1. Tebliğden Sıkılmamak Gerekir:
2. Uyan Kâfirlere, Öğüt De Mü'minleredir:
1. Rabbimizden İndirilenlerin Mahiyeti:
Mizân'ın Ve Amellerin Tartılmasının Mahiyeti:
1. Emre Karşı Gelen Îblis'in Azarlanışı:
2. Mutlak Emir Vücıtb İfade Eder;
1. İblisin Azgınlığı Ve Küfrünün Mahiyeti:
2. Allah, Hidayetin De Dalâletin De Yaratıcısıdır:
3. Îblis'in Doğru Yoldan Gitmek İsteyenlere Engel Olması:
2. Açılan Avretlerin Örtülmesi:
3. Avreti Açmanın Çirkinliği Ve Tesettürün Güzelliği:
2. İndirilen Libâs'ın Mahiyeti:
2. Cinlerin Ve İnsanların Birbirlerini Görmeleri:
1. Bu Ayette Hitap Bütün İnsanlaradır:
3. Kişinin Kendi Avretini Görmesinin Hükmü:
4. Yemek, İçmek Ve İsraf Etmemek:
5. Az Yemek Ve İçmekle Yetinmek, Mü'minin
Sıfatlanndandır:
1. Allah'ın Liitfundan Yararlanmak:
4. Nimetler Mü'minler İçindir:
Âyetin Nüzul Sebebi Ve Âyette Yasaklanan Hususlar:
1. Cehennemliklerin Kabul Edilmeyecek Olan Talepleri:
2. İhtiyaç Sahiplerine Su Vermenin Fazileti:
3. Mülkiyet Altına Alınmış Su:
1. Yaratmak Ve Emretmek Yalnız Allah'ındır:
2. Emir İle İrade Arasındaki İlişki:
2. Dua Esnasında Etleri Kaldırmak:
Salih'in Kavmi Semud'a Verilen İmkânlar:
2. Bina Yapmanın Hükmüne Dair:
3. Allah'ın Nimetlerine Şükretmenin Gereği:
2. Lût Kavminin Fiilini Yapanların Cezası:
3. Hayvan İle Cinsel İlişki Kurmanın Hükmü:
4. Bu İşi Dünya Tarihinde İlk Yapanlar Lût Kavmidir:
2. İnsanların Eşyalarının Değerlerini Düşürmek:
4. Allah'a Giden Yolları Engellemek:
Haksızca Alınan Vergiler Ve Vergilerin Tahsilini Vermek:
1. İnanmayanların Yanlış Değerlendirmelerine Bir Örnek:
1. Hz. Musa'nın Bu Mucizeleri Gösterdiği Süre:
5. Çekirgeler Ve Diğer Canlıların Soylarının Tükenişi:
Tekrar Hz. Musa İle Kıptîlerin Kıssasına Dönelim:
Kurbağanın Öldürülmesinin Yasaklanışı:
1. Musa İle Sözleşilen Kırk Gece:
2. Vaadlerde Süre Tanımak Ve Kişinin Allah'a Karşı Özür
Beyan Edebilme Hali:
3. Tarik (Gün. Olarak) Geceden Mi Başlar, Gündüzden Mi:
1. Hz. Musa'nın Levhaları Bırakması:
2. Hz. Musa'nın Levhaları Bırakması, Semâ' Ve Vecde Delil
Gösterilmez:
1. Yüce Allah'ın İsrailoğullanna Ve Bu Ümmete Lütufları:
2. Ommî Peygamber Olan Rasul'e Uyanlar:
4. Tevrat Ve
İncil'de Üz. Peygamber'in Müjdelenmesi:
5. Hz. Peygamberin Emir Ve Yasaklarının Mahiyeti:
6. Temiz Şeyler
(Tayyibât)'In Mahiyeti:
7. Son Peygamberin Şeriatinde Ağır Mükellefiyetlerin
Kaldırılması:
8. Üzerlerindeki Zincirleri Îndiren Peygamber:
9. "Ağır Yük" Anlamındaki Kelimeye
"Zincirler" Anlamındaki Kelimenin Atfedilmesi:
10. Peygambere İman Edenler, Onu Yüceltenler, Ona Yardım
Edenler...
Rahman ve Rahim Allah'ın Adıyla
Sekiz âyet müstesna,
Mekke'de inmiştir. Müstesna olan buyruklar da: "Onlara deniz kıyısındaki
o kasabanın durumunu da sor" {163. âyeO'den itibaren, "Hani Biz, dağı
üzerlerine bir gölgelik gibi çekip kaldırmıştık..." (171. âyet) buyruğuna
kadar olan âyetlerdir.
Nesaî'nin, Âişe
(r.anha)'dan rivayei ettiğine göre, Rasulullah (sav) akşam namazında el-A'raf
Sûresi'ni iki rekâte bölerek okumuştur.
[1] Ebu
Muhammed Abdulhak sahih olduğunu İfade etmiştir.[2]
1. Elif, lâm, Mîm,
Sâd.
2. Bu kendisiyle
uyarman, mü'mlnlcrc de öğüt almaları için sana İndirilen bir kitaptır. Sakın
ondan dolayı göğsünde bir sıkıntı olmasın.
Yüce Allah'ın:
"Elif, Lâm, Mîm, Sâd" şeklindeki Mukatta Harfler diye bilinen
buyrukları ile ilgili açıklamalar, dalıa önceden el-Bakara Sûresi'nin baş
taraflarında (2/1-2. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Mübtedâ olarak
mahallen merrVdur. "(Bu) ... bir kitaptır" buyruğu da onun haberidir.
Sanki: "Elif, Lâm, Mîm, Sâd. Sana indirilen bir kitabın" harfleridir
buyrulmuş gibidir.
el-Kisaî de şöyle
demektedir: Yani, "bu... bir kitaptır" takdirindedir. Yüce Allah'ın:
"Sakın ondan dolayı göğsünde bir sıkıntı olmasın" buyruğu ile İlgili
açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:[3]
Yüce Allah'ın:
"Sıkıntı", darlık anlamındadır. Yani, tebliğ dolayısıyla göğsün
daralmasın. Çünkü, Hz. Peygamber'den şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Şüphesiz Allah bana Kureyş'i ateşe vermemi emretti. Rabbiın dedim. O
takdirde onlar başımı, ekmeği kırar gibi kırarlar." Bu ifadelerin yer
aldığı hadisi Müslim rivayet etmiştir,[4]
el-Kiyâ der ki: Bu
buyruğun zahiri nehiy olmakla birlikte, ondan sıkıntının nefyedildiği
anlamındadır. Yani, ona iman etmiyorlar diye göğsün daralmama-lıdır. Çünkü,
sana düşen tebliğden ibarettir. Sana onları uyarıp korkutmanın dışında iman
etmelerinden yahut küfre sapmalarından ötürü bir şey düşmez. Yüce Allah'ın şu
buyruktan da bunu andırmaktadır: "Belki bu söze iman etmezler diye
arkalarından üzülerek kendini helak edeceksin" (el-Kehf, 18/6); "İman
etmiyorlar diye neredeyse kendini öldüreceksin." (eş-Şuara, 26/3)
Mücahid ve Katade'nin
görüşüne göre, burada "harec" şüphe anlamındadır. Bu şüphe küfür
şüphesi değil, sadece kalbe gelen sıkıntının şüplıesidir. Yüce Allah'ın şu
buyruğu da böyledir: "Andolsun ki, onların söylediklerinden göğsünün
daraldığını da mutlaka bilip duruyoruz." (el-Hicr, 15/97)
Hiiab, Peygamber
(sav)'a olmakla bitlikte maksat onun ümmetidir, diye de açıklanmıştır. Ancak,
bu şekilde olması uzak bir ihtimaldir.
Ondan"daki zamir,
Kuı'âna racidir. Uyarıp korkutmaya (inzâra) ra-ci olduğu da söylenmiştir. Yani,
Kitap sana, onunla uyarasın diye indirilmiştir. O bakımdan, göğsünde ondan
dolayı her hangi bîr stkıntı olmasın. Buna göre ifadede takdim ve tehir
vardır. Buradaki zamirin, ifadenin gücünden anlaşılan yalanlamaya ıaci olduğu
da söylenmiştir. Yani, onu yalanlayanların yalanlamasından ötürü göğsünde bir
darlık olmasın.
[5]
Yüce Allah'ın:
"Öğüt" kelimesinin, hem ref mahallinde, hem nasb, hem de cer
mahallinde olması mümkündür. Ref mahallinde olması iki şekilde açıklanır.
Basralılar der ki: Bu, bir mübteda takdirine göre merfu'dur. (Bu, mü'mintere
bir öğüttür, anlamında olur).
el-Kİsaî der ki:
"Kitab'a atfedilerek merfu'dur. (Yani, bu... bir kitaptır ve... mü'minlere
bir öğüttür).
Nasb mahallinde olması
da iki şekilde açıklanır. Evvela mastar olabilir. YaT ni, "Sen onunla
hatırlat" takdirinde olur. Basralılar da böyle açıklamışlardır. el-Kisaî
de şöyle demektedir: Bu buyruk "Onu indirdik"deki zamire
atiedilmiftir.
[6] (Buna göre; ve mü'minlere
öğüt olmak üzere indirilmiştir, anlamında olur).
Mecrur olması da
" Kendisiyle uyarman için" buyruğunun mahalline atıfladır. (Yani:
Kendisiyle uyarılan ve mü'minlere bir öğüt olması için..,)
İnzâr (uyarıp
korkutmak), kâfirler için sözkonusudur, öğüt (zikrâ) ise mü'minier için
sözkonusudur. Çünkü ondan yararlananlar onlardır.
[7]
3. Katibinizden size
indirilene uyun. O'ndan başka velilere uymayın. Ne kadar az öğüt alıyorsunuz!
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[8]
Yüce Allah'ın:
"Rabbinlzden size indirilene uyun" buyruğu ile kastedilenler Kitap
ve sünnettir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmak-tadîr:
"Peygamber size neyi verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan
sakının." (el-Haşr, 59/7)
Bir kesim de şöyle
demektedir: Bu, lıem Peygamber'i, hem de ümmetini kapsamına alan genel bir
emirdir. Zahirinden anlaşıldığına göre bu, Hz. Peygamber dışında bütün
insanlara yönelik bir emirdir. Yani sizler, İslâm'ın ve Kur'an'ın dinine tabi
olun. Onun helal kıldığını helal, haram kıldığını haram belleyin, emrine uyun,
yasaklarından kaçının. Âyet-i kerime nassın varlığı ile birlikte delilsiz
görüşlere tabi olmayı terk etmeye delildir.[9]
Yüce Allah'ın:
"O'ndan başka velilere uymayın" buyruğundaki zamir, şanı yüce
Rabbimize aittir. Yani, onunla birlikte başkasına ibadet etmeyin. Allah'ın
dininden uzaklaşanları veii (dost, yardımcı, idareci) edinmeyin. Her kim
izlenen bir yolu beğenir ve seçerse, o yolun izleyicileri onun velileridir.
Malik b. Dinar'dan
gelen rivayete göre o; "Ondan başka velilere uymayın" buyruğunu okuyup
O'ndan başka veli aramaya dahi kalkışmayın, diye açıklamıştır.
Veliler"
kelimesinin gayr-ı munsanf oluş sebebi, onda te'nis (dişil) elifi bulunuşudur.
Buradaki zamirin, yüce
Allah'ın: Rabbinlzden size indirilene uyun" buyruğundaki; 'a ait olduğu da
söylenmiştir. (Size indirilenin dışında kalan velilere uymayın, anlamını»
gelir).
"Ne kadar az öğüt
alıyorsunuz" buyruğundaki zaiddtir. Fiil ile birlikte bunun mastar
anlamına geldiği de söylenmiştir.
[10]
4. Nice yurtları helak
ettik. Geceleyin veya gündüzün uyurlarken azabımız onlara gelip çattı.
5. Onlara azabımız
geldiğinde seslenişleri: "Biz gerçekten zalim-lermişiz" demelerinden
başka bir şey olmadı.
Yüce Allah'ın:
"Nice yurtları helak ettik" buyruğundaki "nice" anlamına
gelen; çokluk ifade etmek içindir. Nitekim; " Nice"nin azlık ifade
etmek için kullanıldığı gibi.
Bu kelime burada
mübte-dâ olarak ref malıallindedir. "Helak et-tik""ise onun
haberidir. Yani pek çok "karye (yurt)" -ki karye, insanların toplanma
yerleri demektir- helak ettik.
"Nice" anlamındaki
bu kelimenin, sonrasında bir fiil takdiri ile rasb mahallinde olması da
mümkündü!-. Ondan önce fiil takdir edilmez. Çünkü kendisinden önceki ifadeler
istifhamda amel etmez.
Birinci görüşü yüce
Allah'ın şu buyruğu pekiştirmektedir:
"Nuh'tan sonra
nice nesilleri helak ettik." (el-İsrâ, 17/17)
Eğer; Helak
ettik" kendisinden sonra gelen zamiri nasbederek onunla iştigal etmemiş
olsaydı, bu fiil dolayısıyla "Nice" kelimesi mahallen mansub olurdu.
Bununla birlikte; Helak ettik" kelime-sinin "yurt" anlamındaki
"karye" kelimesine sıfat olması da mümkündür. (O takdirde: Helak
ettiğimiz nice yurtlar... anlamında otur), "Nice" anlamındaki kelime
de mana itibariyle helak edilen yurdun kendisidir. Buna göre "yurt"
anlamındaki kaıyeye sıfat getirildi mi "nice" anlamındaki kelimeye sıfat
verilmiş olur. Buna da yüce Allah'ın şu buyruğu delil [eskil etmekledir:
" Göklerde...
şefaatleri hiç bir şeye yaramayacak nice melek vardır..." {en-Necm, 53/26)
Burada da zamir, " Nice" kelimesine mana itibariyle ait olmaktadır.
Zira, bunun anlamı burada melekler ile ilgilidir. Bu takdire göre ondan sonra
gelen bir fiil takdiri ile; " Nice" kelimesinin nasb mahallinde
olması doğru olamaz.
" Onlara azabımız
geldiğinde" buyruğunun "fe* harfi ile atf edilmiş olmasının
açıklanması zordur. el-Ferrâ der ki; "fe" harfi "vav" anlamındadır.
O bakımdan burada bir tertib (sıralanış) gerekli değildir. Şöyle de
açıklanmıştır: Nice lıelâk etmek istediğimi?, yurt vardır da onlara azabımız
geldiğinde.... demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Kur'an'ı oku duğun zaman, derhal o kovulmuş şeytandan Allah'a
sığın." (en-Nahl, 16/98)
Şöyle de
açıklanmıştır: Helak ediş, kavmin bir bölümü hakkında sözko-nusu olmuştur. Buna
göre, ifadenin takdiri şöyle otur: Nice yurt vardır ki Biz, ora halkının bir
bölümünü helak ettik de onlara Bizim azabımız gelince bu sefer hepsini helak
ettik.
Şöyle de denilmiştir:
Yani, takdir ettiğimiz hükmümüzde, helak ettiğimiz nice yurt vardır da bu
sebepten Bizim azabımız onlara geldi.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Biz, oraya azap meleklerini göndermekle helak ettik de o
sebepten bizim azabımız -ki toptan helak eden bir azaptır-bu- onlara geldi.
Âyet-i kerimedeki "el-Be's" kişinin bizzat kendisine gelen azap
demektir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Yani Biz, o kasabaları helak ettik. Ve Bizim onları helak
edişimiz şu şu vakitlerde olmuştu. Buna göre azabın gelişi, helak etmek demek
olur.
Daha önceden
belirttiğimiz gibi be's'in helak etmekten başka bir şey olduğu da
söylenmiştir.
Yine el-Ferrâ şunu
nakletmektedir: Her iki fiil de aynı anlamda olur veya aynı anlamda gibi
olursa, hangisini istersen onu öne geçirebilirsin. Buna göre anlam şöyle olur:
Nice yurt vardır ki, azabımız onlara geldi, Biz de onları helak ettik...
Yanaştı ve yaklaştı, yaklaştı ve yanaştı" demek gibi. Bana sövdü de kötü
söz söyledi, bana kötü söz söyledi de sövdü," fiillerinde de olduğu gibi.
Çünkü, bunların ikisi de aynı şeydir.
Yüce Allah'ın şu
buyruğu da böyledir: "Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı."' (el-Kamer,
54/1) Buyruğun anlamı ise, -Allah'u a'lem- ay yarıldı da Kıyamet yaklaştı
şeklindedir, ki, ikisinin de ifade ettiği anlam birdir.
Geceleyin"
demektir. (Ev anlamına gelen): el-Beyt de burdan gelmektedir. Çünkü, gece
orada geçirilir. Bunun fiil çekimi ve mastarları da; şeklinde gelir.
Veya gündüzün
uyurlarken" buyruğunda; Veya"dan sonra bir "vav" daha
gelmesi gerekmekle birlikte, iki "vav"ın yanyana gelmesini ağır
bulduklarından dolayı ikincisini hazf etmişlerdir. Bu açıklama el-Ferrâ'ya
aittir. ez-Zeccâc ise der ki: Böyle bir açıklama yanlıştır. Çünkü, aynı şeyin
tekrarı yapılınca "vav"a ihtiyaç kalmaz.
Meselâ "Zeyd
binerek bana geldi, yahut o yürüyerek..." dediğiniz takdirde aynca
"vav" getirmeye gerek yoktur.
el-Mehdevî der ki:
Burada İkinci bir "vav"ın gelmeyis sebebi, cümlede birincisine ait
bir zamir oluşundan dolayıdır. O bakımdan bu "vav"a ihtiyaç kalmamıştır.
Bu da ez-Zeccâc'ın açıklaması ile aynı anlamdadır.
Burada
"veya" şüphe için değil, tafsil içindir. Nitekim: "Sen, ister
bana karşı insaftı ol, ister zalim, mutlaka sana ikram edeceğim" demeye,
benzer. İşte bu "vav", nahivciler tarafından "vâvü'1-vakt"
diye adlandırılır.
"Gündüzün
uyurlarken", günün ortasında uyuyup dinlenmeyi ifade eden ve "kaylûle"
ile aynı anlama gelen; 'den gelmektedir. Bunun, uyuma söz konusu olmasa dahi,
günün ortasında sıcağın arttığı sıradaki dinlenmek anlamına geldiği de
söylenmiştir.
Yani: Onlar, ister
gece, ister gündüz olsun, gaflette olduklan bir sırada azabımız onlara ansızın
geldi. ("Sesleniş" diye meali verilen:) "da'vâ" dua etmek demektir.
Yüce Allah'ın: Dualarının sonu da..." (Yunus, 10/10) buyruğu da buradan
gelmektedir.
Nahivciler de;
Allah'ım, sen bizi, Sana dua edenlerin, salilı dualarına ortak kıl" diye
bir ifade naklederler. "Da'va", iddia anlamına da kullanılır. Yani:
Onlar, helak edildikleri vakit, kendilerinin 2alim olduklarını mutlaka ikrar
edeceklerdir.
Seslenişleri"
lafzı, in haberi olarak nasb mahallindedir. İsmi ise, "djJiîiî'iı):
Demelerinden başka bir şey olmadı" buyruğudur.
Bu buyruğun bir
benzeri de: "Kavminin cevabı... demelerinden başka bir şey olmadı."
(en-Neml, 27/56) buyruğudur. Bununla birlikte "da'va" kelimesinin
merfu' ve "Demelerinden''in de nasb mahallinde olması mümkündür. Yüce
Allah'ın: "...döndürmeniz, iyilik değildir" (el-Ba-kara, 2/177)
buyruğunda İyilik" kelimesinin ref ile okunması halinde olduğu gibi. Yine
yüce Allah'ın Bundan sonra kötülük edenlerin akıbeti... yalanladılar diye kötü
oldu" (er-Rûm, 30/10) buyruğundaki; Akibetl" kelimesinin ref ile
okunması da böyledir.
[11]
6. Andolsun ki, kendilerine peygamber
gönderilenlere de soracağız, gönderilen peygamberlere de soracağız.
7. Ve Biz, onlara bilerek anlatacağız, Biz
gaipler değiliz.
Yüce Allah'ın:
"Andolsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere de soracağız"
buyruğu, kâfirlerin hesaba çekileceklerine bir delildir. Yine Kur'ân-ı Kerim'de
şöyle buyrulmaktadır: "Sonra da onların hesabı muhakkak Bize ait
olacaktır." (el-Ğâşiye, 88/26) Kasas Sûresi'nde de şöyle buyrulmaktadır:
"Günahkârlara günahlarından sorulmaz." (el-Kasas, 28/78) Azapta
yerlerini aldıktan sonra onlara günahları sorulmuyacakttr, demektir. Çünkü,
âhiretin değişik konumları vardır. Kimi yerlerde hesap için sorgulanacaklar,
kimi yerlerde de kendilerine soru sorulmuyacaktır. Onlara soru sormak ise,
yaptıklarını itiraf ettirmek, azarlama ve riisvay etmek için olacaktır.
Peygamberlere soru sormak ise, onların söylediklerini tanık göstermek ve açıkça
ifade etmek içindir. Yani, kavimlerinin kendilerine ne şekilde cevap
verdiklerini ortaya çıkarmak için olacaktır. Bu da -ileride görüleceği gibi- yüce
Allah'ın: "Tâ ki, o doğru sözlü kimselere (peygamberlere), doğrulukları
hakkında soru sorsun" (el-Ahzab, 33/8) buyruğunun anlamını ifade etmektedir.
Şöyle de
açıklanmıştır: "Andolsun ki, kendilerine gönderilenlere de soracağiz."
Yani, Biz (kendilerine risalet gönderilen) peygamberlere soracağız demektir.
"Elçi olarak gönderilenlere de soracağız" da peygamberlere gönderilen
meleklere soracağız, demektir.
Andolsun ki,
soracağız" buyruğundaki "lâm" harfi kasem içindir. Gerçek
anlamı ise, te'kiddir. Yine: Ve Bİ2 onlara bilerek anlatacağız"
buyruğundaki "lâm" da böyledir. İbn Abbas der ki: (Amel defterlerinde
yazılanlar) onların aleyhlerine konuşacaktır.
"Biz gaipler
değiliz." Yani, onların amellerine tanık kimseleriz. Âyec-i kerime, yüce
Allah'ın, kendine has bir ilim ile âlim olduğuna delildir.
[12]
8. O gün tartı haktır.
Artık kimlerin terazileri ağır basarsa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ
kendileridir.
9- Kimin de terazileri
hafif gelirse, onlar da âyetlerimize zulme-degeldikleri İçin kendilerini zarara
uğratmış kimselerdir.
Yüce Allah'ın: O gün,
tartı haktır" buyruğu mübtedâ ve haberdir, Bununla birlikte
"Hak" kelimesinin tartının sıfatı, haberin ise, O gün" olması da
mümkündür. (Buna göre buyruk: Hak, tartı o gündür, anlamında olur.) Bununla
birlikte mastar olarak nasbedil-mesi de mümkündür. (İşte gerçek tartı o gün
olacaktır, anlamında).
[13]
Tartıdan kasıt,
kutların amellerinin Mizan ile tartılmasıdır. İbn Ömer der ki: O gün kulların amel
sahiteleri tartılacaktır. Sahih olan budur. İleride geleceği üzere haber de
böylece vârid olmuştur.
Şöyle de denilmiştir:
Mîzan, kulların amellerinin içinde bulunduğu hitaptır. Mücahid ise, şöyle
açıklamaktadır: Mizan, bizzat hasenatın ve seyyiatm kendileridir. Yine
Mücahid'ten, ed-Dahhâk ve el-A'meş'den de şöyle açıkladıkları nakledilmiştir:
Vezn (tartı) ve mizan (terazi), adaletle hüküm vermek anlamındadır. Burada
taıtının söz konusu edilmesi örnekleme yoluyladır. Nitekim: "Bu, şu
ağırlıkta bir sö2dür" demek de bu kabildendir. Yani, ona muâdil ve ona
denk bir sözdür. Ortalıkta bir tartı söz konusu olmasa dahi böyle denilir.
ez-Zeccâc der ki: Böyle bir açıklama dil açısından uygundur. Ancak, daha uygun
olan, sahih senedlerde sözü geçen Mizana tabi olmak (yani, amellerin
tartılacağını kabul etmek)'dir.
el-Kuşeyrî der ki:
ez-Zeccâc gerçekten güzel söylemiştir. Zira, Mizan bu şekilde te'vil edilecek
olursa, o takdirde Sırat da gerçek din diye açıklansın, cennet ve cehennem de
cesetler müstesna, sadece ruh Sarın karşı karşıya kalacağı haller diye
açıklansın, şeytan ve cinler de kötü ahlâk, melekler ise övülmeye değer güçler
olarak yorumlansın. Oysa, ilk asırda ümmet te'vile sap-maksızın bu ifadelerin
zahirini kabul etme gereği üzerinde icnıa etmişlerdir. Onlar, te'vil
yapılamayacağı hususunda icma ettikleri takdirde zahiri alıp kabul etmek
gerekir ve bu zahir ifadeler, kesin naslar olurlar.
tbn Fûrek der ki:
Mu'tezile, "araz olan şeyler bizatihi var olamadıklarından dolayı
tartılmaları da imkânsızdır" ilkesinden harekette Mizanı inkâr
et-tnişierdir.
Kelamcıiardan kimisi
de şöyle demektedir: Yüce Allah, araz olan (sonradan olan, sıfatlar) şeyleri
cisimlere dönüştürecek ve Kıyamet gününde onları tartıya koyacaktır. Böyle bir
açıklama ise bize göre sahih değildir. Sahih olan terazilerin üzerinde
amellerin yazılı olduğu sahifelerle ağtrlaşaca-ğı veya hafif basacağıdır. Bu
hususta bunun gerçekleşeceğini ifade eden haberler rivayet edilmiştir. Söz
konusu rivayette şöyle denilmektedir; "Âde-moğullarından kimisinin
mizanında haseneler nerdeyse hafif gelecekken, oraya üzerinde lâ ilahe
illallah yazılı bir deri parçası konulacak ve o da ağır basacaktır"
anlamındaki rivayettir.
Bilindiği gibi bu,
içinde amellerin yazıldığı şeylerin tartılması ile alakalıdır. Bizzat
amellerin kendisi ile değil. Şanı yüce Allah da Terazinin her iki kefesine de
içinde amellerin yazılı olduğu salıifeleri koymak suretiyle dilediği takdirde
Mizanı hafifletir, dilediği takdirde de ağırlaştırır.
Müslim'in Salıih'inde
Safvan b. Muhriz'den şöyle dediği nakledilmektedir: Bir adam İbn Ömer'e şöyle
dedi: Sen, Rasulullah (suv)'ın ikili söyleşme (yani kıyamet gününde yüce
Allah'ın kulu ile konuşması) hakkında ne duydun? O da, ben onu şöyle
buyururken dinledim diye cevap verdi: "Kıyamet gününde mü'min, aziz ve
celil olan Rabbine, Rabbi onun üzerine örtüsünü ve affını bırakıncaya kadar
yakınlaştırılır. Ona günahlarını söyletir. Biliyor musun diye sorar, o da:
Evet Rabbim biliyorum, der. (Rabbi) buyurur ki: Dünyada iken Ben senin bu günahını
örtmüş idim. Bugün de onu sana bağışlıyorum. Sonra da ona hasenatının yazılı
olduğu sahife verilir. Kâfirlerle münafıklara ise, herkesin önünde (duyacağı
şekilde): İşte bunlar Allah'a karşı yalan uyduranlardır, denilir."[14]
Hz. Peygamberin:
"Ona hasenatının yazılı olduğu sahife verilir" ifadesi, amellerin
sahifelere yazıldığı ve tartılacağına delildir.
İbn Mace de Abdullah
b. Amr yoluyla gelen hadiste şöyle dediğini nakletmektedir: Rasulullalı (sav)
buyurdu ki: "Kıyamet gününde, herkesin gözü önünde (duyacağı bir şekilde)
ümmetimden bir kişi çağrılacak. Onun karşısına her birisi gözün uzanabildiği
kadar uzanacak doksan dokuz kayıtlı sicil yayılacak. Sonra, şanı yüce ve
mübarek olan Allah şöyle buyuracak: Bunlardan herhangi bir şeyi inkar ediyor
musun?. O, hayır Rabbim diyecek. Yüce Allah soracak: Benim koruyucu yazıcılarım
(meleklerim) sana zulmetti mi?. O, hayır diyecek, Sonra şöyle buyuracak: Senin
ileri sürecek bir mazeretin var mı? Senin bir hasenen var mı? Adam, korkacak
ve: Hayır diyecek. Bu sefer yüce Allah şöyle buyuracak. (Durum) sandığın gibi
değil. Senin Bizim nezdimizde iyiliklerin var. Bugün senin aleyhine zulüm
sözkonu-su olmaz, denilecek ve ona, üzerinde: "Eşhedü en lâilahe illallah
ve enne Mu-hammeden Abduhu ve Rasulühü" diye yazı bulunan bir belge
çıkartılacak. O da, Rabbim bu kâğıt parçacığının bunca sicillere karşılık
kıymeti ne olabilir ki? diyecek. Yüce Allah: Şüphesiz sana zulmedilmeyecek
diye buyuracak ve bütün o siciller bir kefeye konulacak, (şehadet kelimesinin
yazılı olduğu) o kâğıt parçası da diğer kefeye konulacak. Bütün o siciller (in
bulunduğu kefe) havaya kalkarken, o kâğıt parçası ağır basacak."[15]
Tirmizî de: "Allah'ın adına karşı hiç bir şey ağır basmayacak"
ziyadesini ekledikten sonra: Hasen, garip bir hadistir, demektedir.
[16]
İleride yüce Allah'ın
izniyle el-Kehf Sûresi'nde (18/103-105. âyetler, 3. başlıkta) ve el-Enbiya
Sûresi'nde (21/47. âyetin tefsirinde) bu hususa dair başka açıklamalar da
gelecektir.
Yüce Allah'ın:
"Artık kimlerin terazileri ağır basarsa, işte onlar kurtuluşa erenlerin
tâ kendileridir. Kimin de terazileri hafif gelirse, onlar da âyetlerimize
zulmedegeldikleri için kendilerini zarara uğratmış kimselerdir"
buyruğunda geçen; " Terazileri" kelimesi; Terazi kelimesinin
çoğuludur. Aslı ise şeklindedir. "Vav" harfi önceki harf esre-li
oluduğundan dolayı "ye"ye dönüştürülmüştür.
Şöyle de denilmiştir:
Amelde bulunan tek bir kişi için her birisinde bir çeşit amelinin tartılacağı
birden çok mizanlarının (terazilerinin) olması da mümkündür. Her bir kişi için
tek bir mizan olması da mümkündür ve bu husus, çoğul lafzı kullanılarak dile
getirilmiştir.
Nitekim: Filan kişi
Mekke'ye katırlar üzerinde yola çıktı, filan kişi Basra'ya gemilerle yola
çıktı," demek bu kabildendir. Kur'ân-ı Kerim'de de şöyle buyrulmuştur:
"Nuh kavmi peygamberleri yalanladı" (eş-Şuara, 26/105); "Ad
kavmi peygamberleri yalanladı." (eş-Şuara, 26/123) Oysa, (buyruklarla
ilgili) iki te'vilden birisine göre bunların her birisine gönderilen peygamber
bir tane idi.
"Teraziler"
kelimesinin aslında mizan kelimesinin değil de -tartılan anlamına gelen-;
kelimesinin çoğulu olduğu da söylenmiştir. Buna göre "el-Mevazin"
ile tartıya giren ameller kastedilmiştir. "Kiminde terazileri hafif
gelirse" buyruğu da bunun gibidir.
İbn Abbas da şöyle
demektedir: "İyilikler ve kötülükler , dili ve iki kefesi bulunan bir
terazide tartılacaklardır. Mü'min kimseye ameli en güzel şekilde getirilecek
ve terazinin kefesine bırakılacak. Hasenatı da seyyiâtına (iyilikleri
kötülüklerine) ağır basacaktır. İşte, yüce Allah'ın: "Artık kimlerin terazileri
ağır basarsa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir" buyruğunda
kastedilen budur. Kâfirin ameli de en çirkin şekilde getirilir, mizanın
kefesine bırakılır. Ve ağırlığı hafif basar, sonunda cehenneme düşer."
İbn Abbas'ın işaret
ettiği bu husus, şu söylenenlere yakındır: Şanı yüce Allah, kulların
amellerinden her bir bölümü bir cevher (öz) olarak yaratır. Bu özler
tartılacaktır. Ancak, îbn Fürek ve başkaları bunu reddetmiştir. Nakledilen
rivayette ise şöyle denmektedir: Mü'minin hasenatı hafif geldiğinde,
Ra-sulullah (sav) parmak kadar üzerinde yazı bulunan bir kâğıdı çıkartır ve onu
kulun hasenatının bulunduğu terazinin sağ kefesine bırakır. Böylelikle hasenat
ağır basar. O mü'min kul, Peygamber (sav)'a şöyle der: Anam babam sana feda
olsun ne kadar güzel bir yüzün var, ne kadar güzel bir yaratılışın var! Sen
kimsin? Şöyle buyurur: "Ben senin peygamberin Muhammed'im." îş-te
bunlar da senin bana getirmiş olduğun salat ve selamlardır. İşte bunlara en çok
ihtiyaç duyduğun bir zamanda onları sana geri ödüyorum."
[17]
Bunu, ei-Kuşeyrî
Tefsir'inde nakletmektedir. Onun da naklettiğine göre, hadiste geçen
"bitâka" (üzerinde yazı bulunan küçük bir kâğıt parçası), Misi
rhların lehçesinde eşyaların numarasının yazılı olduğu bir parçadır.
îbn Mace der ki:
Muhammed b. Yahya da der ki: Bitâka, üzerinde yazı bulunan küçük bir parça
demektir. Mısırlılar bu parçaya bitâka derler.
[18]
Huzeyfe der ki: Kıyamet gününde Mizanların başında duracak kişi Cebrail
(a.s)'dır. Yüce Allah şöyle buyuracaktır: "Ey Cebrail, aralarında amellerini
taıt ve birindeki hakkı alıp (hak sahibi olan) öbürüne ver." Sonra şöyle
dedi: Orada ne altın, ne de gümüş vardır. Eğer zalimin iyilikleri varsa, onun
iyiliklerinden alınır, mazluma verilir. Şayet iyilikleri yoksa, mazlumun kötülüklerinden
alınır, zalime yükletilir. Böylelikle adam üzerinde dağlan andıran yükler
bulunduğu halde geri döner.[19]
Peygamber (sav)'dan da
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Şanı yüce Allah
kıyamet gününde "Ey Adem, Mizanın yakınında Kürsİ'nin yanına çık git ve
çocuklarının amellerinden önüne getirilecek olanlara bak. Her kimin hayrı
şerrine bir tane ağırlığı kadar ağır basacak olursa, onun İçin cennet vardır.
Kimin de şerri bir tane ağırlığınca hayrından ağır basarsa, ona da cehennem
vardır. Tâ ki Sen, Benim zalimden başka hiç bir kimseye azap etmeyeceğimi
bilesin."
[20]
10. Andolsun ki Biz
sizi, yeryüzünde yerleştirmiş ve size orada bir çok geçim vasıtaları
yaratmışızdır. Ne kadar az şükredersiniz!
Yani Biz, orayı sizin
için karar kılacağınız bir yer ve bir döşek kıldık. Orada size geçim
sebeplerini hazırladık.
"Geçim
vasıtaları" kelimesi 'in çoğuludur. Kendisi vasıtası ile yaşanılabilen
yiyecek, içecek ve onunla hayatın var olabileceği şeyler demektir. Bu kökten
geten mazi ve muzari fiiller İle mastarlar şöyledir: ez-Zeccâc der ki: Maişet,
kendisi vasıtası ile ayş'a (yani yaşamaya) ulaşılan şey demeklir. el-Alıfeş ve
nalıivcikr-den çoğu kimsenin kanaatine göre ise, bu kelimenin asıl vezni; şeklindedir.
el-A'rec de bu kelimeyi hemzeli olarak; diye okumuştur. Harice b. Mus'ab da
NatVden böylece rivayet etmiştir.
en-Nehhâs der ki;
Hemzeli okuyuş lalındır, caiz değildir. Çünkü bunun tekili; olup, aslı
şeklinde "ye" harfinin esreli okunuşudur. O bakımdan (çoğulu
yapılırken) "ayn"dan sonra bir "vasıl elifi ilave edilmiştir.
"Vasıl elifi de
sakin olduğu gibi, ondan sonra gelen "ye" harfi de sakin olduğundan
buna hareke vermek kaçınılmazdır. Zira, bu harflerden herhangi birisini
hazfetmeye yol yoktur. "EliP'e ise hareke verilemez. O bakımdan çoğul
olan "me'âiş" kelimesinin tekilinde "ye" harfine verilmesi
gereken hareke verilmiştir. Ve böylelikle me'âiş haline gelmiştir. Bunun
"vııv"U kelimelerden benzeri de: Minare, minareler, makam, makamlar"
gibi kelimelerdir. Niıekim şair de şöyle demiştir:
"Ve şüphesiz ben
öyle konumlarda duran birisiyim ki,
Ne Cerir, ne de
Cerir'in efendisi bu gibi konumlarda duramamıştır."
" Musibet,
musibetler" da böyledir. Güzel olan söyleyiş budur. Şaz bir söyleyiş ise,
Mesâib: Musibetler" şeklindedir.
el-Ahfeş der ki;
Burada mesâib şeklinde kullanışın caiz oluşu, bunun tekilinde de iliel
harfinin bulunuşudur.
ez-Zeccâc der ki:
Ancak bu açıklama yanlıştır. Onun bu açıklamasına göre (makam kelimesinin)
çoğulunu (mekavim şeklinde değil de): Mekaim diye yapılması gerekirdi. Fakat
burada kabul edilmeye değer olan görüş, bu kelimenin de; Yastık kelimesinin hem
"vâv" harfi ile hem de "hemze" ile söylenmesinin mümkün
oluşuna benzediğidir.
Şöyle de denilmiştir:
"Me'âiş" kelimesinde "heınze"nin caiz olmayışı, tekili
olan maişet'in "mefile" vezninde oluşu ve buradaki "ya"
harfinin asli had' oluşundan dolayıdır. Bu gibi "yaların hemze ile okunuşu
ise, "Medine, me-dain, sahife, sahaif, kerime, keraim, vazife, vezaif gibi
kelimelerde olduğu gibi, "ya" harfinin zaid olması halinde mümkündür.
[21]
11. Andolsun ki, sizi
yarattık. Sonra da size şekil verdik. Sonra da meleklere: "Âdem'e secde
edin* dedik. İblis müstesna, hemen secde ettiler. O ise, secde edenlerden
olmadı.
Yüce Allah, nimet ve
ihsanlarını söz konusu ettikten sonra, "Andolsun-ki sizi yarattık, sonra
da size şekil verdik" buyruğu ile insanın yaratılışına nasıl başladığını
anlatmaktadır. "Yaratma"nın anlamı ile ilgili açıklamalar, daha
önceden bir kaç yerde meselâ, (el-Bakara, 2/21. âyet ile 29. âyetin tefsirlerinde)
geçmiş bulunmaktadır. "Sonra da size şekil verdik." Yani, Biz sizi
nutfeler halinde yarattık, sonra da size şekil verdik. Sonra, işte Biz sizlere,
meleklere Âdeme secde edin, dediğimizi haber verdik.
İbn Abbas, ed-Dahhak
ve başkalarından nakledildiğine göre, buyruğun anlamı şudur: Biz önce Âdem'i
yarattık, sonra da sizi onun sırtında (çıkacak zür-riyetler arasında)
şekillendirdik.
el-Ahfeş der ki:
"Sonra", burada "vav" (ve bağlacı) anlamındadır.
Şöyle de denilmiştir:
Buyruğun anlamı şöyledir: Andolsun ki, sizi yarattık. Yani, Âdem (a.s)'i
yarattık, sonra da meleklere Âdem'e secde edin dedik, sonra da size şekil
verdik anlamında takdim ve telîir ile ifade edilmiştir.
"Andolsun ki sizi
yarattık" buyruğu ile Âdem kastedilmektedir. Burada çoğul lafzının
zikredilmiş olması, onun insanların ilk atası oluşundan dolayıdır, diye
açıklanmıştır.
"Sonra da size
şekil verdik" ifadesi de yine Âdem'e racidir. Nitekim: "Biz sizi
öldürdük" ifadesinin, sizin efendinizi öldürdük anlamında kullanılması da
böyledir. "Sonra da meleklere: 'Ademe secde edin' dedik." Bu açıklamaya
göre ise, takdim ve tehir söz konusu değildir. Bu açıklama da İbn Abbas'tan
nakledilmiştir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Andolsun ki sizi, yani
Âdem ile Havva'yı yarattık. Adem topraktan, Havva da onun kaburga kemiklerinden
birisinden yaratıldı. Şekil vermek de bundan sonra sözkonusu oldu. Andolsun
Biz, önce sizin ilk anne babanızı yarattık, sonra her ikisine de şekil verdik,
demek olur. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Biz, Âdem'in sırtında (belinden gelecek zürriyet arasında)
sizi yarattık. Sonra da sizden ahit aldığımız sırada size şekil verdik. Bu da
Mücahid'in açıklaması olup ondan İbn Cüreyc ve İbn Ebî Necîh nakletmişlerdir.
en-Nehhâs der ki: Bu,
bu husustaki görüşlerin en güzelidir. Mücahid, Allah'ın o'nları Âdem'in
sırtında yarattığı, sonra da onlardan ahid alınca onlara suret ve şekil
verdiği, bundan sonra da Âdem'e secdenin sözkonusu olduğu görüşündedir. Yüce
Allah'ın: "Hani Rabbin Adem oğullarının sırtından
(sulbünden)zürriyetlerini (çıkarıp) almış..." (el-A'raf, 7/172) âyeti ile:
"O da onları küçük zerrecikler gibi çıkartıp onlardan ahid aldı"
[22]
hadisi bu görüşü pekiştirmektedir.
Şöyle de denilmiştir:
Buradaki "sonra", haber vermek içindir ("vav" anlamında
atıf için değildir). Andolsun ki Biz sizleri yarattık. Bu da Âdem'in
sul-bündeki yaratılış demektir. Sonra size şekil verdik. Yani, rahimlerde sizi
şekillendirdik. en-Nehhas der ki: Bu açıklama îbn Abbas'tan sahih olarak nakledilmiştir.
Derim ki: Bütün bu
görüşlerin anlaşılması muhtemeldir. Aralarından sahih olan Allah'ın indirdiği
Kur'an-ı Kerim'in desteklediği görüştür. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır
"Andolsun ki Biz insanı, süzülmüş bir çamurdan yarattık."
(el-Mu'minun, 23/12.) Burada kastedilen Âdem (a.s)'dır. Bir başka yerde de
şöyle buyurmaktadır: "Ondan da zevcesini var eden..." (en-Nisâ, 4/1)
Daha sonra yüce Allah:
"Sonra onu" yani, onun soyunu ve zürriyetini "bir nutfe kılıp
sağlam bir karargâhta yerleştirdik" (eİ-Mu'minun, 23/13) diye
buyurmaktadır. Buna göre Âdem, çamurdan yaratılmış, sonra ona şekil verilip
secde ile mükerrem kılınmıştır, Onun soyundan gelenler ise, rahimlerde ve
babaların sulblerinde yaratıldıktan sonra annelerin rahimlerinde şekillendirilmişlerdir.
Daha önce el-En'âm Sûresi'nin baş taraflarında (6/2. âyetin tefsirinde) her
insanın bir nuLfe ile bir topraktan yaratılmış olduğuna dair açıklamalar
geçmiş bulunmaktadır. Bunun üzerinde düşünmek gerekir. Burada da yüce Allah:
"Sizi yarattık, sonra da size şekil verdik" diye buyurduğu gibi,
el-Haşr Sûresi'nin sonlarında da: "O, öyle Allah'tır ki, yaratandır,
yoktan var edendir, suret (şekil) verendir..." (el-Haşr, 59/24) diye
buyurmakta ve suret, şekil vermeyi yaratmaktan sonra zikretmektedir, ileride
yüce Allah'ın siniyle buna dair açıklamalar gelecektir.
"Andolsun ki,
sizi yarattık" buyruğunun önce ruhları yarattık, sonra da bedenlere şekil
verdik anlamında olduğu da söylenmiştir.
Yüce Allah'ın:
"tblis müstesna... O ise secde edenlerden olmadı" buyruğunda istisna
edilen, kendilerinden istisna olunanların cinsinden değildir. Bunun, cinsten
istisna olduğu da söylenmiştir. Esasen ilim adamları, İblis meleklerden miydi,
değil miydi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Nitekim daha önce et-Bakara
Sûresi'nde (.2/34. âyet, 5. başlıkta) açıklanmıştır.
[23]
12. Buyurdu ki:
"Ben sana emrettiğim halde seni secde etmekten alıkoyan nedir?" Dedi
ki: "Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu da çamurdan
yarattın."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[24]
Yüce Allah'ın: Seni...
alıkoyan nedir" buyruğundaki mübtedâ olarak ref maballindedir. Y;mi, seni
alıkoyan hangi şeydir? Bu azarlamak kastıyla yöneltilmiş bir sorudur.
"Seni secde
etmekten alokayan" buyruğu da nasb mahallindedir. zaiddir. Sâd Sûresi'nde;
Seni secdeden ne alıkoydu?" (Sâd, 38/75) diye buymİmaktadır. Şair de
şöyle demektedir:
"Cömertliği,
reddetti cimriliği; o bakımdan "evet" sözünü alelacele söyleyiverdi,
Ondan dilekte bulunana çokça verip hiç bir şey esirgemeyen bir delikanlı."
Şair burada:
Cömertliği, kabul etmedi cimriliği" demek islediğinden; edatını fazladan
getirmiştir,
Âyet-i kerimede bu
edatın fazladan gelmediği de söylenmiştir. Çünkü "men' (alıkoymak)" ifadesinde
bir çeşit söylemek ve dua anlamı da vardır. Sanki şöyle demiş gibidir: Sana
secde etmemeni kim söyledi. Yahut, secde etmemeye seni çağıran kimdir, demiş
gibidir. Nitekim: Ben sana bunu yapmamanı söylemiştim, demek de bu kabildendir.
İfadede hazf olduğu da
söylenmiştir, takdiri şöyledir: Seni itaat etmekten alıkoyan ve secde etmemeye
götüren nedir? İlim adamları der ki: İblis'i secdeyi terke götüren büyüklenmek
ve kıskançlıktır. Ona, secde etme emri verildiği sırada o bunu içinde
gizlemişti. Çünkü ona Adem'i yaratmadan önce secde etmesi emrini vermişti.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Ben çamurdan bir beşer
yaratıcıyım demişti. Ben onu tamamlayıp içerisine ruhumdan, üflediğim vakit
onun için secdeye kapanın." (Sâd, 38/71-72) Sanki, yüce Allah'ın;
"Onun için secdeye kapanın" buyruğundan dolayı o, çok büyük ölçüde
etkilenmişti.
Çünkü,
"kapanmak"da kapanan için bir aşağılanma, kendisine kapanılan içinde
bir şereflendirilme söz konusudur. Bu yüzden, o zamandan beri içinde, kendisine
bu emri verecek olursa secde etmemeyi içine gizlemişti. Yüce Allah, Âdeme ruh
Lifleyince, melekler secdeye kapandılar. Kendisi ise aralarında ayakla durdu.
Ayakta duruşuyla içinde saklarmş olduğu secdeyi terk etmeyi açığa çıkarmış
oldu. Yüce Allah da kendisine: "Seni secde etmekten alıkoyan nedir?"
diye sordu. Yani, emrime itaatten seni alıkoyan ne oldu? Bunun üzerine İblis,
içinde sakladığı sırrını açığa vurarak: "Ben ondan daha hayırlıyım"
dedi.
[25]
Yüce Allah'ın:
"Ben sana emrettiğim halde" buyruğu, fukahânın açıklamasına göre,
"emir mutlak olarak ve herhangi bir karineye gerek olmaksızın vücubu
gerektirir" şeklindeki kanaatlerine delâlet etmektedir. Çünkü burada
yergi, şanı yüce Allah'ın meleklere: "Âdem'e secde edin" buyruğunda-ki
mutlak emrin terk edilmesine bağlı olarak sözkonusu edilmiştir ki, bu husus
açıkça anlaşılmaktadır.
[26]
Yüce Allah'ın:
"Dedi ki; Ben ondan daha hayırlıyım" buyruğu şu demektir: Beni ona
secde etmekten alıkoyan, ona olan üstünlüğümdür. Bu, anlam itibariyle tblis'ten
cevap mahiyetindedir. Nitekim: Bu ev kimindir? diye sorarsak, muhatabın bize,
bu evin sahibi Zeyd'tir demesi de bu kabildendir. Bu, bizzat cevabın verilmesi
gereken kendisi olmamakla birlikte, cevap anlamına raci bir sözdür.
"Beni ateşten
yarattın, onu da çamurdan yarattın." Böylelikle o, ateşin çamurdan daha
üstün olduğu görüşüne sahip olmuştur. Buna sebep ise ateşin yükselmesi, yukarı
doğru çıkması ve hafifliğidir. Ayrıca ateş, ışık saçan bir cevherdir.
İbn Abbas, el-Hasen ve
İbn Sîrin der ki: İlk kıyas yapan İblistir ve yanlış kıyas yapmıştır. Buna göre
her kim dinde yalnızca kendi görüşüne dayanarak kıyas yapacak olursa, Allah
onu İblis ile birlikte koyar. İbn Sîrin der ki: Güneşe ve aya da ancak kıyaslar
yapılarak ibadet olunmuştur.
Hakimler şöyle
demişlerdir: Allah'ın düşmanı, ateşin çamura üstünlüğünü iddia etmek
bakımından hataya düşmüştür. Her ne kadar her ikisi de yaratılmış ve cansın
olmak bakımından aynı derecede bulunsalar bile, çamur dört bakımdan ateşten
daha üstündür:
1.
Sağlamlık, sükûn, vakar, temkin, hilm, haya ve sabır çamurun özünden gelir.
İşte kendisi için takdir olunmuş mutluluktan ayrı olarak, Âdem'i tev-beye,
alçak gönüllülüğe, yalvarıp yakarmaya iten sebep budur. Bunun sonucunda
mağfirete, seçilmişlîğe ve hidayete mazhar olmuştur.
Hafiflik, serkeşlik,
keskinlik, yükselmek ve kararsızlık da ateşin özündendir. İşte kendisi için
takdir olunmuş bedbahtlıktan ayrı olarak, İblis'i büyüklenmeye ve bunda ısrar
etmeye iten sebep budur. Bunun sonucunda ise o, helake, azaba, lanete ve
bedbahtlığa hak kazanmıştır. Bu açıklamaları el-Kaf-fal yapmıştır.
2. Rivayetler,
cennetin toprağının hoş kokulu misk olduğunu
[27]
ifade etmekle birlikte, cennette ateş bulunduğunu, cehennemde de toprak bulunduğunu
ifade etmemektedir.
3. Ateş
azaba sebeptir. Ateş, Allah'ın düşmanlarına azabıdır. Toprak ise azaba sebep
değildir.
4. Çamurun
ateşe ihtiyacı yoktur. Ama ateşin bir mekâna ihtiyacı vardır, onun mekânı da
topraktır.
Bu hususta beşinci bir
sebep daha zikredilebilir, o da toprağın hem secde yeri, hem de temizlenme
aracı olduğudur. Sahih hadiste ifade edildiği gibi.
[28] Ateş
ise, korkutma ve azap aracıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İşte Allah bununla kullarını korkutuyor." (ez-Zümer, 39/161
İbn Abbas da der ki:
İblis'e itaat kıyastan daha çok yakışırdı. Fakat o İtab-bine isyan etti. Sırf
kendi görüşünden hareketle İlk kıyas yapan kişi odur. Nas-sa muhalefet halinde
kıyas reddolunur.
[29]
İnsanlar, kıyas hakkında
farklı görüşlere sahiptir. Onu kabul eden de vardır, reddeden de vardır.
Kıyası kabul edenler;
ashab, tabiin, onlardan sonra gelenlerin çoğunluğudur. Bunlara göre kıyas ile
teabbud aklen caiz ve şer'an de vaki olmuştur. Sahih olan görüş de budur.
Şafiîlerden el-Kaffâl
ve Ebu'l-Huseyn el-Basrî ise, kıyas ile teabbudün aklen vacİb olduğu
görüşündedirler. en-Nazzâm ise, aklen de, şer'an de kıyas ile teabbudün
imkânsız olduğu görüşündedir. Kimi Zahiriler de kıyası reddetmişlerdir. Ancak
sahih olan birincisidir.
Buharî,
"KUabu'l-İ'tisam bi'1-Kitabi ve's-Sünneh"
[30] diye
bir bölüm açmıştır. Yani: Her hangi bir kimse İçin hükmün var olması halinde,
kurtuluş ancak ya Allah'ın Kitabında, ya Peygamberinin sünnetinde ya da
icmâdadır. Şayet hüküm bulunmayacak olursa kıyasa başvurulacaktır. O bakımdan
(adı geçen bölümün içerisinde) şu aniamcta başlıklar açtığını görüyoruz:
"Yüce Allah'ın hükümlerini beyan eımiş olduğu bilinen bir aslı (aynı
şekilde beyan ettiği) mübeyyen bir asla -soranın kavratması kaslıyla- benzetme
yapan."
[31] Bundan sonra da şöyle bir
başllık açmaktadır: "Deliiier ile bilinen hükümler ve delaletin anlamı ile
bunun açıklanması."
[32]
Taberî der ki: İctihad
İle Allah'ın Kitabı ve Peygamberinin sünnetinden is-tinbat ve ümmetin icmaı,
hak ve vacip olandır. İlim ehli için yerine getirilmesi gereken i arzdır.
Peygamber (sav)'dan de ashab ve tabiin topluluklarından da haberler bu
doğrultuda varid olmuştur.
Ebu Temmâm
ei-Malikîder ki: Ümmet, icma ile kıyası kabul etmiştir. Bunun örneklerinden
birisi de, onların, zekât hususunda, altm ve gümüşe kıyas yapılacağını icinâ'
ile kabul etmiş olmalarıdır.
Ebu Bekir (r.a) da:
Bana vermiş olduğunuz bu bey'ati geri alınız derken, Hz. Ali şu cevabı
vermişti: Allah'a yemin ederiz ki, ne senin bey'atini geri alma isteğini kabul
ederiz, ne de biz senden onu gen" vermeni isteriz. Rasulul-lah (sav) seni
dinimiz için beğenip seçmişken biz, dünyamız için mi seni beğenip
seçmeyecekmişiz? Böylelikle Hz. Ali imameti (devlet başkanlığını) namaza kıyas
etmiş oluyordu.
Ebu Bekir (es-Sıddîk)
de zekâtı namaza kıyas ederek şöyle demişti: Allah'a yemin ederim, Allah'ın bir
arada zikrettiği şeyler arasında Fark gözetmem.
Hz. Alt de ashab-ı
kiramın huzurunda içki içen kimse hakkında kıyas yaparak hükmünü şöylece
açıklamıştır: Sarhoş olduğu vakit hezeyan eder. Hezeyan etti mi iftira eder. O
bakımdan içki İçene uygulanacak had de tıpkı iftira edenin haddi gibi
olmalıdır.
Hz Ömer de Ebu Musa
el-Eş'ari'ye yazdığı bir mektupta şu ifadeleri zikretmektedir: "Kitap ve
sünnette kendisi hakkında sana bir şey ulaşmamış olan ve kalbinde yer edip de
karar veremediğin şeyleri iyice kavramaya dikkat et. Birbirinin misli olanı,
birbirine benzeyenleri iyi bil. İşte o vakit işleri birbirine kıyas et. Yüce
Allah'ın daha çok sevdiğine ve senin görüşüne göre hakka daha çok benzeyene
yönel... "Bu ifadelerin yer aldığı bu mektubu Dâra-kutnî bütün uzunluğu
ile kaydetmektedir.
[33]
Hz. Ömer veba
dolayısıyla Serğ (Şam bölgesinde, Tebuk yakınlarında bir yert'deh döndüğü
sırada Ebu Ubeyde, Ömer <r.a)'a şöyle demişti: Allah'ın kaderinden mi
kaçıyoruz? Hz. Ömer: EveL, Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine
kaçıyoruz, demişti. Sonra Hz. Ömer ona: Bana görüşünü söyle...
[34]
diyerek onun kıyas yapmasını istemiş ve Muhacirlerle Ensann huzurunda sorduğu
sorulara benzer sorularla onunla görüş alış verişinde bulunmuştu. Bu kadarı ise
delil olarak yeter.
Bu anlamdaki
rivayetlerle Kur'ân âyetlerine gelince; bunlar da pek çoktur. İşte bütün
bunlar kıyasın, dinin asıllarından bir asıl olduğuna, müslüman-lann korunmak İçin
sığındıkları sığınaklardan birisi olduğuna bir delildir. Müc-tehidler ona
başvurur, amel eden alimler ona sığınır ve onun vasıtasıyla hükümler
çıkartırlar. Delilin tâ kendisi olan cemaatin kabul ettiği görüş budur.
Onlardan istisna teşkil ederek farklı görüşlere sahip olanlara da iltifat edilmez.
Yerilen mücerred görüş
ile yasaklanmış olan zorlama kıyasa gelince, bu da sözü geçen aşıtlardan
herhangi birisinde bulunmayan kıyas çeşididir. Çünkü, böyle bir şey hem
zandir, hem de şeytanın bir dürtmesidir. Şanı yüce Allah: "Bilmediğinin
ardınca gitme" (el-îsra, 17/36) diye buyurmaktadır. Muhalif kanaati
savunanların kıyası yermeye dair ileri sürdüğü zayıf hadislerle, gevşek,
tutarsız haberler ise, bu kabilden şeriatte bilinen aslı bulunmayan ve yerilmiş
kıyas hakkında kabul edilir. Bu bahse dair tamamlayıcı bilgiler usul (-i fıkıh)
kitaplarında dır.
[35]
13. Buyurdu ki:
"Öyleyse hemen İn oradan. Artık orada kibirlenmek haddin değildir. Hemen
çık git. Çünkü sen, aşağılıklardansın."
"Buyurdu ki:
Öyleyse hemen in oradan." Yani, semadan. 'Artık orada kibirlenmek haddin
değildir." Çünkü, orada kalmaya ehil olanlar, alçak gö-nültü,
büyüklenmeyen meleklerdir. "Hemen çık git. Çünkü sen aşağılıklardansın."
Yani, en zelil olanlardansın. İşte bu, yüce Mevla'ya asi olanların zelil
olduğuna delildir.
Ebu Ravk ve el Becelî
dediler ki: "Öyleyse hemen in oradan" buyruğu, sahip olduğun bu
suretin değişsin demektir. Çünkü o, kendisinin ateşten yaratılmış olduğunu
ileri sürerek övünüp böbürlenmiştir. Yüzü karartılarak ve parlaklığı izale
olunarak çirkinlestirildi.
Şöyle de
açıklanmıştır: "Öyleyse hemen in oradan" yani yerden, denizlerdeki
adalara İntikal et. Nitekim "şu arzdan indik" denilince, bir başka mekâna
intikal ettik, denmek istenir. Buna göre o, sanki yeıyüzünden denizlerdeki
adalara sürülmüş ve onun otoriteleri orada gibi bir anlam çıkmaktadır.
Ve buna göre o yere
ancak hırsız gibi girer ve korku içerisinde bulunur. Oradan çıkıncaya kadar bu
hali böylece devam eder.
Ancak birinci görüş
daha kuvvetlidir, buna dair açıklamalar da bundan önce el-Bakara Sûresi'nde
(2/38. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[36]
14. "Bana
diriltilecekler! güne kadar mühlet ver dedi.
15. "Haydi öyle
olsun. Sen mühlet verilmişlerdensin" buyurdu.
İblis, öldükten sonra
diriliş ve hesaba çekilme gününe kadar kendisine mühlet verilmesini, süre
tanınmasını istedi. O, bununla ölmemeyi istemişti. Çünkü, öldükten sonra
diriliş gününden sonra ölüm yoktur. Yüce Allah da ona: "Haydi öyle olsun,
sen mühlet verilmişlerdensin" diye buyurdu.
İbn Abbas, es-Süddî ve
başkaları derler ki; Ona, bütün mahhıkatın öleceği vakit olan ilk defa Sura
üfürülme vaktine kadar süre tanıdı. Ancak o, insanların âlemlerin Rabbinin
huzuruna kalkacakları vakit olan ikinci üfürüşe kadar süre verilmesini
istemişti. Yüce Allah onun isteğini kabul etmemişti.
Öldükten sonra
kimlerin diriltileceğinden daha önceden söz edilmemiş olmakla birlikte İblis:
"Diriltilecekleri güne kadar" diye bir süreden sözetmiş-ti. Buna
sebep ise olayın Hz. Âdem ve onun soyundan gelenler hakkında oluşudur. Karine
diriltilecek olanların da onlar olduğuna delâlet etmektedir.
[37]
16. "Beni
azgınlığa ittiğin için, ben de andolsun, Senin doğru yolunda onlara engel
olacağım."
17. "Sonra yine
andolsun, önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara
sokulacağım. Böylece çoğunu şükredenler-den bulamayacaksın."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
[38]
Yüce Allah'ın:
"Beni azgınlığa İttiğin İçin" buyruğunda geçen "azgınlık"
anlamındaki "iğvâ", aşırı derecede sapıklık isteğinin kalbe
yerleştirilmesi demektir. Kalbime yerleştirmiş olduğun sapıklık, inat ve
istikbar arzusu sebebiyle... demektir Bu İblis'in küfrünün celılî bir küfür
olmayıp inadî ve istik-barî bir küfür oluşundan dolayıdır. Daha Önceden
el-Bakara Sûresi'nde (2/34. âyel, 6. başlık ve devamında) de buna dair
açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
Denildiğine göre
buradaki ifade yemin anlamındadır. Yani, beni azgınlığa ittiğin için andederim
ki, şüphesiz ben, onlara Senin doğru yolunu engel-liyeceğim. Ya da, onların
yolu üzerinde duracağım, demektir. Bunun bu anlamının delili de yüce Allah'ın
Sâd Sûresi'nde naklettiği şu buyruktur: "Dedi ki: İzzetin hakkı için
hepsini muhakkak azdıracağım..." (Sâd, 38/82) Sanki İblis, kullara
musallat olma manasını da taşıdığından dolayı Allah'ın kendisini azdırmasının
kadrini büyük görerek, Allah'ın nezdindeki bu kadrini de ta'zim kastıyla bu
azgınlığına yemin etmiş gibidir
Bunun yemin değil de
sebep anlamına geldiği de söylenmiştir ki, buna göre şöyle demiş gibi olur:
Sen beni azdırdığın için... Bunun, beraberlik anlamını İfade ettiği de
söylenmiştir. Yani: Senin beni azdırmanla birlikte... Soru anlamına geldiği de
söylenmiştir. Sanki o, yüce Allah'a kendisini ne ile azdırdığını sormuş
gibidir. Ancak, buna göre buyruğun; Beni
ne dîye azdırdın? şeklinde "mim" harfinden sonra "elifsız olarak
gelmesi gerekirdi.
Anlamın, beni
lanetlemen suretiyle beni helak ettiğin için... şeklinde o!-duğu da
söylenmiştir. Çünkü iğvâ, helak etmek anlamına da gelir. Nitekim Yüce Allah,
şöyie buyurmaktadır: "Onlar, yakında ğayy ile karşılaşacaklardır."
(Meryem, 19/59) Yani, helak olmakla karşı karşıya kalacaklardır.
Sen beni saptırdığın
için... anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü iğvâ, saptırmak ve uzaklaştırmak
demektir. Bu açıklamayı da İbn Abbas yapmıştır. Beni rahmetinden mahrum
bırakarak hüsrana uğrattığın için, anlamında olduğu da söylenmiştir. Şairin şu
mısraı da bu kabildendir.
"Kim de ziyana
uğrarsa, bu ziyanı dolayısıyla kınayıcısız kalmaz."
İbnü'l-Arabî der ki:
Bu kökten gelen fiiller, kişinin İşi aleyhine olarak bozulduğu yahut bizzat
kendisi bozulduğu vakit kullanılır. İşte yüce Allah'ın: "Âdem Rabbine
isyan etti ve (işi) bozuldu (ğavâ.)." (Tâ-Hâ, 20/121) Yani cennetteki
yaşayışı bozuldu demektir. Deve yavrusunun, annesinin sütünü emip gelmesini
sağlamadığı takdirde de; tabiri kullanılır.
[39]
Ehl-i Sünnetin
görüşüne göre yüce Allah, İblis'i dalâlete götürmüş ve onda küfrü yaratmıştır.
O bakımdan burada iğvâ edilmesini yüce Allah'a nisbet etmiştir. Hakikat de
budur. Çünkü malılukat arasında Allah'ın yaratmadığı hiç bir şey yoktur, Onun
iradesinden sadır olmadık hiç bir şey yoktur.
Ancak İmamiye,
Kaderiye ve diğerleri, kendilerine süslü gösterdiği her hususta İblis'e itaat
ettikleri halde, bu meselede ona itaat etmeyerek; "İblis hata etmiştir.
Çünkü o, bu şekilde azdırılmayı Rabbine nisbet etmekle hataya ehil olmuştur,
yüce Allah bundan münezzehtir" derler.
Onlara şöyle denilir:
İblis, her ne kadar hataya ehil birisi ise de, peki mü-kerrem ve masum bir
peygamberin benzeri İfadeleri hakkında ne dersiniz? İşte Nuh (a.s)'ın kavmine
şöyle dediğini görüyoruz: "Eğer Allah sizi iğva etmek (saptırmak, ya da
helak etmek) isterse ben size öğüt vermek istesem bile bu öğüdüm size fayda
vermez. O sizin Rabbinizdir ve nihayet yalnız O'na döndürüleceksiniz."
(Hûd, 11/34)
Rivayet olunduğuna
göre, Tavus'a, Mescid-i Haram'da bulunduğu sırada bir adam gelir. Bu kişinin
Kaderiyeden olduğu söylenmekle birlikte, ileri gelen fakilılerden idi.
Tavus'un yanına oturdu, Tavus kendisine: Sen mi kalkarsın, yoksa kaldırılır
mısın? Sen bunu fakih bir kişiye mi söylüyorsun denilince; Tavus şöyle dedi:
İblis ondan daha fakih idi. Çünkü İblis: "Rabbim beni azgınlığa ittiğin
için" dediği halde, bu adam: Kendi kendimi ben azdırıyorum, demektedir.
[40]
" de andolsun,
senin doğru yolunda onlara engel" yani onları o yoldan ah koymak ve
batılı kendilerine süslü göstermek suretiyle, "engel olacağım." Bu
da "beni azgınlığa İttiğin için" buyruğundaki iğvâ ile ilgili olarak
açıklanan üç anlama uygun olarak: Kendisi helak olduğu gibi onlar da helak
olsun, yalıut kendisi sapıttığı, gibi onlar da sapıncaya, yahut kendisi ziyana
uğratıldığı gibi onlar da ziyana uğratılsın diye.
Dosdoğru yol
(es-Sıratu'1-Mustakİm); cennete götüren yol demektir.
Senin yolunu™ kelimesi
veya edatının hazfedilmiş olmasına göre nasbedilmiştir. Nitekim Sibeveyh: Zeyd
sırta ve karna vurdu," demek de böyledir. Ayrıca Sibeveyh şu beyit! de
nakletmektedir:
"Yumuşaktır o
(mızrak), elin sallamasıyla o da sallanıveriyor Hızlıca koşup giden tilkinin
yolda kıvrılarak gidişi gibi."
(Şair burada
Kuıtubrnin İşaret ettiği harf-i çerleri kullanması gerektiği halde
kullanmamıştır).
Şanı yüce Allah'ın:
"Sonra yine andolsun önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından
onlara sokulacağım" buyruğunun te'vili ile ilgili olarak yapılmış en güzel
açıklamalardan birisi de şudur: Yani, andolsun onları haktan saptıracağım.
Dünyaya rağbetlerini artıracak, ahiret hakkında da şüpheye düşmelerini
sağlayacağım. İşte bu da sapıklığın en ileri derecesidir. Nitekim önceden de
geçtiği üzere O: "Andolsun onları saptıracağım" (en-Nisa, 4/119)
demişti. (Bk. aynı âyetin tefsirinde 1, 2 numaralı başlıklar ve devamı).
Süfyan, Mansur'dan, O,
eİ-Hakem b. Uteybe'den şöyle dediğini nakletmektedir: "Önlerinden"
dünyalarından, "arkalarından" âhiretlerinden, "sağlarından"
yani hasenatlarından, "sollarından" yani seyyiatlarından "onlara
sokulacağım" demektir.
en-Nehhas da der ki:
Bu güzel bir açıklamadır. Bunu daha da açıklayacak olursak: "Sonra yine
andolsun önlerinden" yani, dünyada bulunan âyetleri, geçmiş ümmetlerin
haberlerini yalanlayıncaya kadar dünyalarından, "arkalarından" yani, âhireti
yalanlayıncaya kadar âhiretlerinden, "sağlarından" onların
hasenatından ve dinleri ile ilgili çeşitli hususlardan -ki, yüce Allah'ın:
"Gerçekten siz bize sağdan gelirdiniz" (es-Sâffat, 37/28) buyruğu da
buna delalet etmektedir-; "sollarından" yani, günahlarından. Yani,
şehvetlerine tabi olmalarını sağlayarak -çünkü şehvetlerini onlara süslü gösteren
odur- "onlara sokulacağım, böylece çoğunu şükredenlerden" yani, Seni
tevhid eden, itaat eden ve şükürlerini açığa vuran kimselerden "bulamayacaksın."
[41]
18. "Kınanmış ve
küçültülmüş olarak çık oradan! Yemin ederim ki, onlardan kim sana uyarsa,
cehennemi hep sizden dolduracağım" buyurdu.
"Kınanmış ve
küçültülmüş olarak çık oradan." Yani, cennetten. Kınanmış ve küçültülmüş
olarak" buyruğundaki; kınanmış olarak demektir. Bunun mastarı olan; Ayıp
ve kusur" demektir. İbn Zeyd der ki; ile ay"1 şeydir. (Kınanmış anlamında).
Aynı anlamda olmak üzere: "Onu kınadım, denilir. el-A'meş ise, bu
kelimeyi; şeklinde okumuştur ki, anlamı birdir. Şu kadar var ki o, "hemze"yi
(telaffuz etmeyerek) hafif okumuştur.
Mücahid der ki:
Mezmûn, sürgün edilmiş demektir. Her iki anlam da birbirine yakındır. Medhûr
ise, uzaklaştırılmış, kovulmuş demektir. Bu açıklamalar da Mücahid ve
başkalarından nakledilmiştir, asıl anlamı da itmektir.
"Yemin ederim ki,
onlardan sana kim uyarsa cehennemi hep sizden dolduracağım." buyruğundaki:
Yemin ederim ki... kim" ifadesinin başındaki "lâm" kasem
içindir. Cevabı ise; Cehennemi... dolduracağım" ifadesidir. Birincisinin
"te'kid lâm"ı, ikincisinin "kasem lam"ı olduğu da
söylenmiştir. Buna delil ise şudur: Kıraatin dışında bu türden olan birinci
"lam"ın hazf edilmesi mümkün olmakla birlikte, ikinci
"lâm"m hazfedilme-si mümkün değildir. İfadede şart ve ceza anlamı da
vardır. Yani, sana kim tabi olursa Ben de onu azaplandıracağım, demektir.
Âsim, Ebu Bekr b.
Ayyâş'ın rivayetine göre; şeklinde "lâm" harfini esreli oJarak
okumuştur. Ancak, bazı nahivciler bunu kabul etmezler. en-Nehhâs şöyle
demektedir: Bu okuyuşun takdiri -doğrusunu en iyi bilen AJ-lahtır- Sana tabi
olduğundan dolayı... şeklindedir, "Senin için filana ikramda
bulundum," demek gibi.
Mana şöyle de
olabilir: "Küçültülmek, sana tabi olacaklar içindir."
"Hep sizden"
buyruğunun anlamı ise, yani sizden ve Âdemoğullarından demektir. Çünkü,
Âdemoğullarından daha önceden: "Andoisun ki, sizi ya rattık..."
(el-A'raf, 7/11) buyruğu ile söz edilmiş ve onlara hitap edilmiştir.
[42]
19. "Ey Âdemi Sen
ve eşin cennette yerleşin. İkiniz de dilediğiniz yerden yeyin. Yalnız bu ağaca
yaklaşmayın. O zaman zalimlerden olursunuz."
Yüce Allah, İblisi
semâdaki yerinden çıkarttıktan sonra Âdem'e: Sen ve Havva cennete yerleşin,
diye hitab etti. Bu yerleşmenin ne anlama geldiğine dair açıklamalar,
el-Bakara Sûresi'nde (2/35. âyet, 1. ve 2. başlıklar v.d.) geçmiş
bulunmaktadır. Burada ayrıca tekrara gerek yoktur, Yine "Yalnız bu ağaca
yaklaşmayın" buyruğuna dair açıklamalar orada C2/35. âyet, 7 ve 8.
başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hanıd olsun.
[43]
20. Derken şeytan
kendilerine gizli bırakılmış avret yerlerini göstermek için onlara vesvese
verdi ve: "Rabbİniz size bu ağacı ancak iki melek yahut ebedî kalanlardan
olmayasuuz diye yasakladı" dedi.
Yüce Allah'ın:
"Derken şeytan... onlara" ikisine "vesvese verdi" denildiğinç
göre o, yılanın kendisini içeri sokması suretiyle cennetin içinde bu vesveseyi
onlara vermiştir. Kendisine bu hususta verilen imkân vasıtasıyla cennetin
dışından bu vesveseyi verdiği de söylenmiştir. Yine bu husus, el-Bakara
Sûresi'nde (2/36. âyet, 2. başlık v.d) geçmiş bulunmaktadır.
Vesvese, gizli ses,
nefsin kendi kendisine tasarladıkları anlamına gelir. O bakımdan; "Nefsi
kendisine vesvese verdi," denilir, Vesvâs ise, zelzâl gibi isimdir.
Avcının, köpeklerin gizli fısıltılarına, süs, zinet eşyalarının seslerine de
vesvâs denilir. Şair el-A'şâ der ki:
"Ayrılıp
gittiğinde zinetl erinin bir sesini işitirsin.
(Ses çıkartan bir
ağaççık olan) ışrik ağacının esen rüzgârla ses çıkarması gibi."
Vesvâs, şeytanın bir
ismidir. Nitekim yüce Allah: "O vesvese veren ve sinen. (şeytanVîrt
şerrinden..." (en-Nâs, 114/4) diye buyurmaktadır.
"Kendilerine...
göstermek için" yani, kendilerine açiğa çıkarmak için. Buradaki
"lam," "lam-ı âkibet" (yani, sonunda meydana gelecek olan
hususu ifade etmek için kullanılan lanı) diye bilinir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: ...Sonunda onlara adavete ve hüzünlerine sebep olsun."
(el-Kasas, 28/8) "Key !am"ı (... diye, için anlamını veren lam)
olduğu da söylenmiştir.
"Gizli
bırakılmış* yani kendilerine gizii bırakılıp üstü örtülmüş demektir. Kur'an'ın
dışındaki kullanımlarda bu fiil; şeklinde
Vakti tayin edilmiş, belirlenmiş gibi okunması da caizdir.
Avret yerlerini."
