1. Tevratta Onlardan Alınan Söz:
2. Adaletten Ayrılmanın Sebebi ve Rüşvet:
1. Âdem Oğullarından Alınan Söz:
3. Bu Âyetin Kapsamı Umumi mi, Hususi mi?
5. Adem Oğullarının Zürriyeti:
6. Allah'ın Rububiyeîini İkrar:
2. Yüce Allah'ın En Güzel İsimleri (el-Esmau'l-Hüsna):
3. İsim İle Müsemmâ Arasındaki İlişki:
4. Allah'ın İsimlerinin "En Güzel" Diye
Nitelendirilmesinin Sebebi:
5. Allah'ın En Güzel İsimleriyle (el-EsmâÜ'l-Hüsna)
Allah'a Dua Etmek:
6. Yüce Allah'ın Diğer İsimleri:
2. Allah'ın İsimlerine Birşeyler Katmanın ve Eksiltmenin
Mahiyeti:
2. Allah'a Taklidi İman Etmenin Hükmü:
3. Kelâmı Metodlarla Allafû Tanımak Zorunlu Değildir:
4. İbretle Bakmanın Meşru Çerçevesi:
2. Hamileliğin Sebep Olduğu Bazı Endişeler:
3. Bu Âyet-i Kerimede Sozkonusu Edilen "Şirk'in
Mahiyeti:
4. Hamilelik Bir Hastalık mıdır ve Hamilelik Halindeki
Mali Tasarrufların Hükmü:
5. Hamile île İlgili Mahkeme Hükümleri ve Bâin Talakla
Boşanmış Hamileye Ricat Yapmak:
6. Savaşa Katılanın Malî Tasarruflarının Hükmü:
7. Dehşet ve Fırtına Zamanlarında Deniz Yolculuğu Yapanın
Hükmü:
1. Şeytanın Vesveselerine Karşı Allah'a Sığınmak:
2. Şeytanın Çeşitli Vesveseleri ve Bunlara Karşı Alınacak
Tedbîrler:
1. Şeytanın Vesveselerine Karşı Takva:
2. Cahillerden Yüzçevirmeye Örnek:
1. Ayetin Nüzul Sebebi ve Namazda Okunan Kur'ân'ı
Dinlemek:
1. Meleklerin Mevkii ve Görevleri:
2. Kur'ân-ı Kerim'deki Secdeler (Tilavet Secdeleri):
4. Tilavet Secdesinin Şartlan;
6. Tilavet Secdesi Yaparken Söylenecek Sözler:
7. Secde Âyetinin Namazda Okunması:
8. Secde Âyeti Okunduğunda Dinleyenin Hükmü:
163. Onlara deniz kıyısındaki o kasabanın durumunu da sor. Hani onlar Cumartesi
gününde haddi aşmışlardı. Çünkü Cumartesilerinde balıkları akın akın meydana
çıkarak yanlarına geliyor, tatil yapmadıkları gün İse yanlarına gelmiyordu.
İşte Biz, İtaatten çıktıklarından dolayı kendilerini böylece İmtihan ediyorduk.
164. Hani içlerinden
bir topluluk: "Allah'ın kendilerini helak edeceği veya çetin bir azab İle
cezalandıracağı bir kavme ne dîye öğüt veriyorsunuz?" dediği zaman onlar:
"Rabbinize karşı mazeret olsun ve belki bunlar da sakınırlar diye"
demişlerdi.
"Onlara deniz
kıyısındaki o kasabanın durumunu da sor." Yani, o kasaba halkının durumu
hakkında sor demektir. Kasaba halkını anlatmak üzere kasabayı zikretmiş
olması, kasabanın onların kardıkları yer, yalıutta bir araya toplanıp
gelmelerine sebep olan yer oluşundan dolayıdır. Bunun bir benzeri de yüce
Allah'ın: "İçinde bulunduğumuz o kasabaya da sor." (Yusuf, 12/82)
buyruğu İle "Sa'd b. Muaz'ın ölümü sebebiyle Arş sarsıldı"[1]
hadisidir. Bununla Hz. Peygamber arş ehli olan melekleri kastetmektedir. Onlar,
Hz. Sa'd'ın kendilerine geleceği müjdesi ve buna sevindikleri için öyle ifade
edilmiştir.
Yani sen, sana
komşuluk eden yalıudilere geçmişlerine dair haberleri, onlardan maymunlara ve
domuzlara dönüştürüldüklerine dair kimselerin haberlerini sor. Bu İse, onlara
gerçeği söyletmek (takrir) ve azarlamak kastıyla yöneltilen bir sorudur. Bu da
Peygamler (say)'ın doğruluğunun alameti idi. Çünkü yüce Allah onu,
başkalarından bu gibi şeyleri öğrenmeksizin bu hususlar hakkında haberdar
etmişti.
Onlar şöyle
diyorlardı: Biz, Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz. Çünkü bizler O'nun gerçek
dostu İbrahim'in soyundan ve İsrail'in soyundan geliyoruz. Bunlar ise, Allah'ın
İlk çocuklarıdır. (Bk. el-Maide, 5/18. âyetin teFsiri) Allah ile konuşmuş
Musa'nın soyundandır ve onun torunlarından olan Uzeyr'in so-yundandır. Biz de
onların çocuklarındanız. Bunun üzerine yüce Allah Pey-gambçrine: Ey Muhammed,
onlara o kasaba hakkında sor. Ben, o kasaba halkını günahları sebebiyle
azaplandırmadım mı? Bu ise, onların sadece şeriatin fer'i hükümlerinden
birisini değiştirmeleri sebebiyle olmuştu.
Bu kasabanın hangisi
olduğunu tayin hususunda farklı görüşler vardır. İbn Abbas, İkrime ve es-Süddî,
buranın Eyle olduğunu söylemişlerdir. Yine İbn Abbas'tan buran m Eyle ile Tûr
arasındaki Medyen olduğunu söylediği nakledilmiştir.
ez-Zührî buranın
Taberiye olduğunu ifade etmiştir. Katade ve Zeyd b. Eşlem ise burası Şam
kıyılarında bir yerde Medyen ile Aynun arasında Makna diye bilinen yerdir.
Yahudiler bu kıssayı kendileri hakkında tahkir edici ve aşağılayıcı bir
muhtevası bulunduğundan dolayı gizleyip dururlardı.
"Deniz
kıyısındaki o kasaba" yani, denize yakın bulunan o kasaba... Meselâ;
tabiri, eve yakın idim demektir.
Hani onlar Cumartesi
gününde haddi aşmışlardı." Yani, o günde balık avlamaları yasak kılındığı
halde balık avlıyorlardı. "Yahudiler Cumartesi günü çalışmayı
bıraktılar," denilir.
ise, kişiyi -mesela-
dilsizlik gibi bir hal aldı. "sükûn buldu, hareket etmedi" anlamına
gelir. Cumartesi gününe eriştiler. Yahudiler Cumartesi'ye girdiler"
tabirleri kullanılır.
Sebt (Cumartesi)
bilinen gündür. Kelime olarak da rahat etmek ve kesmekten gelir. Çoğulu ise,
şekillerinde gelir.
Rasulullah (sav)'ın da
şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Kim Sebt (Cumartesi) günü hacamat
yaptırır da ona bir baras (baraş) hastalığı isabet ederse, kendisinden başka
kimseyi kınamasın."[2]
İlim adamlarımız der
ki: Bunun böyle olmasının sebebi, kanın Cumartesi günü soğuk olmasından
dolayıdır. Eğer sen kanı dışarı akıtmak için müdahalede bulunacak olursan, o
da gereği gibi akmaz ve bu baras'a dönüşür.
Cemaat "Haddi
aşmışlardı" diye okumuşlardır. Ebu Nehîk İse, şeklinde "ye"
harfi ötreli, "ayn" harfi esreli, "dal" harfini de şeddeli
olarak okumuştur. Birinci kıraat; "Haddi aşmak"tan gelirken, ikinci
kıraat; "gerekli hazırlığı yapmak"tan gelmektedir. Yani, balıkları
yakalamak için gerekli araçları hazırlıyorlardı anlamına gelir. İbn es-Semey-ka
ise, "Sebt" kelimesini çoğul olarak; "Cumartesi
günlerinde," diye okumuştur.
"Çünkü
Cumartesilerinde... balıkları yanlarına geliyor" buyruğundaki
"Cumartesileri" anlamına gelen; kelimesi, "Sebt" kelimesi
çoğul yapılarak diye de okunmuştur.
"Akın akın
meydana çıkarak." Yani, su üzerinde oldukça fazla görünerek kalabalıklar
halinde gelerek, demektir.
el-Leys der ki;
Başlarını yukarı doğru kaldırmış balıklar, anlamına gelir. Bunun şu anlama geldiği
de söylenmiştir: Denizdeki balıklar, Cumartesi günleri denizden büyük
kalabalıklar halinde geliyor ve Eyle kasabası bundan dolayı çokça
kalabalıklaşıyordu. Yüce Allalı, bunun üzerine bu balıkların Cumartesi günü
avlanmayacağı ilhamını verdi. Çünkü yüce Allah yahudilere o gün balık
avlamalarını yasaklamıştı.
Şöyle de denilmiştir.
Bu balıklar, onların kapılarına kadar başlarını yukarı doğru kaldırarak tıpkı
beyaz kuşlar gibi akın akın geliyordu. -Bunu, mü-teahlıir müfessirlerden
bazıları böylece nakletmiştik- Onlar da Cumartesi günü haddi aşarak bu günde
balıklan alıp yakaladılar. Bu açıklamayı da el-Ha-sen yapmıştır. Batıkları
Pazar günü aldıkları da söylenmiştir. İleride de açıklanacağı gibi daha sahih
olan da budur.
"Tatil
yapmadıkları gün ise" balıklan "yanlarına gelmiyordu." Yani,
Sebt yapmadıkları gün demektir. Sebt yapmak ise, Cumartesi gününü ta'zim etmek
demektir. el-Hasen, "Tatil yapmadıkları gün" kelimesini
"ye" harfini ötreli olarak; şeklinde okumuştur. Yani, Cumartesi
gününe girmedikleri gün, anlamına gelir. Nitekim; ifadeleri Cuma gününe, öğlen
vaktine, yeni aya girdik, anlamında kullanılır.
"İşte Biz,
itaatten çıktıklarından dolayı kendilerini böylece imtihan ediyorduk."
Yani, ibadette onlara işi sıkı tutuyor ve onları deniyorduk.
el-Huseyn b. el-Fadl'a
şöyle sorulmuş: Siz, "helal, sana ancak seni hayatta tutacak kadarıyla
gelir, haram ise sana hadsiz, hesapsız olarak gelir" anlamını Allah'ın
Kitabında bulabiliyor musunuz? O, şu cevabı vermiş: Evet, ben bunu Davud ile
Eylelilerin kıssasında buluyorum: "... çünkü Cumartesilerinde balıkları
akın alan meydana çıkarak yanlarına geliyor, tatil yapmadıkları gün ise
yanlarına gelmiyordu."
Bu âyet-i kerime ile
ilgili kıssalar arasında rivayet olunduğuna göre bu olay, Davud (a.s) zamanında
olmuştu. İblis de bunlara telkinde bulunarak şöyle demişti: Size bu balıkları
Cumartesi günü yakalamanız yasaklandı. Bunun için siz havuzlar yapın. Bu sefer
onlar da Cuma günü balıkları havuzlara sürüklüyorlar, orada kalıyorlar ve
suyun azlığı dolayısıyla da oradan çıkmak imkanını bulamıyorlardı. Onlar da
Pazar günü bu balıkları tutup çıkartıyorlardı.
Eşheb, Malik'ten şöyle
dediğini rivayet eder: İbn Numan'ın iddiasına göre onlardan herhangi bir kimse
ip alır, bu ipin ucuna iki uçlu bir düğüm atar, bu düğümü de balığın kuyruğuna
atardı, ipin diğer ucu ise bir kazığa bağlı bulunurdu. O, ipi bu haliyle Pazar
gününe kadar bırakırdı. Daha sonra bu işi yapanın başına herhangi bir bela
gelmediğini görünce, diğer insanlar da bu şekilde davranmaya başladılar ve
nihayet balık avı oldukça çoğaldı. Bahklar pazarlarda satılmaya ve haddi aşmış
fasıldar açıktan açığa balık avlamaya başladı. İsrailoğultanndan bir kesim
kalkıp bu işten vazgeçmelerini istedi. Açıktan açığa bunu yasaklamaya
çalıştılar ve bu işi yapanlardan uzak-îaştılar.
Denildiğine göre bu
yasağın çiğnenmesine karşı çıkanlar, biz sizinle bir arada kalamayız, diyerek
kasabayı bir duvarla ikiye ayırdılar. Bu yasağın çiğnenmesine karşı çıkanlar
bir seferinde meclislerinde bulundukları sırada, yasağı çiğneyenlerden
kimsenin dışarı çıkmadığını gördüler. Mutlaka bunların başına bir iş gelmiştir,
diyerek duvara tırmanıp onlara baktılar, maymunlara dönüştürülmüş olduklarını
gördüler. Kapıyı açıp yanlarına gittiler. Maymunlar insanlar arasından
akrabalarını tanıdılar. Fakat insanlar, maymunlar arasındaki akrabalarını
tanıyamadılar. Bu sefer her bir maymun insanlardan olan akrabasının yanına
gidiyor, elbiselerini koklayıp ağlamaya başlıyordu. İnsanlar onlara: Biz size
bu İşten vazgeçmenizi söylemiyor muyduk? diyorlar, maymunlar ise başlarını;
evet anlamında hareket ettiriyorlardı.
Katade der ki: Genç
olanları maymunlara, yaşlıları da domuzlara dönüştürüldü. Aralarından yalnızca
bu işten vazgeçmelerini isteyenler bu azaptan kurtuldular, diğerleri ise helak
edildiler.
Bu görüşe göre
İsrailoğulları ancak iki kesime ayrılmış oldular. Buna göre yüce Allah'ın:
"Hani içlerinden bir topluluk: Allah'ın kendilerini helak edeceği veya
çetin bir azab ile azaplandıracağı bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz dediği
zaman..." Yani, bu işi yapanlar öğüt verenlere öğütleri sırasında şöyle
demişlerdi: Eğer sizler, Allah'ın bizi helak edeceğini biliyorsanız bize ne
diye öğüt veriyorsunuz? Bunun üzerine Allah da onları maymunlara
dönüştürmüştü.
(Öğüt verenler ise):
"Rabbinize karşı mazeret olsun ve belki bunlar da sakınırlar diye
demişlerdi." Yani, öğüt verenler şu cevabı vermişlerdi: Bizim size öğüt
verişimiz, Rabbinize karşı bizim için mazeret olsun diyedir. Yani, belki siz
sakınırsınız diye size öğüt vermemiz bizim için bir görevdir. Ta-berî bu görüşü
İbnİ'l-Kelbî'den, senediyle nakletmektedir.
Müfessirlerin cumhuru
(çoğunluğu) ise, şöyle demişlerdir: İsrailoğulları üç fırkaya ayrılmışlardı.
ÂyeM kerimedeki zamirlerden zahiren anlaşılan da budur. Bu fırkanın birisi
isyan etmiş ve balık avlamıştı. Bunlar da yaklaşık yetmiş kişi idiler. Bir
kesim bu işi terketmelerini istemiş ve onlardan ayrılmıştı, bunlar da oniki
bin kişi İdiler. Diğer bir kesim ise, avlayanlardan ayrılmakla birlikte ne
vazgeçmelerini istedi, ne de isyan etmişti. İşte bu üçüncü kesim, Öbürlerini
yaptıklarından vazgeçirmeye çalışanlara; sizler, -zann-ı- galibe ve yüce
Allah'ın o dönemlerde isyan eden toplumlara yaptıklarından anlaşıldığına göre-
Allah'ın helak edeceği yahut azaba uğratacağı bir toplulu-
ğa -İsyan edenleri
kastediyorlar- ne diye öğüt veriyorsunuz demişlerdi.
Bunun üzerine bu
günahı işleyenleri vazgeçirmek isteyenler şu cevabı vermişlerdi: Bizim öğüt
verişimizin sebebi, Allah'a karşı bizim mazeretimiz olması içindir ve belki de
onlar bu işten sakınırlar diyedir. Eğer iki kesim olsalardı bu işten
vazgeçmelerini istiyen kesimin isyan eden kesime: "...ve olur ki,
sakınırsınız" demeleri gerekirdi.
Bundan sonra da şu
hususta ihtilaf edilerek bir kesim şöyle demiştir: İsyan edenlere vazgeçmelerini
söylemeyen, kendileri de isyan etmeyen kesim de, bu vazgeçirmeyi
terkettiklerinden dolayı ceza olmak üzere isyan eden kesimle birlikte helak
edildiler. Bunu İbn Abbas ifade etmiştir. Yine o, ben bunlara ne yapıldığını
bilemiyorum, demiştir. Âyet-i kerimenin zahirinden de anlaşılan budur. (Âyet-i
kerime bunların akıbetinden söz etmemektedir).
ikrime der ki: Ben,
tbn Abbas'a bunlara neler yapıldığını bilmiyorum deyince, şöyle dedim: Bu gibi
kimselerin isyankârların yaptıklarından hoşlanmadıklarını, onlara muhalefet
ettikleri, bunun İçin de: "Allah'ın kendilerini helak edeceği bir kavme
ne diye öğüt veriyorsunuz" dedikleri dikkat çekmiyor mu? Ben, bu hususta
ona, bunların sonunda kurtulmuş olduklarını kabul ettirinceye kadar ısrarıma
devam ettim, sonunda bana bir elbise hediye etti. Bu da el-Hasen'in görüşüdür.
Yalnızca haddi aşan
kesimin helak edilmiş olduğuna delil teşkil eden buyruklar arasında yüce
Allah'ın: "Zulmedenleri de... yakaladık" (el-A'raf, 7/165) buyruğu
ile: "Andolsun sizden Cumartesi günü haddi aşanları bil- .
mişsinizdir..." (el-Bakara, 2/65) âyeti delil teşkil etmektedir.
İsa ve Talha;
"Bir mazeret olsun diye" şeklinde nasb ile okumuşlardır. el-Kisaî'ye
göre bunun nasb oluşu iki sebeptendir: Birincisine göre mastar olarak nasbedilmiştir,
ikincisine göre; takdiri ile nasbedilmigtir. Yani biz bunu mazeret olsun diye
yaptık, anlamındadır. Aynı zamanda bu, Hafs'ın, Asım'dan rivayet ettiği
kıraatidir.
Diğerleri ise, bu
kelimeyi ref ile okumuşlardır ki, tercih edilen de budur. Çünkü onlar,
yaptıkları ve kınandıkları bir işten dolayı özür dilemek, mazur görülmek için
özür beyan etmek istememişlerdi. Bunun yerine onlara, niye öğüt veriyorsunuz
denilince, onlar da bizim öğüdümüz mazeret teşkil etsin diyedir, demişlerdi.
Eğer bir kimse diğerine şu işten dolayı Allah'a da sana da özür beyan ediyorum,
diyerek bununla da özür dilemeyi kastediyor ise, o takdirde bu kelime
nasbedilir. Sibeveyh'İn görüşü budur.
Âyet-i kerime aynı
zamanda Seddü'z-Zerai'nin kabul edileceğine delil teşkil etmektedir.
el-Sakara
Sûresi'nde (2/63. âyet, 3. başlıkta) ve oradaki açıklamalar arasında başka
yaratıklara dönüştürülenlerin soylarının devam edip etmediğine dair
açıklamalar geniş bir şekilde geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hanıd
olsun. Yine Âl-i İmran (3/21-22. âyet, 2. başlıkta) ile el-Maide
Sûresi"nde (5/79. âyette) iyiliği emredip münkerden alıkoymaya dair
açıklamalar geçtiği gibi, en-Nisa Sûresi'nde de (4/140-141. âyetlerin
tefsirinde) fesat ehlinden ayrıiıp onlardan uzak durmaya, onlarla birlikte oturup
kalkanların onlar gibi olacağına dair açıklamalar geçtiğinden, burada bu
açıklamaları tekrarlamanın bir anlamı yoktur.
[3]
165. Onlar,
kendilerine verilen öğütleri unutunca Biz de kötülükten alıkoyanları
kurtardık. Zulmedenleri de yapageldikleri fasiklıkları yüzünden şiddetli bir
azapla yakaladık.
"Unutmak"
hem yanılarak, hem de kasti olarak terkeden kimse hakkında kullandır. Çünkü
yüce Allah: "Onlar kendilerine verilen öğütleri unutunca..." diye
buyurmuştur ki, kasti olarak onu terkedince anlamındadır. Yüce Allah'ın:
"Onlar Allah'ı unuttu, O da kendilerini unuttu" (et-Tevbe, 9/67)
buyruğu da bu türdendir.
"Şiddetli bir
azapla" oldukça ağır ve celin bir azapla "yakaladık."
"Şiddetli"
kelimesinin onbir çeşit kıraati vardır:
1- Ebu Amr,
Hamza ve el-Kisaî'nin "fail" vezninde; şeklindeki kıraatleri.
2-
Mekkelilenn aynt vezinde ancak "be" harfi esreli olarak; şeklindeki
kıraatleri.
3-
Metlinelilerin; şeklinde "be" harfi esreli, "ya" sakin,
ondan sonra da "sin" harfi çift esreli okuyuşları.
Bu hususta da iki
görüş vardır: el-Kisaî der ki: Bu kelimenin asli; şeklinde şeddesiz ve
denizelidir, İki "ye" harfi yanyana geldikten sonra birileri
hazfedilip ilk harf de esreli okunmuştur, Ekmek ve şehid demek gibi. Bunun
"fi'l" vezni üzere; şeklinde olup ilk harfini esreli okuduktan sonra
hemzeyi tahfif ile ve kesreyi de hazf ile okunduğunu kastettiği de
söylenmiştir. Tıpkı; denildiği gibi.
4-
el-Hasen'in kıraati. Buna göre "be" harfi esreii, ondan sonra sakin
bir hemze, ondan sonra da üstün bir "sin" şeklindeki kıraatidir.
5- Ebu
Abdurrahman el-Mukri') şeklinde "be" harfi üstün, hemze esreli,
"sin" de iki esreii oİarak okumuştur.
6- Yakub
el-Kari' der ki: Bazı kıraat alimlerinden; şeklinde "be" harfi
üstün, hemzesi esreli, "sin" üstün olarak okudukları rivayeti de
gelmiştir.
7, 8, 9- el-A'meş'in
kıraati ise, "fey'il" vezninde; şeklindedir. Yine ondan fay'al
vezininde; şeklinde okuduğu rivayet edildiği gibi, şeklinde "be"
harfi üstün ve hemzesi şeddeli ve esreli okuduğu da rivayet edilmiştir.
el-A'meş'in bütün bu kıraati erin de ki "sin" harfi ise, iki esre
lidir.
10- Nasr b.
Asım'ın; şeklinde "be" harfi üstün, "ye" harfi de şeddeli
olup hemzesiz okuyuşu,
11- Yakub
el-Kari, der ki: Bazı kıraat alimlerinin; şeklinde "be" harfi
esreli, ondan sonra sakin hemze ile, ondan sonra da üstün harekeli
"ye" ile okuduklarına dair rivayet de gelmiştir.
İşte bunlar toplam
onbir kıraattir. Bunları en-Nehhâs nakletmektedir.
Ali b. Süleyman der
ki: Araplar; Bayağı bir şey getirdi," derler. Buna göre; Bayağı, adi
azap" demek olur.
el-Hasen'in kıraatine
gelince, Ebu Hatim bu kıraatin açıklanabilecek bir tarafı olmadığını iddia
etmiş ve şöyle demiştir: Çünkü; denilemez ki, denilebilsin.
en-Nehhas İse şöyle
demektedir: Ebu Hatim'İn bu sözü merduttur. Çünkü nahivciler; "Şunu şunu
yaparsan, o ne İyi ne güzeldir!" derler ve bununla da yaptığın o işin çok
güzel olduğunu kastederler. el-Hasen'in kıraatine göre ise buyruk, Onları öyle
bir azap ile yakalarız ki, o ne kötü bir azaptır! takdirinde olur.
[4]
166. Böylece onlar
serkeşlik ederek kendilerine yasak kılananlan yapmakta ısrar edince,
kendilerine: "Allah'ın rahmetinden uzak, aşağılık maymunlar olun"
dedik.
"Böylece onlar
serkeşlik ederek kendilerine yasak kılınanları yapmakta ısrar edince"
yani, Allah'a isyanda haddi aşmayı sürdürünce "kendilerine: ...aşağılık
maymunlar olun dedik."
"Aşağılık...lar"
kelimesi; Ben onu uzaklaştırdım, kovdum, o da uzaklaştı ifadesinden
gelmektedir. Buna dair açıklamalar Bakara Sûresi'nde (2/65. âyet, 3. başlığın
son taraflarında) geçmiş bulunmaktadır.
Bu buyruk, masiyet
işlemenin ilahî azaba ve intikama sebep teşkil ettiğini göstermektedir. Bunun
da anlaşılmayacak kapalı bir tarafı yoktur
Denildiğine göre, yüce
Allah bu sözleri kendilerine işitebilecekleri bir sesle söyledi, onlar da
böyle oluverdiler. Bir başka açıklamaya göre ise, buyruk Biz onları maymunlar
yaptık, anlamındadır.
[5]
167. O vakit, Rabbin
onlara: Kıyamet gününe kadar üzerlerine mutlaka kendilerini en kötü azaba
uğratacak kimseler göndereceğini bildirdi. Şüphe yok ki, Rabbin cezayı çabucak
verendir. Ve muhakkak ki O, mağfiret ve rahmet edendir.
Yani, yüce Allah,
onların geçmişlerine şunu bildirmişti: Eğer buyruklarımı değiştirir ve ümmî
peygambere İman etmeyecek olurlarsa, Allah, üzerlerine kendilerine azap
verecek kimseleri gönderecektir, Ebu Ali der ki: Med'li olarak;
"Bildirdi," demektir. (Âyet-i kerimede "bildirdi"
anlamındaki kelimeyle aynı kökten). Buna karşılık "zel" harfi
şeddeli olarak; da, seslendi demektir. Bir kesim ise, şekillerinin ikisinin de
"bildirdi" anlamına geldiğini söylemişlerdir. Tıpkı, "Kesin
olarak inandı" demek gibi. Şair Züheyr de der ki:
"Şöyle dedim:
Şunu bil ki, avın gafil bir anı vardır.
Eğer bu anı
kaçırmayacak olursan, şüphesiz ki onu öldürürsün?"
Bir başkası da şöyle
demektedir:
"Şunu bil ki, insanların
en kötü kabilesi, aralarında ki parolaları (Bir deve çobanı adı olan): Yesar
diye Beslenilenlerdir."
Burada; "Bil ki,
Öğren ki" fiilleri; "Bil ki" İle aynı anlamdadır.
"Kendilerini...
uğratacak" tattıracak anlamında olup, buna dair açıklamalar daha önce
el-Bakara Sûresi'nde (2/49. âyet, 7-8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Burada maksadın Buht
Nassar olduğu, Araplar olduğu, Mulıammed (sav)'m ümmeti olduğu söylenmiştir.
Daha zahir (kuvvetli) olan görüş de bu sonuncusudur. Çünkü Kıyamet gününe kadar
kalacak olan ümmet onlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İbn Abbas der ki:
Burada "En kötü azap" dan kasıt cizyenin alınmasıdır.
Onların maymun ve
domuzlara dönüştürüldükleri ileri sürülerek onlardan cizye nasıl alınacak diye
sorulacak olursa, şu şekilde cevap verilir: Cizye, onların çocuklarından ve
soyundan gelenlerden alınacaktır. Onlar ise en zillet-li kavim olan
yahudilerdir. Said b. Cübeyr'den rivayete göre, "en kötü azapMan kasıt
haraçtır. Hz. Musa'ya gelene kadar hiç bir peygamber haraç toplamış değildir.
Haracı ilk olarak tesbit eden odur. Onüç yıl süreyle haraç topladı, sonra da
bunu bıraktı. Daha sonra da haraç toplayan peygamber ise, bizim
peygamberimizdir.
[6]
168. Onları,
yeryüzünde paramparça topluluklar halinde dağıttık. Onlardan kimi sallhlerden
oldu, kimi de bundan aşağıdadır. Belki dönerler diye de onları hem iyiliklerle,
hem de kötülüklerle İmtihan ettik.
"Onları
yeryüzünde paramparça topluluklar halinde dağıttık." Yani Biz onları,
ülkelere, değişik yerlere dağıttık.
Bununla yüce Allah,
işlerinin dağıtılmış olduğunu, onların sözbirliği ederek bir araya gelip
birleşmelerinin sözkonusu olmadığını anlatmak istemiştir.
Onlardan kimi
salihlerden oldu" buyruğu mübtedâ olarak ref mahallindedir. Maksat,
Muhammed (sav)'a iman edenler, aralarından herhangi bir değişiklik yapmayanlar
ve Hz. Musa'nın şeriatinin nesli edilmesinden önce ölenler kastedilmektedir.
Yahut da, önceden de geçtiği üzere Çin'in öte tarafında bulunanlardır.
"Onlardan kimi de
bundan aşağıdadır" anlamındaki ise, zarf mahallinde mansubtur. en-Nehhas
der ki: Bunu ref ile okuyan kimse olduğunu bilmiyoruz. Maksat ise onların
kâfir olanlarıdır,
"Biz de belki
dönerler" yani küfürlerinden vazgeçip geri dönerler "diye de onları
hem iyiliklerle" bolluk ve afiyet ile "hem de kötülüklerle"
yani, kuraklık, türlü zorluk ve sıkıntılarla "imtihan ettik."
[7]
169. Onlardan sonra
kötü kimseler gelip yerlerine geçti. Kitab'a da mirasçı oldular. Bu dünyanın
değersiz malını alırlar (ve): "Bize ileride mağfiret olunur"
diyorlardı. Kendilerine ona benzer değersiz bir meta gelirse, onu da
alıyorlardı. Allah'a karşı haktan başkasını söylemeyeceklerine dair
kendilerinden o kitabın teminatı alınmadı mı? Halbuki onda olanı durmadan
okumuşlardı. Âhİret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akletmeyecek
misiniz?
