Hz. Hûd (a.s)'ın Delilleri Karşısında Kavminin Taklide Gömülmesi |
13) Âlem küre şeklindedir. Durum böyle olunca, âlemin
ilâhının üst tarafta olması İmkânsız olur.
Bu delildeki birinci
makam, astronomi ilminde enine boyuna ele alınmıştır. Fakat biz diyoruz ki:
Batıdaki memleketlerde gecenin başlangıcında bir ay tutulması olduğunu
farzettiğimizde, bu ay tutulması, doğu memleketleri için gündüzün başlangıcında
olmuş olur. Böylece biz, batı memleketlerindeki gecenin başlangıcının, doğu
memleketlerinde gündüzün başlangıcına tetabuk (tekabül) ettiğini anlamış
olduk. Bu, ise ancak yerin doğudan batıya doğru tam yuvarlak olmasıyla mümkün
olur. Hem sonra biz, kuzeye doğru yöneldiğimizde, ne kadar ilerle-sek, kuzey
kutbunun yüksekliği de o nisbette artar; kuzey kutbunun yükseldiği oranda da,
güney kutbu afçalmış olur. Bu da yerin, kuzeyden güneye doğru da tam yuvarlak
olduğuna delalet eder. Bu iki hususun topiamı da, yer-yüzünün küre şeklinde
olduğunu gösterir.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz deriz ki: Biri doğu noktasında, diğeri batı noktasında duran
iki insan farzettiğimizde, bu iki insanın ayaklarının tabanları birbirine tam
çakışacak (mukabil olacak) durumdadır. Bu iki insandan birine göre üstte olan,
diğerine nisbetle altta olur. Binaenaleyh biz, âlemin ilâhının o iki insandan
birine nisbetle üstte olduğunu farzedersek, bizzat bu yer, ikincisine nisbetle
altta olmuş olur. Bunun aksi de böyledir. Binâenaleyh Allah Teâlâ'nın, belli
bir mekanda olması halinde, o mekanın belli bazı insanlara nisbetle altta
olduğu sabit olmuş olur. Allah Teâlâ'nın dünyadakilere nisbetle altta olması,
ittifakla İmkânsızdır. Binaenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın belli bir yerde (mekanda)
olmaması gerekir.
Hem böyle olması
halinde, her ne zaman O, belli bazı kimselere göre üstte olursa, diğer kimselere
göre altta; üçüncü bir kısma göre sağda; dördüncü bir kısma göre
solda; beşinci bir kısma göre karşıda; altıncı bir kısma göre arkada olmuş
olur. Binaenaleyh yerin küre şeklinde oluşu, bunu gerektirmektedir. Fakat insanların
ittifakı ile, âlemin ilâhı hakkında bu gibi hallerin söz konusu olması
İmkânsızdır.
Ancak "O,
yeryüzünü her yönden sarıp kuşatmıştır" dendiğinde, bu yeri kuşatan
(saran) bir felek ofmuş olur. Bu söz de, âlemin ilâhının o âlemi kuşatan feleklerin
birisi olması neticesine varır ki, hiçbir müslüman böyle birşey söylemez. Allah
en iyi bilendir.
14) Eğer âlemin ilâhı arş'in üzerinde olsaydı, O'nun ya
arş ile temasta olmast ya da arş'a sınırlı veya sınırsız bir mesafede bulunması
gerekirdi. Bu üç ihtimal de bâtıldır, öyleyse Cenâb-ı Hakk'ın arş'ın üzerinde
olduğunu söylemek de bâtıl (yanhş)tır.
Birinci ihtimali şöyle
izah ederiz: Allah'ın arş ile temas halinde olduğu farzedil-mesi halinde, O'nun
en alt tarafı arş ile temas halinde olmuş olur. Bu durumda O'nun o tarafının
üstünde, arş ile temas etmeyen bir tarafı kalır mı, kalmaz mı?
Eğer birinci ihtimal
söz konusu ise, arş ile temas halinde olan o şey, arş ile temas halinde
olmayandan başka bir şey olmuş olur. Bu durumda da, Allah'ın zatının,
kısımlardan ve parçalardan meydana gelmiş olması gerekir. Böylece O'nun zatı,
gerçekte, üstüste konulmuş karşı karşıya olan yüzeylerden meydana gelmiş olur
k,i bu O'nun parçalardan ve kısımlardan meydana gelmiş bir cisim olduğunu
söylemekten ibarettir. Halbuki bu, imkânsızdır. Eğer ikinci ihtimal olursa, bu
durumda Allah'ın zatı, asla kütlesi ve kalınlığı olmayan ince bir yüzey olmuş
olur.
Sonra burada yine
taksimat söz konusu olur, ki bu da şudur: Eğer Cenâb-t Hak için, sağa-sola,
öne-arkaya doğru bir imtidad (uzama) söz konusu olursa, O, yine kısımlardan ve
cüzlerden mürekkeb olmuş olur. Eğer altı yön itibariyle mekanlarda O'nun
imtidadı, uzaması, gidiş gelişi söz konusu olmazsa o zaman O, zerrelerden bir
zerre ve tozlara bulaşmış, bölünmeyen bir cüz olmuş olur ki, bunu hiçbir akıllı
söylemez..
İkinci ihtimale
gelince, ki bu Allah'la âlem arasında sınırlı bir uzaklığın bulunduğunu
söylemektir. Evet bu da imkânsızdır. Çünkü böyle olması halinde, âlemin,
bulunduğu taraftan, Cenâb-ı Hakk'a değinceye kadar, Allah'ın zatının bulunduğu
yöne doğru yükselmesi imkânsız olmaz. Bu durumda da, birinci kısımda söz konusu
olan imkânsızlık tekrar söz konusu olur.
Üçüncü ihtimale
gelince, ki bu da, Allah Teâlâ ile âlem arasında sınırsız bir uzaklığın
bulunduğunun söylenmestdir. Bu ise, diğer bütün kısımlardan daha açtk olarak
fasittir. Çünkü Allah, âlemden uzak olunca, O'nunla başkası arasındaki uzaklık,
iki taraftan da yani Allah'ın zatı ile âlemin zatı bakımından da sınırlı olmuş
olur. Yine bu, iki sınır arasında kalmış olur. Halbuki, bu iki sınır arasında
sınırlanmış ve iki sınır ve iki taraf arasında sınırlanmış bir mesafenin ise,
sınırsız bir uzaklık olması imkânsızdır.
İmdi şayet,
"Allah Teâlâ, ezelden ebede kadar âlemden önce var değil midir9 O halde,
Cenâb-ı Hakk'ın âlemden önce olması, O'nun, iki sınırla iki çizgi ve iki taraf
arasında sınırlanmış olması demek değil midir? Bu iki uçtan birisi ezel, diğeri
de âlemin var olmasının başlangıcıdır. Bu önceliğin iki sınır arasına
alınmasından, bu önceliğin bir evveli ve bir başlangıcı olması gerekmez. İşte
burada da böyledir. Bu. bir ihtimal için söz konusu olan müşkili savuşturma
hususunda, Muhammed İbn el-Heysem'in
dayanıp itimad ettiği delildir" denilirse, buna şöyle cevap verilir:
Bu sırf bir
mugalatadır. Zira, ezel muayyen bir vakit ve muyayyen bir zamandan ibaret
değildir ki, Altah Teâlâ'nın o vakitten itibaren, âlemin evveli olan zamana
kadar âlemden önce olduğu söylenebilsin.. Zira, o vakitten diğer vakte kadar
mevcudiyeti farzedilen her muayyen vakit, iki çizgi arasında tahdit edilmiş ve
iki sınır arasında da sınırlanmış olur. Bu ise, kendisinde sınırsız olmanın
düşünüleni iveceği bir şeydir. Aksine ezel, kesinlikle herhangi muayyen bir
zamana işaret edilmeksizin, bir önceliğin bulunmaması demektir.
Bunu iyice kavradığın
zaman, biz şöyle deriz: Biz ya Allah Teâlâ muayyen bir cihete mahsus ve O,
muayyen bir yerdedir deriz; veya böyle demeyiz... Eğer birincisini söylersek,
o zaman o iki taraf ile o iki çizgi arasında bulunan uzaklık, sınırlı olmuş
olur. Halbuki, iki çizgi ve iki sınır arasında bulunan stnırlı uzaklığın sonsuz
olması düşünülemez. Çünkü sınırsızlık, bir sınır, bir parça ve bir ucun
bulunmamasından ibarettir. Onun iki çizgi arasına alınmış olmasının manası, o
şey için bir sınır, bir parça ve bir ucun bulunduğunu söylemek demektir.
Halbuki bunları bir arada düşünmek, İki zıddı bir araya getirmeyi icab ettirir
ki, bu imkânsızdır. Bunun bir benzeri de, bizim ileri sürmüş olduğumuz şu
husustur: Biz her ne zaman, âlemden önce, belirli bir vakit tayin edersek, o
zaman, âlemle âlemin başlangıcının içinde meydana geldiği vakit arasındaki
uzaklık, hiç şüphesiz sınırlı ve sonlu bir uzaklık olmuş olur. Ama biz ikinci
kısmın olduğunu söylersek, ki bu, Allah Teâlâ'nın, belirli bir mekana tahsis
edilmeyişi ve belirti bir cihette olmayışıdır. İşte bu, Cenâb-ı Hakk'ın bir
cihette bulunmaması demektir. Çünkü belirli bir zatın, haddizatında muayyen bir
cihette olmaksızın bulunduğunu söylemek, imkânsız bir sözdür. Bu sözün benzeri
bir söz de, şöyle diyen kimsenin sözüdür: Ezel, muayyen bir vakitten ibaret
olmayıp, aksine evveliyetin ve
hudûsun bulunmadığına işarettir.
Böylece, İbnu'l-Heysem'in söylemiş olduğu bu şeyin bir şey ifade
etmekten uzak olan bir hayal olduğu ortaya çıkmış otur.
15) Aklî ilimlerde şu husus sabit olmuştur: "Mekan,
ya içine alan, kuşatıcı olan bir cismin iç yüzeyidir, yahut da uzayıp giden bir
boşluk ve sırf uzaklıktır.." Mekan hakkında, bunun dışında, bir üçüncü
kısım düşünülemez.
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki: Eğer o mekan, "evvel" olursa, bu durumda biz
deriz ki: Alemin cisimlerinin sınırlı olduğu sabittir. Maddi âlemin dışında ise
ne boşluk ne doluluk, ne mekan ve ne de cihet söz konusu değildir. Binaenaleyh,
Allah'ın, âlemin haricindeki bir yerde bulunması imkânsızdır..
Eğer mekan, ikincisi
ise, bu durumda biz deriz ki, uzaklığın özelliği, mahiyetin tamamı itibariyle
tektir ve birbirine benzemektedir. Binaenaleyh, eğer Allah bir mekanda olmuş
olsaydı, o zaman O'nun diğer mekanlarda da bulunması mümkün olurdu. Bu durumda
da, hakkında hareket ve sükûn gibi vasıfların düşünülmesi doğru olurdu. Halbuki
böyle olan her şey, tevhid ilminde zikredilen meşhur delillerle, muhdes olur
ki, bu deliller kelamcılann çoğunluğuna göre makbul olan delillerdir. O zaman
Allah'ın muhdes olması gerekir. Halbuki bu, imkânsızdır. Böylece, Allah
Teâlâ'nın bir mekan ve bir cihette bulunduğunu söylemenin, bütün değerlendirmelere
göre bâtıl ve yanlış bir görüş olduğu sabit olmuş olur.
16) Bu, son derece güzel, istikraî (araştırmaya dayanan)
ve itibarî (bir bakımdan var kabul edilen) bir hüccettir. Bu şudur: Biz, bir
şeyde cisim oluş daha kuvvetli ve daha muhkem olduğu zaman, onda fail oluş
kuvvetinin daha zayıf ve daha eksik; aynı şekilde bir şeyde cisim oluş daha az
ve daha zayıf olduğu zamanda, onda fail otuş kuvvetinin daha güçlü ve mükemmel
olduğunu görürüz. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Biz yeryüzünün, cisimlerin
en kesifi ve en hacimlisi olduğunu görürüz. Bu sebeple hiç şüphesiz yerde
sadece tesiri (etkiyi) kabul etme özelliği vardır. Ama sırf yerin, başka birşey
üzerindeki tesiri son derece azdır. Suya gelince, su da, gerek kesafet ve
gerek hacim bakımından, yere nisbetle daha azdır. Bu sebeple hiç şüphesiz suda
tesir etme gücü vardır. Çünkü tabiatı gereği akıcı olan su, yere (toprağa)
karıştığında onun üzerinde çeşitli tesirler meydana getirir. Havaya gelince;
hava da, hacim ve kesiflik bakımından, suya nisbetle daha azdır. Binaenaleyh
şüphe yok ki hava, tesir etme bakımından sudan daha güçlüdür. İşte bu sebeple
bazı kimseler, "Hayat (yaşama) ancak hava ile mükemmel olur"
demişlerdir. Yine bu kimseler, ruhun burundan giren (solunan) havadan başka bir
manası ol-madtğını iddia etmişlerdir. Ateşe gelince, bu da havadan daha az
kesiftir. Bundan dolayı da, şüphesiz ateş tesir etme bakımından, enâsır-ı erbaanın
(dört ana unsurun) en güçlüsüdür. Hararet (sıcaklık) kuvveti ile pişme ve
olgunlaşma meydana gelir. Mevalid-i selase (o elementlerden doğan üç temel
varlık) -ki bununla madenleri, bitkileri ve canlıları kastediyorum- bu da
hararet kuvvetiyle meydana gelir. Felekler ise, unsurlardan (dört unsurdan)
meydana gelmiş olan kütlelerden daha latiftirler. Bundan dolayı, bu felekler
unsurlardan meydana gelmiş kütleleri istila etmiş ve unsurların imtizacından
muhtelif nevi ve sınıfların oluşturulması üzerinde etkili olmuşlardır.
Binaenaleyh hep aynı olan ve hiç değişmeyen bu istikraî metod, birşey her ne
zaman hacim, kütfe ve cisim oluş bakımından daha fazla olursa, kuvvetinin ve
tesirinin daha az olduğuna; yine birşey her ne zaman kuvvet ve tesir oakımından
daha güçlü olursa, hacim, kütle ve cisim oluş bakımından daha küçük okluğuna
delalet eder. Durum böyle olunca bu "istikra", bir şeyi meydana
getirme. ve var etmede kuvvet ve kudretin en mükemmelinin bulunduğu yerde,
hacim, kütle ve bir mekan ile cihette bulunma hususlarının kesinlikle söz
konusu olamayacağı konusunda çok kuvvetli bir zan ifade eder. Bu her ne kadar
istikraî bir araştırma ise de, üzerinde iyice düşünüldüğünde, bunun Cenâb-ı
Allah'ın cisim olmaktan ve belli bir mekanda bulunmaktan münezzeh olduğuna
kesinkes hükmetme ile çok yakın bir -batı olduğu görülür. Muvaffakiyyet
Allah'tandır.
İşte Cenâb-ı Allah'ın
herhangi bir mekan ve cihette bulunmaktan münezzeh olduğunu izah hususundaki
aklî deliller bunlardır.[1]
Bu husustaki naklî
delillere gelince, bunlar da pek çoktur:
1) Allah Teâlâ, "De ki: "O Allah'tır, bir
tektir" {İhlas, 1) buyurmuş ve kendisini tek oluş ile tavsif etmiştir.
"Ehad", Allah'ın bir tek oluşunu en iteri derecede ifade eden bir
kelimedir. Kendisi ite arş dolan ve arş'tan fazla olan bir varlık, arş'ın
parçalarının üstünde, gerçekten birçok parçadan meydana gelmiş "mürekkeb"
bir varlık olur. Böyle oluş da, o varlığın "bir tek" olmasına
terstir. Bu İlzam" karşısında, Kerramiye fukahâsına mensup bazı kimselerin
şöyle dediklerini gördüm: "Allah Teâlâ tek bir zattır. Tek olmakla
birlikte, aynı anda her yerde bulunur. Aynı anda her yerde bulunduğu İçin, arş
da O'nunla dolmuştur." Ben derim ki: "Bu söz mekan ve ciheti
(doldurup) meşgul eden bir zatın (varlığın), aynı anda pek çok mekanlarda
bulunması caizdir" neticesine varır. Halbuki akıllı kimseler, bunun yanlış
olduğunu bilmenin, zarurî (kesin) olarak bilinen şeylerin en açıklarından bîri
olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Hem sonra siz, ey
Kerramiye, bunun böyle olabileceğini söylüyorsanız, Arş'tan yerin dibine kadar
bütün âlemin tek bir cevher ve tek bir varlıktan ibaret olabileceğini, ancak ne
var ki bölünemeyen bu cüzün, bütün mekanlarda bulunduğunu ve bundan dolayı da
birden fazla sanıldığını niçin söylemiyorsunuz. Böyle birşeyi söyleyebilen
kimsenin ise, en kabul edilmez birşey söylemiş olacağı malumdur.
Eğer onlar, "Biz,
burada bu zatlar arasında farklılığın bulunduğunu, ancak onların bir kısmının
bakî olmasının yanısıra, bir kısmının fânî olması sebebiyle anladık. İşte bu,
farklılığı gerektirir.
Hem sonra biz onların
hazasının hareketli olduğunu, bazısının da hareketsiz olduğunu görüyoruz.
Hareketli olan ise, hareketsiz durandan farklıdır. Binaenaleyh, bunlar arasında
bir farklılığın olduğuna hükmetmek gerekir. Böylesi şeyler Allah'ın zatı
hakkında söz konusu değildir. Binaenaleyh bunlar arasındaki fark açıktır"
derlerse, biz deriz ki: "Senin, "Bazıları fânî (yok) olurken,
bazıları bakî oluyor. Bu da, bunlar arasında bir farklılık olduğunu
gösterir" şeklindeki iddiana karşılık, cüzlerden bazılarının fanî (yok)
olduğunu kabul etmiyoruz ve aksine diyoruz ki: "Alemin bütün cüzlerinin,
sadece tek bir cüz olup o aynı cüz'ün şuraya buraya yerleştiği niçin
söylenemesin?"
Keza bu cüz beyaz,
siyah ve diğer bütün renkler ve tatlarla mevsuf olarak bulunur. Yok (fani)
olan, sadece onun muyayyen bir yerde bulunmasıdır. Onun bizzat ve tamamen yok
olduğunun söylenmesine gelince, bu kabul edilemez.
Senin, "Biz bazı
cisimlerin hareketli, bazısının hareketsiz olduğunu görüyoruz. Bu durum ise,
bir farklılık olduğunu gösterir. Çünkü hareket ve sükûn (hareketsizlik) aynı
anda bulunamazlar" şeklindeki sözüne karşılık da deriz ki: "Biz, tek
bir cismin aynı anda iki yerde bulunamayacağına inandığımız için hareket ve
sükûnun bir arada bulunamayacağı neticesine varıp, hareketsiz duranın burada
bulunduğunu, hareket edenin de burada olmadığını gördüğümüzde, hareket edenin
burada durandan başka birşey olduğuna hükmederiz. Fakat bir varlığın aynı anda
iki yerde bulunmasının farzedilmesi halinde o tek varlığın aynı anda hem
hareket halinde hem de hareketsiz olması imkânsız değildir. Çünkü bu konuda
söylenebilecek son söz şudur: (O), hareketsiz duruşu sebebi ile burada,
hareketi sebebi ile de bir başka yerde bulunmuştur. Ancak biz, tek bir varlığın
aynı anda iki ayrı yerde bulunabileceğini kabul ettiğimizde, hareketsiz duran
varlığın, hareket eden varlığın kendisi olması uzak bir ihtimal olmaz.
Binaenaleyh Allah Teâlâ'nın zatı itibarı ile, bölünmeyi kabul etmeyen tek bir
varlık olduğunun, bununla birlikte arş'ın O'nunla dolduğunun söylenebilmesi
halinde, "Arş, bir cevher-i ferd, bölünmeyen bir cüzdür. Bununla birlikte
bütün mekanlarda bulunur ve bütün arş o tek cevher-i ferdden meydana
gelmiştir" denilebilirdi. Bunun böyle olduğunu kabul etmenin ise, cehalet
kapılarını açma neticesine götüreceği malumdur.
2) Allah Teâlâ, "O gün Rabb'min arş'ını ( o meleklerin)
üstünde bulunan sekiz melek yüklenir" (Hakka, 17) buyurmuştur. Âlemin
ilâhı arş'ın üzerinde olsaydı, arş'ı taşıyan melekler, ilâhı da taşımış
olurlardı. Bu sebeple ilâhın, bir yönden taşıyan, bir yönden taşınan; bir
yönden korunan, bir yönden koruyan olması gerekir. Böyle birşeyi ise, hiçbir
akıllı söyleyemez.
3) Allah Teâlâ, "Allah ganî (muhtaç
olmayan)dır" (Muhammed, 38) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, kendisinin kayıtsız
şartsız herşeyden müstağni olduğunu bildirmiştir. Bu ise, O'nun mekandan ve
cihetten de müstağnî olmasını gerektirir.
4)
Firavun, Hz.
Musa (a.s)'dan kendi ilâhının mahiyetini anlatmasını isteyince, Hz. Musa
(a.s), üç anlatışının her seferinde de, Allah'ın yaratıcılık sıfatından başka
birşey söylememiştir. Çünkü Firavun, "Âlemlerin Rabbi (dediğin)
nedir?" (Şu'arâ, 23) deyince, Hz.
Musa, birinci seferde, "O,
göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunan şeylerin Rabbidir Eğer hakikati
yakinen bilmeye ehil kimseler-denseniz" {Şu'arâ, 24) dedi. İkinci seferde,
"O, sizin de evvelki atalarınızın da Rabbidir" (Şu'arâ, 26); üçüncü
seferde, "(O), doğu ite batının ve ikisi arasında bulunan herşeyin
Rabbidir, eğer aklınızı kullanırsanız..." {Şu'arâ, 28) demiştir. Bütün
bahsedilen bu hususlar, Allah'ın yaratıcılık sıfatına işarettir. Ama, Allah'ın
laneti üzerine olasıca Firavun ise, "Ey Hâmân, benim için yüksek bir kule
yap. Olur ki ben o göklerin yollanna ulaşırım da Musa'nın tanrısına yükselip
çıkarım" dedi" (Mü'min, 36-37)
ve Allah'ı gökte aradı. Bundan dolayı biz, Allah'ı yaratıcılık ile ve
bir mekan-bir cihette bulunmamakla tavsif etmenin, Hz. Musa'nın ve diğer peygamberlerin de dini
(yolu) olduğunu; Cenâb-ı Hakk'ın gökte olduğunu söylemenin ise, Fir'avn ile
onun bütün kâfir kardeşlerinin (yolu) olduğunu anlamış olduk.
5) Allah Teâlâ, (tefsir ettiğimiz) bu âyette,
"Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş
üzerinde hükümran olan Allah'tır" (A'râf, 54) buyurmuştur. Bu âyetteki
sümme (sonra) kelimesi, "terâhî'"
(birşeyin daha sonra oluşunu) ifade eder Ki bu da Allah Teâlâ'nın, ancak
gökleri ve yeri yarattıktan sonra, arş üzerine "istiva" ettiğine
delalet eder. Binaenaleyh eğer bu âyette geçen "istîva"dan murad,
birşeyin üzerinde "istikrar bulma" ise, o zaman, "O arş üzerinde
karar kılmamış, istikrar bulmamıştı. Henüz kararsız İdi, yalpalıyordu ve
dengesini bulamamıştı da, daha sonra arş üzerinde istîva etti (dimdik
durdu)" denilmesi gerekir. Bu ise, Cenâb-t Allah hakkında diğer cisimler
gibi, bazan hareketli ve yalpalı, bazan da sükûn ve istikrarlı olduğunu
söylemeyi gerektirir ki, Hiçbir akilli böyle birşey söylemez.
6) Allah Teâlâ, Hz.
İbrahim (a.s)'in, yıldızların, ayın ve güneşin Hanlığını, onların batıp
kaybolmaları sebebi ile tenkid ettiğini nakletmiştir. Demek ki âlemin ilâhı bir
cisim olsaydı, o zaman devamlı batıp kaybolan ve yalpalama ile dengesizlikten,
dimdik doğrulup sükûn ve istikrar haline geçmiş oian bir varlık olmuş olurdu.
Binaenaleyh, Hz. İbrahim (a.s)'in güneş, yıldız ve ayın tanrılığına
yönelttiği tenkit, bu durumda âlemin ilâhı hakkında da geçerli olur. Böyle
olunca daha nasıl, O'nun uluhi-yyetini itiraf etmek mümkün olur?
7)
Allah Teâlâ,
"Sonra (O), arş üzerine istiva etti"
buyruğundan önce ve sonra, birşeyler zikretmiştir. Bundan önce
bahsettiği husus, kendisinin "Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı
günde yarattı" cümlesidir. Biz ise, göklerin ve yerin yaratılmasının pek
çok yönden yaratıcının varlığına, O'nun kudret ve hikmetine delalet ettiğini
beyan etmiştik. O'nun bunun peşisıra bahsettiği hususlar ise şunlardır:
a)"Kendisini durmayıp kovalayan gündüze, geceyi o
bürüyüp örter." Bu husus, Allah'ın
varlığına, kudretine ve hikmetine delalet eden delillerden biridir.
b)
"Güneşi, ayı, yıldızlan, hepsi emrine ram olarak
(yaratan O'dur).* Bu husus da, Allah'ın varlığına, kudretine ve ilmine delalet
eden delillerdendir.
c)
'Haberiniz
olsun ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur." Bu beyan da O'nun kudret ve hikmetinin
mükemmelliğine bir işarettir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki:
Ayetin başı, Allah Teâlâ'nın varlığına, kudretine ve ilmine delalet eden
hususlara bir işarettir, sonu da aynı hususlara delalet eder. Durum böyte
olunca, âyetteki, "Sonra (O), arş üzerine istiva etti" buyruğunun da,
aynı şekilde Allah'ın kudret ve ilminin mükemmel oluşuna bir delil olması
gerekir. Çünkü şayet bu tabir bu manaya delalet etmeyip bundan muradı,
"Allah'ın arş üzerine karar kılması" olsaydı, bu tabir kendinden
önceki ve sonraki ifadeler arasına girmiş, onlarla hiç ilgisi olmayan bir söz
olmuş olurdu. Zira Allah'ın arş üzerine karar kılmış olmasını, O'nun kudret ve
hikmetinin mükemmelliğine bir delil kılmak mümkün değildir. Hem bu, bir övgü ve
bir medih sıfatı da değildir. Zira Allah Teâlâ, bütün karasinek ve
sivrisinekleri, arşa ve arş'ın üzerindeki şeylere oturtmaya kadirdir. Böylece.
Cenâb-ı Hakk'ın, arş üzerine oturmuş olmasının, ne O'nun zat ve sıfatlarını
isbat eden delillerden, ne de medh ve övgü sıfatlarından olmadığı sabit olmuş
Olur. Şu halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra (O), arş üzerine istiva etti" buyruğundan murad, O'nun arş üzerine
oturmuş olması olsaydı, o zaman bu ifade, kendisinden önceki ve sonraki ifadeierle
münasebetsiz bir söz olmuş olurdu ki, bu da son derece bozukluk ve tutarsızlığı
gerektirirdi. Böylece, maksadın bu olmayıp aksine bununla kastedilenin, O'nun
mülk ve melekûtunu yönetmesindeki kudretinin mükemmelliği olduğu kesinleşir.
İşte böylece bu kelime, hem kendinden önceki hem de sonraki ifadelerle
münasebet arzetmiş olur ki, işte elde edilmek istenen netice budur.
8) Semâ: "Gök, semâ" yükselen, yukarı çıkan ve
yüce olan her şeye verilen bir isimdir. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın
buluta da, "semâ" adını vermiş olmasıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak,
"Sizden şeytanın murdarlığım gidermek... için de gökten üstünüze bir su
indiriyordu..." (Enfai, 11) buyurmuştur. Durum böyle olunca, yüksekliği,
irtifâsı ve yücelme durumu olan her şey "semâ" olmuş olur. Şu halde
eğer âlemin ilâhı arş'ın üzerinde olmuş olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın zatı,
arş'da oturanlar için bir "semâ" olmuş olurdu. İmdi Allah Teâlâ
arş'ın üzerinde olmuş olsaydı, O'nun bir "sema" olacağı, böyie
vasfedileceği sabit olurdu. Halbu ki O, kendisinin pek çok âyette bütün
"semâların ve göklerin yaratıcısı olduğunu bildirmiştir ki, bu âyetlerden
birisi de, tefsirini yapmakta olduğumuz, "Şüphesiz ki Rab-biniz, gökleri
ue yeri altı günde yaratandır..." buyruğudur. Binaenaleyh, şayet arş'ın
üstü, arşta oturanlar için bir "sema" olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak
kendi kendinin yaratıcısı olmuş olurdu ki, bu da imkânsızdır.
Bunun böyfe olduğu
sabit olunca, Cenâb-t Hakk'ın "Gökleri oe yeri yaratandır" buyruğu,
O'nun, "Sonra (O), arş üzerine istiva etti" ifadesinin, tevil
edilmesi gereken, müteşabih ifadelerden biri olduğuna delalet eden muhkem bir
âyettir. İşte bu, çok hoş bir nüktedir. İnceliktir. Bunun bir benzeri de,
Cenâb-ı Hakk'ın, En'âm suresinin başında "O, göklerde (ibadete müstehak
olan) Allah'tır" (En'âm, 3) buyurup, biraz sonra da, "De ki:
"Göklerde ve yerde olan her şey kimin?" De ki:
"Allah'ındır" (En'âm, 12) buyurmasıdır. Bu son tabir, göklerde
bulunan her şeyin, Allah'ın mülkü olduğuna delalet eder. Binaenaleyh, şayet
Allah göklerde olsaydı, o zaman O'nun, kendisinin maliki ve melîki olması
gerekirdi ki, bu muhaldir. İşte burada da böyledir. Öyleyse, bu aklî ve naklî
delillerin tamamiyie, Hak Teâlâ'nın "Sonra (O), arş üzerine istiva
etti" buyruğunu "oturma", "karar kılma" ve "bir
mekan ve ciheti işgal etme" manasına hamletmenin mümkün olmadığı sabit olmuş
olur. İşte bu noktada, bu hususta ehil olan ulemâ için iki yol bulunmaktadır.
[2]
1) Bizim, Hak Teâlâ'nın mekandan ve cihetten münezzeh ve
berî olduğuna kesinkes hükmederek, âyetin te'vili ve tefsiri hususunda
teferruata dalmadan, onun ilmini Allah*a havale etmemizdir ki, bu bizim, Hak
Teâlâ'nın "Halbuki onun te'vilini, Allah'tan başkası bilmez. İlimde yüksek
gayeye erenler ise: "Biz O'na inandık" derler" (Ai-i Imran, 7)
âyetinin tefsirinde yapmış olduğumuz açıklamadır. İşte bu mezhep, bu görüş,
bizim tercih edip savunduğumuz ve itimad ettiğimiz görüştür.
[3]
2) Bizim âyetin te'vili ve tefsiri konusunda tafsilata
dalmamızdır. Bu hususta da, Özetle iki görüş bulunmaktadır:
a) Kaffâi (r.h)'ın İleri sürdüğü husustur. O şöyle
demektedir: "Araplar nez-dinde "Arş", kralların üzerinde
oturduğu tahttır, divandır. Daha sonra arş, bizzat melîkin
mülkünden kinaye kılınmıştır. Nitekim "mülkü bozulup sarsıldı"
manasında denilir. Melîkin mülkü istikamet bulup, işleri ve hükümleri düzene
girdiğinde de, Araplar, derler." Kaffâl'ın söylediği, bundan
ibarettir. Ben de derim ki: Kaffâl'ın ileri sürdüğü bu görüş,
gerçek, doğru ve yerindedir. Bunun bir benzeri de, Arapların, uzun bir kimse
için, kendisine çok misafir gelip giden kimse için "Falanca, külü çok
olandır" ve yaşlı kimse için de, "Falancanın, saçı başı
ağarmıştır" demeleridir. Halbuki, bütün bu lafzıların hiçbirinde,
kastedilen mana, onların zahirî manaları değildir. Bunlardan kastedilen, ancak
kastedileni kinaye yoluyla anlatıp bildirmektir. İşte burada da, "arş
üzerine istiva" zikredilmiş, bununla Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin nüfuz ve
geçerliliği ve O'nun meşietinin her şeyde bulunması kastedilmiştir.
Kaffâi (r.h) daha
sonra şöyle der: "Allah Teâlâ zatına, sıfatlarına ve âlemi nasıl tedbir
edip yönettiğine; onların hükümdarlarından ve idarecilerinden görüp alıştıkları,
müşahede ettikleri tarzda işaret edince, onların kalblerine Allah'ın azameti ve
O'nun celalinin mükemmelliği iyice yerleşmiş olur. Ancak bütün bunlar, teşbih
akidesini kabul etmeme şartına bağlıdır. Allah Teâlâ, kendisinin
"âlîm" olduğunu söylediğinde, onlar bu sözden, Allah Teâlâ'ya hiçbir
şeyin gizli katmadığı manasını anlamışlardır. Sonra da akıllarıyla, bu ilmin,
ne tefekkür ne düşünce ile, ne de bir duyu organını kullanmak suretiyle elde
edilmemiş olduğunu bildiler.
Yine Cenâb-ı Hak,
kendisinin "kadir" olduğunu söylediğinde, bu sözden, O'nun bütün
kainatı var etmeye ve bütün mümkinatı meydana getirmeye muktedir olduğunu
anlamışlardır. Sonra akıllarıyla, O'nun bu var etme ve meydana getirmede, her
türlü alet ve edevattan ve meydana getirip yaratmasından önce bir maddenin,
bir zamanın, bir tefekkür ve düşüncenin bulunmasından müstağni olduğunu
anlamışlardır. Allah'ın diğer sıfatları hakkındaki söz de böyledir. Demek ki
Cenâb-ı Hak, kendisinin, kullan tarafından haccedilmesi gereken bir evi bulunduğunu
haber verdiğinde, kullar bu sözden şunu anlamışlardır: Allah Teâlâ, aynen bir
istekte bulunmak için hükümdarlarının ve başkanlarının evlerine gittikleri
gibi, yine ihtiyaçlarını istemek ve Rablerinden talepte bulunmak için yönetip
gitmek üzere kendileri için bir yer (ev) tayin ettiğini anlarlar. Sonra da
akıllarıyla bunda bir "teşbihin {Allah'ın insanlara benzemesinin) söz
konusu olmadığını, bu evi, kendisi için bir mesken kılmadığını, kendisini
soğuk ve sıcaktan korumak için o evden istifade etmek için o evi yapmadığını
anlarlar.
Yine Cenâb-t Allah,
kullarına kendisine hamd etmelerini, kendisini ulu ve yüce bilmelerini
emrettiğinde, insanlar bu emirden, Allah Teâlâ'nın kendilerine, kendisine
alabildiğine ta'zim (saygı) göstermelerini emrettiğini anlarlar ve sonra
akıüarjyla, Allah'ın o hamd ve ta'zimden dolayı sevinmediğini ve kullar onları
yapmayıp yüz çevirdiği zaman da kederlenmediğini bilirler."
Bu mukaddimeyi iyice
anladığında biz diyoruz ki: Allah Teâlâ, münakaşa ve karşı çıkma olmaksızın isteyip
dilediği gibi gökleri ve yeri yarattığını haber vermiş, daha sonra da arş
üzerine istiva ettiğini, yani mahlûkatı dilediği ve istediği gibi idare
ettiğini bildirmiştir. O halde, "Sonra (O), arş Üzerine istiva etti"
âyeti, yani "Allah gökleri ve yerleri yarattıktan sonra, mülk ve celâl,
azamet arşı üzerine istîva etti" demektir.
Daha sonra Kaffâl
şöyle demektedir: "Bunun bu şekilde olduğunun delili ise, Cenâb-ı
Hakk'm"Şüphesİz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaralan,
sonra (emri) arş üzerinde hükümran olan, (her) işi (yerli yerinde) idare
edendir" (Yûnus, 3) âyetindeki, "İşi tedbir edegelen..."
ifadesi, O'nun "sonra (emri) arş üzerinde hükümran olein..."
buyruğunun tefsiri gibidir. O, tefsirini yapmakta olduğumuz âyette de,
"Sonra (O), arş üzerinde istiva etti. Kendisini durmayıp kovalayan
gündüze, geceyi O bürüyüp örter Güneşi, ay'ı, yıldızlan -hepsi de emrine ram
olarak- (yaratan O) Haberin olsun ki, yaratmak da, emretmek de O'na
mahsus"(A'râf, 54) buyurmuştur ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, 'Sonra (O), arş
üzerinde istîva etti" buyruğunun da, bizim anlattığımız şeye bir işaret
olduğuna delalet eder.
