1. Tevratta Onlardan Alınan Söz: 6

2. Adaletten Ayrılmanın Sebebi ve Rüşvet: 7

1. Âdem Oğullarından Alınan Söz: 7

2. İnsan ve Kader: 9

3. Bu Âyetin Kapsamı Umumi mi, Hususi mi?. 9

4. Küçükken Ölenlerin Durumu: 9

5. Adem Oğullarının Zürriyeti: 10

6. Allah'ın Rububiyeîini İkrar: 10

1. Âyetin Nüzul Sebebi: 14

2. Yüce Allah'ın En Güzel İsimleri (el-Esmau'l-Hüsna): 15

3. İsim İle Müsemmâ Arasındaki İlişki: 15

4. Allah'ın İsimlerinin "En Güzel" Diye Nitelendirilmesinin Sebebi: 16

5. Allah'ın En Güzel İsimleriyle (el-EsmâÜ'l-Hüsna) Allah'a Dua Etmek: 16

6. Yüce Allah'ın Diğer İsimleri: 16

1. îlhad (Eğriliğe Sapmak): 16

2. Allah'ın İsimlerine Birşeyler Katmanın ve Eksiltmenin Mahiyeti: 17

1. Tefekkür Amacıyla Bakmak: 18

2. Allah'a Taklidi İman Etmenin Hükmü: 18

3. Kelâmı Metodlarla Allafû Tanımak Zorunlu Değildir: 19

4. İbretle Bakmanın Meşru Çerçevesi: 20

İ. İnsanın Yaratılması: 22

2. Hamileliğin Sebep Olduğu Bazı Endişeler: 23

3. Bu Âyet-i Kerimede Sozkonusu Edilen "Şirk'in Mahiyeti: 23

4. Hamilelik Bir Hastalık mıdır ve Hamilelik Halindeki Mali Tasarrufların Hükmü: 24

5. Hamile île İlgili Mahkeme Hükümleri ve Bâin Talakla Boşanmış Hamileye Ricat Yapmak: 24

6. Savaşa Katılanın Malî Tasarruflarının Hükmü: 24

7. Dehşet ve Fırtına Zamanlarında Deniz Yolculuğu Yapanın Hükmü: 25

1. Kapsamlı Bir Âyet: 27

2. Urf: Maruf: 28

3. Cahillerden Yüz Çevirmek: 28

1. Şeytanın Vesveselerine Karşı Allah'a Sığınmak: 29

2. Şeytanın Çeşitli Vesveseleri ve Bunlara Karşı Alınacak Tedbîrler: 29

1. Şeytanın Vesveselerine Karşı Takva: 30

2. Cahillerden Yüzçevirmeye Örnek: 31

1. Ayetin Nüzul Sebebi ve Namazda Okunan Kur'ân'ı Dinlemek: 32

1. Meleklerin Mevkii ve Görevleri: 34

2. Kur'ân-ı Kerim'deki Secdeler (Tilavet Secdeleri): 34

3. Tilavet Secdesinin Vücubu: 35

4. Tilavet Secdesinin Şartlan; 36

5. Tilavet Secdesinin Vakti: 36

6. Tilavet Secdesi Yaparken Söylenecek Sözler: 36

7. Secde Âyetinin Namazda Okunması: 36

8. Secde Âyeti Okunduğunda Dinleyenin Hükmü: 37


163. Onlara deniz kıyısındaki o kasabanın durumunu da sor. Hani onlar Cumartesi gününde haddi aşmışlardı. Çünkü Cumarte­silerinde balıkları akın akın meydana çıkarak yanlarına geli­yor, tatil yapmadıkları gün İse yanlarına gelmiyordu. İşte Biz, İtaatten çıktıklarından dolayı kendilerini böylece İmtihan edi­yorduk.

164. Hani içlerinden bir topluluk: "Allah'ın kendilerini helak ede­ceği veya çetin bir azab İle cezalandıracağı bir kavme ne dîye öğüt veriyorsunuz?" dediği zaman onlar: "Rabbinize karşı ma­zeret olsun ve belki bunlar da sakınırlar diye" demişlerdi.

"Onlara deniz kıyısındaki o kasabanın durumunu da sor." Yani, o ka­saba halkının durumu hakkında sor demektir. Kasaba halkını anlatmak üze­re kasabayı zikretmiş olması, kasabanın onların kardıkları yer, yalıutta bir ara­ya toplanıp gelmelerine sebep olan yer oluşundan dolayıdır. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "İçinde bulunduğumuz o kasabaya da sor." (Yusuf, 12/82) buyruğu İle "Sa'd b. Muaz'ın ölümü sebebiyle Arş sarsıldı"[1] hadisidir. Bununla Hz. Peygamber arş ehli olan melekleri kastetmektedir. Onlar, Hz. Sa'd'ın kendilerine geleceği müjdesi ve buna sevindikleri için öyle ifade edil­miştir.

Yani sen, sana komşuluk eden yalıudilere geçmişlerine dair haberleri, on­lardan maymunlara ve domuzlara dönüştürüldüklerine dair kimselerin haber­lerini sor. Bu İse, onlara gerçeği söyletmek (takrir) ve azarlamak kastıyla yö­neltilen bir sorudur. Bu da Peygamler (say)'ın doğruluğunun alameti idi. Çün­kü yüce Allah onu, başkalarından bu gibi şeyleri öğrenmeksizin bu husus­lar hakkında haberdar etmişti.

Onlar şöyle diyorlardı: Biz, Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz. Çünkü biz­ler O'nun gerçek dostu İbrahim'in soyundan ve İsrail'in soyundan geliyoruz. Bunlar ise, Allah'ın İlk çocuklarıdır. (Bk. el-Maide, 5/18. âyetin teFsiri) Allah ile konuşmuş Musa'nın soyundandır ve onun torunlarından olan Uzeyr'in so-yundandır. Biz de onların çocuklarındanız. Bunun üzerine yüce Allah Pey-gambçrine: Ey Muhammed, onlara o kasaba hakkında sor. Ben, o kasaba hal­kını günahları sebebiyle azaplandırmadım mı? Bu ise, onların sadece şeriatin fer'i hükümlerinden birisini değiştirmeleri sebebiyle olmuştu.

Bu kasabanın hangisi olduğunu tayin hususunda farklı görüşler vardır. İbn Abbas, İkrime ve es-Süddî, buranın Eyle olduğunu söylemişlerdir. Yine İbn Abbas'tan buran m Eyle ile Tûr arasındaki Medyen olduğunu söylediği nak­ledilmiştir.

ez-Zührî buranın Taberiye olduğunu ifade etmiştir. Katade ve Zeyd b. Eş­lem ise burası Şam kıyılarında bir yerde Medyen ile Aynun arasında Makna diye bilinen yerdir. Yahudiler bu kıssayı kendileri hakkında tahkir edici ve aşağılayıcı bir muhtevası bulunduğundan dolayı gizleyip dururlardı.

"Deniz kıyısındaki o kasaba" yani, denize yakın bu­lunan o kasaba... Meselâ; tabiri, eve yakın idim demektir.

Hani onlar Cumartesi gününde haddi aşmışlardı." Ya­ni, o günde balık avlamaları yasak kılındığı halde balık avlıyorlardı. "Yahudiler Cumartesi günü çalışmayı bıraktılar," denilir.

ise, kişiyi -mesela- dilsizlik gibi bir hal aldı. "sükûn bul­du, hareket etmedi" anlamına gelir. Cumartesi gününe eriştiler. Yahudiler Cumartesi'ye girdiler" tabirleri kulla­nılır.

Sebt (Cumartesi) bilinen gündür. Kelime olarak da rahat etmek ve kesmek­ten gelir. Çoğulu ise, şekillerinde gelir.

Rasulullah (sav)'ın da şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Kim Sebt (Cumar­tesi) günü hacamat yaptırır da ona bir baras (baraş) hastalığı isabet ederse, kendisinden başka kimseyi kınamasın."[2]

İlim adamlarımız der ki: Bunun böyle olmasının sebebi, kanın Cumarte­si günü soğuk olmasından dolayıdır. Eğer sen kanı dışarı akıtmak için mü­dahalede bulunacak olursan, o da gereği gibi akmaz ve bu baras'a dönüşür.

Cemaat "Haddi aşmışlardı" diye okumuşlardır. Ebu Nehîk İse, şeklinde "ye" harfi ötreli, "ayn" harfi esreli, "dal" harfini de şeddeli olarak okumuştur. Birinci kıraat; "Haddi aşmak"tan gelirken, ikin­ci kıraat; "gerekli hazırlığı yapmak"tan gelmektedir. Yani, balıkla­rı yakalamak için gerekli araçları hazırlıyorlardı anlamına gelir. İbn es-Semey-ka ise, "Sebt" kelimesini çoğul olarak; "Cumartesi günlerinde," diye okumuştur.

"Çünkü Cumartesilerinde... balıkları yanlarına geliyor" buyruğundaki "Cumartesileri" anlamına gelen; kelimesi, "Sebt" kelimesi çoğul yapı­larak diye de okunmuştur.

"Akın akın meydana çıkarak." Yani, su üzerinde oldukça fazla görüne­rek kalabalıklar halinde gelerek, demektir.

el-Leys der ki; Başlarını yukarı doğru kaldırmış balıklar, anla­mına gelir. Bunun şu anlama geldiği de söylenmiştir: Denizdeki balıklar, Cu­martesi günleri denizden büyük kalabalıklar halinde geliyor ve Eyle kasaba­sı bundan dolayı çokça kalabalıklaşıyordu. Yüce Allalı, bunun üzerine bu ba­lıkların Cumartesi günü avlanmayacağı ilhamını verdi. Çünkü yüce Allah yahudilere o gün balık avlamalarını yasaklamıştı.

Şöyle de denilmiştir. Bu balıklar, onların kapılarına kadar başlarını yuka­rı doğru kaldırarak tıpkı beyaz kuşlar gibi akın akın geliyordu. -Bunu, mü-teahlıir müfessirlerden bazıları böylece nakletmiştik- Onlar da Cumartesi gü­nü haddi aşarak bu günde balıklan alıp yakaladılar. Bu açıklamayı da el-Ha-sen yapmıştır. Batıkları Pazar günü aldıkları da söylenmiştir. İleride de açıklanacağı gibi daha sahih olan da budur.

"Tatil yapmadıkları gün ise" balıklan "yanlarına gelmiyordu." Yani, Sebt yapmadıkları gün demektir. Sebt yapmak ise, Cumartesi gününü ta'zim etmek demektir. el-Hasen, "Tatil yapmadıkları gün" kelimesini "ye" har­fini ötreli olarak; şeklinde okumuştur. Yani, Cumartesi gününe gir­medikleri gün, anlamına gelir. Nitekim; ifadeleri Cuma gününe, öğlen vaktine, yeni aya girdik, anlamında kullanılır.

"İşte Biz, itaatten çıktıklarından dolayı kendilerini böylece imtihan edi­yorduk." Yani, ibadette onlara işi sıkı tutuyor ve onları deniyorduk.

el-Huseyn b. el-Fadl'a şöyle sorulmuş: Siz, "helal, sana ancak seni hayat­ta tutacak kadarıyla gelir, haram ise sana hadsiz, hesapsız olarak gelir" an­lamını Allah'ın Kitabında bulabiliyor musunuz? O, şu cevabı vermiş: Evet, ben bunu Davud ile Eylelilerin kıssasında buluyorum: "... çünkü Cumartesilerin­de balıkları akın alan meydana çıkarak yanlarına geliyor, tatil yapmadık­ları gün ise yanlarına gelmiyordu."

Bu âyet-i kerime ile ilgili kıssalar arasında rivayet olunduğuna göre bu olay, Davud (a.s) zamanında olmuştu. İblis de bunlara telkinde bulunarak şöyle de­mişti: Size bu balıkları Cumartesi günü yakalamanız yasaklandı. Bunun için siz havuzlar yapın. Bu sefer onlar da Cuma günü balıkları havuzlara sürük­lüyorlar, orada kalıyorlar ve suyun azlığı dolayısıyla da oradan çıkmak imka­nını bulamıyorlardı. Onlar da Pazar günü bu balıkları tutup çıkartıyorlardı.

Eşheb, Malik'ten şöyle dediğini rivayet eder: İbn Numan'ın iddiasına gö­re onlardan herhangi bir kimse ip alır, bu ipin ucuna iki uçlu bir düğüm atar, bu düğümü de balığın kuyruğuna atardı, ipin diğer ucu ise bir kazığa bağ­lı bulunurdu. O, ipi bu haliyle Pazar gününe kadar bırakırdı. Daha sonra bu işi yapanın başına herhangi bir bela gelmediğini görünce, diğer insanlar da bu şekilde davranmaya başladılar ve nihayet balık avı oldukça çoğaldı. Bahklar pazarlarda satılmaya ve haddi aşmış fasıldar açıktan açığa balık avla­maya başladı. İsrailoğultanndan bir kesim kalkıp bu işten vazgeçmelerini is­tedi. Açıktan açığa bunu yasaklamaya çalıştılar ve bu işi yapanlardan uzak-îaştılar.

Denildiğine göre bu yasağın çiğnenmesine karşı çıkanlar, biz sizinle bir arada kalamayız, diyerek kasabayı bir duvarla ikiye ayırdılar. Bu yasağın çiğ­nenmesine karşı çıkanlar bir seferinde meclislerinde bulundukları sırada, ya­sağı çiğneyenlerden kimsenin dışarı çıkmadığını gördüler. Mutlaka bunların başına bir iş gelmiştir, diyerek duvara tırmanıp onlara baktılar, maymunla­ra dönüştürülmüş olduklarını gördüler. Kapıyı açıp yanlarına gittiler. Maymun­lar insanlar arasından akrabalarını tanıdılar. Fakat insanlar, maymunlar ara­sındaki akrabalarını tanıyamadılar. Bu sefer her bir maymun insanlardan olan akrabasının yanına gidiyor, elbiselerini koklayıp ağlamaya başlıyordu. İnsan­lar onlara: Biz size bu İşten vazgeçmenizi söylemiyor muyduk? diyorlar, may­munlar ise başlarını; evet anlamında hareket ettiriyorlardı.

Katade der ki: Genç olanları maymunlara, yaşlıları da domuzlara dönüş­türüldü. Aralarından yalnızca bu işten vazgeçmelerini isteyenler bu azaptan kurtuldular, diğerleri ise helak edildiler.

Bu görüşe göre İsrailoğulları ancak iki kesime ayrılmış oldular. Buna gö­re yüce Allah'ın: "Hani içlerinden bir topluluk: Allah'ın kendilerini helak edeceği veya çetin bir azab ile azaplandıracağı bir kavme ne diye öğüt ve­riyorsunuz dediği zaman..." Yani, bu işi yapanlar öğüt verenlere öğütleri sı­rasında şöyle demişlerdi: Eğer sizler, Allah'ın bizi helak edeceğini biliyorsa­nız bize ne diye öğüt veriyorsunuz? Bunun üzerine Allah da onları maymun­lara dönüştürmüştü.

(Öğüt verenler ise): "Rabbinize karşı mazeret olsun ve belki bunlar da sakınırlar diye demişlerdi." Yani, öğüt verenler şu cevabı vermişlerdi: Bi­zim size öğüt verişimiz, Rabbinize karşı bizim için mazeret olsun diyedir. Ya­ni, belki siz sakınırsınız diye size öğüt vermemiz bizim için bir görevdir. Ta-berî bu görüşü İbnİ'l-Kelbî'den, senediyle nakletmektedir.

Müfessirlerin cumhuru (çoğunluğu) ise, şöyle demişlerdir: İsrailoğulları üç fırkaya ayrılmışlardı. ÂyeM kerimedeki zamirlerden zahiren anlaşılan da budur. Bu fırkanın birisi isyan etmiş ve balık avlamıştı. Bunlar da yaklaşık yet­miş kişi idiler. Bir kesim bu işi terketmelerini istemiş ve onlardan ayrılmış­tı, bunlar da oniki bin kişi İdiler. Diğer bir kesim ise, avlayanlardan ayrılmak­la birlikte ne vazgeçmelerini istedi, ne de isyan etmişti. İşte bu üçüncü ke­sim, Öbürlerini yaptıklarından vazgeçirmeye çalışanlara; sizler, -zann-ı- ga­libe ve yüce Allah'ın o dönemlerde isyan eden toplumlara yaptıklarından an­laşıldığına göre- Allah'ın helak edeceği yahut azaba uğratacağı bir toplulu-

ğa -İsyan edenleri kastediyorlar- ne diye öğüt veriyorsunuz demişlerdi.

Bunun üzerine bu günahı işleyenleri vazgeçirmek isteyenler şu cevabı ver­mişlerdi: Bizim öğüt verişimizin sebebi, Allah'a karşı bizim mazeretimiz ol­ması içindir ve belki de onlar bu işten sakınırlar diyedir. Eğer iki kesim ol­salardı bu işten vazgeçmelerini istiyen kesimin isyan eden kesime: "...ve olur ki, sakınırsınız" demeleri gerekirdi.

Bundan sonra da şu hususta ihtilaf edilerek bir kesim şöyle demiştir: İs­yan edenlere vazgeçmelerini söylemeyen, kendileri de isyan etmeyen kesim de, bu vazgeçirmeyi terkettiklerinden dolayı ceza olmak üzere isyan eden ke­simle birlikte helak edildiler. Bunu İbn Abbas ifade etmiştir. Yine o, ben bun­lara ne yapıldığını bilemiyorum, demiştir. Âyet-i kerimenin zahirinden de an­laşılan budur. (Âyet-i kerime bunların akıbetinden söz etmemektedir).

ikrime der ki: Ben, tbn Abbas'a bunlara neler yapıldığını bilmiyorum de­yince, şöyle dedim: Bu gibi kimselerin isyankârların yaptıklarından hoşlan­madıklarını, onlara muhalefet ettikleri, bunun İçin de: "Allah'ın kendileri­ni helak edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz" dedikleri dikkat çek­miyor mu? Ben, bu hususta ona, bunların sonunda kurtulmuş olduklarını ka­bul ettirinceye kadar ısrarıma devam ettim, sonunda bana bir elbise hediye etti. Bu da el-Hasen'in görüşüdür.

Yalnızca haddi aşan kesimin helak edilmiş olduğuna delil teşkil eden buy­ruklar arasında yüce Allah'ın: "Zulmedenleri de... yakaladık" (el-A'raf, 7/165) buyruğu ile: "Andolsun sizden Cumartesi günü haddi aşanları bil- . mişsinizdir..." (el-Bakara, 2/65) âyeti delil teşkil etmektedir.

İsa ve Talha; "Bir mazeret olsun diye" şeklinde nasb ile okumuş­lardır. el-Kisaî'ye göre bunun nasb oluşu iki sebeptendir: Birincisine göre mas­tar olarak nasbedilmiştir, ikincisine göre; takdiri ile nasbedilmigtir. Ya­ni biz bunu mazeret olsun diye yaptık, anlamındadır. Aynı zamanda bu, Hafs'ın, Asım'dan rivayet ettiği kıraatidir.

Diğerleri ise, bu kelimeyi ref ile okumuşlardır ki, tercih edilen de budur. Çünkü onlar, yaptıkları ve kınandıkları bir işten dolayı özür dilemek, mazur görülmek için özür beyan etmek istememişlerdi. Bunun yerine onlara, niye öğüt veriyorsunuz denilince, onlar da bizim öğüdümüz mazeret teşkil etsin diyedir, demişlerdi. Eğer bir kimse diğerine şu işten dolayı Allah'a da sana da özür beyan ediyorum, diyerek bununla da özür dilemeyi kastediyor ise, o takdirde bu kelime nasbedilir. Sibeveyh'İn görüşü budur.

Âyet-i kerime aynı zamanda Seddü'z-Zerai'nin kabul edileceğine delil teş­kil etmektedir.

el-Sakara Sûresi'nde (2/63. âyet, 3. başlıkta) ve oradaki açıklamalar arasında başka yaratıklara dönüştürülenlerin soylarının devam edip etmediği­ne dair açıklamalar geniş bir şekilde geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hanıd olsun. Yine Âl-i İmran (3/21-22. âyet, 2. başlıkta) ile el-Maide Sûresi"nde (5/79. âyette) iyiliği emredip münkerden alıkoymaya dair açıklamalar geç­tiği gibi, en-Nisa Sûresi'nde de (4/140-141. âyetlerin tefsirinde) fesat ehlin­den ayrıiıp onlardan uzak durmaya, onlarla birlikte oturup kalkanların on­lar gibi olacağına dair açıklamalar geçtiğinden, burada bu açıklamaları tek­rarlamanın bir anlamı yoktur. [3]

 

165. Onlar, kendilerine verilen öğütleri unutunca Biz de kötülük­ten alıkoyanları kurtardık. Zulmedenleri de yapageldikleri fasiklıkları yüzünden şiddetli bir azapla yakaladık.

"Unutmak" hem yanılarak, hem de kasti olarak terkeden kimse hakkın­da kullandır. Çünkü yüce Allah: "Onlar kendilerine verilen öğütleri unu­tunca..." diye buyurmuştur ki, kasti olarak onu terkedince anlamındadır. Yü­ce Allah'ın: "Onlar Allah'ı unuttu, O da kendilerini unuttu" (et-Tevbe, 9/67) buyruğu da bu türdendir.

"Şiddetli bir azapla" oldukça ağır ve celin bir azapla "yakaladık."

"Şiddetli" kelimesinin onbir çeşit kıraati vardır:

1- Ebu Amr, Hamza ve el-Kisaî'nin "fail" vezninde; şeklindeki kı­raatleri.

2- Mekkelilenn aynt vezinde ancak "be" harfi esreli olarak; şeklin­deki kıraatleri.

3- Metlinelilerin; şeklinde "be" harfi esreli, "ya" sakin, ondan son­ra da "sin" harfi çift esreli okuyuşları.

Bu hususta da iki görüş vardır: el-Kisaî der ki: Bu kelimenin asli; şeklinde şeddesiz ve denizelidir, İki "ye" harfi yanyana geldikten sonra bi­rileri hazfedilip ilk harf de esreli okunmuştur, Ekmek ve şehid demek gibi. Bunun "fi'l" vezni üzere; şeklinde olup ilk harfini esreli okuduktan sonra hemzeyi tahfif ile ve kesreyi de hazf ile okunduğunu kastettiği de söylenmiştir. Tıpkı; denildiği gibi.

4- el-Hasen'in kıraati. Buna göre "be" harfi esreii, ondan sonra sakin bir hemze, ondan sonra da üstün bir "sin" şeklindeki kıraatidir.

5- Ebu Abdurrahman el-Mukri') şeklinde "be" harfi üstün, hemze esreli, "sin" de iki esreii oİarak okumuştur.

6- Yakub el-Kari' der ki: Bazı kıraat alimlerinden; şeklinde "be" har­fi üstün, hemzesi esreli, "sin" üstün olarak okudukları rivayeti de gelmiştir.

7, 8, 9- el-A'meş'in kıraati ise, "fey'il" vezninde; şeklindedir. Yine ondan fay'al vezininde; şeklinde okuduğu rivayet edildiği gibi, şeklinde "be" harfi üstün ve hemzesi şeddeli ve esreli okuduğu da ri­vayet edilmiştir. el-A'meş'in bütün bu kıraati erin de ki "sin" harfi ise, iki es­re lidir.

10- Nasr b. Asım'ın; şeklinde "be" harfi üstün, "ye" harfi de şedde­li olup hemzesiz okuyuşu,

11- Yakub el-Kari, der ki: Bazı kıraat alimlerinin; şeklinde "be" har­fi esreli, ondan sonra sakin hemze ile, ondan sonra da üstün harekeli "ye" ile okuduklarına dair rivayet de gelmiştir.

İşte bunlar toplam onbir kıraattir. Bunları en-Nehhâs nakletmektedir.

Ali b. Süleyman der ki: Araplar; Bayağı bir şey getirdi," der­ler. Buna göre; Bayağı, adi azap" demek olur.

el-Hasen'in kıraatine gelince, Ebu Hatim bu kıraatin açıklanabilecek bir tarafı olmadığını iddia etmiş ve şöyle demiştir: Çünkü; deni­lemez ki, denilebilsin.

en-Nehhas İse şöyle demektedir: Ebu Hatim'İn bu sözü merduttur. Çün­kü nahivciler; "Şunu şunu yaparsan, o ne İyi ne gü­zeldir!" derler ve bununla da yaptığın o işin çok güzel olduğunu kasteder­ler. el-Hasen'in kıraatine göre ise buyruk, Onları öyle bir azap ile yakalarız ki, o ne kötü bir azaptır! takdirinde olur. [4]

 

166. Böylece onlar serkeşlik ederek kendilerine yasak kılananlan yapmakta ısrar edince, kendilerine: "Allah'ın rahmetinden uzak, aşağılık maymunlar olun" dedik.

"Böylece onlar serkeşlik ederek kendilerine yasak kılınanları yap­makta ısrar edince" yani, Allah'a isyanda haddi aşmayı sürdürünce "kendilerine: ...aşağılık maymunlar olun dedik."

"Aşağılık...lar" kelimesi; Ben onu uzaklaştırdım, kovdum, o da uzaklaştı ifadesinden gelmektedir. Buna dair açıklamalar Ba­kara Sûresi'nde (2/65. âyet, 3. başlığın son taraflarında) geçmiş bulunmak­tadır.

Bu buyruk, masiyet işlemenin ilahî azaba ve intikama sebep teşkil ettiği­ni göstermektedir. Bunun da anlaşılmayacak kapalı bir tarafı yoktur

Denildiğine göre, yüce Allah bu sözleri kendilerine işitebilecekleri bir ses­le söyledi, onlar da böyle oluverdiler. Bir başka açıklamaya göre ise, buyruk Biz onları maymunlar yaptık, anlamındadır. [5]

 

167. O vakit, Rabbin onlara: Kıyamet gününe kadar üzerlerine mutlaka kendilerini en kötü azaba uğratacak kimseler gönde­receğini bildirdi. Şüphe yok ki, Rabbin cezayı çabucak veren­dir. Ve muhakkak ki O, mağfiret ve rahmet edendir.

Yani, yüce Allah, onların geçmişlerine şunu bildirmişti: Eğer buyrukları­mı değiştirir ve ümmî peygambere İman etmeyecek olurlarsa, Allah, üzerle­rine kendilerine azap verecek kimseleri gönderecektir, Ebu Ali der ki: Med'li olarak; "Bildirdi," demektir. (Âyet-i kerimede "bildirdi" anlamındaki ke­limeyle aynı kökten). Buna karşılık "zel" harfi şeddeli olarak; da, ses­lendi demektir. Bir kesim ise, şekillerinin ikisinin de "bildirdi" an­lamına geldiğini söylemişlerdir. Tıpkı, "Kesin olarak inandı" de­mek gibi. Şair Züheyr de der ki:

"Şöyle dedim: Şunu bil ki, avın gafil bir anı vardır.

Eğer bu anı kaçırmayacak olursan, şüphesiz ki onu öldürürsün?"

Bir başkası da şöyle demektedir:

"Şunu bil ki, insanların en kötü kabilesi, aralarında ki parolaları (Bir deve çobanı adı olan): Yesar diye Beslenilenlerdir."

Burada; "Bil ki, Öğren ki" fiilleri; "Bil ki" İle aynı anlamdadır.

"Kendilerini... uğratacak" tattıracak anlamında olup, buna da­ir açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/49. âyet, 7-8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Burada maksadın Buht Nassar olduğu, Araplar olduğu, Mulıammed (sav)'m ümmeti olduğu söylenmiştir. Daha zahir (kuvvetli) olan görüş de bu sonuncusudur. Çünkü Kıyamet gününe kadar kalacak olan ümmet onlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İbn Abbas der ki: Burada "En kötü azap" dan kasıt cizyenin alınmasıdır.

Onların maymun ve domuzlara dönüştürüldükleri ileri sürülerek onlardan cizye nasıl alınacak diye sorulacak olursa, şu şekilde cevap verilir: Cizye, on­ların çocuklarından ve soyundan gelenlerden alınacaktır. Onlar ise en zillet-li kavim olan yahudilerdir. Said b. Cübeyr'den rivayete göre, "en kötü azapMan kasıt haraçtır. Hz. Musa'ya gelene kadar hiç bir peygamber haraç toplamış değildir. Haracı ilk olarak tesbit eden odur. Onüç yıl süreyle haraç topladı, sonra da bunu bıraktı. Daha sonra da haraç toplayan peygamber ise, bizim peygamberimizdir. [6]

 

168. Onları, yeryüzünde paramparça topluluklar halinde dağıttık. Onlardan kimi sallhlerden oldu, kimi de bundan aşağıdadır. Belki dönerler diye de onları hem iyiliklerle, hem de kötülük­lerle İmtihan ettik.

"Onları yeryüzünde paramparça topluluklar halinde dağıttık." Yani Biz onları, ülkelere, değişik yerlere dağıttık.

Bununla yüce Allah, işlerinin dağıtılmış olduğunu, onların sözbirliği ederek bir araya gelip birleşmelerinin sözkonusu olmadığını anlatmak istemiştir.

Onlardan kimi salihlerden oldu" buyruğu mübtedâ ola­rak ref mahallindedir. Maksat, Muhammed (sav)'a iman edenler, aralarından herhangi bir değişiklik yapmayanlar ve Hz. Musa'nın şeriatinin nesli edilme­sinden önce ölenler kastedilmektedir. Yahut da, önceden de geçtiği üzere Çin'in öte tarafında bulunanlardır.

"Onlardan kimi de bundan aşağıdadır" anlamındaki ise, zarf mahallinde mansubtur. en-Nehhas der ki: Bunu ref ile okuyan kimse ol­duğunu bilmiyoruz. Maksat ise onların kâfir olanlarıdır,

"Biz de belki dönerler" yani küfürlerinden vazgeçip geri dönerler "diye de onları hem iyiliklerle" bolluk ve afiyet ile "hem de kötülüklerle" yani, kuraklık, türlü zorluk ve sıkıntılarla "imtihan ettik." [7]

 

169. Onlardan sonra kötü kimseler gelip yerlerine geçti. Kitab'a da mirasçı oldular. Bu dünyanın değersiz malını alırlar (ve): "Bi­ze ileride mağfiret olunur" diyorlardı. Kendilerine ona benzer değersiz bir meta gelirse, onu da alıyorlardı. Allah'a karşı haktan başkasını söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın teminatı alınmadı mı? Halbuki onda olanı durmadan okumuşlardı. Âhİret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akletmeyecek misiniz?

