniz?» dediğinde, Onlar; «Şehadet ederiz ki, sen vazifen-yaptın, görevini tebliğ edip nasihatta bulundun» diye cevab ver dileı. Bunun üzerine Hz. Peygamber parmağını semaya doğru uzat ti ve sonra onların üzerine indirerek «Şahid ol Allahım! Şahid o' Allahım» dedi. (Müslim) [96]
(63) «Sizler uyarılmanız, korunmanız ve bu sayede rahvıe ie mazhar olmanız için aranızdan birisinin aracılığıyla Rabbiniz-den size bir hatırlatmanın gelmesine mi şaşırdınız?»
Bu Ayetin Tefsiri :
Ayette geçen «aranızdan birisinin» ifadesi onların nübüvvet hakkındaki şüphelerini ortaya çıkarmaktadır. Yani Hz. Muham-med de kendileri gibi bir beşer olduğundan, onlar beşerlikte ve diğer genel beşerî özelliklerde ortak olmanın sanki tüm meziyet ve özelliklerde de ona ortak olmayı gerektireceğini düşündüler.
Genel anlamda ortak özelliklere sahib oldukları bir kişinin kendilerinde bulunmayan bir özellik ve meziyetle muttasıf olamayacağını sanıyorlardı. Ancak görünen hadiseler bu düşüncenin bâtıl olduğunu açıkça ortaya koymaktadırlar. Çünkü insanın yapısındaki farklılık, aklî, irfanî ve kesbî amellerdeki kuvvetlerinin birbirinden değişikliği ve üstünlüğü büyük boyutlardadır. Fakat insan dışındaki mahlukatın kendi çeşitleri arasında insanoğlununkine benzer oranda farklılıklar yoktur. Bu ayet tüm insanlar eşit sayılsalar bile, yine de Allah Teâlâ'nm kullarından bazılarına, tabiat içerisinde bilinenin ve çalışmakla kazanılanın üstünde bir özellik vermesine engel teşkil etmeyeceğine işaret etmektedir. [97]
(64) «Onu yalanladılar. Biz de onu ve beraberinde olanlar: kurtardık...»
Bu Ayetin Tefsiri:
Kavminin çoğu Hz. Nuh'u yalanlayarak bu yalanlamalarında ısrar etmişlerdir. Rablerinin emirlerine karşı çıkarak azgınlık ettiler. İşte bunun üzerine tufan kopmuş ve Cenab-ı Hakk, Hz. Nuh ile gemide, yanında, bulunanları —ki zaten çok az kişi ona iman etmişti kurtarmıştır.
Bazı nıüfessirlere göre Hz. Nuh'a (a.s) iman edenlerin sayış; on üçtü. Hz. Nuh, oğulları Sam, Ham, Yafes; hanımları, bir de al ti kişi ona iman etmişti. Kavminin geri kalanı onu yalanladığı için tufanda boğulmuştur. Onların Hz. Nuh'u yalanlamalarının nedeni, kendileriyle, ayetlerden alman ibret ve vahdaniyete delalet eden delilleri anlamak hususunda aralarında oluşan perdedir. Allah'ın, peygamberleri göndermeye kadir olduğunu, bunda bir hikmetin bulunup insanların O'nun huzurunda toplanacağı gün sevab ve ikabın verileceğini idrak edemeyen basiretsizliktir, bu yalanlamanın nedeni.
İbn İshak ile İbn Asakir'in İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre Hz. Nuh ikinci binde peygamber olarak gönderilmiştir. Hz. Adem de birinci binin sonunda sünnetli olan bir çocuğunun doğumundan Önce Ölmemiştir.
Yine İbn îshak ile İbn Asakir'in Mukatil ve Cüveybi'den rivayet ettiğine göre, Hz. Adem yaşlanıp kemikleri zayıfladığında, «Ey Rabbim! Daha ne zamana kadar zahmet çekip çalışacağım?» diye sordu. Allah Teâlâ da, «Ey Adem! Senin için ana karnında sünnetli olan bir çocuk doğuncaya kadar» diye cevap verdi. Bunun üzerine on oğlundan sonra 1060 yaşlıda iken Hz. Adem'in Nuh adlı bir oğlu doğdu.
İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre Hz. Nuh (a.s) 400 yaşındayken peygamber olmuştur.
Mukatil ise Hz. Nuh'un (a.s) 100 yaşında, bazılarının da 50 yaşındayken peygamber olduğunu söylemişlerdir.
Kimileri de Hz. Nuh'un 250 yaşında peygamber olduğunu, 950 sene kavmini Allah'a çağırdığını ve tufandan sonra 250 sene yaşadığını, toplam ömrünün 1450 yıla tekabül ettiğini söylemiştir.
Ancak tüm bu görüşlerin ne derece doğru olduklarını Allah'ın ilmine havale etmekteyiz.
îbn Ebi Hatim'in rivayet ettiğine göre, Hz. Nuh'un (a.s) doğup peygamber olduğu yer Arap Yarımadası'dır. Kavmi azaba duçar olan ilk peygamber Hz. Nuh'tur. Ve hiçbir peygamber onun kavminden gördüğü eziyeti kavminden görmemiştir.
Hz. Nuh'un (a.s) önceleri risaletînin sadece kendi kavmini mi yoksa tüm insanlığı mı kapsadığı konusunda ihtilaf edilmişse de risaletinin umumi nitelikli olduğunda görüş birliğine varılmıştır. Hz. Nuh'un risaletinin umumi olması, «Risaletin umumi olması Hz. Peygamberin (s.a) özelliklerindendir» hükmüyle çelişik değildir. Hz. Peygamberin risaletinin umumiliği insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderilmesindendir. Hz. Nuh'un durumu ise böyle değildir.
Hz. Peygamber'in insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderilmesi farklıdır ve zaruriyet-i diniyeden'dir. İnkâr eden dinden çıkar. Hatta Hz. Peygamber'in risaleti melekleri de içine alır. İmam Şafii gibi müdekkikler bunu tahric ederek muhaliflerine «Alemlere korkutucu olsun» (Pussilet: 1) ayetiyle delil getirmişlerdir. Çünkü «âlemler,» Allah'ın dışındaki her şeyi içine alır. «Ben tüm mahlukata gönderildim» (Müslim) şeklindeki hadis de bu hususu teyid etmektedir.
El-Barezi, Hz. Peygamber'in risaletin'in Allah'ın kendilerine idrak vermesinden sonra cemadatı bile kapsadığını söylemektedir. Sorumlu ve teklif sahibi olmayan mahluklara peygamber gönderilmesinin hikmeti, onların peygamberin şerefine başeğmeleri, daveti kapsamına girmeleri, onu diğer peygamberlerden üstün kılmak için ona uymalarıdır. Hz. Nuh'un risaleti de bu şekildedir. Onunla Hz. Peygamber'in risaleti arasındaki fark sabah ışığı gibi belirgindir.
İbn Abbas, İkrime, Cüveybi ve Mukatil'den gelen bir rivayete göre Hz. Nuh'a bu adın verilmesinin nedeni kendisi için çokça ağlamış olmasıdır. Niçin çok ağlamış olduğuna gelince, bu hususta ihtilaf vardır. Bazıları, kavminin helak olmasına dair dua ettiğinden, bazıları da cüzzamh bir köpeğin yanından geçerken «Ümitsiz ol, ey çirkin» dediği için Allah'ın ona «Beni nü yoksa köpeği mi ayıpladın?» demesinden çokça ağladığını söylemişlerdir. Kimisine göre de, kavminin küfürde diretmesine karşılık, o onları davet eder ve onlar da yüz çevirdikçe Hz. Nuh ağlar ve feryad edermiş.