İmdi şayet, "Siz,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra (O), arş üzerinde istiva etti" buyruğunu,
"mülküne istîva etti" manasına hamlederseniz, o zaman, "Allah,
gökleri ve yeri yaratmadan önce, istîva etmiş değildi" denilmesi
gerekir" denilirse, biz deriz ki:
Allah Teâlâ, bizzat
âlemleri bilfiil var edip yaratmadan önce de, onları yaratmaya ve var etmeye
kadir idi. Zira, Zeyd'i diriltmek, Amr'ı öldürmek; şunu yedirmek, ötekini suya
kandırmak, ancak bu haller bilfiil meydana geldiğinde söz konusu olur.
Binaenaleyh, biz "arş"ı mülk ile; mülkü de bu haller ile tefsir
ettiğimizde, o zaman "Bu şeylerdeki tasarrufu ve onları tedbir edip
yönetmesi, ancak gökleri ve yer: yarattıktan sonra ortaya çıktı"
manasında olmak üzere, "Gökleri ve yeri yarattıktan sonra, mülkü üzerine
istîva etti" denilmesi, yerinde ve doğru olur. İşte bu, bu konuda doğru
ve gerçek olan bir cevaptır.
b) Şöyle denilmesidir: Âyette geçen istevâ kelimesi,
istevlâ "istîla etti, hürümran oldu" manasındadır. Bu açıklamayı biz,
Tâ-hâ suresinde 5. âyetin tefsirinde uzun uzadıya yapmıştık. Bundan ötürü
burada tekrarlamayacağız.
Bu hususta, bir üçüncü
açıklama olarak da bizim, arş'ı "mülk"; istevâ fiilini de, "mülkünün
üstüne yükseldi, onun istila etti" anlamında tefsir etmemizdir. Buna göre
âyetin manası, "Allah Teâtâ'nın kudreti, müikünü ve melekûtunu îertib ve
tedbir etme hususunda nafizdir, geçerlidir, müessirdir" şeklinde olmak
üzere, "O, mülkü üzerine istila etti" biçimindedir.
Bil ki Allah Teâlâ, bu
tabiri yedi surede zikretmiştir. Bunlardan birincisi burada; ikincisi Yunus,
üçüncüsü Ra'd, dördüncüsü Tâhâ, beşincisi Furkan. altıncısı Secde, yedincisi
de Hadîd surelerindedir. Biz, bunların geçtiği her yerde, çok önemli
açıklamalarda butunduk. Binaenaleyh, kim bu açıklamaları birbirine eklerse,
kalbler-den ve gönüllerden, teşbih şüphesini izale etme, söküp atma hususunda
tam ve
mükemmel bir bilgi
birikimi elde etmiş olur. "Kendisini durmayıp kovalayan gündüze geceyi O
bürüyüp örter" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:
[4]
İbn Kesir, Nâfi', Ebû
Amr, İbn Amir ve Hafs'ın rivayetine göre Asım,
hem burada hem de Ra'd suresinde, şeddesiz olarak yuğşî; Hamza,
Kisaî ve Ebû Bekr'in rivayetine göre Asım, hem burada, hem de
Ra'd suresinde şeddeli olarak yuğaşşî şeklinde okumuşlardır. Vahidî (r.h),
gerek iğşa, gerekse tağşiye kelimelerinin, bir şeyi birşeye giydirmek, ona
bürümek manasına geldiğini, bunun Kur'ân-ı Kerim'de hem şeddeli, hem de
şeddesiz olarak kullanıldığını, şeddeli olarak kullanıldığına dair Cenâb-ı
Hakk'ın "Onlara sardırdığı musibeti sardırdı" (Necm, 54) âyetinin;
şeddesiz olana da, O'nun, "Böylece
onları sanverdik. Artık görmezler" (Yasin, 9) âyetinin
zikredilebileceğini, Yasin 9 âyetinde İkinci mefulün hazfedüdiğini ve
manasının, "Biz onları, körlükle ve görememekle sarıverdik, bürüdük"
şeklinde olduğunu söylemiştir.
[5]
"Kendisini
durmayıp kovalayan gündüze, geceyi O bürüyüp örter" buyruğundan maksad "O, geceyi gündüze
katar, ilhak eder" şeklinde olabileceği gibi "gündüzü geceye
katar" şeklinde olması da muhtemeldir. Üzerinde herhangi bir değiştirme
yapmaksızın, bu lafız, her iki manaya da muhtemeldir. Bu
ikincisinin delili, Humeyd İbn Kays' in fiili, yâ'nın fethası, el-leyle
kelimesini mansub; en-nehâru kelimesini de merfu olarak şeklinde okumasıdır.
Yani, "Gece gündüze yetişir ve durmaksızın onu takip eder" demektir,
Kaffâl (r.h) şöyle demektedir: "Allah Teâlâ
kullarına, mahlûkatının en güçlü ve kudretli olanının hükümranlığı ve istilâsı
(istimrarı) gibi, kendi meşietine uygun olarak arş üzerinde istiva ettiğini
haber verince, ayan beyan görme habere bitişsin de böylece bu husustaki
şüpheler yok olsun diye, bu hususu onlara, müşahede ettikleri şeyler zımnında
misal göstererek, ayan beyan gösterdi ve "gündüze, geceyi bürüyüp
örter" buyurdu. Çünkü Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerim'üe. gece ile gündüzün
birbirini izlemelerindeki yüce menfaatleri ve kıymetli faydaları haber vermiştir.
Zira hayat, bunların birbirini izlemesiyle tamamlanır; menfaatler ile maslahatlar
da, ancak bunlarla tam ve mükemmel olur.
[6]
buyruğu hakkınd, Leys
şöyle demiştir: Hass, "acele ettirmek" manasındadır. Arapça'da, "Falancayı acel ettirdim
(süratlendirdim), o da süratlendi" denilir. Yani. "Çok gayretli,
ciddi ve hızlıdır" manasına gelir. Bil ki Allah Teâlâ, bu hareketi sürat ve şiddetle
tavsif etmiştir ki, bu doğrudur. Çünkü, gece ile gündüzün birbirlerini takip
etmeleri, ancak en büyük feleğin hareketiyle gerçekleşir. O hareket, gerek
sürat ve gerekse şiddet bakımından, hareketlerin en mükemmelidir. Öyle ki
mevcudatın hallerini inceleyenler şöyle demektedirler: En mükemmel ve en hızlı
bir şekilde koşan bir insan (düşüneiim)... Bu insan, ayağını kaldırıp koyuncaya
kadar, en büyük felek üç bin millik yol kat eder. Durum böyle olunca, o hareket
son derece hızlı ve son derece mükemmel olur. İşte bu sebepten dotayı, Cenâb-t
Hak da, "Kendisini durmayıp kovalayan gündüz..." buyurmuştur. Bu
âyetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ne güneşin aya erişip çatması,
ne de gecenin gündüzü geçmesi uygun olmaz, bunların her biri birer felekte
(yörüngede) yüzerler" (Yasin, 40} âyetidir. Böylece Cenâb-ı Hak, bu
hareketi ve bu seyri, suda yüzmeye benzetmiştir ki bundan maksadı, o hareketin
hızlılığına, çok çabukluğuna, kolaylığına ve mükemmel bir şekilde hedefine
ulaşmasına dikkat çekmektir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak,"Güneşi,
ayı, yıldızları
hepsi de emrine râm olarak- (yaratanO)..." buyurmuştur. Bu âyetle ilgili
birkaç -nesele vardır:
[7]
İbn Âmir, mübteda olmak üzere bu kelimeleri merfu
okurken diğer kıraat imamları, "O, güneşi, ayı... kıldı.."
manasında olmak üzere mansub okumuşlardır.
Vahidî, "bunları
yaratan Allah'a seccie edin ." (Fussüet, 37) âyetinden dolayı, mansub
okumanın daha fasih olduğunu söylemiştir. Cenâb-ı Hak bu âyette, güneşi ve ayı,
emrine râm kıldığını açıkça belirttiği gibi, O'nun, "Şüphesiz ki Rabbiniz,
gökleri oe yeri, güneşi, ayı ue yıldızlan... yaratandır" âyetinin de,
"bunları yarattı manasına hamiedilmesi gerekir. Bu tabirlerin mansub
oluşu, hal olmalarından dolayıdır. Yani, "Bunlar, bu sıfat, eser ve bu
fiillerle tavsif edilmiş olarak" demektir.
İbn Amir'in delili
ise, Cenâb-ı Hakk'ın "O, göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini kendi
(canibı)nden size râm kıldı..." (Câsiye, 13) âyetidir. Güneş ve ay da
gökte olanlar cümlesindendir. Şu halde Cenâb-ı Hak, onları kendi emri ile
teshir kıldığını haber verince, onların, böyle yanı musahhar olduğunu haber
vermek, güzet ve yerinde olmuştur. Bu tıpkı senin, 'Zeyd'i dövdüm" dediğin
zaman, senin, Zeyd dövülmüştür" şeklindeki sözünün de doğru olması
gibidir.
[8]
Bu tabirle ilgili
birkaç nükte bulunmaktadır:
1) Güneşin iki türlü hareketi bulunmaktadır:
a) Zatı itibariyle olan hareketi ki, bu ancak tam bir senede tamamlanır. İşte onun bu hareketi
sebebiyle "sene, yıl" meydana gelir...
b) Güneşin, en büyük feleğin hareketi sebebiyle meydana
gelen hareketi... Bu hareket de, bir gün bir gecede tamamlanır...
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki: Gece ve gündüz, ancak güneşin hareketi[9]
sebebiyle meydana gelir. Bu da ancak, kendisine arş denilen en yüksek semanın
hareketiyle gerçekleşir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "Sonra (O),
arş üzerinde istiva etti" ifadesine, gece ile gündüzün meydana gelmesinin
sebebinin, güneş ve ayın hareketi değil, aksine en uzak feleğin hareketi
olduğuna dikkat çekmek için, "gündüze, geceyi O bürüyüp örter"
buyurmuştur. İşte bu son derece hayranlık verici bir nüktedir.
2) Allah Teâlâ, gökleri nasıl yarattığını açıklarken,
"Bu suretle onlan yedi gök olmak üzere iki günde vücûda getirdi. Her gökte
ona ait emri vahyetü..." (Fusst-let, 12) buyurmuştur. Böylece bu âyet, Hak
Teâlâ'ntn, bunları emir âleminden olmak üzere, nûranî ve rabbânî bir
saydamlıkla tahsis ettiğine delalet eder.
[10]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak,"Haberin olsun ki, yaratmak da, emretmek de O'na mahsus.,.." buyurmuştur. Bu, Allah'ın dışında kalan her
şeyin, ya "halk" âleminden, ya da "emir" âleminden olduğuna
işarettir.
"Halk"
âleminden olana gelince, "halk" (yaratmak), takdir edip ölçüp biçmek
demektir. Cisim veya cismanî, maddi olan her şeyin, muayyen bir miktarı vardır.
Binaenaleyh böyle olanlar, "halk" âleminden olurlar. Bir hacme ve
muayyen bir miktara sahip olmaktan uzak olan her şey ise, "ruhlar ve
"emir" âleminden olur. Böylece bu durum Allah Teâlâ'nın, "halk'
âleminden olan yıldızların ve feleklerin kütlelerini idare etmek için bir melek
tahsis ve tayin ettiğine delalet eder. Sahih hadisler de buna muvafıktırlar. Bu
da, "Allah'ın, doğup batarken güneşi ve ayı hareket ettiren melekleri vardır"
şeklinde, haberlerde varid olan husustur. Diğer yıldızlar hakkındaki hüküm de
böyledir. Hem Hak Teâlâ'nın, "O gün Rabbinin arş'ını (bucaklardakilerin)
üstlerinde bulunan sekiz (melek) yüklenir" (Hakka, 17) buyruğu da arş'ın
muhafazasını yerine getiren meleklerin, sekiz olduğuna işarettir.
Sonra iyice
düşündüğünde, "halk" âleminin, Allah'ın râm etmesinde, teshirinde;
"emir" âleminin Allah'ın tedbirinde ve ruhanî olan varlıkların maddî
olanlara üstünlüğünün de Allah'ın takdiri ile olduğunu anlamış olursun. İşte bu
sebeple Cenâb-ı Hak, "Haberin obun ki, yaratmak da emretmek de O'na
mahsus!" buyurmuştur.
[11]
Daha sonra,
"Alemlerin rabbi olan Allah'ın sam ne kadar yücedir!" buyurmuştur. Burada
geçen tebareke kelimesinin iki manası bulunmaktadır. Bunlardan birisi,
"beka ve sebat" manasıdır. İkincisi ise, kıymetli eserlerin ve
değerli neticelerin çokluğudur. Bu iki açtklama da, ancak Hak Sübhanehu ve
Teâlâ'ya uygun düşer. Binaenaleyh, sen şayet bu tabiri, sebat ve devam
manasına alırsan, sabit ve dâim olan, Altah olmuş olur. Zira O, zatı gereği
va-cib bir varlık, zatı gereği âlim ve zâtı gereği zâtı, sıfatları, fiilleri ve
hükümleri hususunda kendisinin dışında kalan varlıklardan müstağni olan bir
zâttır. O halde Cenâb-ı Allah, kendisi, her şey hususunda kendi dışında
kalanlardan müstağni olduğu halde, muhtaç olanların ihtiyaçlarının, nezdinde
giderilip karşılandığı; fakr u zaruret içinde olanların fakr u zaruretlerinin
kendisine varıp dayandığı bir zattır. Yine biz, bunu kıymetli eserlerin
çokluğu manasında ele alırsak, bu tefsire göre her şey Allah'tan olmuş olur.
Çünkü varlıklar, zâtları gereği ya vacibu'l-vücuddurlar; veya
mümkinü'l-vücuddurlar. Halbuki, zâtı gereği vacib olan, sadece O'dur. O'nun
dışında kalan ise, mümkinu'l-vücuddur. Her mümkin varlık, ancak zâtı gereği
vacib olanın yaratmasıyla var olurlar. O halde bütün iyilikler ve hayırlar
O'ndandır. Her türlü mükemmellikler O'nun varlığından ve ihsanından feyezan
eder. Binaenaleyh, her hayır O'ndan ve her ihsan O'nun feyzinden sudur etmiş ve
her rahmet de ajı-cak O'ndan gelmiştir. Gerek "halk" gerekse
"emir" sadece O'ndan sudur edince, hiç şüphesiz "Alemlerin Rabbi
olan Allah'ın şanı ne kadar yücedir" ifadesiyle yapılmış olan övgü, ancak
O'nun kibriyasına, lütfunun kemaline ve cömertlik ve rahmetinin sonsuzluğuna
uygun düşer.
[12]
Güneşin, ayın ve
yıldızların, Allah'ın emrine âmâde olmaları, birkaç manaya muhtemeldir: 1) Biz
bu değerli eserde, daha önce, cisimlerin birbirine benzediklerine işaret
etmiştik. Durum, her ne za-
man böyle olursa,
güneşin maddesine, bu hususî ve
muayyen nurun, ışığın;
açık ve göz alıcı ziyanın; bu denli mükemmel âmâde oluşun; tam etkili tesirin
ve gerek ulvî gerekse süflî âlemdeki şaşırtıcı etkisinin güneşe tahsis
edilmesi, mutlaka hakîm olan bir fail ve bilen bir mukaddir, {takdir edici'den)
dolayı olması gerekir. İşte bu cisme, bu sıfat ve halleri tahsis eden O'dur. Binaenaleyh,
her bir yıldız ve aydınlatıcı gök cisimlerinin, bu kuvve ve hususiyetleri kabul
etmede, emre âmâde kılınmış gibi olmaları, hakîm bir müdebbir'in, alîm ve
rahîm olan zâtın kudretinden dolayı olduğu açıktır.
2) Şöyle denilebilir: "Güneş, ay ve yıldız
kütlelerinden herbirtnin batıdan doğuya doğru, "felek-i a'zanVın (en büyük
feleğin) hareketine göre değişen, kendisine has bir yavaş, bir de hızlı bir
hareketi (gidişi) vardır. Binaenaleyh Hak Teâlâ, en büyük feleğin kütlesine,
diğer feleklerin kütleleri üzerinde tesirli olan ve sayesinde o feleklere
hükümran olabildiği, onları zorla (kahren) doğudan batıya hareket ettirebildiği
bir kuvvet vermiştir. Bundan dolayı feleklerin ve yıldızların kütleleri âdeta
bu kahredici-zorlayıcı güce (feleğe) musahhar (âmâde) olmuşlardır. İşte âyetin
lafzı, bu hususa işaret etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ, "Sonra (O), arş
üzerine istiva etti" diye arş/tan bahsedince, bunun üzerine iki hüküm bina
etmiştir:
Birincisi,
"Gündüze geceyi O bilrür" buyruğudur. Bu, gece ve gündüzün, ancak
arş'ın hareketi ile meydana geldiğine bir uyarmadır.
İkincisi:
"Güneşi, ayı, yıldızlan, hepsi de emrine ram olarak, (yaratan O)"
buyruğudur. Bu ifade de, feîek-i a'zam'ın (en büyük feleğin), diğer felekleri
ve yıldızları tabiatlarının (temayüüerinin-tabiî dönüş yönlerinin) tersine
olarak, doğudan batıya doğru döndüren arş'ın kendisi olduğu ve Cenâb-ı Allah'ın
arş'ın kütlesine, sayesinde bütün feleklerle yıldızlara kahr-u galebe
edebildiği ve onları tabiatlarının aksine hareket ettirebildiği,
döndürebildiği kahir bir kuvvet yerleştirdiği (verdiği) hususunda bir
uyarmadır. İşte bunlar aklî konular olup, Kur'ân'ın lafzı da bunları sezdirip
bildirmektedir. (Doğrusunu Allah bilir.)
3) Alemdeki cisimler üç kısımdır: Bir kısmı, ortaya
(merkeze) doğru hareket ederler, ki bunlar ağır olan cisimlerdir; bir kısmı
ortadan (merkezden) hareket edip (dışa doğru) gidenlerdir ki bunlar da hafif
cisimlerdir. Bir kısmı da merkez üzerinde
(ale'l-vasat)[13]
hareket edenler olup felek ve yıldız kütleleridir. Çünkü bunlar, ortanın
(merkezin) etrafında yuvarlaktırlar. Şu halde feleklerin ve yıldızların yeryüzünü,
merkezinin etrafında bir daire şeklinde (üzerinde olup, ne o merkeze doğru ne
de o merkezden daha uzağa doğru gidemeyişleri, ancak Allah Teâlâ'nın,
herbiri-ne belli bir özellik, belli bir sıfat, ve belli bir kuvvet vermek
suretiyle bu cisimleri düzenlemesi ve musahhar kılması ile olur. İşte bundan
dolayı Allah Teâlâ, "Güneşi, ayı, yıldızlan, hepsi de emrine ram olarak,
(yaratan O)" buyurmuştur.
4)
Sabit
yıldızlar (sevâbit) her otuzaltıbin senede bir devir yapacak şekilde hareket
ederler. İşte bu hareket, son derece yavaştır. Sonra burada bir başka incelik
daha var. O da şu: Sabit yıldızlardan "Mıntıka"ya daha yakın olan
herbir yıldızın hareketi daha süratli (hızlı), kutba daha yakın olanın hareketi
de daha yavaştır. Binaenaleyh oğlak burcu (yıldızı) gibi, kutba son derece
yakın olan yıldız, -ki halk onun kutup olduğunu söyler- son derece küçük bir
dairede (yörüngede) döner. O, gerçekten çok küçük olan bu daireyi ancak
otuzaltıbin senede tamamlar. Düşündüğün zaman, bu hareketin, dünyada benzeri
bulunamayacak derecede yavaş olduğunu anlarsın. Bu âlemin en yavaş hareketi bu
yıldıza verilmiştir. Felek-i a'zamın kütlesine de âlemdeki hareketlerin en
süratlisi verilmiştir. Bu iki derece (hız) arasında, yavaşlık ve hızlılıkta,
sonsuz dereceler bulunmaktadır. Yıldızlardan, yörüngelerden, gezegenlerden ve
mümessil (feleklerden) her birine, bu (değişik derecedeki) hareketlerden biri
has kılınmıştır. Aynı şekilde bu yıldızlardan her birinin belli bir dairesi
(yörüngesi) var ve bunların en hızlıları "Mıntıka"dır. Yıldızlardan
bu mıntıkaya daha yakın olan, daha uzak olana nisbetle daha hızlı hareket
etmektedir. Hem sonra Allah Teâlâ bütün bu hareketleri, bu âlemde
maslahatların (faydaların) meydana gelebilmesi için, değişik derecelerde ve
farklı farklı mertebelerde (şekillerde) tertib edip, düzenlemiştir. Nitekim O,
Bakara suresinin başlarında, "Sonra (o Allah), göğe yönelip onları yedi
gök halinde tesviye edip, düzenledi" yani " O gökleri, bu âlemin
ihtiyaçlarına göre düzenledi. O her şeyi hakkıyla bilendir" (Bakara, 29)
yani, "Allah, her türlü malumatı bilir" buyurmuştur. Binaenaleyh O,
bu. âlemin maslahat ve faydalarının meydana gelmesi için, bu göklerin nasıl
düzenlenmesi gerektiğini bilir. İşte bu da, Allah'ın felekleri ve yıldızları
emre âmâde kılmasında bulunan hayranlık verici başka bir çeşittir. Bu sebeple, bu, Cenâb-ı Hakk'ın"Güneşi,
ayı, yıldızları, hepsi de emrine râm olarak, (yaratan O'duı)" buyruğuna
dahildir.
[14]
Bazan cahillerden ve
ahmaklardan biri gelip "Muhakkak ki sen, Allah'ın kitabının tefsirinde,
astronomiye ve yıldızlarla ilgili ilimlere çok yer verdin. Bu alışılmışın
aksine birşeydir" diyebilir. Bu zavallıya şöyle cevap verilir: "Eğer
sen, Allah'ın kitabı üzerinde gerçekten iyice düşünmüş olsaydın, söylediğin bu
sözün yanlış olduğunu bilirdin. Bunu birkaç yönden ortaya koymak mümkündür:
a)Hiç şüphe yok ki Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerirn'i,
göklerin ve yerin halleri, gece ile gündüzün birbirini izlemesi, aydınlık ve
karanlığın hallerinin nitelikleri ve güneş, ay ile yıldızların halleri gibi
şeylerle, Cenâb-ı Hakk'ın ilmine, kudretine ve hikmetine istidlalde bulunma
emirleri ile doldurmuştur. Bu hususları pek çok surede zikretmiş, tekrar tekrar
buyurup, tekrar tekrar bunlardan bahsetmiştir. Binaenaleyh, eğer bunlardan
bahsetmek ve onların halleri üzerinde tefekkürde bulunmak caiz olmasaydı, Hak Teâlâ
kitabını böyle şeylerle doldurmazdı.
b)Allah,
"üstlerindeki göğe bakmadılar mı? Onu nasıl bina ettik, onu
(yıldızlarla) nasıl donattık? O göğün hiçbir gediği de yok" (Kâf, 6)
buyurmuştur. Böylece Hak Teâlâ, insanları, gökleri nasıl bina ettiği hususunda
düşünmeye teşvik etmiştir. Astronomi ilminin ise, Allah'ın bu gökleri nasıl
bina ettiği ve herbirini nasıl yarattığı hususunda tefekkürde bulunmadan başka
bir maksad ve gayesi yoktur.
c)Cenâb-ı Allah, "Göklerin ve yerin yaratılışı
insanların yaratılışından elbet daha büyüktür. Fakat insanların çoğu (bunu)
bilmezler" (Mü'min. 57) buyurmuş ve
böylece gök cisimlerinin yaratılışındaki hayranlık verici hususlar ile insanı
hayretle bırakan harikulade hallerin, insanların bedenlerindeki hallerden daha
çok, daha büyük ve daha mükemmel olduğunu beyan etmiştir. Allah Teâlâ daha
sonra, "Kendi nefislerinizde dahi (nice âyetler var. Bunları) görmüyor
musunuz?" (Zâriyat 21) âyeti ile insanları, kendi bedenleri üzerinde
tefekkürde bulunmaya teşvik etmiştir. Bu sebeple, durumu bakımından daha yüce,
delil olarak kendisinden daha üstün olan şeye gelince, onun halleri hakkında
düşünmenin ve Hak Teâlâ'nın onda yaratmış olduğu güzellikler ile hayranlık
verici şeyleri bilmenin vacib (gerekli) olması öncelikle anlaşılır.
d)
Cenâb-ı Allah,
göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkürde bulunanları medhetmiş ve
"(Onlar) göklerin, yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler (ve
şöyle derler): "Ey Rabbİmiz, sen bunları boşuna yaratmadın" (AH
imran, 191) buyurmuştur. Eğer bu, yani tefekkürde bulunmak yasak olmuş olsaydı,
O böyle buyurmazdı.
e)
Eğer bir
kimse, bu hususta, hiçbir kitap kendisine denk olmayacak şekilde, aklî ve naklî
ilimlerin inceliklerini ihtiva eden kıymetli bir eser yazsa, onun kıymetini ve
üstünlüğünü kabul eden insanlar iki grupta ele alınır. Bunlardan bir kısmı
tafsilatlı ve ayrıntılı bir şekilde incelik ve nüktelerine vakıf olmaksızın, bu
kitabın mücmel olarak (yani genel olarak) böyle kıymetli olduğuna inanırlar.
Bir kısmı da, bu kitaptaki bütün inceliklere tafsilatlı ve ayrıntılı bir
şekilde vakıf olarak, (böyle inanırlar).
Birinci kısımdakilerin
inancı, her ne kadar, kuvvetçe çok üstün bir dereceye ulaşmış ise de, ikinci
kısımdakilerin itikadı (inancı) daha mükemmel, daha güçlü ve daha tamdır. Yine
bu kitabın inceliklerine ve nüktelerine daha çok vakıf olan kimse, onun
musannifinin (yazarının) büyüklüğüne ve celaline daha mükemmel bir şekilde
inanır. Bu sabit olunca, biz deriz ki: "İnsanlar içinde, bu âlemin
tamamının muhdes (mahlûk) olduğuna ve her muhdes varlığı, bir meydana getirenin
bulunduğuna inanan, böylece kendisi için yaratıcı olan Hak Teâlâ'nın varlığını
kabul eden ve istidlalde bulunan insanlar vardır. Yine insanlar içerisinde, bu
istidlal bulunma derecesine, tafsilatlı (ayrıntılı) bir şekilde, ulvî ve süflî
âlemin hallerini araştırmayı da ekleyen, böylece kendisine bu alemlerin herbir
çeşidinde, yüce hikmetler ve hayranlık verici sırlar tecelli eden, bu şekilde
bütün bunlar, o kimsenin aklında peşpeşe meydana gelen deliller ve burhanlar
yerine geçen; her an ve her lahza durumdan bir burhandan, başka bir burhana ve
bir delilden başka bir delile geçen insanlar bulunmaktadır. İşte delillerin
çok oluşunun ve ard arda gelmesinin, yakînî imanın kuvvetlenip şüphelerinin
izale edilmesinde pek büyük bir tesiri bulunmaktadır. Durum böyte olunca,
ortaya şu netice çıkar: Allah Teâlâ bu kitabı, ancak bu fayda ve sırları
(bildirmek) için indirmiştir. Garîb nahiv (gramer) izahları ve her türlü
faydadan uzak iştikaklar (kelime türetme izahları) ile yanlış hikâyeleri
çoğaltmak için değil... Allah Teâlâ'dan, yardımını ve muhafazasını isteriz.
[15]
Allah Teâlâ'nın
"hepsi de emrine musahhar olarak" ifadesinde zikredilen hususu, daha
önce zikri geçen
şeyler ile (yani
"güneş, ay ve yıldızlar" manasında) tefsir etmiştik. Müfessirlerin
bu hususta birkaç izahı vardır:
a)
Bundan maksad, Allah Teâlâ'nın iradesinin (onlara) nüfuz
ve tesiridir. Çünkü bu âyetin maksadı, Allah'ın azametini ve kudretini beyan
etmektir, yoksa bu emirden murad Allah'ın kelamı (yani sözlü emri) değildir.
Bunun bir benzeri de, "Sonra (Allah) o göğe ve yeryüzüne, "ikiniz de
ister istemez gelin" buyurdu. Onlarda, "isteye isteye geldik"
dediler" (Fussilet, 11) ve "Birşeyin (olmasını) dilediğimiz zaman
emrimiz ona ancak "ol" dememizden ibarettir. O da derhal oluverir"
(Nahi, 40) âyetleridir.
b) Bazı müfessirler ise, bu emrin söz, (yani sözlü emir)
manasına olarak ikinci bir manaya hamletmişler ve "Allah Teâlâ bu gök
cisimlerine (güneşe, aya ve yıldızlara) sürekli bir seyri (gidişi) ve devamlı
bir hareketi emretmiştir" demişlerdir.
[16]
Güneş ve
ay da yıldızlardandır. Bundan
ötürü Cenâb-ı Allah önce bunları
zikretmiş, daha sonra da "yıldızlar" kelimesini bu ikisi üzerine
atfetmiştir. Bunların tek tek (ayrıca) zikredilmiş olmalarının sebebi şudur:
Hak Teâlâ bu ikisini, âlemin umrânı (ma'mûr olması) için birer sebep
kılmıştır. Bu meseleyi uzunca anlatmak, burada uygun düşmez. Binaenaleyh (özet
olarak) güneş gündüzlerin, ay da gecelerin sultanıdır. Güneşin tesiri
buharlaştırmak şeklinde, ayın tesiri ise nemlendirme şeklindedir. Üç mevâlid
(unsurlardan doğan şey), yani madenler, bitkiler ve hayvanlar, ancak ısının
nem üzerindeki tesiri ile tam ve mükemmel şekilde meydana gelirler. Daha sonra
Cenâb-ı Hak, herbir yıldıza ancak kendisinin hakkıyla bilebileceği, hayranlık
verici bir hususiyet ve insanı şaşırtan bir düzen vermiş, böylece bu durumu ay
ile güneşe o tesirleri yapmada bir yardımcı kılmıştır. Astronomi ilmi ile
ilgili uzun araştırma ve incelemeler, güneşin bir sultan, ayın bir vezir,
yıldızların da adetâ bunların hizmetçileri gibi olduğuna delalet etmektedir.
İşte bundan dolayı Allah önce güneşi, sonra ayı zikretmiş, bunların peşine de
diğer yıldızları zikretmiştir.
Cenâb-ı Allah'ın
"Haberiniz olsun ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur" buyruğu
ile ilgili birkaç mesele vardır:
[17]
Bizim (ehl-i sünnet)
alimleri, bu âyeti, Allah'tan başka bir mucidin (var edicinin) ve müessirin bulunmadığına
delil getirmişlerdir.
Bunun delili şöyledir: Birşeyi var eden ve birşeyin meydana gelmesinde müessir olan herşey, bu
fiili o belli vakitte yapmaya da muktedirdir. Öyleyse O hâlık (yaratıcıdır).
Daha sonra âyet-i kerime, Allah'tan başka bir yaratıcım bulunmadığına delalet
etmiştir. Çünkü Allah, "Haberiniz olsun ki yaratmak da emretmek de O'na
mahsustur" buyurmuştur. Bu
"Allah'tan başka hiçbir yaratıcı yoktur" manasında bir hasr ifade eder.
Bu ise, bir felekten veya bir melekten; bir cinden veya bir insandan sâdır olan
herşeyin, gerçekte yaratıcısının, başkası değil, ancak Allah olduğunu gösterir.
Bu asıl sabit olunca, buna birkaç mesele dayanır:
a) Allah'tan başka ilâh yoktur. Çünkü, eğer iki ilâh
mevcut olsaydı, o zaman o ikinci ilâh, hâltk ve müdebbir olmuş olurdu ki, bu
da, yaratma işinin bu "Bir"e mahsus olduğunu gösteren bu âyetin
manasına ters düşer.
b) Yıldızların, bu âlemin hallerine bir tesiri
bulunmamaktadır. Aksi halde, Allah'tan başka bir yaratıcı bulunmuş olur ki, bu
da, bu âyetin manasına zıddır.
c) Felsefecilerin ve tılsımcıların dediği gibi, (bir
şeyin meydana gelmesinde) tabiatların, akılların ve ruhların etkilerinin
olduğunu söylemek bâtıldır. Aksi halde, Allah'tan başka bir yaratıcı bulunmuş
olur.
d) Kulların amellerini yaratan, Allah'tır. Aksi halde,
Allah'tan başka bir yaratıcı olmuş olur.
e) İlmin, bilmeyi, alimliği; kudretin de, kadir olmayı
icab ettirdiğini söyljmek de bâtıldır. Aksi halde, Allah'tan başka bir müessir;
Allah'tan başka bir mukaddir, takdir eden ve, Allah'tan başka bir yaratan
bulunmuş olur ki, bu da bâtıldır.
[18]
Alimlerimiz, bu âyete
dayanarak, Kelamullah'ın kadîm olduğunu söylemişlerdir. Onlar şöyle
demişlerdir: Aİ- iah Teâlâ, "halk" ile "emr"i birbirinden
ayırmıştır. Şayet "emr" mahlûk olsaydı, o zaman bu ayırma işi doğru
olmazdı.
Cübbaî buna şu şekilde
itiraz etmiştir. "Cenâb-ı Hakk'ın, "halk"tn peşinden "emr'i
de tek başına müstakil olarak getirmesinden, "emr"in,
"halk"ın muhtevasına dahil olmaması gerekmez. Zira Cenâb-ı Allah, "İşte bunlar,
Kitab'ın ve Kuran-ı Mübin'in âyetleridir" (Hicr. 1) buyurmuştur. Halbuki,
kitabın âyetleri, Kur'ân'a dahildir. Yine O, ihsanda bulunmak
"adl"in, adaletin içine dahil olduğu halde, 'Şüphesiz ki Allah
adaleti, ihsanı... emreder" (Nam, 90); Cebrail ileMlkaîl,
melekler zümresine dahil olduğu halde, "Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine,
Cebrail'e, Mikaii'e düşman olursa..." (Bakara. 98) buyurmuştur.
Kâbî de şöyle
demektedir; "Bu delil, "mâ'tufun, "matufun aleyh"den başka
olması" prensibine dayanır. Eğer bu söz doğruysa, sizin mezhebiniz bâtıl
olur. Zira Allah Teâlâ, "O halde Allah'a ve O'nun ummî
nebî olan resulüne ki kendisi de o Allah'a ve O'nun sözlerine iman etmektedir-
iman edin... "(A’râf, 158) buyurmuş, böylece bu âyette geçen kelimât O'nun
sözleri" lafzını, lafzatullah'a atfetmiştir. Binaenaleyh, kelimât
lafzının, lafzatullah'tan başka olması gerekir. Halbuki, Allah'tan başka olan
her şey muhdes-tir, mahlûktur. Binaenaleyh, Allah'ın kelimelerinin mahlûk ve
muhdes olması gerekir."
Kâdî de şöyle der:
"Müfessirier, bu âyette geçen "emr" ifadesiyle, vahyolu-nan
kelam'ın, Kur'an'ın kastedilmediği; bununla aslında, Allah'ın iradesinin
geçerliliğinin kastedildiği, zira âyetle kastedilenin, O'nun kudretini tazîm
etmek olduğu hususunda mutabıktırlar." Başkaları da şöyle demişlerdir:
"Şöyle denebilir: "Emr" İfadesi, her ne kadar "halk"
kelimesinin muhtevasına dahil ise de, ancak ne var ki bu "emr", O'nun
hususî bir emri olduğu için, bir başka nev" kemal ve celaline delâlet eder.
O halde, buyruğunun manası, "Birinci derecede yaratmak ve icad etmek O'na
aittir. Bu icad ve yaratmadan sonra, ikinci derecede de emr ve teklif {yükümlü
kılma) O'na aittir. Baksana, şâyeî Cenâb-ı Hak, mükâfaat ve ceza da yaratmaya
dahil olduğu halde, "yaratma, teklif, mükâfaat ve ceza bana aittir"
demiş olsaydı, bu, anlamlı ve güzel olurdu... İşte burada da, böyledir."
Bir başkası da. HakTeâlâ'nın ifadesinin manasının, "O, isterse yaratır, isterse
yaratmaz" şeklinde olduğunu, dolayısıyla O'nun ve'l-emr ifadesinin
manasının da, "O, isterse emreder, isterse emretmez" şeklinde olması
gerektiğini söylemiştir. "Emr"in meydana gelmesi, O'nun meşîetine
bağlı olunca, tıpkı yaratmanın meydana gelmesi O'nun meşîetine bağlı olup ve o
şey de mahlûk olduğu gibi, "emr"in de mahlûk olması gerekir. Ama,
şayet Allah'ın "emr"i kadîm olsaydı, bu "emr", O'nun
meşîeti doğrultusunda olmaz, o zaman O'nun zatının muktezasından olurdu. Bu durumda
da, "O, isterse emreder, isterse emretmez" şeklindeki söz doğru
olmaz, ki bu da âyetin zahirine ters düşer.