Yüce Allah: "Onlardan sonra kötü kimseler gelip yerlerine geçti" buy­ruğu ile, yeryüzünde darmadağın ettiği kimselerin çocuklarını kastetmekte­dir.

Ebu Hatim der ki: kelimesi, "lam" harfi sakin olarak "çocuklar" an­lamındadır. Tekili ve çoğulu arasında fark yoktur, "Lam" harfi üstün olarak ) ise, "bedel, onun yerine geçen" demektir. İster çocuk olsun, ister yabancı olsun farketmez.

İbnü'l-A'rabî' ise, şeklinde "lam" harfi üstün olursa, başkalarının yerine geçenlerin salih olmaları halinde, sakin olursa ise, salih olmamaları halinde kullanılır, demiştir. Nebît der ki:

"Kanatları altında yaşananlar geçip gittiler

Bense, uyuz olmuşun derisini andıran sonrakiler arasında kaldım."

Bayağı sözlere; denilmesi de buradan gelmektedir. Yine, kullanı-lagelen bir deyim olan; "Bin defa sustu, sonunda da ba­yağı bir söz söyledi," sözü de bu kabildendir. O halde, bu kelimenin "lam" harfi sakin olursa, yermek anlamını, üstün olursa da övmek anlamını verir. Meşhur kullanım şekli de böyledir. Nitekim Hz. Peygamber de şöyle buyur­muştur: "Bu ilmi sonradan gelenlerin her biri arasından o neslin adil olanları taşır."[8] Bu iki şeklin herbirinin diğeri yeri­ne kullanıldığı da olur. (Meselâ) Hassan b. Sabit der ki:

"Sana doğru atılan ilk adım bizim adımımızdır. Ve bizden sonra gelenlerimiz; Allah'a itaat yolunda ilklerimize tabidirler."

Bir başkası da şöyle demektedir:

"Biz'oyle bir halef ile (sonradan gelenlerle) karşılaştık ki,

onlar ne kötü haleftir!

Yüzümüze kapısını kapattı, sonra da yemin etti. Kapıcı, yükü ağır geldi mi duran ve Tanıdığı kimseden başkasını içeri almayacak diye."

Bu âyet-i kerimeden kasıt ise (sonra gelenlerin) yerilmesidir.

Müfessirler, 'kitaba da mirasçı oldular" (buyruğuyla) kastedilenlerin ya-hudiler olduklarını söylemişlerdir. Bunlar, Allah'ın Kitabına mirasçı olup onu okudular, başkalarına Öğrettiler. Ancak, onu okuyup öğrenmelerine rağmen hükmüne muhalefet edip haram kıldığı şeyleri de işlediler. O bakım­dan bu buyruk onlar için bir azar ve bir sitem anlamındadır.

"Bu dünyanın değersiz malını alırlar." Daha sonra yüce Allah, ileri de­recedeki hırsları ve düşkünlükleri sebebiyle dünya metaından kendilerine arz olunan şeyleri aldıkların) haber vermekte ve "bize İleride mağfiret olunur

diyorlar" deyip tevbe etmediklerini bildirmektedir. Bu buyruk, onların tev-be etmeyen kimseler olduklarının delilidir.

Yüce Allah'ın: "Kendilerine ona benzer değersiz bir meta gelirse, onu da alıyorlardı" buyruğundaki "değersiz meta" anlamı verilen; ke­limesi dünya metaı demek olup "ra" harfi üstün okunur. Sakin okunacak olur­sa, dirhem ve dinar dışında kalan mallara addır.

Bu âyet-i kerimede rüşvet almaya ve haram kazanç yollarına işaret edil­mektedir. Daha sonra yüce Allah onları "bize ileride mağfiret olunur" söz­leriyle aldanışa düştüklerini ve onların ikinci defa imkân buldukları vakit ay­nı işi bir daha işlediklerini bildirerek yermektedir. Bu aldanışları sebebiyle kendilerine mağfiret olunacağını kati olarak kabul ettiler ve günahlarını ıs­rarla devam ettirdiler. Oysa "bize ileride mağfiret olunur" sözüancak işle­diği günahtan vazgeçen ve pişman olan kimsenin söyleyebileceği bir sözdür.

Derim ki: Şanı yüce Allah'ın onlarda yerdiği bu nitelik bizde de vardır. Dâ-rimî Ebu Muhammed senediyle şöyle bir rivayet kaydetmektedir: Bize Mu-hamrned b. el-Mubarek anlattı, bize Sadaka b. Halid anlattı. O, İbn Ca-bir'den, o da künyesi Ebu Amr olan bir şeyhten (hadis rivayet eden ilim ada­mından) o da Muaz b. Cebel (r.a'Vdari dedi ki: Kur'an-ı Kerim, bir elbisenin eskiyip artık birbirini tutmaz hale gelmesi gibi bîr takım kimselerin kalple­rinde eskiyecektir. Onlar bu kitabı okuyacaklar fakat, ona karşı ne bir istek duyacaklar, ne de bir lezzet alacaklar. Onlar, kurt kalpleri üzerine koyun post­ları giyerler. Amelleri hep umuttur. Amellerine (kabul edilir mi diye) hiç kor­ku girmez. Eğer kusurlu hareket ederlerse, ileride mükemmeline ulaştınlırız derler. Eğer kötülük işlerlerse, ileride günahlarımız bağışlanacak derler. Çünkü biz, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmuyoruz.[9]

Kendilerine... gelirse" deki zamirin, Medine yahuditerine ait ol­duğu söylenmiştir. Yani, Peygamber (sav) döneminde Yesrib'de (Medine'de) bulunan yahudilere onun gibi değersiz bir mal gelecek olursa, geçmişleri o malı nasıl aldılarsa, onlar da öylece alırlar, demektir.

Bu buyrukların: "Allah'a karşı haktan başkasını söylemeyeceklerine da­ir kendilerinden o kitabın teminatı alınmadı mı? Halbuki onda olanı durmadan okumuşlardı âhiret yurdu sakınanlar İçin daha hayırlıdır. Hâlâ akletmeyecek misiniz?" bölümü ile ilgili açıklamalarımızı da iki baş­tık halinde sunacağız: [10]

 

1. Tevratta Onlardan Alınan Söz:

 

"Allah'a karşı haktan başkasını söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın teminatı alınmadı mı?" buyruğunda kitaptan kasıt, Tevrattır. Bu ise, şeriat ve hükümlerde yalnızca hakka bağlı kalmanın ve hakimlerin rüş­vet sebebiyle batıla yönelmemeleri gerektiğine dair hükmün ağırlığına işa­ret etmektedir.

Derim ki: Hak buyrukların bir gereği olarak, bunlar için bağlayıcı olan hü­kümler ile alınan bu sözlerin, -daha önce en-Nisâ Sûresi'nde (4/58. âyetin tef­sirinde) açıklandığı gibi- bizim için de gerek Peygamberimizin lisanı ile ge­rek Rabbimizin kitabı ile bağlayıcı oldukları bildirilmiştir, Zaten bu hususta bütün şerîatler arasında herhangi bir ayrılık yoktur. Yüce Allah'a hamd olsun. [11]

 

2. Adaletten Ayrılmanın Sebebi ve Rüşvet:

 

"Halbuki onda olanı durmadan okumuşlardı." Ve üstelik aradan fazla bir zaman dahi geçmemişti. Ebu Abdurrahman; şeklinde okumuş ve "te" harfini "dal" harfine idğam etmiştir.

İbn Zeyd der ki: Haklı olan, hakimlerine gelip rüşvet verirdi, onlar da Al­lah'ın Kitabını çıkartıp o kitap gereğince lehine hüküm verirlerdi. Haksız ki­şi de geldi mi, yine ondan rüşvet alırlar, bu sefer ona kendi elleriyle yazdık­ları kitabı çıkartıp onun lehine hüküm verirlerdi.

İbn Abbas; "Allah'a karşı haktan başkasını söylemeyeceklerine dair"

buyruğu ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Onlar, günahlarının bağışla­nacağını kesin olarak söyledikleri sözleri ile batılı söylemiş oldular.

İbn Zeyd der ki: Burada kasıt, -az önce de belirttiğimiz gibi- verdikleri hü-kümlerdeki batıllardır.

Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: "Onda olanı durmadan okumuşlardı"

yani buyruğu gereğince ameli ve onu anlamayı terketmek suretiyle onu sil­mişlerdi. Bu, Rüzgâr izi sildi" tabirinden alınmıştır derler. Yi­ne silinip izi, eseri kalmayan çizgi, ev v.s. hakkında; İfa­desinden alınmış olur. Bu anlam da yüce Allah'ın: "Kendilerine kitap verilen­lerden bir kesim... Allah'ın kitabını arkalarına atmışlardı." (el-Bakara, 2/101); "Onlar ise onu sırtlarının arkasına attılar..." CÂl-i İmran, 3/187) buyruklarına uygun düşmektedir. Nitekim el-Bakara Sûresi'nde (anılan âye­tin tefsirinde) buna dair açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır. [12]

 

170. Bir de kitaba sımsıkı sarılanlar ye namazı dosdoğru kılan­lar (a gelince), şüphesiz Biz ıslah etmeye çalışanların mükâ­fatlarını zayj etmeyiz.

"Bir de kitaba sımsıkı sardanlar." Yani Tevrat'a, gereğince amel etmek su­retiyle bağlı kalanlar... Ebu'l-Âliye ve Ebu Bekr rivayetinde Asım; Sım­ada sarılanlar" kelimesini şeddesiz olarak; "Tutunanlar" şeklinde şeddesiz olarak "Tuttu, tutar"dan gelen bir fiil olarak okumuş­lardır. Ancak, birinci okuyuş daha uygundur. Çünkü, o okuyuşta yüce Allah'ın Kitabına ve dinine sımsıkı sarılıp, bunun tekrar tekrar ve çoklukla yapıldığı anlamı vardır. Ve onlar bununla öğünmektedirler. Allah'ın Kitabı ve dinine sım­sıkı yapışmak, bu İşi devamlı ve tekrar tekrar yapmayı gerektirir. Ka'b b. Zü-heyr der ki:

"O bağlı kaldığını iddia ettiği ahde sarılması Ancak eleklerin sulan tutması gibidir."

Böylelikle, çokça ahidlerini bozma tabiatı dolayısıyla onu yermektedir. [13]

 

171. Hani Biz dağı üzerlerine gölge bırakan bir bulut gibi çekip kal­dırmıştık da onu üstlerine düşecek sanmışlardı. "Size verdi­ğimizi kuvvetle alın. Onda olanı düşünün ki sakınırsınız"

(demiştik).

Yüce Allah'ın: "Hani Bîz dağı üzerlerine... çekip kaldırmıştık" buyruğun-daki "Çekip kaldırmıştık" lafzı, yükseğe kaldırmıştık demektir. Bu­na dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/63. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Üzerlerine gölge bırakan bir bulut gibi." Sanki o, yüksekliği dolayısıy­la üzerlerine gölge bırakan bîr bulutu andırıyordu.

"Size verdiğimizi kuvvetle" tam bir ciddiyet ve gayretle "alın... demiş­tik." Âyetin sonuna kadar olan bölümün tefsiri de daha önce el-Bakara Sû­resi'nde (2/63. âyette) geçmiş bulunmaktadır. [14]

 

172. Hani Rabbin Âdem oğullarının sırtlarından zürrlyetlerinİ al­mış ve onları kendilerine şahid tutup: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" (diye buyurmuştu). Onlar da: "Evet, şahid olduk"

' demişlerdi Kıyamet günü: "Bizim bundan haberimiz yoktu" de-meyesiniz diye.

173. Yahut: "Dana önce sadece atalarımız Allah'a ortak koşmuşlar­dı. Biz de onlardan sonra gelen bir kuşaktık. Şimdi o batıla sap­lananların işledikleri yüzünden bizi helak mı edeceksin?" de-meyesiniz diye.

174. İşte biz âyetleri böyle açıklarız. Belki dönerler diye.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: [15]

 

1. Âdem Oğullarından Alınan Söz:

 

Yüce Allah'ın: "Hani Rabbln... almış" yani sen, onlara daha önce sözü ge­çen indirilen kitaplarında yer alan sözleri hatırlatmakla birlikte, Adem oğulla­rının zürriyetlerini çıkardığı gün kullardan almış olduğu sözleri de hatırlat...

Bu âyet-i kerime müşkil bir âyet-i kerimedir, ilim adamlan bu âyetin te'vi-li ve ahkâmına dair açıklamalarda bulunmuşlardır. Biz de bu hususta tesbit edebildiklerimize uygun olarak onların söylediklerini aktaracağız.

Kimisi şöyle demiştir: Âyetin anlamı şudur: Yüce Allah, Adem oğullarının biri birlerinden gelecek olan zürriyetlerini onların sırtlanndan çıkartmıştır. Bun­lar, "onları kendilerine şahid tutup, ben sizin Rabbiniz değil miyim" buyruğunun anlamı, onları yaratmakla kendi tevhidini onlara göstermiştir, der­ler. Çünkü, baliğ olan her bir kişi zorunlu olarak kendisinin bir tek Rabbi-nin olduğunu bilir.

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim" yani, onlara böyle dedi, demektir. Bu ise, onlara karşı şahid tutmak ve onların bunu ikrar etmeleri yerine geçmiş­tir. Yüce Allah gökler ve yer hakkında onların: "İsteyerek itaatle geldik, de­diler" (Fussilet, 41/11) buyruğunda olduğu gibi. el-Kaffal bu görüşü benim­semiş ve bu konuda uzun uzun açıklamalarda bulunmuştur.

Şöyle de açıklanmıştır: Şanı yüce Allah bedenleri yaratmadan Önce ruh­ları çıkartmış ve bu ruhlarda kendisine hitap olunanı bilip öğreneceği ma­rifeti de takdir buyurmuştu.

Derim ki: Peygamber (sav)'dan nakledilen hadislerde dile getirilen, bu iki görüşten farklıdır. Buna göre yüce Allah, Adem (a.s)'ın sırtından ruhları da içinde olmak üzere bedenleri çıkartmıştır. Malik'in Muvatta'ındaki rivayeti­ne göre Ömer b. el-Hattab (r.a)'a şu: "Hani Rabbln Adem oğullarının sırt­larından zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahid tutup: Ben sizin Rabbiniz değil miyim (diye buyurmuştu). Onlar da: Evet, şahid olduk de­mişlerdi. Kıyamet günü: Bizim bundan haberimiz yoktu demeyeslniz di­ye" âyeti hakkında soru sorulmuş, Ömer (r.a) da şöyle demiş: Ben, Rasulul-lah (sav)'a bu âyet hakkında soru sorulurken işittim. Rasulullah (sav) buyur­du ki: "Yüce Allah Adem'i yarattı. Sonra sağıyla sırtını sıvazladı, ondan bir zürriyet çıkardı ve Ben bunları cennet için yarattım ve cennetliklerin ame­liyle amel edecekler, diye buyurdu. Sonra bir daha sırtını sıvazladı, ondan bîr zürriyet çıkardı ve şöyle buyurdu: Bunları da cehennem İçin yarattım ve bun­lar da cehennemliklerin ameliyle amel edecekler," Bir adam kalkıp: O hal­de amelin faydası nedir? diye sorunca, Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Allalı bir kulu cennet için yarattı mı, onun cennet ehlinin ameliyle amel etme­sini ister. Sonunda o da cennet ehlinin amellerinden bir amel üzere ölür, Al­lah da onu cennete koyar. Bir kulu da cehennem için yarattı mı, onun da ce­hennem ehlinin ameliyle amel etmesini ister. Sonunda o da cehennemlikle­rin amellerinden bir amel Ü2ere ölür. Allah da onu cehenneme koyar. "[16]

Ebu Ömer(b. Abdi'1-Berr) der ki: Bu, isnadı munkatı' bir hadistir. Çünkü Müslim b. Yesar, Hz. Ömer ile karşılaşmamıştır. Yahya b. Maîm onun hakkın­da şöyle demiştir: Müslim b. Yesar kim olduğu bilinmeyen birravidir. Onun­la Ömer (r.a) arasında Nuaym b. Rabia vardır. Bunu da Nesaî zikretmiştir. Nu-aym ise, ilim taşıdığı bilinen bir kimse değildir. Şu kadar var ki, bu hadisin anlamı çerçevesinde Peygamber (sav)'dan Ömer b. el-Hattab (r.a), Abdul­lah b. Mes'ud, Ali b. Ebi Talib, Ebu Hureyre -Allah onlardan ve diğerlerin­den razı olsun- yoluyla gelen rivayet, pek çok sabit (sağlam) yolla sahih ola­rak gelmiştir.[17]

Tirmizî sahili olduğunu belirterek Ebu Hureyre'den şöyle dediğini riva­yet etmektedir: Rasululiah (sav) buyurdu ki: "Allah Adem'i yaratıp da onun sırtını sıvazlayınca sırtından kıyamet gününe kadar onun zürriyetinden ya­ratacağı her bir can döküldü. Onlardan her birisinin gözleri arasında nurdan bir parlaklık yarattı. Sonra bunları Adem'e arzetti. Dedi ki: Rabbim bunlar kim­lerdir? Yüce Allah, bunlar zürriyetinden gelecek olanlardır diye buyurdu. Ara­larından birisini gördü, gözleri arasındaki parlaklık hoşuna gitti. Rabbim bu kimdir? diye sorunca, bu adam, senin zürriyetinden gelecek sonraki ümmet­lerden bir adamdır. Ona Davud denilir diye buyurdu. Hz. Adem: Rabbim öm­rünü kaç yıl olarak takdir buyurdun, diye sorunca; altmış yıl diye buyurdu. Hz. Adem: Rabbim, ona benim ömrümden kırk yıl artır dedi. Adem (a.s)'ın ömrü sona erince, ona ölüm meleği geldi. Adem: Henüz benim ömrümden daha kırk yıl kalmadı mı diye sorunca, melek: Sen bu kırk yılını oğlun Da­vud'a vermemiş miydin diye sordu. Ancak, Adem böyle bir şeyi reddetti. Bu­nun üzerine zürriyetinden gelenler de inkâr eder oldular. Adem'e de unut­turuldu, bu sebepten zürriyeti de unutur kılındı."[18]

Tirmizî'den başkasında da şöyle denmektedir: İşte o vakit yazıcılar tutul­masını, şahid tutulmasını emretti.

Bir başka rivayette de şöyle denmektedir: Adem, aralarında zayıf, zengin, fakir, zelil, müptela ve sağlıklı kimseler olduğunu görünce, ona dedi ki: Rabbim bu niye böyle, neden onların arasında eşitlik sağlamadın? Yüce Allah, bana şükredilsin istedim, diye buyurdu.

Abdullah b. Amr da Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğunu rivayet etmek­tedir: Tarak ile nasıl başın saçlan alınıyor (taranıyor) ise onlar da (Hz. Adem'in zürriyeti de) sırtından böylece alındılar." Allah onlara Hz. Süleyman'ın gelişi­ni bildirerek, diğer karıncalan uyaran karınca gibi akıllar verdi ve onlardan ken­disinin Rableri olduğuna, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmadığına dair söz aldı. Onlar da bunu ikrar edip kabul ettiler. Yüce Allah kendilerine Peygam­ber göndereceğini bildirdi, böylelikle biri diğerine şahidlik etti.

Ubey b. Kâ'b der ki: Onlara karşı yedi semavatı da şahid tuttu. Kıyamet gününe kadar doğacak kim varsa, mutlaka ondan ahid alınmıştır.

Adem'in sırtından çıkartıldıkları vakit kendilerinden sözün alındığı yerin neresi olduğu hususunda dört farklı görüş vardır. İbn Abbas der ki: Burası, Arefe yakınlarında bir vadi olan Na'man denilen"yerin iç tarafıdır.[19]

 Yine İbn Abbas'tan bu yerin Hindistan'da bir bölge olan ve Hz. Adem'in yere indiği yer olan Berahba oiduğu da söylenmiştir.

Yahya b. Selam ise der ki: îbn Abbas bu âyet-i kerime hakkında şöyle de­mişti: Allah, Adem'i Hindistan'a indirdi. Sonra sırtını sıvazlayıp ondan kıya­met gününe kadar yaratacağı her bir canı çıkartıp şöyle buyurdu: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Onlar da: "Evet, şahid olduk" dediler. Yahya b. el-Hasen der ki: Sonra onları tekrar Adem (a.s)'in sulbüne geri iade etti.

el-Kelbî ise, bu ahdin Mekke ile Taif arasında alındığını söylerken, es-Süd-dî de şöyle demiştir: Bu ahid, Adem cennetten dünya semasına indirildiği va­kit kendisinden alınmış idi. Yüce Allah onun sı itim sıvazlamış ve sırtını n sağ tarafından inci gibi parıldayan beyaz bir zürriyet çıkartmıştı. Onlara "rahme­tim üzere cennete giriniz" diye buyurmuştu. Sırtının sol tarafından da siyah bir zürriyet çıkartmış ve onlara; "siz de ateşe giriniz. Aldırış etmiyorum" di­ye buyurmuştu. İbn Cüreyc der ki: Cennet için yaratılmış her bir nefs, beyaz (ak.) çıktı, cehennem için yaratılmış her bir nefs İse siyah çıktı. [20]

 

2. İnsan ve Kader:

 

İbnü'l-Arabî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: İnsanlar günah işle­memiş oldukları halde azab edilmeieri nasıl uygun düşer, yahut yüce Allah yapmalarını irade buyurduğu, haklarında yazdığı ve kendilerini ona sürük­lediği şeyler sebebiyle onları nasıl cezalandırabilir denilecek olursa, biz de şöyle cevap veririz:

Bunun imkânsız olduğu nereden anlaşılmaktadır. Aklen mi, şer'an mı? Çün­kü, rahim ve hakim olan birimizin böyle bir şeyi yapması mümkün değildir denilse; biz de şöyle deriz: Çünkü, onun da üstünde ona emir veren bir amir, ona yasak koyan birisi vardır. Yüce Rabbimiz ise yaptıklarından dolayı so­rumlu değildir. Asıl onlar sorulurlar. Diğer taraftan, yaratıkların yaratıcıya kı­yas edilmeleri caiz değildir. Kullarının fiillerinin mutlak ilahın fiillerine gö­re yorumlanması da doğru değildir. Gerçekte bütün fiiller yüce Allah'ındır. Ve bütün yaratıklar yalnız O'nundur. O, onları nasıl dilerse öyle yöneltir. Ve aralarında dilediği şekilde hüküm vermiştir. Adem oğlunu içinde hissettiği bu duyguya iten ise, fıtratındaki incelik, hemcinsine karşı duyduğu şefkat ile övül-mekten ve methedilmekten hoşlanmasıdır. Zira, bundan dolayı bîr takım men­faatler sağlayacağını umar. Şanı yüce Allaîı ise bütün bunlardan mukaddes ve münezzehtir. O bakımdan bu gibi şeyler kıyas alınarak O'nun hakkında kanaat belirtmek caiz olamaz. [21]

 

3. Bu Âyetin Kapsamı Umumi mi, Hususi mi?

 

Bu âyet-i kerime hakkında hususi mi, yoksa umumi mi olduğu noktasın­da farklı görüşler vardır. Âyetin has olduğu söylenmiştir. Çünkü yüce Allah: "Adem oğullarının sırtlarından" diye buyurmuştur. Böylelikle Hz. Adem'in sulben çocuğu olanlar bu kapsamın dışına çıkmaktadır.

Yüce Allah'ım "Yahut daha önce sadece atalarımız Allah'a ortak koşmuş­lardı" buyruğu ile de müşrik ataları olmayan herkes bu kapsamın dışına çık­maktadır.

Şöyle de denilmiştir: Âyet-i kerime, peygamberler vasıtasıyla kendilerin­den ahid alınmış kimseler hakkında hastır. Bir başka görüşe göre de; hayır bu âyet-i kerime bütün insanlar hakkında umumidir. Çünkü, herkes kendi­sinin önceleri küçük bir çocuk olduğunu, sonradan gıda ile beslenip büyü­tüldüğünü, yetiştirildiğini, kendisinin işlerini düzenleyen ve bir yaratıcısı ol­duğunu bilir. İşte: "Onları kendilerine şahid tutup..." buyruğunun anlamı da budur.

"Evet... demişlerdi" buyruğunun anlamı ise, evet böyle bir şey onların bir görevidir; (yani, Allah'ın rububiyetînî kabul etmeleri gerekir) demektir. İn­sanlar, şanı yüce Allah'ın Rabb olduğunu İtiraf edip de bunu unutmaları üze­rine, peygamberleriyle onlara bu hususu hatırlattı ve bu hatırlatmayı da son olarak seçkin kullarının en faziletlisi ile gerçekleştirdi. Böylelikle onla­ra karşı delil gereği gibi ortaya konmuş olsun. Son peygamberine de şöyle emir buyurdu: "O halde sen onlara hatırlat. Sen ancak bir hatırlatıcısuı. Üzerlerine musallat bir zorba değilsin." (el-Gâşiye, 88/21-22)

Daha sonra da ona, üzerlerine otorite kurma imkânını verdi, ona saltanat bahşetti, yeryüzünde O'nıın dinini hakim kıldı. et-Tartuşî der ki: İnsanlar dün­ya hayatlarında bu hususu hatırlamasalar dahî bu ahid insanlar için bağlayı­cıdır. Tıpkı hanımını boşadığına dair tanıklık edildiği halde bunu unutan kim­senin bu talakının o kimse hakkında geçerli oluşu gibi. [22]

 

4. Küçükken Ölenlerin Durumu:

 

Küçükken ölen, ilk ahiddeki ikrarı dolayısıyla cennete girer, diyenler bu âyet-i kerimeyi delil göstermişlerdir. Ancak, akil baliğ olan kimseye bu ilk ah­din bir faydası olmaz. Bu görüşü benimseyen kimseler, müşriklerin çocuk­ları da cennettedir, derler. Bu hususta sahih olan görüş de budur. Bununla birlikte konu ile ilgili rivayetlerin farklılığı dolayısıyla mesele hakkında fark­lı görüşler ortaya atılmıştır. Sahih olan da bizim zikrettiğimizdir. İleride bu hususa dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Rum Sûresi'nde (30/30. âyet, 3. başlıkta) gelecektir. "et-Tezkire" adlı eserde de ele aldık.

Allah'a hamd olsun. [23]

 

5. Adem Oğullarının Zürriyeti:

 

Yüce Allah'ın: Sırtlarından" kelimesi, yüce Allah'ın: Âdem oğulları" buyruğundan bedelİyu'1-İştimal'dir.

Âyetin laftzlan zürriyet almanın Adem oğullarından olmasını gerektirmek­tedir. Çünkü âyet-i kerimede lafız itibariyle Hz. Adem'den söz edilmemek­tedir. Buna göre bu söz dizisinin açıklaması şöyle olur: Hani Rabbin Adem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini almıştı. Âyet-İ kerimede "Adem'in sır-tı"ndan söz edilmeyişi, hepsinin onun evlatları olduğunun ve ahid alındığı gün sırtından çıkartılmış olduklarının bilinmesinden dolayıdır. O bakımdan "Adem oğullarından" ifadesi dolayıstyla ayrıca "AdenV'den söz etmeye ge­rek kalmamıştır.

Zürrlyetlerini" kelimesini Kuleliler ve İbn Kesir, (zürriyet ke­limesini) tekil olarak ve "te" harfini de üstün olarak okumuşlardır. "Zürriyet" kelimesi tek kişi hakkında da çoğul hakkında da kullanılabilir. Nitekim yü­ce Allah şöyle buyurmuştur: "Rabbim bana nezdinden çok temiz bir zürri­yet bağışla." (Âl-i İmran, 3/38) Burada "zürriyet" kelimesi tekil için kullanıl­mıştır. Çünkü o, yüce Allah'tan kendisine bir çocuk bağışlanmasını dilemiş, Hz. Yahya'nın doğumu müjdesi kendisine verilmişti. Diğer taraftan kıraat âlim­leri yüce Allah'ın: "Âdem'in zürriyetinden..." (Meryem, 19/58) buyruğunda-ki "zürriyet" kelimesini icma ile tekil olarak okumuşlardır. Halbuki, Adem'in zürriyetinden daha çok zürriyeti olan kimse yoktur. "Biz de onlardan sonra gelen bir kuşaktık {zürriyet idik)" (el-A'raf, 7/173.) buyruğundaki "zürri-yet" kelimesi ise çoğul için kullanılmıştır.

Diğerleri ise çoğul olarak; diye okumuşlardır. Çünkü zürriyet te­kil hakkında da kullanıldığından dolayı tekil için kullanılmayacak bir laftz ge­tirilmiş ve böylelikle kelimenin herhangi bir şekilde müşterek lafız olmak­tan kurtulup maksat olarak gözetilen manayı katıksız bir şekilde ifade ede­cek bir lafız kullanılmıştır ki, bu da "zürriyet" kelimesinin çoğul olarak gel­mesi ile olur. Çünkü Adem oğullarının sırtlarından birbiriyle müntenasip birbi­rinin ardı arkasına ve sayılarını Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemediği pek çok zürriyetler çıkartmıştır. İşte bu özelliği dolayısıyla buradaki "zürri­yet" kelimesini çoğul olarak okumuşlardır. [24]

 

6. Allah'ın Rububiyeîini İkrar:

 

el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Evet, kim bir kötülük işler de..." (el-Bakara, 2/81) âyetini açıklarken "Evet" buyruğu ile ilgili yeterli izah­lar verilmişti. Oradaki açıklamalara başvurulabilir.

ile şekillerinde "Demeyesiniz diye" ile "Yahut... de­meyesiniz diye" buyruklarını Ebu Amr her iki yerde de (te yerine) "ya" ile (demesinler diye anlamında) ve böylelikle bu iki fiildeki zamirleri de daha önce sözü geçen gaip lafzı ile okumuştur. Daha önce sözü edilen lafız ise, yüce Allah'ın: "Kabbin Adem oğullarının sırtlarından zürriyetierîni almış ve onları kendilerine şahid tutup..." buyruğudur. Aynı şekilde "onlar da: Evet... demişlerdi" buyruğu da gaib lafzı ile gelmişlerdir.