Yüce Allah:
"Onlardan sonra kötü kimseler gelip yerlerine geçti" buyruğu ile,
yeryüzünde darmadağın ettiği kimselerin çocuklarını kastetmektedir.
Ebu Hatim der ki:
kelimesi, "lam" harfi sakin olarak "çocuklar" anlamındadır.
Tekili ve çoğulu arasında fark yoktur, "Lam" harfi üstün olarak )
ise, "bedel, onun yerine geçen" demektir. İster çocuk olsun, ister
yabancı olsun farketmez.
İbnü'l-A'rabî' ise,
şeklinde "lam" harfi üstün olursa, başkalarının yerine geçenlerin
salih olmaları halinde, sakin olursa ise, salih olmamaları halinde kullanılır,
demiştir. Nebît der ki:
"Kanatları
altında yaşananlar geçip gittiler
Bense, uyuz olmuşun
derisini andıran sonrakiler arasında kaldım."
Bayağı sözlere;
denilmesi de buradan gelmektedir. Yine, kullanı-lagelen bir deyim olan;
"Bin defa sustu, sonunda da bayağı bir söz söyledi," sözü de bu
kabildendir. O halde, bu kelimenin "lam" harfi sakin olursa, yermek
anlamını, üstün olursa da övmek anlamını verir. Meşhur kullanım şekli de
böyledir. Nitekim Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Bu ilmi sonradan
gelenlerin her biri arasından o neslin adil olanları taşır."[8] Bu
iki şeklin herbirinin diğeri yerine kullanıldığı da olur. (Meselâ) Hassan b.
Sabit der ki:
"Sana doğru
atılan ilk adım bizim adımımızdır. Ve bizden sonra gelenlerimiz; Allah'a itaat
yolunda ilklerimize tabidirler."
Bir başkası da şöyle
demektedir:
"Biz'oyle bir
halef ile (sonradan gelenlerle) karşılaştık ki,
onlar ne kötü
haleftir!
Yüzümüze kapısını
kapattı, sonra da yemin etti. Kapıcı, yükü ağır geldi mi duran ve Tanıdığı
kimseden başkasını içeri almayacak diye."
Bu âyet-i kerimeden
kasıt ise (sonra gelenlerin) yerilmesidir.
Müfessirler, 'kitaba
da mirasçı oldular" (buyruğuyla) kastedilenlerin ya-hudiler olduklarını
söylemişlerdir. Bunlar, Allah'ın Kitabına mirasçı olup onu okudular,
başkalarına Öğrettiler. Ancak, onu okuyup öğrenmelerine rağmen hükmüne
muhalefet edip haram kıldığı şeyleri de işlediler. O bakımdan bu buyruk onlar
için bir azar ve bir sitem anlamındadır.
"Bu dünyanın
değersiz malını alırlar." Daha sonra yüce Allah, ileri derecedeki
hırsları ve düşkünlükleri sebebiyle dünya metaından kendilerine arz olunan
şeyleri aldıkların) haber vermekte ve "bize İleride mağfiret olunur
diyorlar" deyip
tevbe etmediklerini bildirmektedir. Bu buyruk, onların tev-be etmeyen kimseler
olduklarının delilidir.
Yüce Allah'ın:
"Kendilerine ona benzer değersiz bir meta gelirse, onu da
alıyorlardı" buyruğundaki "değersiz meta" anlamı verilen; kelimesi
dünya metaı demek olup "ra" harfi üstün okunur. Sakin okunacak olursa,
dirhem ve dinar dışında kalan mallara addır.
Bu âyet-i kerimede
rüşvet almaya ve haram kazanç yollarına işaret edilmektedir. Daha sonra yüce
Allah onları "bize ileride mağfiret olunur" sözleriyle aldanışa
düştüklerini ve onların ikinci defa imkân buldukları vakit aynı işi bir daha
işlediklerini bildirerek yermektedir. Bu aldanışları sebebiyle kendilerine
mağfiret olunacağını kati olarak kabul ettiler ve günahlarını ısrarla devam
ettirdiler. Oysa "bize ileride mağfiret olunur" sözüancak işlediği
günahtan vazgeçen ve pişman olan kimsenin söyleyebileceği bir sözdür.
Derim ki: Şanı yüce
Allah'ın onlarda yerdiği bu nitelik bizde de vardır. Dâ-rimî Ebu Muhammed
senediyle şöyle bir rivayet kaydetmektedir: Bize Mu-hamrned b. el-Mubarek
anlattı, bize Sadaka b. Halid anlattı. O, İbn Ca-bir'den, o da künyesi Ebu Amr
olan bir şeyhten (hadis rivayet eden ilim adamından) o da Muaz b. Cebel
(r.a'Vdari dedi ki: Kur'an-ı Kerim, bir elbisenin eskiyip artık birbirini
tutmaz hale gelmesi gibi bîr takım kimselerin kalplerinde eskiyecektir. Onlar
bu kitabı okuyacaklar fakat, ona karşı ne bir istek duyacaklar, ne de bir
lezzet alacaklar. Onlar, kurt kalpleri üzerine koyun postları giyerler.
Amelleri hep umuttur. Amellerine (kabul edilir mi diye) hiç korku girmez. Eğer
kusurlu hareket ederlerse, ileride mükemmeline ulaştınlırız derler. Eğer
kötülük işlerlerse, ileride günahlarımız bağışlanacak derler. Çünkü biz,
Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmuyoruz.[9]
Kendilerine...
gelirse" deki zamirin, Medine yahuditerine ait olduğu söylenmiştir. Yani,
Peygamber (sav) döneminde Yesrib'de (Medine'de) bulunan yahudilere onun gibi
değersiz bir mal gelecek olursa, geçmişleri o malı nasıl aldılarsa, onlar da
öylece alırlar, demektir.
Bu buyrukların:
"Allah'a karşı haktan başkasını söylemeyeceklerine dair kendilerinden o
kitabın teminatı alınmadı mı? Halbuki onda olanı durmadan okumuşlardı âhiret
yurdu sakınanlar İçin daha hayırlıdır. Hâlâ akletmeyecek misiniz?" bölümü
ile ilgili açıklamalarımızı da iki baştık halinde sunacağız:
[10]
"Allah'a karşı
haktan başkasını söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın teminatı
alınmadı mı?" buyruğunda kitaptan kasıt, Tevrattır. Bu ise, şeriat ve
hükümlerde yalnızca hakka bağlı kalmanın ve hakimlerin rüşvet sebebiyle batıla
yönelmemeleri gerektiğine dair hükmün ağırlığına işaret etmektedir.
Derim ki: Hak
buyrukların bir gereği olarak, bunlar için bağlayıcı olan hükümler ile alınan
bu sözlerin, -daha önce en-Nisâ Sûresi'nde (4/58. âyetin tefsirinde) açıklandığı
gibi- bizim için de gerek Peygamberimizin lisanı ile gerek Rabbimizin kitabı
ile bağlayıcı oldukları bildirilmiştir, Zaten bu hususta bütün şerîatler
arasında herhangi bir ayrılık yoktur. Yüce Allah'a hamd olsun.
[11]
"Halbuki onda
olanı durmadan okumuşlardı." Ve üstelik aradan fazla bir zaman dahi
geçmemişti. Ebu Abdurrahman; şeklinde okumuş ve "te" harfini
"dal" harfine idğam etmiştir.
İbn Zeyd der ki: Haklı
olan, hakimlerine gelip rüşvet verirdi, onlar da Allah'ın Kitabını çıkartıp o
kitap gereğince lehine hüküm verirlerdi. Haksız kişi de geldi mi, yine ondan
rüşvet alırlar, bu sefer ona kendi elleriyle yazdıkları kitabı çıkartıp onun
lehine hüküm verirlerdi.
İbn Abbas;
"Allah'a karşı haktan başkasını söylemeyeceklerine dair"
buyruğu ile ilgili
olarak şunları söylemektedir: Onlar, günahlarının bağışlanacağını kesin olarak
söyledikleri sözleri ile batılı söylemiş oldular.
İbn Zeyd der ki:
Burada kasıt, -az önce de belirttiğimiz gibi- verdikleri hü-kümlerdeki
batıllardır.
Kimi ilim adamı da
şöyle demiştir: "Onda olanı durmadan okumuşlardı"
yani buyruğu gereğince
ameli ve onu anlamayı terketmek suretiyle onu silmişlerdi. Bu, Rüzgâr izi
sildi" tabirinden alınmıştır derler. Yine silinip izi, eseri kalmayan çizgi,
ev v.s. hakkında; İfadesinden alınmış olur. Bu anlam da yüce Allah'ın:
"Kendilerine kitap verilenlerden bir kesim... Allah'ın kitabını
arkalarına atmışlardı." (el-Bakara, 2/101); "Onlar ise onu
sırtlarının arkasına attılar..." CÂl-i İmran, 3/187) buyruklarına uygun
düşmektedir. Nitekim el-Bakara Sûresi'nde (anılan âyetin tefsirinde) buna dair
açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır.
[12]
170. Bir de kitaba
sımsıkı sarılanlar ye namazı dosdoğru kılanlar (a gelince), şüphesiz Biz ıslah
etmeye çalışanların mükâfatlarını zayj etmeyiz.
"Bir de kitaba
sımsıkı sardanlar." Yani Tevrat'a, gereğince amel etmek suretiyle bağlı
kalanlar... Ebu'l-Âliye ve Ebu Bekr rivayetinde Asım; Sımada sarılanlar"
kelimesini şeddesiz olarak; "Tutunanlar" şeklinde şeddesiz olarak
"Tuttu, tutar"dan gelen bir fiil olarak okumuşlardır. Ancak, birinci
okuyuş daha uygundur. Çünkü, o okuyuşta yüce Allah'ın Kitabına ve dinine
sımsıkı sarılıp, bunun tekrar tekrar ve çoklukla yapıldığı anlamı vardır. Ve
onlar bununla öğünmektedirler. Allah'ın Kitabı ve dinine sımsıkı yapışmak, bu
İşi devamlı ve tekrar tekrar yapmayı gerektirir. Ka'b b. Zü-heyr der ki:
"O bağlı
kaldığını iddia ettiği ahde sarılması Ancak eleklerin sulan tutması
gibidir."
Böylelikle, çokça
ahidlerini bozma tabiatı dolayısıyla onu yermektedir.
[13]
171. Hani Biz dağı
üzerlerine gölge bırakan bir bulut gibi çekip kaldırmıştık da onu üstlerine
düşecek sanmışlardı. "Size verdiğimizi kuvvetle alın. Onda olanı düşünün
ki sakınırsınız"
(demiştik).
Yüce Allah'ın:
"Hani Bîz dağı üzerlerine... çekip kaldırmıştık" buyruğun-daki
"Çekip kaldırmıştık" lafzı, yükseğe kaldırmıştık demektir. Buna dair
açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/63. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
"Üzerlerine gölge
bırakan bir bulut gibi." Sanki o, yüksekliği dolayısıyla üzerlerine gölge
bırakan bîr bulutu andırıyordu.
"Size verdiğimizi
kuvvetle" tam bir ciddiyet ve gayretle "alın... demiştik."
Âyetin sonuna kadar olan bölümün tefsiri de daha önce el-Bakara Sûresi'nde
(2/63. âyette) geçmiş bulunmaktadır.
[14]
172. Hani Rabbin Âdem
oğullarının sırtlarından zürrlyetlerinİ almış ve onları kendilerine şahid
tutup: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" (diye buyurmuştu). Onlar da:
"Evet, şahid olduk"
' demişlerdi Kıyamet
günü: "Bizim bundan haberimiz yoktu" de-meyesiniz diye.
173. Yahut: "Dana
önce sadece atalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı. Biz de onlardan sonra gelen
bir kuşaktık. Şimdi o batıla saplananların işledikleri yüzünden bizi helak mı
edeceksin?" de-meyesiniz diye.
174. İşte biz âyetleri
böyle açıklarız. Belki dönerler diye.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:
[15]
Yüce Allah'ın:
"Hani Rabbln... almış" yani sen, onlara daha önce sözü geçen
indirilen kitaplarında yer alan sözleri hatırlatmakla birlikte, Adem oğullarının
zürriyetlerini çıkardığı gün kullardan almış olduğu sözleri de hatırlat...
Bu âyet-i kerime
müşkil bir âyet-i kerimedir, ilim adamlan bu âyetin te'vi-li ve ahkâmına dair
açıklamalarda bulunmuşlardır. Biz de bu hususta tesbit edebildiklerimize uygun
olarak onların söylediklerini aktaracağız.
Kimisi şöyle demiştir:
Âyetin anlamı şudur: Yüce Allah, Adem oğullarının biri birlerinden gelecek olan
zürriyetlerini onların sırtlanndan çıkartmıştır. Bunlar, "onları
kendilerine şahid tutup, ben sizin Rabbiniz değil miyim" buyruğunun
anlamı, onları yaratmakla kendi tevhidini onlara göstermiştir, derler. Çünkü,
baliğ olan her bir kişi zorunlu olarak kendisinin bir tek Rabbi-nin olduğunu
bilir.
"Ben sizin
Rabbiniz değil miyim" yani, onlara böyle dedi, demektir. Bu ise, onlara
karşı şahid tutmak ve onların bunu ikrar etmeleri yerine geçmiştir. Yüce Allah
gökler ve yer hakkında onların: "İsteyerek itaatle geldik, dediler"
(Fussilet, 41/11) buyruğunda olduğu gibi. el-Kaffal bu görüşü benimsemiş ve bu
konuda uzun uzun açıklamalarda bulunmuştur.
Şöyle de
açıklanmıştır: Şanı yüce Allah bedenleri yaratmadan Önce ruhları çıkartmış ve
bu ruhlarda kendisine hitap olunanı bilip öğreneceği marifeti de takdir
buyurmuştu.
Derim ki: Peygamber (sav)'dan
nakledilen hadislerde dile getirilen, bu iki görüşten farklıdır. Buna göre yüce
Allah, Adem (a.s)'ın sırtından ruhları da içinde olmak üzere bedenleri
çıkartmıştır. Malik'in Muvatta'ındaki rivayetine göre Ömer b. el-Hattab
(r.a)'a şu: "Hani Rabbln Adem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini
almış ve onları kendilerine şahid tutup: Ben sizin Rabbiniz değil miyim (diye
buyurmuştu). Onlar da: Evet, şahid olduk demişlerdi. Kıyamet günü: Bizim
bundan haberimiz yoktu demeyeslniz diye" âyeti hakkında soru sorulmuş,
Ömer (r.a) da şöyle demiş: Ben, Rasulul-lah (sav)'a bu âyet hakkında soru
sorulurken işittim. Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Yüce Allah Adem'i
yarattı. Sonra sağıyla sırtını sıvazladı, ondan bir zürriyet çıkardı ve Ben
bunları cennet için yarattım ve cennetliklerin ameliyle amel edecekler, diye
buyurdu. Sonra bir daha sırtını sıvazladı, ondan bîr zürriyet çıkardı ve şöyle
buyurdu: Bunları da cehennem İçin yarattım ve bunlar da cehennemliklerin
ameliyle amel edecekler," Bir adam kalkıp: O halde amelin faydası nedir?
diye sorunca, Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Allalı bir kulu cennet için
yarattı mı, onun cennet ehlinin ameliyle amel etmesini ister. Sonunda o da
cennet ehlinin amellerinden bir amel üzere ölür, Allah da onu cennete koyar. Bir
kulu da cehennem için yarattı mı, onun da cehennem ehlinin ameliyle amel
etmesini ister. Sonunda o da cehennemliklerin amellerinden bir amel Ü2ere
ölür. Allah da onu cehenneme koyar. "[16]
Ebu Ömer(b.
Abdi'1-Berr) der ki: Bu, isnadı munkatı' bir hadistir. Çünkü Müslim b. Yesar,
Hz. Ömer ile karşılaşmamıştır. Yahya b. Maîm onun hakkında şöyle demiştir:
Müslim b. Yesar kim olduğu bilinmeyen birravidir. Onunla Ömer (r.a) arasında
Nuaym b. Rabia vardır. Bunu da Nesaî zikretmiştir. Nu-aym ise, ilim taşıdığı
bilinen bir kimse değildir. Şu kadar var ki, bu hadisin anlamı çerçevesinde
Peygamber (sav)'dan Ömer b. el-Hattab (r.a), Abdullah b. Mes'ud, Ali b. Ebi
Talib, Ebu Hureyre -Allah onlardan ve diğerlerinden razı olsun- yoluyla gelen
rivayet, pek çok sabit (sağlam) yolla sahih olarak gelmiştir.[17]
Tirmizî sahili
olduğunu belirterek Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Rasululiah (sav) buyurdu ki: "Allah Adem'i yaratıp da onun sırtını
sıvazlayınca sırtından kıyamet gününe kadar onun zürriyetinden yaratacağı her
bir can döküldü. Onlardan her birisinin gözleri arasında nurdan bir parlaklık
yarattı. Sonra bunları Adem'e arzetti. Dedi ki: Rabbim bunlar kimlerdir? Yüce
Allah, bunlar zürriyetinden gelecek olanlardır diye buyurdu. Aralarından
birisini gördü, gözleri arasındaki parlaklık hoşuna gitti. Rabbim bu kimdir?
diye sorunca, bu adam, senin zürriyetinden gelecek sonraki ümmetlerden bir
adamdır. Ona Davud denilir diye buyurdu. Hz. Adem: Rabbim ömrünü kaç yıl
olarak takdir buyurdun, diye sorunca; altmış yıl diye buyurdu. Hz. Adem:
Rabbim, ona benim ömrümden kırk yıl artır dedi. Adem (a.s)'ın ömrü sona erince,
ona ölüm meleği geldi. Adem: Henüz benim ömrümden daha kırk yıl kalmadı mı diye
sorunca, melek: Sen bu kırk yılını oğlun Davud'a vermemiş miydin diye sordu.
Ancak, Adem böyle bir şeyi reddetti. Bunun üzerine zürriyetinden gelenler de
inkâr eder oldular. Adem'e de unutturuldu, bu sebepten zürriyeti de unutur
kılındı."[18]
Tirmizî'den başkasında
da şöyle denmektedir: İşte o vakit yazıcılar tutulmasını, şahid tutulmasını
emretti.
Bir başka rivayette de
şöyle denmektedir: Adem, aralarında zayıf, zengin, fakir, zelil, müptela ve
sağlıklı kimseler olduğunu görünce, ona dedi ki: Rabbim bu niye böyle, neden
onların arasında eşitlik sağlamadın? Yüce Allah, bana şükredilsin istedim, diye
buyurdu.
Abdullah b. Amr da
Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: Tarak ile nasıl
başın saçlan alınıyor (taranıyor) ise onlar da (Hz. Adem'in zürriyeti de)
sırtından böylece alındılar." Allah onlara Hz. Süleyman'ın gelişini
bildirerek, diğer karıncalan uyaran karınca gibi akıllar verdi ve onlardan kendisinin
Rableri olduğuna, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmadığına dair söz aldı.
Onlar da bunu ikrar edip kabul ettiler. Yüce Allah kendilerine Peygamber
göndereceğini bildirdi, böylelikle biri diğerine şahidlik etti.
Ubey b. Kâ'b der ki:
Onlara karşı yedi semavatı da şahid tuttu. Kıyamet gününe kadar doğacak kim
varsa, mutlaka ondan ahid alınmıştır.
Adem'in sırtından
çıkartıldıkları vakit kendilerinden sözün alındığı yerin neresi olduğu
hususunda dört farklı görüş vardır. İbn Abbas der ki: Burası, Arefe
yakınlarında bir vadi olan Na'man denilen"yerin iç tarafıdır.[19]
Yine İbn Abbas'tan bu yerin Hindistan'da bir
bölge olan ve Hz. Adem'in yere indiği yer olan Berahba oiduğu da söylenmiştir.
Yahya b. Selam ise der
ki: îbn Abbas bu âyet-i kerime hakkında şöyle demişti: Allah, Adem'i
Hindistan'a indirdi. Sonra sırtını sıvazlayıp ondan kıyamet gününe kadar
yaratacağı her bir canı çıkartıp şöyle buyurdu: "Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?" Onlar da: "Evet, şahid olduk" dediler. Yahya b. el-Hasen
der ki: Sonra onları tekrar Adem (a.s)'in sulbüne geri iade etti.
el-Kelbî ise, bu ahdin
Mekke ile Taif arasında alındığını söylerken, es-Süd-dî de şöyle demiştir: Bu
ahid, Adem cennetten dünya semasına indirildiği vakit kendisinden alınmış idi.
Yüce Allah onun sı itim sıvazlamış ve sırtını n sağ tarafından inci gibi
parıldayan beyaz bir zürriyet çıkartmıştı. Onlara "rahmetim üzere cennete
giriniz" diye buyurmuştu. Sırtının sol tarafından da siyah bir zürriyet
çıkartmış ve onlara; "siz de ateşe giriniz. Aldırış etmiyorum" diye
buyurmuştu. İbn Cüreyc der ki: Cennet için yaratılmış her bir nefs, beyaz (ak.)
çıktı, cehennem için yaratılmış her bir nefs İse siyah çıktı.
[20]
İbnü'l-Arabî -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- der ki: İnsanlar günah işlememiş oldukları halde azab
edilmeieri nasıl uygun düşer, yahut yüce Allah yapmalarını irade buyurduğu,
haklarında yazdığı ve kendilerini ona sürüklediği şeyler sebebiyle onları
nasıl cezalandırabilir denilecek olursa, biz de şöyle cevap veririz:
Bunun imkânsız olduğu
nereden anlaşılmaktadır. Aklen mi, şer'an mı? Çünkü, rahim ve hakim olan
birimizin böyle bir şeyi yapması mümkün değildir denilse; biz de şöyle deriz:
Çünkü, onun da üstünde ona emir veren bir amir, ona yasak koyan birisi vardır.
Yüce Rabbimiz ise yaptıklarından dolayı sorumlu değildir. Asıl onlar
sorulurlar. Diğer taraftan, yaratıkların yaratıcıya kıyas edilmeleri caiz
değildir. Kullarının fiillerinin mutlak ilahın fiillerine göre yorumlanması da
doğru değildir. Gerçekte bütün fiiller yüce Allah'ındır. Ve bütün yaratıklar
yalnız O'nundur. O, onları nasıl dilerse öyle yöneltir. Ve aralarında dilediği
şekilde hüküm vermiştir. Adem oğlunu içinde hissettiği bu duyguya iten ise,
fıtratındaki incelik, hemcinsine karşı duyduğu şefkat ile övül-mekten ve
methedilmekten hoşlanmasıdır. Zira, bundan dolayı bîr takım menfaatler
sağlayacağını umar. Şanı yüce Allaîı ise bütün bunlardan mukaddes ve
münezzehtir. O bakımdan bu gibi şeyler kıyas alınarak O'nun hakkında kanaat
belirtmek caiz olamaz.
[21]
Bu âyet-i kerime
hakkında hususi mi, yoksa umumi mi olduğu noktasında farklı görüşler vardır.
Âyetin has olduğu söylenmiştir. Çünkü yüce Allah: "Adem oğullarının
sırtlarından" diye buyurmuştur. Böylelikle Hz. Adem'in sulben çocuğu
olanlar bu kapsamın dışına çıkmaktadır.
Yüce Allah'ım
"Yahut daha önce sadece atalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı"
buyruğu ile de müşrik ataları olmayan herkes bu kapsamın dışına çıkmaktadır.
Şöyle de denilmiştir:
Âyet-i kerime, peygamberler vasıtasıyla kendilerinden ahid alınmış kimseler
hakkında hastır. Bir başka görüşe göre de; hayır bu âyet-i kerime bütün
insanlar hakkında umumidir. Çünkü, herkes kendisinin önceleri küçük bir çocuk
olduğunu, sonradan gıda ile beslenip büyütüldüğünü, yetiştirildiğini,
kendisinin işlerini düzenleyen ve bir yaratıcısı olduğunu bilir. İşte:
"Onları kendilerine şahid tutup..." buyruğunun anlamı da budur.
"Evet...
demişlerdi" buyruğunun anlamı ise, evet böyle bir şey onların bir
görevidir; (yani, Allah'ın rububiyetînî kabul etmeleri gerekir) demektir. İnsanlar,
şanı yüce Allah'ın Rabb olduğunu İtiraf edip de bunu unutmaları üzerine,
peygamberleriyle onlara bu hususu hatırlattı ve bu hatırlatmayı da son olarak
seçkin kullarının en faziletlisi ile gerçekleştirdi. Böylelikle onlara karşı
delil gereği gibi ortaya konmuş olsun. Son peygamberine de şöyle emir buyurdu:
"O halde sen onlara hatırlat. Sen ancak bir hatırlatıcısuı. Üzerlerine
musallat bir zorba değilsin." (el-Gâşiye, 88/21-22)
Daha sonra da ona,
üzerlerine otorite kurma imkânını verdi, ona saltanat bahşetti, yeryüzünde
O'nıın dinini hakim kıldı. et-Tartuşî der ki: İnsanlar dünya hayatlarında bu
hususu hatırlamasalar dahî bu ahid insanlar için bağlayıcıdır. Tıpkı hanımını
boşadığına dair tanıklık edildiği halde bunu unutan kimsenin bu talakının o
kimse hakkında geçerli oluşu gibi.
[22]
Küçükken ölen, ilk
ahiddeki ikrarı dolayısıyla cennete girer, diyenler bu âyet-i kerimeyi delil
göstermişlerdir. Ancak, akil baliğ olan kimseye bu ilk ahdin bir faydası
olmaz. Bu görüşü benimseyen kimseler, müşriklerin çocukları da cennettedir,
derler. Bu hususta sahih olan görüş de budur. Bununla birlikte konu ile ilgili
rivayetlerin farklılığı dolayısıyla mesele hakkında farklı görüşler ortaya
atılmıştır. Sahih olan da bizim zikrettiğimizdir. İleride bu hususa dair
açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Rum Sûresi'nde (30/30. âyet, 3. başlıkta) gelecektir.
"et-Tezkire" adlı eserde de ele aldık.
Allah'a hamd olsun.
[23]
Yüce Allah'ın:
Sırtlarından" kelimesi, yüce Allah'ın: Âdem oğulları" buyruğundan
bedelİyu'1-İştimal'dir.
Âyetin laftzlan
zürriyet almanın Adem oğullarından olmasını gerektirmektedir. Çünkü âyet-i
kerimede lafız itibariyle Hz. Adem'den söz edilmemektedir. Buna göre bu söz
dizisinin açıklaması şöyle olur: Hani Rabbin Adem oğullarının sırtlarından
zürriyetlerini almıştı. Âyet-İ kerimede "Adem'in sır-tı"ndan söz
edilmeyişi, hepsinin onun evlatları olduğunun ve ahid alındığı gün sırtından
çıkartılmış olduklarının bilinmesinden dolayıdır. O bakımdan "Adem
oğullarından" ifadesi dolayıstyla ayrıca "AdenV'den söz etmeye gerek
kalmamıştır.
Zürrlyetlerini"
kelimesini Kuleliler ve İbn Kesir, (zürriyet kelimesini) tekil olarak ve
"te" harfini de üstün olarak okumuşlardır. "Zürriyet"
kelimesi tek kişi hakkında da çoğul hakkında da kullanılabilir. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmuştur: "Rabbim bana nezdinden çok temiz bir zürriyet
bağışla." (Âl-i İmran, 3/38) Burada "zürriyet" kelimesi tekil
için kullanılmıştır. Çünkü o, yüce Allah'tan kendisine bir çocuk
bağışlanmasını dilemiş, Hz. Yahya'nın doğumu müjdesi kendisine verilmişti.
Diğer taraftan kıraat âlimleri yüce Allah'ın: "Âdem'in
zürriyetinden..." (Meryem, 19/58) buyruğunda-ki "zürriyet"
kelimesini icma ile tekil olarak okumuşlardır. Halbuki, Adem'in zürriyetinden
daha çok zürriyeti olan kimse yoktur. "Biz de onlardan sonra gelen bir kuşaktık
{zürriyet idik)" (el-A'raf, 7/173.) buyruğundaki "zürri-yet"
kelimesi ise çoğul için kullanılmıştır.
Diğerleri ise çoğul
olarak; diye okumuşlardır. Çünkü zürriyet tekil hakkında da kullanıldığından
dolayı tekil için kullanılmayacak bir laftz getirilmiş ve böylelikle kelimenin
herhangi bir şekilde müşterek lafız olmaktan kurtulup maksat olarak gözetilen
manayı katıksız bir şekilde ifade edecek bir lafız kullanılmıştır ki, bu da
"zürriyet" kelimesinin çoğul olarak gelmesi ile olur. Çünkü Adem
oğullarının sırtlarından birbiriyle müntenasip birbirinin ardı arkasına ve
sayılarını Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemediği pek çok zürriyetler
çıkartmıştır. İşte bu özelliği dolayısıyla buradaki "zürriyet"
kelimesini çoğul olarak okumuşlardır.
[24]
el-Bakara Sûresi'nde
yüce Allah'ın: "Evet, kim bir kötülük işler de..." (el-Bakara, 2/81)
âyetini açıklarken "Evet" buyruğu ile ilgili yeterli izahlar
verilmişti. Oradaki açıklamalara başvurulabilir.
ile şekillerinde
"Demeyesiniz diye" ile "Yahut... demeyesiniz diye"
buyruklarını Ebu Amr her iki yerde de (te yerine) "ya" ile
(demesinler diye anlamında) ve böylelikle bu iki fiildeki zamirleri de daha
önce sözü geçen gaip lafzı ile okumuştur. Daha önce sözü edilen lafız ise, yüce
Allah'ın: "Kabbin Adem oğullarının sırtlarından zürriyetierîni almış ve
onları kendilerine şahid tutup..." buyruğudur. Aynı şekilde "onlar
da: Evet... demişlerdi" buyruğu da gaib lafzı ile gelmişlerdir.