Cevap: Eğer
"emr", "halk"ın hükmüne dahil olmuş olsaydı, o zaman
"emr" sözünün ayrıca müstakil olarak zikredilmesi, sırf (faydasız)
bir tekrar olmuş olurdu. Halbuki aslolan, faydasız bir tekrarın bulunmamasıdır.
Bu konuda söylenebilecek nihaî söz şudur: Biz, zaruretten dolayı bir yerde,
bir misalde bunu kabul edebiliriz, Ancak ne var ki aslolan, tekrarın
olmamasıdır. Altah en iyisini bilendir.
[19]
Bu âyet, Allah Teâlâ'dan
başka, hiç kimsenin, bir başka kimseyi hiçbir şekilde ilzam edem iveceğine,
mecbur tutamıyacağına delâlet eder.
Bu sabit olunca, biz
diyoruz ki: Tâatte bulunmak,mükâfaatı; masiyet, günah fiili de cezayı icab
ettirmez, vacib kılmaz. Bir başkasına eza ve cefada bulunmak, ona efem vermek
de, bir bedeli gerektirmez. Ntice olarak diyebilirz ki: Allah'a, kullarından
hiç biri için, kesinlikle hiç bir şey vacib değildir. Çünkü taatte bulunmak,
şayet mükâfaatı icab ettirseydi, o zaman kulun Allah'tan, yerine getirilmesi
gereken bir talepte bulunması, O'nu mükâfaat vermeye zorlaması gerekirdi. Bu
ise, Cenâb-ı Hakk'ın Yi "Haberiniz otsun ki, yaratmak de emretmek de O'na
mahsustur" buyruğuna aykırıdır.
[20]
Bu âyet, kabîh olanın,
kendisinde bulunan bir sebepten dolayı "kabîh"; iyi (hasen) olanın
da, kendisinde bulunan bir sebepten dolayı "hasen"
sayılmasının caiz olmayacağına delâlet eder. Zira, "Haberiniz olsun
ki, yaratmak
da emretmek de O'na mahsustur" buyruğu, Allah Teâlâ'nın. istediğini
istediği şekilde emredebileceğini ifade eder. Demek ki, "kabin" olan,
kendisinde bulunan bir sebepten dolayı kabîh olsaydı, o zaman Aİ-tah Teâlâ'nın
ancak, bu hususiyetleri haiz olan şeyleri emretmesi ve yine çirkinlik hususiyetleri
ihtiva eden şeyleri de yasaklaması söz konusu olurdu. Bu durumda da Allah,
istediği tarzda emretme ve yasaklamada bulunmazdı. Halbuki, bu âyet, bu yetkisinin
olmasını gerektirir.
[21]
Bu âyet, Allahu
Teâlâ'nın, bu âlemin dışında birtakım âlemleri, istediği ve dilediği biçimde yaratmaya kadir olduğuna da
delalet eder. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki,
Rabbiniz, gökleri ve yeri, güneşi, ayı oe yıldızlan yaratandır"
buyurmuştur. "Yaratmak" sözü mutlak olarak zikredildiğinde, bununla
ya takdir edilen bir cisim, veyahut da takdir edilen bir cisimde Allah'ın
takdirinin bir zuhuru murad edilir. Cenâb-ı Hak bir başka âyette, her semaya,
orayla ilgili emrini vahyettiğini beyan etmiş; bu âyette de, güneş, ay ve
yıldızlardan her birini, "emr"ine musahhar ve tahsis ettiğini beyan
buyurmuştur. İşte o, meydana gelen şeyin Allah'ın kudretinin tesiriyle olduğuna
delalet eder. Böylece de "emr" ile "halk", bir-brinden ayrılmış
olur. Sonra O, bu izah ve beyandan sonra, "Haberiniz olsun ki, yaratmak da
emretmek de O'na mahsustur" buyurmuştur ki bu, "Mutlak manada yaratma
ve emretme kudreti O'na aittir" demektir. Binaenaleyh O'nun, bu şeyleri,
istediği ve dilediği biçimde icad edip var etmeye, yaratmaya kadir olması
gerekir. Bu sebeple şayet O, kendisinde arş, kürsî, güneş, ay ve yıldızlar gibi
şeylerin de bulunduğu binlerce âlemi bir anda veya bir andan daha az bir
zamanda yaratmak isterse, Şüphesiz O buna muktedir olur. Çünkü bu mahiyetler,
mümkin varlıklardır. Cenâb-ı Hak ise, her türlü mümkinata kadirdir. İşte bundan
dolayı el-Maarrî, kendisine ait olan uzunca bir kasidesinde şöyle demiştir:
"Ey insanlar,
Allah'ın nice felekleri vardır ki, yıldızlar, güneş ve ay, önde. akıp
gitmektedirler" Sonra bu kasidenin arasında, 'Burada, geçmişimizoe geleceğimiz
Allah'ın kefaleti altındadır. Bu sebeple bizim, O'ndan başkasının yanında
hiçbir nasibimiz yoktur" demiştir.
[22]
Bazı kimseler,
"halk", Allah'ın sıfatlarından bir sıfattır. Bu
"halk" sıfatı, "mahlûk" olandan başkadır" demiş ve buna
da hem nakli, hem de naklî istidlallerde de bulunmuşlardır.
Naklî delile gelince
işbu: "Haberiniz olsun ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur"
âyetidir. Onlar şöyle demişlerdir: Ehl-i sünnet nezdinde "emr",
"Allah'ın yarattığı şey" manasında değil, aksine "O'nun bir
sıfatı olması" manasında, Allah'a aittir. Binaenaleyh "halk"ın
da, O'nun mahlûku, yarattığ1 şey manasında değil, O'nun sıfatı manasında olmak
üzere, Attah'a ait olması gerekir. Bu da, "halk"ın Allah'ın zatıyla
kâim olan bir sıfat olduğuna delalet eder.
Aklî delil olarak da
şunu söyleyebiliriz: "Mevcut değilken, bu şey niçin meydana gelmiş ve var
olmuştur?" Biz bunun cevabı olarak, "Allah Teâlâ, onu yaratıp icad
ettiği için.." dediğimizde bu ta'lil (gösterilen bir sebep) doğru bir
hüküm olur. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, o şeyi yaratıcı olması, yaratılan o
şeyin bizzat meydana gelmesi olsaydı, o zaman o kimsenin, "Allah onu
yaratıp var ettiği için o şey meydana gelmiştir" şeklindeki sözü, bizim,
"Başka bir şeyden dolayı değil, o ancak, kendiliğinden ve kendi zatından
dolayı meydana gelmiştir şeklindeki sözümüzün yerini tutardı. Halbuki bu,
bâtıl ve imkânsızdır. Çünkü, bu mananın doğru olmast, onun Allah tarafından
yaratılmasına aykırıdır. Dolayısiyle Cenâb-ı Hakk'ın mahlûkun halikı olmasının,
o mahlûktan başka bir şey olduğu sabit olmuş olur. Bu da, "ha!k"tn "mahlûk"tan
başka olduğuna delalet eder. Cevap:
Eğer "halk", "mahiûk"tan başka olsaydı,
"halk", yaratma da kadîm olsaydı, o zaman onun kadîm olmasından,
yaratılmış olan şeylerin de kadîm olması gerekirdi. Eğer bu yaratma hadis
olsaydı, bu da başka bir yaratmaya muhtaç olurdu. Böylece teselsül gerekirdi.
Teselsül ise, bâtıldır.
[23]
Ayetin zahiri,
"halk"ın sadece Allah'a mahsus olmasını iktiza ettiği gibi,
"emr"in de, aynen Allah'a mahsus
olmasınt iktiza
etmektedir. Bu husus Cenâb-ı Hakk'ın,
"Hüküm yetkisi
sadece Allah'ındır" (En'âm, 57}; "Artı/c hüküm, O çok yüce, O çok
büyük olan Allah'ındır" (Mü'min, 12) ve "Önünde de, sonunda da emir
Allah'ındır" (Rûm, 4) âyetleriyle de kuvvet kazanır.
Ancak ne var ki bu
husus, âyet ve hadisle de bir müşkillik arzeder. Ayete gelince, bu Cenâb-ı
Hakk'ın, "Artık O'nun emrinden uzaklaşıp gidenler, kendilerini bir fitne
ve bela çarpmasından, yahut (ahirette) onlara pek acıklı bir azab gelip
çatmasından çekinsinler" (Nur, 63) âyetidir.
Hadise gelince; bu da
Hz. Peygamber (s.a.s)'ın, Size birşey emrettiğimde, onu gücünüzün yettiğince
yapın!..[24]"şeklindeki
hadisidir.
Cevap: Hz. Peygamber
(s.a.s)'in emri, Allah'ın emrinin verilmiş olduğuna delalet eder. Böylece,
gerçekte mûcib olan, gerektiren, başkasının emri değil, sadece Allah'ın emri
olmuş olur. Mutlak bilen, yalnız Allah'tır.
[25]
Hak Teâlâ'nın
"haberiniz otsun ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur" âyeti,
Allah'ın kullan
üzerinde bir emri, bir
yasağı ve bir teklifi olduğuna delalet etrrektedir. Teklifi {mükellefiyeti)
kabul etmeyenler, bu görüşe muhalefet eder ve bu hususta şu delilleri ileri
sürerler:
1)
Emredilen şey,
eğer meydana gelmesi malûm bir şey olursa, bunun meydana gelmesi vacib olur.
Binaenaleyh bunu emretmek, "hâsılı tahsil" (mevcud olanı tekrar
yapma) demek olur ki, bu mümkün değildir. Eğer o şeyin, meydana gelmeyeceği
malûm ise, onun meydana gelmesi imkânsız olur. Şu halde o şeyi emretmek,
meydana gelmesi imkânsız olan şeyi emretmek olur ki, bu da imkânsızdır.
2) Allah Teâlâ, eğer o şeyi yapmaya dair bir
"dâî" (o şeyi yapmaya götüren sebep, illeti yaratırsa o şey mutlaka
meydana gelir. Öyleyse, "emretmenin" herhangi bir manası yoktur.
Eğer. o hususta bir "dâî" yaratmazsa, o şeyin meydana gelmesi
imkânsız olur.
Dolayısiyle onu emretmede de herhangi bir fayda yoktur. >
3)
Kâfir ve
fâsıka emretmek, sırf zararı ifade eder. Zira Cenâb-ı Hak, onun iman edip
itaatta bulunmayacağını bilince, ondan iman ve tâatın sâdır olmast, ancak
Allah'ın ilminin cehle dönüşmesi halinde mümkün olur. Halbuki kul, Allah'ı
cahil kılmaya muktedir değildir. Lazım mümkün olmayınca, "melzum"
{netice, sonuç) da mümkün olmaz. Binaenaleyh, "Kâfir ve fâsık, iman ve
taata asla muktedir değildir" denilmesi gerekir. Durum böyle olunca, kâfir
ve fâsıka emretmekten, sadece onların ikaba, cezaya müstehak olmaları neticesi
elde edilir. Böylece bu emir ve teklif, asla bir fayda bulunmayan, sırf zarara
uğratma olur ki bu, hakîm olan rahîm Allah'a uygun düşmez.
4)
Emir ve teklif,
şayet bir fayda ve mana için yapılmazsa, abes ve anlamsız olur. Eğer, mabuda
(ilâha) yönelik bir faydadan dûlayı yapılırsa, bu durumda mâbud. muhtaç bir
varlık olup, ilâh olmaz. Yok eğer kula yönelik bir faydadan dolayı yapılırsa,
bütün faydalar, faydaları elde etme,
zararları da def etmeye münhasırdır.
Halbuki Cenâb-ı Hak, mükellef tutmaksızın da bunları tastamam ve en mükemmel
bir şekilde yapmaya kadirdir. O halde, mükellef tutmayı araya sokmak, faydasız,
sırf zarar olmuş olur ki, bu caiz değildir.
Bil ki Allah Teâlâ bu
âyette, kendisinin, kullarına istediği biçimde emredip onları mükellef
tutmasının gayet yerinde ve güzel bir şey olduğunu beyan etmiş; bu hususa,
"haberiniz olsun ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur" buyurarak
hüccet getirmiştir. Bu, şu demektir: Yaratma işi Allah tarafından olunca,
O'nun, bütün kulların yaratıcısı olduğu sabit olur. O, onların yaratıcısı
olunca, onların mâliki, sahibi olmuş olur. O, onların mâliki olunca da, O'nun,
onlara emredip nehiy-lerde bulunması, O'nun tarafından yapılmış güzel ve
yerinde bir şey olmuş olur. Zira bu, mâlikin kendi mülkündeki tasarrufudur. Bu
ise, güzel ve hoş görülen bir husustur. Binaenaleyh Hak Teâlâ'nın,
"Haberiniz olsun ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur" buyruğu,
Allah Teâlâ'nın, kullarına istediği ve dilediği biçimde emretmesinin güzel ve
yerinde olduğuna dair kesin bir delil yerine geçer.
[26]
Bu âyet, Altah
Teâlâ'nın, sırf kullarını yaratmış olması sebebiyle, onlara istediği biçimde
emretmiş olmasının
güzel ve
yerinde olduğuna delalet
eder, Yoksa Mu'tezile'nin
iddia ettiği üzere emredilen işin faydalı olması veya ivaz ve mükâfaat olarak
verilmesi sebep sayılamaz. Zira Allah ilk önce, yaratmanın kendisine ait
olduğunu belirtmiş, bundan sonra da "emr" tabirini zikretmiştir. Bu
da, "emr"in güzel olmasının, O'nun o insanların yaratıcısı ve var
edicisi olmasına bağlandığını gösterir. Emrin ve mükellefiyetin güzel
olmasındaki illet, bu kadarlık şey (yani kulları yaratma işi) olunca, emrin ve
mükellef tutmanın makul ve yerinde olduğunu söyleme konusunda "husün-kubh
ve "mükâfaat - ceza"nın nazar-ı dikkate altnması sakıt olur, düşer.
[27]
Bu âyet, Cenâb-ı
Hakk'ın "mütekellim - konuşan", "emreden - nehyeden",
"haber veren ve sual eden" olduğuna delalet eder. Bu meselenin, diğer meselelerden
önce zikredilmesi gerekirdi. Ancak ne var ki, ben bunu şu anda hatırladım.
Bunun böyle olmasının delili, Hak Teâlâ'nın, "Haberiniz olsun ki yaratmak
da emretmek de O'na mahsustur" buyruğudur. Böylece bu ifade, emr'in O'na
ait olduğuna delalet eder. Bunun böyle olduğu sabit olunca, aralarında herhangi
bir farkın bulunduğunu söyleyen bir kimsenin bulunmaması zaruretiyle,
nehyetmenin, haber vermenin, sormanın da O'na ait olması gerekir.
[28]
Allah Teâlâ,
kendisinin göklerin, yerin, güneşin, ayın ve yıldızların yaratıcısı olduğunu beyan
etmiş, daha sonrada. "Haberiniz olsun ki, yaratmak da emretmek de O'na
mahsustur" buyurmuştur; yani
"O'ndan başka yaratıcı yoktur" demektir.
Bir kimse şöyle
diyebilir: "Allah Teâlâ'nın bütün bu şeylerin yaratıcısı olmasından,
"Mutlak manada yaratıcı sadece O'dur" denilmesi gerekmez. O halde
Cenâb-ı Hak, mutlak manada sadece kendisinin yaratıcı olmasını, niye O'nun o
şeylerin yaratıcısı olduğunun isbatına bağlamıştır?"
Bu hususta diyeceğimiz
şudur: Gerçek şudur: Her ne zaman, Allah Teâlâ'mn bazı şeylerin yaratıcısı
olduğu sabit olursa, O'nun, bütün mümkinatın yaratıcısı olması iktiza eder.
Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Mahlukatın bir yaratıcıya muhtaç olması,
onların mümkin varlıklar olmasından dolayıdır. Halbuki mümkin olmak, bütün
mümkin olanlar hakkında aynıdır. Bu mümkin oluş, ya mu-ayyen veya muayyen
olmayan bir müessire muhtaç olmanın bir illeti olur. İkincisi bâtıldır; çünkü
hariçte mevcut olan her şey, haddizatında var olmuş, meydana gelmiş demektir.
Bundan, haddizatında mevcut olmamış olan şeyin hariçte de mevcut olmaması
neticesi çıkar. Hariçte var olmayanın, başkasının hariçte var olmasının sebebi
olması imkânsızdır. Böylece, mümkin ofuşun, bir var edici ve bir yardımcıya
muhtaç olmasının sebebi olduğu sabit olmuş olur. Şu halde bütün mümkin
varlıkların, o yardımcıya muhtaç olmaları gerekir. Binaenaleyh, bir tek şeyin
var olmasında müessir olanın, bütün mümkinatın var olmasında müessir olan
olduğu sabit olmuş olur.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Alemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı ne kadar yücedir!" beyanına gelince;
bil ki Hak Teâlâ, kendisinin göklerin, yerin, arşın, gece ve gündüzün, güneşin,
ayın ve yıldızların yaratıcısı olduğunu beyan edip, bütün bunların kendi
kudret, hakimiyet ve meşîetine musahhar olduklarını açıklayarak; hüküm, emir,
nehiy vs teklifin de kendisine ait olduğunu bildirince, kendisinin övgüye,
takdis ve tenzih edilmeye müstehak olduğunu da: "Alemlerin Rabbi olan
Allah'ın şanı ne kadar yücedir!" buyurarak ilan etmiştir. Tebarek kelimesinin
tefsiri, daha önce geçtiğinden, biz bunu tekrariamıyacağız.
Bil ki Allah Teâlâ bu
âyete, kendisinin göklerin, yerlerin ve bahsedilen diğer şeylerin Rabbi
olduğunu beyan ederek başlamış, sonra da aynı âyeti, "Alemlerin Rabbi olan
Allah'ın şanı ne kadar yücedir!" buyruğuyla bitirmiştir.
Âlem, Allah'ın dışında
kalan her mevcuttur. Dolayısiyle Cenâb-ı Hak, kendisini, kendisinin dışında
kalan her şeyin Rabbi ilâhı, var edeni ve meydana getireni olduğunu beyan
etmiştir. Bununla beraber O, Rabdır, Mürebbîdir. (Eğitip, bakıp büyüten),
muhsindir ve lütuf sahibidir, işte, bu âyetin izahı hususunda söyleyeceğimiz en
son söz budur.
[29]
"Rabbinize
yaluararak, gizlice dua edin. Şu bir hakikattir ki: Allah haddi aşanlan sevmez.
Yerde -O, İyi hale getirildikten sonra da- fesatçılık etmeyin. O'na, korkarak
ve umarak, dua edin. Şüphe yok ki iyi hareket edenlere, Allah'ın rahmeti çok
yakındır" (A'râf, 55-56).
Bil ki Allah Teâlâ,
kudret, hikmet ve rahmetinin mükemmelliğinin delillerini zikredince (ki işte
bu esnada, nefsanî bilgileri ve hakiki ilimleri elde etmeye yönelik teklif
tamamlanmış olur), bunun peşinden, bu bilgilere uygun düşen amellerden bahsetmiştir.
Bu da, dua ve niyazla meşgul olmaktır. Zira dua, ibadetlerin özü ve iliğidir.
İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Rabbinize, yalvara-rak gizlice dua
edin" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:
[30]
Cenâb-ı Hakk'm,
"Rabbinize... dua edin"
buyruğu hakkında iki görüş bulunmaktadır: 1) Bazı alimler, "dua
edin" emrinin "ibadet
ediniz" manasında olduğunu söylemişlerdir.
2) Diğer bazı alimler de bunun, "dua ediniz"
manasında olduğunu söylemişlerdir. Birinci görüşü benimseyenler "dua"
kelimesinden, "Allah'tan hayır talep etme" manasını anlamışlardır ki,
bu, kulluğun bir sıfatıdır (özelliğidir). Çünkü kul, bunu Allah'a yaklaşmak ve
O'nun mükâfaattnı elde etmek maksadıyla yapar. Zira Cenâb-ı Hak, "O'na
korkarak ve umarak dua edin" sözünü, buna atfetmiştir' Matufun, üzerine
atfedildiğini şeyden (ma'tufun aleyhden) farklı bir şey olması gerekir.
İkinci görüş ise, daha
açıktır ve doğruya daha yakındır. Çünkü dua, mana bakımından ibadetten başka
bir şeydir.
[31]
Bunu iyice anladığın
zaman biz diyoruz ki: Alimlerin dua konusunda farklı izahları vardır:
Onlardan bir kısmı
"dua"yı inkâr etmiş (gereksiz görmüş) ve görüşlerinin doğruluğu
hususunda da birçok şeyi delil getirmişlerdir:
1) Eğer dua ile istenilen şeyin meydana geleceği (Allah
katında) malum ise, Allah'ın ilminde bir değişmenin meydana gelmesi imkânsız
olduğu için, o şeyin meydana gelmesi vacibtir (yani o her halükârda meydana
gelir). Meydana gelmesi vacib (kesin) olan şeyi istemekte ise, herhangi bir
fayda ve mana yoktur. Eğer o şeyin meydana gelmeyeceği Allah katında malum ise,
onun meydana gelmesi imkânsızdır. Binaenaleyh yine bunu Allah'tan talep etmekte
de bir fayda yoktur.
2) Allah Teâlâ eğer ezelde, istenilen (dua ile talep
edilen) o şeyi meydana getirmeyi murad etmiş ise, o dua olsa da olmasa da
mutlaka o şey meydana geiir; yok eğer ezelde o şeyi vermemeyi murad etmiş ise,
onun meydana gelmesi imkânsızdır. Binaenaleyh onu istemekte hiçbir fayda
yoktur. Eğer biz, "Allah Teâlâ, ezelde ne o şeyi meydana getirmeyi ne onun
var olmasını, ne de yokluğunu istememiştir. Daha sonra bu dua esnasında O, bu
şeyferi meydana getirmeyi istemiştir" dersek, o zaman Allah'ın zatında ve
sıfatlarında bir değişmenin söz konusu olması gerekir ki bu imkânsızdır. Çünkü
bu durumda kulun duaya yönelmesi, Allah'ın zatında bir başka sıfatın ortaya
çıkmasının illeti ve sebebi olmuş olur. Böylece de kul, tebdil etme ve
değiştirme yoluyla Allah'ın sıfatları üzerinde tasarrufta bulunmuş olur ki, bu
imkânsızdır.
3) Dua ile istenen şeyi eğer Allah'ın hikmeti ve
maslahat gerektiriyor ise, onu Allah zaten verir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak o
şeyi, bu dua olmadan da kutuna bahşeder. Zira Allah, cimri olmaktan
münezzehtir. Eğer Allah'ın hikmeti (aksini) gerektiriyorsa, onu vermez.
Binaenaleyh o, kul ister duaya yönelsin İster yönelmesin, bu şeyi ona vermez.
4)
Dua, "emretmekken başka bir şeydir. Bu ikisi
arasında, dua edenin rütbesinin daha aşağı, emredenin rütbesinin ise daha
yüksek olması dışında bir farklılık yoktur. Bu sebeple kulun, Allah Teâlâ'ya
bir şeyi emretmeye yeltenmesi sû-i edebtir. Bu caiz değildir.
5) Dua, kulun, Rabbini irşad etmesi, ilâhına en uygun ve
en doğru olan bir fiili gösterip ona yöneltmesi işine benzer ki, bu da sû-i
edeptir (edebe aykırı bir şeydir). Yahut dua, kulun ilâhînin dikkatini, o
ilâhın farkında olmadığı bir şeye yöneltmek gibi bir manaya gelir ki, bu
küfürdür (inkârdır). Yahut da (sanki) Allah Teâlâ lütuf ve ihsanda kusur etmiş
de, sen gûyâ böylece dua yaparak O'nu ihsan ve lütufda bulunmaya teşvik
ediyorsun! Bu da cehalettir.
6) Duaya yönelmek (dua yapmak), kulun ilâhî kaza ve
kadere razı olmadığına delâlet eder. Çünkü eğer kul, Allah'ın kendisi hakkında
hükmettiği ve takdir ettiği şeye razı olmuş olsaydı, kendi şahsî tasarrufunu
bırakır ve belli bir şekilde Allah'tan bir şey istemezdi. Binaenaleyh kaza ve
kadere razı olmayı bırakmak da, dinen hoş görülmeyen şeyler cümlesindendir.
7)
Kul çoğu zaman
bir şeyin faydalı ve hayırlı olduğunu zanneder, ama sonra o meydana geldiği
zaman, pek çok belâ ve büyük kötülüklere sebep olur. İşte durum böyle olunca,
Allah'tan belli bir şeyi istemek caiz olmaz. Bilâkis evlâ olan faydalı ve
hayırlı olanı istemektir. Bu ise, kul onu dua ederek talep etse de etmese de,
Allah tarafından yaratılır. Bu sebeple dua etmede herhangi bir fayda bulunmamış
olur.
8) Dua, kalbin Allah'tan bir şey İstemeye yönelmesidir.
Kalbin o belli şeyi istemeye yönelmesi ise, kalbi marifetullaha,
muhabbetullaha ve Allah'a kulluğa dalmaktan alıkor. Halbuki bu şeyler, son
derece yüce ve üstün makamlardır. Bu yüce ve üstün makamların meydana gelmesine
mani olan her şey mezmûm (kınanmış)tır.
9) Rivayet edildiğine göre, Hz. Muhammed (s.a.s), (bir
hâdis-i kutsîde) Cenâb-ı Allah'ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Beni zikretme işi, kimi benden bir şey istemekten alıkorsa,
(yani beni zikredeceğim diye, benden bir şey talep etmeye fırsat bulamazsa),
ben ona benden bir şey isteyenlere verdiğimden daha üstününü ve kıymetlisini
veririm"[32] Bu hâdis-i kutsî, evlâ
olanın dua etmemek olduğuna delâlet eder.
10) Hak Teâlâ'nın ilmi, kulların ihtiyaçlarını
kuşatmıştır (yani onları bilir). Kul, mevlâsının kendi ihtiyaçlarını bildiğini
bilince, *usar ve ihtiyacından bahsetmez. Bu durum, terbiye ve Mevlâ'ya ta'zim
bakımından o ihtiyacın ne olduğunu açıklayıp, o ihtiyacı giderecek olan şeyi
istemekten daha uygun ve yerindedir. Durum bu dünyada bu şekilde olunca, Hak
Teâlâ hakkında da aynı terbiye ve saygıyı gözetmek vacibtir. İşte bunun için
denilmiştir ki: "İbrahim (a.s) ateşe atılmak için mancınığa konulduğu
zaman Cebrail (a.s) O'na, "Rabbine
dua et" demiş de, Halilullah (a.s), "O Allah Teâlâ'nın, benim
durumumu bilmesi, O'ndan bir şey istemem hususunda bana yeter" cevabını
vermiştir. Bu konuda zikredilen deliller, bu açıklamalardır.
Bil ki dua, ibadet
çeşitlerinden ve şekillerinden biridir. Zikredilen sualler, deliller ise,
bütün ibadet çeşitleri hakkında ileri sürülebilir. Çünkü mesela şöyle denilebilir.
"Eğer o insan, Allah'ın ezelî ilminde sa'îd (cennetlik) bir kul ise, onun
tâat ve ibadet yapmasına gerek yoktur; yok eğer Allah'ın ilminde (takdirinde) o
kul, şakî (cehennemlik) bir kimse ise, onun bu ibadetleri yapmasının da bir
faydası yoktur."
Yine şöyle
dedenilebilir: "İnsanın yiyecek yemeye ve su içmeye yönelmemesi gerekir.
Çünkü eğer o insan, Allah'ın tlrn-i ezelîsinde tok ise, ekmek yemeye ihtiyacı
yoktur; yok eğer aç ise, ekmek yemesinin de hiçbir faydası yoktur."
İşte nasıl buradaki bu
sözlerimiz bâtıl ve yanlış ise, onların ileri sürdükleri delillerde de durum
aynıdır. Daha doğrusu biz şöyle diyoruz: Dua, kulluk derecesinin zilletini ve
aşağı mertebede oluşunu, rububiyyet derecesinin de izzetini ve yüceliğini
bilmeyi ifade eder. İşte bütün ibadetlerdeki en yüksek ve en kıymetli gaye
budur.
Bu şöyle
açıklanabilir: Dua eden, duasına, ancak kendisinin o istediği şeye
muhtaç ve onu elde
etmekten aciz olduğunu; Rabbinin ve ilâhînin onun duasını işittiğini;
ihtiyacından haberdar olduğunu; o ihtiyacı gidermeye kadir bulunduğunu ve O'nun
rahîm olup, rahmet-i ilahiyesinin o ihtiyacı gidermeyi gerektirdiğini bildiği
zaman yönelir. Durum böyle olunca kul duaya, ancak kendisinin ihtiyaç ve
acizlik sıfattan ile mevsuf; Hak Teâlâ'nın da ilim, kudret ve rahmet sıfatlan
ile mevsuf olduğunu bildiği zaman yönelir. Zaten bütün (şer'î) mükellefiyetlerin
maksadı da, ancak kulluk mertebesinin zeliltiğini, rububiyyet mertebesinin ise
izzet ve yüceliğini bilmektir. İşte dua bu iki makamı da kendisinde
bulundurunca o, en büyük ibadet çeşidi olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın,
"Rabbinize yalvararak gizlice dua edin" emri, bizim
bahsettiğimiz bu manaya işaret etmektedir. Çünkü yalvarıp yakarmak, ancak kâmil
bir zatın huzurunda bulunan, eksik ve nakıs bir kimse için söz konusudur. Bu
sebeple kul, kendisinin noksanlığına ve acizliğine, mevlâsının ilim, kudret ve
rahmet cihetinden mükemmel olduğuna inanmadığı sürece, yalvarıp yakarmaya
yönelmez. Böylece, dua etmenin maksadının, bizim bahsetmiş olduğumuz şey olduğu
sabit olmuş olur. Yine, Kur'ân'ın {bu âyetin) lafzının buna delâlet ettiği de
sabittir. Hz. Pe-ygamber'den rivayet edilen şu hadis de, bizim söylediğimizi
te'kid eder: Allah nezdinde, duadan daha kıymetli hiçbir şey yoktur. Dua, ibadettir".[33] Daha
sonraysa Hz. Peygamber, "Büyüklük taslayarak, bana ibadetten kaçanlar yok
mu? Onlar hor ve hakir olarak cehenneme gireceklerdir" (Mümin, 60) âyetini
okumuştur. Duanın hakikatleri hususundaki sözün tamamı, Cenâb-ı Hakk'ın Bakara
süresindeki (Bakara, 186) âyetinin
tefsirinde geçmişti^ Allah en iyisini bilendir.
[34]
İkinci mesele, duanın
şartlarını izah etme hakkındadır: Bil ki duadan maksat, kulun kendisinin
ihtiyaç içinde ve aciz olduğunu; Mevlâsının ise, en mükemmel İlim, kudret ve
rahmet ile muttasıf
olduğunu görüp müşahede
etmesidir. Binaenaleyh, bütün bu manalar, Cenâb-ı Hakk'ın "Rabbinize
yalvararak, gizlice dua edin" buyruğunun hükmüne girer. Sonra bu haller, ihlaslı
bir biçimde meydana geldiğinde, onları mutlaka İhlasın hakikatini çürüğe
çıkaran riyadan korumak gerekir ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "gizlice"
hufyeten) tabirinden kasdedi-len de budur.
Ayette, tadarruen
(yalvararak) ifadesinin yer almasının maksadı, duadan elde edilmek istenen bu
aslî halin gerçekleştirilmesi; hufyeten kelimesinin bulunmasının maksadı ise, o
ihlası riya şaibelerinden koruyup muhafaza etmektir. Bu manayı iyice
kavradığında, Hak Teâlâ'nın, "yalvararak, gizlice" beyanının, duanın
şartlarını gerçekleştirme ve meydana getirme hususunda, murad edilen her şeyi
içine aldığını ve kesinlikle hiçbir şekilde buna ilave edilecek bir şeyin
bulunmadığını görürsün. O şartların ne olduğunu tafsilatlı olarak anlatmaya
gelince, Şeyh Süleyman el-Halîmî (r.h) Kitabu'l-Minhac" adlı eserinde bu
hususu geniş bir biçimde ele almıştır. Bu hususlar için oraya bakılmalıdır.
[35]
Tadarru1 kelimesi,
"zillet arzedip huşu içinde olmak" demek olup, bu da kişinin, zelîl
ve aciz olduğunu izhar etmesi demektir. Bu tabir Arapların, bir şey isteme
sadedinde bir kimse bir kimseye karşı tezetlül edip, zelîlliğini ortaya
koyduğunda söyledikleri,ifadesinden alınmıştır. Hufye kelimesi
ise, aleniliğin
zıddıdır. Nitekim, sen bir şeyi gizlediğinde, "Falan şeyi gizledim"
dersin. Bu kelime, hâ harfinin kesresiyle "hifye" şeklinde de
kullanılır. Ebu Bekr'in rivayetine göre, sadece Âsim hem burada, hem de
En'âm'da (âyet, 63) hâ'nın kesresiyle "hifyeten"; diğer kıraat
imamları ise, damme ile, "hufyeten" şeklinde okumuşlardır ki, her
ikisi de aynı manaya gelen iki kullanılıştır.
[36]
Bil ki duayı gizli
yapmak, muteber bir şeydir. Bunun böyle olduğuna, şu deliller de delâlet eder:
1) Bu âyet... Zira bu âyet, Allah Teâlâ'nın, duanın
gizlice yapılmasını emrettiğine delâlet eder. Emrin zahiri vücub ifade eder.
Bu vacib olmasa dahi, en azından mendubtur. Cenâb-ı Hak bundan sonra,
"Allah haddi aşanları sevmez... " buyurmuştur. En açık olan görüş,
bundan muradın, Allah'ın yalvarıp yakarma ve gizleme emrini terketme hususunda
haddi aşanları sevmeyişidir. Çünkü Allah, haddi aşmayı sevmez. Allah'ın
sevmesi, O'nun mükâfaat vermesi demektir. Do-layısiyle mana, "Dua etme
hususunda, yalvarıp yakarma ile gizliliği terkeden kimseyi Allah, kesinlikle
mükâfaatlandırmaz ve ona ihsanda bulunmaz" şeklinde olur. Böyle olan kimse
de, hiç şüphesiz ikaba uğrayanlardan olur. Böylece "Allah haddi aşanları
sevmez" buyruğunun duada yalvarıp yakarma ile gizlice yapmayı terkeden
kimseye karşı, şiddetli bir tehdit gibi olduğu ortaya çıkmış olur.
2) Allah Teâlâ, Hz. Zekerlyya'yı medhederek, "O,
Rabbine gizlice niyazet-tiği zaman..."(Meryem, 3) buyurmuştur. Yani
"O, nidasını kullardan gizledi ve bunu sırf Allah için yaptı, bu konuda
sadece O'na başvurdu..." demektir.
3)
Ebû Musa el-Eşarî'nin rivayet ettiği şu husustur:
"Ashab bir savaşta bir vadinin kıyısına gelince, seslerini yükselterek
tekbir ve tehlil getirmeye başlarlar.
Bunun üzerine Hz.
Peygamber, "Sesinizi alçaltın.
Çünkü siz, ne sağır, ne de gaib (burada olmayan) birine dua etmiyorsunuz.
Muhakkak ki siz, duyana ue size yakın olana dua ediyorsunuz. Muhakkak ki O,
sizinle beraberdir"[37]
buyurur.
4) Hz. Peygamber (s.a.s), "Gizlice yapılan bir dua,
açıkça yapılan yetmiş duaya bedeldir"[38]ve
"Zikrin en hayırlısı, gizli olanı; rızkın en hayırlısı da yeterli
olanıdır"[39] buyurmuştur.
Hasan el-Basrî'nin
şöyle dediği rivayet edilir: İnsan Kur'ân'ı toplar (yani hepsini kalbinde
ezbere tutar), ama komşusu bunun farkına varamaz. Yine insan birçok şeyi
öğrenir, ama insanlar bunu farkedemezler. Yine yanında birçok ziyaretçileri
olduğu halde insan, uzunca bir gece namazı kılar, ama onlar bunu göremezler,
Biz, amelleri gizlice yapmaya alabildiğine gayret eden bir topluluğa yetiştik
(gördük). Yemin olsun ki o müslümanlar, olanca gayretleri ile dua ediyorlardı
ama, onların sesleri ancak bir fısıltı gibi duyuluyordu. Çünkü Hak Teâlâ,
"Rabbinize yaluara yakara, gizlice dua edin" buyurmuştur. Allah Teâlâ,
kulu Zekeriyya (a.s)'dan da bahsederken, "O Rabbine gizlice niyaz ettiği
zaman..." (Meryem, 3) buyurmuştur.