Daha sonra gelen: "Biz de onlardan sonra gelen bir kuşak (zürriyet) İdik" buyruğu da: "Belki... diye" buyruğu da bu şekilde zaid olarak gelmiştir. O bakımdan Ebu Amr, buradaki iki fiili (demek fiillerini.) kendilerinden önce­ki lafızlara da sonraki lafızlara da uygun olarak gaib lafzıyla okumuştur. Di­ğerleri ise bu iki fiili "te" harfi ile (demeyesiniz anlamında) okumuşlardır. Bun­lar da daha önce yüce Allah'ın: "Ben sizin Kabbİniz değil miyim" buyruğun­daki hitap lafzına uygun okumuşlardır. Bu durumda "şahid olduk" ifadesi, meleklerin söylediği bir söz olur. İnsanlar: "Evet" deyince, melekler de: "şahid olduk...demeyesiniz diye" ile "yahut... demeyesiniz diye" demişlerdi.

Şöyle de açıklanmıştır: Bunun anlamı şudur: Adem oğullarının zürriyet-leri "evet" demekle yüce Allah'ın Rububiyetini ikrar etmiş oldular. Bunun üze­rine yüce Allah meleklere: Şahid olun diye buyurmuş, melekler de: Biz de sizin yüce Allah'ın Rububiyetini ikrar ettiğinize dair şahidlik ediyoruz, deme­yesiniz diye... yahut demeyesiniz diye demişler. Bu açıklama, Mücahid, ed-Dahhak ve es-Süddî'nîn görüşüdür.

İbn Abbas ile Ubey b. Kâ'b da şöyle demişlerdir: "Şahid olduk" buyru­ğu da Adem oğullarının sözlerindendir. İfadenin anlamı şöyle olur: Biz, Se­nin Rabbîmiz ve ilahımız olduğuna şahidlik ediyoruz. Yine İbn Abbas der ki: Yüce Allah, onların bir kısmını diğer bir kısmına karşı şahid tuttu. Buna gö­re; evet, biz birbirimize karşı şahidlik ettik dediler, demektir.

Eğer "şahid olduk" ifadesi meleklerin söylediği söz ise, bu durumda; "Evet" kelimesi üzerinde vakıf yapılır. Şayet Adem oğullarının sözlerin­den ise, üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz. Çünkü o takdirde; "... me..."; "Evef'den önce gelen; "Onlan kendilerine şahid tu­tup..." buyruğuna tealluk eder ki, "bunu demesinler diye" anlamını verir.

Mücahid, İbn Ömer'den, Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: Rabbin, Adem oğullarının sırtlarından zürriyetferini tarağın baş­tan alınması gibi aldı ve onlara: Ben sizin Rabbiniz değil miyim diye sordu. Onlar da: Evet (Rabbimizsin> dediler. Bunun üzerine melekler: Biz de... de-meyesiniz diye şahidiik ettik, dediler.[25]

Yani, biz.., demeyesiniz diye size karşı yüce Allah'ın Rububiyetini ikrar ettiğinize dair şahidlik ettik demektir. İşte bu açıklama, "demek" fiillerinin "te" harfi ile (yani muhatap sigasıyla) okunmalarına delil teşkil etmektedir.

Mekkî der ki: Anlamının doğruluğu dolayısıyla tercih edilen görüş de bu­dur. Çünkü cemaat (büyük çoğunluk) bu şekilde okumuştur.

Yüce Allah'ın: "Şahid olduk" buyruğunun, Allah'ın da meleklerin de birlikte söyledikleri söz olduğu söylenmiştir. Yani, biz sizin Allah'ın rububi­yetini ikrar ettiğinize şahidlik ettik. Bu açıklamayı Ebu Malik yapmıştır. Ay­rıca es-Süddî'den de rivayet edilmiştir. "Biz de onlardan sonra gelen bir ku­şaktık" yani, onlara uyduk demektir. "Şimdi o battla sapanların işledikle­ri yüzünden bizi helak mı edeceksin" ifadesi ise, sen böyle yapmamalısın demek isteyeceklerdir, demektir. Şu kadar var ki, tevhid hususunda mukal-lid'in ileri sürebileceği bir mazereti olmaz. [26]

 

175. Sen onlara âyetlerimizi verdiğimi2 halde, onlardan sıyrılıp çık­mış, derken şeytanın kendisine uydurduğu ve sonunda az­gınlardan olmuş kimsenin haberini oku!

Kitap ehli Tevrat'tan öğrendikleri bir kıssayı zikretmektedir. Burada ken­disine "âyetlerin verildiği" kişinin tayini hususunda farklı görüşler vardır.

İbn Mes'üd ile İbn Abbas, bu kişinin Musa (a.s) döneminde yaşamış ve İs­rail oğullarından Bel'âm -Nâim de denilmektedir- b, Bâurâ olduğunu söyle­mişlerdir. Bu kişi baktığı vakit arşı görebilecek durumdaydı. İşte yüce Allah'ın: "Sen onlara âyetlerimizi verdiğimiz halde... kimsenin haberini oku" buy­ruğunda kastedilen odur.

Dikkat edilecek olursa "âyetimiz" denilmemiştir. Onun meclisinde söyle­diklerini yazan öğrencilere ail oniki bin mürekkep hokkası bulunurdu. Da­ha sonra bu kâinatın bir yaratıcısı olmadığına dair ilk kitap yazan kişi nok­tasına kadar geldi. Malik b. Dinar der ki: Bel'âm b. Bâurâ, imana davet et­mek üzere Medyen kiralına gönderildi. Medyen kiralı da ona birçok bağış­larda bulundu, iktalar verdi, onun dinine tabi olup, Hz. Musa'nın dinini de terk etti. işte bu âyet-i kerimeler onun hakkında nazil olmuştu.

el-Mu'temir b. Süleyman ise babasından şöyle dediğini nakletmektedir: Bel'âm'a peygamberlik verilmişti. Bel'âm duası kabul edilir bir kimse idi.[27] Musa, zorbalarla döğüşmek üzere İsrailoğulları ile birlikte gelince, bu zor­balar Bel'âm b. Baura'dan Hz. Musa'ya beddua etmesini istediler. O da Hz. Musa'ya beddua etmek İsteyince, dili kendi adamlarına bedduaya döner ol­du. Bu husus kendisine söylenince, bu sefer: Duyduğunuz sözlerden başka­sını söylemeye gücüm yetmiyor dedi ve dili göğsüne kadar sarktı. Bunun üze­rine: Arlık dünya da ah/ret de elimden gitti. Geriye hile, aldatma ve tuzak­lardan başka elimde birşey kalmadı. Sizin için bazı hilekârlıklar yapacağım. Benim görüşüm odur ki, kızlarınız) onlara karşı çıkartınız. Şüphesiz Allah zi­naya buğz eder. Eğer bu işi yapacak olurlarsa onlar da helak olup giderler. Bel'âm'ın dediklerini yaptılar. İsrailoğullan zinaya başladı. Yüce Allah da üzer­lerine taunu gönderdi. Onlardan yetmiş bin kişi Öldü. Bu rivayeti tamamiy-le es-Sa'lebî ve başkaları zikretmiş bulunmaktadır.

Yine rivayet edildiğine göre Bel'âm b. Bâurâ Hz. Musa'nın zorbaların şeh­rine girmemesi için dua etti. Onun duası kabul olundu ve Hz. Musa Tiîı'de kaldı. Bunun üzerine Hz. Musa şöyle dedi: Rabbim, biz hangi günalı sebe­biyle Tih'de kaldık? Yüce Allah, Bel'âm'ın bedduası sebebiyle deyince, Hz. Musa şöyle dedi: Rabbim, onun bana bedduasını kabul buyurduğun gibi be­nim de ona bedduamı kabul buyur. Sonra da Hz. Musa yüce Allah'ın ismi azam bilgisini ondan alması için dua etti. Yüce Allah da BeFâm'ı içinde bu­lunduğu halden sıyırıp aldı.

Ebu Hamid el-Ğazzâlî de "Minhâcü'l-Ârifln" adlı eserinin son bölümle­rinde şöyle demektedir: Ariflerden kimisini şöyle derken dinledim: Pey­gamberlerden birisi, yüce Allah'a Bel'âm'ın durumu ve kendisine verilen bun­ca âyet ve kerametten sonra neden kovulduğunu sordu. Yüce Atlah şöyle bu­yurdu: Bir gün dahi Bana verdiklerime karşılık şükretmedi. Eğer bütün bun­lardan sonra bir defa olsun şükretmiş olsaydı ona verdiklerimi almazdım.

ikrime de şöyle demektedir: Bel'am peygamber idi ve ona kitap verilmiş­ti. Mücahid de şöyle demiştir: Bel'am'a peygamberlik verilmişti. Kavmi ona susması mukabilinde rüşvet vermişti. O da bu dediklerini yapmış ve bulun­dukları halde onları bırakmıştı.

e!-Maverdî ise şöyle demektedir: Ancak, bu doğru olamaz. Çünkü yüce Al­lah, taatini terkedip masiyetine yonelmeyeceğinİ bildiği kimselerden başka­sını peygamber olarak seçmez,

Abdullah b. Arar b. el-Âs ile Zeyd b. Eşlem ise şöyle derler: Bu âyet-İ ke­rime Sakifli Umeyye b. Ebi's-Salt hakkında inmiştir. O, daha önce indirilmiş kitapları okumuş, yüce Allah'ın da o dönemlerde bir peygamber gönderece­ğini öğrenmiş, gönderilecek bu peygamberin kendisi olmasını temenni etmiş­ti. Fakat yüce Allah Muhammed (sav)'ı peygamber olarak gönderince onu kıs­kanmış ve onu inkâr etmişti. İşte Rasulullah (sav)'ın kendisi hakkında: "Şi­iri ile iman etmiş, fakat kalbiyle kâfir olmuştur"[28] dediği kişi odur.

Said b. el-Müseyyeb de der ki: Bu âyet-i kerime Ebu Âmir b. Sayfî hak­kında nazil olmuştur. Bu kişi cahiliye döneminde rahiplerin giyindikleri kıl­dan elbiseler giyerdi. Ancak, Peygamber CsavVın peygamberliğini inkâr etti. Şöyle ki; Medine'de Peygamber (sav)'ın huzuruna girip şöyle dedi; Ey Mu­hammed, senin bu getirdiğin şey nedir? Hz. Peygamber: "Ben, İbrahim'in di­nini, hanif dinini getirdim." O; ben de o din üzereyim deyince, Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Hayır, sen hanif dini üzere değilsin. Çünkü sen, ona o dinde olmayan şeyleri sokmuş bulunuyorsun." Bunun üzerine Ebu Âmir şöyle dedi: Bizden kim yalan söylüyorsa Allah onu kovalanmış, kovulmuş ve tek başına canını alsın. Bunun üzerine Peygamber (sav) da: "Öyle olsun. Al­lah, bizden kim yalan söylüyorsa dediğin şekilde onun canını alsın." O, bu sözleri söylerken Rasulullah (savVın Mekke'den çıkışına işaret etmek istiyor­du. Ebu Âmir de Şam'a çıkıp gitti, Kayser'e uğrayıp, münafıklara da şunu yaz­dı: Haydi hazırlıklarınızı yapınız. Ben, Kayser'in yanından size Muhammed'i Medine'den çıkartmak üzere bir ordu ile geleceğim. Ancak, Şam'da tek başına Öldü. îşter "Zarar vermek için... ve Allah'a ve Rasulüne harp açan kimseye de bekleyip gözetlemek için bir mescid edinenler..." (et-Tevbe, 9/107) âyeti onun hakkında nazil olmuştur ki, ileride et-Tevbe Sûresi'nde (be­lirtilen âyetin tefsiri 1. başlıkta) gelecektir.

İbn Abbas da bir rivayette şöyle demektedir: Bu âyet-i kerime yaptığı tak­dirde kabul olunan, üç tane duası olan bir kimse hakkında nazil olmuştur. Bu kişinin "el-Besus" adında bir hanımı vardı, bundan da bir oğlu olmuştu. Hanımı, senin kabul olunan üç duandan birisini bana ayır deyince, adam bi­risi senin için olsun, ne emredersin diye sorunca, hanımı şöyle demiş: Allah'a, beni, İsrailoğullan arasında en güzel kadın haline getirmesi için dua et, de­di. İsrailoğullan arasında kendisi kadar güzel bir kadın olmadığını anlayın­ca kocasından yüz çevirdi. O da bu sefer yüce Allah'a onu havlayan bir kö­pek haline dönüştürmesi için dua etti. Böylelikle o kadın hakkında iki du­ası gitti. Bunun üzerine kadının çocukları gelip şöyle dediler: Bizim bu işe tahammülümüz yok. Annemiz bir köpek oldu. Herkes ondan dolayı bizi ayıp­lamaktadır. Haydi, Allah'a önceki haline onu döndürmesi için dua et, dedi­ler. O da dua etti, yine eski haline döndü. Böylelikle üç duası da o kadın hak­kında gitmiş oldu. Ancak bilinci görüş daha meşhur ve çoğunluğun kabul et­tiği görüştür.

Ubade b. es-Samit der ki: Bu âyet-i kerime Kureyş hakkında inmiştir. Al­lah, kendilerine Muhammed (sav)'a indirmiş olduğu âyetlerini verdiği halde, onlar o âyetlerden sıyrılıp çıktılar ve onları kabul etmediler. îbn Abbas der ki: BeFam, zorbaların şehrinden idi. Yemenli olduğu da söylenmiştir.

"Onlardan sıyrılıp çıkmış" yanî, yüce Allah'ı bilmekten uzaklaşmıştı. Ya­ni, Allah ondan bilmiş olduğu ilimleri çekip almıştı. Hadis-i şerifte Peygam­ber (say)'ın söyle buyurduğu nakledilmektedir: "İlim iki türlüdür. Kimi ilim kalptedir. İşte fayda veren ilim odur. Kimi İlim de dil üzerindedir. İşte yüce Allah'ın Adem oğluna karşı delili de budur."[29]

İşte, Bel'am ve benzerlerinin ilmi de bu kabildendir. Böyle bir ilimden Al­lah'a sığınır ve bize hakka ulaşma muvaffakiyetini ve tahkik üzere ölmeyi lüt­fetmesini dileriz.

Sıyrılıp çıkmak (el-İnsilâlı); çıkmak anlamındadır. Yılan gömlek (deri) de­ğiştirdiği vakit bu kökten gelen fiil kullanılır. Bunun, kalbedilmiş ifadelerden olduğu da söylenmiştir. Yani, âyetler ondan sıyrılıp çıkmıştır.

"Şeytanın kendisine uydurduğu" yani, şeytanın kendisine eriştiği kim­se demektir. Mesela; "Kavme yetiştim" anlamındadır,

Bu âyetin yahudiler ve lı iristi yanlar hakkında indiği de söylenmiştir. On­lar Muhammed (sav)'in peygamber olarak gelmesini bekleyip durdular, ama sonra onu inkâr ederek kâfir oldular. [30]

 

176. Eğer dileseydik, onu bunlar sebebiyle yükseltirdik. Fakat o ye­re mıhlandı ve nevasına uydu. Artık onun durumu, üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi haline bırakırsan da yine dilini uzatıp soluyan bir köpeğin durumuna benzer. İşte âyetlerimizi yalanlayan toplulukların durumu budur. Artık sen kıssayı anlat. Belki iyice düşünürler.

177.  Âyetlerimizi yalanlayarak kendilerine zulmetmekte olanla­rın durumu ne kötüdür!

"Eğer dileseydik onu bunlar sebebiyle" yani, bu âyetlerle amel etmesi suretiyle "yükseltirdik."

Burada kastedilen kişi Bel'am'dır. Yani, Biz dilemiş olsaydık isyan etme­den önce onun canını alır ve cennete yükseltirdik. "Fakat o, yere mıhlandı."

İbn Cübeyr'le es-Süddî'den rivayete göre yere meyletti. Mücahid ise, ona mey­lederek huzur buldu. Yani, yerin lezzetlerine meyletti, orada huzuru aradı.

"Mıhlanmak" asıl anlamı itibariyle bir yerden ayrılmamak anla­mındadır. Bir kimse bir yerde ikamet edip oradan ayrılmayacak olursa,  denilir. Şair Züheyr der ki:

el-Ğarkad'da bulunan ve senin uğradığın diyarlar kimlerindir?

Suyun üzerinden aktığı yerinden ayrılmayan kalıcı sert taştaki yazı gibi."

Sanki bu buyrukta kastedilen anlam: O, yerin lezzetlerine bağlandı da on­lardan ayrılmadı şeklinde olduğundan "yere mıhlandı" ifadesi kullanıldı. Çün­kü dünya metaı yerin üzerindedir.

"Ve nevasına uydu" yani, şeytanın kendisine süslediklerinin ardından git­ti. Onun hevâsmın kâfirlerle birlikte olduğu söylendiği gibi; hanımının rıza­sına uydu diye de açıklanmıştır. Çünkü hanımı birtakım malları elde etme ar­zusuna kapılmıştı. O bakımdan onu Hz. Musa'ya beddua etmeye mecbur et­mişti.

"Artık onun durumu... bir köpeğin durumuna benzer" buyruğu müp-teda ve haberdir. "Üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan" buyruğu da şart ve cevaptır. Ve bu, ha! mahallindedir. Yani o, dilini sarkıtarak soluyan köpe­ğe benzer. Buyruğun anlamı şudur: O, tek bir isi devam ettirir, gider ve hiç-bİr masiyetten korkup çekinmez. Bu durumuyla o, köpeğe benzer. Çünkü kö­pek, her halükârda diiini sarkıtıp solur. İster onu kov, ister kovma. O yine böyledir.

İbn Cüreyc der ki: Köpek, yüreksiz bîr hayvandır. Onun üzerine gitsen de dilini sarkıtıp solur, bıraksan da dilini sarkılıp solur. İşte hidayeti terk ede­nin hali de böyledir. O korkaktır, yüreksizdir.

el-Kuteybî der ki: Dilini sarkıtıp soluyan herşey, ya çokça bitkin düştü­ğünden, yahut da susuz kaldığından dilini sarkıtıp solur. Ancak köpek böy­le değildir. O, yorgun ve bitkin halde iken de dilini sarkıtıp solur, rahatken de, hasta iken de, sağlıklı iken de, suya kanmışken de, susuzken de hep böy­le yapar. Allah onu âyetlerini yalanlayan kimselere misal vermiş ve şöyle bu­yurmuştur: Sen, böyle birisine öğüt versen de sapılır, onu bıraksan da sapı­tır. O, tıpkı bıraktığın zaman da dilini sarkıtıp soluyan, kovaladığın zaman da dilini sarkıtıp soluyan köpek gibidir, yüce Allah'ın şu buyruğu da bunu andırmaktadır: "Siz, bunları doğru yala çağırsanız size uymazlar. Onları ça-ğırsanız da, susmuş olsanız da size karşı (tavırları) birdir." Cel-A'raf, 7/193.)

el-Cevlıen der ki: Köpek, yorgunluktan, yahut susuzluktan dolayı dilini dışan çıkartacak olursa, denilir. Aynı şekilde insan da yorgunluktan bitkin düştüğü vakit, onun hakkında da bu tabir kullanıitr.

Yüce Allah'ın: "Üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan" buyruğuna ge­lince; çünkü sen, köpeğe hamle yapacak olursan havlar ve geri dönüp ka­çar. Onu bırakacak olursan, bu sefer o senin üzerine gelmeye kalkışır ve hav­lar. İster senin üzerine gelirken, ister senden kaçıp giderken kendisini yorar. Böyle bir durumda ise, susuzluktan dolayı dilini dışarı çıkartıp soluma hali onda görülür.

et-Tirmizî el-Hakim de "Nevâdiru'l-Usul" adlı eserinde şöyle demektedir:

Böyle bir kimsenin yırtıcı hayvanlar arasında köpeğe benzetil iş sebebi, kö­peğin yüreksiz oluşundan dolayıdır. Onun dilini sarkıtarak soluması yürek-sizliğindendir. Diğer yırtıcı hayvanlar böyle değildir. Bundan dolayı onlar so­lumazlar. Köpeğin bu haline gelince; Adem (a.s) yer yüzüne indirilince, düş­man (şeytani onun bu haline sevindi, Bunun üzerine yırtıcı hayvanlara git­ti, o yırtıcı hayvanları Hz. Adem'in üzerine kışkırttı. Köpek yırtıcı hayvanlar arasında onun arkasından en hızlı koşanlardan olmuştu. Bunun üzerine Hz. Cebrail, Medyen'de Hz. Musa'ya verilen ve Allah'ın Hz. Musa'ya Firavun ve ileri gelenlerine karşı bir mucize olarak verdiği asayı indirdi. Bu asada bü­yük bir güç yaratılmıştı. Asa, cennette bulunan Mersin ağacındandı. Hz. Cebrail bunu, o gün Hz. Adem'e üzerine gelecek yırtıcı hayvanları onunla ko­valamak üzere vermiş ve rivayet olunduğuna göre ona, köpeğe yaklaşıp, eli­ni başı üzerine koymasını emretmiş idi. İşte bundan dolayı köpek Hz. Adem'e alışmış, fakat o asanın gücünden dolayı da yürekliliğini kaybetmiş­ti. Elini başının üzerine koyduğundan dolayı günümüze kadar Hz. Adem'e ve onun çocuklarına da alışmış ve böylelikle onun soyundan gelen Adem oğullarının koruyucularından birisi olmuştu. Eğitilip avcılık öğretilecek olur­sa, o da eğitilir ve kendisine öğretilenleri öğrenir. İşte yüce Allah'ın: "Allah'ın size öğrettiklerinden kendilerine öğreterek yetiştirdiğiniz..." (el-Mâide, 5/4) buyruğunda anlatılan budur.[31]

es-Süddî der ki: Bel'am, bundan sonra köpeğin dilini sarkıtıp soluması gi­bi dilini sarkıtıp solumaya başlamıştı.

Te'vil ilmini bilenlerin çoğunun görüşüne göre bu misal, kendisine Kur'ân verildiği halde gereğince amel etmeyen herkes hakkında umumidir. Bunun her münafık hakkında olduğu söylenmiş ise de birinci görüş daha sahihtir.

Mücalıİd, yüce Allah'ın: "Artık onun durumu üstüne varsan da dilini sar­kıtıp soluyan, kendi haline bırakırsan da dilini sarkıtıp soluyan bir kö­peğin durumuna benzer" buyruğu hakkında şöyle demiştir: Yanî sen, onun üzerine bineğinle, yahut ayağınla varacak olsan o dilini sarkıtıp solur, bıra­kacak olsan da aynı şekilde dilini sarkıtıp solur. İşte, Allah'ın Kitabını oku­yup ondaki hükümler gereğince amel etmeyenin durumu da böyledir.

Mücahid'den başkaları da der ki: Bu, en kötü bir benzetmedir. Çünkü o, böyle birisini nevasına kendisi adına lıiç bir zararı önleyemiyecek bir tevbe-yi sağlayamıyacak hale gelinceye kadar yenik düşmüştür, onu -üzerine ister varılsın, ister varılmasın- ebediyen dilini sarkıtıp soluyan bir köpeğe benzet­miştir. Böyle bîr köpek, hiçbir şekilde dilini sarkıtıp solumaktan kendisini alıkoyamaz.

Şöyle de denilmiştir: Korkmadığı kişiye öncelikle saldırıp korkutmak, fa­kat daha sonra da en değersiz bir şeyi ele geçirmesi karşılığında bu serkeş­liğinin sükûn bulması köpeğin düyundandır. Allah, köpeği dine dair husus­larda rüşveti kabul ederek sonunda Rabbinin âyetlerinden sıyrılıp uzaklaşan kimseye bir misal olarak vermiştir.

Buna göre âyet-i kerime, üzerinde dikkatle düşünen kimseye şunu gös­termektedir: Hiçbir kimsenin ne ameline, ne de ilmine aldanmaması gerekir. Zira kişi sonunun ne olacağını bilemez.

Ayrıca bu âyet-i kerime bir hakkı ortadan kaldırmak, yahut değiştirmek üzere rüşvet almanın yasakhğına delil teşkil etmektedir. Buna dair açıklama­lar, el-Maide Sûresi'nde (5/42. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Âyet-i kerime, -açıkladığı bir delili bulunması hali dışında- alim bir kim­senin taklid edilmesini de yasaklamaktadır. Çünkü Şanı yüce Allah, böyle bir kimseye âyetlerini verdiği halde, onun bu âyetlerden sıynhp uzaklaştığını ha­ber vermektedir. O bakımdan aynı durumun başkasının başına da gelebile­ceğinden korkulması ve hiçbir alimin, delilini açıklamadıkça sözünün kabul edilmemesi gerekir.

Yüce Allah'ın: "İşte âyetlerimizi yalanlayan toplulukların durumu bu­dur. Artık sen kıssayı anlat. Belki İyice düşünürler. Âyetlerimizi yalanla­yarak kendilerine zulmetmekte olanların durumu ne kötüdür" buyrukla­rı da bütün kâfirlere dair verilmiş bîr örnektir.

Yüce Allah'ın: "Olanların durumu ne kötüdür" buyruğu ile benzer olarak; o şey ne -çirkindir anlamında- ne kötüdür! de­nilir, Burada fiil lazımdır (geçişsizdir). Şeklinde de gelir. O vakit, bu haliyle de geçişli (müteaddi) olur. Yani, onların örnekleri ne kadar çirkin ve kötüdür. İfadenin takdiri ise, Bu kimselerin mi­sali, misal olarak ne kötüdür! şeklinde olup, muzaf hazfedilmiş ve temyiz ol­mak üzere; Misali, durumu kelimesi de nasbeditmiştir.

el-Ahfeş der ki: Burada mecazi olarak durum (mesel) kavmin kendisi gi­bi İfade edilmiştir. Halbuki; Kavim (mealde...lar) kelimesi mübtedâ olarak, yahut da bir mübtedâ takdiri ile merfu' olur. İfadenin takdiri de şöy­le olun Örnek olarak kötü olan örnek, o topluluğun misalidir. Ebu Alî de bu ifadeyi şöyle takdir etmiştir: Örnek olarak o toplumun örneği ne kadar kötüdür!

Âsim el-Cahderi ile el-A'meş, Kötü örnek o kavmin du­rumudur ki... diye; Örnek kelimesini, Ne kötüdür! dolayısıyla merfu' olarak okumuşlardı. [32]

 

178. Allah kime hidayet verirse o doğru yolu bulmuş olur. Kimi de saptırırsa onlar zarara uğrayanların ta kendileridirler.

Bu buyruğun anlamı daha önceden birkaç yerde geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i kerime, Kaderiye'nin görüşünü reddettiği gibi, "şanı yüce Allah bü­tün mükellefleri hidayete iletmiştir. Onun herhangi bir kimseyi saptırması ca­iz olamaz," diyenlerin görüşlerini de reddetmektedir. [33]

 

179. Andolsun ki Biz, cehennem için cin ve İnsanlardan çok kim­seler yaratmışizdır. Onların kalpleri vardır, fakat bunlarla an­lamazlar. Gözleri vardır, fakat bunlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat bunlarla işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar. Onlar, gafil olanların ta ken­dileridirler.

Yüce Allah, adaletinin gereği olarak cehenneme gidecek bir takım insan­lar yaratmış olduğunu haber vermekte, sonra da onların niteliklerini belirte­rek: "Onların kalpleri vardır fakat bunlarla anlamazlar" diye buyurmak­tadır, Yani onlar, hiçbir şey aniarruıyan kimseler ayarındadırlar. Çünkü onlar, kalplerinden yararlanmamakladırlar, Akıliarıyla ne bir sevabı kavramakta, ne de cezadan korkmaktadırlar."Gözleri vardır, fakat bunlarla" hidayeti "gör­mezler."

"Kulakları vardır, fakat bunlarla" verilen öğütleri "işitmezler." Burada asıl maksat, el-Bakara Sûresi'nde de (2/18. ayetin tefsirinde) açıklamış oidu-ğumuz gibi, bütünüyle bu duyu organlarının idrak etmediklerini anlatmak de­ğildir.

"Onlar, dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar." Çün­kü, hayvanlar gibi, kendilerinin sevap kazanmalarına sebep teşkil edecek hiç­bir yolu izlemiyorlar. Yani onların bütün çabalan yemek ve içmekten ibaret­tir. Onlar, hayvanlardan da sapıktırlar. Çünkü hayvanlar kendi faydalarına ve zararlarına olan şeyleri görür ve sahiplerinin arkasından giderler. Kendileri ise böyle değildirler. Ata der ki: (Hayvanlar) Allah'ı tanır, kâfir ise Allah'ı tanımaz.

Şöyle de açıklanmıştır: (Hayvanlar) yüce Allah'a İtaatkârdır. Kâfir ise yü­ce Allah'a itaatkâr değildir.

"Onlar gafil olanların ta kendileridirler." Yani, onlar düşünmeyi terk et­tiler, cennet ve cehennem hakkında düşünmekten yüz çevirdiler. [34]

 

180. En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na bunlarla dua edin. O'nun isimlerinde eğriliğe sapanları terkedin. Onlar, yap­makta olduklarının cezasını göreceklerdir.

Yüce Allah'ın: "En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na bunlarla dua edin" buyruğuna dair açıklamalarımızı akı başlık halinde sunacağız: [35]

 

1. Âyetin Nüzul Sebebi:

 

Yüce Allah: "En güzel isimler Allah'ındır, o halde O'na bunlarla dua edin" buyruğu üe ibadeti yalnızca Alİalı'a halis kılmayı, müşrik ve inkarcı­lardan uzak durmayı emretmektedir.