Bazı müfessirler, Hz. Nuh'un daha önce adının «Seken» olduğunu; zira Hz. Adem'den sonra halkın kendi yanında sükûn bulduğunu öne sürerken bazıları da adının «Abdulcebbar» olduğunu iddia etmişlerdir.
Müfessir Alusi, yukardaki rivayetleri naklettikten sonra, bunların hiç birinin güvenilir olmadığını, kendisine göre en doğrusunun doğduğunda ona Nuh-adının verilmesi olup Nuh'un da «iVz-haya»ûaxı (ağlamak) türediğini söylemektedir. [98]
(65-67) «Ad (kavmin)e de kardeşleri Hud'u gönderdik...» Bu ayetten 72. ayete kadar olan kısım Ad kavmi ve peygamberleri Hud hakkındadır.
îshak bin Bişr ile İbn Asakir'in Ata kanalıyla İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre Hz. Hud (a.s) ilk Arapça konuşan insandır. Ve dört oğlu olmuştur: Kahtan, Makhat, Ahit, Faliğ. Son oğlu Faliğ, Mudar kabüelerinin atasıdır. Kahtan ise Yemenlilerin ata-sıdır. Diğer iki oğlunun ise, (Makhat ile Ahit), soyları yoktur.
îshak bin Bişr ve İbn Asakir'in Mukatil kanalıyla Dahhak'tan rivayet ettiklerine göre ki İbn İshak ve El-Kelbi kanalıyla da rivayet edilmiştir Ad kavmi putperestti. Vedd, Suva, Yeğus ve Nesr gibi putları vardı. Bir de «Semud» adlı bir putları vardı ki ona bu adın verilmesinin sebebi ihtiyaçlarında ona müracaat ederek' ondan istekte bulunmalarıdır. «El-Hetar» diye bir putları daha vardı. Allah Teâlâ, Hulud kabilesinin soy bakımından en ileri gelenlerinden olan Hz. Hud'u (a.s) onlara peygamber olarak gönderdi. Hz. Hud (a.s) fizyonomisi oldukça güzel bir kimseydi. Onun mübarek vücudu da diğerleri gibi büyüktü. Bembeyazdı, uzun bir boynu vardı. Sakalı uzundu. Kavmini Allah'a kul olmaya ve O'na ortak koşmamaya çağırıyordu. Onları halka zulmetmekten engellemeye çalıştı. Ancak Hz. Hud'u dinlemeyerek onu yalanladılar. «Kuvvet bakımından bizden daha üstün kimdir?» dediler. Yemen' de «El-Ahkaf» denilen, Umman ile Hadramevt arasındaki kumsal bölgede oturuyorlardı. Fakat tüm yeryüzünü ifsad ettiler, ellerinin ulaştığı her yerde halkı ezdiler.
İbn Ebi Hatim'in Rebi bin Hüseyn'den rivayet ettiğine göre Ad kavmi Yemen ile Şam arasında yayılmış çekirgeler gibi çoktular.
İmam Buhari, (Tarih'inde), İbn Cerir ve İbn Asakir'in Hz. Ali'den rivayet ettiklerine göre Hud Peygamber'in mezarı Hadra-mevt'tedir. Kırmızı bir tepededir ve yanıbaşmda semur ağacı bulunmaktadır [99]
Hz. Hud'un (a.s) onların arasından çıkmasının hikmeti Allah' m emirlerini anlatmak ve onların dediklerini anlamaktır. Bu durum insanlığın genel bir toplum olmaya hazır ve müsait oluşuna kadar devam etti. Yani her peygamber, insanlık bir ocak, bir toplum haline gelinceye dek kendi kavminden gönderildi. En sonunda Allah Teâlâ insanlığa Hz. Muhammed'i (s.a) göndererek dinin bir-lenmesi için ibadet hususunda dil birliğini onlara farz kıldı. Gaye tüm insanlığı birleştirmek ve onları sulh ve sükûna kavuşturmaktır.
Ad kavminin helak oluşuyla ilgili Kur'an'dâ bir çok ayet yer almıştır. Bir ayette «akim rüzgârvmm onların üzerine gönderilmiş olduğu ve bu rüzgârın değdiği yeri çürümüş ağaca çevirdiği anlatılırken başka bir ayette «sarsar» adlı ve daimi esen bir rüzgârla onların helak olduğu, o rüzgârın yedi gece, sekiz gün daimi bir şekilde estiği ve onları kökünden sökülen hurma ağaçları gibi savurup yere vurduğu bildirilmektedir. Öyle ki bu rüzgâr insanı yerinden kaldırıp tepe üstü yere vuruyor ve böylece başı ezilerek, cesedinden ayrılıyordu.
îbn îshak'in rivayet ettiğine göre Ad kavmi küfrü seçtiği için Cenab-ı Hakk onlara üç yıl yağmur vermemiştir. Bu yüzden onlar ellerindeki her şey tükenip sıkıntıya düştüler. Halk Harem arazisindeki Kâbeye gidiyordu. Orada ihtiyaçlarının giderilmesi için dua ediyorlardı. Çünkü Kabe o zamanın ehlince de bilinmekte idi. Mekke'de Amalikalılar oturuyordu. Amalikalılar, Amlik bin Lavz (veya Lavm) soyundan geliyorlardı. Lavz, Şam'ın; Sam da Hz. Nuh'un oğludur. O dönemde liderleri Muaviye bin Bekr adlı biriydi. Onun annesi Ad kavminden Hübeyra kızı Celhere'ydi. Ad kavmi yağmur için dua etsinler diye aralarından yetmiş kişiyi Ha-rem'e gönderdi. Onlar da yeğenleri Muaviye bin Bekr'in yanma gidip misafiri oldular. Bir ay boyunca yanında kalıp bol bol şarap içtiler. Muaviyenin, el-Cüradetan (iki çekirge) diye adlandırılan iki cariyesi onlara şarkı ve şiirler okuyarak onları eğlendiriyordu. Ancak misafirlikleri uzaymca Muaviye, Ad kavmine acıdığından onlara «bir an evvel gidip dua edin» demek istedi. Ama utandı. Bunun üzerine onlara gidip dua etmelerini anlatan bir şiir yazdı. Cariyelerine bu şiiri misafirlerine okumalarını söyledi. Cariyeler mecliste şüri okuyunca o topluluktaki insanlar ne demek istendiğini anlayarak hemen Harem'e gittiler. Kavimleri namına dua ettiler. Sözcüleri olan Kıyl bin Anz dua ediyor, onlar da «amin» diyorlardı. Allah Teala gökte beyaz, siyah ve kırmızı olmak üzere üç bulut meydana getirdi. Ve gökten bir münadinin «Ey Kıyl! Kendin veya kavmin için şu üç buluttan birini seç» demesi üzerine Kiyl, «Şu siyah bulutu seçiyorum, zira ondaki su daha fazladır» dedi. Bu sefer münadi, ikinci defa, «Sen kızgın bir kum seçtin. O Ad kavminden ne bir babayı, ne de bir çocuğu bırakacak, hepsini helak edecektir. Geriye sadece Benu Vâziye kabilesi kalacaktır.» dedi. (Ra-viye göre Benu Vâziye, Ad kavmine mensub olup Mekke'de oturan bir kabiledir. Ad kavmine gelen felaket onlara isabet etmemiştir. Ad kavminden geriye sadece onlar kalmıştır.)