5) Aklen de nefis, riya ve sum'a (gösteriş ve şöhret)
hususunda alabildiğine arzulu ve meyyaldir. Dolayısiyle insan, duasını açıktan
yaptığında, o duaya riya karışabilir. Bunda hiçbir fayda olmaz. Bu sebeple evlâ
olan, riyadan korunmak için, duayı gizlice yapmaktır. Burada birkaç mesele
vardır ki, tarikat erbabının bu husustaki ihtilafları büyüktür. Mesela
bunlardan birisi, "ibadetleri gizli yapmak mı, açıkça yapmak mı daha
efdaldir?" meselesidir. Bu cümleden olarak, onların bir kısmı, ibadetleri
riyadan korumak için, gizlice yapmanın daha evlâ olduğunu söylerlerken;
diğerleri, ibadetleri eda etmede, başkaları da kendisinin yolundan gitsin diye,
insanın onları açıktan yerine getirmesinin daha evlâ olduğunu söylemişlerdir.
Alim Muhammed b. İsa el-Hakim et-Tirmizi, bu iki görüşü birleştirerek şöyle demiştir:
"Eğer insan, kendisinin riyaya düşeceği hususunda endişe duyarsa, bâtıl olmaktan
korumak için ibadetini gizlice yapması daha evlâdır. Yok eğer (kalb) temizliği
ve yakinî imanının kuvveti hususunda, riya şaibesinden emin olduğu bir dereceye
ulaşmış ise, bu kimse için efdal otan, başkaları da kendisinin yolundan gitsin
diy-e, ibadetlerini açıktan yapmasıdır."
[40]
Ebu Hanîfe (r.h),
namazda (Fatiha'dan sonra) gizlice "amin" demenin
daha efdal olduğunu
söylerken; İmam
Şafiî (r.h), bunun açıktan
(yüksek sesle) söylenmesinin daha efdal olduğunu söylemiştir. Ebu
Hanîfe, görüşünün doğruluğuna delil getirirken der ki: "Amin kelimesi
hakkında şu iki mana verilir:
a)
Bu, bir
duadır.
b)
Bu, Allah'ın
isimlerinden biridir. Binaenaleyh eğer bu bir dua ise, Cenâb-ı Allah'ın, "Rabbinize yaluararak, gizlicetdua
edin" emrinden dolayı,
gizli yapılmalıdır. Yok eğer, Allah'ın isimlerinden biri ise, Hak
Teâlâ'nın, "Rabbini, içinden, yaluararak ve korkarak, yüksek olmayan bir
sesle sabah ve akşam an" (A'râf, 205) âyetinden ötürü, yine gizlice
söylenmelidir. Bunun vacib olduğu sabit olmasa bile, en azından
mendubtur" demiştir. Biz de bu görüşe katılıyoruz.
[41]
Cenâb-ı Allah'ın,
Allah haddi aşanları sevmez"
buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:
Müslümanlar
"muhabbef'in (sevginin), Allah'ın sıfatlarından biri olduğu
hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü Kur'ân, "Allah'ın sevdiği"ni pek çok
âyetle zikretmiştir. Yine müslümanlar bu sevginin, nefsani şehvet ve tabiî
temayül ve bir şeyden tad aima isteği manasında olmadığı hususunda ittifak
etmişlerdir. Çünkü bütün bunlar, ittifakla Allah Teâlâ" hakkında
düşünülemeyen şeylerdir. Alimler, Allah'ın muhabbetinin ne manaya geldiği
konusunda şu üç değişik görüşü belirtmişlerdir:
Birinci görüş:
Allah'ın, kullarına mükâfaat, hayır ve rahmetini ulaştırması ve vermesi
manasındadır.
İkinci görüş:
Allah'ın, kullarına, mükâfaat ve hayırları ulaştırmayı istemesinden ibarettir.
Bu iki görüş arasındaki ihtilaf, bir başka meseleye dayanır ki o da, Allah
Teâlâ'nın irade sıfatı ile tavsif edilip edilemiyeceği meselesidir. Kâbî ve
Ebu'l-Hüseyin şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ, kesinlikle irade sıfatı ile
mevsuf değildir. Dolayısiyle O'nun, kendi fiillerini irade etmesi, onların
yaratıcısı ve faili olması manasındadır. O'nun, başka varlıkların fiillerini
irade etmesi ise, o fiilleri emretmesi ma-nasındadtr. Binaenaleyh Cenâb-ı
Hakk'ın irade sıfatı ile tavsif edilmesi, (yani "Allah böyle istedi"
denilmesi) caiz değildir." Ama (ehl-i sünnet) alimlerimiz ile Basralı
Mu'tezilîler, Allah Teâlâ'nın irade sıfatı iie mevsuf olduğunu kabul ederler.
Bunu iyice kavradığına
göre bil ki, Allah hakkında irade sıfatının söz konusu olmadığını söyleyenler,
"muhabbetullah" (Allah'ın sevmesi) ifadesini, "Allah'ın kuluna,
mükâfaat vermesi" manasında; Allah hakkında irade sıfatının bulunduğunu kabul
edenler ise, bunu "Allah'ın kuluna mükâfaat vermeyi irade etmesi
(istemesi)" manasında tefsir etmişlerdir.
Üçüncü görüş:
"Muhabbetullah"ın, "Allah Teâlâ'nın, kullarına mükâfaat vermek
istemesi" manasının ötesinde, başka bir sıfat olması da uzak bir ihtimal
değildir. Çünkü biz bu dünyada (her) babanın oğlunu sevdiğini ve oğluna
hertürlü hayrı ulaştırmayı isteyişinin bu sevgisine dayandığını görmekteyiz.
Demek ki bu irade o sevginin bir neticesi, bir meyvesi ve bir faydası olmuş
olur. Bu konuda en son söz şöyle denilmesidir: Bu dünyadaki sevgi,
şehvetten,tabiî temayülden ve nefsanî arzudan ibarettir. Bunlar ise Allah
hakkında düşünülemez. Fakat biz şunu söyleyebiliriz: "Muhabbetullah'ın,
kullara hayır ve mükâfaatlar ulaştırmayı irade etmeye esas teşkil eden şehevî
isteğin ve tabiî temayülün ötesinde bir başka sıfat olduğunu söylemek niçin
caiz olmasın?" Yine bu hususta son söz olarak şu da söylenebilir:
"Biz, Allah'ın muhabbetinin nasıl olduğunu ve ne olduğunu bilemiyoruz.
Fakat bir şeyi bilmemek, o şeyin olmadığını söylemeyi gerektirmez. Baksana,
ehl-i sünnet, Cenâb-ı Allah'ın görülebilir bir varlık olduğunu söylüyorlar, ama
sonra bu görülebilirtiğin maddeleri ve renkleri görmeden farklı, aksine
keyfiyetsiz (nasıl olduğu bilinemeyen) bir görme olduğunu söylüyorlar.
Binaenaleyh onlar bu konuda da, Allah'ın kullarını sevmesinin de, tabii
temayülden ve nefsanî arzudan uzak bir sevgi olduğunu, hatta bunun nasıliığı
bilinmeyen bir sevgi olduğunu niçin söylemiyorlar? Böylece kelamcıların,
"muhabbetullah, ancak Allah'ın kullara mükâfaat ulaştırmayı irade etmesi
manasındadır" sözlerinin kesin delile sahib olmadıkları sabit olmuş olur.
Aksine bu konuda irade sıfatının ötesinde diğer bir sıfatın bulunduğunun delili
yoktur. Binaenaleyh bunun kabul edilmemesi gerekir." Ancak ne var ki biz,
"Nihâyetu'l-Ukûl" adi t kitabımızda, bu yolun zayıf ve düşük olduğunu
beyan etmiş bulunuyoruz.
[42]
Hak Teâlâ'nın,
"Allah haddi aşanları sevmez" beyanı "Allah, kullarının
kendilerine verilen emirleri aşıp geçmelerini sevmez" demektir. Kelbî ve
İbn Cüreyc, dua esnasında
sesi yükseltmenin de, haddi aşmanın bir
çeşidi olduğunu söylemişlerdir.
[43]
Bil ki Allah'ın emir
ve yasaklarına uymayan herkes, haddi aşmış ve sının çiğnemiş olur, böylece de
Hak Teâlâ'nın,
"Allah haddi aşanları sevmez" buyruğunun hükmüne girmiş
olur. Biz de, Allah'ın sevmediği kimselere mutlaka azab edeceğini beyan
etmiştik. Dotayısiyle bu âyetin zahiri, Allah'ın emirlerine ve yasaklarına muhalefet
eden herkesin azab göreceğini ifade etmektedir. Mu'tezile, Cenâb-ı Allah'ın
fâsık kimseleri de mutlaka cezalandıracağına dair bu âyete tutunarak şöyle
demişler: "Bu ifadeden muradın, duada sesi yükselterek haddi aşma manası
olduğunu söylemek caiz değildir. Bunu şu iki yönden açıklarız:
a) Ayetteki "mu'tedîn" (haddi aşanlar)
kelimesi, başına elif-lâm gelmiş olan, umum ifade eden bir lafızdır.
Binaenaleyh bu kelime "istiğrak" manası ifade eder. Velhasıl bu ifade
her ne kadar dua ile ilgili bir âyetin sonunda getirilmiş ise de. nazar-ı
itibara alınan şeyin, sebebin hususiliği değil, lafzın umumiliği olduğu
sabittir.
b) Dua esnasında sesiyükseltmek haram şeylerden
değildir. Tam aksine bunda söylenebilecek en son şey, evlâ olan şeklin
terkedildiğini söylemektir. Bu, haramlardan olmadığına göre, sesli dua etme,
âyetin sonundaki tehdidin hükmüne girmez."
Bu hususlardaki tam
cevabımız, Bakara suresinde de söylediğimiz şu sözdür: "Umumi ifadelere
(delil olarak) tutunmak, fâsıklar (günahkârlar) için mutlaka ilahî tehdidin
olduğunu söylemeyi gerektirmez."
[44]
Alfah Teâlâ,"Yeryüzünde,
o iyi hale getirildikten sonra da bozuktuk çıkarmayın" buyurmuştur. Bu
yasakla ilgili iki mesele vardır:
[45]
"Yeryüzünde, o
iyi hale getirildikten sonra da, bozukluk çıkarmayın" buyruğunun manası, "Yeryüzünde
hiçbir surette
fesatçılık etmeyin" şeklindedir
ki, buna öldürmek veya uzuvları kesip koparmak suretiyle nefisleri, canları;
gasb, hırsızlık ve çok çeşitli hilelerle mallan; küfür ve bid'at ile.dinleri;
zina ve livataya yönelme ve iftirada bulunma sebebiyle nesebleri ve sarhoş
edici şeyler sebebiyle de akılları bozup ifsat etmekten men etmek girer. Bu
böyledir, çünkü dünyada muteber olan menfaatler beş tanedir: Can, mal, neseb,
din ve akıl.. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "bozukluk çıkarmayın"
yasağı fesatçılık etmenin mahiyetini varlık âlemine sokmaktan mendir. Kötülük
çıkarmanın mahiyetini varlık âlemine sokmaktan men etmek ise, onun her çeşidini
yasaklamayı gerektirir. Öyleyse buradaki men, bu beş kısımda da bozukluk
çıkarmaktan men etmeyi de içine alır. Cenâb-ı Hakk'ın, "O, İyi hale getirildikten
sonra da..." tabirinden kastedilenin ise, "Onu iyi hale getirip
insanların menfaatlerine uygun ve mükelleflerin maslahatlarına muvafık bir
biçimde yarattıktan sonra..." şeklinde olması muhtemel olduğu gibi, yine,
"Peygamberler göndermek ve kitaplar indirmek suretiyle yeryüzünün iyi hale
getirilmesinden sonra..." şeklinde olması da muhtemeldir. Böylece, Allah
Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Ben, peygamberler göndermek,
kitaplar indirmek ve hükümleri açıklamak suretiyle yeryüzünü iyi hale getirdiğimde,
sizler bu hükümlere boyun eğin, peygamberleri yalanlamaya, kitapları inkâr
etmeye ve hükümleri kabulden yüz çevirmeye yel-tenmeyin! Çünkü bu, yeryüzünde
fitne ve karışıklıkların vuku bulmasına, böylece de, ıslâh etmeden sonra
bozukluğun ortaya çıkmasına yol açar. Bu ise, akltn da be-dahetiyle hoş
görülmeyen bir şeydir."
[46]
Bu âyet-i kerime, zararlarda
aslolanın, mutlak olarak haramlık ve men etmek olduğuna delâlet eder. Bu
sabit olunca biz deriz
ki: Eğer biz, bazı zararları işlememizin caiz olduğuna delâlet eden hususi bir
nass
bulursak, hâs olan
hükmü 'âmm olana takdim etmek suretiyle, bununla hükmederiz. Aksi halde (o şey), bu
nassın delâlet etmekte olduğu haramlık hükmü üzere kalır.
Bil ki biz, (A-râf,
32) âyetinin tefsirinde, bu âyetin, menfaatlerde ve lezzetlerde aslolanın,
"mübahlık ve helal olmak" olduğuna delâlet ettiğini söylemiştik. Sonra
biz, durum böyle olunca, Allah Teâlâ'nın hükümlerinin tamamının bu âyetin
hükmüne dahil olduğunu da beyan etmistik. İşte bu âyette de böyledir. İşte bu
da, zarar ve elemlerde aslolanın, haramltk olduğuna delâlet etmektedir.
Bu sabit olunca,
Allah'ın bütün hükümleri, bu âyetin umumî hükmüne dahil olurlar. O âyetle
alâkalı olarak zikrettiğimiz bütün açıklamalar ve incelikler bu âyet hakkında
da mevcuttur. O âyet, menfaatlerde aslolanın "helallik" olduğuna
delâlet ediyorken, bu âyet de, bütün zarar çeşitlerinde aslolanın
"haramlık" olduğuna delâlet etmektedir. O halde bu iki âyetten her
biri diğerine mutabık olup, onun delaletini te'kid etmekte ve manasını iyice
ortaya koymaktadır..
Bir de, bütün
hâdiselerle alâkalı hükümlerin (âyetlerin), bu umumî hükümlerin kapsamına
girdiğine delâlet etmektedir. Yine bu âyet-i kerime, iki taraf arasında,
üzerinde rızanın tahakkuk etmiş olduğu her akdin, mün'akid, doğru ve sabit,
geçerli olduğuna delâlet eder. Çünkü, sübut bulduktan sonra bir akdi hükümsüz
addetmek, ıslahtan sonra ifsat ve fesat çıkarmak olur. Ayet-i kerimenin nassı
ise, bunun caiz madığına delâlet etmektedir.
Bu sabit olnuca biz
diyoruz ki: Bu âyet-i kerimenin medlulü (manası) bu yönden, "ahidleri
yerine getirin" (Maide, 1) ve "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi
niçin söylersiniz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında pek büyük
bir buğza sebebiyet uermiştir" (Saf. 2-3) âyetlerinin umumî manalarıyla
kuvvetlenmekte, ayrıca, "Ki onlar, emanetlerine ve ahidlerine riâyet
ederler" {Mû'mtnun, 8) buyruğu ile ahidlere ve akidlere riâyet etmenin
vacib olduğuna dair gelmiş olan diğer umumî hükümlerin kapsamına dahil
olmaktadır.
Bu iyice anlaşıldığına
göre deriz ki: Eğer biz, üzerinde, iki taraf arasında rıza tahakkuk etmiş olan
bazı akidlerin sahih olmadığına delâlet eden bir nass bulursak, has olan hükmü
'âmm olan hükme takdim etmek üzere, onun bâtıl olduğuna hükmederiz; aksi halde,
bu umumî hükümlerin delaletin riâyet ederek, onun sahih ve geçerli olduğuna
karar veririz. İşte, bu açık ve vazıh yol ile, Kur'ân-ı Kerim'in, şeriatın
bütün hükümlerini baştan sona kadar eksiksiz olarak beyan ettiği sabit olmuş
olur.
[47]
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "O'na korkarak ve umarak dua edin" buyurmuştur. Bu tabirle
ilgili olarak birkaç soru bulunmaktadır:
Birinci soru: Cenâb-ı
Hak âyetin başında, "Rabbinize... dua edin" sonra "bozukluk
çıkarmayın!" ve nihayet, "... dua edin" buyurdu. Bu, bir şeyin,
yine o şeye atfedilmesi demektir ki bu, bâtıldır. (Zira hem baş tarafta hem de
sonda dua etme emri bulunmaktadır.)
Cevap: Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbinize yalvararak, gizlice dua edin"
buyruğunun tefsirinde "dua"ya "ibadet" manası verenler,
işte bu müşkili gidermek düşüncesiyle böyle yapmışlardır.
Eğer biz bu tefsiri
benimsersek, soru kendiliğinden ortadan kalkar. Eğer bu âyetteki
"ved'û" emrinden maksadın dua olduğunu söylersek, o zaman cevap şöyle
olur: ved'û" buyruğu duanın mutlaka, yalvarıp yakarma ve gizlice yapılma
gibi
niteliklerle beraber
bulunması gerektiğine delâlet eder. O, Cenâb-ı Hak daha sonra emrinde duanın
faydasının bu iki durumdan (korku ve ummak) birisi olduğunu beyan etmiştir.
Öyleyse ilk iîade, duanın sahih olabilmesinin şartını beyan etmek; ikinci ifade
de, duanın faydası ve yararını beyan etmek hususundadır.
[48]
İkinci soru: Kelam
alimleri, ikabtan korkmak ve sevabı ummak, arzulamak gayesiyle ibadet edip dua
eden kimsenin bu ibadetinin sahih olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu
böyledir, çünkü kelam alimleri iki grupturlar:
Onlardan bir kısmı,
ilahi tekliflerin ancak, uluhiyyet ve ubûdiyyet rnuktezasınca geldiğini; O'nun,
bizim ilâhımız; bizimse, O'nun kulları olmamızın, O'nun, kullarına dilediği
şeyi dilediği şekilde emretmesinin güzel ve yerinde olmasını gerektirdiğini; bu
sebeple o şeyin aslında salâh (iyi) ve hasen (iyi) olmasının muteber
olmayacağını söylerler. Bu, ehl-i sünnetin görüşüdür.
Bazı kelâm alimleri
ise, tekliflerin ancak, onlar haddi zatında maslahat oldukları için varid
olduğunu söylerler ki, bu da Mu'teziie'nin görüşüdür.
Sen bunu iyice
anladığın zaman biz diyoruz ki: Birinci görüşe göre, amellerden bir kısmının
(farz), bir kısmnın ise haram olmasının sebebi, sırf Cenâb-ı Hakk'ın birincilerin
yapılmasını vacib kılıp emretmesi; ikincileri de haram kılıp nehyetmesidir. Şu
halde kim bu ibadetleri yaparsa, onun amelleri doğrudur. Ama kim, ikabtan korkup
mükâfaat elde etmek için bunları işlerse, bunun sahih olmaması gerekir. Çünkü O
bunları, bunlar vacib olduğu için yapmamıştır.
İkinci görüşe gelince,
bunların vacib olmalarının sebebi, haddizatında (aslında) insanların
maslahatına ve menfaatına olmalarıdır. Buna göre kim, bunları ikab-ı ilahiden
korktuğu için veya sevab elde etmek gayesi ile yaparsa, bunları vacib oldukları
için yapmamış olur. O zaman da bu fiillerin sahih olmaması gerekir. Binaenaleyh
insan, her iki görüşe göre de, gerek duayı gerekse diğer ibadetleri, ikabtan
korkup mükâfaat elde etmek istediği için yaparsa, bunların sahih, doğru
olmaması gerektiği kesinlikle anlaşılır.
[49]
Bu sabit olunca, biz
diyoruz ki: "O'na korkarak ve umarak dua edin" buyruğunun zahiri, Allah Teâlâ'nın mükellefe
duayı bu gaye ile yapmasını emretmiş olmasını gerektirir. Halbuki delil ile
bunun yanlış olduğu sabit olmuştur. O halde, bu âyetin zahiri ile, yukarıda
zikrettiğimiz aklî izahların arasını nasıl U2laştirabiliriz?"
Cevap: Bu âyet-i
kerimeden kastedilen, sizin zannettiğiniz mana olmayıp, aksine bundan maksad
şudur: "Bu duanın kabul edilmesi için, muteber olan bazı şartlar içinde
bir kusur ve hataya düşme korkusu ile, Allah'a dua edin. Bu şartların tamamıyla
yerine getirilebilmesi İçin de, O'na umarak dua edin." Bu durumda soru
düşer.
[50]
Üçüncü soru: Bu âyet-i
kerime, dua eden kimsenin kalbinde, korku ve ümidin mutlaka bulunması gerektiğine
delâlet eder mi?
Cevap: Kulun, kat'î ve
kesin olarak, duanın kabul edilebilmesi için, gerekli ve muteber olan şartların
tamamını yerine getirmiş olması mümkün değildir. İşte bundan ötürü kulun
kalbinde bir korku (endişe) bulunur. Yine kul, bu şartların tam bulunmamış
olduğunu da kesin olarak bilemez, işte bundan dolayı da onun, duasının mutlaka
kabul edileceğini umması gerekir. Yine deriz ki: Dua eden kimse, ancak böyle
olduğu zaman, gerçek manada dua etmiş olur. Buna göre Ayetteki "O'na
korkarak ve umarak dua edin" buyruğu "Nefsinizde (gönlünüzde), bütün
amellerinizde korku ile ümidi birleştirmiş olarak dua ediniz ve bütün
gayretinizle çaba sarfetmiş olsanız bile, Rabbinizin hakkını yerine getirmiş
olduğunuzu da kat'î olarak söylemeyiniz" demektir. Bu "Rablerinin
huzuruna döneceklerinden yürekleri korku ite çarparak, (zekatlarını)
verenler... "(Mü'min, 60) âyeti ile te'kid edilir.
[51]
Sonra Allah Teâlâ,
"Şüphe yok ki iyi hareket edenlere Allah'ın rahmeti çok yakındır" buyurmuştur.
Bununla alâkalı olarak birkaç mesele vardır:
[52]
Alimler,
"rahmefin, "hayn ve nimeti ulaştırmak" manasına mı, yoksa
"hayrı ve nimeti ulaştırmayı irade etmek" manasına mı geldiği
hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Birinci manaya göre
rahmet, Allah'ın fiilî sıfatlarından; ikinci manaya göre de,
Allah'ın zatî sıfatlarından olur. Biz bu meseleyi, Besmele'nin tefsirini
yaparken geniş bir şekilde anlatmıştık.
[53]
Alimlerimizden bir
kısmı "Allah Teâlâ'nın kâfir için bir rahmeti ve bir nimeti yoktur"
demişler ve görüşlerine bu âyeti delil getirmişlerdir. Bunun izahı şöyledir:
Bu âyet-i
kerime, rahmet olan her şeyin, muhsinlere (iyi
kimselere) daha yakın olduğuna delâlet eder.
Şu halde iyi kimselere yakın olmayan hiçbir şeyin rahmet olmaması gerekir. Kâîir için olan
şey, iyi kimselere (muhsinlere) yakın değildir. Öyle ise o şeylerin, Allah'tan
bir rahmet ve nimet olmaması gerekir.
[54]
Mu'tezile şöyle
demiştir: "Bu âyet, Allah'ın rahmetinin iyi kimselere yakın olduğuna delâlet
eder. İşte bu mahiyetin tamamı (yani
rahmetin yakın oluşu), muhsinler için söz konusu olunca, muhsin olmayanlar
için, bundan en ufak bir paytn bile meydana gelmemesi, böylece de kâfirler
hakkında Allah'ın rahmetinden hiçbir şeyin hâsıl olmaması gerekir. Azabı
affetmek, bir rahmettir. İçine düştükten sonra cehennemden kurtulmak da bir
rahmettir. Öyleyse, bu rahmetin "muhsin" olmayan kimseler için söz
konusu olmaması gerekir. Günahkârlar ve büyük günah sahipleri ise
"muhsin" (iyi hareket eden kimse) değildir. Öyle ise onlar için,
cezanın affolunmasının ve cehennemden kurtulmanın söz konusu olmaması
gerekir."
Cevap: Allah'a iman
eden ve tevhid ile nübüvveti ikrar eden (kabul eden) herkes,
"muhsin"dir. Bunun delili şudur: Çocuk bir kuşluk vakti buluğa
erdiğinde Allah'a, peygamberine ve ahiret gününe iman etse, ama öğle (namazı)
vaktine ulaşamadan ölse, ümmet-i Muhammed, onun, "İyi iş, güzel amel
yapanlara (rnuh-sin olanlara), daha güzel iyilik vardır" {Yunus, 26)
âyetinin hükmüne girdiği hususunda ittifak etmişlerdir. Malumdur ki, bu şahıs
marifet ve ikrarın dışında, başka bir tâat işlememiştir. Çünkü o, sabah
vaktinden sonra buluğa erdiği için, ona sabah namazı farz olmamıştır. Öğlen
vaktinden önce de öldüğü için, ona öğle namazı da farz olmamıştır. Görünen odur
ki, diğer ibadetler de ona vacib olmamıştır. Böylece sabit olmuştur ki, o
muhsindir ve yine sabit olmuştur ki, ondan marifet ve ikrardan başka bir şey
sudur etmemiştir. Buna göre, bu kadar miktarın bir "ihsan"; ve onu
yapanın da "muhsin" olması vacib olur.
Bu kesinleşince biz
deriz ki: Marifet ve ikrarı bulunan herkes, muhsinlerden-dir. Bu âyet-i kerime
de, Allah'ın rahmetinin muhsin olanlara yakın olduğuna delâlet etmektedir.
Öyleyse, bu âyetin hükmüne göre, ehl-i salât olan büyük günah sahiplerine de,
Allah'ın rahmetinin ulaşması vacib olur. O zaman bu âyet, onların aleyhine olan
bir delil olur.
Eğer onlar,
"muhsin olan kimseler, bütün ihsanları (iyi işleri) yapmış olan kimselerdir"
derlerse, biz deriz ki, "Bu yanlıştır. Çünkü "muhsin", kendisinden
"ihsan" kelimesinin delâlet ettiği şey sâdır olmuş olan kimsedir.
Nasıl kendisinde ilim olan kimseye "âlim" deniliyor ise ve onun âlim
olmasının şartı da bütün ilimlerin (o kimsede) bulunması değil ise, aynı
şekilde o insanın muhsin olmasının şartı da, onun bütün "ihsan"
çeşitlerini yapması değildir. İşte böylece, onların ileri sürdüğü bu sorunun
geçersiz, bizim benimsediğimiz görüşün ise doğruluğu sabit olur.
[55]
Bir kimse şöyle
diyebilirlğrab ilmi âyetin şeklinde
(karib kelimesinin müennes olmasını) gerektirir. Şu halde müenneslik alameti
olan "tâ"nın düşmüş olmasının sebebi nedir?
Alimler buna, birkaç
izahla cevap vermişlerdir:
a)
"Rahmet" kelimesinin müennesliği, hakiki bir müenneslik
değildir. Böyle olan kelimelerin ise, dil alimlerine göre, hem müzekker, hem de
müennes kabul edilmeleri caizdir.
b)
Zeccâc şöyle
demiştir: "Hak Teâlâ âyette "karîb" buyurmuştur. Çünkü rahmet,
mağfiret, af ve nimet verme aynı manadaki şeylerdir. Öyle ise âyetteki bu tabir,
"Allah'ın in'amı yakındır, Allah'ın mükâfaatı yakındır" manasındadır.
Bundan dolayı aynı manadaki iki kelimeden birinin hükmü, diğeri üzerinde
yürütülmüştür."
c)
Nadr b. Şümeyl
şöyle demiştir: "Rahmet kelimesi bir masdardır ve mas-darların hakkı
müzekker olmaktır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Kime bir öğüt getir
de..." (Bakara, 275) âyetinde olduğu gibidir." Bu görüş, Zeccâc'ın
görüşü gibidir. Çünkü bu âyetteki "mev'ıza" kelimesi ile,
"va'z" (öğüt verme) manası (yani masdar manası) kastedilmiştir. İşte
bundan ötürü buradaki fiil müzekker olarak getirilmiştir. Nitekim şair de
şöyle demektedir:
"Muhakkak ki
cömertlik ue mürüvveti, biz merv'deki açık bir yol üzerindeki bir kabre
bıraktık...." Denildi ki: "Şair burada, "semahat" kelimesi
ile, "sehâ" (cömertlik) "mürüet" kelimesi ile de
"kerem" kelimesini kastetmiştir.
d) Ayetin tevilinin "Allah'ın rahmeti, muhsinlere
yakın ofan bir yere sahihtir" şeklindedir. Bu tıpkı Arapların, "hayızlf manasında, hâid; ^J üi'i "sütü olan" manasında
"lâbin ve "hurmalı"
manasında ta'mir demeleri gibidir.
Vahidî de şöyle demiştir: "Arûzî'nin bana
Ezherî'den; onun Münzirî'den, onun Harrânî'den onun da İbnu's-Sikkît'den
rivayet ettiğine göre, İbnu's-Sikkît şöyle demiştir: "Araplar, (O bana
yakındır) ( O ikisi bana yakındır); (Onlar bana yakındır) ve (O kadın bana yakındır) derler. Çünkü bu söz, (O bana yakın bir yerdedir) manasına gelir.
Yine "Onun kendisi yaklaştı (yakın oldu)" veya "uzaklaştı (uzak
oldu)" manasına dikkat çekmek üzere denilmesi de caizdir.
[56]
Bu yakın oluş şu manadadır:
İnsanın ahirete olan yakınlığı ve dünyaya olan uzaklığı (yani
dünyadanuzaklaşması) her an artar. Çünkü dünya geçmiş zaman gibi, ahiret
ise gelecek zaman gibidir. İnsan da her an, her saat, her lahza geçmişten daha
çok uzaklaşır, geleceğe daha fazla yaklaşır. İşte bundan dolayı şair şöyle
demiştir: "Arzu ettiğin şey, daima hep yarına daha yakındır; korktuğun şey
ise, daima düne daha uzaktır."
Dünyanın her an bizden
uzaklaştığı, ahiretin de her an bize daha çok yakınlaştığı; Allah'ın rahmetinin
de ölümden sonra meydana gelip gerçekleşeceği sabit olunca Allah, pek yerinde
olarak, bu anlamda "Şüphesiz iyi hareket edenlere (muhsinlere) Allah'ın
rahmeti çok yakındır" buyurmuştur.
[57]
"O, rahmetinin
önünden rüzgârı müjdeci gönderendir. Nihayet bunlar, ağır ağır bulutları
kaldırıp yüklendiği zaman, biz onları, ölmüş bir diyara sevkederiz. Derken o
buluttan su indiririz ve onunla her türlü meyve çıkarırız. İşte ölüleri de
böyle çıkaracağız, umulur ki bunları iyi düşünüp ibret alırsınız. Toprağı
uen'mli diyarın nebatı, Rabbinin izniyle (bot) çıkar. Verimsiz diyardan ise
faidesi pek az bir şeyden başkası çıkmaz, işte şükredecek kimseler için
âyetleri böyle tafsilatlı tekrar tekrar açıklarız" (A'râf.
57-58).
Bil ki bu âyetlerin,
önceki âyetlerle münasebeti ve ilgisi iki bakımdandır:
a)
Allah Teâlâ,
ilah oluşunun, ilminin ve kudretinin, ulvî âlemden yani gökler, güneş, ay ve
yıldızlardan daha mükemmel olduğunun delillerini zikredince, bunun peşisıra
süfiî âlemin (yeryüzünün) bazt hallerinden çıkan delilleri zikretti. Bil ki bu
âlemin halteri, dört kısma münhasırdır: Ulvî tesirler, madenler, bitkiler ve
canlılar.. Rüzgâr, bulutlar ve yağmurlar, göğün (ulvî âlemin) tesirleri
cümlesindendir ve bitkilerin halleri, yağmurun yere inmesine bağlıdır. İşte bu
âyette bahsedilen husus da budur.
b)
Allah Teâlâ,
(önceki) geçen âyette, kadir, alîm, hakim ve rahîm bir ilâhîn varlığına delâlet
eden delilleri ortaya koyunca; bu âyette de, bu iki âyetin bilinmesi ile mebde'
ve meâdi (yaratılış ve ahireti) bilip tanıma hususunda ihtiyaç duyulan herşey
hâsıt olsun diye, haşr, neşr, ba's ve Kıyamet inancının doğruluğuna delil
göstermiştir.
Ayette ilgili birkaç
mesele bulunmaktadır:
[58]
İbn Kesir,
Hamza ve Kisâî, kelimeyi müfred olarak, rîh; diğer kıraat imamları ise, cem'i
olarak riyâh okumuşlardır. Bu kelimeyi
kim cem'i olarak okursa, bu kelimenin büşren (müjdeciler olarak) lafzı ile
tavsif edilmesi güzel otur. Çünkü bu, cem'i bir kelimenin, yine cem'i olan bir
kelime ile tavsif edilmesidir. Rîh diye müfred okuyan, büşren kelimesini yine
cem'i olarak okursa, bu kimse de "rîh" (rüzgâr) lafzı ile bir
"çokluk" manası kastetmiş olur. Nitekim Araplar, "dirhemi,
dinarı, koyunu ve devesi çok (olan kişi)" derler. Şu âyet de bunun
gibidir: Cenâb-ı Allah, "Hiç şüphesiz insan hüsrandadır" buyurmuş ve
sonra "Ancak iman edenler müstesna..." (Asr, 1-2) demiştir. (Allah
burada müfred olan "insan" kelimesi ile, "insanlar"
manasını kastetmiştir.) Dolayısiyle "rîh" (rüzgâr) kelimesi ite cem'i
(yani rüzgârlar) manası kastedilince, bunun sıfatı da cemî lâfız olur.
Ayetteki büşren kelimesinin, birkaç şekilde kıraati vardır:
1) Ekserî imamlar, bunu nûn ve şin harflerinin
zammesiyle neşren şeklinde okumuşlardır, ki bu, aynen "resul"
kelimesinin "rüsül" şeklinde cem'i oluşu gibi, neşûr kelimesinin
çoğuludur. "Neşûr" kelimesi de, "binilen şey" manasına
gelen rekûb kelimesinde olduğu gibi, menşur (yayılmış, neşredilmiş, saçılmış)
ma-nasındadtr. Buna göre âyetin anlamı, 'Saçılmış, yayılmış rüzgârlar"
şeklinde olur. Bu, her tarafa dağılmış rüzgârlar demektir. Çünkü
"neşr" kelimesi, dağıtmak ayırmak manasına gelir. "Elbiseyi yaymak"
anlamındaki ve "Keresteyi hızar ile bölmek" anlamındaki ifadeleri de bu
köktendir.
Ferrâ ise şöyle der:
"Dağıtan rüzgârlar, bulutlan her yere dağıtıp yayan güze! ve yumuşak
rüzgârlardır. "Nüşür" kelimesinin müfredi, "neşür"dür.
Kelimenin kökü "neşrdir. Neşr de güzel koku manasınadır.
İmriu'l-Kays'ın, tabiri de bu manadadır.
2)
İbn Amir bu kelimeyi, nun harfinin zammesi ve şın
harfinin sükûnu ile nüşren şeklinde okumuş, böylece ortadaki harfi harekesiz
kılmıştır. Nitekim kutb ve rüsl kelimeleri de böyledir.
3)
Hamza,
kelimeyi, nûn'un fethası ve şin'tn sükûnu ite neşren şeklinde okumuştur.
"Neşr" kelimesi, "Elbiseyi durdum" manasının ztddı
olan,OyJio^J (Elbiseyi yaydım) ifadesinden alınma bir masdardır. Ayette bu
masdarla, ism-i meful (yayılmış) manası kastedilmiştir. Buna göre rüzgârlar
sanki dürülü-sarılı imiş de, Hak Teâlâ onları bu dürülü hallerinden sonra
yayarak salmıştır. Buna göre "neşr" kelimesi masdar olup,
"riyah"ın "hâli"dir. Kelamın takdiri de "O rüzgârları
dağıtılmış bir halde gönderdi" şeklindedir. Yine buradaki "neşr"
kelimesinin, Arapların, "Allah ölüye hayat verdi, o da hayat buldu" sözlerinden
olarak, "hayat" manasındadır. Şair el-A'şâ şöyle demiştir: Hayret!
Hayat bulan ölü!" Sen bu kelimeyi, zaten tercihe şayan olan bu manaya
hamlettiğin zaman, "masdar" sigası ile ism-i fail manası kastedilir.
Nitekim sen, "(O) bana koşarak geldi" dersin. Buradaki
"rekdan" mas-darı, rakidan (koşan) manasınadır Yine şöyle
denilmesi de caizdir: Ersele (gönderildi) fiili ile neşere (yaydı) fiili,
birbirine yakın manadadır. Binaenaleyh âyette sanki şöyle denilmiştir: "O,
rüzgârları iyice yayandır."
4)
Keşşaf sahibi,
Mesrûk'tan, yayılan şeyler) manasına olan kelimesinin ve gibi ism-i meful manasına
neşer vezninde isim olduğunu, Arapların
"Dağıttıklarını topladı" şeklindeki sözlerinin de bu kabil
olduğunu nakletmiştir.
5)
İmam Âsim bu
kelimeyi,"Rüzgârları müjdeciler olarak göndermesi..." (Rûm, 46) âyetinden dolayı,
"Beşîr" (müjdeci) kelimesinin cem'i olarak "buşren"
şeklinde okudu. Keşşaf sahibi bu
kelimenin, "Ona müjde
verdi, müjdeledi"
manasına gelen i'jJC fiilinin masdarı olarak, buşren ve beşren şekillerinde
okunduğunu da rivayet etmiştir.