Mukattl ve ondan başka bazı müfessirler şöyle demişlerdir: Bu ayet-i ke­rime, namazı esnasında Ya Rahman, Ya Rahim diyen müslüman bir kişi hakkında nazit olmuştur. Bunun üzerine Mekke müşriklerinden birisi şöyte demişti: Muhammed ve ashabı, bîr ve tek Rabbe ibadet ettiklerini iddia et­miyorlar mı? Bu adama ne oluyor ki, iki Rabbe dua ediyor. Bunun üzerine Şanı yüce Allah: "En güzel isimler Allah'ındır, o halde O'na bunlarla dua edin" buyruğunu indirdi. [36]

 

2. Yüce Allah'ın En Güzel İsimleri (el-Esmau'l-Hüsna):

 

Tirmizî ile İbnMace'nin Sünen'inde ve başkalarında Ebu Hureyre'nin Peygamber (sav)'dan naklettiği hadis yer almaktadır. Bu hadiste Peygamber (sav) yüce Allah'ın doksandokuz isminin bulunduğunu zikretmiştir. Bu kitaplar­da yer alan rivayetlerin birisinde bulunan bazı isimler diğerinde bulunmamaktadır.[37] Biz bu hususu "el-Kitabi'l-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi'lHüsnâ" adlı ese­rimizde açıkladık.

İbn Atiyye, Tirmizî'nin rivayet ettiği hadisi zikrettikten sonra şöyle demek­tedir: Bu hadis mütevatir değildir. Ebu İsa (et-Tirmizî) onun hakkında: Bu, garip bir hadistir. Biz bunu ancak Safvan b. Salih yoluyla bilmekteyiz. O ise hadis ehline göre sika bir ravidir, demekle birlikte mütevatir değildir. Bu ha­disin mütevatir olan bölümü Hz. Peygamberin:

"Muhakkak Allah'ın doksan dokuz ismi, yani bir eksiği ile yüz ismi var­dır. Kim bunları ezberleyip sayabilirse cennete girer." bölümüdür.[38]

Hadis-İ şerifteki "bunları ezberleyip sayabilirse" anlamındaki; Bunları sayabilir ve ezberleyip belliyebilirse demektir. Biz, sözünü ettiğimiz kitapta açıkladığımız gibi, başka şekilde de açıklamalar yapılmıştır. Ayrıca ora­da Tirmizî'nin rivayet ettiği hadisin sahih olduğunu belirtmiş ve bu isimler arasından hangisinin ittifakla Esma-İ Hüsnâ'dan kabul edildiğini, hangisi hak­kında görüş ayrılığı bulunduğunu önder İlim adamlarımızın kitaplarında tesbit edebildiğimiz kadarıyla ikiyüz isim civarında ismi sözkonusu ettik. Bu isimleri tayin etmeden önce de kitabın mukaddime bölümünde Esmai Hüs-na'nın hükümlerine dair otuziki fasıl da açıkladık. Bu hususta bilgi sahibi ol­mak isteyenler, orada da aynı konuda yazılmış diğer kitaplarda gerekli bil­gileri elde edebilirler. Doğruya muavaffak kılan Allahtır, O'ndan başka Rab yoktur. [39]

 

3. İsim İle Müsemmâ Arasındaki İlişki:

 

Bu konuda ilim adamları isim ile müsemma hakkında farklı görüşlere sa­hiptirler. Biz, bu hususta ilim adamlarının görüşlerini "el-Kitabu'l-Esnâ" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. İbnü'l-Hassar der ki: Bu ayet-i keri­me de İsmin müsemma hakkında kullanıldığını gördüğümüz gibi; aynı şekil­de ismin tesmiye (yani ad verme) hakkında da kullanıldığına işaret vardır. Çünkü yüce Allah'ın: "Allah'ındır" buyruğu müsemmâ hakkında kul­lanılmıştır. Buna karşılık " İsimler" buyruğu, "ism"in çoğulu olup tesmiyeler (adlar) hakkında kullanılmıştır. İşte bu da bizim söylediğimizin doğ­ruluğuna delildir. Buna karşılık yüce Allah'ın "O'na bunlarla dua edin" buyruğunda yer alan "O'na" zamiri, müsemma olan Şanı yüce Allah'a aittir ki, kendisine dua edilecek olan da O'dur. Buna karşılık "bunlarla" za­miri ise isimlere aittir. Bunlar da yüce Allah'a başkaları ile değil de kendile­riyle zikredilerek dua edildiği isimlerdir. Arap dilinin gerektirdiği budur. Ra-sulullah (sav)'ın: "Benim beş ismim vardır. Ben Muhammed'im ve Ah-med'im..."[40] hadisi de bu kabildendir. Daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/30. âyet 2. başlıkta) buna dair kısmen açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Hak ehlinin benimsediği görüşe göre isim, müsemmânın kendisidir. Ya­hut da ona taalluk eden bir sıfattır ve tesmiyenin kendisinden başkadır.

Îbnü'l-Arabî de yüce Allah'ın: "En güzel isimler Allah'ındır* buyruğuna dair açıklamalarda bulunurken şöyle demektedir: Bu hususta üç görüş var­dır. Kimi ilim adamımız şöyle demiştir: Bu buyrukta ismin müsemmânın ken­disi olduğuna delil vardır. Zira, ondan başkası olsaydı isimlerin yüce Allah'tan başkası hakkında da kullanılması gerekirdi. İkincisine gelince, başkaları da şöyle demektedir: Bundan kasıt, kullanılan isimlerdir. Yoksa, Şanı yüce Al­lah bir ve tektir, isimler ise çoğuldur. (Üçüncü görüş bu başlığın sonunda ge­lecektir).

Derim ki: İbn Atiyye'nin, Tefsirinde naklettiğine göre âyet-i kerimedeki "isimler" te'vil (tefsir) âlimlerinin icmaı ile "adlandırmalar" anlamındadır. Baş­ka anlam caiz değildir. Kadı Ebu Bekr ise "et-Temhid" adlı kitabında şöyle demektedir; Peygamber (sav)'ın: "Allah'ın doksandokuz ismi vardır. Kim bun­ları ezberleyip bellerse cennete girer" buyııığunun te'vili şöyledir: Yani yü­ce Allah'a ait doksandokuz isimlendirme vardır. Bu hususta görüş ayrılığı yok­tur. Bunlar ise Şanı yüce Allah'ın çeşitli sıfatlara sahip oluşunu ortaya koyan ifadelerdir. Bu sıfatların kimisi bizatihi O'nun hakkıdır, kimisi ise, O'mın sa-hib olduğu bir sıfat dolayısıyla O'nun hakkıdır. Zatına ait isimlen ise, biza­tihi O'nu ifade eder. O'na ait bir sıfata taalluk eden isimleri ise, O'nun isim­leridir. Bunların bir kısmı da bizatihi sıfatlandır. Bir kısmı fiillerine ait sırat­lardır. İşte yüce Allah'ın; "En güzel İsimler Allah'ındır, o halde O'na bun­larla dua edin" yani, O'na verilen en güzel adlar O'nundur demektir.

Üçüncü görüşe gelince; onlardan başka bir takım kimseler ise "en güzel sıfatlar Allah'ındır" diye açıklamışlardır.[41]

 

4. Allah'ın İsimlerinin "En Güzel" Diye Nitelendirilmesinin Sebebi:

 

Şanı yüce Allah'ın isimlerini "en güzel isimler" diye nitelendirmesi, bu isimlerin hem kulaklarda, hem de kalplerde güzel olmasından dolayıdır. Çimkü bu isimler O'nun tevhidine, lütf-u kerimine, cömertliğine, rahmetine, bol bol ihsanına delâlet etmektedir. "En güzel" kelimesi ise, Allah'ın isimlerine sıfat olarak gelmiş mastar bir kelimedir. Bununla birlikte; vez­ninde ın müennesi olarak kabul edilmesi de mümkündür. Nitekim, En büyük" kelimesinin; kelimesinin müennesi olduğu gibi. Bunların çoğulu ise, "En büyükler, en güzeller" şeklinde gelir, Birinci görüşe göre, akı! sahibi olmayan varlıkların sıfatında olduğu gibi, tekil olarak gelmiş olur. Nitekim yüce Allah'ın şu buyrukları da böyledir: "...başka işler..." (Ta-Hâ, 20/18)" Ey dağlar, sizde onunla teşbih edin." (Sebe', 34/10")[42]

 

5. Allah'ın En Güzel İsimleriyle (el-EsmâÜ'l-Hüsna) Allah'a Dua Etmek:

 

"O halde O'na bunlarla dua edin." Yani, O'riun isimlerini anarak O'ndan istekte bulunun. Her bir isim zikredilerek ona uygun isteklerde bulunulur. Mesela, ey Rahim, bana rahmet et. Ey Hakim, lehime hüküm ver. Ey Râzık (rızık veren) bana rızık ihsan et. Ey Hadi bana hidayet eyle. Ey Fettan benim lehime aç (hüküm ver). Ey Tevvab tevbenıi kabul buyur. Ve buna benzer şe­kilde dua edilir. Dua ederken umumi kapsamlı bir ismi zikretmek istersek, ey Malik bana rahmet buyur, ey Aziz lehine hüküm ver, ey Latif bana nzık ver denilir.

En geniş kapsamlı ismi zikrederek dua etmek istersek, ey Allah diye dua ederiz. Çünkü Aliah lafza-i celali bütün isimleri kapsar. Ancak, ey Rez­zak bana hidayet ver denilmez. Şu kadar var ki, ey Rezzak derken bana ha-yırı nasib et maksadı ile söylenilebilir. İbnü'l-Arabî der ki: İşte duanı bu şe­kilde düzenle ki, sen İhlâs edicilerden olasın.

el-Bakara Sûresi'nde (2/186. âyet, başhk ve devamında) duanın şartla­rı ile, yine bu sûrede (7/55. ayetin tefsirinde) duaya dair açıklamalar daiıa ön­ceden geçmiş bulunmakladır. Cenab-ı Allah'a lıanıd olsun. [43]

 

6. Yüce Allah'ın Diğer İsimleri:

 

KÎadı Ebu Bekr b. el-Arabl, bunlann dışındaki isimleri de yüce Allah'ın isim­leri arasında saymıştır. Mutimmu Nurihî (nurunun tamamlayıcısı), Hayru'1-Vâ-risîn (mirasçıların hayırlısı), Hayııfl-Mâkİrîn (tuzaklara en güzel şekilde kar­şılık veren), Rabiu Selase (üçün dördüncüsü), Sadisu Hamse (beşin altıncı­sı), et-Tayyib, el-Muallim ve buna benzer isimler.

İbnü'l-Hassar der ki: Kadı Ebu Bckr Berracân'e uymuştur. Zira o, "en-Na-zif'i ve buna benzer kitapta da sünnette de varid olmamış başka bir takım isimleri de Esma-i Hüsnâ arasında zikretmiştir.

Derim ki: ibn Hassar'ın sözünü ettiği: "Kitapta da sünnette de varid olma­mış" ifadesi tanışılır. Zira Müslim'in SaiıiJı'inde et-Tayyib ismi varid olmuş­tur.[44] Tirmizî de "en-Nazîf (temiz, pâk)" adım rivayet etmiştir.[45]

İbn Abbas da Peygamber (sav)'ın duası esnasında şu şekilde dua ettiği­ni rivayet etmektedir: Rabbim, bana yardım et. Fakat bana karşı başkalarına yardım etme. Bana za­fer ver, takat bana karşı başkalarına zafer verme. Benim lehime mekreyle (baş­kalarının bana karşı hile ve tuzaklarını boşa çjkar), ama aleyhime mekr et­me (.başkalarının hile ve tuzakların! hakkımda başarılı kılma)." Ayrıca Tirmi­zî bu hadis hakkında: Hasen, sahih bir hadistir der.[46]

Buna göre dua esnasında 'Ya hay rai makirin imkurlİ vela temkur aleyye... (ey başkalarıma hile ve tuzaklarını boşa çıkaranların en hayırlısı başkaları­nın bana hile ve tuzaklarını boşa çıkar, onların aleyhime kuracakları hile ve tuzakları başarılı kılma) diye dua etmek caiz olur. Doğrusunu en iyi bilen Al­lah'tır,

Biz de "et-Tayyib ve en-NaziP isimlerini ve bunun dışında haberlerde ha­yırlı seleften nakledilmiş diğerlerini de (Hsmâ-i Hüsnâ'ya dair) kitabımızda zikretmiş bulunuyoruz. Ayrıca yüce Allah'a isim olarak verilmesi ve kendi­siyle dua edilmesi caiz olan isimlerle, isim olarak verilmesi caiz olmakla bir­likte onlar anılarak dua edilmesi caiz olmayanları, ayrıca hem İsim olarak ve­rilmesi caiz olmayan, hem de zikredilerek dua edilmesi caiz olmayan isim­leri de eş-Şeyh Ebu'l-Hasen el-Eş'arî'nin zikrettiklerine uygun olarak kaydet­tik. O eserimizde bütün bu hususlar yüce Allah'm izniyle sizin için açık se­çik ortaya çıkarıldı.

Yüce Allah'ın: "O'nun isimlerinde eğriliğe sapanları terkedir». Onlar yap­makta olduklarının cezasını göreceklerdir" buyruğuna dair açıklamaları­mızı cta iki başlık halinde sunacağız: [47]

 

1. îlhad (Eğriliğe Sapmak):

 

Yüce Allah'ın: Eğriliğe sapanlar" kelimesindeki ilhâd, sapmak ve maksadı terketmek demektir, Mesela; Kişi dinde esas maksattan saptı, denilir. meyletmeyi ifade etmek için kullanılır. Ka­birde lahd da buradan gelmektedir. Çünkü lalıd, kabrin bir tarafında açılır.

Bu kelime diye de okunmuştur. Bir önceki okuyuşla beraber iki ayrı söyleyişi ifade ederler.

İlhâd (haktan eğriliğe sapmak) üç şekilde sözkonusu olur:

1- Müşriklerin yaptığı gibi Allah'ın isimlerinde değişiklik yapmak. Çünkü onlar, O'nun isimlerini alarak haktan meyledip bu isimleri putlarına ad ola­rak verdiler Mesela "el-Lât" kelimesini "Allah" lafza-İ celâlinden, "el-Uzzâ" is­mini "el-Aziz" isminden, "Menât" ismini "el-Mennân"dan türetmişlerdir. Bu açıklamaları İbn Abbas ve Katade yapmışlardır.

2- Bu isimlere fazlalıklar katmak suretiyle ilhâd.

3- Bu isimlerde noksanlıklar yapmak suretiyle1 ilhâd. Nitekim yüce Allah'ı isimlerinden başka isimlerle adlandırdıkları ve O'nu, fiillerinden olmayan bîr takım fiillerle zikrettikleri, buna benzer O'na yakışmayan başka hususlar ile dualar uyduran cahillerin yaptıkları böyle bir illıâddır.

İbnü'l-Arabî der ki: Bunlardan alabildiğine sakınmak gerekir. Sizden her­hangi bir kimse Allah'ın Kitabında ve beş hadis kitabında yer alan isimler­den başkasıyla asla dua etmesin. Sözkonusu bu beş kitap ise Buharı, Müs­lim, Tirmizî, Ebu Davud ve Nesaîdir. İslâmın üzerinde yükseldiği kitaplar bun­lardır. Musannef hadislerin aslını teşkil eden Mu vatta da bu hadis kitapların İçerisine girmiştir. Bunların dışındakiler! bir kenara bırakın. Sizden herhan­gi bir kimse de asla: Ben şu şu duayı seçiyorum, demesin. Çünkü, şüphesiz Allah onun için dua şeklini de seçmiş ve bu hususta Rasulünü (Allah'ın sa-lat ve selamı ona olsun) insanlara göndermiştir. [48]

 

2. Allah'ın İsimlerine Birşeyler Katmanın ve Eksiltmenin Mahiyeti:

 

Allah'ın isimlerine birşeyler ilave etmek teşbihe yönelmek, birşeyler ek­siltmek İse Tatil'e yönelmektir. Şüphesiz müşebbihe (Allah'ı mahlukata ben­zetenler), yüce Allah'ı izin vermediği şekilde nitelemişlerdir. Muattile (tatil'e sapanlar) ise, Allah'ın kendisini vasfettiği sıfatlan kabul etmemişlerdir. Bu ba­kımdan, Ebl-i Hak şöyle demişlerdir: Bizim dinimiz iki yol arasındaki bir yol­dur. Ne teşbih, ne de tatil sözkonusudur.

eş-Şeyh Ebu'l-Hasen el-Buşenci'ye tevhide dair soru sorulunca şu ceva­bı vermiş: Diğer zatlara asla benzemeyen, bununla birlikte sıfatları da tatil olunmayan bir zatı kabul etmektir.

Yüce Allah'ın: "O'nun İsimlerinde eğriliğe sapanları terkedin" buyruğunun anlamının şöyle olduğu da söylenmiştin Onlan.terk ediniz, onlarla tar­tışmayınız, onlarla görüşmeyiniz.

Buna göre âyet-î kerime kıtal emriyle nesli edilmiştir. Bu açıklamaları da İbn Zeyd yapmıştır.

Bunun anlamının tehdit olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruk­larında olduğu gibi: "Yalnız olarak yarattığım kimseyi bana bırak!" (el-Müd-dessir, 74/11); "Bırak onları yesinler, faydalansınlar..." (el-Hıcı, 15/3) Âyet-i kerimenin zahirinden anlaşılan da budur. Çünkü yüce Allah (bundan son­ra): "Onlar, yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir" diye buyurmak­tadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [49]

 

181. Yarattıklarımızdan Öyle bir ümmet vardır ki, hakla yol göste­rirler ve onunla adaletle hükmederler.

Peygamber (sav)'ın da: "İşte onlar bu ümmettir" dediği; "Bu sizin İçindir. Allah, Musa'nın kavmine de onun benzerini vermişti" diye söylediği ve bu âyet-i kerimeyi okuyarak da: "Meryem oğlu İsa ininceye kadar şüphesiz be­nim ümmetimden iıak üzere bir topluluk bulunacaktır" dediği de rivayet edil­miştir.[50]

Böylelikle bu âyet-i kerime, Şanı yüce Allah'ın dünyayı hakka davet ede­cek davetçiler olmaksızın bırakmayacağına delildir. [51]

 

182. Âyetlerimizi yalanlayanları Biz bilmeyecekleri yönden dere­ce derece helake yaklaştıracağız.

Yüce Allah, âyetlerini yalanlayan kimseleri derece derece azaba yaklaş­tıracağını haber vermektedir. İbn Abbas der ki: Bunlar, Mekkelilerdir.

İstidrâc (derece derece azaba yaklaştırmak) ise, tedricî oİarak, aşama aşa­ma azab İle yakalamaktır. Dere ise bir şeyi sarmak demektir. Bu anlamda; " Onu dercettim, yani sardım" denilir. Ölü ke­fenlerine dercediîdi (sarıldı) tabiri de buradan gelmektedir. Bunun (.basamak anlamına gelen) "derece"den geldiği de söylenmiştir. Buna göre İstidrâc, mak­sada ulaşıncaya kadar basamak basamak çökertilmek anlamına gelir. ed-Dah-hâk der ki: Onlar, bize karşı yeni bir nıasiyet işledikçe Biz de onlara yeni bir nimet veririz.

Zunnun'a: Kulun kendisiyle aldatıldığı azamî şey nedir diye sorulunca, şu cevabı vermiş: Eltaf" ve kerametlerdir. Bundan dolayı yüce Allah: "Biz, bilme­yecekleri yönden derece derece helake yaklaştıracağız" diye buyurmuş­tur. Yani, Diz onlara nimetlerimizi bol bol verecek ve şükreimeyi onlara unut­turacağız. Bu anlamda şu beyitleri de zikretmişlerdir:

"Onlar güzelken sen de günler hakkında hüsn-ü zan besledin.

Ve kaderin getireceği kötülüklerden korkmadm

Seninle barışta geceler ve sen aldandın onlara

Halbuki gecelerin parlaklığı ile birlikte keder ortaya çıkar." [52]

 

183. Ben onlara mühlet veririm. Muhakkak ki, Benim tuzağım pek çetindir.

"Ben onlara muhlet veririm" yani, onların süresini uzatır, onlara süre ta­nır, onların cezalandırılmalarını ertelerim. "Muhakkak ki Benim tuzağım pek çetindir" güçlüdür ve sağlamdır.

Çetin" kelimesinin aslı, den gelmektedir ki, bu da sırtta bu­lunan kaba ve kalın etlerdir.

Denildiğine göre bu âyet-i kerime Kureyşlilerden Peygamber ile alay eden kimseler hakkında inmiştir. Atlah onlara bir süre mühlet verdikten son­ra bir gecede hepsini kahredip helak etti. Yüce Allah'ın: "Nihayet kendile­rine verilenler ile sevinip şımardıklarında onları ansızın tutup yakalayıverdi." (el-En'âm, 6/44) buyruğa da buna benzemektedir. Bu buyruğa dair açıklamalar daha önceden geçmiş İdi. [53]

 

184. Arkadaşlarında hiçbir deliliğin olmadığını düşünmediler mi? O, ancak apaçık bir uyarıcıdır.

"Düşünmediler mi" yani, Muhammed (sav)'ın kendilerine ge­tirdiği şeyler üzerinde düşünmediler mî? Burada vakıf yapmak güzeldir. Da­ha sonra yüce Allah: "Arkadaşlarında hiçbir deliliğin olmadığını..." diye buyurmaktadır. Bu ise onların: "Ey kendisine zikrin indirildiği kişi, mutla­ka sen bir delisin" (ei-Hicr, 15/6) şeklindeki sözlerine bir cevaptır.

Denildiğine göre bu âyet-i kerimenin iniş sebebi şudur: Rasulullalı (sav) bir gece Safa tepesine çıkıp Kureyşlileri boy boy çağırdı. Onlara ey filan oğul­lan diye hitab ederek Allah'ın azab ve cezasından sakınmalarını söyledi. Bu­nun üzerine onlardan birisi; Sizin bu arkadaşınız elbetteki bir delidir. O, sa­baha kadar bağırıp durdu, demişti. [54]

 

185- Onlar göklerin ve yerin hükümdarlığına, Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye ve ecellerinin yakın olduğu İhtimaline hiç de bakmazlar mı? Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar?

Yüce Allah'ın; "Onlar göklerin ve yerin hükümdarlığına... hiç de bak-

mazlar-mı?" buyruğuna dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: [55]

 

1. Tefekkür Amacıyla Bakmak:

 

Yüce Allah'ın: "Hiç de bakmazlar mı?" buyruğu, el-Bakara Sûresi'nde de açıkladığımız gibi O'nun kudretinin kemalini bilmek için Allah'ın âyetleri üze­rinde dikkatie düşünmekten yüzçevlrmelerinin hayret edilecek bir tutum ol­duğunu ortaya koymaktadır.

"Metekût: hükümdarlık" ise, mübalağa kiplerinden birisidir. Büyük mülk azametli mülk (ve hakimiyet) anlamındadır ki, buna dair açıklamalar daha önceden (el-En'âm 6/75) geçmiş bulunmaktadır. [56]

 

2. Allah'a Taklidi İman Etmenin Hükmü:

 

Allah'ın âyetleri ürerinde düşünmenin ve Allahın yarattıklarından ibret al­manın vacip olduğunu kabul edenler bu âyet ile bu âyete benzeyen yüce Al­lah'ın: "De ki: Göklerde veyerde neler var bir bakın.,," (Yunus, 10/101); "On­lar üstlerindeki göğe onu tıastl bina ettiğimize bakmadılar mı..." (.Kaf, 50/6); "Onlar devenin nasıl yaratıldığına bakmazlar mı?" (el-Gaşiye, 88/17); "Kendi nefislerinizde de (nice belgeler vardır) görmez misiniz?" (ez-Zariyet, 51/21) buyruklarını delil göstererek şöyle derler: Yüce Allah dü­şünmeyenleri yermekte ve onların sahib oldukları duyularla yararlanma im­kanlarının bulunmadığını belirterek: "Onların kalpleri vardır fakat bunlar­la anlamazlar..." (el-A'raf, 7/179) diye buyurmaktadır.

Düşünmek ve istidlalde bulunmak mı Öncelikli bir görevdir, yoksa kalp­te sahih olması için marifetin şart görülmediği, kalpte hasıl olan tasdik mi ön­celikli bir görevdir? Bu hususta ilim adamları arasında görüş ayrılğı vardır, el-Kadi (el-Bakillanî) ve başkaları görevlerin ilkinin düşünmek ve istidlal oldu­ğu görüşündedirler. Çünkü Şanı yüce Allah'ın bilmek zorunlu (ister istemez ve kendiliğinden hasıl olan) bir husus değildir. O, ancak düşünmek ve ken­disini tanımak için ortaya koymuş olduğu delillerle, istidlal ile bilinir. Nite­kim Buharî de Kitabında şöyle bir başlık açmakla bu kanaatte olduğuna işa­ret etmiştir; "Aziz ve celil olan Allah'ın: "Onun için bilkİ Allahtan başka hiç­bir ilah yoktur" (Muhammed, 47/19) buyruğu dolayısıyla ilmin, söz ve amelden önce geldiği.[57] Kadı der ki: Her kim Allah'ı bilen birisi değilse o cahildir. Onu bilmeyen ise kâfirdir.

İbn Rüşd "Mukaddimât"mda. şöyle demektedir: Ancak bu husus (deliller­den) acık seçik bir şekilde anlaşılan birşey değildir. Çünkü iman, kimi zaman yüce Allah'ın hidayet verdiği kimseler tarafından taklid yolu ile de elde edi­lebilir. Onun birden çok âyet-i kerimelerden birisi üzerinde ibretle düşünme­ye irşad etmesi suretiyle ilk anda ibret alması ile de husule gelebilir. (İbn Rüşd) der ki: el-Bâcî, düşünmek ve istidlal bu konudaki görevlerin birinci­sidir diyenlere karşı bütün çağlar boyunca müslümanlann, avam ve mukal­lit kimselere mü'min adını vermiş otamalarını delil göstermiş ve şöyle demiş­tir: Eğer bu görüşü ileri sürenlerin kanaatleri doğru olsaydı, ancak düşünme ve istidlale dair bilgiye s;ılıip olan kimselere mü'min demek doğru olabilirdi. Aynı şekilde eğer iman ancak düşünme ve istidlalden sonra sahih olsay­dı, kâfirlerin de müslümanlar tarafından mağlup edildikten sonra müslüman-lara sizin bizi öldürmeniz helal olamaz. Çünkü iman ancak düşünme ve is­tidlal ile sahih olacağı sizin dininizin bir parçasıdır. O halde düşünüp istid­lal edinceye kadar bizi erteleyiniz, derlerdi. Bu ise, o kimseleri küfürleri üze­re terketmek sonucunu ve düşünüp istidlal edinceye kadar öldürülmemele-ri gereği neticesini verir.

Derim ki: Bu hususta sahih olan budur. Nitekim Rasulullah (sav) şöyle bu­yurmuştur: "Ben insanlarla la ilahe illallah deyinceye, bana ve benim getir­diklerime İman edinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu yapacak olurlarsa benden kanlarını ve mallarım korumuş olurlar. Onun hakkı ile (so­rumlu tutulmaları hali) müstesna. Hesaplarını görmek ise Allah'a aittir."[58]

İbnü'I-Munzir ise, "el-tşraf" adlı kitabında "imanın kemalinin niteliğine da­ir açıklamalar" diye bir başlık açmakta ve şöyle demektedir; İlim ehlinden olup kendisinden ilim bellenen herkes: Şahadet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. Yine şahadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Rasulüdür. Muhammed'in getirdiği herşey haktır. Ve İslâm dinine muhalif hertürlü din­den uzak olduğumu bildiririm, diyen bir kâfirin "eğer aklı başında ve baliğ ise" müslüman olacağını icma ile kabul etmişlerdir. Artık bundan sonra di­ninden dönüp küfrünü açığa vuracak olur ise, mürtedde uygulanması gere­ken şeyler onun hakkında da uygulanması gerekli bir mürted olur.

Ebu Hafs ez-Zincanî der ki: Hocamız Kadı Ebu Cafer Ahmed b. Muham­med es-Sİmmânî şöyle derdi: Görevlerin başı, Allah'a ve Rasulüne ve onun bütün getirdiklerine iman etmek, sonra da Şanı yüce Allah'ı bilip tanımaya götüren düşünme ve delillere bakıp araştırmadır. Buna göre onun kanaati açı­sından yüce Allah'a imanın vücubu Allah'ı bilmekten önce gelir. Devamla şöy­le der: Doğruya daha yakın insanlar hakkında daha bir şefkatli olan görüş budur. Çünkü insanların çoğunluğu marifetin, düşünmenin ve istidlalin ger­çeğini bilememektedirler. Eğer görevlerin ilki yüce Allah'ı bilip tanımaktır di­yecek olsak, bu çok büyük kalabalıkları ve çok sayıda kimseyi tekfir etme­ye götürür, cennete ancak belirli sayıdaki kimselerin girmesi sonucunu ve­rir. Bu ise uzak bir ihtimaldir. Çünkü Rasulullah (sav) cennet ehlinin çoğun­luğunun kendi ümmetinden olacağını kati olarak ifade etmiş, diğer bütün pey­gamberlerin ümmetlerinin tek bir saf, kendi ümmetinin ise seksen saf olaca­ğını ifade etmiştir. Bu da gayet açıkça anlaşılan bir husustur. Bunun anlaşıl-mıyacak bir tarafı yoktur. Cenabı Allah'a hamd olsun. [59]

 

3. Kelâmı Metodlarla Allafû Tanımak Zorunlu Değildir:

 

Kelamcıların önce ve sonra gelenlerinin (mütekaddimûn ve müteahhirû-nun) bazılarının kanaatine göre, yüce Allah'ı, kendilerinin-ortaya koymuş ol­duğu yollar ve kaydettikleri araştırmalar yoluyla bilmeyen kimsenin imanı sa­hih değildir ve böyle bir kimse kâfirdir. Ancak bu görüşe göre müslümanla-rın pek çoğunun tekfir edilmesi gerekir. Öncelikle de bunu diyen kişinin ata­larının, geçmişlerinin ve komşularının da tekfir edilmesiyle işe başlamak ge­rekir. Bu kanaatte olan kimseler, kendilerine bu şekilde itiraz edenlere de: Cehennemliklerin çokluğu dolayısıyla beni ayıplama, diye veya buna ben­zer cevap vermişlerdir.