Ferce, "avret" deniüş sebebi, açılması sahibinin hoşuna
gitmediğinden ötürüdür. Bu da avretin açılışının çirkin bir şey olduğunu
göstermektedir.
Denildiğine göre,
avretleri başkalarına değit de kendilerine göründü. Üzederinde avretleri
görünmeyecek şekilde çiçekler vardı. Ve bu çiçekler zail oldu. Üzerlerinde bir
elbise bulunup sonradan bunun döküldüğü de söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Ancak İki melek...
olmayasınız diye" buyruğundaki nasb malıaüindedir. Anlamı da;
"Olmanız islenmediğinden... şeklinde olup, muzaf hazfedilmiştir.
Basrahların görüşü budur. Kûfe-liler ise; Oimayasınız diye" anlamındadır
derler.
Şöyle de açıklanmıştın
Hayır ve şerri bilen iki melek olmayasınız diye bu yasağı koymuştur.
Denildiğine göre Âdem ebedi kalmak istedi. Çünkü o, meleklerin kıyamet gününe
kadar ötmeyeceklerini bilmiş idi.
en-Nehhâs da der ki:
Yüce Allah, meleklerin Kur'ân-ı Kerim'de birden çok yerde bütün mahlukattan
daha faziletli olduğunu açıklamıştır. İşte bu açıklamanın yapıldığı
buyruklardan birisi de: "İki melek...oUnayasinız diye" buyruğunda
yer almaktadır. Yüce Allah'ın; "Ben bir meleğim de demiyorum" (Hûd,
11/31); "Mukarreb meleklerde" (en-Nisa, 4/172) buyrukları da bu kabildendir.
ei-Hasen der ki:
Allah, melekleri suret, kanat ve mukerrem kılınmakla üstün tutmuştur. Başkaian
da şöyle demektedir: Yüce Allah, itaatle ve masiyeti terketmekle onları üstün
kılmıştır. İşte bundan dolayı lıer hususta üstünlük (daha fazla faziletli
oluş) sözkonusu olmakladır. İbn Fûrek ise der ki: Bu âyet-i kerimede (buna
dair) bir delil yoktur. Çünkü bu buyruk ile yiyecek bir şeye arzu duymamaları
bakımından iki melek olmalarını kastetmiş olması ihtimali de vardır, ibn
Abbas, ez-Zeccâc ve bir çok ilim adamının tercihine göre, mü'minler
meleklerden üstündür. Buna dair açıklamalar, daha önce el-Ba-kara Sûresi'nde
(el-Bakara, 2/33. âyet 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
el-Kelbî der ki:
Cebrail, Mikâil, İsrafil ve ölüm meleği gibi meleklerden bir kesim müstesna
mü'minler bütün mahlukattan üstün tutulmuşlardır. Çünkü bu melekler, Allah'ın
rasullen {elçileri) arasındadırlar.
Her bir kesim,
şeriatte yer alan zahiri bir takım delillere yapışmıştır. Fazilet, şüphesiz
Allah'ın elindedir.
İbn Abbas, " İki
hükümdar" şeklinde-"lâm" harfini esreli olarak okumuştur. Bu
aynı zamanda Yahya b. Ebi Kesir ve ed-Dahhâk'm da kıraatidir. Ancak, Ebu Amr
b. el-Ala, "lâm" harfinin esreli olarak okunuşunu kabul etmeyerek şöyle
der: Âdem (as)'dan önce herhangi bir melik (hükümdar) yoktu ki, her ikisi de
iki tane melik olmamaktan çekinsinler. en-Nehhâss der ki: Bu kıraate göre
"lâm" harfinin sakin okunması caiz olmakla birlikte, birinci kıraate
göre -fethanın hafif oluşu dolayısıyla- caiz değildir.
İbn Abbas der ki:
Mel'un, onlara mülk sahibi olmak cihetinden yaklaştı. Bundan dolayı: "Sana
ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir mülkü göstereyim mi?" (Tâ-Hâ, 20/120)
dedi. Ebu Ubeyd de Yahya b, Ebi Kesir'in (kendi kıraatine) "sonu gelmez
bir mülke" anlamındaki buyruğunun apaçık bir delil teşkil ettiğini ileri
sürmekte ve: İnsanlar bu kıraati terk ettiğinden dolayı biz de bu kıraati
terkettik, demektedir.
en-Nehhâs der ki: (İki
hükümdar anlamında) "lâm" harfinin esreli okunuşu şaz bir kıraattir,
demektedir. Ebu Ubeyd'in bu açıklaması kabul edilmeyerek aşın bir hata olarak
değerlendirilmiştir. Esasen Adem (a.s)'ın mülk ta-!eb edenlerin nihai mülkü
olan cennetin mülkünden daha lazla bir mülke ulaşabileceğini sanması
düşünülebilir mi? Diğer taraftan "ve sonu gelmez bir mülk"ün cennetin
mülkünde kalmak ve içinde ebedi olarak devam etmekten başka bir anlamı da
olamaz.
[44]
21. Ve: "Şüphesiz
ben size öğüt verenlerdenim" diye her ikisine de yemin etti.
Yüce Allah'ın: Her
ikisine de kasem etti", yemin etti anlamındadır. Şair der ki:
"Allah adına
olanca yemin etti ona; şüphesiz ki sîz Kovanından topladığımız vakit baldan da
lezzetlisiniz."
Burada görüldüğü gibi
bu fiil, tek bir kişi olduğu halde vezninde kullanılmıştır. Bu'da vezin ancak karşılıklı
iki kişinin bir işi yapması halinde kullanılır, diyenlerin görüşünü
reddetmekledir. Buna dair açıklamalar da daha önce el-Maide Sûresi'nde geçmiş
bulunmaktadır.
"Şüphesiz ben
size öğüt verenlerdenim" ifadesinin takdiri: Şüphesiz ben size öğüt verenlerden
bir öğütçüyüm, şeklindedir. Bu açıklamayı Hişam en-Nahvî yapmıştır. Buna benzer
bir açıklama da önceden el-Bakara Sûre-si'nde geçmiş bulunmakladır. İfade: Siz
bana uyun, ben size doğruyu göstereceğim, anlamındadır. Bunu da Katade
nakletmektedir.
[45]
22. Nihayet ikisini de
aldatarak aşağıya düşürdü. Ağacı tatdıkların-da avret yerleri kendilerine
göründü ve üzerlerine cennet yapraklarından üst üste koyarak örtmeye
başladılar. Rabbleri her ikisine: "Ben size bu ağacı yasak etmedim mî ve
size şeytan muhakkak sîzin apaçık bir düşmanınızda* demedim mi?" diye
seslendi.
23. "Rabbimiz,
biz kendimize zulmettik. Eğer bize mağfiret ve rahmet etmezsen muhakkak ki
zarara uğrayanlardan oluruz" dediler.
24. Buyurdu ki:
"Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Siz, yer yüzünde bir süreye kadar
yerleşip kalacak ve orada geçineceksiniz."
Yüce Allah'ın:
"Nihayet İkisini de aldatarak aşağıya düşürdü
[46]
buyruğu ikisini de helake götürdü, demektir, tbn Abbas der ki: Onları yemin ile
aldattı. Adem ise, her hangi bir kimsenin Allah adına yalan yere yemin edeceğini
sanmıyordu. Böylelikle verdiği vesvesesi ve yemini İle onları aldatmış oldu.
Katade der ki: Onları
aldatıncaya kadar onlara Allah adına yemin edip durdu. Kimi zaman mü'min Allah
ile de aldaulabilir. İlim adamlarından birisi şöyle dermiş: Allah ile bizi
aldatmaya kalkışan, sonunda bizi aldatır. Hz. Peygamberden gelen hadiste de
şöyle buyral maktadır: "Mü'min çabuk kanar ve kerimdir. Facir ise lıilekâr
ve bayağıdır."*" Neftaveyh de bu hususu şöylece dile getirmektedir:
"Şüphesiz kerim
olanı istersen kandırabilirsin
Bayağı olan kimsenin
ise, tecrübeli olup aldatıhnadığını görürsün."
"İkisini de...
aşağıya düşürdü." buyruğu ile aynı kökten gelen: "Kovasını sarkıttı"
anlamındadır. ise, çıkarttı manasınadır Bu kelimenin, onlara cüret kazandırdı
demek olduğu da söylenmiştir. Yani. masiyete karşı onlara cüret verip
cesaretlendirerek sonunda cennetten çıkmış oldular.
Yüce Allah in:
"Ağacı tattıklarında avret yerleri kendilerine göründü ve üzerlerine
cennet yapraklarından üst üste koyarak Örtmeye başladılar'
buyruğuna dair
açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız:
[47]
"Ağacı
tattıklarında" yani ağaçtan yediklerinde, demektir. Bu ağacın hangisi
olduğu hususu île Adem'in bu ağaçtan nasıl yediği ile ilgili farklı gönişler,
el-Bakara Sûresi'nde (2/35. âyet, 7, başlık v.d) geçmiş bulunmaktadır.
"Avret yerleri
kendilerine göründü." Önce Havva yedi, ona bîrşey olmadı. Adem de yiyince
bu sefer cezaya çarpıldılar. Çünkü, daha önce el-Bakara Sûresi'nde de (az önce
işaret edilen yerler) geçtiği üzere nehiy her ikisi hakkında sözkonusıı idi.
İbn Abbas der ki:
Üzerlerinde elbise gibi duran beyaz çiçeği andıran örtü geri çekildi, el ve
ayaklarda tırnaklara dönüştü.
[48]
"Başladılar"
kelimesinin (mastarında) "fe" harfinin sakin olması da mümkündür.
el-Ahreş ise, mazi ve muzari fiillerinin; şeklinde kullanıldığını
nakletmektedir. Bu fiil işe başlamak anlamına gelir, Üst üste koyarak örtmeye..." buyruğunu
el-Hasen, "hı" harfini esreli, "sad" harfini de şeddeli
olarak okumuştur. Bunun aslı ise şeklinde olup, "te" harfi
"hı" harfine idğam edilip iki sakin yan yana geldiğinden dolayı
"hı" harfini esreli okumuştur.
İbn Bureyde ve Yakub
ise "hı" harfini üstün olarak okumuşlar ve "te" harfinin
harekesini ona vermişlerdir. "Ye" harfi ötreli olarak; şeklinde; den
gelmiş gibi de okunabilir. ez-Zührî ise şeklinde, den gelmiş olarak okumuştur.
Her iki şekil de hemzeli veya şeddeli okuyuş iJe nakledilmiştir.
Buyruk da: Örtünmek kastı
ile yaprak koparıp üzerlerine yapıştırmaya başladılar, demek olur. Ayakkabıyı dikti," ifadesi de buradan
gelmektedir. Ayakkabılara yama vuran kimseye de; denilir. ise, biz (ayakkabıyı
dikmek için iğneye yol gösteren delici) anla-mmdadır.
îbn Abbas der ki:
(Sözü geçen yaprak) incir yaprağıdır, rivayet olunduğuna göre Âdem (a.s)'ın
avreti ortaya çıkınca cennet ağaçlarını dolaşıp, oradan avretini örtmek üzere
bir yaprak almak istemiş, fakat cennet ağaçları onu azarlamıştı. Nihayet incir
ağacı ona acıyarak ona bir yaprak vermişti. İşte "cennet yapraklarından
üst üste koyarak önemeye başladılar" buyruğunda kastedilenler Adem ile
Havva'dır. Allah da incir ağacını tatlılık ve fayda bakımından zahiri ile
batınını bir birine eşit kıldı ve hefyıl ona .iki defa meyve verme özelliğini
kazandırarak mükâfatlandırdı.
[49]
Âyet-i kerimede avreti
açmanın çirkin olduğuna ve Allah'ın avretlerini öıtmeyi kendilerine vacip
kıldığına de] i] vardır. İşte bundan dolayı onlar hemen avretlerini örtmeye
koşmuşlardır. Cennette böyle bir emrin onlara verilmesine mani bir husus
yoktur. Nitekim her ikisine de: "Yalnız bu ağaca yaklaşmayın"
denilmişti.
"el-Beyân"
sahibi, Şafiî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Örtünmek için ağaç yaprağından
başka hiçbir şey bulamayan bir kimsenin bununla örtünmesi gerekir. Çünkü, bu
şekilde bir örtünme de mümkün olan ve dışa karşı bir örtmedir. Nitekim, Adem
de cennette böyle yapmıştı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Yüce Aliah
kendilerine: "Rabbleri her ikisine: Ben size bu ağacı yasak etmedim mi? Ve
şeytan muhakkak sizin apaçık bir düşmamnızdır, demedim mi?" diye
seslendi. "Rabbİmiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bize mağfiret ve
rahmet etmezsen muhakkak ki zarara uğrayanlardan oluruz dediler"
buyruğuna gelince; yani, yüce Allah onlara... ben size bu ağacı yasak etmedim
mi diye buyurdu, onlar da; "Rabbİmiz!" diye nida ettiler. Bu. izafet
terkibi halindeki bir nidadır, aslı da "Ey Rabbİmiz" şeklindedir.
Buradaki Ey, nida edatının hazfinde ta'zim manası bulunduğu da söylenmiştir.
Her İkisi de
günahlarını itiraf ettiler ve tevbe ettiler. -Her ikisine de Allah'ın salât ve
selâmı olsun-.
Bu husus, el-Bakara
Sûresi'nde (2/36. âyet ile 37. âyetin 2. baştık v.d) geçmiş bulunuyor.
Yüce Allah'ın:
"Buyurdu ki:... inin" bu buyruğa dair açıklamalar da -âyetin sonuna
kadar olanlar da dahil- önceden {el-Bakara, 2/3Ğ. âyette) geçmiş bulunmaktadır.
[50]
25. "Orada
yaşayacaksınız, orada öleceksiniz, yine oradan çıkarılacaksınız" buyurdu.
Buradaki bütün zamirler
"yere" aittir, Âyet-i kerimenin başındaki; "Buyurdu"
buyruğunun başında "vav" gelmemiştir. Gelmesi de caizdir. Bu da:
"Zeyd Amr'a şunu dedi, ona şunu dedi" demeye benzer.
26. Ey Âdemoğulları,
sîze avret yerlerinizi örtecek bir libâs ile giyip süsleneceğiniz bir elbise
indirdik. Takva elbisesine gelince, o daha hayırlıdır. Bu, Allah'ın
âyetlerindendir. Belki öğüt alırlar.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[51]
Yüce Allah'ın:
"Ey Âdemoğullan size avret yerlerinizi örtecek bir libas...
indirdik" buyruğu
ile ilgili olarak çoğu ilim adamı şöyle demiştir: Bu âyet-i kerime, avreti
örtmenin vücubuna delildir. Çünkü yüce Allah: "Avret yerlerinizi
örtecek" diye buyurmaktadır. Kimisi de şöyle demektedir: Bu âyet-i
kerimede onların sözünü ettikleri hususa delil teşkil edecek bir taraf yoktur.
Aksine bunda sadece bununla Allah'ın bize nimet İhsan etmiş olduğuna delalet
vardır, o kadar.
Derim ki: Birinci
görüş daha sahihtir. Avretin örtülmesi de bu nimetlerin bir parçasıdır.
Böylelikle şanı yüce Allah, Âdemoğlunun zürriyeüne avretlerini örtecek şeyleri
yaratmış olduğunu beyan etmekte ve tesettürün emr olunduğuna delâlet
etmektedir. Başkalarının görmesine karşı avretin örtülmesinin vücubu hususunda
ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Ancak, avretin ne olduğu
hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Ebİ Zi'b der ki: Avret, erkekte,
fercin kendisidir. Yani kubül ve dübürdür, başka da yoktur. Bu aynı zamanda
Davud'un, Zahirîlerin, İbn Ebi Able'nin ve Taberî'nin de görüşüdür. Çünkü yüce
Allah: "Avret yerlerinizi örtecek"; "Avret yerleri kendilerine
göründü" (el-A'râf, 7/22) diye buyurmuştur.
Buharî'de de Enes'ten
şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Rasulullah (sav) Hayber sokağında
(bineğini) yürüttü -hadiste şunlar da zikredilmektedir:- Sonra elbisesini
baldırından yukarıya doğru çekti. Halta (şu anda ben) Allah'ın Peygamberinin
-Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun- baldırının beyazlığını görüyor
gibiyim.
[52]
Malik der ki: Göbek
çukuru avret değildir. Bununla birlikte erkeğin, hanımının huzurunda baldırım
açmasını hoş görmüyorum.
Ebu Hanîfe der ki:
Dizkapağı avrettir. Bu, Ata'nın da görüşüdür.
Şafiî de der ki: Ne
göbek çukuru, ne de dtzkapaklan -sahih olan görüşe göre- avret değildir.
Ebu Hâmid
et-Tirmtzî'mn naklettiğine göre ise, göbek çukuru hususunda Şafiî'nin İki
görüşü vardır.
Malİk'in delili Hz.
Peygamber'in Cerlıed'e: "Baldırını ört. Çünkü baldır avrettir" demiş
olmasıdır."
[53]
Buharı, bu hadisi muallak olarak zikretmiş ve şöyle demiştir: Enes'in rivayet
ettiği hadis, sened itibariyle daha sağlamdır, Cerhed'in rivayet ettiği hadis
ise daha ihtiyatlıdır. Tâ ki, kişi (bu ihtiyata riâyet etmek suretiyle)
fukâhanın ihtilâfından kurtulmuş olsun.
[54]
Cerhed'in bu hadisi de
Ebu Hanife'nin dediğinin hilâfına delil teşkil etmektedir. Rivayete göre Ebu
Hureyre, el-Hasen b. Ali'nin göbek çukurunu öpmüş ve şöyle demiş: Rasulullah
(sav) seni nereden öpüyor idiyse ben de seni aynı yerden öpüyorum. Şayet göbek
çukuru avret olsaydı, Ebu Hureyre de orayı öpmezdi, el-Hasen de ona böyle bir
İmkân tanımazdı.
Hür kadına gelince;
yüz ve eller müstesna her yeri avrettir. İlim ehlinin çoğunluğu da bu
görüştedir. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur; "Her kim bir kadın ile
evlf nmek isterse, onun yüzüne ve ellerine baksın."
[55]
Çünkü, ihramlı İken de
açılması vacib olan azalar da bunlardır. Ebu Bekr b. Abdurrahman el-Haris b.
Hişaın der ki: Tırnağı da dahil olmak üzere kadının her şeyi avrettir.
Ahmed b. Hanbel'den de
buna yakın bir görüş nakledilmiştir.
Ummu'I-Veled
(efendisinden çocuğu bulunan cariye) hakkında ise el-Es-rem şöyle demektedir:
Ben Onun -yani Ahmed b. Hanbel'in- Um Veled'in nasıl namaz kılacağına dair
sorulan soruya şu cevabı verdiğini duydum: Başını ve ayaklarını örter. Çünkü,
öyle bir cariye satılamaz. Ve hür bir kadının namaz kıldığı gibi o da namaz
kılar.
Cariyeye gelince, onun
da göğsünün alt tarafı avrettir. O, başını ve bileklerim açabilir.
Erkek hükmünde olduğu
söylendiği gibi, başını ve göğsünü açmasının mekruh olduğu da söylenmiştir. Hz.
Ömer de cariyeleri başlarını öttükleri için vurur ve: Hür kadınlara benzemeyin,
dermiş. Esbağ da der ki: Baldırı açılacak olursa, vakit çıkmarmşsa namazını
iade etmesi gerekir.
Ebu Bekr b. Abdurra
liman el-Haris b. Hİşam der ki: Cariyenin tırnağı da dahil olmak üzere her şeyi
avrettir.
Ancak bu, fukalıanın
görüşlerinin dışına çıkmaktır. Zira fuhaka, hür kadının farz namazı elleri ve
yüzü açık olduğu halde kılabileceğini ve bu şekilde bunların yere değeceğini
icma ile kabul etmişlerdir. Cariye hakkında hükmün böyle olması öncelikle
sözkonusudur. Um Veled'in durumu ise, cariyeye nisbetle daha ağırdır.
Küçük çocuğun ise,
avretinin hürmeti yoktur. Küçük kız, göze gelecek ve arzulanacak bir hale geldi
mi, avretini örter.
Ebu Bekr b.
Abdurrahman'ın deliii yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Ey Peygamber,
zevcelerine, kızlarına ve mü'mirilerin kadınlarına de ki: Cilbab-larmı (dış
elbiselerini) üzerlerine giyinsinler..." (el-Ahzab, 33/59)
Bir diğer delili de Um
Seleme yoluyla gelen şu hadis-i şeriftir: Ona: Kadın hangi elbiseler ile namaz
kılar, diye sorulmuş, O da şu cevabı vermiştir: Kadın dış gömlek ile
ayaklarının üst taraflarını dahi örten bürüyücü baş örtüsü içerisinde namaz
kılar.
[56] Bu
hadis, merfu' olarak da rivayet edilmiştir. Fakat onu Um Seleme'den mevkuf
olarak rivayet edenler daha çok ve hıfz bakımından daha ileridirler. Bunlar
arasında Malik, İbn tshâk ve başkaları da vardır.
[57] Ebu
Davud der ki: Bu hadisi, Abdurrahman b. Abdullah b. Dinar, Muhammed b.
Zeyd'den, o, annesinden, O da Um Seleme'den şöylece merfu' olarak rivayet
etmektedir: Um Seleme Rasulullah (sav)'a sordu...
[58]
Ebu Ömer der ki:
Burada sözü edilen Abdurrahman, hadis alimlerince zayıf bir ravi olarak kabul
edilmiştir. Şu kadar var ki, Buharı onun hadisinin bir bölümünü de rivayet
etmiştir. Ancak, bu husustaki icma, gelen bu rivayetten daha güçlüdür.
[59]
Yüce Allah:
"Sîze... bir libâs... indirdik" buyruğu İle kastedilen pamuk ve
ketenin bitmesini sağlayan, kendilerinden yün, kıl ve tüylerin alındığı davarların
hayatta kalmasına neden olan yağmurdur. O halde bu buyruk, ileride geleceği
üzere yüce Allah'ın: "Ve sizin için davarlardan sekiz çift indirdi"
(ez-Zümer, 39/6) buyruğu gibi mecazî bir ifadedir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Buradaki "indirme"den kasıt, Âdem ve Havva ile
birlikte başkalarına bir örnek teşkil etmek üzere bir miktar elbisenin indirilmesidir.
Said b. Cübeyr der ki: "Size... indirdik", sizin için yarattık demektir.
Tıpkı -ileride de geleceği gibi- yüce Allah'ın: "Ve O sizin için davarlardan
sekiz çift indirdi" (ez-Zümer, 39/61) buyruğunun "yarattı"
anlamına gelmesi gibi.
Bunun: Biz size
elbisenin ne şekilde yapılacağı ilhamını verdik, anlamına geldiği de
söylenmiştir.
[60]
Yüce Allah'ın: "Giyip
süsleneceğiniz bir elbise" buyruğunu, Ebu Abdurrahman, el-Hasen ve
el-Mufaddal ed-Dabbî'nin rivayetine göre Asım ile el-Hüseyn b. Ali el-Cu'rînin
rivayetine göre de Ebu Anır; şeklinde okumuşlardır. Ebu Ubeyd ise böyle bir
kıraati sadece el-Hasen'den rivayet etmiş ve anlamına dair bir açıklamada
bulunmamıştır. Bu kelime; ( i^i-i )'in çoğuludur. Bu da mal ve elbise
kabilinden olan şeyler hakkında kullanılır.
el-Ferra der ki: C
j-^jJıAj ) seklinde ( u^h a-J, )'in kullanıldığı gibi kullanılır. " Kuş
tüyü," Allah Teala'nın kuşu kendisi vasıtasıyla örttüğü şeyin adıdır.
Bunun bolluk ve rahat geçim anlamına geldiği de söylenmiştir. Dil
bilginlerinin çoğunluğunun kabul ettiği görüş, bu kelimenin insanı örten
elbise veya geçim anlamında kullanıldığıdır. Sibeveyh şu beyiti nakletmektedir:
"Giyimim yahut
geçimim sizdendir. Sevgim, (aklım, fikrim) sizinledir. Sizin (beni) ziyaretiniz
nadiren olsa bile."
Ebu Hatim de Ebu
Ubeyde'den ( l+ij* U* J o-»j ) ifadesinin; "ona üzerindeki takım ve sair
kılığı ile birlikte bir binek bağışladım" anlamında kullanıldığını
nakletmektedir.
[61]
Yüce Allah:
"Takva elbisesine gelince, o daha haya-lıdır" buyruğu ile takvanın en hayırlı elbise olduğunu beyan
etmekledir. Nitekim şair şöyle demektedir:
"Eğer kişi
takvadan bir elbise giyinmemiş iae O, çıplak gezer, dolaşır, giyinik olsa dahi
Kişinin en hayırlı elbisesi Rabbine itaatidir. Hayır yoktur, Allah'a isyan
edende."
Kasım b. Malik, Avf b.
Ma'bed el-Cuhenî'den: "Takva elbisesi" hayadır, dediğini
nakletmektedir. İbn Abbas da: "Takva elbesesi" amel-i salih demektir,
diye açıklamıştır. Yine İbn Abbas'tan nakledildiğine göre, takva elbisesi,
yüzde görünen (yüze yansıyan) güzel görünüş demektir.
Yüce Allah'ın öğretip
kendisiyle hidayete ulaştırdığı şey anlamına geldiği de söylenmiştir.
Yine "takva
elbisesi" giyimiyle yüce Allah'a karşı tevazu arz olunan ve onlarla
Allah'a ibadet olunan yün ve kaba giyecekler, başkalarından hayırlıdır, diye de
açıklanmıştır.
Zeyd b. Ali de şöyle
demiştir: "Takva elbisesi" zırh ve miğfer, bilekler ve bacaklardır.
Savaşta bunlarla korunulur. Urve b. ez-Zübeyrde: "Takva elbi-sesî"
Allah'a karşı duyulan haşyettir, demiştir. Şöyle de açıklanmıştır, takva
elbisesi, Allah'ın emir ve yasaklan hususunda Allah'a karşı takvalı olma
duygusunu hissetmektir.
Derim ki: Sahili olan
da budur. İbn Abbas ve Urve'nin görüşleri de bu anlama gelir. Zeyd b. Ali'nin
açıklaması da güzeldir. Çünkü o, bu açıklamasıyla cihada teşvik etmektedir.
İbn Zeyd ise bunun setr-i avret anlamına geldiğini söylemiştir, ancak bu
açıklama tekrarın varlığı anlamına gelir. Zira daha önce yüce Allah:
"Size avret yerlerinizi örtecek bir libas" ile "İndirdik"
diye buyurmuştur,
"Bu, kaba
elbiseler giymektir ve böylesi alçak gönüllülüğe, kaba ve türlü eziyetler
çekmeye daha yakınlaştırıcıdır" görüşüne gelince, bunlar mücer-red
iddiadan ibarettir. Çünkü, ileride de yüce Allah'ın izniyle görüleceği üzere,
faziletli ilim adamları takvayı elde etmiş olmakla birlikte, ince ve yumuşak
elbiseler giyerlerdi.
Medineliler ve
el-Kisaî; ( J-0, ) şeklinde ilk geçen "(IL.Ü ): Libas," elbise
keİtmesine atfen nasb ile okumuşlardır.
Mukadder bir fiil ile
nasbedildiği de söylenmiştir. Yani; "{^yd\ ^U LJ^l,): Ve takva elbisesini
de indirdik."
Diğerleri ise bunu
mübtedâ olarak ref ile okumuşlardır. JjJİ ): O* onun sıfatıdır; "(.,££ ):
Hayırlıdır" buyruğu, mübtedanın haberidir.
Yani, sizin bilmiş
olduğunuz ve kendisine işaret olunan takva elbisesi, size indirmiş olduğumuz
avretinizi örten elbiseden de, giyinip süsleneceğiniz diğer elbiselerden de
daha hayırlıdır. O halde onu giyininiz. Bunun (elbise anlamındaki
"libâs" kelimesinin); "(j* h O" takdiri ile ref olunduğu da
söylenmiştir. Yani o, takva libasıdır. Yani o, avreti örtmektir. İbn Zeyd'in
açıklaması da bu esasa binaen anlaşdır.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Takva libasına gelince, işte o hayırlı olandır. Buna göre
buradaki; "( ^Ui h Şu," bu anlamındaki işaret zamiri; "(_>*
): O" zamiri anlamındadır. Ancak, ilk i'rab şekli, bu hususta yapılmış en
güzel açıklamadır.
el-A'meş ise
"(>*■ iSj&[ J-Mj ): Takva elbisesi daha hayırlı olandır"
şeklinde okumuş ve; { .illi ): O'yu okumamıştır. Ancak böyle bir kıraat
Mushaf'ta yazılı olana muhaliftir.
"Bu, Allah'ın
âyetlerindendir." Yani O'nun yaratıcı olduğuna delil teşkil eden
hususlardandır. Buradaki "( JUi ) Bu," ya sıfat olarak, yahut bedel
olarak, veya atf-ı beyan olarak ref mahallindedir.
[62]
27. Ey Âdemogullarıl
Şeytan, ana ve babalarınızı avret yerlerini kendilerine göstermek için
üzerlerinden elbiselerini sıyırarak cennetten çıkmalarına sebep olduğu gibi,
sakın sizi de fitneye düşürmesin. Çünkü o da kabilesi de sizi, sîzin
kendilerini göremeyeceğiniz yerden görürler. Muhakkak Biz, şeytanları iman
etmeyenlerin velileri kıldık.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[63]
Yüce Allah'ın:
"Ey Âdemoğulları... sakın sizi de fitneye düşürmesin" buyruğu,
şeytan anne ve babanızı cennetten çıkartmak suretiyle fitneye düşürdüğü gibi,
sizi de fitneye düşürerek dinden, uzaklaştırmasın, demektir.
Baba," müzekker
için, Anne" de müennes için kullanılır. Buna binaen anne-babayı anlatmak
üzere; Ebeveyn" denilmiştir.
Elbiselerini
sıyırarak..." ifadesi, hal olarak nasb mahal-lindedir. Bu Cennetten"
üzerine vakıf yaptıktan sonra istinaf (yeni cümle başlangıcı) da olabilir.
Kendilerine göstermek
İçin" fiil t de "key lâm'ı" dolayısıyla nasb edilmiştir.
Çünkü o da kabilesi de
sizi... görürler" buyruğunda asıl şekii; Sizi görür," şeklinde iken,
hemze tahfif edilmiş (yani med harfi içerisinde kaynaştırılmış) tir.
Kabilesi" de
mahzuf bir isme atfedilmiştir ki, ondan önce geçen O zamiri de yapılan bu atfin
güzel olması için gelmiş bir tek'iddir. Yüce Allah'ın: Ey Adem, sen ve eşin
cennette yerleşin" (el-A'raf, 7/19) buyruğunda (sen zamirinin atıftan
önce) zikredîldiği gibi. İşte bu da atıf yapmaksızın, " Ben ve Amr seni
gördüm" şeklindeki kullanışın güzel olmadığını ve zamirin de açıktan
söylenen gibi olduğunu göstermektedir.
Yine bu buyrukta
avretin örtülmesinin vacib oluşuna da delil vardır. Çünkü yüce Allah:
"Üzerlerinden elbiselerini sıyıyarak..." diye buyurmaktadır.
Başkaları da der ki:
Bu buyrukta Hz. Âdem'in başına geldiği gibi, nimetin zeval bulmasından bir
sakındırma vardır. Ancak bu görüş, Adem'in şeri-acinin bizim için de bağlayıcı
olduğunun sabit olması halinde uygun bir açıklamadır. Oysa durum böyle
değildir.
[64]
"Yüce AJlah'ın:
Çünkü o da kabilesi de sİzL.. görürler" buyruğundaki "kabilesi"
onun askerleri demektir. Mücahid der ki: Bunlarla cinleri ve şeytanları
kastetmektedir. İbn Zeyd ise, nesli anlamına gelir, demiştir. Onun kuşağı
anlamına geldiği de söylenmiştir.
"Sizîn
kendilerini göremeyeceğiniz yerden" buyruğu İle ilgili olarak kimi ilim
adamı şöyle demiştir: Burada cinlerin görülmeyeceğine dair bir delil vardır. Çünkü
yüce Allah: "Sizin kendilerini göremeyeceğiniz yerden"
dîye buyurmuştur.
Görülmelerinin mümkün
olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah onları göstermek isteyecek olursa,
görülünceye kadar onların cisimlerini açığa çıkartır. en-Nehhas der ki:
"Sîzin kendilerini göremeyeceğiniz yerden" ifadesi cinlerin, bir
peygamber zamanı olması müstesna, görülmeyeceklerine delildir. Peygamber
zamanında görülmeleri ise, onun peygamberliğine delalet etmesi içindir. Çünkü
yüce Allah onları içinde bulundukları hilkatleriy-le görülmeyecek şekilde
yaratmıştır. Ancak, aslî suretlerinden başka bir surete nakledildikleri vakit
görülebilirler. Bu ise, ancak ve ancak peygamberler -Allah'ın salat ve selamı
üzerlerine olsun- döneminde olabilen mucizelerdendir.
ei-Kuşeyrî der ki:
Şanı yüce Allah, bugün için adetini Ademoğu 11 arının şeytanları
göremeyecekleri şekilde icra etmektedir.
Hz. Peygamberden de:
"Şüphesiz şeytan Âdemoğlunun içinden kanın aktığı gibi akar"
[65] diye
buyurduğu nakledilmektedir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "O
(şeytan) ki, insanların göğüslerine vesvese verir." (en-Nâs, 114/5) Hz.
Peygamber de şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz meleğin de -kalbe- bir
telkini, şeytanın da bir telkini vardır. Meleğin telkini hayır vadetmek ve
hakkı tasdik etmek hakkındadır. Şeytanın telkini ise, kötülük vadetmeye ve
hakkı yalanlamaya dairdir."
[66] Bu
hadis, daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/2Ğ8. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
Görülmeleri ile ilgili
sahih bir takım haberlerde gelmiş bulunmaktadır. Bu-harî, Ebu Hureyre (r.
a)'dan şöyle dediğini rivayet ermektedir: Rasulullah (sav), beni ramazan
zekâtını korumakla görevlendirdi, diyerek uzunca bir olay nakletti ve orada
hurmalardan alıp yiyen cinniyi yakaladığını, Peygamber (sav)'ın da: "Dün
senin esirin ne yaptı" diye kendisine sorduğunu nakletmektedir...[67] Bu
hadis de el-Bakara Sûresi'nde (2/255. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Müslim'in Sahih'İnde
de Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah'a yemin
olsun, eğer kardeşim Süleyman'ın duası olmasaydı, Medtnelilerin çocuklarının
kendisiyle oynayacağı şekilde zincire vurulmuş haliyle sabahı edecekti"
diye kendisine karşı çıkan ifrit hakkında açıklamalarda bulunduğu
nakledilmektedir.
[68]
İleride yüce Allah'ın izniyle Sâd Sûresi'nİn tefsirinde (37/35. âyette)
gelecektir,
"Muhakkak Biz,
şeytanları iman etmeyenlerin velileri kıldık." Yani, cezalarını artırmak
için böyle yaptık ve haktan uzaklaşmak hususunda onları birbirine eşit kıldık.
[69]
28. Onlar bir
hayasızlık yapsalar: "Biz atalarımızı da bunun üzerinde bulduk, Allah da
bize bunu emretti" derler. De kî: "Allah hiç bir zaman hayasızlığı
emretmez. Bilmediğiniz şeyleri Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?"
Burada geçen
"hayasızlık (el-Fâlıişe.)", müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne
göre, (cahiliye donemi Araplarının) Beytin etrafında çıplak olarak tavaf
etmeleridir. el-Hasen ise bu şirk ve küfürdür, diye açıklamıştır. Onlar, bu
yaptıklarına geçmişlerini taklit etmelerini ve Allah'ın da kendilerine bunu emretmiş
olduğunu delil diye ileri sürüyorlardı.
el-Hasen der ki:
"Allah da bize bunu emretti." buyruğu, onlar, eğer Allah bizim bu
yaptığımızı hoş görmeseydi, bizim bu durumumuzu başka bir durumla
değiştirmemizi sağlardı demişlerdi diye, açıklamıştır.
"De ki: Allah hiç
bir zaman hayasızlığı emretmez." Böylelikle onların kendiliklerinden yalan
hüküm verdiklerini ve Allah'ın bu iddia ettikleri şeyleri kendilerine emretmiş
olduğuna dair bir delillerinin bulunmadığını açıklamaktadır.
Taklidin kötülüğü ve
onların cahilce bir çok uygulamalarının kötülenmesi ile ilgili bir takım
açıklamalar daha önceden de geçmiş idi. İşte bu da onlardan birisidir.
[70]
29. De ki:
"Rabbİm adaleti emretti. Her secde yerinde yüzlerinizi doğrultun. Ve
dininizi yalnız O'na halis kılarak ibadet edin. Sizi ilkin yarattığı gibi
(yine O'na) döneceksiniz."
30.0, bir kısmına
hidayet verdi, bir kısmına da sapıklık hak oldu. Muhakkak onlar, Allah'ı
bırakıp şeytanları kendilerine veliler edindiler. Üstelik doğru yolu
bulduklarını da sanırlardı.
Yüce Allah'ın:
"De ki; Rabbİm adaleti emretti" buyruğu ile ilgiii olarak İbn Abbas
bunu, "la ilahe il(aliah"ı emretti diye açıklamıştır. Buradaki
el-Kıst'ın adalet demek olduğu da söylenmiştir. Yani Rabbİm adaleti
emretmiştir, o halde O'na itaat ediniz. Buna göre ifadede bir hazf söz konusudur,
"Her secde
yerinde" yani, bulunduğunu?, her mescidde "yüzlerinizi
doğrultun." Kıldığınız her namazda kıbleye dönerek O'na yönelin demektir.
"Ve dininizi yalnız O'na halis kılarak" O'nu tevhid ederek ve O'na
hiç bir şeyi ortak koşmaksızın "ibadet edin. Sizi ilkin yarattığı gibi
yine < O'na) döneceksiniz." Bunun bir benzen de yüce Allah'ın:
"Andolsun sizi ilk defa yarattığımız gibi yapayalnız, teker teker
huzurumuza geldiniz." (el-En'âm, 6/94) buyruğudur ki, daha önceden geçmiş
bulunmaktadır.
Gibi" deki
"kâr nasb mahallindedir. Yani: Sizi ilkin yarattığı gibi döneceksiniz. Bu
da, sizi ilk defa nasıl yaratmış ise, sizi tekrar yaratacaktır, anlamındadır.
ez-Zeccâc der ki: Bu, makabline taalluk etmektedir. Yani, siz oradan
çıkartılacaksınız. Nitekim sizi ilkin yarattığı gibi yine (O'na) döneceksiniz,
demektir.
"O, bir kısmına
hidayet verdi" buyruğundaki Bir kısmına" lafzı,
Döneceksiniz"dekî "siz" zamirinden hal olarak nasbedilmiştir.
Yani, kimisi mutlu
kimseler, diğerleri de bedbaht kimseler olmak üzere iki fırka halinde geri
döneceksiniz.
Bunu, Ubey'in; Siz,
İki fırka halinde döneceksiniz. Fırkanın birisine hidayet vermiş, diğerine ise
sapıktık hak olmuş olarak" şeklindeki el-Kisaîden nakledilen kıraati de
pekiştirmektedir.
Muhammed b. Kâ'b
el-Kurazî de yüce Allah'ın: "O, bir kısmına hidayet verdi, bir kısmına da
sapıklık hak oldu" buyruğu hakkında şöyle demektedir: Allah, baştan beri
sapıklık için yarattığı kimseyi de sonunda sapıklığa vardırır. İsterse o,
hidayet bulmuşların amelleriyle amel etsin. Kimi de hidayet üzere yarattı ise,
sonunda da onu hidayete ulaştırır. İsterse sapık kimselerin amelleriyle amel
etsin. Allah, İbüs'in hilkatini sapıklık üzere başlattı. O da meleklerle
birlikte mutlu edici ameller isledi. Daha sonra yüce Allah, kendisini ilkin
yarattığı şeye geri döndürdü. Ve: "Vfe o,'kâfirlerdendi" (el-Bakara,
2/33.) diye buyurdu.
İşte bu da Kaderiye'ye
ve ona tabi olanlara açık bir red mahiyetindedir.
Bir kısmı"
kelimesinin;Hidayet verdi" buyruğu ile nasb edildiği de söylenmiştir.
İkinci olarak gelen Bir kısmına da" şeklindeki ikinci kelimenin de
hazfedilmiş bir fiil ile nasbedildiği söylenmiştir. Yani; Bir kısmını da
saptırdı," takdirindedir. Sibeveyh de şu iki beyiti nakletmektedir:
"Silah taşıyamaz
oldum ve devenin
Ürküp kaçtığı vakit
başını yakalayamaz (dizginlerini tutamaz) oldum Yanından geçtiğim vakit yalnız
başıma, kurttan korkar oldum Hatta rüzgârlardan da yağmurlardan da
korkuyorum."
el-Ferrâ der ki: Eğer
bu, (Allah'ın kelâmı dışında benzer terkiblerde insan sözlerinde) merfu' da
olsa, caiz olurdu.
"Muhakkak onlar,
Allah'ı bırakıp şeytanları kendilerine veliler edindiler" buyruğunda
geçen "Muhakkak onlar" ibaresini İsa b. Ömer, hemzeyi üstün olarak;
şeklinde; Çünkü onlar" anlamı şeklinde okumuştur.
[71]
31. Ey ÂdemoğuUarı!
Her mescldde linetinizi alın. Yeyin, İçin, israf etmeyin. Çünkü O, israf
edenleri sevmez.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:
[72]
Yüce Allah'ın: *Ey
Âdemoğulları" hitabında, o dönemlerde Beytullahı çıplak olarak tavaf eden
Araplar kastedilmekle birlikte, hitap, bütün insanlaradır. Ve bu buyruk bundan
dolayı namaz için yapılmış bütün mescidler hakkında umumidir. Çünkü, sebebin
özelliği değil, hükmün umumiliği nazar-ı itibara alınır.
İlim adamları arasında
bununla tavafın kastedilmiş olacağını kabul etmeyenler de vardır. Çünkü tavaf
yalnızca tek bir mescidde söz konusu olur. Bütün mescidler için söz konusu
olan şey ise namazdır.
Ancak bu, şeriatın
maksatları kendisine gizli kalmış olan kimselerin söy-liyeceği bir sözdür.
Müslim'in Sahihinde İbn Abbas'tan şöyle dediği nakledilmektedir: Kadın, çıplak
olarak Beyt'i tavaf eder; bu arada: Kendisiyle tavaf edebileceği bir elbiseyi
ödünç olarak kim verebilir, diye seslenir ve aldığı bu elbiseyi ferci üzerine
koyar ve şöyle dermiş:
"Bugün onun bir
kısmı yahut tamamı görünüyor olabilir Ama ben ondan görünen kısmını kimseye
helal kılmıyorum."
Bunun üzerine şu:
"Her mescidde zlnetinizi alın" âyeti nazil oldu.[73]
Burada sözü geçen
kadın ise, Dubaa bint. Âmir b. Kurt'dur. Bunu, Kadı îyad ifade etmiştir.
Yine Müslimin
Sahih'inde Hişam b. Urve'den, o da babasından rivayete göre, babası şöyle
demiş: Araplar, el-Hums diye bilinenler müstesna Beyti hep çıplak tavaf
ederlerdi. el-Hums diye bilinenler ise, Kureyş ve ondan gelenlerdir. Humslann,
kendilerine elbise vermeleri hali müstesna Beyti çıplak olarak tavaf
ederlerdi. Erkekler erkeklere, kadınlar da kadınlara elbise verirdi. Hums diye
bilinenler ise, Müzdelİfenin dışına çıkmazlar, diğer insanların hepsi ise, Arafat'da
vakfe yaparlardı.[74]
Müslim'den başka
eserlerde de şu zikredilmektedir: Ve biz, Harem ehliyiz. Araplardan herhangi
bir kimsenin bizim elbisemiz dışında bir elbiseye bürünmüş olarak tavaf
etmemesi, bizim topraklanmıza girdi mi, bizim yemeklerimizden başka bir yemek
yememesi gerekir diyorlardı. Araplardan Mekke'de kendisine elbise verecek bir
arkadaşı bulunmayan ve ücretle kiralayacak kadar maddi imkânı olmayan kimse,
şu iki halden birisini yapmak zorundaydı. Ya Beyti çıplak olarak tavaf
edecekti yalıut da kendi elbiseleriyle tavaf edecekti. Tavaf ettiği
elbiselerini de tavafını bitirdi mi, üzerinden çıkarıp atacak ve kimse de
onlara dokunmayacaktı, Bu elbiseye de (çıkarılıp atılan anlamında): el-Lekâ
denilirdi.
[75]
Araplardan birisi de
şöyle demiş:
"Benim ona
yaptığım yeterdir: Üzerine hücum edip onu Kendisine yaklaşılmayan tavaf
edenlerin önünde atılmış bir elbiseye
dönüştürmüş
olmam."
İşte Araplar, yüce
Allah Peygamberi Muhammed (sav)'ı gönderdiği vakte kadar bu tür bir cehalet,
bid'at ve sapıklık üzere idiler. Yüce Allah da Peygamberine: "Ey
Âdemoğulları, her mescldde zînetinizl alın* âyetini indirdi ve Rasulullah
(sav)'ın müezzini de: "Şunu bilin ki, çıplak bir kimse Beyti tavaf
etmeyecektir."
[76]
Derim ki: Burada
kasıt, namazdır diyenler, bunun da zineti ayakkabılardır, demişlerdir. Çünkü,
Kürz b. Vebra, Ata'dan, o, Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre, Peygamber
(sav) bir seferinde: "Namazın süsünü takınınız" diye buyurmuş. Ona,
namazın süsü nedir diye sorulunca: "Ayakkabılarınızı giyinip onlarla namaz
kiliniz" diye buyurmuştur.[77]
Âyet-i kerime, önceden
de geçtiği üzere avretin örtülmesinin vücubuna delildir. İlim ehlinin çoğunluğu
(cumhur) da avretin örtülmesinin namazın farzlarından olduğu görüşündedir.
el-Ebherî ise, o, genei olarak bütün hallerde farzdır. İnsanın namazda da
namazın dışında da avretini insanlardan saklayıp örtmesi görevidir. Sahih olan
görüş de budur. Çünkü, Hz. Peygamber, el-Misver b. Mahreme'ye şöyle demiştir:
"Don, elbiseni al ve çıplak olarak yürümeyin." Bu hadisi Müslim
rivayet etmiştir.'[78]
İsmail el-Kadî ise,
setr-i avretin namazın sünnetlerinden olduğu görüşündedir. Buna, şunu delil
göstermektedir: Eğer, setri avret namazda farz olsaydı, çıplak kimsenin namaz
kalmasının caiz olmamajSi gerekirdi. Çünkü namazın farzlarından olan her şeyin
güç yetirilebilmekle birlikle yerine getirilmesi yahut da olmadığı takdirde
onun bedelinin yapılması gerekir, ya da tamamıyla sakil olur. Oysa setr-İ
avrette durum böyle değildir.
İbnü'l-Arabî der ki:
Setr-i avret, namazda bir farzdır. O bakımdan bir imam rükuda iken elbisesi
düşüp de dübürü açılacak olsa, o da başını kaldırıp açılan yerini örtse bu
onun için yeterlidir, görüşü İbn Kasım'a aittir. Sahnûn ise şöyle demektedir:
Ona uyanlardan kim ona bakarsa, namazını iade eder. Yine Sahnûn'dan şöyle
dediği rivayet edilmektedir; İmam da cemaat de namazlarını iade ederler. Çünkü
setr-i avret namazın şartlarından bir şarttır. Açılacak olursa namaz batıl
olur. Bu görüşünde asıl dayanağı ise taharettir (yani taharet gibi setr-i
avreti de şart görmesidir).
Kadı İbnü'l-Arabî der
ki: Namazları batı] olmaz diyenler böyle bir şartın sözkonusu olmadığından
dolayı bu görüşü benimsemiştir. Elbisesini alıp ör-tünse, namazı sahih olur,
fakat ona bakanların namazı batıl olur, diyenlerin görüşüne gelince, bu
silinmesi gereken bir sa.hife (iltifat edilmemesi gereken bir görüş) ve
kendisiyle uğraşılması caiz olmayan bir kanaattir.
Buharı ve Nesaîde Amr
b. Seleme'den şöyle dediği nakledilmektedir: Benim kavmim, Rasulullah (sav)'ın
yanından döndüklerinde dediler ki: Peygamber şöyle buyurdu: "Aranızda
Kur'ân'ı en çok (ezbere) bileniniz size İmamlık yapsın." Bunun üzerine
beni çağırdılar, bana rükû ve sücudu öğrettiler. Ben de onlara namaz
kıldırıyordum. Üzerimde sökük bir cübbe vardı. Babama: Oğlunun kıçım biz
görmeyelim diye (onu, giydireceğin bir elbise ile.) önemem misin?"
Nesaî'nin lafzı ile rivayet bu şekildedir.
[79]
Sehl b. Sa'd'dan da
şöyle dediği sabit olmuştur: Erkekler, Rasulullah (sav)'ın arkasında namaz
kıldıklarında büründükleri elbiselerinin darlığından dolayı onları küçük
çocuklar gibi boyunlarında düğüm yapıyorlardı. Birisi de şöyle dedi: Ey
Kadınlar topluluğu, erkekler başlarını (secdeden) kaldırmadıkça, siz
başlarınızı kaldırmayınız. Bunu da Buharı, Nesaî ve Ebû Dâvûd rivayet
etmiştir.[80]
Kişinin kendi avretini
görmesinin hükmü hususunda fukahanın farklı görüşleri vardır:
Şafiî der kî: Eğer
elbise dar ise, onu ya ilikler ya da Üzerindeki gömleğin kenarları çekilip de
yakası tarafından avreti görülmesin diye bir şeylerle iliştirir. Bunu
yapmayacak olur da kendi avretini görecek olursa, namazı iade eder. Ahmed'in de
görüşü budur.
Malik ise, düğmeleri
iliklenmeden ve üzerinde şalvar bulunmaksızın entari İle namaz kılmaya ruhsal
vermiştir. Ebu Hanife ve Ebu Sevr'in görüşü de budur. Salim gömleğinin
(entarisinin) düğmelerini iliklemeksizin namaz kılardı.
Dâvûd et-Taî der ki:
Eğer sakalı büyükse bunda bir mahzur yoktur. Bu anlamda bir görüşü el-Esrem,
Ahmed'den nakletmektedir.
Eğer kişi imam ise,
ridasız (belden yukarısını örten elbise) namaz kılma-malıdır. Çünkü bu
zinettendir.
Ayakkabı İle namaz
kılmanın da zinetten olduğu söylenmiştir. Bunu da Enes, Peygamber (sav)'dan
rivayet etmiş olmakla birlikte sahih değildir.
Yine denildiğine göre,
namazın zineli (süsü), rükûa giderken ve rükûdan kalkarken elleri kaldırmaktır.
Ebu Ömer der ki: Her
şeyin bir süsü vardır. Namazın süsü ise tekbir getirmek ve elleri
kaldırmaktır.
Ömer (r.a) da şöyle
demiştir: Allah size bolluk vermiş ise siz de kendiniz için bolluk yapın. Bir
adam elbiselerini giyinerek bir İzar (belden aşağısını örten elbise) ve bir
rida ile (belden yukarısını örten elbise), bir izar ve bir gömlekle, bir izar
ve bir cübbe ile, şalvar ve rida ile, şalvar ve gömlek ile, şalvar ve cübbe İle
-zannederim: Yanın şalvar ve gömlek ile de dediğini zannediyorum- yarını
şalvar ve rida ile, yarım şalvar ve cübbe ile (kılsın). Bunu da Buharî ve
Dârakutnî rivayet etmiştir.
[81]
Yüce Allah'ın:
"Yeyin, için, israf etmeyin" buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas
şöyle demektedir: Yüce Allah bıı âyet-i kerimede israf veya büyüklerime söz
konusu olmadığı sürece yemeyi ve içmeyi helal kılmaktadır.
İhtiyaç gereği olan
miktar ise -ki bu da açlığı susturan ve susuzluğu gideren miktardır- aklen de
şer'an de mendup (teşvik edilmiş) dır. Çünkü, bu kadarı ile nefis muhafaza
edilir (hayatta kalınır) ve duyular korunabilir. Bundan dolayı şeriatte visal
orucu yasağı varid olmuştur. Zira visal, (iftar ve sahur yemeksizin günlerce
oruç tutmak) hem bedeni güçsüz bırakır, hem de nefsi öldürür. İbadet etmeye
takat bırakmaz. Bu ise, şeriatin yasakladığı aklın da reddettiği birşeydir.
Nefsini ihtiyaç duyduğu kadarından alıkoyan kimsenin iyilik namına bir payt
olmayacağı gibi, zühtten de pay sahibi olduğu söylenemez. Çünkü, aciz bırakmak
ve zayıf düşürmek suretiyle kendisini mahrum etliği itaatleri işlemenin sevabı
daha çok, ecri daha büyüktür.
İhtiyaç miktarından
fazlası( nı yeyip içmek) hususunda iki farklı görüş vardır. Bunun haram olduğu
söylendiği gibi, mekruh olduğu da söylenmiştir.
İbnü'l-Arabî der ki:
Sahih olan da budur. Çünkü doyma miktarı beldeden beldeye, zamandan zamana,
yaştan yaşa ve yiyecekten yiyeceğe farklı farklıdır.
Şöyle de denilmiştir:
Az yemenin pek çok faydaları vardır. Az yiyenin bedenen daha sıhhatli,
hafızasının daha güzel, kavrayışının daha açık, uykusunun daha az ve daha
çabuk haraket edebilen bir kişi olması, bunlar arasındadır. Çok yemek halinde
ise, mide gereksiz şeylerle doldurulur ve lüzumsuz şişirilir. Çeşitli
hastalıklar bundan ortaya çıkar. O bakımdan az yemenin gerektirdiğinden çok
daha fazla ilaca ihtiyaç duyulur.
Fakihlerden birisi: En
büyük ilaç gıda miktarlarını aşmamaktır, demiştir. Peygamber (sav) da bu hususu
tabiplerin sözlerine ihtiyaç bırakmayacak şekilde kalplere rahatlık veren bir
ifadeyle şöylece dile getirmiştir: "Ademoğlu karnından daha köıü bir kap
doldulmuş değildir. Ademoğluna sulbünü (iskeletini) ayakta tutacak bir kaç
lokmacık yeter. Eğer mutlaka (çok yemesi) gerekiyorsa, (midesinin) üçte birini
yemeğine, üçte birini içeceğine, üçte birini de nefesine ayırsın." Bunu
Tirmizî, el-Mikdam b. Madîkerib yoluyla rivayet etmiştir.[82]
İlim adamlarımı/ der
ki: Eğer Bokrat (Hipokral) bu paylaştırmayı işitmiş olsaydı, bu hikmetten
hayrete düşerdi.
Nakledildiğine göre
Harun er-Reştd'in oldukça maharetli hristiyan bir doktoru varmış. Bir gün Ali
b. eMlüseyn <b. Vâkid)'e şöyle sormuş: Sizin Kitabınızda tıp ilmî namına
bir şey yoktur. Halbuki ilim iki türlüdür. Biri ed-yan (dinler) ilmi diğeri
ebdan (bedenler) iimi. Ona, Ali b. el-Hüseyin şu cevabı vermiş: Yüce Allah
tıbbın tamamını Kitabımızda yer alan yarım âyette hülasa etmiştir. Hristiyan
doktor bu hangisidir diye sorunca O, şu cevabı vermiş: Bu yarım ayet, yüce
Allah'ın: "Ycyin, için, israf etmeyin" buyruğudur. Hristiyan doktor
şu cevabı vermiş: "Rasulünüzden tıbba dair bir şey nakledilmiyor."
Bu sefer Ali b. el-Hüseyn şu cevabı vermiş: Rasuluhah (sav) da tıbbı bir kaç
kelimede özetleyi vermiş. Bunlar hangileridir diye sorunca, Ali şu cevabı
vermiş: "Mide hastalıkların yuvasıdır. Koruma, her türlü tedavinin başıdır.
Sen, her bedene alıştırdığın kadarını ver."
[83]
Bunun üzerine hristiyan şu cevabını vermiş: Kitabınız da Peygamberiniz de
Calinos'a tıp diye bir şey bı-rakmamtşur.
Derim ki: Denildiğine
göre, hastanın tedavisi iki eşit bölüme ayrılır. Yarısı ilaçla tedavidir,
yansı da perhizdir. İkisi bir araya geldi mî, hasta kişi iyileşmiş ve
sıhhatine kavuşmuş kabul edebilirsin. İkisinden biri Lorcih edilecek olursa,
perhizin tercihi daha uygundur. Zira perhizi terk ile birlikte tedavinin bir
faydası olmaz. Ama ilaç kullanmamakla birlikte perhiz faydalı olur. Nitekim
Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Her türlü tedavinin esası perhizdir."
[84]
Allahu a'lem bununla
kastedilen her türlü ilaca ihtiyaç bırakmayacağıdır. O bakımdan şöyle
denilmişür: I lintlilerin bütün tedavileri perhizden ibaret -lir. Hasta olan
kişi bir kaç gün süre ile yemekten, içmekten ve konuşmaktan uzak durur,
sonunda iyileşip sağlığına kavuşur.
[85]
Müstim, İbn Ömer'den
şöyle dediğini rivayet etmekledir: JKâfir kimse, yedi bağırsakla ver. Mii'min
ise tek bir bağırsakta yer."
[86]
İşte bu, Hz.
Peygamberin dünyalıktan az ile yetinmeye, dünyada zühde ve yeteri kadarı ile
kanaatkârlık etmeye bir teşviktir. Araplar, az yemekle övünür ve çok yemekten
dolayı başkalarını yererlerdi. Nitekim şairlerinden birisi şöyle demektedir:
"Aşırı gitmeyecek
şekilde yiyecek olursa, közde kızartılmış bîr ciğer parçacığı Yeter ona ve
küçük bir bardak su ile kanar."
Um Zer' de İbn Ebi
Zer' hakkında şunları söylemektedir: "Ve onu oğlağın kolu doyurur. "
[87]
Hatim eı-Taî de çok
yemeyi yererek şunları "söylemektedir:
"Eğer sen karnına
istediği şeyleri verecek olsan ve bir de fercine
Her ikisi birlikte
yerilme (sebebi)nin en sonuna kadar seni götürürler."
el-Hattabî der ki: Hz.
Peygamberin: "Mü'min tek bir bağırsakta yer" buyruğunun anlamı: O,
doymayacak kadar yer ve başkasını kendisine tercih ederek azığından başkasına
birşeyler artırır, yediği kadarı ile de kanaat getirir, demektir. Bununla
birlikte birinci açıklama şekli daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Hz. Peygamberin:
"Kâfir ise yedi bağırsakta yer" buyruğunun umum ifade etmediği
söylenmiştir. Çünkü, tanık olunan durum, hadisin umum iFade ettiğini kabul
etmemize engeldir. Çünkü, bir mü'minden daha az yiyen bir kâfir bulunabilir ve
kâfir İslâm'a girdikten sonra da yemesinde artış ya da eksiliş olmayabilir.
Bunun, muayyen bir
kimseye işaret olduğu da söylenmiştir. Şöyle ki: el-Cahcah el-öıfarî, yahut
Sümame b. Usâl, ya da Nadla b. Amr el-Gıfari, veya Basra b. Ebi Basra el-Ğifarî
diye bilinen bir kâfir kişi (yahut böyle anılanlardan birisi) Peygamber
(sav)'a misafir olmuş. Yedi koyundan sağılan sütü içmiş. Sabah olunca İslâm'a
girmiş, bu seter tek bir koyundan sağılan sütü içmiş ve onu da bitirememiş.
Bunun üzerine Peygamber (sav) bu hadisi irad buyurmuş. Buna göre Hz. Peygamber,
şu (kâfir iken) demiş gibi olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Denildiğine göre kalbi
tevhid nuru ile nurlamnca, bu sefer yemeğe, itaat edebilmek için gerekli gücü
elde edebilecek vasıta gözüyle bakmaya başlar ve ondan ihtiyaç kadarını aldı.
Küfür dolayısıyla kalbi karanlık iken, kâfirin yemesi İshal oluncaya kadar çokça
otlayan bir hayvanın yemesi gibiydi. Sözü geçen bağırsakların hakikat
anlamıyla kullanılıp kullanılmadığı hususunda da farklı görüşler vardır.
Hakikat anlamında olup
tıp ve teşrih (anatomi) bilginlerince bilinen isimleri olduğu söylendiği gibi,
bunlar obur kimsenin kendileri sebebiyle yemek yediği yedi sebepten kinaye
olduğu da söylenmiştir. Böyle bir kimse ihtiyaç duyduğu için, aldığı bir haber
dolayısıyla, koku alması, görmesi, dokunması ve tatması dolayısıyla ve daha
çok yiyeyim düşüncesiyle yer.
ŞÖyie de
açıklanmıştır: Bu, yedi bağırsağı olan kimsenin yediği kadar yemesi
anlamındadır. Mü'min ise yemekten çabuk et çekmesi bakımından yalnızca tek bir
bağırsağı olan kimse gibi yer. Böylelikle, kâfir ile yediği yedi bölümün
yalnızca bir bölümünde ortak yer (yedide biri kadar yer), kâfir ise ondan yedi
kat fazla yer, demektir.
Bu hadiste geçen
bağırsak mide anlamındadır.
[88]
Bu husus açıklandıktan
sonra şunu bil ki, insanın yemekten önce ve sonra ellerini yıkaması
müstehapur. Çünkü, Hz, Peygamber şöyle buyurmuştur: "Yemekten önce ve
sonra abdest berekettir."
[89]
Bu, Tevratta da
böyledir. Bunu, Zâzan, Selman'dan rivayet etmiştir.
Malik ise, temiz elin
yıkanmasını mekruh görürdü. Ancak, hadise uymak daha uygundur.
Sıcak mıdır, soğuk mudur
bilmeden bir yemek yememelidir. Çünkü, eğer yemek sıcaksa bundan eziyet duyar.
Rasuîullah (sav)'dan da şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Yemeği
soğutunuz. Çünkü sıcak bereketsiz olur." Bu hadis tle sahih bir hadistir'
[90]
ei-Bakara Sûresi'nde daha önce geçmişti.
Yemeği koklamamak da
adaptandır. Çünkü bu, hayvanların işidir. Bunun yerine canı çekerse ondan yer,
hoşlanmasa onu bırakır. Aç gözlü sayılmasın diye de lokmalarını küçültür ve
çokça çiğner. Başında "Bismillah" der, sonunda "elhamdülillah"
der. Elhamdülillah derken onunla beraber oturanlar yemeklerini biıirmemişse
sestnt yükseltmez. Çünkü sesinin bu şekilde yükselmesi onların yemek
yemelerine mani olabilir.
Yemek adabı pek
çoktur. Bunlar onların bir bölümüdür. Bir diğer bölümü de yüce Allah'm izniyle
Hûd Sûresi'nde C11/69. âyetin tefsirinde) gelecektir.
İçmenin de bilinen bir
takım adabı vardır. Bunlar, yaygın olduklarından dolayı onlardan söz etmiyoruz.
Müslim'in Salıih'inde de İbn Ömer'den Ra-suluttah (sav)'ın şöyle buyurduğu
kaydedilmekledir: "Sizden herhangi bîr kimse yemek yiyecek olursa sağ
eliyle yesin, İçecek olursa da sağ eliyle içsin, Çünkü şeytan sol eliyîe yer ve
sol eliyle içer.
[91]
Yüce Allah'ın:
"İsraf etmeyin" buyruğu, çok yemek suretiyle israf etmeyin demektir.
Buna göre israf çok içmekte de sözkonusu olur. Bunların fazlası mideye ağırlık
verir, insanın Rabbine hizmetini aksatır. Nafile hayırlardan payına düşeni
yerine getirmekten alıkoyur. Eğer bunu da aşarak üzerine vacib olanı yerine
getirmekten engelleyecek noktaya gelirse, bu sefer bu fazla yeme ve içme ona
haram olur. Yemesinde ve içmesinde israfa kaçmış olur.
Esed b. Musa, Avn b.
Ebi Cuhayfe'den, o da babasından (Ebu Cuhayfe'den) şöyle dediğini rivayet
etmektedir; Oldukça yağlı bir etle tirit yedim. Peygamber (sav)'a geğire
geğire giıtim. Şöyle buyurdu: "Ey Ebu Cuhayfe şu geğirmeni kes. Çünkü,
dünyada insanlar arasında en çok doyan kimseler kıyamet gününde en uzun aç
kalacak kimselerdir."
[92]
Bundan sonra Ebu Cuhayfe, dünyadan ayrılıncaya kadar karnım dolduracak kadar
yemedi. Sabah (öğlen) yemek yedi mi akşam yemezdi, akşam yedi mi, sabah
yemezdi.
Derim ki: İşte Mz.
Peygamberin: "Mü'min, tek bir bağırsakta yer" buyruğunun anlamı bu
olabilir. Yani, imanı tam olan, kâmil olan böyle yer demektir. Çünkü,
müslümanlığı güzel olan, imam kemale eren -Ebu Cuhayfe gibi-bir kimse, sonunda
karşılaşacağı ölümü ve ondan sonrasını düşünür. Bu, dehşetli hallerden korkup
çekinmesine sebep olur, bütün armalarını yerine ge-ürmesine engel teşkil eder.
Doğrusun en iyi bilen Allah'tır.
İbn Zeyd der ki:
"İsraf etmeyin" buyruğu, haram yemeyin demektir. Şöyle de
denilmiştir: Canının çektiği her şeyi yemen israftandır. Bunu da Enes b. Malik
Peygamber (sav)'dan rivayet etmiştir, îbn Mace de bunu Sünen'in-de kaydetmektedir.[93]
Yine şöyle
denilmiştir: Doyduktan sonra yemek de israftandır. Bütün bunlar ise mahzurlu
şeylerdir.
Lokman oğluna şöyle
demiştir: Yavrucuğum karnın tokken üstüne yemek yeme. Çünkü böyle bir şeyi
köpeğe dahi aıman, senin onu yemenden hayırlıdır.
Semure b. Cundub,
oğlunun ne yaptığını sormuş, ona: Dün tıka basa yedi, diye cevap vermişler. O,
tıka basa mı yedi diye sorunca, evet dediler. Bu sefer şöyle dedi: Eğer ölmüş
olsaydı onun cenaze namazını kılmazdım.
Şöyle de
açıklanmıştır: Cahiliye döneminde Araplar, haccettikleri günlerde yağlı
yemezler ve az yemekle yeu'nider, çıplak olarak tavaf ederlerdi. İşle onlara:
"Her mescidde zinetinizi alın, yeyin, için, israf etmeyin." yani,
size haram kılınmamış şeyleri haram kılmak suretiyle israf ederek haddi aşmayın,
denildi.
[94]
32. De ki:
"Allah'la kulları için çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızık-ları kim haram
kılmıştır?" De ki: "Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir.
Kıyamet günü ise yalnız onlaradır." İşte Biz, âyetleri bilenler İçin
böylece açıklarız.
Bu buyruğa dair
açıklamaSarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[95]
Yüce Allah:
"Allah'ın kulları için çıkardığı zineti... kim haram kılmıştır"
buyruğunda, Allah'ın kendilerine haram kılmamış olduğu şeyleri kendiliklerinden
haram kıldıklarını beyan etmektedir.
Burada sözü geçen
zinet, kişinin gücü yettiği takdirde güzel giyimdir. Bütün elbiselerin
kastedildiği de söylenmiştir. Nitekim Hz. Ömer'den: "Allah size genişlik
verdiği vakit, siz de genişlik gösteriniz..." dediği rivayet edilmiştir
ki, daha önce onun bu sözü geçmiş bulunmaktadır. İmam Malik'in hocalarından
Ali b. el-Huseyn b. Ali b. Ebi Talib'den (Allalı hepsinden razı olsun) rivayet
olunduğuna göre o, elli dinar değerinde İpek ve yünden dokunmuş bir elbiseyi
kış mevsiminde giycrmiş. Yaz geldi mi, o elbiseyi ya sadaka olarak verir,
yahut satar değerini lasadduk edermiş. Yazın da Mısır'dan gelme ve
"Mumaşşak" denilen, kırmızıya boyanmış (altlı üstlü) iki elbise giyer
ve: "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı zlnetl, temiz ve hoş rızıkları
kim haram kılmıştır" âyetini okurmuş.
[96]
Durum böyle olduğuna
göre âyet-İ kerime değerli elbiselerin giyiiebile-ceğine, Cuma ve Bayramlarda
insanlara karşı çıkılacağı vakitlerde, kardeşlerin ziyaretine gidileceği
zamanlarda bunlarla süstenılebileceğine delalet etmektedir. Ebu'l-Âliye der
ki: Müslümanlar biribirteriyle ztyaretleştikl erinde güzel elbise giyerlerdi.
Müslim'in Sahih'inde
Ömer b. el-Hattab'dan rivayete göre o, mescidin kapısı önünde Siyerâ denilen
(saf ipekten), kendisine sarınılarak örtünülen bir elbise görür. Ey Allah'ın
Rasulü, bunu cuma günü ve huzuruna geldikleri vakit elçilere karşı giyinmek
üzere satın alsan. Rasııtullah (sav) şöyle buyurdu: "Bunu ancak âhirette
Inr payı bulunmayan kimseler giyer."
[97]
Görüldüğü gibi tiz.
Peygamber, Hz. Ömere güzel giyinme teklifine karşı değii, satılan bu elbisenin
Siyarâ diye bilinen elbise oluşundan dolayı karşı çıkmıştır.
Temim ed-Dâri de bin
dirheme bir elbise almış ve bununla namaz kılar-mış. Malik b. Dinar da kaliteli
Aden elbiselerini giyermiş. Ahmed b. Hanbei'in elbisesi yaklaşık bir dinara
satın alınırmış.
Şimdi bunlar nerede,
keten ve yün gibi kaba elbiseleri tercih edip bu sözü edilen tutumlardan yüz
çeviren, onlara iltifat etmeyen ve: "Takva elbisesine gelince o daha
hayırlıdır" (el-A'raf, 7/26) diyenler nerede. Heyhat! Acaba sözünü
ettiğimiz bu kimseler takva elbisesini terketmiş kimseler miydi? Allah'a yemin
ederim ki hayır, bilakis onlar, hem takva sahibi kimselerdi, hem bilgili ve
akıllı kimselerdi. Onun dışında kalanlar ise kuru iddiaların sahibi
kimselerdir. Kalplerinde takva namına birşey yoktur.
HaHd b. Şevzeb der ki:
cl-Hasen'a Ferkad'ın geldiği bir sırada yanlarında idim. cl-Hasen, elbisesini
alıp ona uzattı ve Ey Fureykad (Ferkadcik), Ey Um Fureykad'in oğlu, şüphesiz
iyilik bu elbiseye bürünmekte değildir. İyilik kalbe yerleşen ve amelin tasdik
ettiği şeydir.
Maruf el-Kerlıî'nin
kardeşinin oğlu Ebu Muhammed, üzerinde yünden bir cübbe bulunduğu halde
Ebu'l-Hasen b, Yesar'ın huzunjna girdi. Ebu'l-Hasen ona şöyle dedi: Ey Ebu
Muhammed, sen kalbini mi yüne bürüdün, yoksa bedenini mi? Sen onun yerine
kalbini yüne bürü ve isterse Kûhî (diye bilinen) Kuhistan'dan gelme elbiseleri
üst üste giyin.
Bir adam da
eş-Şiblî'ye şöyle demiş: Arkadaşlarından bir topluluk geldi ve bunlar şu anda
camide bulunuyorlar. O da yanlarına çıkıp gittiğinde üzerlerinde yamalı
elbiselerin ve peşiemallerin olduğunu görünce, şu beyiti okumuş:
"Çadırlara
gelince, şüphesiz ki onların çadırları gibidir.
Fakat gördüğüm
kadarıyla mahallenin hanımları asıl hanımları değildir."
Ebu'l-Ferec
İbnü'l-Cevzî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiş: Ben de peştemale
bürünmeyi ve yamalı elbiseler giyinmeyi şu dört sebep dolayısıyla mekruh
görüyorum:
1- Evvela
bu, selef-i salibin giyindiği şeylerden değildi. Onlar, zaruret dolayısıyla
elbiselerini yamalıyorlardı.
2- Böyle bir
giyim fakirlik iddiasını ihtiva eder, Halbuki insan, Allah'ın üzerindeki
nimetlerini göstermekle emrolunmuştur.
3- Güya
zahidlik gösterisidir Oysa biz zahidliğimizi örtmekle emrolunduk.
4- Bu,
şeriatten yana kayıp uzaklaşan kimselere bir benzeme isteğidir. Bir kavme
benzemeye çalışan ise onlardandır.
Taberî de der ki: Kıl
yününden yapılmış elbiseleri giyinmeyi, pamuk ve ketenden -helalinden bunları
giyinebilme imkânını bulabilmekle birlikte - yapılmış ebliseleri giyinmeye
tercih edenler hata etmiştir. Aynı şekilde bakliyat ve mercimek yeyip bunu
buğday ekmeğine tercih eden de, kadınlara karşı arzu duyar korkusuyla et
yemeyi terk eden de hata etmiştir.
Bişr b. el-Haris'e yün
giyinmeye dair soru sorulmuş, böyle bir soru ona ağır gelmiş ve hoşlanmadığı
yüzünden anlaşıldıktan sonra şöyle demiş: Şehirlerde yün giyinmektense ipek ve
uspurlu elbiseleri giyinmeyi daha çok severim.
Ebu'l-Fcrec de der ki:
Selef orta halli elbiseleri giyinirlerdi. Ne çok pahalı ve kaliteli, ne de
oldukça kalitesizleri. En iyi elbiselerini de cuma, bayram ve kardeşlerle
karşılaşacakları vakitlere ayırırlardı. Daha iyi olanı tercih etmek onlar
tarafından çirkin bir şey olarak görülmüyordu. Kişiyi küçük düşüren elbiseye
gelince, bu da zahidlik ve fakirlik izharı (gösterişi) ihtiva eder. Ve sanki
Allah'tan bir şikâyet tavrı gibidir. Giyenin de küçük görülmesine sebep teşkil
eder. Bütün bunlar ise mekruhtur ve yasak kılınmış şeylerdir.
Birisi dese ki: Güzel
elbise giyinmek nefsin bir isteğidir. Biz ise nefsimize karşı cihad etmekle
emrolunduk. İnsanlara karşı da süslenmektir. Oysa biz fiillerimizi insanlar
İçin değil Allah için yapmakla emrolunduk.
Böyle bir itiraza
verilecek cevap şudur: Nefsin arzuladığı her şey yerilecek türden değildir.
Aynı şekilde insanlara karşı kendisiyle süslenilen her şey de mekruh değildir.
Bunlardan, eğer şeriat yasaklamış ise yasaklanılır, yahut din hususunda bunlar
riyakârlık olsun diye yapılırsa yasak kılınır. Şüphesiz insan, güzel görünmeyi
arzu eder. Ve bu nefsin bir payıdır, bundan dolayı da kişi kınanmaz. Bundan
dolayı kişi saçını tarar, aynaya bakar, sarığını düzeltir, elbisenin kaba
gelen astarını iç tarafına, güzel görünen dış tarafını da dışa giyinir. Bütün
bunlardan mekruh görünen veya yerilen her hangi bir şey yoktur.