[59]
Bil ki âyetteki, cümlesi (A'râf, 54) cümlesine atfedil m iştir.
Sonra diyoruz ki: "Rüzgâr, hareket eden havadır." Binaenaleyh deriz ki: "Bu
havanın hareketli oluşu, ne zatından (kendisinden) dolayıdır, ne de zatının
levazımından (ayrılmaz özelliklerinden) dolayıdır. Eğer böyle olsaydı, onun
zatı mevcut olmaya devam ettiği müddetçe, bu hareket de devam ederdi. Şu halde,
bunun irade sahibi bir failin onu hareket ettirmesi ile olmuş olması gerekir. O
fail-i muhtar da Allah cel-le celâluhûdur.
Felsefeciler şöyle
demişlerdir: "Bu hususta bir diğer sebep daha vardır. O da şudur:
Yeryüzünden, yeryüzünün iyice ve kuvvetli bir biçimde ısıtmış olduğu, yeryüzüne
ait lâtîf parçacıklar göğe yükselir. İşte bu şiddetli ısınmadan ötürü bu (buhar)
zerrecikleri yerden kalkar ve yükselir. İşte bu parçacıklar, feleğin yakınma
vardığında, feleğin altına bitişik olan hava, feleğin dönüşü istikametinde,
dairevî bir şekilde hareket eder. Böylece de bu buhar zerreciklerinin daha
fazla yükselmesine mani olur ve onları kendi hareket bölgesinden uzak tutar. O
zaman da bu buharlar, geri dönerler ve her tarafa dağılırlar. İşte bu dağılma sebebiyle rüzgârlar meydana
gelirler. Sonra bu buharlar daha çok olup, yükselmeleri de daha şiddetli ve
kuvvetli olduğu için, aynı şekilde bunların dönüşünün hareketi de daha şiddetli
olur. Böylece de rüzgârlar çok kuvvetli ve çok şiddetli olurlar." İşte
felsefecilerin söyledikleri şeyin özeti budur ve bu yanlıştır. Bunun yanlış
olduğuna birkaç izah delâlet eder:
Birinci izah: Yeryüzüne ait (buhar) zerreciklerinin
yükselmesi, ancak onun ısınmasının şeddelinden dolayıdır. Şüphe yok ki bu
ısınma, arızî (sonradan olma) bir durumdur. Çünkü yeryüzü esas karekteri
itibarıyla soğuk ve kurudur. İşte bu yeryüzüne ait parçacıklar iyice
yükseldiği zaman, hareket ve tepki kabiliyetleri son derece artar. Onlar
yükselip de, havanın soğuk tabakasına ulaştıkları zaman, onlardaki (ısının)
devam etmesi mümkün olmaz. Bilakis bunlar da iyice soğur. Soğuyunca da onların
yükselerek, feleğin hareketi ile hareket eden hava tabakasına ulaşması imkânsız
olur. Dolayısiyle felsefecilerin söyledikleri şey yanlıştır.
İkinci izah: Farzedelim
ki bu buhar zerrecikleri, feleğin hareketi ile hareket eden hava tabakasına
ulaşmış olsun. Fakat ne var ki onlar oradan geri döndüklerinde, onların
geldikleri yönden geri inmeleri gerekir. Çünkü yeryüzü ağır bir cisimdir. Ağır
cisim ise, ancak dosdoğru hareket eder. Rüzgârlar ise böyle değildir. Çünkü
onlar sağa sola hareket ederler.
Üçüncü izah: Yeryüzüne
ait (gökten) inen bu zerrecilkerin hareketi kahir ve ezici bir hareket
değildir. Çünkü rüzgârlar pek çok tozu kaldırıp, sonra bu tozlar geri dönüp yeryüzüne
indikleri zaman, bunların indiğini hiç kimse farketmez. Sen, bu şiddetli
rüzgârların ağaçlan köklerinden söktüğünü, tep'eleri yerle bir ettiğini ve
denizleri dalgalandırdığını görürsün.
Dördüncü izah: Eğer
durum, felsefecilerin dediği gibi olsaydı, rüzgârlar çok şiddetli oldukları
zaman, yeryüzünden toz zerreciklerinin kalkması da o nisbet-te fazla olurdu.
Fakat durum böyle değildir. Çünkü rüzgârların, denizin yüzünde esmesi bazan
çok şiddetli olduğu halde, insanların duyulan, bu şiddetle esen hareketli hava
içinde hiçbir toz ve bulanıklık göremez. Binaenaleyh felsefecilerin
söyledikleri yanlıştır. Yine bu izah ile, rüzgârların hareketi konusunda
onların ileri sürdükleri sebep geçersiz olmuş olur.
Müneccimler Mbu
rüzgârları harekete geçiren ve onların esmesini sağlayan, yıldızların
kuvvetidir" demişlerdir ki, bu da uzak bir ihtimaldir. Çünkü eğer
rüzgârların esmesini sağlayan, yıldızların tabiatı (gücü) olmuş olsaydı, bu
tabiat bulunduğu sürece, rüzgârların devam etmesi gerekirdi. Eğer rüzgârların
esmesini gerektiren şey, belli bir burçta ve belli bir derecede bulunması
şartıyla, yıldızın tabiatı olmuş olsaydı, dünyanın bütün hava tabakasının
hareket etmesi gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir. Biz yine daha önce
cisimlerin, belli yıldızlara ve belli burçlara bağlı olma hususunda birbirine
benzediklerini {denk olduklarını) açıklamıştık.
Buna göre bu özel
tesiri meydana getiren tabiatın, mutlaka bir fail-i muhtarın tahsisi ile olması
gerekir. İşte zikrettiğimiz bu aklî delil ite, rüzgârları hareket ettirenin
fail-i muhtar Allah Teâlâ olduğu sabit olmuş olur. Böylece bu aklî delil İte,
âyetteki "O... rüzgârları gönderendir" ifadesinin doğruluğu ortaya
çıkar.
[60]
Ayetteki, ifadesi ile
ilgili iki fayda bulunmaktadır:
1) Neşren şeklindeki kıraati, "dağıtılmış ve
yayılmış" manasındadır. Buna göre rüzgârların kimi parçaları
sağa, kimi parçaları da osla doğru gider. Diğer parçalar da böyledir. Çünkü
onlardan herbiri bir başka yöne doğru gider. İşte buna göre biz deriz ki:
Şüphesiz havanın karakteri, aynı karekter-dir. Feleklerin, yıldızların ve
çeşitli tabiatların, bu rüzgârdan olup da bölünmeyen cüzlerden (atomlardan) herbirine
nisbeti (herbirine göre durumu) aynıdır. Buna göre rüzgârın bir kısım
cüzlerinin sağa doğru, bir kısmının da sola doğru gitmesinin ancak bir fail-i
muhtarın tahsisi ite olması gerekir.
[61]
2) Ayetteki,
"Rahmetinin önünden" ifadesi "O'nun rahmeti demek olan
yağmurdan önce..." demektir. Bu mecazın güzel ve yerinde olmasının sebebi
şudur:
Araplar, yedeyn (iki
el) kelimesini, "önünde, önde bulunma" manalarında kullanırlar.
Mesela Arapça'da "Fitneler (Kıyamet alâmetleri), Ktyamet'ten az
önce meydana gelir" denilir ve buradaki 'Jj± ^ (elleri önünde) ifadesi
ile, az önce manası kastedilir. Bu mecazın güzel ve yerinde oluşunun bir başka
sebebi de şudur: İnsanın iki eli, insan bedeninin en ileri tarafını teşkil
ecîer. İşte bu benzerlikten ötürü, mecazî olarak, bir şeyin önünde
bulunan şey için "(O) onun elleri arasındadir) tabiri kullanılır.
Rüzgârlar da yağmurlardan önce bulununca, bunların önce oluşu da bu lafız ile
ifade edilmiştir.
Eğer, "biz bazan,
önüsıra rüzgâr olmadığı haide, yağmur yağdığını görüyoruz" denilir ise,
biz deriz ki: "Ayet-i kerime'de, bütün yağmurlardan önce mutlaka rüzgâr
bulunduğuna dair bir mana yoktur. Bu sebeple, bu soru söz konusu değildir.
Yine, onu hissetmesek de, yağmurdan önce bir rüzgârın bulunmuş olması
mümkündür.
[62]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "nihayet bunlar ağır ağır bulutlan kaldırıp yüklendiği zaman..."
buyurmuştur. Arapça'da bir şeyi yüklendiği zaman, '»'^^lüi 'J^j *^'\
"Falanca o şeyi yüklendi" denilir.
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: Ekalle kelimesi, kille (azlık) kelimesinden iştikak etmiştir. Çünkü
bir şeyi yükseğe kaldıran, onu yükselten kimse, onu az, hafif görmektedir.
Cenâb-ı Hakk'ın, "ağır ağır bulutları" tabirinn anlamı, "su ile ağırlaşmış
bulutlan" şeklindedir. Sehab kelimesi, sehabe kelimesinin çoğuludur. Buna
göre anlam "Bu rüzgârlar, içindeki sularla ağırlaşmış oian bulutları
yüklenip taşıdığı zaman..." şeklinde olur. Bunun manası şudur: Taşıdığı
büyük sular sebebiyle yoğun ve yaygın bulutlar, havada asılı kalırlar. Çünkü
Cenâb-ı Hak. hikmeti mucibince,
rüzgârların (onları) şiddetli
bir biçimde harekete geçirmesine hükmetmiştir.
Rüzgârlardaki bu şiddetli hareketler vasıtasıyla da, pek çok faydalar meydana
gelir:
a)
Bulutların
parçaları birbirine eklenir, üst üste gelir, teraküm eder ve böylece de yoğun
ve yağmur yağdıracak bulutlar oluşur.
b)
Sağa ve sola
doğru hareket eden bu rüzgârlardaki bu şiddetli hareketler sebebiyle, su yüklü
bu parçaların inmesi mümkün olmaz; böylece de onların havada asılı kalmaları gerekir.
c)
Rüzgârların bu
hareketleri sebebiyle bulutlar, bir yerden başka bir yere giderler; bu başka
yer ise, Allah'ın, insanların yağmur yağdırılmasına muhtaç olduklarını ve
yağmurdan faydalanmaları gerektiğini bildiği yerdir.
d)
Rüzgârların
hareketleri bazan, bulutların parçalarını bir araya toplar, onları birbirine
bitiştirir derken böylece kesif ve yoğun bulutlar meydana gelir; bazan da,
bulutların parçalarını dağıtır, onları ortadan kaldırır...
e)
Bu rüzgârlar
bazan ekin ve ağaçları kuvvetlendirir, onlardaki büyüme ve gelişmeyi kemâle
erdirir. Bunlar, aşılayıcı rüzgârlardır. Bazan da, sonbaharda olduğu gibi,
bunları ortadan kaldırır.
f)
Bu rüzgârlar
bazan hoş, güzel ve insan bedenine uygun olur. Bazan da sam yelinde olduğu
gibi, ya kendisindeki şiddetli ısı, yahut da, son derece öldürücü olan soğuk
rüzgârlarda olduğu gibi, kendisindeki aşırı soğuk sebebiyle yok edici, helak
edici olur.
g) Bu rüzgârlar bazan doğudan eserler, bazan da batıdan,
kuzeyden ve güneyden... Bu bazı kimselerin zikretmiş olduğu tesbitlerdir.
Yoksa, rüzgârlar âlemin her bir taraf ve yönünden eserler, bu sebeple de bunu
tesbit etmek ve onun esmesini, âlemin herhangi bir cihet ve tarafına hasretmek,
tahsis etmek mümkün değildir.
h) Bu rüzgârlar bazan yerin diplerinden yükselirler.
Çünkü, deniz{deki bir araca) binen bir kimse, denizin dibinden yüzeyine doğru
rüzgârların meydana gelmesi sebebiyle, denizde son derece şiddetli bir
kaynamanın, çalkantının meydana geldiğini müşahede edebilir. İşte o zaman rüzgârın,
denizin yüzündeki esmesi şeddet-lendikçe şiddetlenir. Bazan da rüzgâr, (deniz
sathına) üst cihetten iner. O halde, zikrettiğimiz bu sebeplerden dolayı,
rüzgârların değişmesi, hayret verici bir durumdur.
İbn Ömer (r.a)'den
rivayet edildiğine göre, o şöyle demiştir: Rüzgârlar sekiz çeşittir. Bunların
dördü azab rüzgârlarıdır: Kâsıf (isra. 69); Asıf (Yunus, 22), Sarsar
(Fussiiet, 16; Hakka, 6; Kamer, 19) ve Akim (Zâriyat, 41).. Dört tanesi de
rahmet rüzgârıdır: Nâşirât, (Mürseiât, 3); Mübeşşirât (müjdeleyici; A'raf. 57;
Furkan, 48 ve (Nemi, 63): Mürselat (Murseiat, 1) ve Zariyat (Zariyat, i)
rüzgârları..." Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet edildiğine göre O, şöyle
buyurmuştur: ile. "Bana, saba rüzgânyla yardım olundu;
Ad kavmi İse, debur (balı rüzgârı) ile helak olundu."[63]
Güneyden esen rüzgâr,
cennet rüzgârıdır. Ka'b'den şöyle rivayet edilmiştir: "Şayet Cenâb-ı Hak,
rüzgârı yer yüzünden üç gün kesseydi, yeryüzünde bulunan çoğu şeyler
kokuşurlardı."
Süddî'den de şu
rivayet edilmiştir: "Allah Teâlâ. rüzgârları salıverir; derken rüzgâr
buluta gelir. Sonra Cenâb-ı Hak onu. gökyüzünde dilediği gibi yayar; sonra da
semanın kapılarını açar; sonra bulutun üzerine sular akıtır, bundan sonra da bulut
yağmur yağdırmaya başlar. İşte Allah'ın rahmeti, O'nun yağmurudur." Sen
bunu iyice anladığın zaman biz diyoruz ki: Havanın karakteri bir; tabiatların,
yıldızların ve feleklerin de tesirleri bir olduğu halde, zikredilen
hususiyetler açısından rüzgârların farklı farklı olması, bu hallerin ancak, bir
fail-i muhtar'ın idare ve tedbiriyle meydana geldiğine delâlet etmektedir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "BU onları, ölmüş bir diyara şevke-deriz" buyurmuştur. Bu
tabirin manası "Biz bu bulutu, kendisine hiç yağmur yağmamış ve
hiçbir yeşillik de bitmemiş olan ölü bir beldeye sevkederiz" şeklindedir. Buna göre
eğer, "Sehab kelimesi eğer müzekker ise sehaben sekîlen; yok müennes ise,
suknâhâ denilmesi gerekirdi. O halde bu, nasıl uzlaştırılacak?" denilirse,
buna şöyle cevap verilir: Sehab kelimesinin lafzı müzekker olup, bu kelime
seha-be kelimesinin çoğuludur. Binaenaleyh, bu kelimenin lafzına nisbetle,
müzekker kılmak suretiyle, ondan bir kinaye yapılmış olması caiz olduğu gibi,
yine kelimenin çoğul olmasına nazaran aynı şekilde müennes yapılmak suretiyle
bir kinayenin varid olması da caizdir.
kelimesindeki lam
harfine gelince, bu hususta da iki görüş bulunmak-tadır:
a) Bazılart bu lâm harfinin ilâ manasına geldiğini
söylemişlerdir. Arapça'da, aynı manada olmak üzere,"Onu, dine hidâyet
ettim" denilir.
b) Başkaları ise, bu lamın, sebebiyle, -i için"
manasına geldiğini, kelamın takdirinin ise,"Onu biz, içinde onu içecek hiç bir
canlı bulunmayan ölü bir belde için şevkettik" şeklinde olduğunu
söylemektedirler. Beled kelimesi ise, bakımlı olsun veya olmasın; meskun olsun
veya olmasın, her yer parçasına verilen bir isimdir. İşte buna
"beled" adı verilir. O'nun bir kısmına ise, belde denilir. Kelimenin
çoğulu ise, bilad gelir. Issız çöllere de, belde denilmektedir. Nitekim şair
A'şâ şöyle demiştir:
"Kalkan sırtı
gibi bir belde: Ipıssız!.. Geceleyin, köşe oe bucaklarında, cinlerin çalgıları
duyulmaktadır."
Cenâb-ı Allah daha
sonra "Derken onunla su
indirdik" buyurmuştur.
Alimler (müfessirler)
"bini" kelimesindeki zamirin neye raci olduğu, (neyi gösterdiği)
hususunda ihtilaf etmişlerdir:
Zeccâc ve
İbnü'l-Enbarî "Bu ifadenin, "derken o beldeye su indirdik" manasında
olması caiz olduğu gibi, "Derken bulutlar ile su indirdik" manasında olması
da caizdir. Çünkü bulutlar yağmur yağdırmanın vasıtasıdıriar" demişlerdir.
[64]
Hak Teâlâ sonra "oe onunla her türlü meyve çıkardık"
buyurmuştur. Buradaki zamir de suya (yağmura) racidir. Çünkü meyvelerin
çıkarılması, su ile olmuştur. Zeccâc, "Bu ifadenin manasının, "ve o
beldede her türlüsünden meyveler çıkardık" şeklinde olması da caizdir.
Çünkü "belde", bu ifade de betli bir belde olmayıp herhangi bir
beldedir" demiştir. Birinci görüşe göre, Allah Teâlâ meyveleri (ürünleri)
ancak su vasıtasıyla yaratmaktadır.
Kelâmcıların çoğu ise
şöyle demişlerdir: "Meyveler, sudan doğmamışlardır. Aksine Allah Teâlâ,
âdet-i ilahiyyesini suyun toprağa karışmasının peşistra, bitkileri (vasıtasız)
olarak (ibtidaen) yaratma şeklinde yürütmüştür."
Feylesofların
(hükemânın) ekserisine göre ise şöyle denilmesi imkânsız değildir: "Allah
Teâlâ suya tabiî bir kuvvet verdi, işte bu tabiî kuvvet, suyun toprakla
karışması esnasında belli hallerin ve belli tabiatların (hâdiselerin) meydana
gelmesini sağlamaktadır" demişlerdir.
Mütekellimler
(kelamcılar), bu görüşün yanlışlığı hususunda şöyle delil getirmişlerdir:
"Suyun ve toprağın tabiatı birdir. Hem sonra biz görüyoruz ki, tek bir
bitkiden, üzüm gibi çeşitli halleri (özellikleri) olan şeyler doğmaktadır.
Çünkü üzüm (tanesinin) kabuğu soğuk (sert) ve kuru; eti ile suyu (yani içi)
sıcak ve yaş (yumuşak); çekirdeği ise sert ve kurudur. Binaenaleyh çeşitli
özelliklerdeki bu cisimlerin su ve topraktan doğması, bunların kendi tabiat ve
özelliklerinden dolayı değil, ancak fail-i muhtar (Allah'ın).onları var etmesi
ile meydana geldiklerine delâlet eder."
[65]
Allah Teâlâ daha sonra
"İşte ölüleri de böyle diriltip çıkaracağız" buyurmuştur. Bu ifade
ile ilgili iki görüş vardır:
1)
Bundan maksad
şudur: "Allah Teâlâ, nasıl bitkileri yağmur indirmek suretiyle
yaratıyorsa, aynı şekilde ölüleri de, bu çürümüş cisimler (cesedler) üzerine
indireceği bir yağmur ile diriltir." Rivayet edildiğine göre, Allah
Teâlâ, sûrun iki üflenişi arasında, kırk gün, ölülerin cesedleri üzerine menî
gibi olan bir yağmur yağdırır. O cesedler bu esnada (bitkiler gibi) biterler ve
hayat bulurlar. Mücahid şöyle demiştir:
"Allah Teâlâ insanları yeniden diriltmeyi istediği zaman, gökten onların
(cesedleri) üzerine yağmur yağdırır. Derken aynen ağaç (fidesinin) günyüzüne
çıktşı ve meyve için çiçek açışı gibi, insanlar yeryüzünü yarıp çıkarlar. Sonra
Allah Teâlâ, ruhlarını gönderir ve her ruh cesedini bulup, ona girer."
2)
Bu ifadede
belirtilen teşbih (benzetme), ancak ölümden sonra diriltme bakımından olmuştur.
Bunun manası şöyledir: "Allah Teâlâ nasıl bu beldeyi, harab oluşundan
sonra diriltiyor ve orada ağaçlar bitirip onlarda meyveler yaratıyorsa, aynı
şekilde ölüleri de, onlar öldükten sonra böyle diriltir. Çünkü cisimleri var etmeye
ve o cisimlerde yaşlığı, tadı yaratmaya kadir olan, ölünün bedeninde hayatı yaratmaya
da kadir olur." Bu ifadeden maksad, ölümden sonra dirilmenin (ba's'in) ve
Kıyametin Hak olduğuna delil göstermektir.
Bil ki birinci görüşü
benimseyenler, eğer cesedlerin (ölülerin), ancak bu çürümüş
cesedler üzerine, menî şeklinde bir yağmur yağdırmak suretiyle yeniden
di-riltileceğine inanıyorlarsa, bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü yağmur suyunda,
meninin hayatın başlangıcı olan menî olmasını sağlayan özellikleri meydana getirmeye
kadir olan, hayatı ve cismi vasıtasız olarak yaratmaya niçin kadir olmasın?
Yine farzet ki bu yağmur yağsın. Ancak ne var ki ölülerin parçalan, birbiriyle
meze olmuş değildir; bir kısmı doğuda, bir kısmı batıdadır. Binaenaleyh, o
cisimlerin meydana getirilmesi hususunda, o yağmuru indirmek nasıl fayda
versin?
Şayet onlar,
"Allah Teâlâ kudret ve hikmeti ile, o ayrı ayrı cüzleri ortaya
çıkarır" derlerse, onlar o halde niçin "Allah Teâlâ, kudret ve
hikmeti ile o cüzlerde yağmuru bir vasıta ktlmaksıztn doğrudan doğruya
hayatı yaratır" demiyorlar? Eğer
derlerse ki: Allah Teâlâ kudret ve hikmetiyle o dağınık cüzleri çıkarır.
Öyleyse yine O'nun kudret ve hikmetiyle o cüzlerde, o yağmur vasıtasıyla
olmaksızın hayat yarattığını niçin söylemiyorlar? Bununla beraber. Allah
Teâlâ'nın ölüleri vasıtasız olarak diriltmeye kadir olmakla birlikte ilahî
adetin bu tarzda cereyan ettiğine inanmaları da caizdir. Nitekim, Aflah
dünyada da insanları vasıtasız yaratmaya kadir olduğu halde, ilahi adeti onları
ana-baba vasıtasıyla yaratma şeklinde cereyan etmiştir.
Daha sonra Cenâb-t
Hak, "Umulur ki (bunları) İyi düşünüp ibret alırsınız" buyurmuştur.
Bu, "Bu yerin, bahar ve yazın, çiçekler ve meyvelerle tezyin edildiğini,
sonra da kışın, o zinetlerden soyulmuş bir ölü haline geldiğini, daha sonra da
Allah Teâlâ'nın, o yeri yeniden ihya edip dirilttiğini görüp müşahede
ediyorsunuz. O halde, o yerin, ölümünden sonra onu tekrar diriltmeye muktedir
olanın, bedenlerin ölümünden sonra onları da diriltmeye muktedir olması gerekir.."
demektir. Şu halde, "Umulur ki (bunları) iyi düşünüp ibret alırsınız"
buyruğundan maksad, benzer iki durumdan birisinde bu imkânsız olmadığına göre,
bu diğer durumda da imkânsız olmadığı dersini vermektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "toprağı verimli diyarın nebatı, Rabbinin izniyle (bol) çıkar.
Verimsiz diyardan İse, faidesi pek az bir şeyden başkası çıkmaz.."
buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır;
[66]
Bu âyetle ilgili iki
görüş bulunmaktadır:
Birinci görüş:
Meşhur olan bu görüşe göre bu, Allah Teâlâ'nın mü'min ve kâfir kimseleri
verimli ve verimsiz (çorak) toprağa benzetmiş olduğu bir misaldir.
Cenâb-ı Hak bu
misalde, Kur'ân'ın inişini de yağmurun yağmasına benzetmiştir. Böylece Allah
Teâlâ, mü'min kimseyi, üzerine yağmurun yağdığı ve böylece de kendisinde
çeşitli çiçekler ve meyvelerin meydana geldiği verimli topraklara benzetmiştir.
Verimsiz ve çorak olan toprağa gelince, bunun üzerine yağmur da yağsa, onda,
işe yaramayan pek az şeyin dışında, (faydalı) hiçbir bitki bitmez. Cehalet ve kötü huylar
şaibesinden arınmış, tertemiz ruh da böyledir. Böylesi bir ruha, Kur'ân'ın nuru
da bitişince, onda çeşitli tâatler, bilgiler ve güzel huylar meydana gelir,
zuhur eder. Bulanık ve adi ruhlara Kur'ân nuru bitişse dahi, pek az bir şey
müstesna, onda bu bilgilere ve güzel ahlaka dair herhangi bir şey tezahür
etmez...
İkinci görüş: Bu
âyetten murad, mü'min ve kâfirin, temsil yoluyla anlatılması değildir. Aksine
bundan murad, "Verimsiz toprağın faydası ve meyvesi az olmasına rağmen,
sahibi onu ihmal etmez; bilakis, ondan menfaatine uygun şeyleri elde etmek
ümidiyle onu ıslah etme hususunda kendisini yorar. Binaenaleyh, büyük bir
maşakkatle bu önemsiz faydayı elde etmek isteyen kimsenin, ahiret yurdunda
vaadedilen büyük fayda ve menfaatleri, tâatlan eda etme hususunda mutlaka çekilmesi
gereken bir meşakkaîa katlanması haydi haydi münasip olur" şeklindedir.
[67]
Bu âyet, saîd
(cennetlik) olanın şakiye (cehennemlik); şakî olanın da saîd'e dönüşmeyeceğine
delâlet eder, Bu böyledir. Zira bu âyet, ruhların iki kısma ayrıldığına delâlet
eder:
a)
Bu, esas
cevheri itibariyle temiz, (kötülüklerden) arınmış, mahiyetindeki gerçeklikten
ötürü hakkı, amef etmek için de hayrı öğrenmeye müsait olan ruhtur.
b)
İkinci kısımdaki
ruh da, esas cevheri itibariyle kaba, bulanık, hakikî bilgileri ve üstün
huyları çok yavaş kabul edebilen ruhlardır. Bu tıpkı, bazı toprakların çorak ve
bozuk olması gibidir. O çorak ve
verimsiz arazilerde, verimli arazilerde meydana gelen çiçek ve meyvelerin elde
edilmesi mümkün olmadığı gibi, aynı şekilde saf, temiz ruhlarda meydana gelen
yakînî bilgiler ile, üstün huyların kaba, bulanık ve ahmak ruhlarda bulunması
imkânsızdır. Bu görüşümüzü, şu husus da kuvvetlendirir: Biz, bu nitelikler
hususunda ruhların farklı farklı olduğunu görmekteyiz. Mesela, bunlardan
bazısı, Cenâb-ı Hakk'ın da:"Peygambere indirilen Kur'ân-'dinledikleri
vakit de, hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşta dolup boşaldığını
görürsün onların..." (Maide. 83j buyurduğu gibi, maddi lezzetlerden yüz
çevirmiş, safa ve uluhiyyet âleminin sevgisi üzere yaratılmışlardır. Bunların
bir kısmı da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık onlar taş gibi, yahut daha
katı..." (Bakara, 74) âyetinde
buyurmuş olduğu gibi, son derece katı ve bu tür şeyleri kabul etmekten de
uzaktır.
Bazıları,
"gazab" (kızgınlık) hallerinden uzak, ama şehvanî duyguları yerine getirmeye
alabildiğince meyyal; bazıları da, şehvanî duyguları yerine getirmekten uzak,
ama gazabının dileğini yerine getirmeye de alabildiğine meyyaldir. Hatta biz
diyoruz ki: Bazı ruhlar, makam değil de mal elde etme hususunda aşın istekli;
bazıları da bunun tersidir. Mal elde etmek isteyenlerin bir kısmı (ev, tarla
gibi) taşınmaz mallan elde etme hususunda alabildiğine istekli olduğu halde,
para kazanma hususundaki isteği bundan daha azdır. Bir kısmı da, para elde etme
hususunda son derece istekli olduğu halde, eşya ve akar elde etme hususundaki
isteği bundan azdır. Bu neviler hakkında iyice düşünecek olursan, ruhlar
arasında giderilmesi mümkün olmayan köklü birtakım mahiyet farkları olduğunu
kesinlikle anlarsın. Bu böyle olunca, tabiati gereği, günah fiillerini işlemeye
mey-yal, cahil ve kaba ruhların, ilahî bilgiler ve üstün huylarla aydınlanmış
birer ruh olmaları imkânsızdır. Bu sabit olunca, o nefisleri (ruhları), yakinî
bilgiler ve üstün huylarla mükellef kılmak adeta "teklîf-i mâla
yutak" gibi bir şey olur. Binaenaleyh, işte yapmış olduğumuz bu açıklama
ile, saîd (cennetlik) olanın, daha annesinin karşısında iken said; şakî
(cehennemlik) olanın, daha annesinin karnında iken şakî; temiz ruhların, yakînî
bilgilere ve üstün huylara ait bitkilerinin Rabbierinin izniyle çıktığı ve, pis
ruhların bitkilerinin ise, ancak kıt, faydası ve hayrı az; lüzumsuz olması ve
kötülüğü çok olarak çıktığı sabit olmuş olur.
Bu âyetle, bu mesele
hususunda istidlal edilen bir başka şey de, Hak Teâtâ'nın, "Rabbinin
izniyle" kaydıdır. Bu da, mü'min kimsenin yapmış olduğu her türlü hayır ve
tâatın, ancak Allah'ın muvaffak kılmasıyla olduğuna delâlet eder.
[68]
Ayetteki, ifadesi,
"Nebatını çıkarır" şeklinde de okunmuştur.. Yani, "Belde,
nebatını çıkarır ve onu bitirir" demektir. kısmı hakkındaFerrâ şöyle demektedir: "Arapça'da, "Öir şey
kötü, fena oldu" denilir. Nekid kelimesi, cimrilik yoluyla, hayır
vermekten kaçma, zorluk ve sıkıntı halidir." Leys ise, nekid kelimesinin
uğursuzluk, kınamak ve az vermek manalarına geldiğini; "Uğursuz, çok
uğursuz bir adam..." denildiğini ve şairin de, "Verdiğin
şeyi gönül hoşluğuyla ver; çünkü istemeksizin, çekine çekine verilende ve
böylesine veren kimsede hiçbir hayır bulunmamaktadır" dediğini
söylemiştir.
Bunu iyice anladığın
zaman biz deriz ki: buyruğu, "beled"in, beldenin sıfatıdır. Bunun
manası, "Habis beldenin bitkisi, ancak zorlukla çıkar" demektir.
Böylece, muzaf durumunda nebat kelimesi hazfedilmiş, "belde"ye raci
olan ve mu-zafun ileyh durumunda olan kelime de onun yerine getirilmiştir.
Ancak ne var ki bu bariz olan mecrur bir zamirdir. Binaenaleyh, fail yerine
geçtiği için, bu zamir
müstetir (gizli) olan
merfu zamire dönüşmüştür. Veyahut da takdir, "Kötü olan beldenin nebatı,
bitkisi...'1 şeklindedir. Yine, kafin fethasıyla, mef'ûl-ü mutlak olmak üzere şeklinde
de okunmuştur ki, bu "pek az oian zor-lukla çıkan.." manasındadır.
Daha sonra Cenab-ı Hak
"İşte şükredecek kimseler için âyetleri böyle tafsilatlı, tekrar tekrar
açıklarız, buyurmuştur. Buradaki fiil yusarrifu şeklinde de okunmuştur. Bu,
"O, âyetleri Allah böyle çeşitli olarak açıklar" demektir. Cenâb-ı
Hak, bu âyetini, "şükredecek kimseler için" diyerek bitirmiştir.
Çünkü daha önce bahsedilen şey, Allah Teâlâ'nın latif ve faydalı rüzgârları
hareket ettirdiği, onları rahmet yağmurlarının inişine sebep kıldığı ve o
rüzgârlar ile yağmurları da çeşitli faydalı güzel, leziz bitkilerin çıkmasına
sebep kıldığıdır. Binaenaleyh bu ifade, iki vecihten bir taraftan, yaratıcının
varlığına, ilmine, kudretine ve hikmetine delâlet eden delilleri zikretmekte,
diğer taraftan ise bu büyük nimetlerin kullara ulaştırıldığına dikkat
çekmektedir. Binaenaleyh hiç şüphesiz bunlar, Allah'ın varlığına ve O'nun
sıfatlarına delâlet etmeleri bakımından birer âyet, diğer yönden de şükredilmesi gereken birer
nimettirler. Bundan dolayı Hak Teâiâ, "İşte şükredecek kimseler için
âyetleri böyle tafsilatlı, tekrar tekrar açıklarız" buyurmuştur. Cenâb-ı Allah bunların âyet
oluşlarının, şükreden kimselere has olduğunu
bildirmiştir. Çünkü bu
âyetlerden istifade edenler sadece onlardır. Bu tıpkı, "(Bu Kur'ân),
muttakiler için bir hidâyettir" {Bakara. 2) âyetinde olduğu gibidir.
[69]
"Andolsun, Nuh'u
kavmine peygamber gönderdik ve o şöyle dedi: "Ey kavmim, Allah'a kulluk
edin, sizin O'ndan başka hiç bir tanrınız yoktur. Ben büyük bir
günün üstünüze (gelecek) azabından cidden korkuyorum." Kavminden
ileri gelenler de şöyle dedi: "Biz seni hiç şüphesiz apaçık bir sapıklık içinde
görüyoruz." (Bunun üzerine Nuh) dedi ki: "Ey kavmim bende hiçbir sapıktık
yoktur. Fakat ben alemlerin Rabbinden bir peygamberim. Size, Rabbimin
vahyettiklerini tebliğ ediyorum, size nasihatta bulunuyorum. Ben, sizin
bilmeyeceğiniz şeyleri, Allah'tan (gelen vahiy İle) biliyorum" (A'râf,
59-62).
Bil ki Allah Teâlâ,
mebde' ve mead (yaratılış ve ahiret) ile ilgili apaçık deliller, kesin
hüccetler ve aklî beyyineler zikredince, bunun peşisıra peygamberlerin
kıssalarını zikretmiştir. Bunun birçok hikmeti vardır:
1) İnsanların, bu gibi delil ve beyyineleri kabul
etmeyişlerinin, sadece Hz. Mu-hammed (s.a.s)'in kavminin özelliklerinden
olmayıp, aksine bu kötü adetin geçmiş ümmetlerde de bulunduğuna dikkat
çekmek... Bela umumi olup herkesin başına birden geldiğinde, insanlara daha hafif gelir. Binaenaleyh, o peygamberlerin kıssalarını
zikredip, kavimlerinin cehalet ve inadda ısrar ettiklerini anlatmak, Hz.
Peygamber (s.a.s)'i teselli edip, bu
işi onun kalbinde hafifletme gayesine ma'tuftur.
2) Allah Teâlâ bu kıssalarda, o inkarcıların işlerinin
sonunun, dünyada inkâr ve lanet; ahirette de büyük bir zarar olduğunu; hakkı
kabul edenlerin işlerinin sonunun da dünyada devlete (nimete), ahirette de
saadete vardığını nakletmiştir ki bu ina-
, nanların kalbine güç
verir, bâtıl ehlinin kalblerini hüzünlendirir.
3)
Bu, Cenâb-ı
Allah'ın, her ne kadar şu anda inanmayanları hemen cezalandırmıyor ise de,
onlardan en iyi bir şekilde intikam almak için, şimdilik onlara mühlet
verdiğine bir dikkat çekmedir.
4) Bu kıssalar, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğine
delalet ettiğini beyan etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) bir ümmî olup,
ne bir kitap okumuş, ne de bir kimseden ders almıştır. Binaenaleyh, O bu
kıssaları tahrif etmeksizin ve hatasız olarak nakledince, bu naklediş, O'nun
bunları, ancak Allah'tan aldığı vahiy ile bilebildiğini gösterir. İşte bu da
O'nun peygamberliğinin doğruluğuna delalet eder.
Maahaza, birisi şöyle
diyebilir: "Geçmişteki gayblardan haber vermek, bu mu'cizeye delalet
etmez. Çünkü İblis'in bu hadiselerin hepsini müşahede edip, bunları O'na
iblis'in ilkâ etmiş (bildirmiş) olduğunu söylemek mümkündür. Ama geleceğe ait
gaybî şeyleri haber vermeye gelince işte mu'cize budur. Çünkü bu gaybı bilmek
Allah Teâlâ'ya aittir.
