Lütilik Ve Hükmü. 3

Kadınlarla Mutad Olmayan Yoldan İlişki Ve Hükmü. 3

Meal 5

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 5

Meal 6

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 6

İsrailoğulları Mısır'da. 8

Hz. Musa A.S.) 8

Medyen Toprakları Ve Hz. Musa'nın Misafirliği 9

Hz. Musa İle Firavun Arasındaki Tartışma. 12

Hz. Musa'nın Mucizeleri: Âsa Ve Yed-İ Beyza. 13

Firavunun Hz. Musa'yı Öldürme Planları 14

Hz. Musa'nın Diğer Mucizeleri 15

İsrailoğullarının Mısır'dan Çıkışı 16

Firavun Kimdîr?. 16

İsraîloğullarına Şirkin Bulaşması 17

Hz. Musa'nın Levhaları Alması 17

Hz. Musa'ya Verilen Levhaların Sayısı 18

İsrailoğullarının Buzağıyı İlah Edinmesi 19

İsrailoğullarının Taptığı Buzağı Heykelinin Mahiyeti Ve Samiri'nin Kimliği 19

Tür Dağj'nın Kaldırılması 20

Meal 21

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 21

Meal 24

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 24

Meal 27

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 27

Şam Bölgesinin Fazileti Hakkındaki Rivayetler 30

Meal 31

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 31

Rüyetullah  (Allah'ın Gözle Görülmesi) Meselesi 34

Meal 35

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 35

Tevrat'ın Aslından Bazı Bölümler 37

Meal 40

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 40

Önemli Bîr Mesele. 44

Meal 45

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 45

Hz. Peygamber'in Ümmilik Vasfı 45

Hz. Peygamberin Okuma Yazma Bilmemesi 47

Meal 49

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 49

Meal 50

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 50

Tarafsız Kalanların Akıbeti Hakkında. 51

Meal 54

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 54

Ahd'ü Misak. 57

Misakı Hatırlamanın Hükmü. 58

Bilmesine Rağmen Ayetleri İnkâr Eden. 59

Bel'am Bin Baura'nın Kıssası 59

Hz. Musa Bel'am Bin Baura'nın İmansız Gitmesine Beddua Etti Mi?. 60

Besus'un Bahsi 61

Meal 63

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 63

Ehl-İ Sünnetin Bazısından Fahruddin Razi'ye İtiraz. 66

Nîçin Cin İnsandan Önce Zikredilmiştir?. 67

Allah (Es.) Nasıl Zikredilmeli 67

Esma'ül Hüsna. 69

Allah İmhal Eder Fakat İhmal Etmez. 71

Kıyametin Kopuşu. 72

Meal 73

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 74

Gayb Île İlgili Mülahazalar 74

Havva Annemizin Yaradılışı 76

Ehl-İ Kitabın Rivayetleri 77

Meal 79

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 80

Salihlerin Kimliği 80

Allah Salihlerin Yardımcısıdır 80

Şeytan Hz. Peygambere (S.A) Vesvese Verebilir Mi?. 81

Kur'an Okunduğunda Susmak Vacip Midir?. 83

Kur'anda Tilavet Secdelerinin Adedi 88


Lütilik Ve Hükmü

 

İmam Ebu Hanife, «Lûtî bir kimse, cürmü şahidlerle tesbit edildikten sonra, yüksek bir yerden atılır, arkasından da taş yağ­muruna tutulur. Nitekim Allah Teâlâ da Lut kavmine aynı cezayı vermiştir» demiştir.

Bazı alimler, lûtîlik cürmünü işleyen kimsenin, evli olsun-ol-masm, recmedileceğini ileri sürmüşlerdir. İmam Şafii bu görüş­tedir. İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace'nin ve Dare-verdi'nin Amr bin Humer'den, onun İkrime'den, onun ela İbn Ab-bas'tan rivayet ettikleri şu hadis bu görüşü desteklemektedir: «Lut kavminin amelini işleyen birini yakaladığınızda, faili de raef ulu da öldürün.» Bazı alimler de, «Lûtîlik yapan zina yapmış gibi­dir. Evliyse recmedilir, değilse yüz kırbaç vurulur» demişlerdir. Bu görüş İmam Şafii'nin ikinci görüşü olarak nakledilmektedir.[1]

 

Kadınlarla Mutad Olmayan Yoldan İlişki Ve Hükmü

 

Kadınlarla mutad olmayan şekilde yapılan ilişki, küçük bir lûtiliktir. Eşlerin bu ilişkisi tüm alimlerin icmaı ile haramdır. An­cak daha Önce de belirttiğimiz gibi, selefin burada şazz (kaide dışı) bir görüşü vardır.

Lûtîliğin haram oluşuyla ilgili birçok rivayet nakledilmiştir onlardan bazıları şunlardır:

1) İbn Ebi Dünya ve İbn Asakir, İbn Abbas kanalıyla şöyle bir rivayet nakledilmiştir: «Kur'an'da zikri geçen daha önce hiç Kimsenin yapmamış olduğu) «fuhuş,» lûtilik fhomoseksuellikjtir.»

2) İbn Ebi Şeybe ve Beyhaki, Amr bin Dinar kanalıyla şöyle bir rivayet nakletmişlerdir: «Lûtîlik önce Lut kavminde başlamış­tır.»

3) İbn Ebi Hatim ve İbn Asakir, Ebu Sahra'dan şöyle rivayet 1,5 etmişlerdir: «Lûtîlikten 40 sene önce Lut kavminde kadınlar ara­sında sevicilik (lezbiyenlik) yaygındı.»

4) İbn Ebi Dünya ve îbn Asakir'in rivayet ettiklerine göre; Tavus'a, hanımiyla mutad olmayan şekilde birleşen kimsenin du­rumu sorulduğunda, o, «Bunu İlk başlatan Lut kavmidir. Erkekler kadınlarla ve erkekler erkeklerle aynı çirkin işi yaptılar.» demiş­tir.

5) İbn.Ebi Şeybe, İbn Münzir ve Beyhaki'nin rivayet etti­ğine göre, bir gün Hz. Ali minberdeyken cemaata, «Bana soru so­rabilirsiniz» dedi. Bunun üzerine Îbn'ul-Kevâ, «Kadınlarla arka taraflarından ilişkide bulunmanın hükmünü» sordu. Hz. Ali, «Al-çaldın. Allah seni daha da alçaltsın» dedikten sonra «Sen Allah'ın,  siz sizden önce gelenlerden hiç kimsenin yapamadığı bir fuhşu mu yapıyorsunuz? ayetini işitmedin mi?» dedi.

6) İmam Ahmed, Tirmizi ve İbn Mace'nin Cabir bin Abdul­lah'tan rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyur­muştur: «ümmetim hakkında en korktuğum şey, Lut kavminin amelidir.»

7) İbn Adiy ve Beyhaki'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a), «Dört sınıf vardır ki Allah'ın gazabında sabahlarlar. Allah'ın gazabında akşamlarlar.» deyince, kendisine bunların kim olduğu soruldu. Hz. Peygamber  ise,   «Erkeklerden kendilerini kadınlara, kadınlardan da kendilerini erkeklere ben­zetenler, hayvanlarla ilişkide bulunanlar, lûtîlik yapanlar» diye ce-vab verdi.

8) îbn Ebi Şeybe, İbn Ebi Dünya ve Beyhaki, Yezid bin Ka"bes'ten,   «Hz. Ali'nin hilafeti döneminde   lûtîlik   yapan birini recmettirdiğini» rivayet etmişlerdir.

9) İbn Ebi Şeybe ve Beyhaki, İbrahim en-Nehai'den şöyle bir rivayet nakledilmiştir:  «Eğer bir kişiye iki kez recm cezası verilecek olsaydı lûtîlik yapanlar bu cezaya müstahak olurdu.»

10) İbni Ebi Dünya ve Beyhaki, îbn Sehl'den şöyle bir rivayet nakletmiştir: «Bu ümmet içinde kendilerine lûtîler denilen bir top­luluk olacaktır.

Onlar üç sınıftır:  

a) Bakanlar,

b) El sıkışanlar,

c) Malûm hareketi yapanlar.»

11) İbn Ebi Dünya ve Beyhaki, Mücahidden şöyle rivayet et­miştir: «Lûtîlik yapan bir kişi gökten yağan tura yağmurlarla ve yerden çıkan tüm sularla yıkansa yine de necaseti gitmez.»

(Bu ifadenin yapılan işin çirkinliğinden kinaye olduğuna dik­kat edilmelidir. Yoksa cünüp bir insan dört avuç suyla yıkandı­ğında temiz sayılır.)

12) İbn Ebi Şeybe ve İbn Ebi Dünya, Cabir bin Zeyd'den şöy­le rivayet   etmişlerdir:   «Mutad olmayan yolun haramlığı mutad olanınkinden daha şiddetlidir.» Yani lûtîlik yapan kimsenin zinası zinadan cürüm olarak daha ağırdır.

13) Hakim ve Beyhaki'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri­ne göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Allah yedi gök üzerinde mahlukatından yedi sınıf üzere lanet ederek her birinin lanetini 3 kez tekrar etmiş ve her birinin lanetini, «lânetlidir, lâ­netlidir, lânetlidir» diye birer birer okumuştur. Lut kavminin yaptığım yapan lânetlidir, hayvanlara varan lânetlidir, kızıyla birlikte annesini nikahlayan lânetlidir. Anne-babaya karşı gelen lânetlidir. Allah'tan başkasının adına kesen lânetlidir. Yerin (bahçelerin, tar­laların, çayırların sınırlarını değiştiren lânetlidir. Azadlıları ken­disi azad etmiş gibi tutan ve yakını olmayan kimseleri yakını gibi gösteren kimse lânetlidir.»

14) Abdurrezzak'ın Hz. Aişe kanalıyla rivayet ettiğine göre O, Hz. Peygamberi (s.a) mahzun görür ve .kendisini mahzun eden şeyin mahiyetini sorar. Hz. Peygamber de cevaben, «Benden son­ra ümmetimin Lut kavminin amelini yapabileceklerini düşünüp korktum ve bu yüzden üzüldüm» demiştir.

15) İbn Ebi Şeybe'nin Ebu Hüseyin'den rivayet ettiğine göre Hz. Osman evi muhasara altında iken çıkıp halka göründü ve şöy­le dedi: «Siz bir müslümanın şu dört durum dışında kanının akı-tılamayacağını  bilmiyor musunuz?:  

a} Öldüren   kişi   öldürülür (kısas),

b) Evli olduğu halde zina eden kişi recmolunur.

c) îrti-dat eden biri öldürülür,

d) Lut kavminin amelini işleyen kişi öl­dürülür.» [2]

(85)  «Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik)...»

Bu Ayetin Tefsiri:

Tefsir alimlerinin çoğu «Medyen»in şahıs adı olduğu hususun da ittifak halindedirler. Medyen, Hz. İbrahim'in (a.s) oğludur. Bu yoruma göre ifade «Medyen'in çocuklarına, soyca kendilerinden olan Şuayb'ı peygamber olarak gönderdik» anlamına gelir.

Bazı müfessirler ise Medyen'in Beni Temim gibi bir kabile adı olduğunu Öne sürmüşlerdir. Bazıları da «Medyen, o kavmin üzerinde bulunduğu nehrin adıdır» derken bazıları bir şehir veya kasabanın adı olduğunu iddia etmişlerdir.

Hz. Şuayb'ın (a.s) gönderildiği kavim, Hz. İbrahim'in (a.s) oğlu Medyen'in kavmidir. Yani onun soyundan olanların. Onlara Tevrat'ta da Medyen denmektedir. Hicaz beldesinin Şam tarafın­da yerleşmişlerdir. Medyenliler müreffdh bir hayat sürüyorlardı. Ticaretle uğraşıyorlardı. Allah'tan başka mabudlar edinmişlerdi. Kötülüğün her türlüsünü işler, ölçüde, tartıda hile yapar, malları­nı satarken göz boyarlardı. Hz.. Şuayb onları bu şekilde davran­maktan menetmeye çalışmış, onları Allah'tan sakınmaya çağırmış­tır. Fakat onlar her defasında Hz. Şuayb'a (a.s) karşı çıkmışlar­dı.

Tefsir alimleri, Hz. Şuayb'a (a.s), «Peygamberlerin hatib kişisi» derler. Çünkü o kavmiyle konuşurken çok doğru beliğ, fa­sih ve hüccet ve deliller getirerek konuşurdu. Böylelikle karşısın-dakilerin hüccet ve delillerini çürüterek Allah'ın elçisi olduğuna dair kuvvetli deliller ortaya koyardı. Getirdiği deliller Kur'an'da zikredilmediğinden onun sözü şudur demek delilsiz bir iddiadır. Bu yüzden onu Allah'ın ilmine havale etmek en doğrusudur.

(86-87) «Her yol (başın)a oturup Allah'a iman edenleri teh did ederek...»

Bu AyetlerinTefsiri:

Medyenliler yol kenarlarında oturarak Hz. Şuayb'ı dinleme­ye gidenleri durdururlar, onun dinine girmekten alıkoymaya uğ­raşırlar ve «Senin gittiğin yol doğru değildir» diyerek ona giden­leri ısrarla caydırmaya çalışırlardı. İman edenleri ise tehdid eder­ler, Allah'ın yolunu eğriltmeye çalışırlar ve Hz. Şuayb'ın davasını iptal edebilmek için ellerinden geleni yaparlardı.

«Ey   Şuayb»   diyorlardı;   «Senin söylediklerini anlamıyoruz.» Yani «Ya sen ne demek istediğini tam ifade edemiyorsun ya da getirdiğin şeyler çok basit» demek istiyorlardı. Kuvveti doğrulu­ğun ölçüsü zannettiklerinden onu zayıf gördüklerini söyleyerek «Arkanda kavmin olmasaydı seni recmederdik. Sen bizim gözü­müzde bir hiçsin» diyorlardı.

Hz. Şuayb kavmini Allah'a iman etmeye çağırdığı, güzel dav­ranmaya, doğru olmaya onları davet ettiği, kısaca istemedikleri konularda onları sıkıştırdığı için kavminin ileri gelenleri biraraya toplanarak O'nu ve kendisine iman edenleri «Bizim kavmimizin dinine girmezseniz sizleri memleketimizden süreriz» diye tehdid ettiler. Hz. Şuayb Ca.s) ise, «Biz istemesek de bunu nîutlaka ya­pacak mısınız? Şayet sizin dininize yeniden girersek bizi en doğ­ru yola ileterek sizin dininizden kurtaran Allah'a iftira etmiş olu­ruz. Dininize girmek bizim elimizde değildir. Allah bizi rezil etmek isterse ancak, dininize yeniden girmemiz mümkün olur. Size getir­diğimizi Allah bizden de uzaklaştırırsa dediğinizi yapabiliriz. Onun ilmi bize ait değildir. Ancak her şeyin ilmini ihata eden Allah bun­ları bize bildirmektedir. Biz yalnız O'na tevekkül ederiz» diye kar­şılık verdi.

Hz. Şuayb'in (a.s) kavminin ileri gelenleri halkı korkutarak onun dinine girmemeleri için «Şuayb'ın dinine girerseniz zarara uğ­rayanlardan olursunuz» diyerek onları uyarırlardı. «Çünkü o size ölçü ve tartıda hile yapmayı yasaklıyor. Bu da servetinizin artı­şına engel olacaktır.»

Bu kimseler Hz. Şuayb'ın atalarının tapmakta oldukları ilah­lara tapmaktan kendilerini menetmesine de şaşıyorlardı. Ölçüde» tartıda adaleti nasıl emrettiğine, diledikleri gibi servetlerini art­tırmalarına nasıl göz yummadığına hayret edip-kahyorlardı. Öyle ki böyle davranmasını da, namazını da alay konusu yapıyorlardı.

«Sen misin reşid ve halim olan» dediler. Tüm bunlara karsilik Hz. Şuayb, onlarla yine konuşur, aleyhlerinde deliller geti­rirdi. Ta ki Allah onların helak olmalarına izin verinceye kadar aralarında bu çekişme sürüp gitti. Bu amansız sürtüşmenin sonu­cunda onları bir yer sarsıntısı aldı. Adeta o diyarlarda hiç zengin olamamışlar, orada bulunmamışlarcasma helak oldular.

Allah Teâlâ Medyen halkını helak edip Hz. Şuayb ve mümin­leri kurtardıktan sonra onu Eyke halkına gönderdi. Eyke yumuşak ağaçları olan, Medyen'e yakın bir yerdi. Allah'ın kullarından bir topluluk oturuyordu orada. Hz. Şuayb onlar için yabancıydı. Med­yen halkının yolu üzerinde bulunuyorlardı. Hz. Şuayb onları yap­tıklarından menetmeye kalkışınca onlar «Sen büyülenmişsin ve bizim gibi bir beşersin. Senin yalancı olduğunu sanıyoruz» dedi-ler. Allah Teâlâ'nm beşere yine beşer yol göstericiler göndermeye­ceğini sanıyorlardı. Bu da «Allah dilediğine peygamberlik verir» hükmünü bilmeyişlerinin bir sonucuydu. Aptallıklarının en büyük göstergesi ise Hz. Şuayb'tan, üzerlerine gökten bir parça indirme­sini istemeleriydi.

«Eğer doğrulardansan o halde üzerimize gökten bir parça düşsün» dediler. Cahilliklerinden hidayeti istemediler. Allah da onları zülle (gölgelik) gününde yakaladı. 7 gün üst üste onlara sı­caklık verdi. Sulan fıkır fıkır kaynıyordu. Sonra üzerlerine bir gölgelik, bir bulut gönderdi. Onlar gölgeye çekilmek üzere topla­nınca bu sefer buluttan üzerlerine ateş yağdırdı ve böylece yan­dılar. Allah Teâlâ «Kuşkusuz o büyük günün'azabıdır» (Şuara : 198) ayetiyle bu olaya işaret etmektedir.

Hz. Şuayb'ın risalet döneminin tespitinde ihtilaf edilmiştir. Subh'ul-Aşa'ya göre Hz. Şuayb, Hz Musa'dan birkaç kuşak sonra gelmiştir. Hz. Musa'dan sonra 8. kuşağın başındadır. Orada şöy­le bir ibare bulunmaktadır: Yuan'dan sonra oğlu Ahaz, 16 sene hükümdar oldu. Ahaz ile Dimeşk (Şam) kralının arasında savaşlar oldu. Hz. Şuayb onun zamanında vardı.[3]

Ancak daha sonra Şuyab kelimesinin Şubh'ul-Aşa'da da yanlış yazılmış olduğunu farkettim. Doğrusu Şa'ya'dır. Hz. Şuayb'ın dö­nemi Hz. Musa'dan daha Öncedir. Çünkü Allah Teâlâ önce, Hz. Nuh'u, sonra Hz. Hud'u, Hz. Salih'i, Hz. Lut'u zikretmiş ve sonra da Hz. Şuayb'i zikrederek «Onlardan sonra ayetlerimizle Musa'yı Firavun'a ve kavminden ileri gelenlere gönderdik» diye buyurmuş­tur. Aynı ayetin benzeri de Yunus suresinde vardır. Orada da aynı peygamberlerin adı zikredildikten sonra «Onlardan sonra Musa ve Harun'u Firavun ve kavminin ileri gelenlerine gönderdik» denil­miştir. Nitekim Hud, Hacc ve Ankebut surelerinde keza aynı şe­kilde peygamberlerin ümmetleri ve durumları zikredildikten son­ra Karun, Hravn ve Haman'dan bahsedilerek Hz. Musa'nın onlara beyyinelerle geldiği bildirilmiştir. [4]

 

Meal

 

88 (Şuayb'in)   kavminden   büyüklük    taslayan   ileri    ge­lenler:  «Ey Şuayb! Ya seni ve seninle iman edenleri kasabamız­dan çıkarırız;  ya da dinimize dönersiniz» dediler.   (Şuayb)  şöy­le dedi: «Biz istemesek de mi?»

89 «Allah bizi  dininizden kurtardıktan sonra  eğer yeni­den dininize dönersek Allah'a iftira etmiş oluruz. Rabbimiz olan Allah dilemedikten sonra ona (dininize) dönmemiz mümkün de­ğildir.   Rabbimiz  ilimce  her  şeyi   kapsamıştır.  Biz   Allah'a   yas­landık. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasını hak ile aç. Kuş­kusuz ki sen açanların en hayırlısı sın.»

90 (Şuayb'ın)   kavminden   kafir  olan  ileri  gelenler   (di­ğerlerine) :  Eğer Şuayb'a tabi olursanız kuşkusuz o takdirde zi­yan edenlerden olursunuz» dediler.

91 Bunun   üzerine   o sarsıntı  onları  yakaladı.   Evlerinde dizüstü çöküvererek sabahladılar.

92 Şuayb'ı yalanlayanlar ziyan edenlerin ta kendileri ol­dular.

93 (Şuayb)   onlardan yüz  çevirdi ve  «Ey kavmim!   Kuş­kusuz Rabbimin gönderdiği  (emir ve yasaklan) nı size tebliğ et­tim. Sizler için nasihatta bulundum. Artık kafir bir kavme na­sıl acırım?» dedi.

94 Biz hangi kasabaya bir peygamber gönderdiysek hal­kı yalvarsınlar diye onları yoksulluk ve zorlukla yakaladık.

95 Sonra kötülüğün yerine İyiliği getirdik. Öyle ki onlar çoğaldılar. «Atalarımıza da refah ve yoksulluk dokunmuştu» de­diler. Bunun üzerine onları ansızın hiç farkında olmadıkları bir sırada  (azab etmek için)   yakaladık.[5]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(88-93. ayetlerin tefsiri Önceki bölümde verilmiştir.)

(94) «Biz hangi kasabaya bir peygamber gönderdiysek.,.»

Bu Ayetin Tefsiri:

Yani «Biz bir kasabaya peygamber gönderdiğimizde o pey­gamberi yalanladıkları takdirde oranın halkına fakirlik, hastalık, şiddet, sıkıntılar veririz ki yalanlamalarından vazgeçerek peygam­berimizi tasdik etsinler.»

Bu ayetle Hz. Peygambere (s.a), peygamberlerin ve onları ya­lanlayan toplulukların durumları beyan edilerek teselli ediliyor. Yine onların haberleri hikâye edilmek, önceki ümmetlerin akıbet­leri, uğramış oldukları azab ve felaket aktanlmak suretiyle onun Kureyş'in eziyetine tahammül ve sabır göstermesine yardımcı olunmaktadır.

Ayrıca bu ayette başta Kureyş olmak üzere tüm kafirler için de bir uyan vardır. Bu ayetle peygamberleri yalanlayanların akı­betleri beyan edilirken, böylelikle Allah'a yalvarmaları, inkarla­rından vazgeçip doğru yola gelmelerini temin maksadıyla kafir­lere hastalık, fakirlik, yoksulluk gibi belâlara müptela kılınacak­ları bildirilmiş olmaktadır. Yani Allah Teâlâ, onları, iman etmeleri için yoksullukla imtihan etmiştir. Fakat onlar kendilerinden is­teneni yerine getirmedikleri için Allah bu sefer onların durumunu refah ve bollukla değiştirmiştir.

(95)   «Sonra kötülüğün yerine iyiliği getirdik...»

 Bu Ayetin Tefsiri:    

Yani, durumlarını darlıktan bolluğa, hastalıktan sıhhata, fa­kirlikten zenginliğe çevirdik. Ta ki şükretsinler. Fakat yine azgın­lıktan vazgeçmediler. Mal ve çocuklarının çoğalmasına rağmen az­gınlığa devam ettiler. Darlıkla da bollukla da denedik ama her ikisi de bir yarar.sağlamadı. Onlar ne darlıkta ne de bollukta iman ettiler. Üstelik «Atalarımıza da refah ve yoksulluk dokunmuş­tu» dediler. Yani «Bu, zamanın bir cilvesidir. Bazan darlık, hazan refah getirir» diye düşündüler ve bir türlü Allah'ın emrini anla­maya yanaşmadılar. O'na itaat etmediler. Ancak müminler böyle değildir. Onlar darlıkta sabrederler, bollukta şükrederler. Nite­kim Hz. Peygamber'den (s.a) şöyle bir hadis varid olmuştur: «Ne tuhaftır ki Allah kendisi için hangi hükmü verirse mümin kişi ba­kımından hayırlıdır. Felaket isabet ederse sabreder; bu onun için hayırlı olur. Refah verir, şükreder. Bu da onun için hayırlı olur.» (Buhari, Müslim). Mümin kişi ister darlık isterse bolluk yoluyla olsun, Allah'ın kendisini denediğini hemen anlar ve tedbirini alır. Bu yüzden bir hadiste şöyle bir hüküm ortaya konmuştur: «Belâ, müminin yakasına yapışır, onu günahından iyice temizleyinceye kadar bırakmaz. Münafığa gelince, onun misali tıpkı eşeğin misa­line benzer. O, sahibinin niçin bağladığını veya kendisini nereye gönderdiğini bilmez.» îşte bu nedenle ayette Allah Teâlâ: «Bunun için onları ansızın, hiç farkında olmadıkları bir sırada yakaladık» diye buyurmuştur.

«Ansızın yakalanmış» oldukları bildirilmektedir. Nitekim bir hadiste de Hz. Peygamber (s.a), aniden ölmenin bir mümin için rahmet olup, kafir için ise çok üzücü bir yakalanış olduğunu söy­lemektedir. [6]

 

Meal

 

96- Eğer o kasabalar halkı iman edip sakıncalardı elbet­te onların üzerlerine hem gökten hem de yerden bereketler (bol hıklar)   açardık.  Fakat onlar   (peygamberleri)   yalanladılar.   Biz de kazandı klan yi a onlara azab ettik.

97- Acaba o kasabalar halkı gece uykuda iken azabımızm kendilerine gelmeyeceğinden emin  midirler?                                

98- Veya o kasabalar halkı kuşluk zamanında eğlenirler­ken cezaya uğramayacaklarından emin mi oldular?

99- Allah'ın  mekrinden   (tuzağından)    emin   mi   oldular? Allah'ın mekrinden ancak zarar eden bir kavimden başkası emin olmaz.

100- (Tüm bunlar) sakinlerinden sonra yeryüzünün vari­si olanlara şu gerçeği anlatmadı mı ki, dilersek günahlarının cezasını veririz. Biz onların kalbleri üzerine mühür basarız da onlar işitmez olurlar.

10l-  İŞte sana  o kasabaların haberlerinden bir bölümünü böylece anlatıyoruz. Andolsun, onlara peygamberleri açık beyyi nelerle gelmişlerdi. Ancak daha önceden yalanlamış oldukları için iman etmediler.  İşte  Allah  kafirlerin kalblerine böylece  mühür basar.

102- Onların çoğunun sözünde durduklarını görmedik. Fa­kat çoğunu fasık olarak bulduk.

103- Onlardan sonra Musa'yı ayetlerimizle   (mucizelerimiz­le) Firavuna ve ileri gelen adamlarına gönderdik. Onlar da ayet­lerimize zulmettiler. İşte bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!

104- Musa:  «Ey Firavun!» dedi,  «Kuşkusuz ben Alemlerin Rabbi'nden gönderilen bir peygamberim.» [7]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(96) «Eğer o kasabalar halkı intan edip şakımalar di...»

Bu Ayetin Tefsiri:

Yani «Eğer o kasabalılar kalben iman edip peygamberlerinin getirdiklerine inanıp tasdik etseydiler, onlara tabi olup emirleri yerine getirmek, haramlardan kaçınmak suretiyle Allah'tan kork-saydılar, onların üzerlerine hem göklerden hem de yerden bere­ketler, bolluklar açar, gökten yağmur yerden de bitkiler verir­dik. Fakat onlar peygamberlerini yalanladılar. Biz de elde etmiş olduğu günahlar ve işlemiş oldukları haramlardan dolayı onları yok ederek cezalandırdık.» Allah Teâlâ tüm bunları bildirdikten sonra emirlerine karşı koymaktan, yasaklarını pervasızca çiğne­mekten insanları sakındmnaktadır.

(97-98) «Acaba o kasabalar halkı gece uykuda iken azabımı­zın kendilerine gelmeyeceğinden emin midirler? Veya o kasabalar halkı kuşluk zamanında eğlenirlerken...»

Yani meşgale içinde ve gaflet halindeyken azabın kendilerine gelmeyeceğinden güvendemiydiler? Allah'ın şiddet, hikmet ve kud­retinden kendileri unutkanlık, gaflet ve her durumda iken onları yakalayacağından emin mi oldular?

(99) «Allah'ın mekrinden (tuzağından) emin mi oldular? Al­lah'ın mekrinden ancak...»

Bu Ayetin Tefsiri :

Yani, oysa zarar eden bir kavim dışında hiç kimse Allah'ın hikmet, kudret ve yakalayışından emin olamaz. Nitekim Hasan Basri «Mümin, korktuğu halde Allah'ın emirlerini yerine getirir­ken, facir kendisinden emin olduğu halde, Allah'ın haramlarına tecavüz eder» demiştir.

(100)  «(Tüm bunlar) sakinlerinden sonra yeryüzünün varisi olanlara şu gerçeği anlatmadı mı ki...»

Bu Ayetin Tefsiri:

İbn Abbas, ayette geçen «yehdi» fiilini açıklamak anlamında almıştır. Yani «Onlara beyan olmadı mı ki dilersek 'günahlarının cezasını veririz.» Mücahid de ayeti böyle yorumlamıştır.

îbn Cerir ise bu ayeti şöyle tefsir ediyor: «Yeryüzüne varis olanlar tarafından kendilerinden Önce helak olanlar görülmedi mi ki...» Buradaki helak, onların tabiriyle daha Önce yeryüzünde oturan ve peygamberlerine karşı çıkıp bunlar gibi davranarak Al­lah'a başkaldıranlar kastedilmektedir. «Dilediğimiz takdirde ön­cekileri helak ettiğimiz gibi bunları da helak edebilir, kalblerine mühür basarız. Artık ne bir uyarmadan ne de bir öğütten fayda­lanabilirler. »

(101)  «İşte sana o kasabaların haberlerinden bir bölümünü böylece anlatıyoruz...»

Bu Ayetin Tefsiri ;

«O kasabaların,» yani Nuh'un, Ad'ın, Semud'un, Lut ve Şu-ayb'm kasabalarının. Ey Muhammedi Sana kendilerinden haber verdiğimiz bu kasabalar ve sakinlerinin başından geçenleri ve son­larını bildirdik. O kasabalara gönderilen peygamberlerin başından geçenleri, onlara nasıl yardım ettiğimizi bilmen için sana haber veriyoruz. Peygamberlerimize iman eden kimseleri, düşmanlarına ve düşmanlarımıza galib getiririz ki peygamberlere karşı gelmenin ne denli tehlikeli olduğunu görsünler.» İşte bu ayet bir taraftan Hz. Peygamber'e teselli verirken diğer taraftan Kureyş ve onlar gibi kafir topluluklara ilâhî bir tehditte bulunmaktadır.

«Andolsun onlara peygamberleri açık beyyinelerle gelmişler­di.» cümlesi peygamberler gelmeden ve delil ve burhanlar orta­ya konmadan Önce hiçbir kavme azab verilmeyeceğini göstermek­tedir. Nitekim başka bir ayette «Biz peygamber göndermezden önce azab etmeyiz» (İsra : 15); diğer bir ayette, «İşte bu, sana bir bölümünü anlattığımız o kasabaların haberlerindendir. Onlar­dan bazıları hâlâ ayakta, bazıları (ekin gibi) biçilmiştir. Biz on­lara zulmetmedik. Fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler.» (Hud : 100-101) buyurulmuştur.

«Ancak daha önceden yalanlamış oldukları için iman etme­diler.» ifadesindeki «bi» edatı sebebiyet bildirmektedir. Yani ken­dilerine gerçek ilk geldiğinde onu yalanlamış olduklarından dola­yı peygamberlerin getirdiklerine iman etmediler. Bu yorumu İbn Atiyye rivayet etmiştir.

Müfessirler «Ancak daha önce yalanlamış oldukları için...» ifadesinin yorumunda ihtilaf etmişler ve bazıları bu yalanlamanın «kalû belâ» daki misak gününde olduğunu, o zaman Allah'ın vah­daniyetini dilleriyle ikrar edib inkârlarını kalblerinde saklayan­ların daha sonradan kendilerine gelen peygamberleri de yalanla­dıklarını söylemişlerdir. İbn Abbas ve Süddi bu görüştedir. Süd-di, «Misak kendilerinden alındığında onlar istemeyerek iman et­mişlerdi» demektedir.

Mücahid ise bu ifadeyi, «Helak olup azabı gördükten sonra onları dirilttiğimizde helak olmadan önce yalanladıkları gerçeğe yine iman etmezler» şeklinde açıklamıştır.

Başka bir müfessir, «Allah'ın ilminde, onların Adem'in sul­bünden çıkartıldıklarında peygamberleri yalanlayacakları bilindi­ğinden onlar hakkında, 'peygamberler geldikten sonra da iman et­mezler' diye Duyurulmuştur.» diyorsa da ileri sürülen bu görüş insanın seçme serbestisini ortadan kaldıran bir cebr-i mutlak ol­duğundan kabul edilemez.

Ubey bin Kâ'b, «Allah kendilerinden misak aldığı günde onla­rın iman etmeyeceklerini bildiği için bu ifadeyi kullanmıştır» de­mektedir.

Rebi bin Enes, «Kullara, Rablerinin kudretini başkalarına gös­terecek kadar bilgi yeteceğinden Allah'ın kendilerinden sakladığı şeylerin ilmini tevil etmemelidirler. Çünkü Allah'ın ilmi şimdi de gelecekte de geçerli ve bakidir. Nitekim bu hususta, «İşte sana o kasabaların haberlerinden bir bölümünü anlatıyoruz» ayeti indiri­lerek daha insanları Adem'in sulbünde yarattığında, Allah'ın on­lardan hangisinin itaat, hangilerinin isyan edeceğini bildiği, gös­terilmiştir» demiştir.

İmam Taberi bu görüşleri naklettikten sonra, doğruya en ya­kının Ubey bin Kâ'b ile Rebi bin Enes'in görüşlerinin olacağını söylemektedir. Nitekim Allah'ın iman etmeyeceğini bildiği kimse­nin iman etmesi muhaldir. Dolayısıyla bu surede zikri geçen ümmet lerden helak olanlar hiçbir zaman iman edemeyeceklerdir. Bu ba­kımdan Peygamber geldiğinde onları yalanlayacakları daha önce Allah tarafından bilindiğinden dolayı onlar iman etmeyeceklerdir.

«îşte.Allah kafirlerin kalblerine böylece mühür basar»; Yani Allah geçmiş ümmetlerden kafir olanların kalblerine mühür bas­tığı (onları helak ettiği) gibi Hz. Muhammed'in (s.a) kavminden iman etmeyecekleri Allah tarafından belirtilenlerin de kalblerine mühür basacak ve onlar da iman etmeyeceklerdir.[8]  

(102) «Onların çoğunun sözünde durduklarını görmedik...»

Yani, «insanların çoğunun sözünde durduklarını görmedik.» Veyahut «Önceki ümmetlerin çoğunun...»

İbn Abbas, Allah Teâlâ'nm o kasabaların halkını helak etmesi­nin nedenini, onların Allah'ın tavsiyelerini tutmayışlan olarak göstermektedir.

«Fakat çoğunu fasık olarak bulduk»; Yani «Çoğunu fasık ola­rak, taattan ayrılan, emirleri getirmekten kaçınan, verdikleri sözü tutmayan kimseler olarak gördük.» Onlar daha Adem'in sulbünde iken, «Sera bizim Rabbimizsin, mabudumuzsun ve senden başka ilah yoktur» diye verdikleri sözü unutmuş, Allah'a karşı gelmiş ve misaklarım arkalarına atarak Allah'tan başkalarına kulluk etmiş­lerdi. Onların ellerinde ne bir delil ne de bir hüccet vardı. Oysa Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e varıncaya değin tüm peygamberler onları bu şekilde davranmaktan menetmişlerdir. Nitekim bir ha-dis-i kudside,   «Kullarımı   bâtıldan hakka   müteveccih   yarattım. Ama onlar şeytanla gittiler. O da onları dinlerinden saptırınca he­lak oldular.»  (Müslim)  buyurulmuştur. Yine bir başka hadiste, «Her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra anne babaları onları ya yahudi, ya hıristiyan ya da mecusi yapar.» (Buhari, Müslim).

(103-104) «Onlardan sonra Musa'yı ayetlerimizle (mucizeleri­mizle) Firavun'a ve ileri gelen adamlarına gönderdik...»

Bu Ayetin Tefsiri:

Yani, «Nuh, Salih, Hud ve Şuayb'tan sonra Musa'yı hüccet ve delillerimizle bembeyaz olan eli, ejderha olan asası ve onun doğruluğuna delalet eden diğer mucizelerle birlikte Firavun'a ve onun ileri gelen adamlarından oluşan meclisine gönderdik.».

«Firavun» ismi, o dönemde Mısır'ın hükümdarlığına getirilen herkese verilen bir lâkaptı. İran hükümdarlarına «Kisra,» Rum hükümdarlarına «Kayser» (veya Kayzer) ve Habeş krallarına da «Necasi» dendiği gibi Mısır hükümdarlarına da «Firavun» denilir­di. Hz. Musa dönemindeki Firavun'un adı Velid bin Mus'ab bin Reyyan'dı: Kıptilerin hükümdarıydı. Firavunun meleleri ise, onun kavminin ileri gelenleriydi. Onların zikredilme nedenleri, onların iman etmeleri durumunda halkın da kendilerine tabi olacağı özel­likleri taşımalarmdandır.

«Ona (ayetlerimize) zulmettiler.» Yani peygamberliğini inkar etmekle Hz. Musa'ya zulmetmiş oldular. Çünkü zulüm kavramı, bir şeyi, yeri olmayan başka bir yere koymak, karşılığında kulla­nılır. Onlar da Hz. Musa'nın beraberindeki açık mucizelere rağ­men, o mucizeleri inkar ettiler ve böylelikle küfrü «iman» yerine koymuş oldular.

«İşte bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!» Yani «Ey Muhammedi Onların başına neler getirdiğimize ve onları na­sıl helak ettiğimize basiretinle bir bak!» [9]

 

İsrailoğulları Mısır'da

 

Hz. Yakub, oğlu Yusuf Peygamber zamanında çocuklarıyla ge­lip Mısır'a yerleşmiştir, Hz. Musa'dan önce Mısır'da, İsrailöğulla-n'mn durumlarıyla ilgili olarak Kur'an'da ayrıntılı bilgi verilme­mektedir. Ancak Hz. Yakub ve çocuklarının Mısır'a yerleşmek is­tediklerinde, Mısır kralı tarafından seçtikleri bir yerde oturmak konusunda serbest bırakıldıklarını Tevrat haber vermektedir. On­lar Hz. Yusuf'tan aldıkları talimata dayanarak hayvancılık yaptık­larını söylediler. Ve Hz, Yusuf da onları Casan (veya Ceşan) top­raklarına yerleştirmesi hususunda kraldan ricada bulundu. Bu yer «BilUs» denilen bir bölgenin kuzeyindedir. Hz. Yusuf'un bura­yı taleb etmesinin nedeni oranın yeşillik bir mer'a olmasındandır. Dolayısıyla kardeşlerinin hayvancılık yaptıkları söylenerek bura­sı istenmiştir.

Bazı müfessirler Hz. Yusuf'un mümkün olduğunca onları Mı­sır'ın yerli halkına karışmaktan uzak tutmak için, yani Mısır'ın putperest adetlerinden etkilenmemeleri ve soylarının tevhid dini üzerinde kalabilmesi için bu taktiğe başvurduğu görüşündedirler. Çünkü çobanlık Mısırlıların gözünde düşük bir meslekti ve halk çobanları kirli gördüğünden onlarla oturup kalkmazlardı. Böylece karışma önlenmiş olacaktı.

Tevrat'ın verdiği bilgiye göre Hz. Yusuf, kıtlık yıllarında Mı­sırlılardan hayvanlarını ve arazilerini satın alarak onlara bunun yerine yiyecek maddeleri verdi ve sonunda kendilerini de satın aldı. Artık hepsi Firavunun karın tokluğuna çalışan köleleri olmuş­lardı. Sonra halkı şehirlere nakletti; zira onların ülkenin iç böl­gelerinde durmalarının bir yararı yoktu artık. Çünkü ne ürün ne de hayvan kalmıştı.

Hz. Yakub 147 sene yaşadı ve Mısır'a geldikten sonra vefat etti. Ölmeden önce Hz. Yusuf'un iki oğlu, Efrahim ve Mersa'ya okuyup dua etti. Onları Öz çocukları gibi, mukaddes topraklarda pay sahibi kıldı. Çocuklarını yanma çağırdı, onları takdis etti. ' Her birinin, kendisinin ve soyunun başından geçenleri onlara et­raflıca anlattı, dine yapışmalarını vasiyet etti. Nitekim Kur'an bu hadiseyi aktarmaktadır. Hz. Yakub, sonunda babası (Hz. İshak) ve dedesinin (Hz. İbrahim) yanma defnedilmeyi vasiyet ettikten sonra vefat etmiştir. Hz, Yusuf doktorlara onun cesedini tahnit etmelerini (ilaçlamalarını) emretti ve sonra da cesedi Filistin'e götürüldü. Vesiyetine binaen orada defnedildi. Hz. Yusuf'un kar­deşlerine gelince, onlar Hz. Yusuf'a sığınarak af dilediler ve ken­dilerinden iyiliğini esirgememesi için ricada bulundular. O da on­ların ricalarını kabul ederek gönüllerini aldı. ve «Ben değil size, yeryüzündekilerin hiç birine dahi kötülük yapmak istemem» de­di. Hz. Yusuf ise 110 yaşma kadar bir ömür sürdükten sonra ve­fat etti. Onun da cesedi ilaçlanarak bir tabuta konuldu. İsrailoğul-ları Mısır'dan ayrılırken o tabutu yanlarına aldılar. îsrailoğulları'nın Mısır'a gelmeleriyle Hz. Musa'yla birlikte çıkmaları arasında 215 senelik bir süre vardır. [10]

Hz. Musa A.S.)

 

İsrailoğulları'nm Mısır'da, o başlarından geçen fırtına sıra­sında, İbranilerden İmran isimli bir zat vardı. Kahit'in, Levi'nin ve Yakub'un evladıydı. Halası Yakudet bintiLevi ile evlenmişti. (Tevrat Çıkış: 2 ve İşaya: 20). Ondan Hz. Harun ve Hz. Musa doğup dünyaya geldiler. Hala ile evlenmek o şeriatta haram kılınmamış­tı. Zira halalarla evlenmek, İsrailoğulları Mısır'dan çıktıktan son­ra Hz. Musa'ya gelen ayetlerle haram kılınmıştır. Annesi Hz. Mu­sa'yı doğurduktan sonra, onu İsrailoğulları'ndan öldürmek için arayanlardan sakladı. Hz. Musa annesiyle on üç ay birlikte kaldı. Fakat annesi durumun ortaya çıkmasından korkunca Allah Teâlâ ona bir sandık yapmasını, onu katran ile sıvamasını ve sonra da Nil'e bırakmasını bildirmiştir. Annesi kendisine söyleneni yaptık­tan sonra Hz. Musa'nın ablasından sandığı takib edip ne olduğunu öğrenmesini istedi.. Nitekim Allah Teâlâ Hz. Musa'yı kendisine geri göndereceğini ve onu peygamberlerden kılacağını söylemişti. Hz. Musa'nın kızkardeşi sandığı izleyip onun alınarak saraya gö­türüldüğünü görmüştü. Firavun'un karısı çocuğu gördüğünde Al­lah kalbine onun sevgisini ilka etti. O da çocuğa bir şey yapılma­masını istedi ve çocuğa bir şey yapılmadı. O, Firavun'a Hz. Mu­sa'yı evlat edinmek istediğini söyledi. Bu, Hz. Musa ve annesi için Allah'ın bir tedbiriydi. Ayrıca Hz. Musa, süt anneliği yapması ba­hanesiyle annesine ücretli olarak geri verildi. Böylece Hz. Musa sonunda.sihirbazların ve erkek çocuk arayanların kötülüklerinden korunmuş oldu. Çünkü Allah Teala süt verebilecek her kadının sü­tünü Hz. Musa'ya haram ettiğinden dolayı o hiç kimsenin sütünü içememişti. İşte bu da Allah'ın Hz. Musa'nın annesine bir rahme­tiydi. Hz. Musa'nın kızkardeşi sürekli onun durumunu izliyor, ne­reye giderse onu gözlüyordu. Öyle ki, onun diğer kadınların sü­tünü içmediğini görünce, «Ona İbrani'lerden bir kadın çağırayım da onu emzirip beslesin» diyerek, ardından, «Bu kadın onun her bakımdan annesinin yerini dolduracaktır» diye eklemişti.

Hz. Musa'nın kızkardeşinin adı Meryem'di. Meryem'in adını Firavun'un ailesi duymuştu. Sütanne bulmak üzere onu gönder­diklerinde o hemen gidip Hz. Musa'nın annesini getirmişti. Hz. Musa hemen annesinin sütünü kabul edince emzirilmek üzere an­nesine verilmişti. Artık Musa onların eli altındaydı. Nitekim bu olaydan Kur'an da (Kasas: 7-12, Tâhâ : 38-40) bahsetmektedir.

Hz. Musa, Firavun'un sarayında büyüdü. Annesi onu sütten kestikten sonra prensler gibi büyütülmüştü. Dönemin adetine gö­re kahinler, din adamları, öğretmenler vasıtasıyla eğitim gördü. Allah Teâlâ onun bu yüksek kültürüne hikmet ve kesin bilgiyi de ekledi. Nitekim Kasas suresinin 14. ayetinde, «Musa güçlü çağı­na erip olgunlaşınca biz ona hüküm (peygamberlik) ve ilim ver­dik. İşte biz güzel davrananları böyle mükâfatlandırırız.» buyurul-maktadır.

Hz. Musa, Firavun'un sarayında güçlü bir şekilde yetişmişti, O, saraydan olmayıp İsrailoğulları'na mensub olduğunu, milleti­nin Firavun ve yönetimi tarafından ezildiğini biliyordu. Milleti olan İbraniler'e yardım edip Mısırlılar'ın yaptığı zulümden onları korumaya çalışıyordu. Nitekim İsrailoğulları da kendilerine yar­dım eden birisi olduğunu bildiklerinden ona sığınırlardı. Bir gün Hz. Musa (a.s) tebdil-i kıyafetle saraydan dışarı çıktığında bir Mı-sırlı'nın bir İbranî'yi tutup çalıştırmak üzere sürüklediğini görür. İbranî yardım isteyince Hz. Musa, Mısırlı'ya yanaşarak ona şid­detli bir yumruk vurur ve Mısırlı bu yumruk sonucu ölür. Bu ha­diseyi o İbranî'den başkası görmemiştir. Hz. Musa (a.s) yaptığın­dan pişman olarak «Bu yaptığım şeytanın amelindendir. Şeytan ise saptıran ve açık bir düşmandır» dedi. Ve kendisini affetmesi için Allah'a yalvardı. İkinci gün yine şehre iner. Fakat artık daha önce yaptığının anlaşılmasından çekiniyordu.

İmam Taberi, İbn Abbas'a varan bir senedle Hz. Musa'nın doğumundan sonra Medyen'e gittiği zamana kadar oradan geçen sureyle ilgili şöyle uzun bir rivayet nakletmektedir: Mısırlılar Hz. Musa'nın öldürmüş olduğu adamı görüp de katilini bulamayınca «öldürse öldürse bunu İsrailoğulları öldürtmüştür» diye düşünür­ler. Ve Firavun'a gidip «İsrailoğulları Firavun halkından birini öl­dürdü. Onlardan intikamını al ve bu hususta onlara fırsat verme» derler. Firavun ise katili aramalarını, hakkında şahid bulmalarını, zira delilsiz hükmetmenin doğru olmayacağını söyleyerek onları geri çevirir. Onlar da katili araştırırlar, fakat bulamazlar. Ancak ertesi gün Hz. Musa aynı yerden geçerken dünkü İbranî'yi bu sefer başka bir Kıpti ile kavga ederken görür. İbranî yine onu yardıma çağırır. Hz. Musa dünkü davranışından pişman olmuşsa da gördü­ğü manzaradan hoşlanmayarak öfkelenir ve Mısırlıyı tutarak döv­meye kalkışır. Aynı zamanda da   o İbranî'ye «Sen sadece bir sa­pıksın» der. İbranî, Hz. Musa'nın dün Kıpti'yi öldürürken takın­dığı öfkeli tavrı yine takındığını görünce onun kendisini öldüre­ceğini sanır. Ve Kıpti'ye sığınarak: «Ey Musa! Dün birini öldürdü­ğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun?» diye karşılık verir. Bu sözü duyan Kıptî kavmine giderek Hz. Musa'nın o öldürülen Kıp­tî'nin katili olduğunu haber verir. Mesele Firavun'a arzedilince, Firavun cellatlarını Hz. Musa'nın arkasına takar. İşte tam bu sı­rada Firavun'un çevresinden ileri gelen bir kimse kavmine karşı çıkarak şehrin üst tarafından Hz. Musa'ya ulaşıp kavminin onun katil olduğunu bildiğini ve kendisine onların ne yapmayı tasarla­dıklarını söyler. Bu da Allah Teâlâ'nın Hz. Musa'yı geçirdiği imti­hanlardan biriydi. O gelen kimse Hz. Musa'ya (a.s) kendini kur­tarmasını nasihat etti. Hz. Musa da bu nasihati tuttu ve Medyen topraklarına doğru giderek Mısır'dan ayrıldı. [11]

 

Medyen Toprakları Ve Hz. Musa'nın Misafirliği

 

Medyen, Akabe körfezinin sahil kenarında bulunan bir ülke­dir. Hicaz'm kuzeyine ve Filistin'in güneyine düşer. Tevrat, Medyen kelimesini «Medyen bin İbrahim» şeklinde ifade eder. Bu ka­bile İbrahim'in oğlu Medyen'in adıyla anılmaktadır.

İmam Taberi'nin Said bin Cübeyr'den rivayet ettiğine göre Mısır'la Medyen arasmda 8 günlük bir mesafe vardır. Hz. Musa Medyen'e gitmeyi tercih etmiştir. Belki de Medyen bin İbrahim ile dedesi İshak bin İbrahim arasındaki yakınlığı gözeterek böyle bir tercihte bulunmuştu. Hz. Musa, Mısır'dan apar topar çıktığın­dan dolayı yanına yol azığı almamıştı. Doğru yolu bulabilme hu­susunda Allah'a tevekkül etmişti. Bu meşakkatli yolculukta kendi­leriyle birlikte yolculuk yapacağı arkadaşlarının bulunduğu biı kervan içinde de değildi. Hz. Musa'nın yemeği ağaç yapraklarıydı. Yalınayak yürüyordu. Öyle ki Medyen'e vardığında ayaklarının de­rileri düştü. Süratli ve sürekli bir yolculuk ona oldukça büyük za­rar vermişti. İbn Abbas, zayıflığını anlatmak için «Medyen suyu-na vardığında baklanın yeşili karnında görünüyordu» demekte­dir.

Hz. Musa, Medyen suyuna vardığmda halkın hayvanlarını su­ladığını görür. Orada iki kız, halkın koyunlarını sulayıp gitmesini istediklerinden, kendi koyunlanyla uzakta Öylece bekliyordu. On­ların bu halini gören Hz. Musa, doğru ve dürüst bir insan oldu­ğundan, kızların uzakta dururken erkeklerin öncelikle hayvanla­rına su vermelerini hazmedemeyip kızlara, koyunlarını niçin sula-madıklarmı sorar. Onlar da «Erkekler koyunlarını suladıktan son­ra ancak biz sulayabiliriz. Çünkü onlardan önce veya beraber su­yu almak istesek, kuvvetli olduklarından ötürü bize mani olur­lar» diye izahatta bulunurlar. Sonra da «Bize sahib çıkacak kimse­miz de yok. Çünkü babamız yaşlı bir ihtiyardır. Ne koyun güde­bilir, ne de su almayı becerebilir» diye eklerler.

Hz. Musa (a.s) onlara yardımcı olur. Öteki çobanlan uzaklaş­tırarak kuyuya varır. Kovalarla su çeker ve onların koyunlarına su verir. O tüm bunları yaparken kimse kendisine mani olamaz.

Zira insanlar daima kuvvetlilerden çekinirler. Müfessirlerden bazı­ları, kuyunun üzerinde ancak bir grub insanın kaldırabileceği bü­yüklükte bir taş bulunduğunu, Hz. Musa'nın ise o taşı tek ba­şına kaldırıp iki kızın koyunlarını suladığını söylemişlerse de bu onların ayetin bildirdiğini dikkate almayışlarından ileri gelmekte­dir. Çünkü ayet açıkça, kuyunun yanında bir grub insanın oldu­ğunu ve hayvanlarına su verdiklerini bildirmektedir. Bu bakım­dan fiilen hayvanlarına su verenler olduğuna göre Hz. Musa'nın taşı kaldırmasına gerek yoktur. Çünkü kuyunun ağzı açık olma­saydı yanında da su verenler olmazdı.

İki kız babalarının yanma vardıklarında, babaları onların er­ken dönüşlerine şaşırır ve bunun nedenini sorar. Onlar da babala­rına, Mısırlı birinin kendilerine yaptığı yardımı anlatarak onun sayesinde erken döndüklerini söylerler. Bunun üzerine babaları, kızlardan birisini Hz. Musa'ya gönderir. Kie, onu suyun yakınla­rında bir yerde bulur. Ve ona utangaç utangaç, «Babam bize yap­mış olduğun iyiliğin karşılığım vermek üzere seni çağırıyor» der. Hz. Musa (a.s) kızla birlikte eve doğru yola çıkar. Kız* Hz. Musa' nın önünde yürüyor, ona yol gösteriyordu. Hz. Musa, bunun üze­rine, kadınların arkasından yürüyemeyeceğini, onun arkadan ge­lip yol göstermesini ister. Zira Hz. Musa sarayda, üstün bir terbi­yeyle, daima bolluk içinde yetişmişti. Ve gururluydu. Ancak bu sefer fazlaca aç olduğundan dolayı yardım olsun diye yaptığı bir işten ücret almak zorunda kalmıştı. İhtiyarın yanına vardığında, ihtiyar onun gelişine sevinir. Hz. Musa'nın açlığı giderildikten son­ra halini sorar ve o da başından geçenleri (Firavun'un yaptıkları­nı, askerlerinin İsrailoğulları'na   zulümlerini,   erkek   çocuklarını kesip kadınları sağ bıraktıklarını ve kendisinin de onlann elinden nasıl kurtulmuş olduğunu v.s.) tek tek anlatır. İhtiyar onu teselli ederek «Korkma, artık zalim bir topluluktan kurtuldun» der.

Bu olaydan sonra Hz. Musa'yı çağırmak üzere daha önce gi­den kız, «Ey baba!» der, «Koyunlarımızı gütmesi için onu ücretle tut. O, ücretle tutacağın kuvvetli ve güvenilir insanların en ha-yırlısıdır.» Müfessirlere göre, «Onun güvenilir ve kuvvetli olduğu­nu nereden biliyorsun?» diye soran babasına, kız, «Kuvvetli, çün­kü koyunlarımıza su verdiğinde onun gibi süratle ve kuvvetle su çeken kimseyi görmedim. Güvenilir, zira yanına gittiğimde benîm bir kadın olduğumu gördüğü halde senin mesajını ona iletene ka­dar bana dönüp bakmadı bile. Sonra da bana, «Arkamdan gelerek bana yol göster» dedi. Bunu ise sadece güvenilir insanlar yapar.» diye cevab verdi. Bu cevab üzerine babanın öfkesi geçer ve kızı­nı doğrular. Ve onun görüşüne katılarak Hz. Musa'ya «Sekiz yıl koyunlarımı gütmen karşılığında kızlarımdan birini sana veririm. Eğer bana iyilik yapmak istersen bu sureyi on seneye tamamlar­sın» der. Hz. Musa da sekiz ila on sene arasında muhayyer olmak kaydıyla bu teklifi kabul eder. işte bu andan itibaren Hz. Musa, ihtiyarın hem damadı, hem de çobanı olmuştur.

Hz. Musa'nın kayınpederinin kimliği ile ilgili birçok görüş ileri sürülmüştür. Müfessirlerin çoğu onun Hz. Şuayb olduğunu söylemektedir ve genelde de böyle şöhret bulmuştur. Bazı müfes-sirler de başka birisi olduğunu söylemektedir. Bu konudaki gö­rüşler özetle şöyledir:

1) Bir gruba göre bahsi geçen iki kızın babası «Yesrun» ad­lı bir zattır ve Hz. Şuayb'm kardeşinin oğludur. İmam Taberi, kızların babasının adı   konusunda   ihtilaf edildiğini,   bazılarının «Yesrun», bazılarının da «Yesri» olduğunu söylediğini naklederek bu konuda üç rivayet zikreder. Bu rivayetlerin ikisinde Hz. Musa' yi kiralayan ihtiyarın adının Yesrun ve Medyen'in sahibi bulundu­ğu bildirilirken üçüncüsünde onun adının Yesri olduğu kayıtlıdır. Her üç rivayette de ne onun Hz. Şuayb, ne de kardeşinin oğlu ol­duğu şeklinde bir kayıt yoktur.

2) Bir gruba göre de Hz. Musa'yı kiralayan ihtiyar Hz. Şu-ayb'tır. Bu hususta İmam Taberi, Kurra bin Halid'e ulaşan bir senedle şu rivayeti nakletmektedir: «Hasan Basri'den dinledim. O, Hz. Musa'nın kayınpederinin adının Şuayb olduğunu ve onun Med-yen suyunun çevresinde oturanların efendisi bulunduğunu söyle­miştir.»  [12] Ancak Hz. Şuayb'm o dönemde söz konusu suyun çevresindekilerin efendisi olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü ger­çekten böyle olsaydı çobanlar onun kızlarının suya ulaşmalarını engelleyemezlerdi.

îbn Kesir de tefsirinde Hasan Basri'nin bu görüşüne dayana­rak iki kızın babalarının Hz. Şuayb olduğunu öne sürer. İbn Kesir, îbn Ebi Hatim'in de bu görüşte olduğunu söyleyerek onun riva­yet ettiği hadisin senedinin Malik bin Enes'e kadar ulaştığını gös­termektedir.

3)  Bir grub müfessir de o ihtiyarın mümin bir kimse oldu­ğunu ve Hz. Şuayb'm kavmine mensub bulunduğunu söylemekte­dir. İbn Kesir bu görüşü de tefsirinde nakleder.

4) Bazı müfessirler Hz. Şuayb'm Hz. Musa döneminden uzun bir süre önce yaşadığını; çünkü onun kavmine, «Lut kavmi sizden uzak değildir» dediğini, Lut kavmi de Hz. İbrahim döneminde he­lak olduğundan Hz. İbrahim ile Hz. Musa arasında uzun bir za­man dilimi (400 seneden daha fazla) olduğunu öne sürmüşlerdir. Bazıları Hz. Şuayb'm uzun bir zaman yaşadığını iddia ettilerse de, bunu çelişkiyi gidermek için söylemişlerdir. Kızların babasının Hz. Şuayb olmadığının kuvvetli delillerinden biri de adının Kur* an'da zikredilmeyişidir. Aksi takdirde adı mutlaka zikredilirdi. Hz. Musa kıssasıyla ilgili olarak Şuayb adının açıkça zikredildiği hadislere gelince, bunların isnadlan sıhhatli değildir.

Bu görüşlerden bazıları birbirlerine yakın, bazıları da uzak­tır. Ancak hiç birisi diğerlerinden daha kuvvetli değildir. Zira hiç biri ne bir ayet, ne de sarih bir hadisle desteklenmiştir. Ben (Ab-dulvahhab Neccar) o ihtiyarın Hz. Şuayb olduğunu ifade edece­ğim bir sırada El-Maarri «Zaman uzasa da Ölülere zulmetmeyiniz. Ben sizlerin böyle bir zulme ulaşmanızdan korkuyorum» şürini okumuştur. Bu yüzden Hz. Şuayb'ın kıyamet gününde yakasına yapışarak, «Ey Rabbim! Şu kuluna Musa'yı icarla tutan ihtiyarîn adı Şuayb'tır, diye niçin söylediğini bir sor! Oysa ben o kimse de­ğilim ve Musa döneminde de yaşamadım» demesinden korktum. Elimde hiçbir hüccet ve delil yoktur. «Onun adı Şuayb'tır)} deme­nin ise Allah adına uydurmuş olduğum bir iftira olacağını anla­dım. Oysa Allah, «Bilgin olmayan şeyin ardına düşme» (İsra: 36) demektedir. Binaenaleyh bu husustaki ilmi Allah'a havale ediyo­ruz. Zira o kimsenin hem Hz. Şuayb olması veya hem kardeşinin oğlu hem de Medyenliler'den salih bir insan olması ihtimal dahi­lindedir.

5) îmam Taberi ve İbn Kesir'in zikrettiği bir başka görüş daha vardır ki, o da bu yaşlı kimsenin adı hususunda susmanın icab ettiğinin öne sürülmesidir.[13]

Hz. Musa, kayınpederiyle arasında kararlaştırılan süre dol­duktan sonra Mısır'a dönmek ister. Kayınpederi de o yılın kuzu­larının tümünü ona verir.

Tevrat, Hz. Musa'nın Rabbinin emriyle îsrailoğullan'nı köle­lik zilletinden kurtarmak için Mısır'a döndüğünü söylemektedir. Mealim'ut-Tenzü'de de Hz. Musa'nın çobanlık suresini bitirdikten sonra 10 sene daha Medyen'de oturduğu söyleniyorsa da en doğ­rusu meseleyi Allah'a havale etmektir.

Tevrat'a göre Hz. Musa'nın Cürştin adlı bir oğlan çocuğu dün­yaya gelir. Cürşün «garib» demektir. Yani doğumunun garib bir Ülkede olduğu anlatılmak istenmektedir.

Hz. Musa Ca.s) beraberinde hanımı da olduğu halde koyunla­rını otlata otlata Mısır'a doğru giderken soğuk bir gecede yolunu şaşırır. Ateş yakmak ister ve bunun için çakmağını çıkarır ama bir türlü tutuşturmaya muvaffak olamaz. Tam bu sırada uzakta bir ateş görür. Ailesine, «Durun! Bir ateş gördüm. Umulur ki ora­dan size bir kor getiririm veya ateşin yanında yol gösteren birini bulurum» der.

Anlaşıldığına göre, bu hadise, Medyen'den uzakta, Sina çölün­de vuku bulmuştur. Musa, ateşin yanına yaklaştığında ateşi «alik» ağacında bulur. Ateş sönmüyordu, alik de yanmıyordu. Yolu sora­bileceği kimseyi de bulamamıştı. İşte tam bu esnada ateşin orta­sından bir ses işitti. O ses şöyle diyordu: «Ey Musa! Kuşkusuz ben Âlemlerin Rabbi olan Allahım.» Aynı ses, Hz. Musa'dan, ayak­kabılarını çıkarmasını, zira Mukaddes Tuva vadisinde olduğunu söyledi. (Bir hadiste Hz. Musa'nın ayakkabısının merkeb derisin­den yapıldığı belirtilmektedir.)

Rivayetlerde Hz. Musa'nın ateşe yaklaştıkça ateşin kaçtığı, korkup dönmek istediğinde ise ağaçtan kendisine seslenildiği nak­ledilmektedir. Ayakkabılarını çıkardıktan sonra Allah Teâlâ kendi­sine «Sağ elindeki nedir?» diye sorduğunda Hz. Musa, «O benim asam'dır. Ona dayanır, onunla koyunlarıma yedirmek için ağaç sil-kerim. Onda benim için birçok yararlar bulunur» der. Allah Teâlâ, «Ey Musa! Asam yere at» der. Ve Hz. Musa asasını yere atar at­maz, asa, hareket eden bir ejderha şekline dönüşür, iki çatallı dili, başındaki kabartmaları ibiği olur. Hareket ediyordu ve dişleri vardı. Allah'ın dilediği bir hal almıştı. Hz. Musa (a.s) bu korkunç durumu görünce arkasını dönerek koşmaya yeltendi. Arkasına bi­le bakmak istemiyordu. Allah Teaâlâ, «Ey Musa! Dön. Korkma, onu tekrar eski haline çevireceğiz» diye ona seslendi. Musa geri döndüğünde Allah, «Asam yerden al. Korkma. Elini onun ağsına sok» diye yeniden seslendi. Sırtındaki yünden cübbenin kolunu eline sararak elini asanın (ejderhanın) ağzına sokmak istediğin de, nida edilerek, «Cübbeyi elinden uzaklaştır» denildi. O da bu sefer elini ejderhanın çenesi arasına sokacağı sırada bir de bak­tı ki tuttuğu şey kendi asasıdır ve eli bastonunun kıvrımı üzerin­dedir. Hatta bastondaki kabartmalar da öylece yerinde durmak­tadır.

Daha sonra Cenab-ı Allah, «Elini koynuna sok» dedi. Eli le­kesiz, bembeyaz çıktı. Hz. Musa uzun boylu, büyük burunlu, kı­vırcık saçlıydı. Elini koynuna soktuktan sonra onu kar gibi bem­beyaz olarak çıkardı. Yeniden koynuna sokup çıkardığında eski haline gelmişti. Bunun üzerine Allah Teâlâ, «İşte bunlar Rabbin-den iki delildir. Firavun ve kavminin ileri gelenlerine git. Çünkü onlar fasık bir kavimdirler.» dedi. Hz. Musa (a.s), «Ya Rabbi! Ben onlardan birini öldürdüm. Beni öldürmelerinden korkuyo­rum. Kardeşim Harun'u da yardımcım ve destekleyici olarak be­nimle gönder. O, dil bakımından benden daha fasihtir.» diye yal­vardı. Yani konuştuğumu açıklamak üzere Harun'u da gönder. Çünkü benim anlatamadıklarımı Harun onlara daha iyi anlatabi­lir. Bu dileğine karşılık Allah Teâlâ «Senin pazunu kardeşinle kuv. vetlendireceğiz. İkinize de öyle bir güç vereceğiz ki onlar size do­kunamayacaklardır. İkiniz de, size uyanlar da bizim ayetlerimizle galip geleceksiniz.» (Kasas : 35) diye buyurdu.

Süddi'nin rivayet ettiğine göre Hz. Musa (a.s) ailesinin yanı­na gelir. Onları alıp Mısır'a doğru gider. Ve geceleyin Mısır'a va­rır. Annesine misafir olur. Annesi onu tanıyamamıştı. Onlara çor­ba içirir, evin bir tarafına otururlar. Hz. Harun eve geldiğinde mi­safirleri görür ve kim olduklarını sorar. Annesi, bilinmeyen kim­seler olduklarını söyleyince, Hz. Harun misafirini davet eder ve kim olduğunu sorar. Misafirinin «Ben Musa'yım» diye cevab ver­mesi üzerine iki kardeş birbirine sarılırlar. Hz. Musa (a.s), kar­deşine, «Nübüvvette ortağım, Allah'ın delilleriyle tebliğde yardım-cimsin» der ve Hz. Harun da Allah'ın emrine tabi olur.

Bazı müfessirlere göre, anneleri, Firavunun onları öldürmesinden korktuğu için gitmelerine mani olur. Fakat onlar Allah'ın emri olduğu için annelerini dinlemezler.

Bazı müfessirlere göre, onlar izin isteyip Firavun'un huzuru­na girerlerken, bazılarına göre de Firavun'un kapısında iki sene bekledikten sonra, ancak fırsat bulup içeri girebilmişlerdir. Şöyle ki: «Palyaçosu Firavun'un huzuruna girerek «Dışarıda bir deli var. Firavundan başka bir mabudu olduğunu söylüyor» demiş ve bu söz Firavun'un, Hz. Musa ile Hz. Harun'u huzuruna çağırma­sına sebeb olmuş.» Ancak bunların hiç birinden Kur'an'da bahse-dilmemektedir. Kur'an'da sadece ikisinin Firavun'a gittikleri, Allah' in emirlerini onlara tebliğ ettikleri, Allah'a kulluk etmeleri için îs-railoğulları'nı kendileriyle göndermesini Firavun'dan taleb ettik­leri sözkonusu edilmektedir. Tevrat'ta «Milletimi bırak ki çöle dönsünler. Ben Allah tarafından gerçeklerden başkasını söylemi­yorum. İsrailoğullarını benimle beraber gönderesin diye ben mu­cizelerle peygamber olarak gönderildim» denmektedir.

Böylece Hz. Musa (a.s), Firavun'un İsrailoğulları'na engel ol­mayı kendisiyle birlikte çöle gitmelerine izin vermesini bir nimet olarak telakki etti. Nitekim Hz. Musa'nın Firavun'a hitab ederken dilindeki lütuf ve yumuşaklık bunu gösteriyor. Tıpkı, «Ona yumu­şak söz söyleyin. Umulur ki hatırlar veya korkar. >: (Taha : 44) ayetinde emredildiği gibi.

Hz. Musa (a.s) Firavun'un huzuruna girdikten sonra, Hz. Ha­run'un yardımıyla (tercümanlığıyla) görevini ifa eder ve bunun üzerine Firavun, Hz. Musa'ya şunları söyler: ({Unutma ki sen Fi­ravun'un sarayında büyüdün. Ömrünün kaç senesini Firavun aile­sinin içinde geçirdin. Onlara karşı sevgini hâlâ muhafaza etmeni, Firavun ve ailesini kızdıracak şeylerden uzak durmanı temenni ederim.» Yani «Onlarca bilinmeyen bir inanca sahib olmamak, Firavun ve onun izin verdiklerinin dışındakilere kulluk yapma akidesini yaymamak ve herkes gibi sen de Firavun'a kulluk etmek için koşmalısın.» Firavun tüm bunları söyledikten sonra Hz. Mu­sa'nın Öldürdüğü Kıptî meselesi aklına gelir ve onu nasıl öldürdü­ğünü, sonra nasıl kaçtığını hatırlar. Suçlu bir insan suçundan da­ha büyük bir suç işlememelidir. Oysa Musa, insanları Firavun'un mabudlannı terketmeye, onu kutsamaktan vazgeçmeye, Firavun'a kulluk etmekten kaçınmaya çağırıyordu. Bu itirazları dinleyen Hz. Musa (a.s), son olarak şunları söyledi: «Sizden korktuğum için aranızdan kaçmıştım. Sonra da Rabbim bana hüküm ve hikmet verdi. Ve beni peygamberlerden kıldı.» (Şuara: 21) Firavun ile Hz. Musa arasındaki bu muhavereyi Kur'an bildirirken bu konu­da Tevrat sükût etmektedir. [14]

 

Hz. Musa İle Firavun Arasındaki Tartışma

 

Hz. Musa tebliğ görevini yerine getirip Firavun'a «İsrailoğul-lannı bırak, çölde Rablerine ibadet etsinler» dedikten sonra Fi­ravunla aralarında onu Rab'lıktan uzaklaştırmaya matuf konuş­malar oldu. Bunun üzerine Firavun, Hz. Musa'ya Âlemlerin Rabbi' nin kim olduğunu sorar. Hz. Musa, «Gökleri ve yeri ve ikisi ara-sındakileri yaratan, onları yoktan vareden Allah'tır» diye cevab ve­rir. Firavun, çevresindeki ileri gelenlere şaşkın şaşkın bakarak, «Bunun ne dediğini duydunuz mu?» der. Hz. Musa (a.s), «Sizin de Rabbiniz, atalarınızın da, âlemlerin de» sözleriyle devam eder. Yani, daha Firavun yokken, halk ona tapmıyorken, Allah, o zaman da tüm insanların Rahibiydi. Firavun bu sefer çevresindeki ileri gelen devlet ricaline, «Şüphesiz size gönderilen peygamberiniz de­lidir. Zira bize bilmediğimiz, ikrar etmediğimiz bir şey getirmiş­tir» der. Hz. Musa yine konuşmasına devam ederek «O, Âlemle­rin Rabbi'dir. Doğu'nun, batının ve her ikisi arasında bulunanla­rın da Rabbidir. Umulur ki akıl erdirir, düşünürsünüz» der.

Hz. Musa ile Hz. Harun', Firavun'un hâlâ içinde bulunduğu dalalette ısrar ettiğini, ilahlık davasında bulunup kendilerini ya­lanladığını görünce ona şunu söylediler: «Kuşkusuz bize, azabın yalanlayan ve yüz çevirip Hak'tan uzaklaşan kimselerin üzerine olacağı vahyedilmiştir.»

Firavun onlara Rablerinin kim olduğunu sorunca da Hz. Mu­sa (a.s); «Rabbimiz her şeye yaratılışım veren, sonra da doğru yolu gösterendir. İnsanlara aklı veren, her şeyi insanların emrine boyun eğdiren, insanları yeryüzünde halifeler kılan, yeryüzünün hayırlarım ve üzerindeki hayvanları onlara musahhar kılan, inşam kendine halife yapan ve tüm bunları yararlarına olacak şekilde kullanmayı insanlara öğretendir» diye cevab verdi.

Firavun bu sefer atalarının durumunu sordu. Hz. Musa (a.s), «Bunun bilgisi Rabbimin katındaki bir kitabtadır. Benim Rabbım şaşırmaz ve unutmaz. O, yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı. On­da sizin için yollar döşedi ve gökten de su indirdi. Böylelikle bu­nunla her türlü bitkiden çiftler çıkardı. Yeyin ve hayvanlarınızı da otlatın diye. Kuşkusuz.ki bunda akıl sahibleri için elbette (dü­şünecek) işaretler vardır. Sizi ondan yarattık, yine oraya döndü­receğiz ve bir kez daha ordan çıkaracağız» (Taha : 52-55) diye ce­vab verdi. Bunun üzerine Firavun, Allah'ı inkâr edip ilahlık iddia­sında bulundu ve göklere çıkıp Musa'nın Rabbini görebilmek için bir köşk yapılmasını emretti.

Hz. Musa'nın (a.s) ısrarla Firavun'u Allah'a imana çağırıp halkın gözü Önünde gururunu kırmak ve mevkiini düşürmek üze­re yaptığı tebliğ karşısında, o, Hz. Musa'nın kendisini imana çağır­makta olduğu Allah'ı tanımıyormuşcasına, «Gelecekte Musa'nın ilahına yükselmek ve onunla aramızdaki hesabı görebilmek için bir köşk (gökdelen) inşa ettireceğim» diye mukabelede bulunur. Firavun, Hz. Musa'nın göklerin ve yerin Rabbine iman etmesin­den, Allah'ın gökte olduğu sonucunu çıkarmış ve bu sebeble Allah ile arasındaki hesabı görmek için göğe çıkacağını söylemiştir. Böy­lelikle çevresindekilere göklere çıkmaya gücünün yeteceği imajını vermek istemişti. Hemen tuğlaları hazırlayarak bir köşk (gökdelen) yapması için veziri Haman'a bir emirname yazdırdı ki o köş­kün üzerine çıkarak Musa'nın Rabbini bulabilsin. Arkasından, da şu sözleri ekledi: «Sanıyorum ki Musa, Firavun'dan başka bir ilah edinmek hususunda yalan söylemektedir.»

Elbette Firavun kendini göklere çıkaracak bir binanın yapı­lamayacağını bilmeyecek kadar cahil değildi. Fakat ne var ki, o, bu sözü çevresindekileri kandırmak, onların zihnine «Firavun ilahlık tahtından düşüyor» fikrini sokmamak için söylemiş olabi­lir. Böylelikle {{Musa'nın Rabbi» gerçekten gökteyse onunla hesab-laşabileceğini göstermiş olacaktı. İşte bu yüzden veziri Haman'a böyle bir emir vermiştir. Firavun'un kavmi onun yalancı olduğunu biliyordu ama korkudan dolayı hiç kimse bunu söylemeye ve onu yalanlamaya cesaret edemiyordu.

Haman'ın, Firavun'un bu emrini yerine getirip getirmediğin­den, binanın yüksekliğinin ne kadar olduğundan, en son hangi saf­haya ulaştığından vesaire, Kur'an hiçbir şekilde bahsetmemekte-dir. Tevrat'ta da, işaret yoluyla olsa da, bir bilgi yoktur. Ancak buna rağmen bazı müfessirler Haman'ın Firavun için bir köşk ya­pıp onu yükselebileceği en son sınıra kadar yükselttiğini, sonra Firavunun bu binaya çıkarak semaya bir ok fırlattığını ve attığı okun kanlanmış olarak geri döndüğünü, bunun üzerine Firavun' un da «Musa'nın Rabbini öldürdüm» dediğini nakletmektedir.