Daha sonra gelen:
"Biz de onlardan sonra gelen bir kuşak (zürriyet) İdik" buyruğu da:
"Belki... diye" buyruğu da bu şekilde zaid olarak gelmiştir. O
bakımdan Ebu Amr, buradaki iki fiili (demek fiillerini.) kendilerinden önceki
lafızlara da sonraki lafızlara da uygun olarak gaib lafzıyla okumuştur. Diğerleri
ise bu iki fiili "te" harfi ile (demeyesiniz anlamında) okumuşlardır.
Bunlar da daha önce yüce Allah'ın: "Ben sizin Kabbİniz değil miyim"
buyruğundaki hitap lafzına uygun okumuşlardır. Bu durumda "şahid
olduk" ifadesi, meleklerin söylediği bir söz olur. İnsanlar:
"Evet" deyince, melekler de: "şahid olduk...demeyesiniz
diye" ile "yahut... demeyesiniz diye" demişlerdi.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bunun anlamı şudur: Adem oğullarının zürriyet-leri
"evet" demekle yüce Allah'ın Rububiyetini ikrar etmiş oldular. Bunun
üzerine yüce Allah meleklere: Şahid olun diye buyurmuş, melekler de: Biz de
sizin yüce Allah'ın Rububiyetini ikrar ettiğinize dair şahidlik ediyoruz, demeyesiniz
diye... yahut demeyesiniz diye demişler. Bu açıklama, Mücahid, ed-Dahhak ve
es-Süddî'nîn görüşüdür.
İbn Abbas ile Ubey b.
Kâ'b da şöyle demişlerdir: "Şahid olduk" buyruğu da Adem oğullarının
sözlerindendir. İfadenin anlamı şöyle olur: Biz, Senin Rabbîmiz ve ilahımız
olduğuna şahidlik ediyoruz. Yine İbn Abbas der ki: Yüce Allah, onların bir
kısmını diğer bir kısmına karşı şahid tuttu. Buna göre; evet, biz birbirimize
karşı şahidlik ettik dediler, demektir.
Eğer "şahid
olduk" ifadesi meleklerin söylediği söz ise, bu durumda; "Evet"
kelimesi üzerinde vakıf yapılır. Şayet Adem oğullarının sözlerinden ise,
üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz. Çünkü o takdirde; "... me...";
"Evef'den önce gelen; "Onlan kendilerine şahid tutup..."
buyruğuna tealluk eder ki, "bunu demesinler diye" anlamını verir.
Mücahid, İbn Ömer'den,
Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: Rabbin, Adem
oğullarının sırtlarından zürriyetferini tarağın baştan alınması gibi aldı ve
onlara: Ben sizin Rabbiniz değil miyim diye sordu. Onlar da: Evet
(Rabbimizsin> dediler. Bunun üzerine melekler: Biz de... de-meyesiniz diye
şahidiik ettik, dediler.[25]
Yani, biz..,
demeyesiniz diye size karşı yüce Allah'ın Rububiyetini ikrar ettiğinize dair
şahidlik ettik demektir. İşte bu açıklama, "demek" fiillerinin
"te" harfi ile (yani muhatap sigasıyla) okunmalarına delil teşkil
etmektedir.
Mekkî der ki: Anlamının
doğruluğu dolayısıyla tercih edilen görüş de budur. Çünkü cemaat (büyük
çoğunluk) bu şekilde okumuştur.
Yüce Allah'ın:
"Şahid olduk" buyruğunun, Allah'ın da meleklerin de birlikte
söyledikleri söz olduğu söylenmiştir. Yani, biz sizin Allah'ın rububiyetini
ikrar ettiğinize şahidlik ettik. Bu açıklamayı Ebu Malik yapmıştır. Ayrıca
es-Süddî'den de rivayet edilmiştir. "Biz de onlardan sonra gelen bir kuşaktık"
yani, onlara uyduk demektir. "Şimdi o battla sapanların işledikleri
yüzünden bizi helak mı edeceksin" ifadesi ise, sen böyle yapmamalısın
demek isteyeceklerdir, demektir. Şu kadar var ki, tevhid hususunda mukal-lid'in
ileri sürebileceği bir mazereti olmaz.
[26]
175. Sen onlara
âyetlerimizi verdiğimi2 halde, onlardan sıyrılıp çıkmış, derken şeytanın kendisine
uydurduğu ve sonunda azgınlardan olmuş kimsenin haberini oku!
Kitap ehli Tevrat'tan
öğrendikleri bir kıssayı zikretmektedir. Burada kendisine "âyetlerin
verildiği" kişinin tayini hususunda farklı görüşler vardır.
İbn Mes'üd ile İbn
Abbas, bu kişinin Musa (a.s) döneminde yaşamış ve İsrail oğullarından Bel'âm
-Nâim de denilmektedir- b, Bâurâ olduğunu söylemişlerdir. Bu kişi baktığı
vakit arşı görebilecek durumdaydı. İşte yüce Allah'ın: "Sen onlara
âyetlerimizi verdiğimiz halde... kimsenin haberini oku" buyruğunda
kastedilen odur.
Dikkat edilecek olursa
"âyetimiz" denilmemiştir. Onun meclisinde söylediklerini yazan
öğrencilere ail oniki bin mürekkep hokkası bulunurdu. Daha sonra bu kâinatın
bir yaratıcısı olmadığına dair ilk kitap yazan kişi noktasına kadar geldi.
Malik b. Dinar der ki: Bel'âm b. Bâurâ, imana davet etmek üzere Medyen
kiralına gönderildi. Medyen kiralı da ona birçok bağışlarda bulundu, iktalar
verdi, onun dinine tabi olup, Hz. Musa'nın dinini de terk etti. işte bu âyet-i
kerimeler onun hakkında nazil olmuştu.
el-Mu'temir b.
Süleyman ise babasından şöyle dediğini nakletmektedir: Bel'âm'a peygamberlik
verilmişti. Bel'âm duası kabul edilir bir kimse idi.[27]
Musa, zorbalarla döğüşmek üzere İsrailoğulları ile birlikte gelince, bu zorbalar
Bel'âm b. Baura'dan Hz. Musa'ya beddua etmesini istediler. O da Hz. Musa'ya
beddua etmek İsteyince, dili kendi adamlarına bedduaya döner oldu. Bu husus
kendisine söylenince, bu sefer: Duyduğunuz sözlerden başkasını söylemeye gücüm
yetmiyor dedi ve dili göğsüne kadar sarktı. Bunun üzerine: Arlık dünya da
ah/ret de elimden gitti. Geriye hile, aldatma ve tuzaklardan başka elimde
birşey kalmadı. Sizin için bazı hilekârlıklar yapacağım. Benim görüşüm odur ki,
kızlarınız) onlara karşı çıkartınız. Şüphesiz Allah zinaya buğz eder. Eğer bu
işi yapacak olurlarsa onlar da helak olup giderler. Bel'âm'ın dediklerini
yaptılar. İsrailoğullan zinaya başladı. Yüce Allah da üzerlerine taunu
gönderdi. Onlardan yetmiş bin kişi Öldü. Bu rivayeti tamamiy-le es-Sa'lebî ve
başkaları zikretmiş bulunmaktadır.
Yine rivayet
edildiğine göre Bel'âm b. Bâurâ Hz. Musa'nın zorbaların şehrine girmemesi için
dua etti. Onun duası kabul olundu ve Hz. Musa Tiîı'de kaldı. Bunun üzerine Hz.
Musa şöyle dedi: Rabbim, biz hangi günalı sebebiyle Tih'de kaldık? Yüce Allah,
Bel'âm'ın bedduası sebebiyle deyince, Hz. Musa şöyle dedi: Rabbim, onun bana
bedduasını kabul buyurduğun gibi benim de ona bedduamı kabul buyur. Sonra da
Hz. Musa yüce Allah'ın ismi azam bilgisini ondan alması için dua etti. Yüce
Allah da BeFâm'ı içinde bulunduğu halden sıyırıp aldı.
Ebu Hamid el-Ğazzâlî
de "Minhâcü'l-Ârifln" adlı eserinin son bölümlerinde şöyle
demektedir: Ariflerden kimisini şöyle derken dinledim: Peygamberlerden birisi,
yüce Allah'a Bel'âm'ın durumu ve kendisine verilen bunca âyet ve kerametten
sonra neden kovulduğunu sordu. Yüce Atlah şöyle buyurdu: Bir gün dahi Bana
verdiklerime karşılık şükretmedi. Eğer bütün bunlardan sonra bir defa olsun
şükretmiş olsaydı ona verdiklerimi almazdım.
ikrime de şöyle
demektedir: Bel'am peygamber idi ve ona kitap verilmişti. Mücahid de şöyle
demiştir: Bel'am'a peygamberlik verilmişti. Kavmi ona susması mukabilinde
rüşvet vermişti. O da bu dediklerini yapmış ve bulundukları halde onları
bırakmıştı.
e!-Maverdî ise şöyle
demektedir: Ancak, bu doğru olamaz. Çünkü yüce Allah, taatini terkedip
masiyetine yonelmeyeceğinİ bildiği kimselerden başkasını peygamber olarak
seçmez,
Abdullah b. Arar b.
el-Âs ile Zeyd b. Eşlem ise şöyle derler: Bu âyet-İ kerime Sakifli Umeyye b.
Ebi's-Salt hakkında inmiştir. O, daha önce indirilmiş kitapları okumuş, yüce
Allah'ın da o dönemlerde bir peygamber göndereceğini öğrenmiş, gönderilecek bu
peygamberin kendisi olmasını temenni etmişti. Fakat yüce Allah Muhammed
(sav)'ı peygamber olarak gönderince onu kıskanmış ve onu inkâr etmişti. İşte
Rasulullah (sav)'ın kendisi hakkında: "Şiiri ile iman etmiş, fakat
kalbiyle kâfir olmuştur"[28]
dediği kişi odur.
Said b. el-Müseyyeb de
der ki: Bu âyet-i kerime Ebu Âmir b. Sayfî hakkında nazil olmuştur. Bu kişi
cahiliye döneminde rahiplerin giyindikleri kıldan elbiseler giyerdi. Ancak,
Peygamber CsavVın peygamberliğini inkâr etti. Şöyle ki; Medine'de Peygamber
(sav)'ın huzuruna girip şöyle dedi; Ey Muhammed, senin bu getirdiğin şey
nedir? Hz. Peygamber: "Ben, İbrahim'in dinini, hanif dinini
getirdim." O; ben de o din üzereyim deyince, Peygamber (sav) şöyle
buyurdu: "Hayır, sen hanif dini üzere değilsin. Çünkü sen, ona o dinde
olmayan şeyleri sokmuş bulunuyorsun." Bunun üzerine Ebu Âmir şöyle dedi: Bizden
kim yalan söylüyorsa Allah onu kovalanmış, kovulmuş ve tek başına canını alsın.
Bunun üzerine Peygamber (sav) da: "Öyle olsun. Allah, bizden kim yalan
söylüyorsa dediğin şekilde onun canını alsın." O, bu sözleri söylerken
Rasulullah (savVın Mekke'den çıkışına işaret etmek istiyordu. Ebu Âmir de
Şam'a çıkıp gitti, Kayser'e uğrayıp, münafıklara da şunu yazdı: Haydi
hazırlıklarınızı yapınız. Ben, Kayser'in yanından size Muhammed'i Medine'den
çıkartmak üzere bir ordu ile geleceğim. Ancak, Şam'da tek başına Öldü. îşter
"Zarar vermek için... ve Allah'a ve Rasulüne harp açan kimseye de bekleyip
gözetlemek için bir mescid edinenler..." (et-Tevbe, 9/107) âyeti onun
hakkında nazil olmuştur ki, ileride et-Tevbe Sûresi'nde (belirtilen âyetin
tefsiri 1. başlıkta) gelecektir.
İbn Abbas da bir
rivayette şöyle demektedir: Bu âyet-i kerime yaptığı takdirde kabul olunan, üç
tane duası olan bir kimse hakkında nazil olmuştur. Bu kişinin
"el-Besus" adında bir hanımı vardı, bundan da bir oğlu olmuştu.
Hanımı, senin kabul olunan üç duandan birisini bana ayır deyince, adam birisi
senin için olsun, ne emredersin diye sorunca, hanımı şöyle demiş: Allah'a,
beni, İsrailoğullan arasında en güzel kadın haline getirmesi için dua et, dedi.
İsrailoğullan arasında kendisi kadar güzel bir kadın olmadığını anlayınca
kocasından yüz çevirdi. O da bu sefer yüce Allah'a onu havlayan bir köpek
haline dönüştürmesi için dua etti. Böylelikle o kadın hakkında iki duası
gitti. Bunun üzerine kadının çocukları gelip şöyle dediler: Bizim bu işe
tahammülümüz yok. Annemiz bir köpek oldu. Herkes ondan dolayı bizi ayıplamaktadır.
Haydi, Allah'a önceki haline onu döndürmesi için dua et, dediler. O da dua
etti, yine eski haline döndü. Böylelikle üç duası da o kadın hakkında gitmiş
oldu. Ancak bilinci görüş daha meşhur ve çoğunluğun kabul ettiği görüştür.
Ubade b. es-Samit der
ki: Bu âyet-i kerime Kureyş hakkında inmiştir. Allah, kendilerine Muhammed
(sav)'a indirmiş olduğu âyetlerini verdiği halde, onlar o âyetlerden sıyrılıp
çıktılar ve onları kabul etmediler. îbn Abbas der ki: BeFam, zorbaların
şehrinden idi. Yemenli olduğu da söylenmiştir.
"Onlardan
sıyrılıp çıkmış" yanî, yüce Allah'ı bilmekten uzaklaşmıştı. Yani, Allah
ondan bilmiş olduğu ilimleri çekip almıştı. Hadis-i şerifte Peygamber (say)'ın
söyle buyurduğu nakledilmektedir: "İlim iki türlüdür. Kimi ilim kalptedir.
İşte fayda veren ilim odur. Kimi İlim de dil üzerindedir. İşte yüce Allah'ın
Adem oğluna karşı delili de budur."[29]
İşte, Bel'am ve
benzerlerinin ilmi de bu kabildendir. Böyle bir ilimden Allah'a sığınır ve
bize hakka ulaşma muvaffakiyetini ve tahkik üzere ölmeyi lütfetmesini dileriz.
Sıyrılıp çıkmak
(el-İnsilâlı); çıkmak anlamındadır. Yılan gömlek (deri) değiştirdiği vakit bu
kökten gelen fiil kullanılır. Bunun, kalbedilmiş ifadelerden olduğu da
söylenmiştir. Yani, âyetler ondan sıyrılıp çıkmıştır.
"Şeytanın
kendisine uydurduğu" yani, şeytanın kendisine eriştiği kimse demektir.
Mesela; "Kavme yetiştim" anlamındadır,
Bu âyetin yahudiler ve
lı iristi yanlar hakkında indiği de söylenmiştir. Onlar Muhammed (sav)'in
peygamber olarak gelmesini bekleyip durdular, ama sonra onu inkâr ederek kâfir
oldular.
[30]
176. Eğer dileseydik,
onu bunlar sebebiyle yükseltirdik. Fakat o yere mıhlandı ve nevasına uydu.
Artık onun durumu, üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi haline
bırakırsan da yine dilini uzatıp soluyan bir köpeğin durumuna benzer. İşte
âyetlerimizi yalanlayan toplulukların durumu budur. Artık sen kıssayı anlat.
Belki iyice düşünürler.
177. Âyetlerimizi yalanlayarak kendilerine
zulmetmekte olanların durumu ne kötüdür!
"Eğer dileseydik
onu bunlar sebebiyle" yani, bu âyetlerle amel etmesi suretiyle
"yükseltirdik."
Burada kastedilen kişi
Bel'am'dır. Yani, Biz dilemiş olsaydık isyan etmeden önce onun canını alır ve
cennete yükseltirdik. "Fakat o, yere mıhlandı."
İbn Cübeyr'le
es-Süddî'den rivayete göre yere meyletti. Mücahid ise, ona meylederek huzur
buldu. Yani, yerin lezzetlerine meyletti, orada huzuru aradı.
"Mıhlanmak"
asıl anlamı itibariyle bir yerden ayrılmamak anlamındadır. Bir kimse bir yerde
ikamet edip oradan ayrılmayacak olursa,
denilir. Şair Züheyr der ki:
el-Ğarkad'da bulunan
ve senin uğradığın diyarlar kimlerindir?
Suyun üzerinden aktığı
yerinden ayrılmayan kalıcı sert taştaki yazı gibi."
Sanki bu buyrukta kastedilen
anlam: O, yerin lezzetlerine bağlandı da onlardan ayrılmadı şeklinde
olduğundan "yere mıhlandı" ifadesi kullanıldı. Çünkü dünya metaı
yerin üzerindedir.
"Ve nevasına
uydu" yani, şeytanın kendisine süslediklerinin ardından gitti. Onun
hevâsmın kâfirlerle birlikte olduğu söylendiği gibi; hanımının rızasına uydu
diye de açıklanmıştır. Çünkü hanımı birtakım malları elde etme arzusuna
kapılmıştı. O bakımdan onu Hz. Musa'ya beddua etmeye mecbur etmişti.
"Artık onun
durumu... bir köpeğin durumuna benzer" buyruğu müp-teda ve haberdir.
"Üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan" buyruğu da şart ve
cevaptır. Ve bu, ha! mahallindedir. Yani o, dilini sarkıtarak soluyan köpeğe
benzer. Buyruğun anlamı şudur: O, tek bir isi devam ettirir, gider ve hiç-bİr masiyetten
korkup çekinmez. Bu durumuyla o, köpeğe benzer. Çünkü köpek, her halükârda
diiini sarkıtıp solur. İster onu kov, ister kovma. O yine böyledir.
İbn Cüreyc der ki:
Köpek, yüreksiz bîr hayvandır. Onun üzerine gitsen de dilini sarkıtıp solur,
bıraksan da dilini sarkılıp solur. İşte hidayeti terk edenin hali de böyledir.
O korkaktır, yüreksizdir.
el-Kuteybî der ki:
Dilini sarkıtıp soluyan herşey, ya çokça bitkin düştüğünden, yahut da susuz
kaldığından dilini sarkıtıp solur. Ancak köpek böyle değildir. O, yorgun ve
bitkin halde iken de dilini sarkıtıp solur, rahatken de, hasta iken de,
sağlıklı iken de, suya kanmışken de, susuzken de hep böyle yapar. Allah onu
âyetlerini yalanlayan kimselere misal vermiş ve şöyle buyurmuştur: Sen, böyle
birisine öğüt versen de sapılır, onu bıraksan da sapıtır. O, tıpkı bıraktığın
zaman da dilini sarkıtıp soluyan, kovaladığın zaman da dilini sarkıtıp soluyan
köpek gibidir, yüce Allah'ın şu buyruğu da bunu andırmaktadır: "Siz,
bunları doğru yala çağırsanız size uymazlar. Onları ça-ğırsanız da, susmuş
olsanız da size karşı (tavırları) birdir." Cel-A'raf, 7/193.)
el-Cevlıen der ki:
Köpek, yorgunluktan, yahut susuzluktan dolayı dilini dışan çıkartacak olursa, denilir.
Aynı şekilde insan da yorgunluktan bitkin düştüğü vakit, onun hakkında da bu
tabir kullanıitr.
Yüce Allah'ın:
"Üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan" buyruğuna gelince; çünkü
sen, köpeğe hamle yapacak olursan havlar ve geri dönüp kaçar. Onu bırakacak
olursan, bu sefer o senin üzerine gelmeye kalkışır ve havlar. İster senin
üzerine gelirken, ister senden kaçıp giderken kendisini yorar. Böyle bir
durumda ise, susuzluktan dolayı dilini dışarı çıkartıp soluma hali onda
görülür.
et-Tirmizî el-Hakim de
"Nevâdiru'l-Usul" adlı eserinde şöyle demektedir:
Böyle bir kimsenin
yırtıcı hayvanlar arasında köpeğe benzetil iş sebebi, köpeğin yüreksiz
oluşundan dolayıdır. Onun dilini sarkıtarak soluması yürek-sizliğindendir.
Diğer yırtıcı hayvanlar böyle değildir. Bundan dolayı onlar solumazlar.
Köpeğin bu haline gelince; Adem (a.s) yer yüzüne indirilince, düşman (şeytani
onun bu haline sevindi, Bunun üzerine yırtıcı hayvanlara gitti, o yırtıcı
hayvanları Hz. Adem'in üzerine kışkırttı. Köpek yırtıcı hayvanlar arasında onun
arkasından en hızlı koşanlardan olmuştu. Bunun üzerine Hz. Cebrail, Medyen'de
Hz. Musa'ya verilen ve Allah'ın Hz. Musa'ya Firavun ve ileri gelenlerine karşı
bir mucize olarak verdiği asayı indirdi. Bu asada büyük bir güç yaratılmıştı.
Asa, cennette bulunan Mersin ağacındandı. Hz. Cebrail bunu, o gün Hz. Adem'e
üzerine gelecek yırtıcı hayvanları onunla kovalamak üzere vermiş ve rivayet
olunduğuna göre ona, köpeğe yaklaşıp, elini başı üzerine koymasını emretmiş
idi. İşte bundan dolayı köpek Hz. Adem'e alışmış, fakat o asanın gücünden
dolayı da yürekliliğini kaybetmişti. Elini başının üzerine koyduğundan dolayı
günümüze kadar Hz. Adem'e ve onun çocuklarına da alışmış ve böylelikle onun
soyundan gelen Adem oğullarının koruyucularından birisi olmuştu. Eğitilip
avcılık öğretilecek olursa, o da eğitilir ve kendisine öğretilenleri öğrenir.
İşte yüce Allah'ın: "Allah'ın size öğrettiklerinden kendilerine öğreterek
yetiştirdiğiniz..." (el-Mâide, 5/4) buyruğunda anlatılan budur.[31]
es-Süddî der ki:
Bel'am, bundan sonra köpeğin dilini sarkıtıp soluması gibi dilini sarkıtıp
solumaya başlamıştı.
Te'vil ilmini
bilenlerin çoğunun görüşüne göre bu misal, kendisine Kur'ân verildiği halde
gereğince amel etmeyen herkes hakkında umumidir. Bunun her münafık hakkında
olduğu söylenmiş ise de birinci görüş daha sahihtir.
Mücalıİd, yüce
Allah'ın: "Artık onun durumu üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan,
kendi haline bırakırsan da dilini sarkıtıp soluyan bir köpeğin durumuna
benzer" buyruğu hakkında şöyle demiştir: Yanî sen, onun üzerine bineğinle,
yahut ayağınla varacak olsan o dilini sarkıtıp solur, bırakacak olsan da aynı
şekilde dilini sarkıtıp solur. İşte, Allah'ın Kitabını okuyup ondaki hükümler
gereğince amel etmeyenin durumu da böyledir.
Mücahid'den başkaları
da der ki: Bu, en kötü bir benzetmedir. Çünkü o, böyle birisini nevasına
kendisi adına lıiç bir zararı önleyemiyecek bir tevbe-yi sağlayamıyacak hale
gelinceye kadar yenik düşmüştür, onu -üzerine ister varılsın, ister varılmasın-
ebediyen dilini sarkıtıp soluyan bir köpeğe benzetmiştir. Böyle bîr köpek,
hiçbir şekilde dilini sarkıtıp solumaktan kendisini alıkoyamaz.
Şöyle de denilmiştir:
Korkmadığı kişiye öncelikle saldırıp korkutmak, fakat daha sonra da en
değersiz bir şeyi ele geçirmesi karşılığında bu serkeşliğinin sükûn bulması
köpeğin düyundandır. Allah, köpeği dine dair hususlarda rüşveti kabul ederek
sonunda Rabbinin âyetlerinden sıyrılıp uzaklaşan kimseye bir misal olarak
vermiştir.
Buna göre âyet-i
kerime, üzerinde dikkatle düşünen kimseye şunu göstermektedir: Hiçbir kimsenin
ne ameline, ne de ilmine aldanmaması gerekir. Zira kişi sonunun ne olacağını
bilemez.
Ayrıca bu âyet-i
kerime bir hakkı ortadan kaldırmak, yahut değiştirmek üzere rüşvet almanın
yasakhğına delil teşkil etmektedir. Buna dair açıklamalar, el-Maide Sûresi'nde
(5/42. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Âyet-i kerime,
-açıkladığı bir delili bulunması hali dışında- alim bir kimsenin taklid
edilmesini de yasaklamaktadır. Çünkü Şanı yüce Allah, böyle bir kimseye
âyetlerini verdiği halde, onun bu âyetlerden sıynhp uzaklaştığını haber
vermektedir. O bakımdan aynı durumun başkasının başına da gelebileceğinden
korkulması ve hiçbir alimin, delilini açıklamadıkça sözünün kabul edilmemesi
gerekir.
Yüce Allah'ın:
"İşte âyetlerimizi yalanlayan toplulukların durumu budur. Artık sen
kıssayı anlat. Belki İyice düşünürler. Âyetlerimizi yalanlayarak kendilerine
zulmetmekte olanların durumu ne kötüdür" buyrukları da bütün kâfirlere
dair verilmiş bîr örnektir.
Yüce Allah'ın:
"Olanların durumu ne kötüdür" buyruğu ile benzer olarak; o şey ne
-çirkindir anlamında- ne kötüdür! denilir, Burada fiil lazımdır (geçişsizdir).
Şeklinde de gelir. O vakit, bu haliyle de geçişli (müteaddi) olur. Yani,
onların örnekleri ne kadar çirkin ve kötüdür. İfadenin takdiri ise, Bu
kimselerin misali, misal olarak ne kötüdür! şeklinde olup, muzaf hazfedilmiş
ve temyiz olmak üzere; Misali, durumu kelimesi de nasbeditmiştir.
el-Ahfeş der ki:
Burada mecazi olarak durum (mesel) kavmin kendisi gibi İfade edilmiştir.
Halbuki; Kavim (mealde...lar) kelimesi mübtedâ olarak, yahut da bir mübtedâ
takdiri ile merfu' olur. İfadenin takdiri de şöyle olun Örnek olarak kötü olan
örnek, o topluluğun misalidir. Ebu Alî de bu ifadeyi şöyle takdir etmiştir:
Örnek olarak o toplumun örneği ne kadar kötüdür!
Âsim el-Cahderi ile
el-A'meş, Kötü örnek o kavmin durumudur ki... diye; Örnek kelimesini, Ne
kötüdür! dolayısıyla merfu' olarak okumuşlardı.
[32]
178. Allah kime
hidayet verirse o doğru yolu bulmuş olur. Kimi de saptırırsa onlar zarara
uğrayanların ta kendileridirler.
Bu buyruğun anlamı daha
önceden birkaç yerde geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i kerime, Kaderiye'nin
görüşünü reddettiği gibi, "şanı yüce Allah bütün mükellefleri hidayete
iletmiştir. Onun herhangi bir kimseyi saptırması caiz olamaz," diyenlerin
görüşlerini de reddetmektedir.
[33]
179. Andolsun ki Biz,
cehennem için cin ve İnsanlardan çok kimseler yaratmışizdır. Onların kalpleri
vardır, fakat bunlarla anlamazlar. Gözleri vardır, fakat bunlarla görmezler.
Kulakları vardır, fakat bunlarla işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir.
Hatta daha da sapıktırlar. Onlar, gafil olanların ta kendileridirler.
Yüce Allah, adaletinin
gereği olarak cehenneme gidecek bir takım insanlar yaratmış olduğunu haber
vermekte, sonra da onların niteliklerini belirterek: "Onların kalpleri
vardır fakat bunlarla anlamazlar" diye buyurmaktadır, Yani onlar, hiçbir
şey aniarruıyan kimseler ayarındadırlar. Çünkü onlar, kalplerinden
yararlanmamakladırlar, Akıliarıyla ne bir sevabı kavramakta, ne de cezadan
korkmaktadırlar."Gözleri vardır, fakat bunlarla" hidayeti "görmezler."
"Kulakları
vardır, fakat bunlarla" verilen öğütleri "işitmezler." Burada
asıl maksat, el-Bakara Sûresi'nde de (2/18. ayetin tefsirinde) açıklamış
oidu-ğumuz gibi, bütünüyle bu duyu organlarının idrak etmediklerini anlatmak değildir.
"Onlar, dört
ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar." Çünkü, hayvanlar
gibi, kendilerinin sevap kazanmalarına sebep teşkil edecek hiçbir yolu
izlemiyorlar. Yani onların bütün çabalan yemek ve içmekten ibarettir. Onlar,
hayvanlardan da sapıktırlar. Çünkü hayvanlar kendi faydalarına ve zararlarına
olan şeyleri görür ve sahiplerinin arkasından giderler. Kendileri ise böyle
değildirler. Ata der ki: (Hayvanlar) Allah'ı tanır, kâfir ise Allah'ı tanımaz.
Şöyle de
açıklanmıştır: (Hayvanlar) yüce Allah'a İtaatkârdır. Kâfir ise yüce Allah'a
itaatkâr değildir.
"Onlar gafil
olanların ta kendileridirler." Yani, onlar düşünmeyi terk ettiler, cennet
ve cehennem hakkında düşünmekten yüz çevirdiler.
[34]
180. En güzel isimler
Allah'ındır. O halde O'na bunlarla dua edin. O'nun isimlerinde eğriliğe
sapanları terkedin. Onlar, yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir.
Yüce Allah'ın:
"En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na bunlarla dua edin"
buyruğuna dair açıklamalarımızı akı başlık halinde sunacağız:
[35]
Yüce Allah: "En
güzel isimler Allah'ındır, o halde O'na bunlarla dua edin" buyruğu üe
ibadeti yalnızca Alİalı'a halis kılmayı, müşrik ve inkarcılardan uzak durmayı
emretmektedir.
Mukattl ve ondan başka
bazı müfessirler şöyle demişlerdir: Bu ayet-i kerime, namazı esnasında Ya
Rahman, Ya Rahim diyen müslüman bir kişi hakkında nazit olmuştur. Bunun üzerine
Mekke müşriklerinden birisi şöyte demişti: Muhammed ve ashabı, bîr ve tek Rabbe
ibadet ettiklerini iddia etmiyorlar mı? Bu adama ne oluyor ki, iki Rabbe dua
ediyor. Bunun üzerine Şanı yüce Allah: "En güzel isimler Allah'ındır, o
halde O'na bunlarla dua edin" buyruğunu indirdi.