Allah Teâlâ böylece o siyah bulutu Ad kavmi üzerine şevketti. Bulut «el-Muğis» adlı bir dereden onların üzerine çıktı. Onlar bulutu görür görmez sevindiler ve «işte bize yağmur getiren bir bulut» dediler. Onlara, «Sizin acele ettiğiniz rüzgârdır ve içinde elem verici azab vardır. O her şeyi helak edecektir.» denildi. Rivayetlere göre bulutun içindeki şeyi ilk gören ve tanıyan Mumid (veya Mu-hedded) isimli bir kadındır. Kadın bulutun içindekini görünce feryad edip bayılır. Uyanınca kendisine ne gördüğü sorulur. O da «Bir rüzgâr gördüm. Orada ateşin benzerleri vardı. Önünde duran bazı adamlar onu çekiyorlardı» diye cevab verir. Böylece yedi gece, sekiz gün Allah Teâlâ o rüzgârı Ad kavminin üzerine musallat kılar. Hz. Hud (a.s) beraberindekilerle bir sığmağa varmak için oradan ayrılırlar. Rüzgâr ise deveyi kaldırıp yer ile gök arasına düşürür, kaldırılan taşları Ad kavminin üzerine yağdırırken müs-lümanlarm sadece bedenlerini yumuşatıyor ve kendilerine hoş bir esinti geliyordu. [100]
68- «Size Babbimin gönderdiklerini (emir ve yasaklarını) tebliğ ediyorum. Ben sizler için emin bir nasihatçıyım.»
69- Sizi uyarması için içinizden birine zikr (vahy) gelmesine mi şaşırdınız? Hatırlayın ki (Allah) sizleri Nuh kavminden sonra onların yerine geçirdi. Sizi yaratılışta (vücud bakımından) üstün kıldı. Buna karşılık Allah'ın nimetlerini hatırlayın. Umulur ki kurtuluşa erersiniz.
70- «Bir tek Allah'a kulluk etmemiz ve babalarımızın kulluk ettiklerini (putları) terketmemiz için mi bize geldin? Şayet doğrulardan isen bize va'dettiğini getir» dediler.
71- (Hud); «Artık Rabbinizden üzerinize iğrenç bir azab ve gazab inmiştir. Allah tarafından hiç bir delil ile teyid edilmemiş, ancak sizin ve babalarınızın adlandırdığı (uydurduğu) bir takım isimler hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Öyleyse bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim» dedi.
72- Onu ve beraberinde bulunanları bizden gelen bir rahmet ile kurtardık. Mümin olmayan ve ayetlerimizi yalanlayanların kökünü kestik.
73- Semud kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. (Salih): «Allah'a kulluk edin, O'ndan başka bir mabudunuz yoktur. Gerçekten size Rabbinizden bir beyyine (belge) gelmiştir. İşte şu size bir ayet (mucize) olmak üzere Allah'ın dişi devesi-dir. Onu (kendi haline) bırakın. Allah'ın arzında otlasırt. Sakın ona herhangi bir fenalık yapmayın. Aksi takdirde sizi acı bir azab yakalan> dedi.[101]
(68-72. ayetlerin tefsiri önceki bölümde topluca geçtiğinden burada tekrar edilmemişlerdir.)
(73) «Semud kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik...»
Bu Ayetin Tefsiri:
Müfessir ve soy bilimcileri Semud'un; Asur'un, o İrem'in, o Şam'ın, onun da Hz. Nuh'un oğlu ve Cübeys bin Asir'in kardeşi olduğunu söylemektedirler. Tâsim kabilesi de aynı şekildedir ve hepsi de Hz. İbrahim'den önceki Arap kabileleridir. Semud, Ad kavminden sonradır ve boylanyla meşhurdurlar. Hicaz ile Şam arasında Va'di'1-Kura çevresine kadar yayılmışlardı. Hz. Peygamber (s.a) H. 9. yılda Tebük'e giderken Semud harabelerinin yanından geçmiştir.
İmam Ahmed, Abdussamed kanalıyla İbn Ömer'den şöyle bir rivayet nakl etmektedir: Hz. Peygamber (s.a), Tebük seferinde Semud harabelerinin yanından geçerken «Hicr» denen bir mevkide konakladı. Halk, Semud'un su çektiği kuyulardan su aldı. Suyun bolluğundan şaşırdılar ve çanakları ateşlerin üzerine koydular. Hz. Peygamber (s.a) halka, tüm çanakları yere dökmelerini ve hamur-Iarı develere yedirmelerini emretti. Sonra Hz. Peygamber (s.a) oradan kalkarak onları Hz. Salih'in devesinin su içtiği kuyunun yanma götürdü ve orada konakladılar. Azab gören bir kavmin bulunduğu IS yere girmekten onları menederek, «Onlara isabet edenin bir benzerinin de sizlere isabet etmesinden korkanın. Sakın onların yanına gitmeyimy diye buyurdu.
Yine İmam Âhmed, Affan kanalıyla İbn Ömer'den şöyle bir rivayet nakletmiştir: Hz. Peygamber (s.a), Hicr'de iken «Sakın bu azabı görenlerin yerlerine girmeyin. Ancak ağlayarak giriniz. Onlara isabet edenin bir benzerinin size isabet etmemesi için ağlamıyorsanız eğer oraya sakın girmeyin» diye buyurmuştur.
İmam Ahmed, Yezid bin Harun el-Mesudi kanalıyla Ebu Keb-şe el-Enmari'den şöyle rivayet etmektedir; Tebük seferinde Hicr ehlinin bulunduğu yere varıldığında halk süratle girip oraya baktılar. Bu haber Hz. Peygamber'e (s.a) ulaşınca o halka şöyle seslendi: «Namaz başlamıştır.» Ben Hz. Peygamber'in yanına gittiğimde elinde mızrağı vardı ve «Allah'ın gazab etmiş olduğu bir kavmin yanına mı giriyorsunuz?» diye soruyordu. Oradakilerden biri, «Ey Allah'ın Rasûlü! Onlardan ibret almayalım mı?» diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a): «Size ondan daha hayret vericisini söyleyeyim mi? İçinizde sizden biri var ki, size sizden önce olanları da, sonra olanları da haber veriyor. Doğru olun, doğru yürüyün. Kuşkusuz ki Allah Teâlâ size verilen azaba zerre kadar önem vermez. İleride kendilerinden hiçbir şeyi uzaklaştırmayan bir kavim gelecektir» diye buyurdu. (Bu hadisi sünen sahihlerinden hiç biri rivayet etmemiştir. Hadisin ravisi Ebu Kebşe'nin adı Ömer bin Sa'd'dır. Allah en doğrusunu bilir.)