Bil ki Allah Teâlâ, bu
surede Hz. Adem (a.s) kıssasından bahsetmişti. Bu daha önce geçti. Bu surede
zikredilen ikinci kıssa, Hz. Nuh {a.s) kıssasıdır. Bu da, bu âyetlerde
zikredilmektedir. O, Nuh b. Lemek b. Metuşeleh b. Uhnûh (Hanek)'dur. Uhnûh da,
Hz. İdris (a.s)'in ismidir. Bu âyetlerle ilgili birkaç mesele vardır:
[70]
Keşşaf sahibi,
âyetinin, mahzuf bir kasemin cevabı olduğunu söylemiştir. Buna göre
şayet onlar, "Arapların, nerede ise bu lâm-ı kasemi, hep "kad" edatı
ile birlikte zikredip, mesela şairin, "O
sevgiliye, Allah adına, bir yalancı yeminiyle, onların muhakkak uyumuş
olduklarına dair yemin, ettim..." şeklindeki şiirinde olduğu gibi, bu lamı
kad edatt olmaksızın nadiren kullanmalarının sebebi nedir?" derlerse, biz
deriz ki: "Bu ancak böyle olur. Çünkü kasem cümleleri, ancak hakkında
kasem edilen ve kasemin cevabı olan cümleyi te'kid için kullanılır.
Dolayısiyle bu, muhatabı kasemi duyduğunda kad edatının ifade ettiği
"tevakku" (umup bekleme) manasının beklendiği bir yer olur.
[71]
Kisâî, gayruh
kelimesini, "ilah" kelimesinin lafzî ba- kımdan sıfatı
olarak, râ harfinin kesresi ile gayrin şeklinde; diğer kıraat imamları ise, bunu,
"ilah" lafzının mahallinden sıfat olarak, ötüre ile, gayruh şeklinde
okumuşlardır. Çünkü kelamın takdiri olur. Ebu Ali, "Bu ifadeyi ötüre ile okuyanların
kıraatlerinin delili, "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur" (Ai-i
Imran, 62) âyetidir. Buradaki ifadesi, ifadesinden bedel olduğu gibi,
bu âyetteki gayruhu kelimesi de kelimesinden bedeldir. Bundan dolayı gayr
kelimesi, istisna olduğu için merfudur" demiştir.
Keşşaf sahibi bu
kelimenin sonunun üç şekilde de okunabildiğim, meriu ve mecrur okunmasının
sebebinin, yukarıda anlatılan şeyler olduğunu, mansub okunuşunun ise,
"Sizin için hiçbir ilah yoktur, ancak O (Allah) vardır"
manasında olarak müstesna olduğu için olduğunu, bunun "Evde, Zeyd'den başka hiç kimse
yoktur" şeklindeki ifade gibi olduğunu söylemiştir.
[72]
Vahidî bu ifadede bir
hazfin bulunduğunu ve mahzuf olan bu şeyin mâ'nın haberi olduğunu söylemiştir. Çünkü sen,
gayruh kelimesini ilah kelimesinin sıfatı saydığında, cümlede geriye mâ-î
nâtiyenin haberi kalmaz. Çünkü söz, sıfat ve mevsuf ile, tam bir mana ifade
etmez. Zira sen, "Akıllı Zeyd" deyip de sustuğunda, haberi
zikredilmediği sürece
bu, birşey ifade etmez. Buna göre kelamın takdiri, "Sizin için, varlıkta,
Allah'tan başka bir ilah yoktur" şeklindedir.
Ben derim ki:
Nahivciler, bizim "Allah'tan başka ilah yoktur" şeklindeki
sözümüzde, mutlaka mahzuf birşeyin bulunduğu ve bu ifadenin takdirinin şeklinde
veyahut "Bizim için, Allah'tan
başka ilah yoktur" şeklinde olduğu hususunda ittifak etmişler, ama buna
bir delil ge-timemişlecdir, biz Ğiyoruz
ki: "Nefiy ftarf^'fl, bu ftaftfcaî ve maıyeî üzerine dahil olduğunun
söylenmesi ve mana ile takdirin de llahlık hakikati ve mahiyeti ancak Allah
hakkında tahakkuk eder" şeklinde olduğunun söylenmesi niçin caiz
olmasın?" Biz, sözü bu manaya hamlettiğimizde, nahivcilerin yaptıkları
takdire ihtiyaç hissetmemiş oluruz.
Buna göre şayet onlar,
"Nefyi (olumsuzluğu), mahiyete ve hakikate hamletmek mümkün değildir.
Çünkü hakikatlerin nefyedilmesi mümkün değildir. Binaenaleyh "mahiyeti
hiç yoktur" manasında olmak üzere, "siyahlık yoktur" denilemez.
Denilebilecek olan ancak, o hakikat ve mahiyetlerin mevcut olmadıklarının ve
bulunmadıklarının söylenmesidir. Bu durumda, burada bir haber takdir edilmesi
gerekir" derlerse, biz de deriz ki: "Bu söz, "mahiyetlerin yok
edilemiyeceği ve kaldırı-lamıyacağı" görüşüne bina edilmiştir ki, bu
kesinlikle batıldır. Çünkü eğer durum böyle olsaydı, o zaman varlığın ortadan
kaldırılması imkânsız olurdu. Zira "varlık" da bir hakikat ve bir
mahiyettir. Binaenaleyh diğer mahiyetlerin ortadan kaldırılması da niçin mümkün
olmasın?"
Eğer onlar, "Biz,
"Hiç bir adam yok" deyip de, bununla hiç bir adamın olmadığı
manasını kastedersek, bu olmusuzluk, varlığın mahiyetine yönelik olmayıp ancak
"adam"lık mahiyetinin "var oluş" ile tavsif edilmiş
olmasıyla ilgili olur" derlerse, biz de deriz ki: "O tavsif
edilişin, mahiyet ve varlık üzerine fazladan birşey olması mümkün değildir.
Zira eğer "mevsuf oluş" bir mahiyet, "var oluş" da başka
bir mahiyet olmuş olsaydı, o zaman o mahiyet de, "var olma" sıfatı
ile tavsif edilmiş olurdu. Bu hususdaki söz, biraz önceki husustaki gibidir.
Dolayısiyle bundan, teselsül gerekir. Bu sebeple var olan bir şeyin, tek bir
varlık olmayıp, aksine sınırsız birtakım varlıklar olması gerekirdi ki, bu
imkânsızdır" Sonra biz diyoruz ki: "Mahiyetin "var oluş"
ile tavsif edilmesi, ya o mahiyet ve var oluştan başka birşeydir, veya böyle
değildir. Eğer ondan başka birşey değilse, o başka olan şeyin başka bir mahiyeti
ve varlığı olmuş olur. Onun mahiyyeti de ortadan kalkmayı kabul etmez. Bu
durumda da, söz konusu olan soru geri döner. Böylece anlattıklarımızla
mahiyetin, yok olmayı, ortadan kaldırılmayı kabul etmemeleri durumunda, nefiy
edatının, hiçbir mana ve mahiyet hakkında kullanılamıyacağı, mahiyetin, ortadan
kaldırılmayı kabul etmeleri halinde de, sözümüzdeki lâ edat-ı
nafiyesinin, bu hakikat için kullanılabileceği ve bu durumda da nahivciterin ileri
sürdükleri, hazif ve takdir yoluna girmeye ihtiyaç katmayacağı sabit olmuş
olur. İşte bu nahivcilerin ileri sürdüğü bu meselede, söylenebilecek sırf aklî
bir sözdür.
[73]
Ayetteki,
"Andolsun ki... Peygamber gönderdik" buyruğu ile ilgili iki görüş
vardır: 1) İbn Abbas (r.a), "Bu, "baasna", yani
gönderdik" manası ndadır" demiştir.
2) Diğer alimler, "Bu ifade, "Allah Teâlâ o
kimseye, yerine getirmesi gereken bir risalet (elçilik-peygamberlik görevi)
yükledi" manasındadır" demişlerdir. Buna göre "risalet",
"Peygamber olarak gönderme" manasına gelmiş olur. Böylece gönderme
işi, asıl değil, asıl gayeye bağlı bir iş olmuş olur. Bu konu, usûl ile ilgili
bir meseleye
bina edilmiştir ki o da şudur: Bir kavme, onların akıllarıyla bulup
bilemiye-cekteri birtakım hükümleri, nebinin lisanıyla öğretmek, peygamber
gönderilmesinin şartı mıdır, yoksa değil midir? Yoksa aksine peygamber
göndermenin gayesi, sırf akıllarda var olan şeyleri te'kid etmek midir? Bu sual
ancak, Mu'tezUe'nin esaslarından dallanan bir husus olup biz ehl-i sünnet'in
usûl ve fürûuna (dallarına) uygun düşmez.
[74]
Ayette birtakım
incelikler bulunmaktadır:
1) Allah Teâlâ bu âyette, Hz. Nuh
(a.s)'dan üç söz nakletmiştir:
a) Hz. Nuh, (a.s) kavmine Allah'a ibadeti emretmiştir.
b) O, Allah'tan başka ilah olmadığını söylemiştir.
Birinci sözden murad, mükellefiyetin olduğunu söylemek; ikincisinden maksad da
tevhidi ikrar etmektir.
c) Daha sonra bunun peşinden, "Ben büyük bir günün
üstünüze (gelecek) azabından cidden korkuyorum" buyurmuştur. Ki bundan murad, ya Kıyametin
azabıdır; böyle olması halindeyse, Hz.
Nuh, onları Kıyamet günüyle
korkutmuş olur ki, bu üçüncü davettir; veyahut da bu, tufan gününün azabıdır.
Böyle olması halinde de Nuh (a.s), vahiy ve nübüvvetin AHah katından olduğunu
açıklamış olur. Netice olarak diyebiliriz ki, Allah Teâlâ, Hz. Nuh'un, bu üç davayı zikredip, bunlardan
herhangi birinin doğruluğuna ne bir delil ne de bir hüccet getirmediğini nakletmiştir.
Dolayısiyle, şayet Nuh (a.s), kavminin taklidî olarak bunlardan korkmasını
istemişse bu batıldır. Çünkü, taklitle hükmetmek batıldır. Hem Allahu Teâlâ,
Kur'ân'ı, taklidi zemmeden âyetlerle doldurmuştur. Böyle iken masum bir
peygamberin taklide davet etmesi nasıl uygun düşer? Yok eğer onlara, bunları,
delilini zikretmekle birlikte ikrar etmelerini emretmtşse, bu delil âyette
zikredilmemiştir.
Bil ki Allah Teâlâ,
Bakara suresinin başında tevhid, nübüvvet ve ahiretin sahih ve doğru olmasıyla
ilgili delillerden bahsetmiştir ki, bu O'nun tarafından, peygamberlerden hiç
birinin delil ve hüccetini zikretmeksizin, hiç kimseyi bu temel inançlara davet
etmeyeceklerine dair bir dikkat çekmedir. Bu konuda söylenebilecek en son söz
şudur: Allah Teâlâ, Hz.Nuh'un bu makamda o delillerden bahsettiğini
naktet-memiştir. Ancak ne var ki o deliller bilinince, bu makamda onları
zikretmeye hacet yoktur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, bu delilleri
zikretmemiştir.
2) Hz. Nuh, ilk önce, "Allah'a kulluk edin"
demiş, sonra da "Sizin O'ndan başka hiç bir tanrınız yoktur" demiştir.
Halbuki ikincisi, birincisinin sebebi gibidir. Zira, onların Allah'tan başka
hiç bir ilahı olmayınca, onların yanında tahakkuk eden her türlü fayda, ihsan,
iyilik ve lütuf, Allah katından meydana getirilmiş olur. Nimet vermenin
sonsuzluğu, tazimin sonsuzluğunu gerektirir. Allah'a ibadet etmek, ancak
O'ndan başka hiçbir ilahın bulunmadığını bilmekten dolayı farzdır. Bu bahisten,
ortaya şöyle bir mesele de çıkmaktadır: Biz, ilahın bir veya birden çok
olduğunu bUmeden önce, yanımızda bulunan bu çeşitli nimetleri bize verenin, bu
mu, yoksa şu beri ki mi olduğunu bilemeyiz. Biz bunu bilemeyince de, bize nimet verenin
kim olduğunu bilemeyiz. Böylece de, O'na ibadet etmek güzel ve yerinde olmaz.
Bu görüşe göre, tevhidi bilmek, ibadetin güzel olduğunu bilmenin şartı olur.
3) Ayetin zahiri, ilahın, ibadete müstehak olan zat
olduğuna delalet eder. Zira, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a kutluk edin. Sizin,
O'ndan başka hiç bir tanrınız yoktur" buyruğunda hem müsbet hem de menfi
(olumsuz) cümleler yer almıştır. Binaenaleyh, sözün doğru olabilmesi için, her
iki cümlenin de aynı manada gelmiş olmaları gerekir. Öyleyse âyetin manası,
olumsuz ve olumlu cümlelerin tetabuk edebilmeleri için, "Allah'a kulluk
edin; zira sizin, O'ndan başka tapılacak bir mabudunuz yoktur" şeklinde
olur. Daha sonra da delil ile, her mabud olanın, ilah olmadığı sabit olmuştur;
aksi halde putların ilah olmaları ve ezelde mabud olmadığı için, Allah'ın da,
ezelde ilah olmaması gerekirdi. Binaenaleyh, ilah lafzını, "ibadete
müstehak olan" manasına hamletmek gerekir.
[75]
Bil ki alimler, Nuh
(a.s)'ın "Ben büyük bir günün üstünüze (gelecek) azabından cidden
korkuyorum" sözünün manasının, "yakın" mi, yoksa zan ve şüphe
manasındaki bir "korku" mu olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu
cümleden olarak bazı alimler bundan muradın, "kat'iyyet ve yakın"
olduğunu; zira Hz. Nuhjkavminin başına, ya bu dünyada yahut da bu dini kabul
etmemeleri halinde ahirette bir azabın ineceğine kesinlikle inanıyordu. Bazı
alimler de, Hz. Nuh'un bunun böyle olacağını sandığını ileri sürmüşlerdir. Bu
da birkaç yönden izah edilebilir:
a)
Hz. Nuh,
"Ben, üstünüze (gelecek)... den korkuyorum" demiştir. Çünkü O, onların küfürlerinde
devam etmelerinin muhtemel olduğunu zannettiği gibi, iman etmelerinin muhtemel
olduğunu da zannediyordu. O, böyle bir zan içinde .bulunduğu halde, onların
başına kesinkes bir azabın geleceğini söylemesi mümkin değildir. Bu sebepte
onun, bunu korku lafzıyla ifade etmesi gerekir.
b)
İnkâr ve
günaha karşı bir cezanın söz konusu oluşu, ancak naklî delillerle bilinen bir
husustur. Belki de Allah Teâlâ, Hz. Nuh
(a.s)'a bunun nasıl olacağını bildirmemiştir. Bundan dolayı O, bu hususta bir
şey söylememiş ve Hak Teâlâ'nın, bu inkârlarına karşı onlara ceza vermesini
veya vermemesini mümkün görmüştü.
c)
Ayette
bahsedilen korkudan maksad, sakınmak, endişe etmektir. Bu tıpkı, Cenâb-ı
Hakk'ın, meleklerinden bahsederken buyurduğu, "Onlar Rablerinden korkarlar"
{Nahi, 50) âyetindeki gibidir. Bu, "O melekler, Allah'ın cezasından
korktukları için, O'na isyan etmekten sakınırlar" demektir.
d)
Bu, Hz. Nuh
(a.s)'ın azabın kendisinin kesin
olduğunu bilip, bu azabın ne kadar olduğunu bilmemesine göredir. O azab ya
cidden çok büyük, ya da orta derecede bir azaptır. Binaenaleyh bu şüphe, o
azabı vasfetme ile yani o azabın büyük olup olmaması ile ilgili olup, azabın
kendisi hakkında değildir.
Sonra Allah Teâlâ, Hz.
Nuh <a.s)'ın kavmi hakkındaki sözünü nakletmiş ve şöyle buyurmuştur: Kavminden
ileri gelenler de şöyle dedi: "Biz, seni hiç şüphesiz apaçık bir sapıklık
içinde görüyoruz."
Müfessirler şöyle
demektedirler. Mele' "Kavmin, kendilerini peygamberlerin zıdları
(muhalifleri) kılan ileri gelenleri ve büyükleridir. Bunun delili âyetteki
"kavminden" tabiridir. Bu ifade, "mele"in Hz. Nuh'un
kavminin bir kısmı oiduğunu gösterir. Bu kısmın, mutlaka kendisinden ötürü
böyle bir vasfa müstahak oldukları bir özelliklerinin bulunması gerekir. Bu da
onların, meclislerde önlerde yer alan, heybetleri ile kalblere korku salan, ve
görülünce gözü dolduran, toplantılarda gözfer kendisine dikilen kimseler
olmalarıdır. Bu sıfatlar ise, ancak reis (başkan) olanlar hakkında
düşünülebilir İşte bu âyette bahsedilen "mele'"den muradın, kavmin
reisleri ve ileri gelenleri olduğuna delalet eder. Ayetteki "Biz, seni
hiç şüphesiz... görüyoruz" ifadesindeki bu "görme"nin, mutlaka
"görüp müşahede etme" manasına değil, "öyle zannetme ve
inanma" manasına olması gerekir. "Apaçık bir sapıklık içinde.."
ifadesi de, "apaçık bir hata ve sapıklık içinde" manasındadır. Bundan
onların muradı, daha evvel geçen Hz. Nuh'un söylemiş olduğu mükellefiyet,
tevhid, nübüvvet ve ahiret gibi dört hususta, Hz. Nuh (a.s)'u sapıklığa
(yanlışlığa) nisbet etmektir. Onlar böyle söyleyince, Hz. Nuh da onlara,
"Ey kavmim bende hiçbir sapıklık yoktur" diyerek cevap vermiştir.
Buna göre şayet
(bazıları), 'Hz. Nuh'un kavmi, "Biz seni hiç şüphesiz apaçık bir sapıklık
görüyoruz" demiş ve Nuh (a.s)'un bunlara karşı cevabı, -"Bende hiçbir
sapıklık içinde dalâlet yoktur" demek olmuştur. O niçin, demesi
gerekirken, böyle (dalâlet) kelimesini kullanmıştır?" derlerse, ben de derim ki:
Ayetteki ifadesinin manası, "Bende, dalâlet çeşitlerinden hiçbiri
kesinlikle yoktur" şeklindedir. Binaenaleyh bu ifade "seib"in
umumi olmasını (yani bu olmayış işinin umumiliğini) göstermede daha beliğdir.
Sonra Hz. Nuh (a.s),
onlartn kendisine izafe ettikleri o ayıbın kendisinde olmadığını söyleyip
kendisini sıfatların en şereflisi ve yücesi olan, "insanlara alemlerin
Rabbi tarafından bir peygamber olarak gönderilmesi" sıfatı ile tavsif
edince, risalet ten (peygamberlikten) maksadın ne olduğunu zikretmiştir. Bu
maksad da şu iki şeydir:
a) O risaleti tebliğ etmek,
b)
Nasihatta
bulunmak...
işte bundan dolayı O,
"Size, Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum, size nasihatta
bulunuyorum" demiştir. Bu ifade iie ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:
[76]
Ebu Amr kelimeyi, şeddesiz olarak
"ubliğukum" şeklinde; diğerleri ise şeddeli olarak
"Übelliğukum" şeklinde okumuşJardır. Vahidî şöyle demiştir: "Her iki şekil de Kur'ân'da
vardır. Mesela şeddesiz şekli, "Eğer yüz çevirirseniz, (bilin ki), ben
size tebliğ ettim" (Hûd, 57) âyetinde; şeddeli şekli de, "...Tebliği
ifa etmiş olmazsın" (Maide. 67) âyetindedir.
[77]
Risaleti tebliğ ile
nasihat arasındaki fark şudur: Risaleti tebliğ etmenin manası, onlara Cenâb-ı
Allah'ın çeşitli tekliflerini, emirleri ile yasaklarının kısımlarını bildirmektir.
Nasihat da, insanı tâatta bulunmaya teşvik etmek, günahlardan sakındırmak ve bu
teşvik ile sakındırmada en iyi şekilde gayret sarfetmektir. Ayetteki
"Rabbimin risaletlerini" ifadesi, Hz. Nuh'a, Allah Teâlâ'nın çeşit
çeşit risaletier (görevler) yüklediğine delâlet eder. Bu çeşitli görevler,
emirlerle ve yasaklarla ilgili çeşitli mükellefiyetler ve ahiretteki mükâfaat
ve cezaların miktarı ile dünyadaki caydırıcı cezaların ve hadlerin miktarının
bildirilmesidir.
Ferrâ şöyle demiştir:
Araplar harf-i cersiz olarak bu kelimeyi, şeklinde nerede ise hiç kullanmazlar
ancak, (sana nasihat ettim) şeklinde kullanırlar. Ama şekli de caizdir. Nitekim, şair Nâbiğa: "Avfoğullanna
nasihat ettim, ama onlar elçimi kabul etmediler; onlara mektuplarımda bir
fayda sağlayamadı"demiştir. Nasihatin özü, niyyet, hertürlü kötülük
şaibesinden uzak olarak, (başkalarını) faydalarına olan şeye teşvik etmektir.
Buna göre âyetin manası, "Ben size Allah'ın buyruklarını tebliğ ediyor,
sizi en doğru, menfaatinize en uygun şeye götürmek istiyorum ve sizi, Allah'ın
beni çağırdığı şeye çağırıp, kendim için olmasını istediğim şeyin sizin için de
olmasını arzu ediyorum" şeklindedir.
Daha sonra, O, "Ben
sizin bilmeyeceğiniz şeyleri, Allah'tan (gelen vahiy İle) biliyorum"
demiştir. Bu hususta şu izahlar vardır:
1)
"Ben
biliyorum ki eğer siz, O'nun emrine isyan ederseniz, sizi tutan ile cezalandırır."
2) "Ben biliyorum ki, O sizi, ahirette
akıllarınızın tasavvur edemiyeceği bir biçimde, çok şiddetli bir ceza ile
cezalandırır."
3)
Bu ifadenin şu
manada olması da mümkündür: "Ben, Allah'ın tevhidi ve celal sıfatları
hakkında sizin bilmediklerinizi bitirim." Binaenaleyh Hz. Nuh (a.s)'ın bu
sözden maksadı, kavmini o şeyleri öğrenme hususunda kendisine müracaata sevketmektir.
[78]
"Size o korkunç
akıbeti haber vermek için, sizin sakınmanız için ve (o sayede) rahmete nail
olabilmeniz için içinizden bir adama Rabbinizden bir beyan gelmesi sizin
tuhafınıza mı gitti?" (dedi). Bunun üzerine onu yalanladılar. Biz de
kendisini ue beraberinde gemide bulunanları selamete erdirdik, âyetlerimizi
yalan sayanları (tufan ile) boğduk. Çünkü onlar kör bir toplum
idiler" (A'râf, 63-64).
Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın
"Size o korkunç akibeti haber vermek İçin ve sizin (sakınmanız için...
içinizden bir adama Rabbinizden bir beyan gelmesi tuhafınıza mı gitti?"
buyruğu, bu topluluğun Nuh (a.s)'a söylemiş olduğu "Biz seni hiç şüphesiz apaçık
bir sapıklık içinde görüyoruz" (A'râf, 60) şeklindeki sözlerinden, onun
peygamberliğini inkâr edip, onu sapık saydıklarına delalet eder. Bu, birkaç
bakımdandır:
1) Onlar, Allah'ın insanlara peygamber göndermiş
olmasını olmayacak, pek tuhaf bir şey kabul etmişlerdi. Çünkü onlar, peygamber
göndermekten maksadın, insanları mükellef tutma olduğuna; her türlü zarar ve
faydadan uzak ve münezzeh olan Allah Teâlâ'nın insanları mükellef tutmada bir
menfaati bulunmadığına; keza bunda ibadet edecek kimse için de bir yararın
olmadığına; çünkü bunun peşinen büyük bir sıkıntı ve meşakkate sebebiyet
verdiğine; tekliften beklenen hususun ise netice itibariyle mükâfaata erişip
cezadan kurtulmak olup Cenâb-ı Allah'ın teklif (mükellef tutma) olmaksızın da
bunu vermeye kadir olduğuna; binaenaleyh mükellef tutmanın abesle iştigal
sayılacağına; Allah Teâlâ'nın ise abes (boş) işlerle meşgul olmaktan münezzeh
ve yüce olduğuna; böylece de mükellef tutma bâtıl olacağı için, peygamberlik
iddiasında bulunmanın da bâtıl olacağına inanmışlardı.
2) Onlar, her nekadar mükellef tutmayı caiz görmüşlerse
de, şöyle demişlerdir: "İyi olduğu akıl İle bilinen şeyi yaparız; yine
kötülüğü bilinen şeyi de terkederiz. Ne iyi olduğunu, ne de kötü olduğunu bilmediğimiz şeylere
gelince, Allah Teâlâ'nın, kullarını takat getiremiyecekleri şeyi yapmakla
mükellef tutmaktan münezzeh olduğunu bildiğimiz için, bu gibi işleri eğer
yapmak mecburiyetinde isek, yapar; şayet yapmay-a mecbur kalmazsak, ikâb
(cezalandırılma) tehlikesinden korunmak için onu terkederiz. Akıl peygamberi
yeterli olduğu için, artık akıl dışında peygamber göndermeye de gerek
yoktur."
3) (Onlar şöyle derler): "Mutlaka bir peygamber
göndermek gerekiyorsa, melekleri göndermek daha evladır. Çünkü onların
heybetleri daha fazla, temizlikleri daha mükemmel, yenilen ve içilen şeylerden
müstağni oluşları daha açık ve her türlü yalan ile asılsız sözlerden uzak
oluşları da daha muazzamdır."
4)
Öyle
anlaşılıyor ki o toplum şöyle düşünüyordu: "Diyelim ki beşerden peygamber
olsun, ama bu takdirde de üstün mevki sahibi olmayan, müntesipleri ve liderliği
bulunmayan bir şahıs peygamberlik makamına yaraşmaz" ve yine düşündüler
ki: "Nuh'un, vahiy olduğuna inandığı şeyler, cinlerin tesiriyle söylenmiş,
bunaklıktan ve şeytanların hayal ettirmelerinden ibarettir."
İşte kâfirlerin, belli
bir adamın peygamber olarak gönderilmesini inkâr etme sebep ve gerekçelerine
dair yapacağımız işaret budur. Bu sebeplerden dolayı onlar, Hz. Nuh (a.s)'un
sapıklığına hükmetmişlerdir. Sonra Nuh (a.s), onların bu garipsemelerini
gidermek isteyip şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, mahlukatın yaratıcısıdır.
Uluhiyyetin gereği olarak O, kullarına bazı şeyleri emretme ve bazı şeyleri de
yasaklama hakkına sahiptir. Bir vasıta olmaksızın, kullarını bu
mükellefiyetlerle muhatab tutması doğru değildir. Çünkü bu "ilcâ"
(zorlama) derecesine varmış olabilir ki, bu da, "mükellef tutma"
mefhumuna aykırıdır. -Yine, En'âm suresinde Hak Teâlâ'nın, (En'âm, 9) âyetinin tefsirinde açıkladığımız
sebeplerden ötürü bu peygamberin bir melek olması da caiz
değildir. Buna göre geriye sadece, bu mükellefiyetlerin insanlara, bir İnsan
vasıtasıyla ulaştırılması durumu kalmaktadır. Bu insan da, o mükellefiyetleri
insanlara, sırf onları uyarmak ve sakındırmak için tebliğ etmektedir. Onları
inzar ettiği, uyardığı zaman, onlar Allah'ın tekliflerine muhalefet etmekten
sakınırlar; sakındıkları zaman da rahmet-i ilahîyeyi hakederter. İşte Cenâb-ı
Hakk'ın, "O korkunç akıbeti size haber vermek için, sizin sakınmanız için
ue (o sayede) rahmete naii olabilmeniz için..." buyurmasından maksad budur. Bunu iyice
anladığın zaman, biz yine âyetin lafızlarının tefsirine geçebiliriz.
[79]
Ayetteki "taaccüb
mü ettiniz?" tabirindeki hemze,
istifham-ı inkârı manasında olup vâv da atıf içindir. Burada ma'tufun aleyh
{üzerine atfedilen şey) hazfedilmiştir. Buna göre sanki şöyle denilmektedir: "size
(böyle bir ihtar) geldi diye yalanladınız ve şaştınız mı?" Yani "size
bir zikir (ihtar) gelmesine şaştınız mı?" Alimler buradaki
"zikir" hususunda birkaç tefsir yapmışlardır:
1)
Hasan
el-Basrî bunun Hz. Nuh (a.s)'ın onlara getirmiş olduğu vahiy
olduğunu söylemiştir.
2) Diğer alimler ise, bundan muradın bir mu'cize
olduğunu söylemişlerdir. Sonra bu mu'cizenin şu iki şey olması muhtemeldir:
a) Allah Teâlâ Nuh (a.s)'a bir kitap indirdi. Bu kitap
bir mu'cize oldu. Cenâb-ı Hak, bu kitabı "zikir" diye
isimlendirmiştir. Nitekim O, Kur'ân-ı Kerim'i
de "zikir" (öğüt-hatırlatma-ihtar) diye İsimlendirmiş ve onu
da Hz. Muhammed'in bir mu'cizesi kılmıştır.
b)
Bu mu'cize, o
kitabın dışında başka bir şeydir.
Ayetteki "bir
adama" ifadesi ile ilgili olarak, Ferrâ şöyle demiştir: "Buradaki
alâ harf-i cerri, mea (beraber - ile) manasınadır. Nitekim Arapça'da "O haberi, uygun bir şekilde, doğru
şekilde getirdi" denilir.
İbn Kuteybe ise, bu tabirin manasının,
"sizden olan bir adamın lisanı üzere (diliyle)" şeklinde olduğunu,
nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, Ey Rabbimiz, peygamberlerine karşı bize
oaadettikterini ver bize..." (Al-i
imran, 194) buyurduğunu, bunun "peygamberlerinin lisanı üzere bize
vaadettiklerini..." manasında olduğunu söylemiştir.
Diğer bazıları ise,
tabirinin "Rabbinizden, bir adama indirilmiş olan bir zikir (öğüt-ihtar)..
manasında olduğunu (içinizden)
ifadesinin de, "nesebini bildiğiniz bindir" anlamına
geldiğini, "O neseb bakımından sizdendir" demek olduğunu
söylemişlerdir. Bu böyledir, çünkü peygamberin onların kendi neseb-lerinden
olması, taaccüb ve şaşkınlığı giderir. Zira kişi kendi soyundan olanı daha iyi
bilir, onun hallerinin temizliğini daha iyi bilir ve kendisine emniyet duymayı
gerektirecek şeyi daha iyi görür.
Sonra Hak Teâlâ,
peygamberi gönderiş sebebini beyan etmek üzere "sizi uyarmak için"
buyurmuş, uyarmasının sebebini beyan etmek üzere de "sizin sakınmanız
için" buyurmuş; daha sonra da niçin ittika etmeleri gerektiğini beyan
etmek üzere "O sayede rahmete nail olabilmeniz için.." buyurmuştur.
Bu tertib, son derece güzeldir. Çünkü peygamber göndermekten maksad
"inzâr" etmedir; bu uyarmadan maksad, yapılmaması gereken herşeyden
sakınmak (takva)dır, takvadan maksad ise ahirette rahmet-i ilahîyyeyi elde
etmektir.
Cübbâî, Ka'bî ve Kâdî
şöyle demişlerdir: "Bu âyet-i kerime, Allah Teâlâ'nın kendilerine
peygamber göndermiş olduğu insanlardan takvayı ve rahmet-i ilahîyyeyi elde
etmelerini dilediğine delalet eder. Bu ise, "Allah Teâlâ kulların bir
kısmının inkâr ve inad etmesini istemiş ve onları, azab ve cehennem için yaratmıştır"
diyen kimsenin görüşünü iptal eder."
Biz ehl-i sünnetin
buna cevabı, şöyle dememizdir: Eğer fiil bir sebebe dayanmıyor ise, o zaman
bir müreccih (tercih eden) olmaksızın mümkin olan bir şeyin tercih edilmiş
olması gerekir, Eğer fiil bir sebebe bağlı ise, o zaman da "cebir"
gerekir. Her ne zaman bu gerekirse, Allah Teâlâ'nın kâfirden küfrü murad etmiş
olduğunu kat'î olarak söylemek vacib olur. Bu ise, sizin görüşünüzü iptal
eder.
Sonra Cenâb-ı Hak
onların, bununla beraber, nübüvvet davasında ve teklifleri Allah'tan olmak
üzere tebliğ etmiş olduğu hususunda onu yalanlamışlar ve bu yalanlamalarında
da ısrarla devam etmişlerdir. Sonraysa Hak Teâlâ onu ve beraberindeki
mü'minleri gemiyle kurtarmış; kâfirleri ve yalancıları ise boğmuştur. Bu husustaki
illeti de beyan etmek için, "Çünkü onlar kör bir toplum idiler"
buyurmuştur.
İbn Abbas, bu âyete;
"Onların kalbleri tevhid, nübüvvet ve ahiret bilgisi hususunda kör
idi" manasını vermiştir.
Dil alimleri de şöyle
demiştir; "Basiret, manevî bakış, görüş hususunda (Kör bir adam); maddî
görme hususunda ise, (kör, âmâ bir adam) denilir. Nitekim Cenâb-t Hak da;
"Artık o gün onlara karşı haberler kör olmuştur" (Kasas, 66) ve: "Size Rabbinizden muhakkak basiretler
gelmiştir. Artık kim görürse kendi lehine, kim kör kalırsa o da kendi
aleyhinedir..." (En'âm, 104) buyurmuştur.
Züheyr İbn Ebî Sülmâ
ise şöyle demiştir: "Bu günde ve ondan önce dün olanları biliyorum;
fakat ben, yarın ne olacağının bilgisi hususunda körüm!..."
Keşşaf sahibi
de, bu tabirin şeklinde okunduğunu; amî ile âmî arasındaki
farkın ise şu olduğunu söylemiştir: Amî kelimesi mevcut ve devamlı olan bir
körlüğe; âmî ise, sonradan ortaya çıkan bir körlüğe delalet etmektedir. Hiç
şüphe yok ki onlann körlüğü sabit ve köklü bir körlük idi. Bunun delili ise,
Cenâb-ı Hakk'ın bir başka âyetinde, "Nuh'a şu hakikat vahyolundu:
"Kavminin içinde sana (daha önce) iman edenlerden başka bir kimse iman
etmeyecektir" (Hûd, 36) buyurmuş olduğu husustur.
[80]
"Ad (kavmine) de
kardeşleri Hûd'u gönderdik. O, dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a kulluk
edin. Sizin O'ndan başka hiç bir tanrınız yoktur. (Hâlâ Allah'tan) korkmayacak
mısınız?" Kavminin ileri gelenlerinden kafir bir topluluk da: "Biz seni muhakkak
bir beyinsizlik içinde görüyoruz, seni muhakkak yalancılardan sanıyoruz"
dedi (Bunun üzerine Hûd): "Ey kavmim, dedi. Bende hiçbir beyinsizlik
yoktur. Fakat ben alemlerin Rabbinden bir peygamberim. Size Rabbimin
vahyettiklerinl tebliğ ediyorum, ben sizin için güvenilir, sizin iyiliğinizi
isteyen bir kişiyim.
Size, o korkunç akıbeti haber vermek için İçinizden bir adam
(vasıtasıyla) Rabbinizden size bir İhtar gelmesi tuhafınıza mı gitti?Düşünün ki
O, sizi Nuh kavminden sonra hükümdarlar yaptı, size, yaratılışta onlardan daha
fazla bir güç verdi O halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki,kurtuluşa
erdirilesiniz..." (A'râf, 65-69).
Bil ki bu ikinci kıssa
da, Hûd (a.s)'un, kavmiyle olan kıssasıdır.
Cenâb-ı Hakk'ın, "Ad kavmine de kardeşleri Hûd'u
gönderdik" buyruğuna gelince, bununla ilgili birkaç bahis bulunmaktadır:
Birinci bahis: kelimesi" kardeşleri" kelamın
(kıssaların) başındaki "gönderdik" fiiliyle mansub kılınmış olup
kelamın takdiri, 'dir. (A'râf, 59… 65) şeklindedir.
[81]
İkinci bahis: Alimler,
Hûd'un kavminin, dinî kardeşi olmadığı hususunda ittifak edip onun, onların
akrabalık cihetiyle bir kardeşi olup olmadığı hususunda ise ihtilaf
etmişlerdir. Bu cümleden olarak Keibî, "Hûd'un o kabileden birisi olduğunu"
ileri sürerken, başkaları da onun, melekler cinsinden değil, âdemoğulları
cinsinden, kavminin cinsinden olduğunu, kardeşlik adının verilmesinde bu kadar
bir münasebet ve bağın yetebileceğini söylemişlerdir ki, buna göre âyetin
manası, "kavminin Hûd'un sözü ve fiillerine ünsiyyet ve ülfetleri daha
mükemmel olsun diy-e, biz Ad kavmine, onların cinsinden olan bir beşeri
peygamber olarak gönderdik. Onlara, mesela bir melek ve cin vb. gibi, kendi
cinslerinden olmayan herhangi bir şahsı peygamber olarak göndermedik"
şeklinde olur.