[36]
Tirmizî ile
İbnMace'nin Sünen'inde ve başkalarında Ebu Hureyre'nin Peygamber (sav)'dan
naklettiği hadis yer almaktadır. Bu hadiste Peygamber (sav) yüce Allah'ın
doksandokuz isminin bulunduğunu zikretmiştir. Bu kitaplarda yer alan
rivayetlerin birisinde bulunan bazı isimler diğerinde bulunmamaktadır.[37] Biz
bu hususu "el-Kitabi'l-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi'lHüsnâ" adlı eserimizde
açıkladık.
İbn Atiyye,
Tirmizî'nin rivayet ettiği hadisi zikrettikten sonra şöyle demektedir: Bu
hadis mütevatir değildir. Ebu İsa (et-Tirmizî) onun hakkında: Bu, garip bir hadistir.
Biz bunu ancak Safvan b. Salih yoluyla bilmekteyiz. O ise hadis ehline göre
sika bir ravidir, demekle birlikte mütevatir değildir. Bu hadisin mütevatir
olan bölümü Hz. Peygamberin:
"Muhakkak
Allah'ın doksan dokuz ismi, yani bir eksiği ile yüz ismi vardır. Kim bunları
ezberleyip sayabilirse cennete girer." bölümüdür.[38]
Hadis-İ şerifteki
"bunları ezberleyip sayabilirse" anlamındaki; Bunları sayabilir ve
ezberleyip belliyebilirse demektir. Biz, sözünü ettiğimiz kitapta açıkladığımız
gibi, başka şekilde de açıklamalar yapılmıştır. Ayrıca orada Tirmizî'nin
rivayet ettiği hadisin sahih olduğunu belirtmiş ve bu isimler arasından
hangisinin ittifakla Esma-İ Hüsnâ'dan kabul edildiğini, hangisi hakkında görüş
ayrılığı bulunduğunu önder İlim adamlarımızın kitaplarında tesbit edebildiğimiz
kadarıyla ikiyüz isim civarında ismi sözkonusu ettik. Bu isimleri tayin etmeden
önce de kitabın mukaddime bölümünde Esmai Hüs-na'nın hükümlerine dair otuziki
fasıl da açıkladık. Bu hususta bilgi sahibi olmak isteyenler, orada da aynı
konuda yazılmış diğer kitaplarda gerekli bilgileri elde edebilirler. Doğruya
muavaffak kılan Allahtır, O'ndan başka Rab yoktur.
[39]
Bu konuda ilim
adamları isim ile müsemma hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Biz, bu
hususta ilim adamlarının görüşlerini "el-Kitabu'l-Esnâ" adlı
eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. İbnü'l-Hassar der ki: Bu ayet-i kerime de
İsmin müsemma hakkında kullanıldığını gördüğümüz gibi; aynı şekilde ismin
tesmiye (yani ad verme) hakkında da kullanıldığına işaret vardır. Çünkü yüce
Allah'ın: "Allah'ındır" buyruğu müsemmâ hakkında kullanılmıştır.
Buna karşılık " İsimler" buyruğu, "ism"in çoğulu olup
tesmiyeler (adlar) hakkında kullanılmıştır. İşte bu da bizim söylediğimizin doğruluğuna
delildir. Buna karşılık yüce Allah'ın "O'na bunlarla dua edin"
buyruğunda yer alan "O'na" zamiri, müsemma olan Şanı yüce Allah'a
aittir ki, kendisine dua edilecek olan da O'dur. Buna karşılık
"bunlarla" zamiri ise isimlere aittir. Bunlar da yüce Allah'a
başkaları ile değil de kendileriyle zikredilerek dua edildiği isimlerdir. Arap
dilinin gerektirdiği budur. Ra-sulullah (sav)'ın: "Benim beş ismim vardır.
Ben Muhammed'im ve Ah-med'im..."[40]
hadisi de bu kabildendir. Daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/30. âyet 2.
başlıkta) buna dair kısmen açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
Hak ehlinin
benimsediği görüşe göre isim, müsemmânın kendisidir. Yahut da ona taalluk eden
bir sıfattır ve tesmiyenin kendisinden başkadır.
Îbnü'l-Arabî de yüce
Allah'ın: "En güzel isimler Allah'ındır* buyruğuna dair açıklamalarda
bulunurken şöyle demektedir: Bu hususta üç görüş vardır. Kimi ilim adamımız
şöyle demiştir: Bu buyrukta ismin müsemmânın kendisi olduğuna delil vardır.
Zira, ondan başkası olsaydı isimlerin yüce Allah'tan başkası hakkında da
kullanılması gerekirdi. İkincisine gelince, başkaları da şöyle demektedir:
Bundan kasıt, kullanılan isimlerdir. Yoksa, Şanı yüce Allah bir ve tektir,
isimler ise çoğuldur. (Üçüncü görüş bu başlığın sonunda gelecektir).
Derim ki: İbn Atiyye'nin,
Tefsirinde naklettiğine göre âyet-i kerimedeki "isimler" te'vil
(tefsir) âlimlerinin icmaı ile "adlandırmalar" anlamındadır. Başka
anlam caiz değildir. Kadı Ebu Bekr ise "et-Temhid" adlı kitabında
şöyle demektedir; Peygamber (sav)'ın: "Allah'ın doksandokuz ismi vardır.
Kim bunları ezberleyip bellerse cennete girer" buyııığunun te'vili
şöyledir: Yani yüce Allah'a ait doksandokuz isimlendirme vardır. Bu hususta
görüş ayrılığı yoktur. Bunlar ise Şanı yüce Allah'ın çeşitli sıfatlara sahip
oluşunu ortaya koyan ifadelerdir. Bu sıfatların kimisi bizatihi O'nun hakkıdır,
kimisi ise, O'mın sa-hib olduğu bir sıfat dolayısıyla O'nun hakkıdır. Zatına
ait isimlen ise, bizatihi O'nu ifade eder. O'na ait bir sıfata taalluk eden
isimleri ise, O'nun isimleridir. Bunların bir kısmı da bizatihi sıfatlandır.
Bir kısmı fiillerine ait sıratlardır. İşte yüce Allah'ın; "En güzel
İsimler Allah'ındır, o halde O'na bunlarla dua edin" yani, O'na verilen
en güzel adlar O'nundur demektir.
Üçüncü görüşe gelince;
onlardan başka bir takım kimseler ise "en güzel sıfatlar Allah'ındır"
diye açıklamışlardır.[41]
Şanı yüce Allah'ın
isimlerini "en güzel isimler" diye nitelendirmesi, bu isimlerin hem
kulaklarda, hem de kalplerde güzel olmasından dolayıdır. Çimkü bu isimler O'nun
tevhidine, lütf-u kerimine, cömertliğine, rahmetine, bol bol ihsanına delâlet
etmektedir. "En güzel" kelimesi ise, Allah'ın isimlerine sıfat olarak
gelmiş mastar bir kelimedir. Bununla birlikte; vezninde ın müennesi olarak
kabul edilmesi de mümkündür. Nitekim, En büyük" kelimesinin; kelimesinin
müennesi olduğu gibi. Bunların çoğulu ise, "En büyükler, en güzeller"
şeklinde gelir, Birinci görüşe göre, akı! sahibi olmayan varlıkların sıfatında
olduğu gibi, tekil olarak gelmiş olur. Nitekim yüce Allah'ın şu buyrukları da
böyledir: "...başka işler..." (Ta-Hâ, 20/18)" Ey dağlar, sizde
onunla teşbih edin." (Sebe', 34/10")[42]
"O halde O'na
bunlarla dua edin." Yani, O'riun isimlerini anarak O'ndan istekte bulunun.
Her bir isim zikredilerek ona uygun isteklerde bulunulur. Mesela, ey Rahim,
bana rahmet et. Ey Hakim, lehime hüküm ver. Ey Râzık (rızık veren) bana rızık
ihsan et. Ey Hadi bana hidayet eyle. Ey Fettan benim lehime aç (hüküm ver). Ey
Tevvab tevbenıi kabul buyur. Ve buna benzer şekilde dua edilir. Dua ederken
umumi kapsamlı bir ismi zikretmek istersek, ey Malik bana rahmet buyur, ey Aziz
lehine hüküm ver, ey Latif bana nzık ver denilir.
En geniş kapsamlı ismi
zikrederek dua etmek istersek, ey Allah diye dua ederiz. Çünkü Aliah lafza-i
celali bütün isimleri kapsar. Ancak, ey Rezzak bana hidayet ver denilmez. Şu
kadar var ki, ey Rezzak derken bana ha-yırı nasib et maksadı ile söylenilebilir.
İbnü'l-Arabî der ki: İşte duanı bu şekilde düzenle ki, sen İhlâs edicilerden
olasın.
el-Bakara Sûresi'nde
(2/186. âyet, başhk ve devamında) duanın şartları ile, yine bu sûrede (7/55.
ayetin tefsirinde) duaya dair açıklamalar daiıa önceden geçmiş bulunmakladır.
Cenab-ı Allah'a lıanıd olsun.
[43]
KÎadı Ebu Bekr b.
el-Arabl, bunlann dışındaki isimleri de yüce Allah'ın isimleri arasında
saymıştır. Mutimmu Nurihî (nurunun tamamlayıcısı), Hayru'1-Vâ-risîn (mirasçıların
hayırlısı), Hayııfl-Mâkİrîn (tuzaklara en güzel şekilde karşılık veren), Rabiu
Selase (üçün dördüncüsü), Sadisu Hamse (beşin altıncısı), et-Tayyib,
el-Muallim ve buna benzer isimler.
İbnü'l-Hassar der ki:
Kadı Ebu Bckr Berracân'e uymuştur. Zira o, "en-Na-zif'i ve buna benzer
kitapta da sünnette de varid olmamış başka bir takım isimleri de Esma-i Hüsnâ
arasında zikretmiştir.
Derim ki: ibn
Hassar'ın sözünü ettiği: "Kitapta da sünnette de varid olmamış"
ifadesi tanışılır. Zira Müslim'in SaiıiJı'inde et-Tayyib ismi varid olmuştur.[44]
Tirmizî de "en-Nazîf (temiz, pâk)" adım rivayet etmiştir.[45]
İbn Abbas da Peygamber
(sav)'ın duası esnasında şu şekilde dua ettiğini rivayet etmektedir: Rabbim,
bana yardım et. Fakat bana karşı başkalarına yardım etme. Bana zafer ver,
takat bana karşı başkalarına zafer verme. Benim lehime mekreyle (başkalarının
bana karşı hile ve tuzaklarını boşa çjkar), ama aleyhime mekr etme
(.başkalarının hile ve tuzakların! hakkımda başarılı kılma)." Ayrıca Tirmizî
bu hadis hakkında: Hasen, sahih bir hadistir der.[46]
Buna göre dua
esnasında 'Ya hay rai makirin imkurlİ vela temkur aleyye... (ey başkalarıma
hile ve tuzaklarını boşa çıkaranların en hayırlısı başkalarının bana hile ve
tuzaklarını boşa çıkar, onların aleyhime kuracakları hile ve tuzakları başarılı
kılma) diye dua etmek caiz olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,
Biz de "et-Tayyib
ve en-NaziP isimlerini ve bunun dışında haberlerde hayırlı seleften
nakledilmiş diğerlerini de (Hsmâ-i Hüsnâ'ya dair) kitabımızda zikretmiş bulunuyoruz.
Ayrıca yüce Allah'a isim olarak verilmesi ve kendisiyle dua edilmesi caiz olan
isimlerle, isim olarak verilmesi caiz olmakla birlikte onlar anılarak dua
edilmesi caiz olmayanları, ayrıca hem İsim olarak verilmesi caiz olmayan, hem
de zikredilerek dua edilmesi caiz olmayan isimleri de eş-Şeyh Ebu'l-Hasen
el-Eş'arî'nin zikrettiklerine uygun olarak kaydettik. O eserimizde bütün bu
hususlar yüce Allah'm izniyle sizin için açık seçik ortaya çıkarıldı.
Yüce Allah'ın:
"O'nun isimlerinde eğriliğe sapanları terkedir». Onlar yapmakta
olduklarının cezasını göreceklerdir" buyruğuna dair açıklamalarımızı cta
iki başlık halinde sunacağız:
[47]
Yüce Allah'ın:
Eğriliğe sapanlar" kelimesindeki ilhâd, sapmak ve maksadı terketmek demektir,
Mesela; Kişi dinde esas maksattan saptı, denilir. meyletmeyi ifade etmek için
kullanılır. Kabirde lahd da buradan gelmektedir. Çünkü lalıd, kabrin bir
tarafında açılır.
Bu kelime diye de
okunmuştur. Bir önceki okuyuşla beraber iki ayrı söyleyişi ifade ederler.
İlhâd (haktan eğriliğe
sapmak) üç şekilde sözkonusu olur:
1-
Müşriklerin yaptığı gibi Allah'ın isimlerinde değişiklik yapmak. Çünkü onlar,
O'nun isimlerini alarak haktan meyledip bu isimleri putlarına ad olarak
verdiler Mesela "el-Lât" kelimesini "Allah" lafza-İ
celâlinden, "el-Uzzâ" ismini "el-Aziz" isminden,
"Menât" ismini "el-Mennân"dan türetmişlerdir. Bu
açıklamaları İbn Abbas ve Katade yapmışlardır.
2- Bu
isimlere fazlalıklar katmak suretiyle ilhâd.
3- Bu
isimlerde noksanlıklar yapmak suretiyle1 ilhâd. Nitekim yüce Allah'ı
isimlerinden başka isimlerle adlandırdıkları ve O'nu, fiillerinden olmayan bîr
takım fiillerle zikrettikleri, buna benzer O'na yakışmayan başka hususlar ile
dualar uyduran cahillerin yaptıkları böyle bir illıâddır.
İbnü'l-Arabî der ki:
Bunlardan alabildiğine sakınmak gerekir. Sizden herhangi bir kimse Allah'ın
Kitabında ve beş hadis kitabında yer alan isimlerden başkasıyla asla dua
etmesin. Sözkonusu bu beş kitap ise Buharı, Müslim, Tirmizî, Ebu Davud ve
Nesaîdir. İslâmın üzerinde yükseldiği kitaplar bunlardır. Musannef hadislerin
aslını teşkil eden Mu vatta da bu hadis kitapların İçerisine girmiştir.
Bunların dışındakiler! bir kenara bırakın. Sizden herhangi bir kimse de asla:
Ben şu şu duayı seçiyorum, demesin. Çünkü, şüphesiz Allah onun için dua şeklini
de seçmiş ve bu hususta Rasulünü (Allah'ın sa-lat ve selamı ona olsun)
insanlara göndermiştir.
[48]
Allah'ın isimlerine
birşeyler ilave etmek teşbihe yönelmek, birşeyler eksiltmek İse Tatil'e
yönelmektir. Şüphesiz müşebbihe (Allah'ı mahlukata benzetenler), yüce Allah'ı
izin vermediği şekilde nitelemişlerdir. Muattile (tatil'e sapanlar) ise,
Allah'ın kendisini vasfettiği sıfatlan kabul etmemişlerdir. Bu bakımdan, Ebl-i
Hak şöyle demişlerdir: Bizim dinimiz iki yol arasındaki bir yoldur. Ne teşbih,
ne de tatil sözkonusudur.
eş-Şeyh Ebu'l-Hasen
el-Buşenci'ye tevhide dair soru sorulunca şu cevabı vermiş: Diğer zatlara asla
benzemeyen, bununla birlikte sıfatları da tatil olunmayan bir zatı kabul
etmektir.
Yüce Allah'ın:
"O'nun İsimlerinde eğriliğe sapanları terkedin" buyruğunun anlamının
şöyle olduğu da söylenmiştin Onlan.terk ediniz, onlarla tartışmayınız, onlarla
görüşmeyiniz.
Buna göre âyet-î
kerime kıtal emriyle nesli edilmiştir. Bu açıklamaları da İbn Zeyd yapmıştır.
Bunun anlamının tehdit
olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"Yalnız olarak yarattığım kimseyi bana bırak!" (el-Müd-dessir,
74/11); "Bırak onları yesinler, faydalansınlar..." (el-Hıcı, 15/3)
Âyet-i kerimenin zahirinden anlaşılan da budur. Çünkü yüce Allah (bundan sonra):
"Onlar, yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir" diye buyurmaktadır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[49]
181.
Yarattıklarımızdan Öyle bir ümmet vardır ki, hakla yol gösterirler ve onunla
adaletle hükmederler.
Peygamber (sav)'ın da:
"İşte onlar bu ümmettir" dediği; "Bu sizin İçindir. Allah,
Musa'nın kavmine de onun benzerini vermişti" diye söylediği ve bu âyet-i
kerimeyi okuyarak da: "Meryem oğlu İsa ininceye kadar şüphesiz benim
ümmetimden iıak üzere bir topluluk bulunacaktır" dediği de rivayet edilmiştir.[50]
Böylelikle bu âyet-i
kerime, Şanı yüce Allah'ın dünyayı hakka davet edecek davetçiler olmaksızın
bırakmayacağına delildir.
[51]
182. Âyetlerimizi
yalanlayanları Biz bilmeyecekleri yönden derece derece helake yaklaştıracağız.
Yüce Allah, âyetlerini
yalanlayan kimseleri derece derece azaba yaklaştıracağını haber vermektedir.
İbn Abbas der ki: Bunlar, Mekkelilerdir.
İstidrâc (derece derece
azaba yaklaştırmak) ise, tedricî oİarak, aşama aşama azab İle yakalamaktır.
Dere ise bir şeyi sarmak demektir. Bu anlamda; " Onu dercettim, yani
sardım" denilir. Ölü kefenlerine dercediîdi (sarıldı) tabiri de buradan
gelmektedir. Bunun (.basamak anlamına gelen) "derece"den geldiği de
söylenmiştir. Buna göre İstidrâc, maksada ulaşıncaya kadar basamak basamak
çökertilmek anlamına gelir. ed-Dah-hâk der ki: Onlar, bize karşı yeni bir
nıasiyet işledikçe Biz de onlara yeni bir nimet veririz.
Zunnun'a: Kulun
kendisiyle aldatıldığı azamî şey nedir diye sorulunca, şu cevabı vermiş:
Eltaf" ve kerametlerdir. Bundan dolayı yüce Allah: "Biz, bilmeyecekleri
yönden derece derece helake yaklaştıracağız" diye buyurmuştur. Yani, Diz
onlara nimetlerimizi bol bol verecek ve şükreimeyi onlara unutturacağız. Bu
anlamda şu beyitleri de zikretmişlerdir:
"Onlar güzelken
sen de günler hakkında hüsn-ü zan besledin.
Ve kaderin getireceği
kötülüklerden korkmadm
Seninle barışta
geceler ve sen aldandın onlara
Halbuki gecelerin parlaklığı
ile birlikte keder ortaya çıkar."
[52]
183. Ben onlara mühlet
veririm. Muhakkak ki, Benim tuzağım pek çetindir.
"Ben onlara
muhlet veririm" yani, onların süresini uzatır, onlara süre tanır, onların
cezalandırılmalarını ertelerim. "Muhakkak ki Benim tuzağım pek
çetindir" güçlüdür ve sağlamdır.
Çetin"
kelimesinin aslı, den gelmektedir ki, bu da sırtta bulunan kaba ve kalın
etlerdir.
Denildiğine göre bu
âyet-i kerime Kureyşlilerden Peygamber ile alay eden kimseler hakkında
inmiştir. Atlah onlara bir süre mühlet verdikten sonra bir gecede hepsini
kahredip helak etti. Yüce Allah'ın: "Nihayet kendilerine verilenler ile
sevinip şımardıklarında onları ansızın tutup yakalayıverdi." (el-En'âm,
6/44) buyruğa da buna benzemektedir. Bu buyruğa dair açıklamalar daha önceden
geçmiş İdi.
[53]
184. Arkadaşlarında
hiçbir deliliğin olmadığını düşünmediler mi? O, ancak apaçık bir uyarıcıdır.
"Düşünmediler
mi" yani, Muhammed (sav)'ın kendilerine getirdiği şeyler üzerinde
düşünmediler mî? Burada vakıf yapmak güzeldir. Daha sonra yüce Allah:
"Arkadaşlarında hiçbir deliliğin olmadığını..." diye buyurmaktadır.
Bu ise onların: "Ey kendisine zikrin indirildiği kişi, mutlaka sen bir
delisin" (ei-Hicr, 15/6) şeklindeki sözlerine bir cevaptır.
Denildiğine göre bu
âyet-i kerimenin iniş sebebi şudur: Rasulullalı (sav) bir gece Safa tepesine
çıkıp Kureyşlileri boy boy çağırdı. Onlara ey filan oğullan diye hitab ederek
Allah'ın azab ve cezasından sakınmalarını söyledi. Bunun üzerine onlardan
birisi; Sizin bu arkadaşınız elbetteki bir delidir. O, sabaha kadar bağırıp
durdu, demişti.
[54]
185- Onlar göklerin ve
yerin hükümdarlığına, Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye ve ecellerinin yakın
olduğu İhtimaline hiç de bakmazlar mı? Artık bundan sonra hangi söze
inanacaklar?
Yüce Allah'ın;
"Onlar göklerin ve yerin hükümdarlığına... hiç de bak-
mazlar-mı?"
buyruğuna dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[55]
Yüce Allah'ın:
"Hiç de bakmazlar mı?" buyruğu, el-Bakara Sûresi'nde de açıkladığımız
gibi O'nun kudretinin kemalini bilmek için Allah'ın âyetleri üzerinde dikkatie
düşünmekten yüzçevlrmelerinin hayret edilecek bir tutum olduğunu ortaya
koymaktadır.
"Metekût:
hükümdarlık" ise, mübalağa kiplerinden birisidir. Büyük mülk azametli mülk
(ve hakimiyet) anlamındadır ki, buna dair açıklamalar daha önceden (el-En'âm
6/75) geçmiş bulunmaktadır.
[56]
Allah'ın âyetleri
ürerinde düşünmenin ve Allahın yarattıklarından ibret almanın vacip olduğunu
kabul edenler bu âyet ile bu âyete benzeyen yüce Allah'ın: "De ki:
Göklerde veyerde neler var bir bakın.,," (Yunus, 10/101); "Onlar
üstlerindeki göğe onu tıastl bina ettiğimize bakmadılar mı..." (.Kaf,
50/6); "Onlar devenin nasıl yaratıldığına bakmazlar mı?" (el-Gaşiye,
88/17); "Kendi nefislerinizde de (nice belgeler vardır) görmez
misiniz?" (ez-Zariyet, 51/21) buyruklarını delil göstererek şöyle derler:
Yüce Allah düşünmeyenleri yermekte ve onların sahib oldukları duyularla
yararlanma imkanlarının bulunmadığını belirterek: "Onların kalpleri
vardır fakat bunlarla anlamazlar..." (el-A'raf, 7/179) diye
buyurmaktadır.
Düşünmek ve istidlalde
bulunmak mı Öncelikli bir görevdir, yoksa kalpte sahih olması için marifetin
şart görülmediği, kalpte hasıl olan tasdik mi öncelikli bir görevdir? Bu
hususta ilim adamları arasında görüş ayrılğı vardır, el-Kadi (el-Bakillanî) ve
başkaları görevlerin ilkinin düşünmek ve istidlal olduğu görüşündedirler.
Çünkü Şanı yüce Allah'ın bilmek zorunlu (ister istemez ve kendiliğinden hasıl
olan) bir husus değildir. O, ancak düşünmek ve kendisini tanımak için ortaya
koymuş olduğu delillerle, istidlal ile bilinir. Nitekim Buharî de Kitabında
şöyle bir başlık açmakla bu kanaatte olduğuna işaret etmiştir; "Aziz ve
celil olan Allah'ın: "Onun için bilkİ Allahtan başka hiçbir ilah
yoktur" (Muhammed, 47/19) buyruğu dolayısıyla ilmin, söz ve amelden önce
geldiği.[57] Kadı der ki: Her kim
Allah'ı bilen birisi değilse o cahildir. Onu bilmeyen ise kâfirdir.
İbn Rüşd
"Mukaddimât"mda. şöyle demektedir: Ancak bu husus (delillerden) acık
seçik bir şekilde anlaşılan birşey değildir. Çünkü iman, kimi zaman yüce
Allah'ın hidayet verdiği kimseler tarafından taklid yolu ile de elde edilebilir.
Onun birden çok âyet-i kerimelerden birisi üzerinde ibretle düşünmeye irşad etmesi
suretiyle ilk anda ibret alması ile de husule gelebilir. (İbn Rüşd) der ki:
el-Bâcî, düşünmek ve istidlal bu konudaki görevlerin birincisidir diyenlere
karşı bütün çağlar boyunca müslümanlann, avam ve mukallit kimselere mü'min
adını vermiş otamalarını delil göstermiş ve şöyle demiştir: Eğer bu görüşü
ileri sürenlerin kanaatleri doğru olsaydı, ancak düşünme ve istidlale dair
bilgiye s;ılıip olan kimselere mü'min demek doğru olabilirdi. Aynı şekilde eğer
iman ancak düşünme ve istidlalden sonra sahih olsaydı, kâfirlerin de
müslümanlar tarafından mağlup edildikten sonra müslüman-lara sizin bizi
öldürmeniz helal olamaz. Çünkü iman ancak düşünme ve istidlal ile sahih
olacağı sizin dininizin bir parçasıdır. O halde düşünüp istidlal edinceye
kadar bizi erteleyiniz, derlerdi. Bu ise, o kimseleri küfürleri üzere
terketmek sonucunu ve düşünüp istidlal edinceye kadar öldürülmemele-ri gereği
neticesini verir.
Derim ki: Bu hususta
sahih olan budur. Nitekim Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Ben
insanlarla la ilahe illallah deyinceye, bana ve benim getirdiklerime İman
edinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu yapacak olurlarsa benden kanlarını
ve mallarım korumuş olurlar. Onun hakkı ile (sorumlu tutulmaları hali)
müstesna. Hesaplarını görmek ise Allah'a aittir."[58]
İbnü'I-Munzir ise,
"el-tşraf" adlı kitabında "imanın kemalinin niteliğine dair
açıklamalar" diye bir başlık açmakta ve şöyle demektedir; İlim ehlinden
olup kendisinden ilim bellenen herkes: Şahadet ederim ki, Allah'tan başka
hiçbir ilah yoktur. Yine şahadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Rasulüdür.
Muhammed'in getirdiği herşey haktır. Ve İslâm dinine muhalif hertürlü dinden
uzak olduğumu bildiririm, diyen bir kâfirin "eğer aklı başında ve baliğ
ise" müslüman olacağını icma ile kabul etmişlerdir. Artık bundan sonra dininden
dönüp küfrünü açığa vuracak olur ise, mürtedde uygulanması gereken şeyler onun
hakkında da uygulanması gerekli bir mürted olur.
Ebu Hafs ez-Zincanî
der ki: Hocamız Kadı Ebu Cafer Ahmed b. Muhammed es-Sİmmânî şöyle derdi: Görevlerin
başı, Allah'a ve Rasulüne ve onun bütün getirdiklerine iman etmek, sonra da
Şanı yüce Allah'ı bilip tanımaya götüren düşünme ve delillere bakıp
araştırmadır. Buna göre onun kanaati açısından yüce Allah'a imanın vücubu
Allah'ı bilmekten önce gelir. Devamla şöyle der: Doğruya daha yakın insanlar
hakkında daha bir şefkatli olan görüş budur. Çünkü insanların çoğunluğu
marifetin, düşünmenin ve istidlalin gerçeğini bilememektedirler. Eğer
görevlerin ilki yüce Allah'ı bilip tanımaktır diyecek olsak, bu çok büyük
kalabalıkları ve çok sayıda kimseyi tekfir etmeye götürür, cennete ancak
belirli sayıdaki kimselerin girmesi sonucunu verir. Bu ise uzak bir
ihtimaldir. Çünkü Rasulullah (sav) cennet ehlinin çoğunluğunun kendi
ümmetinden olacağını kati olarak ifade etmiş, diğer bütün peygamberlerin
ümmetlerinin tek bir saf, kendi ümmetinin ise seksen saf olacağını ifade
etmiştir. Bu da gayet açıkça anlaşılan bir husustur. Bunun anlaşıl-mıyacak bir
tarafı yoktur. Cenabı Allah'a hamd olsun.
[59]
Kelamcıların önce ve
sonra gelenlerinin (mütekaddimûn ve müteahhirû-nun) bazılarının kanaatine göre,
yüce Allah'ı, kendilerinin-ortaya koymuş olduğu yollar ve kaydettikleri
araştırmalar yoluyla bilmeyen kimsenin imanı sahih değildir ve böyle bir kimse
kâfirdir. Ancak bu görüşe göre müslümanla-rın pek çoğunun tekfir edilmesi
gerekir. Öncelikle de bunu diyen kişinin atalarının, geçmişlerinin ve
komşularının da tekfir edilmesiyle işe başlamak gerekir. Bu kanaatte olan
kimseler, kendilerine bu şekilde itiraz edenlere de: Cehennemliklerin çokluğu
dolayısıyla beni ayıplama, diye veya buna benzer cevap vermişlerdir.