Derim ki: Böyle bir görüş ancak Allah'ın Kitabı ve Peygamberinin sünne­tini bilmeyen kimseden sadır olur. Çünkü bu sözü söyleyen kişi yüce Allah'ın geniş rahmetini kelamcılardan oldukça az bir azınlığa münhasır kılmış ve bun­lar kendilerinin dışında kalan müstümanlann genelini tekfir etme yoluna git­mişlerdir. Bu söz nerede, küçük abdestini bozmak için elbisesini bir kena­ra çekerek Peygamber (sav)'ın ashabı kendisini azarlayınca; Allah'ım bana ve Muhammed'e merhamet buyur, bizimle beraber de kimseye merhamet ey­leme! diyen bedevi araba Peygamber (sav)'in: "Andolsun sen geniş bir şeyi alabildiğine daralttın" sözü nerede? Ki, bunu Buharî, Tirmizî ve onların dı­şındaki hadis imamları rivayet etmişlerdir.[60]

Acaba bu bedevi arap yüce Allah'ı delil, burhan, hüccet ve beyan yolla­rıyla mı tanımıştı. Halbuki onun rahmeti herşeyi kuşatmıştır. Bunun gibi kim­seler hakkında ise mü'min oldukları şeklinde hüküm verilir. Hatta Peygam­ber (sav) İslama giren çok kimsenin şehadet kelimesini sözlü olarak söyle­mesiyle yetinmiştir. Hatta bu hususta işaret ile dahi yetinmiştir. Nitekim o, si­yahi cariyeye: "Allah nerede" diye sorunca, o da: Semada diye cevap vermiş­ti. Bu sefer, ben kimim diye sorunca, o da sen Allah'ın Rasulüsün, diye ce­vap verince, Hz. Peygamber de: "Bunu azad et, çünkü bu mü'min bir cari­yedir" demişti.[61]

Oysa, ortada düşünme ve istidlal diye birşey sözkonusu değildir. Aksine, Hz. Peygamber ilk andan itibaren böylelerinin iman sahibi olduklarına hü­küm vermiştir. Delil ve marifet yerine getirilmemiş olsa bile. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [62]

 

4. İbretle Bakmanın Meşru Çerçevesi:

 

Aynı şekilde itikat konusunda tüysüz gençlerin ve kadınların güzel yüz­lerine bakmak ve bunlardan ibret almak da sözkonusu edilemez. Ebu'l-Fa-rac el-Cevzî der ki: Ebu't-Tayyib Tahir b. Abdullah et-Taberî dedi ki: Bu se­mâ' dinleyen kesim hakkında bana ulaştığına göre bunlar, semaa bir de tüy­süzlerin yüzüne bakmayı ilave ederler. Kimi zaman bunların bu tüysüzleri çe­şitli süs eşyalarıyla ve boyalı elbiselerle süsledikleri de olur. Bu yaptıkları ile bakmak ve ibret almak sureti ile Sani'in sanatına delil görüp imanlarını ar­tırmak maksadını güttüklerini de ileri sürerler. Bu ise hevâya tabi oluşun, ak­lı aldatmanın ve ilme muhalefet etmenin en ileri derecesidir.

Ebu'l-Farac der ki: İmam Ebu'1-Vefa b. Akil de der ki: Allah ancak nefsin kendisine meyletmediği, nevanın da ondan dolayı herhangi bir pay sahibi ola­madığı bir surete, hatta ve hatta şehvetin hiçbir şekilde karışmadığı ve be­raberinde lezzetin bulunmadığı bir surete bakmayı helal kılmıştır. Bundan do­layı yüce Allah bir kadını Peygamber olarak göndermemiştir. Kadını hakim, imam ve müezzin kılmamıştır. Bütün bunların sebebi ise, kadının şehvet ve fitne sebebi oluşundan dolayıdır. Ben, güzel suretlerden ibretler çıkartıyo­rum, diyenin yalancı olduğunu kabul ederiz. Her kim kendisinin bizden fark­lı bir tabiata sahip olmak suretiyle ayncalıklı olduğunu söyleyecek olursa, onu yalanlarız. Bunlar, olsa olsa bu iddiada bulunanlara şeytanın aldatmalarından ibarettir.

Kimi hikmet ehli şöyle der: Büyük âlemde her ne varsa, küçük âlemde de onun bir benzeri vardır. Bundan dolayı yüce Allah: "Şüphesiz biz insanı ah-sen-i takvimde yarattık" (et-Tin, 95/4) diye buyurmuştur. Bir başka yerde de: "Kendi nefislerinizde de (nice âyetler vardır) görmez misiniz?" (ez-Zâriyât, 51/21) diye buyurmaktadır. Biz, (küçük İle büyük alem arasındaki) bu ben­zerliğin benzeşme yönünü el-En'âm Sûresi'nin baş tarafında (6/2. âyetin tef­sirinde) açıklamış bulunuyoruz.

Aklı başında bir kimsenin kendi nefsine bakması ve hızlıca atılan bir su olduğu dönemden itibaren dosdoğru mükemmel bir yaratık haline gelince­ye kadarki yaratılışı üzerinde düşünmesi gerekir. Ona gıdalar ile destek ve­rilmekte, merhamet ile terbiye edilip beslenip büyütülmekte, güçlerini elde edinceye ve en güçlü dönemine ulaştırıhncaya kadar yumuşak bir şekilde mu­hafaza edilmektedir. Aynı kişi bakıyoruz ki, ben ben... demeye kalkışıyor ve henüz anılmaya değer bir şey olmadığı bir zamanın üzerinden geçmiş oldu­ğunu ve sonunda kabre gömüleceğini unutuveriyor.

Eğer bu yaptıklarından dolayı hasret duyacaksa (ki duyacaktır) yazıklar olsun ona! Yüce Allah: "Andolsun ki Biz insanı süzülmüş bir çamurdan ya­rattık. Sonra onu bir nutfe kılıp sağlam bir karargâhta yerleştirdik... Sonra da kıyamet gününde elbette diriltileceksiniz" (el-Mu'minûn, 23/12-16) di­ye buyurmaktadır.

O bakımdan o, kendisinin Rabbi bulunan mükellef bir kul olduğuna, ku­surlu hareket edecek olursa azab ile tehdit edilmiş bulunduğuna, eğer ken­disine verilen emirleri yerine getirecek olursa da Allah'ın sevap ve mükâfa­tını umacağına ibretle bakıp düşünsün de Mevlasına ibadete yönelsin. Çün­kü, her ne kadar o Mevlasını görmüyor ise de, O kendisini görmektedir. İn­sanlardan da hiçbir şekilde korkmasın. Çünkü Allah'tan korkması daha uy­gundur. Allah'ın kullarından herhangi bir kimseye karşı büyüklenmesin. Unutmasın ki, kendisi birtakım pisliklerden oluşmaktadır. Pislikler ile dolup taşmaktadır. Ve neticede Rabbine itaat ederse cennete gidecektir, aksi tak­dirde ateşe. İbnü'l-Arabî der ki: Hocalarımız kişinin bu ilmî nitelikleri ken­disinde toplayan şu hikmet dolu beyitler üzerinde dikkatte düşünmesini gü­zel görüyorlardı:

"Ebediyyen pisliği kendisiyle birlikte oturup kalkan kimse

Nasıl olur da büyüklenir, böbürlenir

O, o pisliktendir, ona doğru gitmektedir.

O pisliği onun hem kardeşi, hem onunla süt emenidir.

Küçülterek kendisini helaya davet eder de

O da ona boyun eğer."

Yüce Allah'ın: "Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye" buyruğu, kendisin­den önceki buyruğa atfedilmiştir. Yani, yüce Allah'ın yaratmış olduğu şeyle­re bakmazlar mı?

"Ve ecellerinin yakın olduğu İhtimaline..." Yani, yakınlaşmış olma ih­timali bulunan ecellerine de bakmazlar mı?

Bu buyruk da kendisinden önceki buyruğa atfedilmiş ve cer mahallinde-dir. İbn Abbas der ki: Yüce Allah burada ecellerinin yaklaşmış olmasıyla Be­dir günü ile Uhud gününü kastetmektedir.

"Altık bundan sonra hangi söze inanacaklar?" Muhammed (sav)'ın ge­tirmiş olduğu Kur'an'dan başka neyi tasdik edecekler?

Buradaki "bu" anlamındaki zamirin "ecePe ait olduğu da söylenmiştir. Yani: Onlar ecellerinin gelişinden sonra imanın fayda vermeyeceği zamanda ar­tık hangi söze inanacaklardır? Çünkü âlıiret teklif yurdu değildir. [63]

 

186. Allah kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek olmaz. Ve O, bunları taşkınlıkları İçinde şaşkın bir halde birakıverir.

Yüce Allah onların yüz çevirmelerinin, Allah'ın onlan saptırmış olmala­rının sebebine bağlı olduğunu beyan etmektedir. Bu da Kaderiye'nin görü­şünü reddetmektedir.

"Ve O, bunları taşkınlıkları içinde" anlamındaki; 'isti­naf (.yeni bir cümle başı) olarak ref malıallindedir. Yoktur "dak i "fe" ile ondan sonraki buyruklar mahalline hamledilerek cezm ile de okunmuş­tur. "Şaşkın bir halde yani, hayretler içerisinde bırakır, şeklinde açıklandığı gibi onları tereddüt İçerisinde bırakır, diye de açıklanmıştır. el-Bakara Sûre-si'nin baş tarafında (2/15. âyetin tefsirinde) yeteri kadar açıklanmış bulun­maktadır.[64]

 

187. Sana kıyametin ne zaman gelip çatacağını sorarlar. De ki: "Onun bilgisi yalnız Rabbimin yanındadır. Onun vaktini ken­disinden başkası açıklayamaz. Göklerde ve yerde ağır bas­mıştır. O size ancak ansızın gelir." Sanki onu biliyormuşsun da onu sana sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak Allah nezdindedir. Fakat İnsanların çoğu bilmezler."

Yüce Allah'ın: "Sana kıyametin ne zaman gelip çatacağını sorarlar* me­alindeki buyrukta yer alan; "Ne zaman" kelimesi; za­man soru edatıdır. Recez vezninde şair şöyle demiştir:

"Ne zaman ihtiyacımı göreceksin, ne zaman

Bunun gerçekleştirilebileceği bir zaman, görmüyor musun?"

Yahudiler, Peygamber (sav)'a: Eğer sen gerçekten bir peygamber isen bi­ze kıyametin ne zaman kopacağını bildir, diyorlardı. Bunu, aşın inkârları do­layısıyla müşriklerin söylediği de rivayet edilmektedir.

"Gelip çatacağı" ise, Sibeveyh'e göre rnübteda olarak ref mahal-lindedir. Haberi ise, "( jü): Ne zaman" lafzıdır. Bu da fetha üzere mebni bir zarfdır. Mebni oluş sebebi ise istifham anlamı ihtiva etmesinden dolayıdır.

"Gelip çatacağı" kelimesi, "mim" harfi ötreli olarak; 'dan gelmektedir ki, Allah onun için ne vakit tesbit etmiştir? anlamına gelir. Yani ne zaman sebat bulacak (gelip çatacak) dır. Bu da ne zaman vukua gelecektir, demektir. "Mim" harfi üstün okunursa; 'den gelir. Bu da se­bat buldu ve durdu manalarına gelir. Nitekim "Yerlerinde sabit kazanlar..." (es-Sebe1, 34/13) buyruğundaki "sabit" anlamında olan kelime de buradan gelmektedir. Katade de böyle açıklamıştır.

"De ki onun bilgisi yalnız Rabbimİn yanındadır" buyruğu müpteda ve haberdir. Yani, ona dair bilgiyi kimse açıklamış değildir. Böylelikle kul, her zaman için dikkatli ve uyanık olsun diye.

"Onun vaktini" yani zamanını "kendisinden başkası açıklayamaz" or­taya çıkaramaz.

Âyet-i kerimedeki "açıklamak" anlamım veren; bir şeyi açığa çı­karmak, izhar etmek demektir. Bir kimsenin bana açıklayıp izah ettiği her­hangi bir haberi anlatmak üzere; "Filan kişi haberi bana açıkladı, izhar etti," denilir.

"Göklerde ve yerde ağır basmıştır" yani, ona dair bilgi, göklerde ve yer­de bulunanlara gizli kalmıştır. Gizli kalan her bir bilgi kalbe ağır gelir. Şöy­le de açıklanmıştır: O kıyametin gelişi, göklerde ve yerde bulunanlar için bü­yük bir iştir. Bu açıklama el-Hasen ve başkalarından nakledilmiştir.

İbn Cüreyc ile es-Süddî derler ki: Onun nitelikleri (bir nüshaya göre; vu­kua gelmesi) göklerde ve yerde bulunanlar için çok büyük bir iştir. Katade ve başkaları da şöyle demektedir: Azameti dolayısıyla gökler ve yer o bilgi­yi taşıyamaz. Çünkü, o takdirde sema çatlar, yıldızlar dağılır ve denizler de çekilirdi. Kıyamete dair soru sormak, ağır bir şeydir, anlamına geldiği de söy­lenmiştir.

"O siste ancak ansızın gelir." Buradaki "ansızın" anlamındaki; ke­limesi, hal mahallinde mastardır.

"Sanki onu biliyormuşsun da onu sana sorarlar." Sanki sen onu biliyor ve ona dair sorunun cevabını bilen birisiymişsin de (onlar da sana soruyor­lar) anlamındadır. İbn Faris der ki: (Âyet-i kerimede geçen) el-Hafiy, bir şe­yi bilen kimse demektir. Aynı zamanda bu kelime soru sormakta ileriye gi­den, son noktaya kadar devam ettiren anlamına da gelir. el-A'şâ der ki:

"Eğer benim hakkımda soru soracak olursan şunu bil ki,

el-A'şâ hakkında nice soru soran kimse var ki, onun nerelere çıktığım çok iyi bilir,"

Meselâ; tabiri, hem soru sormakta, hem de istek­te bulunmakta ileriye gitti, anlamına gelir.

Soru soran, bilen anlamında ismi fail; ise ism-i faile çok­luk anlamını kazandırır.

Muhammed b. Yezid der ki: Yani onlar, sen onun (kıyamet) hakkında ıs­rarla soru soran birisiymişsin gibi gelip sana soru soruyorlar. O, bu açıkla­masıyla ifadede bir takdim ve tehir olmadığı kanaatine sahip olduğunu or­taya koymaktadır.

İbn Abbas ve başkaları ise şöyle derler: Buradaki ifadede bir takdim ve te­hir vardır. Yani: Onlar sana kıyamet hakkında, sen onların soru sormaların­dan, sana karşı iyi davranmalarından memnun oluyormuşçasına gelip soru­yorlar. Çünkü onlar, şöyle demişlerdi: Bizimle senin aranda bir akrabalık var­dır. Haydi bize gizliden gizliye şu kıyametin kopacağı vakti söyleyiver.

"Ete ki: Onun İlmi ancak Allah'ın nezdindedir. Fakat İnsanların çoğu bil­mezler." Burada "bilmezler" İfadesi, bir tekrar değildir. Çünkü, bundan ön­ceki bilgi kıyametin kopuşu ile ilgili bilgiye dairdir, diğeri ise, kıyametin kün-hünü bilmeye dairdir. [65]

 

188. De ki: "Ben kendim için Allah'ın dilediğinden başka ne bir fay­da sağlayabilirim, ne de bîr zarar. Eğer, gaybı bilseydim elbet­te daha çok hayır yapardım. Bana hiçbir fenalık dokunmamış-tır. Ben, ancak bir uyarıcı ve iman eden bir topluluğu müjde­leyenim."

Yüce Allah'ın: "De ki: Ben, kendim için... ne bir fayda sağlayabilirim, ne de bir zarar." Yani, kendim için herhangi bir fayda sağlamak imkânına da sahip değilim, herhangi bir zaran önlemek imkânına da sahip değilim. Na­sıl olur da kıyametin kopacağı saatin bilgisine sahip olabilirim ki?

Şöyle de açıklanmıştır: Ben kendimi hidayete iletmek imkanına da sahip değilim, dalâleti önlemek imkanına da sahip değilim.

"Allah'ın dilediğinden başka" anlamındaki istisna dolayı­sıyla nasb mahallindedir, Yani: Allah'ın dilediği kadar kendime fayda sağla­yabilirim ve O'nun bana imkan verdiğine göre ben kötülüğü önleyebilirim. Sibeveyh şu mısraı nakletmektedir:

"(Bu zaman) insanlara neyi istiyorsa yapabiliyor."

"Eğer gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapardım." Yani, eğer yü­ce Allah'ın bana bildirmeden Önce neyi istediğini bilmiş olsaydım, şüphesiz onu yapardım.

Şöyle de açıklanmıştır: Eğer ben, savaşta ne zaman zafere ulaşacağımı bil­miş olsaydım, o vakit savaşır ve böylelikle yenik düşürülmezdim.

İbn Abbas da şöyle açıklamıştır: Eğer ben hangi yılın veriminin kıt olaca­ğını bilseydim, bolluk zamanından bana yetecek kadarını hazırlardım.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Eğer ben hangi malın ticarette çok satılacağını bilmiş olsaydım, o malı alıcısının olmadığı zamanlarda satın alırdım.

Bir başka görüşe göre de anlam şöyledir: Eğer ben ne zaman öleceğimi bilseydim, çokça salih amel işlerdim. Bu açıklama da el-Hasen ve İbn Cü-reye'den nakledilmiştir.

Bir diğer açıklamaya göre: Şayet ben gaybı bilmiş olsaydım, gayba dair ba­na ne sorulursa onu cevaplandırırdım.

Bütün bu açıklamalar bu buyruk ile rnurad edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Bana hiç bir fenalık dokunmamıştır. Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir topluluğu müjdeleyenim" anlamındaki buyruk, yeni bir cümle (istinaO'dır. Yani, bende delilik yoktur, Çünkü onlar Hz. Peygamberin deli ol­duğunu söylemişlerdi.

Bu buyruğun önceki buyruk ile alakalı olduğu (istinaf olmadığı) da söy­lenmiştir. Yani: Eğer ben gaybı bilmiş olsaydım, bana hiçbir kötülük dokun­maz ve ben kendimi o kötülüklere karşı korurdum. Bu anlama yüce Allah'ın: "Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir topluluğu müjdeleyenim" buy­ruğu da delil teşkil etmektedir. [66]

 

189. Sizi tek bîr candan yaratan, ondan da kendisinde sükûn bul­sun diye eşini yaratan O'dur. Eşini örtüp bürüyünce hafif bü­yük yüklendi. Bununla gider gelirdi. Nihayet ağırlaşırca, her ikisi de Rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler: "Eğer bize salih bir çocuk verirsen muhakak ki şükredenlerden oluruz."

190. Onlara salih bir evlat verince, kendilerine verdiği bu (çocuk) hakkında O'na ortaklar koşmaya başladılar. Allah onların or­tak koştuklarından yücedir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: [67]

 

İ. İnsanın Yaratılması:

 

Yüce Allah'ın: "Sizi tek bir candan yaratan... O'dur" buyruğunda geçen "tek bîr candan" kasıt müfessirlerin çoğunluğuna göre Hz. Adem'dir.

"Ondan da kendisinde sükûn bulsun" yani, onunla teselli bulsun, huzur bulsun "diye eşini yaratan" yani Havva'yı yaratan "O'dur." Bu yaratma cennette olmuştu. Daha sonra her İkisinin de cennetten indirilişinden son­ra dünyada meydana gelen bir başka durumu sözkonusu ederek şöyle bu­yurmaktadır:

"Eşînl örtüp bürüyünce." Bu ifade cimadan kinayedir. "(Eşi) hafif bir yük yüklendi." Karında yahut ağaç dalında bulunan her bir yükü anlatmak üze­re "ha" harfi üstün olmak üzere; denilir. Eğer bu yük sırtın üzerinde, yahut başın üzerinde bulunacak olursa "ha" harfi esreli olur. Yakub ise, hur­ma ağacının meyve yükünü anlatmak için; şeklinde "ha" harfinin es­reli okunacağını nakletmiştir. Ebu Said es-Sîrafîde der ki: Kadının "gebelik" yükü hakkında "ha" harfi hem esreli, hem üstün kullanılır. Bunun üstün oku­nuşu; kadının yükünün görünmeyişi dolayısıyladır. Esreli okunuşu da bine­ğin sırtındaki yük gibi ortaya çıktığı içindir.

aynı lamanda hamle yapmak, hücum etmek anlamındaki; 'ın da mastarıdır.

"Bununla gider, gelirdi." Yani, taşıdığı meni ile gider gelirdi. Bu da bu hafif yük ile gider gelirdi anlamındadır. Yani, gider, gelir, döner, dolaşırdı. Ağırlaşıncaya kadar o yük dolayısıyla herhangi bir sıkıntı çekmezdi. Bu açıklamalar el-Hasen, Mücahid ve başkalarından nakledilmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani, onun hamileliği devam eder gider demek­tir. O takdirde bu maklub bir ifadedir. Nitekim; "Ben başlığı başıma geçirdim," demek de bunu benzer.

Abdullah b. Ömer ise, "mim" harfinden sonra "elif ilavesiyle ve "ra" har­fini de şeddesiz olarak; şeklinde gidip gelişi ve tasarrufu ifade eden fiilinden kabul etmiştir. İbn Abbas ile Yahya b. Ya'mer ise; şeklinde şüphe ve tereddüt anlamındaki; gelen bir fiil olarak okumuş­lardır. Yani, bu halinden şüpheye düşerek, acaba bu bir hamilelik midir, yok­sa bir hastalık mıdır? Veya buna benzer kanaatlere sahip olarak tereddüde düş­tü, anlamındadır. [68]

 

2. Hamileliğin Sebep Olduğu Bazı Endişeler:

 

Yüce Allah'ın: "Nihayet ağırlaşırca" buyruğu, taşıdığı yük ağır olunca de­mektir. Ağırlaşmaya başlayınca anlamına geldiği de söylenmiştir.

"Her ikisi de Rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler..." buyruğunda yer alan; "Her ikisi de dua. ettiler" zamiri, Adem ile Havva'ya aittir. Bu âyet-i kerime ile İlgili kıssalarda gelen rivayetler de bu görüşe göre anlaşı­lır. Buna göre Hz. Havva ilk hamile kaldığı sırada bunun ne olduğunu bile­memiştir. Bu da; " (Hamile kaldığı şey hakkında) şüpheye düştü" şeklinde okuyanların kıraatini pekiştirir.

Bundan dolayı da telaşlanraıştı. İblis onu etkilemenin de yolunu bulmuş oldu. el-Kelbî der ki: İblis, ilk hamile kaldığı sırada, ağırlaşmaya başiadığın-da Hz. Havva'ya bir adam suretinde görünüp: Bu karnındaki nedir? diye sor­muş, o da: Bilmiyorum diye cevap verince; bu sefer İblis: Ben bunun bir hay­van olacağından korkarım, demiş. Havva bunu Hz. Adem'e söyleyince, her ikisi de bundan dolayı bir üzüntüye boğuldular. Daha sonra İblis tekrar Hz. Havva'ya görünerek şöyle dedi: Bu doğacak kişinin Allah nezdinde bir yeri olacaktır. Eğer ben Allah'a dua edecek olursam sen de bir insan doğurursan ona benim adımı verecek misin? Havva: Evet deyince, bu sefer ben Allah'a dua edeceğim dedi. Hz. Havva doğum yaptığında İblis gelip: Ona benim adımı ver demişti. Bu sefer: Senin adın nedir diye sorunca, o da: Benim adım el-Haris'tir cevabını vermişti. Eğer ona gerçek adım söylemiş olsaydı, onu tanıyacaktı.

Bunun üzerine Havva ona Abdulharis adını verdi. Buna benzer zayıf ha­disler Tirmİzî ve başkalarında zikredilmektedir.[69] İsrailiyatta sağlam olmayan pek çok şeyler de vardır. Kalbi olan herhangi bir kimse bunlara itibar etmez. Çünkü Hz. Adem ile Hz. Havva'yı, O Allah İle çok aldatıcı (İblis) aldatmış ise de şunu bilmek gerekir ki, -bu hususlar satır satır yazıya geçirilmiş olmakla birlikte- mü'min aynı delikten iki defa sokulmaz. Rasulullah (sav) da şöyle buyurmuştur: "(İblis) onları iki defa aldattı. Bir defasında cennette, bir de­fasında da yeryüzünde aldatmıştır."[70] Bu görüş ise, es-Sülemi'nin (bundan son­ra gelecek olan ve "... mı eş koşuyorlar" anlamındaki kelimenin) "te" har­fi ile; "mı eş koşuyorsunuz?" (7/191) kıraati ile desteklenmiştir.

"Salih bir çocuk" hilkati düzgün ve yerli yerinde bir çocuk demektir. "On­lara salih bir evlat verince kendilerine verdiği bu çocuk (hakkında) O'na ortak koşmaya başladılar." İlim adamları burada Hz. Adem ile Hz. Havva'ya izafe edilen şirki açıklamak hususunda farklı görüşlere sahiptir ki, bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir. [71]

 

3. Bu Âyet-i Kerimede Sozkonusu Edilen "Şirk'in Mahiyeti:

 

Müfessirler derler ki; Burada sözü edilen şirk, sadece isim vermek ve sı­fatta bir şirkti. Yoksa ibadet ve rububiyet hususunda bir şirk değildi. Meanî ehli[72]'derler ki: Adem ile Havva çocuklarına "Abdulharis" adını vermekle "et-Haris"in Rableri olduğu kanaatine sahip olmuş değillerdir. Onlar bu ismi ver­mekle Haris'in çocuğun kurtuluşuna sebep teşkil edeceği maksadını gütmüş­lerdi. O bakımdan bir kimsenin kendisine misafirinin kölesi adını verecek olur ise, misafiri kendisinin rabbi olduğu anlamında değil, ona itaat etmesi anlamında kullanılır. Nitekim Hatim şöyle demiştir:

"Ve şüpheaiz ki ben yanımda bulunduğu sürece misafirin abdiyim (kuluyum) Ve esasen kulların özelliklerinden bende bundan başka bir özellik de yoktur.'

Bir grup da bunu şöyle açıklamıştır: Buradaki ortak koşma, cins olarak Adem oğullarına racidir ve Hz. Adem'in zürriyetmden olan müşriklerin du­rumunu açıklamaktadır. Kabul edilmesi gereken görüş de budur. Buna gö­re "Ona ortaklar koşmaya başladılar" ifadesi, kâfir olan erkek koca ile di­şi kastedilmektedir. Yani, bununla anlatılmak istenen kâfir olan İki cinstir. Bu­na da: "Allah onların ortak koştuklarından yücedir" buyruğundaki ortak koşma fiilinin tesniye olarak değil de çoğul olarak gelmesi delil teşkil etmek­tedir ki, bu da güzel bir açıklamadır.

Yüce Allah'ın: "Sizi tek bir candan" yani, tek bir şekil ve nitelikten "ya­ratan, ondan da" yani, onun cinsinden de "kendisinde sükûn bulsun diye eşini yaratan O'dur. Eşini örtüp bürüyünce" yani, her iki cins bir araya ge­lince demektir, Bu görüşe göre âyet-i kerimede Hz. Adem ile Hz, Hav­va'dan söz edilmemektedir.

İşte karı kocaya salih, yani onların istedikleri gibi sağlıklı, eli ayağı düz­gün bir çocuk verince, bu sefer onu İslâm fıtratından şirke yöneltirler. Nite­kim müşriklerin yaptığı da budur. Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır: "Her doğan mutlaka İslâm fıtratı -bîr rivayette de İslâm milleti (yani dini)- üze­re doğar. (Sonra) anne ve babası onu yahudi, hiristiyan veya mecusi yapar­lar. "[73]

İkfime der ki: Âyet-i kerime özel olarak Adem hakkında değildir. Yüce Al­lah bu âyet-i kerimeyi Adem'den sonra bütün insanlar hakkında umumi bir buyruk olarak indirmiştir. el-Huseyn b. el-Fadl da der ki: Bu görüş nazar eh­linin daha çok hoşuna gider. Çünkü birinci görüşte yüce Allah'ın peygam­beri Hz. Adem'e çok büyük bir iş izafe edilmektedir.

Medineliler ile Asım ise, "Ortaklar" kelimesini tekil olarak; "Ortak" diye okumuşlardır. Ebu Amr ve diğer Kûfeliler İse, Ortak'ı "fualâ" veznine benzer olmak üzere çoğul okumuşlardır. el-Ahfeş Said ise birinci okuyuşu kabul etmez. Oysa bu muzafın hazfı takdirine göre sa­hih bir kıraattir. Yani; "Ona bunu ortak koştular" anlamın­da olur. Tıpkı yüce Allah'ın: "Ve o kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) (buyruğu­nun; o kasaba halkına sor anlamında) olduğu gibi. Buna göre bu tekil ile kı­raat: Onlar O'na ortaklar koştular, şeklinde çoğul anlamına gelir. [74]

 

4. Hamilelik Bir Hastalık mıdır ve Hamilelik Halindeki Mali Tasarrufların Hükmü:

 

Âyet-i kerime hamileliğin de bir hastalık olduğunu göstermektedir. İbnü'l-Kasım ve Yahya, Malîk'ten şöyle dediğini rivayet ederler: Hamileliğin ilk dö­nemi bir kolaylık ve bir sevinçtir. Son dönemi ise hastalıklardan bir hasta­lıktır. İşte Malik'in söylediği: "Hastalıklardan bir hastalıktır" ifadesi yüce Al­lah'ın: "Rablerl olan Allah'a şöyle dua ettiler" buyruğundan anlaşılmakta­dır. Yine hamile kalan kadınlardaki bu durum müşahade ile görülüp tesbit edilebilen bir haldir. Bu işin büyüklüğü ve sıkıntıların ağırlığı dolayısıyla ha-dis-i şerifte de varid olduğu gibi hamile kadının ölümü şehidlik olarak de­ğerlendirilmiştir.[75]

Bu husus, âyet-i kerimenin zahirinden de sabit olduğuna göre, hamilenin durumu, fiilleri itibariyle hastanın durumu ile aynı olur. Çeşidi bölgelerde­ki ilim adamlarına göre ise, hasta olan bir kişi eğer malından bağışta bulu­nacak ve bazılarını kayıracak olursa, bu tasarrufu mirasının üçte birinde ge­çerli olur. Ebu Hanife ve Şafiî derler ki: Böyle bir hüküm, hamile hakkında doğum sancılarının başlamış olması halinde sözkonusu olur. Bundan önce ise, öyle bir hüküm sözkonusu olmaz.