Mekhûi, Âişe
<r.anha)'dan şöyle dediğini rivayel eder: Rasulullah (sav)'ın ashabından bir
topluluk onu kapıda bekliyorlardı.
O da yanlarına gitmek
üzere dışarı çıktı. Evde içinde su bulunan bir deri kap (küçük bir kova)
vardı. Suya bakarak sakalını ve saçlarını düzeltmeye başladı. Ben: Ey Allah'ın
Rasulü sende mi bunu yapıyorsun diye sordum, şöyle buyurdu: "Evet, kişi
kardeşlerinin yanına çıkacağı vakit kendisine bir çeki düzen versin. Şüphesiz
Allah güzeldir, güzel olanı sever."
[98]
Müslim'in Sahih'inde
de İbn Mes'ud'cUın Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir:
"Kalbinde zerre ağırlığı kadar kibir namına bir şey bulunan kişi cennete
girmeyecektir." Bir adam dedi ki: Kişi, elbisesinin, ayakkabısının güzel
olmasını ister. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Muhakkak Allah güzeldir,
güzel olanı sever. Kibir de hakkı reddetmek ve insanlara yukardan bakıp onları
küçük görmektir."
[99]
Bu anlamda hadis-i şerifler
pek çoktur. Hepsi de temizliğe ve güzel görünüşe delalet etmektedir. Muhammed
b. Sa'd şunu rivayet etmektedir: Bize el-Fadl b. Dukeyn haber verdi, dedi ki:
Bize, Mende!, Sevr'den anlattı, o, Halid b. Ma'dân'dan dedi ki: Rasulullah
(sav), tarak, ayna, yağ, misvak ve sürmesini yanına alarak yolculuk yapardı.
İbn Cüreyc'den ise, "kendisiyle tarandığı fildişi tarak" dediği
nakledilmekledir. İbn Sa'd der ki: Bize, Kabisa b. Uk-be haber vererek dedi ki:
Bize, Süfyan anlattı, o, Rabi' b. Sabih'ten, o, Ye-zid er-Rukaşi'den, o, Enes
b. Malik'ten dedi ki: Rasulullah (sav) başına çokça yağ sürer ve sakalını su
ile tarardı. Bize, Yezid b. Harun haber verdi, bize, Abbâd b. Mansur anlattı,
Abbâd, ikrime'den, o, İbn Abbas'tan dedi ki: Ra-sulullıah (sav)'ın uyuduğu
vakit hor bir gözüne üçer defa sürme çektiği bir sürmedaniığı vardı.[100]
Yüce Allah'ın:
"Temiz ve hoş rızıklar" buyruğundaki; "(. ^UÜı): Temiz ve hoş
şeyler" kazanç ve tat itibariyle hoş ve temiz şeyler hakkında kullanılan
umumî bir isimdir. İbn Abbas ve Katade derler ki: Temiz ve hoş rızıklar ile
cahiliyye dönemi insanlarının haram kıldıkları Bahîre, Sâibe, Vasîîe ve Hamlar
kastedilmektedir. Bundan kastın, kendilerinden lezzet alınan bütün yiyecekler
olduğu da söylenmiştir.
Hoş ve temiz şeyleri
terketmek ve lezzetlerden yüz çevirmek hususunda farklı görüşler vardır.
Kimileri, böyle bîr tutum Allah'a yakınlaştırıcı bir amel değildir. Çünkü,
mubah olan şeylerin yapılması da terkedümesi de müsavidir, demişlerdir.
Kimileri de böyle bir
iş, bizatihi Allah'a yakınlaştırıcı değilse de dünyada zahidliğe, uzun emelli
olmamaya ve dünya için kendisini külfete sokmayı terk etmeye götüren bir
yoldur. Bu ise menduptur. Mendup olan bir amel de Allah'a yakınlaştırıcıdır,
demişlerdir.
Başkaları da şöyle
demektedir: Ömer b. el-Hattab (r.a)'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Eğer
istesek, hiç şüphesiz közde et pişirebiliriz, ince ekmek ve kuru üzüm ile
birlikte hardal bulundurabiliriz. Fakat ben, yüce Allah'ın bir takım kimseleri
yererek: "Siz bütün hoş şeylerinizi dünya hayatınızda bitirdiniz"
(el-Ahkaf, 46/20) diye buyurduğunu gördüm.
Bir başka kesim de
bütün bunların kendisini külfete sokarak bir araya getirilmesiyle, külfetsiz
bir araya gelmeleri arasında fark gözetmişlerdir. Hocalarımızın hocası,
Ebu'l-Hasen Ali b. el-Mufaddal et-Makdisî der ki: -yüce Allah'ın izniyle de
sahih olan bu görüştür- Peygamber (sav)'den hoş ve lezzetlidir diye her hangi
bir yemeği yemediği asla nakledilmiş değildir. Bilakis o, helva, bal, kavun,
taze hurma yer, bununla birlikte dünyanın zevk verici arzulanan şeyleriyle
uğraşıp alıiret işlerinden alıkoyması dolayısıyla da bu maksatla külfete
girmeyi hoş görmezdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Derim ki: Kimi
sufiler, temiz ve lezzetli şeyleri yemeyi mekruh görmüş ve Ömer (r.a)'ın şu
sözünü delil göstermişlerdir: Et yemekten uzak durun. Çünkü, et de tıpkı
şarabın alışkanlığı gibi bir alışkanlık yapar.
Buna şöyle cevap
verilir: Bu, dünyada nimetleri tercih edip, arzularının peşinden devamlı
koşmayı, nefsi zevk aldığı şeylerden yana rahatlatmayı tercih edip ahireti
unutarak dünyaya yöneleceğinden korktuğu kimseler hakkında söylenmiş bir
sözdür. Bu bakımdan Ömer (r.a), valilerine ve komutanlarına (amirlerine) şu
şekilde mektup yazardı: Nimetlere gark olmaktan, Acemlilerin elbiselerini
giyinmekten uzak durun. Bunun yerine sıkıntılı ve zalıidane yaşayışı tercih
edin.
Ömer (r.a) bu
sözleriyle hiç bir zaman Allah'ın helal kıldığı şeyi haram kılmayı, yahut da
ismi yüce ve mübarek Allah'ın mubah kıldığı bir şeyi yasaklamayı
düşünmemiştir, Diğer taraftan yüce Allah'ın buyruğu, uyulan ve dayanak alınan
sözlerin en hayır)ısıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Allah'ın
kulları için çıkardığı zineti temiz ve hoş rızıkları kim haram kılmıştır?"
Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: "Dünya ve ahirette en iyi katık
ettir."
[101]
Hişam b. Urve'nin
babasından, onun Aişe (r.anha) dan rivayetine göre Peygamber (sav) kavun ile
taze hurmayı birlikte yer ve şöyle dermiş: "Bunun sıcağı bunun
serinliğini, bunun serinliği de bunun sıcağını kırıyor."
[102]
el-Maide Sûresİ'nde
(5/87. âyet, 1, 2. başlıklar ve devamında) iyi olmayan yiyecekleri tercih
edenlerin kanaatlerine redde dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i
kerime de, başka âyet-i kerimeler de bu kanaate sahip olanların kanaatlerini
reddetmektedir. Allah'a hamd olsun.
[103]
Yüce Allah'ın:
"De ki: Bunlar dünya hayatında İman edenler İçindir."
Yani, bu nimetler
dünya hayatında yüce Allah'ı tevlıid etmek ve O'nu tasdik etmek mukabilinde
hakkı ile onlara aittir. Yüce Allah, nimet verir, nzık ihsan eder. Eğer,
nimete tnazhar olan kişi O'nu tevhid eder ve tasdik ederse, nimetin hakkını
yerine gelirmiş olur. Eğer küfre saparsa, bu sefer şeytanın kendisini
etkilemesine imkân vermiş olur. Sahih hadiste şöyle buyrulmakta-dır:
"Allah'tan daha çok eziyete katlanan lıiç bir kimse yoktur. O, insanlara
afiyet verir, nzık ihsan eder, kendileri ise O'nun eşi ve çocuğu olduğu iddiasında
bulunurlar. "
[104]
"Dünya
hayatında..." buyruğunda ifade tamam olmaktadır. O bakımdan daha sonra
meriu' olarak "Yalnız" diye buyurmaktadır, Bu, İbn Abbas ve Nafi'in
kıraatidir.
"Kıyamet günü İse
yalnız onlaradır." Yani, yüce Allah, hoş ve temiz n-zıklan ahirette
yalnızca iman edenlere verecektir. Dünyada bunlarda mü'min-lere ortak oldukları
gibi, ahirette de müşrikler, mü'minlere bu hoş ve temiz rıziklarda ortak
olmayacaklardır.
Âyetin ifade ettiği
anlam şudur: Bu hoş ve temiz şeyler dünya hayatında başkalarının da kendilerine
bunlarda ortak olması ile birlikte mü'minler içindir. Kıyamet gününde ise
yalnız onların olacaktır. Buna göre " Yalnız" kelimesi, hazfedilmiş
bir mübtedanın haberi olarak yeni bir cümle başlangıcıdır, tbn Abbas,
ed-Dahhak, el-Hasen, Katade, es-Süddî, İbn Cüreyc ve İbn Zeyd'in görüşü budur.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Bu dünya hayatında var olan hoş ve temiz şeyler kıyamet
gününde, yalnızca dünya hayatında iman eden kimselere verilecektir. Bunun,
yalnızca mü'minlere verilmesi ise, bu nimetler dolayısıyla
cezalandırılmayacakları ve azap görmeyecekleri anlamındadır. Buna göre Dünya
hayatında" ibaresi; İman edenlere" taalluk etmektedir. Said b.
Cübeyr'in açıklaması da buna işaret etmektedir.
Diğerleri ise,
Yalnız" kelimesini hal olarak ve kat' ile okurlar. Çünkü, ifade ondan önce
de tamam olmaktadır. Ancak, bu kıraate göre; Dünya" kelimesi üzerinde
vakıf caiz değildir. Çünkü, ondan sonra gelen ifadeler, İman edenler
içindir" buyruğu ile alakalı olup ondan haldir. Ve ifadenin takdiri de
şöyle olur: De ki: O nimetler dünya hayatında mü'minler içindir, kıyamet
gününde de yalnızca has olmak üzere onlarındır. Bu şekildeki açıklamayı
Ebu'1-Ali (el-Farisî) yapmıştır. Mübtedanın haberi ise İman edenler içindir™
buyruğudur. Halde amel eden ise, ler içindir" buyruğunda yer alan
"lam" harfindeki fiil anlamıdır. Sibeveyh ise, zarfın Önceden geçmiş
olması dolayısıyla mansub olduğu görüşünü tercih etmiştir.
"İşte Biz
âyetleri bilenler için böylece açıklarız." Yani, size helâl ve haramı
geniş geniş açıkladığım gibi, ihtiyaç duyduğunuz her şeyi de size böylece
açıklıyorum.
[105]
33- De ki:
"Rabbim, ancak hayasızlıkları, onların açık olanını, gizli olanını,
bununla beraber günahı, haksız isyanı, Allah'a -hakkında asla bir delil
İndirmediği- her hangi bir şeyi ortak koşmanızı ve Allah'a bilmediğiniz
şeyleri isnad etmenizi haram kılmıştır."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı tek başlık halinde sunacağız:
[106]
el-Kelbî der ki:
Müslümanlar, elbiselere (yerine göre ihrama) bürünüp Bey-tullah'ı tavaf edince,
müşrikler onları ayıpladılar. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.
Âyet-i kerimede geçen
"el-Fevâhis. (hayasızlıklar)" açığa çıkanı ile gizli-siyle aşın
derecede çirkin oiun işler demektir. Kavli b. Ubade, Zekeriya b. İs-hak'dan, o,
İbn Ebİ Necih'den, o da Mücahid'den şöyle dediğini nakletmektedir: "Açık
olanını" buyruğundan kasıl, calıiliye döneminde annelerle ni-kâhlanmaktır.
"Gizli olanını" ile kasıt, da zinadır.
Katade ise, gizli
olanı ve açık olanı diye açıklamıştır. Ancak bu açıklama su götürür. Çünkü daha
sonra yüce Allah, "günahı" (el-ism) ve "haksız İsyanı"
(el-bağy) da zikretmiştir. Dolayısıyla "hayasızlıklar" ile bunların
bir bölümünü kastettiği ortaya çıkmaktadır. Durum böyle olduğuna göre, "hayasızlıklar
(eI-Fevâhiş)"den kastın zina olduğu ortaya çıkar. Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır.
"Bununla beraber
günahı" buyruğu hakkında el-Hasen der ki: Bundan kasıl içkidir. Nitekim
şair göyle demektedir:
"Ben, iam'i
(şarabı) içtim, ta ki aklım kayboluncaya kadar İşte ism (şarap) bu şekilde aklı
alıp götürür."
Bir. başka şair şöyle
demektedir:
"Açıkça içeriz
ism'i (şarabı) büyük kâselerle
Ve sen miski aramızda
elden ele dolaşır görürsün."
"İsyan
(el-Bağy)": Zulüm ve zulümde haddi aşmaktır ki, buna dair açıklamalar
daha önceden geçmiştir. Sa'leb de der ki: Bağy, kişinin L>ir başkasını
ağzına dolayarak onun hakkında ileri geri konuşması ve hak olmayan şekilde ona
haksızlık etmesidir. Ancak, haklı olarak ondan intikam alması hali bundan
müstesnadır. Yüce Allah'ın burada günahı ve haksızlığı, hayasızlıkların
kapsamında olmakla birlikte ayrıca zikretmesi ise, bunların günah olarak
büyüklükleri ve çirkinlikleri dolayıstyladır. Onları ayrıca zikretmesi, durumlarını
daha bir te'kid etmek ve onlardan vazgeçirme kaslıyladır. Aynı şekilde;
"Allah'a... ortak koşmanızı ve bilmediğiniz şeyleri isnad etmenizi"
yasaklar da böyledir. Bu iki cümle ise, öncekilere ati" yoluyla nasb
mahallinde di r.
Bir topluluk da
"ism: günah" kelimesinin içki anlamına gelmesini kabul etmemektedir.
el-Femt der ki: İsm (günah) haddi gerektirmeyen daha aşağı suçlar ve insanlara
haksızlık yapmalarıdır. en-Nehhâs der ki: Günahın (el-ism) şarap anlamında
kullanılması ise bilinen bir husus değildir. Günah, gerçek anlamı itibariyle
bütün masiyetleri kapsamına alır. Şairin dediği gibi:
"Gerçekten, ben,
işin en doğrusunun Allah'tan korkmak (takva)
olduğunu gördüm. En
kötüsü ise günahtır (el-İsm)."
İbn el-Arabî de bu
anlama gelmesini kabul etmeyerek şöyle demektedir: Daha önce geçen beyitte bu
anlama geldiğine dair bir delil yoktur Çünkü o, (isim kelimesi yerine) zenbi
içtim. Yahut vizri içtim demiş olsaydı yine bu anlama gelecekti. Onun
söylediği bu söz, zenbin ve vizrin şarabın isimlerinden biri olmasını
gerektirmediği gibi, ism kelimesini kutlanması da böyledir. Bu şekilde
açıklamalara iten ise, diti bilmemek ve manalarda delillendirme yolunu
bilmemektir.
Derim ki: Biz bu
açıklamayı el-Hasen'den de nakletmiş idik. el-Cevherî ise
"es-Sıhah"&d şöyle demektedir: Harar (şarap), bazan ism dîye de
adlandırılır. Sonra da daha önce nakleuiğimiz buna dair beyiti zikreder.
el-Herevî ise, bu
beyiıi şarabın ismin kendisi olduğuna dair gerekçe olarak "el-Ğarib"
adlı iki eserinde (Ğaribu'l-Kur'an ve Garibu'l-Hadis'te) nakletmektedir. O
bakımdan ism'in lügat itibariyle hem bütün masiyetler hakkında, hem de şarap
hakkında kullanılması uzak bir ihtimal değildir. O takdirde bu kullanımda da
bir çelişki yoktur.
Bağy ise zulümde haddi
aşmaktır. Fesadda haddi aşmak olduğu da söylenmiştir.
[107]
34. Her ümmetin bir
eceli vardır. O ecelleri gelince ne bir an geri bırakabilirler, ne de ileri
alabilirler.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı bir başlık halinde sunacağız:
[108]
Yüce Allah'ın:
"Her ümmetin bir eceli vardır." Yani, belirlenmiş bir süresi vardır.
"O ecelleri gelince" yani, yüce Allah nezdinde bilinen vakitten
gelince. İbn Sîrin, "ecel" kelimesini çoğul olarak; şeklinde
("onların ecelleri" anlamında) diye okumuştur.
"Ne bir an geri
bırakabilirler." O vakitten sonraya bir an dahi geri kalmazlar, bir an
dahi öne geçmezler. Şu kadar var ki, burada (an anlamında) "saafin özel
olarak anılması, zaman dilimlerinin en azına isim oluşundan dolayıdır. Bu
kelime bir zaman zarfıdır.
"Ne de ileri
alabilirler." İşte bu buyruk, maktulün ancak eceliyle öldürüldüğüne
delildir. Ölüm eceli demek, ölüm vakti demektir. Borcun ecelinin, vadesinin
geliş vakti anlamına geldiği gibi. Bir şey için kendisiyle vakit tayin olunan
her şey, onun için bir eceldir. İnsanın eceli ise, şanı yüce Allah'ın, hayatta
olan kişinin kaçınılmaz olarak öleceğini bildiği vakittir. Bu vakitten sonraya
ölümünün ertelenmesi mümkün değildir. Ancak bu, Allah'ın buna güç yetiremediği
bakımından anlaşılmamalıdır.
Aralarından istisna
teşkil edenler müstesna, Mu'tezile'nin büyük çoğunluğu şöyle demektedir:
Maktul, kendisi için tesbit edilmiş eceliyle ölmez. Eğer öldürülmez ise hayatta
kalmaya devam eder. Ancak bu görüş yanlıştır. Çünkü maktul, başkası kendisini
öldürdü diye ölmez. Aksine, şanı yüce Allah maktule vurulması esnasında onun
canını çıkarmasından ötürü Allah'ın fiilinden dolayı ölmektedir.
Denilse k"if Eğer
eceliyle ölüyor ise, ne diye onu vurup öldüreni de öldürüyor ve ona kısas
uyguluyorsunuz? Böyle diyene şu şekilde cevap verilir: Tasarrufta bulunma hakkı
olmayan bir işte tasarrufta bulunduğu ve haddini aştığı için onu öldürüyoruz.
Yoksa, maktul Öldüğü ve canı çıktığı için değil, zira bu onun fiilinden dolayı
olmaz. Eğer insanlar kısas olmaksızın başkalarina haksızlıkta bulunmakla
başbaşa bırakılacak olursa, bu elbette fesada ve kulların helak olmasına
götürür, Bu da gayet açık bir husustur.
[109]
35. Ey Âdemoğullan!
Size içinizden âyetlerimi size anlatacak peygamberler gelince, artık kim
sakınır ve düzeltirse, onlar için bir korku yoktur ve onlar üzülecek
değillerdir.
36. Âyetlerimizi
yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklük taslayan-lar, İşte onlar ateşlik
olanlardır. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar.
Yüce Allah'ın:
"Ey Âdem oğulları, size içinizden âyetlerimi size anlatacak peygamberler
gelince" buyruğu şarttır. Buyruğun başına; ( U ) geldiğinden dolayı
fiilin sonuna te'kid için "nün" gelmiş bulunmaktadır. ( l« )'ın sıla
olduğu da söylenmiştir. Yani, "eğer size... gelirse" anlamındadır,
Yüce Allah bununla,
peygamberlerin çağrılarını kabul etmeleri ihtimali daha yüksek olsun diye
kendilerine kendi cinslerinden peygamberler gönderdiğini haber vermektedir.
Kasas (anlatmak) ise,
sözü ardı arkasına söylemek demektir. "Ayetlerimi" de farzlarımı ve
hükümlerimi... anlamındadır.
"Artık kim
sakınır ve düzeltirse" buyruğu da bir şarttır. Ondan sonra gelen ise onun
cevabıdır. Aynı zamanda birinci şartın da cevabıdır. Yani, sizden kim benim
ile kendisi arasındaki münasebetleri ıslah eder düzeltirse "onlar için
bir korku yoktur ve onlar üzülecek değillerdir." Bu, müminlerin kıyamet
gününde korkmayacaklarının, üzülmeyeceklerinin ve her hangi bir korku ve
dehşete kapılmayacaklarının delilidir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Kıyamet gününün dehşetli hallerinden etkilenebilirler. Fakat,
neticede onlar güvenlik içerisinde olacaklardır.
Âyet-i kerimede
zikredilen: "Size... peygamberler gelince" buyruğunun cevabının,
ifadeden anlaşılan şeyler olduğu da söylenmiştir. Yani, bunun cevabı, onlara
itaat edin ve "artık kim sakınır ve düzeltirse..." şeklindedir.
Birinci görüş,
ez-Zeccâc'ın görüşüdür.
[110]
37. Allah'a karşı
yalan uydurarak İftira edenden yahut O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim
kim olabilir? Onların kitaptan nasipleri neyse kendilerine erişecektir. Nihayet
ruhlarını almak için elçilerimiz onlara geldikleri vakit diyecekler ki:
"Allah'ı bırakıp da tapınageldiğiniz şeyler nerede?" Onlar:*Gözümüzden
kayboldular" diyecekler ve kendi aleyhlerine kâfir olduklarına dair
şahidlik edeceklerdir.
Yüce Allah'ın:
"Allah'a karşı yalan uydurarak iftira edenden, yahut O'nun âyetlerini
yalanlayandan daha zalim kim olabilir?" buyruğunun anlamı şudur: Allah'a
karşı yalan uydurmaktan ve O'nun âyetlerini yalanlamaktan daha büyük ve çirkin
hangi zulüm vardır? Daha sonra: "Onların kitaptan nasipleri neyse
kendilerine erişecektir" diye buyurmaktadır. Yani, İbn Zeyd'den
nakledildiğine göre, onlar için takdir edilip yazılmış bulunan rızık, ömür ve
amel neyse onlara erişecekti. İbn Cübeyr ise, bedbahtlık ve mutluluk, ibn
Abbas, hayır ve şer türünden, el-Hasen ile Ebu Salih: Küfürleri miktannea azap
diye açıklamışlardır.
Taberî'nin lercih
ettiği görüşe göre de anlam şöyledir: Onlara ne yazıimış-sa; yani hayır, şer,
rızık, amel ve ecel türünden kendileri için ne takdir edilmişse onlara
erişecektir. Bu da İbn Zeyd, İbn Abbas ve İbn Cübeyr'den az önce nakledilenlere
uygun bir açıklamadır. Daha sonra şöyle der: Nitekim bundan sonra yüce Allah:
"Nİhayat ruhlarını almak için elçilerimiz onlara geldikleri vakit"
diye buyurmaktadır ki, ölüm meleğini elçilerini kastetmektedir. Burada sözü
geçen "kitap"la Kur'ân-ı Kerim'in kastedildiği de söylenmiştir.
Çünkü, kâfirlerin görecekleri azap onda sözkonusu edilmiştir.
"KRap"ın Levh-i Mahfuz olduğu ela söylenmiştir.
el-Hasen b. Ali
el-Hulvanî şunu nakletmektedir: Ali b. el-Medinî bana yazdırarak şöyle dedi:
Ben, Abdurrahman b. Mehdi'ye kadere dair soru sordum, bana şöyle dedi: Her şey
bir kader iledir. İtaat ve masiyet de bir kader iledir. Masiyetler kader ile
değildir, diyenlerin iftirası çok büyüktür. Yine Ali der ki: Ayrıca Abduırahman
b. Mehdi bana şunları söyledi: İlim, kader ve kitap aynı şeylerdir.
Daha sonra Abdurrahman
b. Mebdi'nin bu söylediklerini Yahya b. Said'e arzettim de şöyle dedi: Bundan
sonra artık ne az bir şey kalmıştır, ne de çok bir şey. Yahya b. Maîn rivayetle
der ki: Bize Mervan el-Fezarî anlattı, bize İsmail b. Semi' anlattı, o, Bukeyr
er-Tavî)'den, o, Mücahid'den, o da İbn Ab-bas'dan yüce Allah'ın: "Onların
kitaptan nasipleri neyse kendilerine erişecektir" buyruğu hakkında şöyle
dediğini nakletmektedir: Bazı kimseler kaçınılmaz olarak mutlaka bir takım
amelleri yaparlar.
Buradaki;
Nihayet" gaye (son ve nihaî durumu) anlatmak için kullanılmamıştır.
Aksine, onlara dair verilen bir haberin başlangıcıdır. el ve Sibeveyh derler
ki: Nihayet, yahut ve dikkat edin" kelimeleri, imale ile okunmazlar.
Çünkü bunlar, harf (edaO'dırlar. Bu harfler İle "Gebe ve sarhoş kadın"
gibi isimler arasında fark vardır.
ez-Zeccâc der ki:
Nihayet" edatı, Sarhoş, kadın kelimesine benzediğinden dolayı
"ye" ile yazılır. Şayet Dikkat et" edatı "ye" ile
yazılacak olursa; a'yaı benzerdi.
Amma"nın "ye" ile yazılma-ytş sebebi ise, aslı )'nın eklenmiş
olmasından dolayıdır.
"Diyeceklerki:
Allah'ı bırakıp da tapxnageldiğini şeyler nerede?" Bu
soru, azarlamak için
sorulacaktır. Çağırdığınız"
kelimesi tapındı-ğmız, ibadet ettiğiniz anlamındadır.
"Onlar gözümüzden
kayboldular diyecekler." Yani, hakikat olmadıkları ortaya çıktı ve
önümüzden çekilip gittiler.
Denildiğine göre bu,
ahirctte meydana gelecektir.
"Ve kendi
aleyhlerine kafir olduklarına dair şahitlik edeceklerdir." Kendi nefisleri
aleyhine kâfir olduklarını ikrar ve itiraf edeceklerdir.
[111]
38. Diyecek ki:
"Cin ve insanlardan sizden önce geçmiş topluluklarla siz de ateşe
girin." Her ümmet girdikçe kardeşine lanet edecek. Nihayet hepsi birbiri
ardınca oraya girip toplandıkları zaman da sonrakileri öncekileri İçin:
"Rabbimiz, işte bizi bunlar saptırdılar. Onun için bunlara ateş azabını
İki kat ver" diyecekler. Buyuracak ki: "Herkese iki kat vardır.
Fakat siz bilmiyorsunuz."
39. Öncekileri de
sonrakilerine: "Skin bize hiç bir üstünlüğünüz yoktu. O halde
kazandıklarınıza karşılık azabı tadın" diyecek.
Yüce Allah'ın:
"Diyecek kh Cin ve İnsanlardan, sizden geçmiş topluluklarla" beraber
"siz de ateşe girin" buyruğun; "...de da... ile, beraber"
anlamındadır. Bu anlama gelmesine engel bir husus yoktur. Çünkü: Zeyd o kavim
arasındadır" demek O kavimle beraberdir," anlamındadır. Edatın asıl
anlamında kullanıldığı da söylenilmiştir. Yani Sîz de onların arasına
katılın," anlamına gelir.
Bu sözü söyleyecek
olan yüce Allah'tır denilmiştir. Yani, yüce Allah onlara... girin, diyecektir.
Bu sözleri cehennemin bekçisi Malik'in söyleyeceği de söylenmiştir. "Her
ümmet girdikçe kardeşine lanet edecek." Yani, kendisinden önce cehenneme
girmiş olana lanet edecek. O önce giren de sonra girenin dini ve inanç
bakımından kardeşi demektir.
"Nihayet hepsi
birbiri ardınca oraya girip toplandıkları zaman," Bir araya
geleceklerinde... Burada geçen; Birbiri ardınca toplandıkları" kelimesini,
el-A'meş diye okumuştur ki, fiilin asit şekli de budur. Daha sonra
"te" ile "dal" birbirlerine idğam edilince, "vasıl
eltfTne gerek duyulduğundan başa bir "elif" getirilmiştir.
el-Mehdevî, İbn Mes'ud'un da bu şekilde okuduğunu nakletmektedir.
en-Nehhâs der ki: İbn
Mes'ud: Nihayet... bir diğerine yetişeceği zaman" diye okumuştur.
İsmet, Ebu Amr'dan;
şeklinde iki sakini bir arada olmak üzere elifi de okuduğunu nakletmekte ve
buna örnek olarak; Bunlar iki Abdullah'tır, malın üçte ikisi onundur,
söyleyişlerinde "tesniye elifinin kullanılışını göstermektedir. Yine Ebu
Amr'dan, şeklinde "vasıl elifini kat' ile okuduğu da rivayet edilmiştir.
O, üzerinde hatırlayıp öğüt almak için sekte yapmış da okumuş gibi görünüyor.
Bu sektesi uzayınca, hemze ile başlıyormuş gibi "vasıl elifini kat' İle
okudu. Şiirde de "vasıl elifi"nin kat' ile okunduğuna dair nakiller
vardır. Şairin şu beyitinde oluduğu gibi:
"Ey nefs, sabret.
Çünkü her hayatta olan kavuşur Ve bir aradaki her iki kişi sonunda
ayrılacaktır."
Mücahid ile Humeyd b.
Kays'dan da; şeklinde iki sakinin yan yana gelmesinden ötürü, ve yine
"dal" harfinden sonra gelen "elifi de hazfederek okuduğu
nakledilmiştir.
Hepsi, hep
birlikte" hal olarak nasbedilmiştir.
"Sonrakileri
öncekileri için... diyecekler." Yani, aralarından daha sonra girecek olan
tabi olanlar, önce girmiş olan Önderlerine şöyle diyeceklerdir:
"Rabbİmiz, işte bizi bunlar saptırdılar. Onun İçin bunlara ateş azabını
İki kat ver."
Âyetin bu bölümünde
yer alan; " Öncekileri İçin" buyruğunda-ki "Lam" harfi,
diye bilinir. Çünkü, onlar kendilerinden öncekilere hitap etmeyecekler. Ama
kendilerinden öncekileri hakkında: Rabbimiz, işte bizi bunlar saptırdılar,
diyeceklerdir.
ise, bir şeyin kendi
mislinin bir veya birkaç kat fazlası olması demektir, tbn Mes'ud'dan
nakledildiğine göre, burada bu kelimeden kasıt yılanlar ve ejderhalardır. Bu
âyetin bir benzeri de şu âyet-i kerimedir: "Rabbimiz, onlara iki kat azap
ver ve onları en büyük lanetle lanetle." (el-Ahzab, 33/68) Buradaki"(
^lJjı ): Kat kat fazlası" kelimesi ile ilgili ve buna bağlı olarak söz
konusu olan hükümlere dair, daha doyurucu açıklamalar yüce Allah'ın izniyle
bundan sonra gelecektir.
"Buyuracak ki:
Herkese İki kat vardır." Yani, uyana da kendilerine uyulana da.
"Fakat siz
bilmiyorsunuz* buyruğunu; Fakat onlar bilmiyorlar" diye "ye"
harfi ile okuyanlar da vardır. Yani, her bir kesim diğer kesimin durumunu
biimez. Zira, cehennemde bulunanların bir bölümü başkalarının azabının kendi
azabından dalıa fazla olduğunu bilecek olursa, bu onlar için bir çeşit teselli
olur.
Fakat siz
bilmiyorsunuz" şeklinde "te" ile okuyuşa göre anlamın şöyle
olduğu da söylenmiştir: Fakat siz ey muhataplar, onların nasıl bir azap İie
karşıfaştıklarım bilmemeklesiniz. Anlamın şöyle olması da mümkündür: Ama siz
ey dünya ehli, onların içinde bulunacakları azabın miktanni bilmezsiniz.
"Öncekileri de
sonrakilerine: Sizin bize hiç bir üstünlüğünüz yoktu...
diyecekler."
Yani, siz de bizim gibi kâfir oldunuz ve bizim yaptığımız gibi yaptınız. O
halde siz azabın hafifletilmesini hak eden kimseler değilsiniz. "O halde
kazandıklarınıza karşılık azabı tadın."
[112]
40. Âyetlerimizi
yalanlayıp da onlara karşı büyüklenenlere -hiç şüphesiz- gök kapıları
açılmayacaktır. Onlar, deve, iğne deliğinden geçmedikçe, cennete giremezler.
Biz, günahkârları böylece cezalandırırız.
41. Onlara cehennemden
bir döşek vardır. Üstlerinde de örtüler. İşte Biz, zalimleri böyle
cezalandırırız.
"Âyetlerimizi
yalanlayıp da onlara karşı büyüklenenlere -biç şüphesiz-gök kapıları
açılmayacaktır." Yani, gök kapılan onların ruhlarına açılmayacaktır. Bu
hususta sahih bir takım haberler gelmiş olup biz bunları
"et-Tez-kire" adtı kitabımızda zikrettik. Bunlardan birisi de el-Berâ
b. Âzib tarafından rivayet edilen hadistir. Orada, kâfirin ruhunun kabzedilişi
ile ilgili olarak şunlar söylenmektedir: "Ondan, yeryüzünde görülmüş en
pis kokan leş gibi bir koku çıkar. (Görevli melekler) ruhunu alıp yukarı doğru
çıkarlar. Meleklerden her bir topluluğun yanından geçtikleri her seferinde
mutlaka melekler: Bu kötü ve pis ruh da ne oluyor, derler. Onlara, bu filan
oğlu filandır diyerek, dünyada kendisine verilen isimlerin en çirkinini
zikrederler. Nihayet o ruh ile dünya semasına ulaşırlar. Kapının açılmasını
isterler. Fakat kapı onlara açılmaz," Daha sonra Rasululİalı (sav):
"Onlara gök kapıları açılmayacaktır" âyetini okudu.[113]
Onlara dua ettikleri
vakit sema kapılan açılmaz diye de açıklanmıştır. Bu açıklamayı Mücalıid ve
en-Nehaî yapmışlardır. Onlara cennet kapıları açılmaz. Çünkü, cennet semadadır
anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna da yüce Allah'ın: "Onlar, deve,
iğne deliğinden geçmedikçe, cennete giremezler" buyruğu delâlet etmektedir.
Deve iğne deliğinden geçemeyeceğine göre, hiç bir şekilde cennete
giremeyeceklerdir. İşte bu, onların affedilmelerinin sözkonusu olmadığına dair
kat'i bir delildir. Hata etmeleri düşünüleme-yen müslümanların icmaı da bu
şekildedir: Şam yüce Allah, onlara ve onlardan hiçbir kimseye mağfiret
etmeyecektir.
Kadı Ebu Bekr b.
et-Tayyıb der ki: Eğer bir kimse: Bu hususta ümmetin icmat nasıl söz konusu
olabilir? Çünkü, kelamcılardan bazı kimseler, yahu-di ve hıristiyanlar
arasından mukallid olanlar ile onların dışında kalan kâfirlerin mukallid
olanları cehennemde olmayacaktır, demişlerdir diyecek olursa, ona şu şekilde
cevap verilir:
Bunlar, mukallid
kimsenin haklarında bir şüphe söz konusu olduğu için kâfir olacağını kabul
etmeyen bir topluluktur. Bunların iddialarına göre mukallid kişi kâfir
değildir ve bununla birlikte o, cehennemde olmayacaktır. Mukallid bir kimsenin
kâfir olup olmadığını bilmek ise, bu hususta varid olmuş haber ve tevkif (konu
ile ilgili gelmiş rivayetler) ile değil de konu üzerinde düşünmekle anlaşılır.
Hamza ve el-Kisaî
çoğul olan kelimeyi (ebvâb: kapılar) müzekker kabul ederek; " Açılmayacaktır"
diye okumuşlardır. Geri kalanlar ise bunu müennes çoğul kabul ederek
"te" harfi ile okumuşlardır. Nitekim yüce Allah: "Onlar için
kapılar açılmış haldedir" (Sâd, 38/50) buyruğunda da müennes olarak
okunmuştur. "Kapılar™ anlamındaki "el-Ebvâb" kelimesinin
müenneslîği hakiki olmadığından ötürü, müzekker ve çoğul olarak gelmesi de
caiz görülmüştür. Bu şekildeki okuyuş İbn Abbas'ın kıraatidir. O da
"ye" ile okumuştur. Ebu Arar, Hamza ve el-Kisaî ise,
"açılmayacaktır" anlamındaki fiilin "te" harfini hem az,
hem çokluk ifade etmek üzere şed-desiz okumuşlardır. Şeddeli okumak ise, hem
çokluk, hem de ardı arkasına tekrar tekrar meydana gelmeyi ifade eder. Burada
şeddeli okuyuş daha uygundur, çünkü bu okuyuş çokluğa daha çok delalet
etmektedir.
"el-Cemel"
el-Ferra'nın açıklamasına göre erkek deve demektir. Abdullah b. Mes'ud da
kendisine cemelin ne olduğunu soran kimseye herkesin bildiği şeye dair
kendisine soru soran bir kimseyi cahil bulmuş gibi "dişi devenin
ko.cası" diye cevap vermiştir.
Bu kelimenin çoğulu şeklinde
gelir. Ancak, erkek deveye, dört yaşına vardığı vakit "cemel" denir.
Abdullah b. Mes'ud is.
San deve iğne deliğinden geçmedikçe..." diye okumuştur. Bunu, Ebu Bekr
el-Enbarî şöylece nakletmektedir: Bize babam anlattı, bize Nasr b. Davud
anlattı, bize Ebu Ubeyd anlattı, bize Haccâc, İbn Cüreyc'den anlattı, o, İbn
Kesir'den, o, Mücahİd'den dedi ki: Abdullah b. Mcs'ud'un kıraatinde... diyerek,
bu kıraati zikretti.
İbn Abbas,
"dm" harfini ötreli, "mim"i de şeddeli ve üstün olarak;
diye okumuştur. Bu da el-Kals diye de bilinen gemi halatıdır. Bu, kalın iplerin
bir araya gelmesi demektir ki, bunun müfredi; dir. Bu açıklamayı da Ahmed b. Yahya
Sa'teb yapmıştır.
Bunun, kınnaptan
yapılmış kalın İp demek oluduğu da söylenmiştir. Hurma ağaçlarına tırmanmak
için kullanılan halat olduğu da söylenmiştir.
Yine İbn Abbas ile
Said b. Cübeyr'den "cim" harfi ötreli ve "mim" de şeddesiz
olarak okudukları rivayet edilmiştir. Bu da gemi halatı ve kalın ip demektir.
Az önce belirttiğimiz gibi.
Yine İbn Abbas'tan
bunu, "cim" ile "mim" harfini de ötreli olarak;'in çoğulu
şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir. " Arslan ve arslanlar" gibi.
Çoğulunun, "mim" harfi sakin olarak okunması ise; " Arslan ve
arslanlar" okunuşuna benzer. Ebu's-Simaf'den ise, "cim" harfi
üstün, "mim" harfi sakin olarak nakledilmiştir. Bu, deve anlamındaki
'in tahfifi (yani mim'in fethalı değil de sakin olarak okunması )dır. e
gelince, İbn Abbas ve başkalarından nakledildiğine göre iğne deliği demektir.
Bedende bulunan bütün ufak deliMere de; denilir; bunun çoğulu da; şeklinde gelir. Ancak, öldürücü olan zehir
anlamındaki 'ın çoğulu diye gelir.
İbn Sîrin bu kelimeyi
"sin" harfi ötreli olarak okumuştur. kendisiyle dikiş dikilen alel
(iğne) demektir. Bunu anlatmak için; kelimeleri kullanılır. "İzar, mi'zar
(belden aşağısını örten elbise) ve kina' ile mikna'" (örtü, peçe) gibi.
"Örtüler"den
kasıt onları örten ateşlerdir.
"Biz, günahkârları
böylece cezalandırırız* ile kastedilenler ise kâfirlerdir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
[114]
42. İman edip de sallh
ameller işleyenlere gelince ki Biz kimseye gücünden fazlasını yüklemeyiz- onlar
cennetliklerdir. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar."
Yüce Allah'ın:
"Ki, Biz kimseye gücünden fazlasını yüklemeyiz" buyruğu bir
mu'tariza (ara) cümlesidir. Yani, iman edip salih amel işleyenlere gelince,
onlar cennetliklerdir, onlar orada ebedî kalıcıdırlar.
"Ki, Biz kimseye
gücünden fazlasını yüklemeyiz" buyruğunun anlamına gelince: Yani O, hiç
bir kimseyi, hanımlarına bulduğundan ve imkânından fazlasını harcamakla
yükümlü kılmamış; eline geçiremediği şeyleri harcamakla yükümlü tutmamıştır.
Burada fiilden önce
istitaatın varlığının sözkonusu olduğu anlatılmak İstenmemektedir. Bu
açıklamayı da İbnu't-Tayyıb yapmıştır. Bu buyruğun bir benzeri de yüce
Allah'ın: "Allah hiç bir nefse ona verdiğinden başkasını yük-lemez"
(et-Talak, 65/7) buyruğudur.
[115]
43. Biz, onların
kalplerinde kin türünden ne varsa söküp atacağız. Altlarından ırmaklar akar.
"Bizi buna ileten Allah'a hamd olsun. Allah bizi bu yola iletmesiydi
kendiliğimizden bunu bulmuş olamazdık. Andolsun ki, Rabbimizin peygamberleri
hakla gelmişti" derler. Onlara: "Yapmaya devam ettiklerinize
karşılık mirasçısı kılındığınız cennet İşte budur" diye seslenilir.
Şanı yüce Allah,
cennet ehline vereceği nimetler arasında onların kalplerinden her türlü kini
çekip alacağını da zikretmektedir. "Dışarı çıkarmak;" ise, kalplerde
gizli bulunan kin demektir. Çoğulu şeklinde gelir. Yani Biz, cennette dünyada
iken kalplerinde bulunan kin türünden ne varsa onu gidermiş olacağız.
Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: "Kin, cennetin kapısında develerin
çöküş yeri gibi olacaktır. Allah onu mü'minlerin kalbinden almış olacaktır."
[116]
Ali (r.a)'dan şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Ben, Osman, Talha ve ez-Zübeyr'in yüce Allah'ın
haklarında: "Biz onların kalplerinde kin türünden ne varsa söküp
atacağız" dediği kimselerden olacağımızı ümid ediyorum.
Yine denildiğine göre,
cennette kinin sökülüp atılması, mevkii itibariyle aralarındaki üstünlükten
ötürü birbirlerini kıskanmayacakları anlamındadır. Bir başka açıklamaya göre bu
durum, cennet içkisinden içmenin bir sonucudur. Bundan dolayı yüce Allah;
"Ve Rabbleri onlara son derece temiz bir şarap içirecektir"
(el-İnsan, 76/21) diye buyurmaktadır. Yani, kalplerde bulunan her türlü
kötülüğü temizleyecektir. Nitekim ilende buna dair açıklamalar, el-İnsan
Sûresi (işaret olunan âyet-i kerimede) ve ez-Zümer Sûresi'nde (39/73-75- âyetin
tefsirlerinde) yüce Allah'ın izniyle gelecektir.
"BİZİ buna ileten
Allah'a hamd olsun..." Yani, bize doğru yolu göstermesi, bizi hidayete
iletmesi suretiyle bu mükâfata ulaştıran Allah'a hamd olsun. Bu da Kaderîye'nin
görüşlerini reddetmektedir.
"Allah bizi bu
yola iletmeseydi kendiliğimizden bunu bulmuş olamazdık" buyruğunda "
...mazdık" lafzında İbn Âmir "vav" harfini düşürmüştür.
Diğerleri ise bu "vav" harfini okumuşlardır, "BİZ hidayet
bul-muş...Maki "lam", "kım-ı key" diye bilinir. Allah bizi bu yola iletmeseydi" buyruğu
rel' mahallindedir.
" Onlara
seslenilir" kelimesinin aslı, şeklindedir. ise, şeddelisinden tahfif
edilmiş olarak nasb mahallindedir. " cen-net(İniz) işte budur
diye..." aniamındadır.
Aynı zamanda bu,
kendisine seslenilen şeyin açıklaması da olabilir. Çünkü nida, bir söz
söylemektir. O takdirde i'rabta mahalli olmaz. Yani onlara: İşte sizin
cennetiniz budur, denilir. Çünkü onlara bu cennet dünya hayatında iken
vadolunmuş idi. Bunun da anlamı: Size daha önceden vadotunmuş bulunan sizin
cennetiniz işte budur. Ya da bu sözler, kendilerine uzaktan cenneti
görecekleri vakit ve cennete girmeden önce söylenecektir.
"Yapmaya devam
ettiklerinize karşdık mirasçısı kılındığınız cennet işte budur."
Amellerinize mukabil ve Allah'ın rahmet ve lütfuyla kendilerine girdiğiniz ve
böylelikle mirasçı kılındığınız cennet işte budur. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Bu. büyük lütuf Allah'tandır." (en-Nisa, 4/70) Bir
başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Onları kendinden bir rahmetin ve bir
lütfün içine sokacak..." (en-Nisa, 4/175)
Müslim'in Sahih'inde
de şöyle bir hadis yer almaktadır: "Sizden hiçbir kimsenin ameli
kendisini cennete asla sokamayacaktır." Sen de mi Ey Allah'ın Rasulü,
demeleri üzerine şöyle buyurdu: "Ben dahi. Allah'ın kendinden bir rahmete
ve bir lütfa beni bandırması hali müstesna,"
[117]
Sahih'İn dışındaki
hadis kaynaklarında da şöyle denmektedir: "Cennet ve cehennemde
konaklayacak yeri bulunmayan hiç bir kâfir ve hiç bir mü'min yoktur. Cennet
ehli cennete, cehennem ehli de cehenneme girdikleri vakit, cennet,
cehennemliklere kaldırılır. Onlar cennet içindeki konaklarına bakarlar.
Kendilerine: Eğer Allah'a itaal ile amel etmiş olsaydınız, işte konaklayacağınız
yerler buralardı, denilir. Sonra da şöyle denilir: Ey cennet ehli, dünyada
iken yapageldikleriniz ile onlartn konaklarına mirasçı olunuz. Sonra da onlann
konaklan cennet ehli arasında pay edilir."
[118]
Derim ki: Müslim'in
Sahih'inde de şöyle denmektedir: "Müslüman bir kimse öldü mü, mutlaka
Allah onun yerine cehenneme bir yahudi yahut bir hris-tiyanı girdirir,"
[119]
Bu da aynı şekilde bir
mirastır. O, lütfüyla dilediği kimseye nimet verecektir, adaleti gereğince de
dilediğini azaplandıracaktır. Özetle, cennete ve cennetteki mevkilere ancak
Allah'ın rahmetiyle" erişilebilir. Cennetlikler, amelleriyle cennete
girecek olsalar dahi, O'nun rahmetiyle oraya mirasçı olmuşlar ve O'nun
rahmetiyle oraya girmiş olacaklardır.
Zira onların amelleri
de O'nun bir rahmeti ve onlara bir lütfudur. Mirasçısı kılındığınız"
idğamsız olarak okunmuştur. Aynca "te" harfi (peltek)se harfine idğam
edilerek de okunmuştur.
[120]
44. Cennetlikler,
cehennemliklere: "Kahirimizin bize vadettlğlni hak bulduk. Siz de
Rabbİnjzin vadettiğini gerçek buldunuz mu?" diye seslenirler. Onlar da:
"Evet" derler. Bunun üzerine aralarında bir münadi: "Allah'ın
laneti zulmedenlere olsun" diye seslenir.
"Cennetlikler
cehennemliklere..." diye seslenirler. Bu seslenişlerinde-ki sorulan
azarlamak ve ayıplamak anlamındadır.
"...bulduk"
buyruğu -bir önceki âyette geçen- "Sizin cennetiniz işte budur diye"
buyruğu gibidir. Yani biz, gerçek şu ki Rabbimizin bize vadettiğini hak olarak
bulduk anlamındadır. Bunun da aynı nida olduğu söylenmiştir.
"Bunun üzerine
aralarında bir münadi... seslenir." Nida eder ve yüksek sesle söyler
demektir. Meleklerden birisinin böyle sesleneceğine işaret olunmaktadır. "Aralarında"
zarftır. el-A'meş ve el-Kİsaî, "evet" anlamındaki kelimeyi "ayn"
harfi esreli olarak; diye okumuşlardır. Bu söyleyişe göre "ayn"
harfinin sakin olması da mümkündür. Mekkîder ki: Bu kelimeyi "ayn"
harfi esreli olarak okuyan kimse, soruya cevap olarak kullanılan ve yine onun
gibi söylenerek deve, inek ve koyun türü hakkında kullanılan 'ın arasındaki
farka dikkat çekmek ister, Hz. Ömer'in soruya cevap olarak verilmesi halinde
"ayn" harfinin üstün okunuşunu kabul etmediği ve; diye söyle dediği
rivayet edilmiştir.
Vadetmek ve tasdik
etmek anlamındaki" kelimenin iki ayrı söyleyişidir. Vadetmek anlamı,
olumlu olarak soru sormak halinde sözkonu-su olur. Meselâ, "Zeyd kalkacak
mı? sorusuna diğerinin, evet" diye cevap vermesi gibi. Tasdik anlamı ise
meydana gelmiş bir şey hakkında haber vermek halinde sözkonusudur. Mesela; şu
şu oldu diye söyleyen birisine ötekinin; "Evet" demesi gibi.
Olumsuz bir somya,
olumlu olarak cevap; "Diye" verilir. Meselâ, bir kimseye: Ben sana
ikramda bulunmadım mı diye sorulacak olursa, olumlu olarak cevap; Evet
(bulundun) şeklinde verilir. Buna göre; bu âyet-i kerimede görüldüğü gibi
olumlu soruya cevap için kullanılır. ise, olumsuz soruya olumlu olarak cevap
vermek için kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ben
sizin Rabbiniz değümi-yim? Onlar da evet (Rabbimizsin)... demişlerdi."
(el-A'raf, 7/72)
el-Bezzî, İbn Âmir, Hamza
ve el-Kisaî; "Muhakkak Allah'ın laneti..." diye okumuşlardır ki, asıl
şekli böyledir. Diğerleri ise "nun" harfini şed-desiz olarak; ve
"lanet" kelimesini de mübtedâ olarak merfu' okumuşlardır. Buna göre;
her iki kıraate göre de cer harfinin ıskatı (düşürülmesi) ile nasb
mahallindedir. Bununla birlikte "nun"un şeddesiz olarak okunması
halinde i'rabtan mahallinin olmaması ve daha önce geçtiği gibi açıklayıcı
(müfessire) olması da mümkündür,
el-A'meş'in ise,
"hemze"yi esreli olarak, "Muhakkak ki Allah'ın laneti"
şeklinde okuduğu da nakledilmiştir. Bu ise, mahzuf "kale: dedi ki"
takdirine binaen böyle okunur. Nitekim Kûfelİler de yüce Allah'ın şu
buyruğun-daki (Ali İmran, 3/39'dakt) "hemze"yi bu şekilde esreli
olarak okumuşlardır "O, mihrabta durmuş namaz kılarken melekler Ona şöyle
seslendi: Muhakkak Allah..."
Rivayet edildiğine
göre Tavus, Hişam b. Abdulmelik'in huzuruna girmiş ve ona şöyle demiş:
Allah'tan kork ve o sesleniş gününden sakın. Hişam, kendisine: Sesleniş günü
de ne oluyor? diye sorunca, Tavus ona: Yüce Allah'ın: "Bunun üzerine
aralarında bir münadi: Allah'ın laneti zulmedenlerin üzerine olsun diye
seslenir" buyruğunu okuyunca Hişam bayıldı. Tavus da şöyle dedi: Bugünün
niteliği karşısındaki zillet bu olunca, ya bugünün gözle görüleceği vakit
zillet nasıl olacak?
[121]
45. Onlar ki, Allah
yolundan alıkoyanlar, onu eğriltmek isteyenlerdi. Onlar, ahireti de inkâr
ederlerdi.
Yüce Allah'ın:
"Onlar ki, Allah yolundan alıkoyanlar..." buyruğu sıfat olmak Üzere;
Zulmedenlere" ait bir sıfat olarak cer mahallindedir. Bununla birlikte;
"Onlar," yahut; "Şunları kastediyorum ki" lafızlarının
takdiri ile ref veya nasb mahallinde olması da mümkündür. Yani: Dünya hayatında
insanları İslâm'dan alıkoymaya devam edenler... Anlam, engel olmak, alıkoymak
anlamını veren; dan gelmesi halinde böyle, yahut da kendilerini Allah'ın yolundan
alıkoyanlar, yani yüz çevirenler anlamında da olabilir. Bu ise, "Yüz
çevirme"den gelir.
"Onu eğriltmek
isteyenlerdi." Onun eğri olmasına çalışan, onu yeren ve böylelikle ona
iman etmeyen kimselerdi. Benzer anlamdaki açıklamalar daha önceden (Âl-i İmran,
3/99- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Onlar, âhireti
de inkâr ederlerdi," Burada; "...lerdi" anlamındaki nakıs fiil
hazfedilmiştir ki, bu çokça görülen bir şeydir.
[122]
46. Onların ikisi
arasında bir perde ve Â'râf üzerinde de her birini yüzlerinden tanıyan adamlar
vardır. Cennet ehline: "Selâmun aleykum" diye seslenirler. Bunlar,
henüz oraya girmeyen fakat girmeyi uman kimselerdir.
"Onların İkisi
arasında bir perde... vardır." Önceden her ikisinden de söz edildiği için
cennet ile cehennem arasında bir engel, yani bir sur vardır demektir. Bu, yüce
Allah'ın: "Aralarında kapısı olan bir duvar çekilmiş olacaktır"
(el-Hadid, 57/13.) buyruğunda sözü edilen surdur.
"A'râf
üzerinde" yani, A'raPın surları üzerinde "her birini yüzlerinden
tanıyan adamlar vardır." Atın yelesi ve horozun ibiği anlamındaki;
tabirleri de buradan gelmektedir. Abdullah b. Ebİ Ye-zid, İbn Abbas'tan şöyle
dediğini nakletmektedir: A'raf, yüksek olan şey demektir. Mücahid de İbn
Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: A'raf, horozun ibiği gibi
yükseklikleri (burçları) bulunan bir surdur. Sözlükte A'raf, yüksekçe yer
demektir. Ve bu, çoğuludur.
Yahya b. Adem der ki:
Ben, el-Kisaî'ye A'rafın tekilini sordum, sustu. Bunun üzerine dedim ki: Bize
İsrail anlattı, o, Cabir'den, o, Mücahid'den, o, İbn Abbas'tan dedi ki: A'raf,
horozun urfu (ibiği) gibi yüksekliği bulunan bir surdur. O da, Allah'a yemin
ederim ki öyledir. Tekili budur. Yani "urf' diye gelir. Çoğulu da A'raf
geiir. Ey köle,, haydi kalem kâğıt getir, dedi ve bunu yazdı.
Buradaki ifade, övgü
sadedindedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Öyle adamlar ki,
onları ne ticaret, ne alış veriş Allah'ı anmaktan... oyalar." Cen-Nur,
24/37)
İlim adamları, A'raf
ta bulunanlar hakkında açıklamalarda bulunmuş ve bu konuda on ayrı görüş ortaya
çıkmıştır:
1- Abdullah
b. Mes'ud, Huzeyfe b. el-Yeman, İbn Abbas, eş-Şa'bî, ed-Dah-hâk ve İbn Cübeyr
derler ki: Bunlar, hasenatı ve seyyiâtı (iyilik ve kötülükleri) birbirlerine
eşit gelecek bir topluluktur. İbn Atiyye der ki: Hayseme b. Süleyman'ın
Müsned'inde (15. cüz'ün sonlarında), Cabtr b. Abdullah'tan şöyle bir hadis
kaydedilmektedir: Cabir dedi ki: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Kıyamet
günü teraziler kurulur. İyilikler ve kötülükler tartılır. İyilikleri
kötülüklerinden, bir bit sirkesi kadar ağır gelen kişi cennete girer. Kötülükleri
de iyiliklerinden bir bit sirkesi kadar ağır gelen kişi de cehenneme
girer." Ey Allah'ın Rasulü denildi, ya iyilik ve kötülükleri bir birine
eşit olanın durumu ne olacak? Hz. Peygamber şöyle buyurdu; "İşte bunlar
A'rafta-kilerdir. Cennete girmedikleri halde oraya girmeyi umanlardır. "[123]
2- Mücahid
der ki: Bunlar salih, fakih ve ilim adamı kimselerdir.
3- Bunların
şehidler oldukları da söylenmiştir ki, bunu el-Mehdevî zikretmektedir.
4- el-Kuşeyrî
der ki: Bunların, mü'mirilerin faziletlileri ile şehidler oldukları
söylenmiştir. Bunlar, kendileriyle uğraşmayı bir kenara bırakmış, insanların
durumlarıyla ilgilenmeye kendilerini vermişlerdir. Cenehennem ashabını
görecekleri vakit, Allah'ın kendilerini cehenneme göndermesinden O'na sığınırlar.
Çünkü, her şey Allah'ın kudreti içerisindedir. İnsanın bilgisinden farklı olan
şey de O'nun kudreti dahilindedir. Cennetlikleri gördükleri vakit ise -ki,
henüz oraya girmemiş olacaklar- oraya gi rmeyi ümiL ederler.
5- Şurahbil
b. Sa'd der ki: Bunlar babalarına asi olarak Allah yolunda cihada çıkıp şehid
olan kimselerdir. Taberî bu hususta Peygamber (say)'dan bir hadis de
zikretmektedir. Bunların, babalarına asi olmaları ile şehid düşmeleri denk
gelecektir.
6-
es-Sâ'lebî de senedini kaydederek İbn Abbas'tan yüce Allah'ın: "A'râf
üzerinde de... adamlar vardır" buyruğu hakkında şöyle dediğini nakletmektedir:
A'raf, sıratın üzerinde yüksekçe bir yerdir. Orada Abbas, Hamza, Ali b. Ebi
Talib ve Zülcenehayn olan Cafer (i Tayyar) olacaktır. (Allah onlardan razı
olsun). Bunlar, kendilerini seven kimseleri yüzlerinin aklığı ile, kendilerine
buğzederüeri de kara yüzlerinden tanıyacaklardır.
7-
ez-Zehravî der ki: Bunlar kıyamet gününde insanlar hakkında yaptıklarına dair
şahidtik edecek adaletli kimselerdir ve bunlar her ümmette vardır. en-Nehhâs
da bu görüşü tercih ederek şöyle demiştir: Bu, bu hususta söylenen sözlerin en
güzelidir. Bunlar, cennet ile cehennem arasındaki surun üzerinde
bulunacaklardır.
8- ez-Zeccâc,
bunlar bir takım nebilerin kavmidirler, demiştir.
9-
Denildiğine göre bunlar, dünya hayatında iken küçük günahları bulunan, fakat
acı ve musibetlerle bu günahları keffaret olunmayan, bununla birlikte büyük
günahları da olmadığından dolayı cennete girmeleri alıkonulan kimselerdir.
Böylelikle bundan ötürü üzülsünler ve bu da onların işledikleri küçük
günahların bir karşılığı olsun. Hatta Ebu Huzeyfe'nin mevlası Salim,
A'raftakilerden olmayı temenni etmiştir. Çünkü onun görüşüne göre A'rafta
bulunan kimseler küçük günah sahibi kimselerdir.
10-
Bunların, zina mahsulü çocuklar oldukları da söylenmiştir. Bu görüşü
el-Kuşeyrî, îbn Abbas'tan nakletmiştir.
Bundan başka bunlann
bu sur üzerinde görevli melekler oldukları da söylenmiştir. Bu melekler,
cennet ve cehenneme girmelerinden önce kâfirlerle mü'minleri birbirlerinden
ayırt ederler. Bu görüşü Ebu Midez zikretmiştir. Kendisine: "Adam"
denilmez denilince, şu cevabı vermiş: Onlar (hakkında kullanılan zamir ve
kipler) erkekler için kullanılanlardır. Dişiler için kullanılan zamir ve kipler
onlar hakkında kullanılamaz. O bakımdan "adamlar" Iaf2inında onlar
hakkında kullanılmış olması uzak bir ihtimal görülemez. Nitekim yüce Allah'ın
şu buyruğunda da "adamlar" lafzı cinler hakkında kullanılmıştır:
"Doğrusu şu da var. İnsanlardan bazt adamlar, cinlerden bazı adamlara
sığınırlardı..." (el-Cin, 72/6)
İşte bu melekler
mü'minleri de kâfirleri de alâmetleriyle tanırlar. Mü'min-lere cennete
girişlerinden önce cennete girecekleri müjdesini verirler. Mü'minler ise cennete
girmemiş olmakla birlikte cennete girecekleri umudunu taşırlar.
Cehennemlikleri görecekleri vakit de kendilerinin azaptan kurtulmaları için
dua ederler.
İbn Atiyye der ki:
Âyet-i kerimeden anlaşıldığına göre A'raf üzerinde cennet ehlinden olmakla birlikte
cennete girişleri gecikecek ve anlatılan şekliyle her iki kesimi görerek ibret
alacak bir takım adamlar bulunacaktır.
"Her birini
yüzlerinden tanıyan adamlar" buyruğuna gelince, her birini alâmetleriyle
tanıyan adamlar olacaktır, demektir. Bu ise, cennet ehli hakkında yüzlerin
aklığt ve güzelliği, cehennem ehli hakkında da yüzlerin karanlığı ve çirkinliği
ile buna benzer, bunların gidecekleri yer ile ötekilerinin gidecekleri yere
dair bilgilerle tanınacaklardır.
Derim kt: Konu İle
ilgili rivayetlerin ve açıklamaların birbirlerini tutmaması dofcıyısla kesin
bir şey söylemeye imkân yoktur. Allah işlerin gerçeğini en iyi bilendir. Diğer
taraftan şu açıklamalar da yapılmıştır: A'raf kelimesi urfun çoğuludur. Bu ise,
yüksek ve yukarı her yerin adıdır. Çünkü, bu yüksekliği ile daha aşağıda olan
yerlere nisbetle daha çok tanınır (A'refdir).
İbn Abbas der ki:
A'raf, sırat üzerindeki yüksekçe burçlar demektir. A'raPın, Uhud dağı olduğu ve
oraya konulacağı da söylenmiştir. İbn Atiyye der ki: ez-Zehravî'nin naklettiği
bir hadise göre Rasululîah (say) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Uhud, bizi
seven bizim de kendisini sevdiğimiz bir dağdır. O, kıyamet gününde cennet ile
cehennem arasında konulacak ve orada herkesi simalarından tanıyacak bir takım
kimseler alıkonulacaktır. Bunlar, in-şaallah cennet ehlindendirler."
Safvan b. Siileym'den
de bir başka hadis naklederek Peygamber (sav)'ın şu buyruğunu zikretmektedir:
"Muhakkak Uhud, cennetin rükünlerinden (esaslarından) birisinin üzerinde
bulunacaktır."
[124]
Derim ki: Ebu Ömer de
Enes b. Malİk'den naklettiğine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur;
"Uhud, bizi seven ve bizim de kendisini sevdiğimiz bir dağdır. Ve
şüphesiz ki o, cennetin tümsek bahçelerinden birisinin üzerinde
olacaktır."[125]
A'ı-aftakiler:
"Cennet ehline..." cennetliklere: "Selamun aleykum" diye
seslenirler. Yani onlara, selamun aleykum diyeceklerdir. Bunun, sizier cezadan
esenliğe kavuştunuz, kurtuldunuz anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Bunlar henüz
oraya girmeyen fakat girmeyi uman kimselerdir." Yani, A'raitakiler
lıeniiz cennete girmemiş olacaklardır. Bu açıklamaya göre "fakat girmeyi
uman kimselerdir" buyruğu, onlar oraya gireceklerini biliyorlar, anlamına
gelir.
Tama' (ummak)'ın
bilmek (ilim) anlamına kullanılması, sözlükte bilinen bir husustur ki, bu
açıklamayı en-Nehhâs zikretmekledir. Aynı zamanda bu, İbn Abbas, İbn Mes'ud ve
başkalarının da görüşüdür. Ve bu görüşe göre burada kastedilen
A'raftakiterdir.
Ebu Miclez ise şöyle
demektedir: Bunlardan kasıt, cennet ehlidir. Yani, A'raftakiler cennettekiler
henüz cennete girmemiş olduklun halde onlara, selamun aleykum diyeceklerdir.
Bununla birlikte A'rat'takiierin yanından geçen mü'minleri cennete girmek
hususunda umutlandırırlar.
Yüce Allah'ın:
"Selamun aleykum" buyruğu ile Henüz oraya girmeyen" kelimeleri
üzerinde vakıf yapılır. Ondan sonra da; "Fakat girmeyi uman
kimselerdir" buyruğu ile başlanılır. Yani onlar, oraya girmeyi umut
ederler anlamındadır. Bununla birlikte "Fakat girmeyi uman
kimselerdir"in hal olması da mümkündür, o takdirde anlam şöyle olur:
A'raf sahiplerinin yanından geçen mü'min-ler, orayı umdukları halde değil de
ummadıkları halde oraya girmiş olacaklardır. Bu takdirde; "Henüz oraya
girmeyen..." kelimesi üzerinde vakıf yapılmaz.
[126]
47- Gözleri
cehennemlikler tarafına çevrildiği zaman da: "Rabbimİz, bizi bu zalimler
topluluğu İle beraber bulundurma" diye dua ederler.
Yüce Allah'ın:
"Gözleri cehennemlikler tarafına çevrildiği zaman" bu-
yuruğundaki;"
Taraf kelimesi, karşı karşıya gelme ciheti demektir. Bu kelime gibi
"tiFal" vezninde mastar olarak yalnızca iki kelime gelmiştir ki bunlar:
kelimeleridir. Bu vezindeki diğer mastarlar İse üstün iledir.
gibi. Esreli olarak bu
vezindeki isimler ise pek çoktur, kelimeleri gibi.
"Dİyc dua
ederler" buyruğunda kastedilenler, A'raftakilerdir. Duaları da şöyle
olacaktır: "Rabbimiz, bizi bu zalimler topluluğu ile beraber bulundurma."
Yüce Allah'tan kendilerini zalimlerle birlikte bulundurmamasını
is-tiyeceklerdtr. Halbuki, Allah'ın onları zalimlerle birlikte bulundurmayacağını
da bilmektedirler. Böyle bir dua, Allah'ın huzurunda zilletlerini arzetmek için
yapılacaktır. Nitekim, cennetliklerin yapacakları şu dua da buna benzemektedir:
"Rabbimiz, nurumuzu bize tamamla..." (et-Tahrim, 66/8) Yine cennetlikler
"Allah'a hamd olsun" diye dua edeceklerdir ki, bu da yüce Allah'a
şükür olmak üzere yapılacak bir duadır. Ayrıca bu duayı yapmaktan dolayı da
onlar bir zevk alacaklardır.
[127]
48. A'râftakiler,
yüzlerinden tanıdıkları bir takım adamlara seslenerek şöyle derler:
"Çokluğunuzun da, büyüklenip durmanızın da size bir faydası olmadı.
49. "Kendilerini
Allah'ın, rahmetine erdirmeyeceğine yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıydı?
İşte (onlara): Girin cennete! Size hiç bir korku yoktur ve siz üzülecek de
değilsiniz (denilmiştir)."
Yüce Allah'ın:
"Arâftakiler, yüzlerinden tanıdıkları bîr takım adamlara"
cehennemliklerden tanıdıkları bir takım kimselere "seslenerek şöyle derlen
Çokluğunuzun da büyüklenip durmanızın da size bir faydası olmadı."
Yani,' sizin
dünyalığınızın çokluğu da, imana karşı büyüklenmenizin de bir faydası olmadı.
Bilal, Selman, Habbab
ve benzerleri fakir mü'minlerden olan bir topluluğa işaret ile, dünyada iken
"kendilerini AİJah'm" âhirette "rahmetine erdirmeyeceğine yemin
ettiğiniz kimseler bunlar mıydı?" Bu sözleriyle cehennemlikleri
azarlayacaklardır.
"İşte (onlara)
girin cennete... (denilmiştir)" diye söylemek suretiyle kederleri ve
hasretleri daha da artırılmış olacaktır.
tkrime,
"elif"siz olarak ve "dal" harfi de üstün olarak;"İşte
cennete girdiler" diye okumuştur. Talha b. Musarrif ise, "hı"
harfi esreli olarak mazi (ve meçhul) bir fiil olmak üzere; "Cennete
girdirilmiş.ler-dir," diye okumuştur.
Âyet-i kerime,
A'raftakilerin melekler yahut peygamberler olduğuna delalet etmektedir. Çünkü,
onların bu sözleri, yüce Allah'tan aldıkları bir haberi bildirmektir. Ancak,
A'raftakileri günahkâr kimseler olarak kabul edenlerin görüşüne göre,
Araftakilerin cehennemliklere söyleyecekleri sözler, "bü-yüklenip
durmanızın da size bir faydası olmadı" ile sona ermekte, buna karşılık:
"Kendilerini Allah'ın rahmetine erdirmeyeceğine..." âyeti ise, yüce
Allah'ın, dünya hayatında söyledikleri sözler dolayısıyla cehennemliklere azar
olmak üzere söyleyeceği sözler olacaktır. Bu görüş İbn Abbas'tan da rivayet
edilmiştir, birinci görüş ise, el-Hasen'den riVayet edilmiştir,
Bunun, A'raftakiler
üzerinde görevli bulunan meleklerin söyleyecekleri sözlerden olduğu da
söylenilmiştir. Çünkü cehennemlikler, A'raftakilerin kendileriyle birlikte
cehenneme gireceklerine dair yemin edecekler, melekler ise buna karşılık
Araftakilere: "Haydi cennete girin. Sizin için bir korku yoktur ve siz
üzülecek de değilsiniz" diyeceklerdir.
[128]
50. Cehennemlikler,
cennetliklere: "Bize biraz su veya Allah'ın size İhsan ettiği rızıktan
akıtın" diye seslenirler. Onlar İse: "Doğrusu Allah bunları
kâfirlere haram kılınıştır" derler.
Yüce Allah'ın:
"Cehennemlikler, cennetliklere: Bîze biraz su veya Allah'ın size ihsan
ettiği rızıktan akıtın diye seslenirler" buyruğuna dair açıklamalarımızı
üç başlık halinde sunacağız:
[129]
Yüce Allah'ın:
"Cehennemlikler... diye seslenirler" buyruğu ile ilgili olarak şöyle
denilmiştir: A'raftakiler cennete girdikten sonra cehennemlikler de umutlanarak
şöyle diyeceklerdin Rabbimiz, cennette bizim akrabalarımız var.
Onlarla görüşmek,
onlarla konuşmak üzere bize izin ver. Cennetlikler ise, bunîan yüzlerinin
karalığından dolayı tanımayacaklar. Cehennemlikler: "Bize biraz su veya
Allah'ın size ihsan ettiği raıktan akıtın" diyecekler. Bu buy-ruk da,
Ademoğlunun, azapta olsa dahi yemekten ve içmekten müstağni kalamayacağını
açıklamaktadır,
"Onlar ise:
Doğrusu Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır, derler." Cennetteki
yiyecek ve içecekleri kâfirlere haram kılmıştır, demektir. Âyet-i kerimede geçen;
"kelimesinin masıarı olan "ifâda", genişlik vermek, bolluk
vermek demektir.
[130]
Bu âyet-i kerimede su
ihtiyacını karşılamanın en faziletli ameller olduğuna delil vardır. İbn
Abbas'a hangi sadaka daha faziletlidir diye sorulmuş, o da: Su diye cevap
vermiştir. Sîzler, cehennemliklerin cennetliklerden yardım isteyecekleri vakit:
"Bize biraz su veya Allah'ın size ihsan ettiği riziktan akıtın"
diyeceklerini bilmiyor musunuz?
Ebû Davud'un
rivayetine göre de Sa'd, Peygamber (sav)'a gelip şöyle sormuş: Sadakanın hangi
türünü daha çok seversin? Hz. Peygamber: Su diye buyurmuş.
[131]
Bir rivayette de:
Bunun üzerine Sa'd bir kuyu kazarak: Bu da Sa'd'ın annesi için, demiş.
[132]
Enes'den dedi ki: Sa'd
dedi ki: Ey Allah'ın Rasulü, Sa'd'ın annesi sadakayı severdi. Onun yerine
benim tasaddukta bulunmamın bir faydası olur mu? Hz. Peygamber: "Evet,
sana suyu tavsiye ederim" dîye buyurmuş.[133]
Bir başka rivayette de
Peygamber (sav), Sa'd b, Ubede'ye annesinin adına su tasadduk etmesini
emretmiştir.[134]
işte bu, su tasadduk
etmenin Allah nezdinde yaklaştırıcı ibadetlerin en büyüklerinden olduğunu
göstermektedir: Kimin günahı çoğalırsa o, başkalarının su ihtiyacını
karşılamaya baksın. Diğer taraftan yüce Allah'ın, köpeğe su verenin günahlarını
bağışladığı rivayette belirtilmiştir. Ya mü'min ve muvah-hid bir kimseye su
verip ihtiyacını karşılayarak canına can katan kişinin durumu ne olur!
Buhârî'nin Ebu Hureyre
(r.a)'dan rivayetine göre Rasuİullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Bir adam
yolda yürürken oldukça susamış. Bunun üzerine bir kuyuya inerek oradan su
içmiş, sonra çıkmış. Bu sefer susuzluktan toprak yiyen bir köpek görmüş: Benim
susadığım gibi bu köpek de susamış diyerek (kuyuya İnmiş) ve ayakkabısına su
doldurarak ağzına almış, sonra kuyudan çıkmış, köpeği sulamış. Allah da bu
amelinden dolayı övmüş ve ona mağfiret buyurmuş." Aslıab: Ey Allah'ın
Rasulü demiş. Bizim hayvanlara yaptıklarımızdan dolayı ecir almamız da
sözkonusu mudur? Hz. Peygamber şu cevabı vermiş: "Ciğeri nemli (canlı)
her bir varlığa yapılan iyilik dolayısıyla bir ecir vardır."
[135]
Bunun tam aksi bir
rivayet de Müslim tarafından nakledilmektedir. Abdullah b. Ömer'den rivayete
göre Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Bir kadın, ölünceye kadar
hapsettiği bir kedi dolayısıyla azap görmüştür. Ve bundan dolayı cehenneme
girmiştir. O kediyi hapsetti-. Kendisi yiyecek ve içecek bir şey vermediği
gibi yerin haşeratından yemek için onu serbest de bı-rakmadı."
[136]
Hz. Aişe'den rivayet
edilen hadise göre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Müslüman bir
kişiye kim suyun bulunduğu yerde bir içim su verecek olursa, adeta bir köle
azad etmiş gibi olur. Yine müslüman bir kimseye su bulunmayan bir yerde bir
içim su verecek olursa, ona hayat vermiş gibi olur." Bu hadisi de İbn Mace
Sünen'inde rivayet etmiştir.
[137]
Havuz ve kırbasında
bulunan suyun sahibi, başkalarına göre o suda daha bir hak sahibidir ve
istediği kimselere bu suyu vermeyebilir, diyenler bu âyet-i kerimeyi delil
göstermişlerdir. Çünkü cennetliklerin: "Doğrusu Allah bunları kâfirlere
haram kılmıştır" şeklindeki sözleri; sizin bunlarda bir hakkınız yoktur,
anlamındadır.