İmam Ahmed, Abdurrezzak kanalıyla Hz. Cabir'den şöyle bir rivayet nakletmiştir: Hz. Peygamber (s.a), Hicr'den geçerken söyle dedi: Sakın mucize talebinde bulunmayın. Salih'in kavmi de mucize istedi. Mucize olarak deve verildi. Şu dereden kovulunca Öbür dereye gidiyordu. Onlar da Rablerinin emrine isyan ederek deveyi kestiler. Deve bir gün onların suyunu içer, onlar da bir gün devenin sütünü içerlerdi. Buna rağmen deveyi kestiler. Ve bir sayha (çığlık) onları aniden yakaladı. Harem'de bulunan bir kişi müstesna gök kubbe altındaki herkesi helak etti.» Bunun üzerine sahabe, «Ey Allah'ın Rasûlü! O kişi kimdir?» diye sorunca Hz. Peygamber (s.a), «O kişi Ebu Regal'dir. Haremden çıktıktan sonra
kavmine isabet eden ona da isabet etti» diye cevab verdi. (Bu hadis Kütüb-u Sitte'de bulunmamaktadır. Ancak İmam Müslim-in şartlarına uygundur.) [102]
Semud kavmine gönderilen Hz. Salih, tıpkı diğer peygamberler gibi onları tek ve ortaksiz olan Allah'a kulluk etmeye çağırdı. Evet! Tüm peygamberler insanları tek ve ortaksız olan Allah'a kulluk etmeye çağırmışlardır. Nitekim Kur'an'da, «Senden önce biz hiçbir peygamber göndermedik ki ona, benden başka mabud yoktur. Bana kulluk edin, diye vahyetmiş olmayalım.» (Enbiya: 36) diye buyurulmuştur.
Semud kavmi Hz. Salih'ten, Hicr'in bir kenarında tek başına bulunan kocaman bir kayalıktan bir deve çıkarmasını isteyerek, böyle bir mucize göstermesini söylediler. El-Kâtibe denilen o kayalıktan doğum yaparak bir dişi deve çıkarmasını istiyorlardı. Hz. Salih (a.s) Allah'ın onların bu isteğini yerine getirmesi halinde, O'na muhakkak iman edeceklerine ve kendisine tabi olacaklarına dair onlardan söz aldı. Onların da söz vermesi üzerine Hz. Salih namaza kalkarak Allah'a dua etti. Kaya önce sallanmaya başladı, sonra da parçalanıp içinden bir deve çıktı. Bu tam istedikleri gibiydi. Mucizeyi görür görmez liderleri Cunda'a bin Amr ve ona tabi olanlar Hz. Salih'e hemen iman ettiler. Semud kavminin diğer ileri gelenleri de iman etmek istedilerse de Zuab bin Amr ve Put bakıcısı olan el-Habbab ve Ribab adlı kişiler buna mani oldular. Semud kavminin ileri gelenlerinden olan Şihab bin Hal-fe de müslüman olmak istedi ama toplum kendisini engelledi. O da topluma uydu. Deve yavrusunu onların huzurunda doğurduktan sonra bir süre durdu. Onların kuyusundan bir gün deve su içiyor, bir günde kuyuyu onlara bırakıyordu. Onlar da devenin su içtiği günler onun sütünü içer, onu sağar ve diledikleri kadar kap süt doldururlardı. Nitekim Kur'an'da bu hadiseyi bildiren başka ayetlerden de bu anlaşılmaktadır.
Zikredildiğine göre, devenin korkunç bir yapısı vardı ve görünüşü dehşet vericiydi. Semud kavminin hayvanları onun yanından geçerken kendisinden ürkeklerdi. Kavminin Hz. Salih'i yalanlaması aşırı bir hal alınca deveyi öldürmek istediler. Suyun tümünün kendilerine kalmasını istediklerinden onun öldürülmesi hususunda görüş birliğine vardılar. Nitekim Kur'an'da «deveyi kestiler» şeklinde çoğul bir ifade kullanılmıştır. Bundan da devenin, hepsinin rızası sonucunda kesildiği anlaşılmaktadır.
İbn Cerir ve diğer müfessirler devenin öldürülme sebebini şu şekilde izah etmektedirler: Semud kavminden Unayza isimli kafir bir kadın vardı ve o Hz. Salih'e herkesten daha çok düşmandı. Çok güzel kızları vardı ve zengin biriydi. Kocası Züab bin Amr, Se-mud'un ileri gelenlerinden bir kimseydi. Adı Sadaka binti May ha olan, soylu, zengin ve güzel bir kadın daha vardı ki, o da Semud' dan ilk iman edenlerden birisinin karısıydı. Bu yüzden kocasından ayrılmıştı. Bu iki kadın da deveyi öldürecek kimseler arıyordu. Nihayet Sadaka, El-Habbab isimli birine deveyi öldürmesi halinde kendisiyle evleneceğini söyledi. El-Habbab bu teklifi kabul etmeyince o da bu sefer Muşta' adlı amcazadesini çağırarak aynı teklifi ona yaptı. O da bu teklifi kabul etti. Buna karşı Uneyza da, Kaddar bin Salif isimli, kırmızı renkli, mavi gözlü, kısa boylu birini çağırarak ona deveyi öldürdüğü takdirde kızlarından dilediğini vereceğini va'detti. (Tarihçilerin iddiasına göre Kaddar bin Salif zina sonucu dünyaya gelmiştir ve aslında Salif in oğlu değildir. Gerçek babasının adı Sehyad'dır.) Böylece Kaddar bin Salif ile Muşta' bin Mahreç, Semud kavminin içine dalarak serserilerden oluşan yedi kişilik bir gurubu arkalarına taktılar. Nitekim Kur'an, «Şehirde dokuz kişilik bir grub vardı ki yeryüzünde fesad çıkarıyorlar, ıslah etmiyorlardı.» (Nemi: 48) şeklinde bu kişilere işaret etmiştir. Bu kimseler kavimlerinin ileri gelenlerindendi. Kafir kavimleri de onlara uydu ve itaat etti. Böylece devenin suyu içtikten sonra geçeceği yolu gözetlemeye gittiler. Kaddar bin Salif yol üzerindeki bir kuyunun dibine, Muşta' da başka bir kuyunun dibine çömeldiler. Deve Musta'nın yanından geçerken Muşta' ona bir ok fırlattı. Ok devenin bacaklarına saplandı. Bunun üzerine
Uneyza ortaya çıkıp kızına işaret etti. Kızı çok güzeldi ve yüzünü açıp Kaddar ile beraberindekilere kendisini gösterdi, Kaddar kılıçla devenin üzerine saldırarak onun ayağının damarını kesti. Deve yere düşerek bir kez bağırdı. (Sanki yavrusunun yanına gelmemesini istiyordu.) Kaddar bu sefer devenin boynuna vurarak boyun damarını kesti. Devenin yavrusu da kaçtı, geçit vermez bir dağa sığındı ve bir kayanın üstüne çıkarak bağırdı.
Abdurrezzak, Ma'mer'den, o da Hasan Basri'den dinleyenlerden rivayet ettiğine göre deve yavrusu, «Ya Rabbi! Annem nerededir?» anlamını ifade eden bir şekilde bağırmıştı.
Denildiğine göre, deve yavrusu üç kez bağırdı ve bir yere girerek kayboldu. Bazı rivayetlere göre de yavruyu kovaladılar ve onu da annesi gibi kestiler. (En doğrusunu Allah bilir.)