Üçüncü bahis: Ayette
geçen ehâhüm kelimesi, onların arkadaşları ve elçileri, peygamberleri manasına
gelir. Araplar, kavmin arkadaşı olan bir kimseye, "Kavmin kardeşi"
adını vermektedir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Her ümmet o cehenneme girdikçe
(kendisine uyup saydığı) hemşiresine lanet edecek" (AVâf, 38) âyeti de bu
manadadır. Yani, "arkadaşına, kendi benzerine..." demektir. Hz.
Peygamber
(s.a.s) de onların
arkadaşlarını murad ederek, "Sadakların kardeşi ezan okudu. Ezanı kim okumuş
ise, kameti de o getirir"[82]
buyurmuştur.
Dördüncü bahis:
Alimler, Hûd (a.s)'ın nesebinin şöyle olduğunu söylemişlerdir: Hûd İbn Salih
İbn Erfahşed İbn Sam İbn Nuh... Âd'a gelince, bunlar Yemen'de, Ahkâfta yaşayan
bir kavimdir. İbn İshâk, Ahkâf'm, Uman ile Hadramevt arasında bir vadi olduğunu
söylemiştir,
[83]
Beşinci bahis: Bil ki,
bu kıssada yer alan kelimeler, şunlar hariç, Nûh (a.s)'ın kıssasında geçen
lafızların aynısıdır:
1) Nûh (a.s)
kıssasında, buyurulduğu halde, Hûd kıssasında Duyurulmuştur. Bu iki ifade
arasındaki fark şudur:
Nuh (a.s) onları
devamlı olarak dine davet ediyor ve onların şüpheleri hususundaki cevabını bir
an dahi geciktirmiyordu... Hûd (a.s)'a gelince, onun bu husustaki çaba ve
gayreti, bu noktaya varmamıştı. dofayısiyle.Hz. Hûd'un sözünde değil de, Nuh
(a.s)'un cümlesinde "takibiyye fâ'sı" getirilmiştir.
2)
Nuh (a.s)'ın kıssasında, (A'râf, 59) buyurulduğu halde, bu kıssada, buyurulmuştur.
Bu ikisi arasındaki fark da şudur: Nuh
(a.s)'dan önce, dünyada büyük tufan gibi, başka büyük bir hadise
meydana gelmemiştir. Bu sebeple hiç şüphesiz Nuh (a.s), bu hadiseden
bahsederek, "Ben, büyük bir günün üstünüze (gelecek) azabından cidden
korkuyorum" (A'râf, 59) demiştir. Hûd (a.s)'ın hadisesine gelince, hiç
şüphesiz ki bu hadiseden önce, Hz. Nuh'un hadisesi cereyan etmiştir.
İnsanların, o hadiseyle ilgili bilgileri henüz taze ve yeni idi; işte bu sebeple
hiç şüphesiz Hûd {a.s), "Korkmayacak mısınız?" demekle yetinmiştir.
Ki buna göre mana: "Siz, Nuh (a.s)'ın kavminin, Allah'a itaat edip O'ndan
ittika etmedikleri için onların başına, haberi dünyada meşhur olan ve herkesçe
bilinen o azabın indiğini biliyorsunuz!.." şeklinde olur. Binaenaleyh Hûd
(a.s)'ın , "korkmayacak mısınız?" ifadesi, dünyada daha önce meydana
gelmiş olan ve çok meşhur olan o (tufan) hadisesiyle (kavmini) korkutmaya bir
işaret olmuş olur.
3) Hz. Nuh kıssasında, buyurulduğu halde, Hûd (a.s) kıssasında buyurulmuştur. Bu iki ifade arasındaki fark
da şudur: Hüd kavminin
ileri gelenleri arasında, O'na iman edenler bulunuyordu. Mesela Mersed İbn Sa'd
bunlardandır. Bu kimse müslüman olmuştu, ama imanını gizliyordu. Böylece de,
sadece vasıf (kâfir olanlar nitelemesi) ile, iki topluluğun arası ayırdedilmek
istenmiştir. Halbuki. Nuh (a.s)'un kavminin ileri gelenleri arasında ise hiçbir
mü'min bulunmuyordu.
4) Allah Teâlâ, Hz.
Nuh'un kavminin, (A'râf, 60) şeklinde dediğini nakletmiştir. Halbuki
Hûd (a.s)'ın kavminin de, (A'râf, 66)
dediğini haber vermiştir. Bu iki âyet arasındaki fark da şudur: Nuh
(a.s), kâfirleri genel, umumî bir tufan ile korkutuyordu. Aynı zamanda da,
gemiyi hazırlamakla meşgul idi. Gemiyi hazırlamak için, çok çaba sarfedip yorulması
gerekiyordu. İşte bu esnada kavmi, "Biz seni hiç şüphesiz apaçık bir
sapıklık içinde görüyoruz" (A'râf, 60) diyordu. Çünkü (onlar bu sözü
söylerken), o çölde su ortaya çıkacağına delalet eden en ufak bir işaret dahi
bulunmuyordu. Hûd (a.s)'a gelince, o, böylesi hiçbir şeyden bahsetmemiştir.
Ancak ne var ki O, putperestliği tahkir ediyor ve onlara ibadetle meşgul
olanların, sefih ve kıt akıllı olduklarını söylüyordu. Dolayısiyle Hûd (a.s)
onların ataları hakkında böylesi sözler sarfedin-ce, onlar da ona, aynısiyle
mukabelede bulunmuş ve O'nun sefih olduğunu söylemiş, sonra da:
"Peygamberlik davasında, "biz seni muhakkak yalancılardan
sanıyoruz.," (Araf, 66) demişlerdir. Alimler, bu ifadede bulunan nezun-nu
kelimesinin tefsiri hususunda ihtilaf ederek, bazıları bundan kat'îlik ve
kesinlik manasının murad edildiğini; bu manada, Kur'ân-ı Kerim'de
"zan" kelimesinin çokça geçtiğini; mesela Cenâb-ı Hakk'ın da,
(Bakara, 46) buyurduğunu söylemişlerdir. Hasan el-Basrî ve Zeccâc ise:
"Onların, Hûd (a.s)'ı yalanlamaları yakînî bir bilgi üzere değil, zan
üzere olmuştur. Binaenaleyh, onların onu inkâr etmeleri yakînî değil, zannîdir.
İşte bu da, dinin temel esaslarında, şekkin ve tecviz (olabilir addetme)
düşüncesinin bulunmasının küfrü gerektireceğine delâlet eder" demişlerdir.
5) Bu iki kıssa arasındaki bir diğer fark da şudur: Nuh
(a.s), (A'râf, 62) buyurduğu halde,
Hûd {a.s), (A'rât, 68) demiştir. Nuh (a.s), fiil sîgasını
kullanarak, "size nasihat ediyorum..." dediği halde, Hûd (a.s),
ism-i fail sîgasını kullanarak, "ben sizin güvenilir bir tavsiyecinizim"
demiştir. Yine Hz.Nuh, "Ben sizin bitmeyeceklerinizi de Allah'tan
(gelen vahy ile) biliyorum" (A'râf, 62) dediği halde, Hûd (a.s) böyle dememiş,
ancak ne var ki O, ifadesine, kendisinin "emin ve güvenilir" olduğunu
ilave etmiştir. Bu iki ifade arasındaki fark da şudur: Şeyh Abdu'l-Kahir
en-Nahvî: "Delâilu'l-I'caz" adlı eserinde, fiil sîgasının an be an
yenilenmeye, teceddüde delalet ettiğini; ism-i fail kalıbının ise, sübûta ve o
fiildeki devama, istimrara delalet ettiğini söylemiştir. Bunun böyle olduğu
sabit olunca, biz deriz ki: "Hz. Nuh'un kavmi, Nuh (a.s)'ın sefih
olduğunu iddia etmek konusunda çok aşırı davranıyorlardı. Buna rağmen Nuh
(a.s), ikinci gün yine onların yanına gidiyor ve onları, Allah'a davet
ediyordu. Cenâb-ı Hak, bu hususu, onun namına şu şekilde belirtmiştir: "Dedi:
"Ey Rabbim, ben kaumimi hakikaten gece gündüz davet ettim" (Nuh, 5).
Binaenaleyh, Hz. Nuh*un adeti, her gün ve her saat, bu daveti yenilemeye
başlamak şeklinde olunca, hiç şüphesiz bu hususu fiil sîgasıyla ifade ederek,
"size nasihat ediyorum.." demiştir. Hûd (a.s)'ın "İyiliğinizi
isteyen bir kişiyim" şeklindeki ifadesine gelince, bu O'nun bu nasihat
hususunda sebatkâr, kararlı ve azimli olduğuna delalet eder. Ama burada, O'nun
bu nasihata, zaman zaman ve gün be gün tekrar başladığına dair bir açıklama
bulunmamaktadır. Bu ifadelerdeki diğer bir fark da şudur: Nuh (a.s): "Ben
sizin bilmeyeceklerinizi de Allah'tan (gelen vahiy ite) biliyorum.."
(A'râf, 62) demiştir. Hûd (a.s) ise, kendisini emin olmakla vasfet-miştir. O
halde fark şudur: Nuh {a.s), nübüvvetteki makam ve mevkii bakımından Hûd
(a.s)'dan daha yüce ve daha büyük idi. Binaenaleyh şöyle denilebilir: Nuh
(a.s), Allah'ın hüküm ve hikmetlerine dair, Hûd (a.s)'a ulaşmayan şeylerin
sırlarına muttali idi. İşte bu sebepten dolayı Hûd {a.s), kendisini böyle
demekten alıkoymuş, kendisini sadece ernînlikle nitelemekle yetinmiştir. Bundan
maksadı da şunlardır:
a)
Kavminin:
"Seni muhakkak yalancılardan sanıyoruz" şeklindeki sözlerine bir
reddiyedir.
b)
Risalet
görevinin ve Allah namtna tebliğde bulunmanın dayanağı, medarı, emîn olmaktır.
Binaenaleyh Hz. Nuh, risalet ve nübüvvetini anlatmak için, kendisini
emîn olmakla vasfetmiştir.
c) Hûd (a.s), onlara sanki şöyle demiştir: "Ben, bu
davadan önce, sizin aranızda emîn olan bir kimseydim. Siz, benden yana bir
zulüm, bir hile ve bir yalan görmediniz. Ve siz, benim emîn olduğumu kabul
ediyordunuz. O halde nasıl oluyor da şimdi, yalancı olduğumu söylüyorsunuz?
Bil ki "emîn"
"güvenilir kimse" demektir. Bu, iyi fiilinden, "fa'îl" vezninde bir
isimdir. "Amin" ve "emîn" aynı manayadır. Bil ki Hz. Hûd
(a.s)'ın kavmi ona, "Biz seni muhakkak bir beyinsizlik içinde
görüyoruz" deyince, O onların "beyinsizlik" ithamına, yine
"beyinsizlik" ithamı ile karşılık vermemiş, aksine onlara, sabır ve
görüp duymamazhktan gelerek karşılık vermiş ve sadece "Bende hiçbir
beyinsizlik yoktur" demiştir. Bu da, intikam almamanın daha evla olduğuna
delalet eder. Nitekim Hak Teâlâ da, "Onlar boş ve kötü lakırdıya rastladıkları
vakit, şerefli insanlar olarak (ondan yüz çevirip) geçerler" (Furkan, 72)
buyurmuştur. Hûd (a.s)'un, "Fakat ben, alemlerin Rabbinden bir
peygamberim" şeklindeki -sözü de, O'nun kendisini en büyük bir medih
sıfatı ile övmesidir. Kavmine bu hususu bildirmesi gerekli olduğu için, bunu
söylemiştir, ki bu da, kişinin gerekti olduğu zaman kendisini medhetmesinin
caiz olduğuna detalet eder.
6) Bu iki kıssa
arasındaki bir fark da şudur; Hz. Nuh (a.s) "Size o korkunç akıbeti haber
vermek için, sizin sakınmanız için ve o sayede rahmete nait olabilmeniz için
içinizden bir adama Rabblnizden bir beyan gelmesi tuhafınıza mı gîtr ti?"
(A'râf. 63) demiştir. Hz. Hûd (a.s)'un kıssasında bu sözü Hz. Hûd (a.s) aynen
söylemiş, sadece "sizin sakınmanız için ve o sayede rahmete nail olabilmeniz
için..."kısmını söylememiştir.Bunun sebebi şudur: Birinci kıssada, inzârın
faide-sinin, rahmeti gerektiren takvanın meydana gelmesi olduğu zahir olunca,
bu hususu bu kıssada tekrar etmeye ihtiyaç kalmamıştır. Bundan sonraki bütün
cümleler, Hz. Hûd (a.s)'ın kıssasına has
şeylerdir.
[84]
Bu da, Hak Teâlâ'nın
Hûd (a.s)'dan naklen, "Düşünün ki O sizi, Nuh kavminden sonra hükümdarlar
yaptı" şeklindeki sözüdür. Bil ki, "hulefâ",
"halâif" ve "halife" kelimelerinin ne manaya geldiği konusundaki
izahımız, daha önce birkaç yerde geçmişti. Hûd (a.s)'ın bundan maksadı, rağbeti
ve sevgiyi gerektiren, nefreti ve düşmanlığı kaldıran büyük nimetleri
hatırlatmaktır. Hz. Hûd (a.s), bu
tebliğinde iki çeşit nimetten bahsetmiştir:
a) Allah Teâlâ'nın onları, Nuh kavminden sonra, onların
yerine halifeler kılmasıdır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın bu kavmi,Hz. Nuh'un kavminin
yaşadıkları topraklara, onların memleketlerine, onların mallarına ve
bunlardaki her türlü fayda ve menfaatlara sahip kılması şeklinde olmuştur.
b) Bu, âyetteki "size yaratılışta onlardan daha fazla güç
verdi" ifadesi ile anlatılan nimettir. Bu ifade ile ilgili birkaç bahis
vardır:
Birinci bahis:
Arapçada halk kelimesi, "takdir etmek, ölçüp biçmek" ma-nasındadır.
Bu kelime, bir miktarı, bir cüssesi ve bir hacmi olan şeyler hakkında kullanılır.
Demek ki âyetteki bu ifadeden maksad, onların cüsselerinin iri oluşunu anlatmaktır.
Bazı alimler bu ifadeyi, kuvvet bakımından fazlalık manasına hamlet-mislerdir.
Çünkü kuvvet ve kudret de farklı farklıdır. Bazı kuvvetler daha ileri, bazısı
daha zayıftır.
Bunu iyice
kavradığında biz deri2 ki, "Ayetin lafzı, böyle bir iriliğin bulunduğuna
ve nazar-t dikkate alındığına delalet eder. Halbuki âyetin lafzında kesin olarak
buna delalet eden birşey yoktur. Fakat akıl, o fazlalığın alışılmışın üstünde
olan bir irilik olması gerektiğini gösterir. Aksi halde bu ifadenin, bir nimet
sadedinde, özellikle söylenmiş olmasının bir manası olmaz. Bu hususta Kelbî:
"Onların en
uzunları, yüz zira,[85] en
kısalan ise altmış zira idi" derken; diğer bazıları da, "O faz-laltk,
bir insanın iki elini kaldırdığında ulaşabildiği bir miktar idi. Böylece onlar,
bu kadar bir fazla boy ile, kendi zamanlarındaki diğer insanlardan daha uzun
idiler" demişlerdir. Bir grup alim de, "Ayetteki, "Size
yaratılışta onlardan daha fazla bir güç
verdi" buyruğundan maksadın,
"Onların kuvvet, şiddet ve
celadet bakımından birbirine denk,
tek bir kabileden
olmaları, biribirlerini sevip, yardımlaşmaları; aralarında düşmanlık
ve husumetin olmaması" manası olması da muhtemeldir. Çünkü Allah Teâlâ, bu
tür fazilet ve menkıbeleri, onlara verince, "Size yaratılışta, onlardan
daha fazla bir güç verdi" denilmesi, yerinde ve doğru olmuştur"
demişlerdir.
Hûd (a.s), bu iki
nimeti zikredince,"O halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa
erdirilesiniz" demiştir. Bu ifade
ile ilgili iki bahis vardır:
Birinci bahis: Bu
ifadede, mutlaka bir mahzuf vardır ve kelamın takdiri şöyledir: "O halde
Allah'ın nimetlerini hatırlayın ve o nimetlere uygun ameller" yapınız ki
rahmete nail olabilesiniz. Biz bu ifadede,"(...) işler yapınız"
sözünü takdir ettik, çünkü "mükâfaatı elde etmek" demek olan
"felah" sırf zikretmekle elde edile-meyip, onun için amel etmek de
gereklidir.
Zahirî amellerin
(ibadetlerin) farz oluşu hususunu tenkid edenler, bu âyeti delil getirerek,
şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ felahın gerçekleşmesini, sırf hatırlama
(anma) şanına bağlamıştır. Binaenaleyh kurtuluşun olabilmesi için sırf
hatırlamanın yeterli olması gerekir." Bunun cevabı, daha önce de
belirtilmiş olan şu husustur: "Diğer âyetler ibadetlerin (amellerin) de
mutlaka gerekli olduğunu göstermektedir." Allah en iyi bilendir.
İkinci bahis: İbn
Abbas (r.a), "Ayetteki âlâellah ifadesi, "Allah'ın üzerinizdeki
nimetleri" manasındadır" demiştir. Vahidi" kelimesinin müfredi, ve
kelimeleridir. Şair A'şâ da şöyle der:
"Çok iyi ve
değerli (bir kimse), ne zayıflamaktan korkar, ne akrabalık bağlarını koparır ne
de bir iyiliğe karşı nankörlük yapar..." Âlâ kelimesinin bir benzeri de
(ânâ) (anlar-zamanlar) kelimesidir. Bunun müfredi de, ve ül şeklindedir" demiştir. Keşşaf sahibi,
bunun misallerini artırarak, (kaburga kemiği) (üzüm) kelimelerini de
zikretmiştir.
[86]
"Onlar dediler
ki: "Sen bize sadece Allah'a ibadet etmemiz ve atalarımızın tapmakta
olduklarını bırakmamız için mi geldin? O halde doğru söytüyorsan bizi tehdid
etmekte olduğun azabı bize getir." (Hûd) da dedi ki: "Rabbinizden üzerinize bir
rics ve gazab hak oldu. Kendinizin ve atalarınızın uydurduğunuz birtakım
isimlerin tanrılığı hakkında, Atlah onlar için bir hüccet indirmediği halde, benimle
mücadele mi ediyorsunuz? Artık bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim."
Bunun üzerine kendisini de, onunla beraber olanlan da, katımızdan bir
rahmetle kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayıp iman etmemiş olanların ise
kökünü kestik" (A'râf, 70-72).
Bil ki Hûd (a.s),
kavmini kesin delil ile tevhide ve putlara ibadeti terketmeye davet etmiştir.
Zira Hûd (a.s), Allah'ın onların üzerindeki nimetlerinin çok büyük olduğunu
beyan etmiştir. Aklın sarahati de, mahlukat üzerinde, putların herhangi bir
nimetinin bulunmadığına delalet eder. Çünkü, onlar cansızdırlar. Cansız
varlıkların ise, hiç bir şey üzerinde asla kudret ve güçleri bulunmamaktadır.
İbadetin, ta'zîmin doruk noktası olduğu açıktır. Tazim ve saygının doruk
noktası da, ancak, kendisinden sonsuz nimetlerin sâdır olduğu zâta yaraşır,
işte bu da, onların Allah'a ibadet etmelerinin, hiç bir puta tapmamalarının
gerekli olduğuna delalet eder. Allah Teâlâ'nın, kulları üzerindeki çeşitli
nimetlerini dile getirmesinin maksadı, işte Hûd (a.s.)1 m zikrettiği bu delildir,
Sonra Hûd (a.s), bu yakinî delili zikredince, kavminden, O'nun zikretmiş
olduğu bu delile karşı, taklîd yoluna tutunmadan başka herhangi bir cevap sâdır
olmamıştır. Zira onlar "Sen bize sadece Allah'a ibadet etmemiz uç
atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin?" demişlerdi.
Daha sonra da onlar, "Haydi öyleyse bizi tehdit etmekte olduğun azabı,
bize getir?" demişlerdir. Çünkü Hz.
Hûd (a.s) 'Ey kavmim, Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiç bir
tanrınız yoktur. (Hâlâ Allah'tan) korkmayacak mısınız?" (A'râi, 65)
demiştir. Demek ki, O'nun, "hatâ Allah'tan) korkmayacak mısınız?"
hitabı, ilahî ceza ile tehdit ve korkutmayı ihsas ettirmektedir, işte bundan
dolayı, kavmi de, "Haydi öyleyse, bizi tehdit etmekte olduğun azabı bize
getir!" demiştir. Onlar bu sözü, Hûd (a.s)'in yalancı olduğuna inandıkları
için söylemişlerdi. Bunun delili, onların ona, "Seni muhakkak yalancılardan
sanıyoruz" (A'râf, 66) demiş olmalarıdır. Dolayısiyle, onlar yalancı olduğuna
inandıkları için, ona, "haydi Öyleyse bizi tehdit etmekte olduğun azabı bize
getir!" dediler. Onların bu sözlerinden gayeleri, Hz. Hûd onlara bu azabı
getiremediği takdirde, onun yalancı olduğunu ortaya çıkarmaktır. Onlar bu sözü
va'id-i ilahî'nin gecikmeyeceğini sanarak söylemişlerdir. İşte bundan dolayı
onlar, azabın böyle acele gelmesini istemişlerdir.
[87]
Cenâb-ı Allah daha
sonra, Hûd (a.s)'in onların bu sözüne karşı şöyle dediğini anlatmıştır:
"Rabbinizden üzerinize bir rics ve gazab hak oldu." Bu ifade ile
İlgili birkaç mesele vardır:
[88]
Cenâb-ı Hakk'ın olup
bittiğini haber verdiği bu şeyin, azab-ı ilahî olması caiz değildi. Çünkü bu
söz söylenirken henüz azab tahakkuk etmemişti. Alimler bu hususta ihtilaf
etmişlerdir. Kâdî şöyle demiştir: "Bize göre, bu âyetin manası açıktır. Fakat biz
diyoruz ki bunun manası şudur: "Allah Teâlâ o vakitte bir irade ihdas etmiş
{yeni bir iradede bulunmuştur). Çünkü bu (onları azab etme ile ilgili) bu
irade-i ilahîyye, onların inkârlarından ve yalanlamalarından sonra meydana
gelmiştir." Bil ki bu söz, bize (ehl-i sünnet) göre bâtıldır. Bu sözün
aksine, bizce âyetin birkaç şekilde tetsiri var:
1)
Allah Teâlâ,
bu esnada Hz. Hûd (a.s)'a
o kafirler üzerine azabının ineceğini haber vermişti. Bu esnada haber
verip bildirme işi olunca, Hûd (a.s) da, aynı anda "Rabbinizden üzerinize
bir rics ve gazab hak oldu" demiştir.
2)
Hz. Hûd
(a.s), gelip, olması kesin olarak beklenen şeyi, olup bitmiş bir şey
gibi saymıştır. Bunun bir benzeri de, senden birşey isteyen insana, "Bu
olacak (verilecek)" manasında, "Bu oldu" demen gibidir. Bir
diğer benzeri de, "Allah'ın emri geldi" (Naht, 1) âyetidir. Bu,
"Allah'ın (azab) emri gelecek" manasındadır.
3)
Biz âyetteki
veka'a (hak oldu, vakî oldu) kelimesini, "meydana geldi, olup bitti"
manasına hamlediyoruz. Dolayısiyle âyetin manası, "sizin üzerinize azabı
indirme iradesi (isteği), ezelden ebede kadar meydana geldi" şeklindedir.
Çünkü,, bir şey hakkında "hasıl oldu" sözümüzde o şeyin mevcut
olmayışından sonra hudûsuna (meydana gelmesine) bir iş'ar değildir.
[89]
Ayetteki
"rics" (pislik) kelimesinden muradın, "azab-ı ilâhî" olması
mümkün değildir. Çünkü âyetteki "gazab"tan
murad, azab-ı ilahîdir. Eğer biz "rics" kelimesini de,
"azab" manasına hamledersek, bir tekrar olmuş
olur. Bir de
"rics", temiz olma ve pak olmanın zıddıdır. Allah Teâlâ, "(Bu
zekatta) onları temizler ve tezkiye edersin... "(Tevbe, 103) ve
"Allah sizden ancak kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler"
(Ahzâb, 33) buyurmuştur. Bundan murad, bâtıl (yanlış) inançlardan ve mezmum
(kınanmış) fiillerden temizlemedir. Durum böyle olunca, âyetteki
"rics" (pislik) kelimesinin, yanlış inançlar ve mezmum fiiller
manasında olması gerekir. Bu sabit olunca, "Rabbinizden üzerinize bir rics
(pislik) ve gazab hak oldu (vakî oldu)" buyruğu, Allah Teâlâ'nın onlara
kınanmış inaçları ve kötü özellikleri has kılmış olduğuna delalet eder. Bu da,
hayır ve şerrin Allah'tan olduğunu gösterir. Kaffâl şöyle demiştir:
"Ayetteki "rics" (pislik) kelimesinin, "(Fakat o sûreler),
kalblerinde hastalık bulunanların (küfür) pisliklerine, (küfür) pisliği katıp
artırır" (Tevbe, 125) âyetinde de ifade edildiği gibi, kalblerdeki
kirlenme ve paslanma sebebi ile küfrün artması manasında olması mümkündür. Buna
göre âyetin manası, "üzerinize Allah'tan, küfre ülfet edişiniz (sevginiz)
ve azgınlıktaki ısrarınızdan dolayı, Allah'ın sizi kendi halinize bırakma
cezası olmak üzere, kalb-lerinizde bir kir ve pas meydana geldi" şeklinde
olur.
Bil ki biz, bu âyeti,
onların inkârlarının da Allah'tan olduğuna delalet ettiği hususunda delil
getirmişti. Şu halde eğer Kaffâl bu sözü ile bunu kasdetmişse, makul bir söz
söylemiştir. Fakat o, bu mezhebe (görüşe - ehl-i sünnete) karşı son derece
nefret etmek ve âyetin bu mezhebin doğruluğuna delalet eden tevillerinin çoğu
da, onun bu fikirde olmadığını gösterir. Yok eğerKaffâl'ın bu sözden muradı,
bizim açıkladığımız manaya cevap vermek ise, bu zayıf bir cevaptır. Çünkü
onun sözünde, bizim söylediğimiz delili ortadan kaldırmayı gerektirecek birşey
yok. Allah en iyi bilendir.
Ayetle ilgili olarak,
sözün özü şudur: "O kâfir kavim taklidde ve delillere boyun eğmemede
ısrar ettikleri için, Cenâb-ı Allah
onların inkârlarını artırmıştır. İşte Rabbinizden üzerinize bir rics hak
oldu" ifadesinin manası budur.
Sonra Cenâb-ı Hak, onlara daha fazla gazab ettiğini bildirmiştir.
O, daha sonra, Kendinizin ve
atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerin tanrılığı hakkında,
Allah onlar için bir
hüccet indirmediği halde, benimle mücadele mi ediyorsunuz?" demiştir.
Buradaki istifhamdan (sorudan) murad, inkâr (kabul etmeme)dir. Çünkü onlar
putlarına, onlarda bir uiuhiyyet bulunmadığı halde, "ilah" olarak
isim veriyorlardı. Mesela bir putlarına, "izzet" masdarından müştak
olan "Uzza" ismini vermişlerdir. Halbuki Allah Teâiâ o puta
kesinlikle bir izzet (kudret ve yücelik) vermemişti. Yine onlar, bir putlarına
da "ilah" kelimesinden türetilmiş "Lât" ismini vermişlerdi,
halbuki onda "ilah olma" namına hiçbir özellik yoktu. Ayetteki,
"Allah onlar için bir hüccet indirmediği halde..." buyruğu onların
inançlarının, delil ve hüccetlerden uzak olduğunu österir.
Hz. Hûd
(a.s), daha sonra onlara yeni bir tehditten bahsederek "Artık
(bu putlara ibadet etmenizden dolayı başınıza ne geleceğini) bekleyin, şüphesiz
ben de sizinle beraber bekleyenlerdinim" demiştir.
Sonra Allah Teâlâ, bu
hadisenin neticesini haber vererek,
"Bunun üzerine, kendisini de, onunla beraber olanlan da katımızdan
bir rahmetle kurtardık"çünkü onlar imanlarından dolayı rahmet-i ilahîyyeyi
hakettiler "(Hûd'a mu'cize kıldığımız) âyetlerimizi yalan sayıp iman
etmemiş olanların kökünü kestik" buyurmuştur. Bundan murad, Cenâb-ı
Hakk'ın onlar üzerine, köklerini kazıyacak bir rüzgâr azabını göndermiş olmasıdır.
Allah Teâlâ bunun nasıl olduğunu başka âyetlerde beyan etmiştir. Kat'u'd-dâbir
deyimi "kökünü kazımak" manasındadır. Demek ki, Cenâb-ı Hak bu lafız
ile onlardan geriye hiç kimseyi sağ bırakmadığına işaret etmiştir. Birşeyin
"dâbir"i, "onun sonu" demektir. Buna göre şayet,
"Allah Teâlâ, onların, âyetlerini yalanladıklarını haber verince, zaten
bu ifadeden onların iman etmemiş oldukları neticesi çıkmaktadır. Şu halde,
bundan sonra bir de, "İman etmemiş olanların" demenin ne hikmeti
vardır?" denilirse, deriz ki: "Bunun manası şudur: "Onlar
yalanlayanlardır. Allah Teâlâ, onların hayatta kalmaya devam etmeleri halinde
de, inanmayacaklarını biliyordu. Eğer Allah, onların ileride iman edeceklerini
bilseydi, onları helak etmeyip hayatta bırakırdı."
[90]
"Semüd kavmine de
kardeşleri Salih 'i gönderdik. O dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a kulluk
edin. Sizin O'ndan başka hiç bir tanrınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir
mu'cize gelmiştir. İşte size bir alâmet olmak üzere Allah'ın şu dişi devesi!
Onu (kendi haline) bırakın, Allah'ın arzında otlasın. Ona bir fenalıkla dokunmayın.
Sonra sizi acıklı bir azab yakalar. Düşünün ki (Allah) sizi Âd'dan sonra
hükümdarlar yaptı. Yeryüzünde sizi yerleştirdi. Ovalarından köşkler yapıyor,
dağlarından evler yontuyorsunuz. Artık (hepiniz) Allah'ın lütuflannı anın,
yeryüzünde fesatçılık yapıp taşkınlık yapmayın" (A'râf,
73-74).
Bil ki bu üçüncü
kıssa, Hz. Salih (a.s)'in ktssasıdır. Ayetteki "Semû-d'a" ifadesi,
"Andolsun ki (kavmine) Nuh'u; Âd
kavmine kardeşleri Hûd'u ve Semûd
kavmine de kardeşleri
Salih'i gönderdik" takdirindedir. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır:
[91]
Ebu Amr b. el-'Alâ,
"Bu kavme, "suyu az" manasına olan semed kelimesinden müştak olarak
"Semûd" denilmiştir. Çünkü
bunların suyu azdı. Bunların yurtları, Hicaz ile Şam arasındaki "Hicr"
mevkiidir. Bu mevki, "Vâdi'l-Kurâ"ya kadar uzanır.
Bunların, en büyük atalarının adt "Semûd" olduğu için, bu isimle
anıldıkları da söylenmiştir. O büyük atalarının künyesi "Semûd b. Âd b.
İrem b. Sâm b. Nûh (a.s)" şeklindedir.
[92]
Bu kelime, kendisiyle
kabile kastedilerek, gayr-ı munsarıf kılınmıştır. Yine bu kelime
"hay" {yani bir boy) manası kastedilerek veya aslı itibarıyla,
munsarıf kabul edilmiştir. Çünkü bu, onların atalarının adıdır. Her iki
şekliyle de, Kur'ân'da yer almıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Haberiniz olsun
ki Semüd kavmi de Rab'lerini İnkâr ettiler, gözünüzü açın ki Semûd'a uzaklık
(verilmiştir)"(Hûd, 68) buyurmuştur.
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Salih (a.s)'in, kavmi Semûd'a, Allah'a ibadet etmelerini emrettiğini ve
başka birşeye ibadetten nehyettiğini nakletmiştir. Cenâb-ı Hak, aynı hususu
bundan önce zikredilen peygamberler hakkında da haber vermişti. Daha sonra O,
"Size Rabbinizden apaçık bir mu'cize gelmiştir" demiştir. Fazladan
olan bu ifade sadece bu kıssada zikredilmiştir. Bu durum da, Hz. Salih
(a.s)'den önce geimiş olan her peygamberin tevhid ve nübüvvetin doğruluğu
hususunda deliller getirdiklerini gösterir. Çünkü bu hususta sadece
"taklid" yeterli olsaydı bu bey-ytne {mu'cize) ile ilgili ifadenin
burada getirifmesi, boş bir söz olurdu.
[93]
Salih (a.s) daha sonra
o mu'cizenin bir deve olduğunu belirterek, "İşte size bir alâmet olmak
üzere Atlah 'm şu dişi devesi..." demiştir. Bu ifade ile ilgili birkaç
mesele vardır:
[94]
Alimler şunu
söylemişlerdir: "Allah Teâlâ, Âd kavmini imha edince, onların yerini Semûd
kavmi aldı. Bunların ömürleri uzun, nimetleri bol oldu. Daha sonra Allah'a
isyan ederek, putlara tapmaya başladılar. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak onlara,
kendi soylarından olan Hz. Salih'i peygamber olarak gönderdi. Derken onlar,
ondan bir mu'cize istediler. Bunun üzerine Salih (a.s), "Ne
istersiniz?" dedi. Onlar, "Bayram günü bizimle beraber çıkarsın. Biz
de putlarımızı çıkarırız. Sen ilahından İstersin, biz putlarımızdan isteriz.
Eğer senin duanın eseri ortaya çıkarsa, biz sana uyarız; yok eğer bizim
duamızın eseri ortaya çıkarsa, sen bize uyarsın" dediler. Bunun üzerine
Hz. Salih (a.s), onlarla beraber (sahraya) çıktı. Onlar Hz. Salih'ten, belli
bir kayadan büyük bir dişi deve çıkarmasını istediler. O da, bunu yaptığı
takdirde kendisine iman edip, (peygamberliğini) kabul edeceklerine dair onlardan
söz aldı. Daha sonra İki rekat namaz kıldı ve Allah'a dua etti. Bunun üzerine
bu kaya, tıpkı bir hamilenin karnında yavrusunun hareketlenmesi gibi
hareketlendi ve sonra yarılıp, ortasından dişi bir deve çıktı. Bu, son derece
büyük bir deve idi. Semûd kavminin içecek suları, son derece kısıtlı idi.
Bundan dolayı onlar sularının tamamını bir gün deve için, bir gün bütün kavim
için olmak üzere nöbete bindirdiler.
Süddî şöyle der:
"Su içme sırası devenin olduğu gün, iki dağın arasına (bir vadiye) gidiyor
ve yamaçlara çıkıp orada otluyor, sonra da gelip suyunu içiyor ve bütün kavme
yetecek kadar süt sağılıyordu. Sanki sütünü sicim gibi yağdırıyordu. Su içme
sırası kavmin olduğu gün ise, onların yanına gelmiyordu. Yanında bir yavrusu
vardı. Bunun üzerine Hz. Salih onlara: "Şu içinde bulunduğunuz ayda,
kendisi sebebiyle imha edileceğiniz bir erkek çocuk doğacak" dedi.
Onlardan dokuz kişi, (doğan) oğullarını kestiler. Daha sonra onuncu çocuk
doğdu. Babası onu kesmedi ve o çocuk hızlıca büyüdü. Büyüyünce de içki içen
bir grup insanla haşır-neşir oldu. Onlar birgün, içkilerine katmak için su
aradılar. O gün ise, su sırası devenin idi. Bundan dolayı su bulamadılar ve bu
onlara çok ağır geldi. Bunun üzerine o çocuk: "Sizin için şu deveyi
boğazlayayım mı?" dedi. Çocuk gidip deveye doğru saldırdı. Onu görünce,
deve de ona doğru saldırdı. Çocuk deveden kaçıp, bir kayanın arkasına sığındı.
O içkiciler, deveyi çocuğun üzerine sürdüler. Deve çocuğun olduğu yere varınca,
çocuk da onu yakalayıp boğazladı ve deve yere yıkıldı. İşte bu, "Sonunda
onlar arkadaşlarını çağırdılar, o da (kılıca) sarılarak (deveyi)
boğazladı" (Kamer 29) âyetinde anlatılan husustur. Derken onlar
küfürlerini ortaya koydular, Allah'ın emrine isyan ettiler. Bunun üzerine Salih
(a.s) onlara: "İlahî azabın gelmesinin alâmeti, yarın kırmızı; ertesi gün
sarı, üçüncü gün de siyah renge dönüşmenizdir" dedi. Azab onlara gelip
çattığında, onlar koku süründüler ve hazırlandılar."