Derim ki: Böyle bir
görüş ancak Allah'ın Kitabı ve Peygamberinin sünnetini bilmeyen kimseden sadır
olur. Çünkü bu sözü söyleyen kişi yüce Allah'ın geniş rahmetini kelamcılardan
oldukça az bir azınlığa münhasır kılmış ve bunlar kendilerinin dışında kalan
müstümanlann genelini tekfir etme yoluna gitmişlerdir. Bu söz nerede, küçük
abdestini bozmak için elbisesini bir kenara çekerek Peygamber (sav)'ın ashabı
kendisini azarlayınca; Allah'ım bana ve Muhammed'e merhamet buyur, bizimle
beraber de kimseye merhamet eyleme! diyen bedevi araba Peygamber (sav)'in:
"Andolsun sen geniş bir şeyi alabildiğine daralttın" sözü nerede? Ki,
bunu Buharî, Tirmizî ve onların dışındaki hadis imamları rivayet etmişlerdir.[60]
Acaba bu bedevi arap
yüce Allah'ı delil, burhan, hüccet ve beyan yollarıyla mı tanımıştı. Halbuki
onun rahmeti herşeyi kuşatmıştır. Bunun gibi kimseler hakkında ise mü'min
oldukları şeklinde hüküm verilir. Hatta Peygamber (sav) İslama giren çok
kimsenin şehadet kelimesini sözlü olarak söylemesiyle yetinmiştir. Hatta bu
hususta işaret ile dahi yetinmiştir. Nitekim o, siyahi cariyeye: "Allah
nerede" diye sorunca, o da: Semada diye cevap vermişti. Bu sefer, ben
kimim diye sorunca, o da sen Allah'ın Rasulüsün, diye cevap verince, Hz.
Peygamber de: "Bunu azad et, çünkü bu mü'min bir cariyedir" demişti.[61]
Oysa, ortada düşünme
ve istidlal diye birşey sözkonusu değildir. Aksine, Hz. Peygamber ilk andan
itibaren böylelerinin iman sahibi olduklarına hüküm vermiştir. Delil ve
marifet yerine getirilmemiş olsa bile. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[62]
Aynı şekilde itikat
konusunda tüysüz gençlerin ve kadınların güzel yüzlerine bakmak ve bunlardan
ibret almak da sözkonusu edilemez. Ebu'l-Fa-rac el-Cevzî der ki: Ebu't-Tayyib
Tahir b. Abdullah et-Taberî dedi ki: Bu semâ' dinleyen kesim hakkında bana
ulaştığına göre bunlar, semaa bir de tüysüzlerin yüzüne bakmayı ilave ederler.
Kimi zaman bunların bu tüysüzleri çeşitli süs eşyalarıyla ve boyalı
elbiselerle süsledikleri de olur. Bu yaptıkları ile bakmak ve ibret almak
sureti ile Sani'in sanatına delil görüp imanlarını artırmak maksadını
güttüklerini de ileri sürerler. Bu ise hevâya tabi oluşun, aklı aldatmanın ve
ilme muhalefet etmenin en ileri derecesidir.
Ebu'l-Farac der ki:
İmam Ebu'1-Vefa b. Akil de der ki: Allah ancak nefsin kendisine meyletmediği,
nevanın da ondan dolayı herhangi bir pay sahibi olamadığı bir surete, hatta ve
hatta şehvetin hiçbir şekilde karışmadığı ve beraberinde lezzetin bulunmadığı
bir surete bakmayı helal kılmıştır. Bundan dolayı yüce Allah bir kadını
Peygamber olarak göndermemiştir. Kadını hakim, imam ve müezzin kılmamıştır.
Bütün bunların sebebi ise, kadının şehvet ve fitne sebebi oluşundan dolayıdır.
Ben, güzel suretlerden ibretler çıkartıyorum, diyenin yalancı olduğunu kabul
ederiz. Her kim kendisinin bizden farklı bir tabiata sahip olmak suretiyle
ayncalıklı olduğunu söyleyecek olursa, onu yalanlarız. Bunlar, olsa olsa bu
iddiada bulunanlara şeytanın aldatmalarından ibarettir.
Kimi hikmet ehli şöyle
der: Büyük âlemde her ne varsa, küçük âlemde de onun bir benzeri vardır. Bundan
dolayı yüce Allah: "Şüphesiz biz insanı ah-sen-i takvimde yarattık"
(et-Tin, 95/4) diye buyurmuştur. Bir başka yerde de: "Kendi nefislerinizde
de (nice âyetler vardır) görmez misiniz?" (ez-Zâriyât, 51/21) diye
buyurmaktadır. Biz, (küçük İle büyük alem arasındaki) bu benzerliğin benzeşme
yönünü el-En'âm Sûresi'nin baş tarafında (6/2. âyetin tefsirinde) açıklamış
bulunuyoruz.
Aklı başında bir
kimsenin kendi nefsine bakması ve hızlıca atılan bir su olduğu dönemden
itibaren dosdoğru mükemmel bir yaratık haline gelinceye kadarki yaratılışı
üzerinde düşünmesi gerekir. Ona gıdalar ile destek verilmekte, merhamet ile
terbiye edilip beslenip büyütülmekte, güçlerini elde edinceye ve en güçlü
dönemine ulaştırıhncaya kadar yumuşak bir şekilde muhafaza edilmektedir. Aynı
kişi bakıyoruz ki, ben ben... demeye kalkışıyor ve henüz anılmaya değer bir şey
olmadığı bir zamanın üzerinden geçmiş olduğunu ve sonunda kabre gömüleceğini
unutuveriyor.
Eğer bu yaptıklarından
dolayı hasret duyacaksa (ki duyacaktır) yazıklar olsun ona! Yüce Allah:
"Andolsun ki Biz insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir
nutfe kılıp sağlam bir karargâhta yerleştirdik... Sonra da kıyamet gününde
elbette diriltileceksiniz" (el-Mu'minûn, 23/12-16) diye buyurmaktadır.
O bakımdan o,
kendisinin Rabbi bulunan mükellef bir kul olduğuna, kusurlu hareket edecek
olursa azab ile tehdit edilmiş bulunduğuna, eğer kendisine verilen emirleri
yerine getirecek olursa da Allah'ın sevap ve mükâfatını umacağına ibretle
bakıp düşünsün de Mevlasına ibadete yönelsin. Çünkü, her ne kadar o Mevlasını
görmüyor ise de, O kendisini görmektedir. İnsanlardan da hiçbir şekilde
korkmasın. Çünkü Allah'tan korkması daha uygundur. Allah'ın kullarından
herhangi bir kimseye karşı büyüklenmesin. Unutmasın ki, kendisi birtakım pisliklerden
oluşmaktadır. Pislikler ile dolup taşmaktadır. Ve neticede Rabbine itaat ederse
cennete gidecektir, aksi takdirde ateşe. İbnü'l-Arabî der ki: Hocalarımız
kişinin bu ilmî nitelikleri kendisinde toplayan şu hikmet dolu beyitler
üzerinde dikkatte düşünmesini güzel görüyorlardı:
"Ebediyyen
pisliği kendisiyle birlikte oturup kalkan kimse
Nasıl olur da
büyüklenir, böbürlenir
O, o pisliktendir, ona
doğru gitmektedir.
O pisliği onun hem
kardeşi, hem onunla süt emenidir.
Küçülterek kendisini
helaya davet eder de
O da ona boyun
eğer."
Yüce Allah'ın:
"Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye" buyruğu, kendisinden önceki
buyruğa atfedilmiştir. Yani, yüce Allah'ın yaratmış olduğu şeylere bakmazlar
mı?
"Ve ecellerinin
yakın olduğu İhtimaline..." Yani, yakınlaşmış olma ihtimali bulunan
ecellerine de bakmazlar mı?
Bu buyruk da
kendisinden önceki buyruğa atfedilmiş ve cer mahallinde-dir. İbn Abbas der ki:
Yüce Allah burada ecellerinin yaklaşmış olmasıyla Bedir günü ile Uhud gününü
kastetmektedir.
"Altık bundan sonra
hangi söze inanacaklar?" Muhammed (sav)'ın getirmiş olduğu Kur'an'dan
başka neyi tasdik edecekler?
Buradaki
"bu" anlamındaki zamirin "ecePe ait olduğu da söylenmiştir.
Yani: Onlar ecellerinin gelişinden sonra imanın fayda vermeyeceği zamanda artık
hangi söze inanacaklardır? Çünkü âlıiret teklif yurdu değildir.
[63]
186. Allah kimi
saptırırsa artık onu doğru yola iletecek olmaz. Ve O, bunları taşkınlıkları
İçinde şaşkın bir halde birakıverir.
Yüce Allah onların yüz
çevirmelerinin, Allah'ın onlan saptırmış olmalarının sebebine bağlı olduğunu
beyan etmektedir. Bu da Kaderiye'nin görüşünü reddetmektedir.
"Ve O, bunları
taşkınlıkları içinde" anlamındaki; 'istinaf (.yeni bir cümle başı) olarak
ref malıallindedir. Yoktur "dak i "fe" ile ondan sonraki buyruklar
mahalline hamledilerek cezm ile de okunmuştur. "Şaşkın bir halde yani,
hayretler içerisinde bırakır, şeklinde açıklandığı gibi onları tereddüt
İçerisinde bırakır, diye de açıklanmıştır. el-Bakara Sûre-si'nin baş tarafında
(2/15. âyetin tefsirinde) yeteri kadar açıklanmış bulunmaktadır.[64]
187. Sana kıyametin ne
zaman gelip çatacağını sorarlar. De ki: "Onun bilgisi yalnız Rabbimin
yanındadır. Onun vaktini kendisinden başkası açıklayamaz. Göklerde ve yerde
ağır basmıştır. O size ancak ansızın gelir." Sanki onu biliyormuşsun da
onu sana sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak Allah nezdindedir. Fakat
İnsanların çoğu bilmezler."
Yüce Allah'ın:
"Sana kıyametin ne zaman gelip çatacağını sorarlar* mealindeki buyrukta
yer alan; "Ne zaman" kelimesi; zaman soru edatıdır. Recez vezninde
şair şöyle demiştir:
"Ne zaman
ihtiyacımı göreceksin, ne zaman
Bunun
gerçekleştirilebileceği bir zaman, görmüyor musun?"
Yahudiler, Peygamber
(sav)'a: Eğer sen gerçekten bir peygamber isen bize kıyametin ne zaman
kopacağını bildir, diyorlardı. Bunu, aşın inkârları dolayısıyla müşriklerin
söylediği de rivayet edilmektedir.
"Gelip
çatacağı" ise, Sibeveyh'e göre rnübteda olarak ref mahal-lindedir. Haberi
ise, "( jü): Ne zaman" lafzıdır. Bu da fetha üzere mebni bir zarfdır.
Mebni oluş sebebi ise istifham anlamı ihtiva etmesinden dolayıdır.
"Gelip
çatacağı" kelimesi, "mim" harfi ötreli olarak; 'dan gelmektedir
ki, Allah onun için ne vakit tesbit etmiştir? anlamına gelir. Yani ne zaman
sebat bulacak (gelip çatacak) dır. Bu da ne zaman vukua gelecektir, demektir.
"Mim" harfi üstün okunursa; 'den gelir. Bu da sebat buldu ve durdu
manalarına gelir. Nitekim "Yerlerinde sabit kazanlar..." (es-Sebe1,
34/13) buyruğundaki "sabit" anlamında olan kelime de buradan
gelmektedir. Katade de böyle açıklamıştır.
"De ki onun
bilgisi yalnız Rabbimİn yanındadır" buyruğu müpteda ve haberdir. Yani, ona
dair bilgiyi kimse açıklamış değildir. Böylelikle kul, her zaman için dikkatli
ve uyanık olsun diye.
"Onun
vaktini" yani zamanını "kendisinden başkası açıklayamaz" ortaya
çıkaramaz.
Âyet-i kerimedeki
"açıklamak" anlamım veren; bir şeyi açığa çıkarmak, izhar etmek
demektir. Bir kimsenin bana açıklayıp izah ettiği herhangi bir haberi anlatmak
üzere; "Filan kişi haberi bana açıkladı, izhar etti," denilir.
"Göklerde ve
yerde ağır basmıştır" yani, ona dair bilgi, göklerde ve yerde bulunanlara
gizli kalmıştır. Gizli kalan her bir bilgi kalbe ağır gelir. Şöyle de
açıklanmıştır: O kıyametin gelişi, göklerde ve yerde bulunanlar için büyük bir
iştir. Bu açıklama el-Hasen ve başkalarından nakledilmiştir.
İbn Cüreyc ile
es-Süddî derler ki: Onun nitelikleri (bir nüshaya göre; vukua gelmesi)
göklerde ve yerde bulunanlar için çok büyük bir iştir. Katade ve başkaları da
şöyle demektedir: Azameti dolayısıyla gökler ve yer o bilgiyi taşıyamaz.
Çünkü, o takdirde sema çatlar, yıldızlar dağılır ve denizler de çekilirdi.
Kıyamete dair soru sormak, ağır bir şeydir, anlamına geldiği de söylenmiştir.
"O siste ancak
ansızın gelir." Buradaki "ansızın" anlamındaki; kelimesi, hal
mahallinde mastardır.
"Sanki onu
biliyormuşsun da onu sana sorarlar." Sanki sen onu biliyor ve ona dair
sorunun cevabını bilen birisiymişsin de (onlar da sana soruyorlar)
anlamındadır. İbn Faris der ki: (Âyet-i kerimede geçen) el-Hafiy, bir şeyi
bilen kimse demektir. Aynı zamanda bu kelime soru sormakta ileriye giden, son
noktaya kadar devam ettiren anlamına da gelir. el-A'şâ der ki:
"Eğer benim
hakkımda soru soracak olursan şunu bil ki,
el-A'şâ hakkında nice
soru soran kimse var ki, onun nerelere çıktığım çok iyi bilir,"
Meselâ; tabiri, hem
soru sormakta, hem de istekte bulunmakta ileriye gitti, anlamına gelir.
Soru soran, bilen
anlamında ismi fail; ise ism-i faile çokluk anlamını kazandırır.
Muhammed b. Yezid der
ki: Yani onlar, sen onun (kıyamet) hakkında ısrarla soru soran birisiymişsin
gibi gelip sana soru soruyorlar. O, bu açıklamasıyla ifadede bir takdim ve
tehir olmadığı kanaatine sahip olduğunu ortaya koymaktadır.
İbn Abbas ve başkaları
ise şöyle derler: Buradaki ifadede bir takdim ve tehir vardır. Yani: Onlar
sana kıyamet hakkında, sen onların soru sormalarından, sana karşı iyi
davranmalarından memnun oluyormuşçasına gelip soruyorlar. Çünkü onlar, şöyle
demişlerdi: Bizimle senin aranda bir akrabalık vardır. Haydi bize gizliden
gizliye şu kıyametin kopacağı vakti söyleyiver.
"Ete ki: Onun
İlmi ancak Allah'ın nezdindedir. Fakat İnsanların çoğu bilmezler." Burada
"bilmezler" İfadesi, bir tekrar değildir. Çünkü, bundan önceki bilgi
kıyametin kopuşu ile ilgili bilgiye dairdir, diğeri ise, kıyametin kün-hünü
bilmeye dairdir.
[65]
188. De ki: "Ben
kendim için Allah'ın dilediğinden başka ne bir fayda sağlayabilirim, ne de bîr
zarar. Eğer, gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapardım. Bana hiçbir
fenalık dokunmamış-tır. Ben, ancak bir uyarıcı ve iman eden bir topluluğu müjdeleyenim."
Yüce Allah'ın:
"De ki: Ben, kendim için... ne bir fayda sağlayabilirim, ne de bir
zarar." Yani, kendim için herhangi bir fayda sağlamak imkânına da sahip
değilim, herhangi bir zaran önlemek imkânına da sahip değilim. Nasıl olur da
kıyametin kopacağı saatin bilgisine sahip olabilirim ki?
Şöyle de
açıklanmıştır: Ben kendimi hidayete iletmek imkanına da sahip değilim, dalâleti
önlemek imkanına da sahip değilim.
"Allah'ın
dilediğinden başka" anlamındaki istisna dolayısıyla nasb mahallindedir,
Yani: Allah'ın dilediği kadar kendime fayda sağlayabilirim ve O'nun bana imkan
verdiğine göre ben kötülüğü önleyebilirim. Sibeveyh şu mısraı nakletmektedir:
"(Bu zaman)
insanlara neyi istiyorsa yapabiliyor."
"Eğer gaybı
bilseydim, elbette daha çok hayır yapardım." Yani, eğer yüce Allah'ın
bana bildirmeden Önce neyi istediğini bilmiş olsaydım, şüphesiz onu yapardım.
Şöyle de
açıklanmıştır: Eğer ben, savaşta ne zaman zafere ulaşacağımı bilmiş olsaydım,
o vakit savaşır ve böylelikle yenik düşürülmezdim.
İbn Abbas da şöyle
açıklamıştır: Eğer ben hangi yılın veriminin kıt olacağını bilseydim, bolluk
zamanından bana yetecek kadarını hazırlardım.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Eğer ben hangi malın ticarette çok satılacağını bilmiş olsaydım,
o malı alıcısının olmadığı zamanlarda satın alırdım.
Bir başka görüşe göre
de anlam şöyledir: Eğer ben ne zaman öleceğimi bilseydim, çokça salih amel
işlerdim. Bu açıklama da el-Hasen ve İbn Cü-reye'den nakledilmiştir.
Bir diğer açıklamaya
göre: Şayet ben gaybı bilmiş olsaydım, gayba dair bana ne sorulursa onu
cevaplandırırdım.
Bütün bu açıklamalar
bu buyruk ile rnurad edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Bana hiç bir
fenalık dokunmamıştır. Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir topluluğu
müjdeleyenim" anlamındaki buyruk, yeni bir cümle (istinaO'dır. Yani, bende
delilik yoktur, Çünkü onlar Hz. Peygamberin deli olduğunu söylemişlerdi.
Bu buyruğun önceki
buyruk ile alakalı olduğu (istinaf olmadığı) da söylenmiştir. Yani: Eğer ben
gaybı bilmiş olsaydım, bana hiçbir kötülük dokunmaz ve ben kendimi o
kötülüklere karşı korurdum. Bu anlama yüce Allah'ın: "Ben ancak bir
uyarıcı ve iman eden bir topluluğu müjdeleyenim" buyruğu da delil teşkil
etmektedir.
[66]
189. Sizi tek bîr
candan yaratan, ondan da kendisinde sükûn bulsun diye eşini yaratan O'dur.
Eşini örtüp bürüyünce hafif büyük yüklendi. Bununla gider gelirdi. Nihayet
ağırlaşırca, her ikisi de Rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler: "Eğer
bize salih bir çocuk verirsen muhakak ki şükredenlerden oluruz."
190. Onlara salih bir
evlat verince, kendilerine verdiği bu (çocuk) hakkında O'na ortaklar koşmaya
başladılar. Allah onların ortak koştuklarından yücedir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:
[67]
Yüce Allah'ın:
"Sizi tek bir candan yaratan... O'dur" buyruğunda geçen "tek bîr
candan" kasıt müfessirlerin çoğunluğuna göre Hz. Adem'dir.
"Ondan da
kendisinde sükûn bulsun" yani, onunla teselli bulsun, huzur bulsun
"diye eşini yaratan" yani Havva'yı yaratan "O'dur." Bu
yaratma cennette olmuştu. Daha sonra her İkisinin de cennetten indirilişinden
sonra dünyada meydana gelen bir başka durumu sözkonusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Eşînl örtüp
bürüyünce." Bu ifade cimadan kinayedir. "(Eşi) hafif bir yük yüklendi."
Karında yahut ağaç dalında bulunan her bir yükü anlatmak üzere "ha"
harfi üstün olmak üzere; denilir. Eğer bu yük sırtın üzerinde, yahut başın
üzerinde bulunacak olursa "ha" harfi esreli olur. Yakub ise, hurma
ağacının meyve yükünü anlatmak için; şeklinde "ha" harfinin esreli
okunacağını nakletmiştir. Ebu Said es-Sîrafîde der ki: Kadının
"gebelik" yükü hakkında "ha" harfi hem esreli, hem üstün
kullanılır. Bunun üstün okunuşu; kadının yükünün görünmeyişi dolayısıyladır.
Esreli okunuşu da bineğin sırtındaki yük gibi ortaya çıktığı içindir.
aynı lamanda hamle
yapmak, hücum etmek anlamındaki; 'ın da mastarıdır.
"Bununla gider,
gelirdi." Yani, taşıdığı meni ile gider gelirdi. Bu da bu hafif yük ile
gider gelirdi anlamındadır. Yani, gider, gelir, döner, dolaşırdı. Ağırlaşıncaya
kadar o yük dolayısıyla herhangi bir sıkıntı çekmezdi. Bu açıklamalar el-Hasen,
Mücahid ve başkalarından nakledilmiştir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Yani, onun hamileliği devam eder gider demektir. O takdirde bu
maklub bir ifadedir. Nitekim; "Ben başlığı başıma geçirdim," demek de
bunu benzer.
Abdullah b. Ömer ise,
"mim" harfinden sonra "elif ilavesiyle ve "ra" harfini
de şeddesiz olarak; şeklinde gidip gelişi ve tasarrufu ifade eden fiilinden
kabul etmiştir. İbn Abbas ile Yahya b. Ya'mer ise; şeklinde şüphe ve tereddüt
anlamındaki; gelen bir fiil olarak okumuşlardır. Yani, bu halinden şüpheye
düşerek, acaba bu bir hamilelik midir, yoksa bir hastalık mıdır? Veya buna
benzer kanaatlere sahip olarak tereddüde düştü, anlamındadır.
[68]
Yüce Allah'ın:
"Nihayet ağırlaşırca" buyruğu, taşıdığı yük ağır olunca demektir.
Ağırlaşmaya başlayınca anlamına geldiği de söylenmiştir.
"Her ikisi de
Rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler..." buyruğunda yer alan; "Her
ikisi de dua. ettiler" zamiri, Adem ile Havva'ya aittir. Bu âyet-i kerime
ile İlgili kıssalarda gelen rivayetler de bu görüşe göre anlaşılır. Buna göre
Hz. Havva ilk hamile kaldığı sırada bunun ne olduğunu bilememiştir. Bu da;
" (Hamile kaldığı şey hakkında) şüpheye düştü" şeklinde okuyanların
kıraatini pekiştirir.
Bundan dolayı da
telaşlanraıştı. İblis onu etkilemenin de yolunu bulmuş oldu. el-Kelbî der ki:
İblis, ilk hamile kaldığı sırada, ağırlaşmaya başiadığın-da Hz. Havva'ya bir
adam suretinde görünüp: Bu karnındaki nedir? diye sormuş, o da: Bilmiyorum
diye cevap verince; bu sefer İblis: Ben bunun bir hayvan olacağından korkarım,
demiş. Havva bunu Hz. Adem'e söyleyince, her ikisi de bundan dolayı bir
üzüntüye boğuldular. Daha sonra İblis tekrar Hz. Havva'ya görünerek şöyle dedi:
Bu doğacak kişinin Allah nezdinde bir yeri olacaktır. Eğer ben Allah'a dua
edecek olursam sen de bir insan doğurursan ona benim adımı verecek misin?
Havva: Evet deyince, bu sefer ben Allah'a dua edeceğim dedi. Hz. Havva doğum
yaptığında İblis gelip: Ona benim adımı ver demişti. Bu sefer: Senin adın nedir
diye sorunca, o da: Benim adım el-Haris'tir cevabını vermişti. Eğer ona gerçek
adım söylemiş olsaydı, onu tanıyacaktı.
Bunun üzerine Havva
ona Abdulharis adını verdi. Buna benzer zayıf hadisler Tirmİzî ve başkalarında
zikredilmektedir.[69]
İsrailiyatta sağlam olmayan pek çok şeyler de vardır. Kalbi olan herhangi bir
kimse bunlara itibar etmez. Çünkü Hz. Adem ile Hz. Havva'yı, O Allah İle çok
aldatıcı (İblis) aldatmış ise de şunu bilmek gerekir ki, -bu hususlar satır
satır yazıya geçirilmiş olmakla birlikte- mü'min aynı delikten iki defa
sokulmaz. Rasulullah (sav) da şöyle buyurmuştur: "(İblis) onları iki defa
aldattı. Bir defasında cennette, bir defasında da yeryüzünde
aldatmıştır."[70] Bu
görüş ise, es-Sülemi'nin (bundan sonra gelecek olan ve "... mı eş
koşuyorlar" anlamındaki kelimenin) "te" harfi ile; "mı eş
koşuyorsunuz?" (7/191) kıraati ile desteklenmiştir.
"Salih bir
çocuk" hilkati düzgün ve yerli yerinde bir çocuk demektir. "Onlara
salih bir evlat verince kendilerine verdiği bu çocuk (hakkında) O'na ortak
koşmaya başladılar." İlim adamları burada Hz. Adem ile Hz. Havva'ya izafe
edilen şirki açıklamak hususunda farklı görüşlere sahiptir ki, bu da bir
sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir.
[71]
Müfessirler derler ki;
Burada sözü edilen şirk, sadece isim vermek ve sıfatta bir şirkti. Yoksa
ibadet ve rububiyet hususunda bir şirk değildi. Meanî ehli[72]'derler
ki: Adem ile Havva çocuklarına "Abdulharis" adını vermekle
"et-Haris"in Rableri olduğu kanaatine sahip olmuş değillerdir. Onlar
bu ismi vermekle Haris'in çocuğun kurtuluşuna sebep teşkil edeceği maksadını
gütmüşlerdi. O bakımdan bir kimsenin kendisine misafirinin kölesi adını
verecek olur ise, misafiri kendisinin rabbi olduğu anlamında değil, ona itaat
etmesi anlamında kullanılır. Nitekim Hatim şöyle demiştir:
"Ve şüpheaiz ki
ben yanımda bulunduğu sürece misafirin abdiyim (kuluyum) Ve esasen kulların
özelliklerinden bende bundan başka bir özellik de yoktur.'
Bir grup da bunu şöyle
açıklamıştır: Buradaki ortak koşma, cins olarak Adem oğullarına racidir ve Hz.
Adem'in zürriyetmden olan müşriklerin durumunu açıklamaktadır. Kabul edilmesi
gereken görüş de budur. Buna göre "Ona ortaklar koşmaya başladılar"
ifadesi, kâfir olan erkek koca ile dişi kastedilmektedir. Yani, bununla
anlatılmak istenen kâfir olan İki cinstir. Buna da: "Allah onların ortak
koştuklarından yücedir" buyruğundaki ortak koşma fiilinin tesniye olarak
değil de çoğul olarak gelmesi delil teşkil etmektedir ki, bu da güzel bir
açıklamadır.
Yüce Allah'ın:
"Sizi tek bir candan" yani, tek bir şekil ve nitelikten "yaratan,
ondan da" yani, onun cinsinden de "kendisinde sükûn bulsun diye eşini
yaratan O'dur. Eşini örtüp bürüyünce" yani, her iki cins bir araya gelince
demektir, Bu görüşe göre âyet-i kerimede Hz. Adem ile Hz, Havva'dan söz
edilmemektedir.
İşte karı kocaya
salih, yani onların istedikleri gibi sağlıklı, eli ayağı düzgün bir çocuk
verince, bu sefer onu İslâm fıtratından şirke yöneltirler. Nitekim müşriklerin
yaptığı da budur. Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır: "Her doğan mutlaka
İslâm fıtratı -bîr rivayette de İslâm milleti (yani dini)- üzere doğar.
(Sonra) anne ve babası onu yahudi, hiristiyan veya mecusi yaparlar. "[73]
İkfime der ki: Âyet-i
kerime özel olarak Adem hakkında değildir. Yüce Allah bu âyet-i kerimeyi
Adem'den sonra bütün insanlar hakkında umumi bir buyruk olarak indirmiştir.
el-Huseyn b. el-Fadl da der ki: Bu görüş nazar ehlinin daha çok hoşuna gider.
Çünkü birinci görüşte yüce Allah'ın peygamberi Hz. Adem'e çok büyük bir iş
izafe edilmektedir.
Medineliler ile Asım
ise, "Ortaklar" kelimesini tekil olarak; "Ortak" diye
okumuşlardır. Ebu Amr ve diğer Kûfeliler İse, Ortak'ı "fualâ" veznine
benzer olmak üzere çoğul okumuşlardır. el-Ahfeş Said ise birinci okuyuşu kabul
etmez. Oysa bu muzafın hazfı takdirine göre sahih bir kıraattir. Yani;
"Ona bunu ortak koştular" anlamında olur. Tıpkı yüce Allah'ın:
"Ve o kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) (buyruğunun; o kasaba halkına sor
anlamında) olduğu gibi. Buna göre bu tekil ile kıraat: Onlar O'na ortaklar
koştular, şeklinde çoğul anlamına gelir.
[74]
Âyet-i kerime
hamileliğin de bir hastalık olduğunu göstermektedir. İbnü'l-Kasım ve Yahya,
Malîk'ten şöyle dediğini rivayet ederler: Hamileliğin ilk dönemi bir kolaylık
ve bir sevinçtir. Son dönemi ise hastalıklardan bir hastalıktır. İşte Malik'in
söylediği: "Hastalıklardan bir hastalıktır" ifadesi yüce Allah'ın:
"Rablerl olan Allah'a şöyle dua ettiler" buyruğundan anlaşılmaktadır.
Yine hamile kalan kadınlardaki bu durum müşahade ile görülüp tesbit edilebilen
bir haldir. Bu işin büyüklüğü ve sıkıntıların ağırlığı dolayısıyla ha-dis-i
şerifte de varid olduğu gibi hamile kadının ölümü şehidlik olarak değerlendirilmiştir.[75]
Bu husus, âyet-i
kerimenin zahirinden de sabit olduğuna göre, hamilenin durumu, fiilleri
itibariyle hastanın durumu ile aynı olur. Çeşidi bölgelerdeki ilim adamlarına
göre ise, hasta olan bir kişi eğer malından bağışta bulunacak ve bazılarını
kayıracak olursa, bu tasarrufu mirasının üçte birinde geçerli olur. Ebu Hanife
ve Şafiî derler ki: Böyle bir hüküm, hamile hakkında doğum sancılarının
başlamış olması halinde sözkonusu olur. Bundan önce ise, öyle bir hüküm
sözkonusu olmaz.
Onlar bu görüşlerine
hamileliğin bir âdet olduğu ve çoğunlukla bunun selâmetle sonuçlandığını delil
gösterirler. Biz ise deriz ki: Hastalıkların çoğunluğu da esenlikle
sonuçlanır, diğer taraftan hasta olmayan da ölebilir.