Buhârî -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- bu anlamda olmak üzere; "Havuz ve kırba sahibinin
suyunda daha bir hak sahibi olduğu görüşünde olanlar" diye bir başlık
açmakta ve bu başhk altında Ebu Hureyre'nin Peygamber (sav)'den naklettiği şu
buyruğunu zikretmektedir: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, yabancı
develer nasıl su havuzundan uzaklaştırılıyor ise, ben de Havuzumdan bir takım
kimseleri öylece uzaklaştıracağım. "
[138]
el-Mühelleb der ki:
Havuz sahibinin suyunda başkalarına göre daha bir hak sahibi olduğunda hiç bir
görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Hz. Peygamber: "Şüphesiz bir takım
kimseleri... Havuzumdan uzaklaştıracağım" diye buyurmuştur.
[139]
51. Dinlerini bir
eğlence ve bir oyun edinip de dünya hayatının kendilerini aldattığı kimseler,
kendileri nasıl bir güne kavuşacaklarını unuttular. Onlar, âyetlerimizi nasıl
bilerek İnkâr ettilerse, Biz de bugün onları öylece unuturuz.
Bu âyet-i kerimedeki;
"Kendileri" lafzı, "kâflrlere'in sıfatı olarak cer
mahaJlindedir. Uygun bir takdir ile ref veya nasb olması da mümkündür. Bu
sözlerin, cennet ehlinin söyleyecekleri sözlerden olduğu da söylenmiştir.
"Bugüne kavuşacaklarını
nasıl unuttularsa... Biz de bugün onları öylece unuturuz." Yani onlar,
bugün amel etmeyi terkedip nastl yalanladılarsa, Biz de onları böylece
cehennemde bırakırız.
"Âyetlerimizi
nasıl bilerek İnkâr ettilerse" buyruğu da atfedilmiştir, Yani, bilerek
nasıl inkâr ettilerse, Biz de onları böylece azapta bırakırız.
[140]
52. Andolsun ki Bİ2
onlara, iman edecek bir kavme hidayet ve rahmet olmak üzere, ilme dayanarak
uzun uzadıya açıkladığımız bir Kitap getirmişizdir.
"Andolsun ki Biz
onlara... bir Kitap" yani Kur'ân-ı Kerim "getirmişizdir"
demektir. "İman edecek bit kavme hidayet ve rahmet olmak üzere ilme dayanarak."
Nezdimizden bilgiye istinaden; her hangi bir yanılma ve yanlışlık sözkonusu
olmaksızın; uzun uzadıya açıkladığımız... Özerinde dikkatle düşünen kimsenin
bilip öğreneceği şekilde açıkladığımız "bir Kitap getirmişizdir."
Buradaki; "Uzun
uzun açıkladığımız" buyruğunun, kısım kısım anlamına geldiği de
söylenmiştir.
"Hidayet ve
rahmet olmak üzere" buyruğunu ez-Zeccâc; Hidayete ileten ve rahmet özelliğini
taşıyan diye açıklayarak, Kitabın bu özelliğini "Uzun uzadıya
açıkladığımız" buyruğundaki zamirden hal olarak kabul etmiştir. ez-Zeccâc
der ki: Bunun, şeklinde, o bir hidayet ve bir rahmettir, anlamında olması da
mümkündür. Denildiğine göre, "Bir kitap" dan bedel olmak üzere
"Bir hidayet ve rahmet (olan bu kitap)" şeklinde olması da mümkündür.
el-Kîsaî ve el-Ferra
da derler ki: "Bir kitap"ın sıfatı olmak üzere "Hidayet ve
rahmet" şeklinde esreli okuyuş da mümkündür. el-Ferra ayrıca şöyle
demektedir: Bu da yüce Allah'ın: Ve bu, indirdiğimiz bir Kitaptır,
mübarektir" (el-En'âm, 6/92) buyruğu gibidir.
"İman edecek bir
kavme" buyruğunda özellikle iman edeceklerin zikredilmesi, ondan
yararlanacak kimselerin onlar oluşundan dolayıdır.
[141]
53. Onlar, zamanı
gelince bildirdiklerinin gerçekleşmesinden başkasını mı bekliyorlar? O'nun
bildirdiklerinin çıkacağı günde, evvelce O'nu unutanlar derler ki:
"Gerçekten de RabbimİZİn peygamberleri hakkı getirmişlerdi. Acaba şimdi
bizim için şefaat edecek şefaatçiler bulunur mu? Yahut, işlediklerimizden başkalarını
İşleyelim diye geri döndürülür müyüz?" Onlar, kendilerini gerçekten
hüsrana uğratanlardır. Uydurageldikleri şeyler de kendilerinden uzaklaşarak
kaybolup gitmişlerdir.
Yüce Allah'ın: Onlar,
zamanı gelince bildirdiklerinin gerçekleşmesinden başkasını mı
bekliyorlar?" buyruğundaki "te'vîi" kelimesi, den türemiş bir
kelime olarak hemzelidir. Medineliler ise, hem-2eli kelimeleri hafifleterek
okurlar.
Âyet-i kerimedeki
"nazar", intizar yani, beklemek anlamındadır. Bu da şu demektir.
Onlar Kur'an-ı Kerim'de kendilerine vadolunan ceza ve hesaptan başkasını mı
bekliyorlar?
Buradaki in, kıyamet
gününe bakmak (o günü beklemek)'den geldiği de söylenmiştir. Buna göre
"Onun bildirdiklerinin gerçekleşmesi" buyruğundaki o zamiri Kitab'a
raci oiur.
Kitabın
bildirdiklerinin te'vili ise, yüce Allah'ın o Kitapta vadetmiş olduğu öldükten
sonra diriliş ve hesaptır. Mücahid'e göre "onun te'vîli"nden yani
bildirdiklerinin gerçekleşmesinden kasıt, cezasıdır. Bu da onların Kitabı yalanlamalarının
cezası demektir. Katade ise bunun, akibeti anlamına geldiğini söylemiştir ki,
bu açıklamalar birbirine yakın anlamlar ifade eder.
"Onun
bildirdiklerinin çıkacağı günde" yani, kıyamet gününde bildirdiklerinin
akibetleri görülüp ortaya çıkacağı vakit, anlamındadır. " Günde"
kelimesi İse "Derler" ile nasbedilmiştir. Yani: O'nun bildirdikleri
gerçekleşeceği gün gelmeden önce, O'nu unutanlar şöyle diyeceklerdir:
"Gerçekten de Rabbimizln peygamberleri hakkı getirmişlerdi. Acaba şimdi
bizim İçin şefaat edecek şefaatçiler bulunur mu?" Bu, temenni anlamını da
taşıyan bir sorudur.
"Şefaat
edecek" kelimesi ise, sorunun cevabı olduğundan dolayı hazfolunmuştur.
"Yahut... geri döndürülür müyüz." el-Ferra derki: Buyruk: Acaba geri
döndürülür müyüz? anlamındadır.
"İşlediklerimizden
başkalarını işleyelim diye..." buyruğu hakkında ez-Zeccâc der ki:
"Geri döndürülür müyüz" anlamındaki fiil, manaya atfedil-miştir.
Yani: Acaba herhangi bir kimse bize şefaat eder, yahut biz (dünyaya geri
döndürülür müyüz) anlamındadır.
İbn İshâk
"Yahut... işleyelim diye geri döndürülür müyüz?" anlamındaki fiilleri
nasb ile okumuştur. Anlamı ise: Ancak, geri döndürülür de işlediklerimizden
başkalarını işlersek müstesna, anlamındadır. Nitekim şair şöyle demiştir:
"Ona: Gözlerin
ağlamasın dedim. Çünkü biz, ancak
Ya bir mülkü ele
geçirmeye çalışıyorum yahut ölür de mazur görülürüz."
el-Hasen ise, her iki
fiili de ref İle okumuştur,
"Onlar
kendilerini gerçekten hüsrana uğratanlardır." Yani, bir türlü kendilerine
bir fayda sağlayamamışlardır. Kendisine fayda sağlayamamış herkes kendisini
hüsrana uğratmış demektir. Nimetleri kaybettiler ve kendilerine sağlayabilecekleri
paylardan mahrum kaldılar, diye de açıklanmıştır.
"Uydurageldiklerİ
şeyler de kendilerinden uzaklaşarak kaybolup gitmişlerdir." Yani, Allah
ile birlikte başka bir ilah vardır şeklinde dünyada iken söyledikleri sözlerin
batıl olduğu ortaya çıkmış olacaktır.
[142]
54. Şüphesiz Rabbiniz,
O Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra Arş'a istiva etti.
Geceyi durmadan kovalayan gündüze O buruyor. Güneşi, ayı ve yıldızları emriyle
ram eden O'dur. İyi bilin ki, yaratma da emretme de yalnız O'nundur. Âlemlerin
Rabbl olan Allah'ın şanı ne yücedir!
Yüce Allah:
"Şüphesiz Rabbiniz O Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde
yarattı" buyruğu ile yoktan var etmek kudretine tek basına kendisinin sahip
olduğunu beyan etmektedir. O halde, yalnızca O'na ibadet etmek gerekir.
Altı kelimesinin aslı'dır.
Araplar, "dal" harfini "sin" harfine idğam etmek
isteyince, "te"nin mahrecinde bir araya geldikleri görüldüğünden,
her ikisini de "te" olarak çıkarmışlardır. Şöyle de demek mümkündür:
İki "sin'den birisinin yerine "te" getirilmiş ve bu da
"dal" harfine idğam edilmiştir. Çünkü, bunun küçültme ismi; Altıda
bircik" şeklinde, çoğulu ise, "Altılar" şeklinde gelir. Çoğul
ve küçültme isimleri ise, Arapçada isimlerin asıl harflerini ortaya çıkartır.
Yine Araplar: Altıncı
derler. diyenler ise, "sin" yerine "te" getirmiş (ibdal
etmiş) olurlar.
"Yevm: Gün"
kelimesi ise güneşin doğuşundan batış vaktine kadar olan süreyi ifade eder.
Eğer güneş yoksa bu anlamda "yevm" de yok demektir. Bu açıklamayı
el-Kuşeyrî yapmış ve şöyle demiştir: "Altı gün'den kasıt, âhîret
günlerinden altı gündür ki, her bir gün bin yıl demektir. Bu da göktedn ve
yerin yaratılışının önemini ortaya koymak içindir. Dünya günlerinden altı gün
olduğu da söylenmiştir.
Mücalıid ve başkaları
ise şöyle demişlerdir: Bu günlerin ilki pazar, sonuncusu ise cuma günüdür. Bu
süreyi yüce Allah zikretmekle birlikte O, bunları bir anda dahi yaratmak
dileseydi elbette bunu yapardı. Zira O, bunlara ol demeye ve bunları hemen var
etmeye kadirdir. Fakat O, kullara yapacakları İşlerinde yumuşak davranmayı ve
sağlam iş yapmayı öğretmek istemiştir. Diğer taraftan kudretinin, meleklere
peyder pey zuhur etmesini dilemiştir. Bu ise: Melekleri göklerden ve yerden
önce yaratmıştır, diyenlerin görüşüne göredir.
Göklerin ve yerin altı
günde yaratılmasındaki bir diğer hikmet de şudur; Her bir şeyin O'nun nezdinde
bir süresi vardır. Ayrıca O, bununla isyankârları cezalandırmakta acele etmeyi
terk ettiğini de açıklamaktadır. Çünkü O'nun nezdinde her bir şeyin bir vadesi
vardır. Bu da yüce Allah'ın: "Biz, onlardan önce kuvvetçe kendilerinden
daha çetin olan nice nesiller helak ettik" (Kaf, 50/36) diye
buyurmasından sonra: "Andolsun gökleri, yeri ve aralarında olanları Biz
altı günde yarattık. Ve Bize bir yorgunluk da dokunmadı. O halde
söylediklerine sabret..." <Kaf, 50/38-39) buyruğunu andırmaktadır.
Yüce Allah'ın:
"Sonra Arş'a İstiva etti" buyruğuna gelince, burada "istiva
meselesi" söz konusudur, İlim adamlarının bu hususta uzun açıklamaları ve
ifadeleri vardır. Bu husustaki ilim adamlarının görüşlerini de biz,
"el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerhi Esmâillahi'l-Büsnâ ve Sıfatihi el-Ulâ"
adlı eserimizde açıklamış ve orada bu hususta ondört ayrı görüş olduğunu
zikretmiştik. Mütekaddimîn ile müteahhirînin çoğunluğuna göre, şanı yüce
Allah'ın, cihet ve mekan tutmaktan münezzeh olduğunu kabul etmek zorunlu
olduğundan dolayı, yine buna bağlı olarak -mütekaddimîn bütün ilim adamlarına
göre ve müteahhirînin önderlerine göre- O'nun, cihetten de tenzih edilmesi bir
zorunluluktur. Onlara göre, yüce Allah "yukarı" cihetinde değildir.
Zira, O'nun için özel bir cihetin varlığı kabul edilecek olursa, bu O'nun bir
mekanda bulunması anlamına gelir. Mekân ve yer tutmak dolayısıyla yer tutan
için hareket, değişmek ve hadis olmak sözkonusu olur. Bu, kelamcıların görüşüdür.
Selef-i Salihin'in ilk dönemleri ise, Allah'ın bir cihette bulunuşunu
nefyetmiyorlar ve bunu nefyettiklerini de ifade etmiyorlardı. Aksine, onlar da
genel olarak herkes de yüce Allah'ın Kitab'ında bildirdiği, peygamberlerinin de
haber verdiği şekilde O'na cihet isbat ediyorlardı; Selef-i Salihten her hangi
bir kimse, Allah'ın Arş'ı üzerinde hakikaten istiva etmiş olduğunu inkâr
etmiyordu.
İstivâ'nın Arş'a
tahsis ediliş sebebi İse, O'nun Allah'ın malılukatının en büyüğü olmasından
ötürüdür. Şu kadar var ki, istivâ'nın keyfiyeti bilinmemektedir. Çünkü, bunun
hakikatinin ne olduğu bilinmemiştir. Malik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun-
şöyle demiştir: İstivâ'nın ne demek olduğu -sözlükte-bilinmektedir. Keyfiyet
ise meçhuldür, buna dair soru sormak ise bid'attir.
Um Seleme (r.anha) da
böyle demiştir. Ve bu kadarı kâfidir. Kim bundan daha fazla bilgi edinmek
istiyor ise, bu hususta ilim adamlarının eserlerinde açıklamanın yer aldığı
bölümlere bakabilir.
İstiva, Arap dilinde
yüksek olmak, yükseklik ve istikrar bulmak demektir. el-Cevherî der ki:
Eğrilikten istiva etti (düzeldi) ve bineğinin sırtı üzerinde istiva etti, yani
kuruldu demektir. Semaya İstiva etmek ise, oraya yönelmek, orayı kastetmek
demektir. Yine bu kelime, istila etmek, üstün ve galip gelmek anlamına da
gelir. Şair der ki:
"Bişr, Irak'a
istiva etti (orayı istilâ etti, üstünlük sağladı); Kılıç kullanmaksızın ve kan
dökraeksizin."
"Adam istiva
etti" ise, gençliğinin son noktasına vardı (olgunlaştı), demektir. İtidal
noktasına gelmek hakkında da kullanılır. Ebu Ömer b. Abdi'1-Berr ise, Ebu
Ubeyde'den yüce Allah'ın: "Rahman (olan Allah) Arş'a istiva etti"
(Tâ-Hâ, 20/5) buyruğu hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Onun üzerine
yükseldi, anlamındadır. Şair de şöyle demiştir:
"Ve ben onları
oldukça kurak, geniş bir düzlükteki suya götürdüm Yemanî yıldızı çıkmış da
istiva etmiş bulunuyordu."
Alabildiğine yükselmiş
bulunuyordu, demektir.
Derim ki: yüce
Allah'ın yüksekliği, O'nun şan, sıfat ve melekûtunun yüksekliğinden ibarettir.
Yani, celal özelliklerinin kendisi hakkında vacib olduğundan daha üstünde
vâcib olduğu herhangi bir kimse yoktur. Kendisiyle yükseklikte oıtak olacak
kimse de yoktur. Aksine O, mutlak olarak tek yüce olandır.
"Arş'a"
buyruğundaki "arş" lafzı, birden çok anlam hakkında kullanılan
müşterek bir lafızdır. el-Cevherî ve başkaları der ki: Arş: Hükümdarın tahtı
demektir. Kur'an-i Kerim'de de şöyle buyurulmuştur: "Ona tahtını (arş)
ta-nımıyacağı bir hale getirin" (en-Neml, 27/41); "Baba ve annesini
tahtının (arşının) üzerine oturttu." (Yusuf, 12/10) Arş, aynı zamanda evin
tavanı anlamına da gelir. Ayağın arşı ise, üst tarafındaki çıkıntı ve
parmaklann bulunduğu bolüm demektir. Arşu's-Simâk ise, el-Awâ' diye bilinen
yıldız grubunun alt tarafındaki dört küçük yıldızdan ibarettir. Bunların,
arştan yıldız grubunun kuyruk tarafı olduğu da söylenir. Kuyunun arşı ise, dip
tarafından bir adam boyu kadar taşla örüldükten sonra, ahşab ile bükülmesi
demektir. İşte bu ahşap bölümüne arş deniliyor. Çoğulu ise "urûş"
diye gelir. Arş, Mekke'nin de bir adıdır. Yine arş, hükümdarlık ve saltanat
anlamına da gelir. Filan kişinin mülkü, saltanatı ve kuvvetinin gittiğini
anlatmak üzere de; tabiri kullanılır. Şair Züheyr de der ki:
"Abse yetiştiniz
fakat arşı (mülk ve saltanatı) elinden gitmişti. Zübyanlılarm ise şerefi ve
gücü de ortadan kalkmıştı."
Arş, âyet-i kerimede
mülk (ve egemenlik) anlamında da te'vil edilebilir. Yani, mülk O'ndan başka hiç
bir kimse hakkında söz konusu değildir. Bu da güzel bir açıklama olmakla
birlikte tartışılabilecek yanları vardır. Biz bunu, adı geçen eserimizde konu
ile ilgili ileri sürülmüş görüşler arasında açıkladık, yüce Allah'a lıamd
olsun.
Yüce Allah'ın:
"Geceyi durmadan kovalayan gündüze bürüyor." Yani, geceyi gündüzün
üzerine bir örtü gibi bırakıyor. Bu da şu demektir: Gündüzün aydınlığını
gideriyor. Böylelikle dünya hayatında gecenin gelişi ile hayat dosdoğru bir
şekilde tamam olsun. Çünkü gece sükûn bulmak, dinlenmek içindir, gündüz de
geçimi kazanmak içindir.
Âyet-i kerimedeki;
"Bürüyor" kelimesi, "şin" harfi şeddeli olarak da
okunmuştur. Bunun bir benzeri de er-Ra'd Sûresi'ndedir. (Bk. 13/3- âyet). Bu
şekildeki-kıraat ise, Ebu Bekr'in Âsım'dan rivayet ettiği kıraat ile Hamza ve
Kisaî'nin kıraatidir. Diğerleri ise bunu şeddesiz olarak okumuşlardır ki, bu da
( iJli.i t/itf) şeklinde iki ayrı şivedir. Bununla birlikte kıraat alimleri
"Onu örttüğü şeylerle örttü" (en-Necm, 53/54) şeklinde şeddeli
olarak icma ile okumuşlardır. Aynı şekilde; "Onları(n gözlerini de)
örttük" (Yasin, 36/9) şeklinde icma ile okumuşlardır. O bakımdan her iki
okuyuş da bir birine eşittir. Şu kadar var ki, şeddeli okuyuşta tekrarlama ve
çok yapma anlamı vardır. Her ikisi de bir şeyi bir şeye bürümek manasına
gelir.
Bu âyet-i kerimede,
gündüzün geceye girişi sozkonusu edilmeyerek, onlardan birisinin amlmasıyla
yetinilerek diğeri zikredilmemiştir. Yüce Allah'ın: "Ve sizi sıcaktan
koruyan elbiseler" (en-Nahl, 16/81) buyruğu ile, "Hayır yalnız Senin
elindedir" (Âl-i imran, 3/26) buyruklarında olduğu gibi.
Humeyd b. Kays ise, diye
okumuştur ki, bu gündüz geceyi bürür (örter) demektir. "Durmadan
kovalayan" aralıksız olarak onun arkasından giden, demektir.
"Geceyi... gündüze buruyor" anlamındaki buyruk da hal olarak nasb
malıallifldedir. İfadenin takdiri de şöyledir: Yüce Allah, geceyi gündüze
bürüyen olarak Arş'a istiva etmiştir.
Aynı şekilde
"durmadan kovalayan" buyruğu da "gece"den haldir. Yani,
geceyi gündüze birbirini kovalayarak bürür anlamındadır.
Cümlenin, hal olmayıp
yeni bir cümle olması ihtimali de vardır. "Durmadan" kelimesi,
mukadder bir "kovalayan" lafzından bedel, yahut onun bir sıfatı veya
hazfedilmiş bir mastarın sıfatı da olabilir. Yani durmadan ve hızlıca
kovalayan demektir. lafzı acele, çabuk demektir. ise, hızlıca geri döndü,
anlamına gelir.
"Güneşi, ayı ve
yıldızları emriyle ram eden O'dur." el-Ahfeş der kir Bu buyruk,
"gökleri" kelimesine atfedilmiştir. Yani: Güneşi, ayı... emriyle ram
edilmiş olarak yaratan O'dur, anlamına gelir. Abdullah b. Amir'den,
"güneş, ay, yıldız" kelimeleri ile "ram edilmişler"
anlamındaki kelimelerin, mübtedâ ve haber olmak üzere tümüyle merfu' okuduğu da
rivayet edilmiştir. (Bu durumda meal şöyle olur: Güneş, ay ve yıldızlar O'nun
emriyle müsalıhar kılınmıştır).
Yüce Allah'ın:
"İyi bilin ki, yaratma da emretme de yalnız O'nuttdur"
buyruğuna dair
açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:
[143]
Allah, bu haberinde
bize doğruyu söylemiştir. Yaratmak da yalnız O'nun-dur, emretmek de. O, bütün
mahlukatı yarattı ve sevdiği, uygun gördüğü şeyleri onlara emir olarak verdi.
Bu emir, aynı zamanda yasağı da vermesini gerektirmektedir.
İbn Uyeyne der ki:
Yaratma ile emretmek ayrı şeylerdir. Bunları bir ve aynı şey kabul eden kâfir
olur. Çünkü, yaratmaktan kasıt, yaratılanlardır. Emretmek ise, mahluk olmayan
O'nun kelamıdır ve bu da O'nun "ol" demesi-dir. Çünkü: "O, bir
şeyi (yaratmak) diledi mi, O'nun emri sadece ona, "ol* demekten
ibarettir, o da derhal oluverir." (Yasin, 36/82)
Yüce Allah'ın,
yaratmayı ve emretmeyi ayn olarak zikretmesinde, Kur'ân'ın yaratılışını kabul
edenlerin sözlerinin yanlış ve tutarsız olduğuna bir delil vardır. Zira, eğer
emrin kendisi olan sözü mahluk olsaydı: "İyi bilin ki, yaratmak da,
yaratmak da yalnız Onundur" demesi gerekirdi. Böyle bir ifade ise, abes,
çirkin ve tutarsız bir ifadedir. Yüce Allah ise, faydasız söz söylemekten yüce
ve münezzehtir. Buna, şanı yüce Rabbimizin şu buyrukları da delil teşkil
etmektedir; "Göklerin ve yerin O'nun emriyle durması da O'nun
âyet-lerindendir" (er-Rûm, 30/25); "Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı
da size mü-sahhar kıldı. Yıldızlar da O'nun emriyle boyun eğmişlerdir."
(en-Nahl, 16/12.) Yüce Allah, bu buyruklarıyla bütün mahlukatın O'nun emriyle
varlık-lannı devam ettirdiklerini haber vermektedir. Eğer emir yaratılmış
olsaydı, bu yaratılan emrin de O'nunla var olabileceği bir başka emre ihtiyacı
olurdu. O emir de bir başka emre muhtaç olur ve bu sonsuza kadar böyle devam
eder giderdi. Bu ise, imkânsız bir şeydir. Böylelikle yüce Allah'ın kelamı demek
olan emrinin, kadim ve ezelî olduğu, mahluk olmadığı ortaya çıkmaktadır. O'nun
emriyle mahlukatın var olması bu yolla mümkün olabilir.
Yine buna yüce
Allah'ın şu buyruğu da delil teşkil etmektedir: "Biz, gökleri, yeri ve
aralarındaki şeyleri ancak hak ile yarattı." (el-Hicr, 15/85) Şanı yüce
Allah bu buyrukta gökleri ve yeri hak ile yani, hak olan sözü ile yarattığını
haber vermektedir ki, bu da O'nun mükevvenata (ol emriyle var edilenlere)
verdiği: kûn: ol buyruğudur. Eğer, hakkın kendisi yaratılmış olsaydı, onunla
mahrukatı yaratması mümkün olamaz, düşünülemezdi. Zira, mah-lukat, mahluk ile
yarattlamaz.
Buna da yüce Allah'ın
şu buyrukları delalet etmektedir: "Andolsun ki, gönderilmiş kullarımız
için şu sözümüz ezelden beri geçmiştir:..." (es-Saffat, 37/171);
"Muhakkak ki, kendileri için tarafımızdan iyiliğin takdir edilmiş olduğu
kimseler ondan uzaklaştırılmışlardır" (el-Enbiyâ, 21/101); "Fakat,
Benden... sözü hak olmuştur." (es-Secde, 32/13) İşte bütün bunlar, ezelde
bu husustaki "söz"ün(ün) geçmiş olduğuna bir işaret vardır. Bu da
Allah'ın sözünün ezelden beri var olmasını gerektirmektedir. Bu nükte Allah'ın
sözünün mahluk olduğunu kabul edenlerin görüşlerini reddetmek için yeterlidir.
Bununla birlikte aksi
kanaatte olanların görüşlerine delil gösterdikleri bir takım âyetler de vardır.
Yüce Allah'ın: "Kendilerine Rabblerinden bir yeni zikir gelse..."
(el-Enbiyâ, 21/2) buyruğu ile yüce Allah'ın: "Allah'ın emri el-bette
yerine gelir" (el-Ahzâb, 33/37) ile, 'Allah'ın emri mutlaka yerini bulan
bir kaderdir" (el-Ahzâb, 33/38) buyruğu ve benzerleri.
Kadı Ebu Bekr der ki:
Yüce Allah'ım "Kendilerine Rabblerinden yeni bir zikir gelse"
(el-Enbîyâ, 21/2) buyruğunun anlamı, kendilerine Peygamber (sav)'dan her hangi
bir ümit, bir va'd ve bir korkutma gelecek olsa "mutlaka onu eğlenerek,
alay ederek dinlerler." (el-Enbiyâ, 21/2) Çünkü, Peygamberlerin öğütleri
ve sakındırmaları bir zikirdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Sen onlara hatırlat (zekkir). Sen ancak bir hatırlatıcısm (müzekkir).*
(el-Ğâşiye, 88/21) Yine konuşma esnasında filan kişi zikir meclisindedir tabiri
kullanılır. Diğer taraftan yüce Allah'ın: "Allah'ın emri elbette yerine
gelir buyruğu ile Allah'ın emri mutlaka yerini bulan bir kaderdir."
(el-Ahzâb, 33/37 ve 38) buyrukları ile yüce Allah kâfirlerden alacağı intikamı
ve onlara vereceği cezayı, bir de mü'minlere yardımını verdiği hüküm ve takdir
etmiş olduğu fiillerini kastetmektedir. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruğu da bu
kabildendir.: "Nihayet emrimiz gelip de..." (Hûd, 11/40) Bir başka
yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Halbuki Firavun'un emri hiç de
doğru değildi." (Hûd, 11/97) Burada "emirden kasıt ise, onun hali,
fiilleri ve izlediği yoldur. Şair de şöyle demektedir:
"Onun kendine has
bir emri (hali, durumu , yolu) vardır. Nihayet o, Ayaklarıyla barınmak üzere
bir mer'aya geçti mi, orada yerleşir."
[144]
Bu husus bu şekilde
açıklığa kavuştuğuna göre şunu bil ki: "Emir"in irade ile hiç bir
ilgisi yoktur. Mutezile ise, emir iradenin kendisidir, demektedir. Oysa bu
doğru değildir. Aksine, yüce Allah, irade etmediği şeyi emreder, irade ettiği
şeyi de yasaklar. Meselâ, Hz. İbrahime oğlunu boğazlamasını emrettiği halde,
onun böyle bir işi fiilen gerçekleşmesini irade etmemişti. Pey-gamber'i
Muhammed, (sav)'e ümmeti ile birlikte elli vakit namaz kılmasını emretmekle
birlikte ondan yalnızca beş vakit namaz kılmasını murad etmişti. Yüce Allah:
"Ve tâ ki, içinizden şehidler edinsin" (Âl-i İmran, 3/140) buyruğu
ile Hz. Hamza'nın şehadetini murad ettiği halde, kâfirlerin onu öldürmesini
nehyetmiş, böyle bir İşi yapmalarını emretmiş değildi. İşte bu husus gerçekten
doğru ve bu konuda nefis bir açıklamadır, bunun üzerinde dikkatle düşünmek
gerekir.
Yüce Allah'ın:
"Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir" anlamındaki
buyruğunda geçen; Şanı ne yücedir!" buyruğu, "bereket" kökünden;
vezninde bir kelimedir ki, bereket, çokluk, genişlik ve bolluk demektir. Bu
açıklamayı İbn Arefe yapmıştır. el-Ezherî der ki: "Tebâre-ke" yüce,
azametli ve üstün anlamındadır. Bunun, O'nun ismi île teberruk edilir ve O'nun
isminin uğurundan faydalanılmaya çalışılır, anlamına geldiği de söylenmiştir.
"Âlemlerin
Rabbi'nin anlamına dair açıklamalar da el-Fatiha Sûresi'nde (1/1. âyet, 6.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
[145]
55. Rabbİnİze yalvara
yakara ve gizlice dua edin. -Gerçek şu ki O, haddi aşanları sevmez.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
[146]
Yüce Allah'ın:
"Rabbinize... dua edin" şeklindeki bu buyruğu, dua etmemizi ve
onunla Rabbimİze ibadeti emretmektedir. Daha sonra yüce Rabbimiz bu emir ile
güzel olan bir takım sıfatlara riâyeti de zikretmektedir ki, bım-iar huşu
(tevazu ile kalpten gelen bir boyun eğme ve boyun eğiş), ile tazarru (yalvarıp
yakarmak) dır. "Gizlice" ifadesinin anlamı ise riyadan uzak kalabilmesi
İçin insanın kendi içinden dua etmesi demektir.
Yüce Allah bununla
peygamberi Hz. Zekeriya'yı da Övmüş bulunmaktadır. Onun duasını haber verirken
şöyle buyurmaktadır: "Hani o, Rabbine gizlice (dua ile)
seslenmişti." (Meryem, 19/3) Peygamber (sav)'m: "Zikrin hayırlısı
gizli olan, rızkın hayırlısı da yeterli olandır"[147]
buyruğu da buna benzemektedir.
Şeriat şunu tesbit
etmiştir ki: Farz olmayan hayırlı amellerde gizlilik, açıkça yapmaktan daha
büyük ecir almaya sebeptir. Bu manadaki açıklamalar daha önce el-Bâkara
Sûresi'nde (2/271. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
eî-Hasen b.
Ebi'l-Hasen der ki: Biz öyle kimselere yetiştik ki, yer yüzünde gizlice
yapabilecekleri her hangi bir amel varsa, onu ebediyyen açıkça işlemezlerdi.
Müslümanlar, alabildiğine dua ederler, fakat sesleri işîtilmezdi. Sadece
kendileriyle Rabbleri arasında bir fısıltıları duyulurdu. Buna sebep ise, yüce
Allah'ın: "Hatibinize yalvara yakara ve gizilce dua edin" buyruğudur.
Yine fiilinden razı olduğu salih bir kulundan söz ederek: "Hani o, Rabbine
gizlice seslenmiş (dua etmişti)" (Meryem, 19/3) diye buyurmaktadır. Ebu
Ha-nite'nin arkadaşları (mezhebine mensup ilim adamları) bunu "âmin"
sözünü gizli söylemenin onu açıkça söylemekten evla olduğuna delil göstermişlerdir.
Çünkü âmin de bir duadır. Bu husustaki açıklamalar ise, daha önce el-Fatiha
Sûresi'nde (Âmin bahsi 1 ve 2. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır.
Müslim Ebu Musa'dan
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bir yolculukta -bir rivayette de bir gazada-
Peygamber (sav) ile birlikte idik. İnsanlar, yüksek sesle tekbir getirmeye
başladılar. Bir rivayette de şöyle denmektedir: Bir adam her bir tepeye
çıktıkça la ilahe illallah demeye başladı. Rasuluüah (sav) da şöyle buyurdu:
"Ey insanlar, kendinize acıyınız, aşırıya kaçmayınız. Çünkü sizler, ne
sağır birisine, ne de gaip olan birisine dua ediyorsunuz. Siz, her şeyi çok iyi
işiten ve size pek yakın olan ve sizinle birlikte olan birisine dua
ediyorsunuz..."[148]
İlim adamları, dua
esnasında elleri kaldırmak hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Aralarında
Cübeyr b. Mut'im, Said b. el-Müseyyeb ile Said b. Cübeyr'in de bulunduğu
topluluk bunu mekruh görmüşlerdir, Şüreyh de ellerini kaldırmış birisini
görmüş ve; Bu ellerinle sen kimi yakalamak istiyorsun anasız kalasıca!
demiştir. Mesruk da dua esnasında ellerini kaldıran bir topluluğa: Allah o
elleri kessin! diye beddua etmiştir. Bunlar, bîr ihtiyaç dolayısıyla Allah'a
dua etmek halinde işaret parmağıyla işarette bulunmayı tercih etmişlerdir. Bu
İhlasın kendisidir, derlerdi, Katade de parmağıyla işaret eder, ellerini
kaldırmazdı. Ata, Tavus, Mücahid ve başkaları da elleri kaldırmayı mekruh
görmüşlerdir.
Elleri kaldırmanın
caiz olduğu da ashab ve tabiinden bir gruptan rivayet edilmiştir. Peygamber
(sav)'den de böyle bir rivayet vardır ki, bunu da Buharı'Zikretmektedir. Ebu
Musa el-Eşarî der ki: Peygamber (sav) dua etti, sonra ellerini kaldırdı. Ve
ben, koltuk altlarının beyazlığını dahi gördüm.[149]
Bunun bir benzeri Enes'ten de rivayet edilmiştir.[150]
îbn Ömer de der ki:
Peygamber (sav) ellerini (dua esnasında) kaldırmış ve şöyle buyurmuştur:
"Allah'ım, Halid'in yaptıklarından uzak olduğumu sana bildiririm."[151]
Müslim'in Sahihinde de
Ömer b. el-Hattab'tan şöyle dediği nakledilmektedir: Bedir gününde Rasulullah
(sav) müşriklere baktı. Sayılan bin kişi idi. Ashabı İse üçyüz onyedi kişi
idiler. Bunun üzerine Allah'ın Peygamber'İ ellerini uzatarak kıbleye yöneldi
ve Rabbine dua etmeye başladı... diyerek, hadisin geri kalan bölümünü
zikretti.[152]
Tirmizîde yine Hz.
Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (sav) ellerini kaldırdı
mı, onları yüzüne sürmeden aşağı indirmezdi. Tir-mizî der ki: Bu, sahih, garip
bir hadistir.[153]
îbn Mace'nin de
Selman'dan, O'nun Peygamber (sav)'den rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz Rabbİniz çokça haya eden ve kerem sahibi olandır.
O, kulundan ellerini kendisine kaldırıp da onları bomboş geri çevirmekten -veya
onları zarar etmiş halde- geri çevirmekten haya eder."[154]
Birinci görüşün
sahipleri, Müslim'in Umare b. Ruveybe yoluyla naklettiği şu hadisi delil
gösterirler, Umare, Bişr b. Mervan'ı minber üzerinde ellerini kaldırmış halde
görünce şöyle demiş: Allah bu iki eli çirkin etsin. Andol-sun ben, Rasulullah
(sav)'ı gördüm de o, elleriyle şöyle yapmaktan fazla bir şey yapmıyordu, demiş
ve işaret parmağı ile işaret etmişti.[155]
Said b. Ebi Arube'nin
Katade yoluyla rivayet ettiği şu hadisi de delil gösterirler: Enes b. Malik,
Katade'ye anlattığına göre Peygamber (sav) istiska (yağmur için dua) müstesna
hiç bir duada ellerini kaldırmazdı. İstiska esnasında da ellerini koltuk
altlarının beyazlığı görülünceye kadar kaldırırdı.[156]
Ancak birincisi,
rivayet yollan itibariyle Said b. Ebi Arube'nin hadisinden daha sağlam ve daha
sahihtir. Çünkü, Said b. Ebi Arube'nin, Ömrünün sonlarına doğru hafızasında
değişiklik meydana gelmişti. Diğer taraftan Şu'be, Katade'den yaptığı
rivayetinde de ona muhalefet etmiştir. Katade, Enes b. Ma-lik'ten rivayetle
şöyle demiştir: Rasulullah (sav) kottuk altlarının beyazı görülünceye kadar
ellerini kaldırırdı.[157]
Şöyie de denilmiştir:
Müslümanların başına herhangi bir musibet gelmiş ise, ellerin kaldırılması o
takdirde iyi ve güzeldir. Nitekim Peygamber (sav) istiska (yağmur duasın)da ve
Bedir gününde böyle yapmıştır.
Derim ki: Dua ne
şekilde kolayına gelirse güzeldir ve insanın Allah'a olan ihtiyacını, fakrını,
O'nun önündeki zillet ve alçak gönüllülüğünü açığa vurması İçin istenmiş bir
şeydir. Dilerse kıbleye yönelir ve ellerini kaldırırsa bu güzeldir. Dilerse
bunu yapılayabilir. Çünkü Peygamber (sav) hadislerde varid olduğu üzere bunları
yapmıştır. Yüce Allah da: "Katibinize yatvara yakara ve gizlice dua
etlin" diye b1 'yurmuştur. Burada ellerini kaldırmak ve benzeri herhangi
bir nitelik de varid olmamıştır. Bir başka yerde de "Onlar, ayakta iken,
otururken... Allah'ı anarlar" (Âl-i İmran, 3/19D diye buyurarak onları
övmüş ve sözü geçen dışında herhangi bir hali şart koşmamıştır. Peygamber
(sav) da Cuma günü irad ettiği hutbesinde kıbleye yönelmeksizin Allah'a dua
etmiştir.
[158]
Yüce Allah:
"Gerçek şu ki O, haddi aşanları sevmez" buyruğu ile duada haddi
aşanları sevmeyeceğini anlatmak istemektedir. Lafız her ne kadar umumî ise de
buna işaret edilmektedir.
Haddi aşan
(el-Mu'tedî); haddi çiğneyen ve yasağı işleyen kimse demektir. Haddi aşma
oranına göre bu hususta farklılık olabilir. Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: "İleride duada haddi aşacak kavimler olacaktır."
Bu hadisi, İbn Mace, Ebu Bekr b. Ebi Şeybe'den şöylece rivayet etmektedir:
Bize, Affan anlattı, bize Hammad b. Seleme anlattı. Bize, Said el-Cüreyrî haber
verdi. O, Ebu Nuame'den naklettiğine göre Abdullah b. Muğaffel, oğlunun:
Allah'ım, ben Senden cennete girdiğim vakit, sağ tarafındaki beyaz köşkü
istiyorum, diye dua ettiğini duymuş, ona şöyle demiş: Yavrucuğum, sen Allah'tan
cenneti iste ve cehennemden O'na sığın. Çünkü ben, Rasulullah (sav)'ı şöyle
buyururken dinledim: "İleride duada haddi aşacak bir topluluk
olacaktır."[159]
Duada haddi aşmak
birkaç türlü olabilir. Bunlardan bazıları:
1- Önceden
de geçtiği gibi, çokça sesi yükseltmek ve bağırıp çağırarak dua etmek,
2- İnsanın
kendisine bir peygamber mevkiinin verilmesini istemesi yahut imkânsız bir iş
için dua etmesi ve buna benzer aşırı isteklerde bulunması,
3-
Bir
masiyet isteyerek, buna benzer bir talepte bulunarak dua etmesi,
4-
Kitap ve
Sünnette olmayan lafızlarla dua edip asılsız ve hiçbir şekilde mesnet kabui
edilemeyecek bir takım nüshalarda bulduğu kuru lafızlar ve kafiyeli sözleri
seçerek bunları şiar edinip Rasulünün kendileriyle dua ettiği lafızları terk
etmesi gibi.
Bütün bunlar daha önce
el-Bakara Sûresi'nde açıklanmış olduğu gibi, duanın kabul edilmesine engel
teşkil eder.
[160]
56. Yeryüzünde -orası
ıslah edilmişken- fesat çıkarmayın, O'na korkarak ve umarak dua edin. Şüphesiz
Allah'ın rahmeti iyi hareket edenlere yakındır.
Yüce Allah'ın:
"Yeryüzünde -orası ıslah edilmişken- fesat çıkarmayın" buyruğu ile
ilgili açıklamalarımızı tek başlık halinde sunacağız:
[161]
Şanı yüce Allalı, az
olsun çok olsun ıslahtan sonra az olsun her türlü fesadı yasaklamaktadır. Bu
buyruk, konu ile ilgili görüşler arasından sahih oia-na göre umum ifade eder.
ed-Dahhâk der ki:
Kaynar su ve pınarların yerin dibine geçmesini sağlamayın. Meyve veren ağacı
zarar vermek kastıyla kesmeyin. Yine varid olduğuna göre, dinarların kenarlarını
kesmek[162]' de yer yüzünde fesat
çıkarmanın bir bölümüdür.
Şöyle de denilmiştir:
Yöneticilerin, hakimlerin ticaret yapmaları da yeryüzünde fesat kabilindendir.
el-Kuşeyrî der ki:
Maksat, şirk koşmayın demektir. Bu, şirki, kan dökmeyi ve yer yüzünde her
türlü kargaşayı yasaklamakta, yüce Allah yer yüzünün ıslah edilmesinden sonra
ve Allah orayı peygamberlerini göndermek suretiyle ıslah edip şeriatı
yerleştirip, Mulıammed (sav)'ın dini açıklık kazandıktan sonra seri hükümlere
bağlı kalmayı da emretmektedir.
İbn Atiye der ki: Bu
görüşü ortaya koyan kişi, en büyük ıslahtan sonra en büyük fesadın ne olduğuna
işaret etmiş ve bunu özellikle zikretmiştir.
Derim ki:
ed-Dalıhâk'ın sözünü ettiği husus ise, urrumî şekliyle değildir. Şüphesiz ki
bu, eğer mü'minlere zararlı olacaksa bir fesattır, Ancak, bunların zararları
müşriklere dokunacaksa, böyle bir şey caizdir. Çünkü Peygamber (sav)
Bedir'deki kuyunun suyunu kapatmış, kâfirlerin ağaçlarını kesmiştir. İleride
dinarların kenarlarını kesmeye dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Hûd
Sûıesi'nde (11/88. âyetin tefsirinde) gelecektir.
"O'na korkarak ve
umarak dua edin" buyruğuyla yüce Allah, insana korku ve uyanık olmak,
Allah'tan umut etmek halinde olmayı emretmektedir. Ta ki, insan için korku ve
ümit, dosdoğru yolda götüren iki kanat gibi olsun. İnsan bunlardan yalnız
birisine sahip olacak olursa, helak olur gider. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Kullarıma haber ver ki, muhakkak Ben, evet Ben gafur ve
rahimim. Şüphesiz azabım da en acıklı azaptır" (el-Hicr, 15/49-50)
buyurarak, hem umutlandırmakla, lıem de korkutmaktadır. O bakımdan insan,
Rabbinin azabından korkarak, sevabını da umarak dua eder. Nitekiın yüce Allah
şöyle buyurmuştur: "Onlar, rağbet (umut) ederek ve korkarak Bize dua
ediyorlardı." (el-Enbiya, 21/90) Bu buyruğa dair açıklamalar da ileride
gelecektir.
"Korku:
Mavf", zararlarından yana emin olunamayan şeylerden ötürü duyulan
dehşettir. Umut (âyette; tama', recâ') ise, sevilen şeyin gerçekleşmesini
ummak ve beklemektir. Bu açıklamaları el-Kuşeyrî yapmıştır.
Kimi ilim adamı da
şöyle demiştir: Hayat boyunca korkunun ümitten bas-kjn gelmesi, ölüm esnasında
ise ümidin baskın gelmesi gerekir.
Peygamber (sav) da
şöyle buyurmuştur: "Sizden her hangi bir kimse ölümü esnasında mutlaka
Allah hakkında hüsn-ü zan besleyerek ölsün." Bu hadis, sahih bir hadis
olup Müslim tarafından rivayet edilmiştir.[163]
Yüce Allah'ın:
"Şüphesiz Allah'ın rahmeti iyi hareket edenlere yakındır" buyruğuna
gelince, burada "yakın" anlamındaki; kelimesi (rahmet kelimesinin
sıfatı olarak) onun gibi müenneslik "te" si ile şeklinde
gelmemiştir.
Bu hususta yedi vecih
sözkonusudur. Evvela rahmet ile ruhm aynı şeydir, rahmet, af ve ğufrân
manasınadır. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmış, en-Nehhas da tercih etmiştir.
en-Nadr b. Şumeyl ise şöyle demektedir: Rahmet, mastardır. Mastarın ise
müzekker olması gerekir. Nitekim yüce Allah'ın:
İ7er feime öir öğüt
gelir de..." (el-Bakara, 2/2751 buyruğu gibi. Bu da ez-Zeccâc'ın görüşüne
yakındır. Çünkü, el-Bakara Sûresi'nin işaret edilen âyetinde geçen
"mev'iza", vaaz anlamındadır.
Rahmet ile ihsanı
kastettiği de söylenmiştir. Diğer taraftan müennesliği hakiki olmayan
kelimelerin müzekker gelmesi de caizdir. Bunu da el-Cevherî zikretmektedir.
Bir başka görüşe göre,
burada rahmetten kasıt yağmurdur. Bu açıklamayı da el-Ahfeş yapmıştır. O,
şöyle der: Ayrıca, bazı müenneslerin müzekker yapıldığı gibi, bunun da müzekker
olması mümkündür, deyip şu beyiti nakletmektedir:
"Hiçbir bulut
onun yağdırdığı yağmuru yağdırmamıştır. Ve hiç bir arazi de onun bitirdiği
mahsulleri vermemiştir."
Ebu Ubeyde de der ki:
Burada; "Yakın" kelimesinin müzekker gelmesi, "mekân"
kelimesinin müzekker oluşundan dolayıdır. Allah'ın rahmeti iyi hareket
edenlere mekân olarak yakındır, anlamındadır.
Ali b. Süleyman der
ki: Böyle bir açıklama yanlıştır. Çünkü, eğer dediği gibi olsaydı, Kur'an-ı
Kerimde "yakın" anlamında kelimenin mansup olması gerekirdi. Nitekim
"Zeyd sana yakındır," derken böyledir.
Bunun, neseb kabul
edilerek müzekker yapıldığı da söylenmiştir. Adeta; "Muhakkak Allah'ın
rahmeti...nin yakınlığı vardır," demiş gibidir. Nitekim "Boşanmış bir
kadın ve ay hali bir kadın," denirken de (Kadına nisbet edilen bu halleri
ifade eden kelimeler müennes-lik "te"si almamıştır).
el-Ferrâ da der ki:
"Karib: yakın" kelimesi, eğer mesafe anlamını taşıyorsa, müzekker de
gelebilir, müennes de gelebilir. Eğer neseb anlamına geliyor ise, müennes
kabul edilir ve bu hususta nahivciler arasında görüş ayrılığı yoktur. Nitekim;
"Bu kadın benim yakınımdır," demek gibi, Bu açıklamayı da el-Cevherî
yapmıştır. el-Cevherî'den bir başkası da el-Ferrâ'dan şöyle dediğini nakletmektedir:
Neseb de; "Filanın yakını olan kadın," denilir, Neseb dışındaki
ifadelerde ise, müzekker gelmesi de müennes gelmesi de mümkündür. Meselâ, Senin
evin bize yakındır, filan kadın bize yakındır," demek gibi. Yüce Allah da
şöyle buyurmaktadır: "Ne bilirsin, belki de o saat (kiyamet) yakın
olacaktır." (el-Ahzâb, 33/63.)
Onun lehine delil
getirenler de şöyle derler: Arapların kullanışı da böyledir. Nitekim şair İmruu't-Kays
şöyle demektedir:
"Vay onun haline,
akşamı etti mi, ne Haşim yakınlardadır Ne de Yeşkûr'un kızı Besbâse."
ez-Zeccâc der ki: Bu
yanlıştır. Çünkü, müzekker ve müennes isimler (.fiillerine göre müzekker veya
müennes olurlar).
[164]
57. Rahmetinin önünden
rüzgârları müjde olmak üzere gönderen O'dur. Nihayet bunlar, ağır yüklü
bulutları kaldırınca, Biz onları ölmüş bir yere süreriz ve ondan sn indiririz.
Derken, o su ile ürünün her türlüsünü çıkartırız. İşte Biz, Ölüleri de böyle
çıkaracağız. (Bunları) iyi düşünüp ibret alırsınız diye (açıklıyoruz)."
Yüce Allah'ın:
"Rahmetinin önünden rüzgârları müjde olmak üzere gönderen O'dur"
buyruğu, daha önce geçen: "Geceyi durmadan kovalayan gündüze O
buruyor" (el-A'râf, 7/54) buyruğuna atfedilmiştir.
Burada yüce Allah,
nimetlerinden başka türlü bir nimet sözkonusu etmekte ve bu, O'nun
vahdaniyetine delil teşkil etmekte, uluhiyetini ispatlamaktadır. Daha Önce
el-Bakara Sûresi'nde "rüzgârlar"a dair açıklamalar, (.2/164. âyet, 9.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Rüzgârlar"
çokluk çoğuludur. ise, aynı kelimenin azlık ifade eden çoğuludur.
"Rüzgâr"ın aslı ise; tır. Buna göre azlık bildiren çoğul şeklinin;şeklinde
olduğunu söyleyenler hatalı bulunmuştur.
" Müjde olmak
üzere" kelimesinde yedi kıraat vardır: Haremeyn ehli ile Ebu Amr, bunu
şeklinde "nun" ve "şîn" harfleri ötreli olrnak üzere
nisbet manasını verecek şekilde; 'in çoğulu olarak okumuşlardır. Biz rüzgârları
yayıcılar olarak gönderdik, anlamına gelir. Bu da tekil ve çoğulu itibari İle;
"Tanık ve tanıklar" kelimesini andırmaktadır. Bunun, 'in çoğulu
olması da mümkündür. "Peygamber ve peygamberler" gibi. Bu kelime,
değişik yerlerden esen rüzgâr demektir. Yine bu kelime, yayılan (rüzgârlar)
anlamına da gelir. Yani: Rüzgârları yayılmış şekilde gönderen O'dur.
el-Hasen ve Katade;
şeklinde "nun" harfini ötreli, "şîn" harfini sakin ve den
hafifletilmiş olarak okumuşlardır. " Kitaplar, Peygamberler"
(derken), "te" ve "sin" harflerinin sakin okunması gibi.
el-A'meş ve Hamza, şeklinde
"nun" harfini üstün, "şin" harfini de sakin olarak mastar
diye okumuştur. Bu mastarda da kendisinden önce gelen fiilin amel ettiğini
kabul etmiştir. Bursa göre; "O, rüzgârları alabildiğine yayan" diye
buyrulmuş gibi olmaktadır. Adeta rüzgârlar katlayıp dürüimüş iken sonradan estirilmeleri
esnasında yayılmışlar gibi bir anlam ifade eder. Bunun, "rüzgârlar"
anlamındaki, 'den hal konumunda mastar olması da mümkündür. Şöyle buyrulmuş
gibi olur: O, rüzgârları dirilticiler olarak gönderendir." Bu da riîf):
Allah ölüyü diriltti de o da dirildi ifadesinden gelir.
Şöyle de denilmiştir.
"Nun" harfi üstün olarak; şeklindeki söyleyiş, önceden de sözünü
ettiğimiz şekilde katlamanın zıddı olan açıp yaymak anlamını veren; den
gelmektedir. Adeta rüzgâr esmediği vakit katlanmış ve dürüimüş bir halde iken,
esince de bu katlanıp dürüimüş hali bozulup, açılıp yayılmış gibi olur. Ebu
Ubeyd ise bunu, değişik yönlerde dağılıp yayılmış diye açıklamıştır.
Âsim ise bu kelimeyi;
"Müjde olmak üzere" diye "be" harfini ötreli,
"şin" harfini sakin ve sonu da tenvinli olarak; "Müjdeci"nin
çoğulu diye okumuştur. Rüzgârlar yağmur müjdesini getirenlerdir, anlamına gelir.
Bunun tanığı da yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Rüzgârları müjdeciler olarak
göndermesi de O'nun âyetlerindendir" (er-Rûm, 30/46) Bu okuyuşla "şin"
harfi aslında ötrelidir. Hafifletmek kastıyla sakin okunmuştur.
"Peygamberler" gibi. Yine Âsım'dan "be" harfini üstün
olarak okuduğu da rivayet edilmiştir.
en-Nehhâs der ki: Bu, diye
de okunur. "Be" harfi üstün, "şin" harfi sakin okuyuşa
göre anlamı ise müjde vermektir. İşte bunlar beş kıraat etmektedir.
Muhammed b. el-Yemanî
ise, diye okumuştur. Yedinci bir kıraat ise "be ve şin" harlı ötreli
olmak üzere şeklindeki okuyuştur. Yüce Allah'ın: "Nihayet bunlar, ağır
yüklü bulutlan kaldırınca..." buyruğunda geçen ve "bulut"
anlamındaki; kelimesi hem müzekker olarak hem de müennes olarak kullanılır.
Çoğulu ile tekili arasında sonuna "be" (yuvarlak "te")
alan bütün kelimeler de böyledir. Bunun, tekil bir kelime ile sıfatının
yapılması da caizdir. Mesela: "Ağır bulutlar" denilerek ağır
kelimesi tekil olarak da çoğul olarak da getirilebilir. Buyruk da: Rüzgârlar
su ile ağırlaşmış bulutları taşıyınca, anlamına geJir.
"Bizonları"
yani bulutları "ölmüş" yani, bitkisi kalmamış "biryere süreriz."
Bunun; ölmüş bir yer için süreriz anlamına geldiği de söylenmiştir ki, o
ukdirde "Yer için, yere" kelimesinin başındaki "lâm" harfi
mePulü leh anlamını verir.
"Yer"
anlamındaki ise, yeryüzünde mamur oian yahut olmayan boş veya meskûn her yer
demektir. "Yer" kelimesi tekildir. Çoğulu İse, şektinde gelir. ise, iz ve eser anlamındadır
ki, çoğulu da; şeklinde gelir. Şair der ki;
"Onun bıraktığı
izleri eskime ve çürüme kuşattıktan sonra."
Bu kelime, aynı
zamanda deve kuşlarının kumda yumurtalarını bıraktıkları yer anlamına da
gelir. O bakımdan; " O, deve kuşunun bıraktığı yumurtadan da
zelildir." Yani, deve kuşunun bıraktığı yumurtasından daha aşağılıktır,
tabiri kullanılır."Belde," yer anlamındadır. "Bu bizim
beldemizdir" deyimi, burası bizim yerimiz, bizim kasabamız demeye benzer.
Belde aynı zamanda ayın menzillerinden birisinin adıdır ki, bunlar yay
burcunun altı tane yıldızı olup, güneş bu burca yılın en kısa günlerinde
girer. Belde, aynı zamanda göğüs manasına da gelir. "Filanın beldesi geniştir"
tabiri, filanın, kalbi, göğsü geniştir anlamındadır. Şair der ki:
"O deve
çöktürüldü de bir beldeyi (göğsünü) bir diğer beldeye (yere) koydu Orasının
devenin böğürtüleri dışında sesleri pek azdır."
Şair burada devenin
çöküp göğsünü yere bıraktığını anlatmaktadır. Belde ve bulde iki kaş
arasındaki tüysüz açıklık anlamına gelir. O halde bu iki kelime de müşterek
lafızlardandır.
"Ve ondan sxı
İndiririz" buyruğundaki; "Ondan" lafzının o beldeye suyu
indiririz anlamını vermesi de mümkündür. Biz bulut ile su indiririz, anlamına
geldiği de söylenmiştir. Çünkü bulut, suyu indirmenin bir aracıdır. Anlamın
(mealde olduğu gibi) Biz o buluttan suyu indirdik, şeklinde olması da
muhtemeldir. Nitekim yüce Allah'ın "Allah'ın kulları ondan içerler"
(el-İnsan, 76/6) buyruğundaki "be" harfi de "den, dan"
anlamını vermektedir.
"Derken o su ile
ürünün her türlüsünü çıkartırız. İşte Biz, ölüleri de böyle çıkaracağız. İyi
düşünüp ibret alırsınız diye." Yani, bu şekilde bitkileri çıkarttığı mı z
gibi, ölüleri de böylece dirilteceğiz.
Beyhakî ve başkaları,
Ebu Rezin el-Ukaylf den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Ey Allah'ın
Rasulü dedim, Allah mahlukatı nasıl tekrar dirilte-cektir ve yarattıkları
arasında bunun delili ve belgesi nedir? Hz, Peygamber şu cevabı verdi:
"Sen kavminin vadisinden kurakken geçmişken daha sonra oradan geçtiğinde
yeşillenerek sarsıldığını hiç görmedin mi?" Evet gördüm, deyince;
"İste Allah'ın yarattıklarında (öldükten sonra) dirilişin âyeti (belgesi)
budur"diye buyurdu.[165]
Benzetme yönünün şu
olduğu da söylenmiştir: Ölülerin kabirlerinden diriltilmesi, yüce Allah'ın
kabirleri üzerine yağdıracağı bir yağmur vasıtasıyla olacaktır. Bu yağmur
sonucunda kabirleri üzerlerinden çatlayacak, sonra da ruhları kendilerine geri
dönecektir.
Müslim'in Sahih'inde
de Abdullah b. Amr'ın, Peygamber (sav.)'dan şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "Sonra yüce Allah bir çisintîyi andıran bîr yağmur gönderir
-yahutta indirir diye buyurdu-. Bu yağmurdan insanların cesetleri bitip
yeşerir. Sonra da: Ey insanlar haydi Rabbinizin huzuruna. Onları durdurunuz.
Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir, diye seslenilir," deyip hadisin geri
kalan bölümünü zikretmektedir.[166]
Biz bu hadisin
tamamını "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz.
(Cenab-ı Allaha hamd olsun. İşte bu husus, öldükten sonra dirilişe ve insanların
tekrar yaratılacağına delildir.
Bütün işler yalnız
Allah'a döndürülür.
[167]
58. İyi ve temiz
ülkenin bitkisi Rabbinin izniyle çıkar. Kötü olan dan ise faydası pek az bir
şeyden başkası çıkmaz. İşte Biz, âyetlerimizi şükreden bir topluluk için
böylece türlü türlü ve tekrar tekrar açıklarız.
Yüce Allah'ın:
"İyi ve temiz ülkenin bitkisi Rabbinin izniyle çıkar. Kötü olandan ise
faydası pek az bir şeyden başkası çıkmaz" buyruğunda geçen iyi ve temiz
ülkeden kasıt, iyi topraktır. Kötü olan ise, toprağında taş yahut diken
bulunandır.
Bu açıktama
el-Hasen'den nakledilmiştir. Anlamının, bir benzetme olduğu da söylenmiştir.
Şanı yüce Allah, kavrayışı çabuk olan kimseyi, iyi ve temiz toprağa, geç
kavrayan kimseyi de kötü toprağa benzetmiştir ki, bu açıklama en-Nehlıâs'tan
nakledilmiştir.
Bunun, kalplere dair
bir örneklendirme olduğu da söylenmiştir. Kimi kalp verilen öğüt ve
hatırlatmaları kabul eder. Kimi kalp de fasıktır. Böyle bir öğüt ve
hatırlatmadan uzak durur. Yine bu açıklama el-Hasen'den nakledilmiştir.
Katade ise şöyle
demektedir: Allah'tan ecrini umarak ve nafile olarak amelde bulunan mü'mine ve
ecrini Allah'tan ummayan münafıka dair bir örnektir. Nitekim Rasulullah (sav)
şöyle buyurmaktadır: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, eğer onlardan
herhangi birisi yağlı bir kemik yahut da güzel iki koyun ayağını bulacağını
bilse, mutlaka yatsı namazında lıazır bulunurdu.[168]
"Faydası pek az bir şey" kelimesi hal olarak nasbedîîmiş-tir, Hayır
vermekten uzak duran, zor demektir. Bu da temsili bir ifadedir. Mücahid der ki:
Yani, Ademoğullan arasında iyi olan kimseler de vardır, kötü olan kimseler de
vardır.
Talha ise
"kei" harfinin esreli okunuşu ağır olduğundan dolayı; diye okumuştur,
tbn el-Kâkâ' ise, "kef" harfini üstün olarak; diye okumuştur. Bu da;
"kötü olan" anlammda bir mastardır. Nitekim şair (bu anlamda
kullanılmış mastara örnek olmak üzere) şöyle demiştir:
"O ancak bir öne
gidiş ile bir gerileyiştir."
Bu kelimenin
"kef" harfinin üstün okunuşu ile esreli okunuşunun aynı anlama
geldiği ve bunun iki ayn söyleyiş olduğu da söylenmiştir.
"İşte Biz,
âyetlerimizi şükreden bir topluluk için böylece türlü türlü ve tekrar tekrar
açıklarız." Bu âyetleri diğer âyetleri de açıkladığımız gibi açıklarız.
Âyetler'den kasıt, şirki çürütmeye dair belge ve delillerdir. İşte insanların
gerek duyacakları her hususta âyetleri Biz böylece açıklarız.
Özet olarak
"şükreden topluluk"un zikredilmesi ise, bunlardan yararlananların
onlar oluşundan ötürüdür.
[169]
59. Andolsun Biz Nuh'u
kavmine gönderdik de: "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin. Sizin O'ndan başka
hiç bir ilâhınız yoktur. Doğru-su ben, sizin için büyük bir günün azabından
korkuyorum" dedi.
Yüce Allah, kemal
seviyesinde yaratıcı ve kadir olduğunu beyan ettikten sonra; "AndoLsun Biz
Nuh'u kavmine gönderdik de: Ey kavmim, Allah'a İbadet edin..." buyruğu
İle geçmiş ümmetlerin kıssalarını ve bu kıssalardaki kafirleri sakındırıp
uyarıcı hususları sözkonusu etmektedir.
Andolsun..."
buyruğundaki "lam" harfi, yemine dikkati çeken ve te'kid İçin gelen "lam"dır.
Dedi"
buyruğundaki "fa" harfi ise, ikinci hususun birincisinden sonra vukua
geldiğine (yani, önce onun peygamber olarak gönderildiğine, sonra da kavmine
Allah'a ibadet etmelerini emrettiğine) delâlet etmektedir.
Ey kavmim"
ifadesi ise muzaf bir nidadır. Bunun aslı üzere; şeklinde okunması da
mümkündür.
Nuh (a.s), Âdem
(a,s.)'dan sonra yer yüzüne Allah'ın gönderdiği rasulle-rin ilkidir. O,
kızlarla, kızkardeşlerle, hala ve teyzelerle evlenmenin haram olduğu hükmünü getirmiştir.
en-Nehhâs der ki:
"Nuh" adının munsarıf (çekimli fiil) olması üç harfli oluşundan
dolayıdır. Ayrıca bu ismin; 'den türemiş olması da mümkündür. Bu anlamdaki
açıklamalar, Âl-i İmran Sûresi'nde (3/33. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde
geçmiş bulunmaktadır. Önceden yaptığımız bu açıklamalar, bunları tekrarlamaya
gerek bırakmamaktadır.
İbnü'l-Arabî der ki:
Tarihçiler arasında Hz. İdris'in Hz. Nuh'tan önce olduğunu söyleyenler
yanılmışlardır. Bunların yanılmış olduklarına delil ise, şu sahih hadistir:
Peygamber (.sav) Adem ile İdris'le İsra'da karşılaşmış, Hz, Adem, Peygamber
Efendimize: "Salih peygamber ve salih evlada merhaba" dediği halde,
Hz. İdris de: "Salih peygamber ve salih kardeşe merhaba."[170] demiştir.
Şayet İdris Hz. Nuh'un babası olsaydı: "Salih peygamber ve salih evlada
merhaba!" demesi gerekirdi. Hz. İdris'in Ona "salih kardeş"
demesi onun Nuh (a.s) da nesebinin Hz. Peygamberle birleştiğini göstermektedir.
Allah'ın salat ve selamı hepsine olsun. İnsaflı bir kimsenin artık bundan sonra
söyleyecek her hangi bir sözü de olmaz.
Kadı İyad der ki:
Burada da Hz. Nuh, Hz. İbrahim ve Hz. gibi Hz. Peygamber'in ataları
"merhaba salih evlada" dedikleri halde, Hz. idris hakkında Hz. Musa,
Hz. İsa, Hz. Yusuf, Hz. Harun ve Hz. Yahya gibi "salih kardeşe
merhaba" dediği rivayet edilmiştir. İttifakla Peygamber (sav)'ın neseb
itibariyle atası olmayan peygamberlerden söyledikleri de böyledir.
el-Mâzerî der ki:
Tarihçiler, Hz. İdris'in Nuh (ikisine de selam olsun)'un dedesi olduğunu
zikretmektedirler. Hz. İdris'in peygamber olarak gönderildiğine dair delil
ortaya konulacak olsa dahi, Onun Hz. Nuh'tan önce olduğuna dair neseb
bilginlerinin söyledikleri sahih olamaz. Çünkü, Hz. Peygamber, Adem soyundan
gönderilmiş ilk rasıılün Hz. Nuh olduğunu haber vermektedir. Şayet İdris'in peygamber
olarak gönderildiğine dair delil ortaya konulamayacak olursa, o takdirde
söyledikleri doğru ve Hz. İdris'in rasul olarak gönderilmeyip, sadece nebi bir
peygamber olarak gönderildiği anlaşılabilir.
Kadı iyad der ki: Bu
İki görüşü şöylece bir arada telif etmek mümkündür: Hadis-i şerifte de ifade
edildiği gibi Hz. Nuh bizim peygamberimiz gibi bütün yeryüzü halkına peygamber
olarak gönderilmiş ve bu onun bir özelliği olabilir. Diğer taraftan Hz. İdris
ise, Musa, Hûd, Salih, Lût ve diğer peygamberler gibi yalnızca kendi kavmine
peygamber olarak gönderilmiş olabilir. Bazıları da buna yüce Allah'ın şu
buyruğunu delil göstermişlerdir: "Muhakkak İlyas da gönderilmiş
peygamberlerdendir. O, kavmine (Allah'tan) korkmaz mısınız demişti."
{es-Sâffat, 37/123-124) Çünkü İlyasın Hz. İdris'in kendisi olduğu da
söylenmiştir. Ayrıca buradaki"İlyas" kelimesi, îdrâsîn diye de
okunmuştur. Yine Kadı îyad der ki: Ben, Ebu'l-Hasan b. Battal'ın, Adem'in rasul
olmadığı kanaatine sahip olduğunu gördüm. Bundan maksat ise, yapılabilecek
böyle bir itirazdan kurtulmaktır. Ebu Zerr'in rivayet ettiği uzunca hadis ise,
Hz. Adem'in de Hz. İdris'in de birer rasul olduklarına delâlet
etmektedir."[171]
İbn Atiyye de der ki:
Bu görüşler şöylece telif edilebilir. Hz. Nuh'un, insanları ıslah, azap ve
helak edilmek suretiyle tehdit ve imana çağırması şeklindeki davet için
peygamber olarak gönderilmesi meşhur bir hadisedir. O halde bundan kasıt, onun
bu nitelikle gönderilmiş ilk peygamber oluşudur. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
İbn Abbas'dan gelen
rivayete göre de: Nuh (a.s) kırk yaşında iken peygamberlikle
görevlendirilmiştir. el-Kelbî de der ki: Hz. Nuh, Adem'den se-kizyüz yıl sonra
peygamber olarak gönderilmiştir. İbn Abbas da şöyle demektedir: Hz. Nuh, kavmi
arasında onları elli yıl eksiği ile bin yıl davete devam etti. Nitekim Kur'ân-ı
Kerim'in verdiği haber de böyledir. Tufandan sonra ise, insanlar çoğalıp etrafa
yayılıncaya kadar altmış yıl süre yaşadı.
Vehb b. Münebbih der
ki: Nuh, elli yaşında İken peygamberlikle görevlendirildi.
Amr b. Şeddâd der ki:
Hz. Nuh, üçyüz elli yaşında iken peygamberlikle görevlendirildi.
Tirmizî ve ondan başka
bir çok hadis kitabında ise, elan mevcut bütün insanlar Nuh (a.s)'ın
zürriyetindendir, denilmektedir.
en-Nekkâş, Süleyman b.
Erkam'dan, O'nun da ez-Zührîden rivayetine göre Araplar, Farslar, Rumlar, Şam
(Suriye) halkı ve Yemenliler Hz. Nuh'un oğlu Şam'ın çocuklarıdırlar, Sind,
Hind halkı, Zenciler, Habeşliler, Zut (Cet'tin Arapçalaşmış şekls olup bir Hint
ırkıdır -Kamus-), Nube (Güney Sudan) ile Siyah derili herkes, Nuh'un oğlu
Ham'in soyundandır. Türkler, Berberiler, Çin'in(ötesi, Ye'cûc ile Me'cuc ve
Bulgarların (Sılav ırkı) hepsi ise, Nuh'un oğlu Yafes'in çocuklarıdırlar. Bütün
insanlar Nuh'un zürriyetinden gelmektedir.
Yüce Allah'ın:
"Sizin O'ndan başka hiç bir ilahınız yoktur" buyruğundaki "Ondan
başka" buyruğu, Nâfi', Ebû Amr, Âsim ve Hamza'nın kıraatine göre
merfu'dur.
Sizin O'nun dışında
hiç bir İlâhınız yoktur anlamında olup, ilah kelimesi mahallen ı'rabına göre
sıfat yapılmıştır. "O Başka"
kelimesinin, şeklindeki istisna edatı anlamında olduğu da söylenmiştir. Sizin,
Allah'tan başka hiç bir ilahınız yoktur, demek olur.
Ebu Amr der ki: Ben bu
kelimenin cer ve nasb halinde okunduğunu bilmiyorum. el-Kisaî ise, mahallen
i'rabını nazar-ı itibara alarak, onu cer ile okumuştur. İstisna olarak nasb
okunması da caiz olmakla birlikte bu çokça görülen bir şekil değildir. Şu
kadar var ki, el-Ktsaî ile el-Ferrâ Başka" anlamındaki bu kelimenin
yerine; Ancak, müstesna" şeklindeki istisna edatının kullanılmasının güzel
kaçtığı her yerde nasb ile okunmasını caiz kabul etmişlerdir. İfade ister
tamam olsun, ister olmasın fark etmez. O baktm-dan, el-Kisaî ile el-Ferra;
Senden başkası bana gelmedi" ifadesini uygun gördükleri gibi, el-Ferra
ayrıca şöyle demektedir: Bu, Üs-doğullan ile Kudaahlann bazılarının şivesidir.
Daha-sonra da kanıt olmak üzere aşağıdaki beyiti zikretmektedir:
"Onu su içmekten
alıkoyan tek şey, bir güvercinin,
Oldukça dalları
bulunan ve uzun bir sedir ağacında seslenmiş olmasıdır."
el-Kisaî ise şöyle
demektedir Olumlu cümle olarak; Bana senden başkası geldi," ifadesi caiz
değildir. Çünkü burada bunun yerine; istisna edatı kullanılamaz. en-Nehhâs ise
şöyle demektedir: Basralılara göre eğer ifade tamam olmuyor ise 'ın nasbedilmesi
caiz değildir. Onlara göre böyle bir şey, en çirkin lahnden
(yanhşlıklardan)dır.
[172]
60. Kavminden ileri
gelenler de: *Şiiphesi2 biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz"
dediler.
61. Dedi ki: "Ey
kavmim, bende hiç bir sapıklık yoktur. Fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından
gönderilmiş bir peygamberim.
62. "Rabbimin
vahyettiklerini size tebliğ ediyorum. Sizin iyiliğinizi istiyorum ve ben
Allah'tan sizin bilmediğinizi de biliyorum."
"İleri gelenler:
Mele1" kavmin eşrafı ve elebaşılarıdır. Buna dair açıklamalar, daha önce
el-Bakara Sûresi'nde (2/246. âyetin tefsirinde.) geçmiş bulunmaktadır.
(Dalalet: Sapıklık)
ise, hak yoldan aynimak ve hak yoldan uzaklaşmak demektir. Biz, senin bizi bir
tek ilâha ibadete çağırmanı haktan bir sapma olarak görüyoruz, demek
istemişlerdi.
Size tebliğ
ediyorum" kelimesi, "lam" hariî şeddeli olarak okunursa
"tebliğ" den gelir. Şeddesiz okunursa da "iblâğ: ulaştırmak
"da o gelir. Her iki kıraatin aynı anlama gelen iki farklı söyleyiş olup;
Ona ikramda bulundu," kelimeleri gibi olduğu da söyi en mistir.
"Sizin
iyiliğinizi istiyorum" buyruğundaki: Nush: Aldatmanın (ğışş'in) hilafına,
karşılıklı ilişkide niyetin her lürlü fesad şaibesinden arınmış olması demektir.
Bu fiilin, "lam" ile geçiş yapması daha fasihtir. Nitekim yüce
Allah'ın bu buyruğunda da böyledir. Bunun ismi ise "nasihat" şeklinde
gelir. "Nâsih" ise, nasihat veren anlamındadır. Çoğulu da
"nusahâ" gelir. ise, kalbi temiz adam anlamında bir deyimdir.
el-Esmaî der kî: Nâsih, bal ve benzeri saf katıksız şeyler demektir.
"Nâsı"' gibi. Halis olan her şey aynı zamanda "nâsıh"tır.
ise, filan kişi nasihala yöneldi, anlamındadır. Benim nasihatimi kabul eL Çünkü
ben sana samimi olarak Öğüt verenim," denilir. Nâsih, aynı zamanda terzi
anlamındadır. Nisah ise, dikişle kullanılan ince tel (biz) demektir. Nisâhâl da
deriler anlamına getir, eh A'şâ da şöyle demektedir:
"Ojçki içenlerin
hepsinin sarhoş olduğunu görürsün.
Tıpkı, deve
yavruiarının ipleri (yahut da avlanmak istenen kuşların ağları)
uzatıldığı gibi."
Şairin kullandığı
kelimesi, 'm bir başka söylenişidir. Bu ise, süt emen deve yavrusu demektir.
Yine bu kelime bir kuşun da adıdır. Bu kelimenin (nasihatin) anlamına dair
daha geniş açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle el-Tevbe Sûresi'nde (9/91-92.
âyet, 1 ve 2. başlıklarında) gelecektir.
[173]
63. "Sizi uyarmak
İçin ve siz sakınasınız, bir de belki rahmet olunursunuz diye Rabbiniz
tarafından İçinizden bir kişiye bir öğüt geldi diye şaştınız mı yoksa?"
64. Bunun üzerine onu yalanladılar. Biz de
kendisini ve gemide onunla birlikte bulunanları kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayanları
İse suda boğduk. Çünkü onlar kör bir kavim idiler.
Yüce Allah'ın: "Şaştınız
mı yoksa" buyruğunda "vav" harfi atıf "vav"ı
olduğundan dolayı fetiıalıdır. Başına ise takrir için (doğruyu söyletmek
kastıyla) istifham hemzesi gelmiştir. Aslında "vav" harfi istifham
harflerinin başına gelir. Ancak, gücü dolayısıyla soru hemzesi bundan
müstesnadır.