Haman'ın kim olduğu, mevkii, adının özel bir isim mi yoksa görevi dolayısıyla kazandığı bir lakab mı olduğu hususunda bir bilgimiz yok. Ancak tahminime göre Haman, Firavun'a bayındırlık bakanlığı yapıyordu. [15]

 

Hz. Musa'nın Mucizeleri: Âsa Ve Yed-İ Beyza   

 

 Firavun, Hz. Musa ile Hz. Harun'un bir tek Allah'a kulluk etmekten vazgeçmediklerini, kendi ilahliğını onaylamaya yanaşma­dıklarını görünce Hz. Musa'dan doğru olduğuna dair bir mucize göstermesini istedi. Hz. Musa da elindeki asayı yere attı ve asa gerçek bir ejderha oluverip hareket etmeye başladı. Elini koynuna sokup çıkardı ve onun bembeyaz kesildiğini hayretle müşahede ettiler. Firavun ve kavminin ileri gelenleri bunu görünce bu yapı­lanların Hz. Musa'nın bir göz boyaması olduğuna hamlederek bu­nun bir sihir olduğunu söylemişlerdir. Aralarında müzakerelerde bulunarak en sonunda Hz. Musa'nın bilgin bir sihirbaz olduğuna karar verdüer ve amacının aslında kendilerini Mısır'dan çıkarmak olduğu sonucuna vardılar. Bunun üzerine Hz. Musa ile kardeşinin bekletilmesi ve Mısır'ın çeşitli yörelerindeki sihirbazların getirile­rek onların da Hz. Musa gibiC!) sihirbazlık gösterilerinde bulun­maları kararında ittifak ettiler. Firavun hemen kasabalara, köy­lere ve şehirlere haberciler göndererek sihirbazları çağırttı. O dö­nem Mısır toplumunda sihrin Önemli bir yeri vardı. Öyle ki sihir­bazlar, idarecilerin, yöneticilerin yanına gider ve sihirbazlık gös­terilerinde bulunarak para alırlardı.

Haberciler en sonunda sihirbazlardan oluşan büyük bir kit­leyi Mısır'da topladılar. Gelenler güçlerine güveniyor, herkesi çok etkileyeceklerine inanıyorlardı. «Şayet gaîib gelirsek muhakkak bi­ze bir mükâfat var değil mi?» (A'raf : 113) şeklinde Firavun'dan istekte bulundular. Firavun da onlara, büyük bir mükâfat va'de-derek kazandıkları takdirde yakınlarından olacaklarını söyledi. Çünkü Firavun'a hizmet herhangi bir ücretle değil karşılıksız yapı­lıyordu.

Sihirbazlar Hz. Musa'ya «Önce sen mi yoksa biz mi başlaya­lım?» diye sordular. Tüm halk oradaydı. O gün Nü'in taşma gü­nüydü ve Mısırlılar'ın en büyük bayramıydı. Hz. Musa sihirbazla­ra «Atacağınızı atın» dedi. Onlar ellerindeki bastonları, ipleri yere atar atmaz etraf yılan ve ejderhalarla doldu. Öyle ki Hz. Musa bile bir an gerçekten onların hareket ettiğini sandı. Firavun ve adamları bu manzara karşısında çok sevinerek sihirbazların mu­vaffak olduklarına kesin bir şekilde inandılar. «Musa bundan da­ha büyük bir sihir yapamaz. Onun elinde sadece bir asa bulunu­yor. Yılan olsa bile bir tane olur. Bunca yılan arasında bir yılanın ne önemi olabilir ki?» diye düşündüler. Hz. Musa gördüğü manza-ra karşısında bir an korkuya kapılınca Allah Teâlâ ona asasını ye­re atmasını söyledi ve asa hareket eden bir ejderha olarak sihir­bazların yılanlarını yutmaya başladı. Böylece hak yerine gelirken sihirbazların hileleri bâtıl oldu.

Firavun ve ileri gelenleri dehşete düşmüşlerdi. Sihirbazlar da bunun bir sihir olmadığını, ilâhî bir kuvvetin ancak bu gücü gös­terebileceğini anlamışlardı.  Hemen  secdeye  kapanarak  Musa ve Harun'un Rabbine iman ettiler. Böylece Allah'ı, Firavun'dan ge­lecek mükâfata tercih etmiş oldular. Firavun'un ceza tehdidine de aldırmadılar. Firavun ise Hz. Musa'yı aciz bırakamayacağını anlayınca çaresizliğini kapatmak için «Kuşkusuz ki Musa, size si­hir öğreten büyüğünüzdür. Bu yüzden sizden daha kuvvetli bir topluluk içinde onun sihri sizinkine galebe çaldı» dedi. Oysa Fira­vun, Hz. Musa'nın bu sihirbazları tanımadığını ve daha önce de bunlarla bir araya gelmemiş olduğunu, uzun bir süre Medyen'de kaldığını ve sihirle hiçbir ilgisi bulunmadığını gayet iyi biliyordu. Ancak yenilen insanlar hep bu şekilde davranagelmişlerdir.

Firavun, olanca gücüyle Hz. Musa'yı davasından vazgeçirmeye uğraşmışsa da bunu başaramadı. Onlara saldırmak için hangi ka-pıyı açmış olsa, Hz. Musa, mücadelenin seyrini başka bir noktaya getiriyordu. Mesela O, «Şayet benden başka bir ilah edinirsen seni mutlaka hapsedilenlerden kılarım» deyince, Hz. Musa da «Açık bir delil getirsem de mi?» diye mukabelede bulunuyordu. Hz. Mu­sa hiçbir fırsatı kaçırmaksızın, her zaman, Firavun'u, başkalarının yanında Allah'a iman etmeye çağırırdı. Mesela Firavun ve ileri gelen devlet ricali onu sihirbazlıkla itham ettiğinde Hz. Musa on­lara «Azaba uğrayasıcakır! Yalan yere Allah'a iftira atmayin ki Allah sizi azabıyla helak etmesin. İftira eden kimseler mutlaka hüs­ran olurlar» diye karşılık vermişti.

Tüm bu olayların sonunda İsrailoğulları'ndan bir grub Hz, Musa'ya (a.s) iman etmiştir. Ancak bu kimseler Firavun'dan ve İsrailoğulları'nm ileri gelenlerinden korkuyorlar, kendilerine bir kötülük yapılmasından endişe ediyorlardı. Zira Firavun azgın ve yaptıklarına aldırmayan diktatörün biriydi. Bu kimselerin genç bir nesil olduğu, Allak Teâlâ'nm «Musa'ya kavminden bir nesil iman etti» diye buyurmasından anlaşılmaktadır. Hz. Musa (a.s), Fira­vun ve kavminin ileri gelenlerinin azgınlığının ve iman etmeyişle­rinin nedeninin, ellerindeki mal varlığı ve dünya lezzetleri olduğu­nu biliyordu. Sırf bu yüzden kalbleri katılaşmış ve bu nimetin sü­rekli ellerinde kalacağını sanmışlardı. Her türlü öğüte kulak asmı­yor. Hz. Musa'nın kendilerini doğru yola iletme çabalarını önem­semiyorlardı. Böylece Hz. Musa, onlara tebliğ yolunda çektiği çile sonunda «Allah hidayetlerinin yolunu kapatsın, ellerindeki serve­ti azaltsın, kalblerini mühürlesin, onları hidayetten uzaklaştır sın» diye beddua etmek zorunda kaldı. Allah Teâlâ da onun bu duasını kabul etti.

Firavun'a karşı sürdürdüğü mücadele bir yarar sağlamayın­ca Allah Teâlâ bu sefer ona, Mısır'da, İsrailoğulları için mescidler inşa etmesini, oralarda sadece Allah'a kulluk edilmesini emretti.

«Musa'ya ve kardeşine: «Kavminiz için Mısır'da evler hazırla­yın ve evlerinizi karşılıklı kurun. Namaz kılın ve müminleri müj­deleyin» diye vahyettik. Musa: «Rabbimiz» dedi. «Sen Firavun'a ve adamlarına dünyada süsler ve nice mallar verdin. Rabbimiz! İn­sanları senin yolundan saptırsınlar diye mi? Rabbimiz! Onların mallarını yoket, kalblerini sık ki acı azabı görünceye kadar inan­masınlar! Allah: 'Duanız kabul olundu' dedi. Doğru olun, bilgisiz­lerin yoluna uymayın.» (Yunus : 87-89)

Firavun ve kavmi ise küfür üzerinde kalmakta ısrar ettiler. Firavun, Hz. Musa'nın getirdiği mucizeleri görmüş olmasına rağ­men inad ve küfrüne devam etti. Kavmi, Firavun'a, «Musa ve kav­minin yeryüzünde fenalık yapmalarına, kendilerine verilen işleri yerine getirmeyip seni ve putlarını bırakarak başkasına ibadet et­melerine göz mü yumacaksın?» diyerek onu kışkırttı. Firavun, kavminin endişelerini gidermek amacıyla Musa'nın kavminin er­keklerini öldürüp kız çocuklarını diri bırakacağına yemin etti. Son­ra da hemen yemininin icrasına başladı. îsraüoğulları ise bu baş­larına gelenden dolayı Hz. Musa'ya şikâyette bulundular. Hz. Mu­sa (a.s) onlara, bu belâ karşısında sabretmelerini tavsiye ederek «Allah'tan bu belayı göğüsleyebilecek şekilde yardım isteyin. Bu güzel sonuç size verilecektir» diye va'dda bulundu. Ancak onun bu sözleri İsrailoğulları'nın gözyaşlarını dindirmeye yetmeyince, on­lar da «Sen bize gelmezden evvel de geldikten sonra da hep eziyete maruz kaldık» dediler. Buna karşılık Hz. Musa (a.s) onlara yine düşmanlarının helak olacağına, darlıktan genişliğe çıkacaklarına, yeryüzünde Allah'ın halifesi olacaklarına dair va'dde bulundu.

Mısırlılardın dinini değiştirmemesi, Israiloğulları'nı Mısırlılar'a karşı kışkırtmaması için Firavun, Hz. Musa'nın Rabbine meydan okuyarak, onu helak etmeye kalkıştığında hesab gününe iman et­meyen bu diktatörün şerrinden Hz. Musa, Allah'a sığındı. İşte bu hadiseyi gözönüne seren ayetler:

«Andolsun ki biz Musa'yı ayetlerimizle ve apaçık bir delille gönderdik. Firavun, Haman ve Karun şöyle dediler: «Bu yalancı bir büyücüdür.» (Musa) onlara katımızdan gerçeği getirince yine: «Onunla beraber inananların oğullarını öldürün. Kızlarını sağ bı­rakın.» dediler. Ancak kâfirlerin tuzağı hep boş çıkar. Firavun de­di ki: «Bırakın, Musa'yı öldüreyim de Rabbine yalvarsın. Çünkü ben onun dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.» Hz. Musa: «Ben hesab gününe inan­mayan her kibirliden benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz (olan Allahja sığındım» dedi.» (Mümin: 23-27)[16]

 

Firavunun Hz. Musa'yı Öldürme Planları

 

Firavun ve ileri gelenlerinin Hz. Musa'yı öldürmek için karar aldıkları bir toplantıda, (Her yerde muhakkak hakkı savu­nan biri olacağından), içlerinden biri kalkarak Hz. Musa'yı savu­nur ve bu konuda büyük ve başarılı bir imtihan geçirir. «Rabbim Allah'tır diyen birini nasıl öldürürsünüz?» diyerek Firavun ve çev­resindekileri uyarır. Çünkü bir insan sırf «Rabbim Allah'tır» dedi­ği için öldürülemez. Hele bir de bu kimsenin yanında doğru oldu­ğunu tasdik eden delilleri de bulunuyorsa... İşte bu husus Allah Teâlâ tarafından şöyle ifade edilmiştir:

«Firavun ailesinden imanını gizleyen mümin bir kimse şöyle dedi: <(Rabbim Allah'tır dediği için mi bir kimseyi öldürüyorsunuz? Oysa o size Rabbinizden mucizeler getirmiştir. Eğer yalancı ise ya-lanı kendi zarannadır. Fakat doğru söylüyorsa size va'dettikleri-nin (hiç olmazsa) bir kısmı başınıza gelir. Kuşkusuz Allah, aşırı giden, yalancı olan kimseyi doğru yola iletmez. Ey kavmim,! Bu­gün mülk sizindir. Bu yerde siz lıakimsiniz. Ancak Allah'ın hışmı bize gelirse kim bizi onun hışmından kurtarır?» Firavun: «Ben size sadece gördüğümü gösteriyorum ve ancak ben sizi doğru yo­la götürürüm» dedi. Mümin kişi: Ey kavmim! Ben üzerinize (ön­ceki) toplulukların günü gibi bir günün gelmesinden korkuyo­rum (...) dedi.» (Mümin: 28-30)

Firavun, Hz. Musa'yı (a.s) hafife alarak Mısır'ın hükümdarı olmakla ve servetiyle Öğünüyordu. Öyle ki «Halkın en yüce Rabbi benim» diyerek azgınlığım ifrata vardırıyor, her ilahın kendisin­den daha aşağı olduğunu iddia ediyordu.

Hz. Musa (a.s), Firavun'un sihirbazlarım yendiğinde sihirbaz­lar Firavunun vereceği dünyevî azaba aldırış etmeksizin Hz. Mu­sa'nın Rabbine iman etmişlerdi. Hz. Musa da sürekli olarak Fira-vun'u iman etmeye çağırmış, İsrailoğulları'nı serbest bırakmasını istemişti. Ama her defasında Firavun, onun teklifini reddederek büyük bir insanın onun davetine icabet edip te dinine girmesini hoş karşılamıyordu. Öyle ki tüm saltanat ve azametine, zenginlik ve servetine rağmen Hz. Musa'ya tabi olmak ona bir zülmüş gibi geliyordu. Nitekim Kur'an bu olayı şöyle dile getirir:

«Firavun, kavmi içinde bağırarak: «Ey kavmim! Mısır'ın mül­kü ve şu altımdan akıp gitmekte olan ırmaklar benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz? Yoksa ben şu hakirle (aşağı sınıftan Ur zavallı) ve neredeyse sözü açıklama (yeteneğinden) dan yok­sun olan kimseden daha hayırlı değil miyim? (Bu söyledikleri eğer doğru ise) üzerine altından bilezikler atılmalı ya da yanında (onun­la birlikte) melekler gelmeli değil miydi?» Bu şekilde kavmini kü-çümsedi. Onlar da ona itaat ettiler. Gerçekten onlar fasık bir ka­vimdi. Sonunda bizi öfkelendirdiler. Biz de onlardan öç. aldık. On­ları topluca suda boğduk.» (Zuhruf : 51-55) [17]

 

Hz. Musa'nın Diğer Mucizeleri

 

Firavun haksız olarak Musa karşısında büyüklenip Allah'ın emrine karşı gelerek Hz. Musa'yı yalanlamaya ve İsrailoğulları'na azab etmeye başladığında, Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya, Firavun ve kavmine bu yalanlamalarına ve Israiloğullannı serbest bırakma­malarına karşılık onlara ceza vereceğini ilan etmesini emretti. On­lara va'dedilen azab geldikçe Hz. Musa'ya: «Rabbine yalvar, bu azabı kaldırsın (ne olur!). Seninle İsrailoğulları'nı bırakacağız» diyorlardı. Ancak Allah Teâlâ'nm azabı kaldırmasının her defasın­da eski zulümlerine yine başlarlar, sözlerini tutmazlar ve va'dedi-leni yerine getirmezlerdi. Bu durum, en büyük mucize vuku bu­larak onlar denizde boğulup İsrailoğulları kurtuluncaya değin sür­dü.

Bu mucizeler şunlardır:

1) Kıtlık oldu. Nil'in sulan çekildiğinden topraklar sulana­madı ve bu yüzden her yer kurudu.

2) Ürünler azaldı.

3) (Tufan) sel geldi. Müfessirler bu tufanın nasıl koptuğu konusunda bir bilgi vermemişlerdir. Nil suyunun topraklan basıp gerekenden fazla arazilerin üzerinde kaldığı mı, yoksa şiddetli bir yağmurun mu ekinleri sular altında bıraktığı belli değildir.

4 Çekirge sürüleri her yeri kapladı. Mısır'ın her yanı bu çe­kirge sürüleri tarafından istila edildi. Ekinleri köklerine kadar yediler ve tüm ekin mahvoldu.

5) Kımıl felaketi geldi. Öyle ki, kımıl, uykularını kaçırarak onları yorgun ve bitkin düşürmüştür. Kadı Beyzavi, Kimil'm ke-ne'nin büyüğü olduğu hususunda bir rivayet nakletmiştir. Başka bir rivayette ise Kımıl'ın, kanatları bitmeden önceki kene'nin kü­çükleri olduğu söylenmektedir. Kamusta ise kımıl, karıncanın kü­çüğü yani kanatsız karıncalar veya kırmızı kanatlı küçük kurt­çuklar şeklinde tarif ediliyor. Çekirge gibi yenilemediği ve çok pis kokulu olduğu belirtilmektedir.

6) Kurbağalar musallat kılındı. Bazı müfessirlere göre Kur­bağalar öyle çoğalmıştır ki Mısırlılar pislik içine gömülmüşlerdi. Öyle ki, kurbağalar yemeklerine, yataklarına düşüyor, elbiselerine giriyorlardı.

7) Kan felaketi. Bütün sular kana dönüşmüştü. Bazı müfes­sirler bunu Allah'ın onlara burun kanama hastalığını musallat kılmış olması şeklinde yorumlamaktadırlar.

8) Malların heder olması.

9) Hz. Musa'nın elinin bembeyaz kesilmesi. O, elini koynuna sokar, sonra da elinde hiç leke olmaksızın bembeyaz çıkarırdı.

Mucizeleri bundan daha farklı sayan müfessirler de vardır. Mesela bazıları denizin yarılmasını, bazıları taştan su fırkırmasının bu dokuz mucizeden biri olarak sayarlar. Ancak denizin yarılma­sının bu mucizelerin vuku bulmasından sonra olduğu bilinmekte­dir. Keza taştan su fışkırması da Firavun ve kavminin helakinden sonra olduğu açıkça ortadadır. Dolayısıyla bu iki mucizenin Fira­vun ve kavmi için gönderilen mucizelerden olması doğru olamaz.

«Andolsun biz Musa'ya apaçık dokuz ayet (mucize) vermiş­tik» (îsra : 101).ayetinin yorumunda Kadı Beyzavi, bu dokuz mu­cizeyi şöyle sıralamaktadır: Asa, yed-i beyza, çekirge, bit, kurbağa, kan, suyun taştan fışkırması, denizin yarılması, Tur dağının İs-railoğulları'nm üzerine kaldırılması.

Bazı müfessirler de mucize olarak taştan su fışkırması, de­nizin yarılması ve Tur dağının kaldırılması yerine sel, kıtlık ve ürünlerin azalmasını saymışlardır.

Safvan'dan rivayet edildiğine göre, bir yahudi Hz. Peygamber'e bu dokuz ayeti (mucizeyi) sorduğunda, O şöyle cevab vermiştir: «D Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayın, 2) Hırsızlık yapmayın, 3) Zina etmeyin, 4) Allah'ın haram kıldığı bir nefsi öldürmeyin, 5) Si­hir yapmayın, 6) Faiz yemeyin, 7) Suçsuz bir insanı öldürsün diye bir yöneticiye şikayet etmeyin, 8) Namuslu kadınlara iftira at­mayın, 9) Savaş meydanından kaçmayın. Özellikle siz yahudiler cumartesi gününde hududu aşmayın.» Bunun üzerine yahudi Hz. Peygamber'in el ve ayaklarına sarılmıştır. Bu hadisten anlaşıldı­ğına göre, bu dokuz ayetle kastedilen, tüm şeriatlarda sabit olan ve tüm insanlar için geçerli bulunan genel hükümlerdir. (Bu ko­nuyla ilgili olarak bkz: A'raf: 131-135, İsra : 101-102, Tana: 59, Nemi: 13-14, Kasas : 37, Zuhruf : 46-50, Kamer : 42, Naziat: 20 -21) [18]

 

İsrailoğullarının Mısır'dan Çıkışı

 

Hz.    Musa    (a.s)     Israiloğulları'm    Mısır    topraklarından Filistin'e doğru yola çıkarmıştır. Bu çıkışın Firavun'un verdiği emir doğrultusunda mı, yoksa dokuz ayetin gelmesi sonrasında vermek zorunda kaldığı izin doğrultusunda mı olduğu meselesi açık de­ğildir. Tevrat'a göre bu çıkış Firavun'un emri sonucunda vuku bul­muştur. Böylelikle Firavun, onları göndermekle kendisini ve kav­mini Allah'tan gelen azabtan koruyacağını düşünmüştür. Yani Al­lah'a iman ettiği için değil, kendince Hz. Musa'nın şerrinden kur­tulmak için böyle yapmıştır. Ancak Kur'an-ı Kerim bu hususta bir bilgi vermemektedir.

Firavun, îsrailoğulları'nı bıraktığından dolayı pişman oldu­ğunda veyahut kendisinden izinsiz çıkıp gittikleri ve yahudi ka­dınlarının Mısırlı kadınlardan borç olarak aldıkları gerdanlık bi­lezik gibi süs eşyalarını geri vermeden yanlarında götürdükleri haberini aldığında hemen şehir ve kasabalardan asker toplamaları için elemanlarını görevlendirir. Böylece büyük bir ordu toplar, îsraüoğullannı yeniden köle yapmak için peşlerine düşer. İsrail-, oğullan bu sırada Kızıldeniz sahiline varmış, Süveyş kanalının gi­rişine ulaşmışlardı. Güneşin doğusuyla beraber Firavun'un ordusu göründü. Bu manzarayı görür görmez Firavun'un kendilerini kı­lıçtan geçireceğine ve helak olacaklarına kesinlikle inandılar. Hz. Musa onların korkularım gidermeye çalıştı. Allah'ın emriyle asa­sını denize vurdu ve deniz yarıldı. Öyle ki denizin altındaki toprak­lar göründü. Israiloğulları'na o yoldan geçmelerini emretti. Onlar batı kıyısından doğuya doğru geçerlerken, o esnada da Firavun, îsrailoğullan'nın geçtiği yola girmiş oldu. Denizin ortasında, açıl­mış bir yoldan yani çamurlu yollarla su dağları arasında geçip gittiklerini görünce onların peşinden kendisi de geçmeye kalkış­tı. İsrailoğulları'nın peşinden, denizdeki kuru yere girdiler. Fira­vun, askerleriyle birlikte denizin ortasına vardığında ise İsrail-oğullan tamamen öteki kıyıya geçmiş bulunuyordu ve çekilmiş suda onlardan hiç kimse kalmamıştı bile. Deniz birdenbire onla­rın üzerine kapandı. Böylece Firavun ve ordusu tamamen sular altında.kalarak boğuldu. Firavun tam boğulacağı esnada, «îsrail-oğullan'nın iman ettiği ilahtan başka ilah olmadığına iman ettim. Ben müsliimanlardanım» dedi.

Benim kanaatime göre, Firavun bu sözü -haşa- Allah'ı kandır­mak suretiyle kendisini boğulmaktan kurtarmak için söylemiş ol­malıdır. Aslında inanmamıştı. Amacı, Musa'yı ve ilahını kandırmak­tı. Bu sefer de daha önce yaptıklarını tekrarlıyordu. Çünkü Fira­vun ve ileri gelenleri daha önce de «Sana vermiş olduğu sözden dolayı Rabbine dua et de bizden azabı kaldırsın, biz de sana iman edelim» (A'raf: 134) ve «Ey sihirbaz! Sana verdiği sözden dolayı Rabbine dua et. Artık biz yola geleceğiz.» (Zuhruf : 49) demişler­di. Fakat ne zaman Allah kendilerinden azabı kaldırsa tekrar eski fiillerini işliyorlardı. Bu yüzden Firavun yine böyle yaparak kur­tulabileceğini sanmış olmalıdır. Celal Devvani'nin «Firavun kurtul­muştur. Zira iman etmiştir» demesi bence doğru değildir. Çünkü Allah Teala «Kötülükler yapıp yapıp da sonunda ölüm gelip çatın­ca «Ben şimdi tevbe ettim» diyenlere tevbe (af) yoktur...» (Nisa: 18) buyurmuştur. Yine başka bir ayette «Rabbinin bazı ayetleri geldiğinde daha önce iman etmemiş ve imanında bir hayır kes-betmemiş olan kimseye iman etmesi bir yarar sağlamaz» (En'am: 158) buyurulnıuştur. Firavun'un iman ettiğini varsaysak bile o iman kendisine bir yarar sağlamayacaktır. [19]

 

Firavun Kimdîr?

 

Hz. Yusuf (a.s), I. Ebabi döneminin 16. hanedanı zamanında Mısır'a gelmişti. Yani Hz. Yusuf (a.s) yaklaşık (m.ö) 1600 yılın­da Mısır'a gelmiştir. İsrailoğulları'nın Mısır'a gelişleri ise bu ta* rihten 27 yıl sonradır. Arkeolojik tesbitler sonunda Hz. Musa'ya zulmeden Firavun'un II. Ramses olduğu anlaşılmıştır. Hz. Musa onun zamanında doğmuştur. II. Ramses, oğlu Münfetah'ı kendi­sine veliahd kılmıştır. Münfetah, Hz. Musa'nın yaşıtıdır ve saray­da birlikte büyümüşlerdir. «Seni çocuk iken aramızda büyütmedik mi? Ömründe nice yıllar içimizde kalmadın mı?» (Şuara: 18) sözünü söyleyen de odur. Hz. Musa'yı takib ederek boğulan Firavun, Münfetah'tır. Münfetah'm cesedinin bulunması, Kur'an'm, «İşte bugün senin bedenini kurtaracağız. Ta ki senden sonra gelenlere ibret olasın» (Yunus : 92) ayetini teyid etmektedir. Münfetah'm cesedi diğerleriyle birlikte Akser'deki II. Nehtab'ın türbesinde bu­lunmuştur. Münfetah'm mezarındaki izlerden anlaşıldığına göre bu mezar onun için hazırlanmış değildir. Zira onun ölümü beklen­medik bir şekilde olduğundan kendisine özel bir mezar da yapıl­mamıştır.[20]

Tefsir alimleri, denizde açılan yolların İsrailoğullan'nm ka­bile sayısınca tam 12 tane olduğunu söylüyorlarsa da bu iddiayı Kur'an tamamen desteklememektedir. Muhtemelen bu düşünce, ileride de geleceği gibi, ya bazı eserlerden alınmıştır, ya da bu hususta bazı hadisler bulunmaktadır, [21]

 

İsraîloğullarına Şirkin Bulaşması

 

İsrailoğullan putperestliği ilk kez Mısırlılardan görerek tak-lid etmişlerdir. Hz. Musa ve Rabbine kavminden sadece bir nesil iman etmişti. Onlar da hem Firavun'dan hem de İsrailoğullan'nın ileri gelenlerinden, kendilerini yine şirke döndürecekleri endişesi sebebiyle, çekmiyorlardı. Nitekim bunu Kur'an sarahaten ifade etmektedir.

Allah'ın Firavun ve kavmine verdiği musibetler bile İsrail-oğullan'nı şirkten vazgeçirememişti. Gerçekten de Mısırlılardan önce eziyet çeken, Hz. Musa gibi bir peygamber gelerek kendile­rini kurtarmak için her türlü felakete göğüs geren bir kavmin bu durumu ne acaibtir! Öyle ki bu kavim, kendileri için denizin ya­rılmış olmasına, Mısırhlar'dan aldıkları ziynet eşyalarıyla kurtul­malarına, Firavun ve ordusunun boğularak helakine rağmen yine de şirkte ısrar etmekte, tabiatlarında yer eden bu çirkin adeti ata-mamaktadirlar. Evet, bu kötü ahlâkları onları putlara tapan bir kavmin yanından geçerken Hz. Musa'dan «Bunların putları gibi bize de bir put edin» demeye kadar götürmüştür.

Kuşkusuz ki Hz. Musa (a.s), onların Allah'tan başka ilah edin­me şeklindeki bu çirkin isteklerini şiddetle reddederek onları ca­hillikle suçlamış ve Allah'ın düşmanlarının başına getirdiği dehşet verici felaketleri dile getirmiş, kendilerini bu felaketten mucizevi bir şekilde kurtardığını ve onlara ikramda bulunduğunu hatırlat­mıştır. Bu kadar yüce olan bir Rab bırakılır da nasıl başka bir mabud aranır?

İsrailoğullan Sina yanmadasınm ovalanna vardıklannda gü­neş tüm şiddetiyle etrafı yakıyordu. Ve gölgelenecekleri ne bir mesken ne de bir ağaçlık altı bulabilmişlerdi. Çektikleri bu zah­metleri Hz. Musa'ya söylediler, o da Rabbine dua etti. Allah oraya gölgelenmeleri ve güneşin şiddetli sıcağından korunabilmeleri için üzerlerinde sürekli duracak bulutlar gönderdi. Yanlanndaki yiye­cek maddeleri bitmek üzere iken ve aç kalıp helak olmaktan kork­tuklarında Allah onlara kudret helvasıyla bıldırcın kuşlarını gö­türecek rüzgân estirdi. Hepsi ihtiyacını bunlarla giderdiklerinden yanlarında yiyecek alıkoymaktan menedildiler. Zira böyle bir dav­ranış Allah hakkında yanlış bir zanna sahib olmak demekti. Fa­kat içlerinden bir kısmı bu emri dinlemedi ve biriktirdikleri yiye­cekleri kurtlandı. (Bu husus Tevrat'ın Çıkış bölümünde beyan edilmiştir.)

îsrailoğullan denizi geçip doğu kıyıs.na vardıklannda kendi­leri ve hayvanlan için içecek su bulamadılar. Bu durumu Hz. Mu­sa'ya arzedip O'ndan su bulmasını istediler. Hz. Musa da asasıyla taşa vurunca taştan tam 12 pınar fışkırmaya başladı. Her pınar bir boy'a aitti. Bu pınarlar halen denizin doğu kıyısında bulun­maktadırlar. Süveyş kanalının yakınmdadırlar ve «Musa Çeşmeleri» diye bilinmektedirler. Ancak bu çeşmelerin suyu günümüzde iyice azalmış, hatta bazılarının izi bile kalmamıştır.

Taşa vurulup suyun çıkması olayı bir kez vukubulmuş değil-.dir. Ve birkaç kez tekerrür etmiştir. Aşağıdaki ayetler bu hususu teyid etmektedirler:

«Hatırlayın ki, siz Musa'ya «Biz bir çeşit yemeğe dayanama­yız. Bizim için Rabbine dua et de bize toprağın bitirdiği sebzeden, acurdan, sarımsaktan, mercimekten ve susamdan çıkarsın» demiş­tiniz. Musa, «Hayırlı olan şeyi daha aşağı olanla mı değiştirmek istiyorsunuz?» demişti. Üzerlerine zillet ve meskenet damgası vu­ruldu. Allah'ın azabına layık oldular. İsyanları ve haddi aşmaları nedeniyle, Allah'ın ayetlerini inkarları ve peygamberlerini haksız yere öldürmelerinden dolayı bu zillet ve meskenete duçar oldular.» (Bakara: 61)

«İsrailoğullannı denizden geçirdik. Kendilerine mahsus put­lara tapan bir kavmin yanına geldiler. «Ey Musa! Bize de bunla­rın ilahları gibi bir ilah yap» dediler. Musa, «Siz cidden cahil bir kavimsiniz. Muhakkak bunlar içinde bulundukları durumda he­lak olacaklardır ve yaptıkları da bâtıl bir davranıştır. Ben hiç size Allah'tan başka ilah arar mıyım? O sizi Âlemlere üstün kılmıştır» dedi.» (A'raf: 138-140) [22]

 

Hz. Musa'nın Levhaları Alması

 

Hz. Musa (a.s), Rabbinin huzuruna gittiğinde Allah kendisine İsrailoğullan'nin amel etmeleri için tavsiyeleri içeren levhaları yazdı. Ve dağa çıkıp orada 30 gün 30 gece durmasını söyledi. Hz. Musa (a.s) bu sureyi tamamladıktan sonra ona, içinde îsraüoğul-lan'nın ve zürriyetinin amel etmesi için tavsiyeler bulunan lev­haları verdi.

Kadı Beyzavi, Nesefi, Hatib Şirbinî, Aİusi gibi müfessirler Hz. Musa'nın Mısırda iken İsrailoğulları'na, «Şayet Allah Teâlâ, Firavun'u helak ederse size yapacağınız ve yapmayacağınız şeyle­rin yazılı bulunduğu bir kitab getireceğim» dediğini naklederler. Firavun helak olduğunda Hz. Musa, Rabbinden o kitabı ister ye Al­lah Teâlâ da ona (Zi'1-Kade ayında) 30 gün oruç tutmasını emre­der. Otuz gün tamam olunca Hz. Musa (a.s) ağzından çıkan açlık kokusundan hoşlanmaz ve misvak kullanır, bazı bitkiler yer. Bu­nun üzerine melekler Hz. Musa'ya, «Biz daha önce senin ağzından misk kokusunu duyardık. Şimdi ise sen onu misvakla ifsad et­mişsin» derler. Böylece Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya Zi'1-hicce'nin de on gününü oruçlu geçirmesini emreder.

Deylemi, îbn Abbas'tan şöyle rivayet etmektedir: Hz. Musa otuz günün bitiminde Rabbinin huzuruna gidip O'nunla konuşmak ister. Bu otuz günü hep oruçla geçirmiştir. Ağzı koktuğu halde Rabbiyle konuşmayı uygun bulmadığından o kokuyu gidermek amacıyla yer bitkilerinden bir şeyler yer. Allah Teâlâ ona orucunu niçin bozduğunu sorunca, o da «Ağzım güzel koktuğu halde konuş­mayı istedim» diye cevap verir. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Ey Musa! Bilmiyor musun ki oruçlunun ağzından çıkan her koku be­nim katımda misk kokusundan hoştur. Dön! On gün daha oruç tut­tuktan sonra huzuruma gel» diye buyurur. Hz. Musa da gider, Rabbinin emrini yerine getirir.

tşte «Musa ile otuz gece ahidleştik ve buna on gece daha ek­ledik. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceye tamamlan­mış oldu» (A'raf: 142) ayeti bu hadiseye işaret etmektedir. Hz. Musa (a.s), Rabbinin huzuruna gitmeden önce kardeşi Hz. Ha­run'u kendisi yokken îsrailoğulları'nın başına vekil kılar ve «Bun­ların maslahatlarını gözet, işlerinde uyanık ol» diye de tavsiyede bulunur.

40 günün bitiminden sonra Hz. Musa (a.s), Rabbiyle konuşur : «Ey Rabbim» der, «Bana kendini göster, sana bakayım.» Yani «Sana bakabilme imkânını bana ver. Tecelli et de seni göreyim» Allah Teâlâ, Hz. Musa'nın bu isteğine karşılık şöyle cevab verir: «Sen beni göremezsin. Ancak dağa bak. Eğer dağ perinde kalırsa beni görebilirsin.» Rabbi dağa tecelli edince dağ paramparça oldu ve Hz. Musa baygın olarak yere düştü.» (A'raf: 143)

Tefsir alimleri Hz. Musa'nın bu isteği ile istidlal ederek Allah Teâlâ'nm rü'yetinin (görülmesinin) mümkün olduğunu öne sür­müşlerdir. Şayet «rü'yetullah» mümkün olmasaydı Hz. Musa böyle bir talebde nasıl bulunabilirdi? Oysa o ulu'1-azm bir peygamberdir.

Hz Musa (a.s) ayılınca, «Seni tenzih ederim. Sana tevbe et­tim ve ben müminlerin ilkiyim» dedi. Allah Teâlâ da «Ey Musa! Seni insanlar üzerine (sana) gönderdiklerimle ve kelamımla seç­tim.» diye mukabelede bulundu. Burada gönderilenlerle (risaleler­le) kastedilen Tevrat parçalan, Allah'ın kelamıyla da melek olmak, sızın ona doğrudan vahyetmesi kastolunmuştur. Böylelikle Allah, İsrailoğulları'nm muhtaç olduğu helal, haram, güzel, çirkin ne varsa hepsini levhalara yazdı. [23]

 

Hz. Musa'ya Verilen Levhaların Sayısı

 

Müfessirler levhaların sayısı hakkında ihtilaf etmiş, kimi on, kimi de on iki demiştir. Mahiyetinde de ihtilaf edilmiştir. Bazıları taş, bazıları ağaç, bazıları inci, bazıları da yakut olduklarını öne sürmüşlerdir. Üzerinde nasihatlar, hükümler vesaire İsrailoğulla-rı'm ilgilendiren her şey yazılıydı. Allah Teâlâ, İsrailoğullan'ni onun en güzeline uymayı, Allah'a yaklaştıncı şeyleri yerine getir­meyi emretti. O levhalarda Allah'a yaklaştıncı iki özellik bulundu­ğundan dolayı onlara sevabı fazla olanın yapılması emredilmiştir.

Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya, fasiklann yurdunu kendisine ve İsrailoğullan'na göstereceğini va'detmiştir. Bu «Fasıklar Yurdu» ifadesiyle nerenin kastedilmiş   olduğunda ihtilaf   edilmiştir. Bir gruba göre burası Mısır'dır. Zira İsrailoğulları Firavun ve asker­lerinin helakinden sonra Mısır'a dönmüştür. Ancak bence bu gö­rüş muteber değildir. Kelbî, «Fasıklar Yurdu» ile Ad ve Semud'un yerlerinin kastedildiğini söylüyorsa da bu karanlıkta odun topla­maya benzer. Çünkü Semud yurdu İsrailoğullan'na yakındı ve do­layısıyla onu görmeleri her zaman için mümkündü. Ad yurduna gelince, orası da Arap Yarımadası'nın güneyindedir. İsrailoğulları-mn o çölleri geçip de Ad'm yerlerini görmesi pek makul bir durum değildir. Üstelik hiç kimse onların Ahkaf ülkesine gidip Ad'm yur­dunu gördüklerini de nakletmemistir. Bu konudaki görüşlerin en makulü Katade'ye ait olanıdır. O, burasıyla Şam'daki Amalikalıla-rm ve Cebabirelerin topraklarının kastedildiğini öne sürmekte­dir. Bununla bazı müfessirlerin dediği gibi, İsrailoğulları'nm Ce-babireler'in topraklarına girdikleri değil, oranın kendileri için ya­zılmış olduğu söylenmektedir.   Çünkü   Allah,   İsrail oğullarını bu topraklara girmekten menetmiytir. Bu yüzden Hz. Musa da buraya girmemiş, sadece görmüştür. Ancak İsrailoğulları bu topraklara YuşaBin Nun zamanında girdiler. Belki de Ayet, oranın İsrailoğulla n'ndan bir kısmına gösterileceğini tazammun etmektedir. Onlar da o topraklara girip ne olduğunu merak eden casuslardır. Sonra İsrailoğullan'nın yanına dönmüşler ve Cebabireler hakkında ha­berler getirmişlerdir. îsraüoğulları onlann durumu hakkında bil­gi sahibi olunca korkmuşlar ve bu hususta Hz. Musa'nın sözünü dinlememişlerdir.[24]  

 

İsrailoğullarının Buzağıyı İlah Edinmesi

 

Daha Önce de ifade edildiği gibi İsrailoğullan'nın çoğu Allah'a iman etmeye bir türlü yanaşmıyorlardı. Cahil kimselerdi. İnanç­larını bozuk şeylerden koruyacak bir kültürden yoksundular. Mı­sır'da yaşarken Ebise'ye taptıklannı ve Mısırlılann bu buzağıya tapmaya çok önem verdiklerini görmüşlerdi. Mısırlılar, taptıklan buzağılan, Öldükten sonra bozulmasınlar diye, ilaçlayarak özel me­zarlara gömüyorlardı. Onların Mısırlı müşriklerle olan ilişkileri (Kur'an'in tabiriyle) aralarından çıkan Samiri isimli bir hilebaza uymalarına neden olmuştur. O, ses çıkaran buzağıyı getirerek, «İşte sizin de Musa'nın da ilahı budur. Musa onu burada unutmuş, o usun zamandır Rabbinin yanındadır» dedi. Böyle demesinin ne­deni, Hz. Musa'nın gitmeden önce orada otuz gün kalacağını bildir­miş olmasıdır. Bu sureye, Tur Dağı'na gidib gelmesi de dahildir. Ancak Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya 10 gün daha beklemesini emredin­ce daha önce belirtilen bu süre uzamış olur. Bu fırsatı değerlendiren sahtekar Samir'i, Mısırlılardan alınan altınları İsrailli kadınlar­dan toplar ve eritip Öyle bir buzağı heykeli yapar ki, öküz sesi gibi ses çıkarır. Sonra da «İşte,» der, onlara, «Sizin ve Musa'nın ilahi budur.» İçlerinde hile yapmasını bilen ve ses çıkarabilecek bir şekilde buzağı heykeli yapabilme kudretinde olan birinin bulun­masında şaşılacak bir şey yoktur. Hz. Harun bu olanlar üzerine îsrailoğulları'nm yanma gidib onları buzağıya tapmaktan alakoy-mak için uğraşır. Onlara dalâlette olduklarını anlatmak için çokça çaba sarfeder. Ancak ne kadar  uğraştıysa   onları bu   sapıklıktan vazgeçirmede başarılı olamaz. Onu dinlemezler ve şöyle derler: «Musa geri gelene kadar biz buna tapmayı sürdüreceğiz.» Bu arada oruç süresini doldurup Rabbi ile konuşan ve sonra da ondan lev­haları alan Hz. Musa'ya, Allah, niçin kavminden daha önce geldi­ğini sorar. Hz. Musa da kavminin arkadan geleceğini, kendisinin de Allah'ın rızasını kazanmak için acele ettiğini beyan eder. İşte o zaman Allah, Hz. Musa'ya, onların dinlerinden döndükleri ve Samiri'nin kendilerini saptırdığı haberini verir. Bunun üzerine Hz. Musa öfkeli, mahzun ve kardeşine karşı kızgınlık dolu. olduğu halde kavmine döner .Zira kardeşi Harun onları bu fitneden alı-koyamamış ve öğüt vermede zayıflık göstermiştir. Hz. Musa kar­deşiyle karşılaşır karşılaşmaz onun sakalına ve saçma yapışır ve kendisine doğru çeker. Nitekim Hz. Musa öfkeli ve sinirli bir in­sandı ve öfkesi karşısında hiç kimse duramazdı. Hz. Harun maze­ret beyan ederek var kuvvetiyle çaba sarfettiğini ama: başaramasıdığını ve onlarla savaştığı takdirde kendisinin öfkesini gerektire­cek bir tefrikaya neden olmaktan korktuğunu söyler. Çünkü o böyle yaptığı takdirde Hz. Musa'ya danışmadan hareket etmiş ola­caktı. Hz. Musa bu sefer, îsrailoğulları'na kızarak Allah tarafın­dan kendisine verilmiş olan levhaları yere atar. (Bu esnada lev­haların kırıldığı söylenmektedir.)

Daha sonra Samiri'nin yanma giden Hz. Musa, Ona, böylesi­ne çirkin bir işi yapmasına neden olan sebebleri sorar. Samiri ise «Onların görmediğini gördüm. Elçi'nin eserinden bir kabza aldım. Onu atıverdim. İşte nefsim bana böyle gösterdi» diye cevab verir. Bunun üzerine Hz. Musa, «Git! Allah seni cezalandıracaktır. Sen hayatın boyunca 'bana dokunmayın' diyeceksin. Sana va'dedilen bir ceza var ki ondan ne geri kalacak ne de onu geçeceksin» ast-dikten sonra ona tapmakta olduğu putu yakacağını ve külünü denize atacağını bildirdi. Sonra da îsrailoğulları'na «Sizin ilahınız kendinden başka ilah olmayan Allah'tır» dedi.

Allah Teâlâ bu olaydan sonra Hz. Musa'ya vahy göndererek «İsrailoğulları'nın tevbesi nefislerini öldürmeleridir. Herkes, kar. . üeşi, yakını vesaire kim olursa olsun, karşısında kimi bulursa Öl-dürmelidir.» diye buyurdu. Ancak içlerinden büyük bir bölümü öldürüldükten sonra Allah onları affetti. [25]

 

İsrailoğullarının Taptığı Buzağı Heykelinin Mahiyeti Ve Samiri'nin Kimliği

 

Müfessirlerin de Tevrat'ın da beyan ettiğine göre İsrailoğulla-rı'nın taptığı buzağı altındandı. Bir kuyumcunun onu Mısırlılar­dan alman altınlardan yaptığı söylenir. Yine müfessirlerden bazı­ları, «Samiri'nin adı da Musa'ydı ve bir veled-i zina idi. Allah, Ceb­rail'e onu terbiye edip ihtiyaçlarım karşılamasını emreder ve Ceb­rail de bir atın sırtında ona gider-gelir. Samiri ise büyüdükten sonra Cibril'in bindiği atın ayağının değdiği yeri dirilttiğini görür,

Bunun üzerine atın ayağının değdiği topraktan bir avuç alır ve altından yaptığı buzağının ağzına onu atar. Böylece buzağı da bö­ğürmeye başlar.» diye bir rivayette bulunmuşlardır.[26]  

Bu vak'ayı bir de Kur'an'dan izleyelim:

«Musa kavmine şöyle dedi: «Ey kavmim! Kuşkusuz siz buza­ğıyı ilah edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen, her şeyi kusur­suzca yaratan ve gerçek ilahınız olan Allah'a tevbe edin. Nefisle­rinizi öldürün. Bu, yaratması kusursuz olan yaratıcının katında sizin için daha hayırlıdır. Bunun üzerine tevbelerinizi kabul eder. Çünkü O, tevbeleri kabul eden, esirgeyendir.» (Bakara: 54)

«Ey Musa! Seni kavminden aceleyle ayırıp getiren nedir? Mu­sa : «Onlar arkamda, izim üzerindedirler. Rızanı kazanmak için sana gelmekte acele ettim, ya Rabbi» diye cevab verdi. Allah; «Biz senden sonra kavmini imtihan ettik. Samiri onları şaşırtıp sap­tırdı.» dedi. Bunun üzerine Musa, (kavmine) kızdı ve üzgün olarak döndü. Dedi ki: «Ey kavmim! Rabbiniz size güzel va'dda bulun­madı mı? Size verilen söz (veya süre) pek mi uzun geldi? Yoksa Rabbinizden üzerinize kaçınılmaz bir azabın inmesini istediniz de bana verdiğiniz sözden mi caydınız?» Dediler ki: «Biz sana verdi­ğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik. Ancak o kavmin (Mı­sır kavminin» süs eşyalarından bize birtakım yükler yüklenmişti. Onları ateşe attık. Aynı şekilde Samiri de attı. Sonra bö'ğüren bir buzağı döküp çıkardı. İşte sizin de, Musa'nın da ilahı budur. Fa kat Musa unuttu» dedi.» (Tana: 83-88)

Allah Teâlâ, Hz. Musa'nın diliyle, İsrailoğulları'na kendilerine vaadedilen mukaddes topraklara girmelerini emretti, İsrailoğul-ları da Arz-ı Mukaddes olan Filistin'e yaklaştılar. Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'le Hz. İshak'a ve Hz. Yakub'a, oranın, çocuklarının mülkü olacağını ve oradakileri çıkartacaklarını va'detmişti. Allah, Hz. Musa'ya, İsrailoğulları'nı o topraklan almaları için hazırlamasını emretti. Ancak İsrailoğulları zillete alışmış, ezikliğin ruhlarına iş­lemiş olduğu bir kavimdi. Bunu Firavun'un yurdundayken edin­mişlerdi. Ve o topraklara girecek gücü kendilerinde bulamıyorlar­dı. Her adım atışlarında sanki ölüm hayaletini karşılarında görü­yorlardı. Rablerinin emriyle bile oraya gitmeyi istemeyerek şöy­le dedüer:

«Ey Musa! Orada zorba bir kavim vardır. Onlar oradan çık­madıkça biz oraya girmeyiz. Ancak onlar çıkarsa oraya gireriz.»

Hz. Musa (a.s), İsrailoğulları'na oraya girme teklifinde bulun­madan önce oraya casuslar göndererek ülkenin ve insanlarının du­rumlarını araşttırdı. Bazı müfessirlere göre casusların sayısı on ikidir. Oradaki kavmin iri yapılı insanlar olduklarım görünce çok korkmuşlardı. Geriye döndüklerinde ne gördülerse anlattılar. İs* railoğulları'nm neredeyse ödleri patlayacaktı. Oraya gittikleri tak­dirde başlarına gelecekleri düşünüp gözlerine hemen ölüm haya­letleri görünmeye başlamıştı bile. Hz. Musa hareket emrini ve­rince bunu uygulamadılar.   Casuslardan   ikisi,   onlara, «kapıdan üzerlerine yürüyün, şehire girdiğinizde onları mağlub edersiniz» deyince de onları da dinlemediler. Hz. Musa'ya: «Sen ve Rabbin gidin, savaşın. Biz burada oturacağız» dediler. Hz. Musa (a.s), îsrailoğulları'nın bu tutumunu   Allah'a şikayet ederek   «Ey Rab-bim!»t dedi, «Ben sözümü bir kendime bir de kardeşime geçirebi-liyorum. Bizimle fasık bir kavmin arasında hükmet. Bizi (onlar­dan) ayır.» Allah Teâlâ da bu toprakların onlara yasak olduğunu, _ 40 sene çölde şaşkın şaşkın dolaşacaklarını bildirdi.

Böylece İsrailoğulları Mısır'dan çıktıkları günden Hz. Musa' nın vefatına kadar şaşkın şaşkın çöllerde dolaştılar. Sonra Ürdün nehrini geçerek Ürdün'ün batısında bulunan Eriha ve çevresini zaptettiler. Bu dolaşmalar 40 sene sürdü. İbn Haldun'a göre bunun nedeni İsrailoğulları'nın korkak oluşuydu. Çünkü onlar bir kere zillet ve meskenete alışmışlardı. Bu tür kimseler ise asla savaşa-mazlar, bağımsız olamazlar. Kalbleri neredeyse erimiş, nefislerini korku bürümüştü. Bu yüzden de kendilerine zorbalarla savaşma emri verildiğinde yerlerinden bile kıpırdayamamışlardı.

Kur'an bu konuyu şöyle anlatıyor:

«Musa, kavmine: «Ey kavmim! Allah'ın size verdiği nimeti hatırlayın ki o Allah size peygamberler göndermiş, sizi hüküm­darlar kılmış, âlemlerden hiç kimseye verilmeyen şeyleri size ver­mişti. Ey kavmim! Allah'ın size va'dettiği arz-ı mukaddese girin. Arkanızı dönmeyin. Sonra ziyan edenlerden olursunuz.» dedi. Kav­mi de Musa'ya: «Orada zorba bir kavim vardır. Onlar oradan çık­madıkça biz oraya ebediyyen giremeyiz. Ancak oradan çıkarlarsa o vakit biz oraya gireriz» dediler. Allah'ın kendilerine nimet verdiği ve Allah'tan korkan iki kişi, «Onların üzerine kapıdan, eğer girer­seniz siz galibsiniz. Şayet müminlerdenseniz Allah'a dayanın» diye konuştu. (Fakat Musa'nın kavmi: «Ey Musa! Onlar orada bulun, dukça biz oraya asla girmeyiz. Sen ve Rabbin, gidin, onlarla sava­şın. Biz burada otururuz» dediler. Musa: «Ey Rabbim! Ben ancak bir kendime, bir de kardeşime söz dinletebiliyorum. Bizimle fasık olan şu kavmin arasını ayır» dedi. Allah da: «Arz-ı Mukaddes on­lara kırk sene yasak edildi. Artık yeryüzünde başıboş dolaşacak­lardır. Fasık bir kavim için üzülme» buyurdu.» (Maide : 20 - 26) [27]

 

Tür Dağj'nın Kaldırılması

 

Allah Teâlâ, Kur'an'da (Bakara: 63; A'raf: 171) Tur dağını İsrailoğullan'nın tepesine kaldırdığını ve adeta bir gölge gibi olup neredeyse üzerlerine düşeceğini zannettiklerini beyan etmiştir. Al­lah ayrıca onlara verdiği hükümleri sıkıca tutmalarını yani tered-düd göstermeksizin uygulamalarını emretti. Onlara, Tevrat'ın için- dekilerle amel etmekle onu hatırlamalarını ve unutulmuş bir şey gibi terketmemelerini söyledi. Ancak bu emirleri uyguladıkları takdirde kötü amellerden ve ahlâkî zaaflardan kaçınabilirlerdi. Fakat onlar Allah'a vermiş oldukları sözden caydılar. Şayet Al­lah'ın onlar üzerindeki rahmet ve fazileti, onları tevbeye muvaffak kılması olmasaydı zarar edenlerden olurlardı.

Reşid Rıza, Menar Tefsiri'nde bu türlü bir anlamı, iman hu­susunda icbar olacağı, icbann ise sorumluluk ile ters düşeceği ge­rekçesiyle reddetmiştir. Ancak onun bu reddiyesine itiraz edilmiş­tir. Bu itirazlardan birine göre icbarla yapılan bir şey, icbar orta­dan kalktıktan sonra ihtiyarî olur. Yani artık zorlanan kişi o işi İster yapar, isterse yapmaz .Bir diğer itiraz, böyle bir icbann geç­miş ümmetlerde caiz olduğu şeklindedir. Ancak bu görüşü öne sü­ren kimse «Dinde zorlama yoktur» kaidesini sadece İslâm dinine mahsus kılmış olmaktadır.

Kur'an bize Tur dağının İsrailoğullan'nın üzerine yükseltildi­ğini söylemektedir; Allah'ın onları iman etmeleri için zorladığını değil. Nitekim başka bir ayette «Onlar neredeyse dağın üzerlerine düşeceğini sandılar» denilmektedir. Ayrıca A'raf 171 de de «Biz bir zaman dağı bir gölge gibi üzerlerine kaldırdığımızda —ki üzer­lerine düşecek zannetmişlerdi  o vakit size verdiğimizi kuvvetle tutun. Ondaki şeyleri düşünün. Umulur ki sakınırsınız (demiştik)» diye buyurulmaktadır.

İsrailoğulları'ndan söz alınması olayı ile, onlann imanı kabul ettikleri ve bu konuda Hz. Musa'ya söz vermiş oldukları anlaşıl­maktadır. Onlar Tur'un üzerlerine düşeceğini zannetmişlerdi. Tur dağının, bu şekilde kaldırılması onların gördükleri mucizelerden biridir. Bu, sözün alınmasından sonra olmuştur. Bunun nedeni de kendilerine Kitab'ta verilenlere sıkıca sanlmalarıdır. Çünkü muci­zelerin görülmesi imanı kuvvetlendirir, şuuru harekete geçirir, vic­danı kıpırdatır. Bu yüzden Allah Teâlâ mucizeyi gördüklerinde onlara «Size verdiğimizi kuvvetle tutun. Orda olanı hatırlayın.» diye buyurmuştur. Yani onu koruyun ve onunla amel etmek suretiyle onu hatırlayın. Çünkü amel insana ilmi verir, istikrara kavuşturur. Dağın üzerlerine yükseltilmesine gelince, bununla onları zorla iman ettirmek değil, sadece kendilerine verilenle amel etmeyi kuvvetli bir şekilde edinmeleri ve onu korumaları kastedilmiştir. Zira bu onların imanı ikrar etmelerinden sonra olmuştur. [28]

 

Meal

 

105- «Bana Allah hakkında hak ne ise ancak onu söylemek uygun düşer. Gerçekten Rabbinizden size bir beyyine (apaçık de­lil)  ile geldim. Artık İsrailoğulları'm benimle gönder.»

106- Firavun  (Musa'ya): «Eğer bir mucize ile geldinse, (id­dianda da)  doğrulardansan getir onu bakalım» dedi.

107- Bunun üzerine (Musa)  asasını fırlattı. Derhal o, açık­ça, korkunç bir ejderha oluverdi.

108-  (Musa)   elini   (koynundan)   çıkarır  çıkarmaz   o,   der­hal, bakanlara bembeyaz olmuş olarak göründü.

109- Firavun .kavminden ileri gelenler şöyle dediler:  «Kuş­kusuz bu adam bilgili bir sihirbazdır.»

110- «Sizi  yurdunuzdan   çıkarmak  istiyor.   Ne   (yapılması­nı) emredersiniz?»

111- «Onu da kardeşini de beklet ve şehirlere toplayıcılar gönder.»

112- «Ne kadar bilgili sihirbaz varsa toplayıp  sana getir­sinler.»

113- Sihirbazlar Firavun'a gidip «Eğer galib gelirsek elbet­te bize bir mükâfat var (değil mi?)» dediler.

114- (Firavun):   «Evet vardır ve  aynı zamanda  kuşkusuz yakınlarımdan da olacaksınız» dedi.

115- (Sihirbazlar):  «Ey Musa! Sen mi önce atacaksın yok­sa biz mi atalım?» dediler.

116- (Musa):  «Önce siz atın» dedi. Önce onlar atınca hal­kın gözlerini büyülediler. Onları ürküttüler. Büyük bir sihir or­taya koydular.

117- Biz de  Musa'ya:   «Asanı  atıver»  diye vahyettik.  Der­hal asası onların uydurduklarını  (yakalayıp)  yuttu.

118- Böylece hak ortaya çıktı. Onların yaptıkları da sonuç­suz kaldı.

119- (Sihirbazlar)   orada  mağlub oldular. Küçük  düştüler.

120- Sonra da sihirbazlar secdeye kapandılar. [29]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(105-106) «Bana Allah hakkında hak ne ise ancak onu söyle­mek uygun düşer...»

Yani Allah hakkında gerçeklerden başkasını söylemek bana ya­kışmaz.

«Artık İsrailoğullannı benimle gönder.)) Yani onların yolundan çekil, yakalarını bırak ki benimle mukaddes topraklara gelsinler. Orası onların atalarının vatanıydı. Allah'ın düşmanı Firavun ve kav­mi olan Kiptiler İsrailoğulları'nı köle edinmişlerdi. Hz. Yakub'un (a.s) torunlarından sonra onlara köle gibi davranarak bina yapım­larında, su taşıma gibi en ağır işlerde onları çalıştırıyorlardı. Allah, Hz. Musa vasıtasıyla onları kurtardı. Hz. Yusuf ile Hz. Musa dö­nemleri arasında  Vehb'ten gelen rivayete göre  400 yıllık bir sü­re vardır.

(107) «Bunun üzerine (Musa) asasını fırlattı. Derhal o, açıkça korkunç bir ejderha oluverdi.»

Bu Ayetin Tefsiri:

îbn Munzir ve îbn Ebi Hatim'in rivayetine göre Hz. Musa'nın asası «avsaç», Hz. Ali'den gelen bir rivayete göreyse «bademi) ağa-cındandı.

Abd bin Humeyd ve Ebu Şeyh, Katade'den şöyle rivayet etmislerdir: «Hz. Musa'nın asası Hz. Adem'in âsasıydı. Hz. Musa Medyen'e giderken meleklerden birisi ona bu asayı vermiştir. Âsa ona geceleyin ışık verip yol gösteriyordu. Gündüzleri de onu yere vurur ve böylece rızkını yerden çıkarırdı, koyunlarını yemlendirir-di.» Meşhur rivayetlere göre âsa cennetin seçkin ağaçlarındandır. Önce Hz. Adem'e, sonra Hz. Şuayb'a verilmiştir. Daha sonra da o bu asayı damadı olan Hz. Musa'ya vermiştir.

îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre Âsa'nın adı «me'şa» imiş.

«Su'ban;» ejderha, uzun ve iri yılan demektir. Ferra'ya göre bu isim yılanların büyüklerine ve erkeklerine atfen kullanılır. Ba­zı alimler de ister erkek ister dişi olsun bu kelimenin her cins için kullanılabileceğini söylemişlerdir.

Ayette geçen «mübin» (apaçık) ifadesi, hadisenin (asanın ej­derhâya dönüşmesinin) hayali olmayıp gerçekten vuku bulduğuna delâlet eder. Nitekim İbn Abbas ve Süddi'den gelen bir rivayete göre Hz. Musa (a.s) asasını yere attığında âsa sapsarı, ağzını aç­mış ve iki çenesinin altında seksen zir'alık bir mesafe bulunan, başı yerden bir mil yüksekte, kuyruğunun üzerine dikilmiş, alt çe­nesini toprağa, üst çenesini de sarayın surlarının üstüne koymuş, neredeyse Firavun'u yutmak üzere, ona yönelmiş bir ejderha ha­lini alıverdi. Öyle ki bu manzara karşısında dehşete düşen Fira­vun tahtından fırlamış ve kaçarken altına etmiştir. (Bazı rivayet­lere göre bu hadise ishal hastalığı şeklinde Kizıldeniz'de boğuldu­ğu zamana kadar devam etmiştir.) Yine bazı rivayetlerin bildirdi­ğine göre ejderha Piravun'un sarayını dişlerinin arasına alır ve halkın üzerine hücum eder. Halk kaçışırken meydana gelen izdi­ham esnasında 15 bin kişi ölür. Bunun üzerine Firavun, «Ey Musa! Seni peygamber olarak gönderen Allah'a andolsun ki sana iman edenleri ve İsrailoğulları'nı seninle birlikte göndereceğim. Yeter ki asanı ah der, Hz. Musa da asayı tutar. Ejderha da eski âsa ha­line döner.

Ma'mer'den gelen bir rivayete göre âsa (ejderha) şehir bü-yüklüğündeydi. Bazıları da onun uzunluğunun 80 zira' olduğunu söylemektedir. Vehb bin Münebbih'ten gelen bir rivayete göre ej­derhanın iki çenesinin arası. 12 zir'a imiş.

Burada dikkat edilecek olursa yukardaki rivayetlerin tümü de «KIYL» tabir edilen yani temrit sigalarıyla gelen rivayetlerdir ve îsrailiyat'tan alınmışlardır. Asıllarının ne derece sahih olduklarını bilemiyoruz. Ancak âsa'nın apaçık bir ejderhaya dönüştüğü ve ha­yal olmadığına iman ediyoruz.

Bu âyet bir şeyin hakikatinden başka bir şeye dönüşmesinin mümkinat dahilinde olduğunun en güçlü delillerinden birisidir.  (Mesela Bakır'm altına dönüşmesi gibi.) Çünkü âsa'nın ejderhaya dönüşmesi hayal olsaydı buradaki mucizatta bâtıl olur, Kur'an'da-ki «mübin» (apaçık lafının bir anlamı kalmazdı. Kur'an ayetlerin­de zahirin dışında yorum yapmak da zaten zahir bir tefsir olmaz. Ayrıca Allah Teâlâ'nm, yaradılışında ona böyle bir özellik vermesi hususunda kudretine bir mani de yoktur. «Hakikatların değiştiril. mesi muhaldir. Kudret ise muhale taalluk etmez. Dolayısıyla bakır altın, altın kurşun olmaz» sözüne gelince, bu söz yerli yerinde kul­lanılmamıştır. Gerçek, herhangi bir eşyanın başka bir eşyaya dö­nüşebileceği doğrultusundadır. Bu, Allah'ın, bakırın yerine altını yaratması şeklinde de veyahut bakırı bakır yapan özellikleri par­çalarından ayırıp onda onu altına dönüştürecek parçaları varede-rek de vuku bulabilir. İlk ihtimal muhakkiklere, ikincisi kelam-cılara aittir. Muhal olan, bakırın kendi vasıflarında iken altın ol­masıdır. Çünkü hiçbir şey aynı zamanda hem altın hem de bakır   olamaz. İşte tefsir alimleri âsa meselesinde bu iki görüşten biri­ne dayanmışlardır.  [30]

(108) «(Musa) elini (koynundan) çıkarır çıkarmaz o, derhal bakanlara bembeyaz olmuş olarak göründü.»

Hz. Musa elini hem koynundan hem de koltuk altından çıkar­mıştır. Zira her ikisi de ayette belirtilmiştir, İkisinin de aynı za­manda olması mümkündür. Hazreti Musa'nın eliyle sağ elinin kastedildiği bazı rivayetlerde açıkça zikredilmiştir. Eli, bakanlara nuranî bir şekilde bembeyaz görünmüştür. Rivayet edildiğine gö­re onun beyazlığından yer ile göğün arası aydınlanırdı. Başka bir rivayete göre Hz. Musa (a.s) elini Firavun'a gösterdiğinde, o, «Bu nedir?» diye sorar. Hz. Musa elini koynuna sokar (üstünde yünden yapılmış bir aba vardır) ve sonra çıkardığında eli nuranî bir be­yazlıkla pırıl pırıl parlar. Öyle ki neredeyse onun ışığı güneşin ışı­ğını söndürecek derecede parlıyordu.

Bazı alimler Hz. Musa'nın eli hakkında; «O, bakanlara beyaz görünmüştür; Aslında beyaz değildi, zira Hz. Musa çok esmer bir kimseydi» demişlerdir.

İbn Ömer'den gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a); Hz. Musa'nın uzun boylu Zütlüler gibi cüsseli ve heybetli biri ol­duğunu söylemiştir. (Buhari).

Hadiste geçen «Zütlüler gibi» ifadesiyle Sudanlı ve Hindli kimseler kastedilmektedir. Çünkü onlar iriyarı ve gürbüz olurlar-da.

Bazıları Hz. Musa'nın (a.s) elindeki beyazlığın sadece elin aya smda olduğunu söylemişlerdir.

(109-110) «Firavun   kavminden ileri   gelenler şöyle dediler.-Kuşkusuz bu adam...»

Bu Ayetlerin Tefsiri :

Kıptilerin ileri gelenleri olan Firavun'un danışmanları, «Musa sihir ilminde doruğa çıkmış bir sihirbazdır. Sizi Mısır toprak­larından sürgün etmek istiyor. Bu husustaki görüşleriniz neler-dir?» diye aralarında istişare ederek şu karara vardılar: «Onlar­dan (Musa ile Harun'un) işini ertele. Onları huzurundan çıkar. İşleri senin açından kesin bir durum alıncaya kadar da haklarında acele etme.»

Yukardaki ayetlerle Şuara suresinin ayetleri arasında bir çe­lişki varmış gibi görünmektedir. Zira Şuara- suresinde aynı sözleri, bu sefer (yukardaki gibi) ileri gelenler değil, Firavun sarfetmek-tedir: «(Firavun) etrafındaki ileri gelenlere şöyle dedi: Bu bilgili bir sihirbazdır. Sizi sihiriyle yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne (yapılmasını) emredersiniz?» (Şuara: 34-35)

Görüldüğü gibi bu ayetlerde meşhur sözü Firavun sarfederken sözkonusu 109-110. ayetlerde ileri gelenler sarfetmektedir. Oysa söz aynı kıssaya aittir. O halde sözü söyleyenler iki yerde de ne­den aynı kişiler değildir?

Bu iki ayet arasında aşağıdaki ihtimallere binaen aslında bir çelişki ve tezad yoktur: Birincisi; bu sözün hem Firavun hem de kavminden sadır olması tıpkı izin iz üzerine gelmesi gibidir. Yani Şuara suresinde Firavun'un, A'raf suresinde de ileri gelenlerin sözü nakledilmiştir. İkincisi; bu sözü önce Firavun söylemiş, son­ra da ileri gelenler, çocuklarına ve başkalanna onun sözünü hi­kâye ederek anlatmışlardır. Dolayısıyla Şuara süresindeki söz fi­ravun'a, A'raf süresindeki de Firavun'a atfen ileri gelenlere aittir.

Zemahşeri «Keşşaf» adlı tefsirinde, «Bu söz, Firavun'dan nak­len, ileri gelenler tarafından tebliğ yoluyla sarf edilmiştir.» demek­tedir. Çünkü ileri gelenler Firavun'u dinlediklerinde ona, «Musa'yı ve kardeşini beklet» diye hitab etmişlerdi. Şayet bu sözü ilk önce ileri gelenler sarfetmiş olsaydı, onlann, «Musa ile kardeşini bek­letiniz» demeleri daha uygun olurdu.

Bu sözün hikâye yoluyla nakledilmiş olması da mümkün de­ğildir. Zira o zaman bir meşveret ve müzakere söz konusu değil­di. Dolayısıyla onların cevab vermelerinin bir anlamı olmazdı. O bakımdan bu söz tebliğ yoluyla sarfedilmiş ve bu yüzden Firavun'a ö şekilde hitab edilmiştir.

Şöyle demek de mümkündür: Danışmanlar Hz. Musa'nın- du­rumunu gördüklerinde birbirlerine «Bu, bilgin bir sihirbazdır. Si* zi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Acaba onun hakkındaki düşün­ceniz nedir? Nasıl bir tedbir almak istersiniz?» derler. Firavun da onlann bu durumla ilgilendiklerini görünce, onları kuvvetlendir­mek ve içinde bulundukları durumu tasvir etmek kabilinden  da­ha onlar birbirlerine cevab vermeden  bunu yanındakilere belir­tir. Allah Teâlâ, Şuara suresinde Firavun'un onlara söylediklerini ve onlarla yaptığı müşavereyi hikâye eder. Bu müşavere onlann aralarında yaptıkları müşavereye mutabıktır. O müşavere sonra­sında danışmanların Firavun'a vermiş oldukları cevabla da muta­bıktır. Böyle bir yoruma binaen halk müşavereye katılmamış ol­maktadır. Dolayısıyla ayet Firavun'un danışmanlarının durumunu daha beliğ bir şekilde anlatmaktadır. Bu durum düşünülsün. Allah kendi kelamının esrarını daha iyi bilendir.

(111-112) «Onu da kardeşini de beklet ve şehirlere toplayıcı­lar gönder. Ne kadar bilgili sihirbaz varsa toplayıp sana getirsin' ler.»

Bu Ayetlerin Tefsiri :

«El Medain» (şehirler), Medine'nin çoğuludur. Bazıları bu ke­lime ile Mısır'ın kenar taraflarındaki şehirlerin kastedildiğini söy­lemişlerdir.

«Haşirin» ifadesiyle de sihirbazları toplayan memurlar kas-tolunmuştur. Bazıları bu kelimeyi emniyet kuvvetleri şeklinde yo­rumlamışlardır.

Firavun'a gelen sihirbazların sayısıyla ilgili olarak müfessir. ler arasında ihtilaf vardır. Ka'b'ul-Ahbar'dan gelen rivayete göre 12.000, İbrî İshak'tan gelen rivayete göre 15.000, Ebü Sümame'den gelen rivayete göre 17.000, başka bir rivayette 19.000, Süddi'den gelen rivayete göre 30 küsur bin, Ebu Büzze'den gelen rivayete gö­reyse 80.000 kişidir. Ebu Şeyh ve İbn Cerir'in rivayet ettiğine göre sihirbazlar Firavun kavminden 300, dışarıdan da 300 kişiydiler. İskenderiye'den gelen 300 kişiyle ilgili olarak şüphe varid olmuş­tur. Yukardaki rivayetlerin çoğu ya Tevrat'ın şerhlerine ya da ya-hudi kaynaklarına dayanmaktadır. Oysa sihirbazların sayısı ne ka­dar olursa olsun, sihirbazların geldiğine ve sihir yaptıklarına inan­mak bir mümine yeterlidir.

İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre sihirbazlar 70 kişiydi. Si­hir ilmini Hz. Yunus'un memleketi Ninova (Musul)dan iki mecu-siden öğrenmişlerdi. Böyle bir rivayet Kelbi'den de gelmiştir. An­cak görünüşe göre bu rivayet sıhhatli değildir. Zira mecusilik Zer­düşt döneminde ortaya çıkmıştır. Ve Zerdüşt de Hz. Musa'dan sonradır. Mukatil, sihirbazların reisinin «Şem'un» adlı birisi ol­duğunu söylemektedir. İbn Cüreyc ise «Yuhanna» olduğunu söy­ler. İbn'ul-Cevzi de siyer alimlerinden naklen «Onlann reislerinin adı Sabur, Azur, Hathat ve Mesra'dır» diyor.

(113-114) «Sihirbazlar Firavun'a gidip: Eğer galib gelirsen...»

Bu Ayetlerin Tefsiri:

Firavun sihirbazların bu isteğine karşılık onlara «Galib gel­diğiniz takdirde size mükâfat vardır. Aynca siz yakınlarımdan olacaksımz» der. Yani size sadece mükafat vermekle kalmayacağım, bunun dışında daha büyük bir mertebe vereceğim. O da benim yakınlarımdan olmanızdır, der. Kelbi'den rivayet edildiğine göre Firavun onlara: «Siz benim meclisime ilk giren ve son çıkanlar olacaksınız» demiştir.

(115-118) «(Sihirbazlar): Ey Musa! Sen mi önce (hünerini ortaya) atacaksın, yoksa...»

Bu Ayetlerin Tefsiri:

Sihirbazlar Hz. Musa'ya Önce kimin başlayacağım sordukla­rında, Hz. Musa kendine güvendiğinden, onları tahkir ve kendile­rine aldmş etmediğini belirtmek için «Önce siz atın» der. Buna göre onlar sihirlerini ortaya koymak suretiyle mucizeye karş; sihirle çıkmış olmaktadırlar; oysa mucizeye sihirle karşı koyma­ya kalkışmak küfürdür. Küfrü gerektiren bir şeyi emretmek de küfürü gerektireceğinden Hz. Musa (a.s) onlara «Atacağınızı atın» şeklinde nasıl hitab edebilmiştir? Bu soruya şöyle cevab verilebi­lir: Hz. Musa onların ellerindeki ip ve sopaları atacaklarını bildi­ğinden dolayı kendilerine öncelik vermiştir. Yoksa «sihirle muci­zeye karşı çıkın» şeklinde bir emir vermiş olması söz konusu de­ğildir. Bazı müfessirler, Hz. Musa'nın bu izni onların sihirlerini iptal etmek için verdiğini, onların sihirlerinin iptali de ahireti in­kârı iptal demek olduğundan bunun Hz. Musa'nın mucizesinin sü-butu olduğunu öne sürmüşlerdir.

«Büyük bir sihir ortaya koydular.» Rivayet edildiğine göre on­lar kaim ipleri, uzun sopaları yere atarlar, bu ip ve sopalar koca­man yılanlara dönüşür. Dereyi doldururlar. Birbirlerinin sırtına biner oldukları halde yerlerde sürünmeye başlarlar.   .

Bazı eserlerde bir mil çapındaki toplantı alanının yılanlarla dolduğu kaydedilmiştir. Denildiğine göre onlar ipleri, «zibak,» denilen bir madde ile sıvayıp renklendirmişlerdi. O haldeyken sopa­lan yere atınca güneş ısısı altında hareket etmeye başladılar. Bir­birlerinin üstüne çıkıyorlardı. Öyle ki halk onları yılan gibi gördü.

Mutezile gibi sihrin gerçeği olmadığı görüşünde olanlar bu ayete dayanarak «Bu, soyut (mücerret) bir hayaldir» demişlerdir. Ancak bu görüş tenkid edilmiştir. Şöyle ki : Eğer kıssadaki sihir, den maksadın bu olduğunu söylüyorlarsa sözleri kabul edilir. Ni­tekim ayet de buna delalet etmektedir. Ancak bu hükmü genelleş­tirerek her sihrin hayal olduğunu söylüyorlarsa o zaman söyledik­leri yanlıştır. Çünkü ayet her sihrin hayal olduğuna delâlet etmez.

Ehli Sünnet'in cumhuruna göre sihir birkaç kısma ayrılır: Bir kısmının gerçekliği yoktur, bir kısmının ise vardır. Nitekim ya-hudi Lebid bin Asem, Rasûlullah'a sihir yapmıştır. Yine Hayber yahudileri İbn Ömer'e onların hurmalarım Ölçmek için gittiğinde sihir yapmışlardır.

Denildiğine göre sihir bazan su üzerinde yürümekten, hava­da uçmaya ve benzeri olaylara kadar varır. Böyle bir hareketin sihir üzerine terettübü, yemeğe tokluğun, içmeye kanmanın, ateşe yakmanın terettübü gibidir. Tüm bunlarda gerçek fail Allah'tır.

(119-120) «(Sihirbazlar) orada mağlub oldular. Küçük düş­tüler. Sonra da...»

Bu Ayetlerin Tefsiri :

Hz. Musa ile sihirbazların toplanıp mücadele ettikleri yerin Iskenderiyye olduğu rivayet edilmiştir. Hz. Musa'nın asası atılan ip ve sopaların tümünü yuttuktan sonra halkın üzerine yürür. Halk müthiş derecede korkar. İzdiham meydana gelir. Daha önce de be­lirttiğimiz gibi 15 bin kişi ölür. Sonra Hz. Musa ejderhaya doku­nur ve onun elinde önceki gibi, âsa halini alır. Allah'ın kudretiyle oradaki ip ve sopaların hepsini yuttuğunu görünce sihirbazlar bu­nun ilâhi bir iş olup bir sihir olmadığını anlarlar. Hemen secdeye kapanırlar. Buradaki «secde» ile gerçek secde kastedilmektedir. Zaten ayetin «hemen» şeklindeki ifadesiyle kastedilen sürat'ten de bu anlaşılır. Böylece onların gerçek secdeyi bildikleri belli olmak­tadır. Ya da buradaki «secde» ile başeğmek, huşu göstermek ma­naları kastedilmiştir. Yani mecazi bir kullanımdır söz konusu olan. Denildiğine göre o anda Hz. Musa ile Hz. Harun, Allah'a şük­retmek maksadıyla —hakk bâtıla galebe çaldığından— secde eder­ler ve hemen arkalarındaki sihirbazlar da onlara uyar, secdeye kapanırlar. [31]

 

Meal

 

121- (Sihirbazlar)   şöyle dediler:  «Alemlerin Babbine iman ettik.»