Onların deveyi kestikleri haberi Hz. Salih'e ulaştı. Hz. Salih de gidip deveyi gördüğünde dayanamayıp ağladı. Ve «Üç gün evlerinizde faydalanınız» mealindeki bu ayeti okudu. Deveyi çarşamba günü öldürmüşlerdi. Akşam olduğunda o dokuz kişi Hz. Salih'i öldürmek isteyerek «Şayet Salih doğru söylüyorsa azab bize gelmezden önce onu öldürelim. Yok eğer yalancının biriyse onu devesinin yanına gönderelim» dediler. Buna karar verdiklerinde geceleyin Hz. Salih'i öldürmek üzere geldiler, Allah Teâlâ da onların üzerine taş yağdırdı. Böylece onlar kavimlerine va'dedilen üç gün dolmazdan önce taşlanarak öldürülmüş oldular. Semud kavmi perşembe günü sabahında benizleri sapsarı kesilmiş olarak kalktılar. Verilen sürenin ikinci günü olan cuma günü sabahında bu sefer yüzleri kıpkırmızı kesilmişti. Son gün olan cumartesi sabahı ise yüzleri kapkaraydı. Artık vücudlanndan pis kokular çıkıyordu. Allah'ın azabını bekliyorlar ve ne olacağını, nasıl olacağını tahayyül edemiyorlardı. Güneş doğdu ve aniden gökten bir gürültü ve yerden de bir sarsıntı geldi. Ruhları tama-men giderek bir anda tümü helak oldu. Öyle ki evlerinde ruhsuz cesedler olarak kaldılar. Aralarından büyük-küçük, erkek-kadın hiç kimse kurtulamadı. Rivayetlere göre sadece Kelbe binti Sadaka adlı kötürüm bir kadın kurtuldu. O da şedid bir kafirdi. Ve Hz. Salih'e düşmandı. Azabı gördükten snra Allah Teâlâ iki ayağını kendisine geri verdi. O da bunun üzerine kalkıp hızla başka bir kabileye vararak kavminin başına gelenleri söylemiş ve onlardan istediği suyu içtikten sonra düşüp ölmüştür.
Müfessirler, Semud'un zürriyetinden Hz. Salih ve kendisine iman edenlerden başka kimsenin kalmadığını söylemişlerdir. Ancak daha önce de geçtiği gibi Ebu Regal adlı kişi azab geldiğinde Harem'de bulunuyordu ve ona bir şey isabet etmedi. Bir ara Ha-rem'den çıkınca gökten başına bir taş düşüp onu öldürdü. Mü-fessirlerin zikrettiklerine göre Ebu Regal, Sakif kabilesinin atası-dır. Sakifliler Taif'te otururlardı.
Abdurrezzak, Ma'mer kanalıyla şöyle bir rivayet nakletmektedir: İsmail bin Ümeyye'nin dediğine göre, Hz. Peygamber (s.a), Ebu Reğal'in mezarının yanından geçerken sahabilere onun kim olduğunu sorar. Sahabe, «Allah Rasûlü daha iyi bilir» diye cevab verince Hz. Peygamber (s.a) : «Bu, Ebu ReğaVın mezarıdır. O, Semud kavminden biriydi. Azap geldiğinde Harem'de bulunuyordu. Harem onu Allah'ın azabından korudu. Ama Harem'den çıkınca kavmine isabet eden, ona da isabet etti ve o buraya gömüldü. Onun kabrinde altın bir dal bulunmaktadır» buyurdu. Bunun üzerine mezarı kılıçlarla eştiler ve o altın dalı çıkardılar.[103]
74- Hatırlayın o zamanı ki Allah, Ad'dan sonra sizi (onlara) halef kılmıştı. Sizi yeryüzünde yerleştirmişti. Yeryüzünün düzlüklerinde köşkler kuruyor, dağlarını ise evler olarak yontuyordunuz. Allah'ın nimetlerini hatırlayın. Bozgunculuk ederek yeryüzünde karışıklık çıkarmayın.
75- Salih'in kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden iman eden ve zayıf kimselere «Salih'in Rabbi'nden gerçekten gönderilmiş bir peygamber olduğunu ne biliyorsunuz?» dediler. Onlar da «Kuşkusuz bizler onunla gönderilene iman edenleriz» diye karşılık verdiler.
76- Büyüklük taslayanlar, «Kuşkusuz ki bizler sizin ulandığınızı inkar ediyoruz» dediler.
77- Böylece o dişi deveyi boğazladılar. Rablerinin emrinden dışarı çıktılar ve; «Ey Salih! Eğer (gerçekten) peygamberlerden isen bize va'dettiğin azabı getir» dediler.
78- Bunun üzerine onları o sarsıntı yakaladı. Evlerinde diz çökmüş olarak sabahladılar.
79- Böylece Salih, onlardan yüz çevirdi ve «Ey Kavmim! Andolsun size Rabbhnin gönderdiği (emri)ni tebliğ ettim, size nasihatta bulundum. Fakat siz nasihatçıları sevmiyorsunuz» dedi.
80- Lut'u da (gönderdik). O, kavmine şöyle demişti: «Alemlerden hiç kimsenin sizden Önce yapmadığı o kötülüğü mü işliyorsunuz?»
81- «Kuşkusuz siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere gidiyorsunuz. Doğrusu sizler aşırı giden bir kavimsiniz.»[104]
(74-78.
ayetlerin tefsiri bîr önceki bölümde verilmiştir.)
(79) «Böylece Salih, onlardan yüz çevirdi...»
Yukardaki ayette, Hz. Salih (a.s) kavmine bir hatırlatmada bulunmaktadır. Kavminin kendisine karşı koyup Allah'ın emrine karşı geldiğinden ötürü helak olması üzerine Hz. Salih (a.s) onla rı kınamak kabilinden bu şekilde konuşmuştur. Bu sözü dinlemiş olduklarında şüphe yoksa da elbette cevap veremezdiler artık... Nitekim Hz. Peygamber, Bedir Savaşı'nda galip geldikten sonra üç gün Bedir'de kalmış, üçüncü günün gecesinin sonunda devesini-hazirlamalannı emretmiştir. Devesine binerek gelip Bedir kuyusunun önünde durmuştur: Seslice: «Ey Hişam'm oğlu Ebu Cehl, ey Rebia'nın oğlu Utbe, ey Rebia'nm oğlu Şeybe, ey filan oğlu falan! Rabbinizin size va'dettiğini hak ve gerçek olarak buldunuz mu? Kuşkusuz ben Rabbimin bana va'dettiğini hak ve gerçek olarak-buldum» der. Bunun üzerine Hz. Ömer: «Ya Rasûlullah! Ölüp gitmiş bir toplulukla mı konuşuyorsun?» (Hani onlarla konuşmanın ne yararı olur ki? Onlar işitmezler) deyince Hz. Peygamber (s.a), «Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, onlar benim kendilerine söylediklerimi sizden daha iyi işitmektedirler ama cevab veremezler» buyurmuştur.
Siyer kitablannda Hz. Peygamber'in (s.a) bu sözleri sarfet-tikten sonra kuyudakilere hitaben, ((Peygamberiniz için en kötü aşiret sizler oldunuz. Siz beni yalanladınız, yabancılar beni doğruladı. Siz beni yurdumdan sürdünüz, yabancılar bana kucak açtı.
Siz bana karşı savaş açtınız, yabancılar bana yardım etti, Peygamber'in aşireti içinde siz en kötüleriydiniz» diyerek hayıflandığı kaydedilmiştir.