Onlar bu görüşlerine hamileliğin bir âdet olduğu ve çoğunlukla bunun se­lâmetle sonuçlandığını delil gösterirler. Biz ise deriz ki: Hastalıkların çoğun­luğu da esenlikle sonuçlanır, diğer taraftan hasta olmayan da ölebilir. [76]

 

5. Hamile île İlgili Mahkeme Hükümleri ve Bâin Talakla Boşanmış Hamileye Ricat Yapmak:

 

Malik der ki: Hamileliği üzerinden altı ay geçmiş olan bir kadının malı hakkındaki hükümleri ancak mahnın üçte birinde caizdir.

Bir kimse hamile olan hanımını bâin bir talak ile boşayacak olup da ha­mileliği üzerinden altı ay geçecek olursa ve kocası da ona ricatte bulunmak isterse böyle bir hakkı yoktur. Çünkü böyle bir kadın hastadır. Hasta bir ka­dını nikahlamak ise sahih değildir. [77]

 

6. Savaşa Katılanın Malî Tasarruflarının Hükmü:

 

Yahya der ki: Malik'i, savaşta bulunan kişi hakkında şöyle derken dinle­dim: Bir kimse safta savaşmak üzere yürüyecek olur İse, onun kendi malı hak­kında -üçte biri müstesna- tasarrufta bulunması caiz değildir. Böyle bir kim­se hamile kadın ve ölmesinden korkulan hasta gibidir. Bu hali devam ettiği sürece de hükmü budur. Kısas uygulanmak için öldürülmek üzere hapsedi­len kimsenin hükmü de bunun gibidir.

Ancak bu hususta Ebu Hanife, Şafiî ve başkaları farklı kanaate sahiptir­ler. İbnü'l-Arabî ise şöyle demektedir: Sen meseleyi gereği gibi kapsamlı bir şekilde kavrayacak olursan, öldürülmek üzere hapsedilen bir kimsenin ha­linin hastanın halinden daha ağır olduğunda şüphen kalmaz. Böyle bir şe­yi kabul etmemek ise nazar (akli düşünme ve kıyas) açısından bir gaflettir. Çünkü ölümün sebebi her ikisi hakkında da mevcuttur. Nasıl ki hastalık ölüm için bir sebepse, yüce Allah da (savaşın da bir sebep olduğunu beyan etmek üzere) şöyle buyurmaktadır: "Andolsunki siz, ölümle karşılaşmadan önce onu temenni ediyorsunuz. İşte siz bakıp dururken onu gördünüz." (Âl-i İmran, 3/143) Şair Ruveyşed et-Taî de şöyle demektedir:

"Ey bineğini ileri süren süvari!

Sor Esedoğullarma; nedir bu bağırıp çağrışmalar?

De ki onlara: Özür dilemek için çabuk davranın ve bir söz arayın ki,

Sizi temize çıkaracak; çünkü ölümün kendisiyim ben."

Savaşın ölüm sebeplerinden birisi olduğunun delilleri arasında yüce Al­lah'ın şu buyruğu da zikredilebilir: "Hani onlar üstünüzden ve altınızdan gel­mişlerdi. O zaman gözler yılıp yana kaymış, kalpler gırtlaklara kadar var-mtşiı..."(el-Ahzâb, 33/10-11)

Şam yüce Allah bu müthiş halde iken düşmanlara karşı mukavemet gös­terip her iki kesimin birbirlerine yakınlaşmış olmalarını, kalplerin gırtlaklara kadar gelip dayanması, Allah hakkında kötü zanlar beslenmesi, kalplerin büyük bir sarsıntı geçirmesi noktasına geldiklerini haber verdiği halde, na­sıl olur da Şafiî ve Ebu Hanife böyle bir sıkıntılının ancak mübâreze (teke tek çarpışma) halinde sözkonusu olduğunu söyleyebilirler. Acaba hastanın du­rumu böyle şiddetli ve sıkıntılı mıdır? Bu hususta insaflı bir kimsenin hiçbir şüphesi olmaz. İtikadında sebat sahibi olan, Allah yolunda hakkıyla cihad eden, Allah Rasulüne O'nun âyet ve mucizelerine tanıklık eden kimseler hak­kında böyle iken, ya bizim hakkımızda ne söylenebilir. [78]

 

7. Dehşet ve Fırtına Zamanlarında Deniz Yolculuğu Yapanın Hükmü:

 

İlim adamlarımız korkulu ve fırtınalı zamanlarında denizde yolculuk ya­pan kişinin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Acaba böyle bir kim­se sağlıklı kişi hükmünde midir, yoksa hamile kadın hükmünde midir? İbnü'I-Kasım der .ki: Böyle bir kimsenin hükmü sağlıklı kimsenin hükmü gibidir.

İbn Vehb ile Eşheb İse, böyle bir kimse hamileliği üzerinden altı ay geç­miş hamile kadın hükmündedir, Kadı Ebu Muhammed de der ki: İbn Vehb . ile Eşheb'in görüşleri kıyasa daha uygundur. Çünkü tıpkı hamilenin yükünün ağırlaşması gibi böyle bir halde de deniz yolculuğu insanın hayatı açısından tehlikeli bir haldir.

İbnü'l-Arabî de şöyle demektedir: İbnü'l-Kasım deniz yolculuğu yapma­dı. O, hatta denizde su üstünde birşey bile görmüş değildir. Şanı yüce Allah'ın biricik fail olduğunu, O'nunla birlikte hiçbir failin bulunmadığını kesinlikle bilip inanmak İsteyen, sebeplerin güçsüz olduğuna inanıp gerçek anlamda tevekkülü elde etmek, işlerini tam anlamıyla Allah'a havale etmek noktası­na gelmek isteyen, denizde yolculuk yapsın. [79]

 

191. Kendileri yaratılmış oldukları halde hiçbir şey yaratmaya kudreti olmayanları mı eş koşuyorlar?

192. Halbuki bunlar, kendilerine hiçbir şekilde yardım edemeyecek­leri gibi kendi kendilerine bile yardım edemezler.

"Kendileri yaratılmış oldukları halde" yani, putların kendileri Allah ta­rafından yaratılmışken "hiçbir şey yaratmaya kudreti olmayanları mı eş koşuyorlar?" Hiçbir şey yaratamayan şeylere mi tapıyorlar?

Burada putlar hakkında (akıllı varlıklar için kullanılan çoğul şekli olan) "vav" ve "nun" ile çoğul yapılarak; Yaratılmış oldukları halde" diye kullanılması onlara tapınanlann, putların fayda ya da zarar verebilecek­lerine inanmalarından Ötürüdür. Böylelikle putlar da insanlar gibi kabul edilmektedir. Nitekim yüce Allah'ın:

Ve hepsi de- bir yörün­gede yüzerler" (Yasin, 3Ğ/40) buyruğu ile;" Ey karın­calar yuvalarınıza girin" (en-Neml, 27/18) buyrukları da bu şekildedir.

"Halbuki bunlar" yani putlar "kendilerine hiçbir şekilde yardım ede­meyecekleri gibi, kendi kendilerine bile yardım edemezler." Yani putlar ne başkalarına yardım edebilirler, ne de kendileri adına başkalarından inti­kam alabilirler. [80]

 

193- Siz bunları doğru yola çağırsamz size uymazlar. Onları çağır-sanız da susmuş olsaoıı da size karşı birdir.

Yüce Allah'ın: "Siz bunları doğru yola çağırsanız size uymazlar" buyru­ğu ile ilgili olarak el-Ahfeş şunları söylemektedir: Yani siz, putları doğru yo­la, hidayete çağıracak olsanız onlar size uymazlar.

"Onları çağırsanız da, susmuş olsanız da size karşı birdir" buyruğu ile ilgili oiarak Ahmed b. Yalıya şöyle demektedir: Bu buyruğun böyle gelme­si âyet sonu oluşundan dolayıdır. Yani, yüce Allah'ın: "Susmuş ol­sanız da" diye buyurup (aynı manada olmakla birlikte) bunun yerine: dememiş olmasını kastetmektedir. Çünkü Sibeveyh'e göre bu iki kelime aynı anlama gelmektedir.

Şöyle de açıklanmıştır: Âyet-i kerimeden maksat, yüce Allah'ın ilminde iman etmeyecekleri ezelden beri takdir edilmiş olanlardır. Burada; "Si­ze uymazlar" kelimesi hem ("te" harfi) şeddeli hem de şeddesiz olarak okunmuştur, aynı anlama gelen İki ayrı söyleyiştir.

Kimi dilciler ise şeddesiz olarak; kelimesi, arkasından gittiği halde ona yetişmedi, anlamındadır; şeddeli olarak; ise, arkasından gidip ona yetişmesini anlatmak için kullanılır demişlerdir. [81]

 

194. Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, şüphesiz sizin gibi kullardır. Şayet doğru iseniz haydi onları çağırın da'size karşılık versin­ler.

195. Onların kendileriyle yürüyecekleri ayakları mı var? Yoksa kendileriyle tuttukları elleri mi var? Yoksa kendileriyle gördük­leri gözleri mi, yahut kendileriyle işittikleri kulakları mı var? De ki: "Ortaklarınızı çağırın, sonra hana tuzak kurun ve hana göz açtırmayın.

196. Şüphesiz benim velim, o Kitabı indiren Allah'tır ve O salihle-ri veli edinir.

"Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, şüphesiz s i/.in gibi kullardır" buyru­ğu ile putlara ibadet hususunda onlara karşı delil getirerek tartışmaktadır.

"Taptıklarınız" anlamında olmakla birlikte, ilah diye kendileri­ni çağırdığınız diye de açıklanmıştır. Putlara "kullar" diye ad verilmesi, on­ların da Allah'ın mülkiyetinde ve O'nun emirlerine boyun eğen varlıklar ol­duklarından dolayıdır.

el-Hasen der ki: Yani, putlar da sizin gibi yaratılmışlardır. Müşrikler, put­ların fayda ve zarar verebileceklerine inandıklarından ötürü, yüce Allah, o putlan'da onların kanaatleri doğrultusunda insan farzederek: "Haydi onla­rı çağırın" diye buyurmakta ve putlar hakkında kullanılması gereken dişi za­mir değil de erkekler için kullanılan zamiri kullanmaktadır. Ayrıca onlar hak­kında "kullar" tabirini kullandığı gibi " Şüphesiz... lar" diye erkek­ler için kullanılan ism-i mevsulu kullanmış, dişiler için öngörülen; ism-i mevsûlunu kullanmamıştır, "Onları çağırın" buyruğu ise, haydi onlar­dan fayda verip zarar sağlamalarını isteyin, demektir.

"Şayet doğru iseniz... size karşılık versinler." Putlara ibadetin fayda ve­receği hususundaki iddianızda doğru iseniz, sizin İsteklerinizi kabul etsinler. İbn Abbas der ki: "Onları çağırın" ifadesi, onlara ibadet edin anlamındadır.

Daha sonra yüce AHah, onlau azarlayarak ve akıllarının bayağılığını or­taya koyarak şöyle buyurmaktadır: "Onların kendileriyle yürüyecekleri ayakları mı var? Yoksa kendileriyle tuttukları elleri mi var? Yoksa kendi­leriyle gördükleri gözleri mi, yahut kendileriyle işittikleri kulakları mı var..." Yani siz onlardan daha üstün olduğunuz halde nasıl olur da onlara iba­det ediyorsunuz? Bu ifadeden maksat onların cahilliklerini açığa vurmaktır. Çünkü mabud, azalara sahip olmakla vasfedilir. Said b. Cübeyr " Allah'ı bırakıp da taptıklarınız şüphe­siz sizin gibi kullardır" buyruğunu " Allah'ı bırakıp taptıklarınız ancak sizin gibi kullardır" şeklinde; 'ın hemzesini esreli olarak -iki sakinin yanyana gelişinden dolayı- şeklinde, buna karşılık " Kullar" kelimesini tenvin ile; "sizin gibi" kelimesini de nasb ile okumuştur. Bu okuyuşa göre buyruğun anlamı şöyle olur: Allah'tan baş­ka kendilerine dua ettiğiniz putlar ancak sizin gibi kullardır. Yani onlar, taş ve keresteden ibarettir. Ve siz böyle yapmakla kendisinden daha üstün ol­duğunuz şeylere ibadet etmektesiniz.

en-Nehhâs der kî: Ancak bu, şu üç sebepten dolayı okunmaması gereken bir kıraattir:

1- Evvela çok büyük çoğunluğun kıraatine muhaliftir.

2- Sibeveyh, edatı gayet olumsuzluk edatının anlamı veriyor ise, haberini ref ile okumayı tercih eder ve şöyle der: Zeyd gitmi­yor" Çünkü; 'in ameli zayıftır. da onun anlamında (olumsuzluk ifa­de eden) bir edattır. O takdirde ondan daha zayıf olur.

3- el-Kisaî, (oj)'ın Arap dilinde ondan sonra olumlu bir İfade olmadıkça; olumsuz edatı anlamında lıemen hemen kullanılmadığını ileri sürmüş­tür. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kâfir­ler ancak bir aldanış içerisindedirler." (el-Mülk, 67/20)

"da size karşılık versinler" buyruğunda aslolan ("fe" har-fındert sonra gelen) "lam" harfinin esreli gelmesidir. Ancak ağırlığı dolayısıy­la esre hazfedilmiştir. Diğer taraftan ifadede de bir hazf olduğu söylenmiş­tir. Yani, eğer siz onların ilah oldukları hususundaki iddianızda doğru söy­leyen kimseler İseniz, sizin isteklerinize uyuncaya kadar haydi onlara dua edin, onlar da sizin isteklerinizi kabul etsinler,

Ebu Cafer ve Şeybe "Yoksa kendileriyle tuttukları elle­ri mi var" buyruğundaki "ti" harfini (esreli değil de) ötreli okumuşlardır. Bu da bir şivedir. Et, ayak ve kulak ise, raüennes kelimelerdir ve bunların küçült­me isimleri sonlarına "he" (yuvarlak "te") getirilerek yaptlır. Ancak; "El" kelimesinde küçültme ismi yapılırken bir "ya" ilave edilir, aslına döndürüle­rek iki "ya" da bir araya geldiğinden dolayı şeddeli olarak; "elceğiz" de­nilir.

Yüce Allah'ın: "De ki: Ortaklarınızı" yani putlarındı "çağırın. Sonra ba­na" siz ve o putlar bir arada "tuzak kurun ve bana göz açtırmayın" yani be­ni hiç sonraya bırakmayın, ertelemeyin.

"Bana tuzak kurun" kelimesinin aslı şeklindedir. "Nun" lıarfindeki esre, "ya" harfine delâlet ettiğinden dolayı hazfedilmiştir. " Ve bana göz açtırmayın" kelimesi de aynı şekildedir.

Tuzak" diye meali verilen "keyd" kelimesi hile anlamına geldiği gibi sa­vaş anlamına da gelir. Mesela; "Gazaya çıktı ama savaşmadı," denilir.

"Şüphesiz benim velim o Kitabı İndiren Allah'tır." Yani, bana yardım et­meyi, beni korumayı üzerine alan gerçek dostum Allah'tır. Birşeyin velisi, onu koruyan, ona gelecek zararı önleyen kimse demektir. "Kİtap"dan kasıt ise Kur'an-ı Kerİm'dir.

"Ve O, salilıleri veli edinir." Yani, onları koruyan O'dur.

Müslim'in Sahih'inde Amr b. el-Âs'dan dedi ki: Ben Rasulullah (sav)'ı giz­li değil de açıktan açığa yüksek sesle şöyle buyururken dinledim: "Haberi­niz olsun ki, Ebu -filan kimseyi kastediyor- nın ailesi artık benim velilerim değildirler. Benim velim ancak Allah'tır ve salih mü'minlerdir."[82]

el-Ahfeş der ki: Şüphesiz benim velim o kita­bı indiren Allah'tır" buyruğu, Şüphesiz Allah'ın velisi o Kitabı indirendir" diye de okunmuştur ki, burada Allah'ın velisi ile kastedilen Hz. Cebrail olur. en-Nehlıâs der ki: Bu, Âsim el-Cahderî'nin kıra­atidir. Ancak birinci kıraat daha açık anlaşılan bir kıraattir. Çünkü: "Ve O, sa-lihleri veli edinir" buyruğu ondan sonra gelmektedir. [83]

 

197. Sizin O'ndan başka taptıklarınızın, size de kendilerine de yar­dım etmeye güçleri yetmez.

198. Onları hidayete çağırsanız duymazlar. Onları sana bakarken görürsün, halbuki onlar görmezler.

Yüce Allah: "Sizin O'ndan başka taptıklarınızın" İfadesinin burada tek­rarlanması, onların tapındıkları şeylerin fayda sağlayamadığını, zarar vereme­diğini açıklamak içindir.

"Onları hidayete çağırsanız" şart, "duymazlar" ise bu şartın cevabıdır. "Onları... görürsün" yeni bir cümledir. "Sana bakar" anlamındaki ifade de hal mahallindedir. Kastedilenler de putlardır.

Bakmak (en-Nazar); kendisine bakılana doğru gözleri açmaktır. Yani sen onları sana bakarmış gibi görürsün.

Bu putlar görmeyen cansızlar oldukları halde fiilin sonunda onlar İçin (akıl­lılar hakkında kullanılan) "vav" ile çoğul yapılarak haber veriliş sebebi ise, ha­berin aklı eren varlıkların yaptıkları fiillerden birisi kullanılarak zikredilişin-den dolayıdır. Şöyle de açıklanmıştır: Bu putların mücevherattan yapılmış göz­leri vardır. O bakımdan "onları sana bakar görürsün" diye buyuruImuştur.

Burada kastedilenlerin müşrikler oldukları da söylenmiştir. Onların, gör­mediklerini haber vermek suretiyle görme organlarından yararlanmadıkları­nı anlatmaktadır. [84]

 

199- Sen, af yolunu tut. Urf ile emret, cahillerden de yüzçevir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [85]

 

1. Kapsamlı Bir Âyet:

 

Bu âyet-i kerime üç kelimeden (.emirden) meydana gelmektedir. Emir ve yasaklara dair şeriatın bütün kaidelerini İhtiva etmektedîr.

Yüce Allah'ın: "Sen af yolunu tut" buyruğunun kapsamına, akrabalık bağ­larını kesenlerin bağlarını gözetmek, günah ve suç işleyenleri affetmek, mü'minlere karşı yumuşak davranmak ve buna benzer Allah'a itaat edenle­rin ahlâkını kapsar.

"Urf ile emret" buyruğunun kapsamına da akrabalık bağlarını gözetmek, helal ve haram hususunda Allah'tan korkmak, gözleri haramdan korumak, ebedilik yurduna da hazırlıklı olmak girmektedir.

"Cahillerden de yüzçevir" buyruğu ile ilme sarılma teşvik edilmekte, za­limlerden yüzçevirip bayağı kimselerle tartışma seviyesine düşmemek, cahil ve ahmakların konumuna inmemek... ve buna benzer güzel ahlak ve doğ­ru fiilleri de teşvik etmektedir.

Derim ki: Bu hususların geniş bir şekilde açıklanmaya ihtiyacı vardır. Ra-sulullah (sav) bunları Cabir b. Süleym'e topluca ifade etmiştir. Cabir b. Süleym Ebu Cüreyh der ki: Genç deveme bindim, sonra da Mekke'ye gittim. Ra-sululİah (sav)'i aradım. Mescid'in kapısında devemi çöktürdüm. Bana Rasulullah (sav')'ı gösterdiler. Üzerinde kırmızı yollu çizgileri bulunan yünden bir aba bulunduğu halde onu otururken buldum. Ey Allah'ın Rasulü selam sa­na dedim. O da: "Sana da selam" diye buyurdu.

Dedim ki: Biz çöl halkı olan bir dereceye kadar da sert ve katı bir toplu­luğuz. O bakımdan Allah'ın bana kendileri vasıtasıyla fayda sağlayacağı bir takım sözler öğret. Hz. Peygamber bana üç defa: "Yaklaş" dedi, ben de yak­laştım. Şöyle buyurdu: "Az önce söylediğini bana bir daha tekrar et." Ben de ona söylediklerimi tekrarlayınca, şöyle buyurdu:

"Allah'tan kork ve maruftan hiçbir şeyi hafif görme. Kardeşinin karşısına güler bir yüzle çıkman, kovandan su isteyenin kabına boşaltman, bir kimse sende olup olmadığını bir şeyi sözkonusu ederek, sana hakaret edecek olursa, sen ona kendisinde olduğunu bildiğin bir şeyi sözkonusu ederek ha­karet etme. Şüphesiz bundan dolayı yüce Allah senin için bir ecir, ona bir ve­bal yazacaktır. Yüce Allah'ın sana ihsan etmiş olduğu hiçbir şeye de sövme-melisin." Ebu Cureyh der ki: Nefsim elinde olana yemin olsun ki artık bun­dan sonra ne bir koyuna, ne bir deveye sövdüm. Bunu Ebu Bekr el-Bezzar Müsnedinde bu manada rivayet etmiştir.[86]

Ebu Said el-Makburî babasından, o, Ebu Hureyre'den rivayetine göre Pey­gamber (sav) buyurdu ki: "Şüphesiz mallarınızı, bütün insanlara (onları memnun etmek İçin) yetiştiremezsiniz. Ama onları güzel yüzle karşılayabi­lir ve güzel ahlakla davranabilirsiniz."[87]

İbn ez-Zübeyr der ki: Allah bu âyet-i kerimeyi ancak insanların ahlakını güzelleştirmek için bildirmiştir.

Buharı de Hişarn b. Urve'den, o, babasından, o da Abdullah b. ez-Zü-beyr'den, yüce Allah'ın: "Sen af yolunu tut, urf ile emret" buyruğu hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Allah bu âyeti ancak insanların ahlâkına dair İndirmiştir.[88]

Süfyan b. Uyeyne de eş-Şa'bî'den şöyle dediğini nakleder: Cebrail, Pey­gamber (sav)'a indi. Peygamber (sav) ona: "Bu ne ey Cebrail" diye sorunca, o da şöyle dedi: "Ben de bilmiyorum, âlime sorayım." Bir rivayette ise: "Ben de bilemiyorum, Rabbime sorayım" demiş. Bunun üzerine gidip bir sü­re sonra gelince şöyle demiş: "Şüphesiz yüce Allah sana, haksızlık edeni af­fetmeni, seni mahrum bırakana vermeni, seninle bağını koparanların bağı­nı gözetmeni emretmektedir. "[89] Şairlerden birisi de bu hususları nazım ha­linde şöyiece dile getirmektedir:

"Ahlâkın üstün değerleri üç hususta toplanır

Bunlar kimde kemale ererse işte feta (merd) odur

Mahrum bırakman gereken kimseye birşeyler vermen

Bağını kesmen gerekeni gözetmen ve haksızlık edeni de affetmen."

Cafer es-Sadık der ki: Yüce Allah Peygamberine, bu âyet-i kerimede ah­lâkın üstün değerlerine bağlanmayı emretmektedir. Kur'ân-ı Kerim'de bu âyet-i kerimeden daha çok ahlakın üstün değerlerini bir arada toplayıp ifade eden başka bir âyet-i kerime yoktur. Nitekim Hz. Peygamber de şöyle buyurmuş­tur: "Ben ancak ahlâkın üstün değerlerini tamamlamak üzere gönderil­dim."[90]  Şair de şöyle demektedir:

"Bütün durumların sona erer ve biter

Övülmen müstesna, o senin için kalmaya devam eder.

Eğer ben bütün faziletler arasından istediğimi seçmekte muhayyer bırakılsam

Ahlâkın üstün değerlerinden başkasını seçmem."

Sehl b. Abdullah der ki: Yüce Allah Tûr-i Sina'da Hz. Musa'yla konuştu, Ona, sana neyi tavsiye etti diye sorulunca, dokuz şey dedi: Gizlide ve açık­ta Allah'tan korkmak, hoşnutken de kızgınken de hak sözü söylemek, fakir­ken de zenginken de iktisadı elden bırakmamak, bir de bana benimle bağ­larını koparanı gözetmemi, beni mahrum bırakana vermemi, bana haksızlık edeni bağışlamamı emrettiği gibi, konuşmamın zikir, susmamın fikir, bakma­mın da ibret olmasını emretti.

Derim ki: Peygamberimiz Muhammed (sav) dan da şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Rabbim bana dokuz şeyi emretti: Gizlilik halinde de, baş­kalarının önünde de ilılası elden bırakmamak. Kızgınken ve hoşnutken de adaletli davranmak, zenginlik halinde de fakirlik halinde de orta yolu {ikti­sadı) elden bırakmamak, bana zulmedeni affetmemi, benimle bağlarını ko­paranı gözetmemi, beni mahrum bırakana vermemi, ayrıca konuşmamın zi­kir, susmamın fikir, bakışımın da ibret olmasını emretti."[91]

Hz. Peygamberin: "Sen af yolunu tut" buyruğundan kastedilenin zekât ol­duğu da söylenmiştir. Çünkü verilen zekât çok maldan az bir şeyi vermek­tir. Ancak böyle bir açıklamanın doğru olma ihtimali uzaktır. Çünkü "afv" ke­limesi, izi silinip kayboldu, anlamına gelen den gelmektedir. Bununla birlikte  Ondan afvi (arta kalanı) al, da denilir. Yani, onun elin-dekini eksiltme ve ona karşı müsamahalı davran demek olur. Ancak âyetin nüzul sebebi bu görüşü reddetmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah, Peygamberine, müşriklere karşı delil getirmeyi emrettikten sonra, ona ahlakın üstün değerlerini gösterdi. Çünkü bu güzel değerlere bağ­lılık, müşrikleri imana çekmeye sebep teşkil eder. Yani sen, insanlann ahlak­ları, huyları gereği yaptıkları davranışlarının kolayına gelenini kabul et, de­mektir. Mesela Hakkımı kolay ve rahat bîr şekilde aldım denilir(ken, afv kelimesi kullanılır). [92]

 

2. Urf: Maruf:

 

Yüce Allah'ın: "Urf ile emret" buyruğundaki "urf" kelimesi marufu em­ret anlamındadır. İsa b. Ömer bunu, şeklinde iki ötre ile okumuştur. Bu da bir başka söyleyiştir. Urf, maruf ve arife İse akılların beğenip kabul et­tiği, ruhların da huzur ve sükûn bulduğu bütün güzel hasletler demektir.

Şair der ki:

"Hayır işleyen onun karşılığını almaktan yana mahrum kalmaz. Maruf işlemek Allah nezdinde de insanlar arasında da boşa gitmez."

Ata; "Urf ile emret" buyruğunu, Lâ ilahe illallah'ı emret diye açıklamış­tır. [93]

 

3. Cahillerden Yüz Çevirmek:

 

Yüce Allah'ın; "Cahillerden de yüz çevir* buyruğunun anlamı şudur: Ya­ni sen, onlara karşı delilini ortaya koyup kendilerine marufu emrettiğin takdirde buna rağmen sana karşı cahillik edecek .olurlarsa, onlardan yüzçe-vir. Bu emirden maksat ise, Hz. Peygamberi onlara karşılıklı olarak cevap ye­tiştirmekten uzak tutarak (onların seviyelerine düşmekten) korumak ve onun kadrini de yükseltmek içindir. Ancak, bu buyruk her ne kadar yüce Al­lah'ın Peygamberine yönelik ise de O, bütün insanlara bir edep öğretmek­tedir.

İbn Zeyd ile Ata derler ki: Bu âyet-i kerime (.cihadı emreden kılıç âyetiy-le) nesh edilmiştir. Mücalıid ile Katade ise bu âyet muhkemdir demişlerdir. Sahih olan da budur. Çünkü Buhârî, Abdullah b. Abbas'tan şöyle dediğini ri­vayet eder: Uyeyne b. Hısn Huzeyfe b. Bedr (.Medine'ye gelip) kardeşinin oğ­lu el-Hurr b. Kays b. Hısn'a misafir oldu. (el-Hurr), Hz. Peygamberin yakın tuttuğu kimselerden idi. Kurra (Kur'anı okuyup bellemiş olanlar) Hz. Ömer'in akdettiği meclislerin üyeleri ve danıştığı kimseler arasında idiler. Genç ya da yaşlı olsunlar farketmezdi.  Uyeyne, kardeşinin oğluna şöyle dedi: Karde­şimin oğlu, senin bu emir nezdinde sözün geçer mi? Yanına girmek için on­dan bana bir izin koparsan. Yeğeni: Yanına girmen için ondan sana izin is­teyeceğim, deyip Uyeyne adına izin istedi. Uyeyne Hz. Ömer'in huzuruna gi­rince şöyle dedi: Ey Hattab'ın oğlu, Allah'a yemin ederim ki sen bize çok ver­miyorsun, aramızda da adaletle hükmetmiyorsun. Hz. Ömer bu işe çok kız­dı. O İcadar ki üzerine atılmak istedi. Bu sefer el-Hurr şöyle dedi: Ey Mü'min-lerin emiri, şüphesiz Allah Peygamberine: "Sen af yolunu tut, urf İle emret, cahillerden de yüzçevir" diye buyurmuştur. Şüphesiz ki bu da cahillerden­dir. Bunun üzerine Allah'a yemin ederim Ömer'e karşı bu âyeti okuduktan sonra Ömer bundan ileriye gitmedi. O, yüce Allah'ın Kitabının çizdiği hudut­ta durur, ondan ileriye geçmezdi.[94]

Derim ki: Ömer (r.a)'ın bu âyet-i kerimenin hükmüne boyun eğmesi, ei-Hurr'un da bu âyet-i kerimeyi delil göstermesi, âyetin mensulı olmayıp muhkem olduğuna delalet etmektedir. Aynı şekilde el-Hasen b. Ali b. Ebi Ta-lib (r.a) da İleride açıklayacağınız hususa (el-Â'râf, 7/201. âyet, 2. başlıkta) bu âyet-i kerimeyi delil göstermiştir. Bununla birlikte yöneticiye karşı katı dav­ranış eğer kasti yapılır ve onun hakkı olan şeyleri hafife almak kastıyla ya­pılacak olursa, bu şekilde davrananı tazir etme hakkı vardır. Şayet başka bir sebepten dolayı olursa adaletli halifenin yaptığı gibi, cezalandırmaktan yüz-çevirmek, affedip bağışlamak gerekir. [95]

 

200. Sana şeytandan bir vesvese gelirse hemen Allah'a sığın. Çün­kü O, herşeyi İşitendir, en iyi bilendir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[96]

 

1. Şeytanın Vesveselerine Karşı Allah'a Sığınmak:

 

Yyce Allah'ın: "Sen af yolunu tut" buyruğu nazil olunca, Hz, Peygamber: "Nasıl olur Rabbim ya gazab (kızgınlık)" diye sordu. Bunun üzerine; "Sana şeytandan bir vesvese gelirse..." âyeti nazil oldu.