122- «Musa ve Harun'un Rabbine.»

123- Firavun: «Ben size izin vermezden önce ona iman mı ettiniz? Kuşkusuz bu bir tuzaktır. Halkı şehirden çıkarmak için bu tuzağı kurmuşsunuz. Ancak ileride   (başınıza gelecekleri)   bi­leceksiniz.» dedi.

124- «Andoîsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kese­ceğim. Sonra da hepinizi asacağım.»

125- (Sihirbazlar)  «Kuşkusuz» dediler, «Biz Rabbimize dö­nücüleriz».

126- «Rabbimizin ayetleri bize geldiğinde onlara iman et­tik, diye bizden intikam alıyorsun.  Ey Rabbimiz!  Üzerimize sa­bır akıt ve bizi müslüman olarak Öldür.»

127- Firavun kavminden ileri gelenler: «Musa'yı ve kavmi­ni yeryüzünde fesat çıkarsınlar, seni ve mabudlarım terketsinler diye mi serbest bırakıyorsun?» dediler.  (Firavun):  «(Daha önce yaptığımız gibi) onların oğullarını öldüreceğiz, kız çocuklarını sağ bırakacağız. Kuşkusuz biz onların üzerine kahir olanlarız» dedi.

128- Musa,  kavmine:   «Allah'tan  yardım  isteyin.   Sabredin. Kuşkusuz ki yeryüzü Allah'ındır. Onu kullarından dilediğine mi­ras olarak bırakır. Sonuç   (zafer)   muttakiler içindir.» dedi.

129- (İsrailoğulları):   «Ey Musa!   Sen  bize  gelmeden  Önce de geldikten sonra da hep eziyete     uğradık»     dediler.   (Musa): «Ümitsizliğe kapılmayın. Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak edip sizi onların yerine yeryüzüne hakim kılar da nasıl amel ede­ceğinize bakar» dedi.

130- Andoîsun  ki  Firavun  ailesini  kuraklık   ve   ürünlerin eksiltilmesîyle  cezalandırdık.  Umulur ki  öğüt alırlar. [32]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(121-122) «(Sihirbazlar) şöyle dediler: Âlemlerin Rabbine iman ettik. Musa ve Harun'un Rabbine.»

Bu Ayetlerin Tefsiri :

«Alemlerin Rabbi» ile bütün âlemleri emri altında tutan ve onlar üzerinde dilediği tasarrufu yapabilmeye muktedir olan Mu­sa ve Harun'un Rabbi Allah Teâlâ kastolunmaktadır.

Rivayet edildiğine göre sihirbazlar, «Biz alemlerin Rabbine iman ettik» dediklerinde Firavun, «Âlemlerin Rabbi benim» der. Onlar da bu sefer «Biz Musa ve Harun'un Rabbine iman ettik» diye cevab verirler.

Cenab-ı Hak, sihirbazların kalbine iman verdiğinde onlar Al-lah'm hidayeti üzerine secdeye kapanmışlar ve sonra da «Âlemle­rin Rabbine iman ettik» diyerek imanlarını açığa vurmuşlardır. Ba­zı müfessirlere göre önce Allah'ın şanını yüceltmek için secdeye kapanmışlardı; zira Allah'ın o yüce. kudretim görmüşlerdi. Son­ra da «Âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine iman ettik» demek suretiyle imanlarını izhar etmişlerdir. İbn İshak'tan ge­len rivayete göre sihirbazlardan ilk iman edenler daha Önce söz konusu edilen dört reistir. Diğerleri de onlara uymuşlardır.

(123-124) «Firavun: Ben size izin vermeden Önce ona iman mı ettiniz?..»

Bu Ayetlerin Tefsiri:

Yani şöyle demek istiyordu Firavun: «Ben size izin vermedi­ğim halde Allah'a veya Musa'ya nasıl olur da iman edersiniz? Si­zin bu yaptığınız, önceden hazırladığınız bir tuzaktır. Musa ile gizlice, el altından birlik olmuşsunuz. Yoksa bunu delilin kuvve­tinden, mucizenin izharından kabul etmiş değilsiniz. Bu, Önceden kararlaştırılmış bir durumdur.» Böylelikle o, Kıptileri kendi tara­fına çekmeye çalışmıştı.

İbn Cerir ve Ebu Şeyh, İbn Mesud'dan ve diğer sahabilerden şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. Musa ile sihirbazların reisi bir araya geldiklerinde Hz. Musa ona, «Sem mağlub ettiğim takdirde bana iman edip getirdiğim din üzerine şahidlik edecek misin?» der. Si­hirbazların reisi ele «Yemin ederim ki yarın öyle bir sihir yapaca­ğım ki hiçbir sihir onu mağlub edemeyecektir. Fakat beni mağlub edersen eğer, Allah'a yemin olsun ki sana iman edip hak peygam­ber olduğuna şahidlik edeceğim.» diye cevap verir. Bu sırada ise Firavun onları gözetlemekteydi.

İbn Münzir ve diğer tefsir alimlerinin İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre idam etmeyi ve çaprazlama el ve ayakları kes­meyi ilk kez uygulayan Firavun'dur. Allah Teâlâ da bu cezanın —suçlarının büyüklüğünden ötürü— yol kesicilere uygulanmasını emretmiş ve yol kesme suçunu «Allah ve Resulüne savaş açmak» şeklinde vasıflandırmış tır.

(125-126) «Rabbimizin ayetleri bize geldiğinde onlara iman ettik diye...»

Bu Ayetlerin Tefsiri :

İbn Ebi Hatim'in Said bin Cübeyr'den rivayet ettiğine göre sihirbazlar secdeye kapandıklarında cennette kendileri için bina edilen konakları görmüşlerdir.

Evzai'den gelen rivayete göre secde ettiklerinde sihirbazlara cennet görünür ve onlar cenneti gördüklerinden dolayı Firavun'a, «Bizi öldürürsen öldür. Nasıl olsa bizler Rabbimizin katına, O'nun rahmet ve sevabına döneceğiz» derler.

Ayetin anlamı bir başka görüşe göre «Biz de sen de Allah'a dö­neceğiz ve O aramızda hükmedecektir» şeklindedir.

«Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır akıt ve bizi müslümanlar ola­rak öldür.» Yani «vermiş olduğun İslâm nimeti üzerinde bizi sa­bit kıl, tehdidinle bizi imtihan etme.»

İbn Abbas, Kelbi ve Süddi'den gelen bir rivayete göre Fira­vun, sihirbazları, tehdid ettiği şekilde cezalandırmıştır. Ancak ba­zı müfessirlere göre Firavun bu cezayı tatbik edememiştir. Nite­kim Allah Teâlâ bir ayette «Pazunu kardeşinle pekiştirip güçlen­direceğiz. İkinize de öyle bir güç ve yetki vereceğiz ki ayetlerimiz sayesinde size erişemeyecekler. Siz de size uyanlar da galib olan­larsınız.» (Kasas : 35) buyurmuştur.

(127) «Firavun kavminden ileri gelenler: «Musa'yı ve kav­mini yeryüzünde fesat çıkarsınlar, seni ve mabudlarını terketsin-ler diye mi serbest bırakıyorsun? dediler...»

Bu Ayetin Tefsiri :

Yani dinî ve dünyevî fesat çıkarsınlar, halkı kendi dinlerine davet ederek onları sana karşı ayaklandırsınlar diye mi?

İbn Cerir'in İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre sihirbazların Hz. Musa'ya (a.s) iman etmesi sonrasında 600.000 kişi ona iman etmiştir.

Ayette sözü geçen «Firavun'un mabudlan» ile yıldızlar kasto-lunmaktadir. Çünkü rivayete göre Firavun yıldızlara tapardı. Bu bakımdan yıldızlar onun mabududurlar. Onun inancına göre güya süfli âlemi terbiye eden, yıldızlardır. Dolayısıyla yıldızlar Fira-vun'un, Firavun da insanların mabududur.

Süddi'den gelen bir rivayete göre Firavun'un, kavmi için edindi­ği putlar vardı. O, halkına kendine yakın olmaları için  onlara tapmayı emretmişti. «Ben sizin en büyük Rabbinizîm» demesinin nedeni işte budur. Başka bir görüşe göre Firavun'un bir ineği var­dı ve ona tapıyordu. Güzel bir inek gördüğünde kavmine o ineğe tapmalarını emrederdi. Samiri, İsrailoğullan'na bu yüzden bir bu­zağı yapmıştır. İbn Abbas'a isnad edilen bu rivayet zayıf ise de Hindistan gibi bazı ülkelerde halen ineklere tapılıyor olması bu rivayeti teyid eder görünmektedir.

Süleyman et-Teymi, Firavun'un kendi boynunda bulunan bir şeye taptığını söylemektedir.

îbn Abbas'tan gelen rivayetlere göre Firavun'a ibadet ediliyordu ama o hiç kimseye ibadet etmezdi. Nitekim onun «Sizin için ben-den başka bir ilah bilmiyorum» sözüne dikkat edilmelidir. Bu nok­tadan hareketle bazı müfessirler, akla en yakın olanının Firavun'un dehrî (ateist) olmasıdır, demişlerdir.

«Alihe» kelimesi bazı müfessirlere göre «ilahlar» anlamında çoğul bir kelime olmayıp güneşin ismidir: Çünkü onlara göre Fi­ravun güneşe, tapıyordu.

«Biz onların erkek çocuklarım öldüreceğiz, kadınlarını sağ bı­rakacağız.» Kavminin ileri gelenlerine bu şekilde konuşan Firavun, bu cezayı İsrailoğullan'na daha önce de uygulamıştı. Dilediğini ya­pabilme gücünde olduğuna, müneccimlerin mülk ve saltanatının yıkılmasına sebeb olacağını haber verdikleri kişinin Hz. Musa ol­madığına çevresini inandırabilmek için bu şekilde konuşmuştu. Yani «Biz daha önce nasıl galib durumdaysak şimdi de aynı şekilde galib durumdayız. Değişen hiçbir şey yok. Zira onlar yine bizim elimizin altındadırlar.»

Firavun, Hz. Musa'yı öldürmekten ümidini kestiği için kav­minin ileri gelenlerine, Musa'yı Öldüreceğini söylemiştir. Çünkü Hz. Musa'nın şanının ne kadar yüce olduğunu görmüştü.

(128-129) «Musa kavmine: Allah'tan yardım isteyin, sabre­din. Kuşkusuz ki yeryüzü Allah'ındır...»

Bu Ayetlerin Tefsiri :

Hz. Musa (a.s) bu sözleri teselli olsun diye söylemişti: «Allah-tan yardım isteyin, kulağınıza gelen bâtıl sözlere karşı sabredin. Kuşkusuz ki Mısır topraklan ve tüm yeryüzü Allah'ındır. Onu kul­larından dilediğine miras olarak bırakır. Zafer de mutlaka mümin­lerin olacaktır.» îsrailoğullan da, «Sen bize gelmeden önce de, gel­dikten sonra da Firavun tarafından hep eziyete uğradık» diye kar­şılık verdiler. Çünkü Firavun'a, «İsrailoğullarından bir çocuk dün­yaya gelip senin mülkünü yıkacak, saltanatını yerle bir edecektir» denildiğinden dolayı, o, İsrailoğullanna daha önce de eziyet et­mişti.

Bazı müfessirlere göre Hz. Musa'nın gelmesinden öncesi ve sonrası ile onun doğmasından öncesi ve sonrası kastedilmektedir. Nitekim Firavun, Hz. Musa doğmadan önce de İsrailoğulları'nm erkek çocuklannı öldürüyordu. Bu cinayetler Hz. Musa'dan sonra da az bir zaman devam etmişti.

Bazı müfessirler, kastedilenin İsrailoğullan'nm çekmekte ol­duğu zahmetler ve kendilerine zorla yaptırılan hizmetler olduğunu söylemişlerdir. Yam onlar Hz. Musa (a.s) gelmezden önce de bu hizmetlerde çalıştırılıyorlardı, geldikten sonra da yine çaliştınl-mıslardı.

Hz. Musa da onlara «Ümitsizliğe kapılmayın. Umulur ki Rab-biniz düşmanınız olan Firavun'un kavmini helak edip sizleri on. ların yerine Mısır'a hakim kılar da nasıl amel edeceğinize bakar» diyerek en beliğ, en güzel şekilde teselli veriyordu. Önce düşman­larının helak olması, sonra da kendilerinin yeryüzüne hükümran olması müjdesini vermişti.

Bazı müfessirler bu ayetten aşağıdaki hadis-i kudsi'nin anla­mım çıkarmışlardır: «Allah'ın dostlarına Allah'a iman edip O'na güvenen ve ibadet eden kullarına kim düşmanlık ederse Allah ile savaşmış olur. O kimsenin mahvolması ve zarara uğraması kaçı­nılmaz bir gerçektir.»

Burada önemle belirtilmesi gereken bir nokta vardır: Günü­müzdeki bazı cahiller yukardaki hadiste olduğu gibi daha birçok ayet ve hadiste geçen «veliyullah» (Allah'ın dostu), «veli» (çoğulu evliya) gibi lafızları sadece velilikçe şöhret bulmuş bazı zat-ı ki-ramlara tahsis etmekte, ya da sadece ardından takılıp gittikleri bazı şahıslara atfetmektedirler. Oysa «veli» kavramı (çoğulu evli­yadır) ayet ve hadislerde dost, Allah'a tevekkül eden, O'na daya­nan, Allah'a gerçek anlamda kulluk eden kimseleri tarif eder. Kur' an'da «İyi bilin ki Allah'ın velilerine (dostlarına) ne bir korku var­dır ne de onlar üzüleceklerdir. Onlar iman eden ve Allah'tan çeki­nen kimselerdir.» (Yunus: 62-63) buyurulmuştur. İman etmek, Allah'tan korkmak, ona gerçekten kulluk yapmak, O'na güvenmek velilik sıfatı ile her müslümanı tavsif eder. İşte yukardaki hadis-i kudsî'de de bu vasıftaki her müslüman kastolunmaktadır. Dola­yısıyla Allah'ın dostlarına, Allah diyenlere, Allah'a ibadet edenle­re düşmanlık yapanlar Allah Rasûlü'ne savaş açmış olmaktadır­lar. Allah'a savaş açan bir kimsenin de yok olması, dünya ve ahi-rette zarar görmesi muhakkaktır.

Kur'an'da «Âsa» fiili «umulur ki» şeklinde tereddüt değil ke­sinlik bildirir. Ancak Hz. Musa'nın kesinlik bildiren başka bir fiil yerine «umulur ki» anlamına gelen «âsa»yı kullanması büyüklerin konuşmadaki tarzı üzerine cereyan etmiştir. Bazı mufessirler, O, Allah'ın karşısında edebe mugayir davranmamak için böyle bir g      ifade kullanmıştır, demektedirler. Bazıları da Hz. Musa muhata­bı olan îsrailoğulları'nın mı yoksa onların çocuklarının mı Mısır' da hâkim  olacaklarını  bilmediğinden bu  şekilde  konuşmuştur. Çünkü rivayetlere göre Mısır ancak Hz. Davud'un zamanında fet­hedilmiştir, demiştir.

«Allah sizi onların yerine yeryüzüne hakim kılar da nasıl amel edeceğinize bakar.» Bu cümle İsrailoğulları'mn şükretmeleri ve nankörlüğün tehlikeli girdablanna kapılmamalan için söylenmiş­tir.

 (130)    «Andolsun ki Firavun  ailesini kuraklık   ve   ürünlerin

eksütilmesiyle cezalandırdık. Umulur ki öğüt alırlar.»

Bu Ayetin Tefsiri:

Ayette onlara bir süre tanınmadığı ve bir durumdan ötekine geçmeden onların kökünü kazıyan azabın üstlerine musallat edil-§      diği bildirilmektedir.

Hatib Şirbini «Alu Firavun» ile Firavun ve ailesinin (çevresi­nin) kastedildiğini söylemektedir.

«Sinin,» «sene»nm çoğuludur. Bu kelimeyle kıtlık yılı kaste­dilmektedir. «Sene» kelimesi çokça kıtlık anlamında kullanıldığın­dan onun özel ismi olmuştur. Ancak bolluk senesi böyle değildir. Hz. Peygamber'in (s.a) Kureyşlilere, «Ey Allah'ım! O seneleri on­lar üzerinde Yusuf'un seneleri gibi kıl» şeklindeki bedduası da ay­nıdır. Yine başka bir rivayette, «Ey Allah'ım! Yusuf'un seneleri gibi seneler (vermek suretiyle) .onlara karşı bana yardım et!» Yani, onları öyle bir kıtlığa duçar et ki sıkıntıya girerek bana karşı ser­leri azalsm.

«Ürünlerin azalması,)} onlann tükenmesine ve oluşmasına en­gel olan hadiselerle vuku bulmuştur. Ya da az ürün veriyordu ekinler. Öyle ki bir hurma ağacında bir tek veya iki-üç hurma bile zorlukla çıkıyordu. Abd bin Humeyd ve diğerlerinin rivayet etti­ğine göre bu azalma çöllerde ve hayatım hayvancılık yaparak ka­zananlarda da başgöstermişti. Şehirlerde de köylerde de bu azal­ma devam etmişti.

Hakim Tirmizî, «Nevadir'ul-Usul» adlı eserinde ve İbn Ebi Hatim, İbn Abbas'tan şöyle bir- rivayet nakleder: Allah, Firavun ailesini kıtlığa duçar ettikten sonra her şey kurur, hayvanlar ölüp gider. Hatta NÜ nehri bile kurur. Firavun'un yanına gidip halk ona, «Eğer iddia ettiğin gibi gerçekten Rab isen, NÜ nehrinin su­yunu akıt» der. Firavun da onlara, «su, yarın sabah akacak» diye teminat verir. Onlar huzurundan çıktıktan sonra da, «Eyvah! ben ne yaptım. Benim buna gücüm yetmez. Yarın beni yalanlayacaklar» diye yakınmaya başlar. Sonra gece yarısı olunca kalkar, yünden yapılmış bir aba giyer ve yalınayak çıkarak Nil'e gider. Nil'in tam ortasında, suyun kaynağında durur ve şöyle diyerek yalvarır: «Ey Allah'ım! Kuşkusuz sen benim senin kudretini ve Nil'i suyla dol­durmaya gücünün yettiğini bildiğimi bilirsin. Onu su ile doldur.» Sözleri biter bitmez Firavun suyun hışırtısını işitir. Su, kaynağın­dan çıkıp dolu dolu akmaya başlar. Çünkü Cenab-ı Hakk onları nasıl olsa helak edecektir.

Şayet yukardaki rivayet doğruysa bu, Firavun'un dehrî (Ateist) olmadığına delâlet eder. Yani o kainatın yaratıcısını inkar etmi­yordu. Ancak bu rivayetin sıhhati kesin değildir. Böyle bir durumu Firavun'dan kim görmüş te rivayet etmiştir? [33]

Kıtlık, Firavun ve Âlîne, ibret almaları, küfrü terketmeleri, Allah'ı zikredip ona yalvarmaları için musallat kılınmıştır. Ya da kıtlık onlara, Firavun'un ilah olmadığını, aralarında müzakere et­sinler diye verilmiştir.

Zeccac, bunun nedenini şiddet hallerinin kalbleri hassaslaştı-np Allah katındaki ihsana rağbet eder kılmasıyla açıklamaktadır. Nitekim bir ayette kişiye şer dokunduğu zaman uzun uzun yal-vardığmdan bahsedilmiştir. [34]

 

Meal

 

131- Onlara bir iyilik  (bolluk)  geldiğinde «Bu bizim  (hak­kımız) dır»   derler.  Fakat  kendilerine  bir kötülük  isabet   ederse Musa ve beraberinde olanların uğursuzluğuna yorumlarlardı. İyi bilin ki onların  uğursuzluğu Allah kalındadır ama onların ço­ğu bilmez.

132- (Firavun'un efradı):   «Bizi  büyülemek için ne  kadar ayet  (mucize)  getirirsen getir yine de sana inanmayacağız» de­diler.

133- Bunun üzerine biz de onların üzerine Tufan, çekirge, kımıl   (ekin güvesi),  kurbağalar, kan ve birbiri ardınca ayetler (mucizeler) gönderdik. Yine de böbürlendiler ve suçlu bir kavim oldular.

134- Azab üzerlerine çökünce, «Ey Musa!  Sana verdiği sö­zün hürmetine bizim için Rabbine yalvar.  Eğer bizden o azabı kaldırırsan yemin olsun ki sana iman edeceğiz ve İsrailoğulları'm seninle beraber göndereceğiz» dediler.

135- Biz onlardan varacakları bir süreye kadar azabı kal­dırınca hemen yeminlerini bozdular.

136- Biz  de ayetlerimizi     yalanladıkları ve onlardan gafil kaldıkları için kendilerinden intikam alarak onları denizde boğ­duk.

137- Zayıf bırakılan   (ve ezilen)   o kavmi   (genişlikle)   mü­barek kıldığımız yerine, doğularına ve batılarına varis kıldık. Rab-binin İsrailoğulları hakkındaki güzel sözü sabrettikleri için tam olarak yerine geldi. Firavun'un ve kavminin inşa edegeldikleri ve yükselttikleri herşeyi yıkıp yerle bir etti. [35]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(131) «Onlara bir iyilik (bolluk) geldiğinde...»

Bu Ayetin Tefsin :

Bu ayet o kimselerin hadiselerden ibret almadıklarını ve sa­pıklığa dalıp üzerinde bulundukları durumu devam ettirdiklerini ortaya koymaktadır.

«Hasene» kelimesiyle bolluk, refah ve genişlik kastolunmuş-tur. Nitekim Mücahid, bu kelimeyi «bolluk ve afiyet» ile tefsir et­miştir. Bazıları ise «hasene» kelimesine daha genel bir anlam ve­rerek «Onların hoşuna giden her şey» şeklinde bu kelimeyi karşı­lamışlardır. Yani onlar hoşlarına giden bir şey gördüklerinde «Biz bunu kendi bereket, uğur ve şansımızla kazandık. Bu bizim hak­kımızdır. Herhangi bir yerden lütuf olarak verilmemiştir» derler-di. Fakat kendilerine bir «seyyie» (sıkıntı, darlık) dokunduğunda, başlarına bir belâ geldiğinde, «Bu, Musa ve beraberinde olanların uğursuzluğudur» diye yakınırlardı.

«Yetayyeru,» «tetayyur» kökünden gelir ve uğursuzluk anla­mındadır. Şöyle ki: Araplar kuş uçurtarak, kuş sol tarafa uçarsa bunu uğursuzluğa, sağ tarafa uçarsa eğer, bunu da bolluk ve bere­kete yorarlardı. Nitekim «Bana sol tarafta uçandan sonra sağ ta­rafta uçanla minnet et» diye bir darb-ı mesel varid olmuştur. U£ur-.suzluk kelimesinin «tetayyur» (uçmak) anlamındaki bir kelimeyle anlamdaş olması yukarda belirttiğimiz gibi Arapların örfündeki bir kullanımdan dolayıdır.

«İyi bilin ki onların uğursuzluğu Allah kalındadır.» ifadesi çe­şitli şekillerde yorumlanmıştır. Bazıları, onların uğursuzluğu Allah tarafından, yani O'nun hükmüyle gelmektedir, demişlerdir. Bu görüş İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. Zeccac da «Bu ifadeyle uğursuzluğun onlara dünyada isabet eden bir şey olmayıp Allah katında kendilerine vaadedilen bir ceza olduğu kastedilmektedir» diyor. Yani uğursuzluk dünyada onların başına gelenler değildir. Hasan Basri de onların uğursuz saydıkları şeyin kendileri için bekletildiğini ve kıyamet gününde onunla cezalandırılacaklarım söylemektedir. Bazı müfessirler «tair» kelimesine «nasib» olarak anlam vermektedir. Yani onların nasibi, kaza ve kaderden kendi­lerine ulaşan pay, kendilerinin Allah katındaki uğursuzluklarından dolayıdır.

«Ama onların çoğu bilmez.» Yani bundan dolayı böyle konuş­maktadırlar. Bilgisizliğin onların hepsine değil de çoğunluğuna is-nad edilmesi, bazılarının gerçeğin farkında olmasına rağmen ge­reği gibi davranmadıklarına işaret etmektedir.

(132-133) «(Firavun'un efradı): Bizi büyülemek için ne ka­dar ayet (mucize) getirirsen getir yine de...»

Bu Ayetlerin Tefsiri:

Âsa mucizesi, kıtlık yıllan ve ürünlerdeki azalma sonucunda sarfedilen bu sözler onların mucize kabilinden olan azablardan bir ibret almadıklarına delâlet eder. Nitekim bunun üzerine Allah Tealâ, işledikleri suçlara karşılık onlara tufan (sel) gönderdiğini bildirmektedir. Tufan, onların bulundukları yerleri suya gömen, ekinlerini batıran yağmur veya selin adıdır. Bazı müfessirler, yeni vukubulan ve tüm yönleri kapsayan hadiselere 'Tufan' dendiğini söylemişlerdir. Nitekim sel baskınlarına, kitlesel ölümlerede 'Tu­fan' denir. Ancak bu Tufan'm bir sel baskını olduğu daha meşhur­dur. Bu konuda İbn Abbas'tan birçok rivayetler nakledilmiştir.

Ata ve Mücahid'den gelen rivayetlerde Tufan, kitlesel ölüm olay­ları şeklinde yorumlanmıştır. Hatta İbn Cerir de Hz. Aişe'den ay­nı yorumu nakletmiştir.

İbn Vehb, Tufan'm Yemen dilinde taun (veba, kolera) salgını için kullanıldığını söylemiştir. Ebu Talha ise tufanın çiçek hasta­lığı olduğu görüşündedir. Nitekim yeryüzünde ilk kez çiçek has­talığının Firavun ve efradında görüldüğü nakledilmiştir.

Çekirgeler, Allah Teâlâ'nın ordularından biridir sadece. Allah o çekirgeleri kullarından dilediklerinin üzerine musallat eder. Ebu Zübeyr en-Numeyrî'den rivayet edilen merfu bir hadiste «Çekirge­ler Allah'ın ordularıdır ve onları öldürmek yasaktır» buyurulmuş-tur. (Ebu Davud, İbn Mace, Tabarani). Ancak Beyhaki; bu hadis —sened itibarıyla sahih olduğu takdirde çekirgelerin herhangi bir ekine zarar vermedikçe öldürülmelerinin yasak olduğuna delâ­let eder, demektedir. Şayet ekinlere zarar veriyorlarsa, defedilme-leri için her türlü tedbirin alınması caizdir. Ya da çekirgelerin öl­dürülmesinin nehyi onlarla başa çıkmanın güç olmasından kina­yedir.

Hz. Selman'dan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber'e çe­kirgeler hakkında sorulduğunda o şöyle demiştir: «Allah'ın ordu­ları içinde sayıca en çok olanıdırlar. Ne etlerini yerim ne de bun­dan nehyederim.» (Ebu Davud)

İbn Abbas'a göre «kummel,» çekirgelerin küçükleri için kul­lanılan bir kelimedir. Bunlar kanatları oluştuktan sonra çekirge adını alırlar. Bazı müfessirler «kummel» ile kenelerin kastedildiği görüşündedir. Habib bin Sabit, bu kelimeyle câlan denilen bir kurtçuğun, İbn Zeyd «pire»\erin, Said bin Cübeyr ise ekin güve­sinin kastedildiğini söylemiştir.

Rivayet edildiğine göre Hz. Musa (a. s), Firavun ve kavminin küfürdeki ısrar ve inadını görünce şöyle dua etmiştir: «Ey Alla-hım. Firavun yeryüzünde büyüklenmektedir. Kavmi ahdini bozdu. Ey Rabbim! Onları öyle bir cezayla cezalandır ki bu onlara bir mihnet versin; kavmine ibret, onlardan sonra gelenlere de bir ders, işaret olsun.»   Bunun üzerine   Allah Teâlâ, şiddetli   bir   karanlık içinde 8 gün süren sağnak bir yağmur verir. Öyle ki bu süre için­de hiç kimse evinden dışarı çıkamaz. Evleri sel basar, boğazları­na kadar suya gömülürler. Fakat bu sırada, Mısırlılarla evleri iç içe olmasına rağmen, İsrailoğulları'nın meskenlerine bir damla su bile girmez. Sular toprak üzerinde aktığından onları ekin sür­mekten, çalışmaktan alıkoyar. Bu sel cumartesiden cumartesiye tam 7 gün sürer. Firavun'un kavmi, «Ey Musa! Rabbine dua et, bizden bu belayı kaldırsın. Biz de sana iman eder ve İsrailoğulla-rı'nı seninle beraber göndererek gitmelerine mani olmayız.» der­ler. Hz. Musa da (a.s) dua eder ve Allah Teâlâ da bu belayı üzer­lerinden kaldırır. Öyle ki bitkiler benzeri görülmemişcesine yetiş­meye başlarlar. Fakat bu sefer onlar bu suyun kendileri için bir nimet olduğu kanaatine vararak Hz. Musa'ya iman etmezler. Al­lah Teâlâ da onların üzerine çekirge sürülerini gönderir. Çekirge­ler ekinlerini, tahıllarını, kapılarını, hatta tavanlarını, elbiselerini, yataklarını yemeye başlarlar. Öyle ki kapılardaki demir çivileri dahi kemirirler. Ancak İsrailoğulları'na yine bir şey olmaz. Mısır­lılar daha Önce yaptıkları gibi Hz. Musa'ya gelerek aynı şeyleri söylerler. O da sahraya çıkar, âsasıyla doğuya ve batıya doğru işa­ret ederek çekirgelerin geldiği taraflara döner bakar. Müfessirle-rin rivayet ettiklerine göre esen bir rüzgâr çekirgelerin tamamını denize   sürüklemiştir.   Ancak   Kiptiler   bu   mucizeyi   de   gör­dükleri halde iman   etmezler.   Bu sefer üzerlerine   ekin güveleri (kummel) musallat kılınır. Onlar da çekirgelerden arta kalan eki­ni yiyip bitirirler. Hatta bu hayvancıklar insanların elbiselerinden içeri girip kanlarım emiyorlar, kim bir şeyi yemek isterse hemen o şeyin içine doluyorlardı. On çuval unla değirmene giden bir kim­se üç küçük torbayla zor geri dönebiliyordu. Bunlar insanların saçlarının içine giriyor, kirpiklerinin, tüylerinin arasında yuvalanıyorlardi. Çiçek hastalığının ciltte yapmış olduğu tahribatın aynı­sını bu küçük kurtçuklar yapıyordu. Rahat uyuyamadıklanndan dolayı hiç huzurları kalmamıştı. Mısırlılar yine Hz. Musa'ya yal­varırlar. O da Allah Teâlâ'ya dua eder. Allah Teâlâ da bu afeti onların üzerinden kaldırır. Bu sefer Hz. Musa'ya «Senin bir sihir­baz olduğuna kesin bir şekilde inandık» derler. Bunun üzerine Al­lah Teâlâ onlara kurbağa felaketini musallat eder. Her yer, evleri, arazileri, eşyaları, kaplan kurbağa ile dolar. Kim hangi kabı açsa onun kurbağa ile dolduğunu görüyordu. Oturanların boğazlarına kadar kurbağalar sarılıyor, konuşmak isteyenlerin ağızlarına kur­bağalar giriyordu. Yemek kaplarının içine giriyor, ateşlerini sön­dürüyorlardı. Yere uzanan kimsenin üstünde toplanıyorlar, yığın yığın geliyorlardı. Kimsenin kıpırdayacak hali kalmamıştı. Biri yemeğe başlasa elindeki lokmayı önce kurbağalar yutuyordu. Bir kimse hamur yapmak istese hamur teknesi kurbağalarla doluyor­du. Sonunda yine Hz. Musa'ya müracaat ederek dua etmesi için yalvarırlar. O da kendilerinden bu belanın kalkması halinde iman edeceklerine dair söz alır. Belâ defolur ama yine sözlerini tutmaz­lar. Allah Teâlâ da üzerlerine kan gönderir. Öyle ki Nil nehri pıh-tılaşmış bir kan şeklinde akmaya başlar Tüm sular kan haline gelir. Firavun bir Kıpti ile bir İsrailliyi aynı kabın önüne getiri­yor, Kıptinin Önü kan olurken İsraillininki su olarak duruyordu. Ya da ikisini havuza sokuyorlar, Kıpti kana bulanmış olarak çı­karken İsrailli su ile yıkanmış bir şekilde çıkıyordu. Hatta bazan Firavun'un efradından bir kadın İsrailoğulları'ndan bir kadına ge­lerek kendisine su içirmesini istiyor ve fakat kendisine verilen su daha kabındayken kana dönüşüyordu. Onu kendisine içirmesini is­tese bu sefer su, ağzına gelirken kan oluyordu.

Zeyd bin Eşlem bunun ra'f kanı olduğunu, yani sürekli bu­runlarından kan geldiğini söylemiştir. İşte tüm bu olaylar açık-seçik, akıllı insana seksiz - şüphesiz ibret veren ilâhî mucizelerdir. Ve onlann iddia ettikleri gibi sihir değildir. Onlar için birer imti­han olan bu olaylar, birbirlerinden farklı zaman aralıklarında meydana gelmişti ve aralarında birer aylık bir mesafe vardı. Nitekim İbn Munzir, İbn Abbas'tan böyle rivayet etmiştir. Yine İbn Ebi Hatim'in Zeyd bin Eslem'den rivayet ettiğine göre bu mucizeler 9 senede birer sene arayla tahakkuk etmiştir.

İmam Ahmed, «Kitab'uz-Zühd»de Nevf eş-Şamî'den şöyle riva­yet etmiştir: Hz. Musa (a.s), Firavun'un efradını ve sihirbazları yendikten sonra Mısır'da 20 sene kalmıştır. 9 mucize göstermesine rağmen onlar müslüman olmaktan kaçınmışlardır.

Ebu.Şeyh'in İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre Hz. Musa si-hirbazlan yendikten sonra Mısır'da kalıp 40 sene Firavun ve ef­radını Allah'a davet etmiş, onlara mucizeler göstermiştir.

Şeyh Muhiddin ibn'ul-Arabi, «Müsemerat» adlı kitabında Hz. Musa'nın sihirbazların yenilmesi sonrasında Mısır'da 16 ay kal­dığını, Firavun ve efradını korkuttuğunu, daha sonra onların Kı-zıldeniz'de boğulduklarını ve görmüş oldukları mucizelerin kendi­lerine bir yarar sağlamadığını anlatmaktadır.

(134) «Azab üzerlerine çökünce, «Ey Musa! Sana verdiği sö­zün hürmetine bizim için Rabbine yalvar (...)» dediler.»

Bu Ayetin Tefsiri :

«Ricz»in azab anlamında kullanılmış olduğu Hasan Basri, Ka-tade ve Mücahid'den rivayet edilmiştir.

Said bin Cübeyr, onlara veba (kolera) hastalığının isabet et­tiği görüşündedir.

Usame bin Zeyd'den rivayet olunan merfu bir hadiste «ricz»m veba (kolera) olduğu bildirilmiştir: «Ricz vebadır. İsrailoğulları'n-dan bir topluluğa gönderilmiştir. Şayet sizden önceki kavimlere musallat kılınan bu hastalığın bir yerde olduğunu işitirseniz sakın oraya gitmeyin. Bulunduğunuz beldede başgösterirse sakın o bel­deyi terkederek hastalıktan kaçmayın.» Yani bu bulaşıcı hastalığı başka bir yere götürmeyin.

İbn Ebi Hatim'in İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre Hz. Mu­sa (a.s) İsrailoğullan'na, «Herbiriniz bir koç kessin, avucunu onunla boyayıp kapısına sürsün» diye emreder. Onlar da onun em­rettiği şeyi yaparlar. Kiptiler, İsrailoğullan'na niçin böyle yaptık­larını sorunca onlar da «Allah size azabını gönderecek, O zaman bizler o azabtan güvende olurken sizler helak olacaksınız» diye cevab verirler. Bunun üzerine Kiptiler «Allah sizleri sadece bu ala­metle mi tanıyacak?» diyerek onlarla alay ederler. İsrailoğulları da «Peygamberimiz bize böyle emretti» derler. Sabah olduğunda Firavun'un kavminden 70.000 kişi vebaya tutulur. Öyle ki akşam olduğunda artık ölüleri gömecek güçleri kalmaz.

Ebu Müslim, Hz. Musa'nın Allah indindeki ahdini onun pey-gamberliğiyle yorumlamıştır. Yani mânâ, «Allah katındaki pey­gamberliğinin hürmetine...» şeklindedir. Nübüvvet, ahd ile ifade edilmiştir. Zira Allah onlara nübüvveti vereceğini ahdetmiştir. Bu­na karşılık peygamberler de bu yükü taşıyacaklarına söz vermiş­lerdir. Kişinin ahdine nasıl sadık kalması gerekiyorsa nübüvvetin şartlarına da sadık kalınmahdır. Zira nübüvvet ahd mesabesinde­dir.

(135) «Biz onlardan varacakları bir süreye kadar...»

Bu Ayetin Tefsiri:     

İbn Abbas bu ifadeyi yani denizde boğulacakları süreye ka­dar, şeklinde yorumlamıştır. Hasan Basri de «ölecekleri süreye kadar» demiştir.

Onların azabtan kurtulmaları kendilerinin lehinde ve daimi bir kurtuluş değildi elbette. Azab sadece belirlenen bir süreye ka­dar ertelenmişti, o kadar.

(136)  «Biz de ayetlerimizi yalanladıkları ve onlardan gafil kaldıkları için...»

Bu Ayetin Tefsiri :

«El-yemm,» îbn Abbas ve Süddi'den gelen rivayete göre deniz demektir. Bu kelime aynı zamanda tuzlu ve derin sulara, tatlı bü­yük nehirlere de karşılık olarak kullanılır. Leys, bu kelimenin de­rinliği bilinmeyen deniz anlamına geldiğini söylerken bazıları de­niz dalgalan için kullanıldığını söylemiştir. İbn Kuteybe bu keli­menin aslında süryanice olduğunu öne sürmüşse de «yemm» ke­limesinin Arapça olduğu daha şöhret kazanmıştır. Aynca Kur'an' da Arapça olmayan kelimelerin olmadığı şeklindeki rivayet olduk­ça kuvvetlidir.

Onlann denizde boğulmalarının nedeni ayetleri yalanlamış ol­malarıdır. Bir peygamberin getirdiği ayetleri yalanlamak böyle bir sonucun nedenidir. «Ayetlerden gafildiler,» yani ibret almamışlar­dı. O ayetleri yalanladıklanndan onlara bakıp ders almıyorlar. O hali bildikleri halde yalanlamışlardı. Bu bakımdan ayetteki «gaf-let» ile düşünmemek, ibret almamak ve sevmemek kastolunmuş-tur.

İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre «anha» ibaresindeki «ha» zamiri, cümlenin başındaki «intikam aldık» (yani boğduk) fiiline racidir. Bu takdirde ifade onlann boğulacaklarından gafil olduk-lan şeklinde bir anlamı içerir.

(137) «Zayıf bırakılan (ve ezilen) o kavmi...»

Bu Ayetin Tefsiri :

Yani Firavun ve efradının köle edinip erkek çocuklannı kes­mek suretiyle zayıf bıraktıklan İsraüoğuÜan'm yeryüzünün do-ğulanna ve batılarına varis kıldık. Hasan Basri ve Zeyd bin Eslem'den rivayet edildiğine göre «yeryüzü» ile Şam topraklan kas-tolunmaktadır. Yani anlam bu takdirde «Şam'ın her tarafım on­lara verdik» şeklinde anlaşılmaktadır. Müfessir Beğavi, bu keli­meyle Şam ve Mısır topraklan kastedilmiştir, demektedir. Başka bir rivayette ise burada müstezatların oturduklan Mısır toprak­lan kastedilmiştir, denilmektedir. Nitekim Cübbai bu son görüşü tercih etmiştir. Bu görüşü aynca Ebu Şeyh, Leys bin Sa'dan da rivayet etmiştir. Yani «Biz mustezaflara kendilerini zayıf bırakan­ların topraklarını verdik.»

îsrailoğullan'nm Hz. Musa (a.s) ile birlikte Mısır'dan çıktık­tan sonra bir daha oraya dönmedikleri şeklindeki görüşe sahib olanlar, onlann varis kılınmalarını, orayı ellerine geçirmeleri, yani orada diledikleri zaman, dilediklerini yapabilmek gücünü ellerin­de bulundurmalan olarak veyahut zürriyetlerine oraya hakim ol­ma imkânının verilmesi şeklinde yorumlamaktadırlar. Bu hakimi­yet ise onlara göre Hz. Davud ve Hz. Süleyman döneminde tahak­kuk etmiştir. Ancak bu yorum ilk bakışta anlaşılanın hilafmadır. Aynca Hz. Davud (a.s) döneminde Mısır feth olduğunda, İsrail-oğullan Mısır'da kalmamışlar, sadece orada mülk edinmişlerdi. Asıl oturduklan yer, kutsal topraklar olan Filistin'di.

Bu görüşe göre, ibareden «arz» kelimesinin (daha önce geçen diğer «arz» kelimesinin de delâlet ettiği gibi) Hz. Musa'nm İsrail-oğullan'nı götürmek için Firavun'dan talebde bulunduğu kutsal topraklara delalet ettiği anlaşılmaktadır. Hz. Musa (a.s), İsrail-oğullan'na düşmanlarının helak olacağını va'detmişti. Böylece atalarından sonra onlar da orada hükümran olacaklardı. Yani Amalikalilar oradan çikanlarak oraya onlar hakim olacaklardı. İşte bu ayette söz konusu va'dm yerine geldiği haber verilmekte­dir. Gerçekten düşmanlan helak olmuş, o topraklar kendilerine verilerek orada yerleşmişlerdir. Böylece Hz. Musa'nın va'di yerine gelmiştir.

«Barekna fiha» (mübarek kıldığımız yerin) ifadesi o topraklarm ürünlerinin bollaşması anlamını tazammun eder. Böylelikle hem ürünleri çoğaltılmış hem de peygamberlerin, salih kimselerin yurdu kılınmıştır. Bu yerin doğulan ve batılan sözüyle Şam ve et­rafı kastedilmişse eğer, anlamı açık demektir. Nitekim îbn Ebi Şeybe, Ebu Eyyub El-Ensari'den şöyle rivayet etmiştir: «Gök gü­rültüsü, şimşek ve bereket Şam'a göçecekdir.» Yani orası pek ya­ğış alan bir bölge olacaktır. [36]

 

Şam Bölgesinin Fazileti Hakkındaki Rivayetler

 

Abdullah bin Havale el-Ezdi'den rivayet olunduğuna göre, o, «Ey Allah'ın Rasûlü! Bana oturacağım bir belde seç» diye Hz. Pey-gamber'e danışınca kendisine «Şam'a git. Allah katında yeryüzünün en hayırlısı orasıdır. Allah'ın hayırlı kulları seçilir ve oraya sev. kedilirler» diye cevab verilmiştir (İmam Ahmed)

Vasile ibn'ul-Eska'dan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygam­ber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Şam'a gidin. Kuşkusuz ki, Şam, Allah'ın Haremeyninden sonra en seçkin beldedir. Allah'ın kul­larının hayırlıları orada otururlar.» (îbn Asakir)

İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a), «Öyle bir zaman gelecektir ki o zaman Şam'a gitmeyen mümin kalmayacaktır» diye buyurmuştur. (Hâkim bu hadisi rivayet ede­rek sahih olduğunu söylemiştir.)

Zeyd bin Sabit'in rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a), «Ne mutlu Şam'a» deyince kendisine bunun nedeni sorulur. O da, «Allah'ın melekleri kanatlarını Şam üzerine germişlerdir» diye ce­vab verir. (İmam Ahmed, Tirmizi, Tabarani, İbn Hibban ve Hâ­kim) Şam'ın fazileti hakkında muhaddislerin toplayıp biraraya ge­tirdikleri ve naklettikleri birçok hadis vardır. Ancak bu hadislerin çoğuna karşı çıkılmıştır. Çünkü bu hadislerin uydurma olmalan kuvvetle muhtemeldir. Bunun nedenlerinden biri, bir zamanlar Şam'ın önemli merkezlerden biri olmasıdır. Şam, kıblenin soluna düşer. Bu beldeye Şam adı, Kenanîler'den oraya gidenlerin içinde sola doğru dönüp ayrılanların olması sebebiyle verilmiştir. Ya da Hz. Nuh'un oğlu Şam'ın ismi buraya verilmiştir. Çünkü Sam keli­mesi süryanicede «ş» harfiyle okunur. Veyahut Şam topraklan «benli» yani beyazı, kırmızısı ve siyahı olduğundan dolayı bu ismi almıştır.

tbn Ebi Hatim'in rivayet ettiğine göre tabiun'dan olan Ebu'l-A'bes'e, Şam'ın bereketli bölgelerinin nereleri olduğu sorulur. O da, cevab olarak, bir sınırının Mısır'a, bir sınırının Akabe Körfezi' . ne, bir sınırın Fırat nehrine, diğer bir sınırın da Hud kavminin oturduğu bölgeye kadar uzanan topraklar olduğunu söyler. (Bu rivayette geçen Şam kelimesi ile bugün bilinen Dinıeşk kastedili­yor değildir. Ancak Dimesk söz konusu sınırlar içindedir.)

Şam hususunda insanlar ikiye ayrılmışlardı. Bir kısmı Şam'ı övüp göklere çıkarırken diğerleri de yerin dibine batırıyorlardı. Bu   beldede   Ümeyyeoğulları'nın   oturdukları   unutulmamalıdır. Ümeyye ile Haşimoğulları arasında, Hz. Ali ile Muaviye döneminde (hatta daha önceleri) başlayıp devam eden bir sürtüşme vardı. Bu bakımdan Ümeyyeoğulları'nın halkın gözündeki itibarlarını yük­seltmek ve Şam hakkındaki kin ve nefreti bertaraf etmek için bu bölge ile ilgüi, olur olmaz rivayetler uydurulmuş ve nakledilmiş­tir. Bazı kimseler de buna mukabil Şam'ın aleyhinde uydurma ri­vayetlerde bulunmuşlardır. Mesela birisi şöyle rivayet etmektedir: «Şam'dan kaçın ve sakın oraya gitmeyin. Şayet camie gitmemek size ağır gelse bile yine de oraya gitmeyin. Ftsk ve fücur orada sa-tilır, orada doğmuştur.»   Başka birisi de   şöyle rivayet etmiştir: «Şam, halkına bir cennettir. Onun gölgesinde yaşamak ne güzel­dir. Orada nefsin iştahım kabartan nimetler vardır. Oranın  hal­kından başka bir ayıbı yoktur.»

Görüldüğü gibi, Şam'ı övüp göklere çıkaranlar da, eleştirip yerin dibine geçirenler de olmuştur. Bana göre bir Hadis'e ancak sahih olduğu zaman uyulur. Hevaya tabi olmaktan Allah'a sığını­rız. [37]

«Rabbinin İsraüoğulları hakkındaki güzel sözü, sabrettikleri için tam olarak yerine geldi.» ifadesinde geçen «kelime» (söz) ta­biri, Allah'ın onlara yardımı ile bulundukları yere halüm olacak­larının va'di anlamındadır. Yani Allah Teâlâ, elçisinin diliyle on­lara bu va'dlarda bulunmuş, sonra da va'dini yerine getirmiştir. Bazı müfessirler bununla Allah'ın ezeli ilminin kastedildiği görü­şündedirler. Bu yoruma göre ayet, düşmanlarının helak olması ve kendilerinin yeryüzüne hükümran olmaları gibi haklarındaki tak­dirlerin tahakkuk etmesi şeklinde anlaşılır. Yine diğer bir tabir olan «el-hüsna,» «ahsen»in müennesi (dişisi)dir. «Kelime» (söz) lafzının sıfatıdır. Hasan Basri'den gelen bir rivayete göre «kelime» ile Allah'ın onlara va'dettiği cennet kastedilmiştir. Ancak bu yorum ayetin siyak ve sibakı ile uyuşmamaktadır.

Bu ayette insanlar sabretmek hususunda teşvik edilmektedir­ler. Belâ ve musibetler karşısında sabırsızlık gösterenler kendi başlanna bırakılırlar. Sabredenlere ise en sonunda selamet veri­lir. Bir rivayette İsrailoğullan'ndan sabredenlerin kazandıklar^ kılıca sarılanların ise bundan bir hayır görmedikleri anlatılmak­tadır. Ayrıca bu ayet üzüntü duyup meyus olmanın sabra ters düşmediğini de tazammun eder. Çünkü Allah'ın kendilerini sabır­la vasıflandırdığı İsrailoğulları «Sen bize gelmeden önce de, sonra da hep eziyete uğradık» derken üzüntülerini belirtmişlerdi.

«Firavun'un ve kavminin inşa edegeldikleri ve yükselttikleri her şeyi yıkıp yerle bir ettik.» Yani Firavun ve Kıptilerin yapmış oldukları sarayları yıkıp bağ ve bahçelerini harab ettik. Haman' m yapmış olduğu gökdelen gibi birçok binaları devirdik.

Birçok alim sihir sanatının Hz. Musa (a.s) döneminde olduk­ça geliştiği için onun mucizesinin de bu konuda gösterildiğini öne sürmektedir. Nitekim Hz. İsa (a.s) döneminde tib oldukça geliş­miş olduğundan onun mucizesi de bu konuda tahakkuk etmiştir. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a) döneminde de fesahat ve belagat revaçta olduğu için kendisine yazılan, söylenilen her şeyi sustu­ran Kur'an-ı Kerim verilmiştir. Bu bakımdan her peygambere dö­neminde revaç bulan hususta mucize verilmesinin nedeni, kavim­lerini daha kolay etki altına almalarını sağlamak içindir. [38]

 

Meal

 

138- İsrailoğullan'nı  denizden   geçirdik.   Onlar   (yolculuk esnasında)  putlara tazim edip tapan bir kavmin yanına vardı­lar: «Ey Musa! Bunların ilahları gibi bize de bir ilah (put) yap» dediler.   (Musa):  «Kuşkusuz siz cahillik yapan bir kavimsiniz}) dedi.

139- Kuşkusuz ki bunlar içinde bulundukları durumla he­lak olmaya mahkumdurlar. Yapmakta oldukları da bâtıldır.

140- (Musa):  «Allah sizi alemlere üstün  kılmış iken ben size Allah'tan başka bir ilah mı arayacağım?» dedi.

141- Hatırlayın  o zamanı  ki,  sizi  Firavun'un   efradından kurtarmıştık. Onlar size işkencenin en kötüsüyle azab ediyorlar­dı.  Erkek   (çccuklarınızı)   Öldürür, kadınlarınızı   (kızlarınızı hiz­met için)  sağ bırakırlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardır.

142- Musa ile otuz gece sözleştik ve ona (otuz geceye) on gece daha ekledik. Böylece Rabbinin  tayin ettiği süre kırk ge­ceye  tamamlandı.  Ve Musa,  kardeşi Harun'a:  «Kavmin  içinde benim yerime geç, ıslah et. Sakın fesat çıkaranların yoluna tabi olma» dedi.

143- Musa tayin ettiğimiz vakitte gelince Rabbi onunla ko­nuştu.   (Sonra Musa):  Ey Rabbim! Bana kendini göster ki seni göreyim» dedi.  (Allah):  «Asla beni göremezsin. Fakat şu dağa bak. Eğer o (dağ) yerinde kalabilirse sen de beni görebilirsin» dedi. Rabbi dağa tecelli edince dağı paramparça etti, Musa da bayılarak yere düştü. Ayılmca, «Seni (her türlü ortaktan) tenzih ederim. Sana tevbe ettim ve ben müminlerin ilkiyim» dedi. [39]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(138-139) «İsrailoğullarını denizden geçirdik. Onlar (yolcu­luk esnasında) putlara tazim edip tapan bir kavmin yanına vardı­lar...»

Bu ayette Firavun'un kıssasına son verilip îsrailoğulları'nın kıssasına başlanılmaktadır. İsrailoğullan'na verilen mucizeler sonrasında onların neler yaptıkları açıklanarak, Medine'deki ya-hudilerden gördüğü kötülük karşısında Hz. Peygamber'den sabırlı davranması istenmekte, kendisine teselli verilmektedir. Çünkü "bu yahudilerin ataları Hz. Musa'ya da aynı şekilde davranmışlardı. Ayrıca müminler uyarılarak kendilerini muhasebe, Allah'ın nimet­lerini murakabe etmekten gafil olmamaları tenbih edilmektedir. Zira İsrailoğulları da aynı şekilde Allah'ın nimetlerinden gafil ol­dukları için musibetlere duçar olmuşlardı.

Mecma'ul-Beyan'da ayette geçen «deniz» ile Nü nehrinin kas­tedildiği öne sürülmüşse de bu görüş yanlıştır. Çünkü İsrailoğul­ları Nil'den değil Kızüdeniz'den geçmişlerdi.

Keltai'nin rivayetine göre Hz. Musa (a.s) İsrailoğullan'nı aşu-ra günü denizden geçirmiştir. Firavun ve kavmi helak olduktan sonra da Allah'a şükürlerini ifade etmek amacıyla oruç tutmuş­lardı.

«Onlar (yolculuk esnasında) putlara tazim edip tapan bir kav­min yanına vardılar» ifadesinde sözkonusu edilen kavim, Katade' nin rivayetine göre, Lahm bin Adiy bin Amr bin Seba'ya nispet edilen bir kabiledir. Bazı müfessirler ise bu kavmin Kenaniler'den olan Amalikalılar'm olduğunu söylemişlerdir. Çünkü putlara tap­tıkları için Allah, Hz. Musa'ya (a.s) onlarla savaşma emri ver­miştir.

İbn Cerir'in rivayet ettiğine göre onlar bakırdan yapılmış bu­zağı heykellerine tapıyorlardı. Bazıları da onların taştan yapılmış heykellere taptıkları görüşündedir. Bu manzarayı gören İsrailoğul-lan, zaten Mısır'da putperestliğe aşina olduklarından, Hz. Musa'ya müracaat ederek kendilerine onlarınki gibi bir put yapmasını is­terler. Bu istekler karşısında hayrete düşen Hz. Musa (a.s), o ka­dar büyük mucizeler görmelerine rağmen böyle bir istekte bulu­nan kavmini cahillikle suçlar. Yani onlara tevhidi bilmediklerini ve puta tapanların helak olacaklarını söyler. Çünkü Allah Teâlâ onların dinlerini Hz. Musa'nın eliyle mahvedip putlarını yok ede­cektir. Onların putlara yaptıkları ibadetin, (bununla Allah'a yak­laşmayı kastediyorlarsa da) kendilerine hiçbir yaran olmayacak­tır.

(140-141)  «(Musa) Allah sizi alemlere üstün kılmış iken...»

Bu Ayetlerin Tefsiri ;

İsrailoğullan ya kendi dönemlerinde her bakımdan ya da sa­dece kendilerine verilen mucizeler yönünden âlemlere üstün ki-lmmışlardı. Mutlak olarak bir üstün kılınma değildir bu. Sade­ce mucizeler nedeniyle üstün kılınmışlardır, o kadar. Çünkü ak­si takdirde Ümmet-i Muhammed'den de üstün olmaları gerekecek­tir. Oysa «Siz insanlar arasından çıkarılan en hayırlı ümmetsiniz.» (Alu İmran : 110) ayeti mucibince Ümmet-i Muhammed diğer üm­metlerden üstündür. Peygamber ve melekler ise «âlemler» lafzı­nın kapsamına girmezler. Muhtemelen onlar bir karine ile İsraü-oğullan'nm üstün oldukları alemlerden dışta tutulmuşlardır.

îsraüoğullan'mn Hz. Musa'dan (a.s) kendüerine put yapması şeklinde bir istekte bulunmaları, Bağavi'nin dediğine göre, Allah in vahdaniyetinden şüphe etmeleri nedeniyle değildir. Onların ama­cı, tazim edip tapmakla Allah'a yaklaşmalarına vesile olacak bir put-ilah edinmekti. Böyle yapmanın dinlerine bir zarar vermeye­ceğini sanıyorlardı. Bu da onların çok cahil bir topluluk oldukla­rını göstermektedir. Dolayısıyla bu bir irtidad (dinden dönmek) tir.

Amaçlan ne olursa olsun hepsi böyle bir istekte bulunmamış­tı. Sadece bir bölümlerinin böyle bir istekte bulunduklarına dair ittifak hasıl olmuştur.

Leys'ten rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a), Hu-neyn gazvesine çıktığında müşriklerin taptıklan bir ağacın yanın­dan geçer. Müşrikler silahlanın bu ağaca asar, çevresinde oturur­lardı. Bu ağaca Zat'ul-Envat adını vermişlerdi. Sahabiler, Râsûlül-lah'a (s.a) «Bize de müşriklerinki gibi bir Zat'ul-Envat kıl» dedi­ler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, «Subhanallah!» (Başka bir ri­vayette: Allahu Ekber) diye hayretini ifade ederek «Bu isteğiniz tıpkı İsrailoğulları'nın Hz. Musa'dan 'Onların ilahları gibi bize de bir ilah yap' demelerine benziyor. Nefsimi kudret elinde tutan Al­lah'a yemin ederim ki sizden öncekilerin yollarından yürüyecek­siniz» dedi. (Tirmizi)

Kesir bin Abdullah bin Avf'tan rivayet edüdiğine göre, kî o babasından, o da dedesinden şöyle işitmiştir: «Biz Fetih yılında Hz. Peygamberce birlikte, bin küsur kişi, sefere çıktık. Mekke ve Huneyn fetholundu. Huneyn ile Taif arasında, içinde Sıdre ağacı bulunan bir arazideydik. O ağaca daha önce müşrikler silahlarım asarlardı. Zat'ul Envat denilen bu ağaca taparlardı. Hz. Peygam­ber bu ağacı görünce yüzünü çevirdi. Çok sıcak bir gün olmasına rağmen o ağaçtan daha bodur başka bir ağacın gölgesinde otur-du. Bu sırada yanına bir kişi gelerek «Ey Allah'ın Rasûlü! Onların­ki gibi bize de bir Zat'ul-Envat kıl» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, «îşte bu, daha öncekilerin sünnetlerindendir, Muhammed' in nefsini kudret etinde tutan Allah'a yemin ederim ki, bu söz tıp­kı İsrailoğulları'nın Hz. Musa'ya 'Onların putları gibi bize de bir put yap1 demeleri gibidir.» (Tabarani)

Görüldüğü gibi bu rivayet bu sözü sarfedenin aslında bir kişi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Cahilliği sebebiyle söylediği için o kimse mazur sayılmış ve kafir olmamıştır. Çünkü böyle ol­saydı Hz. Peygamber ona imanını yenilemesini (tecdid-i iman) söylerdi. Oysa bu şekilde bir ibare nakledilmemiştir.

Günümüzde halk, maalesef, «Zat'ul-Envat» kabüinden bir sü­rü put edinmiştir. Nice Somuncu Babalar, Telli Babalar, Şeker­ci Babalar, bir sürü yatırlar, türbeler ve yine nice çaputlarm, ip­lerin bağlandığı dallar, ağaçlar vardır. Öyle ki «emr-i bil maruf» beyaz develerden daha az, onu yerine getirmek ise yıldızlara asılı­dır. Emir, vahid ve kahhar olan Allah'ın elindedir.[40]  

(142) «Musa ile otuz gece sözleştik ve...»

Bu Ayetin Tefsin :

Rivayet edildiğine göre daha Mısır'da buîunuyorlarken İsraü-oğullan'na Hz. Musa (a.s), «Şayet Allah Teâlâ düşmanınızı helak ederse, size içinde yapacağınız ve kaçınacağınız her şeyin yazılı olduğu bir kitab getireceğim» demiştir. Firavun helak olduğunda Hz. Musa (a.s) Rabbinden o Kitab'ı ister ve Allah Teâlâ da ona, (Zi'1-Kade ayında) otuz gün oruç tutmasını emreder., Ancak Hz. Musa (a.s) otuz günü doldurduğunda ağzından gelen kokudan ra­hatsız olur ve misvak kullanır. Bunun üzerine melekler, «Biz se­nin ağzından misk kokusu duyuyorduk. Ama sen o kokuyu misvak kullanmakla giderdin» derler. Böylece Allah Teâlâ o otuz günün üzerine (z'i-lhicce'nin) on gününü daha eklemesini emreder.

Deylemî, İbn Abbas'tan merfu olarak şöyle bir rivayet nak-letmiştir: Hz. Musa otuz gün sonrasında Rabbine gidib konuşmak ister ama oruçlu olan bir kimsenin ağzındaki o kokuyla Rabbiyle konuşmayı uygun görmeyerek yerden bazı otlar alır ve çiğner. Rabbi ona orucunu niçin bozduğunu sorar. O da «Ya Rabbi! Ağ­zım kötü kötü kokarken seninle konuşmaya utandım» diye cevab verir. Allah Teâlâ; «Bilmiyor musun ki oruçlunun ağzından gelen koku benim katımda misk kokusundan daha güzeldir. Git, on gün daha oruç tut, sonra yanıma gel!» diye buyurur. Bunun üzerine Hz. Musa. (a.s) Rabbinin emrini yerine getirir.

Bazı müfessirlere göre, Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya (a.s) otuz gün oruç tutmasını ve onu kendisine yaklaştıracak diğer amelleri yapmasını bu günlerde emretmiştir. Sonra da Tevrat nazil olmuş­tur.

Bakara suresinde (51) «40 gün»ün zikri mücmel, burada ise mufassal geçmiştir.

«Ve Musa, kardeşi Harun'a: 'Kavmin içinde benim yerime geç, ıslah et. Sakın fesat çıkaranların yoluna tabi olma' dedi.» Ya­ni benim vek|lim ol ve onların yaptıklarına dikkat et. Hz. Harun da Hz. Musa gibi bir peygamber olmasına rağmen Hz. Musa'nın O'nu yerine vekil olarak bırakması, bazı rivayetlere göre, riyasetin sadece Hz. Musa'ya verilip O'na verilmediğinden kaynaklanıyordu. Çünkü riyaset ile risaletin bir kişide toplanması diye bir gerekli­lik söz konusu değildir. Nitekim İsrailoğullan'na ait kıssalarda bu vakıa gözlenebilmektedir.

Bazı müfessirlere göre Hz. Harun (a.s), asalet hükmü gere. ğince (soy bakımından) nebi, tebaiyyet hükmü gereğince (Hz. Mu­sa'ya tabi olması bakımından) rasûl'dür. Dolayısıyla söz konusu vekaletin nedeni işte budur.

Bazı müfessirler de Hz. Musa'nın bu sözlerini, iki memurdan birisinin bir yere gideceği zaman diğer arkadaşına tenbihte bulun­ması şeklinde anlamışlardır.

(143) «Musa, tayin ettiğimiz vakitte gelince...»

Bu Ayetin Tefsiri:

Yani Musa bizim huzurumuza tayin ettiğimiz vakitte (40 gün­den sonra) gelince, harfli ve sesli olarak, mahlukların konuşma­sına benzemeyen bir tarzda, Rabbi onunla konuştu. Selef-i şalinin bu görüştedir.

Hz. Cabir'den rivayet edildiğine göre Allah, Tur gününde Hz. Musa ile konuşurken onu daha önce çağırdığı günkü konuşmasın­dan daha başka bir şekilde konuşmuştur. Bunun üzerine Hz. Mu­sa: «Ey Rabbim! Bu, daha önce benimle konuştuğun gibi midir?» diye sorar. Allah, «Ben seninle on bin dil gücüyle konuştum. Tüm dillerin gücü benim içindir ve ben daha kuvvetliyim» diye buyu­rur. Hz. Musa, İsrailoğulları'na geri döndüğünde kendisine: «Ey Musa! Bize Rahman'm konuşmasının özelliklerini anlat» diye ıs­rar ederler. Hz. Musa, «Siz hiç çakan şimşeklerin sesini duymadı­nız mı? İşte o ses de işittiklerinizin en tatlıszdır. Allah'ın sesi de onun gibidir ama o değildir» diye buyurur. (Bezzar, İbn Ebi Ha­tim, Ebu Nuaym ve Beyhaki).

Ebul-Huveyris Abdurrahman bin Muaviye'den rivayet edildi­ğine göre, Allah, Hz. Musa'nın gücü yettiği kadar kendisiyle konuş­muştur. Şayet kelamın tamamıyle konuşsaydı o buna güç yetire-mezdi. (İbn'ul-Munzir, İbn Ebi Hatim ve Hâkim)

Bir topluluk Kab-ul Ahbar'dan şöyle rivayet etmiştir: «Allah, Hz. Musa ile konuştuğunda bütün dillerde konuşmuştur. Hz. Mu­sa, «Ya Rabbi! Hiçbir şey anlamıyorum» dediğinde bütün dillerin bitiminde, onun sesinin benzeriyle, onun diliyle konuşur.»

Deylemi'nin Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre, Hz. Pey­gamber şöyle buyurmuştur: «Kardeşim Musa, Rabbinin münaca-atına çıktığında Rabbi onunla 1200 kelime konuşmuştur. İlk ko­nuştuğu dil Berberice idi.»

Eş'ari'den nakledildiğine göre, Hz. Musa ancak Allah'ın zatıy-la kaim olan kendi kavlini dinlemiştir. Dinledikleri herhangi bir cihete tahsis edilmiş değildir.

Bunu fiilî işitmeye hamletmek güçtür. Çünkü bunun hilafına gelen rivayetler vardır. Görünüşe göre, Eş'ari'den yapılan bu nakil doğruysa İmanı Eş'ari bu görüşünden dönerek «el-İbane» adlı ese­rinde doğruluğuna inandığı selefin yoluna uymuştur.[41]  

Hz. Musa (a.s) bu görüşme esnasmda Allah Teâlâ'nın zatına (kendisine) bakmak ister. Allah, «Sen, yaradılış bakımından bu halinde olduğun sürece beni göremezsin. Ancak şu dağa (Tur-i Sina veya Zebil) bir bak! Eğer o yerinde durursa (tecelli etmem onu parçalamazsa) tecelli ettiğimde beni görebilirsin» der. Fakat Cenab-ı Hak, (zatına layık olan bir tarzda) dağa tecelli edince dağ paramparça olur. Tabii ki bu, Allah Teâlâ'nın dağı idrak sahibi kılmasından sonradır.

Enes bin Malik kanalıyla rivayet edildiğine göre Hz. Peygam­ber bu ayeti okurken iki parmağıyla işaret ederek baş parmağının ucunu serçe parmağının boğumu üzerine koymuş ve «İşte dağ böy­le parçalanmıştır» demiştir. (İmam Ahmed, Abd bin Humeyd, Tir-mizi).

îbn Abbas'tan gelen rivayete göre Allah Teâlâ'nın cemalinden sadece küçük parmak kadarı dağa tecelli etmiş ve dağı yerle bir etmiştir. Ancak en doğru görüş, bu ayetin müteşabihattan adde dilmesidir. Allah katındaki anlamı neyse biz ona iman eder, ilmini Allah'a havale ederiz.

İbn Abbas ile Hasan Basri'den gelen rivayete göre Hz. Musa bayılarak, Katade'den gelen rivayete göre ölerek yere düşmüştür. Yine İbn Abbas'tan gelen rivayete göre Hz. Musa, Arefe'ye rastla­yan perşembe günü bayılmış, cuma günü akşamına kadar böylece baygın bir halde kalmıştır.

Bazı hikayecilerin, «Melekler baygın olan Hz. Musa'nın yanın­dan geçerken ayaklarıyla ona vurup, "Ey hayırlı kadının oğlu! Rab-bini görmek isteyen sen miydin?' derler.» tarzmdaki hikâyeleri basit ve güvenilmez nakillerdir. Bu tür nakiller kesinlikle doğru (sahih) değildir. Çünkü melekler, Allah'ın kendisiyle konuştuğu peygamberi Hz. Musa'yı ayaklarıyla iteleyip aşağılayamazlar. Böy­le bir davramş risalete de, meleklerin yapılarına da ters düşer.

Hz. Musa (a.s) ayılınca (Katade'nin dediğine göre ruh bede­nine dönüp anlayış ve'hissiyatı kendisine verilince) Allah'ın em­rini yüceltir ve «Subhaneke» (Seni herhangi bir-şeyde mahlukati-na benzetmekten ve iznin olmaksızın senden bir şey istemekten seni tenzih ederim) diye nida ederek «Tevbe ederim, ben mümin-lerin (azametine ve senden izinsiz bir şey istenmeyeceğine iman edenlerin) ilkiyim» der. [42]

 

Rüyetullah  (Allah'ın Gözle Görülmesi) Meselesi

 

Allah'ın görülmesini (rüyetullah'ı) mümkün görenler bu ayet­le istidlal etmişlerdir. Çünkü eğer bu mümkün olmasaydı. Ulu'1-Azm olan Hz. Musa (a.s) gibi bir peygamber ((Kendini bana göster» de­mezdi. Ancak rüyeti inkar eden mutezile de bu ayetle istidlal etti­ğinden onlarla ehli sünnet arasında bu konuda ciddi bir tartışma açılmıştır. Bu tartışma şu şekilde özetlenebilir.

Ehli Sünnet bu ayetin, rüyetin mümkün olduğuna iki yönden delalet ettiğini söylemiştir:

1) Hz. Musa, Allah'tan kendisini ona göstermesini istemiş­tir. Şayet Allah'ın görülmesi muhal olsaydı   —ki Hz. Musa (a.s) muhali bilen birisi kabul edilirse (ki bu da mutlaktır)  muhali talep etmezdi. Yok eğer «Hz. Musa (a.s) muhali bilmiyordu» di­yorsak, Mutezile'nin ilimlerin sadece bir kısmını bilen mensubla-nnın Allah için neyin mümkün olup olmadığı meselesini Hz. Mu­sa'dan daha iyi bildikleri ortaya çıkar ki, bu bilgisizliğin ve akıl­sızlığın en son derecesidir. Muhaliyyetin bâtıl olduğu anlaşıldığına göre rüyetin olabilirliği kesinlik kazanmıştır.

2) Ayette rüyet, dağın istikran  (yerinde durması)  şartına bağlıdır. Bu da haddi zatında mümkündür. O halde mümküne bağlı bir şey de mümkündür.

Mutezile bu görüşleri birçok yönden eleştiriye tabi tutmuş­tur. Bunları kelam kitaplarına havale ediyoruz. Dileyenler oralara müracaat edebilirler.

Bir mutezilî olan Zemahşeri, «Keşşaf» adlı tefsirinde, bu aye­tin rüyetin imkânsızlığı konusunda gayet beliğ bir delil olduğunu söyledikten sonra sözlerine şunları ilave ediyor: «İslâm ile isim­lenip kendilerine «Ehl-i Sünnet ve 'l-Cemaat» adım verenlerin böy­lesine bir azimeti nasıl yol edinmiş oldukları çok şaşırtıcıdır. Sa­kın onların bilakeyf (keyfiyetsizlik) prensibinin arkasına saklan­maları seni aldatmasın. Zira, bu prensib onların ileri gelenlerinin kurmuş oldukları tuzaklardan biridir.»

Bazı müdekkikler bu konuyu şu şekilde özetlemektedirler: Hz. Musa rüyetin mümkün olduğunu ve Allah'ın dünyada kulla­rından dilediğine görünmesinin  aklen caiz olduğunu biliyordu Rüyet için zikredilen şartlara gelince, bunlar aklî şartlar değiller­dir. Fakat Hz. Musa (yaradılış itibariyle) değişmedikçe rüyetin imkânsız olduğunu bilmiyordu. Bunu Âlemlerin Babbi olan Allah' tan talep ettiğinde öğrenmiş oldu.. Onun bunu bilmemesi ise mertebesini düşürmez. Çünkü bunlar işitmek yoluyla Öğrenmeye bağ-. lı emirlerdendir. Semi (işitmek yoluyla öğrenilecek) emirleri bil­memek eksiklik değildir. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a) mahlu-katın en alimi olduğu sahih bir şekilde bilinmesine rağmen ken­disine bazı şeyler sorulduğunda «Ben bunu Cebrail'e soracağım.)} demiştir. Bunu Cebrail'e sorunca,: o da, «Ben bunu Âlemlerin Rabbi'nden soracağım» demiştir. Ayrıca meleklerin «Sen her türlü ortaktan münezzehsin. Senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur» şeklindeki ifadesi Kur'an'da (Bakara: 32) bildirilmiştir.

Muteziîe'nin iddia ettiği gibi bu ayet niyetin mümkün olma­dığına delil değildir. Aksine mümkün olduğuna daha net ve be­lirgin bir şekilde delildir.

Hz. Musa'nın bu talebte bulunmasından sonra Rabbini görüp görmediği ihtilaf konusu olmuştur. Çoğu alim, ne bayılmadan ön­ce ne de sonra görmediği kanaatindedir. Fahruddin Razi, bayıl­dıktan sonra Cayılınca) gördüğünü, Muhiddin ibn'ul-Arabi, baygın­lıktan sonra gördüğünü ve bu baygınlığın ölüm olduğunu söyle­miştir. Şeyh İbrahim el-Gurani, Hz. Musa'nın bayılmadan önce ha­kikaten Rabbini gördüğünü ye bu yüzden bayıldığını, nitekim da­ğın da bundan dolayı   paramparça   olduğunu ileri   sürerek, Ebu Şeyh'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği şu hadise dayanmaktadır: «Allah tecelli   ettiğinde Hz. Musa, on   fersah ötedeki  karıncanın kupkuru taş üzerinde, kapkaranlık gecede yürüdüğünü görüyor­du.» Ayrıca Ebu Ma'şer'den rivayet edilen şu hadisle istişhad edi­yordu: «Musa 40 gün öylece durdu. Bu süre içinde ona bakan he­men ölüyordu. Bunun nedeni de Âlemlerin Rabbi'nin nuruydu.» Ezbu Ma'şer'den gelen bir rivayet ile Hz. Peygamber'in, «Kuşkusuz Allah Musa'ya konuşmayı, bana da rüyeti verdi. Makam-ı Mahmud ve Havz-ı Mevrud ile de beni üstün kıldı.» hadisinin arası şöyle te­lif edilebilir: Allah Teâlâ'nın peygamberimize vermiş olduğu rü-yet, baygınlık veya ölümün olmadığı, sebat ve beka ile birlikte olan bir rüyettir. Nitekim Hz. Musa'ya verdiği kelam da böyledir. Ancak Hz. Musa'ya verilen rüyet böyle değildir. Zira rüyet, kendisin­de beka ile birlikte sabit olmamıştır. Dolayısıyla Hz. Peygamber' in «Kuşkusuz ki hiç biriniz Rabbini, Ölmedikçe göremez.» sözü ile birlikte dünyada görmekten kinayedir. Yani dünyada, hayattayken Rabbini görmek sadece Hz. Peygamber'e (s.a) nasib olmuştur. Başkasına nasip olmadığı gibi, olması mümkün de değildir.

Burada Önemli bir noktaya temas etmek gerekmektedir: «Peygamberlerin tevbesi mutlaka günah işledikleri içindir» şek­linde bir prensib doğru değildir. Çünkü onların yüce mertebesi kendilerim kemal makamından düşürecek her davranıştan korur. Bu bakımdan Hz. Musa (a.s), Allah'ı görmek isteğinde bulunma­ması gerekirdi. Fakat istediğine göre kendi hakkında daha evla ola­nı terketmiş demektir. İşte bu yüzden tevbe ettiğini söylemiştir. Nitekim bir hadiste «Ebrar'ın fiyi olanların) iyilikleri mukarreb-ler için (Allah'a yakın olanlar) kötülük mertebesindedir» diye bu-yurulmuştur.

Amîdî, tevbe her ne kadar daha önce işlenmiş bir günahın sözkonusu olduğuna delâlet ediyorsa da Hz. Musa (a.s) hakkında böyle düşünmek için ortada bir neden bulunmamaktadır. Muhte­melen bu tevbe Hz. Musa'nın günah saydığı bir şeyden dolayıdır. Böyle bir nedenden dolayı tevbe etmesini gerektiren şey, dağın parçalanması gibi, gözüyle görmüş olduğu o dehşetli hadisedir. Nitekim tüm salih müminler böyle yaparlar. Bir işaret gördükle­rinde veyahut korkunç bir hadiseye şahit olduklarında hemen tev-beye başvururlar.

«Ben müminlerin ilkiyim» ifadesi, yani bu durumda ilk iman eden benim, anlamındadır. Hatta bu evveliyet (ilk olma) vasfını imana değil de kendisine irca etmesinin nedeni, kendisine göre günah saydığı şeyden dolayı tevbesinin kabul olunmasını istemiş olmasıdır. Böylece Allah'ın affını bu sözüyle celbetmeyi düşün­müştür.