"İçinizden bir
kişiye" yani, bir kişinin vasıtası ile tebliğ edilmek üzere "bir
öğüt", Rabbinizden bir nasihat, vaaz "geldi diye şaştınız mı
yoksa?"
"Bir kişiye"
deki ... a'nsn; Birlikte" anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani,
içinizden bir kişi ile birlikte... demek olur.
Anlamının: İçinizden
bir kişiye, yani nesebini tanıdığınız, yani sizin cinsinizden olan bir kişiye
Rabbinizden indirilmiş bir Öğüt geldi diye şaştınız mı yoksa? anlamında olduğu
da söylenmiştir. Eğer o, bir melek olsaydı, belki cinsin farklılığı dolayısıyla
tabiat itibariyle ondan uzaklaşmanız sözkonusu olurdu.
" Gemi"
kelimesi, tekit olarak da kullanılır, çoğul da kullanılır. Nitekim el-Bakara
Süresi'nde (2/164. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Çünkü onlar kör
bir kavim idiler." Yani, hakkı görmeyen kimseler idiler. Bu açıklamayı
Katade yapmıştır. Allah'ı tanımak ve kudretini bilmekten yana kör idiler diye,
açıklanmıştır.
Bu iş hakkında kör bir
adamdır" tabiri, bu işi bilmeyen ca-hii bir kimsedir, anlamına gelir.
[174]
65. Âd (kavmin)'e de
kardeşleri Hûd'u (gönderdik). O: "Ey kavmim, Allah'a ibadet ediniz. Ondan
başka hiçbir İlâhınız yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız?" dedi.
66. Kavminin ileri
gelenlerinden kâfir olanlar da: "Biz, senin aklında bir hafiflik
görüyoruz. Ve gerçekten biz seni yalancılardan sanıyoruz" dediler.
67. "Ey kavmim,
aklımda bir hafiflik yok. Fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir
peygamberim" dedi.
68. "Rabbanin
vahyettiklerinl size tebliğ ediyorum. Ve ben size güvenilir bir nasihat
ediciyim."
69. "Sizi uyarmak
için Rabbiniz tarafından içinizden bir adama bir öğüt geldi diye şaştınız mı
yoksa? Düşünün ki O, sizi Nuh kavminden sonra halifeler kıldı. Yaratılış
itibari ile size boy pos da verdi. O halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki,
kurtuluşa erdirirsiniz."
Yüce Allah'ın:
"Âd (kavmin )'e de kardeşleri Hûd'u (gönderdik)" buyruğu şu
demektir: Biz, Âd kavmine onların kardeşleri olan Hud'u peygamber oiarak
gönderdik.
İbn Abbas der kî;
Bunun anlamı, babalarının oğlu olan kardeşleri şeklindedir. Kabile birliği bakımından
kardeşlen diye açıklandığı gibi, babalan Adem'in çocuklarından bir insan
anlamında kardeşleri diye de açıklanmıştır.
Ebû Davud'un
MusannePinde ise kardeşleri Hûd, arkadaşları Hud demektir. Âd ise, Nuh'un oğlu
Şam'ın soyundan gelen bir kavimdir. İbn İshâk der ki: Âd , 'Ûs'un oğlu, o,
İrem'in, o, Salih'in, o, Erfahşed'in, o, Şam'ın, o Nuh'un oğludur. Hûd ise
Abdullah'ın oğludur. O, Rebah'ın, o, el-Velûd'un, o, Âd'ın, o, 'Ûs'un o,
İrem'in, o da Şam'ın, o da Nuh'un oğludur.
Allah Hud'u Âd kavmine
peygamber olarak göndermişti. Kavminin neseb itibariyle en iyisi, mevkii
itibariyle en faziletlileri idi.
"Âd"
kelimesini munsanf kabuî etmeyenler, bunu kabilenin adı olarak kabul ederler.
Munsanf olarak kabul edenler ise, kabilenin kolunun adı olarak kabul ederler.
Ebu Hatim ise der ki: Ubeyy ile İbn Mes'ud'un kıraatinde: İlk Âd'i"
kelimesini "dal" harfinden sonra "elir olmaksızın okumuşlardır.
Hud kelimesi ise Arapça olmayan bir isim olmakla birlikte hafifliği
dolayısıyla munsarıftır. Çünkü, üç harfli bir kelimedir. Diğer taraftan; Döndü,
döner fiilinden türemiş Arapça bir isim olması da mümkündür. Nasb ile okunması
ise bedel oluşundan delayıdır.
Hz. Hud ile Hz. Nuh
arasında, -müfessirlerin naklettiklerine göre- yedi tane ata vardır. Âd da,
rivayet olunduğuna göre on üç kabile idiler. Bunlar, Âlic diye bilinen kumluk
bölgede yaşıyorlardı. Bunların bağları bahçeleri, ekinleri ve imarları vardı.
Ülkeleri oldukça verimli idi. Allah onlara gazap ederek oraları çöle
dönüştürdü. Rivayete göre buralar Hadramut ile Yemen arasında idi. Putlara
tapıyorlardı. Hud ise, kavmi helak edildikten sonra kendisine iman edenlerle
birlikte Mekke'ye gelerek, ölünceye kadar orada kaldı.
"Biz senin
aklında bir hafiflik görüyoruz," Yani, biz senin ahmak olduğun, aklında
da hafiflik bulunduğu görüşündeyiz. Şair, der ki:
"O kadınlar esen
rüzgârların iist taraflarını salladığı Mızraklar gibi salına salına
yürüdüler."
Bu anlamda açıklamalar
daha önce el-Bakara Sûresi'nde C2/13- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Gerek burada, gerekse de Hz. Nuh kıssasında geçen "görmek" ile
ilgili olarak da: Burada görmekten kasıt, göz ile görmektir denildiği gibi,
bununla zannı galip (ağır basan kanaat) demek olan görüşün kastedilmiş olması
da mümkündür.
Yüce Allah'ın:
"Düşünün ki O sizi, Nuh kavminden sonra halifeler kıldı* buyruğundaki
"( »LüsO: Halifeler" kelimesi, "halife" kelimesinin
müzek-ker olarak ve manaya göre yapılmış bir çoğuludur. "HalâiP şeklindeki
çoğul ise, lafza göre yapılmış bir çoğuldur. Yüce Allah onlara, kendilerini Nuh
kavminden sonra yeryüzünün sakinleri kıldığı İçin, lütfunu hatırlatmaktadır.
"Yaratılış
itibari ile size boy pos da verdi" buyruğu ndaki (boy-pos) anlamına
gelen; ( îk^, ) kelimesindeki "sin" harfinin "sad" harfi
ile okunması da caizdir. Çünkü ondan sonra "ti" harfi gelmektedir.
O, yaratılıştan sizi,
uzun boylu ve iri cüsseli yapmıştır, demektir, İbn Ab-bas der ki: Onların en
uzun boyluları yüz arşın, en kısa boyluları ise aitmiş arşın idi. Bu şekildeki
iri yan yaratılmış olmaları, atalarının yaratılışına uygun idi. Bunun, Hz,
Nuh'un kavmine uygun bir yaratılış olduğu da söylenmiştir. Vehb b. Münebbih
der ki: Onlardan herhangi birisinin başı, oldukça büyük bir kubbe (çadır) gibi
idi. Adamın bir gözüne yırtıcı hayvanlar yavrulardı, Burun delikleri de böyleydi.
Şehr b. Havsab, Ebu
Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Âd kavminden bir adam taştan
iki kapı kanadı yapardı. Eğer bu ümmetten beşyüz kişi onu kaldırmak için bir
araya gelecek olsaydı buna güç yetiremezdi. Onlardan herhangi birisi ayağı ile
yere vuracak olsaydı, ayağı yere geçerdi.[175]
"O halde Allah'ın
nimetlerini hatırlayın." Nimetler anlamına gelen; kelimesinin tekili
şeklinde gelir. Tıpkı"Anlar, zamanlar," kelimesinin tekilinin;
şeklinde gelmesi gibi.
"...kî, kurtuluşa
erdirilesiniz." Burada kurtuluş anlamına gelen "felah"a dair
açıklamalar, daha önceden (el-Bakara, 2/5- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[176]
70. "Sen bize
babalarımızın ibadet ettiklerini terkederek yalnız Allah'a ibadet edelim diye
mi geldin? O halde doğru söyleyenlerden isen bizi kendisiyle tehdit ettiğin
şeyi getir" dediler.
71. Dedi ki:
"Gerçekten Rabbinizden size bir azap ve gazap gelecektir. Allah'ın
haklarında hiç bir delil indirmediği, kendinizin ve atalarınızın taktığı bir
takım adlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Artık bekleyin. Şüphesiz ben
de sizinle birlikte bekleyenlerdenim."
72. Bunun üzerine Biz,
kendisini de onunla beraber olanları da tarafımızdan bir rahmetle kurtardık.
Âyetlerimizi yalanlayıp iman etmeyenlerin İse köklerini kestik.
Kavmini kendisiyle
korkutup sakındırmış olduğu azabı istemeleri üzerine onlara: "Gerçekten
Rabbinizden size bir azap ve gazap gelecektir" dedi. Burda
"gelecektir" gelmesi hak ve vacib olmuştur, demektedir.
"Ve hüküm geldi
vaki oldu" ifadesi, vacib oldu anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Azab
onlara vaki olunca" (ei-A'raf, 7/134) buyruğu da böyledir, "onlara
inince" an tamında d ir. Yine: "Söz aleyhlerine gerçekleşince, Biz
de onlara yerden bir dâbbe çıkartırız" (en-Neml, 27/82) buyruğunda da
böyledir. Âyet-i kerimede geçen; azap anlamındadır. Bu kelime ile küfrün
aşırılığı sebebiyle kalbin perdelenmesinin kastedildiği de söylenilmiştir.
"Allah'ın
haklarında biç bir delil indirmediği" yani, ibadetlerine dair hiç bir
delilinizin bulunmadığı "... bir takım adlar hakkında mı benlinle tartışıyorsunuz?"
Buyrukla kastedilen tapındıkları putlardır. Putlarının da değişik isimleri
vardı. Burada "isim", müsemmâ (ad olarak kullanıldığı şey) anlamındadır.
Bunun bir benzeri de
yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Sizin, O'nu bırakıp da taptıklarınız
kendinizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerden başkası
değildir." (Yusuf, 12/40) Bu isimler ise, îz'den ve el-Eazz'dan, Uz-za'nın
kullanılması, Lat gibi isimlerin verilmesi kabilindendîr. Halbuki, bu putların
izzetten (güç ve kuvvetten, şeref ve üstünlükten) ve ilahlıktan en ufak bir
payları yoktur.
Kök" kelimesi,
son ve kök manasına gelir ki, buna dair açıklamalar daha önceden (el-En'âm,
6/45. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yani onlardan geriye hiç bir şey
kalmadı.
[177]
73. Semûd kavmine de
kardeşleri Salih'i (gönderdik). "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin. Sizin
O'ndan başka ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir mucize gelmiş
bulunuyor. İşte size bir mucize olmak üzere Allah'ın dişi devesi. Onu bırakın,
Allah'ın arzında otlasın. Ona kötülükle dokunmayın. Sonra sizi acıklı bir azap
yakalar" dedi.
Semûd, Ad'ın, o,
İrem'in, o Şam'ın, o da Nuh'un oğludur. Cedis'in kardeşidir. Bunlar, oldukça
bolluk içerisinde yaşıyorlardı. Fakat Allah'ın emrine muhalefet edip O'ndan
başkasına ibadet ettiler, yeryüzünde fesat çıkardılar. Allah da onlara Hz.
Salih'i peygamber olarak gönderdi. Hz. Salih, Ubeyd'in, o, Asafın, o, Kâşih'in,
o, Ubeyd'in, o, Hâzcr'in, o da Semud'un oğludur. Bunlar, Arap bir kavim
idiler. Hz. Salih, neseb itibariyle en soyluları, mevki İtibariyle en
üstünleri idi. Onları saçları ağarıncaya kadar Allah'ın yoluna davet ettiği
halde mustaz'af pek az kişi dışında onlardan kimse ona tabi olmadı. Semud
kelimesinin munsarıf olmaması, bir kabile adı olarak kullanılmasından
dolayıdır. Ebu Hatim der ki: Bunun munsarıf olmayışı, Arapça olmayan bir isim
olduğundan dolayıdır.
en-Nehhâs, bu
yanlıştır der. Çünkü bu kelime az su demek olan; 'den türemiştir. Kıraat
alimleri ise, "( Haberiniz olsun ki Semud, Rabblerirıi inkâr ile kâfir
oldular" (Hud, 11/68.) buyruğunu kabile adı olmak üzere okumuşlardır.
Semud kavminin
meskenleri Hicaz İle Şam arasında Vadi'l-Kurâ'ya kadar uzanan bölgede Hicr
denilen yerde idi. Bunlar, asıl itibariyle Hz. Nuh'un oğlu Şam'ın soyundan
gelirler. Bu kavme Semud denilmesi ise, sularının azlığından dolayıdır.
İleride yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar, el-Hi-cr Sûresi'nde
(15/80. âyet ve devamının tefsirinde) gelecektir.
[178]
"İşte size bir
mucize olmak üzere Allah'ın dişi devesi." Kendisinden mucize İstemeleri
üzerine sert bir kayanın içinden oniara bir dişi deve çıkardı. Bu dişi deve bir
gün tek başına vadinin bütün suyunu içer ve onun misli kadar da onlara süt
verirdi. Bu sütten daha lezzetli ve daha tatlı bir süt asla içilmiş değildi.
Bu devenin verdiği süt, çokluklarına rağmen ihtiyaçlarına yeterli geliyordu.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Su, bir gün onun ve belirli bir
gün de sizindir." (eş-Şuarâ, 26/155.)
Dişi devenin yüce
Allah'a izafe edilmesi, yaratılmışın yaratıcıya izafe edilmesi açısındandır.
Ayrıca bunda bir şereflendirme ve bir özellik verme anlamı da vardır.
"Onu bırakın, Allah'ın
arzında otlasın." Yani, onun rızkını vermek, ihtiyaçlarını karşılamak
sizin işiniz değildir. (Bu, Allah'a aittir).
[179]
74. "Hatırlayın
ki O, Âd kavminden sonra sizi halifeler kılıp yer yüzüne yerleştirdi.
Ovalarında köşkler yapıyor, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın
nimetlerini hatırlayın. Yeryüzünde fesatçılar olup taşkınlık yapmayın."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
[180]
Yüce AJJah'ın: Sizi...
yeryüzüne yerleştirdi" buyruğunda hazfedilmiş bir ifade vardır. O,
yeryüzünde sizi bir takım konaklara yerleştirdi demektir. "Ovalarında
köşkler yapıyor" fıer yerde köşkler inşa ediyorsunuz, "dağlarında
evler yontuyorsunuz." Ömürlerinin uzunluğu dolayısıyla dağlarda evler
edinmişlerdi. Ömürleri tükenmeden önce yaptıkları binalar ve bunların çatıları
çürüyüp gidiyordu, el-Hasen, "Yontuyorsunuz" kelimesini "lıa"nın
fethas! ile okumuştur ki, bu da bir söyleyiştir. Bu kelimenin kökünde boğaz
harflerinden bir harf bulunduğundan dolayı, mazi ve muzari vezinleri; şeklinde
getir.
[181]
Köşk ve buna benzer
yüksek yapılı bina yapmayı caiz kabul edenler bu âyet-i kerime ile yüce
Allah'ın: "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı zineti, temiz ve hoş
rızıkları kim haranı kılmıştır" (el-A'raf, 7/32) âyetini delil gösterirler.
Nakledildiğine göre, Muhammed b. Sîrin'in bir oğlu bir ev yapmış ve bu uğurda
oldukça fazla mal harcamıştı. Bu husus, Muhammed b. Sîrin'e nakledilince,
şöyle dedi: Ben, kişinin kendisine fayda sağlayacak bir bina yapmasında bir
maiızur olduğu görüşünde değilim. Diğer taraftan Hz. Peygam-ber'in de şöyle
buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah, bir kula nimet ihsan edecek
olursa, o nimetinin eserinin üzerinde görülmesini sever.[182]
" İşte, güzel bina yapmak, güzel elbise giyinmek de bu nimetin
arasındadır. Nitekim bir kimse oldukça fazla bir mal vererek güzel bir cariye
satın alacak olursa, bundan daha aşağısı da kendisi için yeterli olduğu halde
böyle bir cariyeyi satın almasının caiz olduğu görülmektedir. Bina da böyledir.
Başkaları ise bunu
mekruh kabul ederler. Bunlar arasında Hasanu'1-Bas-ri ve başkaları da vardır.
Delil olarak da Hz. Peygamber'in: "Allah bir kul hakkında kötülük murad
ederse, onun malını çamura ve kerpice harcatır.
[183] Bir
başka rivayette de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Her kim kendisi için
yeterli olandan fazlasını bina edecek olursa, kıyamet gününde o binayı boynunda
taşıyarak gelecektir. "[184]
Derim ki: Ben de bu
görüşteyim. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Mü'min, herhangi bir
intakta (harcamada) bulunacak olursa, onun bedelini vermek aziz ve celil olan
Allah'a aittir. Ancak bina, yahut masiyete harcanan müstesna."
[185]Bu
hadisi Cabir b. Abdullah rivayet etmiş olup, Dârakut-nî de kitabında
kaydetmiştir. Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Ademoğlu nun şu
hususlar dışında her hangi bir hakkı yoktur: Kendisinde barınacağı bir ev,
avretini örtecek bir elbise, katıksız kuru ekmek ve su." Bu hadisi de
Tirmizî rivayet etmiştir.
[186]
"Artık Allah'ın
nimetlerini hatırlayın." Bu, kâfirlere de nimet ihsan olunduğunun bir
delilidir. Buna dair açıklamalar, daha önce Âl-i İmran Sûresi'nde (3/190-200.
âyetlerin tefsiri, 18. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Yer yüzünde
fesatçılar olup taşkınlık yapmayın." Bu buyruğa dair açıklamalar da daha
önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/60. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu
anlamda iki ayn söyleyiştir. el-A'meş ise, kelimesini "te" harfini
esrelî olarak okumuş olup, bunu; den gelen bir kelime olarak kabul etmiş ve
gelen bir kelime olarak almamıştır.
[187]
75- Kavminden
müstekbir olanların İleri gelenleri, kendilerince zayıf kabul ettiklerine
(mustaz'aflara) yani, aralarından iman edenlere şöyle dediler: "Salih'in
gerçekten Kabbİ tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor
musunuz?" Onlar da: "Doğrusu biz, onunla gönderilene iman edenleriz*
dediler.
76. O müstekbirler:
"Doğrusu biz, şu sizin iman ettiğinizi inkâr edenleriz" dediler.
Yüce Allah'ın:
"Kavminden müstekbir olanların ileri gelenleri, kendilerince zayıf kabul
ettiklerine, yani aralarından iman edenlere şöyle dediler" buyruğunda
ikincisi (yani, iman edenler), birincisin (yani kendilerince zayıf kabul
ettikleri kimseler)'den bedeldir. Çünkü, zayıf kabul edilen mus-taz'aflar
mü'minlerin kendileridir. Bu da "bedelü'l-ba'z min el-kül" (yani, bir
kısmın bütünden bedel yapılması) şeklinde bir bedeldir.
[188]
77- Derken, o dişi
deveyi kesip öldürdüler. Rabblerinin emrine karşı büyüklenerek İsyan ettiler
ve: "Ey Salih, eğer sen gönderilmiş peygamberlerden isen, bizi tehdit
edip durduğunu getir" dediler.
78. Bunun üzerine şiddetli bir sarsıntı onları
yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çökenler oldular.
79. O da onlardan yüz
çevirdi ve: "Ey Kavmim, gerçekten ben size Rabbimin risaletinî tebliğ
ettim ve size içtenlikle öğüt verdim. Fakat siz, öğüt verenleri
sevmezsiniz" dedi.
Yüce Allah'ın: O dişi
deveyi kesip öldürdüler" buyruğunda geçen; "el-Akr" yaralamak
demektir. Bunun, ölüm ile sonuçlanacak bir şekilde etki bırakan türden bir
organı kesmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Atın akr edilmesi, kılıçla
ayaklarının vurulup kesilmesi demektir. Çoğul ismi; şeklinde gelir. ise,
bineğin sırtında yara açılmasına sebep oldu demektir. Şair İmruu'1-Kays der
ki:
"Devenin
sırtındaki semer hep birlikte bizi yana doğru eğdiğinde Bana dedi ki: Ey
İmruu'1-Kays, devemi yaraladın haydi in."
Burada "akr"
kelimesi yaralamak, sırtını yaralamak anlamındadır.
el-Kuşeyrî der ki:
Akr, devenin arka ayaklarının diz kapaklan bölümünün açılması demektir. Daha
sonra devenin kesilmesine akr denilmiştir. Çünkü bu şekilde bir akr, çoğunlukla
devenin kesilmesine sebep teşkil ediyordu. (Önce, arka ayaklarından birisinin
dizi kesilerek kaçması önlenmeye çalışılıyordu.)
Bu dişi deveyi kimin
kestiği hususunda farklı görüşler vardır. Bunların en sahihi, Müslim'in
Sahihinde yer alan Abdullah Zem'a yoluyla gelen hadistir. Abdullah dedi ki: Rasulullah
(sav) bir hutbe irad etti ve dişi deveyi söz konusu ederek onu keseni de
zikredip: "O vakit, onların en badbaht olanları, kavmi arasında Ebu Zem'a
gibi kimsenin zarar veremediği güçlü, bununla birlikte de oldukça şer birisi
onu öldürmek için kalkıp gttti..." diyerek, hadisin geri kalan bölümünü
zikretti.[189]
Adının Kudar b. Salif
olduğu söylenmiştir. Yine denildiğine göre, bunlann hükümdarları Melkâ adındaki
bir kadın idi. İnsanlar Hz. Salih'e meyledince, onu kıskandı ve iki aşık dostu
bulunan iki kadına şöyle dedi: Aşıklarınızın isteğini yerine getirmeyin.
Onlardan dişi deveyi kesmelerini isteyin. Bunun üzerine o kadınlar da onun
isteğini yerine getirdiler. Bu sefer dostları olan iki adam, dışarı çıkıp dişi
deveyi dar bir boğazdan geçmek zorunda bıraktılar. Aralarından birisi o dişi
deveye bir ok attı ve o deveyi öldürdüler. Dişi devenin yavrusu annesinin
içinden çıkmış olduğu kayaya doğru geldi. Üç defa böğürdükten sonra kaya açıldı
ve içine girdi.
Denildiğine göre,
ileride en-Nemi Sûresi'nde C27/82. âyetin tefsirinde) geleceği üzere, âhir
zamanda insanlara karşı (kıyamet alâmeti olarak) çıkacak olan Dâbbe odur.
İbn İshak der ki:
Devenin yavrusunun arkasından dişi deveyi kesmiş olanlardan dört kişi gitti.
Bunlar, Misda', onun kardeşi Zuab, arkasından gittiler. (Kurtubî diğerlerinin
isimlerini zikretmemektedir).* Misda' ona bir ok attı, bu ok yavrunun kalbine
saplandı. Sonra, ayağından onu sürükleyerek annesinin yanına getirdi ve
yavruyu da annesi ile birlikte yediler. Ancak, birinci görüş daha sahihtir.
Çünkü Hz. Salih onlara şöyle demişti: Ömrünüzden üç gün kaldı. Bundan dolayı
deve yavrusu da üç defa böğürdü.
Şöyle de denilmiştir:
Dişi deveyi kesen ile birlikte sekiz kişi daha vardı ki, bu sekiz kişi, yüce
Allah'ın haklarında: "Şehirde ıslah etmez fakat fesat çıkartan dokuz kişi
vardı" (en-Neml, 27/48) dediği kimselerdir. İleride buna dair açıklamalar
en-Neml Sûresi'nde (zikredilen âyetin tefsirinde) gelecektir.
Yüce Allah'ın:
"Bunun üzerine arkadaşlarını çağırdılar, O da alacağını aldı ve dişi
deveyi ayaklarım biçip öldürdü" (el-Kamer, 54/29) buyruğunun anlattığı da
budur. Dişi deveyi öldürmeden önce İçki içiyorlardı. İçkilerine su katmak için
suya ihtiyaçları oldu. O gün ise dişi devenin süt verme günüydü. Aralarından
birisi kalkıp, etrafını da gözetleyerek, artık bundan yana insanları
rahatlatacağım, deyip dişi deveyi öldürdü.
Yüce Allah'ın:
"Derken, o dişi deveyi kesip öldürdüler. Babblcrinin emrine karşı
büyüklenerek isyan ettiler" buyruğunda geçen "Büyük-lenerek İsyan
ettiler" kelimesi, büyüklendiler anlamınadır. Ayrıca itaat etmeyen
kişinin durumunu anlatmak üzere -aynı kökten gelen-; fiili kullanılır, Oldukça
karanlık geceye de; denilir. Bu açıklamalar el-Halil'den nakledilmiştir.
"Ve: Ey Salih...
bizi tehdit edip durduğunu" yani, bizi kendisiyle tehdit etmiş olduğun
azabı "getir dediler."
"Bunun üzerine
şiddetli bir sarsıntı" yani oldukça büyük bir zelzele "on-lan
yakalayıverdi." Burada sözü geçen sarsıntının, Hud Sûresi'nde yer alan Semud
kıssasında sözü geçtiği üzere (bk. Hud, 11/67) ödlerini kopartan, oldukça
şiddetli bir feryad olduğu da söylenmiştir. Orada onlan yakalayanın sayha
(şiddetli çığlık) olduğu belirtilmektedir.
Âyet-i kerimede
geçen;"Sarsıntı" kelimesi, titreyen ve sarsılan şey hakkında
kullanılır. "Rüzgâr ağaçtan hareket ettirdi, salladı," anlamına
gelir. Asıl anlamı ise sesle beraber hareket etmektir. Yüce Allah'ın: "O
günde o sarsıcı sarsacaktır" (en-Nâziât, 79/6) buy-ruğundaki "sarsıcı
ve sarsacaktır" kelimeleri de aynı kökten gelmektedir. Şair de der ki:
"H acc'ı n z
amantnı n geldiğini
Ve kavmin bineklerinin
onları sarstığını göndüğüm vakit..."
"Yurtlarında diz
üstü çökenler oldular." Burada (yurt) anlamına gelen kelimesinin tekil
olarak gelmesi, cins İsim olması dol ayış ıy ladır ve çoğul anlamındadır. Bir
başka yerde ise bu kelime çoğul olarak; Yurtlarında" (Hud, 11/67) dîye
gelmiştir.
"Diz üstü
çökenler" yani, uçan kuşun çöktüğü gibi dizleri ve yüzleri üstü yere
yapıştılar. Bunun da azabın şiddetinden ötürü hareketsiz kalmaları demektir.
Aslında "diz üstü çökmek" anlamına gelen; ( pî-JO lafzı tavşan ve
benzeri hayvanlar hakkında kullanılır. Bunun ism-i mekânı da; CrJJS) şeklinde
gelir. Şair Züheyr der ki:
"Orada inekler,
ceylanlar ve onların yavruları ardı arkasına yürüyüp dururlar Ve çökmüş
oldukları her yerden kalkar giderler,"
İnen yıldırım ile
yandıkları ve bunun sonucunda ölüverdikleri de söylenmiştir. Bunlardan geriye
yalnızca Allah'ın Harem bölgesinde bulunan bir kişi kalmıştı. O da Harem
bölgesinden çıkınca, kavmine isabet eden ona da isabet etti.
"O da onlardan
yüz çevirdi." Yani, onların iman edeceklerinden ümit kesince, yüz
çevirdi: "Ve Ey Kavmim, gerçekten ben size Rabblmin risaleti-ni tebliğ
ettim ve size içtenlikle öğüt verdim" dedi. Bu sözü kavmine ölümlerinden
önce söylemiş olması ihtimal dahilinde olduğu gibi, ölümlerinden sonra
söylemiş olması da muhtemeldir. Tıpkı Hz. Peygamberin Be-dir'de öldürülmüş
müşriklere: "Rabbinizin vadettiğîni hak olarak buldunuz mu" demesi
üzerine: Sen şu leşlerle mi konuşuyorsun denilince, Onun da: "Siz onlardan
daha iyi işitiyor değilsiniz. Şu kadar var ki onlar cevap veremezler"[190]
dediği gibi.
Ancak, birincisi daha
zahir (daha açıkça anlaşılan) dır. Buna da yüce Allah'ın: "Fakat siz Öğüt
verenleri sevmezsiniz" yani, benim nasihatimi kabul etmediniz, öğüdümü
dinlemediniz, sözü delâlet etmektedir.
[191]
80. Lût'u da (kavmine
gönderdik). Hanı o kavmine: "Sizden evvel âlemlerden hiç kimsenin
yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz" demişti.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[192]
Yüce Allah'ın:
"Lût'u da (kavmine gönderdik). Hani o kavmine... demişti" buyruğunda
geçen "Lût" kelimesi ile ilgili olarak el-Ferrâ şöyle demektedir:
Lût kelimesi, Arapların "bu iş benim kalbime daha yatkın, daha sevgilidir"
anlamındaki; ifadesinden türetilmiştir.
en-Nehlıâs ise şöyle
demektedir: ez-Zeccâc dedi ki: Kimi nahivciler -Fer-râ'yı kastetmektedir- Lût
kelimesinin çamur ile havuzu sıvamayı anlatan; "Çamurla sıvadım,"
tabirinden türemiş olabileceğini söylerler. Ancak, bu bir yanlışlıktır. Çünkü
"İshâk" gibi; Arapça olmayan isimler Arapça köklü kelimelerden
türetilmezler. İshâk'ın uzaklık anlamına gelen; 'dan türemiş olduğu söylenemez.
"Lût" kelimesinin munsarıf olması ise hafifliğinden ötürüdür. Çünkü,
bu kelime hem üç harflidir, hem de orta harfi sakindir. en-Nekkâş der ki: Lût,
Arapça olmayan acemî isimlerdendir. Havuzu çamurla sıvadım" ile Bu bundan
daha çok kalbime yatkındır," tabirleri ise doğru tabirlerdir. Şu kadar
varki, İbrahim ve İshâk gibi Arapça olmayan bir isimdir. Sibcveyh der ki: Nuh
ve Lüt kelimeleri Arapça olmayan isimdirler. Şu kadar var ki, bu kelimeler
hafif olduklarından ötürü rnunsarıfdırlar.
Yüce Allah, Hz. Lût'u
Sedum diye adlandırılan bir ümmete peygamber olarak göndermişti. Hz. Lût, Hz.
İbrahim'in kardeşinin oğlu idi. Bu kelimenin âyet-i kerimede mansub gelmesi
ise, ya daha önce (59- âyetinde başında) geçen; "Gönderdik"
kelimesinden ötürüdür ve o takdirde bu kelime (o âyet-i kerimede yer alan
"Nuh" kelimesine) atfedilmiş olur. Bununla birlikte; "An,
hatırla" anlamındaki mukadder bir fiil ile nasbedilmiş olması da
mümkündür.
[193]
Yüce Allah'ın:
"Sizden evvel alemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasızlığı mı
yapıyorsunuz" buyruğunda kastedilen hayasızlık, erkeklere yaklaşmaktır.
Yüce Allah'ın; "el-Fahişe: hayasızlık" İsmiyle bundan söz etmesi, bu
işin de bir zina olduğunu açıklaması içindir. Nitekim yüce Allah bir başka
yerde şöyle buyurmaktadır: "Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, gerçekten bir
hayasızlık (rahişe)dir." (el-İsra, 17/32.)
İlim adamları bu işin
haram olduğunu icma ile kabul etmekle birlikte bu işi yapana uygulanması
gereken ceza hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Mâlik der ki: Böyle
bir kimse, ister muhsan olsun, ister olmasın recmedi-Ur. Aynı şekilde eğer
ergenlik yaşına gelmişse, bu işin kendisine yapıldığı kişi de recmedilir. Yine
Malik'in muhsan ise recmedilir, eğer muhsan değilse hapsedilip te'dip edilir
dediği de rivayet edilmiştir. Bu aynı zamanda Ata, en-Nehaî, İbnü'l-Müseyyeb ve
başkalarının da görüşüdür.
Ebu Hanİfe ise şöyle
demektedir: Muhsan olan da, olmayan da tazir edilir. Bu görüş Malik'ten de
rivayet edilmiştir. Şafiî ise, zinaya kıyas edilerek bu işi yapana zina cezası
uygulanır demiştir.
Malik, yüce Allah'ın:
"Ve Biz, üzerlerine (Lût kavminin üzerine) balçıktan pişirilmiş bir taş
yağmuru yağdırdık" (el-Hicr, 15/74) âyetini delil göstermektedir. Çünkü,
bu şekilde üzerlerine taş yağdırılması, onların yaptıklarına bir ceza ve
karşılık idi.
Denilse ki: Şu iki
sebep dolayısıyla bunun delil olacak bir tarafı yoktur:
1-
Lût kavmi
de diğer ümmetler gibi küfür ve yalanlamalarına karşılık olarak
cezalandırıldılar,
2-
Onların
küçükleri de büyükleri de bu cezanın kapsamına girmişti. Bu ise, onlara verilen
bu cezanın hadler kabilinden olmadığını göstermektedir.
Böyle bir itiraza şu
şekilde cevap verilir: Evvelâ, birinci itiraz yanlıştır. Çünkü, şanı yüce
Allah, onların bir takım masiyetler işlediğini ve bu masiyetler dolayısıyla
cezalandırdığını haber vermektedir ki, İşledikleri masiyetlerden birisi de bu
İdi. İkinci itiraz noktasına gelince-, onların kimisi bu işi yapıyor, kimisi de
bu işe rıza gösteriyordu. Büyük çoğunluk yapılan bu işe ses çıkarmadıklarından
dolayı cezalandınlmış oldu. Bu yüce Allah'ın bir hikmeti ve kullan hakkında
uyguladığı sünneti (kanunu) dır. Bundan sonra da bu işi yapanlara uygulanacak
olan bu ceza emri, süreklilik kazanmış oldu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Ebü Dâvüd, İbn Mace,
Tirmizî, Nesaî ve Darakutnî'nin rivayetine göre, Ra-sulullah (sav) şöyle buyurmuştur:
"Kimi Lût kavminin işini işlerken görecek olursanız, yapanı da yapılanı da
öldürünüz." Bu, Ebû Dâvûd ve İbn Mace'nin lafzıdır.[194]
Tirmizî'de şu ifade de vardır: "... ister muhsan olsunlar, ister olmasınlar..."
[195]
Ebû Dâvûd ve Darakutnî
de tbn Abbas'tan Lût kavminin amelini işlerken tesbit edilen, evli olmayan
kişinin recm edileceğini belirttiği rivayet edilmektedir.[196]
Ebu Bekr es-Sıddîk
(r.a)'dan da Lût kavminin işini yapması üzerine el-Fu-câe diye birisini ateş
ile yaktığı rivayet edilmiştir. Aynı zamanda bu, Ali b. Ebi Talib'in de
görüşüdür. Çünkü, Halid b. el-Velid, bu hususta Hz. Ebu Bekir'e mektup yazıp ne
yapması gerektiğini sorunca, Ebu Bekr (r.a), Peygamber (sav)'ın ashabını
toplayıp bu hususta onlarla istişare etti. H2. Ali şöyle dedi: Böyle bir günahı
bir ümmet dışında herhangi bir ümmet işleyerek Allah'a asi olmuş değildir. Bu
günahı işleyen ümmete de Allah bildiğiniz cezayı vermiştir. O bakımdan ben, bu
işi yapanın ateş ile yakılması görüşündeyim. Bunun sonucunda Rasulullah
(sav)'ın ashabı ateş i!e yakılması gerektiği hususunda görüş birliğine
vardılar. Hz. Ebu Bekir de Halid b. el-Velİd'e, bu kişiyi ateş ile yakmasını
emreden mektubunu yazdı, o da onu yaku. Daha sonra bu işi yapanları İbn
ez-Zübeyr de (halifeliği döneminde) yaktı. Arkasından Hişam b. el-Velid de,
daha sonra Irak'da Halid el-Kasrî de bu işi işleyenleri yakmışlardır. Rivayet
edildiğine göre, Abdullah b. ez-Zübeyr'in döneminde Lût kavmirıin amelini
işlediğinden dolayı yedi kişi yakalanmıştı. Onların durumlarını soruşturduktan
sonra aralarından dört tanesinin muhsan olduklarını tesbit etti. Emir vererek
Haremin dışına çıkartılmalarını istedi. Ve ölünceye kadar taşlandılar. Üçüne
de had cezası uyguladı. Yanında İbn Abbas da, İbn Ömer de bulunduğu halde onun
bu yaptığına karşı çıkmadılar. Şafiî de bu görüştedir.
İbnü'l-Arabî der ki:
Malik'in kabul ettiği görüş daha doğrudur. Çünkü, bu görüş hem sened itibari
ile daha sahihtir, hem de dayanak olarak daha güçlüdür.
Hanefiler ise, delil olarak
şunu söylerler: Zina'nın cezası bellidir. Bu ma-siyet, zinadan farklı olduğuna
göre, haddi bakımından zina ile ortak olmaması gerekir. Onlar bu hususta şöyle
bir hadis de rivayet ederleri "Her kim had olmayan bir suça had
uygulayacak olursa, haddi aşmış ve zulmetmiş olur."
[197] Diğer taraftan bu, herhangi bir şeyin (akid
ile) helal kılmanın, muh-san yapmanın da taalluk etmediği, mehri de
gerektirmeyen, kendisi sebebiyle nesebin de sabit olmadığı bir ilişkidir. O
bakımdan buna had taalluk etmez.
[198]
Bir kimse bir hayvan
ile cinsel ilişkide bulunacak olursa, onun da hayvanın da öldürülmeyeceği
bildirilmiştir. Her ikisinin öldürüleceği de söylenilmiştir. Bunu,
tbnü'l-Münzir, Ebu Seleme b. Abdurrahman'dan nakletmektedir. Bu hususta Ebû
Dâvûd ve Darakutnî'nin İbn Abbas'tan rivayet ettikleri bir hadis de vardır.
Buna göre Rasulultah (sav) şöyle
buyurmuştur: "Her kim bir hayvana yaklaşacak olursa, onu da onunla
birlikte o hayvanı da öldürünüz,"
Biz, İbn Abbas'a: Peki hayvanın öldürülmesi neden diye sorunca, o şu cevabı
verdi: Böyle demiş olmasının sebebi zannederim o hayvana bu iş yapılmış
olduktan sonra etinin yenilmesini hoş görmediğinden Ötürüdür.
[199]
İbnü'l-Münzir der ki:
Eğer hadis sabit ise, bu hadis gereğince görüş belirtmek İcabeder. Şayet sabit
değilse, bu işi yapan kişi bunu yaptığından ötürü çokça Allah'tan mağfiret
dilemelidir. Hakim onu tazir ile cezalandıracak olursa, bu da güzel bir şey
olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Şöyle de denilmiştir:
Hayvanın Öldürülmesi, olmadık şekilde çirkin bir yavru yavrulamaması içindir.
Bu durumda böyle bir hayvanın öldürülmesi bu sebepten ötürü sünnetten gelen
rivayetle beraber bu husustaki maslahattan dolayı olur. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
Ebû Dâvûd, İbn
Abbas'tan şöyle dediğini rivayet eder: Hayvan ile zina edene had yoktur. Ebû
Dâvûd der ki: Ata da böyle demiştir. el-Hakem ise şöyie dernektedir: Görüşüme
göre böyle bir kimseye celde vurulur, fakat had noktasına gelinmez. el-Hasen
de bu kişi zina eden kişi ayarındadır, demiştir.[200]
ez-Zuhrî der ki:
Muhsan otsun olmasın ona yüz celde vurulur. Malik, es-Sevrî, Ahmed ve rey
ashabı ise, ona tazirde bulunulacağını söylemişlerdir. Ata, en-Nelıaî ve
el-Hakem'den de bu görüş rivayet edilmiştir. Şafiî'den ise farklı rivayetler
gelmiştir. Böyle bir husus ise, bu konuda onun mezhebine daha uygundur. Cabir
b. Zeyd der ki: Böyle birisine had uygulanır. Ancak, o hayvanın kendisine ait
olması hali müstesna.
[201]
Yüce Allah'ın:
"Sizden evvel âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasızlığı mı
yapıyorsunuz" buyruğundaki edatı, cinsin istiğrakı (türün kapsamını
anlatmak) içindir. Yani, Lût kavminden önce hiç bir toplumda bu iş görülmüş
değildir. İnkarcılar ise, bu işin onlardan önce de yapıldığını ileri
sürerlerse de doğru olan Kur'ân-ı Kerim'in bildirdiğidir.
en-Nakkâş'ın
naklettiğine göre İblis, -Allah'ın laneti üzerine olsun- bu işi onlara
kendisine yaptırmak suretiyle başlatmıştır. Bunun üzerine onlar birbirlerine
yaklaşmaya başladılar.
el-Hasen der ki: Onlar
bu işi yabancılara yapıyorlardı. Bunu kendi aralarında biri diğerine
yapmıyordu.
İbn Mace de Cabir b.
Abdullah'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki:
"Şüphesiz ümmetim için en korktuğum şey Lût kavminin işini yapmaktı.[202]
Muhammed b. Sîrin de der ki: Hayvanlar arasında Lût kavminin amelini yapan
yalnızca domuz ve eşektir.
[203]
81. "Çünkü siz,
kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Hayır, siz çok ileri
giden bir kavimsiniz."
Yüce Allah'ın: "Çünkü
siz" buyruğunu, Nâfi' ile Hafs, bir haber kipi olarak esreli tek bir
hemze ile okumuşlardır. O taktirde bu, daha önce söz geçen hayasızlığı
açıklamak üzere varid olmuş bir buyruk demek olur. O bakımdan bunun başına
hemze getirmek güzel olmaz. Zira, getirilecek bir hemze (soru edatı, bundan
sonra gelecek olan buyruklar ile önce gelen buyruklar arasındaki bağı
kopartır.
Ancak, diğerleri,
azarlamak anlamına gelecek şekilde istifham (soru) lafzı üzere iki hemzeli
okumuşlardır. Bunun güzel olması ise, ondan önceki buyrukların da sonrakilerin
de müstakil birer ifade olmalarıdır.
Ebıt Ubeyd, el-Kisaî
ve başkaları birinci okuyuşu tercih etmişler ve yüce Allah'ın şu buyruğunu
delil göstermişlerdir: "Sen Öldükten sonra onlar ebedi mi
kalacaklar?" (el-Enbiyâ, 21/34) Bu buyrukta soru edatı başa gelmiş ve;
Onlar mı..." diye buyurmamıştır.
Yine: Eğer o ölür veya
öldürülürse ökçeleriniz üstünde geriye mi döneceksiniz" (Âl-i İmran,
3/144) diye buyurmuş ve ... Dönecek misinizi"' diye buyurmamıştır.
Ancak, böyle bir şey
oldukça çirkin bir yanlışlıktır. Çünkü ontar, bunu söylerken birbirine
benzemeyen iki şeyi birbirine benzetmiş olmaktadırlar. Zira, (bu son iki
âyette) görülen şart ve cevabı tek bir şey gibidirler. Mübteda ve haber gibi. O
bakımdan, bu İkisinde iki ayrı istifham olması caiz değildir. Mesela; Eğer sen
ölürsen onlar mı..." demek doğru olmaz. Nitekim "Zeyd mi, gidiyor
mu?" demenin doğru olmadığı gibi. Hz. Lût kıssasında ise iki cümle yer
almaktadır. Dolayısı ile bunların her birisi için ayrı ayrı soru edatı getirme
imkânı da vardır. el-Halil ve Sibeveyh'in görüşü budur, en-Nehhas, Mekkî ve
başkaları da bu görüşü tercih etmişlerdir.
"Şehvetle"
kelimesi mastar olarak nasbedilmiştir. Yani siz, onları arzulayarak, şehvet
duyarak mı istiyorsunuz? Bununla birlikte hal mahallinde mastar olması da
mümkündür.
"Hayır siz, çok
Ueri giden bir kavimsiniz" buyruğuna yüce Allah'ın: "Hayır siz,
haddi aşan bir kavimsiniz" (eş- Şûrâ, 26/166) buyruğu birbirine
benzemektedir. Yani si2, şirkle birlikte bu hayasızlığı işlemekle çok aşırıya
kaçmış oluyorsunuz.
[204]
82. Kavminin cevabı
yalnızca: "Çıkarın onları ülkenizden. Çünkü onlar, fazla temiz kalmak
isteyen insanlarmış" demek oldu.
83. Bunun üzerine Biz
de hem onu, hem ehlini kurtardık. Ancak karısı geride kalıp helak edilenlerden
oldu.
Yüce Allah'ın:
"Kavminin cevabı yalnızca; Çıkarın onları..." yani, Lût'u ve ona tabi
olanlan. "Çünkü onlar, fazla temiz kalmak isteyen insanlarnuş" buyruğu,
onlar bu işi yapmaktan uzak durmaya çalışan kimselermiş, demektir.
"Adam temiz
kalmaya çalıştı" ifadesi, günahtan kendisini sakındırdı anlamana gelir.
Katade der ki: Allah'a yemin ederim onları, ayıp ol-mıyan bir şeyden dolayı
ayıplamaya çalıştılar.
"Geride kalıp
helak edilenlerden" yani, Allah'ın azabı içerisinde kalanlardan
"oldu." Bu açıklamayı İbn Abbas ve Katade yapmıştır. tabiri, hem
geçip gitti, hem kaldı anlamında kullanılan zıt anlamlı kelimelerdendir.
Kimisi de geçip gitti anlamı, noktasız "ayn" ile kullanılması
halindedir. Kaldı anlamı ise, noktalı "ğayn" İledir, demektedir. Bu
açıklamayı da İbn Fâris, "el-Mücmet" adlı eserinde nakletmektedir,
ez-Zeccâc ise, Geride
kalıp helak edilenlerden" yani, kurtuluştan uzak kalan, kurtulanlar
arasında hazır bulunmayanlardan oldu, demektir.
Bunun, ömrünün
uzunluğu dolayısıyla kalanlardan oldu, anlamına geldiği de söylenmiştir.
en-Nehhâs der ki: Ebu Ubeyde buradaki buyruğunun; o, ömrü oldukça uzun
kimselerdendi, yani o, oldukça kocamış, yaşlanmıştı, anlamına geldiği
kanaatindedir. Sözlükte ise bu kelime, çoğunlukla kalıcı, kalan anlamına kullanılır.
Şair recez vezninde şöyle demektedir
"Yüce ilahımız
geçeni de kalanı (geleceği) de ona mağfiret ettiğinden beri Muhammed asla
gevşeklik göstermedi."
[205]
84. Onların üzerine
bir yağmur yağdırdık. Günahkârların sonunun nasıl olduğuna bir bak!
Hz. Lût, yüce Allah'ın
da açıkiamış olduğu gibi, gecenin bir bölümünde (el-Hici, 15/65) aile halkı ile
yola koyuldu. Daha sonra Hz. Cebrail aldığı emir üzerine kanadını şehirlerinin
altından soktu, kökünden koparıp yukarı doğru kaldırdı. O kadar ki, semadakiler
beldelerindeki horozların ötüşlerini, köpeklerin havlayışlarını işitti. Sonra
da beldelerinin üst tarafları aşağıya gelecek şekilde yere yıktı ve üzerlerine
pişmiş çamurdan taş yağmuru yağdırıldı. Denildiğine göre bu taş yağmuru
onlardan şehirlerinde bulunmayanlar üzerine yağmıştı. Hz. Lût iîe birlikte
bulunan karısına da bir taş isabet edip onu öldürdü.
Anlatıldığına göre Lût
kavminin kasabaları dört tane idi. Bunların beş tane oldukları da
söylenmiştir. İnsan sayıları ise dörtyüz bin idi. İleride -yüce Allah'ın
izniyle- Hud Sûresi'nde (11/77. âyet ve devamında) Hz. Lût kıssası bundan daha
geniş bir şekilde gelecektir.
[206]
85. Medyen'e de
kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin.
O'ndan başka hiç bir İlâhınız yoktur. Rabbinizden size apaçık bir belge
gelmiştir. Artık ölçeği ve teraziyi tam tutun. İnsanların eşyasını eksik
vermeyin. Islâh edildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Şayet inanan
kimselerseniz, böylesi hakkınızda daha hayırlıdır.
86. "Ve siz, öyle
her yolun başında oturarak Allah'a iman edenleri tehdit edip ve eğriliğini
arayarak Allah'ın yolundan alıkoymayın. Düşünün ki siz, vaktiyle çok az idiniz
de sîzi çoğalttı. Bir de fesat çıkaranların sonları nice olmuştur, bir
bakıverin!"
87. "Şayet
içinizden bir kısmı benimle gönderilene İman etmiş, bir kısmı da iman
etmemişse; Allah aranızda hükmünü verinceye kadar sabredin. O, hüküm koyanların
en hayırlısıdır."
Bu buyruklara dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[207]
Yüce Allah'ın:
"Medyene de..." buyruğunda geçen Medyen'in bir belde, yahut bir bölge
adı olduğu söylendiği gibi, Bekr ve-Temim denildiği şekilde bir kabile adı
olduğu da söylenmiştir.
Yine denildiğine göre,
Medyenliler İbrahim d-Halil (a.s)'ın oğlu Medyen'in soyundan gelenlerdir.
Medyen'in bir adam
ismi olduğu görüşünde olanlar, bu kelimeyi munsa-nf kabul etmezler. Çünkü bu
kelime, lıem marife (özel isim), hem de acemi {Arapça olmayan) bir isimdir.
Bunu bir kabile yahut bir yerin adı olarak kabul edenlerin görüşüne göre de
munsarıf olmaması daha uygundur.
el -Mebde vî der ki:
Medyen'in, Hz. Lût'un kızının oğlu olduğu da rivayet edilmektedir. Mekkî de
şöyle der: Medyen, Hz. Lût'un kızının kocası idi. Nesebi hususunda farklı
görüşler vardır. Ata, İbn İshâk ve başkaları derler ki; Şuayb, Mîkîl'in oğlu,
o, Yeşcer'in oğlu, o, Medyen'in, o da İbrahim (a.sTın oğludur. Süryanice adı da
Beyrut idi. Annesi ise Hz. Lût'ın kızı Mîkâîl idi.
eş-Şarkî b.
el-Kutanî'nin iddiasına göre ise Şuayb, Ayfa'nın oğlu, o, Yev-beb'İn oğlu, o,
Medyen'in, o da Hz. İbrahim'in oğludur. İbn Sem'an'ın iddiasına göre ise
Şuayb, Cuzey'in oğlu, o,Yeşcer'in, o, Lâvi'nin, o, Yakub'un, o, İslıak'ın, o da
İbrahim'in oğludur.
Şuayb kelimesi, veya
'in küçültme ismidir. Katade der ki: Şuayb, Yevbeb'in oğludur. Hz. Şuayb'ın,
Safvan'ın oğlu, onun, Ayfa'nın, onun Sabit'in, onun Medyen'in, onun da
İbrahim'in oğlu olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır
Hz. Şuayb âma idi.[208]
Bundan dolayı kavmi kendisine: "Ve biz seni aramızda gerçekten zayıf
görüyoruz" (Hûd, 11/91) demişlerdi. Kavmine güzel şekilde cevaplar vermesi
dolayısıyla ona "peygamberlerin hatibi" denir. Kavmi, Allah'ı inkâr
eden, ölçü ve tartılan eksik yapan bir topluluk idi.
"Rabbinizden size
apaçık bir belge" bir açıklama "gelmiştir." Bu ise Hz. Şuayb'ın
peygamber olarak onlara gönderilmesi idi. Kur'an-ı Kerim'de Hz. Şuayb'a ait
herhangi bir mucizeden söz edilmemiştir. el-Kisafnİn
"Kasasu'l-En-biya"dii zikrettiği gibi, "apaçık belge"nin
onun mucizesi olduğu da söylenmiştir.
[209]
Yüce Allah'ın:
"İnsanların eşyasını eksik vermeyin" buyruğunda geçen "Eksik
vermek, eksiltmek" demektir.
Bu, mal tarda kusurlu
olduğunu söylemek ve pek değerli ve rağbet edilen bir şey olmadığını ifade
etmekle; yahut kıymeti hususunda aldatmak suretiyle; ölçü ve tartılarda ise,
fazla ya da eksiltmek suretiyle hileler yapmakla olur.
Bütün bunlar batıl
yollarla mallan yemek kabilindendir. Böyle bir iş; geçmiş ve önceki ümmetler
arasında peygamberler aracılığıyla yasaklanmış bir husustur. (Allah'ın salat ve
selamı hepsine olsun). Allah bize yeter ve O, ne güzel bir vekildir.
[210]
"Islah edildikten
sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın" buyruğu, "eksik vermeyin"
buyruğuna atfedilmiş olup küçük büyük her türlü bozgunculuğu kapsamına alan
bir ifadedir. îbn Abbas der ki; Yüce Allah Hz. Şuayb'ı peygamber olarak
göndermeden önce yeryüzünde türlü masiyetler işleniyor, haramlar helal
belleniyor ve orada kanlar dökülüyordu. İşte, yeryüzünün fesadı, bozulması
budur. Allah, Hz. Şuayb'ı peygamber olarak gönderip de kendilerini Allah'ın
yoluna davet ettikten sonra yeryüzü salah buldu. Kavmine gönderilen her bir
peygamber, kavminin salahı demektir.
[211]
Yüce Allah'ın:
"Ve siz öyle her yolun başında oturarak... Allah'ın yolundan
alıkoymayın." Yüce Allah bu buyruğu ile yollarda oturup Allah'a itaate
götüren yoldan başkalarını alıkoymalarını yasaklamaktadır. Onlar, iman eden
kimseleri işkenceye uğratmakta tehdit ediyorlardı.
İlim adamları, onların
yol başlarında oturmalarının anlamt İle ilgili olarak üç görüş ortaya
atmışlardır. İbn Abbas, Katade Mücahid ve es-Süddî der ki: Bunlar, Hz. Şuayb'ın
bulunduğu yere çıkan yolların başında oturuyor, onun yanına gitmek isteyen kimseleri
tehdit ederek alıkoyuyor ve: O bîr yalancıdır, onun yanına gitme diyorlardı.
Tıpkı Kureyş'in, Peygamber (sav)'a yaptığının aynısını yapıyorlardı. Âyetin
zahirinden de anlaşılan budur.
Ebu Hureyre de şöyle
demiştir: Bu, yol kesmeyi ve yolu kesilenlerin mallarını almayı
yasaklamaktadır. Onlar, bu işi yapıyorlardı. Peygamber (sav)'dan da şöyle
dediği rivayet olunmuştur: "İsrâya götürüldüğüm gece yol üzerinde bir
kereste parçası gördüm. Onun yanından bir elbise geçecek olsa, mutlaka o
elbiseyi parçalardı. Yanından geçen her şeyi de mutlaka delerdi. Ben: Bu ne
oluyor, Ey Cebrail? diye sordum, şöyle buyurdu: Bu, senin ümmetinden yollarda
oturup yollan kesen bir topluluğa dair misaldir. Daha sonra yüce Allah'ın;
"Ve siz öyle her yolun başında oturarak... tehdit edip... Allah'ın
yolundan alıkoymayın" âyetini okudu.[212]
Hırsızlara ve
muhariplere (yo! kesicilere) dair açıklamalar (el-Maîde, 5/33 34. âyetlerin
tefsirlerinde) geçmiş bulunmaktadır. Cenabı Allah'a hamd olsun.
[213]
Yine es-Süddî şöyle
der; Bunlar (gümrük) vergi memurlan ve hakettikle-rinden fazlasını alan
kimselerdi.
Günümüzde şu
insanlardan şer'an almak hakları bulunmayan mali yükümlülükleri zorla, baskı
ile alan şu vergi memurlan onlara benzer. Bunlar, ash itibari ile tazminat
olarak verilmesi caiz olmayan zekât, miras, oyun ve eğlence yerlerini tazminat
olarak (ihale yoluyla) verdiler, Çokça var olan ve diğer beldelerde de
uygulamaya koyulan, bunun dışında yollarda bulunan görevliler de bu
kabildendir. Bu ise, günahların en büyüğü, en çirkini ve en ağır olanıdır. Bu
uygulamalar gasptır, zulümdür, insanlara baskıdır, münkeri yaygınlaştırmaktır,
münker gereğince amel etmektir, bunu sürdürmektir, münkeri kabul etmektir. Bu
işin (vebal itibariyle) en büyüğü ise, şeriatı ve hakimlik yapma işini de
ihaleye (tadmine) çıkartmaktır. İnnâ lillah ve innâ ileylü râciun.'İslâm'dan
geriye yalnızca onun şekli kalmıştır. Dinden de yalnızca adı kalmıştır. Bu
açıklamayı ise, daha önce geçen ölçü ve tartılar ile ilgili bunları eksik
yapmaya dair hususlarda mal ile ilgili varid olmuş nehiy de desteklemektedir.
Yüce Allah'ın: O'na
(Allah'a) iman edenleri" buyruğundaki zamirin yüce Allah'ın adına ait
olması muhtemel olduğu gibi, yolda oturmaktan kastın, Hz. Şuayb'a gidenleri
engellemek olduğu görüşünde olanlara göre zamirin Hz. Şuayb'a da ait olması,
yola da ait olması mümkündür.
" Eğriliğini"
buyruğu hakkında Ebu Ubeyde ve ez-Zeccâc şöyle demektedir: Manevi hususlara
dair kullanılır?'1 hu kelimenin "ayn" harfi esre-li, maddi hususlara
dair kullanılacak olursa üsip okunur.
Yüce Allah'ın:
"Düşünün ki, siz vaktiyle çok az idiniz de sizi çoğalttı"
yani sayınızı artırdı
ve fakir iken sizi zengin kılarak servetinizi çoğalttı, demektir. Bu da
önceleri fakir idiniz, sonraları sizi zengin etti anlamındadır.
"Sabredin."
Bu emir, küfür üzere kalmaya devam etmeye dair bir emir değildir, bir
tehdittir.
" Eğer içinizden
bir kısmı... iriüşse" buyruğunda fiil mana nazar-ı İtibara alınarak
müzekker olmuştur. Eğer (faili olan "taife bir kısım") nazar-ı
itibara alınacak olsaydı; lafzının yerine şeklinde gelmesi gerekirdi.
[214]
88. Kavminden büyüklük
taslayan, İleri gelenler: "Ey Şuayb, seni ve , seninle beraber İman
edenleri muhakkak ülkemizden çıkaracağız yahut mutlaka bizim dinimize
döneceksiniz" dediler. O: "Ya istemesek de mi?" dedi.
89. "Allah bizi
ondan kurtardıktan sonra yine sizin dinînize geri dönersek, doğrusu Allah'a
karşı yalan uydurmuş oluruz. Ona dönmemiz bizim için olacak şey değildir.
Meğer ki, Rabbimİz olan Allah dileye. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır.
Biz, ancak Allah'a güvenip dayandık. Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında Sen
hak ile hükmet. Sen hükmedenlerin en hayirhsisuı."
Yüce Allah'ın:
"Kavminden büyüklük taslayan, ileri gelenler: Ey Şuayb, seni ve seninle
beraber İman edenleri muhakkak ülkemizden çıkaracağız yahut mutlaka bizim
dinimize döneceksiniz, dediler" buyruğunun anlamı, daha önceden geçmiş
bulunmaktadır.
"Yahut mutlaka
bizim dinimize döneceksiniz" sözleri, dinimize gelirsiniz, onu kabul
edersiniz demektir.
Şöyle de denilmiştir:
Hz. Şuayb'a tabi olaniar, ona iman etmeden önce küfür üzere idiler. Yani
önceden nasıl bizim dinimiz üzere idiyseniz, tekrar mutlaka bize döneceksiniz,
anlamına geiir.
ez-Zeccâc der ki:
("Geri dönmek" anlamına gelen) avdet'in, bir şeyi baştan yapmak
anlamına gelmesi de mümkündür. Mesala, filan kişiden bana hoş olmayan bir şey
avdet etti denilirken, geldi anlamı kastedilir. Velevki, ondan önce hoş olmayan
bir şey gelmiş olmasın. Yani, ondan hoş olmayan bir şey bana ulaştı
anlamındadır.
Hz. Şuayb onlara:
"Ya istemesek de mi?" diye cevap vermişti: Yani, biz istemeyecek
olursak bizi buna mecbur mu edeceksiniz? Bu da bizi ya vatanımızdan çıkmak
yahut dininize geri dönmek zorunda mı bırakacaksınız, anlamındadır. Bu da;
eğer siz böyle bir şey yapacak olursanız, gerçekten çok büyük (ve kötü) bir iş
yapmış olacaksınız, demektir.
"Allah bizi ondan
kurtardıktan sonra yine sizin dininize geri dönersek, doğrusu Allah'a karşı
yalan uydurmuş oluruz." Bu sözleriyle, kendilerinin tekrar kavimlerinin
dinlerine dönmekten yana ümitlerini kesmelerini söylemektedirler.
"Ona dönmemiz
bizim için olacak şey değildir. Meğer ki Rabbimiz olan Allah dileye." Ebu
İshak ez-Zeccâc der ki: Yani bizim tekrar dininize geri dönüşümüz, ancak Allah'ın
meşîetine bağlıdır. Daha sonra Ebu İshak şöyle der: Ehl-İ sünnetin görüşü
budur. Yani, bizim küfre dönüşümüz ancak Allah'ın böyle bir şeyi dilemesi
halinde sözkonusu olur. Buna göre istisna mun-katı'dır. Burada istisnanın yüce
Allah'ın iradesine teslimiyet manasına geldiği de söylenmiştir. Nitekim bir
başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "Benim muvaffakiyetim ancak Allah
iledir" (Hud, 11/88). Buna delil, bundan sonra gelen buyruğun:
"Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır* şeklinde gelmesidir. Denildiğine
göre bu, bir kimsenin: (Erkek) karga yumurtlayıncaya kadar seninle
konuşmayacağım. Deve de iğne deliğinden geçinceye kadar seninle konuşmayacağım
sözüne benzer. Çünkü karga hiç bir zaman yumurt-îamaz, deve de iğne deliğine
sığmaz.
Yüce Allah'ın:
"Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır" yani O, olmuşu da olacağı da
bilir.
"İlini''
kelimesi, temyiz olarak nasb edilmiştir.
"Ona dönmemiz
bizim İçin olacak şey değildir" buyruğunun, şu anlama geldiği
söylenmiştir: Siz, bizimle birlikte bulunmaktan hoşlanmadığınıza göre, tekrar
aynı kasabanıza dönmeyeceğiz, Bunun yerine biz, sizin kasabanızdan çıkacak ve
başkasına hicret edeceğiz. "Meğer ki, Rabbimiz olan Allah dileyc."
Bizim ona dönüşümüzü isteye. Ancak böyle bir açıklama uzak bir İhtimaldir.
Zira kasabaya dönüşü ifade etmek için âyet-i kerimedeki gibi "fi"
lıarf-i cerri değil de, "lam" harf-i çerri kullanılır.
Yüce Allah'ın:
"Biz ancak Allah'a güvenip dayandık" buyruğu bizim dayanağımız ancak
O'dur demektir. Buna dair açıklamalar, daha Önce bir kaç yerde geçmiş
bulunmaktadır. (Bk. Âl-i İmran, 3/122. âyetin tefsiri).
"Rabbimiz,
bizimle kavmimiz arasında Sen hak İle hükmet." Katade der ki: Yüce Allah
onu iki ümmete, Medyen ahalisi ile Ashabu'l-Eyke'ye peygamber olarak
göndermişti. İbn Abbas da şöyle demektedir: Hz. Şuayb çokça namaz kılan birisi
idi. Kavminin küfür ve isyanlarında devam etmesi uzayıp gidince, onların da
salah bulacağından ümit kesince, beddua ederek: "Babbi-miz, bizimle
kavmimiz arasında Sen hak ile hükmet, Sen hükmedenlerin en hayırlısısın"
diye dua etmiş, şanı yüce Allah da onun duasını kabul ederek kavmini büyük bir
sarsıntı ile helak etmişti.
[215]
90. Kavminden kâfir
olan ileri gelenler: "Şuayb'a uyarsanız, andol-sun ki, o takdirde muhakkak
en büyük zarara uğramış kimseler olacaksınız" dediler.
91- Bunun üzerine
şiddetli sarsıntı onları yakalayiverdi de yurtlarında diz üstü çökenler
oldular.
92.
Şuayb'ıyalanlayanlar, zaten orada oturmamış gibi oldular. Şuayb'ı
yalanlayanlar, işte en büyük zarara uğrayanlar onlar oldular.
93- Bunun üzerine
onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: "Kavmim, an-dolsun ben size Rabbİmin
vahiylerini tebliğ ettim. Ve size içtenlikle öğüt verdim. Şimdi kâfir bir
topluma nasıl tasalanayım?"
"Kavminden kâfîr
olan ileri gelenler" kendilerinden daha aşağılarda bulunanlara:
"Şuayb'a uyarsanız andolsun o takdirde muhakkak en büyük zarara uğramış
kimseler olacaksınız" yani, lıelâk olacaksınız dediler. "Bunun
üzerine şiddetli sarsıntı" yani, zelzele; yahut, denildiğine göre çığlık
"onları yakalayıverdi de yurtlarına diz üstü çökenler oluverdiler."
Ashabu'l-Eyke ise, ileride geleceği üzere ez-Zulle (yani, içinde ateş bulunan
ve üzerlerine ateş yağdıran bulut) azabı ile helak edildiler. (Bk. eş-Şuarâ,
26/189). "Şuayb'ı yalanlayanlar zaten orada oturmamış gibi oldular."
el-Curcânî der ki: Bu buyruğun yeni bir başlangıç ifadesi olduğu söylenmiştir.
Yani, Şuayb'ı yalanlayan kimseler eskiden beri ölüp kalmış kimseler gibi
oldular, anlamındadır.
"İkamet
ettiler," oturdular anlamındadır. Bir yerde ikameti anlatmak için;
"Filan yerde ikamet ettim" denilir. "Bir yerde uzun süre
kalmak" anlamına da gelir. ise, "konaklanılan yer" demektir.
Çoğulu da; OjjlîJi) şeklinde gelir. Şair Lebid der ki:
"Ve ben Dâhi s
(diye bilinen atın yanş için) koşmasından önce
altı gün ikamet ettim.
Eğer bu çok iddiacı nefsin ebediliği olsaydı."
Hatim et-Taî de şöyle
de mi ş-.
"Biz uzun bir
zaman hem yoksul, hem zengin kalakaldık. Nitekim zamanın günleri arasında zor
planı da var, kolay olanı da. Yumuşağtyla, sertiyle zamanın her türMıhalini
kazandık. Ve zaman bize bu ikisinin bardağıyla hepsini içirdi. Fakat akrabaya
karşı azgınlığımızı artırma di Zenginliğimiz. Ne de fakirlik bizim şerefimizi
küçülttü."
"Şuayb'ı
yalanlayanlar, işte en büyük zarara uğrayanlar onlar oldular."
Bu, yeni bir hitap
başlangıcıdır, lıem yergi ve azarda ileri dereceyi ifade ediyor, aynca
meselenin büyüklüğünü ve önemini tekrar dile getiriyor. Şuayb'ın kavmi: Kim,
Şuayb'a uyarsa o da hüsrana uğramış olur. Dedikleri için yüce Allah asıl bu
sözü söyleyenlerin hüsrana uğrayan kimseler olduklarını ifade buyurdu.
"Şimdi kâfir bir
topluma nasıl tasalanayım?" Ne diye üzüleyim? Üzüldüm," Üzülürüm,
üzülüyorum" şeklinde gelir, mastarı; ism-i faili de "Üzülen"
şeklinde gelir.
[216]
94. Biz hangi
memlekete bir peygamber gönderdiysek halkını, yalvarıp yakarsmlar diye mutlaka
fakirlik, sıkıntı ve hastalığa uğratmışındır.
95- Sonra bu
sıkıntının yerini iyilikle değiştirdik. Nihayet çoğaldılar ve:
"Atalarımıza da darlık ve genişlik dokunmuştur dediler. Bunun üzerine Biz
de kendileri farkında olmadan onları ansızın yakalayıverdik.
Yüce Allah'ın:
"Biz hangi memlekete bîr peygamber gönder diys ek"
buyruğunda hazfedilmiş
bazı ifadeler vardır. Bunlar da şöyledir: Oranın ahalisi de eğer peygamberleri
yalanladı ise, mutlaka onları azap ile yakalayıverdik.
"Halkını,
yalvarıp yakarsınlar diye, mutlaka fakirlik, sıkıntı ve hastalığa
uğratmışladır." Bu buyruğun benzerlerine dair açıklamalar, (el-Bakara,
21X11. âyec, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Sonra bu
sıkıntının yerini iyilikle değiştirdik" yani kuraklıklarını bol-iuk,
verimlilik ile değiştirdik. "Nihayet çoğaldılar" buyruğundaki; f
\yi-) kelimesinin "çoğaldılar" anlamına geldiğine dair açıklama tbn
Abbas'tan nakledilmiştir. İbn Zeyd ise; malları ve evlatları çoğaldı demektir,
der.
kelimesi, zıt anlamlı
kelimelerden olup hem çoğaldı, hem de izi silinip gitti, anlamına gelir.
Şanı yüce Allah, bu
buyruğuyla bizlere, onları sıkıntı ile yakaladığını, bolluk da verdiğini fakat
bu işlerinden vazgeçmeyip şükretmediklerini bildirmektedir. Ve
"Atalarımıza da darlık ve genişlik dokunmuştur dediler" biz de onlar
gibiyiz. "Bunun üzerine Biz de kendileri farkında olmadan" daha çok
hasret çeksinler diye "onları ansızın yakalayıverdik."
[217]
96. Eğer o ülke halkı
iman edip de sakınmış olsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden nice
bereketler açardık. Fakat onlar yalanladılar. Bunun İçin Biz de kazanmakta
oldukları yüzünden onları yakalayıverdik.
"Eğer o ülke halkı..."
buyruğunda geçen; kelimesi, "karye"nin çoğuludur. Şelıire karye
denilmesi, orada insanların toplanıp bir araya gelmelerinden dolayıdır. Bu da;
"suyu bir araya topladım" anlamını ifade eden; tabirinden alınmıştır.
el-Bakara Sûresi'nde (2/57. âyet, 2. başlıkta) buna dair yeterli açıklamalar
geçmiş bulunmaktadır.
"İman edip"
tasdik edip "sakınmış" yani, şirkten korunmuş "olsalardı elbette
üzerlerine gökten ve yerden nice bereketler açardık." Yağmur yağdırır,
bitki bitirirdik.
Bu ise daha önce
kendilerinden söz edilen özel bîr takım kavimler hakkında böyledir. Zira kimi
zaman mü'minler geçim darlığı ile imtihan olunabilirler. Ve bu onların
günahlan için bir keffaret olur. Nitekim Hz. Nuh'un kavmine şöyle dediği bize
bildirilmiştir: "Arkasından dedim ki: Rabbinizden mağfiret isteyin. Çünkü
O, çok mağfiret edicidir. Böylece üzerinize semâyı bol bol salıverir,"
(Nuh, 71/10-11) Hz. Hud'dan da şöyle dediğini haber vermektedir: "Ey
kavmim, Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin ki, üstünüze gökten
bol bol (yağmur) göndersin" (Hûd, 11/52).
Böylelikle özel olarak
onlara yağmur ve bolluk vadinde bulunmuştur. Bunun özel olduğuna da yüce
Allah'ın: "Fakat onlar yalanladılar, bunun için Biz de kazanmakta
oldukları yüzünden onları yakalayıverdik" buyruğu delildir. Yani,
peygamberleri yalanladılar. Mü'minler ise peygamberi tasdik ettiler, yalanlamadılar.
[218]
97. Acaba o ülkeler
halkı geceleyin uyurlarken azabımızın kendilerine geleceğinden emin mi
oldular?
98. Yoksa o ülkelerin
halkı kuşluk vaktinde oynarlarken de azabımızın kendilerine geleceğinden yana
emin mi oldular?
"Acaba o ülkeler
halkı... emin mi oldular?" buyruğun-daki soru, inkâr İçin, "fe"
harfi de atıf içindir. Bunun bir benzeri yüce Allah'ın: "Onlar,
cahiliyenin hükmünü mü..." (el-Maide,-5/50> buyruğudur.
"Ülkeler
(el-Kura)"dan kasıt Mekke ve çevresidir. Çünkü onlar da Muham-med (sav)'ı
yalanladılar. Bunun, bütün ülkeler (karyeler.) hakkında umumî olduğu da
söylenmiştir.
"Geceleyin
uyurlarken azabımızın kendilerine geleceğinden emin mi oldular? Yoksa, o
ülkelerin halkı... azabımızın kendilerine geleceğinden yana emin mi
oldular?" buyruğundaki ": yoksa; yahut" kelimesini, el-Haremî
adındaki iki kişi[219] ile
İbn Âmir atıf için "vav" harfini ibaha (yani birinden biri) anlamını
ifade etmek üzere böyle okumuşlardır. Yüce Allah'ın: "Onlardan hiç bir
günahkâra veya nanköre itaat etme" (el-İnsan, 76/24) buyruğu ile, ister
el-Hasenle, İster İbn Sîrin ile otur ifadelerine benzer. Yani: Bunlar, bu
cezalardan herhangi birisinden yana emin mi oldular demektir. Bunun da anlamı
şudur: Eğer siz bunlardan herhangi birisinden yana emin olsanız dahi ötekinden
emin olamazsınız. Bununla birlikte; 'in, iki şeyden birisi hakkında
kullanılması da mümkündür. Mesela, ben Zeyd'i, yahut Amr'ı vurdum, demek gibi.
Diğerleri ise,
"vav" harfini üstün ve ondan sonra hemzeli olarak okumuşlardır.
Böyle okuyanlar da "vav" harfini başına soru hemzesi girmiş atıf harfi
olarak okurlar. Yüce Allah'ın şu: Onlar, ne zaman bir ahidle bağlandılarsa...
mı" (el-Bakara, 2/100) buyruğuna benzemektedir.
Yüce Allah'ın:
"Kuşluk vaktinde oynarlarken" buyruğunun anlamına gelince, yani onlar
kendilerine fayda vermeyen şeylerle meşgul iken demektir. Kendisine zarar
veren ve fayda sağlamayan işlerle uğraşan herkese "oyun oynayan"
denilir. Bu açıklamayı en-Nehhâs zikretmiştir. es-Sıhah'ta da şöyle
denilmektedir: Oyun anlamındaki; bilinen bir şeydir. "Ayn" harfinin
sakin olması da bu aniama gelir. ise, ardı arkasına oyun oynadı, demektir, çokça oynayan kişi anlamına gelir. ise,
mastardır. (Çok oyun oynamak), Çokça oyun oynayan kıza da denilir.
[220]
99. Yahut onlar,
Allah'ın azabından emin mi oldular? Hüsranda olan kavimden başkası Allah'ın
azabından emin olamaz.
Yüce Allah'ın: Yahut
onlar Allah'ın azabından emin mi
oldular"
buyruğundaki "Allah'ın meleri", onların melerlerine (hile ve
tuzak-lanna) karşılık olarak Allah'ın onlara vereceği azap ve cezası demektir.
Onun mekrinin, nimet ve sıhhat ile istidracı anlamına geldiği de söylenmiştir.