Sana bir vesvese gelirse..."; buyruğunda sözü geçen: Şeytanın vesveseleri demektir. Bu kelime şekillerinde (aynı anlamda) kullanılır. Kışkırtıcılardan sakın, denilir. ez-Zeccâc der ki: en küçük harekete denir. Şeytandan gelen en kü­çük vesveseye de bu ad verilir.

Said b. el-Müseyyeb der ki: Ben, Osman ve Ali'ye tanık oldum. İkisinin de arasında şeytandan gelen bir vesvese baş göstermişti. Onlardan biri diğe­rine (söylemedik) birşey bırakmadı. Aradan fazla zaman geçmeden herbiri diğerine mağfiret diledi.

"Sana bir vesvese gelirse" yani, kızgınlık halinde helal olmayan bir şeye dair sana bir vesvese gelecek yahut arız olacak, isabet edecek olursa, "hemen Allah'a sığın." Yani, bu işten kurtuluşu Allah'tan iste. Şanı yüce Allah, vesveseyi kendisine sığınmak ve lıimayesini istemek suretiyle ber­taraf etmeyi emretmektedir. En yüce örnek Allah'ındır. Çünkü, köpeklerden ancak köpeklerin Rabbine sığınılır.

Seleften birisinin öğrencisine şöyle dediği nakledilir: Şeytan sana kötülük­leri güzel gösterdiği ve onları işlemeye teşvik ettiği vakit ne yaparsın? O, ben de ona karşı direnirim, dedi. Peki bir daha gelirse? Öğrencisi yine ona kar­şı direnirim deyince, hocası ya bir daha gelirse, Öğrencisi yine: Ona karşı di­renirim, dedi. Bu sefer hocası bu iş böylece uzayıp gider, diye cevap verdi. Şimdi bana söyle eğer bir sürü koyunun yanından geçersen onların koruyu­cusu olan köpek sana havlayacak ve yoldan geçmeni engelleyecek olursa ne yaparsın? Öğrencisi: Ona karşı direnir, gücüm yettiğince onu geri çevirme­ye gayret ederim. Hocası: Bu iş uzun sürer. Bunun yerine sen, o koyunların sahibinin yardımını iste, o köpeği senden uzaklaştırsın, dedi. [97]

 

2. Şeytanın Çeşitli Vesveseleri ve Bunlara Karşı Alınacak Tedbîrler:

 

kelimelerinin hepsi aynı anlamı vermekte (ve "vesvese" anlamına gelmekte) dir. Nitekim Yüce Allah (bu kelimeler ile ay­nı anlamı kastederek) şöyle buyurmaktadır:" Ve de ki: Rabbim, şeytanların vesveselerinden sana sığınırım" (el-Mu'minûn, 23/97); Vesvese veren o sinsi şeytanın şerrinden..." (en-Nas, 114/4) '

'ın asıl anlamı, fesat çıkartmaktır. Mesela; Aramızda fesat çıkardı, fesat soktu denilir.

Yüce Allah'ın: "Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra..." (Yusuf, 12/100) yani, fesat çıkardıktan sonra... demektir. Bu kelimenin azdırmak ve kışkırtmak anlamına geldiği de söylen­miştir, bununla birlikte ifade edilen anlamlar birbirine yakındır.

Derim ki: Bu âyetin bir benzeri de Müslim'in Sahih'inde Ebu Hurey-re'den yer alan şu rivayettir: Ebu Hureyre dedi ki: Rasulullalı (sav) şöyle bu­yurdu: "Şeytan sizden herhangi bir kimseye gelir ve ona: Şunu şunu kim ya­rattı diye vesvese verir. Nihayet ona: Rabbini kim yarattı? diye vesvese ve­rir. Bu noktaya ulaştı mı kişi Allah'a sığınsın (ıstiâze) ve bu işten kendisini uzak tutsun."[98]

Yine Müslim'de Abdullah b. Mes'ud'tan şöyle dediği nakledilmektedir: Pey­gamber (sav)'a vesveseye dair soru sorulunca o da: "İşte katıksız iman odur" diye cevap vermiştir.[99] Ebu Hureyre yoluyla gelen hadiste de şöyle de­nilmektedir: "İşte bu sarih (halis) imanın kendisidir."[100]

"Sarih" halis ve katıksız demektir. Ancak bunu zahiri üzere bilmemek ge­rekir. Zira, bizatihi vesvesenin imanın kendisi olması doğru olamaz. Çünkü iman bir yakındır. Burada işaret ancak ve ancak onların kalplerinde hisset­tikleri, içlerinden geçenler dolayısıyla Allah'ın kendilerini cezalandıraca­ğından dolayı duydukları korkudur. Adeta onların bundan dolayı korkmala­rı katıksız ve halis iman gibi ifade edilmiştir. Buna sebep ise imanlarının sıh­hati ve bu vesvesenin bozuk bir şey olduğunu bilmeleridir. O bakımdan Hz. Peygamberin vesveseye iman adını vermesi, o vesveseyi önleyip, ondan yüz-çevirip reddedip kabul etmemenin, bundan dolayı tedirgin olmanın imandan sadır oluşu dolayısıyladır.

Hz. Peygamberin istiâzeyi emretmesine gelince, bu vesveselerin şeytanın etkisiyle meydana gelişinden dolayıdır. Bundan vazgeçme emri, bu vesve­seye meyledip ona iltifat etmekten vazgeçmek demektir. İmanı sahih olup Rabbinin ve peygamberinin kendisine emrettiği şeyleri yerine getiren kim­se bu emirlerden fayda görür, Allah da ona fayda sağlar. İçinden şüphenin geçtiği ve bu duyduğu şüphenin etkisi altında kalan, ondan sıynlamayan kim­seye karşı şüphesiz aklî delili açıkça ortaya koymak kaçınılmaz bir şeydir. Nitekim Peygamber (sav) da uyuz olmuş develerin (başkalarının da bu-laştırabilme) şüphesine kapılan kimseye: "Hastalığın bu şekilde sirayeti söz-konusu değiİdir" diye cevap verdiğini görüyoruz.

Bedevî, H2. Peygamber'e: Develere ne oluyor ki, kumda önceleri ceylan gibi İken, aralarına uyuz deve girdi mi onların hepsi de uyuz olur diye sorun­ca, Hz. Peygamber kendisine: "Peki, ya ilk uyuz olana o hastalığı bulaştıran kim"[101] diyerek, onun duyduğu şüpheyi kökünden söküp attı. Şeytan, Muham-med (sav)'ın ashabını kötülüğe teşvik edip saptırmaktan ümidini kesince, bu sefer bu gibi telkinlerle onları şaşırtarak vakitlerini geçirmeye kalkıştı.

Vesveseler, saçma sapan, abuk sabuk düşünceler demektir. Ashab-ı kira­mın da kalpleri onun telkin ettiği bu vesveselerden nefret edip uzaklaştı ve bu vesveselerin kalplerine gelmesi onlara büyük bir iş gibi göründüğünden dolayı sahih hadiste de belirtildiği gibi Hz. Peygambere gelerek şöyle dedi­ler: Ey Allah'ın Rasulü, şüphesiz ki bizler, içimizde bizden herhangi bir kimsenin sözlü olarak ifade etmeyi çok büyük bir iş olarak gördüğü şeyler hissediyoruz. Hz. Peygamber: "Gerçekten bunu buldunuz mu?" diye sorun­ca, onlar: Evet dediler. Bu sefer Uz. Peygamber şöyle buyurdu: "İşte bu sa­rih imandır."[102] Bu da Kur'an-ı Kerim'in şu buyruğunda ifade ettiği gibi, şeytana rağmen böyledir: "Şüphesiz Benim gerçek kullarımın üzerine senin her­hangi bir tasallutta bulunmaya gücün yoktur.' (el-İsra, 17/65)

Gelip geçen ve yer etmeyen düşünceler ile şüphe sonucu meydana gel­meyen tereddütler ise yüzçevirmekle bertaraf edilecek şeylerdendir. Bu gi­bi şeyler hakkında da vesvese tabiri kullanılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Bakara Sûresi'nin son taraflarında da (2/285-286. âyet 1. başlık ve deva­mında) bu anlamda açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun. [103]

 

201. Takva sahiplerine şeytandan bir vesvese değdiğinde iyice dü­şünürler. Bakarsın ki onlar görüp bilmişler bile.

202. Kardeşleri ise onları sapıklığa sürükler. Sonra da ellerini ya­kalarından çekmez.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [104]

 

1. Şeytanın Vesveselerine Karşı Takva:

 

Yüce Allah'ın: "Takva sahiplerine" buyruğu ile kastedilenler şirk ve rna-siyetlerden sakınıp korunan kimselerdir. "Şeytandan bir vesvese değdiğin­de" buyruğunda vesvese anlamını veren kelimeyi, Basrahlarla Mekkeliler; diye okumuşlardır. Medinelilerle Kürelilerin kıraati ise; şeklin­dedir. Said b. Cübeyr'den de "ye" harfini şeddeli olarak okuduğu rivayet edil­miştir. en-Nehhâs der ki: Arapça'da bu gibi kelimeler şeklinde şedde-siz olarak ve; 'ın mastarı olmak üzere gelir. el-Kisaî ise şöyle de­mektedir: Bu dan muhaffef (yani, şeddeli olan "ye" harfi, şeddesiz sa­kin olarak) okunmuştur. Tıpkı-, "Ölü" kelimesinde olduğu gibi.

en-Nehhas ise der ki: Sözlükte (Kalbe gelen hayal yahutta uykuda görülen (rüya) demektir. ın anlamı da budur. Ebu Hatim de der ki: Ben, el-Esmaî'ye; 'ın anlamını sordum, o: Mastar vezinleri arasında;: Fey'il vezni yoktur dedi.

en-Nehhâs der ki: Bu kelime mastar değildir. Ancak bu kelime; (tiîU.) an­lamındadır. Buna göre ifadenin anlamı şöyle olur: Masiyetlerden sakınanlara herhangi bir şey gelip değecek, kavuşacak olursa, onlar yüce Allah'ın kud­reti ve üzerlerindeki nimetleri hakkında düşünerek o masiyeti İşlemeyi ter-kederler.

kelimelerinin birbirinden ayn anlamlar ifade ettiği de söy­lenmiştir. Birincisi hayal kurmak (hayal görülmek, tahayyül) anlamındadır, ikincisi ise bizzat şeytanın kendisi demektir. Birincisi "Ha­yal görüldü, görülür" den mastardır ve bu mastardan ism-i fail kullanılmaz. es-Süheylî der ki: Çünkü böyle bir şeyin hakikati yoktur. Bu tahayyül (yeni hayal kurmak) dır. Yüce Allah'ın: "Hemen onu Rabbin katından dolaşan bir belâ sardı da..." (el-Kalem, 68/19) buyruğunda "dolaşan" anlamını veren; kelimesinin maştan ise diye kullanılmaz. Çünkü bu, gerçek an­lamıyla bir ism-i faildir. Bunun Cebrail olduğu da söylenmiştir.

ez-Zeccâc der ki: -İnsan tarafından yapılan fiile işaret etmek üzere-Ben onların etrafını dolaştım, dolaşırım denilir. Buna karşı­lık -hayal gibi manevi şeyler hakkında ise-: Hayal dolaştı, dolaşır denilir. Şair Hassan (b. Sabit) der ki:

"Sen bunu bırak da bana söyle yatsı vakti geçti mi, Benî uykusuz bırakan bir hayalin hakkından tim gelir?"

Mücahid der ki: Kızgınlık demektir. Delilik, kızgınlık (gazap) ve vesveseye de "tayf" denilir. Çünkü bütün buniar hayalin kalpten gelip geç­mesi gibi şeytanın kalbe bıraktığı etki ve vesveseler kabilindendir,

"Bakarsın ki onlar görüp bilmişler bile" yani, o kötülüğü işlemekten vaz­geçmişler bile. Onlar, artık basiret sahibi olurlar, diye de açıklanmıştır. Said b. Cübeyr, "iyice düşünürler* anlamındaki kelimenin "zel" harfini şeddeli olarak; diye okumuş ise de Arapçada bunun açıklanabilir bir tarafı yoktur. Bu hususu en-Nehhâs nakletmektedir. [105]

 

2. Cahillerden Yüzçevirmeye Örnek:

 

İsam b. el-Mustalık der ki: Medine'ye girdim, el-Hasen b. Ali'yi (ikisine de selam olsun) gördüm. Onun güzel görünüşü, ağırbaşlılık ve vakarı beni hayrete düşürdü, hoşuma gitti. Ancak onun bu durumu, daha önce babası­na karşı gizlemiş olduğu kinden dolayı kıskançlığımı alevlendirdi. Sen Ebu Talib'in oğlu (torunu) musun diye sordum, evet deyince, ona ve babasına ala­bildiğine sövüp saydım. Bana oldukça şefkatli ve acıyan bir şekilde baktı, sonra; Euzubillahi mineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim, deyip: "Sen af yolunu tut. Urf İle emret. Cahillerden yüzçevir... bakarsınki onlar görüp bilmişler bile" buyruklarını okudu, sonra bana şöyle dedi: Yavaş ol. Benim için de kendin için de Allah'tan mağfiret dile. Çünkü sen bizden yardım di­leyecek olsan biz sana yardımcı oluruz. Bizim seni misafir edip ağırlamanı istesen, seni ağırlarız. Bizden doğru yolu göstermemizi istesen biz de sana doğruyu gösteririz. İşlediğim kusurlar dolayısıyla pişmanlık duyduğumu yüzümden anlayınca şöyle dedi: "Bugün size serzeniş yoktur. Allah size mağfiret buyursun. 0, merhamet edenlerin en merhametlisidir." (Yusuf, 12/92). Sen, Şam halkından mısın diye sorunca, ben evet dedim. Bunun üze­rine o da (şu mısra ile) cevap verdi:

"Bu benim Ahzem' den beri bilip tanıdığım bir alışkanlıktır

Hoş geldin sefalar getirdin. Allah sana afiyet versin, sana güç ve kuvvet versin. Hiç utanma. Ne ihtiyacın varsa bize söyle. Hatırına geleni söyle. Bi­zi düşündüğünden de daha iyi bulacaksın inşaallah.

İsam dedi ki: Bunun üzerine yer bütün genişliğine rağmen bana dar gel­di. Keşke yer yarılsaydı da içine girsem, diye temennide bulundum. Sonra da başkalarının arkasına saklanarak sıvışıp gittiğimde yeryüzünde ondan ve babasından daha çok sevdiğim kimse kalmamıştı.

"Kardeşleri ise onları sapıklığa sürükler, sonra da ellerini yakaların­dan çekmezler'* buyruğunun şu anlamda olduğu söylenmiştir: Şeytanların kar­deşleri, insanların sapıkları arasında bulunan günankâr kimselerdir. Şeytan­lar bunları sapıklık ve azgınlık içerisinde alabildiğine uzaklara götürürler. Şöy­le de açıklanmıştır: Günahkârlara "şeytanın kardeşleri" denmesinin sebebi, onların telkinlerini kabul etmelerinden dolayıdır. Bundan önceki âyet-i ke­rimede de şeytandan söz edilmişti.

Bu hususta yapılan en güzel açıklama budur. Bu, Katade, el-Hasen ve ed-Dahhâk'ın görüşüdür.

"Ellerini yakalarından çekmezler" buyruğu ise, tevbe etmez­ler, geri dönmezler demektir. ez-Zeccâc şöyle demektedir: İfadede takdim ve tehir vardır. Buyruğun anlamı şöyledir: Sizin Allah'tan başka dua edip çağır­dıklarınız size herhangi bir şekilde yardımcı olamazlar. Kendilerine de yar­dım edemezler. Onların kardeşleri ise, onlara sapıklıkta yardtm ederler. Çünkü kâfirler şeytanların kardeşleridir. Âyetin anlamı da şöyledir; Mü'mtn bir kimseye şeytandan herhangi bir vesvese gelip dokunacak olursa, o da ara­dan fazla zaman geçmeden uyanır, kendisine gelir. Müşrikleri ise şeytanlar sapıklıkta alabildiğine uzaklara götürürler.

"Ellerini yakalarından çekmezler" anlamındaki fiildeki zamirin her iki görüşe göre de kâfirlere raci olduğu söylendiği gibi, şeytana raci olması da mümkündür, denilmiştir. Katade der ki: Yani, sonra da onlan bırakmazlar, on­lara hiçbir şekilde acımazlar.

Vazgeçmek; bir şeyi terketmek, onu bırakmak anlamındadır. Ya­ni şeytanlar, kâfirleri sapıklık içerisinde uzun uzadıya bırakmaktan bir tür­lü ellerini geri çekmezler, vazgeçmezler.

Yüce Allah'ın: "Sapıklığa" buyruğunun," Onları... sü­rükler" buyruğuna muttasıl olması mümkün olduğu gibi, "kardeşler" anla­mındaki buyruk ile ilişkili olması da mümkündür.[106]

Ğayy (mealde sapıklık) ise, cehalet ve bilgisizlik demektir.

Nafi', "ya." harfini ötreli, "mim" harfini de esreli olarak; diye oku­muştur. Diğerleri ise, "ya" harfini üstün, "mim" harfini de ötreli okumuşlar­dır. Bu iki okuyuş; dan iki ayn söyleyiştir. Ancak bunun hemzesiz kul­lanılışı ise daha çoktur. Bu açıklamayı Mekkî yapmıştır.

en-Nehlıâs der ki: Arapça bilginlerinden bîr topluluk Medinelilerin kıra­atini kabul etmezler. Bunlardan birisi de Ebu Hatim ile Ebu Ubeyd'dir. Ebu Hatim der ki: Ben bunun açıklanabilir bir tarafı olduğunu bilmiyorum. An­cak ifadenin; onların sapıklıklarını artırırım anlamında olması hali müstesna. Aralarında Ebu Ubeyd'in de bulunduğu dil bilginlerinden bir topluluğun nak­lettiğine göre bir şey, bir başka şeyi kendisi ile çoğaltacak olursa bu fiil hem­zesiz kutlanılır. Kendisinden başkası vasıtasıyla çoğaltacak olursa, o takdir­de hemzeii olarak kullanılır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda görüldüğü gibi: "Rabbiniz nişanlı beşbin melek ile si­ze yardım gönderecektir." (Âl-i İmran, 3/125)

Muhammed b. Yezid'den ise, Medinelilerin kıraatine delil göstermek üzere şöyle dediği nakledilmektedir: O şeyi ben ona süslü gösterdim ve o işi yapmaya onu davet ettim, denilir. Buna karşılık; İse, bu hususta ona görüşümle yahut başka bir yolla yardımcı oldum, demektir.

Mekkî der ki: Ancak tercih edilen kıraat (bu âyet-i kerimede) baştaki "ye" harfinin üstün okunuşudur. Çünkü; Yardım ettim, fiili kötü şeyler hak­kında Yardım ettim, şekli ise hayırlı şeyler hakkında kullanılır. Ni­tekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Ve onları az­gınlıklarında serserice dolaşmalarına mühlet verir." (el-Bakara, 2/15)

İşte bu, bu kelimenin "ya" harfinin üstün ile okunuşunun daha kuvvetli olduğuna delalet etmektedir. Çünkü buradaki yardım (sürükleme) kötülük­tedir. "Gay" ise, kötülüğün kendisidir. Zira cemaat (büyük çoğunluk) bunu böyle kabul etmektedir.

Âsim el-Cahderî ise âyetin bu bölümünü; şeklinde okumuş­tur. İsa b. Ömer "ellerini yakalarından çekmezler" anlamındaki fiili de; şeklinde "ya" harfi üstün ve "sad" harfi ötreli, "kaf" harfini de sa­kin olarak okurken, diğerleri onun aksine; diye okurlar ki, bu da iki ayrı söyleyiştir. Şair İmriu'1-Kays der ki:

"Önceleri geri çekilmişken daha sonra sana karşı şevkim yükseldi." [107]

 

203. Onlara bir âyet getirmezsen: "Kendin onu uyduruverseydin ya" derler. De kis "Ancak Hatibimden bana vahyolunana uyarım. Bu, Rabbinizden gelen, gözleri açan belgelerdir. îman eden bir top­luluk için hidayet ve rahmettir."

"Onlara" kendilerine karşı okuyacağın "bir âyet getirmezsen kendin onu uyduruverseydin ya" buyruğundaki;

... şeydin ya" edatı, anlamın­dadır. Bu anlamda ise ondan hemen sonra ya zahiren, ya da takdiri olarak bir fitlin gelmesi gerekir. Bu hususta yeterli açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (.2/118. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Onu uyduruverseydin" yani, kendiliğinden uydursaydın.

Bu âyet-i kerime ile onlara âyetlerin yüce Allah nezdinden geldiğini bil­dirmektedir, O, onlara ancak Allah'ın kendisine İndirdiklerini okuduğunu ifa­de etmektedir. Aynı kökten gelen fiil; şeklînde; kişi kendi zih­ninde uydurup irticalen yaptığı konuşma hakkında kullanılır.

"De ki: Ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım" yani ben, Allah nezdinden bana vahyolunana uyarım. Kendiliğimden uydurduğum şeylere de­ğil-

"Bu, Rabbinİzden gelen gözleri açan belgelerdir." Maksat, Kur'an-ı Ke­rimdir. "Besâİr" kelimesi ise, basiretin çoğulu demek olup delâlet ve ibret de­mektir. Yani, benim sizi kendisi vasıtasıyla yüce Allah'ın yoluna ilettiğim bu Kitap, bir çok basiretler ihtiva eden bir Kitaptır. Yani, onun vasıtası ile göz­ler açılır, gerçekler görülür.

ez-Zeccâc, Mbesâir"in yollar anlamına geldiğini söylemiştir. Besâir dinin yol­lan demektir. el-Cu'fî der ki:

"Onlar basiretleri omuzları üstünde geri gittiler (yani, babalarının intikamını alamadılar).

Benim basiretim ise, hızla koşan ve oldukça güçlü atlar koşturup getirmektedir. (Yani ben intikamımı aldım.)*

"Hidayet" doğruluk ve açıklama demektir; "ve rahmettir" ve nimettir, an­lamındadır. [108]

 

204. Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki merhamet olunasmız.

Bu buyruğa dair açıklamalarımız! iki başlık halinde[109] sunacağız: [110]

 

1. Ayetin Nüzul Sebebi ve Namazda Okunan Kur'ân'ı Dinlemek:

 

Yüce Allah'ın: "Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun..."

buyruğu ile ilgili olarak şöyle denmiştir: Bu buyruk namaz hakkında nazil ol­muştur. İbn Mes'ud, Ebu Hureyre, Cabir, ez-Zührî, Ubeydullah b. Umeyr, Ata b. Ebi.Rebah ve Said b. el-Müseyyeb'den bu görüş rivayet edilmiştir. Said der ki: Peygamber (sav) -Mekke'de iken- namaz kıldığı sırada müşrikler onun ya­nına gelir, biri diğerine şöyle derdi: "Bu Kur'ân'ı dinlemeyin ve hemen siz, o okunurken anlamsız sözler söyleyin..." (Fussiiet, 41/26) derlerdi. Bunun üze­rine yüce Allah onlara cevap olmak üzere: "Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun" âyetini indirdi.

Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerime hutbeyi dinlemek hakkında nazil olmuştur. Bu görüşü de Said b. Cübeyr, Mücahid, Ata, Amr b. Dinar, Zeyd b. Eşlem, el-Kasım b. Muhaymere, Müslim b. Yesar, Şehr b. Havşeb ve Abdul­lah b. el-Mübarek ifade etmişlerdir, Ancak bu görüş zayıftır. Çünkü hutbe­de okunan Kur'an-ı Kerim miktarı azdır. Ve hutbenin tamamının dinlenme­si icabeder. Bunu da İbnü'i-Arabî ifade etmiştir. en-Nekkâş der ki: Âyet-i ke­rime Mekke'de inmiştir, Mekke'de ise ne hutbe vardı, ne de Cuma namazı.

Taberî de yine Said b. Cübeyr'den gelen rivayete göre bu âyet-i kerime Kurban bayramı, Ramazan bayramı ve Cuma günü (hutbelerini) dinlemek ile imamın açıktan Kur'an okuduğu namazların dinlenmesi hakkındadır, o hal­de bu buyruk umumidir. Sahih olan da budur. Çünkü bu açıklama gerek bu âyet-i kerimenin, gerek onun dışında sünnet-i seniyyenin dinlemeyi vacip kıl­dığı bütün hususları bir arada toplamaktadır.

en-Nekkâş der ki: Tefsir alimleri buradaki dinlemenin farz olan ve olma­yan bütün namazlarda olduğunu kma ile kabul etmişlerdir.

en-Nehhâs da şöyle demektedir: Dil bakımından bu dinlemenin her hu­susta olması gerekir. Ancak, bu hususta tahsis olduğuna dair herhangi bir de­lilin bulunması müstesnadır.

ez-Zeccâc ise şöyle demektedir: Yüce Allah'ın; "Onu dinleyin ve su­sun" buyruğunun gereğince amel edin ve onun hükümlerini aşmayın anla­mına gelmesi de mümkündür. Çünkü susmak (insât), dinlemek üzere susmak, kulak kabartmak ve gereken saygıyı göstermek demektir. Bu fiil; şeklinde kullanılabildiği gibi, -hemze ziyadesi sözkonusu ol­maksızın- şeklinde de kullanılır. Şair der ki:

"tmam dedi ki: Efendimizin emrini yerine getirmeye bakın

Biz de onun dediği gibi artık muhalefet etmedik ve susup dinledik,"

Susup onu dinlediler, şeklinde kullanılır. Şair de der ki:

Hazamî konuştu mu susup onu dinleyin Çünkü söz diye Hazamı'nin dediğine denir,*

Bazıları da yüce Allah'ın: "Onu dinleyin ve susun" buyruğu hakkında şöy­le demişlerdir: Bu buyruk Rasulullah (sav)'a has idi. Tâ ki onun ashabı söy­lediklerini iyice anlayabilsinlcr.

Derim ki: Bunun böyle olma ihtimali uzaktır, sahih olan buyruğun umu­mi olduğu görüşüdür. Çünkü: "...ki merhamet olunasıniz" diye buyurulmak-tadır. Ayrıca tahsis için bir delile de ihtiyaç vardır, Abdulcebbar b. Ahmed, "Fevâidu'l-Kur'ân* adlı eserinde şöyle demektedir: Müşrikler yüce Allah'ın da durumları hakkında bize bildirdiği gibi, inat olsun diye işi yokuşa sürmek kastıyla çokça gürültü ve patırtı çıkartıyorlardı: "O kâfirler dediler ki: Bu Kur'ân't dinlemeyin ve kemen o Kur'ân okunurken siz anlamsız sözler söy­leyin, belki böylelikle galip gelirsiniz." (Fussilet, 41/26)

Bunun üzerine yüce Allah da müslümanlara, vahyin eda edilmesi esna­sında müşriklerin bu halinin tam aksine olmalarını ve Kur'ân'ı dinlemeleri­ni emretmektedir. Bir başka yerde de cinleri methederken şöyle buyurmak­tadır: "Hatırla ki cinlerden bir taifeyi Kur'ân'ı işitsinler diye sana doğru yö­neltmiştik" (el-Ahkaf, 46/29),

Muhammed b. el-Kâ'b el-Kurazî de der ki: Rasulullah (sav) namazda Kur'ân okuduğu sırada arkasında namaz kılanlar ona karşılık veriyorlardı. Ken­disi bismillahirrahmanirrahim dedi mi, onlar da onun gibi tekrarlıyorlar, Fatîha'yı ve arkasından zamm-ı sûreyi bitinceye kadar böyle yapıyorlardı. Bu durum yüce Allah'ın kalmasını dilediği kadar bir süre böylece kaldı. Daha son­ra da: "Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, merhamet ohınasınız" âyeti nazil olunca, onlar da susup dinlediler. İşte bu da "insafın yani susup dinlemenin, daha önceden yaptıkları şekilde Rasulullah (sav)'a yüksek sesle karşılık vermeyi terketmek ve böylece dinlemek anlamına gel­diğini göstermektedir.

Katade, bu âyet-i kerime hakkında şöyle demektedir: Ashab namaz kılar­ken onlardan birileri gelir ve kaç rekat kıldınız, kaç rekat kaldı, diye sorar­dı. Bunun üzerine yüce Allah; "Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun..." buyruğunu indirdi.

Yine Mücahid'den nakledildiğine göre, ashab-ı kiram, önceleri namazda ihtiyaç-duyduklan hususlarda konuşuyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah'ın: "...ki, merhamet onmasınız" buyruğu nazil oldu.

Fatiha sûresi tefsiri yapılırken cemaatin, imamın arkasında Kur'ân okuma­sı ile ilgili görüş ayrılıklarına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. İleride yüce Allah'ın izniyle hutbenin hükmüne dair açıklamalar da el-Cuma Sûre­si'nde (62/9. âyetin tefsirinde) gelecektir. [111]

 

205. Rabbinİ içinden, yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam an ve gafillerden olma!

Yüce Allah'ın: "Rabbini İçinden, yalvararak ve korkarak... an" buyru­ğunun bir benzen de: "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin" (el-A'raf, 7/55) buyruğudur. Daha önceden geçmişti.

Ebu Cafer en-Nehhâs der ki: Yüce Allah'ın: "Rabbini içinden... an" buy­ruğunun dua hakkında olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur.

Derim ki: İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre bu buyrukta geçen "an­mak (zikir)" ile namazdaki kıraati kastettiğine dair bir rivayet gelmiştir. Buyruğun anlamının: Kur'ân-ı Kerim'i üzerinde dikkatle dura dura ve düşü­nerek oku şeklinde olduğu da söylenmiştir.

"Yalvararak" kelimesi mastardır. Hal mahallinde de olabilir.