Mücahidden rivayet edildiğine göre sözkonusu müminler, kav­minin müminleridir. [43]

 

Meal

 

144- (Allah): «Ey Musa! Seni risalelerim ve kelamımla in­sanlardan üstün kıldım. Artık sana verdiğimi al ve şükredenler-den ol» dedi.

145-  biz, Musa için levhalarda her türlü öğtitü ve her şe­yin açıklamasını yazdık. Onu kuvvetle tut ve kavmine emret ki en güzeline sarılsınlar. İleride size fasıkların yurdunu gösterece­ğim.

146- Yeryüzünde haksız olarak büyüklük taslayanlan ayet­lerimden  uzaklaştıracağım.  Onlar her ayeti   (mucizeyi) görseler bile yine de ona iman etmezler. Şayet hidayet yolunu görürlerse onu yol  olarak benimsemezler. Fakat  dalâlet yolunu görürlerse onu yol olarak benimserler. Bunun nedeni onların ayetlerimizi ya­lanlamaları ve onlardan gafil olmalarıdır.

147- Ayetlerimizi ve ahirete varmayı inkar edenlerin tüm amelleri yanmıştır. Onlar ancak yaptıklarıyla ceza görmüyorlar mı?

148- Musa'nın kavmi kendisinden sonra ziynetlerinden bö­ğürmesi olan bir buzağı heykelini (mabud)  edindiler. Hiç onun kendileriyle konuşmadığım  ve kendilerine doğru bir yol göster­mediğini görmediler mi? Onu   (mabud)  edinerek zalimlerden ol­dular.

149- Başları elleri arasına düşürüldüğünde  (pişman olduk­larında)   ve  kendilerinin gerçekten saptıklarını gördüklerini de: «Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bize mağfiret etmesen, muhakkak zarara uğrayanlardan olacağız» dediler. [44]

 

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(144 «(Allah) : Ey Musa! dedi. Seni risalelerim ve kela­mımla insanlardan üstün kıldım...»                                                  

Bu ayetteki sözler Hz. Musa'yı teselli etmek için söylenmiştir.

Yani «Rüyete nail olamayışına üzülme. Çünkü bu dünyada sana   büyük nimetler verdim. Bunun idrakinde ol ve şükrünü eda etSem "peygamberliğe seçtim ve zamanındaki tüm insanlardan seni üstün kıldım. Tıpkı kavmini de zamanındaki âlemlere üstün kıldığım gibi.»  «Risalelerim» ifadesiyle Tevrat'ın cüzleri kastedilmektedir. Hicazlılardan kıraat alimi Ebu'l-Hasan Eavh, «risalâtî» (risalele­rim) şeklindeki bu kelimeyi «risaletî» (risalem) şeklinde okumuş, tur.

«Kelamımla»   ifadesiyle Hz. Musa ile yapılan konuşma veya

«Seninle konuşmak suretiyle seni insanlara üstün kılışımla» şek­lindeki bir anlam kastedilmektedir. Yani bu iki durumu bir araya getirmek suretiyle seni insanlardan üstün kıldım. Hz. Harun'un durumu Öne sürülmez, zira Allah onunla vasıtasız konuşmamıştır. Ayrıca Hz. Harun'un peygamberliği tebaiyyet iledir. O, Hz. Musa' ya tabi olmakla emrolunmuştur. Hz. Musa (a.s) ile birlikte Al­lah'ın huzuruna giden 70 kişi öne sürülerek de itiraz edilemez. Çünkü onlar Allah'ın sözlerine muhatab oldularsa da kendilerine risaletten bir şey verilmemiştir. Kelim olan Hz. Musa'dır.

«İnsanlardan;» yani, Hz. Musa (a.s) dönemindeki kimselerden. Böylelikle Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a) bu genellemeden dışta tutulmuş olmaktadır. Bu bakımdan Hz. Mu-hammed'e de risalet ve vasıtasız konuşma verilmiştir, denilerek itiraz edilemez. Şayet vasıtasız konuşmak sadece Hz. Musa'nın bir özelliğidir, denirse bu onun da Hz. Muhammed gibi her "bakım­dan üstün olduğu anlamına gelmez. Çünkü bazen bir konuda ikin­ci derecede olanda öyle bir özellik bulunur ki üstün olanda o özel­lik yoktur.

Allah Teâlâ'nın inikatta Hz Musa (a.s) ile olan kelamının çokluğuna delalet eden rivayetler vardır. Nitekim daha Önce Ebu Hüreyre hadisiyle bunun kemmiyeti bildirilmişti.

Hâkim Tirmizi [45] «Nevadir'ul-Usul» adlı eserinde ve ayrıca Beyhaki, Cüveybir yoluyla Dahhak'tan ve İbn Abbas'tan şöyle bir rivayet nakletmişlerdir: «Allah Teâlâ, Musa ile 140 bin kelime ko­nuşmuştur. Bu, üç günde tamamlanmıştır.» Musa, Ademoğulları' nın konuşmalarını dinlediğinde hiçbiri hoşuna gitmez, zira O, Rab-binin kelamını dinlemiştir. Allah'ın Musa ile yapmış olduğu konuş­manın bir kısmı şu şekildedir: «Ey Musa! Zahidler zühdden Öte bir şey yapmadılar. Mukarribler kendilerine haram kılınandan sa­kınmanın dışında bir amelle bana yaklaşmadılar. Âbidler korkum­dan ağlamaktan başka bir amelle kulluk yapmadılar.» Bunun üze­rine Hz. Musa «Ya Rabbi! Ey insanların mabudu!, ya Zü'l-celûl ve'l-ikram! Bu kulların için ne hazırladın, onlara mükâfat olarak ne vereceksin?» dedi. Allah Teâlâ da, «Zahidlere cennetimi vere­ceğim. Öyle ki diledikleri gibi yer edinsinler. Mukarriblere, her kulun günahını soruşturduğum kıyamet gününde tazim ve ikram edecek, onları hesaba çekmeden cennete sokacağım. Abidlere, benim korkumdan ağlayan kimselere gelince, en yüce dost onlar için­dir. Bu hususta hiç kimse onlara ortak olmaz» diye cevab verdi.

Adem bin Ebi İsa, «Kitab'ul-İlim»de İbn Mesud'dan şöyle bir rivayet nakletmiştir: «Allah, münacaat için Musa'yı huzuruna yak­laştırdığında Musa, arşın gölgesinde birini görür ve bulunduğu makama gıpta ettiğinden onun kim olduğunu sorar.- Allah Teâlâ da ismini değil, ilmini bildirerek:

  O, Allah'ın diğer insanlara verdiği nimetleri kıskanmıyor­du. Anne ve babasına karşı saygılı davranıyor, dedikodu yapmıyor­du» diye cevab verir, Sonra da ona niçin geldiğini sorar.

  (Musa) Ya Eabbi! Hidayet dilemeye geldim;

  (Allah) Ey Musa! İsteğin sana verildi.

  Gelmiş, gelecek ve ikisi arasındaki tüm günahlarımı affet. Nefsimin vesveselerinden çirkin amellerden ve benden daha iyi bildiklerinden sana sığınırım.

  Muhafaza edildin ey Musa! (İstediklerin sana verildi.)

  Yarabbi! Katındaki en hayırlı amel hangisidir ki onu yapa­yım?

  Beni zikret!

  Hangi kulun daha muttakidir?

  Beni sürekli zikreden.

  Kullarından en zengini hangisidir?

  Kendisine verilen rızka kanaat eden.

  En üstün kulun hangisidir?

  Hevasma uymayıp adaletle hükmeden.

  Hangi kulun daha alimdir?

  Tüm mahlukatm ilmini isteyip kendi ilmine eklemek az­minde bulunan. Öyle ki o, bir kelime işitip te o Kelimenin kendi­sini hidayete götürmesini veya bir belâdan kurtarmasını umar.

  Ya Rabbi! Amel bakımından senin katında en sevimli ku­lun hangisidir?

  Dili yalan söylemeyen, tenasül uzvu zina etmeyen ve kal­binde fısk ve fücur bulunmayan kimse.

  Bundan başka?

  Güzel ahlâka sahib mümin bir kalb.

  Senin katında en sevimsiz kulun hangisidir?           

 — Kötü ahlaka sahib kafir bir kalb.

— Bundan başka?

  Geceleri leş gibi yatan, gündüzleri tembel olan.

Beyhaki, Kitabu'1-Esma ve 's-Sıfat'ta ve ayrıca Ebu Ya'la, İbn Hibban ve Hâkim, Ebu Said elHudri'den Hz. Peygamberin (s.a) şöyle bir hadisini rivayet etmişlerdir:

— (Musa) : Ey Rabbim! Bana öyle bir şey öğret ki seni onunla zikredip, onunla çağırayım.

  (Allah) : Ey Musa! La ilahe illallah, de:  .               

— Ya Rabbi! Bunu tüm kulların söylüyor.

 — La üahe illallah, de.

  Ya Rabbi! Senden başka ilah yoktur. Fakat ben senden bana özel olarak Öğreteceğin bir şey istiyorum.

— Ey Musa! Eğer yedi tabaka gök ve orada oturanlar ile yedi

m      tabaka yer ve orada oturanlar terazinin bir kefesine, <(La ilahe illallah» da öbür kefeye konsa, «La ilahe illallah» daha ağır basar.

Hâkim Tirmizi, «Nevadir'ul-Usul» adlı eserinde Ebu Hureyre den şöyle bir rivayet nakletmistir: «Hz. Musa, Tur-i ISina'ya Çık­tığında Cebbar olan Allah onun parmağında bir yüzük görür ve sorar:

  Onun üzerinde isimlerimden ve kelamımdan yazılı bir şey var mıdır?

  Hayır!

  O halde onun üzerine «Her ecel yazılı bir kitaptadır» ibare­sini yaz.

İbn Ebi Hatim, el-Âla bin Kesir'den şöyle bir rivayet naklet­mektedir:

  (Allah) : Ey Musa! Seninle niçin konuştuğumu biliyor mu­sun?

 — (Musa) : Hayır, ya Rabbi, bilmiyorum.

  Yarattıklarımdan hiç birisi senin gibi karşımda bana teva­zu göstermemiştir.

Hikayeciler, Hz. Musa'nın Rabbine sorduğu ve Rabbinin de Hz. Musa'ya verdiği cevablarla ilgili birçok uydurma hikâyeler nakletmişlerdir. Hiçbir müslümanın bu tür hikâyeleri kabul etme­si doğru değildir.[46] 

(145) «Biz Musa için levhalarda her türlü öğüdü ve her şe­yin açıklamasını yazdık...»

Bu Ayetin Tefsiri :

Yani «îsrailoğulları'nın muhtaç oldukları helal ve haramları, güzellik ve çirkinleri bildirdik.» îmam Razi ve birçok müfessir bu yoruma katılmışlardır.

«Külli şey'in» tabiri, Tabarani ve Beyhaki'nin Muhammed bin Yezid es-Sakafi'den naklettikleri bir rivayete göre, yukardaki yo­rumdan daha genişini mutazammındır. Şöyle ki: Kays bin Hars ile Ka'b-ul Ahbar arkadaş olurlar. Sıffin denilen bölgeye geldikle­rinde, Ka*b durur ve uzun bir zaman düşündükten sonra «Bu böl­gede müslümanların kanından o kadar çok akacak ki yeryüzünün hiçbir yerinde öylesi kan akmayacaktır» der. Kays ona bunu ne­reden bildiğini sorup, onun gayb emirlerinden olduğunu, bunu da ancak Allah'ın bilebileceğini ilave eder. Ka'b ise şöyle cevab ve­rir: «Tevrat'ta hakkında bir yazı bulunmayan yeryüzünün bir ka­rış yeri bile yoktur. Allah, Tevrat'ı Musa'ya indirmiş ve onda ol­muş ve kıyamete kadar olacak her şeyi yazmıştır.» Bunların Tev­rat'ta yazılması tıpkı Kur'an'da olduğu gibi remz kabilinden olsa gerek.

Tevrat levhalarının sayısı, niteliği, miktarı ve kâtibleri konu­sunda ihtilaf edilmiştir. Bazı rivayetlere göre 10, bazılarına göre 7, bazılarına göre de 2 adettir.

Zeccac, «Elvan» (Levhalar) tabirinin Arap dilinde iki levha için kullanıldığım da söylemiştir.

Mücahid'den rivayet edildiğine göre bu levhalar yeşil züm­rüttendir. Allah'ın emriyle Cebrail bunları Adn cennetinden getir­miştir.

Ebu Şeyh'in İbn Cüreyc'ten rivayet ettiğine göre O, «Tevrat levhalarının zebercet denilen bir maddeden yapıldığı bana söylen-di» demiştir.

Said bin Cübeyr, selefin Tevrat levhalarının yakuttan oldu­ğunu söylediklerini nakleder ve fakat kendisi zümrütten oldukla­rını söyler.

İbn Ebi Hatim'in Cafer bin Muhammed'den naklettiği bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Musa'ya ve­rilen levhalar cennet ağaçlanndandır ve her levhanın boyu 12 zi­ra' uzunluğundadır.»

Hasan Basri'den gelen bir rivayete göre, levhalar gökten na­zil olmuş odunlardan yapılmıştır ve her levhanın uzunluğu 10 zi-ra'dır.

Rivayet edildiğine göre Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya o levhaları tatlı bir kayalıktan kesmesini emreder ve sonra da o kayalığı yu­muşatır. Hz. Musa o levhaları eliyle kesip parmaklarıyla düzel­tir.

Ancak bu tür rivayetler (kendilerine itibar edilebilmesi için) sahih olmalıdırlar. Şayet değillerse susmak, konuşmaktan daha evladır. Nitekim ayette levhaların ne sayısına, ne niteliğine ne de kâtiplerine delâlet edecek bir bilgi verilmemiştir. Gafer bin Mu-hammed'den daha önce nakledilen rivayetin senedi sahihse, levhaların sidra ağacından olduğu kanaati bence daha tercihe şa­yandır.

İbn Cerir'den gelen meşhur bir rivayete göre, levhaların kâ­tibi Cebrail'dir. Onları «zikr»i yazan «kalem» yazmıştır.

Mücahid, Ata ve İkrime'nin Hz. Ali'den naklettikleri rivayete göre, levhaları kudret eliyle Allah Teâlâ yazmıştır. Yine Hz. Ali­den yapılan bir başka rivayete göre levhalar yazılırken Hz. Musa kalemlerin çıkardığı cızırtıları işitiyordu.

İbn Ömer'den gelen bir rivayette şöyle denilmiştir: «Allah, Adem'i ve Adn cennetini kudret eliyle yarattı ve Tevrat'ı da kud­ret eliyle yazdı. Sonra da bazı şeylere «ol» dedi, onlar da oluver-diler.»

Abd  bin  Humeyd'in  Verdan  bin  Halid'den  naklettiği   bi rivayete göre Allah, Adem'i, Cebrail'i, Kalem'i ve Arş'tm kudret eliyle yarattı. Katındaki Kitab'ı (Levh-i Mahfuz'u) eliyle yazdı kt kendisinden başkası o kitaba muttali olmasın. Sonra Tevrat'ı da eliyle yazdı.»

Yukardaki rivayetlerde kullanılan tüm bu ifadeler müteşabi-hattandırlar. Allah'ın elinin keyfiyeti bizce malum değildir.

Bazı rivayetlerde Tevrat'ın Mikat'tan önce yazıldığı ve yazıl­dığı gibi indirildiği bildirilmiştir. Yetmiş deve yükü olduğu, bir parçasının ancak bir yılda okunduğu söylenilir. Levhaları okuyan kişilerin adları Musa, Yuşa, Üzeyr ve İsa olarak geçmektedir. [47]

 

Tevrat'ın Aslından Bazı Bölümler

 

Tevrat'ta Hz. Muhammed'in ümmeti için Allah katında ha­zırlanan nimetlerin, dinlerindeki kolaylıkların, helâl nimetler hu­susunda kendilerine bahşedilen genişliğin bahsi vardır. Hatta ri­vayet edildiğine göre Hz. Musa Allah'ın, Muhammed ümmetine vermiş olduğu nimetlerden hayrete düşerek onlardan olmayı te­menni etmiştir.

Cabir bin Abdullah, Hz. Peygamber'den (s.a) şunları dinledi­ğini söylemiştir: Allah'ın Musa'ya verdiği Tevrat levhalarında şun­lar yazılıydı: «Ey Musa! Sakın bana herhangi bir şeyi ortak koş­ma. Müşriklerin ateşte yanacakları hükmü sabit olmuştur. Bana, annene ve babana şükredersen seni telef edicilerden korur, öm­ründe seni abid bir kul yapar, güzel bir hayatla yaşatırım. Daha sonra seni dünya hayatından daha güzel bir hayata götürürüm. Sakın Allah'ın haram kıldığı bir cam alma. Böyle yaparsan eğer, yer ve gök sana dar gelir. Öfkeme maruz kalır, helak olursun. Sa­kın yalan yere günahkâr olarak ismim üzerine yemin etme. Çünkü beni tenzih, isimlerimi tazim etmeyen bir kimseyi temizlemem. însanlara vermiş olduğum hayırlardan dolayı onları kıskanma. Ver­miş olduğum rızık ve nimetimi ifsad etme. Hasedçiler nimetimin düşmanıdırlar. Kaza ve kaderi reddederler, kullarım arasında yap­tığım taksimata razı olmazlar. Ben ne böyle bir kimsedenim, ne de o benden. Bizzat duymadığın bir şey hakkında şahitlik yapma. Çünkü ben kıyamet gününde şahitlerin, şahitlikleri üzerinde du­racağım. Sonra da inceden inceye hesaba çekeceğim. Sakın zina yapma, hırsızlık etme. Komşunun eşiyle düşüp kalkma. Böyle ya­parsan eğer senden yüzümü saklar, göğün kapılarını sana kapatı­rım. Kendin için istediğini başkaları için de iste. Benim adım di şında, kimsenin adına bir şey kesme. Çünkü ben kurbanlardan ancak kendi adıma kesileni, sadece benim rızam için yapılan ame­li kabul ederim. Cumartesi günü benim için her türlü işten kaçın. Nefsini benim için her şeyden boşalt. Ehli Beytinin tümünü be­nim için her şeyden uzak tut.» Hz. Peygamber bunları söyledikten sonra «Allah Teala cumartesi gününü Musa kuluna, cuma gününü de bize bayram kılmıştır.» diye buyurmuştur. (İbn Merduveyh, Ebu Nuaym)

«Onu kuvvetle tut ve kavmine emret ki en güzeline sarılsın­lar,}) İbn Abbas bu ifadeyi, «Ciddiyetle ve azimetle onlara yapış» anlamında yorumlamıştır. «Levhaların en güzeli» tabiri onların bir kısmının güzel olması, en güzeli içermeleri anlamındadır. Me­sela sabn içeren bir levha, intikamı içeren bir levhadan daha gü­zeldir. Dolayısıyla ayetin anlamı, levhaların en güzel bölümlerine uysunlar, vecibelerini yerine getirsinler. Çünkü O, mendub ve mu-bahlardan daha güzeldir, şeklindedir.

Bazıları ifadedeki ism-i tafdil sigasmın, güzelliğin mutlakıye­tini vurguladığı ve mübalağa için kullanıldığı görüşündedir İzafi (şundan daha güzeli anlamında) değildir. Çünkü hepsi de Allah'ın emrettiği şeyler içindedir. Onun karşısında haram edilen­ler vardır.

Zeccac'ın görüşü de bu şekildedir. Çünkü o, «Onlar hayırla emrolundular, serden nehyedildiler. Lehlerinde ve aleyhlerindeki şeyleri bildiler» demiştir.

Bazı alimler de, buradaki ism-i tafdil şeklindeki kullanımın «yaz kıştan daha sıcaktır» ifadesindeki gibi olduğunu öne sürmüş­lerdir. Yani yazın sıcaklığı, kışın soğukluğundan daha beliğdir, de­nilirken, yazın sıcaklığı, kışın sıcaklığından daha beliğdir denilmek istenmemiştir.

Cübbai, «Bu ayetle onlara, nasih olanlarına uyup mensuh olan­larından kaçınmaları emredilmiştir» demektedir.

Bazı alimler de «En güzeline sarılmak» ifadesiyle sözlerin iki veya daha çok anlama gelenlerini (muteşabih olanlarını) hakka en yakın ihtimale, sevaba en yakın anlama hamletmek kastedil­miştir, demektedirler.

Hatib Şirbini ise özetle şunları söylemektedir:

Bu ifade ile levhaların en güzeline sarılmaları emredilmiştir. Ancak ifadenin gelişinden levhalarda en güzel olmayan şeyler de vardı gibi bir anlam çıkıyor ki bunlara uymak İsrailoğulları'na caiz değildir. Bu ise bir çelişkidir.

Bu itiraz çeşitli yönleriyle cevablandırılmıştır:

a) Orada, uyulması gerekenlerin bir kısmı güzel ve affetmek, yardım etmek, sabır gibi; bir kısmı ise daha güzeldir. Bu bakım­dan ayet şu şekilde anlaşılmalıdır: «Ey Musa! Onlara emret ki nefislerini güzelin daha üst mertebelerini istemeye, onlara yakın kesbetmeye çalışsınlar, sevabı daha fazla olanları yapsınlar.» Ni­tekim Kur'an'da «Rabbinizden size indirilenin en güzeline tabi olunuz.» (Zumer: 55) ve «O kimseler ki sözü dinleyip en güzeline, tabi olurlar» (Zumer: 18) diye Duyurulmuştur. (Bu cevabı Ze-mahşeri, «Keşşaf» adlı tefsirinde vermiş, Kadı Beyzavi ile Fahred-din Razi bu konuda ona uymuşlardır.)

b)  Vacib, mendub, mubah, hasen(güzel)dirler. Üçü arasında en güzel   (ahsen)i  vacîbtir. Dolayısıyla  sözkonusu  ifade  «vacib olanlarına uysunlar» anlamını içerir.

c)  Ahsen (en güzel) ile izafî (nisbi) olarak değil mutlak an­lamıyla güzelliğin doruk noktası kastolunmuştur. Bu, «Yaz kıştan daha sıcaktır» ifadesindeki ism-i tafdil gibidir. Yani yazın sıcaklı­ğındaki durum, kışın soğukluğundaki durumdan daha açıktır. Do­layısıyla emredilenin güzellikteki durumu yasaklananın çirkinlik­teki durumundan daha açık olur. [48]

«Fasıkların yurdu» ifadesiyle Firavun ve kavminin yurdu olan Mısır kastedilmiştir. Yani, «Mısır'ın durumu nasıldır, nasıl harab olmuştur ve fısk ve fesadlanndan ötürü nasıl yıkılmıştır? İbret almanız için tüm bunları size göstereceğim ki siz de böylece aynı hataları yapmayasınız. Aksi takdirde aynı musibetler sizin başını­za da gelebilir.»

Bazı müfessirler, bu yurt ile Ad, Semud ve Allah'ın helak et­tiği önceki nesillerin yurtlarının kastedildiğini öne sürmüşlerdir. Tüm bu topraklar İsrailoğulları'mn yolları üzerinde olduğundan yolculuk yaparken buralardan geçecek ve ibret alacaklardı.

-   Bazıları da, bu ifadeyle ahiretteki cehennem yurdunun kaste­dildiğini söylemişlerdir.

(146) «Yeryüzünde haksız olarak büyüklük taslayanları ayet­lerimden uzaklaştıracağım,..»

«Ayetlerimden», yani yer, gök ve ikisi arasındaki şeylerin ya­ratılışı ile arzın çeşitli köşelerinde ve kendi nefislerinde meydana gelen alâmetlerden, o mağrur kimseleri kalblerini mühürleyerek uzaklaştıracağım. Onlar o «alametlerden» ibret alamayacak, onlar üzerinde düşünemeyeceklerdir.

Süfyan bin Uyeyne bu ayeti, «Onları Kur'an'ı anlamkatan menedeceğim» şeklinde yorumlamıştır.

«Haksız olarak büyüklük taslamak», kişilerin haklan olma­yan bir gurura kapılmaları demektir. Çünkü birinin karşısında haklı da, haksız da gurura kapılabilinir. Mesela Hak üzerinde ola­nın, bâtıl üzerinde olana karşı büyüklenmesi haklı bir gurur, bâ­tıl üzerinde olanın, hak üzerinde olanın karşısında büyüklenmesi haksız, bir gururdur. Nitekim «Büyüklük taslayana büyüklük taş­lanır» diye meşhur bir söz de vardır.

<(Onlar her ayeti (-mucizeyi) görseler bile yine ona iman et->\     mezler.» Yani onlar nazil olmuş her ayeti veya peygamberlere ve­rilmiş her mucizeyi görseler de inad ve gururlarından ötürü iman etmezler. Hidayet yolunu görseler, özellikle yol edinmezler ama delâlet yolunu görürlerse şehvetin son ve en aşırı derecesiyle ona II     yapışır, o yolda yürürler.

Onları ayetlerimizden uzaklaştırmamızın tek nedeni, vahda­niyete delâlet eden ayetlerimizi yalanlayıp umursamamalarıdır. Onların bu davramşlan ayetleri hiç görmemek ve üzerlerinde dü-şünmeyip ibret almamak şeklindedir. Şehvetlerine daldıkları için bu ayetlerden bigâne kalmışlardır.

Pudayi bin İyad, Bize Allah Rasûlü'nden gelen bir haberde .«Ümmetim dünyayı büyütürse o ümmetten İslâm'ın heybeti alı­nır. Emr-i bi'l-Maruf Nehy-i an'il-Münker'i terkederlerse vahyin bereketlerinden mahrum kalırlar.» diye buyurulmuştur, dedi.

(147) «Ayetlerimizi ve ahirete varmayı inkar edenlerin...»

Bu Ayetin Tefsiri ;

Yani bu kimselerin   işledikleri tüm   ameller boşa çıkmıştır.

Sıla-î Rahim ve yardımları hep boşa bitmiştir. Fakat iman etse­lerdi bu amellerinden mükâfat alırlardı.

Onlar amellerinden hiçbir yarar görmediler. Yani imansız gi­den bir kafirin dünyadaki amelleri ne kadar iyi olursa olsun ona bir yararı olmaz. Onlar kıyamet gününde ancak dünyada küfür ve isyana ait ne yapmışlarsa onun karşılığını bulurlar.

Eş'ariler bu ayetle Ebu Haşim'in, «vacibi terketmenin kişiden-vacibin zıddı hasıl olmasa bile azabı gerektireceği» şeklindeki görü­şünün yanlış olduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü ayet cezanın an­cak amelin karşılığında olduğuna delâlet etmektedir. Vacibi ter-ketmek ise bir amel sayılmaz. Ebu Haşim ise bu tenkide «Ben ikaba ceza adını vermiyorum» şeklinde bir cevab vermiştir. Ancak bu cevab da reddedilir. Zira ceza, yasağı çiğneyenleri menetmek, emredilenleri yapanları teşvik etmek için verilir. Vacibin terkin­den dolayı verilen ikab, onu terketmemek hususunda insanı me­netmeye kâfidir. Dolayısıyla bunun adı da cezadır.

(148) «Musa'nın kavmi kendisinden sonra...»

Bu Ayetin Tefsiri:

Hz. Musa Rabbi. ile münacaat için Tur-i Sina dağına gittikten sonra Samiri, Kıptiler'den alman ve bir daha onlara iade edilme­yen ziynetleri toplar, eritir ve bir buzağı heykeli yapar. İsrailoğul-lan da o buzağı heykeline taparlar. Nitekim rivayet edildiğine gö­re, Allah Teala'nm iman etmedikleri için Firavun ve kavmini de­nizde boğduracağım bildiği için Hz. Musa İsrailoğullan'na Kıpti-lerden borç yoluyla mücevherlerini almasını söyler ki böylece on­ların mücevherlerini götürdüklerini gören Kiptiler onları almak için peşlerinden gelsinler. Ya da böylece o mücevherler Israiloğul-lan'nın olsun. Ancak bu rivayet iki yönüyle problem arzetmek-tedir:

1) Başkasının malı haksiz yere alınmaktadır. Bu malların alınması ganimet sebebiyle de izah edilemez. Çünkü malların ga­nimet sayılabilmesi için onların helak olması sonrasında alınması gerekirdi. Oysa onlar helak olmadan önce alınmıştır.

2) Ganimet o zaman helal sayılmıyordu. Çünkü Hz. Peygam­ber, daha önceki peygamberlere verilmeyen fakat kendisine veri­len beş şeyi sayarken aralanndan birini ganimet olarak göstermiş­tir. Aynca Tana" suresinin 87. ayetindeki «Bize o milletin süslerin­den bazı yükler yükletilnıişti» ifadesi bunun helal olmadığına de­lâlet etmektedir.

Bu problemler şu şekilde izah edilmiştir: Kiptiler, İsrailoğul-ları'nı haksız yere köle gibi kullandıkları, mallarını alıp erkek ço cuklarını Öldürdükleri için Allah Kıptiler'in topraklarını içindeki servetle birlikte îsrailoğulları'na vermiştir. Çünkü yeryüzü Allah' indir, kullarından dilediğini ona varis kılar. Bu, ganimet yoluyla değil Allah'tan gelen bir vahye binaen ve kıyasın hilafına olmuş­tur. Şeriatlarda bunun birçok örneği vardır. Taha: 87'ye gelince., bu konudaki yorumlar ilgili yerde nakledilecektir.

Ayette geçen «ceseden» kelimesi kanli-canlı beden karşılığında kullanılmıştır. Rağıb el-İsfahanî «Müfredatında,, «Cesed cisim gi­bidir ama cisimden daha hastır. Yani kanlı-canîı beden anlamın­dadır» demiştir.

Bazıları, Samiri buzağıyı yaptıktan sonra onun ağzına Cebra-" il'in atının ayaklarının bastığı yerden aldığı toprağı atmış ve bu­zağı dirilmiştir, demektedir. Bazıları da bunun sırrını, Ruh-i Azam olan Cebrail'in atının ayağından toprağa bir kuvvet geçtiğini ve Allah'ın izniyle bu etkiyi yaptığını söyleyerek izah etmeye çalış­mıştır. Bu, Allah izin verdiği için olmuştur. Yoksa Cebrail'in bas­tığı her yer dirilecek değildir. Çünkü emir izne bağlıdır. İzin de hikmet iledir.

Müfessirlerin çoğu buzağının dirilmiş olduğu kanaatindedir. Çünkü ayette geçen «huvarun» (böğürmek) ruhsuz heykellerden değil, canh öküzlerden gelir. Ayrıca Taha suresinde buzağı mese­lesini anlatan âyetler bu görüşü desteklemektedir.

Mutezüî bazı müfessirler buzağının cansız olduğunu, Samiri' nin onu içi boş olarak döküp, içine özel bir şekilde borular dö­şediğini, sonra onu rüzgârın estiği bir yere koyup rüzgârın onun içinden geçerken tıpkı buzağının böğürmesine benzer bir ses çı­kardığını ve bu yüzden sözkonusu ifadenin kullanıldığını öne sür­müşlerdir.

«Böğürme» hususunda ihtilaf vardır. Bazıları bir kez, bazı­ları birçok kez.olduğu kanaatindedir. Öyle ki buzağı her böğürdü-ğünde îsrailoğullan secdeye kapanıyor, sustuğu zaman da başla­rını kaldırıyorlarmış.

Süddi'den gelen rivayete göre buzağı hem böğürüyor hem de vuruyormuş. Vehb bin Munebbih'ten gelen diğer rivayete göre o ((yürüme» iddiasını kabul etmemektedir. Bu hususta ayette bir karine olmadığından ve güvenilir rivayetler bulunmadığından en doğrusu susmaktır. Zaten bu Önemli bir mesele değildir.

Buzağıyı sadece Samiri yapmış olmasına rağmen ayette fiil, Musa'nın kavmine izafe edilmiştir. Bunun nedeni bu davranışa hepsi göz yummuş olduğu içindir. Çoğu kez bir kişinin yaptığı iş, o işin yapılmasına rıza gösteren herkese nispet edilir. Mesela, «fi-lanoğulları falanı öldürdü» denir. Oysa bu cürmü onlardan sadece biri işlemiştir.

«Buzağıyı edinmeleri» ifadesini onu ilah edinmeleri anlamın­da ele alanlara göre, ayette mecaz sözkonusu değildir. Yani hepsi buzağıyı ilah edinip ona tapınışlardır. Hasan Basri bu genelleme­den sadece Hz. Harun'u (a.s), bazıları başkalarını da istisna et­mişlerdir.

«Hiç onun kendileriyle konuşmadığım ve kendilerine doğru bir yol göstermediğini görmediler mi?» ifadesi onların aşırı dere­cede sapıklıklarını ve düşünmekten kaçındıklarını yermekte, onla­ra uyanda bulunmaktadır. Yani, onlar görmediler mi ki bu buzağı bir insan gibi konuşmakta veya doğru yolu gösterememekte­dir. Tüm maddeleri, kuvvet ve kudretleri yaratan Allah'ı bırakıp da nasıl bir buzağıyı ilah edinirler?

Bazı müfessirler bu ayetin Allah Teala'nın Hz. Musa (a.s) ile konuşmasına ve onun kavmini hidayete götürmesine tariz oldu­ğunu söylemişlerdir.

«Onu (mabud) edinerek zalimlerden oldular,» yani yapmama­ları gereken bir şeyi yaparak zulmetmiş oldular. Buzağıyı ilah edinmek onların ilk cürmü değildi. Daha Önce de birçok azgın­lıklar yapmışlarda.                                              

(149) «Başları elleri arasına düşürüldüğünde...» Bu Ayetin Tefsiri:

îsrailoğulları'nın bu sözleri, yaptıklarından pişman oldukları­nı ortaya koymaktadır. Allah'a yalvarmalarının nedeni sapkınlık­larını affettirerek Allah'a yaklaşmak içindir. Bu sözleri Hz. Musa, Tur-i Sina'dan dönüp yanlarına geldiğinde sarf etmişlerdir. [49]

 

Meal

 

150- Musa kavminin arasına öfkeli ve üzüntülü olarak dö­nünce onlara: «Benden sonra bana ne kötü halef oldunuz! Rab-binizin enirini  (istemekte) acele mi ettiniz?» dem". Levhaları ye­re attı, kardeşi Harun'un saçına yapışıp kendisine doğru çekti. (Harun):  «Ey anamın oğlu!  Bu kavim beni zayıf buldu.  Ner-deyse  beni  öldüreceklerdi.  Bana böyle  davranmakla düşmanla­rı sevindirme. Beni zalim kavimle beraber tutma» dedi.

151- (Musa): «Ey Rabbîm! Bana ve kardeşime mağfiret et. Bizi rahmetine nail kıl. Sen rahmet edenlerin en merhametlisi-sin.» dedi.

152- Buzağıyı   (nıabud)   edinenlere   Rableri  tarafından   bir gazab isabet edecek ve dünya hayatında onlar zillete   (hakare­te)   uğrayacaklardır. İşte biz iftira edenleri böyle cezalandırırız.

153- Kötülükleri işledikten sonra tevbe ve iman eden kim­seleri kuşkusuz ki Rabbin te vb eden sonra af ve rahmet eder.

154- Musa'nın Öfkesi dinince, o levhaları  (tekrar eline) al­dı. Onlarda Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet ya­zılıydı.

155- Musa tayin  ettiğimiz vakitte  kavminden yetmiş kişi­yi seçti. O sarsıntı onları   (etkisi altına)   aldığında  (Musa): «Ey Rabbim»  dedi,  «Eğer dileseydin bundan önce  hem onları  hem de beni helak ederdin. İçimizden bazı akılsızların yaptıklarından dolayı  bizi helak mi  edeceksin? Bu   (akılsızların yaptıkları)   sa­dece  senin  bir imtihanındır.  Onunla  dilediğini saptırır,   diledi­ğine yol gösterirsin. Sen bizim veli   (yardımcı) mızsın. Bizi affet, bize rahmet et.  Sen  affedenlerin en hayırhsısm.» [50]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(150) «Musa, kavminin arasına öfkeli ve üzüntülü olarak dö­nünce...}

Bu Ayetin Tefsiri

Ayetteki hitab ya buzağıya tapanlara veya Hz. Harun'un (a.s) beraberindeki müminleredir. Yani «Ben aranızdan ayrıldıktan son­ra buzağıya tapmanız ne çirkin bir şeydir. Oysa tevhidi öğrenmiş, şirke karşı çıkıp sadece bir tek Allah'a Kulluk ettiğimi görmüştü­nüz.» Ya da «Bana ne kötü vekil oldunuz. Benim sözümü gözet­mediniz. Buzağıya tapanları yaptıklarından vazgeçirmediniz. Hal­buki benim onları tevhide ilettiğimi, meylettikleri çirkinliklerden onları nehyettiğimi görmüştünüz.»

«Rabbinizin emrini (istemekte) acele mi ettiniz?» ifadesi Hz. Musa ile yaptıkları ahdi korumak ve tavsiyelerini yerine getirmek suretiyle onu beklemeleri gerektiğine işaret etmektedir. Yani on­lar Musa'nın mikadı dolup dönmeyince onun öldüğünü düşüne­rek onunla yaptıkları ahdi bozup gidişatlarını değiştirmişlerdir. Nitekim Samiri'nin buzağıyı yaptıktan sonra İsrailoğullarrna «Bu sizin de Musa'nın da Rabbidir. Musa hiçbir zaman geri gelmeye­cek. Çünkü o öldü» dediği nakledilir. Bir başka rivayette de onlh-nn 20 günü gecesiyle birlikte sayıp bunu 40 gün kabul ettikleri, sonra Hz. Musa dönmeyince de buzağıya taptıkları bildirilmekte­dir.

Hasan Basri bu ayeti «Rabbinizin size 40 gün olarak vaadetti-ğinde acele mi ettiniz?}} diye yorumlamıştır.

Kardeşinin saçına yapışabilmek için «Levhaları yere attı.» Çünkü dinî gayreti son sınırına gelmiş, Allah adına şiddetli bir ga-zab ve öfkeye tutulmuştu.

Ebu Şeyh'in Zeyd bin Eslem'den rivayet ettiğine göre, Hz. Musa (a.s) öfkelendiği zamanlar başındaki örtüsü ateşle dolu gibi olurmuş.

Kadı Nasuriddin, Hz. Musa'nın levhaları yere atmasını onun dini gayret ve şiddetli öfkesine bağladıktan sonra levhaların yere düşmesiyle kırıldıklarını söylemektedir. Ancak Sibgatullah el-Hay-derî, Kadı Nasuriddin'in bu ifadesine karşı çıkarak «Din için olan -gayret, Allah'ın kitabına hürmeti, onu korumayı, ona bir eksiklik veya zilletin nispet edilmesine mani olmayı gerektirdiğine göre doğrusu Hz. Musa'nın dini gayretinden ve Allah rızası için aşırı öfkesinden ötürü nefsine hakim olamayıp elinin titremesi ve elin­de olmaksızın levhaların yere düşmesi daha makuldür. Ancak bu durum adeta o isteyerek levhaları yere atmış gibicesine tasvir edil­miştir. Bu da Hz. Musa hakkındaki ilâhî bir tebliğdir. Çünkü «Eb-rarın iyilikleri mukarreblerin kötülükleri gibidir» kaidesi vardır.

Özetle, Hz. Musa (a.s) kendi kavminin bu durumunu görün­ce dinî gayretinden dolayı öfkelenir. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a koşulan bir şirke dehşetle gazablanarak levhaları aceleyle bırak­mayı ve eliyle kardeşinin yakasına yapışmayı ister. İşte bu du­rum «Levhaları yere attı» şeklinde ifade edilir. Böyle bir ifade kul­lanılmasının nedeni onun kavminin ne denli fecî ve dehşetli bir cü­rüm işlediğini ortaya koymak içindir. Çünkü Hz. Musa'nın onların .   bu yaptıklarını görmesi, öfkelenerek levhaları yere bırakmasına sebeb olmuştu. Dolayısıyla burada Allah'ın Kitabı'na saygısızlık gibi bir davranış olmamıştır.

Levhaların kırılmasına gelince bu, o hususta verilen bir izin­den dolayıdır. Zira Hz. Musa'nın levhaları kırmak gibi bir niyeti yoktu ve böyle olacağını hiç düşünmemişti. Burada sadece lev­haları yere koyarken acele davranmış olması bir hata gibi anlaşı­labilir. Fakat bu da Allah'ın dinindeki gayret ve azimetindendi. Bu davranışın «Ey Rabbim! Benden razı olasın diye acele ettim)) (Tevbe: 84) ayeti kapsamına girmesi muhtemeldir.

Levhalardan kırılanların sayısı hakkındaki rivayetler muhte­liftir. Bazı alimler levhaların kırılması olayını kabul etmemiştir. Çünkü ayetin zahiri levhaların kırıldıklarına değil, kırılmadıkla­rına delâlet eder.

İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle bu­yurmuştur: «Allah Musa'ya rahmet eylesin. Gözüyle gören, kendi­sine haber verilen gibi değildir. Rabbi, Musa'ya kavminin kendisin­den sonra yapmış oldukları fitneyi haber verdiğinde o levhaları yere atmadı da kavmini görüp yaptıklarını müşahede edince onları yere attı. İçlerinden kırılan da kırıldı» (İmam Ahmed, Abd bin Humeyd, Bezzar, İbn Ebi Hatim, İbn Hibbanve Tabarani)

İbn Abbas'tan gelen «Musa levhaları attığında 7 tanesinden altısı (Allah tarafından) kaldırıldı. Biri kaldı» şeklindeki rivayat daha önce geçen «Tevrat 70 deve yükü nazil oldu. Her cüzü bir se­nede okunurdu. Onları ancak Musa, Yeşu, Uzeyr ve İsa okumuş­tur.» şeklindeki bu rivayetle çelişmektedir. Ayrıca bu rivayet «O levhaları (eline) aldı» ayetiyle de tenakuz halindedir «Kaldırıldı» şeklindeki ifadenin levhaların değil de içindeki yazıların kaldırıl­masıyla tevil edilmesine gelince, bu tevilde zahirin hilafmadır.  [51]

Burada Hz. Musa'nın Taha süresindeki Hz. Harun'un saçma yapıştığını bildiren ifade arasında bir çelişki yoktur.x Sakal taglib yoluyla saçın kapsamına sokulmuştur. Kardeşini kendisine doğru çekmesine gelince, bunun nedeni onun kavmini buzağıya tapmaktan engellemede kusurlu olduğunu sanmasıdır. Ayrıca öfkesinden kendisine hakim olamamıştır.

Hz. Harun (a.s) yaş bakımından Hz. Musa'dan (a.s) 3 yaş büyüktü. Fakat Hz. Musa mertebece ondan üstündü. Risalet ve riyaset mustakillen Hz. Musa'da idi. Hz. Harun ise onun veziriy­di. Hz. Harun tahammüllü, yumuşak bir kimseydi. Bu bakımdan Hz. Musa basına yapışmakla onu zelil etmek değil sadece kınamak istemişti.

Cübbai, Hz. Musa'nın kardeşi Harun'u kendi yerine koyup Öfke anında insanın kendi nefsine davrandığı gibi davrandığını söylemiştir.

Şii bir alim olan Şeyh Müfid, Hz. Musa'nın bu davranışını kavminin dalâletine duyduğu öfke ile açıklamaktadır. Böylece on­lara bir daha yapmamaları için davranışlarının ne çirkin olduğu­nu göstermek istemişti.

Hz. Harun, Hz. Musa'nın kendi hakkındaki zannını ortadan kaldırmak amacıyla ona, «Ey anamın oğlu!» diye hitab etmiştir. Böylelikle onun şefkatini celbetmek istemişti. Annesi Hz. Musa'yı terbiye etmek, onu kurtarmak için birçok korku ve tehlike geçir­diğinden dolayı Hz. Harun ona «Ey anamın oğlu» diye seslenmiş­tir. Bazıları da bu ifadenin kullanılma nedeni olarak Hz. Harun'un yumuşak başlı, halim-selim bir zat olmasını göstermişlerdir. Bu yüzden o, şefkat ve hoşgörüyü gerektiren bir üslûb ile seslenmiş­tir. Nitekim dikkat edilecek olursa İsrailoğulları'na da «Ey ka­vim! Siz bununla imtihan oldunuz. Oysa Rabbiniz kuşkusuz Rah­manın kendisidir» diye yumuşak bir üslûp kullanmıştır.

Hz. Musa ve Hz. Harun'un annesinin adı hususunda ihtilaf edilmiştir. Bazılarına' göre Levi'nin oğlu Yesher'in kızı Mahyana' dır. Bazılarına göre adı Yihanız, bazılarına göre Yerha, bazılarına göre Yezhat'tır. Daha başka isim zikredenler de olmuştur.

Halk arasında iddia edildiğine göre Hz. Musa'nın annesinin adında bir özellik varmış ve onun adını zikredenin önünde kilitli kapılar açüırmış! Büyü ve huruficilik yapan, bu işlerle uğraşan kimselere göre, güya Hz. Musa'nın annesinin adının matematiksel bir özelliği vardır. Ancak tüm bu iddialar insanların nevalarından uydurdukları bir ruhbaniyettir. Allah bu hususta bir belge ve hü­küm indirmemiştir.

«Bu kavim beni zayıf buldu. Nerdeyse beni Öldüreceklerdi.» Yani buzağıya tapan bu kavim beni zelil görüp sözüme kulak ver­medi. Çünkü yardımcılarım azdı. Beni öldürmeye kalkıştılar. Ben elimden geldiğince, var kuvvetimle onları buzağıya tapmaktan en­gellemek için uğraştım. Fakat beni dinlemediler.

«Bana böyle davranmakla düşmanları sevindirme.» Yani bu yüzden onları sevindirecek bir şeyi başıma getirme. Çünkü onlar senin bunu niçin yaptığını anlamazlar. Beni onlarla birlikte gör­me. Onları kınadığın gibi beni de kınama ve bana zalim biriymi-şim gibi davranma. Ben onlardan da, zulümlerinden de beriyim.

(151) «(Musa): Ey Rabbim! Bana ve kardeşime mağfiret et...»

Yani, Ey Rabbim! Mesele tam anlamıyla aydınlanmadan kar­deşime yapmış olduğum davranışı ve ayrıca «Ebrarın iyilikleri mu-karreblerin seyyieleri gibidir» şeklindeki durumum ile kardeşimin —eğer günah sayılabilecek  yapmış olduğu bir şey varsa onu af  fet. Hz. Musa (a.s) böyle dua etmekle Hz, Harun'u razı edip düş­manlarının sevinmesine engel olmak istemiştir.«Bizi Rahmetine nail kıl. Sen rahmet edenlerin en merhametlisisin.» Yani bize faz­laca nimetler vermekle rahmetine naü kıl.

(152) «Buzağıyı (mabud) edinenlere Rableri tarafından...» Yani buzağıyı (mabud) edinmekte ısrar ederlerse, Samiri ve arkadaşları ile birlikte ona ibadete devam ederlerse, Rableri tara­fından onlara bir gazab isabet edecektir. Tevbe ederlerse eğer Rableri onları affedecektir.

Onlara isabet edecek olan zillet, Hz. Musa onların ibadet et-, 'tikleri buzağıyı yakıp küllerini denize savurduğu zaman vuku buldu ve buna mani olamadılar. Bazıları bu zilleti çocukları için olan gurbet zilleti şeklinde yorumlamışlardır. Halkın dışında sade­ce Samiri'ye verilen zillet ise onun halktan uzak yaşamasıdır. Ay­rıca îsraüoğulları'na isabet edeceği büdirilen gazab, onların bir. birlerini öldürmedikçe tevbelerinin kabul edilmemesidir. Nitekim Kur'an'da şöyle Duyurulmuştur: «Yaradanınıza tevbe edin. Nefis­lerinizi öldürün. Bu, yaratıcınız katında daha hayırlıdır. Böylelik­le o tevbelerini kabul eder. O, tevbeleri kabul eden, merhamet edendir.» (Bakara : 54)

«İşte biz iftira edenleri böylece cezalandırırız» cümlesi, kıya­mete kadar her iftiracının zillete uğrayacağını ortaya koyar. Süf-yan bin Uyeyne her bid'at sahibinin zelil olduğunu söylemiştir.

(153) «Kötülükleri işledikten sonra tevbe ve iman eden kim­seleri...»

Bu ayet hangi günah olursa olsun, sahibinin o günahtan vaz­geçmesi durumunda Allah'ın o kimsenin tevbesini kabul edeceği­ni bildirmektedir. Yani «Ey Muhammedi Ey Tevbelerin ve Rah­metin Peygamberi! Senin Rdbbtn çirkinliklerden sonra tevbe eden­ler için çok affedici ve merhamet edicidir.»

İbn Ebi Hatim, Alkame'den rivayet etmiştir: İbn Mesud'a zi­na ettiği kadınla evlenen kimsenin hali sorulduğunda, o A'raf su­resinin 153. ayetini 10 kez okur ve sonra onlara ne bir şey enye-der ne de onlardan bir şeyi yasaklar.[52]  (154) «Musa'nın öfkesi dinince o levhaları (tekrar eline al-di...»

Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetle ilgili olarak Katade'den şöyle bir rivayet nakledil­miştir: Hz. Musa levhaları geri alınca,

  Ey Rabbim! Ben levhalarda insanların içinde ümmetlerin en hayırlısı olan bir ümmeti görüyorum. Emr-i bil-Maruf Nehy-i an'il-Münker yapıyorlar. Onları benim ümmetim kıl, der.

  (Allah): O ümmet Ahmed'in ümmetidir, diye buyurur.

— Ey Rabbim! Ben levhalarda bir ümmet görüyorum. Onlar yaradılışta birinci, cennete gidiş ve girişte birinci dîrlar. Onları benim ümmetim kıl.

  O ümmet Ahmed'in ümmetidir.

  Ey Rabbim! Ben levhalarda bir ümmet görüyorum. Onla­rın zikirleri göğüslerindedir. (Yani Kur'an'ı hıfzetmişlerdir.) Oy­sa öncekiler kitablarım ancak bakarak okuyabilirlerdi. Kitabları-ni kapattıklarında ise (hiçbir şey ezberlemedikleri için) bir şey bilmez olurlardı.

  Onlara daha önce hiçbir ümmete verilmemiş olan bir ez­berleme kabiliyeti verilmiştir.

  Onları benim ümmetim kıl ya Rabbi!

  O ümmet Ahmed'in ümmetidir,

— Ey Rabbim! Ben levhalarda bir ümmet görüyorum, ilk ki­taba da son kitaba da inanıyorlar. Onlar dalâletin kaleleriyle, hat­ta Kör (deccal) ile de savaşıyorlar. Onları bana ümmet görüyo­rum. Onlar kendi sadakalarını (kurbanlarını) kendileri yedikleri halde ecir alıyorlar. Oysa onlardan önceki ümmetler bir sadaka verdiklerinde (kurban adadıklarında) sadakaları (kurbanları) ka­bul olunacaksa Allah bir ateş gönderir, ateş o kurbanı yakardı.

eğer kabul olmazsa yırtıcı hayvanlar ve kuşlar yerlerdi. Allah Teâ. lâ bu ümmetin sadakalarım zenginlerinden alıp fakirlerine veri­yor. Ey Rabbim! Onları bana ümmet kıl.

  O ümmet Ahmed'in ümmetidir.

  Ey Rabbim! Ben levhalarda bir ümmet görüyorum. Onlar hem şefaat ediyorlar hem de kendileri şefaat olunuyor. Onları be­nim ümmetim kıl.

  O ümmet Ahmed'in ümmetidir.

Katade, «Bize denildiğine göre Hz. Musa bu konuşmadan son­ra levhaları yere bırakıp: —Ey Rabbim! Beni de Ahmed'in ümme­tinden kıl der.» diye ilavede bulunmuştur. [53]

(155) «Musa tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş kişi­yi seçti...»

Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin tefsirinde Ali bin Ebi Talha, İbn Abbas'tan şöyle bir rivayet nakletmiştir: Allah, Hz. Musa'ya (a.s) kavminden 70 kişiyi seçmesini emrettiğinde Hz. Musa 70 kişi seçer. Onlar Al­lah'a yalvarmak için yola çıkarlar ye şöyle dua ederler: «Ey Rab-bimiz! Bizden önce hiç kimseye vermediğin ve bizden sonra ver­meyeceğin bir şey ver bize!» Allah Teâlâ onların bu dualarından hoşnud olmaz ve bir sarsıntı ile onları yakalar. Hz. Musa da «Ey Rabbim! Dileseydin daha önce onları da beni de helak ederdin» der.

Süddi'den şöyle bir rivayet nakledilir: Allah, Musa'ya İsrail, ogulları'ndan 70 kişiyle huzuruna gelip buzağıya taptıklarından dolayı özür dilemesini ve onlara bir süre tayin etmesini emreder. Musa kavminden 70 kişiyi seçtikten sonra mazeret beyan; etmek için onlarla birlikte gider. Belirlenen yere geldiklerinde onlar: «Ey Musa! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana iman etmeyiz. Çünkü O'nunla sen konuştun. Onu bize göster» derler. Bunun üzerine birden bir sarsıntı onları yakalar, bayılarak yere yıkılırlar. Musa ağlayarak Allah'a şöyle dua eder: «Ya Rabbi! Ben vardıönada îs-railoğulları'na ne diyeceğim? Sen onların en hayırlılarını helak ettin. Ey Rabbim! dileseydin eğer, daha önce beni de onlart da. helak ederdin.»

İbn İshak'ın rivayet ettiğine göre Hz. Musa, İsrailoğulları'nın en hayırlılarından 70 kişiyi seçer ve onlara: «Gidin, Allah'a tevbe edin, yaptıklarınızdan pişman olduğunuzu belirtin. Geride kalan­larınız için de tevbeleri kabul etmesini ondan dileyin. Oruç tutup, temizlenin. Elbiselerinizi de temizleyin» der. Sonra da onları Rab-binin tayin ettiği vakitte Tur-i Sina'ya getirir. O ancak Allah'ın iz­niyle (ilmiyle) Allah'a ulaşabilirdi. Söylendiğine göre o 70 kişi Hz. Musa'nın kendilerine emrettiğini yaptıktan sonra, «Bizim için dua et de Rabbimizin kelamım dinleyelim» derler. Hz. Musa onların bu isteklerini kabul edip, dağa yaklaştığında dağın üzerine sisten bir sütun düşerek dağın tamamını kaplar. Hz. Musa yürüyüp o sis bulutunun içine girer ve kavmine, «Siz de yaklaşın» der. Allah, Hz. Musa ile konuşunca onun üzerine İnsanoğulları'ndan hiç kim­senin kendisine bakamayacağı kadar pırıl pırıl parlayan bir nur düşer. Böylece önünde bir perde gerilmiş olur. Kavmi yaklaşır ve sis bulutunun içine girince secdeye kapanırlar. Hz. Musa ile Allah Teâlâ arasındaki konuşmayı dinlerler. Allah emrediyor veya ya­saklıyordu. Yap ya da yapma diyordu. Konuşma bittikten sonra Hz. Musa onlara yönelir. Onlar Hz. Musa'ya «Ey Musa Allah'ı apa­çık görmedikçe sana inanacak değiliz)} derler. Hemen onları bir sarsıntı yakalar ve ruhlarını alır. Hepsi görünüşte ölmüş gibi bay­gın yere düşerler. Hz. Musa yalvarıp yakararak Rabbine «Ey Rab­bim! Dileseydin eğer daha önce onları da beni de helak ederdin. Onlar bir akılsızlık yaptılar. İsrailoğullarından geride kalanları da mı helak edeceksin?» der.

Süfyan Sevri'nin Ebu İshak'tan rivayet ettiğine göre Hz. Musa (a.s) ve Harun (a.s) Şibir (Şebir) dağının eteğine varırlar. Hz. Harun bir tahtın üzerinde durur. Allah da onun ruhunu alır. Hz. Musa, İsrailoğulları'na geri döndüğünde kendisine Hz. Harun'un nerede olduğunu sorarlar. Hz. Musa «Allah onun ruhunu aldı» di­ye cevap verince onlar, «Sen güzel ahlâkından ve yumuşaklığından kıskanıp onu öldürdün.» derler. Bu sözleri üzerine Hz. Musa, iç­lerinden dilediklerini seçmelerini söyler. Onlar da 70 kişi seçerler. (Musa kavminden yetmiş kişiyi seçti, ayeti bu hususa delâlet eder.) Dağa vardıklarında, Hz. Harun'a kendisini kimin Öldürdüğünü so­rarlar. O da kendisini kimsenin öldürmediğini, sadece Allah'ın, ca­nını aldığını söyler. İsrailoğulları «Ya Musa! Bugünden sonra sa­na karşı gelinmeyecek» dedikleri bir sırada onlan bir sarsıntı ya­kalar. Hz. Musa şaşkın şaşkın sağına soluna bakarak «Ey Rab­bim! Dileseydin eğer daha önce beni de onları da helak ederdin. Bugün şu akılsızların yaptığıyla mı bizi helak edeceksin? Bu sa­dece senin bir imtihanındır. Onunla dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletirsin» der. (Ravi, Allah'ın onları dirilttiğini ve hep­sini peygamber yaptığını söylemektedir.)

Bu rivayet oldukça garibtir. Bu rivayetin ravilerinden Amma-re bin Ubeyd meçhul biridir. Rivayetin senedi ise şöyledir: Şube, Ebu İshak'tan, o Beni Selul'den olan birinden, o da Hz. Ali'den ri­vayet etmiştir. [54]

İbn Abbas, Katade, Mücahid ve İbn Cerir «Kavimlerini buza­ğıya tapmaktan menetmedikleri için onları sarsıntı tutmuştur» demişlerdir. Nitekim Hz. Musa'nm «Bizden olan akılsızların yap­tıklarıyla mı bizi helak edeceksin?» şeklindeki sözü bu görüşü des­teklemektedir. Ayrıca Hz. Musa'nın «Bu sadece senin bir imtiha­nındır» sözü de aynı şekilde bunu teyid etmektedir. Nitekim İbn Abbas, Said bin Cübeyr, Ebu'l-Aliye, Rebi bin Ömer Seleften ve Haleften olan birçok alim bu görüştedir. Bunun anlamı, «Emir ancak senin emrindir. Hüküm ancak senindir. Senin dilediğin olur. Dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletirsin. Saptırdı­ğını hiç kimse hidayete erdiremez. Hidayet ettiğini de kimse sap-tıramaz. Vermediğine kimse veremez, verdiğini de kimse alamaz. Mülk tamamen senindir. Hüküm, Mülk ve Emir sadece sana ait­tir.» demekten başka bir şey değildir.

«Sen bizim velimizsin. Bizi affet, bize merhamet et. Sen affe­denlerin en hayırlısısm» ifadesinde geçen «gufran» kelimesi ört­mek, günah ile muahezeyi terketmek anlamındadır. «Rahmet» ke­limesi «gufran» kelimesiyle birlikte kullanılırsa «Bizi bunun ben­zerine düşürme» anlamına gelir. [55]

 

Önemli Bîr Mesele

 

Ebu Ali, Ebu Müslim gibi Şii olsun, sünni olsun birçok mü-fessir bu mikatm birinci mikat yeni konuşma mikatı olduğunu öne sürmüşlerdir. Hz. Musa (a.s) bu mikat için 12 boyun her bi­rinden 6 kişi olmak üzere 72 kişi seçer ve sonra aralarından iki kişinin geride kalmasını söyler. Bunun üzerine münakaşa çıkar; Hiç kimse   gelmek istemediği için Hz. Musa (a.s) geride kalanla­rın da, gelenler kadar ecirleri olduğunu söyler. Talib ve Yuşa (a.s) kalırlar. Eir başka rivayete göre Hz, Musa (a.s) sadece ihti­yarlardan 60 kişi seçer. Allah Teâlâ 10 kişi de gençlerden seçme­sini emredince 10 kişi de gençlerden seçer. Böylelikle o gençler de yaşlı sayılırlar. Bazı rivayetlere göre seçilenler 20'den fazla, 40'dan azdır ve kendilerinden çocukluk ve bilgisizlikleri zail olur. Hz. Musa onlara oruç tutmayı, temizlenmeyi ve elbiselerini temiz­lemelerini emrederek onları Tur-i Sina'ya götürür. Tur-i Sina'ya yaklaşınca önleri sisten bir sütun ile kaplanır. Hz. Musa bu sis bulutunun içine girerek kavmine de yaklaşmaların: emreder. On­lar da sis bulutunun içine girince secdeye kapanır, Musa peygam­berle konuşan, ona emredip yasaklayan, yap veya yapma diyen Allah Teâlâ'yı dinlerler. Sis ortalıktan çekilince de Musa peygam-bere Allah'ı açıkça görmek istediklerini bildirirler. Hz. Musa ken­dilerine nasihat eder ve sonra'da olacak olan olur.

Bazıları Hasan Basri'den bu mikatm birinci mikat olmadığı görüşünü rivayet etmişlerdir. Allah Teâlâ Hz. Musa'ya İsrailoğul-lan'ndan birkaç kişi ile birlikte gelip buzağıya taptıklarından do-, layı kendisinden özür dilemesini emredince, Hz. ,Musa seçtikleri­ni seçer. Tur'a vardıklarında da diyeceklerini derler. Bu rivayet Süddi'den de nakledilmiştir. İbn İshak'tan rivayet edilen «Hz. Mu­sa onları tevbe edip Allah'a yönelsinler ve geride kalanların da tövbelerinin kabulü için yalvarsınlar diye seçti» şeklindeki görüş, Tayyibi tarafından tercih edilmiştir.Öne sürülen ilk görüş hem Kur'an'ahem de müfessirierin görüşlerine ters düşmektedir. Çün­kü Kur'an'da inikattaki konuşma ve İsrailoğulları'nm Allah'ı gör­mek şeklindeki istekleri bahis konusu edildikten sonra buzağı kıs­sası ve bununla ilgili meseleler ortaya konmuştur. Görünüşe-göre, bu iki kıssa birbirinden farklıdırlar. Çünkü bir kıssa anlatılırken araya başka bir kıssanın parçası sokulup sonra tekrar aynı kıs­saya dönülmesi fesahata aykırı düşer ve ayrıca ortaya karışık bir durum çıkar. Oysa Allah'ın kelamı böyle şeylerden korunmuştur. Yine ilk kıssada Hz. Musa'nın bayılarak yere düştüğü zikredilir-ken ikincisinde sarsıntıdan sonra, «Eğer dileseydin onları da be­ni de daha önce helak ederdin» dediği zikredilmiştir. Şayet sarsın­tı onların   Allah'ı görme   isteklerinden   dolayı   vuku   bulsaydı «Akılsızların söyledikleri, yüzünden mi bizi helak edeceksin?» de­nilmesi gerekirdi. Tayyibi bunlara ek olarak şunları söyler: Allah Teâlâ o 70 kişinin düşüp bayıldıklarını zikrettiğinde Hz. Musa'nın da bayılmış olduğundan bahsetmemiştir. Hz. Musa'nın bayıldığını zikrettiğinde ise bu sefer onların bayıldığını zikretmemiştir. Bu, iki ayrı olayın vuku bulduğuna delâlet eder..

Abd bin Humeyd'in Fazıl bin İsa'dan rivayet ettiğine göre, îsraüoğullan bir gün Hz. Musa'ya «Sen bizim amcazademiz ve içimizden biri değil misin? Buna rağmen bir de Rabbinin seninle konuştuğunu iddia ediyorsun. Fakat Allah'ı bize apaçık gös­termedikçe asla sana inanmayız» derler. Bunun üzerine Allah Te­âlâ, Hz Musa'ya onlardan yetmiş kişi seçmesini emreder ve o da onların hayırlılarından 70 kişi seçerek onlara «çıkın» der. On­lar mikata çıktıklarında başlarına güçlerinin dışında bir şey ge­lir. İşte bu rivayetten de açıkça anlaşıldığı gibi bu mikat birinci raikatm aynısı değildir.[56]  

«Musa tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş kişi seçti» ifadesinin yorumuyla ilgili olarak Ali bin Ebi Talha, İbn Abbas'tan şöyle bir rivayet nakletmiştir: Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya kavmin­den yetmiş kişi seçmesini emreder ve o da 70 kişi seçer. Onlar Allah'a yalvarmak için ortaya çıkarlar ve şöyle dua ederler: «Ey Rabbimiz! Bizden önce hiç kimseye vermediğin ve bizden sonra vermeyeceğin bir şeyi ver bize.» Allah Teâlâ onların bu duasın­dan hoşnud kalmaz. Sonra birden onları bir sarsıntı yakalar. Hz. Musa da «Ey Rabbim! Eğer dileseydin daha önce onları da beni de helak ederdin» der.

Süddi şöyle demektedir: Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya İsrailoğul-ları'ndan yetmiş kişi ile münacaata gelmesini, buzağıya taptıkla­rından dolayı özür dilemelerini ve onlar için bir vakit tayin etme­lerini emreder. O da 70 kişi seçer ve mazeret beyan etmek için onlarla beraber Tur'a gider. Buluşacakları yere geldiklerinde on­lar: «Ey Musa! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana iman etmeyiz. Çünkü onunla konuşan sensin. Onu bize göster» diye ısrar eder­ler. Birden bir sarsıntı (şimşek) onları yakalar ve Ölürler. Hz. Musa yalvararak Allah'a şöyle dua eder: «Ey Rabbim! Vardığımda İsrailoğullan'na ne diyeceğim, Onların en hayırlılarını helak et­tin. Ey Rabbim! Eğer dileseydim beni de onları da daha önce helak ederdin.»

îbn îshak şöyle rivayet eder: Hz. Musa, îsrailoğullarmın ha­yırlılarından yetmiş kişi seçerek onlara «Gidin, Allah'a tevbe edin ve geride kalanlarınızın tevbesini de kabul etmesini isteyin. Oruç tutun, temizlenin, elbiselerinizi de temizleyin» der. Böylece onları Tur-i Sina'ya, Rabbinin tayin ettiği mikata götürür. O ancak Al­lah'ın izniyle (ilmiyle) Allah'a ulaşabilirdi. Rivayete göre oyetmiş kişi Hz. Musa'nın emrettiklerini yaparlar ve onunla Rabbinin hu­zuruna çıktıklarında «Bizim için dua et de Rabbimizin kelamım dinleyelim» diye talebte bulunurlar. Onların isteklerini ileteceğini va'deder Hz. Musa. Dağa yaklaştığında Önüne sisten bir sütun dü­şerek tüm dağı kaplar. Hz. Musa sis bulutunun içine girer ve kav­mine, yaklaşmalarını söyler. O, Rabbi ile konuşurken üzerine o yetmiş kişiden hiç birinin bakamayacağı kadar pırıl pırıl parlayan bir nur düşer. Böylece Önüne bir perde gerilmiş olur. Kavmi yak­laşır ve sis bulutunun içine girince secdeye kapanırlar. Rabbinin Hz. Musa ile konuştuğunu, O'nun emredip yasakladığını, yap veya yapma dediğini işitiyorlardı. Rabbinin Hz. Musa ile konuşması sona erdikten sonra, Hz. Musa yanlarına geldiğinde, ona «Ey Mu­sa! Allah'ı apaçık görmedikçe sana inanmayız» derler. Bu sırada aniden bir sarsıntı onları yakalar ve ruhları bedenlerinden ayrı­lır, ölürler. Hz. Musa Rabbirie yakararak şöyle dua eder: «Ey Rab­bim! Eğer isteseydin daha önce onları da beni de helak ederdin. Onların yaptıkları akılsızlık yüzünden, ardımdaki îsrailoğulları'nı da helak edecek misin?» [57]

 

Meal

 

156- Bizim için şu dünyada da ahirette de iyilik yaz. Kuş­kusuz biz sana yöneldik.   (Allah):  «Azabımı dilediğime musallat ederim. Rahmetime gelince, o her şeyi kapsamıştır. Onu mutta-kilere, zekâtı  verenlere  ve  ayetlerimize  iman   edenlere  yazaca­ğım.» diye buyurdu.

157- Onlar yanlarında bulunan Tevrat ve İncil'de yazılmış buldukları o rasûl'e,  Ümmi Peygamber'e  tabi  olurlar.  O   (pey­gamber) onlara marufu (iyiliği) emreder, onları münkerden (kö­tülükten)  nehyeder. Onlara tayyibatı  (temiz şeyleri)  helal, ha-baisi   (pis   şeyleri)   de  haram kılar.  Üzerlerindeki  ağırlıkları  ve sırtlarında bulunan zincirleri kaldırır. Ona iman eden, saygı gös­teren, ona yardım eden ve onunla beraber inen o nura tabi olan­lar var ya! İşte onlar felaha erenlerdir.

158- De ki:   «Ey insanlar!   Ben Allah'ın Rasûlüyüm. Hepi­niz için gönderildim. O Allah ki göklerin ve yerin mülkü O'nun-dur.   Ondan başka mabud yoktur.   Diriltir ve  öldürür.  O halde Allah'a ve Ümmi Nebi olan Rasûlüne iman edin. Allah'a ve onun kelimelerine iman  edin. O   (Ümmi Nebi'ye)   tabi olun.  Umulur ki hidayet olursunuz.»

159- Musa'nın   kavminden   bir  topluluk  vardır   ki   (insan­ları)   doğru yola iletirler ve hak ile  adalet yaparlar. [58]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(156) «Bizim için şu dünyada da ahirette de iyilik yaz,..» Bu Ayetin Tefsiri

Yani bize taatta muvaffak olmayı ve güzel bir hayatı nasib et. İbn Abbas ise bu ayeti şöyle yorumlamaktadır: «Dergâhına yöne­tip geldiğimizi kabul eyle. Bizi huzurundan mağfiret ve rahmetle geri gönder. Ahirette de bize en güzel nimetleri ve cenneti nasib eyle. Biz sana tevbe edip yöneldik.»

«Kuşkusuz biz sana yöneldik» cümlesi mağfiret ve rahmetin sebebidir Cümle   başına tahkik   (kesinlik   bildiren)   edatı olan «inne» (kuşkusuz)nin getirilme nedeni cümlenin içeriğindeki rah­met ve neş'etin kemalini izah etmek içindir. Adeta Hz. Musa'nın bu duasına Allah Teâlâ'nın nasıl cevap verdiği sorulmuş olmak­tadır. Allah Teâlâ şöyle cevap vermiştir: «Azabımı kullarımdan di­lediğime —ister günah işlesin ister işlemesin— musallat ederim. Bana kimse itiraz edemez. Rahmetime gelince, mümin-kûfir, muti ve asi herkesi kapsamıştır.» Bu ayet Ebu Hureyre'den rivayet edi­len şu hadisle aynı anlamı içermektedir: «Kuşkusuz rahmetim ga­zabımı geçmiştir.» (Buhari, Müslim). Başka bir rivayette «Kuş­kusuz rahmetim, gazabımı yenmiştir» şeklindedir.

Allah Teâlâ, ahirette ise rahmetini sadece muttaki ve zekâtı­nı veren kimselere nasib edecektir. Zekâtı vermek zaten muttaki olmanın şartlarından bulunmasına rağmen zekâtın önemi vurgu­lanmak suretiyle ikinci bir kez zikredilmiştir. Ayrıca zekât, ibadet­ler içinde yapılması en zor olanlanndandır.

Katade, «Rahmetime gelince, o herşeyi kapsamıştır» ayeti na­zil olduğunda îblis'in «Ben de o her şeyin içinde dahilim» dediği­ni söyler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, «Onu Allah'tan korkan, ze­kâtı veren ve ayetlerimize iman edenlere yazacağım» ayetini indir­miştir. Böylece îblis, Allah'ın rahmetinden ümidini kesmiş olur. Yahudi ve Hıristiyanlar rahmete nail olmak ister ve «Biz Allah' tan korkuyor ve Rabbimizin ayetlerine iman ediyoruz» derler. O zaman da «Ümmi peygamber olan Rasûlü'me tabi olanlara yaza­cağım» ifadesi nazil olur.

Hz. Peygamber Efendimiz'e «Allah'ın elçisi» anlamında «Al­lah'ın Râsûlü» denmiştir. Çünkü o, Allah ile mahlukat arasında bir elçidir, risalet vasıtasıdır. Emir ve nehiylerin, insanlara gön­derilen nizamın tebliğcisidir. Nebi sıfatını ise Allah katında yüce bir mertebeye sahib olduğu için almıştır. Ümmilik (okuma-yazma bilmemek) vasfı üa daha önceki kitablarda yazılıdır. Nitekim Hz. Peygamber Efendimiz bir hadisinde «Biz ümmi bir kavimiz. Ne yazarız ne de hesab biliriz» demiştir. Araplar okuma-yazma bilme­yen bir kavimdi. Hz. Peygamber de (s.a) okuma yazma bilmezdi.[59]

 

Hz. Peygamber'in Ümmilik Vasfı

 

Ehli tahkik, Hz. Peygamber'in  (s.a)  ümmilik vasfını onun mucizelerinden biri olarak şöyle açıklamıştır:

1) Hz. Peygamber (s.a), Allah'ın Kitabı'nı düzgün ve sürek­li okumuş olmasına rağmen kelimeleri bozmadan ve değiştirme­den okuyordu. Oysa Araplardan bir hatib irticalen okuduğu bir hutbeyi ikinci bir kez tekrarladığında mutlaka onda ya bazı ek­lemeler ya da çıkarmalar yapardı. Fakat Hz. Peygamber okuma-yazma bilmediği halde bu tür hatalar yapmaksızın Allah'ın Kita­bı'nı okuyordu. Bu onun sadece bir mucizesidir. Nitekim «Sana okutacağız ve sen asla unutmayacaksın» (Alâ : 6) ayeti de bu ola­ya işaret etmektedir.

2) Şayet Hz. Peygamber okuma-yazma bilmiş olsaydı daha Öncekilerin kitablannı mutalea etmekle ve bu ilimleri o mütalaa sırasında elde etmekle suçlanabilirdi. Oysa onun birçok ilimleri içeren Kur'an'ı, herhangi bir öğretmen, herhangi bir mütalaa ol­maksızın getirmesi bir mucizedir. «Ondan önce herhangi bir kitab okumuyordun. Elinle de onu yasmıyorsun. Öyle olsaydı o zaman iptalciler kuşkulanırlardı.» (Ankebut: 48) ayeti de bu konuda bir delildir.

3) Yazıyı öğrenmek kolaydır. Zira zekâ yönünden en geride olan insanlar bile az bir çabayla yazı yazmayı öğrenebilirler. An­cak Allah Teâlâ ona geçmişin ve geleceğin bilgisini vahyetti. Ona verdiği ilim ve gerçeklerin hiç birine, mahlukatın kendiliğinden sahib olması mümkün değildir. Akıl ve anlayışta ona verilen bu büyük kuvvetle birlikte akıl ve anlayış bakımından az gelişmiş insanların bile kolayca öğrenebilecekleri yazıyı öğrenmesine izin verilmemiştir. Bu iki durum arasındaki bağ, iki zıddm birleşme­si mesabesindedir. Bu harikulade hadise bir mucizeden başka bir şey değildir. İşte bu ittiba bazan daha Önceki peygamberi tanıyan­larda olduğu gibi bilkuvve olur. Bazan da peygamberin dönemine yetişip ona iman edenlerin ittibaı gibi kuvveden fiile çıkar, Pey-gamber'e yetiştiği halde iman etmeyen kimseler peygambere tabi olmanın dışındaki tüm ibadetleri yapsalar bile,  Allah   tarafından affedilmezler. Allah Teâlâ, geldiğinde herkesin tanıması maksa­dıyla Hz. Peygamber'i tüm özellikleriyle tanıtmıştır. Böylelikle hiç kimsenin kalbine bir şüphe gelmemesi temin edilmiştir.

(157)    «Onlar yanlarında bulunan Tevrat ve İncil'de yazılmış  , buldukları...»

Bu Ayetin Tefsiri

Tevrat'ta da İncil'de de Hz. Peygamber'in (s.a) adı ima yo­luyla bildirilmiştir. îsraüoğulları'nm alimleri bu işaretleri gör­müş olmalarına rağmen riyasetlerinin ellerinden gitmemesi için onları gizleyip değiştirmişlerdir. Ancak tahrif ettikten sonra yine da ve pazarlarda çığırtkanlık yapan birisi de değilsin. Kötülüğe iti de o korktukları başlarına gelmiş ve riyasetleri ellerinden giderek zillet ve rezalete duçar olmuşlardır.