[76]
Malik der ki:
Hamileliği üzerinden altı ay geçmiş olan bir kadının malı hakkındaki hükümleri
ancak mahnın üçte birinde caizdir.
Bir kimse hamile olan
hanımını bâin bir talak ile boşayacak olup da hamileliği üzerinden altı ay
geçecek olursa ve kocası da ona ricatte bulunmak isterse böyle bir hakkı
yoktur. Çünkü böyle bir kadın hastadır. Hasta bir kadını nikahlamak ise sahih
değildir.
[77]
Yahya der ki: Malik'i,
savaşta bulunan kişi hakkında şöyle derken dinledim: Bir kimse safta savaşmak
üzere yürüyecek olur İse, onun kendi malı hakkında -üçte biri müstesna-
tasarrufta bulunması caiz değildir. Böyle bir kimse hamile kadın ve ölmesinden
korkulan hasta gibidir. Bu hali devam ettiği sürece de hükmü budur. Kısas
uygulanmak için öldürülmek üzere hapsedilen kimsenin hükmü de bunun gibidir.
Ancak bu hususta Ebu
Hanife, Şafiî ve başkaları farklı kanaate sahiptirler. İbnü'l-Arabî ise şöyle
demektedir: Sen meseleyi gereği gibi kapsamlı bir şekilde kavrayacak olursan,
öldürülmek üzere hapsedilen bir kimsenin halinin hastanın halinden daha ağır
olduğunda şüphen kalmaz. Böyle bir şeyi kabul etmemek ise nazar (akli düşünme
ve kıyas) açısından bir gaflettir. Çünkü ölümün sebebi her ikisi hakkında da
mevcuttur. Nasıl ki hastalık ölüm için bir sebepse, yüce Allah da (savaşın da
bir sebep olduğunu beyan etmek üzere) şöyle buyurmaktadır: "Andolsunki
siz, ölümle karşılaşmadan önce onu temenni ediyorsunuz. İşte siz bakıp dururken
onu gördünüz." (Âl-i İmran, 3/143) Şair Ruveyşed et-Taî de şöyle
demektedir:
"Ey bineğini
ileri süren süvari!
Sor Esedoğullarma;
nedir bu bağırıp çağrışmalar?
De ki onlara: Özür
dilemek için çabuk davranın ve bir söz arayın ki,
Sizi temize çıkaracak;
çünkü ölümün kendisiyim ben."
Savaşın ölüm
sebeplerinden birisi olduğunun delilleri arasında yüce Allah'ın şu buyruğu da
zikredilebilir: "Hani onlar üstünüzden ve altınızdan gelmişlerdi. O zaman
gözler yılıp yana kaymış, kalpler gırtlaklara kadar
var-mtşiı..."(el-Ahzâb, 33/10-11)
Şam yüce Allah bu
müthiş halde iken düşmanlara karşı mukavemet gösterip her iki kesimin
birbirlerine yakınlaşmış olmalarını, kalplerin gırtlaklara kadar gelip
dayanması, Allah hakkında kötü zanlar beslenmesi, kalplerin büyük bir sarsıntı
geçirmesi noktasına geldiklerini haber verdiği halde, nasıl olur da Şafiî ve
Ebu Hanife böyle bir sıkıntılının ancak mübâreze (teke tek çarpışma) halinde
sözkonusu olduğunu söyleyebilirler. Acaba hastanın durumu böyle şiddetli ve
sıkıntılı mıdır? Bu hususta insaflı bir kimsenin hiçbir şüphesi olmaz.
İtikadında sebat sahibi olan, Allah yolunda hakkıyla cihad eden, Allah Rasulüne
O'nun âyet ve mucizelerine tanıklık eden kimseler hakkında böyle iken, ya
bizim hakkımızda ne söylenebilir.
[78]
İlim adamlarımız
korkulu ve fırtınalı zamanlarında denizde yolculuk yapan kişinin hükmü hakkında
farklı görüşlere sahiptirler. Acaba böyle bir kimse sağlıklı kişi hükmünde
midir, yoksa hamile kadın hükmünde midir? İbnü'I-Kasım der .ki: Böyle bir
kimsenin hükmü sağlıklı kimsenin hükmü gibidir.
İbn Vehb ile Eşheb
İse, böyle bir kimse hamileliği üzerinden altı ay geçmiş hamile kadın
hükmündedir, Kadı Ebu Muhammed de der ki: İbn Vehb . ile Eşheb'in görüşleri
kıyasa daha uygundur. Çünkü tıpkı hamilenin yükünün ağırlaşması gibi böyle bir
halde de deniz yolculuğu insanın hayatı açısından tehlikeli bir haldir.
İbnü'l-Arabî de şöyle
demektedir: İbnü'l-Kasım deniz yolculuğu yapmadı. O, hatta denizde su üstünde
birşey bile görmüş değildir. Şanı yüce Allah'ın biricik fail olduğunu, O'nunla
birlikte hiçbir failin bulunmadığını kesinlikle bilip inanmak İsteyen,
sebeplerin güçsüz olduğuna inanıp gerçek anlamda tevekkülü elde etmek, işlerini
tam anlamıyla Allah'a havale etmek noktasına gelmek isteyen, denizde yolculuk
yapsın.
[79]
191. Kendileri
yaratılmış oldukları halde hiçbir şey yaratmaya kudreti olmayanları mı eş
koşuyorlar?
192. Halbuki bunlar,
kendilerine hiçbir şekilde yardım edemeyecekleri gibi kendi kendilerine bile
yardım edemezler.
"Kendileri
yaratılmış oldukları halde" yani, putların kendileri Allah tarafından
yaratılmışken "hiçbir şey yaratmaya kudreti olmayanları mı eş
koşuyorlar?" Hiçbir şey yaratamayan şeylere mi tapıyorlar?
Burada putlar hakkında
(akıllı varlıklar için kullanılan çoğul şekli olan) "vav" ve
"nun" ile çoğul yapılarak; Yaratılmış oldukları halde" diye
kullanılması onlara tapınanlann, putların fayda ya da zarar verebileceklerine
inanmalarından Ötürüdür. Böylelikle putlar da insanlar gibi kabul edilmektedir.
Nitekim yüce Allah'ın:
Ve hepsi de- bir yörüngede
yüzerler" (Yasin, 3Ğ/40) buyruğu ile;" Ey karıncalar yuvalarınıza
girin" (en-Neml, 27/18) buyrukları da bu şekildedir.
"Halbuki
bunlar" yani putlar "kendilerine hiçbir şekilde yardım edemeyecekleri
gibi, kendi kendilerine bile yardım edemezler." Yani putlar ne başkalarına
yardım edebilirler, ne de kendileri adına başkalarından intikam alabilirler.
[80]
193- Siz bunları doğru
yola çağırsamz size uymazlar. Onları çağır-sanız da susmuş olsaoıı da size
karşı birdir.
Yüce Allah'ın:
"Siz bunları doğru yola çağırsanız size uymazlar" buyruğu ile ilgili
olarak el-Ahfeş şunları söylemektedir: Yani siz, putları doğru yola, hidayete
çağıracak olsanız onlar size uymazlar.
"Onları
çağırsanız da, susmuş olsanız da size karşı birdir" buyruğu ile ilgili
oiarak Ahmed b. Yalıya şöyle demektedir: Bu buyruğun böyle gelmesi âyet sonu
oluşundan dolayıdır. Yani, yüce Allah'ın: "Susmuş olsanız da" diye
buyurup (aynı manada olmakla birlikte) bunun yerine: dememiş olmasını
kastetmektedir. Çünkü Sibeveyh'e göre bu iki kelime aynı anlama gelmektedir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Âyet-i kerimeden maksat, yüce Allah'ın ilminde iman
etmeyecekleri ezelden beri takdir edilmiş olanlardır. Burada; "Size
uymazlar" kelimesi hem ("te" harfi) şeddeli hem de şeddesiz
olarak okunmuştur, aynı anlama gelen İki ayrı söyleyiştir.
Kimi dilciler ise
şeddesiz olarak; kelimesi, arkasından gittiği halde ona yetişmedi,
anlamındadır; şeddeli olarak; ise, arkasından gidip ona yetişmesini anlatmak
için kullanılır demişlerdir.
[81]
194. Allah'ı bırakıp
da taptıklarınız, şüphesiz sizin gibi kullardır. Şayet doğru iseniz haydi
onları çağırın da'size karşılık versinler.
195. Onların
kendileriyle yürüyecekleri ayakları mı var? Yoksa kendileriyle tuttukları
elleri mi var? Yoksa kendileriyle gördükleri gözleri mi, yahut kendileriyle
işittikleri kulakları mı var? De ki: "Ortaklarınızı çağırın, sonra hana
tuzak kurun ve hana göz açtırmayın.
196. Şüphesiz benim
velim, o Kitabı indiren Allah'tır ve O salihle-ri veli edinir.
"Allah'ı bırakıp
da taptıklarınız, şüphesiz s i/.in gibi kullardır" buyruğu ile putlara
ibadet hususunda onlara karşı delil getirerek tartışmaktadır.
"Taptıklarınız"
anlamında olmakla birlikte, ilah diye kendilerini çağırdığınız diye de
açıklanmıştır. Putlara "kullar" diye ad verilmesi, onların da
Allah'ın mülkiyetinde ve O'nun emirlerine boyun eğen varlıklar olduklarından
dolayıdır.
el-Hasen der ki: Yani,
putlar da sizin gibi yaratılmışlardır. Müşrikler, putların fayda ve zarar
verebileceklerine inandıklarından ötürü, yüce Allah, o putlan'da onların
kanaatleri doğrultusunda insan farzederek: "Haydi onları çağırın"
diye buyurmakta ve putlar hakkında kullanılması gereken dişi zamir değil de
erkekler için kullanılan zamiri kullanmaktadır. Ayrıca onlar hakkında
"kullar" tabirini kullandığı gibi " Şüphesiz... lar" diye
erkekler için kullanılan ism-i mevsulu kullanmış, dişiler için öngörülen;
ism-i mevsûlunu kullanmamıştır, "Onları çağırın" buyruğu ise, haydi
onlardan fayda verip zarar sağlamalarını isteyin, demektir.
"Şayet doğru
iseniz... size karşılık versinler." Putlara ibadetin fayda vereceği
hususundaki iddianızda doğru iseniz, sizin İsteklerinizi kabul etsinler. İbn
Abbas der ki: "Onları çağırın" ifadesi, onlara ibadet edin
anlamındadır.
Daha sonra yüce AHah,
onlau azarlayarak ve akıllarının bayağılığını ortaya koyarak şöyle
buyurmaktadır: "Onların kendileriyle yürüyecekleri ayakları mı var? Yoksa
kendileriyle tuttukları elleri mi var? Yoksa kendileriyle gördükleri gözleri
mi, yahut kendileriyle işittikleri kulakları mı var..." Yani siz onlardan
daha üstün olduğunuz halde nasıl olur da onlara ibadet ediyorsunuz? Bu ifadeden
maksat onların cahilliklerini açığa vurmaktır. Çünkü mabud, azalara sahip
olmakla vasfedilir. Said b. Cübeyr " Allah'ı bırakıp da taptıklarınız
şüphesiz sizin gibi kullardır" buyruğunu " Allah'ı bırakıp
taptıklarınız ancak sizin gibi kullardır" şeklinde; 'ın hemzesini esreli
olarak -iki sakinin yanyana gelişinden dolayı- şeklinde, buna karşılık "
Kullar" kelimesini tenvin ile; "sizin gibi" kelimesini de nasb
ile okumuştur. Bu okuyuşa göre buyruğun anlamı şöyle olur: Allah'tan başka
kendilerine dua ettiğiniz putlar ancak sizin gibi kullardır. Yani onlar, taş ve
keresteden ibarettir. Ve siz böyle yapmakla kendisinden daha üstün olduğunuz
şeylere ibadet etmektesiniz.
en-Nehhâs der kî:
Ancak bu, şu üç sebepten dolayı okunmaması gereken bir kıraattir:
1-
Evvela
çok büyük çoğunluğun kıraatine muhaliftir.
2- Sibeveyh,
edatı gayet olumsuzluk edatının anlamı veriyor ise, haberini ref ile okumayı
tercih eder ve şöyle der: Zeyd gitmiyor" Çünkü; 'in ameli zayıftır. da
onun anlamında (olumsuzluk ifade eden) bir edattır. O takdirde ondan daha
zayıf olur.
3- el-Kisaî,
(oj)'ın Arap dilinde ondan sonra olumlu bir İfade olmadıkça; olumsuz edatı
anlamında lıemen hemen kullanılmadığını ileri sürmüştür. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Kâfirler ancak bir aldanış içerisindedirler."
(el-Mülk, 67/20)
"da size karşılık
versinler" buyruğunda aslolan ("fe" har-fındert sonra gelen)
"lam" harfinin esreli gelmesidir. Ancak ağırlığı dolayısıyla esre
hazfedilmiştir. Diğer taraftan ifadede de bir hazf olduğu söylenmiştir. Yani,
eğer siz onların ilah oldukları hususundaki iddianızda doğru söyleyen kimseler
İseniz, sizin isteklerinize uyuncaya kadar haydi onlara dua edin, onlar da
sizin isteklerinizi kabul etsinler,
Ebu Cafer ve Şeybe
"Yoksa kendileriyle tuttukları elleri mi var" buyruğundaki
"ti" harfini (esreli değil de) ötreli okumuşlardır. Bu da bir
şivedir. Et, ayak ve kulak ise, raüennes kelimelerdir ve bunların küçültme
isimleri sonlarına "he" (yuvarlak "te") getirilerek
yaptlır. Ancak; "El" kelimesinde küçültme ismi yapılırken bir
"ya" ilave edilir, aslına döndürülerek iki "ya" da bir
araya geldiğinden dolayı şeddeli olarak; "elceğiz" denilir.
Yüce Allah'ın:
"De ki: Ortaklarınızı" yani putlarındı "çağırın. Sonra bana"
siz ve o putlar bir arada "tuzak kurun ve bana göz açtırmayın" yani
beni hiç sonraya bırakmayın, ertelemeyin.
"Bana tuzak
kurun" kelimesinin aslı şeklindedir. "Nun" lıarfindeki esre,
"ya" harfine delâlet ettiğinden dolayı hazfedilmiştir. " Ve bana
göz açtırmayın" kelimesi de aynı şekildedir.
Tuzak" diye meali
verilen "keyd" kelimesi hile anlamına geldiği gibi savaş anlamına da
gelir. Mesela; "Gazaya çıktı ama savaşmadı," denilir.
"Şüphesiz benim
velim o Kitabı İndiren Allah'tır." Yani, bana yardım etmeyi, beni
korumayı üzerine alan gerçek dostum Allah'tır. Birşeyin velisi, onu koruyan,
ona gelecek zararı önleyen kimse demektir. "Kİtap"dan kasıt ise
Kur'an-ı Kerİm'dir.
"Ve O, salilıleri
veli edinir." Yani, onları koruyan O'dur.
Müslim'in Sahih'inde
Amr b. el-Âs'dan dedi ki: Ben Rasulullah (sav)'ı gizli değil de açıktan açığa
yüksek sesle şöyle buyururken dinledim: "Haberiniz olsun ki, Ebu -filan
kimseyi kastediyor- nın ailesi artık benim velilerim değildirler. Benim velim
ancak Allah'tır ve salih mü'minlerdir."[82]
el-Ahfeş der ki:
Şüphesiz benim velim o kitabı indiren Allah'tır" buyruğu, Şüphesiz
Allah'ın velisi o Kitabı indirendir" diye de okunmuştur ki, burada
Allah'ın velisi ile kastedilen Hz. Cebrail olur. en-Nehlıâs der ki: Bu, Âsim
el-Cahderî'nin kıraatidir. Ancak birinci kıraat daha açık anlaşılan bir
kıraattir. Çünkü: "Ve O, sa-lihleri veli edinir" buyruğu ondan sonra
gelmektedir.
[83]
197. Sizin O'ndan
başka taptıklarınızın, size de kendilerine de yardım etmeye güçleri yetmez.
198. Onları hidayete
çağırsanız duymazlar. Onları sana bakarken görürsün, halbuki onlar görmezler.
Yüce Allah:
"Sizin O'ndan başka taptıklarınızın" İfadesinin burada tekrarlanması,
onların tapındıkları şeylerin fayda sağlayamadığını, zarar veremediğini
açıklamak içindir.
"Onları hidayete
çağırsanız" şart, "duymazlar" ise bu şartın cevabıdır.
"Onları... görürsün" yeni bir cümledir. "Sana bakar"
anlamındaki ifade de hal mahallindedir. Kastedilenler de putlardır.
Bakmak (en-Nazar);
kendisine bakılana doğru gözleri açmaktır. Yani sen onları sana bakarmış gibi
görürsün.
Bu putlar görmeyen
cansızlar oldukları halde fiilin sonunda onlar İçin (akıllılar hakkında
kullanılan) "vav" ile çoğul yapılarak haber veriliş sebebi ise, haberin
aklı eren varlıkların yaptıkları fiillerden birisi kullanılarak
zikredilişin-den dolayıdır. Şöyle de açıklanmıştır: Bu putların mücevherattan
yapılmış gözleri vardır. O bakımdan "onları sana bakar görürsün"
diye buyuruImuştur.
Burada kastedilenlerin
müşrikler oldukları da söylenmiştir. Onların, görmediklerini haber vermek
suretiyle görme organlarından yararlanmadıklarını anlatmaktadır.
[84]
199- Sen, af yolunu
tut. Urf ile emret, cahillerden de yüzçevir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
[85]
Bu âyet-i kerime üç
kelimeden (.emirden) meydana gelmektedir. Emir ve yasaklara dair şeriatın bütün
kaidelerini İhtiva etmektedîr.
Yüce Allah'ın:
"Sen af yolunu tut" buyruğunun kapsamına, akrabalık bağlarını
kesenlerin bağlarını gözetmek, günah ve suç işleyenleri affetmek, mü'minlere
karşı yumuşak davranmak ve buna benzer Allah'a itaat edenlerin ahlâkını
kapsar.
"Urf ile
emret" buyruğunun kapsamına da akrabalık bağlarını gözetmek, helal ve
haram hususunda Allah'tan korkmak, gözleri haramdan korumak, ebedilik yurduna
da hazırlıklı olmak girmektedir.
"Cahillerden de
yüzçevir" buyruğu ile ilme sarılma teşvik edilmekte, zalimlerden
yüzçevirip bayağı kimselerle tartışma seviyesine düşmemek, cahil ve ahmakların
konumuna inmemek... ve buna benzer güzel ahlak ve doğru fiilleri de teşvik
etmektedir.
Derim ki: Bu hususların
geniş bir şekilde açıklanmaya ihtiyacı vardır. Ra-sulullah (sav) bunları Cabir
b. Süleym'e topluca ifade etmiştir. Cabir b. Süleym Ebu Cüreyh der ki: Genç
deveme bindim, sonra da Mekke'ye gittim. Ra-sululİah (sav)'i aradım. Mescid'in
kapısında devemi çöktürdüm. Bana Rasulullah (sav')'ı gösterdiler. Üzerinde
kırmızı yollu çizgileri bulunan yünden bir aba bulunduğu halde onu otururken
buldum. Ey Allah'ın Rasulü selam sana dedim. O da: "Sana da selam"
diye buyurdu.
Dedim ki: Biz çöl
halkı olan bir dereceye kadar da sert ve katı bir topluluğuz. O bakımdan
Allah'ın bana kendileri vasıtasıyla fayda sağlayacağı bir takım sözler öğret.
Hz. Peygamber bana üç defa: "Yaklaş" dedi, ben de yaklaştım. Şöyle
buyurdu: "Az önce söylediğini bana bir daha tekrar et." Ben de ona
söylediklerimi tekrarlayınca, şöyle buyurdu:
"Allah'tan kork
ve maruftan hiçbir şeyi hafif görme. Kardeşinin karşısına güler bir yüzle
çıkman, kovandan su isteyenin kabına boşaltman, bir kimse sende olup olmadığını
bir şeyi sözkonusu ederek, sana hakaret edecek olursa, sen ona kendisinde
olduğunu bildiğin bir şeyi sözkonusu ederek hakaret etme. Şüphesiz bundan
dolayı yüce Allah senin için bir ecir, ona bir vebal yazacaktır. Yüce Allah'ın
sana ihsan etmiş olduğu hiçbir şeye de sövme-melisin." Ebu Cureyh der ki:
Nefsim elinde olana yemin olsun ki artık bundan sonra ne bir koyuna, ne bir
deveye sövdüm. Bunu Ebu Bekr el-Bezzar Müsnedinde bu manada rivayet etmiştir.[86]
Ebu Said el-Makburî
babasından, o, Ebu Hureyre'den rivayetine göre Peygamber (sav) buyurdu ki:
"Şüphesiz mallarınızı, bütün insanlara (onları memnun etmek İçin)
yetiştiremezsiniz. Ama onları güzel yüzle karşılayabilir ve güzel ahlakla
davranabilirsiniz."[87]
İbn ez-Zübeyr der ki:
Allah bu âyet-i kerimeyi ancak insanların ahlakını güzelleştirmek için
bildirmiştir.
Buharı de Hişarn b.
Urve'den, o, babasından, o da Abdullah b. ez-Zü-beyr'den, yüce Allah'ın:
"Sen af yolunu tut, urf ile emret" buyruğu hakkında şöyle dediğini
nakletmektedir: Allah bu âyeti ancak insanların ahlâkına dair İndirmiştir.[88]
Süfyan b. Uyeyne de
eş-Şa'bî'den şöyle dediğini nakleder: Cebrail, Peygamber (sav)'a indi.
Peygamber (sav) ona: "Bu ne ey Cebrail" diye sorunca, o da şöyle
dedi: "Ben de bilmiyorum, âlime sorayım." Bir rivayette ise:
"Ben de bilemiyorum, Rabbime sorayım" demiş. Bunun üzerine gidip bir
süre sonra gelince şöyle demiş: "Şüphesiz yüce Allah sana, haksızlık
edeni affetmeni, seni mahrum bırakana vermeni, seninle bağını koparanların
bağını gözetmeni emretmektedir. "[89]
Şairlerden birisi de bu hususları nazım halinde şöyiece dile getirmektedir:
"Ahlâkın üstün
değerleri üç hususta toplanır
Bunlar kimde kemale
ererse işte feta (merd) odur
Mahrum bırakman
gereken kimseye birşeyler vermen
Bağını kesmen gerekeni
gözetmen ve haksızlık edeni de affetmen."
Cafer es-Sadık der ki:
Yüce Allah Peygamberine, bu âyet-i kerimede ahlâkın üstün değerlerine
bağlanmayı emretmektedir. Kur'ân-ı Kerim'de bu âyet-i kerimeden daha çok
ahlakın üstün değerlerini bir arada toplayıp ifade eden başka bir âyet-i kerime
yoktur. Nitekim Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Ben ancak ahlâkın
üstün değerlerini tamamlamak üzere gönderildim."[90] Şair de şöyle demektedir:
"Bütün durumların
sona erer ve biter
Övülmen müstesna, o
senin için kalmaya devam eder.
Eğer ben bütün
faziletler arasından istediğimi seçmekte muhayyer bırakılsam
Ahlâkın üstün
değerlerinden başkasını seçmem."
Sehl b. Abdullah der
ki: Yüce Allah Tûr-i Sina'da Hz. Musa'yla konuştu, Ona, sana neyi tavsiye etti
diye sorulunca, dokuz şey dedi: Gizlide ve açıkta Allah'tan korkmak, hoşnutken
de kızgınken de hak sözü söylemek, fakirken de zenginken de iktisadı elden
bırakmamak, bir de bana benimle bağlarını koparanı gözetmemi, beni mahrum
bırakana vermemi, bana haksızlık edeni bağışlamamı emrettiği gibi, konuşmamın
zikir, susmamın fikir, bakmamın da ibret olmasını emretti.
Derim ki:
Peygamberimiz Muhammed (sav) dan da şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Rabbim bana dokuz şeyi emretti: Gizlilik halinde de, başkalarının önünde
de ilılası elden bırakmamak. Kızgınken ve hoşnutken de adaletli davranmak,
zenginlik halinde de fakirlik halinde de orta yolu {iktisadı) elden
bırakmamak, bana zulmedeni affetmemi, benimle bağlarını koparanı gözetmemi,
beni mahrum bırakana vermemi, ayrıca konuşmamın zikir, susmamın fikir,
bakışımın da ibret olmasını emretti."[91]
Hz. Peygamberin:
"Sen af yolunu tut" buyruğundan kastedilenin zekât olduğu da
söylenmiştir. Çünkü verilen zekât çok maldan az bir şeyi vermektir. Ancak
böyle bir açıklamanın doğru olma ihtimali uzaktır. Çünkü "afv" kelimesi,
izi silinip kayboldu, anlamına gelen den gelmektedir. Bununla birlikte Ondan afvi (arta kalanı) al, da denilir.
Yani, onun elin-dekini eksiltme ve ona karşı müsamahalı davran demek olur.
Ancak âyetin nüzul sebebi bu görüşü reddetmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Yüce Allah,
Peygamberine, müşriklere karşı delil getirmeyi emrettikten sonra, ona ahlakın
üstün değerlerini gösterdi. Çünkü bu güzel değerlere bağlılık, müşrikleri
imana çekmeye sebep teşkil eder. Yani sen, insanlann ahlakları, huyları gereği
yaptıkları davranışlarının kolayına gelenini kabul et, demektir. Mesela
Hakkımı kolay ve rahat bîr şekilde aldım denilir(ken, afv kelimesi kullanılır).
[92]
Yüce Allah'ın:
"Urf ile emret" buyruğundaki "urf" kelimesi marufu emret
anlamındadır. İsa b. Ömer bunu, şeklinde iki ötre ile okumuştur. Bu da bir
başka söyleyiştir. Urf, maruf ve arife İse akılların beğenip kabul ettiği,
ruhların da huzur ve sükûn bulduğu bütün güzel hasletler demektir.
Şair der ki:
"Hayır işleyen
onun karşılığını almaktan yana mahrum kalmaz. Maruf işlemek Allah nezdinde de
insanlar arasında da boşa gitmez."
Ata; "Urf ile
emret" buyruğunu, Lâ ilahe illallah'ı emret diye açıklamıştır.
[93]
Yüce Allah'ın;
"Cahillerden de yüz çevir* buyruğunun anlamı şudur: Yani sen, onlara
karşı delilini ortaya koyup kendilerine marufu emrettiğin takdirde buna rağmen
sana karşı cahillik edecek .olurlarsa, onlardan yüzçe-vir. Bu emirden maksat
ise, Hz. Peygamberi onlara karşılıklı olarak cevap yetiştirmekten uzak tutarak
(onların seviyelerine düşmekten) korumak ve onun kadrini de yükseltmek içindir.
Ancak, bu buyruk her ne kadar yüce Allah'ın Peygamberine yönelik ise de O,
bütün insanlara bir edep öğretmektedir.
İbn Zeyd ile Ata
derler ki: Bu âyet-i kerime (.cihadı emreden kılıç âyetiy-le) nesh edilmiştir.
Mücalıid ile Katade ise bu âyet muhkemdir demişlerdir. Sahih olan da budur.
Çünkü Buhârî, Abdullah b. Abbas'tan şöyle dediğini rivayet eder: Uyeyne b.
Hısn Huzeyfe b. Bedr (.Medine'ye gelip) kardeşinin oğlu el-Hurr b. Kays b.
Hısn'a misafir oldu. (el-Hurr), Hz. Peygamberin yakın tuttuğu kimselerden idi.
Kurra (Kur'anı okuyup bellemiş olanlar) Hz. Ömer'in akdettiği meclislerin
üyeleri ve danıştığı kimseler arasında idiler. Genç ya da yaşlı olsunlar
farketmezdi. Uyeyne, kardeşinin oğluna
şöyle dedi: Kardeşimin oğlu, senin bu emir nezdinde sözün geçer mi? Yanına
girmek için ondan bana bir izin koparsan. Yeğeni: Yanına girmen için ondan
sana izin isteyeceğim, deyip Uyeyne adına izin istedi. Uyeyne Hz. Ömer'in huzuruna
girince şöyle dedi: Ey Hattab'ın oğlu, Allah'a yemin ederim ki sen bize çok
vermiyorsun, aramızda da adaletle hükmetmiyorsun. Hz. Ömer bu işe çok kızdı.
O İcadar ki üzerine atılmak istedi. Bu sefer el-Hurr şöyle dedi: Ey
Mü'min-lerin emiri, şüphesiz Allah Peygamberine: "Sen af yolunu tut, urf
İle emret, cahillerden de yüzçevir" diye buyurmuştur. Şüphesiz ki bu da
cahillerdendir. Bunun üzerine Allah'a yemin ederim Ömer'e karşı bu âyeti
okuduktan sonra Ömer bundan ileriye gitmedi. O, yüce Allah'ın Kitabının çizdiği
hudutta durur, ondan ileriye geçmezdi.[94]
Derim ki: Ömer
(r.a)'ın bu âyet-i kerimenin hükmüne boyun eğmesi, ei-Hurr'un da bu âyet-i
kerimeyi delil göstermesi, âyetin mensulı olmayıp muhkem olduğuna delalet
etmektedir. Aynı şekilde el-Hasen b. Ali b. Ebi Ta-lib (r.a) da İleride
açıklayacağınız hususa (el-Â'râf, 7/201. âyet, 2. başlıkta) bu âyet-i kerimeyi
delil göstermiştir. Bununla birlikte yöneticiye karşı katı davranış eğer kasti
yapılır ve onun hakkı olan şeyleri hafife almak kastıyla yapılacak olursa, bu
şekilde davrananı tazir etme hakkı vardır. Şayet başka bir sebepten dolayı
olursa adaletli halifenin yaptığı gibi, cezalandırmaktan yüz-çevirmek, affedip
bağışlamak gerekir.
[95]
200. Sana şeytandan
bir vesvese gelirse hemen Allah'a sığın. Çünkü O, herşeyi İşitendir, en iyi
bilendir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[96]
Yyce Allah'ın:
"Sen af yolunu tut" buyruğu nazil olunca, Hz, Peygamber: "Nasıl
olur Rabbim ya gazab (kızgınlık)" diye sordu. Bunun üzerine; "Sana
şeytandan bir vesvese gelirse..." âyeti nazil oldu.