100. Yeryüzüne
sahiplerinden sonra varis olanlara, hâlâ şu belli olmadı mı: Eğer Biz
dileseydik onları da günahlarından ötürü azaplandmr, kalplerini mühürlerdik de
işitmez oluverirlerdi.
Yüce Allah'ın:
"Yeryüzüne,., varis olanlara" buyruğu ile Mekke kafirleri ve
çevresindekiler kastedilmektedir. "Hâlâ şu belli olmadı mı", yani bu
husus onlara şu gerçeği açıkça göstermedi mi: *Eğer Biz dileseydik onları da
günahlarından" küfürlerinden ve yalanlamalarından "ötürü
azaplandırır" onları azap ile yakalar "kalplerini mühürlerdik."
Yani Biz, kalplerini mühürleriz demektir. O halde bu yeni bir cümledir.[221]
Bunun, daha önce geçen "azaplandmr* fiiline atıf olduğu da söylenmiştir.
Yani, (her iki fiil de mu-zari anlamım verecek şekilde) azaptandınrız ve
mühürleriz anlamına getir. Bu durumda dili geçmiş olan (azaplandırırdık
anlamındaki) fiil, (mühürleriz anlamındaki) geniş zaman fiili gibi kullanılmış
olur.
[222]
101. İşte o beldelerin
haberlerinden bîr kısmını sana anlatıyoruz. Gerçekten peygamberleri onlara
apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat daha önce yalanladıkları şeylere iman
etmediler. İşte Allah, kâfirlerin kalplerim böyle mühürler.
"İşte o
beldelerin..." Yani, şu helak ettiğimiz beldelerin. Bunlar, daha önce
sözü edilen Nuh, Âd, Lût, Hud ve Şuayb beldeleridir. Biz o beldelerin "haberlerinden
bir kısmını sana anlatıyoruz." Yani, onlara dair haberlerin bir bölümünü
sana okuyoruz. Bu anlatılanlar da Peygamber ('sav)'a ve müslü-manlara bir
tesellidir.
"Fakat, daha önce
yalanladıkları şeylere İman etmediler." Yani, bu kâfirler, eğer heiâk
ettikten sonra onları diriltmiş olsaydık, yine iman edecek değillerdi. Bu
açıklamayı Mücahid yapmıştır. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu
buyruğudur: "Eğer geri döndürülürlerse, elbette nehy olundukları şeye
yine geri dönerler." (el-En'âm, 6/28) İbn Abbas ve er-Rabİ' de şöyle
demektedirler: Yüce Allah, onlardan ahid aldığı gün, onların peygamberlere
iman etmeyeceklerini biliyordu.
"Daha önce
yalanladıkları şeylere* buyruğu İle kastedilen ise, onları Hz. Adem'in
sulbünden çıkartıp da kendilerinden ahid aldığı gün ister istemez iman etmeleri
kastedilmektedir. es-Süddî der ki: Onlardan ahid alındığı gün istemeyerek İman
ettiler. Dolayısıyla onlar, şimdi hakikaten iman edecek değillerdir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Onlar kendilerine mucize gösterilmesini istediler. Bu mucizeleri
gördüklerinde ise, mucizeyi görmeden önce yalanladıkları şeye İman etmediler.
Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğudur; "Evvelce ona iman
etmedikleri gibi..." (el-En'âm, 6/110) buyruğudur.
"İşte Allah
kâfirlerin kalplerini böyle mühürler." Yani, sözü geçen bu kimselerin
kalplerini mühürlediği gibi, Muhammed (sav)'ı inkâr eden kâfir olanların
kalplerini de böylece mühürler.
[223]
102. Onların çoğunda
ahde vefa bulamadık. Onların çoğunu gerçekten fâsık kimseler bulduk.
Yüce
Allah'ın:"Onların çoğunda ahde vefa bulamadık" buyruğunda yer alan;
edatı fazladan gelmiştir (zaiddir). Ve bu, cins anlamına delalet eder. (Yani
onlarda ahid namına bir şey bulmadık anlamına gelir). Eğer bu edat olmasaydı,
bütün ahidler değil de tek bir ahde bağlılıkları görülmediği anlamı
anlaşılabilirdi.
İbn Abbas şöyle
demektedir: Yüce Allah bu buyruğu ile Adem'in zürriye-ti olarak yaratıldıkları
sırada ruhlardan alınan ahdi kastetmektedir. İşte bu ahdi bozan kimselere
"ahdi yoktur" denilir. Yani, adeta ahid vermemiş gibi davranır.
el-Hasen der ki: Allah'ın Peygamberler ile kullarına ahdi O'na ibadet edip,
O'na hiç bir şeyi ortak koşmamaları demektir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bununla, kâfirlerin bir kaç kısma ayrıldıklarını kastetmektedir.
Onların çoğunluğunun emanetlerine riâyetleri, ahde vefaları yoktur.
Aralarından bazıları az olsalar dahî, kâfir olmakla birlikte emanete riâyet ederler.
Bu açıklama Ebu Ubeyde'den rivayet edilmiştir.
[224]
103. Sonra onların
ardından Musa'yı âyetlerimizle Flravun'a ve ileri gelenlerine gönderdik.
Onlarsa bu âyetlere karşı zalimlik ettiler. Fesatçıların sonu nice oldu, bir
baki
"Sonra
onların" yani Nuh, Hûd, Salih, Lût ve Şuayb'ın "ardından
Musa'yı" yani İmran oğlu Musa'yı "âyetlerimizle" mucizelerimizle
"Firavun'a ve ileri gelenlerine gönderdik. Onlarsa bu âyetlere karşı
zalimlik ettiler." Yani, küfre saptılar ve bu âyetleri (mucizeleri) tasdik
etmediler. Zulüm, bir şeyi konulmaması gereken, haketmediği yere koymak
demektir.
"Fesatçıların
sonu nice oldu" işlerinin sonunda nereye vardılar; "bir bak."
[225]
104. Musa dedi kb
"Ey Firavun, ben şüphesiz ki âlemlerin Habbi tarafından gönderilmiş bir
peygamberim."
105. "Allah
hakkında haktan başkasını söylememek bana bir borçtur. Gerçekten size
Rabbinizden apaçık bir delil ile geldim. Artık îsralloğullarını benimle
gönder."
106. Dedi ki:
"Eğer sen bir âyet İle gelmişsen, haydi onu göster. Eğer doğru söyleyenlerden
isen."
107. Bunun üzerine
asasını bıraktı, hemen apaçık bir ejderha oluverdi.
108. Elini çıkardı, ne
görsünler, o, bakanlara bembeyaz parlıyordu.
109. Firavun kavminden
ileri gelenler: "Muhakkak bu, gayet bilgin bir sihirbazdır" dediler.
110. "Sizi yurdunuzdan
çıkarmak istiyor." (Firavun sordu): "O halde ne buyurursunuz?"
111. Dediler ki:
"Onu ve kardeşini alıkoy. Şehirlere de toplayıcılar gönder de;
112. "Sana ne
kadar bilgin sihirbaz varsa hepsini getirsinler."
Bana bir borçtur"
anlamındadır. Bunu; diye okuyanların kıraatine göre de; haktan başkasını
söylememeye özellikle gayret gösteren bir kimseyim, anlamına gelir. Abdullah
(b. Mes'ud) kıraatinde ise; Benim vazifem... söylememektir" şeklinde yı
zikret-meksizin okumaktadır.
Buradaki; "
edatının "be" harf-i cerri gibi anlam verdiği söylenmiştir. Yani,
ben söylememekle yükümlüyüm anlamına, gelir. Ubey ile el-A'meş'in kıraatinde
ise; şeklindedir. Bu daYayla attım, ok attım," derken her iki harf-i
cerrin de kullanılmasına benzer. Buna göre; kelimesi, üzerimdeki hak (vazife)
budur, anlamına gelir.
"Artık
İsrailogullarım benimle gönder" buyruğunun anlamı onları serbest bırak
demektir. Firavun, İsraüoğullarım ağır işlerde çalıştırırdı.
"Bunun üzerine
asasını bıraktı" buyruğunda ^bırakmak" anlamındaki "ilkaa"
mastarı hem maddi şeyler hakkında kullanılır, hem de manevi şeyler hakkında
kullanılır ki, buna dair açıklamalar dalıa önceden (ÂH İmran, 3/151. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır,
" İri, büyük
erkek yılan" demektir. Bu yılan çeşitlerinin en büyüğünü ifade eder.
"Apaçık ise, onun yılan olduğunda en ufak bir karışıklık ve şüphe
bulunmaması anlamını ifade eder.
"Elini
çıkardı" elini çıkarıp gösterdi. Elini gömleğinin yakasından, yahut da
koltuğunun altından çıkardığı söylenmiştir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle
buyuru İmaktadır: "Elini de yakana sok. Hastalıksız, parlak, bembeyaz çıkı
verecekt//-"(en-Neml, 27/12). Yani, her hangi bir baraz hastalığı
sözkonu-su olmaksızın bembeyaz çıkacaktır. Hz. Musa, oldukça esmer idi,
Çıkardıktan sonra elini tekrar gömleğinin yakasına sokunca yine eli eski
rengini aldı. İbn Abbas der ki: Hz. Musa'nın elinin arz ile sema arasını
aydınlatan, yukarı doğru yükselen bir nuru vardı. Denildiğine göre, eli kar
gibi parıldayan bembeyaz bir halde çıkıyordu. Onu yakasına geri götürdü mü,
vücudunun sair bölgeleri gibi oturdu.
"Gayet
bilgin" sihiri çok İyi bilen demektir.
"Siziyurdunuzdan
çıkarmak" yani, Ey Kiptiler topluluğu, bu İsrailogullarını önünüze
geçirmek suretiyle sizi mülkünüzden etmek İstiyor demektir.
"O halde ne
buyurursunuz?" Yani Firavun, o halde ne emredersiniz diye sordu. Bunun
Firavun'un çevresindeki ileri gelenlerin söylediği sözlerden olduğu da
söylenmiştir. Yani, çevresindeki ileri gelenler, sadece Firavun'a, ne
buyurursunuz diye çoğul kipi ile -zorba ve başkanlara hitab ederken, bu
husustaki görüşünüz nedir dercesine- soru sordular. Bununla birlikte bu sözü
hem ona, hem de yakın arkadaşlarına söylemiş olmaları da mümkündür.
Ne?" sorusundaki
ref mahallinde, da anlamında ve nasb mahallindedir. Bu iki bitişik edatın da
aynı şey olmalarına rağmen Prabı böyledir.
"Dediler ki: Onu
ve kardeşini alıkoy" buyruğundaki;Onu alıkoy" kelimesini
Medineliler, Âsim ve el-Kisaî (fiilin aslında bulunan "cim" harfinden
sonrakO hemzeyi okumamışlardır. Ancak Verş ile el-Kisaî, "he" harfinin
kesresini işba' ile okumuşlardır. Ebu Amr ise, ("cim" harfinden
sonra) sakin bir hemze ile ve "he" harfini de ötreii olarak
okumuştur. Bu İki okuyuş, iki ayn söyleyiştir. Her iki şekilde Onu
geciktirdim, alıkoydum" denilir. Onu erteledim, anlamındadır. Aynı
şekilde îbn Kesir, İbn Muhaysın ve Hişam da böyle okumuşlardır. Şu kadar var ki
onlar, "he" harfinin üzerindeki ötreyi işba' ile okumuşlardır. Sair
Kûfeliler ise, "he" harfini sakin olarak; diye okumuşlardır. el-Ferra
der ki: Bu, arapların bir şivesidir. Onlar, eğer önceki harf harekeli ise,
va&l halinde zamir olarak gelen "he" üzerinde vakıf yaparlar.
İşte bu Talha'dır, bize doğru geliyor" demek gibi. Ancak Basralılar bunu
kabul etmezler.
Katade der ki: onu
hapset, tut, alıkoy" demektir. İbn Abbas ise, onu tehir et, geciktir
anlamındadır, der. Bu kelimenin; 'dan geldiği de söylenmiştir. Yani, sen onu
umutlandır, bırak umutlansın, anlamındadır. Bu görüşü en-Nehhâs, Muhammed b.
Yezid'den nakletmektedir. Bu kelimenin "he" harfinin esreli okunuşu
ise, itbâ' (Önceki "cim" harfine uydururak) ile okunur. Aslı üzere
ÖtreÜ okunması da caizdir. Bununla birlikte sakin okunuşunun şiirde ancak
istisnai olarak caiz olabilen bir lahin olduğu söylenmiştir.
"Ve
kardeşini" anlamındaki kelime,, "onu alıkoy" anlamındaki
kelimede yer alan zamire alfediimiştir.
"Toplayıcılar"
kelimesi ise hal olarak nasb edilmiştir. "Sana getirsinler" fiili
meczumdur. Çünkü, emrin cevabıdır. İşte bundan dolayı (vav harfinden sonra
gelmesi gereken) "nûn" hazfedilmiştir.
Âsim müstesna,
Küreliler;"İleri derecede ne kadar sihirbaz varsa" diye
okumuşlardır. Diğerleri ise; "Sihirbaz" diye okumuşlardır ki, anlam
itibariyle birbirlerine yakındır. Ancak (birinci okuyuşun vezni
olanKfe'al" vezni anlam itibariyle daha İteri derecede mübalağa ifade
eder.
[226]
113. Sihirbazlar
Fİravun'a geldi. Dediler ki: "Eğer galip gelen biz olursak herhalde bize
bir mükâfat var değil mi?"
114. "Evet, hem siz elbette
yakınlaştırıhmşlardan da olacaksınız" dedi.
Yüce Allah'ın:
"Sihirbazlar Fİravun'a geldi" buyruğunda, bu buyrukları dinleyenin
bilgisi dolayısıyla haberci gönderilmesi sözkonusu edilmemiştir. İbn
Abdi'l-Hakem der ki: Bunlar, on iki nakib idiler. Her bir nakible birlikte de
yirmi arif" vardı. Ve her bir afifin emri altında da bin sihirbaz vardı,
Hepsinin başı İse Mukatil b. Süleyman'ın görüşüne göre Şem'un adındaki birisi
idi.
İbn Cüreyc der ki: Bu
sihirbazlar el-Arîş, Feyyûm ve İskenderiyye'den her bir şehirden üçte bir olmak
üzere dokuzyüz kişi İdiler.
İbn İshâk ise şöyle
demektedir: Bunlar onbeş biasihirbaz idiler. Bu, İbn Vehb'den de böylece
rivayet edilmiştir. Sayılarının oniki bin kişi olduğu da söylenmiştir.
İbnü'l-Münkedir ise, seksen bin kişi olduklarını söylemiştir. Ondört bin kişi
oldukları söylendiği gibi, er-Rîf den, üçyüz bin sihirbaz, es-Said bölgesinden
üçyüz bin sihirbaz, el-Feyyum ve çevresinden de üçyüz bin sihirbaz olduklan da
söylenmiştir. Hepsinin yetmiş kişi oldukları söylendiği gibi, yetmiş üç kişi
olduklan da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Rivayet olunduğuna
göre, sihirbazlarla birlikte üç yüz devenin taşıdığı ipler ve asalar da vardı.
Hz. Musa'nın ejderhaya dönüşen asası bunların hepsini yutuvermişti. İbn Abbas
ve es-Süddî der ki: Ağzım açtığı vakit, bu ağız açıklığı seksen zirai bulurdu.
Alı çenesi yerde, üst çenesi ise köşkün suruna kadar yükselirdi. Ağzının
genişliğinin kırk zira olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Fİravun'a, onu yutmak
üzere gitmiş, o ise tahtından kendisini atarak, bu ejdarhadan kaçıp Hz. Musa'ya
sığınmıştı. Hz. Musa da onu yakalamakla birlikte eski hali asaya dönüvermişti.
Velıb der ki: Asa korkusundan yirmi-beş bin kişi ölmüştü.
"... Herhalde
bize bir mükâfat var, değil mi dediler." Yani, bize bir takım ödüller ve
mallar verilecek değil mi? Burada "fe" harfi getirilerek; Dediler,"
denilmemiştir, Çünkü, bununla Firavun'un yanına ge1diklerindefbu sözleri
söyledikten kastedilmiştir. Bu buyruk, (soru edatsız olarak)Muhakkak bizim
için... vardır" şeklinde haber kipi suretinde de okunmuştur. Bu, Nafi' ve
İbn Kesir'in kıraatidir.
Bu sözleriyle
Firavun'u, galip gelmeleri halinde kendilerine bir miktar mal vermekle mükellef
tutmuş oldular. Firavun da kendilerine: "Evet, hem siz elbette
yakınlaştırıLrmşlardan da olacaksınız" diye cevap verdi. Yani, bizim
nezdimizde oldukça
yüksek bir mevkiye çıkartılacak kimselerden olacaksınız diyerek, onlara
istediklerinden fazlasını da vadetti.
Denildiğine göre
onlar, galip geldikleri takdirde kendi kanaatlerine göre kendilerine böyle bir
mükâfat biçtiler. Yani, galip gelecek olursak bize bir mükâfat bir ücret
verilmesi gerekir, diye düşündüler.
Nâfi' ve İbn Kesir
dışındaki diğer kıraat âlimleri ise, Firavun'dan durumu öğrenmek anlamında
istifham (soru) ile okumuşlardır. Yani, galip gelecek olurlarsa, Firavun
kendilerine bir mükâfat verecek mi, vermeyecek mi diye sorup bu hususta
Firavun'a karşı kesin bir ifade kullanmadılar. Bunun yerine ondan sadece böyle
bir şey yapıp yapmayacağı hususunu öğrenmek istediler. O da onlara: Evet,
galip geldiğiniz takdirde size hem mükâfat var, hem de yakınlaştırılmak, diye
cevap verdi.
[227]
115. "Ey Musa,
sen mi ilk atacaksın, yoksa Uk atanlar biz mi olalım" dediler.
116. "Siz atın*
dedi. Onlar bırakınca, insanların gözlerini büyüle-diler ve onlara korku
saldılar. Ve böylece büyük bir sihir ortaya koydular.
117. Biz de Musa'ya:
"Asanı bırak" diye vahyettik. Bir de ne görsünler! Onların uydurup
düzdüklerini yakalayıp yutuyor.
Sihirbazlar, Uz.
Musa'ya karşı, edebe riâyet ettiler. İşte bu da onların iman etmelerine sebep
teşkil etmişti, Âyet-i kerimedeki; el-Kisaî ve el-Fer-râ'ya göre; ya bırakma
işini sen yaparsın... anlamında olmak üzere nasb ma-hallindedir. Şairin şu
mısraı da bu kabildendir:
"(Yoksa) binmek
(ini) dediler. Biz de, işte bu bizim adetimizdir, dedik."
"Siz atın
dedi" buyruğu ile ilgili olarak, el-Ferra ifadede hazf olduğunu
söylemiştir. Buyruğun manası şudur: Musa onlara dedi ki: Siz asta Rabbini-ze
galip gelemeyecek, O'nun âyetlerini iptal edemeyeceksiniz, Bu ifade ise,
İnsanların sözleri arasında benzeri getirilemeyecek ve buna güç
yetire-meyecekleri Kur'anın mucizevi ifadelerindendir.
Kur'an bir kaç kelime
ile oldukça kapsamlı pek çok manayı ifade edebilmektedir.
Bunun tehdit olduğu da
söylenmiştir. Yani hayır, siz öncelikle atınız. Başınıza gelecek rezillik ve
rüsvayiığı da göreceksiniz, demektir. Zira, Hz. Musa'nın büyü yapılmasını
emretmesini kabul etmeye imkân yoktur. Şöyle de açıklanmıştın Hz. Musa'nın
onlara, bu işi yapmalarını emretmesi, onların yalancılıklarını ve gerçekleri
değiştirip sulandırmalarını ortaya çıkarmak içindi.
"Onlar,
bırakınca" yani, iplerini ve asalarını yere atınca, "insanların gözlerini
büyülediler." Yani, onların gözlerine hakikati olmayan hayeller gösterdiler
ve gözlerinin sağlıklı bir şekilde idrak etmelerini önlediler. Bunu da
gözbağcılık ve el çabukluğu gibi, görenlere gerçekleri sulandırarak hayal göstermeleri
suretiyle yapmışlardı. Nitekim el-Bakara Sûresi'nde (2/102. âyet, 3. başlık ve
devamında) geçmiş bulunmaktadır.
"Büyük bir
sihir" buyruğunun anlamı ise, onlara göre büyük bir sihir idi demektir.
Çünkü, yaptıkları büyü gerçekten pek çok idi. Ama gerçekte büyük değildi.
İbn Zeyd şöyle
demektedir: Bu toplanma İskenderiye'de olmuştu. Yılanın kuyruğu ise,
Buhayra'nsn ta arkasına kadar ulaşmıştı. Başkası ise şöyle demektedir: Yılan,
ağzını açarak onların yere bıraktıkları ip ve sopalarını yutmaya başladı.
Yine denildiğine göre,
onların yere bıraktıkları, içinde civa bulunan ve deriden yapılmış bir takım
iplerdi. Bu ipler harekete geçti ve bunlar yılandır, dediler.
Hafs, "lâm"
harfini sakin ve tahfif ile (şeddesiz olarak) okumuş ve böylelikle bunu;
Yuttu, yutar"dan muzari bir fiil olarak kabul etmiştir. en-Nehhâs der ki:
Bu kıraate göre; dJİîi ) şeklinde okuyuş da caizdir. Çünkü bu da; dan
gelmektedir.
Diğerleri ise şeddeli
ve "lam" harfini üstün olarak okuyup 'in, geniş zaman fiili (muzari)
diye okumuşlardır. Bir şeyi alıp yakalamayı yahut da yutmayı anlatmak kastı
İle; O şeyi alıp yuttum," denilir.
ise, "alır, yutar" şeklinde aynı anlama gelir. Ebu Hatim der ki: Bana
kıraatlerin birisinde bunun; şeklinde "mim" harfi ile ve
"kat"" harfi şeddeli olsrak okunduğuna dair bilgi ulaşmış
bulunuyor. Şair der ki:
"Sen, Musa'nın
asesisin ki, o
Sihirbazın uydurduğu
iftirayı ahp yutan."
Bu beyit; şeklinde
(âyet-i kerimenin lafzında olduğu gibi) de rivayet edilir.
"Uydurup
düzdüklerini" yani, yalan olarak ortaya koyduklarını... Çünkü onlar ip
getirmiş ve iplerin içerisine cıva yerleştirmişlerdi. Sonunda bu ipler hareket
etmeye başlamıştı.
[228]
118. İşte böylece hak
yerini buldu. Onların yapmakta oldukları şeyler de boşa çıktı.
119. Artık oracıkta
yenilmiş oldular, küçülmüşler olarak geri döndüler.
120. Sihirbazlar ise
hep birden secdeye kapandılar.
121. Dediler ki:
"İman ettik âlemlerin Rabbine;
122. "Musa ve
Harun'un Rabbİne."
"işte böylece hak
yerini buldu" buyruğunu Mücahid, hak üstün geldi, açıkça ortaya çıktı
diye açıklamıştır. "Küçülmüşler olarak geri döndüler" buyruğundaki
Küçülmüşler olarak" kelimesi, hal olarak nasbedilmiştir. Bunun fiili ise,
şeklinde gelir.
Yani, Firavun'un kavmi
de Firavun da onlarla birlikte olmak üzere zelil düşmüşler, kahrolmuşlar ve
yenik düşmüşler olarak geri döndüler. Sihirbazlar ise iman ettiler.
[229]
123. Firavun:
"Ben size İzin vermeden önce mi ona iman ettiniz? Bu, şüphe yok ki
ahalisini oradan çıkarmanız için şehirde kurduğunuz gizli bir tuzaktır.
Yakında bileceksiniz" dedi.
124. "Mutlaka
ellerinizi, ayaklarınızı çaprazlama keseceğim. Sonra da muhakkak topunuzu
astıracağım."
125. uBİz, muhakkak
Rabbimize dönücüleriz" dediler.
126. "Sen bizden
ancak Rabbİmizin âyetlerine, onlar bize geldiğinde iman ettik diye intikam
alıyorsun. Ya Rab, üzerimize sabır yağdır ve müslümanlar olarak canımızı
al."
"Firavun: Ben
size izin vermeden önce mi ona iman ettiniz... dedi-" Sözü ile
sihirbazların yaptıklarını red ve İnkâr etmek istemişti. "Bu şüphe yok kî
ahalisini oradan çıkarmanız için şehirde kurduğunuz gizli bir tuzakta-."
Yani, bu hususta Mısır'ı elegeçirmeniz için sizinle onlar arasında bir anlaşma
cereyan etmiştir. Şunu demek İstemişti: Siz bu işi, bu sahraya (düzlüğe) gelip
ortaya çıkmadan önce Mısır şehrinde kendi aranızda kararlaştırmış idiniz.
"Yakında
bileceksiniz." Bu sözleriyle onları tehdit etmişti. İbn Abbas der ki: İlk
çarmıha gererek asan, sağ el ile sol ayak, sol el ile sağ ayak şeklinde'çaprazlama
el ve ayakları ilk kesen kişi Fİravun'dur. Bu da el-Ha-sen'den nakledilmiştir.
"Sen bizden ancak
Rabbİmizin âyetlerini., iman ettik diye intikam alıyorsun"
buyruğundaki: İntikam alıyorsun"
kelimesini el-Hasen "kaf' harfini üstün olarak okumuştur. el-Ahfeş der ki:
Bu bir söyleyiştir. Çünkü, Ben bu işi red ve inkâr ettim,*1 denilir. Bu
ifadelerin anlamı da şöyle olur: Sen ancak bizim Allah'a iman edişimizi çirkin
görüyor, red-
dediyorsun. Halbuki o,
hakkın kendisidir.
"Onlar"
yani, Rabbimizin âyet ve beyyineleri "bize geldiğinde" onlara
"iman ettik diye" bizden "intikam alıyorsun."
"Ya Rab,
üzerimize sabır yağdır." Yani, el ve ayaklarımızı keseceği ve bizi
asacağı vakit sabrı üzerimize bol bol dök. "Ve müslümanlar olarak canımızı
al." Denildiğine göre Firavun, sihirbazları yakalayıp onları nehrin kenarında
parçaladı. Sihirbazların imanı ile birlikte de Hz. Musa'ya altı yüz bin kişi
iman etti.
[230]
127. Firavun kavminden
ileri gelenler şöyle dedi: "Musa ve kavmini yer yüzünde fesadçdık
etsinler, seni ve ilâhlarım terk etsin-ler diye mi bırakacaksın?" O da:
"Oğullarını öldürür yalnız kadınlarını diri bırakırız. Şüphesiz biz,
onların üzerinde kahredici güce sahibiz" dedi.
128. Musa kavmine:
"Allah'tan yardım dileyin ve sabredin. Şüphesiz ki yer yüzü Allah'ındır.
Kullarından dilediğine onu miras verir. İyi âkibet ise takva sahiplerinin
olacaktır" dedi.
Yüce Allah'ın:
"Firavun kavminden ileri gelenler şöyle dedi: Musa ve kavmini yer
yüzünde" tefrikaya düşürmeleri ve topluluğu dağıtmaları suretiyle
"fesatçılık etsinler, seni ve ilâhlarını terketsinler diye mi bırakacaksın?"
Bu buyrukta yer alan; "Seni... terketsinler" buyruğu, "ra"
harfi istifhamın cevabı olarak nasb İle okunmuştur. "Vav" ise,
"fe" harfi yerine gelmiştir.
"İlâhlarını"
buyruğu ile ilgili olarak da el-Hasen şöyle demektedir: Firavun, kendisi
putlara tapıyordu. O, hem kendisi putlara tapıyor, hem de kendisine
tapılıyordu. Süleyman et-Teymî der ki: Bana ulaştığına göre Fira-
vun ineğe tapıyor idi.
Yine et-Teymî der ki: Ben, el-Hasen'e: Acaba Firavun herhangi bir şeye ibadet
ediyor muydu, diye sordum. O şöyle dedi: O, boynuna yerleştirmiş olduğu bir
şeye tapıyordu.
Denildiğine göre 'ın
anlamı, ("senin ilahlarını" değil de) "sana itaati"
şeklindedir. Nitekim yüce Allah'ın: "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını ve
rahiplerini rabler edindiler" (et-Tcvbe, 9/31) diye buyurulmuştur. Halbuki
onlar, haham ve rahiplerine ibadet etmemişler, ama itaat etmişlerdi. O halde
bu, bir örneklendirınedir.
Nuaym b. Meysere
şeklinde ref ile; : Ve o seni terkeder" takdirinde okumuştur. el-Eşheb
el-Ukaylî ise, ötrenin ağırlığı dolayısıyla öt-relisinden tahfif edilmiş
olarak; şeklinde "ra" harfini
sakin olarak okumuştur. Enes b. Malik ise, "ra" harfini Ötreli ve
başta muzaraat harfi "nun" olmak üzere; Seni terk edelim..."
şeklinde; Musa'yı hayatta bırakacak olursa, ona ibadeti kendilerinin de terk
edeceğini bildirmek anlamında okumuştur.
Ali b. Ebi Talib, İbn
Abbas ve ed-Dahhâk ise, (şeklinde; "sana ibadeti" diye okumuşlardır.
Bu okuyuşa göre ise, Fİravun'a ibadet ediliyor, kendisi ise başkasına ibadet
etmiyordu. Yani o, sana yaptığı ibadetini terk mi etsin, anlamındadır.
F,bu Bekr el-Enbarî de
der ki: Bu kıraati benimseyenlerin görüşlerine göre Firavun: "Ben sizin
en yüce rabbinizim" (en-Nâziât, 79/24) ile: "Sizin benden başka bir
ilahınız olduğunu bilmiyorum" (el-Kasas, 28/38) deyince, kendisinin bir
rabbi ve bir ilahesi (tanrıçası) olmasını reddediyordu. Bunun üzerine ona:
Sem' de insan/arın sana ibadetlerini de terk etmesi an/amınrfa, seni ve sana
ibadeti terk etsin diye mi şeklinde ona cevap verilmişti. Ancak, önceden de
geçtiği gibi, genel olarak kıraat, . İlahlarım şeklindedir. Bu ise, Firavun'un,
kendisinin bir rabbi olduğunu bilmekle birlikte zahiren ru-bubiyet iddiasında
bulunmuş olması görüşüne dayanır. Bunun delili ise, ölümün yaklaşması
esnasında; "İsrailoğullannın iman ettiklerinden başka bir iiıtî olmadığına
inandım" (Yunus, 10/90) demiş olmasıdır. Ancak, onun için tnie Kapısının
kapatılmasından sonra bu sözleri söylediği için kabul olun- 3ü sözü söylemeden
önce ise, onun, âlemlerin Rabbi dışında gizlice jdığ: bir ilahı vardı. Bu
açıklamaları el-Hasen ve başkaları yapmıştır.
V-ıey'in kıraatinde
ise âyetin bu bölümü şu şekildedir:
Musa'yı ve kavmini
ibadeti terketmiş oldukları halde, yer yüzünde fesad çıkarsınlar terk
edeceksin?"
Ve senin
tanrıçam" okuyuşu ile ilgili olarak şu açıklama yapılmıştır: O, bir ineğe
tapıyordu. Bir ineğin güzel olduğunu gördü mü, hemen ona ibadet edilmesini
emrederdi ve şöyle derdi: Ben hem sizin rabbinizim, hem de bunun labbiyim. İşte
bundan dolayı yüce Allah: "Onlar için böğü-ren bir buzağı cesedi
çıkardı" (Tâ-Râ, 20/88) diye buyurmuştur. Bunu, İbn Abbas ve es-Süddî
zikretmişlerdir.
ez-Zeccâc da der ki:
Firavun'un küçük bir takım putları vardı. Kavmi, Fı-ravun'a yakınlaşmak kastı
ile bu küçük putlara tapıyorlardı. O bakımdan ibadet ona nisbet edilmiş,
bundan dolayı da o: "Ben sizin en yüce rabbinizim' demişti.
İsmail b. İshâk da der
ki: Firavun'un: "Ben sizin en yüce rabbinizim" demiş olması, onların
Firavun'dan başka bir şeylere de İbadet ettiklerini göstermektedir. Şöyle de
denilmiştir. İbn Abbas'ın kıraatine göre "el-İlâhe"den kasıt
Firavun'un tapındığı inektir. O, bununla güneş i kastetmiştir de, denilmiştir.
Çünkü onun kavmi güneşe tapıyordu. Nitekim şair şöyle demiştir:
"Ve güneş
batmadan önce alel-acele yola koyulduk,"
Firavun, daha sonra
kavmine teselli vererek: "Oğullarını öldürürüz..." dedi. ( JxiLi ):
(Oğullarını) öldüreceğiz" şeklinde şeddesiz okuyuş, Nâfi' ve İbn Kesir'in
kıraatidir. Diğerleri ise çokluk anlamı ifade edecek şekilde şeddeli
okumuşlardır.
"Yalnız
kadınlarını diri bırakırız." Yani, onların size zarar vereceklerinden
korkmayımz. "Şüphesiz biz onların üzerinde kahredici güce sahibiz."
Bu sözleriyle kavmine teselli verdi. Firavun'un, Musa'yı öldürürüz dememesi,
onu öldüremeyeceğini bilmesinden dolayıdır.
Satd b. Cübeyr'den
şöyle dediği nakledilmektedir. Firavun'un kalbi, Musa'nın korkusu ile dolup
taşmıştı. O bakımdan Musa'yı gördü mü, bir eşek gibi küçük abdestini yapardı.
Hz. Musa'nın kavmine Firavun'un bu söyledikleri ulaşınca, onlara:
"Allah'tan yardım dileyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır.
Kullarından dilediğine onu miras verir" diyerek onları Allah'ın
kendilerine Mısır topraklarını miras vereceği hususunda umutlandırdı.
"İyi akibet ise
takva sahiplerinin olacaktır." Yani, cennet takvahların-dtr, dedi. Her
şeyin akibeti, o şeyin sonu demektir. Fakat bu kelime mutlak olarak
kullanılacak olursa ve; akibet filanın oldu, denilecek olursa, örfen bunun
hayırlı ve iyi akibet anlamı vardır.
[231]
129- "Sen bize
gelmezden evvel de, geldikten sonra da İşkenceye uğratıldık" dediler.
Dedi kî: "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı he-îâk eder ve sizi yeryüzünde
halîfeler kılar. O zaman da sizin nasıl davranacağınıza bakacaktır."
"Sen bize gelmezden
evvel. Yanı, senı'n doğumun sırasında erkek çocukların öldürülmesi, kadınların
da köleleştirilmesi suretiyle "geldikten sonra da İşkenceye uğratıldık,
dediler." Şimdi de aynı ceza bize tekrar uygulanacak diyerek Firavun'un
yaptığı tehdidi kastediyorlardı.
Şöyle de
açıklanmıştır: Daha önceden kendilerine yapılan işkenceler ve eziyetler
îsrailoğullannı günün ortasına kadar (Kıplilerin çalıştırmaları) geri kalan
bölümünde ise kendileri için kazansınlar diye serbest bırakmaları idi. Onun
gelişinden sonraki eziyet ve işkence ise, yemeksiz ve bir şey içmeden gündüzün
tamamı kendi işlerinde çalıştırmalarından ibarettir. Bu açıklamayı da Cuveybir
yapmıştır. el-Hasen der ki: Önceki işkence de sonraki işkence de aynı şeydir,
bu da onlardan cizye almaktan ibaretti.
"Dedi kî: Umulur
ki Rabbiniz düşmanınızı helak eder. Ve sizi yeryüzünde halifeler kdar"
buyruğundaki: Umulur ki" ifadesi, Allah tarafından kendisi hakkında
kullanıldığı takdirde vücub ifade eder, Yüce Allah onlara olan vadini yeniledi
ve gerçekleştirdi. Mısır'da da Davud ile Süleyman (ikisine de selam olsun)
dönemlerinde halife kılındılar. Beytülmakdis'i de -önceden de geçtiği gibi-
Yuşa b. Nûn ile birlikte fetlı ettiler. Rivayet edildiğine göre onlar bu
sözlerini Hz. Musa onları Mısır'dan çıkartıp, arkalarından da Firavun onları
takip edince, önlerinde deniz, arkalarında da Firavun'un bulunduğu sırada
söylemişlerdi. Allah Firavun'u ve kavmini suda boğmak, kendilerini de
kurtarmak suretiyle onlara olan vadini gerçekleştirdi.
"O zaman da sizin
nasıl davranacağınıza bakacaktır." Bu buyruğun benzerleri daha önceden
geçmiş bulunmaktadır. Yani, karşılığı verilmesi gereken amellerde nasıl
bulunacağınızı görecektir. Çünkü yüce Allah onlar hakkında bilgisine göre
karşılık vermez. Onların yaptıklarına uygun olarak karşılık verir.
[232]
130. Andolsun ki Biz,
Firavun hanedanını belki düşünüp ibret alırlar diye yıllarca kuraklıkla ve
ürün kıtlığı ile sıkıntıya düşürdük.
Yüce Allah'ın:
"Andolsun ki Biz, Firavun hanedanını... yıllarca kuraklıkla... sıkıntıya
düşürdük" buyruğunda onların kuraklığa maruz bırakıldıkları
anlatılmaktadır. Hadis-i şerifte de: ""Allah'ım, Sen bu yıllan onlar
hakkında Yusuf'un (döneminde görülen) kuraklık yılları gibi yıllar kıl[233]
diye buyurulduğu nakledilmektedir. Araplar arasında "yıllar"
anlamına gelen; 'deki "nûn"u i'rab ile okuyanlar vardır. el-Ferrâ da
şu beyiti nakletmektedir:
"Geçen yılların
benden birşeyler aldıklarını görüyorum.
Tıpkı hilalin
gözükmediği gecelerde gecenin ondan birşeyler aldığı gibi."
en-Nehhâs da der ki:
Sibeveylı ise bu beyiti, "nün" harfini üstün olarak nakletmektedir.
Ancak o, burada başka türlüsü caiz olmayacak şekilde bir beyit nakletmiştir,
Onun da son mısraı şöyledir:
"Ve ben kırk yılı
aşmış bulunuyorum."
el-Ferrâ,
Beniâmirlilerden, onların: "Ey filan, ben onun yanında yıllarca ikamet
ettim," şeklinde bu kelimeyi munsarıf olarak
kullundtklarmı
nakletmiştir. Devamla der ki: Temimoğulları İse bunu mun-sarıf kabul etmez ve:
Ey fiian, onun yıllan geçti," derler. ise, Yılın çoğuludur. Burada ise, anlamında
değil, kuraklık anlamındadır. Nitekim; Topluluk kuraklığa mübtelâ oldu,"
ifadesi buradan gelmektedir. Abdullah b. ez-Ziba'rî de şöyle demektedir:
"O yücelerin Amrt
{Peygamberimizin dedesi Abdulmuttalib'in babası Haşim b. Abdimenafı
kastetmektedir) kavmine tirit hazırladı. Ve Mekke'nin yiğitleri kıtlık ve
kuraklık içinde idiler."
"İbret
alırlar" yani, öğüt alırlar, kalpleri yumuşar "diye..."
[234]
131. Fakat onlara
İyilik geldiğinde: "Bu zaten bizim hakkımızdır" dediler. Eğer
kendilerine bir fenalık gelirse, Musa ve beraberindekilerin uğursuzluğu olarak
kabul ederlerdi İyi bilin ki, onların uğradığı uğursuzluk ancak Allah
tarafındandır. Fakat onların çoğu bilmezler.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[235]
Yüce Allah'ın:
"Fakat onlara bir iyilik geldiğinde" buyruğu ile kastedilen, bolluk
ve genişlik geldiğinde demektir. "Bu zaten bizim hakkımızdır." Yani
bu bize biz onu hakettiğimiz için verildi, derler. "Eğer kendilerine bir
fenalık gelirse" kıtlık, kuraklık ve hastalık isabet ederse demektir. Bu
onların uğursuzluk diye adlandırdıkları şeydir ki, bir sonraki başlığın konusudur.
[236]
"Musa ve
beraberindekilerin uğursuzluğu olarak kabul ederlerdi." Yani, onun
uğursuzluğu dîye bilirler ve çekinirlerdi. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın
şu buyruğudur: "Şayet onlara bir musibet dokunursa; 'bu sendendir'derler"
(en-Nisa, 4/78). Buradaki; Uğursuzluğu olarak kabul ederler" kelimesinin
aslı; şeklinde olup, "te" harfi "tı"ya idğam olunmuştur.
Tallıa ise mazi bir fiit olarak, Uğursuzluğu olarak kabul ettiler, diye
okumuştur. Bu fiil aslı itibariyle uğursuz kabul etmek ve bu maksatla kuşlan
uçurtmak anlamını ifade eden; 'dan gelmektedir. Daha sonra bu kelimelerin
kullanılışı gittikçe çoğaldı ve sonunda herhangi bir şeyi uğursuzluk kabul
eden herkes hakkında; "Uğursuz kabul etti," fiili kullanılır oldu.
Araplar, Yemen
tarafından gelen kuşları uğur kabul eder, buna Sânih derlerdi. Buna karşılık
Kuzey larafından geleni de uğursuzluk kabul ederler ve buna da el-Bârih
derlerdi. Aym şekilde karga sesini de uğursuz kabul eder ve bunu ayrılık diye
yorumlarlardı. Kuşlann biri birlerine karşılıklı olarak ötüşmelerini de bir
takım hususlara delil kabul ediyorlar, alışılmadık vakitlerde çıkardıkları
sesleri de benzeri şekilde yorumluyorlardı. Aynı şekilde ceylanların güneye
yahut kuzeye doğru gidişlerini de te'vil ediyorlar ve ceylan kuzeye doğru
gitti mi: "Artık kuzeye doğru gidenden sonra benim için, güneye doğru gelecek
bulunur mu" derlerdi. Şu kadar var ki, onlara göre en güçlü yorum, bütün
kuşlar hakkında meydana gelen bu uğur yorumları idi. O bakımdan bütün bu gibi
açıklamalar hakkında kendileri (kuş kelimesi ile aynı kökten gelen)
"tetayyur" adını kullanırlardı.
Arap olmayan kavimler
de bazı şeyleri uğur ve uğursuzluk sayarlar. Mesela sabahleyin öğretmenine
götürülen küçük bir çocuğu gördükleri vakit, bunu uğursuz kabul ettikleri
halde, küçük bir çocuğun öğretmenin yanından evine dönüşünü görmeyi uğur kabul
ediyorlardı. Su taşıyıcının sırtında oldukça dolu ve ağzı kapanmış bir kırba
görmeyi uğursuzluk, buna karşılık bu su taşıyıcısının (sakanın) kırbasını boş
ve ağzı açık olarak görmeyi de uğur kabul ediyorlardı. Sırtında ağır yük
taşıyan hamalı ve ağır yük taşıyan bineği görmeyi uğursuzluk kabul ederler,
buna karşılık yükünü sırtından bırakmış hamalı, sırtından yükü indirilen
bineği görmeyi de uğur kabul ediyorlardı. İstâm ise, hangi kuş olursa olsun ve
hangi halde öterse ötsün, kuşun işitilen sesinden dolayı uğura veya uğursuzluğa
yorumlamayı yasaklamıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Kuşları
yumurtaları üzerinde bırakınız (onları ürkütmeyiniz).[237]
Çünkü cahiliye dönemi
insanlarının pek çoğu bir ihtiyacını görmek istediği takdirde yuvasında
bulunan kuşların yanına gider ve kuşları ürkütürdü. Sağ tarafa doğru uçacak
olurlarsa o da işini görmeye giderdi. Bu da onlara göre Sânih (uğurlu) kabul
edilirdi. Sol tarafa doğru uçarsa, işini görmeye gitmez, geri dönerdi. Bu da
onlara göre Bârih (uğursuz) kabul edilirdi. İşte Peygamber (sav); "kuşian
yuvalarında yumurtaları üzerinde bırakınız (onları ürkütmeyiniz)" diye
buyurarak bu işi yasaklamıştır. Hadis-i şerifte yuva anlamında bu kelime; şeklinde
vasid olmakla birlikte Arapça bilginleri bunun; şeklinde kullanıldığın!
söylerler. İmriu'1-Kays der ki:
"Ve henüz kuşlar
yuvalarında iken bazan sabah erkenden çıkarım."
lıef türlü kuş
yuvasının adıdır. İse, kuşun yumurta bıraktığı ve kuluçkaya oturduğu her
yerdir. Bu da ağaç ve duvarlardaki çatlaklarda olur. Kuşun yumurtaları üzerine
kuluçkaya oturmasını anlaimak üzere; denili r.
Yine araplar arasında
kuşiarın uçuşunu uğur saymayı kabul etmeyen, buna hiçbir değer atfetmeyen
kimseler de var ve bu işi yalanlayanları övenleri de vardır. Mesela el-Mu
rakkas şöyle demektedir:
"Andolsun ki,
sabahleyin yola çıktım. Esasen ben
Ne bir göçeğen
kuşunun, ne de kara karganın yanına sabah gitmeyen birisiydim.
Baktım ki, soldan
gelenler sağdan gelenler gibidir,
Sağdan gelenler de
soldan gelenler gibidir."
İkrime der ki: İbn
Abbas'ın yanında bulunuyordum. Öten bir kuş geçti. Orada bulunanlardan birisi:
Hayırdır hayırdır deyince, İbn Abbas şu cevabı verdi: Bu kuşun yanında ne hayır
olur, ne de şer.
İlim adamlarımız der
ki: Kuşların çıkardıkları seslerin insanlar tarafından yorumlanan şeylerle hiç
bir ilgisi yoktur. Gelecekte olacağa dair haber vermek şöyle dursun, olana
dair bile bir bilgileri yoktur. İnsanlar arasında kuş-ların dilinden anlayan
kimse de yoktur. Bundan tek istisna yüce Allah'ın bu hususta Hz. Süleyman'a
özel olarak öğrettiğidir. O halde kuşların uçuşlarından uğur ya da uğursuzluğa
dair sonuçlar çıkarmak batıl şeyler arasına katılır. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Hz. Peygamber de şöyle
buyurmuştur: "Yalan rüya anlatan yahut kâhinlik yapan ya da kuşların uçuşundan
uğursuzluk sonucu çıkartarak yolculuğundan geri dönen bizden değildir."[238]
Ebû Dâvûd da Abdullah
b. Mes'ud'dan, o, Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"-Üç defa- kuşların uçuşundan uğur (ya da uğursuzluk) çıkartmak bir şirktir
ve bizden değildir. Ancak...[239]
Fakat yüce Allah bunu tevekkül ile giderir. "[240]
Abdullah b. Amr b.
el-Âs da Rasulullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Kuşların, ihtiyacını görmekten geri döndürdüğü kimse şirk koşmuş
olur." Peki Ey Allah'ın Rasulü, bunun keffareti ne olur diye sorulunca,
şöyle buyurdu: "Böyle yapan bir kimse, şunlan söyler:
"Allah'ım, senin
uğurundan başka uğur, senin hayrından başka bir hayır yoktur. Senden başka da
bir ilah yoktur" der, sonra da İhtiyacını görmeye gider."[241]
Bir diğer haberde de
şöyle denilmektedir: "Sizden herhangi bir kimse böyle bir şey hissedecek
olursa;
"Allah'ım,
iyilikleri ancak sen verirsin, kötülükleri ancak sen giderirsin. İtaate, güç
ve serden korunmaya kuvvet ancak Sendendir" deyiversin. Sonra da yüce
Allah'a tevekkül ederek işine gitsin. Şüphesiz ki Allah, bundan dolayı içinde
duyduklarına karşı ona yeterli olacaktır ve yüce Allah onu düşündüren şeye
karşı ona yetecektir.[242]
el-Maide Sûresi'nde
(5/3. âyet, 19. başlıkta) tefe'ül (uğura yormak) ne te-tayyur (uğursuzluğa
yormak) arasındaki farka dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
"İyi bilin ki
onların uğradığı uğursuzluk, ancak Allah tarafındandır"
buyruğundaki; Onların
uğradığı uğursuzluk" kelimesini el-Hasen;
Onların
uğursuzlukları" şeklinde; 'in çoğulu olarak okumuştur. Onların leh ve
aleyhlerine takdir edilen şeyler anlamındadır.
"Fakat onların
çoğu bilmezler" kendilerine isabet eden kıtlık ve türlü sıkıntıların,
işledikleri günahlar sebebiyle -Musa ve kavmi tarafından değil de-Allah nezdinden
geldiğini bilmemektedirler.
[243]
132. Ve dediler ki:
"Bizi büyülemek için her ne mucize getirlrsen sana asla İman edecek
değiliz."
Yüce Allah'ın:
"Ve dediler ki: Bizi büyülemek İçin her ne mucize geti-rirsen..."
Yani, Firavun'un kavmi, Hz. Musa'ya böyle dediler.
"Her ne..."
kelimesi, el-Halil'in dediğine göre aslında, 'den ibarettir. Birincisi şart
içindir, ikincisi İse, şartın cevabını te'kid için fazladan gelir. Nitekim bu
diğer harflerde (edatlarda) da fazladan getirilebilir. edatlarında olduğu gibi.
Araplar lafız itibariyle aynı olan iki harfi (edatı) bir arada kullanmak
istemediklerinden dolayı birincisinin elifini "he"ye değiştirerek,
diye kullandılar.
el-Kisaî ise şöyle
demektedir: Bunun aslı; dır. Yani bu işten vazgeç. Sen bize her ne mucize getirecek
olursan... demektir.
Bunun tek başına
bağımsız bir kelime olduğu da söylenmiştir. Bu, şart edatı olarak kullanılır
ve; 'in takdiri ile ondan sonra (cevap) cezmedilir. Bu buyrukta bunun cevabı
ise, " Sana asla iman edecek değiliz" buyruğudur.
"BM büyülemek"
yani bizi, izlemekte olduğumuz yoldan alıkoymak "için..." demektir.
Bu kelimeye dair açıklamalar, daha önce el-Bakara Sûre-si'nde*(2/44. âyet, 3-
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Denildiğine göre Hz.
Musa, -sihirbazların secdeye kapanmalarından yüce Allah Firavun'u suda boğduğu
vakte kadar- Kiptiler arasında yirmi yıl süre ile kaldı ve onlara mucizeler
gösterip durdu. İşte onların bu sözleriyle kastettikleri bu mucizelerdir.
[244]
133- Biz de onlara
ayrı ayrı âyetler (mucizeler) olmak üzere, başlarına tufan, çekirge, haşerât,
kurbağalar ve kan gönderdik. Fakat yine büyüklük tasladılar, Onlar günahkâr bir
topluluk idiler.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
[245]
İsrail, Simak'den, o,
Nevi" eş-Şamî'den şöyle dediğini rivayet eder: Musa (a.s), sihirbazları
yenilgiye uğrattıktan sonra Firavun hanedanı arasında kırk yıl kaldı.
Muhammed b. Osman b.
Ebi Şeybe de Mincâb'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Yirmi yıl kaldı, onlara
çekirge, haşerat, kurbağalar ve kan mucizelerini gösterdi.
[246]
Yüce Allah'ın:
"Tufan" buyruğundan kasıt, aşırı yağmurdur. O kadar ki, yağmur içinde
yüzer oldular. Mücahid ile Ata da: Tufan'dan kasıt ölümdür, demişlerdir.
el-Ahfeş der ki: Bunun
tekili; kelimesidir. Şöyle de denilmiştir: Bu kelime "rüclıân ve
nuksân" gibi mastardır, bunun tekili aranmaz.
en-Nehhâs da şöyle
demektedir; Sözlükte tufan, ölüm yahut sel gibi öldürücü olan yani, insanların
etrafını kuşatarak (tavaftan geliyor) onları he-iâk eden şey demektir.
es-Süddî der ki:
İsrailoğullarına tek damla su dahi isabet etmemişti. Buna karşılık, Kiptiler
ayakta dikildikleri halde boğazlarına ulaşıncaya kadar evlerini su basmış ve
bu halJeri yedi gün devam etmişti. Kırk gün devam ettiği de söylenilmiştir.
Bunun üzerine Kiptiler (Hz. Musa'ya); Rabbine bizim için dua et; bizim bu
sıkıntımızı açıp gidersin, biz de sana iman edeceğiz, dediler. Hz. Musa da
Rabbine dua etti, yüce Allah da tufanı üzerlerinden kaldırdığı halde yine iman
etmediler. Yüce Allah, o yıl daha önce kendilerine vermediği şekilde ot ve
ekin bitirdi. Bu sefer: O su bir nimet idi, dediler. Bu se-
fer Allah üzerlerine
bilinen hayvan olan çekirgeleri gönderdi.
çekirgeler demek olup,
bunun tekili müzekker ve müennes için değişmemek üzere şeklînde gelir. Şayet
erkeği dişisinden ayırd edilmek istenirse sıfat getirilerek; Erkek çekirge
gördüm," denilir.
Gönderilen bu
çekirgeler onların ekin ve meyvelerini yeyip bitirdi. Hatta bu çekirgeler
evlerinin çatılarını ve kapılarını dahi yeyip duruyorlardı. Buna karşılık bu
çekirgelerden İsraiİoğullannın evlerine hiçbir tane girmemişti.
[247]
Çekirge bir araziye
hücum edip orayı ifsad edecek olursa, öldürülmeleri hususunda ilim adamlarının
farklı görüşleri vardır. Öldürülmeyecekleri denilmekle birlikte; bütün fukahâ
öldürülürler derfıişlerdir. Öldürülmez diyenler şunu delil gösterirler:
Çekirgeler Allah'ın mahlukatından büyük bir türdür. Ve bunlar Allah'ın
rızkından yerler, onlar için sorumluluk yoktur. Yine bunlar: "Çekirgeleri
öldürmeyin. Çünkü çekirgeler Allah'ın en büyük ordusudurlar"[248]
şeklindeki rivayeti de delil gösterirler.
Cumhur ise,
çekirgeleri bu halde öldürmeyip bırakmanın mallan ifsad edeceğini delil
göstermişlerdir. Peygamber (sav) müslüman bir kimse olsa bile bir başkasının
malını almak isteyecek olursa, öldürülmesine ruhsat vermiştir. O halde
çekirgeler de malı ifsad etmek isteyecek olurlarsa, onların öldürülmesinin
caiz oluşu öncelikle söz konusudur. Nitekim fukaha, yılan ve akrebi öldürmenin
caiz olduğunu da ittifakla kabul etmişlerdir. Çünkü yılan ve akrep insanlara
eziyet verirler. Çekirgeler de aynı hükmü alır. İbn Mace de Cabir ile Enes b.
Malik'tcn rivayet ettiğine göre, Peygamber (sav) çekirgelere beddua ettiğinde
şöyle buyururmuş: "Allah'ım, bunların büyüklerini helak et, küçüklerini
öldür. Yumurtalarını ifsad et, kökünü kes ve bizim maişet ve nzık
kaynaklarımızı yemesini er diye ağızlarını tut. Sen duayı işitensin." Bir
adam, Ey Allah'ın Rasulü, Allah'ın askerlerinden bir orduya köklerinin kesilmesi
için nasıl beddua edersin deyince, Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Çekirgeler denizde balığın aksırmasının savurduğudur."[249]
[250]
Müslim'in Sahih'inde
Abdullah b. Ebi Evfâ'dan şöyle dediği sabittir: Biz
Rasulullah (sav) ile
birlikte yedi defa gazada bulunduk, onunla beraber çekirge yiyorduk.[251]
İlim adamları, genel
olarak çekirgenin yenilebileceği hususunda ihtilaf etmemişlerdir. Eğer canlı
olarak yakalanacak olup da kafası kopartılacak olursa, helal olduğu ittifakla
kabul edilmiştir. Böyle bir uygulama, çekirge için şer'i kesim seviyesindedir.
Şu kadar var ki, çekirge avlanılacak olur ise, kendisi sebebiyle öleceği
herhangi bir şeye ihtiyacı olup olmadığı hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. Genel olarak böyle birşeye ihtiyaç olmadığını ve nasıl ölürse
ölsün yenilebileceğini kabul etmişlerdir. Fukahaya göre çekirgenin hükmü bu
durumda balıkların hükmü gibidir. İbn Nafi' ve Mutar-rif bu görüşü benimsediği
gibi, Malik ise ölümüne sebep teşkil edecek bir şeyin olmasının kaçınılmaz
olduğu görüşündedir. Ölümüne sebep teşkil edecek olursa başlarının,
ayaklarının, yahut kanatlarının kopartılması gibi. Yahut, ateşe atılması gibi.
Çünkü çekirge Malik'egöre kara hayvanlarındandır. O bakımdan onun meytest
(kendiliğinden ölmüş olanı) haramdır.
el-Leys ise ölmüş
çekirgeyi yemeyi mekruh kabul ederdi. Ancak canlı yakalandıktan sonra ölenin
bu yakalanmasını şer'İ kesim yerine geçer kabuİ ederdi. Said b. el-Müseyyeb de
bu görüştedir.
Dâıakutnî, İbn
Ömer'den Rasulullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Bize
iki meyte helal kılındı. Balık ile çekirge. Bir de iki kan: Karaciğer ve
dalak."[252]
İbn Mace de şöyle demektedir:
Bize Ahmed b. Menî' anlattı, bize Süfyan b. Uyeyne anlattı, o, Ebu Said'den
naklettiğine göre Enes b. Malik'i şöyle buyururken dinlemiş: Peygamber
(sav.Vın hanımları tabaklar üzerinde çekirge hediyeleşirlerdi.[253]
Bunu İbnü'l-Münzir de zikretmektedir.
[254]
Muhammed b.
el-Münkedİr, Cabir b. Abdullah'tan, o, Ömer b. el-Hattab (r.a)'dan dedi ki:
Rasulullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz Allah bin ümmet
yaratmıştır. Bunların altıyüzü denizde, dört yüzü ise karadadır. Bu ümmetler
arasında ilk helak alacak olan ise çekirgelerdir. Çekirgeler heİâk oldu mu,
sair ümmetler de tıpkı kopan bir gerdanlığın dağılması gibi arka arkaya (diğer
ümmetler de) helak olurlar.[255]
Bunu et-Tinnizî el-Hakim, "Nevadiru'l-Usul"de zikreder ve şöyie der:
Bu ümmetler arasında ilk helak olacak olanın çekirgeler olmasının sebebi,
onlann Hz. Adem'in çamurundan artan çamurdan yaratılmış olmalarıdır.[256]
Diğer ümmetler ise, insanların helak oluşu sebebiyle helak edilirler. Çünkü,
diğer ümmetler Âdemoğullanna müsahhar oİnıak üzere yaratılmışlardır.[257]
Şimdi yine Kıptîlerin
kıssasına dönelim, Hz. Musa'ya, üzerlerinden çekirge azabı kaldırılacak olursa
iman edeceklerine dair söz verdiler. O da dua etti ve çekirgeler azabı
giderildi. Geriye ekinlerinden bir miktar kalmış bulunuyordu. Bunun üzerine:
Kalanlar bize yeter dediler ve iman etmediler. Bu sefer yüce Allah üzerlerine
haşerat (kummel) gönderdi. Kummel ise ed-Deb-bâ denilen hayvanların
küçükleridir. Katade böyle açıklamıştır. ed-Debbâ ise, çekirgelerin uçmadan
önceki adıdır. Uçmadan önceki çekirgeler, bir yerin bitkilerini yeyip
bitirecek olurlarsadenilir.
İbn Abbas der ki:
Kummel denilen şey, buğdayın güvelenmesî demektir. İbn Zeyd ise, bunlardan
kasıt piredir demektedir. el-Hasen, kummel, küçük ve siyah bir haşerat
çeşididir, demektedir. Ebu Ubeyde, kummel kene demektir diye açıklamıştır.
Gönderilen bu haşerat
onların canlı hayvanlarını ve ekinlerini yeyip bitirdi. Üzerlerinde çiçek
hastalığı gibi derilerine yapışıp kaldı, onlan uyutmadı, onlara rahat vermedi.
Habib b. Ebi Sabit der
ki: Âyette geçen kummelden kasıt, siyah hamam böcekleridir. Dilcilere göre ise
kummel, bir çeşit kene demektir.
Ebu'l-Hasen el-A'rabî
el-Adevî der ki: Kummel, kene türünden küçük bir takım haşerattır. Ancak,
keneden de küçüktürler. Bunun da tekili; şek-İİnde gelir.
en-Nelıhâs der ki: Bu
açıklama, tefsir alimlerinin söylediklerine ters düşmemektedir. Çünkü bütün bu
çeşitlerin azab otmak üzere üzerlerine gönderilmiş olmaları da mümkündür ve
bütün bunların ortak özelliği de onlara eziyet vermekten ibarettir.
Kimi müfessirlerin
naklettiğine göre o günlerde Mısır'ın başkenti olan "Ayn-şems"de bir
kum tepesi vardı. Hz. Musa asasıyla ona vurdu ve hepsi bit oldu. Kummel'in
[bit anlamına gelen) karni ile aynı şey olduğu da söylenmiştir. Bunu da Ata
el-Horasanî ifade etmiştir.
el-Hasen ise bu
kelimeyi "kat" harfini üstün, "mim" harfini de sakin olarak;
Bit" diye okumuştur.
Bu sefer yine yalvarıp
yakardılar, bu azap da üzerlerinden kaldırılınca yine iman etmediler.
Arkasından yüce Allah üzerlerine kurbağalan gönderdi.
Kurbağalar keîimesi
kelimesinin çoğuludur. Bu da suda yaşayan ve bilinen bir hayvandır.
[258]
Kurbağanın
öldürülmesine dair yasak varid olmuştur. Bunu, Ebû Dâvûd ve İbn Mace sahih
senedleriyle rivayet etmiştir. Ebû Dâvûd bu hadisi Ahmed b. Hanbel'den, o,
Abdurrezzak'tan... diye rivayet etmiştir.
İbn Mace ise, Muhammed
b. Yahya en-Neysaburi ez-Zühlî'den, o, Ebu Hu-reyre'den şöylece rivayet
etmektedir: Ebu Huıeyre dedi ki: Rasulullah (sav), göçeğen kuşunun, kurbağanın,
karıncanın ve lıüdhüd kuşunun öldürülmesini yasaklamıştır.[259]
Nesaî de Abdurrahman
b. Osman'dan rivayet ettiğine göre bir tabib Peygamber (sav)'ın huzurunda
kurbağanın ilaçta kullanılacağından söz etmiş. Peygamber (sav), kurbağayı
öldürmesini yasaklamıştır.[260]
Ebu Muhammed Abdulhak,
bu hadisin sahih olduğunu ifade etmiştir.
Ebu Hureyre'den de
dedi ki: Göçeğen kuşu, oruç tutan ilk kuştur.
İbrahim (a.s) da Şam
bölgesinden Harem'e Beytuüah'ı bina etmek üzere çıktığında onunla birlikte
hızlıca esen rüzgar (es-Sekine.) ile göçeğen kuşu vardı. Göçeğen kuşu, onun
gideceği yere yol göstericiliğini yapıyordu. Sekine denilen hızlı esen rüzgâr
ise Beytin yerini, miktarını ona işaret ediyordu. Hz, İbrahim Beytin
yapılacağı yere varınca, sekine Beytin yapılacağı yere kondu ve: Ey İbrahim,
benim bıraktığım gölge miktannca sen binanı yap.[261] O
bakımdan Peygamber (sav) göçeğen kuşunun öldürül meşini yasakladı. Çünkü o, Hz.
İbrahim'e Beytin yerini göstermişdi. Kurbağa ise, Hz. İbrahim'in ateşi üzerine
su döküyordu. Firavun'a musallat olunca, kurbağa bütün yerleri kapladı.
Tandıra geldiği vakit içinde alevli yanan ateş olduğu halde -yüce Allah'a
itaat olmak üzere- kendisini ona attı. O bakımdan yüce Allah onun sesini teşbih
kılmıştır.
Denildiğine göre,
bütün hayvanlar arasında en çok teşbih eden varlık odur.
Abdullah b. Amr da
şöyle demiştir: Kurbağayı öldürmeyiniz. Çünkü sizin o işittiğiniz sesleri bir
teşbihtir.
Rivayete göre,
Kıptîlerin yatakları, kaplan, yiyecekleri ve içecekleri hep kurbağa ile
dolmuştu. Onlardan herhangi bir kimsenin sakalı üzerine kurbağalar otururdu.
Konuşmaya başladı mı, kurbağa ağzının içine atlardı. Hz. Musa'ya şikâyet
ederek: Tevbe edeceğiz dediler. Allah da onların üzerlerindeki bu azabı
giderince, yine küfürlerine geri döndüler. Bu sefer yüce Allah üzerlerine kan
gönderdi. Nil, üzerlerine kan halinde aktı. İsrailoğuIIarından bir kimse ondan
su aldığı halde, Kıptî su yerine kan alıyordu. İsrailoğullarına mensup birisi,
Kıptî'nin ağzına su döktü mü hemen kana dönüşürdü. Kıptî ise, İsraüoğulliinna
mensup kişinin ağzına kan döktüğü halde o da tatlı su oluveriyordu.
'Ayrı ayrı âyetler
olmak üzere" yani, apaçık ve besbelli mucizeler olarak. Bu açıklama
Mücahİd'den nakledilmiştir. ez-Zeccâc der ki; Ayrı ayrı âyetler olmak üzere'
hal olarak nasbedilmiştir.
Rivayet olunduğuna
göre her iki mucize arasında sekiz gün vardı. Kırk gün olduğu, bir ay olduğu da
söylenmiştir. Bundan dolayı; Ayrı ayrı" denilmiştir.
"Fakat yine
büyüklük tasladılar." Yüce Allah'a iman etmeyi kibirlerine yed irmedi! er,
btr düşüklük kabul ettiler.
[262]
134. Üzerlerine bu
azab çökünce: *Ey Musa, sana olan ahdi hürme-tince bizim için Rabbine dua et!
Şayet bu azabı bizden kaldınr-san, andolsun sana iman edeceğiz ve
İsraİloğullannı da mutlaka seninle birlikte göndereceğiz" dediler.
135. Biz, kendisine
erişecekleri bir süreye kadar üzerlerinden azabı giderince bir de bakarsın ki
onlar ahidlerini bozmuşlar bile.
136. Artık Biz de
âyetlerimizi yalanlamaları, onları umursamamaları yüzünden kendilerinden
intikam aldık ve hepsini denizde boğduk.
"Üzerlerine bu
azab çökünce..." buyruğundaki Azab" kelimesi "râ" harfi
ötreli olarak da okunmuştur. İki ayrı söyleyiştir. İbn Cübeyr der ki: Sözkonusu
bu azab, taun (veba) idi. Kıptîlerden bu azap dolayısıyla bir günde yetmişbin
kişi öldü. Burada azaptan kasttn, daha önce sözü geçen mucizeler olduğu da
söylenmiştir.
"Sana olan ahdi
hürmetince" buyruğundaki anlamındadır. Yani, sana tevdi ettiği ilim
hürmetince, yahut da sana verdiği özellik ve buna bağlı olarak sana verdiği
peygamberlik için... Bunun, ona bir yemin verdirmek anlamında olduğu da
söylenmiştir. Yanj onun, sana olan ahdi hakkı için mutlaka bizim için dua
etmelisin. Buna göre; sıla olur.
"Şayet bu azabı
bizden kaldınrsan" bu azap üzerimizden kaldırılıncaya kadar ilahına dua
etmen suretiyle bu azap üzerimizden kalkacak olursa, "andoi-sun sana iman
edeceğiz." Getirdiklerinde seni tasdik edecek, doğrulayacağız. "Ve
İsraUoğuUarını da mutlaka seninle birlikte göndereceğiz, dediler." Önceden
de geçtiği üzere Urailoğullarını hizmetlerinde kullanıyorlardı.
"Biz kendisine
erişecekleri bir süreye kadar..." Yani, suda boğulmak için kendilerine
tayin edilmiş vadeye kadar... "Bir de bakarsın ki onlar ahidle-rini
bozmuşlar bile." Yani, yerine getireceklerine dair verdikleri sözleri bile
bozuyorlar. "Artık Biz de âyetlerimizi yalanlamaları, onları umursamamaları
yüzünden kendilerinden intikam aldık ve hepsini denizde boğduk." Buradaki
"onları umursamamaları" buyruğundaki "o" zamiri intikam
almaya aittir. (Onlar aldığımız intikamdan gafil idiler, anlamına gelir). Buna
da yüce Allah'ın: "İntikam aldık" buyruğu delil teşkil etmektedir.
Zamirin "âyetlere" ait olduğu da söylenmiştir. Yani ontar,
âyetlerimizden gafiller oluncaya kadar onlara itibar etmediler, onlardan ibret
almadılar.
[263]
137. Zaafa
uğratılagelmiş kavmi de bereketlendirdiğimiz yerin doğularına da batılarına da
mirasçı kıldık. Rahbİnin İsrailoğul-larına olan o pek güzel va'di
sabretmelerinden ötürü bütünüyle yerini buldu. Firavun ve kavminin yapmakta ve
yükseltmekte olduklarım ise darmadağın ettik.
"Zaafa
uğratılagelmiş" yani, hizmet işlerinde kullanılmak suretiyle zelil duruma
düşürülmüş "kavmi de" İsrailoğullarını "yerin doğularına da batılarına
da mirasçı kıldık."
el-Kisaî ve el-Ferra,
burada aslında Yerin doğularında da, batılarında da" anlamında olduğunu
ve bundan; ...de..., da" edatı
hazfedildiğinden dolayı bu iki kelimenin nasbedildiğini ileri sürmüşlerdir.
Bununla birlikte zahir olan îsrailoğullarının Kiptîlere ait arza mirasçı
oldukları anlaşılmaktadır O halde bu iki kelime (yani meşarik ve meğarib:
Doğular ve batılar) mef'ulün sarih olarak nasb edilmişlerdir. Nitekim Mala
mirasçı oldum, malı ona miras bıraktım," denilir. (Mirasçı kılmak
anlamındaki) i'iif hemze ziyadesi ile teaddi ettiğinden iki mef ulü
nasbetmiştir.
Buradaki
"yer"den kasıt Şam ve Mısır topraklarıdır. Doğu ve batılarından kasıt
ise, bu toprakların doğu ve batJ yönlerinde bulunan yerlerdir. O bakımdan
"yer" (elif-lam ile) özel bir isim hatîne getirilmiştir. Bu
açıklamalar, el-Hasen, Katade ve başkalarından nakledilmiştir.
Buradaki
"yer" ile bütün arzın kastedildiği de söylenmiştir. Çünkü, Hz. Da-vud
ile Hz. Süleyman da İsrailoğullanndandır ve bunlar bütün yeryüzüne malik
olmuşlardı.
"Bereketlendirdiğimiz"
yani, kendisinden ekinler ve mahsuller bitirip nehirler akıttığımız yer
demektir.
"Kabbinin
İsrailoğullarına olan o pek güzel va'di..." Bu buyruk İle kast edilen
vaad, yüce Allah'ın: "Biz ise, o arzda zayif düşürülenlere lütfetmek,
onları önderler yapmak ve onları mirasçılar kılmak istiyorduk" (el-Kasas,
28/5) ^uyruğunda sözü ediien vaaddir.
"Sabretmelerinden
ötürü" yani, gerek Firavun'un eziyetlerine, gerekse de Hz. Musa'ya iman
etmelerinden sonra Allah'ın emrini yerine getirmeye sabretmelerinden ötürü
(onlara olan va'di) "bütünüyle yerini buldu. Firavun ve kavminin yapmakta
ve yükseltmekte olduklarını İse darmadağın ettik."
Âyet-i kerimedeki;
Yükseltirler" fiili, yüksek bina yapanı anlatmak için kullanılan; dendİr.
İbn Abbas ve Mücahid derler ki: Yaptıkları köşk ve benzeri yüksek binaları
"darmadağın ettik" demektir. el-Ha-
sen der ki: Burada bu
kelime asma ağaçlarını yükseltmek için çardak yapmak anlamındadır.
İbn Âmir ile Âsım'dan
rivayetle Ebu Bekr; şeklinde "râ" harfini ötrelî olarak okumuşlardır.
el-Kisaî der ki: Bu da Temimlilerin şivesidir. İbrahim b. Able ise,
"râ" harlını şeddeli, "ya" harfi ötreli olarak; diye
okumuştur.
[264]
138. İsrailoğullarını
denizden geçirdik. Kendilerine ait patlara ta pagelen bir topluluğa rast
geldiler. "Ey Musa, onların nasıl tanrıları varsa, sen de bize böyle bir
tanrı yap" dediler. "Siz gerçekten cahillik eden bir
topluluksunuz" dedi.
"İsrailoğullarını
denizden geçirdik. Kendilerine ait putlara tapagelen bir topluluğa rast
geldiler" mealindeki buyrukta "tapagelen" anlamındaki; kelimesini
Hani2a ve el-Kisaî "keP harfini esreli olarak, diğerleri ise ötreli olarak
okumuşlardır. Bir şey üzerinde devam etmek ve ondan ayrılmamak anlamındadır.
Bu iki okuyuşa göre de fiilin mastarıvezninde gelir.
Katade der ki: Bunlar,
Lahm'e mensub bir kavim idiler ve er-Rikka'da yerleşmiş bulunuyorlardı.
Bunların putlarının inek heykelleri şeklinde olduğu söylenmiştir. İşte bundan
dolayı Samiri onlara bir buzağı heykeli yapmıştı.
"Ey Musa, onların
nasd tanrıları varsa, sen de bize böyle bir tanrı yap, dediler." Onların
söyledikleri bu söz, bedevî araplann cahillerinin Zatu En-vat diye bilinen ve
her sene bir gün ta'zim edilen, kâfirlere ait yeşil bir ağaç gördükleri vakit,
Ey Allah'ın Rasulü, bunların Zatu Envat'lan bulunduğu gibi, sen de bize böyle
bir Zatu Envâl yap, demelerine benzemektedir. Bunun üzerine Hz. Peygamber
onlara şu cevabı vermişti: "AUahu ekber! Nefsim elinde olana yemin olsun
ki, sizler de Musa'nın kavminin: "Onların nasd tanrıları varsa, sen de
bize böyle bir tanrı yap" dedikleri gibi söylediniz
"Siz gerçekten
cahillik eden bir topluluksunuz" demişti. Andolsun okun tüylerinin aynı
hizada oluşu gibi sizden öncekilerin izledikleri yolları
takib edeceksiniz.
Hatta onlar bir kertenkele deliğine girecek olsalar dahi siz de o deliğe mutlaka
gireceksiniz."[265]
Bu olay ise Hz.
Peygamberin Huneyn'e çıkışı sırasında olmuştu. Nitekim yüce Allah'ın izniyle
ileride buna dair açıklamalar ec-Tevbe Sûresi'nde (9/25. âyet, 1. başlıkta)
gelecektir.
[266]
139. "Şüphesiz ki
onların içinde bulunduklarıyok olmaya mahkûmdur ve yapmakta oldukları da
bâtıldır."
140. Dedi ki: "O
sizi âlemlere üstün kılmışken, ben sizin İçin ilâh olarak Allah'tan başkasını
mı arayacak mışım?"
Şüphesiz ki, onların
içinde bulundukları yok olmaya mahkumdur" mealindeki buyrukta geçen;
yani, helak edilmeye, tüketilmeye mahkûmdur. Mastarı olan; Helak olmak
demektir. Kırılmış dökülmüş her bîr kaba da; denildiği gibi, sonuç alınmayan
başarısız iş hakkında da; denilir. Yani, ibadet eden de, kendisine İbadet
olunan da helak olmuşlar, demektir. "Bâtıldır ise, yok olup gidecektir,
darmadağın olacaktır, çözülecektir anlamındadır.
"Yapmakta
oldukları" buyruğundaki; t ıyis ): Oldukları" lafzı fazladan gelmiş
bir sıladır.