Ata bin Yesar'dan şöyle rivayet edilmektedir: «Abdullah bin Amr bin el-As ile bir araya geldiğimizde ona Hz. Peygamber'in Tevrat'taki sıfatlarından bana bildirmesini istedim. O da bunu kabul ederek şöyle dedi: Hz. Peygamber'in Kur'ân'daki sıfatları­nın bir kısmı Tevrat'ta da vardır. Mesela «Ey Peygamberi Kuşku­suz biz seni şahid, müjdeci, korkutucu ve ümmilere bir sığınak olarak gönderdik. Kulum ve Rasûlümsün. Sana mütevekkil ismini verdim. Sen kötü ahlaklı ve katı değilsin. Sen çarşılarda, bağlar-

kötülükle karşılık vermezsin. Affeder ve bağışlarsın. Allah o pey­gamberin vasıtasıyla eğri giden bir kavmi (küfrü) düzeltmeden ve o kavme «LailaheUlallahm nasib etmeden onun ruhunu almaz. Allah onun vasıtasıyla kör gözleri, sağır kulakları ve kapalı kalp­leri açar.»  [60]

«O (peygamber) onlara marufu emreder, onlardan münkeri nehyeder.» şeklindeki ifade ya başlıbaşına (muste'nife) bir cüm­ledir, ya da onların bu cümleyi Tevrat'ta yazılı olarak gördükleri­ni anlatmaktadır.

İmam Razi, marufu ihtiva eden en vazıh ifade olarak Hz. Pey­gamber'in, «Allah'ın emrini tazim, O'nun mahlukatına şefkatli davranmaktadır.» hadisini göstermektedir.

Yukardaki hadisin marufu ihtiva eden en vazıh ifadelerden biri olması, var olanın ya vacib'ul-vücud (zatından dolayı varolma­sı vacib olan) veya zatından dolayı vücubunun mümkün olmasın­dandır. Vacib'ul-Vücud, Allah Teâlâ'dır. Onu tazim etmekten daha makbul bir maruf yoktur. Allah'a kulluğu izhar etmek, ondan korkmak, izzet kapısında zillet göstermek, O'nun kemal sıfatla­rıyla muttasıf olduğunu itiraf etmek, eksikliklerden ve ayıplar­dan beri olduğunu ikrar edip zıdlanndan ve benzerlerinden onu tenzih etmekten daha üstün bir maruf yoktur. Zatından dolayı mümkün olana gelince,  hayat sahibi değilse eğer ona hayrın ulaşması mümkün değildir. Çünkü hayırdan yararlanmanın şar­tı hayata bağlıdır. Ancak bununla beraber tüm mahlûkata onları Allah yarattığı için şefkatle bakmak gerekir. Kâinatın her zerresi Allah Teâlâ'nın tevhid ve tenzihine açıkça delâlet ettiğinden ve açık bir durumda olduklarından tüm mahlûkata bu nedenle ihti­ram gözüyle bakılmalıdır. Kâinatın her zerresinde şaşılası sırlar, gizli hikmetler olduğundan dolayı da aynı ihtiramı göstermek ge­rekir. Şayet mümkün olan —hayat sahibiyse ona da şefkat gös­termek gerekir. Hem de insan var gücüyle şefkatli davranmalıdır. Bunun kapsamına anne-baba sevgisi ve saygısı, sila-ı rahim, ma­rufu emr ve münkeri nehyetmek de girer.

«Onlar münkerden nehyeder.» ifadesinde geçen «münker» ke­limesi daha önce geçen marufun tam tersidir.

Ata bu cümleyi, «Onlara Allah'a şirk koşmayı terketmeyi, gü­zel ahlakla ahlâklanmayı, sila-i rahm yapmayı emreder, şirk koş­maktan, sila-i rahimde bulunmamaktan nehyeder» şeklinde yo­rumlamıştır.

«Onlara tayyîbatı helal kılar.», yani iç yağlan gibi daha ön­ce Tevrat'ta (îsrailoğulları'mn şeriatinde) onlara haram olan bir­takım güzellikleri helal eder.

«Habaisi de haram kılar,», yani kan, domuz eti, riba ve rüş­vet gibi   pis şeyleri   onlara haram kılar.

«Üzerlerindeki ağırlıkları ve sırtlarında bulunan zincirleri kaldırır.» Yani onların üzerlerindeki ağır mükellefiyetleri, şiddetleri onlardan kaldırır. Mesela İsrailoğulları'run şeriatında tevbe edecek kimse, kendini öldürmedikçe tevbesi kabul olmazdı. İşte Allah Teâlâ peygamberi vasıtasıyla bu ağır mükellefiyetleri kaldır­mıştır. Yine daha önce hata yaptıklarında azaları kesiliyor, be­denlerine veya elbiselerine necaset bulaşması halinde o yeri ma­kasla kesmeleri gerekiyordu. Daha bunun gibi Hz. Musa'nın şeri­atinde bulunan birçok ağırlıkları kaldırmış, neshetmiştir. Nite­kim Hz. Peygamber (s.a) «Ben bâtıldan hakka yönelen ve bu ba­kımdan müsamahakâr bir şeriatle gönderildim» diye buyurmuş­tur.

Alusî, tefsirinde «ümmi» kelimesini okuma-yazma bilmeyen kimse olarak açıklamaktadır. Zeccac'ın dediğine göre «ümmi» ta­biriyle Hz. Peygamberin (s.a) Araplara mensub olduğu vurgulan­maktadır .Çünkü Arapların çoğu okuma-yazma bilmezlerdi. Ya da bu kelimeyle «Ümm'ul-Kura» (Mekke)ye atıf yapılmaktadır. Zira Mekke halkı da okuma-yazma bilmezdi. Muhammed Bakır'dan ge­len bir rivayete göreyse «ümmi» ifadesiyle «ümme» (anne) kelime­si arasında bir bağ vardır. Yani Hz. Peygamber annesinden doğ­duğu hal üzere idi. Hz. Peygamberin «ümmilikle vasıflandırılması her şekliyle de onun ilminin kemaline işaret eder. Bu bakımdan ümmilik sıfatı Hz. Peygamber için bir övgü olarak kullanılabilir­ken bir başkası için zemm olabilmektedir. Tıpkı tekebbür sıfatı­nın Allah için övgü, insanlar için de yergi olarak kullanılması gibi. [61]

 

Hz. Peygamberin Okuma Yazma Bilmemesi

 

Hz. Peygamber'in yazı yazıp yazmadığı meselesi ihtilaflıdır. Bir rivayete göre Hudeybiye yılında antlaşmayı yazmıştır. Bu, Hz. Peygamber'in bir mucizesidir. Zaten hadisin zahiri de bunu iktiza eder. Bir başka rivayete göre de Hz. Peygamber'den asla yazı yaz­mak fiili sadır olmamıştır. Andlaşmayı bildiren hadisle ilgili ifade ise mecazidir.

Ehl-i Beyt'ten gelen bir rivayette Hz. Peygamber'in bir yazıya baktığında yazının içindeki harflerin kendisiyle konuştuğu nakle­dilmiştir. Ancak bu rivayetin senedi bizce meçhuldür. Oysa Hz. Peyagmber'in mertebesi bundan da yüksektir.

Ebu Şeyh'in Mücahid kanalıyla Avn bin Abdullah bin Utbe-den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber okuyup-yazmadan önce vefat etmemiştir. Bu hadis Şa_*bi'ye iletildiğinde, «Doğrudur. Ben de arkadaşlarımdan dinlediğime göre, Hz. Peygamber (s.a) vefat etmeden önce okuyup-yazmıştır.» demiştir.

Bazı müfessirler de «ümmi» kelimesini «emm» kelimesine niscbet etmiştir. Bu kelime, kastetmek anlamındadır. Zira «Hz. Peygamber maksud idi» demişlerdir.

İbn Asakir, Musa bin Yaküb er-Eid'î kanalıyla Süfyan'us Sev-ri'den şöyle bir rivayet nakletmektedir: «İncil'de Hz. Peygamber'in na'tını okudum. «O, ne kısa ne de uzun, belki de orta boyludur. Be­yaz tenlidir. Çift örgülüdür. Omuzlan arasında bir mühür vardır. Sadaka kabul etmez. Merkebe veya deveye biner. Koyun sağar, yamalı gömlek giyer. Bunu yapan kimse kibirden uzaktır. Ama o bunu yapar. İsmail'in zürriyetindendir ve adı Ahmed'dir.» [62]

Beyhaki, Delail'un-Nübuvve adlı eserinde Vehb bin Münebbih-ten şöyle bir rivayet nakletmektedir:

«Allah, Zebur'da şöyle buyurdu: Ey Davud! Senden sonra adı Ahmed ve Muhammed olan bir peygamber gelecektir. Ona asla öfkelenmiyeceğim, o da bana asla isyan etmeyecektir. Ben, o ba­na isyan edecek duruma gelmezden önce onun tüm günahlarını affeyledim. Onun ümmetine rahmet edilmiştir. Peygamberlere verdiğim bir benzerini onun ümmetine nafileler olarak verdim. Kıya­met gününde huzurumda toplanılacak ana kadar peygamberlere kıldığım farzları o ümmete farz kıldım. Onların nuru tıpkı pey­gamberlerin nuru gibidir. Çünkü daha önce peygamberlere farz kıldığım abdesti onlara da farz kıldım. Onlara gusül almayı em­rettim. Nitekim önceki peygamberlere de emretmiştim. Daha ön­ce peygamberlere emrettiğim gibi, haccı, cihadı onlara da emret­tim. Ey Davud! Ben, Muhammed'in ümmetini diğer ümmetler­den üstün kıldım. Onlara verdiğim altı hasleti hiçbir ümmete vermedim:

1) Onları hata ve unutkanlıkla muaheze etmem.  -

2) Kasten işlemedikleri her günahı, tevbe ederlerse affede­rim.

3) Ahiretleri için kendilerince güzel görüp Önceden gönder­dikleri her ameli kat kat, fazlasıyla mükâfatlandırırım.

4) Musibetler karşısında sabredip «Biz Allah içiniz ve ona döneceğiz» (Bakara: 156) dediklerinde onlara mağfiret ve rah­met eder, Nimet cennetlerimi veririm.

5) Beni çağırdıklarında dualarına icabet eder veya hemen yerine getirir, ya da onlardan (buna mukabil) bir kötülüğü uzak­laştırırım. Veya bunu onlara ahirette azık yaparım.

6) Ey Davud! Muhammed ümmetinden, benden başka ilah olmadığına, tek ve ortaksız olduğuma içten inananlar bana müla­ki olduklarında, cennetimde ve kerametimde benimle beraberdir­ler. Fakat Muhammed'i yalanlayıp Kitabımla alay edene gelince, öylelerine kabirîerindeyken akın akın azab göndereceğim. Kab­rinden kalkarken melekler onların yüzüne ve arkalarına vururlar. Sonra da onları ateşe gönderirim.

Hz. Peygamber'in ilâhî kitablarda vasıflarının yazılı olduğunu bildiren daha başka rivayetler de vardır.  [63]

(158) «De ki: Ey insanlar! Ben Allah'ın Rasûlüyüm. Hepiniz için gönderildim...»

Bu ayet Hz. Peygamber'in (s.a) tüm insanlığa gönderilmiş olduğuna işaret eden ayetlerden sadece biridir. Allah Teâlâ Hz. Peygamber'in Tevrat ve İncil'deki vasıflarım ve ona uyanların fa­ziletlerini zikrettikten sonra Hz. Peygamber'e tabi olma şerefin­den mahrum olan Yahudilerin susturulmasını ilzam eden bu ha­kikati beyan etmiştir. Bu gerçek aynı zamanda Hz. Peygamber'in sadece Arapların peygamberi olduğunu iddia edenlere de veril­miş bir cevabtır. Böylece dünya ve ahiretteki mutluluğun sadece İslâm'a giren Yahudi ve Hıristiyanlara özgü olmadığı da ortaya konmuştur.

Hz. Muhammed'in hem insanlara hem de cinlere gönderilmiş bir peygamber olduğunu nasslar açıklamaktadır:

«Ey cin ve insanlar topluluğu! Göklerin ve yerin bucakların­dan geçip gidin (haydi). Ancak sultan (kuvvet)le geçebilirsiniz.» (Rahman: 33)

Cinlere gönderilmemiş bir peygamberin kitabında elbette cin­lere hitab edilmemeliydin)

«De ki: Allah benimle aranızda şahiddir. Sizi ve ulaştığı her­kesi uyarıp korkutman için bana şu Kur'an vahyolundu.» (En'am : 19).

Bu ayet, Kur'an'ın ulaştığı herkesi uyarması gerçeğinin, Hz. Muhammed'in onlara gönderildiği anlamına geldiğini gösterir. Ni­tekim cinlerin Kur'an'ı dinledikleri ayet ve hadislerle sabittir.

«De ki: Bana cinlerden bir grubun Kur'an'ı dinleyip de şöyle dedikleri vahyolundu: Doğrusu biz hayranlık uyandıran bir Kur'an dinledik.» (Cin: 1)

Hz. Muhammed'in tüm insanlığa peygamber olarak gönderil­diğine işaret eden ayetler şunlardır: Hud: 18, Alu İmran: 20 ,Se-be: 28, Nisa: 79, Enbiya : 107, Fetih : 28, Saf : 9.

Bu konulardaki hadislerden bazılarım aşağıya alıyoruz:

1) İmam Buhari, bu ayetin tefsiriyle ilgili olarak Ebu Der-da'dan şöyle bir hadis rivayet etmektedir: Ebu Bekr ile Ömer ara­sında çıkan bir münakaşada EJbu Bekir, Ömer'i kızdırır ve o da kızgın olarak oradan ayrılır. Ebu Bekir, Ömer'in arkasından ko­şar ve kendisini affetmesini  söyler, ömre buna yanaşmayarak kapısını onun yüzüne kapatır. Bunun üzerine Ebu Bekir dönüp Hz. Peygamber'in yanma gelir. Biz o esnada Hz. Peygamber'in (s.a) yanında bulunuyorduk.   Hz. Peygamber:    «Bu   arkadaşınız (Hz. Ömer'i kastediyor) öfkelenip buğzetti.» dedi. Ömer yaptığın­dan pişmanlık duyarak geldi ve selam vererek Hz. Peygamber'in yanma oturdu. Sonra da olayı olduğu gibi Peygamber'e anlattı. Bunun üzerine o da öfkelendi. Bu manzarayı gören Ebu Bekir «Ben daha haksızdım» dediyse de Hz. Peygamber, «Niçin arkada­şımı rahat bırakmıyor sunuz? Ey insanlar! Ben Allah'ın Rasûlü' yum, hepiniz için gönderildim. Sizler beni yalanlarken o tasdik etti» diye buyurdu. (Bu hadisi sadece Buhari rivayet etmiştir).

2) İmam Ahmed, îbn Abbas'tan merfu olarak şöyle bir ha­dis nakletmiştir:

«Benden önce hiçbir peygambere verilmeyen beş şey bana verildi. Bunu gösteriş olsun diye söylemiyorum:

a) Kırmızı, siyah ayırd edilmeksizin tüm insanlara peygamber olarak gönderildim,

b) Bir aylık mesafede bulunduğum halde düşmanlarımın kalp­lerine korku vermekle yardım edildim,

c) Benden Önce hiç kimseye helâl olmadığı halde bana ganimetler helâl kilindi,

d) Yeryüzü bana mescid ve temizleyici kılındı,

e) Bana şefaat hakkı verildi. Bunu kıyamet gününe sakladım. Şefaatim Allatia ortak koşma­yanlar içindir.»

3) İmam Ahmed, Ebu Musa el-Es'ari kanalıyla şöyle bir hadis nakletmektedir:  «Benim ümmetimden benim davetimi işi­tip te iman etmeyen —ister Yahudi, isterse Hıristiyan olsun— cennete giremez.»

4) Buharı ve Müslim'de Cabir bin Abdullah kanalıyla riva­yet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Benden önceki peygamberlerin hiç birine verilmeyen 5 şey bana verildi. (Üç tanesini saydıktan sonra) bana şefaat verildi. Ayrıca daha önceki peygamberler sadece, kavimlerine gönderilirlerdi. Ben ise tüm insanlığa gönderildim.»

«O halde Allah'a ve Ümmi Nebi olan Rasûlü'ne iman edin» ifadesi insanlık âleminin ümmi bir peygamber beklediğini önceki kitablann müjdelemiş olduklarını beyan eder.

(159) «Musa'nın kavminden bir topluluk vardır ki...»

Bu ayet İsrailoğullan'ndan bir grubun Hakka tabi olduklarını ve adil davrandıklarını haber vermektedir. Nitekim Alu İmran suresinin 113. ayetinde «Kitab ehlinin hepsi bir değildir. Onlardan kıyam eden bir grup vardır ki geceleri secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okurlar» buyurulmuştur. İbn Cerir bu ayetin yorumun­da garip bir rivayet zikretmiştir: «Bize Kasım, ona Hüseyin, ona Haccac, ona da îbn Cüreyc'in haber verdiğine göre îsrailoğulları peygamberlerini öldürüp küfre saptıklarında 12 kabileydiler. İç­lerinden bir kabile bu yaptıklarına katılmayarak onların bu cü­rümlerinden Allah'a sığındılar ve özür dilediler. Allah'tan o kâfir kabilelerle kendi aralarını ayırmasını istediler. Bunun üzerine Al­lah yerde onlar için bir tünel açtı. Onlar da o tünelden yürüyüp

öbür ucundan Çin'e vardılar. Onlar orada Müslüman olarak ya­şayıp bizim kıblemize yönelmektedirler.» İbn Cüreyc böyle ko­nuştuktan sonra İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: îşte bu, «Ve onun ardından îsrailoğulları'na söyledik. O ülkede oturun. Ahiret vaadi geldiğinde hepinizi derleyip toparlayacağız.» (tsra: 104) ayetinin ifade ettiği husustur. Ahiret va'diyle .de Hz. İsa kastedilmektedir. İbn Cüreyc İbn Abbas'ın «Onlar o tünelde, 1,5 ytl yürüdüler» dediğini nakletmektedir. [64]

 

Meal

 

160- Biz on lan oymaklar olarak  oniki  topluluğa ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde Musa'ya:  «Asanla taşa vur» diye nahyettik. Ondan oniki pınar fışkırdı. Böylece her oymak içeceği yeri bildi. Üzerlerine bulutla da gölge yaptık ve üzerle­rine kudret helvasiyla, bıldırcın etini indirdik. (Sonra da onla­ra şöyle dedik):  «Size rızık olarak verdiklerimizin temizlerinden yeyiniz.»  Onlar bize  zulmetmiyorlar,  sadece   kendi   kendilerine zulmediyorlardı.

161- Onlara:  «Şu şehirde oturun, istediğiniz yerden yeyin  affet   deyin ve secde ederek oranın kapısından içeri girin. Biz de hatalarınızı bağışlayalım.  Biz iyilik  edenlere daha fazlasını da veririz» denilmişti.

162- Onlardan zulme sapanlar, sözü kendilerine söylenen­den başka bir şeyle  değiştirdiler. Biz de bunun  üzerine zulme sapmalarından dolayı gökten iğrenç bir azab gönderdik.

163- Onlara deniz kıyısında bulunan o kasaba   (halkı) mn durumunu sor. Hani onlar cumartesi (günü) de haddi aşıyorlardı. Çünkü   (tatil  yaptıkları)  cumartesilerinde balıklar onlara  akın akın gelirler, cumartesi  (tatili)  yapmadıktan gün de gelmezler­di. İşte yoldan çıkmalarından dolayı onları bu şekilde deniyorduk. [65]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(160) «Biz onları oymaklar olarak on iki topluluğa ayır­dık...»                                                

160. ayetten 163. ayete kadar olan bu bölümde Allah Teâlâ yine İsrailoğulları'ndan bahsedip Hz. Yakub'un (a.s) onları 12 torun kabileye ayırdığını bildirmektedir.

«Biz onları...» şeklinde başlayan cümledeki «hum» (onlar) zamiri Hz. Musa'nın kavmine işaret etmektedir. Aynı cümledeki «esbat» kelimesi «sıbt»uı çoğuludur. Sıbt, torun, öz evlat veya bir şeyin parçası anlamına gelir. Daha sonraları İsrailoğullan'nda Araplardaki «kabile» kelimesinin karşılığı olarak kullanılmış­tır. Bazen «esbat» kelimesi îsrailoğulları'nın her kabilesi için, tıp­kı «ensar» kelimesinin belli bir topluluğa atfen kullanıldığı gibi, kullanılmıştır. Cümlenin yapısında «esbat» kelimesi, «isnetey aşe-re» kelimesinin bedelidir. «Ümemen» kelimesi ise ikinci bedeldir.

«Asanla taşa vur» emri Hz. Musa'ya (a.s), Tin çölünde susa­dıkları zaman verilmişti. İbn Abbas'tan «inbeceset» fiilinin fışkır­mak anlamına geldiği rivayet edilmiştir,,

Şii müfessirlerden İmam Tabersî, «inbicas» kelimesinin «azar azar aktı» şeklinde, «inficar»m tam aksi bir anlamı olduğu nu söylemiştir. Yine Bakara: 60'ta «inficar», burada da «inbicas'» kelimelerinin kullanılmasının nedenini suyun ilk ve sonraki akış hızlarıyla açıklamıştır. Bu takdirde ifade, su önce azar azar, sonra da çokça akmaya başlamış, şeklinde anlaşılır. Ancak Arap dili Tabersi'nin bu yorumuna mütehammil midir? «Fenbecest» şeklin-linde fiilin başına gelen «fe» harfi atıf için kullanıldığı takdirde  ki ayetin gelişinden anlaşıldığına göre fiile atfolunmuştur  ifa­de şöyle bir anlam kazanır: «Musa taşa vurdu ve hemen o taştan su fışkırdı.» Matufun aleyh (üzerine atfolunan)m hazf-edilmesinin iki nedeni vardır. Birincisi, hazf bir karışıklığa yol açmamıştır. İkincisi, emrin süratle yerine getirilmesine işaret edilmek isten­miştir. Yani adeta Allah'ın vahyiyle Hz. Musa'nın taşa vurması dışta bırakılarak suyun fışkırmasının Allah'ın emriyle olup Hz. Musa'nın hiçbir dahli yokmuş gibi bir anlam ihsas ettirilmiştir.

«Ünas» kelimesi ise «sıbt» (kabile) anlamındadır. Yani her kabile pınarını tanımıştır. Oymak veya kabile yerine çoğunluk ifade eden «ünas» kelimesinin kullanılmasının nedeni oymakların her birisinin kalabalık olduğuna işaret etmek içindir. Zaten «ünas» kelimesi de çoğuldur.

«Alime» fiili tanıdı, bildi anlamındadır, Sonra Allah'ın bir lüt­fü olarak onlann üzerine bulutla gölgelik kılındı. Bulut onlar yü­rüdüklerinde yürüyor, durduklarında onlarla birlikte duruyordu.

«Onlar bize değil, sadece kendi kendilerine zulmedi­yorlardı» ifadesi hazfedilmiş bir sözün üzerine atfedilmiştir. Ya­ni kafir olmakla ve birçok nimeti inkar etmekle bize değil ken­dilerine zulmediyorlardı. Çünkü küfürlerinin zararı sadece kendi­lerine dokunur.

(161) «Onlara, Şu şehirde oturun...»

Bu Ayetin Tefsiri

Ayette geçen şehirin hangisi olduğu konusunda

a) Beyt'ul-Makclis,

b) Eriha şeklinde iki farklı rivayet gelmiştir.

«Biz iyilik edenlere daha fazlasını da veririz.» ifadesinin ba­sma atıf harfi «vav»m getirilmemesi bu fazlalığın kendilerine emredilenin karşılığı olmayıp Allah'ın   bir   lütfü   olduğuna   delalet eder.

(162) «Onlardan zulme sapanlar, sözü kendilerine söylenen­den başka bir şeyle değiştirdiler...»

Onlara tevbe ve istiğfar etmeleri emredilmişken onlar bundan yüz çevirerek bunun yerine başka bir sözü getirdiler. Getirdikle­rinde de bir hayır yoktur.

Ayette geçen «ricz» kelimesi iğrenç ve tiksinti verici azab kar­şılığında kullanılmıştır. İfadenin sonundaki «zulme sapmalarından dolayı» şeklindeki ibare o iğrenç azabın sebebini bildirmektedir. Yani durup dururken Allah o iğrenç azabı göndermez. Bunun ne­deni onların gelmiş, gelecek ve halihazırdaki zulümleridir.

(163) «Onlara deniz kıyısında bulunan o kasaba (halkı)nın durumunu sor...»

Ayette geçen kasaba, İbn Abbas ile İbn Cüreyc'e göre Medyen ile Tur dağının arasındaki İyle kasabasıdır. İbn Şihab'a göre de Tabariyye'dir. Bazıları da bunun Medyen olduğunu söylemiştir, îbn Zeyd'e göre burası Medyen ile Aynuna sırasındaki Makta'öır. Bu kasaba denize çok yakındı.

Ayette «sor» şeklinde Hz. Muhammed'e (s.a) hitab edilmek­tedir. Ondan bunu huzurundaki Yahudilerden sorması emredil­miştir. Bununla onların Allah'ın sınırlarını aştıklarına işaret olun­maktadır. Böylece gizledikleri açığa çıkarılmıştır. Onların kitab-lannı okumamış, mütalaa etmemiş olan Hz. Muhammed'in (s.a) böyle bir soru sorması onlar aleyhinde apaçık bir mucizedir. Çün­kü bu hadiseye onun vahiyden başka bir yolla vakıf olması müm­kün değildi.

«Şürra'an» balıkların suyun yüzüne çıkıp akın akın gelmeleri anlamındadır. Yani balıklar akın akın sahilin yanına gelirlerdi. Nitekim bu kelime yaklaşmak demek olan «şari'in» çoğuludur. Ba­lıklar cumartesi gününde olduğu gibi diğer günlerde akın akın gelmezlerdi. Onların diğer günlerde avlanmalarından korkarlar­dı. Bu da sadece Aziz ve Alim olan Allah'ın bir takdiriydi.

«îşte yoldan çıkmalarından dolayı onları bu şekilde deniyor­duk.» Yani onlardan ortaya çıkanları azabla yakalayabilmek için onları böylece deniyorduk. Geçmişi gözler önüne sermek maksa­dıyla «deniyorduk» denmiştir.

«Kezalike» (bu şekilde) ifadesi ya önceki imtihana ya da ile­ride olacak bir imtihana işaret etmektedir. Bazı tefsirlerde ise bunun cumartesi günü balıkların gelmelerine işaret ettiği öne sürülmüştür. [66]

 

 

Meal

 

164- (Hatırlat)   o zamanı ki onlardan bir gurub «Allah'ın helak edeceği veya şiddetli bir azaba uğratacağı bir kavme ar­tık ne diye  öğüt veriyorsunuz?»  demişti.  Onlar  da  «Rabbinize karşı bir  mazeret(i açıklamak)   için  ve bir de  belki  sakınırlar diye» şeklinde konuşmuşlardı,

165- Onlar kendilerine hatırlatılanı unuttukları zaman, biz kötülükten sakınanları kurtarıp zulmedenleri —yapmakta olduk­ları iasıklıktan dolayı  çetin bir azabla y akalayı verdik.

166- Onlar kendilerine yasak edilen şeyleri yapmakta ısrar edip, isyan edince onlara; «Aşağılık maymunlar olun» dedik.

167- (İşte o zaman) Rabbin onların üzerine kıyamet günü­ne  kadar kendilerine azabın en kötüsünü  tattıracak  kimseleri göndereceğini bildirmişti.  Kuşkusuz  ki' Rabbin  çabuk ceza ve-ren ve çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

168- Onları yeryüzünde grublara ayırdık. Onlardan bazıla­rı iyi kimselerdir. Bazıları da bunların dışında olan aşağılıklar­dır. Belki dönerler diye .onları iyilikler ve kötülüklerle denedik.

169- Onların ardından yerlerine Kitab'a varis olan bir ta­kım  (kötü)  kimseler geçti. Şu alçak (dünyanın)  geçici menfa­atini alıyorlar ve «Biz ileride (nasıl olsa) bağışlanacağız» diyor­lar. Kendilerine ona benzer bir geçici menfaat daha gelince onu da   alırlar.  Kendilerinden  Allah  hakkında   gerçeği   söylemekten başka  bir şeyi söylememeleri hususunda  Kitab   misaki    (sözü) alınmamış mıydı? Kitab'ın içindekini okuyup öğrenmediler mi? Sakınanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Halâ düşünmüyor musunuz?

170- Onlar  ki  Kitab'a  sımsıkı sarılırlar,   namazı  kılarlar. Kuşkusuz biz ıslah edenlerin ecrini  zayi etmeyiz. [67]

 

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(164-165)   «(Hatırlat) o zamanı ki onlardan bir grub...»

Bu Ayetin Tefsiri

164. ayetten 166. ayete kadarki kısımda bulunan o kasaba hal­kının üç gruba ayrılıp bir grubun cumartesi günleri balıklan av­lamak için hilelere başvurduğu, ikinci grubun onlara mani olmaya çalışıp onlardan ayrıldıkları, üçüncü grubun da öfkesinden susup ne onların işlerine karıştıkları ne de onları menettikleri bahis ko­nusu edilmektedir. Bu yüzden üçüncü grup, ikinci gruba, «Allah' %n helak edeceği veya şiddetli bir asaba uğratacağı bir kavme ar­tık ne diye öğüt veriyorsunuz?» dediğinde, ikinci grubun üçüncü gruba «Rabbinize karşı bir mazeret (i açıklamak) için ve bir de belki sakınırlar diye» cevap verdiği bildirilmiştir.

«Mazereten» kelimesi hem mensub hem de merfu olarak okunmuştur. Merfu okunduğu takdirde ifade «Bu söylediklerimiz Rabbimiz katında bir mazerettir» anlamına gelir. Mensub okun­duğunda ise «Bu söylediklerimiz Rabbiniz katında bir mazeret olsun diye...» anlamına gelir. Onları mazeret beyan etmeye mecbur eden husus Allah'a «iyiliği emrederiz, kötülüğü yasaklarız» diye verdikleri sözdür.

«Ve bir de belki sakınırlar diye...» Yani mazeret beyan etme­nin ötesinde onları uyarmaya bizi sevkeden bir başka neden daha vardır ki o da belki sakınıp dönmeleri ihtimalidir. Çünkü döner­lerse Allah tövbelerini kabul eder.

Ali bin Ebi Talha'nın Ibn Abbas'tan rivayet ettiğine göre Mısır ile Medyen arasındaki İyle kasabasının sakinlerine cumartesi günü balık avlamak haram kılınmıştı. Fakat banklar tatil günü olan cumartesi, diğer günlere nazaran daha çok gelirlerdi. Diğer günlerde ise balık bulunmazdı. Bu durum Allah'ın dilediği bir za­mana kadar devam etti. Ancak sonunda bir grub bu yasağı çiğne­yerek cumartesi günü balık tutmaya başladılar. Bir grub da, ((Al­lah'ın yasak etmesine rağmen böyle bir şeyi nasıl yaparsınız1! Cu­martesi günü balık avlamak size haram edilmedi mi?» diye on­lara nasihat ettiler. Ancak bu nasihat saldırganların aşırılıklarını daha da körükledi. Başka bir grub daha müdahele ederek onlara engel olmaya çalıştılarsa da bu durum uzadıkça uzadı. Nasihatçı-lardan şedid olan bir topluluk ılımlı olan diğer bir gruba «Bu kim­selere azabın gerekli olduğunu biliyorsunuz. O halde niçin nasihat etmekte ısrar ediyorsunuz?» dediler. Onlar da «Rabbimize karşı bir mazeret beyan etmek ve bir de belki sakınırlar diye» şeklinde cevap verdiler. Bu iki grup ta nasihat edenlerdendi. Bu bakım­dan Allah'ın azabı geldiğinde bu iki grub kurtuldu, isyan edenler ise Allah tarafından aşağılık maymunlara çevrildi. [68]

 

Tarafsız Kalanların Akıbeti Hakkında

 

Ayette nasihat edenlerin kurtulup isyan edenlerin helak ol­dukları açıkça beyan ediliyorsa da susanlar hakkında bir açıklama yapılmamıştır. Çünkü ceza amelden dolayıdır. Onlar övülmeleri­ni gerektiren bir amel yapmadıklarından övülmemişler, büyük bir suç ta işlemediklerinden azaba duçar olmamışlardır. Ancak tefsir alimleri bu konuda ihtilafa düşmüşlerdir. Bir görüşe göre sustukları için helak olmuşlar, başka bir görüşe göre suça katıl­mayıp kalben buğzettiklerinden kurtulmuşlardır. Ali bin Eüi Tal­ha'nın İbn Abbas'tan rivayet ettiği hadis ikinci görüşün dayandı­ğı delillerdendir. El-Ufi'de îbn Abbas'tan buna benzer bir rivayet­te bulunmuştur.

Hammad bin Zeyd, Davud bin Hüseyin'den, o İkrime'den o da îbn Abbas'tan şöyle rivayet etmiştir: «Allah'ın helak edeceği yahut şidetldi bir şekilde azabedeceği bir kavme ne diye öğüt ve­riyorsunuz?» diyen grubun o azaptan kurtulup-kurtulamadıkları-nı düşündüm ve sonra bunu İbn Abbas ile müzakere ettim. Sonun­da onların kurtulduğu kanaatini İbn Abbas'a vermiş oldum. Öyle sevindi ki bana müjde (karşılığı) olarak bir hülle (süslü elbise) giydirdi.

Abdurrezzak, İkrime kanalıyla şöyle rivayet ediyor: Bir gün tbn Abbas'in yanma gittiğimde onu koynunda Mushaf bulunduğu halde ağlıyor gördüm. O durumdayken yanına gitmek pek ağır geldiğinden yerimde kalakaldım. Sonra ilerleyip yanma oturdum. Ve «Ey Abbas'ın oğlu!» dedim, «Canım, sana feda olsun. Seni ağ­latan nedir?» O da «İşte beni ağlatan şu sayfalardır» dedi. Bak­tım ki A'raf süresidir. Bana «İyle'yi bilir misin?» diye sordu. Ben de «evet» diye cevab verdim- O, «Orada Yahudi bir kabile oturur­du. Cumartesileri balıklar akın akın onlara gelir, diğer günler ise denizin derin yerlerinde dolaştıklarından, onlar balıkları bir hay­li zahmet çekerek ve denize dalarak avlayabilirlerdi. Oysa tatil günleri olan cumartesi, balıklar akın akın ve dalgalar halinde tâ sahile kadar gelirlerdi. Bu böyle bir süre devam ettikten son­ra şeytan onlara; «Cumartesi size balıkların avlanması değil yen­mesi yasak edilmiştir. O yüzden balıklan cumartesi günü yaka­layın, diğer günler yeyin» diyerek kalplerini eğriltmeye çalıştı. Bir grup şeytanın bu tuzağına düşerek hemen şeytanın söyledik­lerini ilan etti. Bir grub da hem avlanmanın hem de yemenin ya­sak olduğunu söyleyerek itiraz etti. Bu tartışmalar bir dahaki haftaya kadar sürdü. Cumartesi günü gelince o azgın grub, kadın, çoluk-çocuk, hep birlikte balık avına çıktılar. Bir grub ta onların sağında, ama onlardan ayrı olarak durdu. Bir üçüncü grub ta ay­rılarak sol tarafta durdular. Sağdakiler «Azab olasıcalar! Allah'ın azabına düşmekten sizi uyarıyoruz» derlerken soldakiler de on­lara «Allah'ın helak edeceği veya şiddetli bir azabla cezalandıracağı bir kavme artık ne diye öğüt veriyorsunuz?» diye soruyor­lardı. Sağdakiler de «Rabbinize  karşı  bir  mazeret  beyan etmek için ve bir de belki sakınırlar diye» şeklinde cevab veriyorlardı. Asiler isyanlarına devam edince   nasihatçılar   «Ey   Allah'ın   düş-manian, yapacağınızı _ yaptınız. Allah'a yemin ederiz ki bu gece kasabaya gelip ne durumda olacağınızı seyredeceğiz. Yemin ol­sun ki daha sabah gelmeden ya yere batırılacaksınız ya taş yağ­muruna tutulacak, ya da Allah'ın katında başka bir azaba tutula­caksınız» dediler. Sabah olunca da gidip kasabanın giriş kapısını çaldılar; ama bir ses-sada  duymayınca kasabanın surlarına merdi­ven dayadılar. Surun üstüne çıkıp bakan biri onlara dönüp   «Ey Allah'ın kullan! İçeride koşuşup zıplayan kuyruklu maymunlar­dan başka bir şey yok» diye bağırdı. Bunun üzerine kapıyı kırıp içeri girdiler. Maymunlar kendi yalanlarını tanırlarken diğerleri maymun haline dönüşmüş olan yakınlarını tanıyamadılar. Öyle ki maymunlar yalanlarının yanma varıp elbiselerini kokluyor ve ağ­lıyorlardı. Onlar maymunlara «Biz sizi uyarmamış mıydık?» diye sorunca maymunlar   başlarını sallayarak   onları   doğrularlardı. İbn Abbas tüm bunları anlattıktan sonra şu ayeti okudu: «Onlar Jcendilerine hatırlatılanı unuttukları zaman biz kötülükten sakı­nanları kurtarıp zulmedenleri —yapmakta oldukları fısktan dola­yı— çetin bir azabla yakalayıverdik.» İbn Abbas, «Kötülükten sa-kındıranların kurtulduğunu görüyorum.   Fakat susan   diğer   bir grub hakkında bir şey beyan edildiğini görmüyorum» dedi. (Yani ne isyan edip ne de isyan edenleri uyarmaya çalışan grubun hali ne oldu, bilmiyorum. Çünkü Kur'an isyan edenlerin helak olduk­larını, onları menetmeye çalışanların ise kurtulduklarım söylü­yor, ama susan üçüncü grubtan bahsetmiyor.) îbn Abbas bu ayet­leri okurken her zamanki adetine muhalif olarak uzun uzun düşün­meden karar vermişti. Talebesi ve azadlısı olan İkrime, ise «Allah canımı sana feda etsin! Görmüyor musun ki Allah onların asile­rin isyanından hoşlanmadıklarım söylemektedir.   Her ne   kadar. Allah onlan kurtardığından sözetmiyorsa da helak ettiğini de söy­lememiştir.» diye ona karşılık verince onun bu sözleri İbn Abbasin hoşuna gider ve Ikrime'ye iki kürk hediye ederek «Susanlar da kurtulmuşlardır» der.

İmam Tabersî, İbn Abbas'a biri o grub hakkında tevakkuf edip helak olmalarıyla veya kurtulraalarıyla ilgili bir şey söyleme­diği, diğeri de helak olduklarını söylediği şeklinde iki görüş daha isnad etmektedir. İbn Zeyd de helak oldukları görüşündedir. Ebu Abdullah'tan gelen rivayete göre, azaba duçar olanlar sükût eden­lerle zulmedenlerdir.

Ayette geçen «beis» kelimesi çetin, şiddetli anlamındadır. İbn Abbas bu kelimeyi kendisinde merhamet olmayan azab ile yorum­lamıştır. Ragıb el İsfehanî «Müfredat»ında, «Bu'us, Be's, be'sa» kelimeleri hakkında şiddet ve hoşlanılmayan şey anlamına geldik­lerini söylemektedir. Bu'us fakirlik ve savaşla ilgili olarak kulla­nılırken be's ve be'sa kelimeleri felaketlerde kullanılmaktadır.

(166) «Onlar kendilerine yasaklananı unuttukları zaman...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayette geçen «hasiin» kelimesi aşağılık anlamına gelir. Zelil olan, hayırdan uzaklaşan kimseler için kullanılır. Buradaki emir teklifi değil tekvinidir. Çünkü onlar kendi iradeleriyle maymun olacak kuvvet ve kudrete sahip olmadıklarından, maymun olu­nuz emrinin mükellefi değildirler. Bu ifade «Biz bir şeyin olmasını istediğimizde söyleyeceğimiz söz sadece ona ol dememizdir. O da oluverir.» (Nahl: 40) ayetindeki gibidir. Muhtemelen sözkonusu ayette de mücerred bir mecaz kullanılmış olmalıdır. Görünüşe gö­re Allah Teâlâ, Hz. İsa'dan önce onlara birçok kez ceza vermiş ve onlar yine de azgınlıklarından vazgeçmemişlerdir. Sonunda Al­lah onları maymuna dönüştürmüştür. Şiddetli azabla mesh (hayvana dönüştürülmüş olmaları) kastedilmiş olabilir. Bu tak­dirde ayet Önceki ayetin açıklaması olarak anlaşılır.

îbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, o şöyle demiştir: «Si­zin üzerinize farz olan cuma günü Yahudilerin üzerine farz iken onlar buna karşı çıkıp cumartesi gününü seçtiler. Cumartesi günü avlanmak kendilerine haram kılınarak imtihan olundular. Balık­lar cumartesi günü onlara akın akın gelirler, karın altlarının be­yazlığı görünür halde döne döne sahile yaklaşırlardı, öyle ki su­yun üzeri onların çokluğu yüzünden görünmez olurdu. Onlar Al­lah'ın dilediği bir zamana kadar beklerler ve balıklan avlayamaz-lardı. Sonra şeytan onlara «Siz balıkları cumartesi günü avlamak­tan nehyolunduğunuza göre havuzlar yapıp denize ağlar atın» di-yerek onları tuzağına düşürmeye çalıştı. Bunun Üzerine onlar da bankları o havuz ve ağlara doğru sürerler ve balıklar oraya takı­lırlardı. Pazar günü de gidib ağdaki balıklan alırlardı.

Bir başka rivayette şöyle denir: Onlardan biri cumartesi günü bir balık tutup burnuna bir ip geçirir. Sahilde çakılı bir kazığa . ipi bağlar ve ertesi gün de gidip o balığı alır. Balığı yediğini gören köylüler onu kınarlar ve niçin böyle yaptığını sorarlar.   O   kim­se,   kendisine bir   azab   gelmediğini görünce   bir dahaki cumar­tesi iki balık daha tutar, yapacaklarını yaptığı halde ona bir azab isabet etmez. Ona bir azabın isabet etmediğini gören köylüler de bu sefer bundan cesaret alarak balık tutarlar ve tuzlayıp satarlar. Kasaba halkının sayısı 12 bin veya yetmiş bin kişiydi. Üç gruba ayrılmışlardı. Müslümanlar azgınlara aynı yerde oturamayactkla-nnı söyleyerek kasabayı bir duvarla ikiye bölerler. Müslümanların kasabanın surunda bir kapılan vardı ve oradan girip çıkıyorlar­dı. Azgınların da başka bir kapılan bulunuyordu. Bu olay Hz. Da-vud (a.s) zamanmda vuku bulmuştu. Hz. Davud onlara lanet ederdi. Müslümanlar bir gün azgınlardan hiç kimsenin dışanya çıkma­dığını görünce «Bunların başlarına ne geldi ki dışarıya çıkmıyor-lar. Belki de içkiyi fazla kaçırıp sarhoş olmuşlardır» diyerek du. vara çıkarlar". Hepsinin maymun olduklannı görürler. Kapıyı açıp onlann yanına giderler. Maymunlar onlardan akrabalarını tanı­yorlar ama onlar maymunlardan olan akrabalarım tanıyamıyor-lardı. Maymunlardan herkes kendi akrabalarının yanına vanr, onu koklar ve ağlardı. Onlar da maymunlara «Sizi menetmemiş miydik?» deyince maymunlar başlarını sallamak suretiyle «evet» der-lerdi. Üç gün sonra hepsi öldü. Böylece maymuna dönüşmüş o kimseler yaşamamış ve nesilleri ürememiştir.

Katade'den gelen rivayete göre gençleri maymun, yaşlıları do­muz olmuşlardı.

Mücahid'den gelen rivayete göreyse onların bedenleri değil kalp ve karakterleri değişmiştir. Onlar hakkı anlamakta başarılı olamamışlardır.

(167)    «(îşte o zaman) Rabbin onların üzerine...»

Allah Teâlâ, Hz. Süleyman'dan sonra Babil Kralı Buhtun-nasr'ı asi olan îsrailoğulları'nm üzerine musallat kılmıştır. Ülke­lerini tarumar eden Buhtannasr, onların savaşçılarını öldürüp ka­rılarını ve çocuklarını esir almıştır. Geri kalanları da haraca bağ­lamıştır. Onlar haracı mecusilere verirlerdi. Allah, Hz. Muhartı-med'i peygamber olarak gönderinceye kadar bu durum sürüp git­ti. Onların durumu kıyamete kadar da bu şekilde gidecektir. Bazı ara dönemler kimseyi aldatmamalıdır; zira aynı durumun başla­rına gelmesi pek yakındır.

îbn Kesir, onlara ilk haraç yükleyen kimsenin Hz. Musa (a.s) olduğunu söylemektedir. 7 veya 10 sene kadar onlardan haraç al­mıştır. Daha sonra onlar Yunanlılar, Keldaniler ve Keşdanüerin hükümranlığı altına girmişlerdir. Sonra da Hıristiyanların baskı ve yönetimi altında kaldılar. Hıristiyanlar ala kendilerinden cizye ve haraç almışlardır. İslâm ve Hz. Muhammed (s.a) gelince, İs­lâm'ın zimmeti altına girip haracı Hz. Peygamber'e ödemişler­dir.

El-Ufi'nin îbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre azabın en kötü­sü başlarına gelen zillet ile verdikleri haraçtır.

Ali bin Ebi Talha'nın İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre bununla haraç kastedilmektedir. Onlara azabın en kötüsünü tattıran Hz. Muhammed ve ümmetidir. Kıyamete kadar da durum böyle sürecektir. Onlar son olarak Deccal'a yardımcı olacaklar. Müslü­manlar da üz. İsa (a.s) ile birlikte olup Yahudilerle savaşacaklar ve onları yok edeceklerdir. Ancak bu ahir zamanda olacaktır.

Salibi, «Cevahir'ul-Hisan» acili tefsirinde, İbn Abbas'ın bunun kendilerine azabı tattıran Hz. Muhammed (s.a) ve ümmetine bir işaret olduğunu söylediğini rivayet etmektedir. Zaten Yahudilerin her kıtada ve tüm milletlerle olan durumu bu şekildedir.

«Yesûmu» kelimesi onlara yükletilir. Yanı onlar onunla kar­şılaşacaklar demektir. Azabın en kötüsü ise haraç ve zillettir. Al­lah, îsrailoğulları'nın üzerine haraç ve zilleti musallat etmiş, on­ların yurtlarını harab etmiştir.

(168 «Onları yeryüzünde grublara ayırdık...»

Bu Ayetin Tefsiri

Yani İsraüoğulları'nı fırkalara, grublara ve parçalara böldük. Yeryüzünün her yerinde onlardan bir grup vardı. Onların üzerin­de bulunmadığı bir kıta yoktur. Bu da onların bir araya gelip bir kuvvet meydana getirip fesat çıkarmamaları içindir. Bu hüküm Kur'an'ın gaybi ihbarlarından biridir sadece. Nitekim bugün (H. 1405, M. 1985) dünya haritasına bir bakıldığında her devlette, yer­yüzünün her köşesinde İsrailoğullan'nın lobiler kurdukları, kü­çük grublar halinde bulundukları görülmektedir.

Taberi ve bazı müfessirler Yahudilerin olmadığı hiç bir bölgenin bulunmadığı görüşünü öne sürmüşlerdir. Görünüşte ayette işaret edilenler Hz. Süleyman'ın hükümranlığı yıkıldıktan sonra olanlardır. Yine onlar Hz. İsa'dan öncedirler. Çünkü Hz. İsa geldikten sonra içlerinde salih kimseler kalmamış, Hz. İsa'yı inkâr ettiklerinden dolayı dinden çıkmışlardır.[69]  

«Onlardan bazıları iyi kimselerdir» ifadesinin yorumunda îmam Taberi bu kimselerin Allah'a ve Râsûlü'ne iman edip Hz. Isa gönderilmezden önce dinleri üzerinde sabit kalan salihler ol­duklarım söylemektedir.

Bazı müfessirler bunların Hz. Peygamber'e yetişip ona iman eden kimseler olduklarını söylemişlerdir. Bu tefsir İbn Abbas'a ve Mücahid'e isnad edilmiştir. Ancak bu görüşü kabul etmeyen müfessir Alusi, bu görüşün Çin Seddi'nden daha uzak olduğunu söylemiştir.

«Bazıları da bunların dışında olan aşağılıklardır...» Yani mertebeleri salîhlerden biraz daha aşağıdadır. Yani emirlerin bir bölümünü tatbik edip bir bölümüne de karşı çıktıkları için mümin sayılmalarına rağmen daha alt bir mertebededirler.

Bazı müfessirlere göre bu ifadeyle (günahkâr müminler de­ğil) kafirler kastedilmiştir. Yani ilk gruptakilerin salih olmalarıy­la imanlı oldukları, ikinci grupla da onun dışında yani imansız oldukları kastolunmuştur.

Elimizdeki meallerin çoğunluğu bu görüşü esas alarak anlam vermişlerdir. Bu bakımdan meali «Basılan da bunların dışında olan aşağılıklardır» diye verdiğimize dikkat edilmelidir.

«Hasenat», genişlik, bolluk, sıhhat; «seyyiat» ise kıtlık, şiddet ve çeşitli imtihanlar karşılığında kullanılmıştır.

(169) «Onların ardından yerlerine Kitab'a varis olan...» Bu Ayetin Tefsiri:

«Halfun» kelimesi cemî isimdir. Ancak kötülük ve şef şeklin­deki anlamı daha yaygındır. «Halef» ise hayırda kullanılır.«Kitab» ile Tevrat, «veraset» ile o kitabı ellerinde bulundur­maları kastolunmaktadır. Yani onlar atalarından devraldıkları ki­tab'a vakıf idiler.

«Şu alçak (dünyanın) geçici menfaatini alıyorlar» cümlesi mukadder bir suale cevaptır. Adeta Kitab'a varis olduktan sonra ne yaptıkları sorulmaktadır. Bu mukadder soruya «Şu alçak (dün­yanın) geçici menfaatini almak yani hükümler konusunda rüşvet­le hareket edip kelamı tahrif etmek karşılığında dünyalık almak suretiyle onu değiştirdiler» şeklinde bir cevap verilmiştir.

«Biz ileride bağışlanacağız diyorlar.» Yani Allah bizi yeminle muaheze etmez, günahlarımızdan vazgeçer, diyerek kendilerini al­datırlar, hayale kapılırlar. Günah üzerinde ısrar ettikleri halde Al­lah'ın mağfiretini umarlar. Oysa onlara daha önce geldiği gibi ikinci bir dünya menfaati gelirse onu da alırlar. Yani tevbe etme­mişlerdir. Günah üzerinde ısrar etmektedirler.

«Araz», geçici menfaat anlamındadır. Aynı zamanda «cevher» in karşılığı olarak da kullanılır. Nihaye'de araz'ın dünya metaı ol­duğu söylenmektedir. Ebu Ubeyde, dünyadaki altın ve gümüş ma­denlerine de araz denildiğini ileri sürmektedir.

«Edna» mukadder bir şeyin sıfatıdır. En alçak, en düşük an­lamındadır ve bununla dünya kastedilmektedir. Çünkü dünya ke­limesi ya yakınlık anlamındaki «dünuv» kökünden gelmektedir. (Nitekim dünya ahirete nispeten geçici ve sonludur) ya da reza­let ve çirkinlik manasmdaki «denaet»ten türemedir.

«Kitab misaki» ile Tevrat'ta zikredilen söz kastedilmiştir. Ki­tab kelimesinin başındaki eliflâm, ahid içindir. Yani belli bir kitab kastedilmektedir. «Allah hakkında gerçeği söylemekten başka bir şeyi söylemeleri hususunda» tabiri, misakın bedelidir. Veya hakkı beyan etmektir. Bu ayetle onların ne yaparlarsa yapsınlar affolu­nacakları şeklindeki inançları tenkid edilmektedir.

îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre onlar sürekli işlemekte oldukları günahlarının affedilmesinin Allah'a vacib olduğuna inandıklarından dolayı kınanmaktadırlar.

Zemahşeri, bu ayetin   yorumunda Ehl-i   SÜnnet'in   görüşünü eleştirip «Onların takib ettikleri yol Yahudilerin görüşüne tıpatıp uymaktadır. Çünkü Ehl-i Sünnet günahın tevbesiz affını mümkün görmüştür. Oysa Tevrat'ta büyük günah işleyen kimsenin ancak tevbe ile affolunacağı yazılıdır.» demektedir. Ancak Yahudiler af­folunacaklarına mutlak gözüyle bakarlarken Ehl-i Sünnet, Allah'a itaat edenin bile mutlak surette af olacağı kesin değildir demiş­ler.   Dolayısıyla   Allah'a   isyan   ve   kul   hakkına   tecavüz   eden kimse hakkında nasıl kesin bir karar verilebilir? Bu bakımdan tevbe eden kimsenin mutlaka affolunacağını öne süren Mutezile, belki bu açıdan Yahudilerin sözkonusu görüşlerine daha yakın ol­malıdır. Nitekim Zemahşeri'nin dediği «O hastalığını bana attı ve kendisi ondan sıyrıldı» darb-ı meseli de bu kabildendir.

Ehl-i sünnet, Allah kesesinden temennide bulunan kimsenin ye­rilmiş bir kimse olduğunda müttefiktir. Şeddad bin Avs'tan Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle bir hadisini rivayet etmişlerdir:

 «Akıllı kimse nefsini hesaba çeken, dünyasının sonrası için çalışandır. Aciz kimse ise hevasına uyup Allah hakkında zanlarda bulunandır.» Bu yüzden bu kavmin halkın mallarım bâtıl ile ye­dikleri, nevalarına uyup «Allah hakkında gelişi güzel zanlarda bu­lundukları için kınandıkları» söylenmiştir. Hükümleri değiştirmek­le Allah'a iftira etmiş olduklarından dolavı ve geçici dünya metaı-nı buna karşılık aldıkları için tenkid edilmişlerdir. Kitapta kendi­lerinden söz alınmamış mıydı ki Allah hakkında hiçbir zaman ki-tabtakinden başka bir şey söylemeyeceklerdi?.. O halde niçin bu­nun aksine davranmışlardır? Niçin Allah katından gelmediği hal­de Allah katmdandır, demişlerdir? îşte onlar az bir paha karşılı­ğında böyle davranmışlardır.

Bu görüş îbn Abbas'ın görüşüyle çelişmekte ve ayetin zahiri­ne uymamaktadır.

(170)  «Onlar ki Kitab'a sımsıkı sarılırlar...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Yani dinlerinin emirlerine sarılırlar. Mücahid ve İbn Zeyd'e göre,.bu kimseler ile Abdullah bin Selam ve arkadaşları gibi iman eden ehli kitab mensubları kastolunmaktadır. Onlar Hz. Musa'nın (a.s) getirdiği kitaba sımsıkı sarılmışlar, onu tahrif etmeden onun içindekilerin! gizlemeden onu ticaret metaı gibi görmeden iman etmişlerdir.

Ata ise bu kimselerle Ümmet-i Muhammed'in, Kitab'ls. da Kur'an'ın kastedildiği görüşündedir. Namaz, kitab içinde bulu­nuyor olmasına rağmen ikinci kez ayrı olarak zikredilmiştir. Zira namaz diğer ibadetlerden üstündür. Namaz dinin direğidir.

«Kuşkusuz ki biz ıslah edenlerin ecrini zayi etmeyiz». Islah ettiklerinden dolayı ecirleri zayi olmamıştır. Salihlerin ecrinin za­yi edilmeyeceğinin bildirilmesiyle tüm muslinlere teminat veril­mektedir. [70]

 

Meal

 

171- (Hatırlat) o zamanı ki biz üzerlerine dağı bir gölge gibi kaldırmıştık da onlar o dağ, üzerlerine düşecek sanmışlar­dı. «Size verdiklerimizi kuvvetle tutun ve içinde bulunanı hatır­layın. Umulur ki korkup sakınırsınız» demiştik.

172- (Yine hatırlat)   o zamanı ki Rabbin, AdemoğuIIarı'n-dan onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendi ne­fislerine şahid tutarak: «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?»   (de­mişti).   (Onlar da):  «Evet, buna şahid olduk» dediler. Bu, kıya­met günü  biz bundan habersizdik  dememeniz içindir.

173- Veyahut: «(Ne yapalım) daha önce atalarımız da şirk koşmuşlardı. Biz de onlardan sonra gelen bir kuşağız. (Gerçeği) iptal edenlerin  yaptıklarından   dolayı  bizi helak mı edeceksin? dememeniz için (böyle yaptık).»

174- İşte böylece, ayetleri birer   birer   açıklıyoruz.   Umulur ki dönerler.

175- Onlara, kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin ha­berini  oku.   O   ayetlerden   (küfre  saparak)   sıyrıldı.  Şeytan  onu kendisine uydurdu. O da azmışlardan oldu.

176- Biz  dileseydik  onu elbette  ayetlerimiz  sayesinde yü­celtirdik. Fakat o adam arza  (dünyaya)  meyletti. Hevasına uy­du.   (Bu bakımdan)   onun durumu  tıpkı o   köpeğin   durumuna benzer. Üzerine gitsen de dilini çıkarır, solur; bıraksan da dilini sarkıtıp  solur.  İşte  ayetlerimizi  yalanlayan topluluğun  durumu bu şekildedir. Bu kıssayı   (onlara)  haber ver. Umulur ki düşü­nürler.

177- Ayetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu ne çirKin bir örnek (teşkil etmekte) dir.

178- Allah  kime hidayet  ederse  işte hidayet   bulan odur. Kimi de sapıtırsa işte ziyana uğrayanlar onlardır. [71]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(171) «(Hatırlat) o samanı ki biz üzerlerine dağı bir gölge gibi kaldırmıştık...»

Ayette bahsi geçen dağ Tür-i Sina veya bir başka dağdır. Bir fersah genişliğinde ve bîr fersah uzunluğunda olduğundan ordu­gahı tamtamına kapsamaktaydı. İsrail oğulları Tevrat'ı kabul et­mekte tereddüd edip duraklayınca Allah Teâlâ, Cebrail'e dağı kal­dırmasını emretmiş, o da kaldırmıştır.

Ali bin Ebi Talha'nın İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre «na-takna,» tıpkı başka ayette geçen «refe'na» fiili gibi, «kaldırdık» an­lamındadır.

Süfyan'us-Sevri, A'meş'ten, o Said bin CÜbeyr'den, o da İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmektedir: «Dağı onların üzerlerine kal­dıran meleklerdir. Bu yüzden'Bis Tur'u onların üzerlerine kaldır­dık' denmiştir.»

Kasım biri Ebi Eyyub, Said bin Cübeyr kanalıyla îbn Abbas'­tan şöyle bir rivayet nakletmektedir: Hz. Musa (a.s) öfkesi geç­tikten sonra levhaları aldı. İsrailoğullan'nı mukaddes topraklara doğru götürerek, Allah'ın emirlerini onlara tebliğ etti. Allah'ın ya­pılmasını bildirdiği görevleri onlara iletti, Ancak bu görevler on­lara ağır gelince kabul etmekte tereddüt ettiler. O zaman dağ me­lekler tarafından bir gölgelik gibi üzerlerine kaldırıldı. (Bu hadisi Nesei de rivayet etmiştir.)

Süneyd bin Davud tefsirinde, Haccac bin Muhammed'den ve Ebu Bekir bin Abdullah'tan şöyle rivayet etmektedir: Hz. Musa, «Bu kitab'ın içindekileri kabul eder misiniz? Onda Allah'ın sizler için helal ettikleri, haram kıldıkları, emirleri ve nehiylerı vardır» deyince onlar Hz. Musa'ya «Bize kitaptakileri tek tek oku. Şayet farzları ve cezaları kolaysa kabul ederiz.» dediler. Hz. Musa onlar* dan kitabta ne yazıyorsa onu kabul etmelerini istedi. Fakat onlar «Biz bu kitapta ne yazdığını, getirmiş olduğu farz ve cezaları bil­meden, onu kabul etmeyiz» diye direttiler. Birkaç kez Hz. Musa' ya müracaat edince Allah Teâlâ da onların üzerine dağı kaldırdı. Dağ gökle aralarına geldiğinde Hz. Musa.onlara«İtabbirmre ne de­diğini işitmiyor musunuz? O — Tevrat'ı, içindeki tüm hükümlerle kabul etmezseniz, kesinlikle bu dağı üzerinize atacağım — buyuru­yor, dedi».

Rivayet edildiğine göre Hasan Basri, dağa baktıklarında her­kesin sol kaşı üzerine secdeye kapandığını söylemektedir. Korku­dan sağ gözleriyle dağın üzerlerine düşüp. düşmeyeceğine bakıyor­lardı. İşte bugün de yeryüzünde Yahudiler sadece sol kaşları üze­rine secde etmektedirler. Yahudiler bu cezanın kaldırılmasına sec­denin vesile olduğunu öne sürmektedirler.

Ebubekir, «levhalar neşredildiğinde orada Allah'ın Kitab'ı vardı ve onu eliyle yazmıştı. O zaman yeryüzünde korkuya tutulup titremeyen ne bir ağaç ne de bir taş kalmadı. Bugün de yeryüzün­de küçük büyük her Yahudi kendilerine Tevrat okunduğunda tit­reyip başını sallar» demiştir.[72]  

Bazıları, ayetteki «sanmışlardı» şeklindeki ifadenin yakın an­lamını içerdiğini, zira dağın havada durmayacağını kesinlikle bil­diklerini öne sürmüştür.

Bazıları da «zan»rün burada gerçek anlamında kullanıldığım ifade etmişlerdir. Yani onların kalbinde dağın üzerlerine düşeceği şeklinde kuvvetli bir zan oluşmuştu: «Kitab'dan size verdiklerimi-zi ciddiyet ve azimle, zorluklarına göğüs gererek tutun. İçindeki­lerle amel edin. Onu unutulmuş gibi bırakmayın Sürekli hatırınız­da bulunsun. Böyle davrandığınız takdirde çirkin davranışlardan ve kötü bir ahlâktan sakınarak muttakiler sınıfına girmiş olursu­nuz.»

Zübeyr bin Bekar'in «Muvaffakıyat»ınâa Kelbi'den rivayet ettiğine göre Bizans Kralı Herakliyus, Muaviye'ye şunları sormuş­tur:

«Şey ve la şey nedir? Allah katında kendisinden başkası kabul edilmeyen din hangisidir? Namazın anahtarı nedir? Cennetin fi­danı nedir? Her şeyin namazı nedir? Kendilerinde ruh olduğu hal­de ne erkeklerin belinde, ne de kadınların rahminde dalgalanma­yan dört şey nedir? Babası olmayan kişi kimdir? Kavmi olmayan kişi kimdir? Sahibi ile yürüyen mezar hangisidir? Yağıştan sonra gökte beliren yeşillik ve kırmızılık nedir? Üzerinde bir defa gü­neş doğan, ondan önce ve ondan sonra artık bir daha güneş doğ­mayan yer hangisidir? Bir defa göç eden, artık ne önce ne de son­ra göç etmeyen nedir? Susuz bitip de meydana gelen ağaç hangi­sidir? Ruhu olmadığı halde nefes alıp veren hangisidir? Bugün nedir? Dün nedir? Yarın nedir? Bunların kelamdaki kısımları ne­yi ifade eder? Bulutlardan gelen ses, çakan şimşek, kehkeşan ve ayda görülen silinti nedir?»

Bunun üzerine Muaviye'ye «Siz bu soruların cevabını vere­mezsiniz. Şayet Herakliyus'a yazacağınız mektupta yanlış bir ce­vap verirseniz bunu sizin bilgisizliğinize yoracaktır. En iyisi siz İbn Abbas'a yazın. Bu sorulara o cevap versin,» derler. Muaviye, îbh Abbas'a yazar ve o da bu sorulan şu şekilde cevablar:

«Şey, sudur. Çünkü Allah «Her diri şeyi sudan kıldık» (En­biya : 30) buyurmuştur. La şey ise dünyadır. Dünya fani olup gider. Allah katında kendisinden başkası kabul edilmeyen din, «La ilahe illallah», namazın anahtan «Allahu Ekber,» cennetin fidan-     1$ lan «la havle vela kuvvete illa billah,» her şeyin namazı «Subba-nallah ve bi hamdihi», kendilerinde ruh olduğu halde ne erkekle­rin belinde, ne de kadınların rahminde dalgalanmayan dört şey de Adem, Havva, Musa'nın asası, İshak'a (veya İsmail'e) fidye olarak gönderilen koçtur. Babası olmayan kişi Meryem oğlu İsa, kavmi olmayan kişi ise Adem'dir. Sahibi ile yürüyen mezar Yunus'un balığıdır. Çünkü Yunus   (a.s) onun   karnındayken   o yüzüyordu. Yağıştan sonra gökte beliren yeşillik ile kırmızılığa gelince, onlar Allah'ın garketmekten kullarına vermiş olduğu emniyettir. Üze­rinde bir defa güneş doğan, ondan Önce ve ondan sonra da artık bir daha güneş doğmayan yer denizin dibidir. O deniz İsrailoğul-lan'na açıldığında, oradan geçmişlerdi. Bir defa göç eden, ondan önce ve ondan sonra göç etmeyen şey kutsal topraklarla arasında 4 günlük bir mesafe bulunan Tur-i Sina dağıdır. İsrailoğulları is­yan ettiklerinde Allah nurdan yaratmış olduğu iki kanatla Tur-i Sina'yı uçurtmuştur. Onda birçok azab vardıv. Allah onu İsrail-oğulları'nın üzerine gölge yapınca bir münadi onlara: «Eğer Tev­rat'ı kabul ederseniz bu Tur-i Sina'yı üzerinizden kaldırıp yerine koyacağız. Aksi takdirde de onu üzerinize bırakacağız» demişti. Onlar da mecburen Tevrat-ı kabul ettiler. Allah ta onu yerine gön­derdi. Bu olay «(Hatırlat) o zamani ki biz üzerlerine dağı bir göl­ge gibi kaldırmıştık.» (A'raf: 171) ayetiyle ifade edilmiştir. Susuz bitip de meydana gelen ağaç Hz. Yunus'un üzerinde biten kabak ağacıdır. Ruhu olmadığı halde nefes alıp veren sabahtır. Çüııkü Allah, «nefes alıp verdiği zaman sabaha yemin ederim» (Tekvir : 18) diye buyurmuştur. Bugün çalışmak, dün bir misal, yarın ise eceldir. Yarından sonrası .da bir emeldir. Çakan şimşek meleklerin ellerinde bulunan ve bulutlan sevkeden tokmaklardır. Gökgürül-tüsüne gelince, o bulutu sevketmekle görevli meleğin adıdır. Çıkan ses bulutun şevki sırasında çıkan sestir. Kehkeşan (Samanyolu)

ise göklerin kapısıdır. Oradan kapılar açılır. Aydaki silintiye ge­lince, Allah «Gece ile gündüzü iki ayet kıldık. Gecenin ayetini sil­dik» (İsra: 12) buyurmuştur. Şayet bu silinti olmasaydı gece gün­düzden, gündüz de geceden ayırdedilmezdi.»

Muaviye bu cevaplan Bizans Kralı Herakliyus'a gönderdiğin­de Herakliyus ikinci mektubunda «Bu soruları ya bir peygamber ya da peygamber ailesinden biri cevablandırabilir» demiştir.[73]  

Bu uzun rivayette sözkonusu edilen iki noktaya işaret etmek istiyorum. Birincisi, «İshak'a fidye olarak gönderilen koç» ibare-sidir. Yahudilere (veya muharref Tevrat'a) göre Hz. İbrahim (a.s) kurban olarak Hz. İshak'ı yanına almıştır. Muhtemelen îbn Ab-bas bu cevabı onların bu inancını dikkate alarak vermiş olmalı­dır. Çünkü müslümanlar koçun Hz. İsmail'e fidye olarak gönde­rildiğine inanırlar. İkincisi, meleklerin ellerindeki tokmaklar veya kamçılar tabiri bulutlarda yüklü olan pozitif ve negatif akımlar­dan kinayedir.

(172) «(Yine hatırlat) o zamanı ki Rabbin, Ademoğullan'n-dan...»

Bu Ayetin Tefsiri:

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, İbn Abbas kanalıyla şöyle bii rivayet nakletmektedirler: «Allah, Ademi yarattı ve Adem'den onun Rabbi olduğuna dair söz aldı. Ecelini, rızkını ve musibetini (başına gelecekleri) yazdı. Sonra onun belinden zerre misali ev­latlarını çıkardı. Onlardan da Rableri olduğuna dair söz aldıktan sonra ecellerini, rızıklarını ve musibetlerini yazdı.»

îbn Ebi Hatim ve İbn Cerir, İbn Abbas'tan şöyle bir rivayet nakletmektedirler:   «Allah, Adem'i  yarattığında   onun sulbünden zerre misali zürriyetlerini çıkardı. Sonra onlan isimleriyle isim­lendirdi. Bu filan oğlu falandır ve filan filan işi yapacaktır. Bu da filan oğlu filandır. Filan filan işi yapacaktır, diyerek eliyle iki avuç aldı. Bir eline işaret ederek «Bunlar cennettedir» diğerine işaret ederek «Bunlar da cehennemdedir» diye buyurdu.»

İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, İbn Abbas kanalıyla şöyle bir ri­vayet nakletmektedir: «Allah, Adem'i yarattıktan sonra sulbünden zerre misali zürriyetini çıkardı. Onlara «Sizin Rabbiniz kimdir?» diye sordu. Onlar «Rabbimiz Allah'tır» dediler. Allah ta onları Adem'in sulbüne iade etti. Sonra «Hangisinden söz aldıysam o dünyaya gelecektir. Ne fazlası doğar ne de ahid verenlerden bin eksilir. Bu durum kıyamete kadar böyle devam edecektir» dedi.

İbn Munzir, İbn Abbas kanalıyla şöyle bir rivayet nakletmek­tedir: «Allah, Adem'i cennetten «Dehnâ» denilen bir yere indirdi. Adem'in sırtım kudret eliyle sıvazladı. Kıyamete kadar yaratacağı. her nefsi Adem'in sulbünden çıkardı. Sonra «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» diye sordu. Onlar da «Evet, sen bizim Rabbimizsin» diye cevab verdiler. İşte o günden kıyamete kadar olacak her şeyi yazdı ve bir daha yazmamak üzere kalem kurudu.»

Abd bin Humeyd'in İbn Abbas kanalıyla rivayet ettiğine gö­re, Allah sağ eliyle Adem'in sağ omuzuna bastı. Zürriyeti oradan inciler gibi Allah'ın kudret eline döküldü. Allah Teâlâ «Bunlar cennet içindir» buyurdu. Sonra sol eliyle Adem'in sol omuzuna vurdu. Oradan da kömür gibi simsiyah (kafir) olarak zürriyetleri çıktı. Allah Teâlâ «Bunlar da ateş için yaratılmıştır» dedi. Bu, «Andolsun ki cehennem için cin ve insan(lar)dan çok kimseler yarattık» (A'raf: 179) ayetinin tefsiridir.

îbn Cerir ve Ebu Şeyh'in Muhammed bin Ka"b'dan rivayet ettiklerine göre, «Onlar imanı ve marifeti ikrar ettiler.» Yani ci­simler daha yaratılmazdan önce ruhlar bunları ikrar ettiler.

Ibn Ebi Şeybe, Muhammed bin Ka'b'dan şöyle bir rivayet nak­letmektedir: «Allah bedenleri yaratmazdan önce ruhları yarattı. Onlardan Rububiyette şüpheye düşmeyeceklerine dair misak (söz) aldı.»

Müslim bin Yesar el Cüheni'den rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer'e bu ayetin anlamı sorulduğunda şöyle dedi: 'Ben Hz. Pey­gamberden bu ayetin anlamı sorulduğunda şöyle dediğini işittim: «Allah Adem'i yarattı. Sonra sağ eliyle sırtını sıvazladı. Sırtından (belinden) bir zürriyet çıkarıp «Ben bunları cennet için yarattım. Onlar cennet ehlinin   ameliyle amel   edeceklerdir.»   dedi. Sonra Adem'in yine sırtını sıvazladı. Ondan bir zürriyet çıkarıp «Ben bunları cehennem için yarattım. Onlar cehennem ehlinin ameliyle amel edeceklerdir» diye buyurdu. Sonra bir kişi, «Ya Râsûlallah! O halde niçin amel edilsin?» deyince Hz. Peygamber (s.a) ona şöy­le cevap verdi: «Allah bir kulu cennet için yarattığı saman onu cennet ehlinin ameliyle amel etmeye muvaffak kılar. Böylece o kul cennet ehlinin amellerinden bir amel üzerine ölür. Onu cennete gönderir. Kulu ateş için yarattığı zaman onu ateş ehlinin ameliyle amel etmekte kullanır. Böylece o kul ateş ehlinin amellerinden bir amel üzerine ölür. Onu cehenneme-gönderir.» (İmam Malik, İmam Ahmed, Abd bin Humeyd, Buhari 'Tarih'inde, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn Cerir, Ebu Şeyh ve Hakim)

îbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur «Allah, Adem'in zürriyetinden söz aldı. Arefe günü Numan vadisinde onun belinden yaratacağı tüm zürriyeti çı­kardı. Zerreler misali onları önüne serdi. Sonra onlara şifahen ko­nuştu: «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» Onlar: «Evet, sen bizim Rabbimizsin. Buna şahidlik ediyoruz.» diye cevab verdiler.» (îmam Ahmed, Nesei, îbn Cerir, Hakim, Beyhaki)

İbn Ebi Dünya, Hasan Basri'den şöyle bir rivayet nakletmek­tedir: «Allah, Adem'i yarattığı zaman cennet ehlini onun sağ küreğinden, cehennem ehlini de onun sol küreğinden çıkardı. Onlar yeryüzünde yürüdüler. Onların içinde iki gözü kör, sağır, alaca, kötürüm ve çeşitli musibetlere uğramış kimseler vardı. Adem: «Ey Rabbim! Niçin çocuklarımın hepsini eşit kılmadın?» deyince Allah Teâlâ: «Ey Adem! Ben şükredilmek istedim» diye buyur­du. Sonra da onları Adem'in sulbüne geri gönderdi.»

Abdurrezzak, İbn Ebi Şeybe ve Beyhaki, Katade ile Hasan Basri'den şöyle bir rivayet nakletmişlerdir: «Adem, zürriyeti ken-dişine arzolunduğu zaman bazılarının bazılarından üstün olduğunu görür ve «Ey Rabbim! Niçin onları eşit kılmadın?» diye sorar. Allah Teâlâ da «Şükredilmemi istedim. Böylece her fazilet sahibi faziletini görüp bana şükredecek» diye buyurur.»

Hakim Tirmizi, «Nevadir'ul-üsul» adlı eserinde Enes'ten şöy­le bir rivayet nakletmektedir: Allah Râsûlü (s.a) şöyle buyurmuş­tur: «Rabbimden istedim, müşriklerin baliğ olmadan ölen çocuk­larını cennet ehlinin hizmetçileri olarak bana bağışladı. Çünkü bi­rinci misakta bulunuyorlardı.»

Said bin Mensur ile İbn Merduveyh, Ebu Said el-Hudri'den şöyle bir rivayet nakletmişlerdir: Hz. Peygamber'e azil meselesi sorulduğunda o cevab olarak «Azil yapmanızda sizin için bir zarar yoktur. Çünkü eğer sülbünüzdeki çocuk kendisinden misak (söz) alınanlardan ise bir taşın üzerinde olsa dahi ona ruh üfürülür» demiştir.

Hz. Enes'ten rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber'e (s.a) azil meselesi sorulur. O da cevaben: «Çocuğu meydana getiren su, bir taşın üzerine dahi dökülse Allah ondan takdir ettiğini çıkarır. Allah, yaratmak istediği kişiyi mutlaka yaratır.» der. (îmam Ah­med, îbn Ebi Hatim)

Alusi, A'raf: 172. ayetin tefsirinde bu ayetin öncekine atıf olduğunu, zira Yahudileri susturmak için getirildiğini söylemektedir. Burada genel bir misak (söz alma) meselesi vardır. Yahu­diler de şirke düşüp «Üzeyr, Allah'ın oğludur» dediklerinden Al­lah Teâlâ önce onları kendilerine mahsus olan misak ile ilzam edip semi ve aklî delillerle kendilerini mağlub etmiş, onları tak-lidden menetmiştir. Daha sonra genel misak gereğince onları sus­turmuş tur.

Bazıları bunun, tahsisin (Yahudilerle ilgili hükümlerin) son­rasında gelen genel bir zeyl (ek) olduğunu söylemişlerdir. Yani Yahudilere mahsus alınan misaktan sonra onların dalâlette kalış­larını ortaya koymak için varid olmuştur. Bu yoruma göre, bu ayet Önceki ayetlere bir atıf değildir. Doğrusu da bu ikinci yorum olmalıdır. Zira ayetin zahiri bunu iktiza etmektedir.

Bazıları da bu ayetin daha dünyaya gelmelerinden Önce tüm mahlukattan, müminlerden ve kafirlerden alman bir misakı açık­ladığını öne sürmüşlerdir. Emirlerin en önemlisi, asılların aslı ve tüm tekliflerin temelini teşkil eden bu konuda, zorlama olmaksı­zın, söz alınmıştır. Bu, Hz. Peygamber'in çağdaşları olan müşrik­leri susturmayı da içermektedir. Böylece ne şekilde olursa olsun, delil getirmelerine izin verilmiş ve çabaları boşa çıkarılmıştır.