Sana bir vesvese gelirse...";
buyruğunda sözü geçen: Şeytanın vesveseleri demektir. Bu kelime şekillerinde
(aynı anlamda) kullanılır. Kışkırtıcılardan sakın, denilir. ez-Zeccâc der ki:
en küçük harekete denir. Şeytandan gelen en küçük vesveseye de bu ad verilir.
Said b. el-Müseyyeb
der ki: Ben, Osman ve Ali'ye tanık oldum. İkisinin de arasında şeytandan gelen
bir vesvese baş göstermişti. Onlardan biri diğerine (söylemedik) birşey
bırakmadı. Aradan fazla zaman geçmeden herbiri diğerine mağfiret diledi.
"Sana bir vesvese
gelirse" yani, kızgınlık halinde helal olmayan bir şeye dair sana bir
vesvese gelecek yahut arız olacak, isabet edecek olursa, "hemen Allah'a
sığın." Yani, bu işten kurtuluşu Allah'tan iste. Şanı yüce Allah,
vesveseyi kendisine sığınmak ve lıimayesini istemek suretiyle bertaraf etmeyi
emretmektedir. En yüce örnek Allah'ındır. Çünkü, köpeklerden ancak köpeklerin
Rabbine sığınılır.
Seleften birisinin
öğrencisine şöyle dediği nakledilir: Şeytan sana kötülükleri güzel gösterdiği
ve onları işlemeye teşvik ettiği vakit ne yaparsın? O, ben de ona karşı
direnirim, dedi. Peki bir daha gelirse? Öğrencisi yine ona karşı direnirim
deyince, hocası ya bir daha gelirse, Öğrencisi yine: Ona karşı direnirim,
dedi. Bu sefer hocası bu iş böylece uzayıp gider, diye cevap verdi. Şimdi bana
söyle eğer bir sürü koyunun yanından geçersen onların koruyucusu olan köpek
sana havlayacak ve yoldan geçmeni engelleyecek olursa ne yaparsın? Öğrencisi:
Ona karşı direnir, gücüm yettiğince onu geri çevirmeye gayret ederim. Hocası:
Bu iş uzun sürer. Bunun yerine sen, o koyunların sahibinin yardımını iste, o
köpeği senden uzaklaştırsın, dedi.
[97]
kelimelerinin hepsi
aynı anlamı vermekte (ve "vesvese" anlamına gelmekte) dir. Nitekim
Yüce Allah (bu kelimeler ile aynı anlamı kastederek) şöyle
buyurmaktadır:" Ve de ki: Rabbim, şeytanların vesveselerinden sana
sığınırım" (el-Mu'minûn, 23/97); Vesvese veren o sinsi şeytanın
şerrinden..." (en-Nas, 114/4) '
'ın asıl anlamı, fesat
çıkartmaktır. Mesela; Aramızda fesat çıkardı, fesat soktu denilir.
Yüce Allah'ın:
"Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra..." (Yusuf,
12/100) yani, fesat çıkardıktan sonra... demektir. Bu kelimenin azdırmak ve
kışkırtmak anlamına geldiği de söylenmiştir, bununla birlikte ifade edilen
anlamlar birbirine yakındır.
Derim ki: Bu âyetin
bir benzeri de Müslim'in Sahih'inde Ebu Hurey-re'den yer alan şu rivayettir:
Ebu Hureyre dedi ki: Rasulullalı (sav) şöyle buyurdu: "Şeytan sizden
herhangi bir kimseye gelir ve ona: Şunu şunu kim yarattı diye vesvese verir.
Nihayet ona: Rabbini kim yarattı? diye vesvese verir. Bu noktaya ulaştı mı
kişi Allah'a sığınsın (ıstiâze) ve bu işten kendisini uzak tutsun."[98]
Yine Müslim'de
Abdullah b. Mes'ud'tan şöyle dediği nakledilmektedir: Peygamber (sav)'a
vesveseye dair soru sorulunca o da: "İşte katıksız iman odur" diye
cevap vermiştir.[99] Ebu Hureyre yoluyla gelen
hadiste de şöyle denilmektedir: "İşte bu sarih (halis) imanın
kendisidir."[100]
"Sarih"
halis ve katıksız demektir. Ancak bunu zahiri üzere bilmemek gerekir. Zira,
bizatihi vesvesenin imanın kendisi olması doğru olamaz. Çünkü iman bir yakındır.
Burada işaret ancak ve ancak onların kalplerinde hissettikleri, içlerinden
geçenler dolayısıyla Allah'ın kendilerini cezalandıracağından dolayı
duydukları korkudur. Adeta onların bundan dolayı korkmaları katıksız ve halis
iman gibi ifade edilmiştir. Buna sebep ise imanlarının sıhhati ve bu
vesvesenin bozuk bir şey olduğunu bilmeleridir. O bakımdan Hz. Peygamberin
vesveseye iman adını vermesi, o vesveseyi önleyip, ondan yüz-çevirip reddedip
kabul etmemenin, bundan dolayı tedirgin olmanın imandan sadır oluşu
dolayısıyladır.
Hz. Peygamberin
istiâzeyi emretmesine gelince, bu vesveselerin şeytanın etkisiyle meydana
gelişinden dolayıdır. Bundan vazgeçme emri, bu vesveseye meyledip ona iltifat
etmekten vazgeçmek demektir. İmanı sahih olup Rabbinin ve peygamberinin
kendisine emrettiği şeyleri yerine getiren kimse bu emirlerden fayda görür,
Allah da ona fayda sağlar. İçinden şüphenin geçtiği ve bu duyduğu şüphenin
etkisi altında kalan, ondan sıynlamayan kimseye karşı şüphesiz aklî delili
açıkça ortaya koymak kaçınılmaz bir şeydir. Nitekim Peygamber (sav) da uyuz
olmuş develerin (başkalarının da bu-laştırabilme) şüphesine kapılan kimseye:
"Hastalığın bu şekilde sirayeti söz-konusu değiİdir" diye cevap
verdiğini görüyoruz.
Bedevî, H2.
Peygamber'e: Develere ne oluyor ki, kumda önceleri ceylan gibi İken, aralarına
uyuz deve girdi mi onların hepsi de uyuz olur diye sorunca, Hz. Peygamber
kendisine: "Peki, ya ilk uyuz olana o hastalığı bulaştıran kim"[101]
diyerek, onun duyduğu şüpheyi kökünden söküp attı. Şeytan, Muham-med (sav)'ın
ashabını kötülüğe teşvik edip saptırmaktan ümidini kesince, bu sefer bu gibi
telkinlerle onları şaşırtarak vakitlerini geçirmeye kalkıştı.
Vesveseler, saçma
sapan, abuk sabuk düşünceler demektir. Ashab-ı kiramın da kalpleri onun telkin
ettiği bu vesveselerden nefret edip uzaklaştı ve bu vesveselerin kalplerine
gelmesi onlara büyük bir iş gibi göründüğünden dolayı sahih hadiste de
belirtildiği gibi Hz. Peygambere gelerek şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasulü,
şüphesiz ki bizler, içimizde bizden herhangi bir kimsenin sözlü olarak ifade
etmeyi çok büyük bir iş olarak gördüğü şeyler hissediyoruz. Hz. Peygamber:
"Gerçekten bunu buldunuz mu?" diye sorunca, onlar: Evet dediler. Bu
sefer Uz. Peygamber şöyle buyurdu: "İşte bu sarih imandır."[102] Bu
da Kur'an-ı Kerim'in şu buyruğunda ifade ettiği gibi, şeytana rağmen böyledir:
"Şüphesiz Benim gerçek kullarımın üzerine senin herhangi bir tasallutta
bulunmaya gücün yoktur.' (el-İsra, 17/65)
Gelip geçen ve yer
etmeyen düşünceler ile şüphe sonucu meydana gelmeyen tereddütler ise
yüzçevirmekle bertaraf edilecek şeylerdendir. Bu gibi şeyler hakkında da
vesvese tabiri kullanılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Bakara
Sûresi'nin son taraflarında da (2/285-286. âyet 1. başlık ve devamında) bu
anlamda açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun.
[103]
201. Takva sahiplerine
şeytandan bir vesvese değdiğinde iyice düşünürler. Bakarsın ki onlar görüp
bilmişler bile.
202. Kardeşleri ise
onları sapıklığa sürükler. Sonra da ellerini yakalarından çekmez.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[104]
Yüce Allah'ın:
"Takva sahiplerine" buyruğu ile kastedilenler şirk ve rna-siyetlerden
sakınıp korunan kimselerdir. "Şeytandan bir vesvese değdiğinde"
buyruğunda vesvese anlamını veren kelimeyi, Basrahlarla Mekkeliler; diye
okumuşlardır. Medinelilerle Kürelilerin kıraati ise; şeklindedir. Said b.
Cübeyr'den de "ye" harfini şeddeli olarak okuduğu rivayet edilmiştir.
en-Nehhâs der ki: Arapça'da bu gibi kelimeler şeklinde şedde-siz olarak ve; 'ın
mastarı olmak üzere gelir. el-Kisaî ise şöyle demektedir: Bu dan muhaffef
(yani, şeddeli olan "ye" harfi, şeddesiz sakin olarak) okunmuştur.
Tıpkı-, "Ölü" kelimesinde olduğu gibi.
en-Nehhas ise der ki:
Sözlükte (Kalbe gelen hayal yahutta uykuda görülen (rüya) demektir. ın anlamı
da budur. Ebu Hatim de der ki: Ben, el-Esmaî'ye; 'ın anlamını sordum, o: Mastar
vezinleri arasında;: Fey'il vezni yoktur dedi.
en-Nehhâs der ki: Bu
kelime mastar değildir. Ancak bu kelime; (tiîU.) anlamındadır. Buna göre
ifadenin anlamı şöyle olur: Masiyetlerden sakınanlara herhangi bir şey gelip
değecek, kavuşacak olursa, onlar yüce Allah'ın kudreti ve üzerlerindeki
nimetleri hakkında düşünerek o masiyeti İşlemeyi ter-kederler.
kelimelerinin
birbirinden ayn anlamlar ifade ettiği de söylenmiştir. Birincisi hayal kurmak
(hayal görülmek, tahayyül) anlamındadır, ikincisi ise bizzat şeytanın kendisi
demektir. Birincisi "Hayal görüldü, görülür" den mastardır ve bu
mastardan ism-i fail kullanılmaz. es-Süheylî der ki: Çünkü böyle bir şeyin
hakikati yoktur. Bu tahayyül (yeni hayal kurmak) dır. Yüce Allah'ın:
"Hemen onu Rabbin katından dolaşan bir belâ sardı da..." (el-Kalem,
68/19) buyruğunda "dolaşan" anlamını veren; kelimesinin maştan ise diye
kullanılmaz. Çünkü bu, gerçek anlamıyla bir ism-i faildir. Bunun Cebrail
olduğu da söylenmiştir.
ez-Zeccâc der ki:
-İnsan tarafından yapılan fiile işaret etmek üzere-Ben onların etrafını
dolaştım, dolaşırım denilir. Buna karşılık -hayal gibi manevi şeyler hakkında
ise-: Hayal dolaştı, dolaşır denilir. Şair Hassan (b. Sabit) der ki:
"Sen bunu bırak
da bana söyle yatsı vakti geçti mi, Benî uykusuz bırakan bir hayalin hakkından
tim gelir?"
Mücahid der ki:
Kızgınlık demektir. Delilik, kızgınlık (gazap) ve vesveseye de "tayf"
denilir. Çünkü bütün buniar hayalin kalpten gelip geçmesi gibi şeytanın kalbe
bıraktığı etki ve vesveseler kabilindendir,
"Bakarsın ki
onlar görüp bilmişler bile" yani, o kötülüğü işlemekten vazgeçmişler
bile. Onlar, artık basiret sahibi olurlar, diye de açıklanmıştır. Said b.
Cübeyr, "iyice düşünürler* anlamındaki kelimenin "zel" harfini
şeddeli olarak; diye okumuş ise de Arapçada bunun açıklanabilir bir tarafı
yoktur. Bu hususu en-Nehhâs nakletmektedir.
[105]
İsam b. el-Mustalık
der ki: Medine'ye girdim, el-Hasen b. Ali'yi (ikisine de selam olsun) gördüm.
Onun güzel görünüşü, ağırbaşlılık ve vakarı beni hayrete düşürdü, hoşuma gitti.
Ancak onun bu durumu, daha önce babasına karşı gizlemiş olduğu kinden dolayı
kıskançlığımı alevlendirdi. Sen Ebu Talib'in oğlu (torunu) musun diye sordum,
evet deyince, ona ve babasına alabildiğine sövüp saydım. Bana oldukça şefkatli
ve acıyan bir şekilde baktı, sonra; Euzubillahi mineşşeytanirracim.
Bismillahirrahmanirrahim, deyip: "Sen af yolunu tut. Urf İle emret.
Cahillerden yüzçevir... bakarsınki onlar görüp bilmişler bile"
buyruklarını okudu, sonra bana şöyle dedi: Yavaş ol. Benim için de kendin için
de Allah'tan mağfiret dile. Çünkü sen bizden yardım dileyecek olsan biz sana
yardımcı oluruz. Bizim seni misafir edip ağırlamanı istesen, seni ağırlarız.
Bizden doğru yolu göstermemizi istesen biz de sana doğruyu gösteririz.
İşlediğim kusurlar dolayısıyla pişmanlık duyduğumu yüzümden anlayınca şöyle
dedi: "Bugün size serzeniş yoktur. Allah size mağfiret buyursun. 0,
merhamet edenlerin en merhametlisidir." (Yusuf, 12/92). Sen, Şam halkından
mısın diye sorunca, ben evet dedim. Bunun üzerine o da (şu mısra ile) cevap
verdi:
"Bu benim Ahzem'
den beri bilip tanıdığım bir alışkanlıktır
Hoş geldin sefalar
getirdin. Allah sana afiyet versin, sana güç ve kuvvet versin. Hiç utanma. Ne
ihtiyacın varsa bize söyle. Hatırına geleni söyle. Bizi düşündüğünden de daha
iyi bulacaksın inşaallah.
İsam dedi ki: Bunun
üzerine yer bütün genişliğine rağmen bana dar geldi. Keşke yer yarılsaydı da
içine girsem, diye temennide bulundum. Sonra da başkalarının arkasına
saklanarak sıvışıp gittiğimde yeryüzünde ondan ve babasından daha çok sevdiğim
kimse kalmamıştı.
"Kardeşleri ise
onları sapıklığa sürükler, sonra da ellerini yakalarından çekmezler'*
buyruğunun şu anlamda olduğu söylenmiştir: Şeytanların kardeşleri, insanların
sapıkları arasında bulunan günankâr kimselerdir. Şeytanlar bunları sapıklık ve
azgınlık içerisinde alabildiğine uzaklara götürürler. Şöyle de açıklanmıştır:
Günahkârlara "şeytanın kardeşleri" denmesinin sebebi, onların
telkinlerini kabul etmelerinden dolayıdır. Bundan önceki âyet-i kerimede de
şeytandan söz edilmişti.
Bu hususta yapılan en
güzel açıklama budur. Bu, Katade, el-Hasen ve ed-Dahhâk'ın görüşüdür.
"Ellerini
yakalarından çekmezler" buyruğu ise, tevbe etmezler, geri dönmezler
demektir. ez-Zeccâc şöyle demektedir: İfadede takdim ve tehir vardır. Buyruğun
anlamı şöyledir: Sizin Allah'tan başka dua edip çağırdıklarınız size herhangi
bir şekilde yardımcı olamazlar. Kendilerine de yardım edemezler. Onların
kardeşleri ise, onlara sapıklıkta yardtm ederler. Çünkü kâfirler şeytanların
kardeşleridir. Âyetin anlamı da şöyledir; Mü'mtn bir kimseye şeytandan herhangi
bir vesvese gelip dokunacak olursa, o da aradan fazla zaman geçmeden uyanır,
kendisine gelir. Müşrikleri ise şeytanlar sapıklıkta alabildiğine uzaklara
götürürler.
"Ellerini
yakalarından çekmezler" anlamındaki fiildeki zamirin her iki görüşe göre
de kâfirlere raci olduğu söylendiği gibi, şeytana raci olması da mümkündür,
denilmiştir. Katade der ki: Yani, sonra da onlan bırakmazlar, onlara hiçbir
şekilde acımazlar.
Vazgeçmek; bir şeyi
terketmek, onu bırakmak anlamındadır. Yani şeytanlar, kâfirleri sapıklık
içerisinde uzun uzadıya bırakmaktan bir türlü ellerini geri çekmezler,
vazgeçmezler.
Yüce Allah'ın:
"Sapıklığa" buyruğunun," Onları... sürükler" buyruğuna
muttasıl olması mümkün olduğu gibi, "kardeşler" anlamındaki buyruk
ile ilişkili olması da mümkündür.[106]
Ğayy (mealde sapıklık)
ise, cehalet ve bilgisizlik demektir.
Nafi', "ya."
harfini ötreli, "mim" harfini de esreli olarak; diye okumuştur.
Diğerleri ise, "ya" harfini üstün, "mim" harfini de ötreli
okumuşlardır. Bu iki okuyuş; dan iki ayn söyleyiştir. Ancak bunun hemzesiz kullanılışı
ise daha çoktur. Bu açıklamayı Mekkî yapmıştır.
en-Nehlıâs der ki:
Arapça bilginlerinden bîr topluluk Medinelilerin kıraatini kabul etmezler.
Bunlardan birisi de Ebu Hatim ile Ebu Ubeyd'dir. Ebu Hatim der ki: Ben bunun
açıklanabilir bir tarafı olduğunu bilmiyorum. Ancak ifadenin; onların
sapıklıklarını artırırım anlamında olması hali müstesna. Aralarında Ebu
Ubeyd'in de bulunduğu dil bilginlerinden bir topluluğun naklettiğine göre bir
şey, bir başka şeyi kendisi ile çoğaltacak olursa bu fiil hemzesiz kutlanılır.
Kendisinden başkası vasıtasıyla çoğaltacak olursa, o takdirde hemzeii olarak
kullanılır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda görüldüğü gibi: "Rabbiniz nişanlı
beşbin melek ile size yardım gönderecektir." (Âl-i İmran, 3/125)
Muhammed b. Yezid'den
ise, Medinelilerin kıraatine delil göstermek üzere şöyle dediği
nakledilmektedir: O şeyi ben ona süslü gösterdim ve o işi yapmaya onu davet
ettim, denilir. Buna karşılık; İse, bu hususta ona görüşümle yahut başka bir
yolla yardımcı oldum, demektir.
Mekkî der ki: Ancak
tercih edilen kıraat (bu âyet-i kerimede) baştaki "ye" harfinin üstün
okunuşudur. Çünkü; Yardım ettim, fiili kötü şeyler hakkında Yardım ettim,
şekli ise hayırlı şeyler hakkında kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Ve onları azgınlıklarında serserice dolaşmalarına mühlet verir."
(el-Bakara, 2/15)
İşte bu, bu kelimenin
"ya" harfinin üstün ile okunuşunun daha kuvvetli olduğuna delalet
etmektedir. Çünkü buradaki yardım (sürükleme) kötülüktedir. "Gay"
ise, kötülüğün kendisidir. Zira cemaat (büyük çoğunluk) bunu böyle kabul
etmektedir.
Âsim el-Cahderî ise
âyetin bu bölümünü; şeklinde okumuştur. İsa b. Ömer "ellerini
yakalarından çekmezler" anlamındaki fiili de; şeklinde "ya"
harfi üstün ve "sad" harfi ötreli, "kaf" harfini de sakin
olarak okurken, diğerleri onun aksine; diye okurlar ki, bu da iki ayrı
söyleyiştir. Şair İmriu'1-Kays der ki:
"Önceleri geri
çekilmişken daha sonra sana karşı şevkim yükseldi."
[107]
203. Onlara bir âyet
getirmezsen: "Kendin onu uyduruverseydin ya" derler. De kis
"Ancak Hatibimden bana vahyolunana uyarım. Bu, Rabbinizden gelen, gözleri
açan belgelerdir. îman eden bir topluluk için hidayet ve rahmettir."
"Onlara"
kendilerine karşı okuyacağın "bir âyet getirmezsen kendin onu uyduruverseydin
ya" buyruğundaki;
... şeydin ya"
edatı, anlamındadır. Bu anlamda ise ondan hemen sonra ya zahiren, ya da
takdiri olarak bir fitlin gelmesi gerekir. Bu hususta yeterli açıklamalar daha
önce el-Bakara Sûresi'nde (.2/118. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Onu
uyduruverseydin" yani, kendiliğinden uydursaydın.
Bu âyet-i kerime ile
onlara âyetlerin yüce Allah nezdinden geldiğini bildirmektedir, O, onlara
ancak Allah'ın kendisine İndirdiklerini okuduğunu ifade etmektedir. Aynı
kökten gelen fiil; şeklînde; kişi kendi zihninde uydurup irticalen yaptığı
konuşma hakkında kullanılır.
"De ki: Ancak
Rabbimden bana vahyolunana uyarım" yani ben, Allah nezdinden bana
vahyolunana uyarım. Kendiliğimden uydurduğum şeylere değil-
"Bu, Rabbinİzden
gelen gözleri açan belgelerdir." Maksat, Kur'an-ı Kerimdir.
"Besâİr" kelimesi ise, basiretin çoğulu demek olup delâlet ve ibret
demektir. Yani, benim sizi kendisi vasıtasıyla yüce Allah'ın yoluna ilettiğim
bu Kitap, bir çok basiretler ihtiva eden bir Kitaptır. Yani, onun vasıtası ile
gözler açılır, gerçekler görülür.
ez-Zeccâc,
Mbesâir"in yollar anlamına geldiğini söylemiştir. Besâir dinin yollan
demektir. el-Cu'fî der ki:
"Onlar
basiretleri omuzları üstünde geri gittiler (yani, babalarının intikamını
alamadılar).
Benim basiretim ise,
hızla koşan ve oldukça güçlü atlar koşturup getirmektedir. (Yani ben intikamımı
aldım.)*
"Hidayet"
doğruluk ve açıklama demektir; "ve rahmettir" ve nimettir, anlamındadır.
[108]
204. Kur'ân okunduğu
zaman onu dinleyin ve susun ki merhamet olunasmız.
Bu buyruğa dair açıklamalarımız!
iki başlık halinde[109]
sunacağız:
[110]
Yüce Allah'ın:
"Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun..."
buyruğu ile ilgili
olarak şöyle denmiştir: Bu buyruk namaz hakkında nazil olmuştur. İbn Mes'ud,
Ebu Hureyre, Cabir, ez-Zührî, Ubeydullah b. Umeyr, Ata b. Ebi.Rebah ve Said b.
el-Müseyyeb'den bu görüş rivayet edilmiştir. Said der ki: Peygamber (sav)
-Mekke'de iken- namaz kıldığı sırada müşrikler onun yanına gelir, biri
diğerine şöyle derdi: "Bu Kur'ân'ı dinlemeyin ve hemen siz, o okunurken
anlamsız sözler söyleyin..." (Fussiiet, 41/26) derlerdi. Bunun üzerine
yüce Allah onlara cevap olmak üzere: "Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin
ve susun" âyetini indirdi.
Şöyle de denilmiştir:
Bu âyet-i kerime hutbeyi dinlemek hakkında nazil olmuştur. Bu görüşü de Said b.
Cübeyr, Mücahid, Ata, Amr b. Dinar, Zeyd b. Eşlem, el-Kasım b. Muhaymere,
Müslim b. Yesar, Şehr b. Havşeb ve Abdullah b. el-Mübarek ifade etmişlerdir, Ancak
bu görüş zayıftır. Çünkü hutbede okunan Kur'an-ı Kerim miktarı azdır. Ve
hutbenin tamamının dinlenmesi icabeder. Bunu da İbnü'i-Arabî ifade etmiştir.
en-Nekkâş der ki: Âyet-i kerime Mekke'de inmiştir, Mekke'de ise ne hutbe
vardı, ne de Cuma namazı.
Taberî de yine Said b.
Cübeyr'den gelen rivayete göre bu âyet-i kerime Kurban bayramı, Ramazan bayramı
ve Cuma günü (hutbelerini) dinlemek ile imamın açıktan Kur'an okuduğu
namazların dinlenmesi hakkındadır, o halde bu buyruk umumidir. Sahih olan da
budur. Çünkü bu açıklama gerek bu âyet-i kerimenin, gerek onun dışında sünnet-i
seniyyenin dinlemeyi vacip kıldığı bütün hususları bir arada toplamaktadır.
en-Nekkâş der ki:
Tefsir alimleri buradaki dinlemenin farz olan ve olmayan bütün namazlarda
olduğunu kma ile kabul etmişlerdir.
en-Nehhâs da şöyle
demektedir: Dil bakımından bu dinlemenin her hususta olması gerekir. Ancak, bu
hususta tahsis olduğuna dair herhangi bir delilin bulunması müstesnadır.
ez-Zeccâc ise şöyle
demektedir: Yüce Allah'ın; "Onu dinleyin ve susun" buyruğunun
gereğince amel edin ve onun hükümlerini aşmayın anlamına gelmesi de mümkündür.
Çünkü susmak (insât), dinlemek üzere susmak, kulak kabartmak ve gereken saygıyı
göstermek demektir. Bu fiil; şeklinde kullanılabildiği gibi, -hemze ziyadesi
sözkonusu olmaksızın- şeklinde de kullanılır. Şair der ki:
"tmam dedi ki:
Efendimizin emrini yerine getirmeye bakın
Biz de onun dediği
gibi artık muhalefet etmedik ve susup dinledik,"
Susup onu dinlediler,
şeklinde kullanılır. Şair de der ki:
Hazamî konuştu mu
susup onu dinleyin Çünkü söz diye Hazamı'nin dediğine denir,*
Bazıları da yüce
Allah'ın: "Onu dinleyin ve susun" buyruğu hakkında şöyle
demişlerdir: Bu buyruk Rasulullah (sav)'a has idi. Tâ ki onun ashabı söylediklerini
iyice anlayabilsinlcr.
Derim ki: Bunun böyle
olma ihtimali uzaktır, sahih olan buyruğun umumi olduğu görüşüdür. Çünkü:
"...ki merhamet olunasıniz" diye buyurulmak-tadır. Ayrıca tahsis için
bir delile de ihtiyaç vardır, Abdulcebbar b. Ahmed, "Fevâidu'l-Kur'ân*
adlı eserinde şöyle demektedir: Müşrikler yüce Allah'ın da durumları hakkında
bize bildirdiği gibi, inat olsun diye işi yokuşa sürmek kastıyla çokça gürültü
ve patırtı çıkartıyorlardı: "O kâfirler dediler ki: Bu Kur'ân't dinlemeyin
ve kemen o Kur'ân okunurken siz anlamsız sözler söyleyin, belki böylelikle
galip gelirsiniz." (Fussilet, 41/26)
Bunun üzerine yüce
Allah da müslümanlara, vahyin eda edilmesi esnasında müşriklerin bu halinin
tam aksine olmalarını ve Kur'ân'ı dinlemelerini emretmektedir. Bir başka yerde
de cinleri methederken şöyle buyurmaktadır: "Hatırla ki cinlerden bir
taifeyi Kur'ân'ı işitsinler diye sana doğru yöneltmiştik" (el-Ahkaf,
46/29),
Muhammed b. el-Kâ'b
el-Kurazî de der ki: Rasulullah (sav) namazda Kur'ân okuduğu sırada arkasında
namaz kılanlar ona karşılık veriyorlardı. Kendisi bismillahirrahmanirrahim
dedi mi, onlar da onun gibi tekrarlıyorlar, Fatîha'yı ve arkasından zamm-ı
sûreyi bitinceye kadar böyle yapıyorlardı. Bu durum yüce Allah'ın kalmasını
dilediği kadar bir süre böylece kaldı. Daha sonra da: "Kur'ân okunduğu
zaman onu dinleyin ve susun ki, merhamet ohınasınız" âyeti nazil olunca,
onlar da susup dinlediler. İşte bu da "insafın yani susup dinlemenin, daha
önceden yaptıkları şekilde Rasulullah (sav)'a yüksek sesle karşılık vermeyi
terketmek ve böylece dinlemek anlamına geldiğini göstermektedir.
Katade, bu âyet-i
kerime hakkında şöyle demektedir: Ashab namaz kılarken onlardan birileri gelir
ve kaç rekat kıldınız, kaç rekat kaldı, diye sorardı. Bunun üzerine yüce
Allah; "Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun..." buyruğunu
indirdi.
Yine Mücahid'den
nakledildiğine göre, ashab-ı kiram, önceleri namazda ihtiyaç-duyduklan
hususlarda konuşuyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah'ın: "...ki, merhamet
onmasınız" buyruğu nazil oldu.
Fatiha sûresi tefsiri
yapılırken cemaatin, imamın arkasında Kur'ân okuması ile ilgili görüş
ayrılıklarına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. İleride yüce Allah'ın
izniyle hutbenin hükmüne dair açıklamalar da el-Cuma Sûresi'nde (62/9. âyetin
tefsirinde) gelecektir.
[111]
205. Rabbinİ içinden,
yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam an ve gafillerden
olma!
Yüce Allah'ın:
"Rabbini İçinden, yalvararak ve korkarak... an" buyruğunun bir
benzen de: "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin" (el-A'raf,
7/55) buyruğudur. Daha önceden geçmişti.
Ebu Cafer en-Nehhâs
der ki: Yüce Allah'ın: "Rabbini içinden... an" buyruğunun dua
hakkında olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur.
Derim ki: İbn
Abbas'tan rivayet edildiğine göre bu buyrukta geçen "anmak (zikir)"
ile namazdaki kıraati kastettiğine dair bir rivayet gelmiştir. Buyruğun
anlamının: Kur'ân-ı Kerim'i üzerinde dikkatle dura dura ve düşünerek oku
şeklinde olduğu da söylenmiştir.
"Yalvararak"
kelimesi mastardır. Hal mahallinde de olabilir.