îşte Hz. Salih de (a.s) kavmine aynen bu şekilde «Size Rabbimin gönderdiklerini tebliğ ettim, size nasihatte bulundum. Ancak nasihatimden yararlanmadınız. Çünkü sizler Hakk'ı sevmiyor, size nasihat edene tabi olmuyordunuz» mealinde konuşmuştur.
Bazı tefsir alimleri, ümmeti helak olan her peygamberin Ha-rem'e sığınıp orada beklediklerini söylemişlerdir.
İmam Ahmed, İkrime kanalıyla İbn Abbas'tan şöyle bir rivayet nakletmiştir: Hz. Peygamber (s.a) hacca giderken İsfan vadisinden geçmiş ve «Ey Ebu Bekri Bu ne vadisidir?» diye sormuştur. Hz. Ebu Bekr'in «İsfan vadisidir» diye cevab vermesi üzerine Hz. Peygamber (s.a) : «Hud ve Salih de bu vadiden geçtiler. Yularları deve lifinden yapılmış develerin sır tındaydılar. İzarlan aba, ridaları nimarlardı. Lebbeyk, lebbeyk, diyerek Beyt-i Atik'e (Eski Beyi) giderlerdi» diye buyurdu. (Yukardaki hadis bu şekilde ga-rib'tir. Ve hiç kimse bu hadisi yukardaki şekliyle rivayet etmemiştir.) [105]
|(80-81) «Lut'u da (gönderdik) O kavmine şöyle demişti:
Âlemlerden hiç kimsenin sizden önce yapmadığı o kötülüğü mü işliyorsunuz?..»
Bu Ayetin Tefsiri Hz. Lut, Hâran'm oğlu, Azer'in torunu ve Hz. İbrahim'in yeğenidir. Hz. İbrahim'e iman ederek onunla birlikte Şam topraklarına hicret etmiştir. Allah Teâlâ Hz. Lut'u (a.s) Sodom çevresindeki kavimlere peygamber olarak göndermiştir. Hz. Lut (a.s) onları Allah'a çağırması, iyilik yapmalarını emrederek işlemekte oldukları günahları, haram ve kötülükleri terketmelerini söylemiştir. İlk kez Lûtüik (homoseksualite) denilen çirkin ilişki biçimini onlar icad etmişlerdir. Sodom halkından önce bu çirkin ilişkide bulunulmamıştır. Çünkü hiç kimse böyle bir şeyi bilmiyordu ve Sodom halkı bu şeni fiili ilk kez işlemiş oldu.
Amr bin Dinar bu ayetin yorumunda Lut kavminden önce hiç bir erkeğin başka bir erkekle böyle bir ilişkide bulunmadığını söylemektedir.
Bu yüzden Lut kavmine, «Âlemlerden hiç kimsenin sizden önce yapmadığı o kötülüğü mü işliyorsunuz?» denilmektedir. Yani Allah'ın sizler için yaratmış olduğu kadınları bırakıp erkeklere mi varıyorsunuz? Bu, haddi aşmaktır, cehalettir. Çünkü bu, tohumu taşa ekmektir. Nitekim başka bir ayette Hz. Lut Ca.s) «Şunlar benim kîzlartmdır.» diyerek onları kadınlara yanaşmaya davet etmiştir. Onlar da Hz. Lut'a kadınları istemediklerini beyan etmişler, kendisini sürmek ve ona uyanlarla birlikte aralarından atmak suretiyle Hz. Lut'a (a.s) cevap vermişlerdir. Allah da Hz. Lut'u aralarından sağ salim çıkartarak onları zelil ve rezil olarak kendi topraklarında helak etmiştir.
Menar'ın sahibi Lut kıssasını şu şekilde vermektedir:
Hz. Lut'un Hz. İbrahim'in yeğeni olduğu malumdur. Babasının adı Hârân'dır. Irak'ın Basra iline yakın olan Babil topraklarında, Ur şehrinde dünyaya gelmiştir. Babasının ölümünden sonra amcası İbrahim (a.s) ile birlikte iki nehrin arasına, yani Mezopotamya'ya (ya da şimdiki Türkiye sınırlan içindeki Cezire (Cizre) kasabasına) hicret etmiştir. Orada Asurlular bulunuyordu. Oradan da Suriye'deki Kenan topraklarına gitmişlerdir. Hz. İbrahim (a.s) daha sonra Hz. Lut'u (a.s) Ürdün'ün doğusuna yerleştirmiştir. Havası güzel, otlukları bol olan ölü Deniz yakınındaki bu bölgeye el-Kussedim adı verilmiştir. Ölü Deniz'e aynı zamanda Lut Gölü de denmektedir. Bu bölgede Sodom, Gomore, Udan, Sbim ve Bali kasabaları vardı. Hz. Lut bu kasabaların başşehri olan Sodom'da oturmuştur. O çirkin fiil Sodom'da yapılıyordu. Bu kasabaların nerede oldukları şimdi bilinememektedir. Çünkü hiçbir tarihçi, araştırıcı izlerine bile rastlamamıştır. Bazıları Ölü Deniz'in onları örttüğünü söylüyorsa da, bu konuda kesin bir delil yoktur. Gomore'ye gelince, o, Sodom'dan sonraki ikinci şehirdi ve bozulmuşlukta da ikinci sırayı alıyordu. [106]
82 - (Lut) kavminin cevabı: «Lut'u ve taraftarlarını yurdunuzdan sürüp çıkarın. Çünkü onlar çokça temizlenen kimse-lermiş» demek oldu.
83 - Bunun üzerine Lut'u ve aile efradını kurtardık. Ancak karısı (m kurtarmadık). O, geride kalanlardan oldu.
84- Ve onların üzerine bir (taş) yağmuru yağdırdık. İşte bak, suçluların akıbeti ne oldu?
85- Medyen'e de kardeşleri Şuayb'i (gönderdik). Onlara şöyle dedi: «Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin Ondan başka mabudunuz yoktur, Gerçekten Rabbinizden size bir beyyine (mucize) geldi. Ölçü ve tartıyı tam tutunuz, insanların mallarını değerinden eksik vermeyiniz. Yeryüzü düzene kavuşturulduktan sonra orada fesat çıkarmayınız. Gerçekten müminler iseniz bu sizin için daha hayırlıdır.»
86- «Her yol (başına) a oturup Allah'a iman edenleri teh-did ederek Allah'ın yolundan çevirmeyin. O yolu eğri olarak aramayın. Hatırlayın ki siz az iken o sizi çoğaltmıştı. Bozguncuların sonunun ne olduğuna bir bakın.»
87- «Şayet sizden bir grub benim peygamberliğime iman etmiş, bir grub da etmemişse Allah aranızda hükmedinceye kadar sabredîn. O, hüküm verenlerin en hayırhsıdır.»[107]
(82) «(Lut) kavminin cevabî: «Lut'u ve taraftarlarım yurdunuzdan sürüp çıkarın..,»
Bu Ayetin Tefsiri :
Yani bu ikaz ve nasihata karşılık Lut kavminin cevabı mazeret ve özür beyan etmek kabilinden bir şey olmadı. Böyle bir ce-vab, tartışmada alışılagelen bir biçimden çok farklıydı. Onların cevabı sadece Hz. Lut'u ve onunla birlikte müminleri şehirden çıkarmak olmuştu. Bunun nedeni, Hz. Lut'un ve beraberindeki müminlerin çok temiz kimseler olup onların pisliklerine kapılmama-landır. Dolayısıyla Hz. Lut ve müminlerle aynı şehirde beraber yaşamamalı ve birlikte oturulmamaliydı. Çünkü noksan kişi kendisini tahkir eden kâmil kimseyle birlikte oturmaya zül telakki etmektedir. Nitekim Şuara suresinin 167. ayetinde, «Ey Lut! dediler: Andolsun eğer bundan (nasihat etmekten) vazgeçmezsen sürülenlerden olacaksın» buyurulmuştur.