Kadı Beyzavi, bu ayetle ilgili olarak, Allah'ın onların sulbün­den nesillerini çıkardığını ve nesilden nesile doğup dünyaya gelen­leri hazır ettiğini, zira  rain zuhurihim  ifadesinin Ademoğulla-n kelimesinin bedel'il-ba'zi  [74]olduğunu söylemektedir.

Medarik'te de «min zuhurihim»m Beni Adem'in bedeli olduğu söylenmektedir. Yani «(Hatırla) o zamanı Hi Rabbin, Ademoğul-lan'nın bellerinden zürriyetlerini almış (çıkarmış)tı.»

1) Bedel-il-Kül,

2) Bedel'il-Ba'z,

3) Bedel'il İstimal,

4) Bedel'il - Ga-lettir. [75]

 

Ahd'ü Misak

 

Hazin tefsirinde ise şöyle bir rivayet nakledilmektedir: «Allah tüm zürriyetlere 'İyi bilin ki benden başka ilah yoktur. Ben sizin Rabbinizim. Benden başka Rabbiniz yoktur. Bana hiçbir şeyi or­tak koşmayın. Kuşkusuz ben bana ortak koşan kimseden intikam alacağım. Bana iman etmeyenlere ceza tatbik edeceğim. Size pey­gamberler göndereceğim. Sizlere benim ahdimi ve misakımı ha­tırlatacaklar. Size kitaplar indireceğim» diye buyurdu. Bunun üze­rine onlar ela hep birden konuşarak «Şehadet ederiz ki sen bizim Rabbimizsin ve senden başka Rabbimiz yoktur» dediler. Allah Te­âlâ da onlardan böylece misak aldı. Ecellerini, rızklarını ve baş­larına gelecekleri yazdı. Adem onlara baktı. Onların içinde zen-gin-fakir, güzel-çirkin, yüzlüler görünce, «Ey Rabbim! Niçin on­ları eşit kılmadın?» diye sordu. Allah Teâlâ da «İstedim ki bana şükredilsin)) diye cevab verdi. Sonra da onlara tevhidi ikrar etti­rip bazılarını bazılarına şahid kıldı. Adem'in sulbüne geri gönder­di, îşte bu yüzden kendisinden söz alınan herkes doğup dünyaya gelinceye kadar kıyamet  kopmayacaktır.»

Zeccac, Allah'ın zerreye benzeyen o şeylere akıl ve idrak ver­mesinin ve onlann da bununla idrak etmelerinin mümkün oldu­ğunu söylemektedir. Nitekim Kur'an'da «Bir karınca: Ey karın­calar! Evlerinize girin, dedi.» (Nemi: 18) ve «Biz Davud'a dağlan ve kuşları boyun eğdirdik. Onunla beraber teşbih ediyorlardı.» (Enbiya: 79) buyurulmuştur.

Îbn'ul-Enbari, hadis ehlinin ve büyük alimlerin bu konudaki görüşlerini şöyle ifade etmektedir: Allah, Adem'in öz zürriyetini de çocuklarının zürriyetini de onun sulbünden çıkarmıştı. Onlar zerre parçacıklarına benziyorlar di. Allah onlardan kendisinin Ha­lik, onların da mahlukları olduğuna dair söz vermelerini istedi. Onlar da bu hususu itiraf ve kabul ettiler. Bu, Allah'ın onlarda bilmelerine sebeb olan aklı meydana getirmesinden sonradır. Tıp­kı Kur'anda, «Ey dağlar! Siz de onunla birlikte teşbih ediniz.» (Sebe: 10) denildiği gibi. Yine deveye akıl verildiğinde deve başım Hz. Peygamber'e doğru eğmiştir. Ağaca akıl verildikten sonra da ağaç Hz. Peygamber'in emrini dinleyip ona itaat etmiştir. Bu yo­ruma göre «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» ifadesi, Rububiye-tin onlar üzerindeki vücubiyetini ortaya koymaktadır. Onlar da «Evet Rabbimizsin» demekle Allah'ın rububiyyetini, kendilerinin ise O'nun birer kulu olduklarını ikrar etmişlerdir.[76]  

«Evet, buna şahid olduk» ifadesiyle ilgili olarak iki görüş Öne sürülmüştür. Birincisine göre, onlar Allah'ın rububiyetini ikrar ettiklerinde, Allah, meleklere «Şahid olun» demiş, melekler de «Biz onların bu ikrarına şahid olduk» demişlerdir. İkincisine gö­re, bu Adem'in zürriyetinin sözünün bir kısmıdır. Yani onların «Biz bu ikrar hususunda kendimiz hakkında şahid öldük» şeklin­dedir.

îkinci görüş kelamcilara aittir ve şöylece özetlenebilir: Allah, Adem'in zürriyetini çıkardı, babalarının sülblerinde nutfeler ol­duktan sonra onları inşa etti. Bunlar Adem'in torunlarıdır. Zürri-yeti vücuddaki tertibleri üzerine dünyaya çıkarılmıştır. Allah on­larda meydana getirdiği akıl sayesinde nefislerini kendilerine şa­hid kıldı. Yaratılışın acaipliklerini, sanatının harikuladeliklerini, vahdaniyyetinin delillerini  onlara gösterdi. Böylece şahid kılın­makla onlar: «Evet, sen bizim Rabbimizsin» demiş gibi oldular. Yani adeta Allah, onları kendilerine şahid tutmuştur. Bu da onlar için izhar etmiş olduğu ayetleri, delilleri ve burhanlarıdır ki ken­dilerini yaratanın Allah olduğunu ikrar ve hükmünün kendilerinde-nafiz olduğunu itiraf etmeye onları mecbur bırakmıştır. Bunu ta­nıdıktan sonra Allah onları vahdaniyyetini tasdik, rububiyyetini ikrar etmeye davet etti. Onlar da «Evet, biz kendimiz hakkında şahid olduk ki kuşkusuz sen bizim Hakikimiz ve Rabbimizsin» de-diler. Bu yoruma göre, onların «Evet, 7:una şahid olduk» demele­rinin bir gerçekliği yoktur. Sadece bu, mecaz üzere kurulu bir sözdür. Nitekim mecazın bu çeşidi Arap dilinde meşhurdur. Bu ba­kımdan misak ancak baliğ olup akıl erdiren kimselerden alınmış­tır. Çünkü misakın gereği olan akıl ve sorumluluk ancak bu kim­selerde bulunur. Bu takdirde de ayetin anlamı, «(Hatırlat) o za-manıki, Rabbin, Ademoğulları'ndan ahidlerini, zürriyetlerini alın onları kendi nefislerine şahid kılmıştı. Çünkü onlarda anlamanın kaynağı olan akil ile sevab ve günahın kaynağı olan sorumluluğu meydana getirmişti» şeklinde anlaşılır.

Yukarıdaki iki görüşten makbul olanı birincisi yani Selef-i Sa­lih'in cumhurunun görüşüdür. Nitekim Hz. Peygamber'den gelen hadis te bu görüşü teyid etmektedir. Ancak ayetin doğru yorumu Selefe ait olanı ise ve hadiste de belirtildiği gibi Allah, Adem'in belinden zürriyetini çıkarıp onlardan misak almışsa, ayetteki la­fızlar ile bu hadisin mefhumu nasıl telif edilecektir? Bu soruya şu şekilde cevap verebiliriz: Sahih bir hadiste Allah'ın Adem'in sır­tını sıvazladığı, zürriyetini belinden çıkarıp onlardan söz aldığı bildirildiğinden ayet ile hadis arasında bir çelişki sözkonusu de­ğildir. Çünkü Allah Teâlâ, Adem'in zürriyetini, bazısı diğerinden doğup dünyaya geleceği şekilde, belinden çıkarmıştır. Nitekim ger­çek de böyledir. Hepsi topluca Adem'in belinden çıkmışlardır. Zi­ra Adem onların kökeni ve aslıdır. îşte bu yoruma göre ayet ile hadis arasında uyum sağlanmaktadır. Çünkü ayetteki kelimeler arasında hadisin hükmünü iptal etmeye delâlet edecek bir terim ve tabir bulunmamaktadır. Üstelik hadis bunun sübut ve Slhha- tıyla de varid olduğundan ayet ile hadisin arasını telif edebilmek için tevile başvurmak gerekmektedir.

Vahidi'nin «En-Nazm» sahibinden rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber'in (s.a), «Allah, Adem'in belini sıvazladı ve ondan zür-riyetini çıkardı» hadisiyle bu ayet arasında ihtilaf yoktur. Çünkü Allah onları Adem'in belinden çıkardığında onun zürriyetini de çıkardı. Adem'in zürriyeti zerreler gibiydi. Bazıları diğerlerinden-dir.Bu tafsilattan çıkan kaideye göre, Allah Teâlâ almış olduğu misak ile baliğ olsun-olmasm, her nefes sahibinin üzerinde hüc­cetini tesbit etmiş olmaktadır. Peygamberler vasıtasıyla gönder­miş olduğu delil ve ayetler ile uyardığı kimseler üzerinde bu hüc­cet daha da geçerli olur.

Başka bir alim de, Adem zürriyetinden kadim bir dönemde misak alınmasının yararı onlardan küçükken ölen bir kimsenin ilk misak ile cennete girmesidir, demektedir. Bu görüşe göre kü­çükken ölen müşrik çocukları da cennet ehlidirler.

Müşrik çocuklarının cennete girmeyeceği görüşünde olan kim­seler, şekavet ehlinden ve siyah zürriyetten gelenlerin kafirlerin istemiyerek de olsa Allah'ın marifetini ikrar ettiklerini ama bunun onlara bir yarar sağlamayacağını söylemişlerdir. Akil ve baliğ olan kimseye ilk misakı ikrar etmiş olmak ta bir yarar sağlamaz. Çünkü ancak iman ederlerse ve Allah'ın Rabbı, Halik olduğunu ve peygamberlerin getirdiklerinin doğru olduğunu bilirlerse, bun­dan bir fayda görürler. Allah Teâlâ'nın onlarm şahidliğini alması­nın nedeni, kafirlerin «Biz bu misaktan veya Allah'ın Rabbimiz ol­duğundan ve imandan gafildik» demeleri ve onlardan sonra gelen­lerin de «Atalarımız da şirk koşmuşlardı. Biz de onların yolları üzerinde yürüdük» şeklinde bir mazeret beyan edememeleri için­dir.[77]

 

Misakı Hatırlamanın Hükmü

 

Bugün hiç kimse Allah'ın kendisinden almış olduğu misakı (sözü) hatırlamadığına göre nasıl olur da bu onların aleyhinde hüccet olabilir? Veyahut insanlar bu misakı kıyamet gününde na­sıl hatırlayacaklar ki aleyhlerinde hüccet olabilsin? şeklindeki bir itiraz şöyle cevablandırılabilir: Allah, Adem'in sulbünden zürriye-tini çıkardığında kendilerine akıl vererek, onlardan misak aldı. Yeniden Adem'in sulbüne iade olunduklarında onlar da oluşa akıl eskisi gibi iptal edildiğinden onlar birbirlerinden doğup o mi­sakı unutmuş olarak dünyaya geldiler. Çünkü ilâhî hikmet onların bu misakı unutmalarını   gerektirmektedir.   Sonra   Allah onlara, peygamberlerin diliyle hitap etti. tlâhî nizamı tebliğ edenlerin ka­nalıyla onları uyardı. İşte bu uyarma o misakı hatırlatma maka­mına geçti. Çünkü bulundukları yer, teklif (sorumluluk) yurdu ve imtihan dünyasıdır. Onlar bu misakı unutmamış olsalardı mih­net, imtihan ve sorumluluk ortadan kalkacağından hüccet üzer­lerinde sabit olmuştur. Nitekim onlara peygamberler gönderilmiş ve onlara daha önce kendilerinden misak alındığı hususunda ha­tırlatmalar yapılmış olduğundan kıyamet gününde haklarında bir hüccet meydana gelmişti. Çünkü peygamberler bu misakı dünyada iken onlara haber vermiştir. Bu bakımdan onu inkar eden kimse, misakı bozmuş ve inat etmiş olur. Hüccet onlara vacib olmuş ve unutkanlıklarından dolayı geçerliliği sakıt olmamıştır. Şeriat ge­tiren, apaçık mucizeler gösteren peygamberin haber vermesinden sonra onların bunun koruyamamaları, onları kurtaramaz ve hüc­ceti kendilerinden sakıt etmez.[78]  

(173-174)    «Veyahut:   (Ne   yapalım)   daha   önce atalarımız da...»

Bu Ayetlerin Tefsiri

Müfessirler, bu ayetlerin kafirlerin mazeretini ortadan kaldır­dığını söylemektedirler. Adem'in zürriyetinden hiç kimse, kıyamet gününde, atalarımız da bizden önce şirk koşmuşlardı. Ahid ve mi­sakı bozmuşlardı. Biz ise onlardan gelen bir zürriyetiz. Sadece on­ları taklid edib onlara uyduk. Bu misaktan haberimiz yoktu. Bu yüzden bizim bir günahımız yok, diyemeyecektir. Onlar böyle bir delil öne süremezler. Allah hepsinden misakı almıştır. Ayrıca dün­yadayken onlara peygamberler göndermiştir. Peygamberler de on­ları uyarmıştır. Peygamberlerin gönderilmesi ve uyarmaları nede­niyle kıyamet gününde haklarında hüccet sabit olmuştur.

(175) «Onlara, kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin ha­berini oku...»

Kadı Beyzavi bu ayetin tefsirinde «Onlara» şeklinde gelen za­mirin Yahudilere işaret ettiğini söylemektedir. Medarik'te de aynı görüş öne sürülmüştür. Hazin, bu zamirin Hz. Muhammed'in kav­mine raci olduğunu savunmuştur. [79]

 

Bilmesine Rağmen Ayetleri İnkâr Eden

 

Beyzavi, bu kişinin İsrailoğullan'nın alimlerinden biri veya­hut Ümeyye bin Ebi Salt adlı bir müşrik olduğunu, çünkü bu kim­senin, Allah'ın o dönemde bir peygamber göndereceğini, kitablar-da okuduğunu söylemiştir. Muhtemelen kendisinin peygamber ola­cağını umuyordu. Bu sebepten Allah, Hz. Muhammed'i peygam­ber olarak gönderdiğinde onu kıskanmış ve peygamberliğini in­kar etmiştir. Ya da bu kişi Kenaniler'den Bel'am bin Baura'dır. Ona, Allah'ın kitablanndaki ilimden bazısı verilmiştir.[80]  

Hazin ise bu kişinin ismi hakkında ihtilaf bulunduğunu söy­lemektedir. İbn Abbas'a göre bu kişi Kenaniler'den Bel'am bin Baura'dır. Mücahid, Bel'am bin Bair; İbn Mesud, Bel'am bin Eberr'dir, diyor.

Atiyye'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre bu kişi Kena­niler'den değil İsrailoğulları'ndandır. Başka bir rivayette ise dik­tatörlerin ülkesindeki Kenaniler'den olduğu söylenmektedir. Mu-katil ise onun Belka adlı bir şehirden olduğunu öne sürmekte­dir. [81]

 

Bel'am Bin Baura'nın Kıssası

 

İbn Abbas, İbn îshak, Süddi ve diğer siyer-ahbar alimlerinin bildirdiklerine göre Bel'am bin Baura'nın kıssası şöyledir:

Hz. Musa (a.s), Cebabireler'le savaşmak için Şam'ın bir böl­gesi olan Kenan topraklarına, Allah'ın ism-i azamini bilen Bel'am' m kavminin yurduna vardığında onlar, «Musa şiddetli ve demir gibi sert biridir. Yanında da büyük bir ordu var. Bizi yurdumuz­dan çıkarmak, bizi öldürmek ve yurdumuzu İsrailoğulları'na ver­mek istiyor. Sen duası makbul bir kimsesin. Çık, onların mağlub olmaları ve geri dönmeleri için Allah'a yalvar» diye Bel'am'a mü­racaat ederler. Bel'am ise: «Azaba uğrayasıcalar! Musa, Allah'ın bir peygamberidir. Onunla birlikte melekler ve müminler var iken nasıl olur da onların aleyhinde dua edebilirim? Oysa ben Allah'tan bildiğimi biliyorum. Böyle yaparsam eğer hem dünyam, hem de ahiretim gider.» diye cevap verir. Ancak Kenaniler sürekli ona başvurarak üzerine düşer ve ısrar ederler. Bunun üzerine Bel'am, «O halde Rabbimden bir emir alana kadar yakamı bırakın» tier. O, adetince uyku halinde iken Rabbi kendisine emretmedikçe dua etmezdi. Bunun üzerine uykusunda «Sakın Musa'nın ve askerleri­nin aleyhinde dua etme» diye ikaz edildi. O da kavmine, Rabbine müracaat ettiğini ve Rabbinin kendisine onlar aleyhinde dua et­memesini tavsiye ettiğini söyledi. Kavmi, Bel'am'a bir hediye ge­tirdi, o da hediyeyi kabul etti. Sonra yeniden ondan dua etmesini istediler. O da yine Rabbinden. onun emrini taieb edince kendisine hiçbir şey ilham edilmedi. Kavmi bu sefer ona, «Eğer Rabbin on­lara beddua etmeni istemeseydi, kuşkusuz ki daha önce seni bun­dan nasıl menetmişse yine aynı şekilde menederdi.» dedi. Sürekli Bel'am bin Baura'ya giderek sonunda, kendisini kandırdılar. O da fitneye dalarak merkebine bindi ve İsrail ordusuna bakan dağın tepesine çıktı. (Bu dağa İhsan dağı denilmektedir.) Merkebine bi­nip de biraz yaklaşınca merkeb çöker. Merkebin sırtından inip durunca da merkeb tekrar kalkar, sonra yeniden yürür. Azıcık gittikten sonra sürçüp düşer. Bel'am merkebe vurup onu kaldırır, üzerine biner. Fakat azıcık gittikten sonra merkeb yeniden sür­çerek düşer. O merkebi yere uzatıncaya kadar vurur ve merkeb bir daha kalkmaz. Allah merkebe konuşma izni verir. O da Bel'am' in aleyhinde hüccet olsun diye şöyle konuşur:  «Ey Bel'am! Ey azab olasıca! Nereye gittiğini biliyor musun? Önümdeki melekle­rin yüzümü bu gittiğin yönden nasıl çevrildiklerini hiç görmüyor musun? Ey azab olasıca! Allah'ın peygamberine ve müminlere doğ­ru mu gidiyorsun? Onların aleyhinde mi dua edeceksin?» Tüm bu sözlere rağmen o, amacından vazgeçmez. Bunun üzerine Allah Te-âlâ merkebin yolunu açar. Merkeb de Bel'am'ı istediği noktaya götürür. Bel'am'ın yanında kavmi de bulunuyordu. O dua etmeye başlar, fakat ne zaman bir şey söylemek istese, Allah onun düini döndürüyor, kavminin aleyhinde konuşturuyordu. Kavmi için ha­yırlı bir dua yapmak istediğinde ise bu sefer onun dilini çevire­rek îsrailoğulları'nın hayrına dua ettiriyordu. Kavmi, «Ey Bel'am! Sen ne yaptığının farkında mısın? Onlara dua bize beddua ediyor­sun?» diye müdahele eder. Bel'am, «Bu benim gücümün üstünde­dir ve Allah bu konuda beni mağlub etmiştir» diye cevab' verir. Bunun üzerine Bel'am'ın dili sarkar ve göğsünün üzerine düşer. O, «Benden hem dünya, hem de ahiret gitmiştir. Benim için hile yapmaktan başka çare kalmadı. Sizin için bir hileye başvuracağım» diyerek «Kadınlarınızı süsleyin, ziynetlerini takın. Onlara şahla? cak eşyalar verin ve bunları satmaları için kendilerini İsrailoğul lan'nın ordusuna gönderin. Kadınlarınıza emredin ki kendilerini isteyen bir erkekten kaçınmasınlar. Şayet onlardan biri kadınlar­dan biriyle zina ederse onların şerrinden kurtulursunuz» diye ten-bihte bulunur. Onlar da Beram'ın dediğini yaparlar. Kadınlar or­dunun yanma gidince Kenanilerden Sur kızı Kesta isimli bir kadın, İsrailoğul lan'nm büyüklerinden Yakub oğlu Şem'un'un soyundan gelenlerin başı olan Şel'in oğlu Zamri adlı kişinin yanından geçer­ken o, bu kadının kolundan tutar. Öyle ki kadının güzelliği onun başım döndürmüştür. Sonra kadını götürüp Hz. Musa'ya göstere, rek ona der ki: «Sanıyorum sen bana bu kadının haram olduğunu söyleyeceksin.» Hz. Musa da, «Evet, o sana haramdır. Sakın ona yaklaşma» diyerek karşılık verir..Zemri, «Allah'a yemin ederim ki bu hususta sana itaat etmeyeceğim» diyerek Musa'nın yanından ayrılır. Kadını çadırına götürüp onunla zina eder. Bunun üzerine Allah, İsrailoğullan'na taun (veba-kolera) gönderir.

Hz. Musa'nın başkomutanı Fenhas bin Ayzar bin Harun şid­detli, irice ve çok kuvvetli biri idi. Şel'in oğlu Zemri, Hz. Musa'ya bu şekilde davramrken o yoktu. Karargâha geldiğinde koleranın | Israiloğullan arasmda yayıldığını görür. Kendisine Zemri'nin yap­tıkları haber verilir. O da bunun üzerine demir mızrağını yanma alarak Zemri'nin çadırına girer. İkisini yatakta yakalar, mızrağı ile ikisini de vurduktan sonra onları mızrağına takarak dışarı çı­kar. Onları yukarı doğru kaldırmıştı. Mızrağı kolu ile tutmuş, dirseğini böğrüne, mızrağın bir tarafım da çenesine dayamıştı. Ayzar'ın ilk çocuğu olan Fenhas, «Ey Allahım! İşte sana isyan edenlere böyle davranıyoruz» diyerek Allah'a yalvarır. Bunun üze­rine Allah Teâlâ da İsrâiloğulları'ndan kolerayı kaldırır. Ölenler sayıldığında yetmiş bin kişi oldukları görülür. Hepsi de günün ki­li sa bir bölümünde ölmüşlerdi. İşte bu yüzden İsrailoğulları kestik-II leri her kurbanın böğrünü, kolunu ve çenesini Fenhas'ın zürriye-tine hibe ederler. Çünkü o, dirseğini böğrüne dayamış, mızrağını dirseği ve kolu ile tutarak çenesine dayatmıştı. Yahudiler Fenhas, Ayzar'ın ilk çocuğu olduğundan dolayı mallarının da ilk olanım ^1 Fenhas'ın soyuna bağışlarlar, işte Allah'ın hakkında ayet nazil ettiği Bel'am bu kimsedir.

Mukatil'in rivayet ettiğine göre, Belka şehrinin kralı, Bel'anı'a, Hz. Musa'nın aleyhinde beddua etmesini teklif eder. Fakat Bel'am, «Musa benim dinimdendir. Onun aleyhinde beddua etmem» diye cevab verir. Bunun üzerine kralın kendisini asmak için bir dara-fi gacı yaptırdığını gören Belıam, Hz. Musa'nın aleyhinde dua etmek için merkebine binerek çıkar. îsrailoğulları'nın ordusunu gören merkeb durur. Bel'am onu yürütmek için merkebi döverken merkeb, Allah'ın izniyle konuşmaya başlar: «Beni niçin dövüyorsun?  Ben emre tabiyim. İşte önümde ateş var ve yürümeme engel olu­yor.» Bunu gören Bel'am gidip krala haber verir. Kral da, «Ya

j| Musa'nın aleyhine beddua edersin ya da seni asarım» diye tehdid  eder. O da Allah'ın ism-i azamıyla Hz. Musa'mn şehre girmemesi  için dua eder. Bedduası kabul olur. Hz. Musa ve İsrailoğulları Tih çölüne düşünce, Hz. Musa, «Ya Rabbi! Hangi günahı işledik de Tih çölüne düştük?» diye sorar. Allah Teâlâ, «BeVam'ın duasıyla buraya düştünüz» cevabını vermesi üzerine, Hz. Musa, «Onun be-nim aleyhimdeki duasını kabul ettiğin gibi benim de onun aleyhin-hindeki duamı kabul et ya Rabbi!» der ve ondan İsm-i Azam ile imanının alınması için dua eder. Allah Teâlâ Bel'am'dan marife­tini alıp, bunu ondan ayırır. Öyle ki marifet, onun göğsünden be­yaz bir güvercin gibi uçar. İşte bu ayet bu hususa işaret etmekte­dir. [82]

 

Hz. Musa Bel'am Bin Baura'nın İmansız Gitmesine Beddua Etti Mi?

 

Birçok müfessir tarafından zikredilen bu kıssada Hz. Musa' mn Beram'm aleyhinde bedduada bulunurken ondan hem İsm-i Azam'm hem de imanının alınmasını istemesi, Ulu'1-Azm bir pey­gamber olan Hz. Musa'ya uygun düşmediği, onun bir kimse hak­kında imandan sonra küfre girmesi için dua etmesinin nasıl mü-nasib olacağı veya kendisinin bundan razı olup-olmayacağı öne sürülerek itiraz edilebilir. Bu itiraz çeşitli şekillerde cevablandırıl-mıştır:

1) Bu kıssa sahih değildir ve böyle bir olay vuku bulmamış­tır. Çünkü bu kıssa İsrailiyat'tandır. Nitekim kıssacılar ve hika­yecilerin rivayetleri ile dinin esaslarının çatışması halinde bu tür rivayetlere itibar edilmez. En güzel cevab da budur.

2) İsrailoğulları'nm Tih çölüne düşmeleri buzağıya tapma­ları nedeniyle vuku bulmuştur. Bu olaya, İsrailoğulları'nm, «Bu kavmin ilahları gibi bir ilah (put) da bize edin ki ona tapalım» demeleri sebebiyet vermiştir. Yoksa Bel'am'ın duasının bununla bir alakası yoktur.

3) Bu kıssanın sahih olduğunu farzedip Hz. Musa'nın Bel'am aleyhinde beddua ettiğini kabul etsek bile, bu ancak Hz. Musa'ya göre onun kafir olduğu, kendisi aleyhinde beddua ederek imandan çıktığı ve dünya hayatını ahirete tercih ettiği kesinlikle sabit ol­duktan sonra mümkün olabilir. Ancak bu meselenin hakikatini en iyi Allah bilir. İlim onun katındadır.

Bizim bu kıssayı nakletmemizin nedeni, kıssacılann kitabla-nnda tetkik edilmeksizin, araştırılmaksızın uluorta nakledilip pey­gamberlere nisbet edilen uygunsuz rivayetlerden nübüvvet maka­mım tenzih etmektir.

Abdullah bin Amr bin El-As, Said bin Müseyyeb ve Zeyd bin Eşlem, bu ayetin Ümeyye bin Ebi Salt Es-Salt hakkında nazil ol­duğu görüşündedirler.

Ümeyye eski kitabları okuyarak bir peygamberin geleceğini biliyor ve o peygamberin kendisi olabileceğini umuyordu. Hz. Mu-hammed (s.a) peygamber olarak gönderilip Allah onu nübüvvetle şereflendirince Ümeyye onu kıskanır ve bu yüzden onu yalanlar. Ümeyye hikmet sahibi biriydi. Şairdi ve güzel vaz-u nasihatları vardı. Bazı kralları ziyaret etmek üzere yola çıktığında, yolda Be-dir'de tepelenen müşriklerin cesedlerinin bulunduğu kuyunun ya­nından geçerken, onları kimin böyle yaptığım sorar. Kendisine on­ları Muhammed'in öldürdüğü söylenince o da «Eğer Muhammed peygamber olsaydı akrabalarını öldürmezdi» der. Ümeyye öldü­ğünde kızkardeşi Fariğa gelerek Hz. Peygambere şunları söyler :     || «Ümeyye yatağında uyurken iki zat evinin tavanını kaldırarak ta­vandan inerler. Biri Ümeyye'nin başucuna, diğeri ayakucuna otu­rur. Ayakucunda oturan diğerine, «Bizi dinledi mi?» veya «ilim öğrendi mi?» diye sorar. Ötekisi de «Dinledi, öğrendi» diye cevap verir. Ayakucunda   oturan, «Hayır!   Bundan   imtina   etti» der.» Ümeyye'nin kızkardeşi Pariğa diyor ki:   «Ona bu rüyayı nasıl yo­rumladığını sorduğumda bana'Bu benim hakkımda irade edilen bir hayırdır. Fakat bu hayır  benden  uzaklaştırılmıştır'  dedi  ve bunları söyler söylemez bayıldı.    Ayılınca da şu şiiri okudu:

Her maişet (hayat) bir an bile uzasa, Zail oluncaya kadar acıya dönüşür. Keşke bana görünen (o şeyden) önce, Dağların doruklarında vahşi hayvanlara, Çobanlık yapsaydım.

Kuşkusuz hesap günü büyük bir gündür. O günün (dehşetinden) çocuklar yaşlanır. O gün ağır bir gündür.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), Fariğa'ya, kardeşinin şiir­lerinden bazısını kendisine okumasını ister. Fariğa da Ümeyye-nin:

«Ey Rabbimiz! Hamd, nimetler ve faziletler sana mahsustur. Yücelik ve sevinmek yönünden senden daha yücesi Olmadığı gibi övülmekte de dengin yoktur. Gök, arşı üzerinde (oturup) herkese yardım eden bir Melik'tir.

Yüzler onun izzetine secde eder ve can atar.» şeklinde devam eden uzun bir kasidesini sonuna kadar okuyup başka kasidelerin­den de okur. Hz. Peygamber (s.a), «Kardeşinin şiiri iman etmiş ama onun kalbi kendisini kafir yapmış» deyince, Allah Teâlâ, «On­lara kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini oku (...)» ayetini indirir. [83]

 

Besus'un Bahsi

 

İbn Abbas'tan gelen rivayete göre bu ayet Besus adlı bir ka­dının kocası hakkında nazil olmuştur. Besus'un kocası İsrailoğul-lan'ndan biridir. Ona kabul edilecek üç dua verilmişti. (Yani onun kabul olunacak üç duası vardı.) Karısı Besus'a, kendisine, o Üç duadan birini vermesini isteyince, o, «Peki, biri senin hakkın ol­sun. Nasıl istersen o şekilde yap» der. Besus'a da ona, kendisini İsrailoğulları'nm içinde en güzel kadın kılması için Allah'a yalvar­masını söyler. Kocası dua edince Besus kadınların en güzeli olur. Kadınların en güzeli olduğunu anladıktan sonra da kocasından yüz çevirir. Buna çok kızan kocası onun hakkında beddua eder ve bu sefer kadın havlayan bir köpek haline gelir. Kocanın iki dua hakkı da gidince oğulları, babalarının yanma gelir ve «Biz bu du­ruma dayanamayız. Annemiz havlayan bir köpek oldu. Halk bizi bununla kınıyor. Allah'a yalvar da onu eski haline çevirsin» diye ricada bulunurlar. Bunun üzerine adam, oğullarının ricasını kır­mayarak dua eder ve kadın eski haline gelir. Sonunda adamın bü­tün hakları kadın yüzünden uçup gider.[84]  

Ayetin nüzul sebebi olarak gösterilen rivayetlerden birinci ve ikincisi diğerlerine nazaran daha şöhretlidir. Ancak bu konuda en meşhur rivayet birincisidir.

Hasan Basri ve İbn Kisan'a göre bu ayet.ehli kitabın müna­fıkları hakkında nazil olmuştur. O münafıklar çocuklarını tanı­dıkları gibi peygamberi tanıyor, onun özelliklerini biliyorlardı.

Katade, bu ayetin bir darb-ı mesel olduğunu söylemektedir. Allah kendisine hidayet arzolunduğu halde hidayeti kabul etmeyen bir kulu böyle bir darb-ı mesel haline getirmiştir.

îbn Abbas'a göre, o kimseye ayetlerin verilmesiyle onun îsm-i Azam'ı bildiği kastolunmaktadır.

İbn Zeyd ise o kişinin her istediğini Allah'ın kendisine verece­ği kastolunmuştur, demektedir.

Süddi, onun ism-i azamı bildiğini öne sürmüştür.

îbn Abbas'tan gelen bir rivayette «ona bir kitab gönderilmiş­ti.» denilmektedir.

Bazı müfessirler ise Allah'ın o kimseye hüccet ve deliller ver­diğini, bunların da o ayetler olduğunu öne sürmüşlerdir.

«O ayetlerden (küfre saparak) sıyrıldı,» yani o yılanın deri­sinden çıktığı gibi, Allah'ın kendisine vermiş olduğu ayetlerden çı­kıverdi.

îbn Abbas, ilmin ondan alındığını söylemektedir. Yani şeytan ona yetişip onu kendisine uydurdu. O da Rabbinin emrine muhale­fet edip şeytana ve nevasına itaat etti. Eabbine karşı geldiğinden, şeytana ve hevasma uyduğundan dolayı da sapıtıp helak oldu.

(176) «Biz dileseydik onu elbette ayetlerimiz...»

Yani dileseydik o ayetler sayesinde onu yüceltirdik. İbn Abbas, bu ifadeyi «Biz dileseydik o ayetlerle amel etmesi sayesinde onu yüceltirdik)) şeklinde yorumlamıştır.

Mücahid ve Ata, bu ayeti, «Eğer dileseydik ayetlerimiz sayesin­de ondan küfrü kaldırır ve onu masum kılardık. Ancak o dünyaya meyletti ve dünyaya razı oldu» şeklinde mânâlandırmişlardır.

«Arz» kelimesiyle dünya kastedilmiştir. Çünkü arz, çöller, sah­ralar, dağlar, ovalardan ibarettir. Oralarda şehirler, ekinler, bitki­ler, bahçeler, madenler vardır. Onlardan dünyada geçim kaynağı olan şeyler çıkarılır. Bu bakımdan tüm dünya arzın kendisidir. Do­layısıyla o kimse Allah'ın kendisine vermiş olduğu ayetlerden yüz çevirerek nefsinin hevasma uymuştur. Böylece hem dünyası hem de ahireti yıkılarak felaketin en aşağısına maruz kalmıştır.

Bu ayet, ilimlerini kullanarak dünyayı isteyen, nefsi şehvetlerini tatmin edip, nevalarına tabi olan alimler hakkında nazil olan ayetlerin en şiddetlisidir. Çünkü Allah, o kimseye ayetlerini ve hik­metini vermiş, ona Ism-i Azam'ını öğretmiş, duasını makbul kılmış­tı. Sonra o hevasma uyup dünyaya gönül verince, ahlret yerine dün­yaya razı olunca Allah da kendisine vermiş olduklarını ondan geri aldı. O, yılanın derisinden sıyrıldığı gibi dinden sıyrıldı. Hem dünyası hem de ahireti mahvoldu. Zaten dünyaya meyledip nefsi­nin hevasma tabi olanlardan kimler kurtulabilmiştir ki? Ancak takvası sayesinde Allah'ın masum kıldığı, Allah'ın ilimle tesbit et­tiği ve basiret gözünü açıp kendi ayıplarını görebilen kimseler kurtulabilmişlerdir.

Ka*b bin Malik el-Ensari'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a), «Bir koyun sürüsüne salıverilen iki aç kurt, ki­şinin mal ve şerefe karşı olan hırsının, dininde meydana getirdiği tahribattan daha fazlasını yapamazlar.» (Tirmizi)

Kadı Beyzavi, bu ayetle ilgili olarak şunları söylüyor: Allah önce onun yücelmesini kendi dilemesine bağlamış, sonra da kulun fiilinden ötürü bundan vazgeçtiğini öne sürmüştür. Böylece onun yücelmesini gerektiren fiilin sebebini kendi dilemesi olduğuna dik­kat çekmiştir. Yücelmenin yokluğunun mesiyetin yokluğunun de­lili olduğunu, zira müsebbebin yokluğunun sebebin yokluğuna de­lâlet ettiğine dikkatleri çekmiştir. Ve yine hakiki sebebin meşiy-yet olduğuna dikkat çekmiştir. Bizim görmekte olduğumuz sebeb-lere gelince onlar muteber vasıtalardır. Müsebbebin meydana gel­mesinde meşiyyetin onunla ilgisi bakımından bir rol oynamakta­dırlar. Dolayısıyla asıl ibare, «O, onlardan iraz etti» demek iken onun yerine, «O, dünyaya meyletti» (gönül kaptırdı, nefsinin neva­sına tabi oldu) ibaresi kullanılmıştır ki bu mübalağa içindir. Ay­rıca onu bu işe sürükleyen dünya sevgisini her hatanın başı ve her belanın tohumu olduğuna dikkat çekilmek istenmiştir.

«Böyle bir kimsenin  durumu   tıpkı bir  köpeğin  durumuna benzer. Üzerine gitsen de dilini sarkıtıp solur. Kendi haline bırak-san da dilini sarkıtıp solur.» Böyle bir ifade ile kendisine ayetler ve hikmet verildiği halde ayetleri bırakıp kendi nevasına tabi olan, ahireti terkedip dünyasını tercih eden kimseler, hayvanların en hasisi olan köpek ve onun da en hasis davranışı olan solumak ile karşılaştırarak darb-ı mesel haline getirilmiştir. Çünkü köpek so­lurken kendine bir yarar sağlamadığı gibi zarar da vermez. Dola­yısıyla kendi hevasma tabi olan bir alim de ahirette ne bir yarar sağlayabilir, ne de bir zararı defedebilir. Dilini sarkıtıp soluması köpeğin tabii bir adetidir. Bu bakımdan kendisine ilim ve din ve­rilen bir kimsenin dünyaya meyledip ilim ve dinini onun uğruna \ feda etmesi tıpkı soluyan köpeğin durumu gibidir.

«Üzerine gitsen de dilini sarkıtıp solur, bıraksan da dilini sar­kıtıp solur» ifadesinin anlamı, ona saldırıp kovsan da, hiç karış-masan da dilini sarkıtıp solucağına işaret etmektedir. Çünkü dili­ni sarkıtıp soluması köpeğin doğal bir davranışıdır. Dünyaya mey­leden kimse, kendisine anlatılsa da anlatılmasa da dünyaya mey­letmekteki hırsını sürdürür. Zira dünyayı istemekteki hırsı, haris bir kimsenin tabiatı ve kendisinden aynlmayan bir özelliğidir. Tıp-  ki dilini sarkıtıp solumasının köpeğin kendisinden ayrılmaz bir özelliği olduğu gibi.

«İşte ayetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu bu şekilde­dir, ifadesindeki «zalike»   (bu şekildedir)   işareti ile daha   önce verilen darb-ı mesel kastedilmektedir. Yani kendisine ayetlerimizi vermiş olduğumuz halde ayetlerden sıyrılan kişinin misali tıpkı ayetlerimizi yalanlayan bir topluluğun misali gibidir. Yani bu mi-      | sal, Allah'ın ayetlerini yalanlayan, onları inkar eden herkesi içer­mektedir. Bu özellikteki kimselerle köpek arasındaki benzetmenin bir yönü de şudur: Onlara kendilerini doğru yola iletmek için pey­gamberler geldiğinde hidayeti kabul etmediler, terkedilseler de kabul etmezler. Yani her halükârda onlar sapıklığın içindedirler.

«Bu kıssayı (onlara) haber ver. Umulur ki düşünürler.» Buradaki hitab Hz. Muhammed'edir. Yani, «Ey Muhammedi Kavmin olan Kureyşlilere, Mekkelilere Allah'ın ayetlerini inkâr edenlerin haberini ver ki düşünüp ibret alsınlar, dalâletlerinden vazgeçsin­ler.»

Bazı müfessirler, bu darb-ı meselin Mekke müşrikleri için verildiğini; zira onların kendilerini doğru yola iletecek bir yol gös­terici, kendilerini Allah'ın taatine davet eden bir davetçiyi, seçil­miş bir kimseyi beklediklerini ve fakat Hz. Muhammed (s.a) ken­dilerine gelip onları Allah'ın taatine çağırdığında kendisini ve doğ­ruluğunu bildikleri halde Hz. Muhammedi yalanlayıp tebliğin­den yüz çevirdiklerini söylemektedirler .

(177) «Ayetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu ne çirkin bir örnek (teşkil etmekte)dir...»

Bu Ayetin Tefsiri

Yani ayetleri yalanlamak sureti ile kendi nefislerine zulmet-mislerdir. «Ve enfusehum kânu yezlimun» cümlesi ya «kezzebu» cümlesi üzerine atıftır ve onunla beraber sıla hükmündedir, ya da önüyle bir bağlantısı bulunmayan bir cümledir ve «onlar kendi nefislerine zulmediyorlar» anlamını taşır. Zira yalanlamanın ve­bali sadece o nefiste kalır. Fakat her iki şekilde de ayetleri yalan­lamanın zulüm olduğuna işaret edilmiştir.

(178) «Allah kime hidayet ederse işte hidayet bulan odur...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani Allah, kimi dinine irşad ederse, kimin hidayetini üstüne alır, irşadını temin ederse o, hidayeti bulandır. Bu ayet açıkça hi­dayetin de dalâletin de Allah'tan olduğunu, Allah'ın kimine hida­yet verip kimine vermediğini ve hidayetin ihtidayı gerektirdiğini ortaya koymaktadır. Yani Allah hidayet etti mi hidayet bulmak da arkasından gelir. Hidayetin lafız ve mânâ itibarıyla tekil, dalâle­tin ise çoğul kullanılması, yollan bir olduğundan dolayı hidayet bulanların sanki bir kişi imiş gibi olduğuna ve fakat dalâlettekile-rin böyle olmadığına, zira dalâletin binbir çeşit yolu bulunduğuna dikkat çekmektedir.

Şayet Allah'tan olan hidayet, Mutezile'nin iddia ettiği gibi be­yan (açıklama) anlamında olursa, o takdirde, kafir ile mümin eşit olur. Çünkü beyan iki grup hakkında da sabittir. Dolayısıyla bu durum, Allah'tan olan hidayet tevfik, ismet ve yardımın mü­minler için olduğuna delâlet eder. Şayet bu hidayet kafirler için de olsaydı onların da müminler gibi hidayet bulmaları gerekir­di.  [85]

 

Meal

 

179- And ol sun ki cehennem için cin ve insan (lar) dan çok kimseler yarattık. Onların kalblcri vardır,   fakat   onlarla anla-nıazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler, kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. Onlar koyunlar gibi, belki daha da aşa­ğı  (ve şaşkın) dırlar. îşte onlar gafillerin tâ kendileridir.

180- En güzel isimler Allah'ındır. O halde Allah'ı o isimler­le yadedin. Allah'ın isimlerinde eğriliğe sapanları terkedîn. On­lar yaptıklarının cezasını bulacaklardır.

181- Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk vardır ki hakka götürürler ve hak ile adalet ederler.

182- Ayetlerimizi  yalanlayan  o kimseleri  yavaş  yavaş  ve anlamayacaktan bir tarzda helake yaklaştıracağız.

183- Onlara mühlet vermekteyim.  (Fakat)  benim tuzağım kesinlikle pek şiddetlidir.

184- Onlar, arkadaşlarında (Muhammed'de)  bir delilik bu­lunmadığını ve onun ancak bir korkutucu olduğunu düşünmez­ler mi?

185- Acaba göklerin  ve yerin  melekutuna, Allah'ın yarat­tığı şeye ve ecellerinin yaklaşma ihtimaline hiç bakmadılar mı? Acaba ondan sonra hangi söze iman edecekler?

186- Allah kimi doğru yoldan saptı nrsa onu doğru yola gö­türen bulunmaz. Allah onları azgınlıkları içinde şaşkın bir hal­de bırakır.

187-Senden kıyametin ne zaman kopacağını sorarlar. De ki: «Onun ilmi ancak Rabbimin katın dadı r. Onu, zamanı geldi­ğinde ancak o açığa çıkaracaktır.  Kıyamet, göklerde  ve yerde (dehşetli  oluşundan ötürü)  ağır basmıştır ve size ansızın gele­cektir. Sanki onu (kıyametin ne zaman kopacağını) biliyor muş­sun gibi senden soruyorlar.  De ki:  «O'nun ilmi ancak Allah'ın katmdadır. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.»[86]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(179) «Andolsun ki cehennem için cin ve insanflarjdan çok kimseler yarattık...»

Bu ayet ile ilgili olarak Mutezile, cebr-i mutlak ve cebr-i mu-tavassıta'yı savunanlar birtakım görüşler ileri sürmüşlerdir. Bun­ları Fahreddin Razi'den dinleyelim:

Bu ayet fiillerin yaratılmış olduğu hususundaki mezhebimi­zin doğruluğuna ikinci hüccet teşkil eder. Bu birçok yönden izah edilebilir:

a) Allah Teâlâ insan ve cinlerden birçok kimseyi cehennem için yarattığını beyan ettiğine göre, onun beyanından sonra ikin­ci bir beyana ihtiyaç var mıdır?

b) Allah Teâlâ onların cehennem ehli olduklarını haber ver­diğine göre, onların cehennem ehli olmamaları halinde, Allah'ın ilmi bilgisizliğe dönüşmüş, doğru haberi yalanlanmış olur. Bu ise mu­haldir. Muhale götüren de muhal olduğundan onların ateşe girme­meleri de muhal olmaktadır. Muhal olan bir şeyi istemek mem­nudur. Bu bakımdan Allah Teâlâ'nın onları cehenneme sokmamayı irade etmesi de memnudur. Aksine onları cehenneme sokmayı ira­de etmesi vacibtir. Nitekim ayetin lafzı da buna delâlet eder.

c) Küfür üzerine kudreti olanın eğer iman üzerinde kudre­ti bulunmuyorsa, kendisinde küfür üzerindeki kudreti yaratanı onu cehenneme göndermeyi istediği anlaşılır. Şayet o kimse hem küfrün hem de imanın her ikisine birden Kadir ise iki taraftan bi­rini delilsiz olarak tercih etmesi memnudur. Delil onun tarafın­dan oluşmuşsa eğer teselsül gerekir. Yok eğer Allah tarafından yaratilmışsa o takdirde zaferi isteyenin yaratıcısı da Allah olmuş olur. O halde Allah, kesinlikle onu cehennem için yaratmış demek­tir.

d) Allah'ın onları cennet için yarattığını, cennete girmeleri­ni ilzam eden sebebleri elde etmelerine yardım ettiğini ve fakat buna rağmen cehenneme girmeyi gerektiren küfrün meydana gel­mesinde kulların çabasının ağır bastığını söylememiz halinde kul. larm maksatlarının hasıl olduğunu, ama Allah'ın maksadının ha­sıl olmadığını söylemiş oluruz. Oysa bu takdirde kulların Allah Teâlâ'dan daha kuvvetli ve kudretli olması lazım gelir ki böyle bir iddiayı zerre kadar aklı olan kimseler bile öne süremez.

e) Aklı olan bir kimsenin kişiyi küfre ve cehenneme düşüre­cek cehaleti dilemeyip imanı ve cenneti elde etmesine yarayacak bilgiyi dileyeceği malumdur. O halde küfür ve cehalet, kulun iste­memesine ve çalışmasının hilafına meydana geliyorsa bunun kul tarafından değil de Allah tarafından meydana geldiğini söylemek gerekir. Şayet kulun marufu bilmediği ve doğru —hakk inancın bu olduğuna inandığı için bâtıl ve fesad   uğrunda çaba   sarfettiği Öne sürülürse, cevab olarak onun bu bilgisizliğinin önceki bilgi­sizliği (cehaleti )nden kaynaklandığı söylenir. Ancak bunun sebebi de daha önceki bilgisizliği olsa bu sefer teselsül lazım gelir. Oysa teselsül muhaldir. Şayet kendisinden daha önce olmayan ilk nok­tadaki cehalete kadar bu teselsül uzayıp giderse, o zaman ilzamı delilin tekidi, burhanın tekidine yönelmiş olacağından aklî bur­hanlar ayette delâlet edilen mânânın sahih olduğunu ispat eder.

Mutezile, söz konusu ayetten bu söylenilenlerin kastedilmesi-nin birkaç yönden dolayı mümkün olmadığını öne sürmüştür;

1) Kur'an'daki birçok ayet Allah Teâlâ'nın tüm insanlardan taat, ibadet, hayr ve salahı istediğini bildirir. Nitekim «Biz seni şahid, müjdeci ve korkutucu olarak gönderdik. Ta ki onlar Al­lah'a ve Râsûlü'ne iman etsinler.» «Hiç bir peygamber yoktur ki onu Allah'ın izniyle kendisine itaat edilsin diye göndermiş olma­yalım,» «Onu onların arasında çevirdik ki hatırlayabilsinler», «O Allah ki onları karanlıklardan çıkarıp nura iletmesi için kuluna apaçık ayetler indirmektedir,» «Onlarla birlikte Kitab ve Mizan't indirdik ki insanlar arasında adaletle hükmetsinler.», «Günahları­nızı sizden affetmek için sizi çağırıyor,» «Cinleri ve insanları an­cak bana kulluk etsinler dîye yarattım» gibi daha birçok ayet bu hakikati doğrulamaktadır. Kur'an'da bir çelişki olmadığından, «Andolsun ki cehennem için cin ve insan(lar)dan çok kimseler ya­rattık» ayetini zahiri üzerine hamletmek mümkün değildir.

2) Sözkonusu ifadenin hemen ardından Allah Teâlâ'nın «On­ların kalbleri vardır, fakat onlarla anlamazlar; gözleri vardır, fa­kat onlarla görmezler...» şeklindeki bir ifadeyi kullanmasının ne­deni onları zemmetmek (yermek) içindir. Şayet onlar tarafından —ateş için— yaratılmış olsalardı, iman etmeye güç yetirenleyecek­lerine göre imanı terketmelerinden Ötürü yerilmeleri çirkin olur­du.

3) Şayet Allah onları ateş için yaratmış olsaydı, Allah'ın hiç­bir kafir üzerinde nimeti olduğu söylenemezdi. Çünkü dünya ni­metleri, ebedî azab ile kıyaslanacak olursa damlanın denize nis-bet edilmesi gibi bir durum ortaya çıkar. Dolayısıyla bu takdirde Allah bir insana zehirli helva vermiş gibi olacaktır. Oysa zehirli helva verilen kimse hakkında onun nimet verdiğinden söz edilemez. Nitekim buradaki mesele de böyledir. Ancak Kur'an'da Allah Teâ-lâ'nın tüm mahlukatma birçok nimet bahşettiği sarih bir şekilde bildirildiğinden meselenin Sünniler'in zikrettiği gibi olmadığı an­laşılır.

4) Övgü, yergi, sevab, ceza, inzar, tebşir Ehl-i Sünnet'in bu görüşünü iptal etmektedir.

5) Şayet Allah onları gerçekten cehennem için yaratmış ol­saydı onları ilk anda ve ilk noktada cehennemde yaratması gere­kirdi. Çünkü o kimselerde küfrü yaratmak suretiyle onları yavaş yavaş (tedricen) cehenneme göndermekte bir yarar yoktur.

6) «Andolsun ki   cehennem için   cin ve insanflarjdan   çok kimseler yarattık» ifadesinin zahiri anlamı terkedilmiştir. Zira ce­hennem belirli bir yerin adıdır. Oysa ondan o belirli yerin kaste­dilmiş olması caiz değildir. Dolayısıyla Allah Teâlâ'nın onları ya­ratmaktaki maksadının cümle içinde hazfedilmiş olduğu sabit ol­muştur. Adeta   Allah   Teâlâ,   «Andolsun onları yarattık ki küfre kaymaları nedeniyle cehenneme girsinler» demek istemiştir. Bu bakımdan ayetin zahiri terkedildiğinden manayı «Cinleri ve in­sanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım» (Zariyat: 56) ayeti ile birlikte anlamak gerekir. Bu ayetin zahiri ise herhangi bir hazf sözkonusu olmaksızın sarih ve açıktır.

7) Ayet ile «Andolsun onları yarattık ki küfre kaymaları ne­deniyle cehenneme girsinler» şeklinde   bir   mana   kastediliyorsa eğer, bu tevile göre «lam» harfi akıbet için olur. Onlar, ateş hak edilmese de «lam» harfini akibet için kılarlar. Oysa biz ateş hak edilmemekle beraber hasıl olan bir akıbete binaen «lam» harfini akıbet için kılıyoruz. İşte bundan dolayı bizim görüşümüz daha evladır.

Tam bu noktalar dikkate alındığında ayeti zahiri anlamıyla ele almak mümkün olamayacağından, ayeti tevil etmek zorunlu­dur. Yani cin ve insanların çoğunun akıbeti cehennem ateşine gir­mek olduğuna göre «Lam» harfinin de akıbet anlamında zikredil­mesi caizdir. Nitekim bunun Kur'an'da ve şiirde birçok Örnekleri vardır.

Ayetler

«İşte biz bu ayetleri çeşitli biçimlerde böyle açıklamaktayız ki sonuçta onlar sana 'Sen ders görmüşsün' desinler...» (En'am: 105)

«Musa dedi ki: Rabbimiz kuşkusuz ki sen Firavun'a ve ileri gelenlerine dünya hayatında bir çekicilik ve mal verdin. Rabbi­miz! Sonuçta senin yolundan (insanları) çevirmeleri için mi?..» (Yunus: 88)

«Nihayet Firavun'un ailesi onu sonuçta kendileri için bir düş­man ve üzüntü sebebi olsun diye (sahipsiz görüp) aldılar...» (Ka-sas: 8)

Elbette Firavun'un ailesi onu bu gayeyle almamışlardı. Ancak yaptıkları işin (onu almalarının) sonucu böyle olduğundan bu ifa­de de güzel bir anlam kazanmıştır.

Şiirler

«Anneler yavrularını sonuçta ölüm için beslemiş olmaktadır­lar. Tıpkı sonuçta zamanın harap etmesi için binaların yapılması gibi.»

«Mallarımızı sonuçta mirasçılarımızın olması için biriktiriyo­ruz. Tıpkı evlerimizi sonuçta zamanın harap etmesi için yaptığı­mız gibi.»

«Allah'ın bir meleği her gün çağırıyor: Doğurun! Sonuçta öl­meleri için. Yapın! Sonuçta yıkılmaları için.»

Mutezilenin diğer mezheb bağlılarına verdiği bu cevablarm böylece en sonunu da zikrettikten sonra Fahreddin Razi şöyle de­vam ediyor:

Aklî delil ile lafzı zahirine hamletmenin mümkün olmadığı za­manlarda tevile başvurmak iyidir. Ancak lafzın zahirine hamle-dilmesinin delille mümkün olması durumunda tevile başvurmak abestir. Mutezüenin delil olarak öne sürdüğü ayetlere gelince, on­lara Ehl-i Sünnet'in görüşünü destekleyen ayetlerle dolu denizler çarpmaktadır. Ehl-i Sünnet'in görüşünü yani mahlukatın fiillerini Allah'ın yaratmış olduğunu ispat eden ayetlerden birisi de «Allah kime hidayet ederse işte hidayet bulan odur. Kimi de saptırırsa işte ziyana uğrayanlar onlardır.» (A'raf: 178) şeklindeki bir önce­ki ayettir. Bu ayette Allah Teâlâ hem hidayetia hem de dalâletin yaratılmasını kendine izafe etmektedir. Ayrıca daha sonra gelen 182-183. ayetler de  Ehl-i  Sünnetlin   görüşünü   desteklemektedir : «Ayetlerimizi yalanlayan o kimseleri yavaş yavaş ve anlayamaya­cakları bir tarzda helake yaklaştıracağız. Onlara mühlet vermek­teyim. (Fakat) benim tuzağım kesinlikle pek şiddetlidir.» Sözko-nusu ayetin   ve daha sonra gelen   ayetlerin   (siyak ve sibak'm) Ehl-i Sünnet'in görüşünü desteklemesi karşısında Mutezile'nin bu ayetin tevilinin zorunluluğu hususunda öne sürdüğü deliller cid­den zayıf kalmaktadır.

«Onların kalbleri vardır, fakat onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler» ifadesi ile ilgili olarak da iki mesele vardır:

a) Ehl-i Sünnet bu ayetin, amellerin Allah tarafından yara-. tıldığı şeklindeki kendi görüşlerini desteklediğini öne sürmüştür. Devamla, «Kuşkusuz kafirlerin dünyalanyla ilgili menfaatlerini idrak eden kalbleri vardır. Görülebilecek şeyleri gören gözleri, konuşmaları işitebilen kulakları vardır, ifadesiyle din ile ügili şey­lerin kastedildiğini söylemek zorunludur. Yani onlar kalpleriyle, dinin maslahatlarını gerektiren şeyleri anlamazlar, dinlemez ve görmezler. Bu yüzden onların kalpleri, gözleri ve kulakları elveriş­li olmamakla birlikte Allah onları dini öğrenmekle sorumlu tut­muştur. Bu tıpkı bir şeyi emretmekle birlikte kişiyi o şeyden menetmek ve ondan uzaklaştırmak gibidir. Matlub da budur zaten»      |

m demişlerdir.

Mutezile, böyle olması durumunda Allah'ın onları sorumlu tutmasının çirkin olacağını; zira kişinin yapmaya kudreti olmayan bir şeyle sorumlu tutulmasının bizatihi çirkin olduğunu ve bunun da hikmet sahibi olan Allah'a yakışmayacağını söylemişlerdir. Bu bakımdan ifadeden onların delillerden çokça yüzçevirdikleri ve delillere bakmadıkları için anlayan kalbi, gören gözü, işiten kula­ğı olmayan kimselere benzetildikten mânâsı anlaşılmalıdır.

Bu iddiaya şöyle cevab verilebilir: İnsanoğlu'nun bir şeye kar­şı nefreti artmca o nefret onun kalbine yerleşir. Bu da bir kimse­nin nefret ettiği şeyin doğruluğuna delâlet eden sözü anlamaya, onun güzelliklerini ve faziletini görmeye mani olur. İşte bu vic­dani ve kaçınılmaz bir durumdur. Her akıl sahibi bu gerçeği ken­disinde müşahede edebilir. Nitekim meşru bir darb-ı mesel de «Bir şeyi sevmen seni hem kör, hem de sağır eder» denilmiştir. Bu noktanın anlaşılmasından sonra deriz ki: Kafirlerden bir top­luluk da peygambere düşmanlıkta, ona buğzetmekte, onun dinini kabulde, peygamberliğini itiraf etmekte çok şiddetli bir nefret noktasına ulaşmış, hatta daha ileri gitmişti. İlim, nefret ve sevgi­nin kalpte meydana gelmesinin, insanın iradesi dışında olduğunu ortaya koymuştur. Yani sevgi de nefret de insan istese de istemese de kalpte oluşur. Bu bakımdan nefret ve düşmanlığın kalpte oluş­ması, kulun iradesi dahilinde değildir. Bu nefret ve düşmanlık bir kere kalpte oluştu mu, kişi bu nefret ve düşmanlık nedeniyle an­lamayı ve öğrenmeyi elde etmekten de mahrum   kalır.   Bu sabit olunca cebrin hükmü de sabit olur. Hem de kurtulamayacak bir şekilde... Hz. Ali'den bu mânâyı teyid ve tesbit sadedinde gayet güzel bir hutbe nakledilmektedir. Beyhaki, Menakib'us-Şafii adlı eserinde Hz. Ali'nin halka şöyle hitab ettiğini rivayet ediyor:

«însanoğlunda en şaşılacak şey kalbidir. O kalpte hikmet ve onun zıddı olan birçok şey vardır. Kalpte reca görülürse tama' onu hayrete sokar. Şayet tama' onun için harekete geçerse hırs onu helak eder. Eğer ümitsizlik onu helak ederse üzüntü onu öldürür. Gazab gelirse şiddetli bir şekilde onu öfke kaplar. Rızayla saadete ererse kızmak ile şehvete erer. Kendisine korku dokunursa üzün­tü onu meşgul eder. Ona bir musibet'isabet ederse irkilme onu öl­dürür. Mal bulursa eğer, zenginlik onu aşırı fitneye iteler. Şayet fakirlik ısırırsa onu bela meşgul eder. Açlık onu sefalete sürük-lerse zayıflık onu oturtur. Binaenaleyh yaptığı her kabahat ona zarar verirken aşırı her davranışı da kendisini ifsdd eder...»

Bana göre Hz. Ali'nin bu hutbesi celalet ve şerefin şahikasına çıkmıştır. O kaza ve kader meselesinin sırrına muttali olmuştur. Zira uzuvların amelleri kalbin hallerine bağlıdır. Kalbin hallerin­den her biri kendisinden önceki hale dayanır. İnsanoğlu bu hale vakıf olunca da cebri itiraf etmekten kurtuluş olmadığım bilir. îmam Gazali, îhya'sında zikrettiği bir fasılda cebr mezhebini be­yan ettikten sonra şöyle demiştir: «Eğer kişi kendisinin bir fiili dilediği zaman yapacağını, dilediği zaman da yapmayacağını, bu­nun kendisine bağlı olduğunu hissettiğini söylerse ona bu dileme hissini, dilediği zaman kendisinde bulup bulmadığını sorarız. Onun buna, evet diyeceğini sanmıyorum. Çünkü aksi takdirde bu iş sonsuza değin uzar gider. Bu bakımdan kişi bir şeyi istesin is­temesin dilemek durumundadır. Dilediği zaman da o fiili yapmış olur. Dolayısıyla bu kendisine bağlı değildir. Yani dilemenin mey­dana gelmesinden sonra fiilin yapılması da ona bağlı değildir. Bi­naenaleyh insanoğlu muztar ve mecburdur.»

b) Alimler, «Onların kalbleri vardır, fakat onlarla anlamaz­lar» ifadesine dayanarak ilmin mahallinin kalp olduğunu söylemiş­lerdir. Çünkü Allah Teâlâ zemmetmek sadedinde onların-kalble-rinden anlamayı gidermektedir. Bu ise kalbin ilmin mahalli olma­sı durumunda geçerlidir.

«Onlar hayvanlar gibi, belki daha da aşağı (ve şaşkın)dırlar.» İnsanlar ile hayvanlar doğurma, gelişme ve beslenmeyi sağlayan tabii kuvvetlerinde ortak özelliklere sahibtirler. Gizli ve açık du­yularını kullanma, tefekkür, tezekkür, muhayyer olma durum­larında da bu böyledir. Ancak insan ve hayvanlar arasındaki ayrı­calık sadece aklî ve fikrî kuvvetleı iedir. O aklî kuvvet ki insanoğlunu hakkın kendisi için hakkın bilgisine, hayr ve amel için de hayra iletir. Kafirler akim ve fikrin hallerine itibar etmekten yüz çevirdikleri için hakkın bilgisinden, hayırla amel etmekten uzak düşmüşlerdir ve hayvanlar gibi olmuşlardır.. Daha sonra, «Daha da aşağı (ve şaşkın)dırlar» denilmesinin nedeni, bu faziletleri el­de etmeye muktedir olamadıklannc^ndır. Oysa insanlara bu fazi­letleri elde etmek kudreti verilmiştir. Bunca fazileti, iktidarına rağmen elde edemeyen kimse, onları sırf bu iktidar kendisinde bulunmadığı için, aciz kaldığı için elde edemeyen bir varlıktan, hayr bakımından daha aşağıdadır. «Belki daha da aşağı (ve şaş-kın)dırlar.» ifadesi bu yüzden kullanılmıştır.

Bazıları bu ayetin yorumunda başka görüşler öne sürmüşler­dir. Mesela onlardan birine göre hayvanlar bile Allah'a itaat eder­ler. Ama kafirler itaat etmez.

Mukatil bu ayetin yorumunda, kafirlerin yolu şaşırmak yö-nLnden hayvanlardan daha da beceriksiz olduğunu, zira hayvanın sahibini hatırlayıp tanıdığını ama kafirlerin Rablerini tanımadık- K lannı.O'na itaat etmediklerini söylemektedir. Nitekim bir riva­yette de her şeyin Allah'a Ademoğlu'ndan daha fazla ibadet ettiği bildirilmiştir.

Zeccac ise, «Onlar hayvanlardan daha şaşkındırlar; zira hay: van zararını yararını bilir. Yarar elde etmek için bir dereceye ka­dar çaba gösterir. Zarardan da kaçınır. Oysa kafirler ve inatçı­lar bile bile inatta ısrar ederler; bile bile kendilerini ateşe atar­lar» demektedir.

Bazıları, hayvanların kendi iyiliklerini gözeten kimselere gi­derlerken, kafirlerin sürekli Rablerinden uzaklaşmaya çalıştıkla­rını, bazıları ise hayvanın beraberinde kılavuzu olmazsa kaybola­cağını fakat olursa kaybolmayacağını, kılavuzuna uyacağını, buna mukabil kafirlerin kendilerine peygamber gönderilip kitaplar in­dirilmesine rağmen yolu daha çok kaybettiklerini söylemişlerdir.

Allah Teâlâ, ayeti «İşte onlar gafillerin tâ kendileridir» cüm­lesiyle bitirmiştir. Ata, bu ayeti, «İşte onlar Allah'ın dostlarına ha­zırlamış olduğu karşılıklardan ve düşmanlarına hazırlamış olduğu cezadan gafildirler» diye yorumlamıştır. [87]

 

Ehl-İ Sünnetin Bazısından Fahruddin Razi'ye İtiraz

 

AIusi ve bazı müfessirler Fahruddin Razi'nin söyledikleri için­de bulunan birtakım noktalara itiraz etmişlerdir. Onları aşağıya alıyoruz:

Ehli Sünnet'ten birçok kimse, ayeti «lam» harfini akibet an­lamında alarak yorumlamaktadır. Çünkü Allah Teâlâ, bir ayette cin ve insanları ancak kendisine kulluk etmeleri için yarattığını beyan etmektedir. (Zariyat: 56) Yani yaradılışın sebebi ibadettir. Dolayısıyla yaratılışın sebebinin ibadet olması (onların cehennem için yaratıldıklarından dolayı) cehenneme girmemelerini iktiza eder.

İbn Atiyye, «Ayet zahirine hamledilmeli, lam harfi de ta'lil için olmalıdır» demiştir.

Bazıları da, ayetin tevil edilmesinin bu hususta varid olan ha­dislerle çelişeceği iddiasında bulunmuştur. Mesela bu konudaki te­vil Allah'ın Adem'in belinden zürriyetini alıp onlardan söz alma­sı ile ilgili gelen hadislerle çelişir. Nitekim İmam Ahmed'in Müs Et-Tayyibi bu görüşe meyletmiştir ve diğerleri gibi o da bu görüşü desteklemiştir. Ayetin başındaki kasem (yemin) «lam»ı-nm yararı, ayeti tevil, kafi nassı tahrif etmeye kalkışanın şüphesi­nin sökülüp atılması için onu uyarmaktır.

Büyük alimlerden bazıları, ayette geçen «çok kimseler» ile ezelde şekavetleri tesbit edilen kimselerin kastedildiğini öne sür­müşlerdir. Ancak bu cebir yoluyla, kendileri tarafından onları bu­na götüren bir şey olmaksızın yapılmış değildh. Allah onların hiç­bir zaman seçme haklarını hakka doğru kullanmayacaklarını, ak­sine bâtılın üzerinde kullanacaklarını biliyordu. Oysa onların bâ­tılda ısrar etmelerini gerektiren herhangi bir neden veya ayet ve uyarıcı delillerden onların yönlerini değiştiren hiçbir şey bulun- mamaktadır. İşte bu yüzden Allah onlan cehennem için yarattı-

«Allah, Adem'i yarattıktan sonra onun belinden zürriyetini al­mış, 'Bunlar cennettedir, perva etmem, şunlar da ateştedir, perva etmem' demiştir.» Bu söz üzerine Hz. Peygamber'den (s.a), biri «sonuç bu olduğuna göre o halde niçin amel ettiklerini» sormuş-, tur.

Şu hadis de bu kabildendir:

«Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre Ensar'dan birinin çocu­ğu öldüğünde, Hz. Peygamber (s.a) onun cenazesine gider. Ken­disine «Ey Allah'ın Rasûlü! Cennet onun olsun. O cennet kuşların­dan bir kuştur» denildi. Hz. Peygamber de (s.a): «Sen onun cen­net kuşlarından bir kuş olduğunu nereden biliyorsun? Kuşkusuz Allah cenneti yarattı ve daha atalarının siilblerinde olan bazı kim­seleri de cennet ehli olarak kıldı. Cehennemi yarattı ve daha atala-$\ nnın sülblerinde oldukları halde bazı kimseleri cehennem halkı  kıldı» diye cevab verdi.

ğını beyan etmiştir. Tıpkı iki grubun kâmil ve fıtrî yetenekleri iti­bariyle ibadet için yaratıldıklarının beyan edilmesi gibi. Nitekim Zariyat suresinin 56. ayetinde «Cin ve insanları ancak bana kul­luk etmeleri için yarattım» buyurulmuştur. Bana göre burada te­vilden kaçma imkânı yoktur. Düşün ve bundan gafil olma.[88]

 

Nîçin Cin İnsandan Önce Zikredilmiştir?

 

Cin'nin insandan daha önce zikredilmesinin nedeni, belirtilen sıfatlarda insandan daha bilgin, sayı bakımından daha çok yaratı­lış itibariyle ise daha önce oldukları içindir.

«Lehum kulübün la yefkahune biha» ifadesinde geçen «kalb» ile insanî latife, tefakkuh ile de anlayış kastedilmektedir. Görme ve işitmenin nehyi ile aklın özelliği olan idrakin giderilmiş olması kastolunmuştur. Yani cin ve insanların vazifesi olan idrak etmek, akılların özelliği olan görmek ve işitmektir. Burada bedenin his­setmesi veya sesleri işitebilmek nefyedilEnemiştir. Nitekim Arap dilinde «Filan kişi hainliği duymaz» denir. Yani bunun anlamı ona önem vermez, kulağını ona açmaz, onu dinlemez, demektir.

Bazıları ise daha önce de geçtiği gibi burada tahsisi seçmiş­tir. Yani onlar hakkı ve delillerini anlamazlar. Allah'ın mahlukatı-na ibret gözüyle bakmazlar, ayet ve öğütleri düşünerek dinlemez­ler.

Kısaca hangi tevil kastedilmiş olursa olsun, ayetten maksat şudur: Onlar kendilerine verilen uzuvları, kendilerine niçin veril­mişse onun için kullanmalıdırlar. Aksi takdirde adeta kalpsiz, gözsüz ve kulaksız yaratılmış gibi olurlar. Ancak burada hakikatin irade edildiği öne sürülürse eğer, zemmedilmeleri mümkün olmaz ve hüccet de ikame edilmez. Hüccetin ikame edileceğini savunan. lar «Bu hüccetin ikamesi bilinen ezeli istidad ve hikmet sahibinin feyzi sebebiyledir» demektedirler. Burada zann, istidadın kötülü­ğüne delâlet etmesinden dolayıdır; zira o istidadın eseri gibidir. Kısaca bu ayet mutlak cebrin delili değüdir. Önceki ayetle birlikte mütalaa edilse bile ortaya böyle bir hüküm çıkmaz. Cebr-i mu­tavassıta, hak ehlinin kabul ettiği bir görüştür. Ters ile kan arasından çıkartılmış halis süt gibidir.

Bazı alimlere göre, Cebr-i mutavassıta kısaca şudur: Kul muhtar ve ihtiyarıyla mecburdur. İmam Gazali'nin «Eğer kişi ken­disinin bir fiili dilediği zaman yapacağım, dilediği zaman da yap­mayacağım, bunun kendisine bağlı olduğunu hissettiğini söylerse ona bu dileme hissini, dilediği zaman kendisinde bulup-bulamadı-ğını sorarız. Onun buna, evet diyeceğini sanmıyorum. Çünkü ak­si takdirde bu iş sonsuza değin uzar gider. Bu bakımdan kişi bir şeyi istesin istemesin dilemek durumundadır. Dilediği zaman da o fiili yapmış olur. Dolayısıyla bu kendisine bağlı değildir. Yani dilemenin meydana gelmesinden sonra, fiilin yapılması da ona bağlı değildir. Binaenaleyh insan muzlar ve mecburdur» şeklinde­ki sözünün de bu kabilden olduğu öne sürülebilir. Bu bölümler özetlenerek Alusi'den alınmıştır. [89]

 

Allah (Es.) Nasıl Zikredilmeli

 

(180) «En güzel isimler Allah'ındır. O halde...» Bu ayet, Allah'ın nasıl zikredileceği, O'nun zikrini ihlal ve ih­mal edenlere nasıl bir muamele yapılacağı hususunda müminleri' uyarmaktadır. Önce insanların gaflet ve dalâlette bulunmalarının keyfiyeti açıklandıktan sonra Allah'ın nasıl zikredileceği ve onun' zikrinden gafil olanlara nasıl davranılacağı meselesi gündeme ge­tirilmiştir. İmam Gazali ve bazı alimlerin de ifade ettikleri gibi ayette geçen «el-Esma» (isimler) lafzıyla değişik anlamlara işaret etmek için kullanılan kelimeler kastedilmektedir. «El Hüsna,» «El-Ahsen»in müenneşidir ve ism-i tafdüdir. En güzel, en şerefli an­lamlarına geldiğinden ifadenin manası, «isimlerin en güzelleri, en yüceleri» demek olur.

Esma'ul - Hüsna

Bazıları, ayetteki «el-esma» (isimler) ile sıfatların kastedildi­ğini öne sürmüştür.

«O halde Allah'ı o isimlerle yad edin» ifadesi biri, «Allah'ı o isimlerle isimlendirin,» diğeri «Allah'a o isimlerle dua edip yal-varın» şeklinde iki anlama da gelebilir.

«Allah'ın isimlerinde eğriliğe sapanları terkedin.» Yani Allah  in isimlerinden uzaklaşıp haktan bâtıla dönenleri bırakın.

Ebu Ubeyde'nin EI-Ahmer'den rivayet ettiğine göre «ilhad» mücadele ve münakaşa anlamına gelir. Bu takdirde anlam «Allah' m isimleri hakkında mücadeleye kalkışanları terkedin» şeklinde olur. Allah'ın isimlerinde eğriliğe sapmak, Allah'ın Kitab'ında bil­dirilmeyen veyahut fasid bir ismi Allah'a izafe etmek demektir. Nitekim bedeviler, Allah Teâlâ'ya, «Ey cömertliklerin babası! Ey yüzü pırıl pırıl parlayan cömert zat!» gibi isimler yakıştırırlardi. Yani «Siz de böyle yapmayın. Kötü anlamlar içeren sıfat ve isim­leri Allah'a izafe etmeyin.»

«Allah'ın isimlerinde eğriliğe sapanlar» ifadesinde geçen «isim­ler» kelimesiyle gerçek isimler kastediliyor değildir. Bunlar o kim­selerin kendiliklerinden yakıştırmış oldukları isimlerdir. Bu gö-rüştekiler; «Allah'ın isimlen tevfikidir. O isimler hususunda Kur1 an, sünnet ve icma gözetilir. Buralarda olan her isim Allah'a itlak edilebilir. Kur'an, sünnet ve icma'da varid olmayan isimlerin Al­lah'a.isnad edilmesi, mânâ bakımından doğru olsa bile, caiz de­ğildir» demektedir. Eb'ul-Kasım Kuşeyri, «Mefatih'ul-Hücec» adlı eserinde bunu sarahaten belirtmiştir.

Amidi, Ebkar'ul-Efkâr adlı eserinde Allah'a güzel isimlerin ve­rilmesinin kaynağının ne aklî delilin ne de lafzı kıyasın olamaya­cağını söylemektedir. Aksi takdirde Allah'a «fatih,» «akıllı» gibi isimler vermek, bu mânâların doğru olmasına rağmen, Allah'ın mâ­nâları zahirde müşkil olan birçok şeyle isimlendirümesinden daha evla olur. Belki de isimlerin mecrası Şari'in iznidir. Yani Kur'an ve Sünnet'te o ismin Allah'a verilmiş olmasıdır. Bu bakımdan hak­kında iznin varid olduğu ismin verilmesi bizce caizdir. Hakkında nehy olan ise yasaktır. Ancak hakkında ne izin ne de nehy olmayan­lar hususunda susar, tevakkuf ederiz.

İslâm alimleri Şari'in izni olduktan sonra isim ve sıfatların Allah'a isnad edilmesi hususunda ittifak etmişlerdir. Şari'den ney-hin varid olduğu isimlerin reddinde de ittifak etmişlerdir. Ancak ne iznin ne de nehyin olmadığı yerlerde anlamı ile Allah'ın mutta-sıf bulunduğu fakat diğer dillerdeki özel isimlerden olmayan keli­melerin isnadında ihtilaf edilmiştir. Cumhur'u ulema tehlikeli ol­duğundan dolayı mutlaka memnudur, derken Mutezile de mutlaka caizdir, demiştir. Kadı Ebu Bekir, «Tanrı ve Huda, itiraz olmaksı­zın yaygın bir şekilde Allah'a izafeten kullanıldığına göre bu icma-dır» diyerek Mutezile'nin görüşüne meyletmiştir. Onun bu istidlali «sabit olduğu zaman şer'i izinde icma kâfidir» denilerek reddedil­miştir.  [90] Ancak İmam'ul-Haremeyn de buna itiraz ederek, «Bu kıyasla hükmetmektir ve amelilerde hüccettir, isim ve sıfatlar ise ilmilerdendir» demiştir. Bazıları İmam'ul-Haremeyn'in bu konuda tevakkuf ettiğini rivayet'etmişlerdir.