"Dedi ki: O sizi
âlemlere" Çağdaşınız olan alemlere "üstün kılmışken" diye
açıklandığı gibi, düşmanlarınızı helak etmek ile sizi alemlere üstün kılmışken
diye de açıklanmıştır. Ayrıca onlara özel olarak vermiş olduğu alamet ve
mucizelerle (onları üstün kılmıştı, diye de açıklanmıştır).
"Ben sizin için
ilah olarak Allah'tan başkasını mı arayacakmışım?" Yüce Allah'tan başka
bir İlah mı isteyecekmişim?
"Sizin için...
arayacakmişım" anlamındaki; fiilin hem harf-i cer-siz geçişi yapılabilir,
hem de "lam" harf-i cerri ile geçişi yapılabilir.
[267]
141. Hani sizi, size
işkencelerin en kötüsünü yapan, oğullarınızı öldüren, kızlarınızı da sağ
bırakan Firavun hanedanından kurtarmıştık? Bu size Hatibinizden büyük bîr
imtihan (ve belâ) İdi.
Yüce Allah onlara olan
lütuflarını hatırlatmaktadır. Bunun, Peygamber (sav)'m çağında yaşayan yahudilere
bir hitap olduğu da söylenmiştir. Daha önce el-Bakara Sûresİ'nde (2/49- âyelin
tefsirinde) açıklandığı üzere geçmişlerinizi (.atalarınızı) kurtarmış
olduğumuzu hatırlayın, demektir.
142. Musa İle otuz
gece sözlcştik ve buna ayrıca on gece daha kattık. Böylelikle Rabbüıin tayin
buyurduğu vakit, kırk geceye tamamlandı. Musa, kardeşi Harun'a: "Kavmim
içinde yerime geç. Islâh et, fesatçıların yoluna da uyma" dedi.
Yüce Allah'ın:
"Musa İle otuz gece sözleştik ve buna ayrıca on gece daha kattık.
Böylelikle Rabbüıin tayin buyurduğu vakit kırk geceye tamamlandı",
buyruğuna dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
[268]
Yüce Allah: "Musa
ile otuz gece sözleştik" buyruğunda, Hz. Musa'ya lütfettiği ikramlardan
birisinin de bu olduğunu zikretmektedir. Hz. Musa'ya ikram olmak üzere onunla
münacuat için sözteşmiş idi.
"Ve buna ayrıca
on gece daha kattık." İbn Abbas, Mücahid, ve Mesrûk
(Allah onlardan razı olsun) derler ki: Bu kırk
gün, Zülkade ayı ile Zülhicce'nin (ilk) on günüdür. Ona bu ayı oruçta
geçirmesini ve bu ayda tek başına ibadete çekilmesini emretmişti. Züikade
ayını oruçla geçiren Hz. Musa, ağzının kokusunun değiştiğini görünce,
-denildiğine göre- keçi boynuzu çubuğu ile dişlerini fırçaladı. Melekler şöyle
dediler; "Biz senin ağzından misk kokusunu alıyorduk. Sen İse dişlerini
fırçalamakla bu kokuyu bozdun. O bakımdan ona Zülhicce ayından on gün daha
ilave edildi.
Yine denildiğine göre,
dişlerini fırçalayınca yüce Allah kendisine şu şekilde valıyetti: "Ey Musa,
ağzın önceki haline gelmedikçe seninle konuşmayacağım. Sen oruç tutanın (ağız)
kokusunun, benim için misk kokusundan daha sevimli olduğunu bilmiyor
musun" deyip on gün daha oruç tutmasını emretti.
Yüce Allah'ın Musa
(a.s) ile konuşması, Hz. İsmail'in kurban edilmekten fidye ile kurtulduğu ve
yüce Allah'ın Muhammed (sav)'ın haccıni tamamlamasını mukadder kıldığı kurban
bayramı sabalu olmuştu.
"On"
anlamındaki; kelimesinin sonundaki "he" (yuvarlak "te") nin
hazfedilmesi, sayılanın müennes oluşundan dolayıdır. Otuz'a on iiave edilmesi
halinde kırk ettiği bilindiği halde "böylelikle Rabbinin tayin buyurduğu
vakit kırk geceye tamamlandı" buyruğundaki faydaya gelince, burada
maksadın Biz otuzu, otuzun kapsamındaki on gün ile tamamladığımız vehmi ortaya
çıkmasın diyedir. Bununla tamamlayan on'un, otuzdan ayrı on gün olduğunu
açıklamaktadır.
Yüce Allah, el-Bakara
Sûresi'nde (2/51. âyette) kırk gün dediği halde, burada otuz gün demektedir. O
halde bu bir bedâ (bir hususu sonradan uygun görmek) olur, diye itiraz edilecek
olursa, şöylece cevap verilir: Hayır, durum böyle değildir. Çünkü burada yüce
Allah: Buna ayrıca on gece daha kattık diye buyurmaktadır. Kırk ile otuz ve on
aynı şeylerdir, bunlar arasında farklılık yoktur. Yüce Allah, bu iki ifadeyi,
birisinde meseleyi tafsilatlı olarak anlatmak üzere, diğerinde toplam olarak
ifade etmek üzere kullanmıştır. Kırk diye buyurması, toplamını ifade
etmektedir. Otuz diye buyurması ise, ardı arkasına bir ay ve buna ilave edilen
on günün olduğunu anlatmak içindir. Bunların toplamı ise kırk gün eder.
Nitekim şair şöyle demiştir:
"On ve
dört..."
Bununla ayın dolunay
olduğu gece olan ondördüncü günü kastetmektedir. Arap dilinde böyle bir
kullanım mümkündür.
[269]
İlim adamlarımız der
ki: Bu âyet-İ kerime, sözleşmelere süre tesbitinin eskiden beri süregelen bir
âdeı, yüce Allah'ın da değişik hususlarda tesis ettiği eski bir gelenek
olduğuna, ümmetler hakkında bu şekilde verdiği hükmü ve bu yolla da
kendilerine yapılacak işlerde ağır ve teenni ile hareket etme miktarlarını
bildirdiğine delâlet etmektedir. Yüce Allah'ın tesbit ettiği ilk süre ve vade,
bütün mahrukatı içinde yaratmış olduğu altı günlük süredir: "An-dolsun,
göklerle yeri ve aralarında olanları Biz altı günde yarattık ve Bize bir
yorgunluk dokunmadı." (Kaf, 50/38) Ayrıca bu sûrede daha önce geçmiş
bulunan yüce Allah'ın: "Şüphesiz Rabbiniz O Allah'tır ki, gökleri ve yeri
altı günde yarattı..." (el-A'raf, 7/54) buyruğunu açıklarken, bunun anlamını
da açıklamış bulunuyoruz.
İbnü'l-Arabî der ki:
Herhangi bir husus için bir vade tesbit edilecek olursa, o süre içerisinde
tesbit edilen hususun yerine getirilmesine çalışılırken, bunu gerçekleştirme
imkânı bulunmadan belirlenen vade gelmiş ise, bu serer konuyu daha iyi anlamayı
sağlamak ve mazereti ortadan kaldırmak kastıyla süre arttırılır. Şanı yüce
Allah, bu hususu Musa (a.s)'a beyan etmiş, da otuz günlük bir süre tayin
ettikten sonra kırk güne tamamlamak üzere sonradan on gün daha ilave etmiştir.
Bundan dolayı Hz. Musa'nın kavmine dönüşü on gün gecikmiş oldu. Onlar, bu
şekilde bir gecikmenin ve ertelemenin mümkün olabileceğine akıl erdiremediler.
Sonunda şöyle dediler: Şüphesin Musa kayboldu, ya da unuttu. Bunun üzerine ona
verdikleri sözlerini bozdular ve ondan sonra değişiklikler yaparak Allah'tan
başka bir ilaha ibadet ettiler.
İbn Abbas, der ki:
Musa (a.s) kavmine şöyle demişti: Benim Rabbim kendisi İte karşılaşmak üzere
bana otuz günlük bir süre vaad etti. Bu süre zarfında yerime Harun'u tayin
ediyorum. Fakat Musa Rabbine kavuşmak üzere ayrıldığında Allah ona on gün daha
ilave elli, İşte onların -ileride de açıklanacağı üzere- buzağıya tapınmak
suretiyle fitneye düşmeleri Allah'ın iiave ettiği bu on gün İçerisinde olmuştu.
Önceden belirlenen
vadeye yapılacak fazlalık takdiri bir şekilde tesbit edilir. Tıpkı ilk vadenin
takdiri olarak tesbit edildiği gibi. Böyle bir durum ise, ancak hakimin mesele
ile alakalı hususları iyice tetkik etmesinden sonra ic-tihad ile mümkün olabiîir.
Böyle bîr hususla alakalı olan şeyler ise, zaman, durum ve iş gibi hususlardır.
Mesela, ilave edilecek olan bu süre, yüce Allah'ın Musa (a.s) için tayin
ettiği gibi önceki sürenin üçte biri kadar olabilir. Şayet hakim, asıl olan
vade İte fazlalığı tek bir sürede bir arada vermeyi uygun görürse bu da
caizdir. Bununla birlikte bu süreden sonra insanların karşi karşıya
kalabileceği bir takım mazeretleri de beklemek kaçınılmazdır. Bu açıklamaları
İbnü'l-Arabî yapmıştır.
Buhârî, Ebu
Hureyre'den, o, Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Yüce Allah, bir kişinin ecelini atmış yılı bulana kadar erteleyecek
olursa, artık onun iteri sürecek bir mazereti kalmamış olur."[270]
Derim ki: Bu buyruk
hakimlerin aleyhlerine hüküm biçilenleri arka arkaya mazur görmeleri için asli
bir delil teşkil etmektedir. Bu, mahlukata bir lü-tufdur. Onların başındaki
yöneticilerin de hak İle hükümleri uygulamaları İçindir.
İş hususunda mazur
gördü." Yani, bu konuda ona gereken mübalâğayı gösterdi. Yani, daha ileri
derecede mazur görülmesi mümkün olmayacak şekilde en ileri noktada ona bir
sınır tanıdı demektir.
Ademoğullanna karşı
ileri sürecekleri kabul edilebilir bir mazeret bırakmayan en büyük husus,
Allah'ın onlara karşı delillerinin tamamlanması için peygamberler göndermiş
olmasıdır: "Biz bir Rasul göndermedikçe de azab ediciler değiliz."
(el-İsra, 17/15) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Ve size
korkutucu gelmedimi." (Fatır, 35/37)
Bunların (yani
rasuller ve korkutucuların) peygamberler olduğu belirtilmiştir. İbn Abbas ise,
(korkutucunun) ağaran saçlar olduğunu söylemiştir. Çünkü, saç ağarması olgunluk
yaşında görülmeye başlanır ki, bu da çocukluk yaşından uzaklaşmanın bir
alametidir. Hadis-i şerifin altmış yıiı mazur görülebilecek stnır olarak tesbit
etmesi, altmış yaşının abidlerin mücadele alanlarına yakın oluşundan dolayıdır.
Ayrıca bu yaş, yüce Allah'a dönüşün, tevazu ve itaat ile O'na boyun eğip teslim
oluşun da yaşıdır. Artık Öiümün ve Allah'a kavuşmanın gözetlendiği bir yaştır.
Bu yaşa kadar İnsan ardı arkasına mazur görülür (ve artık ileri sürebileceği
bir mazereti kalmaz).
Kişinin ilk uyarılması
Peygamber (sav) iledir, ikinci uyarılması saçlarının ağarması iledir. Bu da
kırk yaşının tamamlanması esnasında olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Nihayet o., kırk yaşına varınca dedi ki: Rabbim bana... verdiğin nimete
şükretmemi... ilham et." (el-Ahkaf, 46/15) Yüce Allah da kırk yaşına
ulaşan kimsenin, artık yüce Allah'ın hem kendisinin hem de anne-babasının
üzerindeki nimetlerin kadrini bilmesi ve onlara şükretmesi gerektiğini
belirtmektedir.
Malik der ki: Ben,
bizim şehrimizin ilim ehlini onlardan herhangi birisi kırk yaşına ulaşıncaya
kadar dünyaya talip olup insanlarla oturup kalktıklarını gördüm. Bu kırk yaşı
geldi rai, insanlardan uzaklaşırlardı.
[271]
Ayet-i kerime, ayrıca
larühin gündüzlerle değif de gecelerle tesbit edileceğine delâlet etmektedir.
Çünkü yüce Allah: "Otuz gece" diye buyurmaktadır. Diğer taraftan
geceler de aynı zamanda (kamerî) ayların da başlangıcıdır. Ashab (r.a) da
geceleri esas alarak günlere dair haber verirlerdi. Hatta Aslıab-ı Kiram'ın:
"Biz, Rasulullah (sav) ile birlikte beş (gün) oruç tuttuk" dedikleri
dahi rivayet edilmiştir.
Arap olmayanlar ise bu
hususta farklı hesap yaparlar. Onlar, hesaplarına güneşi esas aldıkları için
gündüzierle hesaplarını yaparlar. İbnü'l-Arabî der ki: Güneş ile hesap yapmak,
menfeatler (mahsul ve benzerleri) içindir, ay ile hesap ise, menasik (oruç, hac
ve zekât gibi) ibadetler içindir. Bundan dolayı yüce Allah: "Musa ile
otuz gece sözleştik" diye buyurmaktadır.
Arapça'da tarih
kelimesi, ile hemzeli olarak; ile de "vav* harfi iki ayrı söyleyiş halinde
kullanılır.
Hz. Harun'un Hz.
Musa'ya Vekâleti ile Hz. Ali'ye Halifelik Vasiyeti: "Musa, kardeşi
Harun'a: Kavmim İçinde yerime geç... dedi" buyruğunun anlamı şudur: Hz.
Musa, yüce Allah ile münacaat için gidip bu süre zarfında kavmi arasında
olmayacağı vakit, kardeşi Harun'a, sen benim vekilim ol demişti. Bu ise,
niyabete (vekâlete) delil teşkil etmektedir. Müslim'in Sa-lıih'inde şu rivayet
yer almaktadır: Sa'd b. Ebi Vakkas'dan dedi ki: Ben Ra-sulullalı (sav)'ı,
Ali'ye gazalardan birisinde kendisini yerine vekil tayin ettiği bir sırada
şöyle buyururken dinledim: "Harun'un, Musa'nın yerine geçtiği gibi, sen
de benim yerime geçmeye razı değil misin? Şu kadar var ki, benden sonra
peygamber olmayacaktır.[272]
Rafızî'ler, İmamiyye
ve Şia'nın diğer fırkaları, Peygamber (,sav)'ın Hz. Alî'yi bütün ümmete halife
tayin ettiğine dair bunu delil göstermişlerdir. Hatta İmamlye -Allah
müstehaklanm versin- ashabı tekfir etmişlerdir. Çünkü, onlara göre Ashab, Hz.
Ali'nin halife tayin edildiğine dair bu nass ile ameli terk etmişler, kendileri
İçtihatta bulunarak ondan başkasını halifeliğe getirmişlerdir. Aralarından,
hakkını taleb etmediği için Hz. Ali'yi tekfir edenler dahi var-dııVBu gibi
kimselerin kâfir olduklarında ve bu sözlerinde onlara tabi olanların da kâfir
olduklarında hiç bir şüphe yoktur.
Bunlar, hayatta iken
bu şekilde bir halife tayin etmenin, müvekkilin azli, yahut ölümü ile sona
eren bir vekâlet gibi olduğunu ve müvekkilin ölümünden sonra ise bunun devam
etmesini gerektirmediğini bilmiyorlar. Bu durumda İmamiye'nin de başkalarının
da delil diye yapıştığı bu husus, delil olmaktan çıkar. Diğer taraftan
Peygamber (sav) Medine'ye İbn Um Mektum'u da, başkalarını da halife olarak
tayin etmiştir. Ancak, böyle bir uygulamanın, kimsenin her zaman için halife
olması gerektiği anlamına gelmediği ittifakla kabul edilmiştir. Diğer taraftan
Harun (a.s) Hz. Musa ile risaletin de ortak kılınmıştı. Dolayısıyla bunun,
maksatlarına delil teşkil edebilecek bir tarafı da yoktur. Hidayete ulaşma
başarısı Allah'tandır.
"Islah et"
buyruğu, ıslah yapma emrini vermektedir. İbn Cüreyc der ki: Samİrî'yi azarlaması
ve onun yaptığını değiştirmeye çalışması da yapması gereken ıslahtan idi.
Bunun, şu aniama geldiği de söylenmiştir: Yani sen, onlara yumuşak davran ve
işlerini ıslah et, kendini de ıslah et. Yani, her bakımdan sen ıslah eden bir
kimse ol. "Fesatçıların yoluna da uyma." tsyan edenlerin yollarını
izleme, zalimlere yardımcı olma.
[273]
143. Musa, tayin
ettiğimiz vakitte gelip Rabbİ de onunla konuşunca dedi ki "Rabbim, bana
kendini göster de Sana bakayım." Buyurdu ki: "Beni asla göremezsin.
Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirce, sen de Beni
görebileceksin." Rabbi o dağa te-celü edince, onu paramparça etti. Musa da
baygın düştü. Ayı-lmca dedi ki: "Seni tenzih ederim. Sana tevbe ettim ve
ben iman edenlerin İlkiyim."
"Musa, tayin
ettiğimiz vakitte" vadolunan vakitte "gelip Rabbi de onunla
konuşunca" yani, arada herhangi bir vasıta bulunmaksızın kelâmını ona
işittirince, "dedi ki: Rabbim bana kendini göster de Sana bakayım."
Bu sözleriyle Hz. Musa, Allah'ı görme talebinde bulundu ve sözünü işitince,
onu görmeye şevki arttı. Bunun üzerine yüce Allah: "Buyurdu ki: Beni asla
göremezsin." Yani, Beni dünyada görmene imkan yoktur.
Bu buyruğu, Senin
kudretine bakayım diye bana büyük bir âyet (alâmet ve mucize) göster, maksadı
ile söylenmiş olduğuna yorumlamak imkânsızdır. Çünkü, Hz. Musa,
"Sana" demiş, buna karşılık yüce Allah da: "Beni asla
göremezsin" diye buyurmuştur. Şayet Hz, Musa, Allah'tan kendisine bir âyet
göstermesini dilemiş olsaydı, diğer âyet ve mucizeleri ona verdiği gibi,
elbette istediğini ona verirdi. Hz. Musa'nın da görmüş olduğu diğer âyetlerden
dolayı bunları istemesini gerektirmeyecek kadar bir kanaati de zaten oluşmuş
idi. O bakımdan böyle bir te'vil batıldır.
"Fakat şu dağa
bak. Eğer o yerinde durabilirce, sen de Beni görebile-çeksin-" Yüce Allah,
Hz. Musa'ya kendi bünyesinden daha güçlü ve daha sağlam olan bir şeyi misal
verdi. Yani, eğer dağ yerinde durur ve sarsılmazsa, Beni görebileceksin. Eğer
yerinde durmazsa, şunu bil ki dağ Benim tecellimi kaldıramadığı gibi, sen de
Beni görmeye takat gösteremeyeceksin.
Kadı lyad, Kadı Ebu
Bekr b. et-Tayyib'den şu anlamda bir söz nakletmektedir: Hz. Musa, yüce
Allah'ı gördü, bunun için yere baygın yığıldı. Dağ da Rabbini gördü. Bundan
dolayı Allah'ın, dağ için yaratmış olduğu özel bir idrâk sebebiyle param parça
dağıldı. Kadı Ebu Bekr b. et-Tayyib, bunu yüce Allah'ın: "Fakat şu dağa
bak. Eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni görebileceksin" diye
buyurduktan sonra: "Rabbi o dağa tecelli edince onu param parça etti,
Musa da baygın düştü" diye buyurmasından çıkartmaktadır.
Tecelli etmesi,
görünmesi, ortaya çıkması demektir. Bu da "Gelini açığa çıkardım,
görünmesini sağladım" tabirinden alınmıştır. Yine üzerindeki pası
giderilerek ortaya çıkartılan kılıç hakkında da aynı fiil kullanılır ve her
ikisinde de mastar şeklinde gelir. Bir şeyin tecelli etmesi, onun açığa çıkması
demektir.
Emri ve kudreti
tecelli etti diye de açıklanmıştır. Bunu Kutrub ve başkaları söylemiştir.
Medineliler ile
Basralılar "param parça" anlamındaki; kelimesini "keP harfi
şeddeli ve iki üstün İle okumuşlardır. Bu okuyuşun sıhhatine ise, "Ve yer
dağılıp zerreler gibi parça parça olduğu zaman" (el-Fecr, 89/21) âyeti ile
dağ anlamındaki kelimenin müzekker oluşu delİİ teşkil etmekledir. Küreliler
ise, dîye okumuşlardır. O, dağı hafif tümsek bir arazi gibi bir hale getirdi,
demektir. Bu ise, dağ seviyesine ulaşamayan tümsek demektir. Bunun müzekkeri;
şeklinde gelir, Çoğulu da; diye gelir. Tıpkı, Kırmızılar gibi.
el-Kisaî der ki: diye
nitelendirilen dağlar, enli olan dağlar demektir. Bunun da tekili şeklinde
gelir. Kisaî'den başkaları ise, kelimesi. (tisi )'m çoğuludur ve bunlar da pek
büyük olmayan çamurdan tüm-
sekler demektir. ise,
kumdan küçük tümsekler anlamına geh'p fazlaca yüksek olmayan, yere yakın olan
tümsekliklere denilir. ise, hör-gücü olmayan dişi deve anlamına gelir.
"Tefsir"de[274]
denildiğine göre, dağ yerin dibine geçti ve şu ana kadar yerin içine geçmeye
devam etmektedir. İbn Abbas der ki: Yüce Allah dağı toprak haline dönüştürdü.
Atiyye el-Avfî de der ki: Bir yığın kum haline getirdi.
"Musa da baygın
düştü." Yani, İbn Abbas, el-Hasen ve Katade'den nakledildiğine göre Musa
bayıldı. Ölüverdİği de söylenmiştir. Adam baygın düştü demek olup, ism-İ faili
de şekiinde gelir. İsm-İ failinin çoğulu şeklinde, ismi mef'ulü ise diye gelir.
Katade ve el-Kelbî der
ki: Hz. Musa, Perşembe'ye rastlayan Arefe günü baygın düştü ve Cuma'ya
rastlayan kurban bayramının birinci günü kendisine Tevrat verildi.
"Aydınca dedi ki:
Seni tenzih ederim, Sana tevbe ettim." Mücahid der ki: Dünyada seni
görmeyi istediğimden dolayı tevbe ettim, demektir. Şöyle de açıklanmıştır: O,
izin istemeksizin böyle bir dilekte bulunmuştu. Bundan dolayı tevbe etti. Bir
başka açıklamaya göre Hz. Musa bu sözlerini, âyetlerin (mucizelerin) ortaya
çıkması üzerine yüce Allah'a dönmek ve O'na kalpten gelen bir saygı ile itaat
ve boyun eğmek amacıyla söylemiştir. Ümmet ise, böyle bir tevbenin bir
masiyetten ötürü olmadığını icma ile kabul etmiştir. Çünkü peygamberler
masumdurlar.
Diğer taraftan elıl-i
sünnet ve'1-cemaatın görüşüne göre rü'yet (Allah'ın görülmesi) caizdir.
Bid'atçilere göre ise, Hz. Musa böyîe bir şeyin imkânsız olduğunu diğerlerine
açıklamak kastı ile bu istekte bulunmuştur, Ancak, böyle bir istek tevbe
etmeyi gerektirmez. O bakımdan tevbesi şöyle açıklanmıştır: Yani ben, Kıpti'yi
öldürdüğüm için Sana tevbe ettim. Bu açıklamayı el-Kuşeyri zikretmiştir.
cl-En'ânı Sûresi'nde (6/103. âyetin tefsirinde) ise Allah'ın görülmesinin caiz
olduğuna dair açıklamalar geçmişti.
Aii b. Mehdi et-Taberi
de der ki: Eğer Musa'nın bu isteği İmkânsız bir şey oisayd», Allah'ı tanımakla
birlikte böyle bir şeye kalkışmazdı. Tıpkı Hz, Musa'nın yüce Allah'a, Rabbim
Senin hanımın ve çocuğun var mı demesi caiz olmadığı gibi. İleride Kıyame
Sûresi'nde (75/22-23. âyetin tefsirlerinde) Mu'tezile'nin görüşü ve onların bu
görüşlerinin reddi yüce Allah'ın izniyle gelecektir.
"Ve ben iman
edenlerin ilkiyim." Kavmimden iman edenlerin ilkiyim diye açıklandığı
gibi, İsrail oğullarıarasından bu çağda iman edenlerin ilkiyim diye de
açıklanmıştır. Ayrıca bu husustaki ezelî va'din dolayısıyla dünyada
görülmeyeceğine iman edenlerin ilkiyim, diye de açıklanmıştır.
Ebu Hureyre ve
başkaları tarafından rivayet edilen hadis-i şerife göre de Rasulullah (sav)
şöyle buyurmuştur: "Peygamberler arasında biri diğerinden hayırlıdır,
demeyiniz. Şüphesiz ki insanlar kıyamet gününde baygın düşecekler. Ben, başımı
kaldıracağım da, Musa'nın Arşın ayaklarından birisini yakalamış olduğunu
göreceğim. Bilemiyorum o da baygın düşenler arasında baygın düşmüş de benden
önce mi kendisine gelmiş olacaktır, yoksa ilk baygınlığı dolayısı ile hesaba
mı çekildi (biri ötekinin yerine mi sayıldı)" ya da: "İlk baygınlığı
onun için yeterli mi geldi (bitemiyorum)."[275]
Ebu Bekr b. Ebi Şeybe
de Kâ'b'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Şanı yüce Allah, sözünü ve
görülmesini Muhammed ile Musa (ikisine de salât ve selam olsun) arasında pay
etti. Musa yüce Allah ile iki defa konuştu, Muhammed (sav) da yüce Allah'ı iki
defa gördü.
[276]
144. Buyurdu ki:
"Ey Musa, seni risâletlerimle ve konuşmamla seçip insanlara üstün kıldım.
Şimdi sana verdiğimi al ve şükre-denlerden ol."
Yüce Allah'ın:
"Buyurdu ki: Ey Musa, seni risaletlerimle ve konuş-, mamla seçip insanlara
üstün kıldım" buyruğunda geçen ve "üstün kılmak" anlamına gelen;
seçmek anlamında olup burada seni daha faziletli kıldım demektir. Burada;
"seni bütün mahrukata üstün kıldım" diye bu-yurûlmamıştır. Çünkü, bu
seçip üstün kılmak kapsamında Hz. Musa ile konuşmuş olması da vardır. Oysa
yüce Allah meleklerle de konuşmuş ve ondan başka peygamberler de göndermiştir.
"İnsanlara"
buyruğu ile kendilerine peygamber gönderilen insanlar kast edilmektedir.
"Rİsaletlerimle"
kelimesini, Nafi' ve İbn Kesir tekil olarak; "Ri-saletimle" şeklinde
okumuşlardır. Diğerleri İse bunu çoğul okumuşlardır. "Rl-salet"
kelimesi mastardır. Tekil olarak kullanılması da mümkündür. Bunu, çoğul olarak
okuyanların kıraati, Hz. Musa'ya çeşitli risaletlerîn gelmiş olması ve türleri
birbirinden farklı olması manasındadır. Türleri farklı olduğundan dolayı mastar
olan bu kelime çoğul olarak zikredilmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu
gibi: "Çünkü, seslerin en çirkini eşeklerin sesidir." {Lokman,
31/19) Burada "sesler" kelimesinin çoğul getirilmesi, ses türlerinin
ve ses çıkartan varhkların farklı oluşundan dolayıdır. Diğer taraftan
"eşek sesi" buyruğunda, ses kelimesinin tekil gelmesi ise, yalnız
bir ses türünü kastetmiş olduğundan dolayıdır.
Bu buyruk, Hz.
Musa'nın kavminden herhangi bir kimsenin ve onunla birlikte münacaata girmiş
yetmiş kişiden hiç bir kimsenin -el-Bakara Sûresi 'nde (.2/55-56. âyet 1.
başlıkta) açıkladığımız gibi- yüce Allah'la konuşmakta Hz. Musa'ya ortak
olmadığını göstermektedir.
"Şimdi sana
verdiğimi al" buyruğu, bu kanaate bir işarettir. Yani, sana verdiklerimle
yetin. "Ve şukredenlerden oL" Sana olan ihsanımı, üzerindeki lüt-fumu
açığa vuran kimselerden ol. Atın, verilen yemden daha fazla kilo aldığı
görülecek olur ise, denilir. Şükreden, üzerindeki nimetin artması durumu ile
karşı karşıya kalır. Nitekim yüce Allah: "Eğer şükrederseniz, elbette
size (verdiğim nimetlerimi) artırırım" (İbrahim, 14/7) diye buyurmuştur.
Rivayete göre, Musa (a.s) yüce Allah kendisiyle konuştuktan sonra kırk gün
süreyle kendisini kim gördü ise, yüce Allah'ın nurundan ötürü ölüyordu.
[277]
145- Bir de ona
Levhalarda her bir şeye ait bir öğüt ve her şeye dair açıklamayı yazdık.
"Haydi bunları kuvvetle al. Kavmine de bunları en güzel şekilde
tutmalarını emret Yakında size fasık-ların yurdunu göstereceğim.'
Yüce Allah: 'Bir de
ona Levhalarda herşeye ait bir öğüt ve açıklamayı yazdık" buyruğunda
Tevrat'ı kastetmektedir. Haberde rivayet olunduğuna gore Cebrail, Musa (a.s)'ı
kanadı ile yakalamış, Allah ona Tevrat Levhalarım yazdığında kalemin sesini
duyabileceği bir yere kadar yükseltmiştir. Bunu Tir-mizî el-Hakim
zikretmektedir.[278]
Mücahid der ki:
Levhalar, yeşil zümrütten idi. İbn Cübeyr kırmızı yakuttan, Ebu'l-Âliye ise,
zebercetten, el-Hasen semadan inmiş tahtadan idi, demişlerdir. Dümdüz, sert
bir kayadan olduğu, Allah Teatanın bu kayayı Musa (a.s)'ya yumuşattığı ve
bunun üzerine Hz. Musa'nın bu levhaları eliyle kestikten sonra parmaklarıyla
bunları çatlattığı, demirin Hz. Davud'a itaat ettiği gibi, Hz. Musa'ya itaat
ettiği de söylenmiştir.
Mukatil der ki: Yani
biz ona, tıpkı yüzükteki nakış gibi levhalarda (Tev-ratı) yazdık.
Rabi' b. Enes der ki:
Tevrat, yetmiş deve yükü halinde nazil oldu. Yüce Allah, Tevrat'ın yazılışını,
şerefine işaret etmek üzere kendi nefsine izafe etmiştir. Zira Tevrat,
Allah'ın emriyle yazılmıştır. Ki. Cebrail onu, zikri (Kur'an-ı Kerimi)
kendisiyle yazmış olduğu kalemle yazdı. Mürekkebi ise, nur nehrinden idî.
Denildiğine göre
Tevrat, Allah Tealanın Levhalarda izhar edip yarattığı yazı şeklinde idi.
"Elvah: Levhaların tekili, "levhMir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Bilakis o, çok şerefli bir Kur'an'dır, Levh-i Mahfuzdadır,"
(el-Bu-ruc, 86/21-22) Levh (parıldamak anlamına gelir), sanki kendisinde manaların
parıldadığı şey gibi (olduğundan bu isim verilmiştir). Hz. Musa'ya verilen
levhaların iki tane olduğu rivayet edilmiştir. Çoğul gelmesi ise, ikinin de
çoğul oluşundan ötürüdür. El ve ayaklan büyük olan kimseye de "levhaları
büyük adam" denilir.
İbn Abbas der ki:
Levhaları Hz. Musa (gazabından ötürü) bıraktığı vakit kırıldılar. O bakımdan
levhalar -altıda biri müstesna- göğe kaldırıldı.
Bir görüşe göre geriye
levhaların yedide biri kaldı, Yedide altısı da kaldırıldı. Kaldırılan
bölümlerinde ise her şeye dair tafsilât vardı. Kalan bölümünde İse, hidayet ve
rahmet olan şeyler kaldı.
Hafız Ebu Nuaym, Amr
b, Dinar'dan senedini kaydederek şöyle dediğini nakletmektedir: Bana
ulaştığına göre Allah'ın peygamberi İmran oğlu Musa kırk gün oruç tuttu.
Levhaları bıraktığında levhalar kırıldı. Yine o kadar bir süre oruç tutunca
Levhalar ona geri verildi.
Yüce Allah'ın: "Her
şeye alt..." buyruğunun anlamı, dininde ihtiyaç duyduğu hükümler, helal
ve haramın açıklamasına dair gerek duyulan her şey demektir. Bu açıklama,
es-Sevri ve başkalarından nakledilmiştir. Bunun, umum maksadı güdülmeyip,
şanının yüceliğine dikkat çekmek için zikredilen bir lafız olduğu da
söylenmiştir. Mesela, çarşıya gittim iıerşeyi satın aldım, denir. Filanın
yanında herşey vardı, denir. Yüce Allah'ın: "O, herşeyi darmadağın
(helak) eder" (el-Ahkaf, 46/25); "Ve ona herşeyden verilmiş"
(en-Neml, 27/23) buyruklarında olduğu gibi. Buna dair açıklamalar daha önceden
geçmiş bulunmakladır.
•Her şeye alt öğüt ve
herşeye dair açıklamayı yazdık." Yani, emrolun-duklan ahkâm ile ilgili
herşeyi yazdık. Çünkü onların şeriatında icdhad yoktu. İctihad Muhammad (sav)'ın
ümmetine hastır.
"Haydi bunları
kuvvetle al." Bu buyrukta hazfedilmiş ifade vardır. Yani: Biz ona: Haydi
bunları kuvvetle yani, tam bir gayret ve istekle al dedik, demektir. Bunun bir
benzen de yüce Allah'ın: "Size verdiğimizi kuvvetle alın" (el-Bakara,
2/63) buyruğudur ki, daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Kavmine de
bunları en güzel şekilde tutmalarını emret." Yani, onlara verilen emirler
gereğince amel etsinler, yasaklan terk etsinler, misal ve öğütler üzerinde
İyiden iyiye düşünsünler. Yüce Allah'ın: "Rabbinizden size indirilenin en
güzeline tabi olun" (ez-Zümer, 39/55) buyruğu da bunu andırmaktadır. Bir
başka yerde de şöyle buyurulmaktadın "Onlar, sözü işitip de ere güzeline
uyarlar..." (ez-Zümer, 39/18). Affetmek kısastan iyidir, sabretmek intikam
almaktan güzeldir.
Şöyle de
açıklanmıştır: O hükümlerin en güzelleri farzlar ve nafilelerden aşağıları ise
mubah olanlardır.
"Yakında size
fösıkların yurdunu göstereceğim," el-Kelbî der ki: Fâsık-ların yurdundan
kasıt, yolculuğa çıktıkları vakit Âd ve Semûd kavmi ile helak olmuş nesillerin
yurtlarının yakınlarından geçip uğramalarıdır. Bunun, cehennem olduğu da
söylenmiştir. Bu açıklama el-Hasen ve Mücalıid'den nakledilmiştir. Yanı, siz
bunu hatırınızdan çıkarmayın, unutmayın ve siz de bunlardan olmaktan sakının.
Şöyle de
açıklanmıştır: Burada yüce Allah Mısır'ı kastetmektedir. Yani Ben, sizlere
Kıptîlerin yurdunu ve Firavun'un meskenlerini bomboş olarak göstereceğim. Bu
açıklama da İbn Cübeyr'den nakledilmiştir.
Katade der ki: Yani
Ben sizlere, sizden önce zorbaların ve Amalikalıların yerleşmiş oldukları
kâfirlerin konaklarını, bunlardan gereken şekilde ibret almanız için
göstereceğim. Burada kastedilen yerler de Şam (Suriye) topraklarıdır. Bu son
iki görüşe yüce Allah'ın şu buyrukları delâlet etmektedir: "Zaafa
uğratılagelmiş kavmi de... mirasçı kıldık" (el-A'raf, 7/137) âyeti ile:
"Biz ise arzda mustaz'aflara (zayıf düşürülenlere) lütfetmek, onları önder
yapmak ve onları varis kılmak istiyorduk." (el-Kasas, 28/5) Bu da daha
önce açıklanmıştı.
İbn Abbas İle Kasame
b. Züheyr; "Göstereceğim" kelimesini, "Sizi mirasçı
kılacağım" diye okumuşlardır. Bu kıraatin anlamı ise açıktır.
Sözü geçen
"yurtMan kastın, helak demek olduğu, çoğulunun da; diye geldiği de
söylenmiştir. Bu da yüce Allalı'ın Firavun'u suda boğmasından sonra denize,
"onların cesetlerini sahile bırak," diye vahyetme-si suretiyle
gerçekleşmişti. Deniz de ilahi emrin gereğini yerine getirmişti,
İsratloğuliarı onlara bakmış ve böylelikle yüce Allah onlara fâsıkların helak
edilmelerini göstermiş oidu.
[279]
146. Yeryüzünde
haksızlıkla kİbirlenenlere, âyetlerimden yüz çevirteceğim. Onlar her âyeti
görseler bile yine de onlara İman etmezler. Hidayet yolunu görseler onu bir yol
edinmezler. Fakat, azgınlığın yolunu görseler, hemen onu yol edinirler. Bu,
âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından-dır.
147. Âyetlerimizi ve
âhirete kavuşmayı yalanlayanların bütün işler dikleri boşa gitmiştir. Onlar,
yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı?
"Yeryüzünde
haksızlıkla kibirlendiler!, âyetlerimden yüz çevirteceğini"
buyruğu ile ilgili
olarak, Katade şu açıklamayı yapmıştır: Onların Kitabımı an-lamalannı
engelleyeceğim. Süfyan b. Uyeyne de böyle açıklamıştır. Onları âyetlerime iman
etmekten alıkoyacağım diye açıklandığı gibi, onları âyetlerimden
yararlanmalarını engelleyeceğim, diye de açıklanmıştır. Bu ise,
bü-yüklenmelerinin cezasıdır. "Onlar, sapıp eğrilince, Allah da onların
kalplerini (haktan) çevirdi" (es-Saf, 61/5) buyruğu da buna
benzemektedir.
Burada sözü geçen "âyetlerMen
kasıc, mucizeler ya da Allah tarafından indirilmiş kitaplardır. Bunlar,
göklerin ve yerin yaratılışıdır, diye de açıklanmıştır. Yani Ben, onların
göklerin ve yerin yaratılışından ibret almalarını engelleyeceğim,
"Kibirlendiler"
kendilerini insanların en faziletlisi olarak görenler demektir. Bu ise, batıl
bir zandır. Bundan dolayı: "Haksızlıkla" diye buyurmuştur. Bu
kibirleri dolayısıyla onlar, ne bir peygambere tabi oluyorlar, ne de o peygambere
kulak veriyorlardı.
"Onlar, her âyeti
görseler bile yine de onlara İman etmezler. Hidayet yolunu görseler onu bir yol
edinmezler. Fakat azgınlığın yolunu görseler hemen onu yol edinirler buyruğu
ile yüce Allah, bu büyüklük taslayan kimseleri kastetmektedir. Onların, doğru
yolu terk edip sapıklık ve dalâlet yoluna uyan yani, küfrü din olarak edinen
kimseler olduklarını haber vermektedir.
Daha sonra yüce Allah
bunun sebebini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Bu, âyetlerimizi
yalanlamalarından" yani, Benim onlara bunu yapmamın sebebi, onların
yalanlamalarıdır "ve onlardan gafil olmalarındandır." Yani, onların
hakkı gereği gibi düşünmeyi terk etmek suretiyle gafiller olmalarındandır.
Bunun, onlar kendilerine verilen cezadan gafil idiler, anlamına gelmesi de
muhtemeldir. Nitekim: "Filan kişi kendisine yapılmak istenen şeylerden ne
kadar da gafildir!" denilmesi de buna benzemektedir.
Malik b, Dinar
"Görseler" kelimesini; şeklinde "ya" harfini her iki yerde
de ötreli olarak okumuştur. Yani, onlara bu yol gösterilecek olursa... demek
olur. Medineliler ile Basralılar, Hidayet, rüşt kelimesini "ra"
harfini ötreli, "şin" harfini de sakin olarak okumuşlardır.
Kûfe-liler ise, Âsim müstesna; şeklinde "ra" ve "şin"
harflerini üstün olarak okumuşlardır. Ebu Ubeyd der ki:
Ebu Amr, rüşd İle
reşed arasında ayırım gözetmiş ve rüşd salahda, reşed ise dinde sözkonusu olur,
demiştir. en-Nehhas der ki: Sibeveyh rüşd ile re-şed'in, "suht ile
sehat" gibi aynı anlamı İfade ettiği görüşündedir. el-Kisaî de böyle
demiştir.
Ebu Amr'dan sahih olan
görüş ise, Ebu Ubeyd'in dediğinden farklıdır. İsmail b. İshak der ki: Bize,
Nasr b. Ali, babasından, o, Ebu Arnr b. el-Alâ'dan şöyle dediğini nakletti:
Eğer "rüşd" kelimesi âyetin ortasında yer alırsa, C'şin" harfi)
sakin okunur. Şayet âyetin başında (sonunda) yer alırsa hereke-li okunur.
en-Nehhas der ki: Âyetin başında (sonunda) ile şu âyeti ve benzerlerini
kastetmektedir: "Ve işimizde bize bir muvaffakiyet ver" (Secde,
18/10). Bu iki şekil, ona göre aynı anlama gelen iki ayrı söyleyiştir. Şu kadar
var ki, âyeı sonlarını üstün okuması, âyetler arasında uyum sağlasın d iyedir.
Bu fiil; şekillerinde kullanılabilir. Sibeveyh ise, şeklindeki kullanılışı da
nakletmektedir. Sözlükte rüşd ile reşed, insanın arzu ettiği şeyi elde
edebilmesi demektir. Bu da hüsrana uğramanın zıddıdır.
[280]
148. Musa'nın kavmi,
onun ardından zinet eşyalarından böğürtüsü olan bir buzağı heykelftni ilâh)
edindiler. Onun, kendileriyle konuşamadığını, onlara bir yol da
gösteremediğini görmediler mi onlar? Onu (ilah) edindiler ve zalimler oldular.
"Musa'nın kavmi,
onun ardından" yani, Musa'nın Tûr'a çıkışının arkasından "ziynet
eşyalarından..." buyruğundaki;" Ziynet eşyaları" kelimesinin bu
şekilde okunuşu Medinelilerle Basralılara göredir.
Âsim müstesna
Kuleliler ise, "ha" harfini esreii; diye okumuşlardır. Yakub,
"ha" harfini üstün ve şeddesiz diye okumuştur. en-Neh-has'der ki:
" Süs" kelimesinin çoğulu, şeklinde gelir.
Tıpkı,
"Meme" kelimesinin çoğulunun, şeklinde gelişi gibi. Bunun aslı ise,
şeklindedir. Daha sonra "vav" harfi "ye" harfine id-ğam
olunduktan sonra "ya"ya yakınlığı dolayısıyla İâm" harfi esre
olmuştur. "Ha" harfi de "lam" harfinin esreii oluşu
dolayısıyla esreii okunur. Ötreli okunuşu ise asla göredir.
"Bir buzağı"
kelimesi, mefuldür. " Heykel" kelimesi ise ona sıfat veya bedeldir.
"Böğürtüsü" kelimesi ise mübteda olarak roer-fu'dur. Böğürmesini
anlatmak üzere fiilî kullanılır.
fiili de böyledir.
Ancak, korkaklık ve zaaf göstermeyi anlatmak için ise, denilir.
Buzağı kıssasında
rivayet olunduğuna göre Samiri'nin adı, Musa b. Zafer olup, Samira diye bilinen
bir kasabaya mensuptu. Erkek çocukların öldürüldüğü yıl dünyaya gelmişti.
Annesi onu bir dağdaki mağarada saklamıştı. Hz. Cebrail onu beslemişti. İşte
onun Hz. Cebrail'i tanıması bundan dolayı olmuştu. Hz. Cebraü, Firavun denize
doğru ilerlesin diye erkek ata arzu duyan bir kısrak üzerinde denizi geçtiği
sırada Samiri de onun kısrağının toynağının izinden bir avuç toprak almıştı.
İşte, yüce Allah'ın: "Bunun üzerine o elçinin bastığı yerden bir avuç
almıştım" (Tâ-Hfı, 20/96) buyruğunun anlamı budur.
Hz. Musa kavmi ile
otuz gün (ayrılmak üzere) şözleşmişti. Otuz gün geçtikten sonra otuz güne
eklenen on günlük bir süre geçince Samiri İsrailoğul-larına -ki, aralarında
kendisine itaat olunan birisiydi- şunları söyledi: Beraberinizde Firavun
hanedanından almış olduğunuz süs eşyaları vardır. -İsra-iloğullarının
süslendikleri ve bu maksatla da Kıptî'lerden süs eşyalarını ariye-ten aldıkları
bir bayramları vardı; işte bugün için ariyet olarak süs eşyaları almışlardı.
Yüce Allah, İsrailoğu Harını Mısır'dan çıkartıp Kıptîleri de suda boğunca, bu
süsler ellerinde kalmıştı-. Samiri onlara şöyle demişti: Bunlar size haramdır,
Yanınszda bulunanları getirin onları yakalım.
Şöyle de denilmiştir:
Bu süs eşyalarını, Firavun kavminin suda boğulmasından sonra almışlar, Hz.
Harun da onlara şöyle demişti: Bu süs eşyaları bir ganimettir. Ganimet ise size
helal olmaz. Bunun üzerine Hz. Harun bu süs eşyalarını kazdığı bir çukurda
topladı. Samiri de bunları aldı.
Bir başka görüşe göre,
İsraİloğulları Mısır'dan çıkmak istedikleri gece bu süs eşyalarını ariyet
olarak aldılar ve Kıptîlere bir düğünleri, yahut da bir toplantıları olduğu
İzlenimini verdiler. Samiri ise, daha önce İsrailoğullarının: "Ey Musa,
onların nasıl tanrıları varsa, sende bize böyle bir tanrı yap" (el-A'raf,
7/138) dediklerini işitmişti, O tanrılar ise inek surelinde idi. Samiri de onlara
ses çıkarmayan bir buzağı heykeli yapmıştı. Şu kadar var ki onlar, ondan bir
böğürtü sesi işitiyorlardı. Yüce Allah'ın bunu ete ve kemiğe, kana dönüştürdüğü
de söylenmiştir. Yine denildiğine göre o, atın izinden almış olduğu bir avuç
toprağı süs eşyalarının üzerine ateşe bırakınca, buzağının bir böğürtüsü oldu.
Tek bir defa böğürdü, ikinci defa bir daha da böğürmedi. Bu sefer,
etrafındakilere: "İşte bu, sizin de ilahınız, Musa'nın da ilâhıdır. O,
unuttu" (Tâ-Hâ, 20/88) dedi.
Yani o, ilâhını burada
unuttu, gitti başka yerde arıyor, Bunu, kaybetmiş bulunuyor. Haydi gelin biz bu
buzağıya tapalım, demek istemişti. Yüce Allah da Hz. Musa'ya münacaatı
şuasında şöyle demişti: "Gerçekten Biz, kavmini fitneye düşürdük, Satnirî
de onları saptırdı." (Tâ-Hâ, 20/85) Bunun üzerine Hz. Musa şöyle dedi:
Rabbİm, bu Samiri süs eşyalarından onlara bir buzağı yaptı. Peki, ona bu
cesedi kim verdi -bununla onun kana ve kemiğe dönüşmesini kastetmektedir- ve
onun böğürmesini kim sağladı? Yüce Allah: Ben diye buyutımca, Hz. Musa şöyle
dedi; İzzetin ve Celalin hakkı için onlan Senden başka kimse saptırmadı. Bunun
üzerine yüce Allah: Doğru söyledin ey hikmetlilerin hikmetlisi dedi. İşte yüce
Allah'ın bize naklettiği Hz. Musa'nın söylediği: "Zaten o ancak senin fit
nendir" (el-A'raf, 7/155) buyruğunun anlamı budur.
el-Kaftal der ki:
Samiri, şöyle bir yola başvurmuştu: Buzağının içini boş bırakmıştı. Buzağı
rüzgara karşı duruyordu. Sonunda böğürtüyü andıran bir ses çıkardı. Bununla da
onlara Hz. Cebrail'in atının ayak izlerinden aldığı toprağı bırakınca cesedin
bu hale geldiği vehmini verdi. Ancak bu, bir takım tutarsızlıklar ihtiva eden
bir sözdür. Bunu el-Kuşeyrî ifade etmiştir.
"Onun
kendileriyle konuşamadığını, onlara bir yol da gösteremediğini görmediler mi
onlar?" Yüce Allah, bu buyruğuyla mabud'un kelam sıfatına sahib olması
gerektiğini açıklamaktadır. Onlara bir yol gösteremeyişi de her hangi bir delil
gösterememesi anlamındadır.
"Onu" ilah
"edindiler ve zalimler oldular." Yani, onu ilah edinmek suretiyle
kendilerine zulmettiler. Şöyle de açıklanmıştır: Buzağıyı ilah kılmaları
dolayısıyla zalimler, yani müşrikler oldular.
[281]
149. Buzağıya
taptıklarına oldukça pişman olup, kendilerinin sapmış olduklarını görünce:
"Andolsun eğer Rabbİmiz bize acımaz, bizi bağışlamazsa herhalde en büyük
ziyana uğrayanlardan olacağız" dediler.
Buzağıya taptıklarına
oldukça pişman olup..." Bu
pişmanlıkları,
Musa'nın mikatten dönüşünden sonra olmuştu. Pişman olmuş ve şaşkınlık
içerisinde bulunan kimsenin halini anlatmak üzere (burada da görüldüğü gibi
kelime anlamı ile: "Eline düştü" demek olan); tabiri kullanılır.
el-Ahfeş der ki: denildiği gibi; da denilebilir. Malum olarak; diye malum fiil
kullananlara göre: Pişmanlık ortaya çıkınca anlamındadır. Bunu da el-Ezherî,
en-Nehhas ve başkaları söylemiştir.
Pişmanlık (nedamet)
kalpte olur. Ancak burada "yed: el" tabirinin kullanılması herhangi
bir şeyi ele geçiren kimse hakkında: Filan şeyi eline geçirdi, denilmesinden
dolayıdır. Çünkü çoğunlukla eşya ile el vasıtasıyla temasa geçilir. Mesela
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bu ellerinin önden görderdiği
sebebiyledir." (el-Hac, 22/10) Aynı şekilde pişmanlık her ne kadar kalpte
yer etse bile onun izleri bedende de görülür. Çünkü pişman olan bir kimse
mesela, elini ısırır, bir elini diğerine vurur.
Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Bu uğurda harcadıkları dolayısıyla ellerini
birbirine ovuşturmaya başladı." (el-Kehf, 18/42.) Yani, pişman oldu;
"Ogün zalim ellerini ısırıp: Keşke peygamberle birlikte yol tutmuş
olsaydım der." (el-Fuıkân, 25/27) Yani pişmanlıktan ötürü ellerini ısırır...
demektir. Yine pişman kişi eliyle sakalını yakalar.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bu tabir aslında esir alınmaktan gelmektedir. Bir kimse bir
kimseyi vurur yahut yere yıkar, ondan sonra da onu esir almak ya-lıutta
kollarını bağlamak için ellerinden tutar, onu yere yıkar. Böylelikle yere
yıkılan bir kişi, yere yıkanın eline düşmüş olur.
"Kendilerinin
sapmış olduklarını görünce." Yani, yüce Allah'a masiyel etmiş olduklarını
anlayınca "andolsun eğer Rabbimiz bize acımaz bizi bağışlamazsa, herhalde
en büyük zarara uğrayanlardan olacağız dediler."
Böylelikle Allah'a
kulluklarını itiraf etmeye, O'ndan mağfiret dilemeye koyuldular.
Hamza ve el-Kisaî:
"Andolsun eğer Rabbimiz bize acımaz, bizi bağışlamazsa" anlamındaki
buyrukları; şeklinde muhatap "te"si ile " Andolsun Ey Rabbimiz,
eğer bizi bağışlamaz, bize mağfiret etmezsen anlamına gelecek şekilde"
okumuşlardır.
Bu ifadede Allah'a
sığınmak, O'na yalvarıp yakarmak, O'ndan dilekte bulunup dua edişte niyaz
etmek muhtevası vardır.
Ey Rabbimiz"
ifadesi ise, nida harfinin hazfı ile birlikte nasb mahal-lindedir. Ayrıca bu,
(nida harfinin hazfedilmesi) dua ve boyun eğmek zilletini izhar etmek
bakımından daha beliğ bir ifadedir. Hamza ile el-Kisaî'nin bu kıraati, yüce
Allah'a karşı itaat ve yalvarıp yakarışı ortaya koyduğundan, daha uygun bir
kıraattir.
[282]
150. Musa kavmine
öfkeli ve kederli dönünce dedi ki: "Siz bana halef olduktan sonra
arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rab-binizin emrinin çabucak gelmesini
istediniz ha!" Derken Levhaları bırakıverdi, kardeşinin başından
yakalayıp onu kendine doğru çekmeye başladı. Dedi ki: "Ey anamın oğlu, bu
kavim beni gerçekten zayıf buldular. Neredeyse beni öldüreceklerdi bile. Sen de
bana düşmanları sevindirecek bir iş yapma. Ve beni o zalimler güruhu İle bir
tutma."
151. Dedi ki:
"Rabbim, beni de kardeşimi de bağışla. Bizi rahmetine al. Sen, rahmet
edenlerin en merhametli olanısın."
Yüce Allah'ın:
"Musa kavmine öfkeli ve kederli dönünce..." buyruğun-daki;
"Öfkeli" kelimesi, munsarıl değildir. Çünkü bunun müennesi; diye
gelir. Diğer taraftan bundaki "elif" ile "nun," Kırmızı lafzında
yer alan ve müenneslik bildiren elif ile hemze yerine geçmektedir. Bu kelime
hal olarak nasbedilmişür.
"Kederli"
ise, gazabın ileri derecesi demektir. Ebu'd-Derdâ der ki: Esef (keder), gazabın
ötesinde ve ondan daha ağır bir durumdur. Esef duyan kişiye denilir. aynı
zamanda oldukça kederli demektir.
İbn Abbas ile es-Süddî
der ki: Musa, kavminin yaptığından ölürü oldukça üzülmüş halde döndü. Taberî
der ki: Yüce Allah ona, İsrailoğullannın yanına dönmeden önce buzağı sebebiyle
fitneye düşürüldüklerini haber ver-
di. İşte kızgın
dönüşünün sebebi budur.
İbnü'l-Arabî der ki:
Musa (a.s) insanlar arasında en çok kızan kişi idi. Bununla birlikte oldukça
çabuk sakinleşir ve kızgınlığı geçerdi. Böylelikle bu lıali diğerini telâfi
ediyordu.
İbnü'l-Kasım der ki:
Ben, Malik'i şöyle derken dinledim: Musa (a.s) kızdığı vakit, başlığından
duman çtkar, bedenindeki tüyleri cübbesini yükseltirdi. Buna sebep İse,
kızgınlığın kalpte alevlenen bir kor ateş oluşundan dolayıdır. İşte bundan
dolayı Peygamber <sav) kızan kimseye yatmasını emretmiştir. Yine kızgınlığı
geçmeyecek olursa yıkanmasını istemiştir. Bu kızgınlığını onun yatması
dindirir, yıkanması da söndürür. Hz. Musa'nın çabuk kızması, ölüm meleğine
tokal vurup gözünü çıkarmasına sebep teşkil etmişti.[283]
el-Maide Sûresi'nde (5/26. âyetin tefsirinde) bu hususta ilim adamlarının görüşleri
de geçmiş bulunmaktadır.
et-Tirmİzî el-Hakîm de
der ki: Uz. Musa'nın böy]e bir davranışı uygun görmesi, kendisinin Kelîmııllah
oluşundan dolayıdır. O, adeta kendisine karşı cüretkârca davranan yahut da onu
rahatsız edecek bir şekilde kendisine el uzatan kimsenin bu davranışı ile çok
büyük bir şekilde haddini aştığını kabul ediyordu. Nitekim, Hz. Musa'nın ölüm
meleğine Ruhumu nereden alacaksın dediğini görmekteyiz. Ağızımdan mı, ben
onunla Rabbimle münacaat ettim. Yoksa kulağımdan mı, halbuki ben kulağımla
Rabbimin kelamını işittim. Yahut elimden mi, halbuki ben elimle Levhaları
tuttum. Yoksa ayaklarımdan mı, ben ayaklarımın üzerinde O'nun huzurunda dikilip
Tûr'cla O'nunîa konuştum. Yahut gözlerimden mi, yüzüm O'nun nurundan ötürü
aydınlanmış bulunuyor. Bunun üzerine ölüm meleği H2. Musa'ya çaresiz ve cevap
veremeyecek bir halde geri dönmüştü.
Ebû Davud'un
Sünen'inde de Ebu Zer'den şüyle dediği nakledilmektedir: Rasulullah (sav) bize
şöyle dedi: "Sizden herhangi bir kimse kızdı mı, eğer ayakta ise, otursun.
Şayet kızgınlığı geçerse (mesele yok). Yoksa yatsın"'[284]
Yine Ebû Dâvûd, Ebu
Vâil ei-Kaas'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Ur-ve b. Muhammed es-Sa'di'nin
yanına girdik. Bir adam onunla konuştu ve onu kızdırdı. Kalktı, sonra da abdest
alıp geri döndü ve şöyle dedi: Babam bana dedem Atiyye'den naklen şöyle
dediğini anlattı: Rasulullah (sav) buyurdu kî: "Şüphesiz kızgınlık
şeytandandır. Ve şüphesiz şeytan ateşten yaratılmıştır. Ateş İse ancak su ile
söndürülür. Sizden herhangi bir kimse kızdı mı abdest alsın."[285]
Yüce Allah'ın:
"Siz bana halef olduktan sonra arkamdan ne kötü İşler
yapmışsınız"
buyruğu, tiz. Musa'nın, kavmini bu sözlerle yerdiğini ifade etmektedir. Yani
si;: benden sonra çok kötü bir iş yaptınız.
Ona halel' oldu"
tabiri, hem hoşuna gitmeyecek şekilde halef olmasını anlatmak hem de hayırlı
bir şekilde ona halef olduğunu anlatmak için kullanılır. İşte bu sebep
dolayısıyla; "Ayrılışından sonra ailesi ve kavmi arasında hayır veya şer
{iyi veya kötü) bir şekilde ona halef oldu, denilir.
"Rabbinizin
emrinin çabuk gelmesini İstediniz hal" Yani, siz Rabbini-zin emri gelmeden
önce birşeyler yaptınız ha!
Acele (çabukluk) bir
şeyi vaktinden önce yapmak demektir. Bu, yerilen bir huydur. Sür'at ise, bir
işi ilk vaktinde yapmaktır. Bu da övülen bir iştir. Yakub der ki: tabiri, bir
şeyi vaktinden önce yapmak hakkında kullanılır. ise, kişinin acele etmesini
istedim; yani, onu acele davranmaya ittim, anlamına gelir.
"Rabbinizin
emri" ise, Rabbinizin tayin ettiği vakti demektir. Yani, O'nun tayin
ettiği kırk günlük süreden önce mi hareket ettiniz? anlamına gelir. Bunun:
Rabbinizin gazabının çabucak gelmesini mi istediniz? anlamına geldiği
söylendiği gibi; Siz, Eabbİnizden herhangi bir emir size gelmeden önce buzağıya
ibadette acele mi ettiniz? anlamına geldiği de söylenmiştir.
"Derken Levhaları
bırakıverdi" buyruğu İle ilgili açıklamalarımızı da iki başlık halinde
sunacağız:
[286]
"Derkan Levhaları
bırakıverdi." Yani o, kavminin buzağıya tapmakta olduklarını, kardeşinin
de bu hususta onlara karşı İhmalkâr davrandığını görünce, kızgınlık ve
kederinden Levhaları bıraktı, demektir. Bu açıklamayı Sa-id b. Cübeyr
yapmıştır. İşte bundan dolayı "haber almak görmek gibi değü-dir"
denilmiştir. (BununLa Hz. Musa'ya, kavminin buzağıya tapma fitnesine düştüğünün
önceden haber verildiği halde kızmamış olduğuna işaret etmek istemektedir).
Katade'den gelen -eğer
sahih ise ki, sahih de değildir- Hz. Musa'nın levhaları bırakması, Levhalarda
ümmetine verilmemiş üstün bir faziletin Muham-med (sav)'ın ümmetine verildiğini
görmesinden ötürü idi, şeklindeki rivayete iltifat edilmez. Çünkü bu Musa
(a.s)'a izafe edilmemesi gereken oldukça bayağı bir görüştür, ibn Abbas
(r.a)'dan ise, Levhaların kırılmış olduklarına ve Levhalardan lıerşeye dair
açıklamaların kaldırılıp geriye hidayet ve rahmetin kalmış olduğuna dair
açıklaması önceden geçmişti.
[287]
Mutasavvıf cahillerden
kimisi bunu, sufilerin sema ve şarkılardan dolayı ileri derecede neşelendikleri
vakit elbiselerini atmalarının caiz olduğuna deli} göstermişlerdir. Diğer
taraftan onlardan kimisi akit başındayken de elbiselerini alıvermektedir.
Kimisi ise, önce elbiselerini parçalamakta sonra atmaktadır. Bu
davranışlarının caiz oluşuna Hz. Musa'nın Levhaları bırakmasını delil gösteren
bu kimseler derler ki: Bunlar gaybet halindedir. (Vecd içerisinde olup,
akıllarım kaybetmişlerdir.) O bakımdan kmanmazİar. Çünkü Musa da kavminin
buzağıya tapmasından dolayı kederin etkisi altına girince Levhaları attı ve
kırdı. Halbuki yaptığını da bilemiyordu.
Ebu'l-Ferec el-Cevzî
der ki: Peki Hz. Musa'nın Levhaları bunları kırmak amacıyla attığı görüşünü
kini doğru kabul eder? Kur'an-ı Kerimde onun Levhaları bıraktığından söz
edilmektedir. Bu Levhaların kınldığını nerden biliyoruz? Kırıldı, diyelim.
Peki, Hz. Musa'nın Levhaları kırmak maksadıyla onları bıraktığını nerden
biliyoruz? Onun bu maksatla bıraktığını kabul edecek olsak dahi, Hz. Musa bu
durumda gaybet halindeydi deriz. O kadar ki, önünde bir ateş denizi dahi
bulunsaydı, ona bile dalardı. Ya bu gibi kimselerin şarkı ve semâ'ı
başkalarından ayırt edebildikleri haldeyken ve eğer önlerinde bir kuyu olsa
ondan kendilerini koruyabilecek durumda iken, gaybet halinde olduklarını kim
doğru kabul edebilir? Hem peygamberlerin halleri bu gibi beyinsizlerin
hallerine nasıl kıyas edilir?
İbn Akit'e, bu gibi
kimselerin vecde kapjlıp eibiselerini parçalamalarının hükmü hakkında sorulmuş,
şu cevabı vermiştir: Bu bir günahtır ve haramdır. Rasulullah (sav) da malların
zayi edilmesini yasaklamıştır. Birisi ona: O'nlar yaptıklarına akıl
erdiremeyecek haldedirler deyince, şu cevabı verdi: Eğer onlar sema'ın
zevkinin etkisine girip bunun sonucunda akıllarının zail olacağını bile bile
bu gibi yerlerde bulunacak olurlarsa, elbiselerini yırtmak ve buna benzer
yaptıkları fesatlara kendilerini itmiş olduklarından ötürü günahkâr olurlar ve
bu halleri dolayısıyla da şeriatın hitabı onlardan kalkmaz. Çünkü onlar, bu
gibi yerlere gelmeden önce kendilerini bu hallere götürebilecek yerlerden uzak
durmakla mııhalab olunmuşlardır. Tıpkı sarhoşluk veren şeyi içmeleri
kendilerine yasak kılındığı gibi. İşle tasavvuf ehlinin -eğer doğru
söylüyorlarsa- vecd adını verdikleri bu neşve hali, tabiatların sarhoş olması
halidir. Eğer bu halde olduklarını yalan yere iddia ediyorlarsa, ayık
olmakla birlikte
mallarını jfsad etmiş olurlar. Her iki durumda da günahtan kurtulamıyorlar.
Şüphe bulunan yerlerden uzak durmak ise vacibtir.
"Kardeşinin
başından yakalayıp onu kendine doğru çekmeye başladı."
Yani, onu sakalından
ve perçeminden tutup kendisine doğru çekmeye başladı. Hz. Harun, Hz. Musa'dan
-Allah'ın salat ve selamı ikisine de olsun- üç yaş daha büyüktü. İsrail oğullan
da Hz. Harun'u Hz. Musa'dan daha çok severlerdi. Çünkü o, kızması dahi yumuşak
bir kimse idi.
Hz. Musa'nın
kardeşinin başından yakalayıp kendisine doğru çekmesi ile ilgili olarak ilim
adamlarının dört te'vili vardır:
1- Böyle bir
davranış onlar arasında örf haline gelmişti. Nitekim Araplar, kardeşlerine ve
arkadaşlarına İkram ve ta'zim olmak üzere biri diğerinin sakalını tutardı. Bu
bakımdan bu davranış zelil düşürmek kastıyla olmamıştır.
2-
Hz.Musa'nın Hz. Harun'u bu şekilde yakalayıp çekmesi, ona Levhaİa-rın
üzerlerine indirilmiş olduğunu gizlice bildirmek içindi. Çünkü Levhalar Hz.
Musa'ya bu münacaatı sırasında nazil olmuş, o da Tevrat'tan önce bu Levhaları
İsrailoğullarından gizlemek istemişti. Harun (a.s) da kendisine: Beni başımdan
da yakalama, sakalımdan da tutma, diyerek bu şekilde küçük düşürülmüş olduğu
izlenimini İsrailoğullarına verip Hz. Musa'nın kendisine gizlice birşey
söylemiş olduğu şüphesini uyandırmak istememişti.
3- Hz. Musa'nın kardeşine bunu yapması, Hz.
Harun'un da buzağı hakkında yaptıkları şeylerde İsrailoğullan ile birlikte bir
meyil taşıdığı düşüncesine sahip olmasından ötürü idi.
4- Hz. Musa,
kardeşini durumunun ne olduğunu bilmek için böyle çekmişti. Hz. Harun ise,
İsrailoğullan Hz. Musa kendisini küçük düşürdüğünü düşünmelerini istememişti.
Böylelikle kardeşine buzağıya tapanların kendisini zayıf gördüklerini ve az
kalsın onu öldüreceklerini açıkladı. Hz. Musa kardeşinin mazeretini işitince
şöyle dedi: Rabbim, bana ve kardeşime mağfiret buyur. Yani, benim Levhaları
bırakmama sebep olan ktzgınlığımı bağışla, kardeşimi de bağışla. Çünkü o, Hz.
Harun'un herhangi bir kusuru olmamakla birlikte, onların yaptıklarına gerekli
tepkiyi göstermediğinden kusurlu davrandığını sanmıştı. Yani, eğer kardeşimin
kusuru varsa ona da mağfiret buyur, onu da bağışla, demek istemiştir.
el-Hasen der ki: Harun
müstesna hepsi de buzağıya tapınışlardı. Zira orada Musa ile Harun (ikisine de
selam olsun) dışında mü'min bir kimse olsaydı, Hz. Musa Rabbim, beni ve
kardeşimi bağışla! demekle yetinmez, onların dışındaki diğer mü'minlere de dua
ederdi.
Şöyle de
açıklanmıştır: O, kardeşine yaptığından ötürü kendisi için mağfiret dilemişti.
Zira, Hz. Musa kardeşine bu işi kızdığından dolayı yapmıştı. Kızmasının sebebi
ise, kardeşinin kendisine gelip ona meydana gelen olayları anlatmaması idi.
Çünkü Hz. Musa o takdirde geri dönüp yaptıklarını düzeltme yoluna gidecekti.
Bundan dolayı Hz. Musa şöyle demişti: "Onları sapıklıkta gördüğünde bana
uymaktan (yahut arkamdan gelmekten) seni ne alıkoydu" (Tâ-Hâ, 20/92-93)
demişti.
Hz. Harun da
öldürülmekten korktuğu için kaldığını açıklamıştı. Böylelikle âyet-i kerime
münkeri değiştirmeye kalkışmak halinde öldürüleceğinden korkan kimsenin
susabileceğine delil teşkil etmektedir. Buna dair açıklamalar da daha önce
Âl-i İmran Sûresi'nde (3/21-22. âyetlerin, 1. başlık ve devamında) geçmiş
bulunmaktadır.
İbnü'l-Arabî der kt:
Bu âyet-i kerimede -bazı kimselerin yanlış iddiaları gibi- kızgınlığın ahkâmı
değiştirmeyeceğine delil vardır. Musa (a.s)'ın kızgınlığı, fiillerinde
herhangi bir değişiklik yapmamıştır. Aksine onun tîiUeri normal mecrasında
akıp gitmiş, Levhaları bırakmış, kardeşine sitem etmiş, bir meleğe tokat
vurmuştur.., el-Mehdevî der ki: Çünkü Hz. Musa'nın gazabı Allah içindi.
İsrailoğullarına ses çıkarmayışı ise, birbirleriyle savaşmalarından, parçalanıp
dağılmalarından korkması idi.
'Dedi ki: Ey anamın
oğlu." Hz. Harun, Hz. Musa'nın anne baba bir kardeşi idi. Ancak, bu ifade
yumuşatıcı ve kendisine şefkat etmesini sağlayıcı bir tabirdir. ez-Zeccâc der
ki: Hz. Harun'un, Hz. Musa'nın anne bir kardeşi olduğu söylenmiştir. Âyet-i
kerimedeki; Anam" kelimesi, hem "mim" harfi üstün olarak, hem de
esrelı olarak okunmuştur. Bunu üstün okuyan; "Anamın oğlu"
kelimesini; "Onbeş" gibi tek bir isim olarak kabui etmiştir. Bu da:
"Ey onbeş kişi geliniz" demek gibidir. "Mim" harfini
esreli olarak okuyan kimse ise önce bu ismi mütekeltim zamirine muzaf yapmış,
ondan sonra da izafet ya'sını hazfetmiş olur. Çünkü, nidanın hazf üzere mebni
olduğu kabul edilmiştir. "Mim" harfinin esresinin kalması ise orada
hazfedilmiş izafete delil teşkil etmesi içindir. Yüce Allah'ın: "Ey
kullarım" (ez-2umer, 39/10) buyruğu gibidir. Nitekim bunun böyle olduğuna
İbn es-Semeyka'nm; "Ey anamın oğlu" şeklinde aslına uygun olarak
"ye" harfini tesbit ile okuyuşu delil teşkil etmektedir.
el-Kisaî, el-Ferra ve
Ebu Ubeyd derler ki: "Mim" harfinin üstün olarak okunuşunun takdiri:
"Ey anamın oğlu" şeklindedir. Basralılar ise bu yanlış bir görüştür,
derler. Çünkü, "elif aslında hafif bir harftir, hazfedilmez. Fakat burada
Hz. Musa, her iki ismi tek bir isim kılmıştır.
el-Ahfeş ile Ebu Hatim
ise; "h Ey anamın oğlu" şeklinde esreli okuyuş; "Ey kölemin
oğlu gel," demeye benzer ki, bu şaz bir söyleyiştir, böyle bir okuyuş ise
uzak bir ihtimaldir. Ancak, bu şekildeki okuyuş, izafeti sana (yani,
mütekellimin kendisine) yapılan hallerde uygundur. Sana İzafe olunan şeye
izafeye gelince; yufte Ey kölemin oğlu ve ey kardeşimin oğlu" denmesi
uygundur. Arapların; "Ey anamın oğlu, ey amcamın oğlu," şeklindeki
ifadeyi caiz görmeleri ise, çokça kuşanılmasından ötürüdür.
ez-Zeccâc ile
en-Nehhâs derler ki: Ancak bu kullanımın güzel ve uygun bir açıklaması vardır.
Anne ile birlikte oğul ve amca ile birlikte oğul tabirinin kullanılması tek bir
isim kabul edilir ve bir kimsenin; "Ey onbeş kişi geliniz," demesi
gibidir. Burada; "Ey oğul, ey köle," kelimesinden "ya"
harfi hazfedildiği gibi hazfedilrniştir.
"Bu kavim beni
gerçekten zayıf buldular." Beni güçsüz kabul ettiler ve beni 2ayır"
saydılar. "Neredeyse" azkalsııı "beni öldüreceklerdi bile."
Buradaki; Beni
öldüreceklerdi" kelimesi, geniş zaman (muza-ri) fiil olduğundan dolayı iki
"nun" iledir. Kur'an'ın dışındaki söz ve konuşmalarda bu iki
"nun"un idğam edilmesi caizdir.
Sen de bana düşmanları
sevindirecek bir iş yapma"
yani, bu sebeple
onları sevindirme. ; gerek din, gerekse dünya hususlarında kardeşine isabet
eden musibetler dolayısıyla sevinmeyi ifade eder. Bu haramdır ve yasak
kılınmıştır. Hadis-i şerifte Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu
zikredilmektedir: "Sen, kardeşinin musibetine sevindiğini açığa vurrna. O
takdirde Allah ona afiyet verir ve seni de belâlara duçar kılar."[288]
RasuîuSlah (sav) da
başına düşmanlarım sevindirecek iş gelmesinden dolayı Allah'a sığınır ve şöyle
dua ederdi:
Allah'ım ben Senden kazanın
kötüsünden, bedbahtlık veren şeylerin bana gelip yetişmesinden ve başıma gelen
musibetlerden dolayı da düşmanlarımın sevinmesinden Sana sığınırım." Bu
hadisi Buharı ve başkaları rivayet etmiştir.[289] Şair
de şöyle demiştir:
"Zaman bazı
kimseler aleyhine musibetlerini çekecek olsa, Diğer başkalarının çevresine
çöker. Bizim musibetlerimize sevinenlere de ki: Ayılın Musibetinize sevinenler
de bizim karşılaştığımızın benzeriyle karşılaşacaklardır."
-Bu kelimeyi- Mücahid
ile Malik, şeklinde "te" harfini nasb ile ve "mim"i de
üslün olarak okumuşlar ve "Düşmanlar" kelimesini ise mer-iu' olarak
okumuşlardır. Yani: Sen bana kendisi sebebiyle düşmanlarımın sevineceği bir iş
yapma. Yani, senin bana yapacağın bir iş dolayısıyla onlar sevinmesinler.
Yine Mücahid'den;
şeklinde "te" ve "mim" harfleri üstün ile;
"Düşmanlar" kelimesini de nasb ile okumuştur. İbn Cinnî der ki: Yani,
Rabbim, Sen düşmanları bana sevindirme, anlamına gelir. Bunun caiz oluşu, yüce
Allah'ın: "Allah onlarla alay eder" (el-Bakara, 2/15) buyruğu ve
benzerlerinin de uygun oluşundan dolayıdır. Sonra da asıl maksada dönerek
"düşmanlar" anlamındaki kelimeyi kendisiyle nasbettiği bir fiili
takdir etmiştir. Adeta: Başkalarını yani düşmanları bana gelecek musibetlerle
sevindirme, demiş gibidir.