"Korkarak" ise ona atfedilmiştir. " Korku" kelimesinin çoğulu İse şeklinde gelir, çünkü bu da; "Korkmak, korku" anlamın­dadır. Bu açıklamayı en-Nelıhâs zikretmiştir. 'ın aslı ise dır. Bur­ada önceki harf esreli olduğu İçin "ye" harfi "vav"a dönüştürülmüştür. Mazi ve muzari çekimleri ile mastarları da şeklinde gelir. Müfred ism-i faili, şeklinde, çoğulu aslına uygun olarak; şeklinde gelmekle birlikte; şeklinde de telaffuz edilir. el-Ferra'nın da naklettiğine göre ise, yine 'in çoğulu şeklinde de gelir. el-Cev-herî ise der ki: ile aynı şeydir. Çoğulu ise diye gelir ve bunun aslı ("ye" harfi değil) "vav"dır.

"Yüksek olmayan bir sesle" yani, sözünü yüksekten daha aşağı bir ses­le. Bu da kendine İşittirecek kadar anlamındadır. Nitekim bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "...ikisi ortası bir yol tut," (el-İsra, 17/110) Yüksek ses­le söylemek ile gizli söylemek arasında bir yof tut, demektir. İşte bu, daha önce birden çok yerde de geçmiş olduğu gibi, yüksek sesle zikir yapmanın memnu' olduğunun delilidir.

«sabah ve aksam (.vakitlerinde)" buyruğu ile ilgili olarak Ka­ta de ve İbn Zeyd şöyle demektedir: "Akşam vakitleri" demektir. ise, sabah anlamına gelen; 'ın çoğuludur.

Ebu Miclez, şeklinde okumuştur. Bu ise, Akşam vaktine girdik" fiilinin maştandır. ise, 'ın çoğuludur. Tıpkı "Çadır İçin yere çakılan kazık, kazıklar" kelimesi gibi cem'ü'I-cem' (çoğulun çoğulu)dır. Bunun tekili ise, şeklinde olup bu, şek­linde çoğul yapılmıştır. Bu açıklamalar ez-Zeccâc'dan nakledilmiştir.

e]-Ahfeş ise derki: Akşam vakitleri kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Tıpkı "Sağ, sağlar" kelimesi gibi.

el-Ferrâ da der ki: kelimesi, "akşam vakti" anlamına gelen; kelimesinin çoğuludur. Bununla birlikte; tekil de olabilir. Şairin şu mıs­raında olduğu gibi:

"Ve akşam vakti yaklaştığında ondan daha güzeli ile de değil..."

el-Cevherî der ki: ikindiden sonra akşama kadar devam eden va­kittir. Çoğulu ise, şeklinde gelir. Bu da dan çoğul yapılmış gibidir. Şair der ki:

"Ömrüm hakkı için sen ahalisine ikramda bulunduğum evsin. Ve akşam vakitlerinde avlularında oturduğum."

Bu kelime aynı şekilde; şeklinde de çoğul yapılır. De­ve, develer gibi. Daha sonra bunun çoğul şeklini de küçültme ismi yaparak; demişler, arkasından "nün" harfini "lanı" ile ibdâl ederek;         

demişlerdir. Nâbiğa'nın şu beyiti de bu kabildendir:

"Kısacık bir akşam vakti durdum orada ve sordum ona; Bana cevap vermekte güçlük çekti, o evde de kimse yoktu."

el-Lihyanî de; "Onunla akşam vakti karşılaştım," şeklinde ifa­de kullanıldığını nakletmektedir.

"Ve gafillerden olma." Yani, Allah'ı zikretmekten yana gaflete düşenler­den olma. [112]

 

206. Şüphe yok ki Rabbin nezdindekiler O'na ibadet etmekten as­la biiyüklenmezler. O'nu teşbih ederler ve yalnız O'na secde ederler.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: [113]

 

1. Meleklerin Mevkii ve Görevleri:

 

Yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki, Rabbin nezdindekiler" buyruğu ile melek­leri kastettiği İcmâ ile kabul edilmiştir. Şanı yüce Allah her türlü mekândan münezzeh olduğu halde "Rabbin nezdindekiler" diye buyurması, melekle­rin Allah'ın rahmetine yakınlıklarından ötürüdür. Allah'ın rahmetine yakın olan herbir şey de O'nun nczdinde demektir. Bu açıklama ez-Zeccâc'dan nakle­dilmiştir.

Başkası ise şöyle demektedir: Böyle buyurması, onların Allah'tan başka hiçbir kimsenin hükmünün geçerli olmadığı bir yerde bulunmalarından do­layıdır. Onların, Allah'ın elçileri olduklarından dolayı bu tabir kullanıldığı da söylenmiştir. Nitekim: "Halife nezdinde büyük bir ordu vardır" denilmesi de bu türdendir.

Yine şöyle açıklanmıştır: Bu ifade ile meleklerin yüksek şereflerine dik­kat çekilmekte, onların oldukça üstün bir yerde bulunduktan anlatılmakta­dır. O halde bu, onların mesafe yönüyle değil de üstünlük ve şeref itibariy­le yakınlıklarını anlatan bir tabirdir.

"O'nu teşbih ederler," O'nu ta'zim ederler, hertürlü kötülük ve çirkinlik­ten tenzih ederler. "Ve yalnız O'na secde ederler." Namaz kılarlar diye açıklandığı gibi, masiyet ehlinin hilâfına, O'na zilletle boyun eğerler, diye de açıklanmıştır. [114]

 

2. Kur'ân-ı Kerim'deki Secdeler (Tilavet Secdeleri):

 

İlim adamlarının cumhuruna göre, buras^Kur'ân okuyan kimsenin secde etmesi gereken bir yerdir. Yine iiim adamları Kur'ân-ı Kerim'deki secde âyetlerinin sayısında farklı görüşlere sahiptirler. Bu hususta belirtilen en yük­sek secde sayısı onbeştir. Bunların birincisi, Â'raf Sûresi'nin son âyeti, sonun­cusu da el-Alak Sûresi'nin sonuncu âyetidir. Aynı zamanda bu, İbn Habib'in bir rivayette İbn Vehb'in ve İshak'ın da görüşüdür. İlim adamları arasında el-Hicr Sûresi'nde yer alam "Ve secde edenlerden ol" (et-Hicr, 15/98) buyruğun­da da secde olduğu görüşünde olanlar vardır. Nitekim ileride yüce Allah'ın İzniyle buna dair açıklamalar da (işaret edilen âyet 2. başlıkta.) gelecektir. Bu görüşe göre secde sayısı onaltı tane olur.

Secdelerin sayısının ondört olduğu da söylenmiştir. Bunu, kendisinden ge­len bir başka rivayette İbn Vehb söylemiştir. O, el-Hac Sûresi'ndeki ikinci sec­denin secde yeri olmadığı görüşündedir. Aynı zamanda bu rey sahiplerinin de görüşüdür, sahili olan da buranın secde yeri olmadığıdır. Çünkü, burada secdenin sabit olduğuna dair hadis sahili değildir Bunu, îbn Mace ve Ebu Davud, .Sime/ı'lerinde, Abdi Külâloğullarından Abdullah b. Muneyn'den, o, Amr b. el-As'dan rivayet ettiğine göre Rasulullah (sav) kendisine Kur'ân-ı Ke-rim'de, üçü Mufassal sûrelerde, ikisi de el-Hac Sûresi'nde olmak üzere, on-beş tane secde olduğunu okutmuştur.[115] Abdullah b. Muneyn'in rivayeti ise delil gösterilmez. Bunu Ebu Muhammed Abdulhak ifade etmiştir.

Yine Ebû Dâvûd, Ukbe b. Âmir'den naklettiği bir hadiste şöyle dediğini zikretmektedir: Ey Allah'ın Rasulü dedim, Hac Sûresi'nde iki secde mi var? O: "Evet, o secdeleri yapmayacak olan o âyetleri de okumasın."[116]

Ancak bu hadisin senedinde de Abdullah b. Lelıia vardır ki, o da olduk­ça zayıf bir ravidir.

Şafiî, el-Hac Sûresi'ndeki bu iki secdeyi kabul etmekle birlikte, Sâd Sûre­si'nde secde bulunmadığı görüşündedir.

Bir başka görüşe göre de onbir secde âyeti olduğu İfade edilmiştir. Bu gö­rüşte olanlar, el-Hac Sûresi'ndeki ikinci secde âyeti ile, Mufassal bölümün­deki üç âyetin secde âyeti olmadığı görüşündedirler. Malikî mezhebinde meş­hur olan görüş budur.

İbn Abbas İle İbn Ömer ve diğerlerinden de bu görüş rivayet edilmiştir.

İbn Mace'nİn Süne/ı'indeki rivayete göre Ebu'd-Derdâ şöyle demiş: Ben, Peygamber (sav) ile birlikte onbir tane secde yaptım ve bu secdeler arasın­da Mufassal bölümünde bir tane dahi yoktu. (Yaptığım secdeler şunlardır): el-Â'raf, er-Rad, en-Nahl, Beni İsrail (îsra), Meryem, el-Hac'da bir secde, el-Furkan, en-Neml Sûresi'nde Hz. Süleyman'dan söz eden bölüm, es-Secde Sûresi, Sad ve Hâ Mim'lerdeki Secde (Fussilet Sûresi).[117]

Secde âyetlerinin on tane olduğu da söylenmiştir. Bu görüşte olanlar, Hac Sûresi'nin ikinci secdesi ile Sad Sûresi ve Mufassal bölümdeki üç secde âyetinde secde gerekmediğini belirtmişlerdir. Bu görüş, İbn Abbas'tan nak­ledilmiştir. Bîr diğer görüşe göre bunlar dört tane secdedirler. Elif, Lârn, Mim Tenzil secdesi (Secde Sûresi), Hâ Mim tenzil (yani Fussilet) ile Necm ve Alak sûreleridir. Bu husustaki görüş ayrılığının sebebi ise, konu ile ilgili hadisle­rin ve uygulamaların naklîndekt farklılıklarda. Ayrıca, Kur'ân-ı Kerim'de mücerred secde etme emri hususundaki görüş ayrılıklarıdır: Acaba burada­ki emirden kasıt tilavet secdesini yapmak mıdır, yoksa namazda farz olan sec­de midir, şeklindeki ihtilaflardır. [118]

 

3. Tilavet Secdesinin Vücubu:

 

Tilavet secdesinin vücubu hususunda da fukahârun farklı görüşleri vardır. Malik ve Şafiî vacip değildir derken, Ebu Hanife vaciptir demiştir. O, bu gö­rüşü ileri sürerken, secde yapmaya dair verilen mutlak emrin vücup ifade et­tiği ilkesini delil kabul etmekle birlikte Hz. Peygamberin şu buyruğunu da delil göstermektedir: "Adem oğlu bîr secde (âyeti) okuyup da secde edecek olursa, şeytan ağlayarak ve: "Vay benim halime" diyerek oradan uzaklaşır." -Ebu Kureyb yoluyla gelen rivayette İse: "Vay benim halime" der:- Hz. Pey­gamber, İblis'in -Allah'ın laneti üzerine olsun- durumundan haber veren: "(İb­lis der ki:) Adem oğluna secde etmesi emrolundu, o da secde etti. Onun için cennet vardır. Ben de secde etmekle emrolundum, fakat emre uymadım. Be­nim için de ateş (cehennem) vardır"[119] buyruğunu delil göstermişlerdir. Bu hadisi de Müslim rivayet etmiştir. Diğer taraftan Peygamber (say) da secde âyetlerini okuduğu vakit secdelere dikkat ve itina gösterirdi.

Bizim ilim adamlarımız ise, Buharî'nin de rivayet ettiği Hz. Ömer'in min­ber üzerinde secde âyetini okuyup da minberden inip secde etti, onunla bir­likte cemaat de secde etti. Daha sonraki Cumada yine secde âyetini okudu, cemaat onunla birlikte secde etmek için hazırlanmışken, şöyle dedi: "Ey in­sanlar! Ağır olunuz. Allah bu secdeyi üzerimize farz olarak yazmadı. Bizim isteğimizle secde yapmamız hali müstesnadır"[120] hadisini delil gösterirler.

Bu alay Ensar ve Muhacirlerden oluşan ashab-ı kiramın (Allah hepsinden razı olsun) huzurunda cereyan etmişti. Ancak, hiçbir kimse onun bu kana­atine karşı çıkmamıştı. O halde bu hususta icmâ olduğu sabittir.

Hadis-i şerifte geçen (ve İbtis'in dediği bildirilen): "Adem oğlu secde et­mekle emrolundu..," ifadesi ise, yapılması farz olan (vacip) sucuda dair ha­ber vermekten ibarettir. Peygamber (sav)'ın secdeye devam etmesi de tila­vet secdesinin müstehab olduğuna delildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [121]

 

4. Tilavet Secdesinin Şartlan;

 

Kur'an-ı Kerim'deki tilavet secdesini yapabilmek için, namaz için de ge­rekli görülen ha desten taharet, necasetten taharet, niyet, istikbal-i kıble ve vakit gibi şartların gerekli olduğu hususunda görüş aynhğı yoktur. Ancak Bu-hârî, İbn Ömer'den taharetsiz (abdestsiz) olmadığı halde de secde ettiğini nak­letmektedir.[122] İbnü'l-Münzir de bu hususu eş-Şa'bî'den zikretmektedir.

(Az önce belirtilen şartları öngören) cumhurun görüşüne göre ise, ayrı­ca iftitah tekbiri, iftitah tekbiri esnasında elleri kaldırmak, tekbir getirmek (ve böylece secdeye varmak) ve selam vermek gerekli olup olmadığı hususun­da da farkiı görüşler vardır. Şafiî, Ahmed ve îshâk, secde için iftitah tekbiri getirilip ve tekbir sırasında da ellerin kaldırılacağı görüşündedir. İbn Ömer'den de Peygamber (sav)'ın secde ettiği vakit tekbir getirdiği, aynı şekilde başım secdeden kaldırdığı vakit de yine tekbir getirdiği rivayet edilmiştir.

Malikî mezhebinden meşhur olan görüşe göre ise, namaz esnasında tila­vet secdesi yapacak olursa, secdeye giderken ve secdeden kalkarken tekbir getirir. Ancak, namazın dışında tilavet secdesi yapılacak olursa, tekbir getiri­lip getirilmeyeceği hususunda ondan farklı rivayet gelmiştir. Tilavet secdesi için tekbir getirileceği görüşünü genel olarak bütün fukahâ kabul etmiştir.

Cumhura göre tilâvet secdesinde selam yoktur. Ancak, seleften bir toplu­luk ile İshâk, tilâvet secdesinin sonunda selam verileceği görüşündedirler. Bu görüşe göre, secdenin başında getirilen tekbirin ihram (iftitah) tekbiri oldu­ğu ortaya çıkmaktadır. Selam verilmeyeceği görüşüne göre ise, ilk tekbir yal­nızca secdeye varmak için alınan tekbir olur. Ancak birinci görüş daha uy­gundur. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Namazın anahtarı abdest almak, onun tahrîmi (yani iftitahı) tekbir getirmek, tahlili (sona erdirilmesi) ise selâm vermektir."[123]

Ayrıca secde de tekbiri bulunan bir ibadettir. O bakımdan bunun tahlili­nin de olması gerekir. Tıpkı cenaze namaZLgİbi: Hatta onda selam olması da­ha da uygundur. Çünkü, tilavet secdesi bir fiildir. Cenaze namazı ise sözdür, İbnül-Arabî'nin tercih ettiği görüş de budur. [124]

 

5. Tilavet Secdesinin Vakti:

 

Tilavet secdesinin sair vakitlerde mutlak olarak yapılacağı belirtilmiştir. Çünkü bu, sebebi bulunan bir namaz (gibi) dır. Şafiî'nin ve bir gurup fuka-hanın görüşü budur. Sabah aydınlanmadikça yahut da ikindiden sonra gü­neş sararmadıkça secde yapılmayacağı da belirtilmiştir. Bir başka görüşe gö­re ise, sabahın farzından ve ikindinin farzından sonra secde yapılmaz denil­miştir. Sabah namazından sonra secde yapılır, ikindiden sonra yapılmaz da denilmiştir. Bu üç görüş de bizim mezhebimizdeki görüşlerdir.

Konu île ilgili görüş ayrılığının sebebi, secde âyetini okumanın sebep teş­kil ettiği secde ve ikindinin farzı ile sabahın farzından sonra genel olarak na­mazı yasaklayan buyruklar arasındaki çatışmadır. Diğer taraftan bu iki vakit­te namazın yasaklanış sebebinin tesbiti hususundaki görüş ayrılıklarıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [125]

 

6. Tilavet Secdesi Yaparken Söylenecek Sözler:

 

Secdeye vardığı zaman, secde halinde "Allah'ım, bu secde dolayısıyla be­nim bir günahımı kaldır, ondan ötürü de bana bir ecir ya2 ve bu secdemi be­nim için nezdinde bir mükâfat sebebi kıl" der. Bunu, İbn Abbas, Peygamber (sav)'dan rivayet etmiş olup, İbn Mace de Sünen'inde zikretmiştir.[126]        

 

7. Secde Âyetinin Namazda Okunması:

 

Namaz esnasında secde âyetini okuyacak olursa, eğer kıldığı bu namaz nafile bir namaz ise ve tek başına bu namazı kılıyor yahut da cemaatte kıl­makla birlikte cemaatin karıştırmayacağından emin olursa secde yapar. Şa­yet cemaatle namaz kılmakla birlikte kanşünlmayacağından emin değilse, (Ma-likî mezhebinde) açık ifadelerle nakledildiğine göre, bunun (secde yapma­sının) caiz olduğudur. Secde etmeyeceği de söylenmiştir.

Eğer kıldığı namaz farz namaz ise, Malik'ten meşhur olan görüşe göre bu namazda secdenin yapılmayacağı şeklindedir. Kıldığı bu namaz ister içten okunan bir namaz olsun, ister açıktan, ister cemaatle kılsın, ister tek kılsın farketnıez. Bunun gerekçesi ise, farz namazdaki secde sayılarına bir fazlalık olacağıdır. Bu görüşün gerekçesi, cemaatin kanştırma ihtimalidir. Bundan ötü­rü secde etmez denilmiştir. Bu daha uygun görülmektedir.

Bu görüşe göre tek başına namaz kılan ile cemaatın karıştırmayacağından emin olunan cemaatle kılınan namazlarda tilavet secdesinin yapılmasının bir sakıncası yoktur. [127]

 

8. Secde Âyeti Okunduğunda Dinleyenin Hükmü:

 

BuharTnin rivayetine göre Ebu Rafi şöyle demektedir: Ebu Hureyre ile bir­likte yatsı namazını kıldım. "Gök yanldığı zaman..." (el-İnşikak, 84/1) sûre­sini okudu ve secde etti. Ben, bu ne diye sordum, O: Ben, burada Ebu'l-Ka-sırn (sav)'in arkasında (namaz kılarken) secde ettim. Ona kavuşuncaya ka­dar secde etmeye devam edeceğim. Bu hadisi tek başına Buhârî rivayet et­miştir.[128]

Yine Buharı1 de şöyle denilmektedir; İmran b. el-Husayn'a şöyle soruldu: Bir kimse Kur'ân dinlemek kastı olmadan secde âyetini işitse (secde etmesi gerekir mi.)? Şöyle dedi: Ya onun için oturacak olursa görüşün nedir?

O, bununla başkasının okuduğu secde âyetini dinleyen için secdeyi va­cip görmüyor gibiydi. Selman da dedi ki: Bizim maksadımız bu değildi. Hz. Osman da şöyle demiştir: Secde, ancak onu dinleyen kimseye düşer.

ez-Zührî der ki: Kişi ancak abdestli iken secde eder. Sen, mukîm iken sec­de edecek olursan kıbleye yönel. Eğer binek üzerinde isen, yüzün hangi ta­rafa olursa Önemli değil. es-Saib de (maksadı Kur'ân okumak değil de bir­takım haberleri anlatmak ve öğütler vermek olan) kıssa anlatıcısının secde âyetini okuması dolayısıyla secde etmezdi.[129]

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [130]



[1] Buhâri, Menâkıbu'l-Ensar 12; Müslim, Fedâİlırs-Snlıübe 123-125; Tirmizî, MenSkıb 50; îbn Mâce, Mukaddime 11, had. no: 158; Müsned, 111, 234, 296. 316, 349, VI, 329.

[2] el-Hâkim, el-Müstedrek, IV, 409-410; e!-Heysemî7 Mecmau'z-Zevâid, V, 92, -Ravilerin-den Süleyınnn b. Erkam'ın metruk olduğu kaydıyla.

[3] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/489-494.

[4] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/494-495.

[5] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/495-496.

[6] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/496-497.

[7] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/497-498.

[8] Heysemî, Mecmau'2~Zevâid, I, 140.

[9] Dârimt, Fectâilu'l-Kıır'ün 4.

[10] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/498-501.

[11] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/501.

[12] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/501-502.

[13] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/502.

[14] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/503.

[15] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/503-504.

[16] Muvatta', Kader 2: Ebû Dâvüd, Sünne 16; Tirmizt, Tefsir 7. sûre 2; Müsned, I, 44-45; Ayrıca bk. I, 272, V, 135.

[17] İbn Abdi'1-Berr, el-htizkâr, XXVI, 90-91.

[18] Tirminî, Tefsir 7. sûre 3; Müsned, I,  251-252, 299, 371.

[19] Miisned, 1, 272.

[20] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/504-506.

[21] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/506-507.

[22] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/507-508.

[23] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/508.

[24] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/508-509.

[25] Suyûtî, ed-Dtırru'l-Mensur, III, 60.

[26] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/509-510.

[27] Bu görüşün tutarsızlığı açıktır. Çünkü Peygamber olnn bir kimsenin, daha sonra bu ha­le düşmesi, peygamberlikle b;ığdcısnmaz.

[28] Peygamber (sav), kendisine Ümeyye'nin şiirlerinden bazı bölümler okıındtıkd.ın son­ra: "Neredeyse ımislüııtnn olacakmış" diye buyurmuştur. (Müslim, Şi*r 1; İbnMâce. Edeb 41; Müsned, IV, 388T 389)

[29] ei-Azîzî, es-Sirâcu'l-MunîrŞerlıu'l-Câmi'i's-Sağir, II, 439, mürsel olduğu kaydıyla.

[30] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/510-514.

[31] Bu rivayetin sağlnın bir dayanağını lesbit edemedik.

[32] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/514-517.

[33] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/518.

[34] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/518-519.

[35] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/519.

[36] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/519.

[37] Tirmiîî, Deavâı 82; İbn Mâce, Dıw 105.

[38] Suhârî, Şurtıt 18, DenvSt 68, Tevhid 12; Müslim, Zikr 5, 6; Tirnüzî ve İbn Mâce , ge­çen yerler; Mtisned, II, 258, 267, 314, 427, 499. 503, 516.

[39] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/519-520.

[40] Buhari, Menâkıb 17, Tefsir h\. sîıre; Tirmiâ, Meb 67: Muvatla, Esmâıı'n-Nebiyy V, Dâ-rimi, Rikank 59: Müsntd. IV. 80, 84.

[41] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/520-521.

[42] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/521-522.

[43] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/522.

[44] Müslim, Zekât 65: lirinizi, Tefsir 2. sûre 37. Edcb 41: Dârinû, Rfka.nk 9: Miisned, JI: 328.

[45] Tirmizi, Edeb 42.

[46] Ebu Dâvûd, Vitr 25: Tinnizî, De;ıv;1t 102: İbn Mâce, Dua 2; Müsned, I, 227.

[47] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/522-523.

[48] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/523-524.

[49] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/524-525.

[50] Bu rivayetler için bk. .Siiyûii, ed-Durru'l-Mensûr,))[, 617. Bu ümmet arasında Kıyame-le kncbr İıak üzere sebat gösterecek bir kesimin bulunacağını belirten sağlam rivayet­ler için bk. Buhârt, İlm 13, Tevhid 29; Müslim, İmare 176; Ebû Dâvüd, Filen 1; İbn Mâ-ce, Fiten 9\ Müsned, IV, 10L V, 269, 278.

[51] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/525.

[52] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/525-526.

[53] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/526-527.

[54] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/527.

[55] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/527.

[56] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/527-528.

[57] Buhari, İlin 10.

[58] Buhari, İman 17, Salât 28, Zekât1, İ'tisâin 2, 28; Müslim, İman 32-36; Eb& Dâvûd, Ci-had 95; Tirmtâ, Tefsir 88. süre; Nesaî, ZeMt 3; tbn Mûce Fiten 1; Dûrimi, Siyer 10; Müsned, IV, 8.

[59] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/528-529.

[60] BuhâH, Edeb 27; Ebû Dâvüd, Tahâre 136, Saiat 149, Edeb 36; Tirmizt, Tahâre 112; Nesai, Sehv 20; İbn Mâce, Tahâre 78; Müsaed, II, 239, IV, 312.

[61] Müslim, Mesâcid 33; Ebû Dâvûd, Salftt 167, Eymân 16; Nesai, Sehv 20; Dârimî, Niizûr 10; Muvatta, Itk 8, 9; Müsned, II, 291, III, 452, IV, 222, 388, 389, V, 447, 448, 44?

[62] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/530.

[63] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/531-533.

[64] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/533.

[65] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/533-535.

[66] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/536-537.

[67] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/537.

[68] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/537-538.

[69] Tirmizî, Tefsir 7. sûre 4. Hadisinin, "hasen garip olduğunu, yalnız bir yolla merffı' ri­vayetinin bilindiğini, başka yoldan merfû' olmayan bir senedle rivayet edildiğini" be­lirtmektedir.

[70] Suyîitî, ed-Durru'l'Mensâr, III, 624.

[71] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/538-539.

[72] Meânî Ehli (.Ehti'l-Meânî.): Meânt'l-Kur'ân (Kur'an'sn anlaınlaruüa dair eser yazan ez-Zeccâc ve ondan önceki müelliflere elenir. (ez-Zerkeşî, el-Burh&n fi Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut 1408/1988, I, 365.)

[73] Bukârî, Cenâiz 80, 93, Tefsir 30. sûre 1; Müslim, Kader 22, 25; Ebû Dâvûd, Sürme 17; Tirmizl, Kader 5; Muvatta, Cenâiz 52; Müsned, [I, 233, 275, 393, 410, 481.

[74] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/539-541.

[75] Gebe ya da lohusa iken vefat eden kadının şehid hükmünde olacağını belirten hadis­lerin bazısı için bk.; Ebû Dâvûd, Cenâiz 11; Nesaî, Cenâiz 14, 112, Cihâd 36, 48; İbn Mâce, Cihad 17; Dörimî, Cihâd 22; Muvatta, Cenâiz 36.

[76] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/541.

[77] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/541-542.

[78] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/542-543.

[79] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/543.

[80] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/543-544.

[81] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/544.

[82] Buhârî, Edeb 14; Müslim, İmarı 336; M&sned, IV, 203.

[83] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/545-547.

[84] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/547-548.

[85] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/548.

[86] Müsned, V, 63-64.

[87] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VIII, 22.

[88] Bukârt, Tefsir 7. sûre 4.

[89] Müsned, IV, 148, 158, Ukbe b. Âınir el-Ciihenrden yakın lafızlarla. Ancak Cebrail ile konuşma bölümü yok. Peygamber (sav)'in Ukbe'ye doğrudan tavsiyeleri şeklinde.

[90] el-Heyseınî, Mecmau'z-Zevaid, IX, 15.

[91] Merhum ınüfessirimiz 'rıivlye: rivayet edildi" şeklinde belli bir kaynağa ve râviye atıf­ta bulunmadan kaydettiği bu rivayetin, esasen pek sağlam olmadığına da işaret etmek­tedir.

[92] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/548-551.

[93] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/551-552.

[94] Buhârî, Tefsir 7. sûre 5.

[95] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/552-553.

[96] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/553.

[97] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/553-554.

[98] Buhârl, BedVİ-Halk 11; Müslim, İman 214.

[99] Müslim, tman 211; Müsned, W, 456 (Ebu Hııreyre'cten), VI, 106, (Âişe -r.anhâ-dan)

[100] Müslim, İman 209; Ebû Dâvâd, Edeb 109; Müsned, II, 397, 441.

[101] Buhari, Tıb 25, 53, 54; Müslim, Selâm 101; Ebâ Dâvûd, Tıb 24; Müsned, it, 267, 327, 415.

[102] Başlığın baş Kıratlarında son bölümleri kaydedilen bu hadisin kaynakları da orada gös­terilmişti.

[103] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/554-556.

[104] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/556.

[105] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/556-557.

[106] İkinci ihtimale göre buyruğun anlamı şöyle olur: -Sapıklıkta onların kardeşleri olanlar ise onları (günahlarına devnma) sürüklerler..."

[107] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/557-560.

[108] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/560-561.

[109] Ancak, merhum müfessirimiz sadece tek başlık açmıştır.

[110] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/561.

[111] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/561-563.

[112] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/564-566.

[113] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/566.

[114] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/566.

[115] Ebû Dûuûd, Sücîidu'l-Kur'ân 1; İbn Mâce, İkamem VSalât 71.

[116] Ebû Davûd, SCıcûdu'I-Kur'ân 1, Tirmizî, Çınıma 54.

[117] İbn Mâce, Îkamem's-Salât 71.

[118] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/566-568.

[119] Müslim, İman 133; İbn Mâce, tkametırs-Snlnt 70; Miisned, II, 443.

[120] Buhârl, Siicûdu'1-K.ıır'ân 11.

[121] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/568-569.

[122] Buharl, Sücûdu'l-Kur'ân, 5.

[123] Ebû Dâvûd, Tahâre 31, Salât 73; Tirmizl, Tahâre 3; İbn Mâee, Tahâre 3, Dârimt, Vudû' 22; Müsned, I, 123, 129.

[124] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/569.

[125] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/570.

[126] îbn Mace, İkamem's-Salüt 70; Tirmizl, Cumua 55, Deavât 33.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/570.

[127] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/570.

[128] Bukâri, Siicfldu'l-Kur'nn 11; Müslim, Mesâcid 110, 111; Ebû Dâvûd, Sücûdu'l-Kurân 4; Nesat, îfticâh 53; tiüsned, II, 229, 459.

[129] Buhârî, Sücûdu'l-Kur'ân 10.

[130] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/571.