"Korkarak"
ise ona atfedilmiştir. " Korku" kelimesinin çoğulu İse şeklinde
gelir, çünkü bu da; "Korkmak, korku" anlamındadır. Bu açıklamayı
en-Nelıhâs zikretmiştir. 'ın aslı ise dır. Burada önceki harf esreli olduğu
İçin "ye" harfi "vav"a dönüştürülmüştür. Mazi ve muzari
çekimleri ile mastarları da şeklinde gelir. Müfred ism-i faili, şeklinde,
çoğulu aslına uygun olarak; şeklinde gelmekle birlikte; şeklinde de telaffuz
edilir. el-Ferra'nın da naklettiğine göre ise, yine 'in çoğulu şeklinde de
gelir. el-Cev-herî ise der ki: ile aynı şeydir. Çoğulu ise diye gelir ve bunun
aslı ("ye" harfi değil) "vav"dır.
"Yüksek olmayan
bir sesle" yani, sözünü yüksekten daha aşağı bir sesle. Bu da kendine
İşittirecek kadar anlamındadır. Nitekim bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:
"...ikisi ortası bir yol tut," (el-İsra, 17/110) Yüksek sesle
söylemek ile gizli söylemek arasında bir yof tut, demektir. İşte bu, daha önce
birden çok yerde de geçmiş olduğu gibi, yüksek sesle zikir yapmanın memnu'
olduğunun delilidir.
«sabah ve aksam (.vakitlerinde)"
buyruğu ile ilgili olarak Kata de ve İbn Zeyd şöyle demektedir: "Akşam
vakitleri" demektir. ise, sabah anlamına gelen; 'ın çoğuludur.
Ebu Miclez, şeklinde
okumuştur. Bu ise, Akşam vaktine girdik" fiilinin maştandır. ise, 'ın
çoğuludur. Tıpkı "Çadır İçin yere çakılan kazık, kazıklar" kelimesi
gibi cem'ü'I-cem' (çoğulun çoğulu)dır. Bunun tekili ise, şeklinde olup bu, şeklinde
çoğul yapılmıştır. Bu açıklamalar ez-Zeccâc'dan nakledilmiştir.
e]-Ahfeş ise derki:
Akşam vakitleri kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Tıpkı "Sağ, sağlar"
kelimesi gibi.
el-Ferrâ da der ki:
kelimesi, "akşam vakti" anlamına gelen; kelimesinin çoğuludur.
Bununla birlikte; tekil de olabilir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:
"Ve akşam vakti
yaklaştığında ondan daha güzeli ile de değil..."
el-Cevherî der ki:
ikindiden sonra akşama kadar devam eden vakittir. Çoğulu ise, şeklinde gelir.
Bu da dan çoğul yapılmış gibidir. Şair der ki:
"Ömrüm hakkı için
sen ahalisine ikramda bulunduğum evsin. Ve akşam vakitlerinde avlularında oturduğum."
Bu kelime aynı
şekilde; şeklinde de çoğul yapılır. Deve, develer gibi. Daha sonra bunun çoğul
şeklini de küçültme ismi yaparak; demişler, arkasından "nün" harfini
"lanı" ile ibdâl ederek;
demişlerdir.
Nâbiğa'nın şu beyiti de bu kabildendir:
"Kısacık bir
akşam vakti durdum orada ve sordum ona; Bana cevap vermekte güçlük çekti, o
evde de kimse yoktu."
el-Lihyanî de;
"Onunla akşam vakti karşılaştım," şeklinde ifade kullanıldığını
nakletmektedir.
"Ve gafillerden
olma." Yani, Allah'ı zikretmekten yana gaflete düşenlerden olma.
[112]
206. Şüphe yok ki
Rabbin nezdindekiler O'na ibadet etmekten asla biiyüklenmezler. O'nu teşbih
ederler ve yalnız O'na secde ederler.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:
[113]
Yüce Allah'ın:
"Şüphe yok ki, Rabbin nezdindekiler" buyruğu ile melekleri
kastettiği İcmâ ile kabul edilmiştir. Şanı yüce Allah her türlü mekândan
münezzeh olduğu halde "Rabbin nezdindekiler" diye buyurması, meleklerin
Allah'ın rahmetine yakınlıklarından ötürüdür. Allah'ın rahmetine yakın olan
herbir şey de O'nun nczdinde demektir. Bu açıklama ez-Zeccâc'dan nakledilmiştir.
Başkası ise şöyle
demektedir: Böyle buyurması, onların Allah'tan başka hiçbir kimsenin hükmünün
geçerli olmadığı bir yerde bulunmalarından dolayıdır. Onların, Allah'ın
elçileri olduklarından dolayı bu tabir kullanıldığı da söylenmiştir. Nitekim:
"Halife nezdinde büyük bir ordu vardır" denilmesi de bu türdendir.
Yine şöyle
açıklanmıştır: Bu ifade ile meleklerin yüksek şereflerine dikkat çekilmekte,
onların oldukça üstün bir yerde bulunduktan anlatılmaktadır. O halde bu,
onların mesafe yönüyle değil de üstünlük ve şeref itibariyle yakınlıklarını
anlatan bir tabirdir.
"O'nu teşbih
ederler," O'nu ta'zim ederler, hertürlü kötülük ve çirkinlikten tenzih
ederler. "Ve yalnız O'na secde ederler." Namaz kılarlar diye
açıklandığı gibi, masiyet ehlinin hilâfına, O'na zilletle boyun eğerler, diye
de açıklanmıştır.
[114]
İlim adamlarının
cumhuruna göre, buras^Kur'ân okuyan kimsenin secde etmesi gereken bir yerdir.
Yine iiim adamları Kur'ân-ı Kerim'deki secde âyetlerinin sayısında farklı
görüşlere sahiptirler. Bu hususta belirtilen en yüksek secde sayısı onbeştir.
Bunların birincisi, Â'raf Sûresi'nin son âyeti, sonuncusu da el-Alak
Sûresi'nin sonuncu âyetidir. Aynı zamanda bu, İbn Habib'in bir rivayette İbn
Vehb'in ve İshak'ın da görüşüdür. İlim adamları arasında el-Hicr Sûresi'nde yer
alam "Ve secde edenlerden ol" (et-Hicr, 15/98) buyruğunda da secde
olduğu görüşünde olanlar vardır. Nitekim ileride yüce Allah'ın İzniyle buna
dair açıklamalar da (işaret edilen âyet 2. başlıkta.) gelecektir. Bu görüşe
göre secde sayısı onaltı tane olur.
Secdelerin sayısının
ondört olduğu da söylenmiştir. Bunu, kendisinden gelen bir başka rivayette İbn
Vehb söylemiştir. O, el-Hac Sûresi'ndeki ikinci secdenin secde yeri olmadığı
görüşündedir. Aynı zamanda bu rey sahiplerinin de görüşüdür, sahili olan da
buranın secde yeri olmadığıdır. Çünkü, burada secdenin sabit olduğuna dair
hadis sahili değildir Bunu, îbn Mace ve Ebu Davud, .Sime/ı'lerinde, Abdi
Külâloğullarından Abdullah b. Muneyn'den, o, Amr b. el-As'dan rivayet ettiğine
göre Rasulullah (sav) kendisine Kur'ân-ı Ke-rim'de, üçü Mufassal sûrelerde,
ikisi de el-Hac Sûresi'nde olmak üzere, on-beş tane secde olduğunu okutmuştur.[115]
Abdullah b. Muneyn'in rivayeti ise delil gösterilmez. Bunu Ebu Muhammed
Abdulhak ifade etmiştir.
Yine Ebû Dâvûd, Ukbe
b. Âmir'den naklettiği bir hadiste şöyle dediğini zikretmektedir: Ey Allah'ın
Rasulü dedim, Hac Sûresi'nde iki secde mi var? O: "Evet, o secdeleri
yapmayacak olan o âyetleri de okumasın."[116]
Ancak bu hadisin
senedinde de Abdullah b. Lelıia vardır ki, o da oldukça zayıf bir ravidir.
Şafiî, el-Hac
Sûresi'ndeki bu iki secdeyi kabul etmekle birlikte, Sâd Sûresi'nde secde
bulunmadığı görüşündedir.
Bir başka görüşe göre
de onbir secde âyeti olduğu İfade edilmiştir. Bu görüşte olanlar, el-Hac
Sûresi'ndeki ikinci secde âyeti ile, Mufassal bölümündeki üç âyetin secde
âyeti olmadığı görüşündedirler. Malikî mezhebinde meşhur olan görüş budur.
İbn Abbas İle İbn Ömer
ve diğerlerinden de bu görüş rivayet edilmiştir.
İbn Mace'nİn
Süne/ı'indeki rivayete göre Ebu'd-Derdâ şöyle demiş: Ben, Peygamber (sav) ile
birlikte onbir tane secde yaptım ve bu secdeler arasında Mufassal bölümünde
bir tane dahi yoktu. (Yaptığım secdeler şunlardır): el-Â'raf, er-Rad, en-Nahl,
Beni İsrail (îsra), Meryem, el-Hac'da bir secde, el-Furkan, en-Neml Sûresi'nde
Hz. Süleyman'dan söz eden bölüm, es-Secde Sûresi, Sad ve Hâ Mim'lerdeki Secde
(Fussilet Sûresi).[117]
Secde âyetlerinin on
tane olduğu da söylenmiştir. Bu görüşte olanlar, Hac Sûresi'nin ikinci secdesi
ile Sad Sûresi ve Mufassal bölümdeki üç secde âyetinde secde gerekmediğini
belirtmişlerdir. Bu görüş, İbn Abbas'tan nakledilmiştir. Bîr diğer görüşe göre
bunlar dört tane secdedirler. Elif, Lârn, Mim Tenzil secdesi (Secde Sûresi), Hâ
Mim tenzil (yani Fussilet) ile Necm ve Alak sûreleridir. Bu husustaki görüş
ayrılığının sebebi ise, konu ile ilgili hadislerin ve uygulamaların naklîndekt
farklılıklarda. Ayrıca, Kur'ân-ı Kerim'de mücerred secde etme emri hususundaki
görüş ayrılıklarıdır: Acaba buradaki emirden kasıt tilavet secdesini yapmak
mıdır, yoksa namazda farz olan secde midir, şeklindeki ihtilaflardır.
[118]
Tilavet secdesinin
vücubu hususunda da fukahârun farklı görüşleri vardır. Malik ve Şafiî vacip
değildir derken, Ebu Hanife vaciptir demiştir. O, bu görüşü ileri sürerken,
secde yapmaya dair verilen mutlak emrin vücup ifade ettiği ilkesini delil
kabul etmekle birlikte Hz. Peygamberin şu buyruğunu da delil göstermektedir:
"Adem oğlu bîr secde (âyeti) okuyup da secde edecek olursa, şeytan
ağlayarak ve: "Vay benim halime" diyerek oradan uzaklaşır." -Ebu
Kureyb yoluyla gelen rivayette İse: "Vay benim halime" der:- Hz. Peygamber,
İblis'in -Allah'ın laneti üzerine olsun- durumundan haber veren: "(İblis
der ki:) Adem oğluna secde etmesi emrolundu, o da secde etti. Onun için cennet
vardır. Ben de secde etmekle emrolundum, fakat emre uymadım. Benim için de
ateş (cehennem) vardır"[119]
buyruğunu delil göstermişlerdir. Bu hadisi de Müslim rivayet etmiştir. Diğer
taraftan Peygamber (say) da secde âyetlerini okuduğu vakit secdelere dikkat ve
itina gösterirdi.
Bizim ilim adamlarımız
ise, Buharî'nin de rivayet ettiği Hz. Ömer'in minber üzerinde secde âyetini
okuyup da minberden inip secde etti, onunla birlikte cemaat de secde etti.
Daha sonraki Cumada yine secde âyetini okudu, cemaat onunla birlikte secde
etmek için hazırlanmışken, şöyle dedi: "Ey insanlar! Ağır olunuz. Allah
bu secdeyi üzerimize farz olarak yazmadı. Bizim isteğimizle secde yapmamız hali
müstesnadır"[120] hadisini
delil gösterirler.
Bu alay Ensar ve
Muhacirlerden oluşan ashab-ı kiramın (Allah hepsinden razı olsun) huzurunda
cereyan etmişti. Ancak, hiçbir kimse onun bu kanaatine karşı çıkmamıştı. O
halde bu hususta icmâ olduğu sabittir.
Hadis-i şerifte geçen
(ve İbtis'in dediği bildirilen): "Adem oğlu secde etmekle
emrolundu..," ifadesi ise, yapılması farz olan (vacip) sucuda dair haber
vermekten ibarettir. Peygamber (sav)'ın secdeye devam etmesi de tilavet
secdesinin müstehab olduğuna delildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[121]
Kur'an-ı Kerim'deki
tilavet secdesini yapabilmek için, namaz için de gerekli görülen ha desten
taharet, necasetten taharet, niyet, istikbal-i kıble ve vakit gibi şartların
gerekli olduğu hususunda görüş aynhğı yoktur. Ancak Bu-hârî, İbn Ömer'den
taharetsiz (abdestsiz) olmadığı halde de secde ettiğini nakletmektedir.[122]
İbnü'l-Münzir de bu hususu eş-Şa'bî'den zikretmektedir.
(Az önce belirtilen
şartları öngören) cumhurun görüşüne göre ise, ayrıca iftitah tekbiri, iftitah
tekbiri esnasında elleri kaldırmak, tekbir getirmek (ve böylece secdeye varmak)
ve selam vermek gerekli olup olmadığı hususunda da farkiı görüşler vardır.
Şafiî, Ahmed ve îshâk, secde için iftitah tekbiri getirilip ve tekbir sırasında
da ellerin kaldırılacağı görüşündedir. İbn Ömer'den de Peygamber (sav)'ın secde
ettiği vakit tekbir getirdiği, aynı şekilde başım secdeden kaldırdığı vakit de
yine tekbir getirdiği rivayet edilmiştir.
Malikî mezhebinden
meşhur olan görüşe göre ise, namaz esnasında tilavet secdesi yapacak olursa,
secdeye giderken ve secdeden kalkarken tekbir getirir. Ancak, namazın dışında
tilavet secdesi yapılacak olursa, tekbir getirilip getirilmeyeceği hususunda
ondan farklı rivayet gelmiştir. Tilavet secdesi için tekbir getirileceği
görüşünü genel olarak bütün fukahâ kabul etmiştir.
Cumhura göre tilâvet
secdesinde selam yoktur. Ancak, seleften bir topluluk ile İshâk, tilâvet
secdesinin sonunda selam verileceği görüşündedirler. Bu görüşe göre, secdenin
başında getirilen tekbirin ihram (iftitah) tekbiri olduğu ortaya çıkmaktadır.
Selam verilmeyeceği görüşüne göre ise, ilk tekbir yalnızca secdeye varmak için
alınan tekbir olur. Ancak birinci görüş daha uygundur. Çünkü Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: "Namazın anahtarı abdest almak, onun tahrîmi (yani
iftitahı) tekbir getirmek, tahlili (sona erdirilmesi) ise selâm
vermektir."[123]
Ayrıca secde de
tekbiri bulunan bir ibadettir. O bakımdan bunun tahlilinin de olması gerekir.
Tıpkı cenaze namaZLgİbi: Hatta onda selam olması daha da uygundur. Çünkü,
tilavet secdesi bir fiildir. Cenaze namazı ise sözdür, İbnül-Arabî'nin tercih
ettiği görüş de budur.
[124]
Tilavet secdesinin
sair vakitlerde mutlak olarak yapılacağı belirtilmiştir. Çünkü bu, sebebi
bulunan bir namaz (gibi) dır. Şafiî'nin ve bir gurup fuka-hanın görüşü budur.
Sabah aydınlanmadikça yahut da ikindiden sonra güneş sararmadıkça secde
yapılmayacağı da belirtilmiştir. Bir başka görüşe göre ise, sabahın farzından
ve ikindinin farzından sonra secde yapılmaz denilmiştir. Sabah namazından
sonra secde yapılır, ikindiden sonra yapılmaz da denilmiştir. Bu üç görüş de
bizim mezhebimizdeki görüşlerdir.
Konu île ilgili görüş
ayrılığının sebebi, secde âyetini okumanın sebep teşkil ettiği secde ve
ikindinin farzı ile sabahın farzından sonra genel olarak namazı yasaklayan
buyruklar arasındaki çatışmadır. Diğer taraftan bu iki vakitte namazın
yasaklanış sebebinin tesbiti hususundaki görüş ayrılıklarıdır. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
[125]
Secdeye vardığı zaman,
secde halinde "Allah'ım, bu secde dolayısıyla benim bir günahımı kaldır,
ondan ötürü de bana bir ecir ya2 ve bu secdemi benim için nezdinde bir mükâfat
sebebi kıl" der. Bunu, İbn Abbas, Peygamber (sav)'dan rivayet etmiş olup,
İbn Mace de Sünen'inde zikretmiştir.[126]
Namaz esnasında secde
âyetini okuyacak olursa, eğer kıldığı bu namaz nafile bir namaz ise ve tek
başına bu namazı kılıyor yahut da cemaatte kılmakla birlikte cemaatin
karıştırmayacağından emin olursa secde yapar. Şayet cemaatle namaz kılmakla
birlikte kanşünlmayacağından emin değilse, (Ma-likî mezhebinde) açık ifadelerle
nakledildiğine göre, bunun (secde yapmasının) caiz olduğudur. Secde etmeyeceği
de söylenmiştir.
Eğer kıldığı namaz
farz namaz ise, Malik'ten meşhur olan görüşe göre bu namazda secdenin
yapılmayacağı şeklindedir. Kıldığı bu namaz ister içten okunan bir namaz olsun,
ister açıktan, ister cemaatle kılsın, ister tek kılsın farketnıez. Bunun
gerekçesi ise, farz namazdaki secde sayılarına bir fazlalık olacağıdır. Bu
görüşün gerekçesi, cemaatin kanştırma ihtimalidir. Bundan ötürü secde etmez
denilmiştir. Bu daha uygun görülmektedir.
Bu görüşe göre tek
başına namaz kılan ile cemaatın karıştırmayacağından emin olunan cemaatle
kılınan namazlarda tilavet secdesinin yapılmasının bir sakıncası yoktur.
[127]
BuharTnin rivayetine
göre Ebu Rafi şöyle demektedir: Ebu Hureyre ile birlikte yatsı namazını
kıldım. "Gök yanldığı zaman..." (el-İnşikak, 84/1) sûresini okudu ve
secde etti. Ben, bu ne diye sordum, O: Ben, burada Ebu'l-Ka-sırn (sav)'in
arkasında (namaz kılarken) secde ettim. Ona kavuşuncaya kadar secde etmeye
devam edeceğim. Bu hadisi tek başına Buhârî rivayet etmiştir.[128]
Yine Buharı1 de şöyle
denilmektedir; İmran b. el-Husayn'a şöyle soruldu: Bir kimse Kur'ân dinlemek
kastı olmadan secde âyetini işitse (secde etmesi gerekir mi.)? Şöyle dedi: Ya
onun için oturacak olursa görüşün nedir?
O, bununla başkasının
okuduğu secde âyetini dinleyen için secdeyi vacip görmüyor gibiydi. Selman da
dedi ki: Bizim maksadımız bu değildi. Hz. Osman da şöyle demiştir: Secde, ancak
onu dinleyen kimseye düşer.
ez-Zührî der ki: Kişi
ancak abdestli iken secde eder. Sen, mukîm iken secde edecek olursan kıbleye
yönel. Eğer binek üzerinde isen, yüzün hangi tarafa olursa Önemli değil.
es-Saib de (maksadı Kur'ân okumak değil de birtakım haberleri anlatmak ve
öğütler vermek olan) kıssa anlatıcısının secde âyetini okuması dolayısıyla
secde etmezdi.[129]
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[130]
[1] Buhâri, Menâkıbu'l-Ensar 12; Müslim, Fedâİlırs-Snlıübe
123-125; Tirmizî, MenSkıb 50; îbn Mâce, Mukaddime 11, had. no: 158; Müsned,
111, 234, 296. 316, 349, VI, 329.
[2] el-Hâkim, el-Müstedrek, IV, 409-410; e!-Heysemî7
Mecmau'z-Zevâid, V, 92, -Ravilerin-den Süleyınnn b. Erkam'ın metruk olduğu
kaydıyla.
[3] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/489-494.
[4] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/494-495.
[5] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/495-496.
[6] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/496-497.
[7] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/497-498.
[8] Heysemî, Mecmau'2~Zevâid, I, 140.
[9] Dârimt, Fectâilu'l-Kıır'ün 4.
[10] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/498-501.
[11] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/501.
[12] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/501-502.
[13] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/502.
[14] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/503.
[15] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/503-504.
[16] Muvatta', Kader 2: Ebû Dâvüd, Sünne 16; Tirmizt,
Tefsir 7. sûre 2; Müsned, I, 44-45; Ayrıca bk. I, 272, V, 135.
[17] İbn Abdi'1-Berr, el-htizkâr, XXVI, 90-91.
[18] Tirminî, Tefsir 7. sûre 3; Müsned, I, 251-252, 299, 371.
[19] Miisned, 1, 272.
[20] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/504-506.
[21] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/506-507.
[22] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/507-508.
[23] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/508.
[24] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/508-509.
[25] Suyûtî, ed-Dtırru'l-Mensur,
III, 60.
[26] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/509-510.
[27] Bu görüşün tutarsızlığı açıktır. Çünkü Peygamber olnn
bir kimsenin, daha sonra bu hale düşmesi, peygamberlikle b;ığdcısnmaz.
[28] Peygamber (sav), kendisine Ümeyye'nin şiirlerinden
bazı bölümler okıındtıkd.ın sonra: "Neredeyse ımislüııtnn olacakmış"
diye buyurmuştur. (Müslim, Şi*r 1; İbnMâce. Edeb 41; Müsned, IV, 388T 389)
[29] ei-Azîzî, es-Sirâcu'l-MunîrŞerlıu'l-Câmi'i's-Sağir,
II, 439, mürsel olduğu kaydıyla.
[30] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/510-514.
[31] Bu rivayetin sağlnın bir dayanağını lesbit edemedik.
[32] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/514-517.
[33] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/518.
[34] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/518-519.
[35] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/519.
[36] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/519.
[37] Tirmiîî, Deavâı 82; İbn Mâce, Dıw 105.
[38] Suhârî, Şurtıt 18, DenvSt 68, Tevhid 12; Müslim, Zikr
5, 6; Tirnüzî ve İbn Mâce , geçen yerler; Mtisned, II, 258, 267, 314, 427,
499. 503, 516.
[39] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/519-520.
[40] Buhari, Menâkıb 17, Tefsir h\. sîıre; Tirmiâ, Meb 67:
Muvatla, Esmâıı'n-Nebiyy V, Dâ-rimi, Rikank 59: Müsntd. IV. 80, 84.
[41] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/520-521.
[42] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/521-522.
[43] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/522.
[44] Müslim, Zekât 65: lirinizi, Tefsir 2. sûre 37. Edcb
41: Dârinû, Rfka.nk 9: Miisned, JI: 328.
[45] Tirmizi, Edeb 42.
[46] Ebu Dâvûd, Vitr 25: Tinnizî, De;ıv;1t 102: İbn Mâce,
Dua 2; Müsned, I, 227.
[47] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/522-523.
[48] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/523-524.
[49] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/524-525.
[50] Bu rivayetler için bk. .Siiyûii,
ed-Durru'l-Mensûr,))[, 617. Bu ümmet arasında Kıyame-le kncbr İıak üzere sebat
gösterecek bir kesimin bulunacağını belirten sağlam rivayetler için bk.
Buhârt, İlm 13, Tevhid 29; Müslim, İmare 176; Ebû Dâvüd, Filen 1; İbn Mâ-ce,
Fiten 9\ Müsned, IV, 10L V, 269, 278.
[51] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/525.
[52] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/525-526.
[53] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/526-527.
[54] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/527.
[55] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/527.
[56] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/527-528.
[57] Buhari, İlin 10.
[58] Buhari, İman 17, Salât 28, Zekât1, İ'tisâin 2, 28;
Müslim, İman 32-36; Eb& Dâvûd, Ci-had 95; Tirmtâ, Tefsir 88. süre; Nesaî,
ZeMt 3; tbn Mûce Fiten 1; Dûrimi, Siyer 10; Müsned, IV, 8.
[59] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/528-529.
[60] BuhâH, Edeb 27; Ebû Dâvüd, Tahâre 136, Saiat 149, Edeb
36; Tirmizt, Tahâre 112; Nesai, Sehv 20; İbn Mâce, Tahâre 78; Müsaed, II, 239,
IV, 312.
[61] Müslim, Mesâcid 33; Ebû Dâvûd, Salftt 167, Eymân 16;
Nesai, Sehv 20; Dârimî, Niizûr 10; Muvatta, Itk 8, 9; Müsned, II, 291, III,
452, IV, 222, 388, 389, V, 447, 448, 44?
[62] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/530.
[63] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/531-533.
[64] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/533.
[65] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/533-535.
[66] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/536-537.
[67] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/537.
[68] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/537-538.
[69] Tirmizî, Tefsir 7. sûre 4. Hadisinin, "hasen
garip olduğunu, yalnız bir yolla merffı' rivayetinin bilindiğini, başka yoldan
merfû' olmayan bir senedle rivayet edildiğini" belirtmektedir.
[70] Suyîitî, ed-Durru'l'Mensâr, III, 624.
[71] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/538-539.
[72] Meânî Ehli (.Ehti'l-Meânî.): Meânt'l-Kur'ân (Kur'an'sn
anlaınlaruüa dair eser yazan ez-Zeccâc ve ondan önceki müelliflere elenir.
(ez-Zerkeşî, el-Burh&n fi Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut 1408/1988, I, 365.)
[73] Bukârî, Cenâiz 80, 93, Tefsir 30. sûre 1; Müslim,
Kader 22, 25; Ebû Dâvûd, Sürme 17; Tirmizl, Kader 5; Muvatta, Cenâiz 52;
Müsned, [I, 233, 275, 393, 410, 481.
[74] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/539-541.
[75] Gebe ya da lohusa iken vefat eden kadının şehid
hükmünde olacağını belirten hadislerin bazısı için bk.; Ebû Dâvûd, Cenâiz 11;
Nesaî, Cenâiz 14, 112, Cihâd 36, 48; İbn Mâce, Cihad 17; Dörimî, Cihâd 22;
Muvatta, Cenâiz 36.
[76] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/541.
[77] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/541-542.
[78] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/542-543.
[79] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/543.
[80] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/543-544.
[81] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/544.
[82] Buhârî, Edeb 14; Müslim, İmarı 336; M&sned, IV,
203.
[83] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/545-547.
[84] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/547-548.
[85] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/548.
[86] Müsned, V, 63-64.
[87] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VIII, 22.
[88] Bukârt, Tefsir 7. sûre 4.
[89] Müsned, IV, 148, 158, Ukbe b. Âınir el-Ciihenrden
yakın lafızlarla. Ancak Cebrail ile konuşma bölümü yok. Peygamber (sav)'in
Ukbe'ye doğrudan tavsiyeleri şeklinde.
[90] el-Heyseınî, Mecmau'z-Zevaid, IX, 15.
[91] Merhum ınüfessirimiz 'rıivlye: rivayet edildi"
şeklinde belli bir kaynağa ve râviye atıfta bulunmadan kaydettiği bu
rivayetin, esasen pek sağlam olmadığına da işaret etmektedir.
[92] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/548-551.
[93] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/551-552.
[94] Buhârî, Tefsir 7. sûre 5.
[95] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/552-553.
[96] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/553.
[97] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/553-554.
[98] Buhârl, BedVİ-Halk 11; Müslim, İman 214.
[99] Müslim, tman 211; Müsned, W, 456 (Ebu Hııreyre'cten),
VI, 106, (Âişe -r.anhâ-dan)
[100] Müslim, İman 209; Ebû Dâvâd, Edeb 109; Müsned, II,
397, 441.
[101] Buhari, Tıb 25, 53, 54; Müslim, Selâm 101; Ebâ Dâvûd,
Tıb 24; Müsned, it, 267, 327, 415.
[102] Başlığın baş Kıratlarında son bölümleri kaydedilen bu
hadisin kaynakları da orada gösterilmişti.
[103] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/554-556.
[104] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/556.
[105] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/556-557.
[106] İkinci ihtimale göre buyruğun anlamı şöyle olur:
-Sapıklıkta onların kardeşleri olanlar ise onları (günahlarına devnma)
sürüklerler..."
[107] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/557-560.
[108] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/560-561.
[109] Ancak, merhum müfessirimiz sadece tek başlık açmıştır.
[110] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/561.
[111] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/561-563.
[112] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/564-566.
[113] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/566.
[114] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/566.
[115] Ebû Dûuûd, Sücîidu'l-Kur'ân 1; İbn Mâce, İkamem VSalât
71.
[116] Ebû Davûd, SCıcûdu'I-Kur'ân 1, Tirmizî, Çınıma 54.
[117] İbn Mâce, Îkamem's-Salât 71.
[118] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/566-568.
[119] Müslim, İman 133; İbn Mâce, tkametırs-Snlnt 70;
Miisned, II, 443.
[120] Buhârl, Siicûdu'1-K.ıır'ân 11.
[121] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/568-569.
[122] Buharl, Sücûdu'l-Kur'ân, 5.
[123] Ebû Dâvûd, Tahâre 31, Salât 73; Tirmizl, Tahâre 3; İbn
Mâee, Tahâre 3, Dârimt, Vudû' 22; Müsned, I, 123, 129.
[124] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/569.
[125] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/570.
[126] îbn Mace, İkamem's-Salüt 70; Tirmizl, Cumua 55, Deavât
33.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/570.
[127] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/570.
[128] Bukâri, Siicfldu'l-Kur'nn 11; Müslim, Mesâcid 110,
111; Ebû Dâvûd, Sücûdu'l-Kurân 4; Nesat, îfticâh 53; tiüsned, II, 229, 459.
[129] Buhârî, Sücûdu'l-Kur'ân 10.
[130] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/571.