Ebu Ubeyd der ki: Ben
Humeyd'den; şeklinde "mim" harfini es-reli olarak okuduğunu
naklediyorum. en-Nehlıâs der ki: Ancak bu okuyuşun açıklanabilir bir tarafı
yoktur. Çünkü eğer bu fiil; den geliyor ise, ( ölü ) demesi gerekirdi. Eğer den
geliyor ise, bu sefer -"te" harfi öt-reli "mim" harfi de
esreli olmak üzere-; demesi gerekirdi.
Hz. Harun'un: "Ve
beni o zalimler güruhu ile bir tutma* ifadesine gelince, Mücahid der ki: Yani
sen beni buzağıya tapanlarla bir kabul etme, demektir.
'Dedi ki: Rabbim! Benî
de kardeşimi de bağışla, bîzl rahmetine al. Sen rahmet edenlerin en merhametli
olanısın." Bu buyruğa dair açıklamalar ise daha önceden geçmiş
bulunmaktadır. (Bk. el-Bakara, 2/286. âyet 9. başlık v.d.)
[290]
152. Şüphesiz,
buzağıyı (tanrı) edinenlere Rablcrİnden bir gazap, dünya hayatında da bir
hürlük erişecektir. Biz, iftira edenleri işte böyle cezalandırırız.
153. Kötülükler
işleyip ondan sonra tevbe ve iman edenlere ise, şüphe yok ki Rabbin bunun
ardından Gafurdur, Rahimdir.
şüphesiz buzağıyı
(tanrı) edinenlere Rablerinden bir gazap" yani Allah'tan bir ceza,
"dünya hayatında da bir horluk
erişecektir." Çünkü onlar biribirlerini öldürmekle emrolunmuşlardı.
Buradaki horluğun cizye ödemeleri anlamında olduğu da söylenmiştir. Ancak bu
anlama gelmesi, uzak bir ihtimaldir. Çünkü cizye kendilerinden alınmamıştır.
Onların soyundan gelenlerden alınmıştır.
Diğer taraftan şöyle
denilmektedir: Bu ifadeler de Hz. Musa'nın söylediği sözler arasındadır. Yüce
Allah bunları onun sözleri olarak bize haber vermekte ve burada onun sözleri
sona ermektedir. Daha sonra yüce Allah: "Biz iftira edenleri işte böyle
cezalandırırız" diye buyurmaktadır.
Hz. Musa'nın söylediği
bu sözler, buzağıya tapanlar kendi kendilerini (birbirlerini) öldürmek
suretiyle tevbe etmelerinden önce söylenmişti. Onlar tevbe edip, Allah da
-el-Bakara Sûresi'nde (2/Ş4. âyetin tefsirinde) açıklaması geçtiği gibi- büyük
çapta öldürmelerden sonra onları affedince, kendilerine aralarından
öldürülenlerin şehid olduğunu, hayatta kalanların da günahlarının bağışlanmış
olduğunu haber vermişti.
Şöyle de denilmiştir:
Aralarında kalplerine buzağının yani sevgisinin içi-rildiği ve tevbe etmeyen
bir takım kimseler vardı. İşte yüce Allah'ın: "Şüphesiz buzağıyı (tanrı)
edinenlere..." buyruğu ile kastedilenler bunlardır.
Yine denildiğine göre
bu buyrukla Hz. Musa'nın inikattan dönüşünden önce ölenler kastedilmektedir.
Bununla çocuklarının kastedildiği de söylenmiştir. B' it.e, Kurayzalılar ile
Nadiroğullarının başına gelen olayları işaret etmektedir. Yani, onların
çocuklarına... (bir gazab ve dünyada bir lıorluk) erişecektir, demektir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Biz, iftira
edenleri işte böyle cezalandırırız." Yani, bunlara yaptığımızın bîr
benzerini İftira edenlere yaparız. Malik b. Enes -Allah'ın rahmeti üzerine
olsun- şöyle der: Ne kadar bid'atçi varsa, mutlaka zilletin onun tepesinde
olduğunu görürsün. Daha sonra yüce Allah'ın: "Şüphesiz buzağıyı (tanrı)
edinenlere Rablerinden bir gazap... erişecektir" buyruğundan itibaren
"Biz, iftira edenleri işte böyle cezalandırırız." Yani, bid'atçileri
böyle cezalandırırız, diye okuyup açıklamıştır.
Denildiğine göre Hz.
Musa, buzağıyı boğazlamakla emrolunmuş, onu kestiğinde de kanı akmış, daha
sonra eline aldığı törpü ile onu torpilleyip kan ile birlikte denize atmıştı.
Daha sonra da bu sudan içmelerini emretmişti. Buzağıya tapıp da sevgisi
kalbine tçirilrmş olanın bu hali, dudaklarında açığa çıkmıştı. Bununla buzağıya
tapanları öğrenmiş oldu. Yine buna dair açıklamalar dalıa önceden el-Bakara
Sûrest'nde (2/93. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Sonra yüce Allah, şirk
ve diğer günahlardan tevbe edenlerin tevbesini kabul buyuracağım haber
vermektedir. Buna dair açıklamalar da önceden bir kaç yerde geçmiş
bulunmaktadır.
"Kötülükler"
yani, küfür ve çeşitli masiyetler "işleyip ondan sonra" yani bunları
işledikten sonra "tevbe ve iman edenlere
ise, şüphesiz Rabbin bunun ardından" yani tevbe etmelerinden sonra
"Gafurdur, Rahimdir."
[291]
154. Musa'nın öfkesi
susunca Levhaları aldı. Onlardaki yazıda Rab-lerinden korkanlara hidayet ve
rahmet vardı.
"Musa'nın öfkesi
susunca" yani, öfkesi dinince demektir. Muaviye b. Kur-ra da burada
"susunca" anlamına gelen; kelimesini "nun" ite, Dinince,
sükûn bulunca" diye okumuştur. Sükût'un (susmanın) aslı zaten sükûp
bulmak ve kendisini çekmek ve uzak durmak demektir. Meselâ " vadi üçgün
aktı, sonra sükûn buldu" denilince, akması durdu demek olur. İkrime der
ki: "Musa'dan gazabın susması" maklub ifadelerdendir. Yani, parmağı
yüzüğe soktum ile yüzüğü parmağa soktum (taktım) ifadeleri gibidir. Yine
başlığımı başıma soktum İle başımı başlığıma soktum, demek gibidir.
"Levhaları aldı" yani, onları bıraktı. "Onlardaki yazıda
Rablerindcn korkanlara hidayet ve rahmet vardı." Sapıklıktan hidayet ve
azaptan bir rahmet vardı, demektir.
Neshi Bir kitapta
bulunan yazıyı öbürüne aktarmak demektir. İkinci nüshanın kendisinden
yazıldığı asla da, ondan yapılan kopyaya da nüsha denilir. Denildiğine göre
Levhalar parçalanınca, Hz. Musa kırk gün oruç tuttu. Bu sefer, o Levhalar ona
iki Levha İçerisinde geri verildi. Onlardan hiçbir şey de kaybolmadı. Bunu İbn
Abbas nakletmiştir.
el-Kuşeyrî der ki:
Buna göre "onlardaki yazıda (nüshada)" ifadesi şu anlama gelir:
Kınlan levhalardan yeni levhalara kopya edilip istinsah edilenlerde bir
hidayet ve bir rahmet vardır.
Ata ise, onlardan geri
kalanlarda (bir hidayet ve bir rahmet vardır) diye açıklamıştır. Çünkü geriye
bu Levhalardan yalnızca yedide biri kalmış, yedide altısı kaybolmuştu. Ancak,
hudut ve ahkâma dair herhangi bir şey gitmemişti.
"Onlardaki yaztda
(nüshasında)" ifadesinin anlamının şu olduğu da söylenmiştir: Hz. Musa'ya
Levlıi Mahfuz'dan istinsah edilip yazılanda bir hidayet vardır. Şu anlama
geldiği de söylenmiştir: Ona yazılan şeylerde bir hidayet ve bir rahmet
vardır. O bakımdan, ayrıca kendisinden istinsah edilecek bir asla ihtiyaç
yoktur. Bu da bir kimsenin: Filan kimsenin söylediklerini istinsah et, demeye
benzer ki, bu onun söyied iki erini kitabında kaydet, yaz anlamına gelir.
"Rablerinden
korkanlara hidayet ve rahmet vardı."
"Rablerinden"
kelimesindeki "lam" harfi ile İlgili olarak üç görüş vardır:
Kûfelilere göre bu
zaiddir. el-Kisaîder ki: el-Ferezdak'dan dinleyenlerden birisi bana şunları
söylediğini naklctmiştir: "Ona yüz dirhem nakit ödedim" ifadesi,
"lam"sız olarak; "Ona nakit ödedim," demekle aynı
anlamdadır.
Buradaki
"lam"ın "lam-ı ecl (sebeplilik bildiren lam)" olduğu da
söylenmiştir. Yani, riyakârlık olsun ve başkaları duysun dîye değil de Rableri
için, Rablerinden korkan kimseler için... anlamındadır. Bu açıklama da
el-AMeş'den nakledilmiştir. Muhammed b. Yezid ise der ki: Buradaki
"lam," bir mastara taalluk etmektedir. Yani: "Korkulan Rableri
için olan kimselere..." demek olur.
Şöyle de denilmiştir:
Mef'ul, korkanlara tabirindeki... lara anlamını veren ism-i mevsııİ önceden
geçtiği için "lam" harfinin gelmesi güzeldir. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi:"Eğer rüya yorumunu yapabiliyorsanız..."
(Yusuf, 12/43)
Burada ma'mul (olan
"rüya" anlamındaki kelime) tekaddüm edince -ki bu da aynı zamanda mef
uldür- fiilin ameli zayıfladığından dolayı geçişsiz fiil durumuna düşmüştür.
(O bakımdan mefulün başına "lam" harfi gelmesi güzel düşmüştür.)
[292]
155. Musa, tayin
ettiğimiz vakit için kavminden yetmiş adam seçti. Onları o müthiş sarsıntı
yakalayınca dedi ki: "Rabbim, eğer dikseydin onları da beni de daha önce
helak ederdin. İçimizdeki bir takım beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi
helak mı edeceksin? Zaten o ancak Senin fitnemi ir. Sen onunla kimi dilersen
saptırır, kimi dilersen hidayete erdirirsin. Sen bizim ve-limizsin. O halde
bizi bağışla, bize merhamet buyur. Çünkü Sen bağışlayanların en
hayırlısısm."
Yüce Allah'ın:
"Musa, tayin ettiğimiz vakit için kavminden yetmiş
adam seçti"
buyruğunda birisi;"( mJ» ): Kavminden" kelimesi, diğeri de
"Yetmiş" anlamındaki kelime olmak üzere iki mef'ul vardır. Bunlardan
birincisinden; "...den" anlamındaki edai hazfedil mistir. Sibeveyh
şu beyiü-ni nakletmektedir:
"(Kışın) oldukça
fırtınalı rüzgârlar estiği vakit,
Cömertlik ve açık
ellilikle (iyilikle) seçilen adamlar bizdendir."
Bir çoban da bir adamı
överken şunları söylemiştir:
"Seni seçtim
insanlar arasından huylan bozulduğu vakit Ve kendisinden birşeyler vermesi
umulan artık cömertlikten vazgeçecek hale geldiğinde."
Kurtubî bu iki beyiti
de birinci mePulün başında harf-i çerin hazfedilmiş olduğuna örnek olmak üzere
göstermiştir).
Çoban bu son
beyitinde; "Seni insanlar arasından seçtim," demek istemektedir.
"Seçti"
kelimesinin asli; şeklindedir. Ancak, "ya" harfi hareke alıp ondan
önceki harfin harekesi de fetlıa olduğundan dolayı "elife kalbedilmiştir.
"Dedi ve sattı," fiilleri gibi.
"Onları o müthiş
sarsıntı yakalayınca" yani ölünce.
Sarsıntı (er-Racfe),
sözlükte şiddetli zelzele demektir. Ölünceye kadar zelzeleye uğratıldıkları da
rivayet edilmektedir.
"Dedi ki: Rabbim,
eğer dikseydin onları da beni de daha önce helak ederdin." Yani,
öldürürdün. Nitekim yüce Allah (helak kelimesini öldürmek anlamında kallanarak)
söyle buyurmaktadır: "Eğer bir erkek ölür de..."(,en-Nisa, 4/176).
"Beni de"
ifadesi ("onları" kelimesine) atfedilmiştir. Yani: Eğer Sen dilemiş
olsaydın İsrail oğullarının gözü önünde -beni itham etmesinler diye-Mİkat'a
onlarla birlikte çıkmadan önce bizi Öldürebilirdin.
Ebu Bekr b. Ebi Şeybe
der ki: Bize Yahya b. Saîd el-Kattan anlattı. O, Süf-yan'dan, o, Ebu îshâk'tan,
o, Umame b. Abd'dan, o, Ali (r.a)'dan dedi ki: Musa ile Harun -Allah'ın salat
ve selamı ikisine de olsun- yola koyuldular. Onlarla birlikte -Harun'un iki
oğlu olan Şebber ve Şebir de beraber gitmişti-. Üzerinde bir sedir bulunan bir
dağa vardılar. Harun o sedirin üzerine çıkınca ruhu kabzedildi. Musa kavmine
geri döndüğünde: Onu sen öldürdün dediler. Çünkü onun yumuşaklığı, onun güzel
huyu dolayısıyla sen bizi kıskandın. -Böyle veya buna benzer bir söz
söylediler-. Burada şüpheye düşen Süryan'dır, (Musa) bunun üzerine dedi ki:
Onun iki oğlu benimle beraberken nasıl olur da onu ben öldürürüm? Sonra:
Aranızdan dilediğinizi seçiniz dedi. Onlar da her Sıbt'dan on kişi seçtiler.
Ali (r.a) dedi ki: İşte yüce Allah'ın: "Musa, tayin ettiğimiz vakit İçin
kavminden yetmiş adam seçti" buyruğunda anlatılan budur. Bu yetmiş kişi
Hz. Harun'un cesedinin yanına gidip, seni kim öldürdü Ey Harun, dediler. O,
şöyle dedi. Kimse beni Öldürmedi, Allah benim canımı aldı. Bu sefer, Ey Musa,
sana isyan edilmiyor (karşı çıkılmıyor) dediler. Bu sefer sarsıntı onları
yakaladı, sağa sola gidip gelmeye başladılar. Hz. Musa da şöyle diyordu:
"Eğer dileseydln onları da beni de daha önce helak ederdin. İçimizdeki
bir takım beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak mı edeceksin? Zaten o ancak
Senin fîtnendir." Hz. Ali devamla dedi ki: Bunun üzerine Allah'a dua
etti, Allah da onları diriltti ve onların hepsini peygamber kıldı.
Şöyle de denilmiştir:
Sarsıntının onlan yakalamasının sebebi, "açıkça bize Allah'ı göster"
demelerinden dolayı olmuştu. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hani: Ey Musa, biz Allah'ı apaçık görmedikçe sana asla iman etmeyiz
demiştiniz? O anda siz bakıp dururken yıldırım sizi çarprot." (el-Bakara,
2/55) Nitekim bunun açıklaması el-Bakara Sûresi'nde (2/55. âyet, 3- başlık ve
devamında) önceden geçmiş idi.
İbn Abbas ise derki:
Sarsıntının onları yakalamasının sebebi, buzağıya tapınmasına razı olmamakla
birlikte, tapanları engellemeye kalkışmamalarıdır.
Şöyle de denilmiştir:
Bu yetmiş kişi, açıkça bize Allah'ı göster diyenlerden başkalarıdır. Vehb de
der ki: Bunlar ölmediler Takat heybetten dolayı sarsıntı onları aldı ve
eklemleri neredeyse birbirlerinden kopacaktı. Musa (a.s) da öleceklerinden
korktu. Yine el-Bakara Sûresinde onların bir gün ve bir gece süreyle
öldüklerine dair açıklaması da geçmiş idi. Onların sarsıntı ile alınmalarının
sebebi hakkında bundan başka görüşler de ileri sürülmüştür. Hangisinin doğru
olduğunu en iyi bilen Allah'tır.
Yüce Allah'ın:
"Bizi helak mı edeceksin" buyaığundaki sorudan kasıt, calıt
(inkâr)'dır. Yani sen, böyle bir şeyi yapmazsın. Arap dilinde bu gibi kullanımlar
pek çoktur. Şayet bu sorudan maksat nefîy İse, o vakit olumluluk anlamı çıkar.
Şairin şu beyi tinde olduğu gibi:
"Siz, bineklere
binenlerin en hayırlılara değil misiniz?
Ve bütün âlemler
arasında avuçlarının el ayaları en bol verenler?.."
Bu sorunun, dua ve
talep anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani, sen bizi helak etme diye dua
etmiş bu arada da kendisine izafette bulunmuştur. Oysa maksat, sarsıntıdan
ölen kimselerdir. cJ-Müberred der ki: Sorudan kasıt, ta'zim kastıyla soru
sormaktır. Yani: Bizi helak etme! demek istemiş gibidir. Zaten Hz. Musa,
Aliah'ın hiçbir kimseyi başkasının günahı dolayısıyla helak etmeyeceğini
biliyordu. O bakımdan, onun bu sözü, Hz. İsa'nın: "Şayet onlara azap
edersen, şüphesiz ki onlar Senin kullarındır" (el-Maİde, 5/118) buyruğuna
benzemektedir. Buradaki "beyinsizlerden kastın, o yetmiş kişi oldukları
söylenmiştir. Yani: Sen bu beyinsizlerin "bize Allah'ı açıkça göster"
dediklerinden ötürü tsrailoğullarını helak eder misin?
"Zateno ancak
Senin fitnendir." Yani bu, yalnız ve yalnız Senin sınaman, Senin
denemendir. "Fitne"yi yüce Allah'a İzafe etmiş, kendisine izafe
etmemistir, Nitekim Hz. İbrahim'in: "Ve ben hasta olduğum zaman bana O şifa
verir" (eş-Şuara, 26/80) buyruğunda hastalığı kendisine, şifayı da yüce
Allah'a izafe etmesine benzemektedir. (Hz. Musa ile birlikte Hz. Hızır'ı
aramaya giden) Yûşa da: "Onu (balığın durumunu sana) söylememi bana
şeytandan başkası unutturmadı" (el-Kelıf, 18/63) demiştir. Hz. Musa, bu
sözleri söyleme* yi yüce Allah'ın kendisine: "Gerçekten Biz kavmini senden
sonra fitneye düşürdük" (Tâ-Hû, 20/85) buyruğundan anlamış idi.
Hz. Musa kavmine geri
dönüp böğüren buzağının kendisine ibadet edilmek üzere dikilmiş olduğunu
görünce: "Zaten o ancak Senin fîtnendir. Sen onunla" yani o fitne
sebebiyle "kimi dilersen saptırır, kimi dilersen hidayete
erdirirsin" demişti. Bu da Kaderiyenin görüşünü reddetmektedir.
[293]
156. "Bize hem bu
dünyada hem de âhirette iyilik yaz. Çünkü biz Sana döndük." Buyurdu ki;
"Ben kimi dilersem onu azabıma uğratırım. Rahmetim ise herşeyi
kuşatmıştır. Onu sakınanlara, zekâtı verenlere, bir de âyetlerimize iman
edenlere, İşte onlara yazacağım."
Yüce Allah'ın:
"Bize hem bu dünyada hem de âhirette iyilik yaz." Yani, kendisi
sebebiyle bilim için hasenatın yazılacağı salih ameller işleme başarısını
(dünyada) ver. Âhirette de bunların mükâfatını bize ver. "Çünkü biz Sana
döndük." Sana tevbe ettik. Bu şekildeki açıklamayı, Mücahid, Ebu'1-Âli-ye
ve Katade yapmıştır.
"Dönmek,"
tevbe etmek demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde
(2/62. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Buyurdu ki: Ben
kimi dilersem onu azabıma uğratırım." Yani, azabımı hakedenlere veririm.
Bu da şu demektir: Bu sarsıntı ve yıldırım Benden geien bir azaptır, kimi
dilersem onu bu azaba çarptırırım. "Kimi dilersem" iradesinin, kimi
saptırmayı dilersem... elemek olduğu da söylenmiştir.
"Rahmetim ise
herşeyi kuşatmıştır" buyruğu, rahmetin umumi olduğunu, yani sonsuz
olduğunu anlatmaktadır. Bu da şu demektir: Rahmetime kim girerse girsin onu da
kapsamına alır. Rahmetim onu kapsamaktan aciz değildir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Benim rahmetim bütün mahlukatı kuşatmıştır. Öyle ki hayvanın
bile bir merhameti, yavrusuna bir şefkati vardır. Müfcssir-ler der ki: İblis de
dahil olmak üzere her şey bu âyet-i kerime dolayısıyla ümit-var olmuş, o da:
Ben de bir şeyim demiştir: Bunun üzerine yüce Allah: "Onu sakınanlara...
yazacağım" diye buyurdu. Yahudilerle hıristiyanlar: Diz de sakınanlarız
deyince, yüce Allah (bir sonraki âyet-i kerimede geçtiği üzere): "Onlar
ki... Ümmî Peygamber olan O Rasule uyarlar" diye buyurdu. Böylelikle
âyet-i kerimenin baş tarafındaki umumu kapsayıcı özelliği, rahmet belli
nitelikteki kimselere hasredilerek umum ifade'etmekten çıkmakladır. Yüce
Allah'a hamd olsun. Hanımad b. Seleme, Ata b. evSaib'den, o, Said b.
Cü-beyr'den, o, İbn Abbas'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Allah rahmetini bu
ümmete yazmıştır.
[294]
157. "Onlar ki,
yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı bulacakları, kendilerine iyiliği
emreden, onları kötülüklerden alıkoyan, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri
de haram kılan, sırtların-dakl ağır yükü ve üzerlerindeki zincirleri indiren
ümmî peygamber olan o Rasûl'e uyarlar. Ona iman edenler, onu yüceltenler, ona
yardım edenler ve onunla İndirilen nura tabi olanlar; İşte onlar kurtuluşa
erenlerin ta kendileridir,"
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız:
[295]
Yahya b. Rbi Kesir,
Nevf el-Bikâlî el-Himyerî'den şöyle dediğini rivayet eder: Musa (a.s) Rabbi
tarafından tayin edilen vakit için kavmi arasından yetmiş kişi seçince, yüce
Allah Hz, Musa'ya şöyle buyurdu: Yeryüzünü size hem bir mescid, hem de bir
temizlenme aracı kılayım. Namaz vaktine nerede erişirseniz orada namazınızı
kılacaksınız. Ancak tuvalet, hamam veya kabir müstesna. Sekîneti kalbinize
yerleştireceğim. Tevrat'ı ezberden okumanızı sağlayacağım. Sizden, her bir
erkek, her bir kadın, hür, köle, küçük büyük herkes ezberinden okuyacak.
Hz. Musa bunları
kavmine aktarınca şöyle dediler: Biz ancak havralarda namaz kılmak istiyoruz.
Ayrıca sekineti (Allah'ın huzur ve sükûnunu) kalplerimizde taşıyamayız. O
bakımdan, önceden olduğu gibi bunun tabutta kalmasını istiyoruz, Diğer
taraftan Tevratı ezberden okumaya gücümüz yetmez. Biz ancak bakarak Tevratt
okumak istiyomz. Bunun üzerine yüce Allah: "Rahmetim ise herşeyi
kuşatmıştır, onu sakınanlara... yazacağım" buyruğundan itibaren
"işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir" diye buyurdu ve
bunları bu ümmete verdi. Bunun üzerine Hz. Musa şöyle dedi: Rabbim o halde beni
o ümmetin peygamberi kıl. Yüce Allah, onların peygamberleri kendilerinden
olacaktır, dedi.
Bu sefer Uz. Musa,
Rabbim beni onlardan kıl, dedi. Yüce Allah, onlara asla yeu'şemeyeceksin
deyince, Hz. Musa şöyle dedi: Rabbim, ben İsrailoğul-larının temsilci heyeti
ile huzuruna geldim, bize vereceğin ikramı başkalarına verdin. Bunun üzerine
yüce Allah; "Musa'nın kavminden de hakka yönelten ve gereğince adaletle
hükmeden bir topluluk vardır" (el-A'rat, 7/159.) diye buyurdu, Hz. Musa da
buna razı oldu.
Nevf, devamla der ki:
İşte bunun için İsrailoğuEları heyetine yapacağı ikramı size veren Allah'a
haınd edin.
Ebu Nuaym da bu olayı,
el-Evzaî'nİn rivayetinden şöylece nakletmektedir: Bize Yahya b. Ebi Amr
es-Seybânî anlattı, dedi ki: Bana Nevf el-Bikâlî anlattı. 6, bir öğüde başladı
ms şöyle derdi: Siz daha gayb âlemindeyken sizi koruyan, hakettiğiniz paydan
ayrıca sizin için birşeyler aian ve başkalarına verilecek olan ikramları size
ayırana hanıd etmez misiniz? Şöyle ki Musa (as) îsrailoğullan heyeti ile
gidince, Allah onlara şöyle buyurdu: Ben yer yüzünü size mescid kıldım. Orada
nerede namaz kılarsanız namazınız kabul edilecektir. Ancak üç yer müstesna.
Orada namaz kılan kimselerin namazını kabul etmeyeceğim. Bunlar kabristan,
hamam ve tuvalettir.
Onlar hayır, biz
namazımızı yalnız havrada kılmak İstiyoruz, dediler.
Bu sefer yüce Allah:
Toprağı -su bulamadığınız takdirde- sizin için temizlenme aracı kıldım. Onlar
yine hayır, sudan başkasını kabul etmiyoruz, dediler.
Yine yüce Allah: Ben
kişi tek başına namaz kılacak otursa, onun namazının kabul edileceğini size
ikram ediyorum. Onlar yine hayır, cemaatla olmazsa olmasın, dediler.
[296]
"Ümmî Peygamber
olan o Rasul'e uyarlar" anlamındaki bu lafızlar, önceden de belirttiğimiz
gibi, yüce Allah'ın: "Onu sakınanlara... yazacağım"
buyruğunda görülen
yahudi ve htristiyaniann bu hükümde ortaklıkJarını kapsam dışında
bırakmaktadır. Böylelikle bu vaad, yalnızca Muiıammed (sav)'ın ümmeti hakkında
sözkonusu olmuştur. Du açıklamayı İbn Abbas, İbn Cübeyr ve başkaları yapmıştır.
"Uyarlar" yani, şeriatinde, dininde ve getirdiği hususlarda ona
uyarlar demektir.
Rasul ile Nebi
(peygamber) iki anlamı ifade eden iki ayrı isimdir. Rasul, Nebi'den daha özel
(dar kapsamlı) dır. Rasul'ün (âyetin nazmında) önce zikredilmesi ise, risalete
verilen önemden dolayıdır. Yoksa mana itibariyle nübüvvet önce gelir. Bundan
dolayı Rasulullah (sav), e!-Berâ (b. Âzib) Hz. Peygamberin (kendisine
öğrettiği duayı tekrarlarken): "Ve gönderdiğin Rasulüne" deyince,
Hz. Peygamber ona: "De ki: Rasul olarak gönderdiğin peygamberine iman
ettim" diye düzeltmiştir. Bu hadisi Buhârî, Sahih'inde zikretmektedir.[297]
Aynı şekilde (Berâ'nın
ifade ettiği gibi): "Gönderdiğin Rasulüne" ifadesinde risalet
kelimesi tekrar edilmektedir. Bu ise, aynı anlama gelir. O vakit bu aynı anlamı
ifade eden haşv (gereksiz söz) olur. Oysa, Hz. Peygamberin düzelttiği şekilde:
"Rasul olarak gönderdiğin peygamberine" ifadesi böyle değildir.
Bunlarda tekrar sözkonusu olmamaktadır. O halde, her bir Rasul, Ne-bi'dir. Şu
kadar var ki, lıer bir Nebi, Rasul değildir. Zira, Rasul ile nebi umumi bir
husus olan "Nebe' (haber almak)" de ortaktırlar. Ancak hususi bir
bakımdan da ayrıdırlar. Bu ise risaiettir. Buna göre "Muhammed Allah tarafından
gönderilmiş bir Rasul'dür" diyecek olursak, bu onun Alİah'ın Nebisi ve
Rasulü olduğu manasını ihtiva eder. Onun dışındaki diğer peygamberler
-Allalı'ın saiat ve selamı üzerlerine olsun- de böyledir.
[298]
Yüce Allah'ın
zikrettiği "Ümmî" sıfatı, ümmî olan ümmete mensub olan demektir.
Yani, asıl doğduğu hali üzere devanı eden okumayı ve yazmayı öğrenmeyen ümmet
anlamına gelir. Bu açıklamayı İbn Aziz yapmıştır.
İbn Abbas (r.a) i,se
der ki: Sizin peygamberiniz ümmî idî. Ne okurdu, ne yazardı, ne de hesap
yapardı. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Sen bundan önce hiç bir
kitap okumuş değildin, sağ elinle de onu yazmamıştın." (el-AnkebiK, 29/48)
Sahih-(i Buharı) de İbn Ömer'den rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuş:
"Biz, ümmî bir ümmetiz. Ne yazarız, ne de hesap yaparız."[299]
Şöyle de denilmiştir: Peygamber (sav), Um el-Kurâ (Şehirlerin anası) olan
Mekke'ye nisbel edilerek Ummî denilmiştir. Bu açıklamayı en-Neh-hâs
kaydetmektedir.
[300]
Yüce Allah'ın:
"Onlar ki, yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazdı bulacakları...ümmî
peygamber olan o Kasul'e uyarlar" buyruğu ile ilgili olarak Buharı şu
rivayeti kaydeder: Bize Muhammet! b. Sinan anlattı, dedi ki; Bize, Fuleyh
anlattı, dedi ki, bize Hilal anJattı. O, Ata b. Yesar'dan (dedi ki): Abdullah
b. Amr b. el-As ile karşılaştım, şoyie dedim: Bana Rasulullalî <sav)'ın
Tevrat'taki niteliklerini bildir. O şöyle dedi: Bildireyim. Allah'a yemin ederim
o, Tevrat'ta, Kur'an-ı Kerim'de yer alan bazı sıfatları ile nitelendirilmiştin
"Ey Peygamber! Şüphe yok ki, Biz seni bir şahid, bir müjdeleyici ve bir
uyarıcı olarak gönderdik." (el-Alızab, 33/45) Bir de ümmîlere bir koruyucu
sığınak olarak sen benim kulum, rasulümsün. Ben sana el-Mütevekkil adını
verdim Sen, ne sert ne kabasın. Çarşı pazarlarda da bağınp çağırmazsın.
Kötülüğe kötülükle karşılık vermez, ama affeder ve bağışlar. Yüce Allah da onun
vasıtasıyla "la ilahe illallah" demeleri suretiyle o eğri milleti
doğrultmadıkça, onun vasıtasıyla kör bir takım gözleri, sağır bir takım
kulakları ve Örtülü kalpleri açmadıkça canını almayacaktır.[301]
Buhârî'den başka
kitaplarda da şöyle denilmektedir: Ala dedi ki: Sonra ben Kâ'b ile karşılaştım,
ona bu hususta soru sordum. Tek bîr harf dahi ayırma-dılaı'. Ancak, Kâ'b kendi
şivesi ile; "Örtülü kalpler, sağır kulaklar ve kor gözler (kelimelerini
değiştirerek)" söyledi.[302]
îbn Atiyye der ki:
Zannederim bu ya bir vehm (ravinin yanılması )dır, ya-hutta bunlar Arapçaya
uymayan bir söyleyiştir. Kâ'b'dan da bunu şöyie dediği rivayet edilmektedir:
"Örtülü kalpler, sağır kulaklar ve kör gözler..."
Ta bert der ki: Bu,
Hİmyeılilerin bir şivesidir. Ka'b ayrıca Peygamber (sav)'ın nitelikleri
arasında şunu da zikretmektedir: Onun doğum yeri Mekke'dir. Hicret edeceği yer
Tâbe'dir (Medine-i Münevvere'nin bir adı). Mülkü Şam'dadır. Ümmeti hamd
edenlerdir. Onlar, her halde ve her konumda Allah'a hamd ederler. Azalarını
(abdest alarak) yıkarlar ve bacaklarının ortalarına kadar peştemallerini
uzarlarını) bürünürler. Onlar, güneşe riayet ederler. Namaz vakti nerede
girerse bir çöplükte olsa dahi orada namazlarını kılarlar. Onların savaş
esnasındaki saf saf dizilmeleri namazdaki dizilişleri gibidir. Datıa sonra
yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bina
gibi saf bağlayarak çarpışanları sever" (es-Saf, 61/4) âyetini okudu.
[303]
"Kendilerine
İyiliği emreden, onları kötülükten alıkoyan" bir Peygamber. Ata der ki:
"Kendilerine iyiliği emreden" yani putları bir kenara bırakmayı,
ahlâkın üstün faziletlerini ve akrabalık bağlarını gözetmeyi "emr eden,
onları kötülüklerden" putlara tapmaktan, akrabalık bağlarını kesmekten
"alıkoyan" Peygamber demektir.
[304]
Yüce Allah'ın:
"Onlara temiz şeyleri helal..." buyruğu ile ilgili olarak İmam
Malik'in mezhebine göre temiz şeyler (et-Tayyibât) helal kılmmış şeyler demektir.
O, bu helal kılınmış şeyleri temiz olmakla nitelendirmiş gibidir. Zira bu
kelime (et-Tayyib), övmeyi ve şerefli kılma anlamını ihtiva eder. "İşte
pis (murdar) şeyler" hakkında da buna uygun, bunlar haram kılınmış şeylerdir,
diyoruz. Bu bakımdan da İbn Abbas şöyle demiştir: Pis şeyler (el-Ha-bâis),
domuz eti, faiz ve başka haramlardır. Buna göre İmam Malik, yılan, akrep,
domuzlan böceği ve buna benzer tiksinti veren şeyleri helal kabul etmiştir.
Şafiî'nin görüşüne
göre ise, (Tayyibât) hoş ve temiz şeyler, tat bakımından bir nitelemedir. Şu
kadar var ki, ona göre bu kelime umum üzere değildir. Zira bu şeküyle tad
almaktan gelen umumi manası içki ve domuzun da helal kılınmasını gerektirir.
Aksine o, bu kelimenin
şeriatın helal kılmış olduğu şeylerle tahsis edildiği görüşündedir. Ona göre
el-Habâis <pis ve murdar şeyler) şeriatın hükmü gereğince haram kılınanlar
ile tiksinti duyulan şeyler hakkında umumi bir lafızdır. Buna bağlı olarak
akrep, domuzlan böceği, iri kertenkele ve bu kabilden olan haşerat haramdır.
Diğer İlim adamları da
bu iki görüşten birisini kabul etmişlerdir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce
el-Bakara Sûresi'nde (2/168. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
[305]
Yüce Allah'ın:
"Sırtlarındakİ ağır yükü... indiren" buyruğunda geçen, Ağır yük
demektir. Bu açıklamayı Mücahid, Katade ve İbn Cübeyr yapmıştır. Aynı zamanda
ahid anlamına da gelir,- Bu açıklamayı İbn Abbas, ed-Dahhâk ve ei-Hasen
yapmışlardır.
Bu âyet-i kerime bu
iki manayı da kapsamına alrnaktadtr. Çünkü İsrail oğullarından ağır birtakım
amelleri yerine getirmeye dair ahid alınmıştır. Yüce AUah Muhammed (sav)'ı
peygamber olarak göndermek üzere onlar üzerindeki bu ahdi ve o amellerin ağalığını
kaldırmış oldu. Sidiğin yıkanmakla temizlenmesi, ganimetlerin helal kılınması,
ay hali olan kadınla birlikte oturup kalkmanın, onunla beraber yemek yemenin,
beraber yatmanın helâl kılınması gibi. Halbuki, îsrailoğullanndan herhangi
birisinin elbisesine sidik isabet edecek olursa onu makasla keserdi. Bu,
"onlardan birisinin derisine isabet edecek olsa" diye de rivayet
edilmiştir. Ganimetleri bir araya toplayıp getirdikleri vakit ise, semadan onu
yiyip bitiren bir ateş İnerdi. Kadın da ay hali oldu mu, ona yaklaşmazlardı.
Ve buna benzer, sahih hadislerde ve başkalarında sabit olmuş diğer hususlar
vardı.
[306]
Yüce Allah'ın:
"Ve üzerlerindeki zincirleri indiren Ümmî Peygamber..."
buyruğunda geçen
"zincirler (el-ağlâl.)", bu ağır yükleri anlatmak üzere İstiare
yoluyla kullanılmış bir tabirdir. Bu ağır yüklerden birisi de Cumartesi günü
çalışmayı terk etmek yükümlülüğü idi. Çünkü rivayete göre Musa (a.s) Cumartesi
günü kamış taşıyan bir adam görmüş ve onun boynunu vurmuş. Mü-iessirlerin
çoğunluğunun görüşü budur. İsrailoğulları arasında da diyet söz-konusu değildi.
Sadece kısas vardı. Tevbelerine bir alamet olmak üzere de kendilerini
öldürmeleri emrolmuştu. Ve buna benzer başka mükellefiyetler. İşte bütün bunlar
"zincirlere, bukağılara" benzetilmiştir. Nitekim şair şöyle demektedir:
"Artık iş eskisi
gibi değil, Ey Malik'ia annesi! Fakat zincirler boyunları kuşatmış bulunuyor. O
genç delikanlı artık olgun yaşlı bir adam gibidir. Doğrunun dışında birşey söyleyemiyor.
O bakımdan genç hanımlar
böylelikle rahata
kavuştu "
Şair burada İslâm'ın
hududunu ve onları aşarak harama geçmeyi engelleyen hükümlerini boynu
çepeçevre kuşatan zincirlere benzetmektedir. Ebu Ahmad b. Cahş'ın, Ebu Süfyan'a
söylediği şu beyit de bu kabildendir:
"Haydi onu al
git, onu al git
Güvercinin boynu
altındaki gerdanlık gibi, o da senin boynuna dolanmıştır."
Yani, onun utancı
senden ayrılmayacaktır. Nitekim bir şey, bir kimseden ayrılmayacak olursa; Füan
şey filanı gerdanlık gibi boynunu kuşattı, denilir.
[307]
Burada;
"zincirler" anlamındaki "el-ağlâl" kelimesi çoğul olmakla
birlikte tekil olan "el-Isr: Ağıryük"e nasıl atfedilebilıniştir
denilecek olursa, buna cevap şudur: Isr, çokluk hakkında da kullanılabilen bir
mastardır. Ayrıca İbn Âmir bu kelimeyi çoğul olarak; "Ağır yüklerini"
diye;"Amellerini" kelimesi gibi okumuştur. Ayrıca günahı gerektirici
işler farklı oldukla-n için bunu çoğul olarak okumuştur, Diğerleri ise bu
kelimeyi tekil olarak okumuşlardır, çünkü lafzı tekil olmakla birlikte kendi
türünden hem az, hem çok hakkında kullanılabilen bir mastardır.
Diğer taraftan yüce
Allah'ın: "Bize ağır yük yükleme" (el-Bakara, 2/286) buyruğundaki
"Ur" kelimesinin tekil okunacağını icma ile kabul etmişlerdir. Aynı
şekilde bu anlamda varid olan bütün keümeler de bu türdendir. MeşeIâ: "Ve
onların işitmelerine" (el-Bakara, 2/7); "Gözleri kendilerine
dönmez"
(İbrahim, 14/43)
buyruğundaki "göz" anlamındaki kelime ile; "Gizlice göz ucuyla
baktıklarını..." (eş-Şura, 42/45) buyruğundaki bütün bu kelimeler (mastar,
isimler) çoğul anlamındadır.
[308]
Yüce Allah'ın:
"İşte ona iman edenler, onu yüceltenler" buyruğundaki; Ona gereken
saygıyı gösterip yardımcı olanlar demektir. el-Ahfeş der ki: el-Cahderi ve İsa,
bu kelimeyi şeddesiz olarak; dîye okumuşlardır. Aynı şekilde; "Ve anlara
kuvvetle yardım ederseniz" (el-Ma-ide, 5/12) kelimesi de böyle okunmuştur.
Bu Kil; şeklinde kullanılır.
"Onunla indirilen
nur'a" yani, Kur'an-ı Kerime.
"Kurtuluş:
felah" ise, istenen şeyi elde etmek demektir. Buna dair açıklamalar daha
önceden geçmiş bulunmaktadır.
[309]
158. De ki: "Ey
İnsanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, kendisinden
başka hiç bir ilâh bulunmayan, hem dirilten, hem öldüren Allah'ın size,
hepinize gönderdiği peygamberiyim. O haide Allah'a ve O'nun sözlerine İman
eden, ümmî peygamber olan Rasulüne İman edin ve ona uyun ki, doğru yolu bulmuş
olasınız."
Nakledildiğine göre,
Hz. Musa da, Hz. İsa da Hz. Peygamberin geleceğini müjdelemişlerdir. Sonra da
bizzat kendisinin: "Şüphesiz ben... Allah'ın size hepinize gönderdiği
Peygamberiyim demesini emretti. "O'nun sözlerine..." Allah'ın
sözleri, Tevrat, İncil ve Kur'an-ı Kerim gibi kitaplarıdır.
[310]
159. Musa'nın
kavminden de hakka yönelten ve gereğince adaletle hükmeden bir topluluk
vardır.
"(İnsanları)
hakka yönelten" buyruğu, insanları hidayete davet eden kimseler
anlamındadır, "Ve gereğince adaletle hükmeden" yani, verdikleri
hükümlerde adaletli davranan demektir.
"Tefsir"de
şöyle denilmektedir: Bunlar, Kum nehri'nin ötelerinde Çin'in geri tarafında
Allah'a hak ve adaletle ibadet eden bir topluluktur. Mulıammed'e iman etmişler,
Cumartesi'yi de terk etmişlerdir. Bizim kıblemize dönerek ibadet ederler. Ne
bizden bir kimse onlara ulaşır, ne pnlardan bize bir kimse.
Rivayet edildiğine
göre, Musa (a.s)'dan sonra ayrılıklar baş gösterince, onlardan hak ile
insanları hidayete davet eden bir topluluk vardı. Bunlar, İsra-iloğulları
arasında kalmaya takat getiremediler. Nihayet Allah onları insanlardan ayrı,
arzından bir tarafa çıkmalannı sağladı. Yerde onlara bir tünel açıldı. O
tünelin içinde bir buçuk yıl kadar bir süre yol aldılar, nihayet Çin'in geri
tarafında yeryüzüne çıktılar. İşte bunlar, şu ana kadar hak üzeredirler. İnsanlarla
onlar arasında bir deniz vardır ki, bu deniz sebebiyle onlara ulaşılamamaktadır.
Hz. Cebrail de Miraç
gecesinde Peygamber (sav)'ı onlara götürmüş, onlar da Hz. Peygamber'e iman
etmiş, kendilerine Kur'ân'dan bazı sureleri öğretmiş ve şöyle sormuş: Sizin
herhangi bir ölçek ve teraziniz var mı? Onlar: Hayır dediler. Hz. Peygamber:
Peki geçiminizi nerden sağlıyorsunuz diye sorunca, biz ovaya çıkar ekin
ekeriz. Ekini biçtik mi, onu orada bırakırız. Bizden herhangi bir kimsenin bir
ihtiyacı olduğunda gider oradan ihtiyacı kadarını alır.
Hz. Peygamber: Peki
kadınlarınız nerede diye sorunca, onlar: Bizden ayrı bir yerdedirler. Bizden
herhangi bir kimsenin hanımına ihtiyacı olursa, ihtiyacı olduğu vakit ona
gider.
Peki sizden herhangi
bir kimse konuşması esnasında yalan söyler mi diye sorunca, şu cevabı
verdiler: Bizden herhangi bir kişi bu İşi yapacak olursa, onu bir ateş gelip
altr. Gökten inen bir ateş onu yakar.
Yine Hz. Peygamber: Ne
diye evleriniz hep aynı yüksekliktedir, diye sorunca, şu cevabı verdiler:
Kimimiz, kimimizden daha yukarı çıkmasın (üstünlük sağlamasın) diye.
H2. Peygamber: Peki
kabirleriniz ne diye kapılarınızın önündedir, diye sorunca; ölümü hatırlamaktan
gafil olmayalım diye, cevap verdiler.
Daha sonra Rasulullah
(sav) İsra gecesi dünyaya dönünce kendisine: "Yarattıklarımızdan öyle bir
ümmet vardır ki, hak ile yol gösterirler. Ve onunla adaletle hükmederler"
(el-A'raf, 7/181) buyruğu indirildi. Bununla Muham-med (sav)'ın ümmetini
kastetmektedir. Ve bu âyet-i kerime ile yüce Allah, Hz. Musa'ya kavmine verdiği
şeylerin aynısını Hz. Peygamber'in ümmetine de vermiş olduğunu kendisine
bildirmektedir.
Burada sözü geçenlerin
kitap ehlinden Peygamberimiz Muhammed (sav)'a iman eden kimseler oldukları
söylendiği gibi, bunların Hz. Musa'nın şeriatı nesh olmadan önce o şeriata
sımsıkı sarılan, onda hiçbir değişiklik yapmayan ve peygamberleri öldürmeyen,
İsraifoğuüanna mensup bir topluluk oldukları da söylenmiştir.
[311]
160. Biz onları on İki
kola, ümmetlere ayırdık. Kavmi ondan su istedikleri zaman Musa'ya: "Asanı
taşa vur" diye vahyetttk de ondan on iki pınar kaynayıp aktı. Herkes su
İçeceği yeri iyice belledi. Onları üzerlerinde bulutla gölgelendirdik. Onlara
kudret helvasıyla bıldırcın indirdik. "Size verdiğimiz temiz ve güzel
rızıktan yiyin" (dedik). Onlar bize zulmetmediler. Fakat kendi kendilerine
zulmediyorlardı.
161. Bir zaman onlara:
"Şu şehirde yerleşin. Orada dilediğiniz yerden yiyin ve: "Hıtta"
deyin, şehrin kapısından da secde ederek girin ki, günahlarınızı bağışlayalım.
Biz, İhsan edenlere daha da artıracağız" denilmişti.
162. Fakat İçlerinden o zulmedenler kendilerine
söylenen sözü başka bir sözle değiştirdiler. Biz de zulümlerinden dolayı üzerlerine
gökten bir azap indirdik.
Yüce Allah: "Biz
onları on iki kola, ümmetlere ayırdık" buyruğu ile İs-railoğullanna ihsan
etmiş olduğu nimetlerini saymaktadır. Her bir kolun (Sıbt'ın) İşi başkanları
tarafından bilinebilmesi için onları kollara ayırdı. Böylelikle tiz. Musa'nın
işi de kolaylaşmış oluyordu. Bir başka yerde de: "Biz, içlerinden on iki
nakîb (temsilci) dikmiştik" (el-Maide, 5/12) diye buyurmaktadır ki, bu
buyruğa dair açıklamalar daha önceden (5/12. âyet, 1. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır.
"Kol"
anlamındaki "sıbt" kelimesi müzekker olduğu halde "On iki"
sayısının müennes gelmesi, ondan sonra müennes olan; "Ümmetlere"
kelimesinin gelmiş olmasındandır. O bakımdan bu sayıdaki müennes-lik
"ümmetler" içindir. Eğer, "sıbt" kelimesi müzekker olduğu
için; Oniki kelimesi de müzekker olsaydı, el-Ferrâ'dan nakledildiğine göre bu
da doğru olurdu.
"Sıbtlar"
ile kabileler ve fırkaları kastettiği, bunun için de sayının müennes olarak
getirildiği de söylenmiştir. Nitekim şair de şöyle demiştir:
"Şüphesiz
Kureyş'in tamamı on batındır. Sen ise, onun on kabilesinden de uzaksın."
Böylelikle şairin
burada "batın"ın kabile ve kabilenin alt kolu "fasile: boy"
olduğu kanaatine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bundan dolayı (batın'a giden
zamiri) müennes olarak zikretmiştir. Halbuki batın kelimesi müzekker-dir.
Nitekim "esbat" kelimesinin de müzekker ve çoğul olduğu gibi. ez-Zeo
câc der ki; Buyruğun anlamı, biz onları on iki fırkaya böldük, şeklindedir.
"Kol"
kelimesi, "on iki"den bedeldir. "Ümmetler" kelimesi de
"kol: esbat" in sıfatıdır.
el-Mufaddai ise,
Âsim'dan "ti" harfi şeddesiz olarak; "Onları ayırdık" diye
okuduğunu rivayet etmiştir,
"Esbât:
kollar" in Hz. İshak'm soyundan gelenler arasındaki durumu İle Hz.
İsmail'in soyundan gelenler arasındaki kabilelerin durumu aynı seviyededir.
"Esbat"
kelimesi "sıbrdan alınmadır. Sıbt ise, develere yem olarak verilen bir
bitkidir. el-Bakara Sûresi'nde (2/136. âyetin tefsirinde") buna dair yeterli
açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
Ma'mer, Hemmam b.
Münebbih'den, o, EbuJHureyre'den, o da Peygamber (sav)'den yüce Allah'ın:
"Fakat içlerinden zulmedenler kendilerine söylenen sözü başka bir sözle
değiştirdiler" buyruğu hakkında şöyle dediğini nakletmektedir:
"Onlar arpa içinde bir buğday tane (si.) dediler." Kendilerine:
"O şehrin kapısından da secde ederek girin" denildiği halde onlar,
kıçtan üstünde bağdaş kurarak girdiler.[312]
"Zulümlerinden
dolayı" anlamındaki; deki fiil merfu'dur. Çünkü bu, müstakbel (geniş
zamanlı müzari) bir fiildir ve nasb mahallinde-dir. ise, mastar anlamındadır.
Zulümleri sebebiyle, zulümlerinden dolayı anlamına gelir. Bu âyet-i kerimenin
anlamlan ve ihtiva ettiği hükümlere dair açıklamalar el-Bakara sûresinde (bk.
2/58. âyetin tefsiri) geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamd olsun.
[313]
[1] Nesai, Eititfıfı 67.
[2] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/273.
[3] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/273-274.
[4] Müslim, Cennet 63; Müsned, IVT 162.
[5] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/274.
[6] Her ne kadar en-Nehhâs dn l'râbu'l-Ktır'ân, Bjığdal
1397/1977. I, 599'cla aynı ifndele-ri kullanmakta ise de, buyruk, "onu
indirdik" anlamında olmayıp "unzüe: indirilen" Şeklindedir.
Dolayısıyla bunun meçhul fiildeki zamirden hal olması uygundur. (Bk.
Ebıı'l-Bekaa el-Ukber, et-Tibyan fi İ'rabil-Kur'an, İsa el-Babî Uirihsiz, I,
555) Nitekim Kurtu-bî'nin Arapça baskısını hazırlayanlarda bu hususa böylece
dikkat çekmişlerdir.
[7] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/274-275.
[8] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/275.
[9] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/275.
[10] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/276.
[11] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/276-279.
[12] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/279-280.
[13] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/280.
[14] Bahârî, Mezâlim 2, Tefsir 11. sı'ıre 4, Edeb 60,
Tevhid 36; Müslim, Tevbe 52; İbn Mâ-ce, Mukaddime 13; Müsned, [I, 74T 105.
[15] Tirmizi, İman 17; İbn Mâce, Ziilıd 35; Müsned, II,
213.
[16] Tirmizi, İman 17.
[17] Uzunca rivayetin sonlarındaki bir bölüm olarak:
Suyûtî, ed-Durru'l-Mensâr, III, 421.
[18] İbn Mâce, Zühd 35.
[19] Benzeri bir ifadeyi Ebfı Hıııeyıe, Peygamber (sav) den
hadîs olarak nakletmektedir: Afüs-liın. Birr 59; Tirmizl, Sıf;mı'l-Kıy;İme. 2;
Müsned, II, 303, 334, J72.
[20] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/280-284.
[21] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/284-285.
[22] Müsned, I. 272.
[23] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/285-287.
[24] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/287-288.
[25] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/288-289.
[26] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/289.
[27] Tirmizi, Cennet 2; Dârimî, Rikaak 100-. Müsned, II,
305, 445.
[28] Buhâri, Teyemmüm 1, Salnt 56; Müslim, MesScid 3-5; Ebû
Dâoûd, Salât 24; Tirmizi, Mevâktt 119: Siyer 5: Nesaî, Gıısl 26; İbn Mâce,
Talıâre 90.
[29] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/289-290.
[30] BuhârVnin 96. Kitabı (bülüıınUdır.
[31] Bulıârt, İ'lisâm 12. bâb.
[32] Buharı, İ'tisâın24. bâb.
[33] Dârakutni, IV, 206-207.
[34] Buhârî, Tıb 30-. Müslim, Setfm 98. 100; Muuatta,
Medine 22-24; MUsned, I, 18, 194.
[35] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/290-292.
[36] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/292-293.
[37] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/293.
[38] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/293-294.
[39] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/294-295.
[40] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/295.
[41] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/295-296.
[42] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/297.
[43] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/298.
[44] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/298-300.
[45] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/300-301.
[46] Bbü Dâvûd, Edeb 5; Tirmizî, Bin' 41 -garip bir hadis
olduğu kaydıyla-; Müsned, II.
[47] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/301-302.
[48] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/302-303.
[49] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/303.
[50] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/303-304.
[51] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/304-305.
[52] Bukûrî, Salnt 12; Müslim, Nikâh 84, Cilıâd 120;
Müsned, III, 102.
[53] Tirmizî, Hdeb 40; EbÛ Dâvûd, Hamıram 1; Müsned, I İL
478. 479.
[54] Buh&ri, Salar 12.
[55] Hadisi bu infizlnrla tespit edemedik. Ancak, evlenmek
isteyen kimsenin, talip olduğu hanını:! bııkmnsını öğütleyen rivayetlerin
bazıları; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 239 v.d.; İbn lineer.
Bulüğu'l-Mer&m, baskı yer ve yılı yok, s.179; Mııhanuned b. tsıniıil
es-Snn'ânî, Subulu's-Sel&m, Mısır 1369/1950, 111, 113 v.d.; Şevkini, Neylü'l-Evtâr,
Mısır tarihsiz, VT. 124 v.d. da görülebilir.
[56] Muvatta, Salâuı'l-Cemaa 36.
[57] Bk. İbn Abdi'l-Berr, el-lstiskâr, V, 441.
[58] Bbû Dâvûd, S:ılât 83.
[59] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/305-307.
[60] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/307-308.
[61] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/308.
[62] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/308-310.
[63] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/310-311.
[64] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/311.
[65] Buharı, İ'tilâf 11, 12, Bed'ul'1-Halk 11, Ahkâm 21;
Müslim, Selâm 23, 24; Ebû Dâvûd, Savm 78: Siinnc 17, Edeb 81; İbn Mâce, Siyam
65; Dârimî, Rikıcık 66; Müsned, III, 156. 235. 309, VI, 337.
[66] Tirmizî, Tefsir 2, sûre 36.
[67] Buhârl, Vekâlet 10.
[68] Müslim. Mesâcid 40; Neaat, Selıv 19; Müsned, III, 82;
ayrıca bk.: Buhârî, Enbiyâ 40; Müslim, Mesâcid 39; Müsned, II, 298.
[69] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/311-313.
[70] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/313.
[71] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/314-315.
[72] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/316.
[73] Müslim, Tefsir 25; Nes<tt, MenSsik 161.
[74] Müslim, Hacc 152.
[75] Tavaf elbiseleri ile ilgili bolümü: Buharı, Hacc 91.
[76] Buhârî, SnlSı 10. Hacc 67, Cizye 16. Mcfcizî 66,
Tefsir 9. sûre 2, 3, 4; Müslim, Hacc 435; Ebû Dûvttd, Menâsik 66: Tirmizl. Hacc
44. Tefsir 9. sûre 6; Nemi, Menâsik lâl...
[77] Suyûtî, ed'Durru'l-Menstir, III, 141. Üçüncü başlıktı
Enes'ten bu manada bir rivayeti kaydedecek ve salıüı olmadığını belirlecektil1.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/316-318.
[78] Müslim, H;ıyz 78; Ebû Dâvûd, Hanı mam 2.
[79] Nesaî, Kıble İĞ. Ayrıca bk.: Buhârl, Meğâzî 53: Ebû
Dâvûd, S:ıiât 60; Müsned, V, 30, 71.
[80] Buhârl, S:ılât ü, Ezan 136T el-Anıd IVs-Salât 14:
Müslim, Salat 133; Ebû Dâüûd, Salât 78: Nesaî, Kıble 16: Müsned, IH, 433, V,
331.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/318-319.
[81] Buhâr'i, SnUlı 9; Dârakutnî, L 282.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/319-320.
[82] Tirmizi, Ziilıd 47: İbn Mâce, Etime 50; Müsııed, IV,
132,
[83] Hadis olmayıp Arap ya d;ı Anıp olmayan tabiplerden
birisine ;ıit bir sözdür. Geniş bilgi için bk. Şevkânî. el-Fevâidu'l-Meemua.
s. 155; d-Acl:ınt Keşfu'l-Hafâ, II, 214.
[84] Hadis oUınık tespit edemedik.
[85] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/320-321.
[86] Buhâıî, F.ı'ime 12; Müslim, Eşribt 182 185; Tirmizi,
r.fiınc 20; İbn Mace, F.rime 3; Da-riml, Et'ime 13; Muvatta, Sifnuın-Nebiy 9:
Miisned, I], 21, 145, 257...
[87] Buhari. Nikah 82; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 92.
[88] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/321-323.
[89] Farklı lafıühırta, aynı ımnndı, Ebû Dâvûd, Etime 11,
zayıf olduğu kaydıyla; Tirmizl, Etime 39: ravjlerinden Kays b. Ebi'r-Rabı'in
zayıf olduğu knydıyLı; Müsned, V, 441 (bunun da senedinde sözü geçen K:ıys
var).
[90] Hâlim, el-Mûstedrek, IV, 118: el-Heyseıni,
Mecsau'z-Zevaid, V, 20.
[91] Müslim, Eşıibe 105, I Of); EbCı Dûvftd, Etime 19:
Tirmlzl, Et'ime 9: İbn Mâce, Etime S; Dariıni, Kl'îıııe 9; Muratta',
Sıfatu'n-Ncbiyy 6: Müsııed, II, 325, 349
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/323-324.
[92] Tînnieî, Sıf;ııııl-lCıy;1me 37: İbn Mâce, Etime 50.
[93] îbn Mâce, Etime 51.
[94] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/324-325.
[95] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/325.
[96] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/325-326.
[97] Buhâri, tiıraıın 7, îdeyn 1, Hibe 27, 29, Cihâd 177,
Libâs 30, Edeb 66; Müslim, Libâs 6-9: Eb& Dâvdd, Snkıt 213, Libfıs 7:
Nesâî; S;üâtu:l-İdeyn 5, Zine 83-85; Müsned, II. 20, 39, 49...
[98] H;ıdisi bu l;ıfcıyl:ı tespit edemedik. Ancak son
bölümü bir sonraki hadiste geçmektedir,
[99] Müslim, İman 147; lirinizi, Biır 61.
[100] İbn Sa'cl, Tabakaat, I. 484.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/326-329.
[101] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, V. 35.
[102] Ebu Davûd, Et'inıe AA. Yalnızca ikisini beraber
yediğini belirtip sebebini açıklayan lafızları knydclnıeksizin: Tirmiaî, Elime
36; İbn Mâce, Et ime 37.
[103] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/329-330.
[104] Buhârî, lideb 71. Tevhîd 3: Müslim,
Sıfâtu'l-Miinâfikin 49, 50; Müsned, IV, 395, 401, 405.
[105] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/330-331.
[106] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/331-332.
[107] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/332-334.
[108] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/334.
[109] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/334-335.
[110] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/335.
[111] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/336-337.
[112] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/338-340.
[113] Ebû Dâvâd, Sürme 23: Müsned, IV, 287, 295-296: Hnktm,
el-Müstedrek, I, 37-38.
[114] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/340-342.
[115] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/342-343.
[116] Kaynağını tespit edemedik.
[117] Bulıûri, Rika;ık 18. Mcrdâ 19; Müslim,
Sıfâtu'l-Miinafikîiı 71-76, 78; İbn Mâce, Zühd 20; Dârimi Rikaak 2.4; Müsned, II,
235, 256, 264...
[118] Suyûtî, ed-Dumt'l-Mensûr, III, 458.
[119] Müslim, Tevbe 49.
[120] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/343-345.
[121] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/345-347.
[122] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/347.
[123] Suyütî, ed-Durru'l-Mensûr,
III, 463.
[124] el-Heysemî, Mecmau'zZevâid, IV, 13,
[125] İbn Mûce, Menâsik 104.
[126] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/347-351.
[127] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/351-352.
[128] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/352-353.
[129] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/353.
[130] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/353-354.
[131] Ebu Dâvâd, Zekat 41; İbn Mâce, F.ıieb 8.
[132] Ebâ Dâvâd, Zekat 41.
[133] Nesai, VesSyâ 9.
[134] Eb& Dâoâd, Zek;lt 41.
[135] Buhârl, Şirb ve MüsÜknaı 9, Mezalim 23, Edeb 27;
Müslim, Selâm 153; EbÛ Dâvdd, Cihad 44; Muoatta, Sıfaiu'n-Nebiyy 23; Müsned,
II, 375, 517.
[136] Buharî, Bed'u'1-Halk 16, Enbiyâ 54, Şirb ve Mıısâkaat
9; Müslim, Kusûf 9-10, Birr 133-135, Tevbe 25; İbn Mâce, tkaınetu's-Salât 152,
Zühd 30; Dârimî, Rifoıak 93; Müsned, II, 159, 188..
[137] İbn Mâce, Rükün 16.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/354-355.
[138] Buhârl, Şirb ve Musâkaat 10 Hadisi benzer ifadelerle
ayrıca: Müslim, Tahâre 38, 39, Fedâîl 38; İbn Mûce; Zühd 36; Müsned, II, 300,
408... de kaydetmektedir.
[139] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/355-356.
[140] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/356.
[141] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/356-357.
[142] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/357-359.
[143] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/359-363.
[144] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/363-365.
[145] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/365-366.
[146] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/366.
[147] Beyhakî, Şuabu'l-lman, Beyrut 1410/1990, I, 406, 407.
VII, 296.
[148] Bukârt, Cihad 131, Meğâzi 38, Denvât 50, Kader7,
Tevlıid 9; Müslim, Zikr 44, 45;EbU Dâvud, Vitr 26; Müsned, IV, 394, 402,
417-418.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/366-367.
[149] Bütan, Meğâzî 55; Deavâî 23; Müslim, FedâiluVSnlıâbe
165
[150] Buhâri, İstiskâ 21, Deavât 23: Müslim, İstiskâ 5, 7;
Nesâî, Istiskâ 9, 17.
[151] Bıthârl, Ahkâm 35, Cizye 11, Meğâzi 58, Deavât 22;
Nesâl, Kudüt 17; Müsned, II, 151.
[152] Müslim, Cihad 58; Tirmiîî, Tefsir 8. sûre 3.
[153] Tirmizt, Dua 11.
[154] Ebû Dâvûd, Vitr 23, Tirmizî, Dua 104; İbn Mâce, Dua
13; Müsned, V, 438.
[155] Müslim, Cıunua 53; Müsned, IV, 166.
[156] Buharı, tstiskâ 22.
[157] Bukâri, Deavât 23.
[158] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/367-369.
[159] İbn Mâce, Dua 12; Müsned, IV, 87, V, 55: :ıyrıca bk
Bbû Davüd, Vitr 23; Müsned, i, 172, 183, IV, 86.
[160] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/369-370.
[161] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/370.
[162] Günümüzde çok yakmdnn bildiğiniz devdünsyon
uygulamaları, saz konusu fesadın "modern şekli" obrnk knbu)
edilebilir.
[163] Müslim, Cennet 81, 82: Ebû Dâvûd, Cenâiz 13: İbn Mâte,
Ziilıd 14, Müsned, III, 293, 315...
[164] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/370-373.
[165] Müsned, IV, 11.
[166] Müslim, Fiten 116.
[167] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/373-376.
[168] Buhârî, Ezan 29, Ahküm 52; Nesaî, İmame 49; Dârimî,
SaJât 19; Muvatta, Saiatu'J-Ce-m3a 3; Müsned, II, 244, 376, 4]6...
[169] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/377-378.
[170] İsra ve Mi'râc'a d.ıir hadisler ileride eî-tsrâ, 17/1.
iîyet, 4. başlıkta gelecektir. -İnşaaîlatı-kîiynafclnrı da orada
gösterilecektir.
[171] Ebû Zerr (r.a)'in rivayet ettiği belirtilen bu hadis,
Müsned, V, 178, 179, 265'te kayd edilmekle birlikte. Hz. İdris'ten ismen söz
edilin emektedir.
[172] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/378-381.
[173] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/381-382.
[174] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/383.
[175] Bu gibi rivayetler mflna itibariyle Kur'ânl ifadelere
ters olmamakta birlikte, sağlam bir senede dayanmadıkla anttan kabul görmeleri
beklenemez. Kur'ân nassının belirttiği kadarıyla 'boylu poslu olduklarımın
bilinmesi yeterlidir. Boyiu-poslu olduklarının vurgulanması, başkalarından
farklı yapıda olduklarsın anlatmak için yeterli ve eksiksiz bir ifadedir. Bunun
ölçü ve miktarlarını belirten ve sağlam olmayan rivayetlere gerek yoktur.
[176] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/384-386.
[177] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/387.
[178] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/388-389.
[179] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/388-389.
[180] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/389.
[181] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/389.
[182] Ebû Dâvûd, Libâs U- Tirmizî, Edeb 54.
[183] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 69, senedinde
bilinmeyen ravj bulunduğu kaydıyla.
[184] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 70, senedinde zayıf
râvi bulunduğu kaydıyla.
[185] Dârakutnİ, Sünen, 111, 28.
[186] Tirmizi, Zühd 30.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7390.
[187] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/390-391.
[188] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/391.
[189] Buhârî, Tefsir 91. sûre 1; Müslim, Cennet 49; Tirmizî,
Tefsir 91. sûre 1; Müsned, FV, 17.
[190] Buhûrî, Meğâzî 8; Müslim, Cennet 76, 77; Nesâl, Cenâiz
117; Müsned, III, 104.
[191] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/392-395.
[192] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/395.
[193] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
7/395-396.
[194] Ebû Dâvûd, Hııdııd 28; Tirmizi, Hııdîıcl 24: İbn Mâce,
Hııdûd 12; Darakutnî, III, 124.
[195] Bu kayıt, Tirmizî, Hısdûd 24'ıe hadis hıfzı olarak
değil de, MSlik'in görüşü olarak zikredilmektedir.
[196]Ebu Dâvûd, Hudûcl 28; Dârukutnî, III, 125.
[197] Hadis ohırak kaynağını tespit edemedik.
[198] Ancak Hbû Yusuf ile Mııhnmmed'e göre Lûl kavminin
amelini işleyenlere de had uygulanır, iel-îhtiyar, ÎV, 91).
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/396-398.
[199] Ebû Dâvûd, Hııdûd 29, Bu rivayet pek kuvvetli
değildir" kaydıyla; Tirmizî, Hııdûd 23; İbn M&ce, Hudûd 13, İbn
Abbas'a sorulan sonı ve cevabı kaydedilmeksjzin.
[200] Ebû Dûvüd, Huclûd 29; ayrıca bk. Tirmizi, Hudud 23.
[201] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/398-399.
[202] Tirmizi, Hudûd 2A; İbn Mâce, Hudûd 12; Müsned, III,
382.
[203] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/399.
[204] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/399-400.
[205] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/401.
[206] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/402.
[207] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/402-403.
[208] Bildiğimiz kadarıyla bu hususta bu kanaali pekiştiren
güvenilir herhangi bir riv3yet bulunmamaktadır. Peygamberlerin görevi,
konumları v.s... onların yaratılış itibariyle mükemmel olmalarının onlara en
yakışan bir hal olmasını gerektirdiğidir.
[209] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/403-404.
[210] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/404.
[211] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/404.
[212] Suyûtî, ed-Durru'l-Men$ûr, III. 503'ten anlaşıldığına
göre, bunu sadece Taberî, rivayet etmiş; Ebû'l-Âliye de Ebû Hııreyre'den mi,
başkasından mı rivayet ettiği şüphesini belirtmiştir.
[213] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/404-405.
[214] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/405-406.
[215] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/406-408.
[216] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/408-410.
[217] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/410-411.
[218] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/411.
[219] İbnul-Cezerî; Hîiremî adını uışıynn üç kişiden söz
etmekte, (Ğdyetu'n-Nihâye fıTaba-kati'l-Kurrâ, I, 203) ancak bunların hangi
ikisine "iki el-Hareml" denileceğini belirt-ınemektectir.
Bu üç şahsın adlan. Hareınî b. Abdullah b. Mekkî. Haremi b. Uınâre b,
Ebi Hafsa ve Ha-remî b. Yunus el-Mueddeb b. Habib şeklindedir. Bu şahıslar
hakkında verdiği bilgilerden hareketle "iki Hareınî"nin son iki
şahıs olma ihtimali daha kuvvetli görülmektedir.
[220] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/412-413.
[221] Buna göre önceki buyruklar, 'günahlarından ötürü
azapla ndırırdık" şeklinde cümle biter ve yeni cümle: 'Ve Biz onların
kalplerini mühürleriz de..." anlamında olur.
[222] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/413-414.
[223] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/414-415.
[224] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/415.
[225] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/415-416.
[226] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/416-418.
[227] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/419-420.
[228] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/420-422.
[229] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/422.
[230] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/423-424.
[231] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/424-426.
[232] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/427.
[233] Buhârî, Ezütı 128. İstîska:ı 2, Cilwd 98, Enbiyâ 19,
Tefsir 3. sûre 9, 4. sûre 21, 44. sûre 2; Müslim, Mesücidl 294, 295,
Sıfâtu'l-Münâfikîn 40: Ebü Dâvüd, Vitr 10; iVesdî Tatbik 27; tbn Mâce,
İkninetu's-S;ıl.ît 145; Dârimi, Salât 216...
[234] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/428-429.
[235] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/429.
[236] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/430.
[237] Ebû Dâvûd, Ednhî 21: Müsned, VI. 381.
[238] Yakın lafızlarla; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, V, 10i,
117.
[239] Burada istisna edatından (Ancak...) sotım gelmesi
gereken müstesna zikredilmemiş tir. 'Ancak istemeden kişinin kalbine böyle bir
duygu gelebilir; onu da Allah tevekkül ile giderir" demektir. İhtisas
olsun diye hazfedilmişler, (İbnu'1-Esir, en-Nihâye, III, 152)
[240] Ebû Dâuûd, Tıb 24; Tırmizl, Siyer 47; îbn Mâee, Tıb
43.
[241] Mü8ned, I, 220.
[242] Ebâ Dâvûd, Tıb 24.
[243] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/430-433.
[244] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/433.
[245] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/434.
[246] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/434.
[247] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/434-435.
[248] el-Heysemî, MecmauzZevâid, IV, 39, ravilerinden
Mulııımmed b. İsmail b. Ayyaşın zayıf olduğu kaydıyla.
[249] îbn Mâce, Saycl 9.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/435.
[250] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/
[251] Buhârî, Zebüih 13; Müslim, Sayd 52; Tirmızl, Etime 22;
Nesâi, Sayd 37; Dârimî, Sayct 5; Müsned, IV, 353. 357, 380.
[252] Dârakutnl, IV, 272; İbn Mâee, Et'ime 31; Müsned II.
97.
[253] İbn Mûce, Sayd 9.
[254] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/435-436.
[255] er-Tirnıizî cUHükîm, Nevâdiru'l-Usûl, I, 542-543.
[256] Elimizdeki matbu nüshada bu ibareler yok.
[257] et-Tirmizî el-H:ıkîra, a.g.e., I, 543.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/436-437.
[258] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/437-438.
[259] Ebû Dâvûd, Edeb 164, {"kurbağa" yerine
"an"); İbn Mûce, Saya 10; Dârimî, Ednlıî 26, ("kurbağa yerine
"cırı"); Müsned, I, 332, 347, ("kurbağa yerine "an").
[260] Ebû Dâvad, Edeb 165, Tıb 11; Nesal, Sayd 36; Müsned,
111, 453, 499.
[261] et-Tirınizî el-Hakim, Nevâdiru'l-Usût, I, 544.
[262] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/438-439.
[263] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/439-440.
[264] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/441-442.
[265] Tirmizi, Firen 18; Müsned, V, 218.
[266] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/442-443.
[267] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/443.
[268] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/444.
[269] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/444-445.
[270] Buhârî. Rİkaak 5; Müsned, [I. 275. 320. 417.
[271] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/446-447.
[272] Buhârl, Fertâilu Ashâbi'n-Nebîyy 9. Meğ;1ri78: Müslim,
Fednilıı's-Sahâbe 50, 31, 32; Tir-mizî, Menâkıb 20; îbn Möce, Mukaddime İl, lı.
no; 121; Müsned, ], 170, 177, 179, 132. 184. 185, M, 32.
[273] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/448-449.
[274] TefsirMen ;ıyrı ve belli bir müellifi olan bir eseri
kastetmediği, bunun yerine bu buyruk ile ilgili olarak seleften yapılmış
rivayetlere :ıtıftn bulunduğu anlaşılmaktadır.
[275] Buhâri, Hıısûnıât 1; Müslim, Fedüil 161, 162: Ebû
Dâvûd, Şiirine ]3; Müsned, III, 31.
[276] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/449-452.
[277] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/452-453.
[278] Sııyûtî. ed-Durru'l-MeıısUr, III. 548'de Ali b. Ebî
Tulib (r.a Vın sözü olarak kayd edilmektedir
[279] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/453-456.
[280] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/456-458.
[281] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/458-460.
[282] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/460-461.
[283] Hndis için L>k.: Btıhârî, Cenfıiz 69; Müslim,
FcdSil 157-153; Nesal, Cengiz 121: Müsned, II, 269, 315.
[284] EbûDâvâd, Edeb 3.
[285] Ebû Dâvûd, Edeb i: Müsned, IV, 226.
[286] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/462-464.
[287] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/464-465.
[288] Tirmizl, Sıfiım'l-Kıyaıne 54. "... afiyet
verir..." verine; *.., on:ı merhamet eder..." şeklinde.
[289] BulıÂrî, Kader 13; Müslim, Zikr 53; Nesâî, İstiâzc 34,
:15; Müsned, II, 246.
[290] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/465-469.
[291] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/470-471.
[292] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/471-472.
[293] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/473-476.
[294] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/476-477.
[295] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/477-478.
[296] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/478-479.
[297] Buhârî, VudıT 75, Deııvül 6, 7. 9, Tevhîd 34; Müslim,
Zikr 56, 57; Ebû Dâvud, Edeb 98: Tirmizî, Denvât 16, 116; İbn Mâce, Dua 15;
Dârimi, istizan 51: Müsned, IV. 285, 290, 292, 296.
[298] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/479.
[299] Buharı, Savın 13; Müslim, Sly:lm 15: Ebû DâvCıd, Savın
A: Nesal. Siyam 17: Müsned, İT, Cl 52, Y22, 129.
[300] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/480.
[301] Buhâri, Buya 50, Tefsir -iti. sûre 3; aynen bk.
Tinniz'ı, Birr 69.
[302] Müsned, II. 174.
[303] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/480-481.
[304] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/481.
[305] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/481-482.
[306] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/482.
[307] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/482-483.
[308] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/483-484.
[309] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/484.
[310] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/484.
[311] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/485-486.
[312] Buharı, Tefsir 2. sflre 5; Müslim, Tefsir 1; Tirmizt,
Tefsir 2. sûre 2
[313] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/486-488.