Kadı Ebubekir, Mevakıf şerhinde, «Her lafız Allah için sabit olan bir mânaya delâlet eder. Bu bakımdan Allah'ın zatına layık olmayan bir mânâyı içermeyen bir kelimenin Allah'a ıtlakı caiz­dir» demiştir.

İmam Gazali tafsilen, «Zatının haricinde olan bir mânâya de­lâlet eden bir sıfatın Allah'a ıtlakı caizdir. Fakat zatına delâlet eden ismin Allah'a ıtlakı memnudur» diyerek doğrunun mubah ve mustehab olmasını delil olarak göstermiştir. Sıfat haberi bir nis-beti içerdiğinden dolayı doğruya racidir. Bu da, ancak haberi nis­petin mânâsının tahakkukuna tevakkuf eder. İsme gelince, o böy­le değildir. İsim haberi bir nispeti içermez; o, sadece ebeveyn ve ebeveynin yerine kaim olanlar içindir.

Gazali'nin bu görüşü şu şekilde cevablandınlmıştır: «Bu du­rum nispete delâlet eden lafzın kullanılmasına mani olmadığı yer­dedir. Oysa tehlike burada karşımızdadır. Toprak nerede, sebeb-îerin Rabbi nerede?»

Tevkifi ve sem'i isimlerle Kitab, Sarih Sünnet ve İcma ile sa­bit olan isimler kastolunmaktadiY. Çünkü icma, Kitab ve Sünnet' in dışında değildir. Fakat ilmî konularda zayıf hadis veya kıyas ile tesbit edilen böyle değildir. Amelî konularda zayıf hadis (çok zayıf olanlar müstesna) hasen hadis gibidir. Nitekim kıyas da ic­ma gibidir.

Bazıları, kıyasen bir ismin Allah'a ıtlakinm kesinlikle memnu olduğunu söylemiştir. Zah-ir de budur.

Bazıları da sıfatlara delâlet eden lafızların üç kısım olduğunu söylemiştir:

1) Vacib olan sıfatlara delâlet eden lafızlar:

a) El-Mevcud, El-Ezelî,  El-Kadîm...   Bunlar   müfred olarak kullanılır, muzaf olarak kullanılmaz.

b) El-Melik, El-Mevlâ, Er-Rab, El-Halik... Bunlar hem müf­red hem muzaf olarak kullanılır.

c) «Ya münşi er-Rifat ve mukil el-Hasarat» (Ey çürümüş ke­mikleri yeniden inşa eden ve sapıklıkları bağışlayan)... Bunların muzaf olarak kullanılması doğru; ancak müfred olarak kullanıl ması doğru değildir.

2) Memnu olan. sıfatlara delalet eden lafızlar: Eİ-Yed, El-Vech, En-Nüzul, El-Muci'... Bunların Allah'a itlakı hiçbir zaman caiz ve sahih değildir. Haklarında bir sem'î delil (haber) varsa, tevil edilmesi gerekir.

3) Ne vacib ne de memnu olan sıfatlara delâlet eden lafız­lar: El-Mekir, El-Hida, vb. Birtakım sabit mânâlara delâlet eden bu sıfatların Allah'a ıtlak edilmesi doğru değildir. Ancak bu husus­ta Şari'in kullanımının varid olması müstesnadır. Ey MeKKar, Ey-Hadda' tabirleri Allah hakkında her ne kadar kendilerine delâlet eden fiiller Kur'an'da bulunuyorsa da mesela «Onlar tuzak kurdu­lar, Allah da tuzak kurdu» (Alu İmran : 54) ayeti gibi yine de Allah hakkında kullanılmazlar.

Et Tayyibi, «El-Esma» kelimesindeki eliflam'm and için kul­lanıldığını, söylemektedir. Yani bu bakımdan Allah'ın bilinen isimleriyle çağrılıp zikredilmesi gerekmektedir. Çünkü Allah, ken­disinin bu isimlerle anılmasını emretmekte, başka isimlerle çağ­rılmasını yasaklayıp çağıranları tehdid etmektedir.

Buharı, Müslim ve diğer muhaddislerin Ebu Hureyre hadi­sinden naklettiklerine göre, «Kuşkusuz Allah'ın 99 ismi vardır. Onları ezberleyen cennete girer» buyurulmuştur. Bir diğer rivayet­te «Onları sayan cennete girer» denmektedir. Yine başka bir riva­yette «Kuşkusuz Allah'ın 99 ismi vardır. Aslında 100'dür, Ancak biri eksik gelmiştir» denmesinin nedeni varid olan isimlerden baş­kasının katılmasını önlemektir. Bazı rivayetlerde de bu isimler biz­zat sayılı olarak gelmişlerdir[91].

 

Esma'ül Hüsna

 

O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur. Er-Rahman, Er-Rahim, EUMelik, El-Kudüs, Es-Selam, El-Mü'min, El-Müheymin, El-Aziz, El-Cebbar, El-Mutekebbir, El-Halik, El-Bari, El-Musavvir, El-Gaf-far, El-Kahhar, El-Vehhab, Er-Rezzak, El-Fettah, El-Kabid, El-Ba-                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                      sit, El-Hafid, Er-Rafi, El-Muiz, El- Muzül, Es-Semi, EI-Basir, El-Ha-kem, EI-Adl, El-Latif, El-Habir, El-Halim, El-Azim, El-Gafur, Eş-Şekür, El-AIiy, El-Kebir, El-Hafiz, El-Mukit, El-Hasib, El-Celil, El-Kerim, Er-Rakib, EI-Mucib, El-Vasi, El-Hakim, El-Vedud, El-Me-cid, EI-Bais, El-Şehid, El-Hakk, El-Vekil, El-Kavi, El-Metin, El-Veli, El-Hamid, El-Musi, El-Mubdi, El-Muid, El-Muhyi, El-Münıit, El-Hay, El-Kayyum, El-Vacid, El-Vahid, Es-Samed, El-Kadir, El-Muk-tedir, El-Mukaddim, El-Muahhir, EI-Evvel, El-Ahir, Ez-Zahir, El-Batın, El-Vâli, El-Muteali, El-Berru, Et-Tevvabu, El-Muntakim, el-Afuv, El-Rauf, Malik'ül-mülkü Zülcelali vel-İkrami, El-Muksit, El-Cami, El-Gani, El-Müni, Ed-Dar, En-Nafi, En-Nur, El-Hadi, El-Bedi, El-Baki, El-Varis, Er-Eeşid, Es-Sabur.

Bunların dışında Ehl-i Beyt'ten başka isimler de nakledilmiş­tir. Onlar bu isimleri Kur'an'dan almışlardır. Ehli Sünnet'e göre bu rivayette bazı farklı isimler vardır.

Birçok alim bu isimlerin bir kısmının fiilî, bir kısmının zatî, bir kısmının da selbî sıfatlara dönüştüğünü öne sürmektedir. Bir kısmının ise (Allah lafzı gibi) hangisine dönüştüğü veyahut dönüşmediği hususunda ihtilaf edilmiştir. «Allah» lafzı zatî isim­lerdendir. Hepsi ona dönüşebilir. Bu bakımdan alimlerin çoğun­luğu «Allah» lafzının Cenab-ı Hakkın en yüce ismi olduğunu söy­lemişlerdir. Yani «İsm-i Aza'mdtr.»

Bu isimler ikinci bir taksimat ile şu bölümlere ayrılırlar: Al­lah, Rahman gibileri Cenab-ı Hak'tan başkasına ıtlak olunmazken Er-Eahim, El-Kerim gibi isimler ıtlak olunabilir. Bazı isimlerinde (El-Mümit, Ed-Der vb.) tek basma (müfred olarak) zikredilmeleri caiz değildir. Bu yüzden Mümit ismine Muhyi, Darr ismine de Na-fi isimleri eklenmelidir. Yani ancak «Ya Muhyi ya. Mümit; Ya nafi ya Darr» şeklinde kullanılması caizdir.

Alusi, Allah'ın isimlerinin 99 ile sınırlandinlmamasi gerekti­ğini öne sürerek görüşünü şu hadis ile desteklemiştir:.

«Kendisine sıkıntı ve hüzün isabet eden kimse: Ey Allahım! Senin kulunum, kulunun oğluyum, cariyenin oğluyum. Perçemim senin elindedir. Hakkımdaki hükmün adildir ve geçerlidir. Zatını isimlendirdiğin, ya kitabında bildirdiğin veya herhangi bir kuluna Öğrettiğin ya da katında saklı tuttuğun senin olan her isimle sen­den istiyorum. Tüm isimlerinle senden, Kur'an'ı kalbimin baharı, göğsümün nuru, üzüntümü gideren, hüznümü kaldıran kılmam is­tiyorum» desin.»

îşte zikredilen bu hadis açıkça Allah'ın isimlerinin 99 ile sı­nırlı olmadığını göstermektedir. Çünkü hadiste «ev» (veya) edatı kullanılmıştır.

Nevevi, alimlerin Allah'ın isimlerinin 99 ile sınırlı olma­dığında ittifak ettiklerini beyan ederek isimlerin 99 olduğunu bil-diren hadislerle sözkonusu 99 ismi sayan kimselerin cennete gire-ceği kastedilmiştir, demektedir. Nitekim bu hadisler Allah'ın baş-ka isimleri olduğu gerçeğiyle çelişmez.

Kadı Ebubekir Ibn'ul-Arabi, Allah Teâlâ'mn 1000 ismi olduğu­nu bildiren bir rivayeti naklettikten sonra bunun bile az olduğunu söylemektedir ki doğrudur.             

Bazılanna göre de Allah'ın 4000 ismi vardır. Bazı mutasavvıf­lardan gelen rivayetlerde ise Allah'ın isimlerinin sayılamayacak kadar çok olduğu bildirilmektedir. Bence tercih edilecek görüş, fi zatî, fiilî ve selbi sıfatların bir çeşidine raci olan türetilmiş isim­lerin Allah'a ıtlakınm özel bir izne bağlı olmamasıdır. Bu sıfatlar herhangi bir izin olmaksızın da Allah'a ıtlak edilebilir. Ancak yü- & çelik anlamını ifade eden isimlerin iyice tetkik edilip araştırılma- & sı ve zerre kadar bir noksanlık ihtimali dahi dikkate alınması şartıyla... Çünkü bizler sözlerimiz ve fiillerimizle Allah'ı yücelt­mekle görevlendirildik. Dolayısıyla bu hususta somut bir sınır çi- g zilmiş değildir. Bu da tazim anlamı taşıyan bir tabirin kullanılmasının caiz olduğuna delâlet eder.[92]  

Bu isimlerin duada kullanılmaları veya haber olarak Allah'a irca edilmeleri ya da sıfat şeklinde ıtlak olunmalarına bir engel yoktur. Tümü de en güzel isimler kapsamına girer. .Onların en güzel isimler kapsamına sokulmasının nedeni, Allah'a nispet edil­meleri hasebiyle kastedilen mânânın tıpkı ismin müsemmaya mahsus olması veya aynı mânânın başkasına atfolunmaması gibi Allah'a mahsus olmasıdır. Allah hakkında kendileriyle irade edi­len mânâ bir başkasına atfolunmaz. Başkalarına atfolunsalar bile bu, başka bir anlam karşılığındadır. Nitekim bununla, Allah'a at-folunan mânâ arasında siyah ile beyaz arasındaki kadar büyük bir farklılık vardır. Mesela Allah'ın ilim sıfatı ile bir kulun ilim sıfa­tı arasında hem nicelik hem de nit'elik bakımından hiçbir ortaklık yoktur. Dolayısıyla benzerliğin olması da mümkün değildir. Onun gerçek mahiyetini, tıpkı zatı hususunda olduğu gibi, Allah'tan baş­kası bilemez.

Bir kimse «Ben Allah'tan başkasını bilmiyorum» dediğinde doğruyu söylemiştir. Ancak bu doğruluk farklı bir açıdandır. Bi-len kişinin bilgisinin en son noktası bilmekten aciz olmaktır. As­lında Onların gerçeği bilmeleri hiçbir şeyi bilmediklerini bilmiş olmalarındandır. Bu durum kendilerince anlaşıldığında bilen olur­lar ve sonuçta Hz. Ebubekir'in «İdraki idrak etmekten aciz olmak, idrakin kendisidir» sözü de buna işaret etmektedir. Hz. Peygam­ber (s.a) de «Üzerindeki senayı, senin kendini sena ettiğin gibi sa­yamam» sözüyle aynı anlamı kastetmektedir. Yani O, «Ben senin hamdlerini, senin uluhiyyet sıfatlarım senin ihata ettiğin gibi iha­ta edemem» demek istemişti. Yoksa hadis, «Ben senden öyle şey ler biliyorum ki dilimle ifadeden acizim» anlamına gelmez. Pey­gamberlerin meleklerin ve velilerin marifet hususundaki derece­lerinin farklı olması kainattaki ayetlerin harikuladeliklerine, ruh ve bedenlerin mahiyetine vukufiyetlerinin farklı olmasındandır. İşte bu yüzden isim ve sıfatların bilgisinde farklı derecelerdedir­ler. Çünkü Zeyd'in alim olduğunu bilmek ile onun ilminin ayrın­tılarını bilmek aynı şeyler değildir.

Ayette geçen «ilhad» ile Allah'ı bazı isimleriyle isimlendirmek­ten kaçınmak kastedilmiş olabilir. Mesela müşrikler Allah'ın «rah­man» sıfatını işittiklerinde «Rahman da ne imiş? Biz sadece Ye-mame Rahmanım tanıyoruz» diyorlardı. Bu yoruma göre, terket-mekle bundan sakınmak, «isimler» ile de Allah'ın gerçek isimleri kastedilmiş olmaktadır. Yani, «Allah»ı tüm isimleriyle isimlendi­rin ve bazılarını ihmal etmekten sakının.»

«İlhad» ile o isimleri putlara atfetmek ve putlar hakkında o isimlerden bazı başka isimler türetmek de kastedilmiş olabilir. Mesela .Lat isminin Allah lafzından, Uzza isminin de el-Aziz sıfa­tından türetilmesi gibi.

«İsimler» ile Allah'ın gerçek isimleri kastedilmiştir. Bunun ikinci kez tekrar edilmesinin nedeni, onların Özellikleri dikkate alınmaksızın, isimlerde ilhad ettiklerini (saptıklarım) ilan etmek­tir. Bu takdirde terketmek emriyle yüz çevirmek, aldırmamak kast-olunnıuştur. Yani bu taptıkları dolayısıyla azabın üzerlerine inme­sine aldırılmamalıdır. Nitekim Allah Teâlâ, «Onlar yaptıklarının cezasını bulacaklardır» diye buyurmuştur.

(181) «Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk vardır ki...» Bazı müfessirler bu ayetin daha Önce sıfatlan bildirilen cin­ler ve insanlar hakkında indirilen icmali bir açıklama olduğu gö­rüşündedirler. Nitekim bazı müdekkikler de bu ayetin «Andolsun ki cehennem için cin ve insan(lar)dan çok kimseler yarattık» ifa­desi üzerine atıf olduğunu söylemişlerdir. «Hakka götürürler» cümlesi, 179. ayette geçen «Onların kalbleri vardır, fakat onlarla anlamazlar gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. Onlar hayvanlar gibi, belki daha aşağı ( şaşkın) dırlar. İşte onlar gafillerin tâ kendileridir» cümlesinin kar­şılığı gibidir adeta. Bu iki ayet, «Allah kime hidayet ederse, işte hidayet bulan odur. Kimi de saptırırsa işte ziyana uğrayanlar on­lardır» (178) ayetinin açıklamasıdır. Sözkonusu ayetde kendisine Allah'ın ayetleri ve yüce isimleri verilmesine rağmen onlardan sıy­rılan kişinin örneğinin bir tamamlayıcısıdır.

«En güzel isimler Allah'ındır» cümlesi de bir ara cümlesidir. Daha önce Allah'ın isimlerinden bahsedilmek suretiyle burada zik­redilmiştir ve «İşte onlar gafillerin tâ kendileridir» cümlesine bağ­lıdır. Bunun nedeni, Allah'ın zikrinden ve en güzel isimlerinden gafletin sonucunun cehenneme girmek olduğuna dikkat çekmek­tir. İyiyi kötüden ayırabilen görüş sahipleri bu durumu kendile­rinde hissederler. Çünkü kalp, Allah'ın zikrinden gafil olduğunda hırs ateşiyle yanıp tutuşur, durmadan bir karanlıktan diğerine yu­varlanır. Sonunda da mahrumiyetin en aşağı derekelerine düşer. Fakat kalbin önünde zikrin kapısı açılırsa o kanaat cennetine gi­rer, sürekli bir nurdan diğerine ilerler ve sonunda ihsanın en üst derecelerine çıkar.

Yani «Yarattıklarımızdan şerefli ve diğerlerinden çok farklı bir kısım vardır ki halkı hakka iletirler (veya hakka büründükle-ri halde hidayete götürürler), halka doğruyu gösterirler. Araların­da hükmederlerken hak ve adalet ile hükmederler, hakka tecavüz etmezler.»

İbn Cerir ve bazı müfessirlerin İbn Cüreyc'ten rivayet ettik­lerine göre Hz. Peygamber (s.a) ayette sözü geçen topluluğun Üm met-i Muhammed olduğunu söylemiştir.

Katade'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber bu ayeti okuduğunda, «Bu ayet sizin içindir. Bunun bir benzeri sizden ön-çeki kavme de verilmişti» demiştir. Nitekim Hz. Musa'nın kavminden bir ümmetin hakka götürdükleri, hak ile adalet ettikleri bahiskonusu edilmiştir.

ibn Ebi Hatim'in Rebi'den rivayet ettiğine göre Hz. Peygam* ber (s.a), «ümmetimden öyle bir topluluk vardır ki Meryem oğlu İsa'nın nüzulüne değin hakk üzer indedirler» diye buyurmuştur.

Muğire bin Şu"be'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Ümmetimden bir grup Allah'ın emriy­le kaim olur. Onları terkedip mahrum edenler Allah'ın emri onlar bu yol üzerindeyken geldikçe onlara hiçbir zarar veremezler.» (Buharı, Müslim)

Cübbai, bu ayeti Hz. Peygamber'in, sahabenin veya başka bir asrın olsun her asırda icznaın geçerli olduğuna delil olarak göster­miştir. Şayet icma sadece bir asra mahsus olsaydı onun burada zikredilmesinin hiçbir yararı yoktu. Zira zaten biliniyordu. Ayrıca bu ayet her asırda mutlaka bir müctehidin bulunacağına da delâ­let etmektedir. Çünkü icmam sahibleri müctehidlerdir.

Cübbai'ye bu hükmün, «Kıyamet ancak halkın şerlileri üzeri­ne kopar, Yeryüzünde Allah diyen kimse bulundukça kıyamet kop­maz» hadisine ters düştüğü söylenerek itiraz edilmiştir. Ancak bu itiraza da cevab verilmiştir. Şöyle ki: Hadiste bahsi geçen za­man dilimi, kıyamet gününe bitişik, onunla sarmaş-dolaş bir za-. man dilimidir. Oysa Cübbai, bu zaman dilimi dışındaki her asırda da mutlaka müctehid bulunacağını söylemek istemiştir.[93]  

Bazı müfessirler ayette sözkonusu edilen iki haberin de şer­rin galib geleceğine işaret ettiğini söylemişlerdir. Dolayısıyla hakka ileten ve hak üe adalet eden azınlık bir topluluğun bulunması bu gerçeğe ters düşmemektedir. Bir kişi bile yeterlidir; zira o dönemde bir kişi bile ümmettir. «Onlar halkı doğru yola iletirler» den­mek suretiyle onların birer yol gösterici oldukları da ifade edilmiş olmaktadır.

(182) «Ayetlerimizi yalanlayan o kimseleri yavaş yavaş...» Yani Mekkeli.müşrikler gibi ayetlerimizi yalanlayan ve doğru yola iletenlerin yol göstermesinin kendilerine bir yarar sağlama­dığı kimseleri yavaş yavaş helake yaklaştıracağız.

Ayette «senestedricu» (yaklaştıracağız) denilerek «yaklaştır­ma» fiili «istidrac» kökünden, o da «d-r-c-» kökünden türetil-.miş bir mastardır. Derece nakletmek anlamındadır. Şayet bu nakil aşağıdan yukarıya doğru olursa «istis'ad», aksi olursa «istinzal» denilir. Allah Teâlâ'nın onlara olan istidracı, alabildiği­ne dalâlete dalıp gidebilmeleri için onlara bol bol nimet vermek­ten ibarettir. Bu yüzden «Allah'ın bir kuluna nimet verdiğini, o kulun da günah işlemekte ısrar ettiğini görürsen bilmiş ol ki o kimse istidraca uğratılmıştır» denilmiştir. Ayetteki istidracı «istis' ad» (yukarıya doğru çekme) mânâsına hamletmek mümkündür. Bu, onların görüş ve iddialarına göre böyle olabilir. Hakikat iti­barıyla istidracı istinzal mânâsına da hamletmek mümkündür. Zi­ra insanoğlu'nun fıtratı aslmda temizdir ve gerçeği kabul etmeye hazırdır. Çünkü «Her çocuğun İslâm fıtratı üzere doğduğu» şek­linde bir prensib vazedilmiştir. Bundan dolayı insanoğlu hidayeti ve dini elde edebilecek imkânlara sahiptir. Ancak dünyaya meyi ve şehvetlerine tabi olduğunda ve günahları irtikâb ettiğinde derece derece sefillerin sefili olan noktaya değin alçalır. Ayette hangi mâ­nâ kastedilmiş olursa olsun, asıl anlatılmak istenen onların isyan  merdivenlerindeki inişlerinin beyanıdır. Bu iniş, onlara dünya ve ahiret azabı gelinceye kadar sürüp gider. Bu azab onlara en fecî ve en şenî bir şekilde isabet edecektir. Nimetlerin bol bol veril­mesi bu azaba gidişlerine bir vesiledir. Fakat onlar bunu bilmez­ler. Hatta bu nimetlerin Allah'tan kendilerine bir imtiyaz, bir te­minat olduğunu sanarlar.

Bazı müfessirler de onların kendileri için neyin irade olundu­ğunu bilmediklerini söylemişlerdir.[94]

 

Allah İmhal Eder Fakat İhmal Etmez

 

(183) «Onlara mühlet vermekteyim. (Fakat) benim tuza-ğrm...»

Bu Ayetin Tefsiri:

Yani benim tuzağım çok kuvvetlidir. Hiçbir güç ve hiçbir hi­le ile ondan kurtulamazsınız.

Bu ayet kaza ve kader hususunda Ehl-i Sünnet'in delilidir. Ba­zı müfessirlerin öne sürdüğüne göre, bu ayet Hz. Peygamber (s.a), sahabe ve İslâm ile alay eden Kureyşliler hakkında nazil olmuş­tur. Allah Teâlâ onlara Bedir gününe kadar mühlet verdikten son­ra onları Bedir'de yaka-paça yakalamıştır. Yani «Onlara isyana daldıkça dalsınlar diye mühlet veriyor, ömürlerini uzatıyorum, Tevbe edip isyandan vazgeçerler diye de isyanlarının cezasını he­men vermiyorum.»

«Benim tuzağım kesinlikle pek şiddetlidir» cümlesi ile ilgili olarak İbn Abbas, ayette geçen «metin» kelimesini kavi, şiddetli şeklinde yorumlamıştır.

Ebussuud Efendi, «tuzak» ifadesiyle sonuçta aniden ve şid­detli bir şekilde yakalanacak olmalarına rağmen kendilerine istid­rac! bir mühlet verilmesinin kastedildiğini söylemiştir. Çünkü bu görünüşte lütuf ama aslında bir mahv'dır. Burada aslında azabla yakalanmaları kastedümişse de mukaddime (öncü)leri nedeniy­le tuzak kelimesi kullanılmıştır. Çünkü öncülerinin zahiri lütuf, aslı kahr'dır.[95]  

(184) «Onlar arkadaşlarında bir delilik bulunmadığım...»

Bu ayetle ilgili olarak Ebussuud Efendi şunları söylemektedir:

Bu ayet başlı başına bir konu teşkil eder ve onların Hz. Pey­gamber (s.a) hakkında hiç düşünmediklerini, ona iman etmeye veya imanı gerektiren durumun gerçeğim idrak edemediklerini yermek için nazil olmuştur. Baştaki «hemze» inkar ve taaccüb harfidir. «Vav» ise mukadder bir cümlenin üzerine bu cümleyi at­fetmek için getirilmiştir.

«Cinnet», kendisiyle şaşkınlığın kastedildiği şeylerdendir. Nek­re getirilmesinin nedeni azlık bildirilmek istendiği içindir. Yani on­da az bir parça bile cinnet yoktur. Bu takdirde ayetin anlamı şöy­le olur: «Ayetlerimizi yalanlayanlar kendilerini hakka iletmeye ça­lışan o yüce insanın  bulunmadığı halde  delilik dışında, başka bir özelliğini hiç düşünmüyorlar mı? Veya o kimseler arkadaşla­rında cinnetin hiçbir parçasının bulunmadığını düşünmediler mi ki böylece arkadaşlarının sözlerinin doğruluğuna, peygamberliği­nin hak oluşuna ve kendilerine nazil olan ayetlere iman etsinler.»

Bazıları sözün «Düşünmediler mi?» ifadesiyle tamamlandığını söylemişlerdir. Yani ayetleri inkâr ettiler, akıllarını kullanmadı­lar. Bu yüzden onlara arkadaşlarında herhangi bir deliliğin veya ondan —az da olsa— küçük bir parçanın olup olmadığı sorulmuş­tur.

Hz. Peygamber (s.a) hakkında «arkadaşları» tabirinin kulla­nılmasının nedeni, Hz. Peygamberin onlarla uzun bir dönem gö­rüşmüş olmasıdır. Bu tabir, Hz. Peygamber'in aslında cinnetten beri olduğuna onlarm muttali olmalarını sağlamak için kullanıl­mıştır. Yani bu tabirde reddedilen şeyin tekid ve teşdidi vardır. Deliliğin Hz. Peygamber'de sübutunun muhal olmasının beyanıy­la birlikte bu ondan şiddetle uzaklaştırılmış olmaktadır. Çünkü akü ve tecrübe kaziyyesini parçalayan o sözler iki tür kişiden çıkabilir. Birincisi, cinlerin ilişkide bulunduğu kimselerden. Bu tür kimseler, aslı-astan olmaksızın, rastgele konuşurlar. İkincisi, İlâ­hî vahye mazhar olan kimselerdir. Bu kimseler ilâhî vahy vasıta­sıyla gayb'tan haber verebilirler. Bu bakamdan onlar Hz. Peygam­berle uzun bir dönem birlikte oldukları halde onda deliliğin zer-resini bile hissetmemişlerdi. Bu takdirde Hz. Peygamberin ilâhî vahye mazhar olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır.

Rivayet edildiğine göre Hz, Peygamber (s.a) Safa tepesine çı­kar ve «Ey Kureyş!» diye hitap ederek onları kabile kabile çağırarak Allah azabiyla uyarır. İçlerinden biri «Sizin bu arkada­şınız delidir. (Baksanıza) tüm gece sabaha kadar bağırdı» der ve bunun üzerine bu ayet nazil olur. Binaenaleyh Hz. Peygamber'de (s.a) hiçbir deliliğin olmadığını açıkça söylemek onların bu şen'i iftiralarını reddetmek içindir.

«Arkadaşları» şeklindeki ifade konuşmalarda geçen bir tarz olmakla birlikte daha önce söylediğimiz husus burada da vardır. Allah Teâlâ'nın «O ancak açık bir korkutucudur» sözü daha önce­ki sözün anlamını pekiştirmektedir. Gerçeği olduğu gibi gözler önüne sermekte, yani hakikatin halini beyan etmektedir. Tıpkı «Bu bir beşer değildir» denildikten sonra «O ancak güzel bir melek­tir» (Yusuf: 31) denilmesi gibi. Yani Hz. Peygamber (s.a) kor­kutma, uyarma için var gücünü sarfeden, onu güzel bir şekilde aktaran bir kimsedir. Bunu da şefkatin temsilini ibraz etmek ve Özür dilemenin yolunu kesmek amacıyla yapmaktadır [96]

(185) «Acaba göklerin ve yerin melekutuna...»

Bu Ayetin Tefsiri:

«Bakmadılar mı?» ifadesiyle ibretle ve istidlal etmek için bak­mak kastolunmuştur. Yani «İbret almak, yaratıcının varlığını müşahede etmek için göklerin ve yerin melekutuna hiç bakmadılar mı?»

«Melekut,» mübalağa sigasıdır ve şeref, azamet için yani gök­lerdeki büyük mülklere, güneş, ay, yıldızlar ve yerdeki o büyük mülkler, ağaçlar, denizler, dağlar, canlılar ve cansızları ifade etmek için kullanılmıştır: Tüm bunlara hiç bakmadılar mı? Kal­ben bunları hiç düşünmediler mi? Allah Teâlâ'nm yaratmış oldu­ğu sayısız mahlukatı hiç görmediler mi? Bunlara bakıp düşün­dükleri takdirde yaratıcının kudretine, bir ve yüce olduğuna, emir sahibinin büyüklüğüne ve kendilerine bunları tebliğ eden kimse­nin verdiği haberlerin doğruluğuna'şahid olacaklardır. Ecellerinin yaklaşmış olduğuna bakıp da hakkı istemek, ölüm ansızın gel­mezden önce kendilerini kurtaracak olana yönelmek, azaptan ön­ce kurtuluş çarelerine başvurmak imkanları olsun diye hiç dü­şünmüyorlar mı?

«Acaba ondan sonra hangi söze iman edecekler?» Ayetteki «ondan sonra» zamiri ya Kur'an'a ya da daha önce söz konusu olan düşünmeye racidir. Yani ya «Açıklaması daha önce geçen bu • habere inanmadıktan sonra hangi söze iman edecekler?» veya «Acaba Kur'an'a inanmadıktan sonra hangi söze iman edecek. îer?»

Bazı müfessirler bu zamirin Hz. Peygamber'e raci olduğunu söylemişlerdir. Yani «Hz. Mufıammed'e inanmadıktan sonra kimin sözüne iman edecekler?»

(186) «Allah kimi doğru yoldan saptırırsa...»

Bu ayet bir öncekini pekiştirmektedir. Yani apaçık ayetler­den gafil oldukları için Allah Teâlâ onları saptırmaktadır. Allah kimi doğru yoldan saptmrsa artık onu hakka iletecek, onu sapık­lıktan ayıracak kimse bulunamaz. Allah o kimseleri azgınlıkları ve şaşkınlıkları içinde bırakır. Yani mütehayyir, mütereddid ve is­tikrarsız bir halde azgınlıkları içinde bırakır. Öyle ki herhangi bir yol bulup da çıkamazlar. [97]

 

Kıyametin Kopuşu

 

(187) «Senden kıyametin ne zaman kopacağını sorarlar...»

Bu Ayetin Tefsiri:

Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber'den (s.a), sürekli olarak kıyametin ne zaman kopacağım sorarlardı. Katade'den rivayet olunduğuna göre bir gün Kureyşliler, Hz. Peygamber'e «Seninle aramızda akrabalık vardır. Bu yüzden kıyametin ne zaman kopa­cağını gizlice bize söyleyiver» derler ve bunun üzerine bu ayet na­zil olur.

İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre Cebel bin Ebi Kuşeyr ve Şem'un bin Zeyd adlı iki Yahudi Hz. Peygamber'e (s.a): «Ey Muhammedi», derler, «Kıyametin ne zaman kopacağını söyle.. Çünkü biz onun ne zaman kopacağını biliyoruz.» Bunun üzerine de bu ayet nazil olur. Yani «Senden kıyametin ne zaman kopaca­ğını sorduklarında onun ilminin Allah katında olduğunu söyle.»

Kur'an'da kıyametin «saat» kelimesiyle karşılanması onun an­sızın ve herkes gaflet içindeyken gelmesi veya kıyamette mahluka-tm hesabının bir anda görülmesi nedeniyledir.

îbn Abbas, «Eyyâne mursaha» ifadesine «Kıyametin kopması nezemandır? Kıyametin nihayeti ne zamandır?» şeklinde bir an-lam vermektedir. Yine 6, «saaUi mahlukatın öldüğü an olarak yorumlamaktadır. Bu takdirde ayet şu anlama gelmektedir: «Ey Muhammedi Onlara de ki: Kıyametin ne zaman kopacağı ile ilgili bilgi Rabbimin kalındadır. O zamanı Allah'tan başkası bilemez.»

Allah Teâlâ kıyametin ilmini zatına tahsis etmiş, hiç kimseyi ona.muttali kılmamıştır. Nitekim meşhur iman hadisinde Cebrail, Hz. Peygamber'den (s.a) kıyametin haberini vermesini isteyince Hz. Peygamber, «Bu konuda kendisine sorulan, sorandan daha bil­gili değildir» demiştir.

Müdekkikler kıyametin ne zaman kopacağının Allah'tan başka kimse tarafından bilmemeyisin:, mahlukatın sürekli korku ve sa­kınma atmosferinde bulunmasının istenmesi nedeniyle açıklamak­tadır. Çünkü mahlukat kıyametin ne zaman kopacağını bilmediğin­den sürekli korku içinde olur ve böylece bu onları taat ve tevbeye daha fazla çeker, günahtan da o derece uzaklaştırır.

«Onu, zamanı geldiğinde ancak O açığa çıkaracaktır...»; Mü-cahid, bu ifadeyi, onu ancak Allah'ın getireceği, şeklinde yorumla­mıştır. Süddi ise, yani «Kıyameti zamanında ancak o gönderir» demiştir. Bu takdirde ifadenin anlamı şöyle olur: «Kıyametin ta­yin edilmiş olan vaktini ancak Allah belirtir. Allah'tan gayrisi bu­na güç yetiremez.»

«Kıyamet göklerde ve yerde (dehşetli oluşundan ötürü) ağır basmıştır.» Yani kıyametin emri ağır basmış ve onun ilmi yerin ve göklerin ehline gizli kalmıştır. Çünkü bizden olan her şey şid­detlidir.

Hasan Basri, «Kıyamet geldiğinde ağırlaşır, yerin ve gökle­rin ehline büyük gelir» demektedir. Daha sonra da «Böyle olur; zira orada ölürler ve bu da kalplerine ağır gelir» diye eklemiştir.

«Size ansızın gelecektir» şeklindeki bu cümle kıyametin ani­den insanlar tam gaflet içindeyken kopacağını ortaya koymakta­dır.

Ebu Hureyre'den gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a) söyle buyurmuştur: «Andoîsun, kıyamet iki kişi satılık kumaşlarım aralarında yaymışken ve daha onun pazarlığını bitirip onu dürmeden kopacaktır. Kişi devesinin sütünü sağmışken ama daha onu içemeden kıyamet kopacaktır. Andoîsun, kişi kuyusunu temizleyip onun suyunu daha içemeden, yemek yiyen lokmasını ağzına kaldırıp daha onu ağzına atamadan kıyamet kopacaktır.» (Buhari, Müslim)

«Sanki onu (kıyametin ansızın kopacağım) biliyormuşsun gi­bi senden soruyorlar,» Bu ifade Hz. Peygamber'in (s.a) kıyame­tin ne zaman kopacağını bilmediğini ortaya koymaktadır. Ayrıca sadece Hz. Peygamber'in değil, diğer peygamberlerin de bunu bil­medikleri ortaya çıkmaktadır. Bu anlam Tenvir'ul-Mikbas'a göre verilmiştir.

Tenvir'ul-Mikbas, «hafiyyun» kelimesini «alimun» anlamında olduğunu söylerken, bazıları da bu kelimeyi «cahilun» anlamında yorumlamışlardır. Yani «Sanki onu (kıyametin ne zaman kopaca­ğını) bilmiyormuşsun ya da ondan gafilmişsin gibi senden soru­yorlar.»

Bazıları ise bu kelimeyi «şefkatli» karşılığında nıânâlandır-maktır. Yani «Sanki sen onların hakkında şefkatli imişsin gibi kıyametin ne zaman kopacağını sana soruyorlar.»

İbn Abbas. «Sanki seninle onlar arasında bir sevgi var ve sen sanki onların dostu imişsin gib'i senden soruyorlar» şeklinde bir anlam vermiştin Yine o şöyle demiştir: «Halk, Hz. Peygamber'e kıyametin ne zaman kopacağını sorduğunda, tıpkı kendileri hak­kında-onun şefkatli davrandığını gören bir topluluk tarzında sor­muştu. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Hz. Muhammed'e: «Onun ilmi ancak Allah kalındadır ve onun ilmini ancak Allah bilir. Onun bilgisine ne bir meleği ne de bir peygamberi muttali kılmamıştır» diye vahyetmiştir.»

«De ki: Onun ilmi ancak Allah'ın katındadır. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.» Ayetin bu bölümü, kıyametin ilminin Al­lah'a mahsus olduğunu ikinci kez ortaya koymaktadır. «Senden kıyametin ne zaman kopacağım sorarlar» cümlesiyle, «Sanki onu biliyormuşsun gibi senden sory.yorlar» cümlesinin bir tekrar ol­duğu sorulabilir. Ancak burada bir tekrar sözkonusu değildir. Zi­ra birinci cümle kıyametin kopma zamanı ile, ikincisi ise kıyame­tin durumu, ağırlık ve şiddetiyle ilgilidir. Bu yüzden burada tek­rar yoktur. Yine ilk cümlede «Onun ilmi ancak Rabbimin kalında­dır», ikincisinde «Onun ilmi ancak Allah'ın kalındadır» denilme­si arasında bir fark olup olmadığı sorulabilir. Evet, çok ince bir fark vardır. Birinci soru kıyametin kopma zamanı ile ilgili oldu­ğundan «Onun kopma zamanının ilmi Rabbimin kalındadır» de­nilmiş, ikinci soru da kıyametin durumu, ağırlık ve şiddetiyle il­gili olduğunda «Onun ilmi ancak Allah'ın kalındadır» denilmiştir. Çünkü «Allah» lafzı Cenab-ı Hakk'ın en yüce isimlerindendir. İn­sanların çoğu kıyametin kopma zamanının ve hallerinin ilminin Allah katında olduğunu bilemezler. Çünkü Allah onun ilmini ken­dine tahsis etmiştir. Bu yüzden kıyametin kopma zamanını sor­maktadırlar. Bazı alimler de bu ifadenin yorumunda insanların çoğunun kıyametin kopmasına dair olan ilmin gizlenme nedenini bilmezler. Yani kıyametin kopma vaktinin niçin halktan gizlendi­ğini bilmezler, demişlerdir. [98]

 

Meal

 

188- De  ki:   «Allah'ın   dilediğinden   başka  kendim  için  ne bir zararı   (defedebilme)   ne  de  bir  yarar sağlayabilme gücüne sahibim. Eğer gaybi bilseydim, hayırdan  çoğunu edinirdim. Ba­na hiç bîr fenalık da dokunmazdı. Fakat ben ancak iman eden bir topluluk için korkutan ve müjdeleyen bir peygamberim.

189- O sizi bir nefisten yaratan ve aynı zamanda sükûne­te kavuşması için ondan eşini de yaratandır. Eşiyle birleştiğin­de eşi hafif bir yük yüklendi. Onunla gidip geliyordu. Yükü ağır-laştığında her ikisi de Rablerini çağırdılar: «(Ey Rabbimiz)  eğer bize salih bir evlat verirsen elbette şükredenlerden olacağız» de­diler.

190- Allah onlara salih bir evlat verdiğinde onlar, Allah'ın kendilerine verdiğinde ona ortaklar koştular. Oysa Allah onların şirk koşmalarından pak ve yücedir.

191- Hiç bir şey yaratmayan şeyleri   (putları, Allah'a)   or­tak mı koşuyorlar? Oysa onların kendileri yaratılmıştır.

192- Onlar   (putlar)   ne  tapanlarına ne de kendilerine hiç bir şey yardım edemezler.

193- Eğer  onları  hidayete  davet  ederseniz onlar size  tabi olmazlar.  Onlan çağırmanız veya susmanız sizin için birdir.

194- Kuşkusuz Allah'tan başka çağırdıklarınız da sizin gi­bi  kullardır.  Eğer doğrulardan iseniz onlan çağırın da size ica­bet etsinler.

195- Acaba onların yürüyecek ayaklan,   (birşey)   tutan el­leri, görür gözleri veya işitir kulakları mı vardır? De ki: cf(AIlah'a) ortak koştuğunuz putlan çağırın.  Sonra bana  tuzak kurun   ve (ne yapmaya gücünüz yetiyorsa)  bana fırsat vermeden yapın.» [99]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(188)   «De ki: Allah'ın dilediğinden başka, kendim için...»

İbn Abbas'ın rivayet ettiğine göre, Mekkeliler: «Ey Muham­medi Niçin Rabbin ucuz olan mallan pahalılaşmadan önce sana haber vermiyor ki böylece sen o malları satın alıp kıtlık zamanın­da onlardan kâr edebilesin? Ya da niçin kıtlık olarak ülkeyi sana bildirmiyor ki sen daha kıtlık gelmezden Önce oradan göç edip bolluk içindeki ülkelere gidebilesin?» dediklerinde Allah Teâlâ da Hz. Muhammed'e onlara şunları söylemesini emreder: «De ki: Kendim için bir yarar sağlamak benim gücüm dahilinde değildir ki kârlı bir işi alayım da sonra çok kârlı satabileyim. Veyahut kıt­lığın başgöstereceği bir yerden göç edip bolluk olacak bir ülkeye gidebileyim. Benim kendimden bir zararı defetmeye gücüm yok­tur. Rabbim neyi dilerse benim gücüm ona yeter.» [100]

 

Gayb Île İlgili Mülahazalar

 

Fahruddin Razi mezkur ayette birçok meseleler olduğunu söy­lemektedir :

Birinci Mesele: Bu ayetin önceki ayetle olan ilişkisi hakKin-da birçok vecih vardır:

a) «Kendim için ne bir zararı (defedebilme) ne de bir ya­rar sağlayabilme gücüne sahibim» ifadesi «Gaybı bilmem. Ben sa­dece bir korkutucu ve müjdeciyim» ifadesi gibidir. Nitekim Yunus süresindeki şu ayet te aynı şekildedir: «Eğer doğrulardansanız b va'd ne zaman vuku bulacaktır? diyorlar. De ki: Allah'ın dilemesi dışında ben kendim için ne bir zararı (defedebilme) ne de bir ya­rar sağlayabilme gücüne sahibim. Her ümmetin bir eceli var­dır (...)» (Yunus: 48-49)

b) Rivayet olunduğuna   göre   Mekkeliler,   «Ey Muhammedi Rabbin sana bolluk ile pahalılığı niçin haber vermiyor ki böylece biz de ona göre alışveriş yapıp kâr edelim. Sana niçin bolluk ola­cak ülkeyi bildirmiyor ki biz oraya gidelim de mal getirelim» de­diklerinde Allah Teâlâ bu ayeti indirmiştir.

c) Bazı müfessirler ise şöyle   demişlerdir:   Hz.   Peygamber, Beni Mustalik gazvesinden dönerken şiddetli bir rüzgâr eser ve develer kaçışır. Bu sırada Hz. Peygamber (s.a) Medine'de Rifa' adlı bir münafığın Ölmüş olduğunu haber verir. Bu haber ordunun içindeki diğer münafıkları öfkelendirir. Daha sonra Hz. Peygam­ber (s.a) «Devemin nerede olduğuna bakınız» diye buyurunca, Ab­dullah bin Ubey, diğer münafıklarla birlikte, -«Siz bu adama hayret etmiyor musunuz? Medine'deki birinin ölümünü haber veriyor da devesinin nerede olduğunu bilmiyor» diye Hz. Peygamber ile alay ederler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, münafığın bu sözlerini ak­tararak, «Devem şu derededir. Onun yuları bir ağaca takılmıştır» diye buyurur ve gidenler gerçekten de deveyi tarif edildiği şekil­de bulurlar. Allah Teâlâ da mezkur ayeti indirir.

İkinci Mesele:

Kavmi Hz. Peygamber'den (s.a.) gaybten haber vermesini ve kendilerine bol servet ve büyük güç sağlamasını istediklerinde, O onlara «Benim kudretim zayıf, ilmim azdır. Kul olan herkes böy­ledir. Kamil kudret her şeyi kapsayıcı ilim ancak Allah'a aittir. Kul isterse peygamber olsun bu kudret ve üim onda nasıl mey­dana gelebilir?» diye karşılık vermiştir.

Ehl-i Sünnet, amellerin yaratılışı meselesinde, bu ayetle istidlal etmiştir. Zira iman bir yarar, küfür ise zarardır. Kul kendisine ne bir yarar sağlayabilir ne de bir zararı kendisinden defedebilir. Dolayısıyla bunların her ikisi de ancak Allah'ın dilemesiyle olur. Daha önce de belirtildiği gibi, küfür üzerindeki kudret eğer imana müsait değilse o kudretin yaratıcısı onun sahibine küfrü irade et~ miş demektir. Şayet imana müsait ise ondan küfrün sadır olması mümkün değildir. Ancak dileyen kimsenin haris olması durumun­da bu mümkündür. Ki o takdirde de o kimsenin yaratıcısı onun küfrünü irade etmiş olmaktadır. Böylece tüm takdirlere binaen kulun kendine bir yarar sağlayamayacağı ve de kendinden bir za­rarı defedemeyeceği ispat olunmuştur.

Kadı Beyzavi buna birkaç yönden itiraz etmiştir*

a) «De ki: Allah'ın dilediğinden başka kendim için ne bir za­rarı (defedebilirim), ne de bir   yarar   sağlayabilme   gücüne sahi­bim» ifadesi lafız bakımından umumiyet ifade ediyorsa da biz ayetin sebebi nüzulünün kafirlerin «Ey Muhammedi Niçin Rabbin sana kıtlık olmazdan önce fiyatların ucuzlayacağı zamanı söylemi­yor ki sen de biz de ucuz mal alıp.o zaman kâr edebilelim» deme­leri olduğunu belirtmiştik. Dolayısıyla umumiyet ifade eden ayetin lafzi sebebleri nüzul üzerine hamledilir. Yani tahsis yapılmış olur. Menfaat (yarar) ile mal edinmek, zarar ile de kıtlık zamanı, has­talıklar vesaire kastedilmektedir.

b) Bu ayet ile Hz. Peygamber'in (s.a) gayb ile ilgili konularda kendine bir yarar sağlayamayacağı ve bir zararı kendinden defedemeyeceği anlatılmak istenmiştir. Bunun delili «Eğer gaybı bilseydim hayırdan çoğunu edinirdim» ifadesidir.

c) Yani, kendime zarardan ve yarardan ancak Allah'ın izin verdiğine güç yetirebilirim. Allah neyin üzerine kadir olmamı di-lemişse, hangi şey hakkmda bir imkân vermişse bana, ancak ona       I güç yetirebilirim. Dolayısıyla bu ifadeyle Hz, Peygamber'in (s.a) AİIah kendisine izin vermedikçe hiçbir şeye kadir olmadığı anla­şılmaktadır. Yani ona kudret verirse o zaman kadir olabilir.

Beyzavi'nin cebr mezhebini reddetmek için öne sürdüğü iti­razların tümünün lafzın zahirinden sapmak olduğu bilinmelidir. Oysa biz doğru mânanın ayetin lafzının zahirine delâlet ettiğini kesin bir surette ve aklî delillerle ortaya koymuştuk. Buna rağ­men böylesine cevablara nasıl başvurulabilir, bilinmez?  [101]

(Fahruddin Razi'nin cebr görüşünün daha önce Alusî ve diğer müfessirlerden yapılan nakillerle tenkid edildiği unutulmamalı­dır.)

Hz. Peygamber (s.a) Gaybı Bilebilir mi?

Üçüncü Mesele :

Hz. Peygamber'in gaybı bilmediği hususunda «Eğer gaybı bil­seydim hayırdan çok edinirdim» sözüyle istidlal edilmiştir. Bura­daki «hayr» ile kastedilenin ne olduğu hususunda alimler ihtilafa düşmüşlerdir:

1) Bazıları, bununla dünyanın menfaat ve hayırları ile dün­yanın afet ve zararlarının defi kastedilmektedir, demişlerdir. Bu takdirde mezkur yoruma göre bunun içine bolluk ve kıtlıkla kâr ve kazançla ilgili her şey girmiş olmaktadır.

Bazıları ise bununla maksadın din işleriyle ilgili iyiliklerin kastedildiğini söylemişlerdir. Yani «Eğer gaybı bilseydim hak dine davetin kime tesir edeceğini kime etmeyeceğini bilirdim. O takdir­de de onu veya şunu dine davet etmekle meşgul olmazdım.»

Bazı müfssirler de ayet ile onların sorularının cevabıyla ilgili şeylerin kastedildiğini söylemişlerdir. Bu görüşe göre ayet şöyle anlaşılır: «Eğer gaybî bilseydim hayırdan ve kıyametin kopacağı vakit gibi sorduğunuz soruların cevablartndan çoğunu edinirdim.)}

Vahidi, «Bana hiçbir fenalık da dokunmazdı» cümlesinin müs­takil bir cümle olduğunu söylemektedir. Yani «Eğer gaybı bilsey­dim hayırdan çoğunu edinirdim» cümlesi orada kesilmekte ve bu cümle mustakillen başlamaktadır. Bu takdirde anlam, onlar pey­gamberi delilikle suçladıklarından ((Bende herhangi bir delilik yoktur» şeklinde olur. Nitekim daha önce «Arkadaşınızda (Mu-hammed'de) herhangi bir delilik yoktur» cümlesinde bu mesele izah edilmişti.

Bana göre Vahidi'nin bu tevili. Çin'den daha uzaktır. Çünkü öyle olduğu takdirde ayetin nazmının çözülmüş olması gerekmek­tedir. Oysa ifadelerin hepsi biri diğeriyle irtibatlıdır.

2) Mezkur cümle, ilk cümlenin tamamlayıcısıdır. Yani «Eğer gaybı bilseydim hayrın bilgisinden çoğunu edinir ve böyle­ce serden korunurdum. Öyle bir durumda olurdum ki bana her-hangi bir zarar dokunmazdı. Madem ki hal böyle değildir, o halde gaybın ilmi benim yanımda değildir.»

Hz. Peygamber (s.a), «Allah beni neye kadir kılarsa ancak ona kudretim yeter ve neyin ilmini bana verirse sadece onu bile­bilirim» dedikten sonra «Ben iman eden bir topluluk için ancak bir korkutucu ve müjdeleyiciyim» buyurmuştur. «Nezir» kelimesi mübalağa ifade eder ve «korkutucu» anlamındadır. «Beşir» keli­mesi de aynı şekilde mübalağa ifade eder ve «müjdeleyici» demek­tir. Yani vaciblerin yapılmasına ve günahların terkedilmesine kar­şılık seyabın çokluğunu müjdelemektedir.

«îman eden bir topluluk için» cümlesi iki şekilde yorumlan­mıştır. Birincisi, Hz. Peygamber müminler için müjdeleyici, kafirler için korkutucu olmasına rağmen kafirlerden bahsedilmemiştir. Çünkü birinin zikredilmesi diğerini de ifade etmiş olmaktadır. Ni­tekim «Sizi sıcaktan koruyan elbiseler kıldı» (Nahl: 81) denilir­ken «hem sıcaktan hem de soğuktan koruyan elbiseler kıldı» de­nilmek istenmiştir. İkincisi, Hz. Peygamber (s.a) her ne kadar ge­nel anlamda hem korkutucu hem de müjdeleyici ise de onun inzar ve tebşirinden sadece müminler yararlanır. Allah Teâlâ bu neden­le müminleri zikredip kafirleri zikretmemiştir.

Alusi, «linefsi» kelimesindeki «lam» harfinin (Ebu'l-Beka'nm da dediği gibi) ya «la emliku» fiiline ya da «nefan» kelimesine hal olan ve hazfedilmiş bir kelimeye taalluk ettiği görüşündedir. Yani «Bunlara hiçbir zaman güç yetiremem. Ancak Allah'ın dilediği bir zaman müstesna» veyahut «Allah beni bir işi yapmaya muvaffak kılarsa o zaman ben onu kendi isteğimle elde edebilirim.» Dola­yısıyla buradaki istisna «istisna-i muttasıl» olarak kabul edi­lir. [102]

İbrahim el Guranî, ayette kulun kudretinin Allah'ın izni ve di­lemesiyle tesir edebildiğine işaret vardır, demektedir.

Bazıları da cümledeki istisnanın «istisna-i munkati» olduğu görüşündedir. Yani, onlardan sadece Allah'ın dediği olur. Bu yo­ruma göre peygamberlerin acziyeti ortaya konmaktadır. Dolayısıy­la bu ifade Hz. Peygamber'in kıyametin ne zaman kopacağını bil­mekten aciz olduğunu göstermek için kullanılmıştır. Emrin tek­rar edilmesinin nedeni, cevabın şanına verilen önemi vurgulamak ve müstakil olup birinci cümleden ayrı olduğuna dikkati çekmek içindir.

Bu ayet ile Hz. Peygamber'in (s.a) gaybtan haber verdiğine dair sahih olarak gelen birçok hadis çelişmez mi? Çünkü ayette Hz. Peygamber'in (s.a) gaybı bilmediği ifade edilirken birçok sa­hih hadis Hz. Peygamber'in gaybten haber verdiğini ve bunların da doğru çıktığım bildirmektedir. Ancak hadislerde bildirilen olay­lar Hz. Peygamber'in mucizelerinden sayılmıştır. Fakat yine de bu cevab hakkında müfessirler ihtilaf etmişlerdir. Bazıları ayette ahkam ile aralarında herhangi bir ilgi bulunmayan zararların def ini ve yararların celbini ifade eden gayb bilgisinin peygamberler­den nefyedildiğini öne sürmüşlerdir. Yani onlara göre Hz. Peygam-beri'n haber verdiği gaybi bilgiler bu kısma girmemektedir. Nite­kim öteki tür gaybî bilgiye vakıf olmamak ise Hz. Peygamber'in (s.a) yüce mertebesine bir noksanlık getirmez.

Enes ve Hz. Aişe'den rivayet-olunduğuna göre, Hz. Peygam­ber (s.a) hurmaları aşılayan kimselerin yanından geçerken onla­ra aşı yapmadıkları takdirde hurmaların daha verimli olacağını söyler. Ancak hurmalar cılız ve çekirdekleri olmamış bir şekilde çıkarlar. Hz. Peygamber (s.a), oradan başka bir geçişinde onlara hurmaların niçin böyle olduğunu ve aşı yapıp yapmadıklarım so­rar. Onlar da Hz. Peygamber'in daha önceki bir tarihte kendileri­ne şöyle şöyle dediğinden dolayı aşı yapmaktan vazgeçtiklerini söy­lerler. Bu sefer, Hz. Peygamber (s.a), «Siz dünya işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz» der. (Müslim) Başka bir rivayette ise Hz. Pey­gamber (s.a), kendisine hurmaların iyi yetişmemiş olduğu söyle­nildiğinde şöyle buyurur: «Şayet sizlere dünya işlerinizle ilgili bir şey söylersem o sizin bileceğiniz bir şeydir. Ama dininizle ilgili bir şey emredersem o bana aittir.» Bu bakımdan Hz. Peygamber'in dünya işlerini bilmemesinin onun mertebesinin yüceliğine delâlet ettiği söylenmiştir. Çünkü dünya Allah katında bir değer taşımaz. O sadece bir araçtır, amaç değil.

Bazı müfessirler bu ayetin Hz. Peygamber'in daimi olarak gaybı bilmediğini gösterdiğini söylemişlerdir. Çünkü «kâne» fiili süreklilik için kullanılır. Yani Hz. Peygamber daimi olarak kendi için yarar sağlayamaz ve kendinden zararlıyı defedemez. Ancak ba­zı istisnalar hariç. Kimi müfessirlere göre de buradaki «gayb» ile kıyametin kop­tuğu vakit kastolunmaktadır. Nitekim yöneltilen soru bunu orta­ya koymaktadır. Hz. Peygamber onun vaktini kat'î surette bilme­diği gibi hiçbir zaman da ondan haber vermemiştir. Bu yoruma göre hayr ve şer buna münasib şekillerde tefsir edilir. Mesela so­ru yöneltenleri eğitmek ve risalete dil uzatanları susturmak gibi.

Bazıları «eî-Gayb» kelimesindeki «eliflam»m istiğrak mânâsın­da olduğunu, yani Hz. Peygamber'in (s.a) her çeşit gaybı bilmedi­ğine işaret ettiğini söylemektedir. Nitekim gaybın öyle bir kısmı vardır ki onu Allah'tan başkası bilemez ve Allah da onu kimseye bildirmemiştir. Mesela, zatının künhü ve hakikati, kıyametin kop­ma vakti vs. Fakat Allah'ın kullarına bildirdiği bazı gaybî haber. ler vardır ki bildirildikten sonra onlar gayb olmaktan çıkmıştır-, lar.

«Lübbü't-Tevü» adlı tefsirinde Hazin tarafından bu itiraza ve­rilen cevablar arasında, Hz. Peygamber'in bu sözü muhtemelen tevazu ve edeb gereğince söylediği tasrih edilmiştir. Yani «Ben gaybi ancak Allah'ın beni ona muttali kılması, onu bana takdir etmesi durumunda bilebilirim.» Hz. Peygamber (s.a), Allah gay­bı kendisine bildirmezden önce bu sözü sarfetmiş olabilir. Kendi­sini gaybe muttali kıldığında ise gaybten haber vermiştir. Veya­hut bu söz, yöneltilen soruya cevab. niteliğinde sarfedilmiş olabi­lir. Yani bu olaydan sonra Allah Teâlâ onu gaybın birçok şeyine muttali kılmıştır. Kİ böylelikle bu ona bir mucize olsun ve risaletinin hak olduğuna delâlet etsin.

Hazin'in bu cevablarından etraflıca bir tefekkür varsa da ön­ceki cevaplar, bazı muhakkiklerin de dediği gibi, daha kuvvetli­dir. [103]

 

Havva Annemizin Yaradılışı

 

(189) «O sizi bir nef siten yaratan ve aynı zamanda sükûnete kavuşması için ondan eşini yaratandır...»                        

Bizim kendilerinden neşet ettiğimiz ilk insanlar Adem ile Hav­va'dır. Tüm insanlar onlardan türemişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ, «Ey insanlar! Sisleri bir erkekle bir dişiden yarattım. Sisi şube ve kabilelere ayırdım ki tanışasınız. Kuşkusuz Allah katında sizin en şerefliniz en muttaki olanınızdır.» (Hucurat: 13) buyurmuş­tur.

«Eşiyle birleştiğinde eşi hafif bir yük yüklendi,» yani meni onun rahmine indi ve o yükle dolaşıp durdu. Yükü ağırlaşıp belir­gin hale gelince, (doğum zamanı yaklaşınca) Adem ile Havva, Al­lah'a şöyle yalvardılar: «Eğer bize bizim gibi boyu poşu ve asala­rı düzgün bir çocuk verirsen kuşkusuz bize vermiş olduğun nimet­lerden dolayı sana şükr edenler den' oluruz.»

Müfessirlerin naklettiklerine göre Allah, Adem ile Havva'yı yeryüzüne indirdiğinde Adem'in nefsine şehveti ilka etti, o da Hav­va ile birleşti. Havva bu birleşmeden hamile kaldı. Yükü ağırla-şmca İblis gelip «Senin karnında ne olduğunu bilir misin?» diye sordu. Havva bilmediğini söyleyince, İblis, «Korkarım ki o bir hay­van, köpek ya da domuz olacak. Hiç görmüyor musun ki yeryü­zünde köpekten, domuzdan başka bir şey yoktur)) dedi. Havva, «Ben de bundan korkuyorum» diye cevab verdi. İblis, «Onun ne­reden çıkacağını biliyor musun? Önden mi arkadan mı? Yoksa senin ölümüne sebeb olacak şekilde karnın deşilerek mi?» dedi. Havva onun bu sözlerinden korkuya kapılarak bunları Adem'e ak­tardı. İkisi de sürekli bu derin üzüntü içinde tasalanıyorlardı. Son-,ra İblis, yeniden Havva'ya geldi ve şöyle dedi: «Ben Allah tarafın­dan geliyorum. Benim O'nun katındaki derecem çok büyüktür. Şa­yet sen onun da kendin gibi tam bir insan olması için yalvarır, doğumu hakkında sana bir kolaylık ihsan etmesi için yakarırsan ve ona Abdulharis ismini verirsen o yaşayacaktır.» (El-Haris, îb-lis'in melekler arasındaki ismiydi.) Havva bu durumu Adem'e söylediğinde, Adem, «Belki de o sana gelen, cennetten kovulmamı­za sebep olan kimsedir» dedi. tblis yine Havva'ya geldi ve bu gelip gitmeler onları aldatana değin sürdü. Onlar da çocukları do­ğunca ona «Abdulharis» ismini verdiler.

İbn Abbas'tan nakledilen rivayete göre, Havva çocuk doğur­dukça ona Abdullah, Ubeydullah, Abdurrahman gibi isimler verir. Ama her defasında da çocuklar yaşamaz. Sonunda İblis onlara gelerek «Çocuğunuzun yaşamasını istiyorsanız eğer, ona 'Abdulha- ris' ismini verin» der. Onlar da doğan çocuklarına «Abdulharis» ismini verirler ve çocuk yaşar.

Semure bin Cündub, Hz. Peygamberden şöyle rivayet etmek­tedir: «Havva gebe kalınca İblis sürekli ona gelip gidiyordu. Hav­va'nın doğan çocukları yaşamadığı için İblis ona doğacak çocuğu­na «AbdulJıaris» ismini vermesini söyler. O da doğan çocuğuna 'Abdulharis' ismini verir ve çocuk yaşar. Bu, İblis'in ona vesvese vermesinden ve onun emrinden idi.» (Bu hadisi Tirmizi rivayet et­miş ve bu hadise Hasen-Garib demiştir. Sonra da bu hadisi sadece Amr bin İbrahim'in Katade'den naklettiği şekilde bildiğini bildir­miştir.)

(190-193) «Allah onlara salih bir evlat verdiğinde...»

îbn Abbas bu ayetin tefsirinde onlar Allah'a ibadet dışında ortak koştular. Allah'a itaat ettiler ama bunu başkasına itaat et­mek suretiyle yaptılar, demiştir.

Katade, «ibadette değil, isim vermede Allah'a ortak koştular» demiştir.

İkrime, «Adem ve Havva şirke girmemişlerdir. Onların çocu­ğu yaşamadığından, şeytan kendilerine çocuklarının yaşamasını istiyorlarsa ona 'Abdulharis' adını koymalarını söylemiştir. İşte onların şirki bu şekilde olmuştur» demiştir.

Alimler, bu şirkin ibadet hususunda olmadığını söylemişlerdir. Haris onların Rabbi olmamıştır. Çünkü Adem peygamber ma­sumdu ve şirkten korunmuştu. Onlar çocuklarına'Abdulharis' adı­nı vermekle onun Haris'in kulu olduğunu kastetmiş değillerdir. Aksine Haris'in çocuğun kurtuluşunun ve annesinin selametinin sebebi olduğunu kastetmişlerdir. Çünkü «abd» kelimesi her za­man «kul» anlamında kullanılmaz. Nitekim şair «Misafir bende kaldıkça ben onun abdiyim» derken onun hizmetçisi olacağını söylemek istemiştir. Yoksa onun gerçekten kulu olduğunu kastet­miş değildir. Yine.Hz. Yusuf (a.s), Mısır Azizi hakkında «O benim Rabbimdir. Bana güzel bakmıştır» (Yusuf : 23) derken onun ma­budu olduğunu değil efendisi olduğunu kastetmektedir.

Allah Teâlâ, Adem ve Havva hakkında «Onlar Allah'ın ken­dilerine verdiğinde ona ortak koştular» demektedir. Çünkü ebra-rın iyilikleri mukarreblerin kötülükleri gibidir. Ayrıca nübüvvet makamı en yüce makam olduğundan, Allah Teâlâ, onda bu kada­rını bile kınamaktadır. Çünkü sebebe tevessül ederken müsebbibi unutmuşlardır.

İbn Abbas'ın Mücahid, Said bin Cübeyr, İkrime gibi talebele­rinden bir cemaat, ikinci tabakadan Katade, Süddi ve başkaları, seleften ve haleften bir grup, müfessirlerden ve muteahhir alim­lerden bir çoğu bu rivayeti nakletmişler dir. En doğrusunu Al­lah bilir. Bu rivayetin aslı ehli kitabtan alınmış olmalıdır. İbn Ab­bas'ın Ubey bin Ka'b'dan mervi naklini İbn Ebi Hatim şöyle riva­yet etmiştir:

«Havva gebe kaldığında şeytan kendisine 'Bana itaat et ki ço­cuğun sağlam kalsın. Onun adını Abdulharis koy' der. Havva bunu yapmaz ve çocuk doğduktan sonra ölür. Sonra yine gebe kalır. Şeytan aynı şeyi söyler ama o yapmaz. Havva üçüncü kez gebe kalınca İblis, Havva'ya gelip 'Ya bana itaat edersin, çocuğun ya­şar; ya da çocuk bir hayvan olarak dünyaya gelecek» diye onu tehdid eder. Böylece Adem de, Havva da korkar ve ona itaat eder­ler.»

Bu rivayetler, daha önce de belirtildiği gibi, ehli kitabtan alın­madır. Hz. Peygamber (s.a) sahih bir hadiste «Ehli kitab size bir rivayet naklettiğinde onları ne doğrulayın ne de yalanlayın» diye buyurmuştur. [104]

 

Ehl-İ Kitabın Rivayetleri

 

Ehl-i Kitab'tan gelen rivayetler üç kısma ayrılır :

1) Kur'an ve sünnet yoluyla doğruluğunu bildiklerimiz,

2) Kur'an ve sünnet yoluyla yalan olduğunu bildiklerimiz,

3) Ne doğruluğunu ne de yalan olduğunu bilemediklerimiz.

Hz. Peygamber'in (s.a), «İsrailoğulları'ndan nakletmenizde bir sakınca yoktur» hadisi işte bu üçüncü kısma işaret etmekte ve buna izin vermektedir.

Daha önce İbn Abbas'tan nakledilmiş olan rivayet ya ikinci ya da üçüncü kısma aittir. Sahabe ve tabiinden bu rivayeti nakle­denler onu üçüncü kısımda mütalaa etmektedirler.

Ayet ile -ilgili olarak biz Hasan Basri'nin görüşünü tercih et­mekteyiz. O, «Bu siyak ile Adem ve Havva kastedilmiş değildir. Kastedilen Adem'in zürriy etinden gelen müşriklerdir.» demekte­dir. Nitekim Allah Teâlâ ayetin sonunda «Oysa Allah onların şirk koşmalarından pak ve yücedir» buyurmaktadır.[105]  

Alusî, Hasan Basri ve Katade'den gelen bir rivayete dayana­rak «ceala» ve «atâhuma» fiillerindeki tesniye zamirinin nefis ve nefsin eşme raci olduğunu söylemiştir. Yani Adem'in çocukların­dan gelen nefse ve onun eşine racidir. Adem ve Havva'ya değil. Bu görüş aynı zamanda El-Esem'e de aittir. Ona göre «Sizi bir tek nefisten yarattı» ifadesinin anlamı şöyledir: Sizin her birinizi bir nefisten yarattı ve her nefis için onun cinsinden bir eş yarattı. Her nefis eşiyle birleşince eşi hafif bir yük yüklendi. O zaman nefis ve eşi Rablerine yalvararak «Şayet bize uygun bir erkek çocuk verir­sen andolsun ki şükredenlerden Oluruz» dediler' Çünkü onların adetinde, kızları diri diri gömüyorlardı. Allah Teâlâ o anne ve ba­baya istediklerini verince onlar onda Allah'a ortak koştular. Ço­cuklarına Abdullat, Abduluzza vb. isimler koydular. Daha sonra zamir, «Allah onların şirk koşmalarından pak ve yücedir» cümle­sinde hepsine atfolundu. Bu bakımdan ayetin Adem ve Havva ile bir ilgisi yoktur. Ancak ayetin başı okunduğunda insanın aklına ilk gelen anlam onların Adem ile Havva olduklarıdır. Bu yüzden de ayette onlardan başkasının kastedildiğini anlamamak mümkün değildir.

İbn Münzir «El-İntisaf» adlı eserinde, bu şekilde bir yorum yaparak, bu yorumun diğerine nisbetle daha sağlam olduğunu Öne sürmüştür. Ona göre burada kastedilen kadın ve erkek cinsidir. Yani belli bir erkek ve kadın kastedilmemiştir. Daha sonra o, (Al­lah Teâlâ daha iyisini bilir) ayete şöyle bir mana vermektedir: «O Allah ki sizleri bir tek cins olarak yarattı. Eşlerinizi de kendi­leriyle sükûnet bulaşınız diye sizden kıldı. Erkek olan cins, eşiy­le birleşince bu iki cinsten şöyle şöyle oldu...« Burada sözün cin­se nisbeti her ne kadar içlerinde tevhid ehli varsa da, onların müş­rik olmalarından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla sözün cinse iza­feti caizdir. Nitekim «Temimoğullan öldürdüler» denilir. Öldüren aslında hepsi değil, içlerinden biri veya ikisidir.

Ebü Müslim, ayetin başının Adem ve Havva için olduğunu söylemektedir ki zahir de budur. Nitekim Adem ve Havva hadise­si, «... ve aynı zamanda sükûnete kavuşması için ondan eşini de yaratandır» cümlesinde son bulmaktadır. Daha sonra Adem'in ço-cuklanndan müşrik olanlar söz konusu edilmiştir. Umumun zik­redilip sonra aralarından bazısının tahsisi caizdir. Ancak görül­düğü gibi Ebu Müslim'in bu yorumu zayıftır.da «ceala» fülindeki tesniye zamirinden Adem ve Havva'ya raci olmasını ve bu sözün de olumsuz soru kabilinden bulunmasını caiz görmüşlerdir. «Yuşrikûn» fiili ise müşriklere racidir. Çünkü onlar, «Âdem putlara tapardı. O da bizim gibi şirk koşardı» diye iddiada bulunuyorlardı. Allah da onların bu iddiasmı reddetti. Bu, tıpkı bir kimseye çokça iyiliklerde bulunan birine, «iyilik yaptığın o kimse sana eziyyet ve zarar vermek istiyor» de­nildiğinde onun, «Ben ona bunca iyilik yaptıktan sonra mı bana zarar vermeye çalışacak?» demesine benzer. Yani o bana zarar vs. vermeye çalışmaz, demek istemiştir. Bu bakımdan ayette de «Adem böyle yapmaz» denilmek istenmiştir.

Bazı müfessirlere göre, «Sizi yarattı» ifadesiyle Kureyşliler kastolunmuşlardır. Çünkü onlar Kusay'm soyundandırlar. Kusay' dan türemişlerdir. Kusay'm Arap ve Kureyşli bir hanımı vardı. İkisi Allah Teâlâ'dan bir çocuk isterler. Allah da onlara dört oğul .verir. Adlarını Abdu-Menaf, Abduşems, Abduluzza, Abduddar ko­yar. (Abdu'd-Dar ismindeki dar, büyük anlamına gelir ve Kureyş' iri milli meclisi Dar'un-Nedve kastedilmektedir) Şirk koşanlar ile Kusay, hanımı ve kendilerine uyan nesiller kastolunmuştur. Ancak Keşifte bu ihtimal uzak görülmüştür. Çünkü muhatablarm hiçbi­ri Kusay'm nefsinden yaratılmamıştır. Kusay sadece Kureyş'in kendisinde birleştiği atalarıdır. Hanımının Kureyşli olması da doğru değildir. Zira onun hanımı Mekke'nin reisinin kızıydı ve Hu-zaa kabilesindendir. Kureyş ise daha o zamanlar darmadağınıktı ve Mekke'de bulunmuyorlardı. Ayrıca Kusay ile hanımının gebe­lik döneminde Allah'a şükredeceklerini va'dettikleri nereden bi­linmektedir? Onların içlerinde bulundukları küfürden daha aşırı nimet-i küfran mı olur? Bu ayet'i böyle tefsir etmeye çalışan kim­senin durumu, tıpkı bir sarayı onarmak için koca şehri yıkmaya çalışan kimsenin durumuna benzemektedir. Kusay'm müşrik ol­ması da şüphelidir. Zira bazı kimseler Hz. Peygamber'in tüm de­delerinin müşrik olmadıklarını söylemişlerdir.

Bazı müfessirler «lehu»6ahi «hu» zamirinin çocuğa işaret ettiği görüşündedirler. Buna göre, ayet, «Onlar Allah'ın kendilerine verdiği o salîh çocuğun bir benzerini vermesini Allah'tan istediler» anlamını kazanır. Bazıları da bu zamirin İblis'e raci olduğunu söy­lemişlerdir. Yani «Onlar Allah'ın kendilerine verdiği ad hususun­da îblis'e ortaklar getirdiler.» Bu iki yorum da Amidi'nin «Efkâr' ul-Ebkûr» adlı eserinde reddedilmiştir. Çünkü bu iki yorum da örümcek ağından daha zayıftır.

«Abdulharis» adım çocuğa veren Havva olduğu halde ayette «ceala» (ikisi kıldılar) denmiştir. Çünkü Adem, Havva'nın yaptı­ğını onaylamıştı.

Bazı rivayetlerde ise bu ismi Adem ile Havva'nın ikisinin ver­diği nakledilmiştir.

Müdekkiklerden bazıları hadisin bunu teyid etmesi uygun de­ğildir. Zira hadis ayeti beyan edici olarak gelmemiştir. Ay-ıca Adem ile Havva'dan böyle bir şeyin sudur etmesinde de bir garip­lik yoktur. Çünkü bu şirk değildir, demektedirler. Onların maka­mına en uygun olanı aslında böyle bir davranıştan kaçınmalarıydı. En şaşılacak şey, ayetin zahirinden kayma olmasına rağmen yine de bu mânâya hamledilmesidir. Olayda bir şirk olmasına rağmen «şürekâ» (ortaklar) diye çoğul bir ifade kullanılmıştır. Bu, yerme­nin şiddetini artırmak içindir. Çünkü bir ortağı caiz gören, birçok' ortağı da caiz görür. Yani onlar bir ortak koştuğunda birçok or­taklar koşmuş oldular.

«Oysa Allah onların şirk koşmalarından pak ve yücedir» cüm­lesini müstakillen bir söze hamletmek siyak ve sibakı dikkate al­mayı gerektirmektedir. Birçok değerli alim bu hususu açıkça be­lirtmiştir. Bundan dolayı Tayyibi, «Bu görüş en güzelidir ve bun­dan başka güvenilecek bir görüş getirilememiştir» demektedir. Ni­tekim bu nübüvvetin penceresinden iktibas edilmiş, risaletin hu­zurundan gelmiştir. Bilinmektedir ki benim yolum sahih hadise uymaktır. Bu hadisi ben sahih gördüğümden kalemimin küheyla-nını tevil meydanında koşturmaktan çekiyor, onu başkalarının yaptığı gibi (serbestçe) koşturmuyorum.[106]  

(194) «Kuşkusuz ki Allah'dan başka çağırdıklarınızda...»

Yani kuşkusuz ki onlar da Allah'a kul olmaları hasebiyle O'nun emrine boyun eğmek, kendilerine bir yarar sağlamak veya kendi­lerinden bir zararı defetmek itibarıyla, tıpkı sizin gibidirler, Put­ların yarar sağlamak ve zararı defetmek hususunda müşriklerden daha aciz olmalarına rağmen onlara benzetilmeleri müşriklerin kendilerinin aciz olduklarını itiraf etmelerinden ve putların da ya­rar sağlama ve zararı defetme hususunda muktedir olduklarını öne sürmelerinden ileri gelmektedir. Zira onları putlara tapmaya sevkeden işte bu inançlardır.