Şuara suresinde «Andolsun eğer bundan (nasihat etmekten) vaz geçmezsen sürülenlerden olacaksın» denilirken bu ayette doğrudan «Onları sürüp çıkarın» denilmesi arasında bir çelişki olup olmadığı, akla gelebilir. Oysa bu iki ifade biçimi arasında bir çelişki yoktur. Zira bu cevablar iki ayrı zamanda verilmiş olabilirler. Yani bir defasmda «sürülenlerden olacaksın» denirken başka bir zaman «Onları sürüp çıkarın» denmiş olabilir. Ayrıca Hz. Lut (a.s) onları sürekli olarak Allah yoluna çağıran, kötülüklerden menetmeye çağıran bir peygamberdi. O, huzurunda bulunanlardan her zaman bir şeyler işitiyordu. Üstelik Kur'an'ın bu kıssaları an. latılırken kronolojik bir tarih bilgisi vermeyi amaçlamadığı, aksine ibret ve öğüt için bu kıssaları beyan ettiği düşünülecek olursa niçin bir çok surede aynı kıssadan farklı farklı ibret ve Öğütler verildiği anlaşılır. Nitekim bir ayette zikredilen ifade diğer bir ayette zikredilmeyebilir. Ancak tüm bu ayetler Allah'ın ümmete nasihat ettiği hakikatin mecmuudur. Peygamberlerin, hatta delâlette olanlara va'zeden kimselerin konuşmalarında birbirine yaklaşık anlamlarla ayni konuyu işledikleri bilinen bir husustur. Genelde de hep yaklaşık cevablar alırlar. Nitekim bâzıları diğerlerinin söy lemediği bir şeyi söylese de onlar hoşuna gittiği için kendileri söy-lemişçesine bu sözü kabul ederler ve o zaman bu söz onların hepsine isnad edilir. Hatta bir grubun razı olduğu bir iş yapıldığında hepsi yapmış gibi o gruba nisbet edilir. Mesela Hz. Salih'in devesinin boğazlanması ile ilgili olarak «kavmi onu kesti» denilmiştir. Oysa deveyi içlerinden biri kesmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Lut'un kavmine söylediklerini Ankebut suresinde naklederken A'raf ve Nemi surelerinde aynı olayı ayrı bir ifadeyle nakletmektedir. Ankebut suresinde Hz. Lut'un (a.s) kavminin lûtilik yaptıklarını, yol kestiklerini ve toplanmış grublann gözler Önünde kötülük işlediklerini anlattığı nakledilmektedir. Adeta onlar bunları söylemesi sonrasında Hz. Lut'a canlan sıkılmış ve kendilerine va'dettiğini getirmesini istemişlerdir. Bu konuda en net ve açık görüş, tüm bunların Hz. Lut ve beraberindeki müminlere yurtlarından hicret etme emri verildikten sonra olduğudur. «Andolsun eğer bundan vazgeçmezsen sürülenlerden olacaksın» şeklindeki tehdid de Hz. Lut'a hicret emri verilmeden Önce söylenmiştir. Yani onlar Hz. Lut'u menedip müminleri sürmek isteyince Allah da onu sapasağlam aralarından çıkararak geri kalanları yurtlarında helak etmiştir.
«Onlar çokça temizlenen kimselermiş» ifadesiyle Katade'y göre ayıp olmayan bir şey ile onlar ayıplanmaktadır. Mücahi ise erkeklerden ve kadınların arkalarından sakındıkları için onlar hakkında böyle dendiğini ileri sürmüştür. Aynı görüş İbn Abbas' tan da rivayet edilmiştir.
(83) «Bunun üzerine Lut'u ve aile efradını kurtardık...»
Bu Ayetin Tefsiri :
Ayette sadece «Lut'u ve aile efradını» şeklinde bir tahsis yapılmasının sebebi Hz. Lut'a aile efradından başka hiç kimsenin iman etmeyişidir. Nitekim başka bir ayette «O (kasabada) bulunan müminleri çıkardık. Zaten orada bir aile efradından başka müs-lümanlar bulamadık» (Zariyat: 35-36) buyurulmuştur.
«Ancak karı$ı(nı kurtarmadık). O geride kalanlardan oldu.» Zira karısı Hz. Lut'a iman etmemişti. Kavminin dini üzerinde kalmıştı. Ve onlara Hz. Lut'ım sırlarını aktarıyor, ona gelen misafirleri, kavmine, sadece onlarla kendi arasında bilinen bir işaretle ihbar ediyordu. Bu nedenle Allah Teâlâ, geceleyin aile efradını yanma alıp gitmesini Hz. Lut'a emrederken bunu karısına bildirme-yip onu kasabadan çıkarmamasını söylemiştir. Bazı müfessirler, Hz. Lut'un karısının da onlarla birlikte kasabadan çıktığını, ancak kavmine azap geldiği zaman dönüp arkasına baktığı için ona da azap isabet ettiğini söylemişlerdir. Ancak en muteber görüş, Hz. Lut'un karısının kasabadan çıkmadığı, Hz. Lut'un kendisine haber vermediği ve kasabada kaldığı şeklindedir. Nitekim ayette «Ancak karısı (m kurtarmadık). O geri kalanlardan oldu» denmiştir. Bazıları da «Helak olanlardan oldu» şeklinde bu ifadeyi yorumlamışlardır. Fakat bu, zaten geride kalmanın sonucudur. Yani geride kalmanın sonucu helak olmaktır.
(84) «Ve onların üzerine bir (taş) yağmuru yağdırdık...»
Bu Ayetin Tefsiri:
Bu ifade Hud suresinin 82. ayetiyle açıklanmaktadır: «Emri-miz gelince oranın üstünü altına getirdik; üzerine- de çamurdan pişirilmiş ve istif edilmiş taşlar yağdırdık.» Zaten bu nedenle Ce-nab-ı Hak, «İşte bak! Suçluların akıbeti ne oldu?» diye buyurmaktadır. Yani Allah'a çekinmeden, korkmadan isyan eden ve peygamberleri yalanlayan kimselerin hangi akıbetlerle karşılaşmış olduklarına iyice bir bak![108]
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/391.
[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/392.
[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/392-393.
[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/393-398.
[5] Bkz. Tefsiri Kebir c. 4, s. 261 - Amire 1257, istanbul
[6] Bk2. Tefsiri Kebir — Razı c. 4, s. 262 Amire 1257,
İstanbul
[7] Bkz. Fahreddin
Razi, Tefsiri Kebir c. 4, s. 265-266, Amire 1257 îs-tanbul
[8] Bkz. Fahri Razi, Tefsiri Kebir c. 4, s. 266, Amire,
1257, îstanbul
[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/398-407.
[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/407-410.
[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/410-412.
[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/412-417.
[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/417.
[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/417-419.
[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/419-420.
[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/422.
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/423.