Bazıları putların insan suretinde yapıldığını ve bu yüzden Al­lah Teâlâ'nın «Bunlar olsa olsa nihayet sizler gibi birer insan olabi­lirler. O halde tıpkı bir kısmınızın diğer bir kısmınız tarafından ibadete layık olmadığı gibi onlar da değillerdir» demek istediğini öne sürmüşlerdir. Dolayısıyla buradaki teşbih (benzetme) dirilik ve akil olma hususunda yapılacak putlara atfedilmektedir

Allah Teâlâ bu ayetle müşrikleri şöyle susturmaktadır: Mabud edindiğiniz bu putlar tıpkı sizin gibi Allah'ın kullarıdır. Üstelik siz onlardan daha mükemmelsiniz. Çünkü sizler dirisiniz. Konuşuyor, yürüyor, dinliyor ve görüyorsunuz. Oysa putlar böyle değildirler. Onlar Allah'a kul olma ve emirlerine boyun eğme hususunda sizin gibidirler. Çağırın onları da size icabet etsinler. Eğer iddia ettiği­niz gibi yarar sağlayabiliyor, zararı defedebiliyorlar ise çağrınıza karşılık versinler.

(195) «Acaba onların yürüyecek ayakları, (bir şey) tutan el­leri...»

Bu ayette, «De ki: (Allah'a) ortak koştuğunuz putlan çağırın» denilerek Hz. Peygamber'e (s.a) onları delil yağmuruna tutması emredilmektedir. Öyle ki susturucu delilleri zaman zaman Öne sürsün; zira Allah Teâlâ daha önce onların ortak koştuğu putların hiçbir şeye güç yetiremez nesneler olduğunu beyan etmişti.

«Ortak koştuğunuz putları çağırın.» Yani onlardan yardım is­teyin. Sonra da siz ve ortaklarınız elinizden geldiğince gücünüz dahilindeki tüm tuzak ve hilelere başvurun. Öyle ki bana bir an bile süre tanımayın. Elinizden geleni de ardınıza koymayın. Zira size hiç aldırmıyorum.

Mukatil daha önce geçen «Kuşkusuz Allah'tan başka çağırdıkla­rınız da sizin gibi kullardır» ifadesinde meleklerin kastedildiği ve meleklere tapan bir kavme seslenildiği görüşündedir. Ancak birin­ci görüş daha doğrudur. Melekler olsun, başka mahluklar olsun, Allah'tan başka kendisine tapılan her şey, kendilerine tapanlar gibi Allah'ın maklukudurlar. Bağımsız olarak kendilerine bir ya­rar sağlamadıkları gibi kendilerinden bir zararı da defedemezler. [107]

 

Meal

 

196- Kuşkusuz ki benim yardımcım Kitab'ı indiren O Al­lah'tır. Salihlerin yardımcısı da O'dur.

197- Allah'tan  başka  çağırdıklarınız   size   yardım  etmeye güç  yetiremezler. Kendilerine de  yardım edemezler.

198- Eğer onları hidayete çağırırsanız işitmezler. Onları sa­na bakar görürsün. Oysa onlar görmezler.

199- Affetmeyi kendine şiar edin.  Marufu   (iyiliği)   emret. Cahillerden yüz çevir.

200- Sana şeytandan bir vesvese gelip  (seni  isyana teşvik ederse)   Allah'a sığın. Kuşkusuz Allah işiten ve bilendir.

201- Gerçek  olan  şudur  ki,  muttakiler şeytandan (gelen) bir vesveseye uğrayınca   (Allah'ın  azabım)    hatırlarlar.   Derhal (hakikati) görürler.

202- (Şeytanların)    kardeşlerine   gelince,   şeytanlar   sapık­lıkta onlara yardım ederler.  Bundan  da hiç geri kalmazlar.

203- Onlara bir ayet getirmediğin zaman, onlar (kendinden onu getirseydin ya)   derler. De ki: «Ben ancak Rabbimdcn bana vahyolunana  tabi  olurum.  Bu   (Kur'an)   Rabbinizden   (kalbleri-niz için)   basiretler, iman eden bir topluluk için de hidayet ve rahmettir.

204- Kur'an okunduğunda onu dinleyin ve susun. Umulur ki rahmet olunursunuz.

205- Nefsinde, Rabbini ya Kararak ve korkarak, sabah ak­şam sessizce an. Sakın gafillerden olma.

206- Kuşkusuz   ki  Rabbinin   katında   bulunan    (melekler) Ona ibadet etmekten böbürlenmezler. O'nu tenzih ederler ve an­cak Ona secde ederler. [108]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(196-197 «Kuşkusuz ki benim yardımcım, Kitab'ı indiren...»

Bu Ayetin Tefsiri

«Kitab» ile «Kur'an» kastedilmektedir. Çünkü «eliflam» ahd içindir. Allah Teâlâ, kendisini, Kur'anı indiren olmakla vasıflan­dırmaktadır. Böylece Hz. Muhammed'in yardımcısı.olduğuna işa­ret etmiştir. Hz. Peygamber (s.a) onlara, adeta, «Allah beni pey­gamber olarak gönderdi. Peygamber olarak göndermek yardımı ve dostluğu iktiza ettiğine göre O, benim yardımcım ve dostum­dur» demiş olmaktadır.

Bazı müfessirler, başka bir sebeb daha göstermektedirler: Siz­lere ve tüm putlarınıza meydan okuyor, hilelerinize hiç aldırmı­yorum. Çünkü benim yardımcım Allah'tır. O Allah ki bana yar­dımcı olduğunu göstermiştir. Oysa o putlarınız, değil sizlere ken­dilerine bile yardım etmekten acizdirler. Onların acziyetini bildi­ren kitab'ı indiren de Allah'tır. O, salihlerin yardımcısıdır. Yardı­mı ile onlan koruması altına alır. Allah'ın yardımı olduktan son­ra ne müşriklerin ne de başkalarının düşmanlığı onlara zarar ve­remez. [109]

 

Salihlerin Kimliği

 

îbn Abbas, «Salihler» ile Allah'a ortak koşmayan ve O'na is yan etmeyen kimselerin kastedildiğini söylemiştir.

Bu ayet salih kimselere övgüyü içermektedir. Nitekim Allah' in himayesine aldığı kimseye hiçbir şey  zarar veremez.

Kadı Beyzavî, «Salih kullan korumak Allah'ın sünneti oldu­ğuna göre O, hiç peygamberleri korumasız bırakır mı?» derken Nesefî, salih kullara yardım edip onları perişanlıktan kurtarma­nın Allah'ın sünneti olduğunu söylemektedir. [110]

 

Allah Salihlerin Yardımcısıdır

 

Ömer bin Abdülaziz hakkmda şöyle bir rivayet nakledilmiş­tir: Çocuklarına hiçbir miras bırakmadığı için Ömer bin Abdulaziz'e bunun nedeni sorulur. Ve o da şöyle der: «Benim çocuğum ya salihlerden ya da mücrimlerden olacaktır. Eğer salihlerden ola­caksa onun yardımcısı Allah'tır. Bu bakımdan onun ne benim ne de başkasının malına ihtiyacı yoktur. Eğer mücrimlerden olacak­sa Allah bir ayetinde «Elbet ben, mücrimlere arka çıkmam» (Ka-sas: 17) buyurmuştur. Bu yüzden ben, Allah'ın reddetmiş olduğu bir kimsenin mühimmatını ıslah etmekle meşgul olamam.»

(198) «Eğer onları hidayete çağırırsanız işitmezler...»

Yani maksadlannı elde edebilmeleri için onları hidayete ça­ğırdığınızda, bırakın size yardımcı olmayı sözlerinizi bile işitmez­ler. Onları sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler. Çünkü on­lar görmekten acizdirler. Onlar akılları sıra Hz. Peygamber'i (s.a) putlan ile korkutmaya çalıştıklarında onların bu korkutmalarına mezkur ayet ile cevab verilmiş olunuyor. Bu takdirde ayetin ma­nası şöyle olur: «O putları sana bakıyorlarmış gibi görürsün. Çün­kü onlara pırıl pırıl parlayan gözler yapılmıştır. Öyle fci, gözleri­ni evirip çeviriyorlarmış gibi şekillendirilmişlerdir. Oysa onlar görmeye kadir değillerdir.»

Müşriklerin tümüne değil de bir kısmına seslenilmesi, putla-n bu şekilde tüm müşriklerinin görmesinin mümkün olmayıp sa­dece putların önünden geçenler için mümkün olduğundandır.

Bazıları «görürsün» şeklindeki hitabın onlara vakıf olan her­kesi kapsadığını, bazıları da bu hitabın Hz. Peygamber'e olduğunu söylemiştir. Buradaki zamir (onlar), putlara değil müşriklere ra-cidir. Yani sen müşriklerin sana baktığını görürsün. Oysa üzerin­de bulunduğun durumda seni (veya delili) görememektedirler. Bu yorum Mücahid ve Süddi'ye aittir.

Hasan Basri'den rivayet edildiğine göre ayette geçen «çağırır­sanız» ile müminlere hitab edilmektedir. Yani «Ey müminler! Şa­yet müşrikleri İslâm'a çağırırsanız size aldırmazlar ve çağrınızı kabul etmezler,» Bu yoruma göre «simai»yi kabul ile karşılamak daha uygundur ve «görürsün» şeklindeki hitabın muhatabı olarak Hz. Muhammed'in kılınması gerekir. Bu ifade de Hz. Peygamber' deki nübüvvetin delilleri, risaletin hüccetleri çok net ve açıktır. Bunun hiç kimseye açık kalmadığına işaret edilmiştir.

(199) «Affetmeyi kendine şiar edin...» .

Bu ayet iki şekilde yorumlanmıştır. İbn Ömer, İbn Zübeyr ve Hz. Aişe ve Mücahid'den gelen yoruma göre «İnsanların ahlâ­kından kolay olanı kendine şiar edin» denmek istenmiştir. İbn Ebi Dünya, İbrahim bin Adem'den bunu fnerfu olarak rivayet etmiş­tir. Bu takdirde «edinmek,» kabul ve rızadan kinaye olur. Yani in­sanların amellerinden hangisi daha kolay ise onu kabul et. Onlar­dan güçleri yettiğince çalışmayı gerektiren ve kendilerine çok me­şakkatli geleni isteme ki senden kaçmasmlar.

İkinci bir yoruma göre, af ile günahların affının kastedilmiş olması mümkündür. Bu görüş seleften bir grup tarafından öne sürülmüştür. Nitekim bunu İbn Cerir, İbn Munzir, ve bazı müfessirlerin Şa'bi'den naklettikleri şu rivayet desteklemektedir: Al­lah Teâlâ mezkur ayeti indirdiği zaman Hz. Peygamber (s.a) «Ya Cebrail! Bu ne anlama geliyor?» diye sorar. O da «Bunu Alim'ül-Mutlak'tan sormadıkça bilemem» diye cevab verir ve gidip geldik­ten sonra «Allah sana zulmedeni affetmeni, seni mahrum edene vermeni, seninle yakınlığını kesene sila-i rahimde bulunmanı em. retti» der. (İbn Merduveyh Cabir'den bunun bir benzerini rivayet etmiştir.)

İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre «afv» ile kastedilen hal­kın mallarından artakalandır. Yani «Halkın sana getirdiği mâllar­dan al» Bu zekât farz olmadan öncedir. Bazıları da «afv» ile na­fakanın fazlasının kastedildiğini söylemişlerdir. Cevheri de ayeti böyle yorumlamıştır. Aynca Süddi de bu görüştedir.

Ebu Şeyh'in Süddi'den rivayet ettiğine göre bu ayet indiğinde kişi malından kendine yetecek miktarda olanım alır ve geride ka­lanını tasadduk ederdi. Daha sonra bu ayet zekât ayetiyle nesho-lunmuştur.

«Marufu emret,» yani iyi ve güzel davranışları tavsiye et, zira bu, halkın kabul etmesine daha müsaittir.

Hazin, «Lübab'ut-Tevibnnde marufu emretmekle Allah'ın, em­rettiklerinin tümü kastedilmiştir, demektedir.

Ata, «maruf, lailaheillallah kelimesidir» demiştir. Ancak bu görüş, bir gerek yokken geneli özelleştirmekten başka bir şey de-ğüdir.

«Cahillerden yüz çevir,» yani sefihlere, sefahat ve hamakatla­rı ile mukabele etme. Onlarla sert bir şekilde mücadele etme, on­lara yumuşak davran. Onlarda hoşuna gitmeyen şeyler gördüğün­de görmemezlikten gel.Süddi'den gelen bir rivayete göre, bu savaştan men emridir. Ancak daha sonra savaş iznini veren ayetle nesholunmuştur.

Düşünen herkes ayette neshi gerektirici bir durumun olma­dığını açıkça görebilir. Üstelik bir çok kimse bu ayetin Kur'an'ın güzel ahlakını ortaya koyan ayetlerden olduğunu söylemektedir. Bu takdirde ayet, «Halk ile güzel muaşereti araştır. Onlara iyi dav­ran, kardeşliği tesis etmede var gücünle çalış. Onlarla iyi geçin. Ayıplarını görmezlikten gel» anlamına gelir. Nitekim Allah Teâlâ' nın müşriklerin bâtıl hareketlerini, kendilerine dayanmanın güç olduğu çirkinliklerini tek tek bildirdikten sonra böyle bir emir vermesinin ne kadar güzel ve hikmet dolu olduğu çok açıktır.

«Cahilin» kelimesinin müşriklere raci olan bir zamirin yerine gelmiş olması, konuşmanın müşrikler hakkında olduğundandır. Böylece Allah Teâlâ, onların sakınmadıklarını tescil ede. ek ken­dilerinden ümidin kesildiğini belirtmiş olmaktadır. Şayet böyle bir yorum yapılırsa ancak sözün siyak ve sibakıyla bir uygunluk sağ­lanmış olur. [111]

 

Şeytan Hz. Peygambere (S.A) Vesvese Verebilir Mi?

 

(200) «Sana şeytandan bir vesvese gelip...»

İbn Zeyd'den gelen bir rivayete göre önceki ayet nazil oldu. ğunda Hz. Peygamber (s.a), «Ey Rabbim! Bu öfke içinde iken na­sıl olur?» der. Bunun üzerine Allah Teâlâ da bu ayeti indirir. Yani «Allah'a iltica et. Bu vesveseyi senden uzaklaştırması için ona sı­ğın. O senin sığınmanı ve yalvarıp yakarmanı en iyi işitendir.»

Bazı kimselerin iddia ettikleri gibi bu ayette peygamberlerin ismet sahibi olmadıklarına ve ayrıca şeytanî vesveselerden, günah işlemekten masun kalmadıklarına herhangi bir delil yoktur. Çün­kü İbn Mesud'dan rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a), «İçinizde kendisine cinlerden ve meleklerden bir arkadaş kılınma­mış olanı yoktur.» diye buyurmuştur. Sahabe, «Ey Allah'ın Resu­lü! Sen de mi?» diye sorunca O, «Evet, ben de. Ancak Allah Teâlâ şeytan üzerinde bana yardım etmiş ve o da bana teslim olmuştur. O bana hayırdan başkasını emredemez» diye cevab vermiştir.

Bazı müfessirler, Hz. Peygamber'e şeytanın vesvese verdiğinin söylenmesini, sarsıntılara sokan öfkenin Hz. Peygamber'de (s.a) meydana gelmesinden kinaye olduğunu Öne sürmüşlerdir. Bu tak­dirde ayette Öfkeden daha çok kaçınma hususu vardır. Öfkenin te­siriyle davranmaktan şiddetle kaçınılması gerektiği için zaman za­man öfkeden kaçınmak emredilmiştir. «Allah'a sığın» emrinde öf­kenin ne derece mahzurlu olduğu anlatılmaktadır. Ayrıca öfkenin zararlarından ancak Allah'a sığınmakla kurtulabileceğine işaret edilmiştir.

(201) «Gerçek olan şudur ki...»

Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet önceki emri pekiştirmektedir. Böylece şeytanın ves­veselerinden sığınmanın muttakilerin, bunu ihlal etmenin ise müc­rimlerin yolu olduğu açıklanmaktadır. Allah'tan sakınmakla nite­lenen kimseler şeytandan kendilerine bir vesvese geldiğinde Allah'a sığınırlar, O'nun bu emrini hatırlarlar.

«Tâifun» vesvese karşılığında kullanılmıştır. Sonunun tenvin-li olması, küçüklük bildirir. Yani çok küçük bir vesvesede bile muttakilerin Allah'ı hatırladıklarına işaret edilmektedir. Bu keli­me ism-i. fail'dir, dönücü mânâsmdadır. Yani bir şeyin etrafında dönüp durmaktan kinayedir. Vesvese hakkında bu terimin kulla­nılmış olması, şeytanın vesvesesinin muttakilere etki etmeyeceğini anlatmaktadır. Yani vesvese onların etrafında dönüp durur ve kendilerine ulaşmaz.

Birçok müfessir, «Faif»in öfke ve gazab anlamına geldiğini söylemiştir. Onlara göre şeytan ile de cin kastedilmiştir, îblis de­ğil. (Yani sadece İblis kastedilmemiştir). Muttakileri Allah'ı ha­tırladıklarından dolayı kendi hatalarını farkedip doğruluk yolla­rını seçer görürsün. Onlar böyle yapmakla Allah'ın emirlerine kar­şı gelmekten korunur, O'nun rızasına muhalif davranışlardan ka­çınırlar.

Bazı müdekkikler, «Sana şeytandan bir vesvese gelip (seni is­yana teşvik ederse) Allah'a sığın» ayetindeki hitabın Hz. Peygam-ber'e ait olduğunu ve bunun Hz. Peygamber'in vasıflarından bu­lunduğunu söylemişlerdir. Nitekim ayetin zahirinden de bu şekil­de anlaşılmaktadır. Bu takdirde, «muttakiler» ile de «Ulu'1-Azm» peygamberler kastedilmiş olur. Yani «Sana şeytandan bir vesvese gelip (seni isyana teşvik ederse) Ulu'l-Azm peygamberlerin böyle durumlarda yaptıkları gibi sen de Allah'a sığın. Onlar nasıl anmış-larsa sen de onlar gibi Allah'ı an.» Veyahut bu hitab «Mescidlere gidenlere kıyamet gününde tam bir nurun (kendileriyle olacağı) müjdesini ver» şeklindeki bir hitab gibidir. Yani Peygamber'e hi­tab edilmiş olmasına rağmen tüm salihler kastedilmiştir. Ya da özeldir ama kendisiyle , genel bir mânâ kast olunmuş tur. Mesela «Ey Peygamber! Kadınları boşaldığınızda (...)» (Talak : 1) ayetin­deki hitab özel olmasına rağmen kendisiyle genel bir mânâ kaste­dilmiştir. Bu takdirde «muttakiler» ile Allah'ın salih kullarına işa­ret edilmiş olmaktadır.

Bazıları, «Muttakiler» ile peygamberlerin dışındaki salih kul­ların kastedildiğini söylemişlerdir. İlk hitab, Hz. Peygamber'edir. Ayette geçen «nezgun» vesvesenin ilk safhasıdır. «Mess» ise ves­vese yerleştikten sonraki safhadır. Bu yüzden Allah Teâlâ Hz. Pey­gamber ile muttakilerin arasını ayırarak Hz. Peygamber hakkında «Nezgun», muttakiler için de «mess» tabirini kullanmıştır.

Denildiğine göre, şeytanın kâmil bir insan üzerindeki vesvese çabalan alt seviyede olan kimselere nazaran çok daha yoğun oldu. ğundan önce «nezgun,» sonra «mess» tabiri kullanılmıştır.

(202) «(Şeytanların)   kardeşlerine   gelince, şeytanlar sapık­lıkta onlara yardım ederler...»

Bu Ayetin Tefsiri :

Şeytanların kardeşleriyle Allah'tan korkmayan kimseler kas­tedilmiştir. Yanı «Onlara sapıklığı güzel gösterirler. Onları sapık­lığa teşvik ederler.»

Bazı müfessirler, «Şeytanın kardeşleri sapıklık 'hususunda şeytanlara yardım ederler, yani şeytanlara tabi olmak, onların emirlerini yerine getirmek suretiyle,şeytanlara yardım etmiş olur­lar» demişlerdir.

«Yemuddûne» bazı kıraatlarda «yumaddûne» şeklinde okuna­rak mufaale babından getirilmiştir. Bu takdirde şeytanlar onları sapıtmak, günahlarını kendilerine hoş göstermek suretiyle onla­ra yardım ederler onlar da şeytanların peşlerine takılmak, emirle­rini uygulamak suretiyle onlara yardım etmiş olmaktadırlar.

«Bundan da hiç geri kalmazlar» cümlesindeki zamir ya şey­tanlara ya da onların kardeşlerine racidir. Zamir şeytanlara raci olursa ayetin anlamı «Onları sapıklığa götürmekten de geri kal­mazlar. Öyle ki onları dalâlete sokana değin uğraşırlar» şeklinde olur. Şeytanların kardeşlerine raci olursa, «Onlar kendilerini da­lâletten alıkoymaz, muttakiler gibi davranmazlar» anlamına gelir.

«îhpanuhum» ibaresindeki «ihvan»m şeytanlara, «hum»un da

cahillere raci olması da mümkündür. Yani «Cahillerin kardeşleri olan şeytanlar sapıklıkta sürekli cahillere yardım ederler ve bundan da hiç geri kalmazlar.» En doğrusunu Allah bilir. (203)    «Onlara bir ayet getirmediğin zaman...»

Bu Ayetin Tefsiri:

Yani «Ey Muhammedi Onlara Kur'an'dan bir ayet getirmedi­ğin —vahy geciktiği— saman, neden kendiliğinden bir ayet bulup da getirmedin» derler.

«Ayet» ile uydurulmuş bir ayet kastolunmaktadır. Bu Ebu Müslim'in Cübbai'den, onun da İbn Abbas'tan rivayet ettiği bir görüştür. Daha önceki görüş ise Mücahid, Katade ve Zeccac'dan rivayet edilmiştir.

«Kendinden onu getirseydin ya»; yani «Niçin Allah'a iftira edip onu kendin uydurmadın?» veya «Niçin Allah'tan isteyip de bir ayet getirmedin?» derler. Hangi anlam kastedilmiş olursa ol­sun, bu, o mel'unlann Hz. Peygamber ile alay etmiş olduklarını gösterir.

Onların bu alaylarını reddetmek için «De ki: Ben ancak Rab-bimden bana vahyolunana tabi olurum.» Yani bana gelen vahiy­de benim hiçbir payım bulunmamaktadır. Hz. Peygamber (s.a) böyle demekle adeta «Ben ancak Allah'tan bana vahyolunana tabi olurum ve kendiliğimden herhangi bir ayet uydurmam» demiş ol­maktadır.

«Bu (Kur'an) Rabbinizden (kalbleriniz için) basiretlerdir.» ifadesindeki zamir (bu), Kur'an'a racidir. Çünkü «Ben ancak Rab-bimden bana vahyolunana tabi olurum» cümlesinde Kur'an zım­nen sözkonusu edilmiştir. Kur'an kalbler için basiretlerdir ve Al­lah tarafından gelmiştir. Hak onun vasıtasıyla belli olur. Doğru onun vasıtasıyla idrak edilir.

«Besair,» muhtemelen açık deliller, ışıldayan burhanlar an­lamındadır. Yani «İşte bu (Kur'an), Rabbinizden gelen ve izaha ihtiyaç bırakmayan açık deliller ve ışıldayan burhanlardır.» İBu yoruma göre bu ifade «Teşbih'ul-Beliğ» yerinde kullanılmıştır.

«İman eden bir topluluk için de hidayet ve rahmettir.» cümleşinde geçen «hidayet» ve «rahmet» kelimelerindeki tenvin tazim içindir. Yani «İman eden bir topluluk için büyük bir hidayet ve büyük bir rahmettir.» Zarf'ın hidayet ve rahmetten önce zikredi­lip ardından «İman eden bir topluluk için» tabirinin getirilmesi, Şeyhulislâm'm da ifade buyurduğu gibi Kur'an'ın tüm insanlar için basiretler olduğunun kesinliğine işarettir. Kur'an tüm insan­ların aleyhinde hüccettir. Ancak onun hidayet ve rahmet olması sadece müminler içindir. Çünkü sadece onlar Kur'an'ın nurundan yararlanır, onun meyvelerini toplarlar. Bu yorum bazı kimselerin «Basiretler, hidayet ve rahmet sadece müminlere mahsustur» şek­lindeki sözleriyle çelişmektedir.

Nisaburî, «Kur'an ayn'el-yakîn ehli için basiretler, ilm'el-yakîn ehli için hidayet ve mukallid olan salihler için tamamlayıcı bir şe-     „ kilde rahmettir. Böylelikle hepsi iman eden bir kavim içindir» der-     k ken, Hazin, bu görüşün bir benzerini naklederek bunun birer lutuf olduğunu söylemiştir. Ancak bu görüş ayetin zahiriyle çelişir ve itirazdan hali değildir. Bu cümle de, Kur'an'ın nazmından an­laşıldığına göre emri ihtiva eden sözün bir kısmıdır. «Peygambe­rin içtihad etmesi caiz değildir» diyenler bu ayet ile istidlal etmiş­lerdir. Ancak bu delillerine itiraz edilmiştir.[112]  

 

Kur'an Okunduğunda Susmak Vacip Midir?

 

(204) «Kur'an okunduğunda onu dinleyin ve susun. Umulur ki rahmet olunursunuz.»

Bu Ayetin Tefsiri:

Allah Teâlâ, Kur'an'ın basiretler, hidayet ve rahmet olduğunu söyleyerek onun şanını yücelttikten sonra bu ayeti indirmiştir.

«Ensitu,» «inşat» kökünden türemedir ve «susun» anlamındadır. Vücub ifade eden bu emrin gereği olarak Kur'an'ın dinlenme­sinin ve bu sırada susulmasmın vacib olduğu ortaya konmuştur.

Bu konuda birçok görüşler vardır:

a) Hasan Basri ve Zahirilere göre ayet umum ifade eder. Ya­ni nerede olursa olsun, Kur'an okunduğunu işiten herkesin sus­ması ve Kur'an'ı dinlemesi vacibtir. Hatta yoldan geçenlerin, ço­cuklara öğretmenlik yapanların dahi Kur'an okunduğu zaman sus­maları ve onu dinlemeleri gerekir.

b) Bu ayet namazda   konuşmanın   haram   edilmesi ile ilgili olarak indirilmiştir. Ebu Hüreyre, daha önce müslümanlann na­mazda konuştuklarını ve bu ayet nazil olduktan sonra susmakla emrolunduklarını söylemektedir.

Katade ise, millet namazdayken biri gelir, onlara «Kaç rekât kıldınız, daha ne kadar kaldı?» gibi sorular sorarlardı. Onlar da cevab verdiği için bu ayet nazil olmuştur, diyor.

c) Bu ayet imamın arkasında sesli okumanın terkedilmesi için nazil olmuştur. İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber farz namazda Kur'an okurken sahabe de onun arka­sında seslerini yükselterek Kur'an okur ve böylece karışıklığa ne­den olurlardı. Bunun üzerine bu ayet nazil olmuştur. Ebu Hanife ve talebeleri bu görüştedirler.

d) Bu ayet hutbe okunduğu zaman susulması için nazil ol­muştur. Said bin Cübeyr, Mücahid ve Ata bu görüştedir. Ayrıca İmam Şafü'nin de bu görüşte olduğu rivayet edilmiştir. Ancak ba­zıları bu görüşü uzak bir ihtimal olarak görmüşler ve «İfade umum iken nasıl bu şekilde tahsis edilebilir?» demişlerdir. Ben de onla­rın bu itirazını uzak bir ihtimal olarak mütalaa ediyorum. Çünkü «iza» edatı tekrar değil irtibat ifade eder. Sözgelimi kişi hanımına, «Sen eve girdiğinde boşsun» dediği zaman, hanımı eve bir kez girerse bir kez boş düşmüş olur. İkinci bir defa girdiğinde ise bo­şanma olmadığında ittifak vardır. Zira «iza» edatı tekrar ifade et­mez. Bu mesele anlaşıldıktan sonra mezkur ayetin sadece bir kez susmayı vacib kıldığını söyleyebiliriz. Böylece hutbede Kur'an okunduğunda onu dinlemeyi vacib kılarak lafzın gereğini ifa etmiş olduk. Bundan ötesine delâlet eden bir delil ise zaten lafızda bu­lunmamaktadır. Dolayısıyla lafzın umum ifade ettiğini kabul edi­yor ve ayetin gerektirdiğini söylemiş oluyoruz. Çünkü İmam Şa­fii'ye göre, imam sustuğunda arkadaki cemaat Fatiha'yı okur. Ni­tekim Ebu Seleme, «İmam iki kere susar. Cemaat bunlardan han­gisinde fırsat bulursa o zaman Fatiha'yı okur» demiştir.

Vahidi, El-Basit'inde şu meseleleri zikretmiştir:

Birinci Mesele:

İmanı'm susması ya vacibtir ya değildir. «Vacibtir» denirse bu bâtıl bir icmadır. «Değildir» denirse, bu imamın susmayabile­ceğin! de iktiza eder. İmam susmadığı takdirde onun okumasıyla birlikte cemaatin de okuması lazım gelir. Bu dinlemeyi ve Kur' an okunduğu zaman susmayı terketmek olacağından nassa ters düşer. Ayrıca susmanın belirtilmiş herhangi bir sınırı ve hususi bir miktarı da yoktur. Cemaatin susması derece bakımından fark­lıdır. Çoğu zaman imamın arkasındaki kimse, imam sustuğunda Fatiha'yı yetiştiremez. Bu takdirde de yukardaki mahzur ortaya çıkar. Ayrıca imam, cemaat Fatiha'yı tamamlasın diye sustuğu zaman cemaata uymuş olmaktadır. İmama uyan da imama imam­lık yapmış olur. Çünkü imam, bu şekilde sustuğunda imama uyan kimse gibi olmaktadır. Oysa bu caiz değildir.

Böylece Vahidi'nin zikrettiği meselenin caiz olmadığı ispat edilmiştir. Vahidi ayete dayanarak ikinci bir mesele daha zikre­dip ayette geçen «ensitu» emrinin sesli okumayı terketmek anla­mına geldiğini söylemektedir. Çünkü Araplar sesli okumayı terkedene ve kendi kendine okuyup başkasına işittirmeyene «munsit» demektedirler.

ikinci Mesele :

Allah önce Kur'an'ı dinlemeyi emretmiştir. Dolayısıyla oku­makla meşgul olması, onu dinlemekten alıkoyacaktır. Sadece din­lemek yeterli değildir. Asıl mânâyı anlayacak şekilde dinlemek ge­rekir. Çünkü sima' ile istima' ayrı şeylerdir İstima' işitilen sözün tümünü ihata etmek demektir. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya «Ben seni seçtim, sana vahyedileni (istemi') dinle» (Taha: 13) buyurmuştur. Bu bakımdan kastedilen bizim ayette zikrettiğimiz-dir. Bu tesbit olunca ve okumakla meşguliyetin istima'a mani ol­duğu anlaşılınca istima' durumunda okumadan vazgeçilmesi ge­rektiği ortaya çıkmaktadır.

Üçüncü Mesele (En güveniliri budur) :

Fakihler Kur'an'daki umum ifade eden bir ibareyi haber-i va-hid ile tahsis etmenin caiz olduğunda ittifak etmişlerdir. Allah Teâlâ'mn «Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun» ayeti imam okurken cemaatin susmasını vacib kılmaktadır. Ancak Hz. Peygamber'in «Namazda Fatiha okumayanının namazı yoktur» ve «Fatihasız namaz olmaz» hadisleri ayetin umum ifade eden ibare­sini tahsis etmişlerdir. Kur'an'da umum ifade eden bir ibarenin haber-i vahid ile tahsis edilebileceği mümkün olduğundan ayetin bu hadislerle tahsis edilmesi isabetli olmuştur.

Dördüncü Mesele:

Bu ayetin gerçeğiyle amel etmek bakımından İmam Malik ve İmam Şafii'nin görüşleri şudur: Kıraatin cehri olduğu namaz­larda cemaata Fatiha okumak caiz değilse de sirrî namazlarda ce­maatin Fatiha'yt okuması gerekir. Çünkü bu ayette sırrı olduğu namazlarda okunmayacağına dair bir işaret yoktur. Bu da güzel bir meseldir.

e) Mezkur ayet tebliğin başlangıç döneminde kafirlere ses­lenmektedir. Müslümanları içermez. Bu da hem güzel bir söz­dür, hem de ayete muvafıktır. Şöyle izah edilebilir: Allah bu ayet­ten önce kafirlerden bazı grupların özel   ayetler   (mucizeler)   is­tediklerini   beyan   etmiştir.   Onlar Hz. Peygamber'e (s.a) «Onu niçin kendiliğinden getirmiyor sun?» dediklerinde Allah Teâlâ, Ra-sûlüne, onların bu isteklerine karşılık «Rabbimin adına bir şey uydurup söylemeye bir yetkim yoktur. Ben ancak vahyi beklemek­le emrolundum» demesini emreder. Sonra da Rasûlü'nün o mucû zeleri  (risaletinin doğruluğuna delalet etmesi için)   getirmesine gerek olmadığını; zira Kur'an'ın genel ve yeter bir mucize oldu­ğunu beyan eder. Kur'an'ın risaletin ispatında genel bir mucize olduğunu da «Bu  (Kur'an) Rabbinizden gelen basiretler, iman ' eden bir kavim içinde hidayet ve rahmettir» ayetiyle açıklamış­tır. Bu bakımdan   «Kur'an okunduğunda onu dinleyin ve susun» ayetinin imamın arkasındaki cemaatin susmasına   delâlet   ettiği Öne sürülürse eğer, bu ayet ile önceki ayetin arasında uygunluk olmaz. Dolayısıyla Kur'an'ın anlatımı kesilmiş, tertib bozulmuş olur. Bu ise Allah'ın kelamına yakışmaz. O halde ayet ile kastedi­lenin bundan başka bir şey olması gerekir. Bunun takdir ve tes-biti şöyledir:  Allah Teâlâ, Kur'an'ın Hz. Muhammed'in risaleti­nin doğruluğuna delâlet eden bir mucize olduğunu, onun basiret­ler, hidayet ve rahmet oluşuyla ortaya koymuştur. Kur'an'ın böy­le bir fonksiyona sahib olması bazı özel şartlarda meydana çıkar. Bu da, kafirlerin (Hz. Peygamber (s.a) Kur'an okuduğunda onu can kulağıyla dinleyip Kur'an'ın fesahat, belagat ve onda bulunan ilimlerini anlamaları için) susmalanyla   mümkün olur. Ancak o zaman Kur'an'm Hz. Muhammed'in risaletinin doğruluğunu ortaya koyan bir mucize olduğunu anlayabilirler. Dolayısıyla Kur'an sa­yesinde Hz. Muhammed'den başka mucizeler talep. etmekten de vazgeçerler. Kur'an'ın ((basiretler, hidayet ve rahmet» olduğu ger.çeği gözleri önüne serilmiş olur. Ayeti bu şekilde yorumladığımız takdirde Kur'an'in mânâsının doğru, müfid ve tertibinin güzel ola­cağı, fakat ayeti imamın arkasındaki cemaatin susmasının gerekli olduğuna işaret ettiği şeklinde yorumlarsak mânânın yanlış, terti­bin bozuk olacağı ispat edilmiş olur. Dolayısıyla ayeti birinci şe­kilde yorumlamak daha evladır. «Kur'an okunduğunda onu dinle­yin ve susun» ayetiyle kafirlere seslenilmiş olduğu böylece belli ol­muş oldu. Risaletin doğruluğuna delâlet eden bir mucize olan Kur'an'ı onlar dinlemek ve susmakla emrolunmuşlardır. İşte bu yorumla hasımların mezkur ayetle istidlal etmeleri her bakımdan mümkün olmaktan çıkar.

Mezkur ayetin yukarıda ifade ettiğimiz şekilde yorumlanma­sını takviye eden birçok delil vardır:

1) «Şu Kur'an'ı dinlemeyin, (okunduğu zaman) gürültü çı­karıp fuzuli hareketlere ve konuşmalara dalın. Umulur ki (onları) mağlub edersiniz» (Fussilet: 26) diye kafirlerin sözlerini aktaran Allah Teâlâ;  onlara Kur'an'ı dinlemeyi ve susmayı emretmekle Kur'an'da bulunan icazı ve incelikleri anlamalarım ve böylece ona iman etmelerini istemiştir.

2) «Bu (Kur'an) Rabbinizden gelen basiretler ve iman eden bir topluluk için hidayet ve rahmettir» denilerek Kur'an'm mümin­ler için kesinlikle bir rahmet olduğu bildirilmiştir. Daha sonra «Kur'an okunduğunda onu dinleyin ve susun. Umulur ki rahmet olunursunuz» denilmiştir. Şayet bu ayet müslümanlara hitab etmiş olsaydı «Umulur ki rahmet olunursunuz» diye buyurulmazdı. Çün­kü daha önce Kur'an'm sadece müminlere «rahmet» olduğu beyan edilmiştir. Böyle bir beyandan sonra hiç ara vermeksizin Kur'an' in dinlenmesinin müminler için rahmet olacağı nasıl söylenebilir? Ancak ayetin muhataplarının   kafirler   olduğunu   söylediğimizde «Umulur ki rahmet olunursunuz» ifadesi doğru bir anlam kaza­nır. Çünkü ayetin anlamı «Kur'an okunduğunda onu dinleyin ve susun. Umulur ki bu takdirde sizler Kur'an'm içindeki icaz delil­lerine vakıf olarak peygambere iman eder ve rahmete kavuşursu­nuz.» şeklindedir. Nitekim ayeti böyle yorumladığınızda «Umu­lur ki rahmet olunursunuz» ifadesi güzel bir anlama sahib olur. Ancak hitabın müminlere olduğunu öne sürersek «lealle» (umu-lur ki) kelimesüıîn zikredilmiş olmasının bir güzelliği kalmaz. Oy­sa Allah'ın kelamında güzel olmayan bir şey yoktur. Bu bakım­dan mezkur ayet bizim yorumumuz doğrultusunda anlaşılmalıdır. Bu takdirde hasmın bu ayetle delil getirmesi mümkün olmaz. Çün­kü biz bu hitabın müminlere olmadığım, ayetin davet ve vahyin tebliğ döneminin başında kafirlere seslendiğini söylüyoruz.[113]  

Alusi, «Ruh'ul-Meani» adlı tefsirinde bu ayetin Ebu Hanife için delil olduğunu söylemektedir. Ebu Hanife'ye göre imamın ar­kasındaki cemaat, ne kıraatin cehrî ne de sırrı olduğu namazlarda Fatiha okuyamaz. Zira bu ayet Kur'an okunduğu zaman ister na­mazda isterse başka yerde olsun, dinlemenin vucubiyetini ortaya koymaktadır. Ayrıca bu ayetten başka da dinlemenin ve okuma­yı terketmenin caiz olduğuna dair deliller vardır. Ancak burada kıraatin hem cehrî, hem de sırrı olduğu namazlarda, dinlemenin ve susmanın vucubiyetiyle iktifa edilmiştir. Çünkü biz kıraatin sırrî olduğu namazlarda bile imamın okuyuşunu işitiyoruz. Bu hususta Ebu Hanife'yi birçok hadis desteklemektedir.

Mücanidden rivayet edildiğine göre, ensardan bir sahabi Hz. Peygamber'in (s.a) 'arkasında namaz kılarken Fatiha okur ve bu­nun üzerine mezkur ayet iner. (Abd bin Humeyd, İbn Ebi Hatim, Beyhaki)

İbn Mesud'dan rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) ashabın önünde onlara namaz kıldırırken bazı kimselerin Fatiha' yi okuduğunu işitir. Namaz bittikten sonra «Kur'an okunduğunda onu dinleyin ve susun» ayetini ne zaman akledip anlayacaksınız? Allah'ın sizlere emrettiği gibi davranmanızın hâlâ zamanı gelmedi mi?» der. (İbn Cerir)

İbn Ebi Şeybe'nin Zeyd bin Sabit'ten rivayet ettiğine göre ima­mın arkasında okumak yoktur. Yine İbn Şeybe'nin Ebu Hureyre' den rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a); «İmam ancak kendisine uyulması için imam kılınmıştır. O tekbir aldığında siz de tekbir alın. O sustuğunda siz de susun» diye buyurmuştur.

Cabir'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a), «Kimin imamı varsa imamın okuması onun için de okumaktır» buyurmuştur. (İbn Ebi Şeybe) Bu hadis sahih olduğu takdirde «Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun» (Müzemmil: 20) ayeti ile «Namaz ancak okumakladır» hadisinin ifade ettiği genel anlamı, hasmın metoduna göre mutlak bir şekilde tahsis etmiş olması ge­rekir. Bu takdirde imama uyan cemaat, bu hükümden vareste olu­yor. Aynı zamanda bize göre de varestedir. Çünkü umumun bir kısmı tahsis edildiğinden dolayıdır ki rükû halinde imama yeti­şen kişi okumamış olmasına rağmen namazı sahihtir. Bu bakım­dan yukardaki hadise istinaden tahsis, imamın arkasındaki cema­at ile mümkündür.

Böylece Hz. Peygamber'in Cs.a), kötü bir şekilde namaz kı­lan kimseye «Tekbir al, sonra da Kur'an'dan kolayına geleni oku» şeklindeki hadisi de halin iktiza ettiğinden gayrısma hamledilerek deliller arasındaki uygunluk sağlanmış olur. Ayrıca şer'an imama uyan kimselerden kıraat (okumak) düşer. Zira imamın okuması onun da okuması demektir. Şayet o buna rağmen okursa bir na­mazda iki kıraat vuku bulmuş olur ki bu caiz değildir.

Cabir hadisiyle ilgili yapılan bazı tenkitler şunlardır: Hz. Ca­bir, Hz. Peygamber'den merfu olarak birçok kanalla haber rivayet etmiştir. Darekutni, Beyhaki ve İbn Adiyy gibi onun hadislerinin merfu vasfını zayıf gören muhaddisler bile onun mürsel hadisle­rinin sıhhatma hükmetmişlerdir. Nitekim. Süfyan bin Uyeyne, Suf-yan'us-Sevri, Ebu'l-Ahves, Şu'be, İsrail, Ferid, Cerir, Ebu Zübeyr ve Abd bin Humeyd gibi hadis hafızlan bu hadisi Musa bin Ebi Aişe ve Abdullah bin Şeddad kanalıyla Hz. Peygamber'den riva­yet etmişlerdir. Ayrıca hadis irsal edilmiştir. Nitekim Ebu Hani-yj.    fe de bir defasında hadisi irsal etmiştir.  [114] Bu takdirde bize düşen, mürsel hadisin ilim ehline göre delil olduğunu söylemektir. Bizim görüşümüze göre de bu yoldan ayrılmamanın gereği olarak amel hususunda mürsel hadis delil olarak geçerlidir. Şayet hadis (mürsel olduğu için) delil olarak kabul edilmez ise İmam bunu sahih bir senetle Hz. Peygamber'e  ref etmiş (senedini mürsel ol­maktan kurtarmışKır. Ki bu da bizim için yeterlidir.

Muhammed bin Hasan Şeybani (H. 189)  «Muvatta»da,, Ebu Hanife, Ebu'l-Hasan Musa bin Ebi Aişe, Abdullah bin Şeddad, Cabir bin Abdullah kanalıyla Hz. Peygamber'den (s.a) «İmam arka­sında namaz kılan kimseye kesinlikle imamın okuması onun için de okumaktır» hadisini rivayet etmiştir.

Daha Önce adı geçen hafızların hadisi ref etmediklerine ilişkin söz de doğru değildir. Çünkü Ahmed bin Meni', «Müsned»inûe İs-hak el-Ezrak, Süfyan, Şerik, Musa bin Ebi Aişe, Abdullah bin Şed­dad, Cabir bin Abdullah kanalıyla, Hz. Peygamber'in (s.a) «Önün-

K| de imamı olana imamın okuması onun için de okumaktır» buyur­duğunu nakletmiş ve «Cerir, Musa'dan, o Abdullah'tan, o da Hz. Peygamber'den (s.a) rivayet etti» diyerek bu hadisi zikretmiş ama hadisin senedinde Cabir bin Abdullah'tan bahsetmemiştir.

Bu hadisi Abd bin Humeyd, Ebu Nuaym, Hasan bin Salih, Ebu Zübeyr, Cabir kanalıyla Hz. Peygamber'den rivayet etmiştir. Cabir'in ilk hadisinin senedi, Buhari ve Müslim'in, ikinci hadisinin senedi ise Müslim'in şartlarına uygundur. Görüldüğü gibi Süfyan, Şerik, Cerir, Ebu Zübeyr gibi muhaddisler hadisi sahih senetlerle, merfu olarak rivayet etmektedirler. Binaenaleyh bu kimselerin, hadisi rivayet etmeyenlerin içinde mütalaa edilmeleri yanlıştır. Güvenilir bir muhaddisin tek başına dahi rivayet ettiği bir hadi­sin kabul edilmesi gerekir. Çünkü hadisi refetmesi fazlalıktır ve sikanın fazlalığı kabul edilir. Oysa sözkonusu hadisin rivayeti bir kişiden de nakledilmiş değildir. Bu hadisi birçok kimse rivayet et­miştir. Ayrıca muhaddis hadisi bazen senediyle, bazen mürsel ola­rak nakledebilir.

îbn Adiyy, İmam'ın tercüme-i halinden söz ederken bu hadisi ondan nakletmiştir. Bu arada bir kıssa da zikretmiştir. Bu kıssa ile hadisi Ebu Abdullah el-Hakim en-Nisaburi şöyle rivayet edi­yor.

Bize Ebu Muhammed bin Bekr bin Muhammed bin Hemdan es-Sayrafi, ona Abdussamed bin Fadl el-Belhi, ona Mekki bin İb­rahim, ona Ebu Hanife, ona Musa bin Ebi Aişe, ona Abdullah bin Şeddad bin el-Had, ona Cabir bin Abdullah şöyle haber vermiş­tir: Hz. Peygamber (s.a) namazda kıraat ederken arkasında ona uyanlardan biri de okur. Ashabtan biri onu bundan menetmeye çalışır. Namaz bittikten sonra okuyan kişi kendisine mani olmaya çalışan sahabeye gidip «Beni Hz. Peygamber'in arkasında okumak-tan mı menediyorsun?» der. Aralarında çıkan anlaşmazlık üzerine meseleyi Hz. Peygamber'e aktarırlar. Hz. Peygamber de «İmamın arkasında namaz kılan kimseye imamın okuması onun için de oku­maktır» diye buyurur.

Ebu Hanife'den gelen başka bir rivayette bu namazın öğle veya ikindi namazı olduğu tasrih edilmiştir. Hz. Peygamber namaz kılarken arkada cemaatten biri de okur. Bu esnada başka biri ona işaret ederek onu okumaktan sakmdırmaya çalışır. Na­maz bittikten sonra bu kişi kendini sakındıran kişiye «Beni Hz. Peygamber'in arkasında okumaktan mı menediyorsun?» der.

Muhammed'in Davud bin Kays bin Aclan'dan rivayet ettiğine göre Hz. Ömer «Keşke o imamın arkasında okuyanın ağzında taş olsaydı» der. Bu rivayetin bir benzeri Sa'd bin Ebi Vakkas ve Hz. Ali'den nakledilmiştir. Hz. Ali, Ali, «İmamın arkasında okuyan kimse fıtrattan ayrılmıştır» der.

Ş «Bedir Savaşı'na katılan 70 kişiye yetiştim. Hepsi de imamın arkasındaki cemaatin okumasını yasaklarlardı» demiştir.

Hanefilerden bazıları bu konuda sahabenin icmaı olduğunu öne sürmüşlerdir. Muhtemelen onlar bununla sahabenin büyükle­rinden çoğunun icmaım kastetmiş olmalıdırlar. Aksi taktirde bu iddia şüphelidir. «Burada sükuti icma kastolunmuştur» sözü ise bir değer ifade etmez.

Başka bir grupta imamın arkasında cemaatin, kıraatin sırri olduğu namazlarda okuyabileceğini, cehri namazlarda ise okuya­mayacağını söylemiştir. Bu görüş Urve bin Zübeyr, Kasım bin Muhammed, Zühri, Malik, İbn'ul-Mubarek, Ahmed bin Hanbel, 13 kak bin Rahuveyh'e aittir. Ayrıca bu görüş İbn Ömer'den de ri­vayet edilmiştir. Onlar bu hususta «Mezkur ayet Kur'an'ın dinlen­mesine, hadis de imamın arkasında okumaya delâlet eder. Ancak ayet cehri namaza, hadis ise sırrı namaza hamledilir» diyerek de­liller arasında mutabakatı sağlamışlardır.

Bazıları da «Sırrî namazda okunmasının nedeni, kişinin dinle­yici konumunda bulunmayışıdır» demişlerdir. Ancak bu görüşe şöyle itiraz edilmektedir: Biz o kimseye dinleyici denilmediğini kabul ediyor olmamıza rağmen, imamın okuduğunu bildiğinden ona susmuş denilemez, kaydını kabul etmiyoruz. Ayrıca.Sünnet'in

imamın arkasında okumanın vucubiyetine delâlet ettiğini de ka­bul etmiyoruz. Bunu ispat etmek dikenli ağacı sıyırmaktan daha zordur. Tüm bunlara rağmen kesin olan bir şey varsa o da iki delilin en kuvvetlisiyle amel etmektir. Bu ise imanım arkasında cemaatin okumamasıdır. İşte bu noktadan hareketle Muhammed bin Hasan Şeybani'nin «ihtiyat yoluyla Fatiha'yı okumak mus-tahsendir» deyip..de Ebu Hanife ile Ebu Yusuf'un imam arkasında okumanın mekruh olduğu görüşlerine muhalefet etmesi zayıf bu­lunmuştur. Doğru olanı, Şeybani'nin görüşünün Ebu Yusuf'unki gi­bi olmasıdır .O «el-Asar» adlı kitabında Alkame bin Kays'a istinaden hiçbir zaman cehri ve sırrî namazlarda okumamış olduğunu kay­dediyor ki biz de buna sarılıyoruz. Bize göre imamın arkasında cehrî ya da sırrî hiç bir namazda okumak caiz değildir. Muham­med bin Hasan Şeybanî, Muvatta'mda. bunun bir benzerini söyle­miştir, îmam Serahsi «İmamın arkasında namaz kılan cemaatin okumasının, birçok sahabiye göre  ki bir tanesinin Sa'd bin Ebi Vakkas olduğu söylenmektedir bâtıldır.» demektedir. El-Muze-nî İmam Şafii'nin «Cemaat cehrî namazda okur, sırrî namazda okumaz» dediğini nakletmektedir. El Buveytî ise kıraatin sırrî ol­duğu namazda cemaatin birinci ve ikinci rekâtta Fatiha'yı, onun ardından bir zammı sure okuyacağı, cehrî namazda ise sadece Fatiha'yı okuyup zammı sureyi imamdan dinleyeceği hükmünü öne sürmüştür. İmam Şafiiye göre  ki meşhur olanı budur  ima­mı dinleyen cemaat zammı sure okumaz, imamı dinler. Şayet kişi imamı işitemeyecek kadar uzaktaysa ve bir ses duyuyor ama ke­limeleri seçemiyorsa veyahut kıraatin sırrî olduğu bir namazda ise sahih olan görüşe göre okumalıdır.

Bu ayetin iniş sebebi, namazdaki kıraat meselesi değil aksine başka bir şeydir. Nitekim Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre, sahabe namaz esnasında konuştuğundan dolayı bu ayet na­zil olmuştur.

Bazı kimseler ayette geçen «Kur'an» kelimesini «hutbe» ile tefsir etmişlerdir. Yani «Hutbe okunduğunda onu dinleyin ve su­sun». Buradaki dinleme emri ya vacib ya da mendub olmayı ta-zammun eder. Ancak Hanefîlere göre hutbe esenasında susmak farzdır. Bu meselenin ayrıntıları fıkıh kitablannda vardır.

Mücahid'den rivayet olunduğuna göre mezkur ayet cuma na­mazı hakkında nazil olmuştur. Bu bakımdan Hanefîlere göre Kur' an sesli okunduğu takdirde dinlemek vacibtir.

«El-Hulasa»da şöyle bir hüküm yer almaktadır: «Bir kişi fı­kıh kitabı yazarken yanında başka birinin Kur'an okuması duru­munda yazıyla meşgul olanın Kur'anH dinlemesine imkân yoktur. Bu takdirde günah, onun yanında -Kufan okuyan kimseye aittir.» . Bu fetvaya göre bir kimse geceleyin evinin tavanında halk uyku-dayken Kur'an okursa günahkâr olur.[115]  

Mezkur ayet-i kerime, Kur'an'a son derece saygı gösterilme­sini ihtiva etmektedir. Bu bakımdan bazıları Kur'an okumak iste­yen kimsenin en güzel elbisesini giyip sarığını sarması, kıbleye yönelmesi ve bunu da Kur'an'a hürmeten yapması gerektiğini öne. sürmüşlerdir. Bu hususta ilim de Kur'an gibidir.

Kişinin yere uzanarak Kur'an okumasında bir beis yoktur. Zi­ra bu zikrin bir çeşididir. Nitekim Allah Teâlâ ayaktayken, oturur­ken ve yanlan üzerine yatarken kendisini zikreden kullarını Öv­müştür. Fakat kişi uzandığı halde Kur'an okumak isterse yine de ayaklarını toplamalı, ayaklarını uzatmamalıdır. Çünkü bu edepsiz­liktir. Şayet kişi yürürken, örgü Örerken ve başka işler yaparken, kalbi-de hazır olup meşgul değilse Kur'an okuyabilir. Ancak kal­bi hazır değil ise ve meşgulse bu mekruhtur. Avret yerleri açık­ken Kur'an okunamaz. Veyahut hanımı da olsa yanında avret yeri açık birisi bulunan kimse de Kur'an okuyamaz. Bazıları hamamda ve yolda Kur'an okumayı mekruh görmüştür. îmam Nevevî, «Bi­zim mezhebimizde hamamda ve yolda Kur'an okumak mekruh de­ğildir» demektedir. Tuvalette ve eğer çalışıyorsa değirmende Kur' an okumak mekruhtur.

(205) «Nefsinde Rabini yakararak ve korkarak sabah-akşam sessizce an. Sakın gafillerden olma.»

Bu Ayetin Tefsiri:

Buradaki hitab Hz. Peygamber'edir. Ancak umumiyet ifade eder. Yani Allah'ı anan herkesi veya her zikri kapsamaktadır. Çünkü Allah'ı gizlice zikretmek, ihlasa daha yakın, kabule daha şayandır. Nitekim bir haberde «Nefsinde beni (gizlice) zikredeni, nefsimde zikrederim. Bir cemaatte beni zikredeni ondan daha ha­yırlı bir cemaatte zikrederim» buyurulmuştur.

tmam, nefisteki zikirden maksad, kişinin diliyle söylemiş ol­duğu şeylerin anlamlarını bilmesidir. Kişi, kemal, izzet, azamet ve celal sıfatlarını da kalbinde hazır bulunduracaktır. Çünkü dil ile zikir, kalb ile zikirden boş oldumu bir faydası yok gibidir, de­miştir.

Bir grup da kalbin müdahelesi olmaksızın dil ile yapılan zi­kirde hiçbir sevap yoktur ve mânâsını mülahaza etmeksizin ve ne anlama geldiğini bilmeksizin şehadet kelimesini söyleyen kimse de mümin değildir, demiştir.

Bazı kimseler ayetteki hitabın Kur'an'ı dinleyene olduğu ve «zikir» ile de Kur'an'm kastedildiği görüşündedirler. Bu yoruma göre imam okumayı bitirdikten sonra arkasındaki cemaatin de sessizce okuyabileceği emredilmiş oluyor ki uzak bir görüştür.

«Guduvv,» gudve'nin çoğuludur ve «revahnn karşıtıdır. Gud-vef tan yerinin ağarmasından (sabah namazından) güneşin doğ­masına kadar geçen zamanı ifade eder.

«Asal,» «ashnn çoğuludur ve ikindi namazı ile güneşin batışı arasındaki zamanı ifade eder. Bu iki vaktin tahsis edilmesinin bir­çok nedenleri bulunmaktadır. Mesela sabah vaktinde hayat sahi­bi olan canlı, ölüm gibi uykudan hayat gibi uyanık hale geçer. Âlem, ademi bir tabiat olan karanlıktan vucudî bir tabiat olan aydınlığa geçer. Akşam ise tam tersi olur. Vehayut bu iki vakit, boş vakitler olduğundan o zamanlar zikir kalbe daha yakın olur. Ya da bu iki vakitte melekler, Ademoğlu üzerindeki görevlerini devrederler vs.

Bazı müfessirler burada tahsisin değil zikrin devamı ve kesin­tiye uğramaması kastedilmiştir, demişlerdir. Bu ise «Allah'ı her an zikret» anlamına gelir.

(206)  «Kuşkusuz Rabbinin katında bulunanlar...»

Bu Ayetin Tefsin :

A'raf suresinin en sonuncusu olan bu ayet ile ilgili şu yorum­lar yapılmıştır :

«Rabbinin katında bulunanlar» ile en yüce melekler toplulu­ğu kastedilmiştir. «Katında» anlamına gelen «inde» ile de Allah'a mekânen değil imanen yakınlık kastolunmuştur. Çünkü Allah me­kândan münezzehtir.

Bazı müfessirlere göre. «Rabbinin katında,» «arsamda demek­tir. «Ona ibadet etmekten böbürlenmezler.» Yani kendilerine ne emrediliyorsa onu yaparlar. Allah'ın büyüklüğüne ve azametine münasib olmayan her şeyden O'nu tenzih ederler. İbadetin en son noktası secde ile Allah'ı zikrederler. O'na ortak koşmazlar. Bu ayette meleklerin dışındaki sorumlu varlıklara tariz vardır. Yani ibadeti ihlas üzere yapın. Nasıl emr olunmuş sanız o şekilde uygu­layın. Aksi takdirde biz hem sizden hem de ibadetinizden nıustağnîyiz Kuskusuz ki bizim şerefli kullarımız vardır. Onlar bizi teş­bih eder, bundan kaçınmazlar, denilmek istenmiştir. Ayetteki bu tariz dolayısıyla ayetin okunduğu zaman secde edilmesi gerekli kılınmıştır.

îbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber bu , tür ayetleri okuyup secdeye kapandığında şöyle diyordu: «Ey Al­lah'ım! Gövdem senin için secde etti. Kalbim sana iman etti. Ey Allahım! Fayda veren ilmi ve beni yükselten ameli bana rızık ola­rak ver.}) Cİbn Ebi Şeybe)

Hz. Aişe'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber gecele--v yîn Kur'an secdelerinde birçok defa şunları söylüyordu: «Yüzüm, onu yaratan Allah'a secde etti. Onda kulaklar ve gözler var etmiş, onu güç ve kuvvetiyle yapmıştır. O halde yaratanların en hayırlı­sı olan Allah, ortaklardan yüce ve münezzehtir.» (İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi)

Yine Hz. Aişe'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Hiçbir müslüman yoktur ki Allah için secde etsin de Allah onun derecesini o secde dolayısıyla yükseltmesin. Veya ö secdeden dolayı onun bir hatasını düzeltmesin. Ya da bu iki şeyi de ona vermesin.»

Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Ademoğlu ne zaman secde ayetini okuyup secdeye kapanırsa şeytan ondan uzaklaşır ve ağlayarak «Bana azab olsun! Ademoğlu secde ile emrolundu, secde etti. Onun için cennet vardır. Ben de secde ile emrolundum ama secde etmekten kaçındım. Benim için de ateş vardır.» (Müslim, İbn Mace, Bey-haki)

Bu ayetle zikrin gizli yapılmasının daha üstün olmasına dair delil getirilmiştir. Nitekim bu, «Zikrin hayırlı olanı gizli yapılanı­dır» (İmam Ahmed) hadisi ile de mutabıktır.

Ayrıca bu ayet günümüzdeki cahil mutasavvıfların aleyhine­dir. Onların şer'an, aklen ve örfen çirkin olan davranışlarını yer­mektedir. [116]

Müşebbihe mezhebi bu ayete dayanarak, ayetteki «inde» (ka­tında) edatının mekân ve cihete işaret ettiğini öne sürmüştür. On­lara daha önce geçen «Allah arşa istiva etti» ayetinin tefsirinde ce-vab verilmişti. Mekân ve cihet Allah'a izafe etmek mümkün değil. dir. Bu bakımdan «O sizinle beraberdir» ifadesinin tevil edildiği gibi bu ifadenin de tevil edilmesi gerekmektedir. Nitekim bu beraber­lik, fazl ve rahmet hususunda bir beraberliğe işaret eder, cihet bakımından bir beraberliğe değil. Bu da bir kudsî hadiste «Ben kalpleri benim için kırılmış kullarımın yanındayım,» yani fazlım, rahmetim ve yardımım onların yanındadır şeklinde ifadesini bul­muştur. İkincisi, buradaki yakınlık şeref' yakınlığıdır, cihet de­ğil. Üçüncüsü, «inde» meleklerin şereflendirilmesi için kullanılmış­tır. Bu Allah'a izafe edilmektedir. Yani Allah onları şereflendirdiği, keremli kıldığı, nurların ve ruhların, taat ve keremin indiği yerde onları durdurmuştur. Dördüncüsü, melekler Allah'ın mahlukata gönderilmiş elçileri olduğundan dolayı «Rabbinin katında bulu­nanlar» şeklinde nitelendirilmiştir.

Ebu Bekr el-Esem, bu ayetin meleklerin insanlardan daha üs­tün varlıklar olduğunu ispat ettiğini söylemiştir. Çünkü Allah Te-âlâ, Rasûlü'ne taat ve zikri emrettiğinde «Rabbinin katında bulu­nanlar ona ibadet etmekten böbürlenmezler,» yani «Sen de ibadet etmelisin» diye buyurmuştur. Ona göre bu söz ancak, meleklerin peygamberlerden üstün olması durumunda doğru olur. Fakat Ebu Bekir el Esem'in bu görüşüne pek katılan olmamıştır.

Burada iki önemli noktaya temas etmek gerekir:

1) Bu ayetlerden zikrin her mümine vacib olduğu ve bu konuda kimseden ruhsat ve izin almaya zorunlu olmadıkları anla­şılmaktadır. Çünkü Allah «zikredin» diye emrederek bu izni tüm müminlere vermiştir. Bu ruhsat ve emirden zikrin meşruiyeti an­laşıldığı gibi zikrin hiçbir kimsenin iznine bağlı olmadığı keyfiye­ti de ortaya çıkmaktadır, Yani bir mümin dilediği zaman dilediği yerde ve dilediği şekilde Allah'ı zikredebilir. Elbette uygun olma­yan haller bundan müstesnadır.[117]

 

Kur'anda Tilavet Secdelerinin Adedi

 

2) Cumhur'u-Ulema bu son ayetin okuyucu için secde yeri olduğu hususunda ittifak etmiştir. Ancak Kur'an'daki tilavet sec-. desinin sayısı hususunda ihtilaf edilmiştir. En kuvvetli görüşe gö­re 15 tanedir. İlki A'raf suresinin, sonuncusu Alak suresinin so-nundadır. Bu, İbn Habib, İbn Vehb ve bir rivayete göre İshak bin Rehuveyh'in görüşüdür. Bazı alimler Hicr süresindeki «Niçin sec­de edenlerden olmadın?» (31) ayetinin de secde yeri olduğunu söylemişlerdir. Bu takdirde sayı 16'ya yükselir. Bir görüşe göre de bu sayı 14'tür. İbn Vehb bunu bir diğer rivayetinde öne sür­müştür. Böylece o, Hacc süresindeki ikinci secdeyi iskat etmiştir. Bu, ayrıca Ashab-ı Rey'in de görüşüdür. Nitekim doğru olanı da onu iskat etmektedir. Çünkü sözkonusu hadis secde ayetinin tes-bitini sahih bir şekilde ortaya koymaktadır.

Abdullah bin Münim, Abdullah bin Amr bin el-As'tan şöyle rivayet etmiştir: «Ona Hz. Peygamber 15 secdeyi Kur'anda okut­muştur, üçü 'El-MufassaV denilen surelerdedir, Hacc suresinde de iki tane vardır.» (ibn Mace, Ebu Davud) Ancak bu hadisin ravisi olan Abdullah bin Münim sika değildir, hüccet olamaz. Bunu Ebu Muhammed Abdullah söylemiştir.

Ebu Davud'un rivayet ettiği Akabe bin Amr hadisinde şöyle deniliyor: «Hz. Peygamber'e Hacc suresinde iki secde olup olma­dığını sorduğumda bana, 'evet, onların ikisini okuyup ta secde etmey en onları okumasın' diye cevab verdi.» Ancak bu hadisin se­nedinde Abdullah bin Lahia vardır ve cidden zayıf bir ravidir.

İmam Şafii, Hacc süresindeki iki secde yerini tesbit etmiş ve Sad suresindekini iskat etmiştir. Bazıları da Kur'an'da 11 tila­vet secdesi olduğunu söylemiş. Hacc suresinin sonundakini ve mufassal denilen surelerdeki üç tilavet secdesini iskat etmişler­dir. Bu, İmam Malik'in meşhur görüşüdür. İbn Abbas, İbn Ömer ve başka sahabelerden de rivayet edilmiştir.

Ebu Derda'dan rivayet olunduğuna göre o, şöyle demiştir: «Hz. Peygamber ite 11 defa secde ettim. Onların içinde mufassal denilen surelerin secdelerinden hiç biri yoktu. Bu 11 sure A'raf, Ra'd, Nahl, İsra, Meryem, Hacc, Furkan, Nemi, Secde, Sad, Fussî-let suresinden ibarettir.» (İbn Mace)

Bazıları da tilavet secdelerinin 10 tane Olduğunu söylemiş, Hacc suresinin sonundakini, Sad suresindekini ve üç tane de mu­fassal denilen surelerden iskat etmişlerdir. Bu, îbn Abbas'tan nak­ledilmiştir. Bazıları da tilavet secdelerinin dört tane olduğunu (Secde, Pussilet, Necm, Alak) söylemişlerdir.

Bu ihtilafın nedeni hadislerdeki nakl ve teamülün farklı olma­sındandır. Ayrıca Kur'an'da secdeyi emreden mücerred sigalarda kastedilenin tilavet secdesi mi, namazdaki farz secdesi mi olduğu hususunda farklı görüşler öne sürülmüş olmasındandır.

Tilavet secdesinin vucubiyetinde de ihtilaf edilmiştir. İmam Malik ve İmam Şafii'ye göre vacib değildir. Ebu Hanife'ye göre de vacibtir. Ebu Hanife, secdenin emredilmiş olması vücuba de­lâlet eder, demektedir. Ayrıca Hz. Peygamber'in (s.a), «Ademoğlu bir secde ayetini okuyup secde ederse şeytan ondan uzaklaşır ve söyle der: Ademoğlu'na secde emredildi, o secde etti. Onun için cennet vardır. Ben de secde ile emrolundum ama secde etmedim.

Benim için tfe ateş vardır.» (Müslim) hadisiyle istidlal etmişler­dir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) sürekli tilavet secdesi yapardı İmam Malik ve îmam Şafii ise Hz. Ömer'in hadisine dayanmışlar­dır. Şöyle ki: Hz. Ömre minber üzerinde secde ayetini okudu. Minberden indi, halk da onunla birlikte secde etti. Sonra diğer bir cuma da aynı ayeti okudu. Halk secde etmeye hazırlandığı bil sırada Hz. Ömer, «Ey insanlar! Durun, kuşkusuz ki Allah bu sec­deyi üzerinize farz kilmamıştır. Ancak biz dilersek yaparız.» dedi. (Buharı). Bu olay Ensar ve Muhacirlerden sahabilerin hazır bu­lunduğu bir topluluk Önünde vuku bulmuş olmasına rağmen hiç kimse çıkıp da Hz. Ömer'e «Bunun hükmü böyle değildir» deme­miştir. Böylece tilavet secdesi yapmak vacib değildir.

Hz. Peygamber'in (s.a), «Ademoğlu secde ile emfolundu» şek­lindeki hadisi ise vücub olan secdeyi haber vermektedir. Hz. Pey­gamber'in (s.a) tilavet secdesini sürekli yapmasına gelince, o bu-nun müstehab olduğunu gösterir.

Tilavet secdesinde abdest, necasetten taharet, niyet, kıbleye yönelmek ve vakit şartlan aranır. Ancak Buhari, İbn Ömer'in ba-zan abdestsiz tilavet secdesi yaptığını nakletmektedir. Tilavet sec­desi her zaman yapılabilir. Çünkü sebebe dayalı bir namazdır. Bu îmam Şafii'nin ve bir grubun görüşüdür. Bazıları da kerahet va­kitlerinde yapılamayacağını söylemiştir.

Secdeye giderken tekbir alınır mı alınmaz mı, selam verilir mi verilmez mi, diye ihtilaf edilmiştir. İmam Şafii, İmam Ahmed, îshak bin Rahuveyh tekbirin alınıp selamın verileceği görüşünde­dirler. Nitekim İbn Ömer'in secdeye giderken tekbir alıp ellerini kaldırdığı, başım secdeden kaldırınca da tekrar tekbir aldığı, sec­deye kapandığında «Ey Allahım! Bu secde ile benden bir günahı sil. Benim için bununla bir ecir yaz. Katında onu bana rızık ola­rak kıl» diye dua ettiği rivayet olunmuştur. İbn Mace, İbn Abbas' tan Hz. Peygamber'in de böyle dua ettiğini rivayet etmiştir.

Namaz içinde secde ayeti okunması durumunda, tek başına veya karışıklığından emin olduğu bir cemaatin içindeki kimse­nin nafile namazda secde etmesi gerekir: Şayet karışıklığından emin olmadığı bir cemaatin içinde ise secde etmesi gerekli değil­dir. Bazıları böyle bir kimsenin secde edemeyeceğini söylemişler­dir. İmam Malik'in meşhur olan görüşüne göre, cehri veya sırrı, tek başına veya cemaatle olsun, farz namazda secde edemez. Çün­kü bu farz namazın secde sayısı arttırılmış demek olur ki böyle bir şey olamaz. Bazıları da secde edemeyeceğini, zira cemaatin karışabileceği korkusunun bulunduğunu söylemiştir. Bu görüş da­ha kuvvetlidir.

Ebu Rafi'den rivayet edildiğine göre o, Ebu Hüreyre ile bera­ber yatsı namazını kıldığını, imam da Ebu Hüreyre'nin İnşikak su­resini okuyup secde ettiğini anlatır. Ona bunun ne secdesi oldu­ğunu sordum. O da «Bu, secde ayetiyle Ebu'l-Kasım'ın (Rasûlül-lah'ın) arkasında secde ettim. Onunla birlikte kıyamete kavuşun­caya kadar bu secdeyi devam ettireceğim» dedi. (Buhari).

Hz. Osman, Kur'an dinleyen kimseye de secdenin gerektiğini söylemiştir.

Zühiî ise, ancak temiz olan kimse secde eder. Hazarda isen kıbleye yönel. Binici isen ne yöne yönelirsen yönel, demiştir.

Said vaizin va'z sırasmda okuduğu secde ayetinden dolayı secde edilemeyeceğini; zira onun amacının Kur'an okumak değil,, kıssa, haber ve va'z nakletmek olduğunu söylemiştir[118].  

— A'raf Suresi'nin Sonu —

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/75.

[2] Suyuti, Ed Durr'ul-Mensur, cilt: 3, sh: 101-102

[3] Subh'ul-Aşa, cilt: 4, sh: 16

[4] Abdulvahhab Neccar, Kisas'ul-Enbiya, sh:  148-149.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/.75-82.

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/.84.

[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/85-86.

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/88.

[8] Hazin Tefsiri, cilt: 2, sh: 605.

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/89-94.

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/94-96.

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/96-98.

[12] Ebu Cafer Muhammed bin Cerir et-Taberî, Cami'ul-Beyan, cilt: 20, sh: 40.

[13] Abdulvahhab Neccar, Kısas'ul-Enbiya, sh: 169-171.

[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/98-107.

[15] Abdulvahhab Neccar, Kısas'ul-Enbiya, sh:  186-187

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/107-109.

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/.109-113.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/114-115.

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/115-117.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/117-119.

[20] Abdulvahhab Neccar, Kısas'ul-Enbİya, sh: 201-203

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/119-120.

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/120-122.

[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/122-124.

[24] Abdulvahhab Neccar, Kisas-ul-Enbiya, sh:  205

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/.124-125.

[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/125-127.

[26] Abdulvahhab Neccar, Kısas'ul Enbiya, sh: 219-220

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/127-130.

[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/130-132.

[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/134.

[30] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 9, sh: 20-21

[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/135-144.

[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/146.

[33] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 9, sh: 31.

[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/147-155.

[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/157.

[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/158-167.

[37] Alusî, Ruh'ul-Meani, cilt: 9, sh: 37-38

[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/167-170.

[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/172.

[40] Alusİ, Ruh'ul-Meanî, cilt:9, sh: 42-43

[41] Aİusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 9, sh: 44-45

[42] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/173-180.

[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/180-183.

[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/185.

[45] Bu muhaddis, el-Cami'ul-Kebir'in müellifi olan Ebu İsa et-Tırmızı-(H 279/M892) ile karıştırılmamalıdır. Daha önce de adı geçen Hakim Tır-mizi'nin (H. 318-320/M. 930-932) künyesi, Ebu Abdullah Muhammed bin Alı bin el-Hüseyin bin el-Müezzindir.

[46] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt:9, sh: 55-56

[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/186-193.

[48] Hatib Şirbjni, Es-Siıac'ul-Munir, cilt: 1, sh: 516.

[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/193-201.

[50] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/203.

[51] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 9, sh: 67

[52] îbn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh: 244-245

[53] Ibn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh: 225-226.

[54] İbn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an-il-Azim, cilt: 3 sh: 227.

[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/204-214.

[56] Ibn Kesir, Tefsir'ul-Kur'ân'il-Azim, cilt: 3, sh: 230

[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/214-217.

[58] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/219.

[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/220-221.

[60] Hatib Şirbinî, Es-Sirac'ul-Mûnir. cilt:  1, sh: 523-524

[61] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/221-225.

[62] Bu ifadelerin çoğu açıkça değilse de mana yönünden İncil'de vardı. Ancak İncil tahrif edildiği için, bugün bu mânâlara raslamajk mümkün de­ğildir

[63] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 9, sh: 80

[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/225-231.

[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/233.

[66] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/234-237.

[67] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/239.

[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/240-241.

[69] Salibi, Cevahir'ul-Hisan, cilt: 2, sh: 63

[70] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/241-251.

[71] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/253.

[72] İbn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim. cilt: 3, sh: 244

[73] Suyuti, Ed-Durr'ul-Mensur, cilt; 3, sh: 140-141

[74] Bu, gramatik bir tabirdir. Çünkü nahiv ilminde dört türlü bedel vardır

[75] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/254-262.

[76] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 2, sh: 663

[77] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/263-266.

[78] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 2, sh: 664-665.

[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/266-268.

[80] Kadı Beyzavi, Envaru't-Tenzil, cilt: 2, sh: 666

[81] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/268.

[82] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/268-272.

[83] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/272-274.

[84] Alusi, Ruh'ul-Meani, cil: 9, sh: 113. Hazin tefsirinde, Besus adının kadına değil erkeğe ait olduğunu zikretmektedir

[85] Nesefî Tefsiri, cilt: 2, sh: 671

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/274-280.

[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/282.

[87] Fahruddin Razi, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 4, sh: 471472

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/283-292.

[88] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/292-294.

[89] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 9, sh: 119-120

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/294-295.

[90] Alusi, Ruh'ul-Meani, cil: 9, sh: 121.

[91] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/295-299.

[92] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 9, sh: 123

[93] Alusi, Ruh'ul-Meanî, cilt: 9, sh: 126

[94] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/299-307.

[95] Ebussuud Efendi, îrş'ad'ul-Akl-is-Selim, cild: 4, sh: 475-476

[96] Ebussuud Efendi, Irşad'ul-Akl'is-Selim, cild: 4, sh: 477-478

[97] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/307-311.

[98] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/311-314.

[99] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/316.

[100] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/317.

[101] Fahruddin Razi, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 4, sh: 486-487.

[102] İstisna, muttasıl ve munkatı olmak üzere iki kısımdır

[103] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/317-324

[104] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/324-328.

[105] ibn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh: 265

[106] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 9, sh; 142-143

[107] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/328-333.

[108] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/335.

[109] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/336.

[110] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/336-337.

[111] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/337-340.

 

[112] AIusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 9, sh: 149-150.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/340-345.

[113] Fahruddin Razi, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 4, sh: 501-503

[114] irsal: Hadis ıstılahında Hz. Peygamber (s.a) dönemine yakın ol­mak bakımından yaşça büyük olan bir tabiinin «Hz. Peygamber (s.a) şöy­le dedi, şöyle yaptı» diyerek bizzat kendisinin işitmediği veya görmediği söz veya fiili doğrudan doğruya Hz. Peygamber'den rivayet etmesidir. Buna göre tâbi, asıl haber kaynağı olan, yani hadisi kendisine nakleden sahabiyi atlamış olmaktadır

[115] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 9, sh:  150-153

[116] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 9, sh; 155.

[117] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/345-362.

[118] Kurtubi, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 7, sh: 357-359

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/362-365.