[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/423-424.
[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/424.
[20] Bkz. Alusi, c. 7-8, s. 92, Daru'1-ihya-it-Turasil
Arabi, Beyrut, Bilâtarih
[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/424-431.
[22] Bu hadisin manası kapalıdır ve mükzabihtir. Zaman ve
mekândan münezzeh olan Allah (C.C.) çadırlara muhtaç değildir.
[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/431-435.
[24] Bkz. Fahreddin Razi, c. 4, s. 279-280, Amire, 1257
İstanbul
[25] Bkz. Fahreddin Razi, c. 4, s. 281, 1275 Amire,
İstanbul
[26] Bkz. El-Menar, c. 8, s. 345-347, Matbaatü'l Hicazı,
Kahire, 1379-1959
[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/435-447.
[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/447-453.
[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/455.
[30] Başında
«mim» harfi bulunan madrabun,
mensarun gibi
masdarlara Mimli masdar
denir. Sarf kitablarına bakınız
[31] yani «mustakkarun fîhî»n takdirindedir. fî harfi
düşürülmüş, «hl» zamiri mustakkara iliştirilmiştir
[32] Kitab ehlinden İslama giren zatların rivayet ve
yorumlarına daima ih-tiyatla bakmak gerekir. Zira İslama ciddi olarak girenleri
dahi kendisini eski bağlılığından kurtarmayabilir. Dikkat edile
[33] Bkz. El-Menar, c. 8, s. 355-357, Matbaatü'l-Haclai,
Kahire, 1379
[34] Burada bir noktaya dikkat etmek gerekir. O da şudur:
Asr-i Şeadet-te yünlü elbise, kaba ve sert elbise idi. Zira kumaşların imalı
pek gelişmemişti. Bugünkü gibi yünlü kumaşUr başta gelmezdi
[35] Bkz. tbn Kesir c. 3. s. 154-556 Daru'l-Endülüs,
Beyrut, Bilâtarih
[36] Bkz. îbn-i Kesir, c. 3. s. 157-1256, Daru'l-Endülus,
Beyrut, Bilâtarih
[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/456-471.
[38] Bkz. Alusi, Ruhu'I-Meani, c. 8, s. 105-1Ö6,
Daru'I-İhya-it-Turasil, Arabi, Beyrut, Bilâtarih
[39] Bkz. Fahreddin Razi, c. 4, s. 288-289, Amire, 1257,
istanbul
[40] Bkz. Alusi, c. 8, s. 108, Daru'1-lhya-it- Turasil
Arabi, Beyrut
[41] Bkz. Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir, c. 4, s. 292
Amire, 1275, İstanbul
[42] Bkz.
Ahisi, Ruhu'I-Meani, c. 8, s.
108, Daru'1-îhya-it-Turasil Arabi
Beyrut
[43] Bkz. Fahreddin Razi, c. 4, s. 292-293, Amire, 1277,
İstanbul.
[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/471-485.
[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/487.
[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/488.
[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/488-489.
[48] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/490-491.
[49] Gümüşün erkeklere haram olması ancak kap ve kaşık gibi
hususlardadır. Yoksa gümüş yüzüğü takmak sünnettir.
[50] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/491-494.
[51] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/495-498.
[52] Bkz. Es-Siracü'l-Münir, c. 1 - s. 472473, Beyrut,
Bilâtarih
[53] Bkz. El-Hazin, c. 2, s. 544-545, Amire, İstanbul, 1378
[54] Bkz. İbn Kesir, c. 3, s. 163, Darül Endülüs, Beyrut,
Bilâtarih
[55] Bkz. Fahreddin Razi, Tefsiri Kebir, c. 4, s. 297,
Amire, İstanbul.
[56] Bkz Fahri Razi, Cild 4, Sayfa 298, Amire, İstanbul.
[57] Bkz. Ebu's-Suud, c. 4, s. 299, Amire, İstanbul. (Fahri
Razî Kenan)
[58] Bkz. Fahri Razi, c. 4, s. 300, Amire, İstanbul
[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/498-508.
[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/510.
[61] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/511-515.
[62] Bkz. Fahri Razi, c. 4, s. 305, Amire, İstanbul, 1378.
[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/515-516.
[64] Bkz. Alusi, c. 8, s. 121, Daru'1-lhya-it-Turasil
Arabi, Beyrut, Bilâtarih.
[65] Bkz. Alusi, c. 8, s. 122 Daru'1-lhya-it-Turasil Arabi,
Beyrut, Bilâtarih. Büyük Kur'an-ı Kerim Tefsiri, Cilt: 5
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsir, Arslan yayınları: 5/516-529.
[66] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/531.
[67] Bkz. Alusi, c, 8, s. 122-123, Daru'1-îhya-it-Turasil
Arabi, Beyrut, Bilâ-tarih
[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/532-534.
[69] Bkz. Ibn-i Kesir, c. 3, s. 171, Daru'I-Endülüs,
Beyrut, Tarihsiz
[70] İbn Kesir, c. 3, s. 173, Darul Endülüs, Beyrut,
Bilâtarih.
[71] Bkz. İbn Kesir, c. 3, s. 173-174, Darul Endülüs,
Beyrut, Bilâtarih
[72] Fahri Razi, c. 4, s. 317, Amire, İstanbul, 1378
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsir, Arslan yayınları: 5/534-549.
[73] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/549-552.
[74] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
6/7.
[75] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 5, sh: 127-12b
[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
6/8-12.
[77] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 8, sh: 134-135
[78] Merfu hadis, isnadı Hz. Peygambere ulaşan hadislere
denir
[79] tbn Kesir, Tefsir'ul Kur'an'ıl-Azim, cilt: 3, sh: 178
[80] tbn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh: 179
[81] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 8, sh: 138-139
[82] Beyzavi, Envar'ut-Tenzil, cilt: 2, sh: 566-567
[83] Fahruddin Razi, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 4, sh: 329-330
[84] Fahruddin Razi, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 4, sh: 342-343.
[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
6/12-25.
[86] Alusî, Ruh'ul-Meani cilt: 3, sh: 139.
[87] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
6/25-28.
[88] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 8, sh: 140
[89] Fahruddin Razi, cilt: 4, sh: 345-346.
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsir, Arslan yayınları: 6/29-33.
[90] Fahruddin Razi, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 4, sh: 348.
[91] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 8, sh: 141
[92] AIusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 8, sh: 146-147.
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsir, Arslan yayınları: 6/33-40.
[93] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
6/42.
[94] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
6/43-44.
[95] Fahruddin Razı, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 4, sh: 361-363
[96] İbn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh: 182-183.
[97] EI-Meraği, Tefsir, cilt: 8, sh: 190-191
[98] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 8, sh: 148-149
[99] Reşid Rıza, Tefsir-uI-Menar, cilt: 8, sh: 495-496
[100] Ibn Kesir, Tefsir-uI-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh: 187-188.
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsir, Arslan yayınları: 6/44-55.
[101] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
6/57.
[102] Ibn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh: 190.
[103] îbn Kesir, Tefsir-ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh: 293
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsir, Arslan yayınları: 6/58-63.
[104] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
6/65.
[105] îbn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh: 194
[106] Reşid Rıza, Tefsir'ul-Menar, cilt: 8, sh; 509,
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsir, Arslan yayınları: 6/66-69.
[107] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
6/71.
[108] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
6/72-75.