Bunu iyice anladığında
biz deriz ki: Alimler devenin mu'cize olup olmadığı hususunda
münakaşalıdırlar.
1)
Bu'cümleden
olarak bazıları, onun tam ve kamil bir deve olarak kayadan çıkmasının bir
mu'cize olduğunu söylemişlerdir. Kâdî: "Eğer bu doğru ise, birkaç bakımdan
mu'cizedir: Birincisi, onun bir kayadan çıkması; ikincisi, bir dişi ve erkekten
doğmamış oluşu; üçüncüsü, kademe kademe (büyüme) olmaksızın mükemmel olarak
yaratılışı..." demiştir.
2)
Bu, su
nöbetinin bir gün onun, bir gün de bütün Semûd kavmi için olmasıdır. Çünkü tek
bir dişi devenin, bütün bir kavme yetecek kadar olan bir suyu içmesi, hayret
verici bir şeydir. Aynı zamanda o içtiği suya uygun olarak yaş ve kuru ot
yiyordu.
3)
Bundaki
mû'cizelik yönü şudur: Onlar, su içme sırası devenin olduğu gün, bir günlük su
kadar süt içmeleridir. Hasan
el-Basrî, bunun aksini söylemiş
ve şöyle demiştir: "(Su içme sırası kavimde olduğu gün), o deve bir damla
bile süt vermiyordu" demiştir. Hasan
Basrî'nin bu sözü, öncekinin tam aksidir.
4)
Bundaki
mû'cizelik yönü şudur: O deve suya geldiği gün, bütün diğer hayvanlar su
içmekten geri duruyorlardı. Deve su içmediği gün ise, bütün hayvanlar su içmeye
geliyorlardı.
Bil ki Kur'ân, bu
hadisede bir mu'cizenin olduğunu göstermektedir. Ama bunun hangi bakımdan bir
mu'cize olduğu, Kur'ân'da belirtilmemiştir. Fakat bunun, hiç şüphesiz, bir
yönden bir mu'cize olduğunu anlıyoruz. Allah en iyi bilendir.
[95]
Ayetteki, "İşte
size bir âyet olmak üzere, Allah'ın şu dişi devesi" buyruğundaki
"âyet" kelimesi, hat olarak olarak mansubtur. Yani, "bir âyet
olarak ona işaret ediyorum" demektir. Bu ifadedeki hâzihi (şu) kelimesi,
işaret etme manasını ihtiva eder. "Ayet" de, "delâlet eden"
manasınadır. İşte bundan ötürü (ism-i fail manasında olduğu için)
"hal" olması caizdir.
Buna göre şayet,
"O dişi deve herkes için bir âyettir, mu'cizedir. Binaenaleyh niçin bu
mu'cize oluş onlara has kılınarak, "İşte size bir âyet olmak üzere,
Allah'ın şu dişi devesi..." denilmiştir?" denilir ise deriz ki:
"Bu hususta şu izahlar yapılır.
1) Onlar, bunu bizzat görmüşler, onların dışındaki
insanlara ise bu mu'cize haber verilmiştir Haber de, bizzat görme gibi
değildir.
2) Belki de Salih (a.s) başka mu'cizeler de
gösteriyordu. Ama kavmi, bizzat kendileri bu mu'cizeyi ondan istediler de,
Allah bu mu'cizeyi onlara gösterdi. İşte bundan dolayı, bu mu'cize oluşun
onlara has kılınması yerinde ve güze! olmuştur."
Buna göre eğer,
"O deveyi, "Allah'ın dişi devesi" diye, Allah'a izafe etmenin
hikmeti nedir?" denilirse, deriz ki: "Bu hususta da şu izahlar
yapılmıştır:
Denilmiştir ki,
Cenâb-ı Allah bunu, tıpkı "Beytullah" {Allah'ın evi) ifadesinde olduğu
gibi, onu, şerefini ve yüce özelliğini göstermek için, kendisine izafe
etmiştir.
Yine onu vasıtasız
yarattığı için; sahibi sadece Allah Teâlâ olduğu için ve bu, Allah'ın o kavim
üzerinde bir hücceti olduğu için, Allah'ın bunu kendisine nisbet ettiği
açıklamaları da yapılmıştır.
Daha sonra O,
"Onu (kendi haline) bırakın, Allah'ın arzında otlasın" demiştir. Yani,
"Yer, Allah'ın yeri; deve, Allah'ın devesi.. O halde onu bırakın Rabbinin
arzında yesin içsin! Ne yer sizin, ne de yeryüzünde bitenleri si2
bitiriyorsunuz. O halde ona kötülük yapmayın; ona vurmayın; onu kovmayın ve ona
hiçbir eziyet ve cefa vermeyin" demektir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in de
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Ey Ali, evvelki
insanların en şakisi, salih 'in devesini boğazlayandır; sonrakilerin en şakisi
ise, seni öldürecek olandır.”
Daha sonra Cenâb-ı
hak, "düşünün ki Allah sizi Âd'dan sonra hükümdarlar yaptı"
buyurmuştur. Denildi ki, Allah Teâlâ Âd kavmini imha ettiği zaman, Semûd
kavmini onların yurtlarına yerleştirdi. Yeryüzünde onlara, bunları halef kıldı.
Bunlara çok nimetler ve uzun ömürler verdi.
Daha sonra o,
"Yeryüzünde sizi yerleştirdi" demiştir. Bevvee, indirdi, yerleştirdi;
mübevve" kelimesi de, yeryüzünde yerleşilen yer ma-nasındadır. Bu,
"Hicaz ile Şam arasındaki Hicr mevkiine sizi yerleştirdi" demektir.
Sonra O, "Ovalarından
köşkler yapıyorsunuz" yani "yeryüzünün ovalarındaki köşklere
oturuyorsunuz" demiştir. Çünkü köşkler, çamur, kerpiç ve kiremitle
(taşla-toprakla) yapılır. Bunlar da yeryüzünün ovalarında bulunur. Yine
o, "Dağlarından ovalar yontuyorsunuz" demiş ve şunu kastetmiştir:
"Dağlan, kayaları yontup, içlerine tavanlı evler yapıyorsunuz."
[96]
Eğer, burada, büyüten
kelimesi niçin mansub kılınmıştır? denilir ise, biz deriz ki: "Bu,
"hal" olarak mansub kılınmıştır. Nitekim Arapça'da, "Bu kumaşı
gömlek olarak dik" ve "Şu kamışı da kalem olarak yont"
denilir. Halbuki hal olan bu kelime "hal-i mukaddere"dir. Çünkü dağ,
yontul-duğu zaman ev olmaz, yine kumaş ve kamış da dikilme ve yontulma halinde
gömlek ve kalem olmazlar denildi. Semûd kavmi, yazın vadilerde, kışın da
dağlarda yaşıyorlardı. Bu, onların nimet ve refah içinde yüzdüklerine delalet
eder.
Sonra o, "Artık
(hepiniz) Allah'ın lütufiartnı anın" yani "size Allah'ın verdiği
nimetlerden bir kısmını hatırlattım, hepsini tek tek saymak uzun sürer. Öyleyse
siz akıllarınızla, bundaki nimetleri düşünüp bulun, "Yeryüzünde fesadçtlar
olup taşkınlık yapmayın" demiştir. Denildi ki:
Bundan, maksad,
onların dişi deveyi kesmelerini yasaklamadır. Ama daha uygun olan, bu ifadeyi
zahirî manasına hamletmektir, bu da, fesadın her türlüsünden men etme
manasıdır.
[97]
"Onun kavminden
kibirlenerek iman etmeyen ileri gelen kimseler, zayıf düşürülmüş olanlara,
bunların içinden iman etmiş olanlara şöyle dediler: "Siz, Salih 'in
gerçekten Rabbi katından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor
musunuz?" Onlar da "Biz, doğrusu onunla ne gönderildiyse onlara iman ediyoruz"
dediler. Yine o kibirlenenler, "Biz, doğrusu sizin iman ettiğinizi inkâr
ediyoruz" dediler. Derken o dişi deveyi (ayaklannı keserek) öldürdüler.
Rablerinin emrinden (uzaklaşıp) isyan ettiler ue: "Salih, eğer sen
gönderilmiş peygamberlerden isen, bizi tehdid edip durduğun o azabı getir"
dediler. Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı tutuuerdi ve ontar böylece
yurtlarında diz üstü çöken (helake uğrayan) kimseler oldular. O da onlardan yüz
çevirdi ve şöyle dedi: "Ey kavmim, andolsun ki ben size Rabbimin
elçiliğini tebliğ ettim ue size nasihatta bulundum. Fakat siz nasihat edenleri
sevmezsiniz" (A'râf. 75-79).
Bil ki biz
"mele"1 kelimesinin, "kalbleri heybetleri ile, korku ite
dolduran kimseler" manasına olduğunu daha önce söylemiştik. Buna göre
âyetin manası, "mele1, yani kavmin ileri gelenleri, mustaz'atlara, yani,
Salih (a.s)'e iman eden takır kimselere şöyle dediler:" şeklinde olur. "bunların içinden iman etmiş olanlara..."
kaydı, ifadesinden bedeldir.
Bil ki Allah Teâlâ, o
kâfirleri, "kibirlenen ileri gelenler"; o mü'minleri de "zayıf düşürülenler" diye vasıflandırmıştır. Onların büyüklenmeleri,
kınamayı gerektiren bir fiilden dolayıdır. Mü'minlerin müstaz'af olmalarının
manası ise, başkalarının onları zayıf görmesi ve küçümsemesi demektir. Halbuki
bu, onlardan sâdır olan bir fiil olmayıp, aksine başkalarından sudur eden bir fiildir.
Binaenaleyh bu, o mü'minler hakkında, kınamayı ifade eden bir sıfat olamaz.
Aksine bu kınama ve zemm, onları hakir görüp
zayıf addeden kimselere aittir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, o büyüklenenlerin, m
ustaz'af I ara, Salih (a.s)'in durumunu
sorduklarını, onların da: "Biz, Salih {a.s)"in getirdiği her şeye
yakinen inanıyor ve onu tasdik ediyoruz" dediklerini; kibirlenenlerin
ise: "Aksine biz onun getirdiği şeyleri inkâr ediyoruz., kabul
etmiyoruz" dediklerini nakletmiştir. İşte bu âyet, fakirliğin zenginlikten
daha hayırlı olduğunu izah için, kendisiyle istidlal) edilen başlıca
delillerden birisidir. Zira büyüklenme, ancak malın çokluğundan ve makamın
büyüklüğünden ileri gelir. Zayıf görülme ise, ancak bu iki şeyin azlığından
meydana gelir. Böylece Cenâb-ı Hak, mal çokluğunun ve makam büyüklüğünün,
insanları isyana, diretmeye, kabul etmemeye ve küfre sevkettiğini; malın
azlığının, makamın küçüklüğünün ise, insanları imana, tasdik etmeye ve
inkiyada, baş eğmeye sevkettiğini beyan buyurmuştur ki, işte bu fakirliğin
zenginlikten daha hayırlı olduğuna delalet eder.
[98]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak: "Derken o dişi deveyi, (ayaklarını. keserek) Öldürdüler"
buyurmuştur. E2herî şöyle der: Araplara göre akr devenin can damarını keşfetmek
(elle arayıp bulmak)tır. Akr boğazlamanın sebebi olunca, sebebin müsebbebe
ıtlâkt (yani, sebebin netice yerinde kullanılması) bakımından, "akr"
sözü, kesme, boğazlama yerinde kullanılmıştır. Bil ki Cenâb-ı Hak, bu boğazlama
işini her ne kadar onların hepsi değil bir kısmı yapmış ise de, bu onların da
rızasına göre olmuştur. Mesela bazan, büyük bir kabileye onlardan sadece birisi
o fiili yaptığı halde, "Siz şöyle yaptınız!" denilir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Rabb'lerinin emrinden (uzaklaşıp) isyan ettiler.."
buyurmuştur. Bir kimse böbürlenip tekebbür ettiğinde, denilir, "isyankâr, zorba"
denilmesi de, bu manadadır. Mücahid, kelimesinin, bâtıla iyice dalmak, içine
girmek manasına geldiğini söylemiştir
Ayetteki tabiri
hakkında da, şu iki izah yapılmıştır:
a)
Bu,
"Onlar, Rablerinin emrine imtisal edip, uymaktan tekebbür edip uzaklaştılar"
demektir. Bu emr ise, Allahu Teâlâ'nın, Hz.
Salih vasıtasıyla onlara
ulaştırmış olduğu, "Onu (kendi haline) bırakın, Allah'ın arzında
otlasın" (A'râf, 73) şeklindeki emridir.
b)
Mânâ şöyle de
olabilir: "Onların isyanları,
Rablerinin emrinden uzaklaşmaları
sebebiyle olmuştur. Yani Rablerinin o deveyi kendi haline bırakmalarını
emretmesi, onların bu isyana girişmelerine sebep oldu. Nitekim, "Bir şey
yasaklandıkça, onun peşine daha çok düşülür" denilmiştir.
Daha sonra onlar,
"Salih, eğer sen gönderilmiş peygamberlerden isen, bizi tehdit edip
durduğun (o azabı) getir" dediler. Onlar bu sözü, "Hz. Salih'in haber
verdiği her vaad ve vaîde inanmayıp onu yalanladıkları için"
söylemişlerdir.
[99]
Daha sonra "Bunun üzerine onları şiddetli bir
sarsıntı tutu-verdi" Duyurulmuştur. Ferrâ ve Zeccâc, "recfe"nin,
şiddetli bir sarsıntı, zelzele olduğunu söylemişlerdir. Nitekim başka bir
âyette "O günde ki yerler, dağlar (zelzeleyle) sarsılır. Dağlar, akıp
dağdan bir kum yığınına döner" {Müzzemmü, 14) varid yolmuştur.
Leys de şöyle
demiştir: Devenin yük altında titremesi, ağacın da rüzgârın sallaması gibi...
şeyler hakkında denilir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak,
"ve onlar böylece yurtlarında diz üstü çöken (helake uğrayan) kimseler
oldular" buyurmuştur. Bu ifadede geçen dâr kelimesi, "onların
beldesi" manasına gelir. İşte bundan dolayı da tekil olarak
getirilmiştir. Nitekim daru'l-harb "kendisiyle savaşılan belde" "Elbise
satan kimselerin semtine uğradım" denilir. Bu ifade, bir başka âyette de,
cemî olarak getirilerek, "yurtlarında..." (Hûd, 67)
denilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak bu ifadesiyle, onlardan her birine ait
olan yurdu, evi, evlerini kastetmiştir.
[100]
Ayetteki câsimîn
"diz üstü çöken kimseler..." tabirine gelince, Ebu Ubey-de bu hususta
şöyle demiştir: "İnsanlar ve kuşlar hakkında kullanılan cüsûm (diz çökmek)
kelimesi, deve hakkında kullanılan bürûk (çökmek) kelimesi gibidir. O halde,
kuşun diz çökmesi, (cüsûm) geceleyin hareketsizleştiğinde, yere yapışıp kalmasıdır.
Buna göre âyetin manası, "Onlar, ölüler gibi hareket edemeyen, diz üstü
çökmüş ve sönmüş, yok olmuş kimseler oldular" şeklinde olur.
Yine, denilir ki bu:
"İnsanlar, hiç hareket etmeksizin ve hiçbir şey de hissetmeksizin
oturuyorlar" anlamındadır.
Hakkında yasak varid
olmuş olan "hayvan" mücesseme de böyledir. Bu, hedef yapılmak için
bağlanmış olan hayvandır. Böylece "cüsûm" kelimesinin, hareketsizlik
ve adeta sönmüşlük demek olduğu sabit olmuş otur.
Sonra alimler, bu
hususta da ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları şöyle demişlerdir:
Bu kavim, o büyük sayhayı, narayı duyunca, kalpleri parçalandı ve dizleri
üzerine çökmüş vaziyette öldüler. Bunların, yüzleri üzerine düştükleri de ileri
sürülmüştür. Yine, yıldırım onlara ulaşınca, onların yanıp kül gibi oldukları
da söylenmiştir. "Hayır, onlara azab geldiğinde, onlar üstüste
düşüverdiler.." de denilmiştir ki, bu görüşlerin hepsi de birbirine yakın
şeylerdir.
Burada, ortaya birkaç
soru çıkmaktadır:
[101]
Birinci soru: Allah
Teâlâ, onların "Salih, eğer sen gönderilmiş peygamberlerden isen, öyleyse
hemen bizi tehdit edip durduğun o azabı getir!" dediklerini nakledince,
bunun peşinden, "Sunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı tutuverdi"
buyurmuştur. İşbu Jhh"'ü-1»
kelimesinin başındaki fâ harfi, takibiyye faşıdır. Bu da,
"recfe"nin, onları onların bu sözü söylemelerinin hemen akabinde
çarptığına delalet eder. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak bir başka
âyette: "Memleketinizde üç gün daha yaşayın, işte bu, yalan
çıkarılamayacak bir tehdittir" (Hûd, 65) buyurmuştur.
Cevap: Bir şeyden az
bir müddet sonra meydana gelen şey hakkında, "O şey onun tam peşinden
oldu, meydana geldi" denilir. Böylece, bu soru kendiliğinden ortadan
kalkar.
[102]
İkinci soru:
Dinsizlerden bir kısmı bu âyetleri şu şekilde tenkit etmişlerdir:
"Kur'ân'ın lafızları, bu hadiseyi anlatırken farklı farklıdır. Bu
lafızlar, recfe, tâğiye ve sayhadır..." Bu kimseler, bunun bir tenakuz
olduğunu iddia etmişlerdir.
Cevap: Ebu Müslim
şöyle der: Tağiye, ister canlı olsun ister cansız olsun, haddi aşan, sınırı öte
geçen her şeye verilen bir isimdir. Bunun sonundaki "tâ" harfi de,
"mübalağa" için getirilmiştir. Mesela müslümanlar da, zalim, hak
hukuk tanımayan hükümdara "tağiye" "tağut" adını
verirler. Nitekim Cenâb-ı Hak da,"Çünfcü insan, muhakkak azar, kendisini
(mal sebebiyle) ihtiyaçtan müstağni gördü diye" (Aiâk, 6) buyurmuştur. Yine, Arapça'da, "Azdı, azmak, o azgındır, tağîdir"
denilir. Cenâb-ı Hak, "Semûd
(kavmi), azgınlığı yüzünden (peygamberlerini) yalanladı" (Şems, 11)
buyurmuştur. Cansızlar hakkında da, "Su, azıp da (her yanı) bastığı
zaman..." (Hakka, 11) buyurmuştur.
Yani Haddi aştı, (normal) sınırı geçti..." demektir.
"Recfe"ye
gelince, bu, yerde meydana gelen zelzeleye denilir. Bu da alışılmışın dışına çıkan
bir harekettir. Binaenaleyh, zelzeleye de "tağiye" adının verilmiş
olması uzak bir ihtimal değildir.
"Sayha"ya
gelince, zelzelenin genel vasfı, korkunç ve dehşetli bir sesle ortaya
çıkmasıdır. "YıldırınV'a gelince, genel olarak, bu da bir zelzeledir.
"Zecre" de böyledir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Fakat o, ancak bir
tek haykırıştır. Ki o zaman onlar, hemen (diri olarak) toprağın
yüzündedirler." (Nâziai, 13-14) buyrmuştur. Böylece, bunu tenkid edenlerin
tenkidi geçersiz ve bâtıl olmuştur.
[103]
Üçüncü soru: Onun
kavmi, devenin bir taştan çıktığını müşahede etmişlerdi. Bu ise, bu mu'cizeyi
gördüklerinde, mükellefleri hakikati kabul etme zorunda bırakan kesin bir
mu'cizedir. Yine onlar, günaşırı olmak üzere o kavmin hepsinin içecek olduğu
suyu diğer günde o tek devenin içtiğini görüp müşahede etmişlerdir ki, bu da
bahir ve kesin bir mu'cizedir. Yine o kavmi, Salih (a.s) onu boğazlamaları
halinde kendilerini şiddetli bir azab ile korkutup tehdit etmişti. Onlar, bunu
boğazladıktan sonra, başlarına gelecek olan azabın belirtilerini görüp müşahede
etmişlerdir ki, bu belirti, rivayet edildiğine göre onların renklerinin, ilk
gün kırmızı; ikinci gün san; üçüncü günde de siyah olmasıdır. Onlar ta işin
başında bu kesin mu'cizeleri görüp müşahede etmişler; işin sonunda da şiddetli
bir azabın başlarına geldiğini görmüşlerdi. Bu durumlara rağmen, aklı başında
olan bir kimsenin, küfründen tevbe etmeksizin, küfründe ısrar ederek kalması,
bunda diretmesi muhtemel midir?
Cevap: Münasip cevap
şöyle denilmesidir: "Onlar, o alâmetleri görüp müşahede etmezden önce,
kendilerine böylesi bir azabın inmesi hususunda, Salih (a.s)'i tekzip edip
yalanlıyorlardı. Binaenaleyh, onlar bu alâmetleri görüp müşahede ettiklerinde,
mükellef tutulma ve tevbelerinin kabul edilmesi hakkını yitirdiler.
[104]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O da onlardan yüz çevirdi" buyurmuştur. Bu hususta da iki
görüş bulunmaktadır:
a) "Salih
(a.s), onların ölmesinden sonra onlardan yüz çevirdi" Bunun delili,
hemen önce ""Ve onlar böylece, yurtlarında diz üstü çöken (helake
uğrayan) kimseler oldular. O da onlardan
yüz çeuirdi" ifadesidir. "yüz çevirdi" tabirinin başındaki
"fâ" harfi, takibiyye fâ'sıdır.
Böylece bu, yüz
çevirme işinin, onların helak olup yok olmasından sonra olduğuna delalet eder.
b)
"Salih
(a.s), onlar ölmezden önce, onlardan yüz çevirmiştir."
Bunun delili de, onun,
kavmine hitap ederek, "Ey kavmim, andoisun ki ben size Rabbimin elçiliğini
tebliğ ettim ve size nasihatta bulundum. Fakat siz nasihat edenleri
sevmezsiniz" (A'râf, 79) buyurmasıdır. Bu da şu üç yönden, onların diri
olduklarına delalet eder:
1)
Salih (a.s)
onlara, "Ey kavmim..."demiştir. Halbuki ölüler, kavim olmakla
vasfedilmezler. Çünkü "kavm" lafzı, "kendi başına ayakta
durabilme, kaim olma" manasından iştikak etmiştir. Halbuki ölen kimse
hakkında böyle bir vasıf söz konusu değildir.
2)
Bu kelimeler,
onlara karşı yöneltilmiş bir hitaptır. Halbuki ölüye hitap etmek uygun düşmez.
3)
Salih (a.s), "Fakat siz nasihat edenleri
sevmezsiniz" demiştir. Binaenaleyh, onların sevgi gösterebilecek bur
durumda bulunmaları gerekir.
Buna da, şu şekilde cevap vermek mümkündür: Bazan bir kimse kendisine nasihat ettiği, fakat o nasihati kabul etmeyerek kendisini helake mahkum eden ölmüş bir arkadaşına: "Ey kardeşim, sana şu zamandan beri ne kadar nasihat ettim de sen kabul etmedin! ve seni ne kadar engelledim de, sen vazgeçmedin!" diyebilir. İşte burada da böyledir. Bu sözün söylenmesinin hikmeti şudur: Ya bunu, geride kalanlar duysunlar, böylece bundan ibret alsınlar da öylesi yollardan vazgeçsinler diye; veyahut g!a o hadise sebebiyle kalbi yandığı, üzüldüğü için bu sözü söylemiştir. O bu sözü söyleyince, bu mesele onun kalbinden uzaklaştı, böylece o huzur duydu... Yine, bu sözü söylediği zaman, bu derdin onun kalbindeki tesirinin azaldığı da söylenmiştir. Alimler, bu hususta bir başka cevap olarak da şunu söylemişlerdir: "Tıpkı bizim peygamberimiz Hz. Muhammed, Bedir şehitlerine hitapta bulunduğu gibi, Salih (a.s) de, kavmine onlar öfüp helak olduktan sonra hitapta bulunmuştur..." Şu da söylenmiştir: Salih (a.s), onların cesetleriyle, konuşarak, yanındakilere "Siz onlardan daha iyi duyuyor değilsiniz; ancak ne var ki onfar cevap veremezler" demiştir. [105]
"Lût'u da
gönderdik. O da kavmine: "Sizden evvel, demişti, âlemlerden hiç birinin
yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz?" (A'râf. 80).
Bil ki bu da, dördüncü
kıssadır. Nahivciler, Lût ve Nûh kelimelerinin, hafif oldukları için, munsarif
olduklarım; zira bunların harf sayılarının üç olup, ortasının da sakin olduğunu
söylemişlerdir. ifadesinin manası: "Siz, mahza çirkinlik olan bu
hayasızlığı mı yapıyorsunuz?" demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Alemlerden hiç birinin yapmadığı..." ifadesi hakkında da iki bahis
bulunmaktadır:
Birinci bahis: Keşşaf
sahibi, bu âyette bulunan birinci "min" edatının za-id olduğunu;
nefyi te'kid için geldiğini ve kapsamlıiık (istiğrak) manasını ifade ettiğini;
ikinci min edatının ise, kısmî olmayı ifade etmek için geldiğini söylemiştir.
[106]
Şayet, "şehvet,
bu işi yapmaya devamlı bir şekilde davet edip çağırdığı halde, nasıl,
"âlemlerden hiçbirinin yapmadığı.." denilebilir?" denilirse,
buna şöyle cevap verilir:
Biz, pekçok insanın
böylesi bir fiili pis ve kazurat cinsinden addettiğini görmekteyiz. İnsanların
pek çoğuna göre bunun pis ve necis cinsinden olduğu söz konusu olunca, daha
önce geçen nesillerin pek çoğunun, o asırlarda yaşayan insanlardan hiç
kimsenin böylesi bir fiile teşebbüs etmeden sona ermiş olması uzak bir ihtimal
değildir.
Bu hususta şöyle bir
izah da yapılmıştır: Belki de onların hepsi, bu işe yönelmişlerdir. Bu işe
herkesin yönelmesi ise, daha önceki asırlarda asla bulunmamış olan şeyler
nev'indendir. Hasan el-Basrî, onların, erkeklerle dübürlerinden temasta
bulunduklarını bunu ise ancak yabancılara yaptıklarını söylerken, Ata, İbn
Abbas'tan rivayeten, "Bu iş, onlar arasında iyice kök salmıştı. Onlar, bu
yolla birbirleriyle temasta bulunuyorlardı" demiştir.
İkinci bahis:
HakTeâlâ'nm. tabirinin onları kınama, azarlama hususunda varid olmuş
"müste'nef" bir kelam olması ve yine bunun fahişe kelimesinin sıfatı
olması da caizdir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Gece de onlar için bir
ayettir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırız" (Yasin, 37) ayeti gibidir.
Şair de: "Andolsun ki, o adî ve değersiz kişiye bana sövmesini
emretti" demiştir.
[107]
"Çünkü siz
kadınları bırakıp da şehvette erkeklere yanaşıyorsunuz. Muhakkak ki
siz haddi aşan bir topluluksunuz" (A'râf, 81).
Bu hususta da birkaç
mesele vardır:
[108]
Nâfi ve Asım'ı ravisl
Hafs, elifin kesresiyle innekum şeklinde okumuşlardır. Nâfi'nİn metodu, Kur'ân'ın
tamamında, istifham durumunda birinci istifham hemzesi İle yetinip, ikincisini
getirmemektir. İbn Kesîr ise, medsiz
olarak bir hemze ile şeklinde okumuş, ikinci hemzeyi de açıkça okumuştur. Ebu
Amr'da, birinci hemzeyi tahfif ile, ve hemzeyi uzatarak; ikinci hemzeyi de
açıkça okumuştur. Diğer kıraat imamları ise, her iki hemzeyi de aslı üzere,
olduğu gibi okumuşlardır. Vahidî şöyle demektedir: "Bu ifadeleri istifham
İte okuyan herkese göre, bu istifhamlar istifham-ı inkârı olurlar. Zira Cenâb-ı
Hak, "Hayasızlık
yaparsınız öyle mi? (yapmayınız)" buyurmuştur. Bu iki istifhamın dahil
olduğu her cümle, tam olması hususunda başka bir şeye muhtaç olmayan müstakil
bir cümledir.
[109]
Hak Teâlâ'nın bu
ayetinde geçen sehve kelimesi, masdardır. Ebu
Zeyd şöyte demiştir:
"Arapça'da, , (arzuladı) denilmektedir. Bu kelime, mef'ul-u
mutlak olduğu için mansubtur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "erkeklere mi
yanaşıyorsunuz?" sözünün manası "...arzuluyor musunuz?.." şeklindedir.
İstersen bunun, hal yerinde gelmiş bir masdar olduğunu da söyleyebilirsin.
[110]
Üçüncü, mesele, bu
işin çirkinliğini gerektiren sebeplerin izahı hakkındadır:
Bil ki bu işin
çirkinliği, insanların tabiatına adeta yer- leşmiş bir şeydir. Binaenaleyh
bunun sebeplerini genişçe saymamıza gerek yok. Fakat biz yine de diyoruz ki:
Bunun çirkinliğini gerektiren sebepler pek çoktur:
Birinci sebep: Pek çok
insan çocuğunun olmasını istemez. Çünkü çocuğun doğması, insanı mal kazanmaya
ve kazanç için kendisini yormaya sevkeder. Ancak Cenâb-ı Hak, cinsî münasebeti
o büyük lezzetin gerçekleşmesinin sebebi kılmıştır. Öyle ki insan bu (şehevî)
lezzeti elde etmek için, cinsî münasebette bulunur. Bu durumda da o kimse istese
de, istemese de çocuk olur. İşte bu yolla da insan nesli devam eder ve insan
türü sona ermez. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, cinsî münasebete bir lezzet
vermiştir. Bu tıpkı, bazı hayvanları avlamak için tuzak kuran insana benzer.
Çünkü o insan mutlaka bu tuzağa, o hayvanın arzuladığı bir şeyi kor . Böylece
bu, o hayvanın tuzağa düşmesine sebep olur. Bu sebeple Cenabı Hak daT o
hayvanın arzuladığı bir şeyin tuzağa konulmasına benzer bir şekilde, cinsî
münasebete bir lezzet koymuştur. Allah Teâlâ'nın bundan maksadı, en şerefli tür
olan insan türünün devamını sağlamaktır. Bu sabit olunca, biz diyoruz ki: İnsan
o lezzeti, neticede çocuk yapmaya götürmeyecek bir yoldan elde etme gayretine
girerse, istenen hikmet gerçekleşmez ve bu, insan neslinin sona ermesi neticesine
götürür. Bu ise Allah'ın hikmetinin hilafına bir davranış olmuş olur.
Binaenaleyh bunun kesin olarak haram kılınması gerekir. Tâ ki bu lezzet,
neticede çocuk doğurmaya götüren bir yol ile gerçekleşsin.
İkinci sebep: Cinsi
münasebette erkeklikten beklenen vasıf fail olma, kadınlıktan beklenen ise,
meful olma (bu faiüyyeti kabul etme) durumudur. Halbuki erkek meful, kadın da
fail durumuna geçecek olursa, bu hem insan tabiatının, hem de ilahî hikmetin
aksine ve hilafına bir şey olmuş olur.
Üçüncü sebep: Sırf
şehevi duyguyu tatmin için uğraşmak, hayvanların yaptığına benzer. Şehvetle
meşgul olunduğu zaman, bu, şehveti tatminin ötesinde başka bir manayı da ifade
eder. O halde şehveti kadın ile gidermek de, sırf şehevî duyguyu tatmin etmenin
ötesinde bir başka manaya gelir ki, bu mana da, bir çocuğun olması ve en
şerefli tür olan insan neslinin devam etmesidir. Ama erkeğin şehvetini yine bir
erkekle gidermesi, sadece şehveti gidermekten başka bir şey ifade etmez.
Binaenaleyh bu, hayvanlara benzeme ve insanın fıtratına uygun olanın dışına
çıkma olur ki, son derece çirkin bir iştir.
Dördüncü sebep:
Diyelim ki münasebette fail durumunda olan erkek lezzet alır. Fakat özellikle
meful durumundaki erkek, ebediyyen zail olmayacak bir utandırıcı leke ile
kirlenmiş olur. Halbuki akit olan bir kimse bir anda sona erecek değersiz bir
lezzetten ötürü, başkası sebebi ile, üzerinden hiç silinmeyecek bir ayıba
düşmeye razı olmaz.
Beşinci sebep: Bu,
fail üe meful arasında köklü bir düşmanlığın doğmasına sebep olan bir iştir.
Çoğu kez bu iş, meful durumunda olan erkeğin failden nefretine sebep
olduğundan, fail olanı öldürmeye yahut da onu, elinden gelen her yol ile imha
etmeye sevkeder. Ama bu işin kadın ile kocası arasında yapılması ise, onlar
arasındaki ülfet ve sevginin kökleşmesini, büyük faydaların meydana gelmesini
sağlar. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Size, nefislerinizden, kendilerine ısınmanız
için zevceler yaratmış olması, aranızda bir sevgi ue merhamet yaratması da
Allah'ın varlığına işaret eden ayetterindendir" (Rûm, 21) buyurmuştur.
Altıncı sebep: Allah
Teâlâ, kadının rahmine, meniyi alabildiğine kendisine çekme kuvveti vermiştir.
Dolayısiyle erkek, hanımı ile cinsî manasebette bulunduğunda bu çekme kuvveti
güç kazanır, böylece erkeğin meni yolunda ne var, ne yoksa hepsi çıkar. Ama
erkek yine bir erkekle münasebette bulunduğunda, meful olan erkeğin dübüründe
meniyi çeken bir kuvvet yoktur. Bu durumda da meninin çekilmesi tam olmaz ve
meni yollarında, meni parçacıkları kalır, iyice temizlenmez, bundan dolayı da
oralarda kokar, kokuşur ve bu sebeple şiddetli iltihaplar ve önemli hastalıklar
meydana gelir. Bu, ancak tıbbî incelemelerle anlaşılan birtakım fayda ve
hikmetlerdir. İşte bu (livata-homoseksüellik) işinin çirkinliğini gösteren sebepler
bunlardır.
Bazı dini zayıf
kimselerin şöyle dediklerine şahid oluyorum: "Allah Teâlâ, "Onlar,
(Öyle mü 'mirilerdir ki) ırzlarını korurlar. Şu var ki zevcelerine, yahut
elleri altında bulunanlara (cariyelerine) karşı (olan durumları) müstesna"
{Mü'minûn, 5-6) buyurmuştur. Bu, ister erkek (köle) otsun, ister kadın (cariye)
otsun, insanın sahibi olduğu kölesi ile cinsî manasebette bulunmasının helal
olmasını gerektirir. Buna karşı "Biz bu umumi ifadeyi, Hak Teâlâ'nın,
"Siz, Rabbinizin sizin için yarattığı zevcelerinizi bırakıp da, insanlann
içinden erkeklere mi gidiyorsunuz?" (Şuarâ, 165-166) ve "Siz, sizden
evvel âlemlerden hiç bir kimsenin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz?"
(A'râf, 80) âyetleriyle tahsis ediyoruz" da denilemez. Çünkü bu iki ayetten
herbiri diğerine nazaran, bir yönden daha umumi, bir yünden daha hususîdir.
Çünkü "memlûk" (köle), bazan erkek, bazan dişi olur. Erkek de bazan
memlûk (köle) olur, bazan olmaz. Durum böyle olunca da, bu iki ayetten birini
diğeri ile tahsis etmek, aksini yapmaktan daha evla olmaz. İşte bu bakımdan
tercih (üstünlük) bizim görüşümüzden yanadır. Zira Hak Teâlâ'nın, "Şu var
ki zevcelerine, yahut elleri altında bulunanlara (cariyelerine) karşı (olan
durumları) müstesna" (Mü'munûn, 6) ayeti, Hz. Muhammed'in şeriatıdır. Lût
(a.s)'un kıssasındaki ise, diğer bir peygamberin şeriatıdır. Hz. Muhammed
(s.a.s)'in şeriatı ise, kendinden öncekilerin şeriatlarından daha evladır. Hem
menfaatlı, faydalı ve lezzetli olan şeylerde asıl olan, onların helal
olmasıdır. Yine mülkiyyet (bir şeye sahip oluş), onun üzerinde mutlak tasarruf
hakkı sağlar."
Sen bu dini kıt
kimselere de ki: "İstidlal, ancak ihtimal bulunan yerlerde yapılabilir.
Halbuki Hz. Muhammed (s.a.s)'in dinine göre bu işin haram oluşu, (ihtimale yer
bırakmtyan) açık bir tevatürle sabittir ve bundan mü'minler alabildiğine
ne-hyedilmişlerdtr. İstidlal, mütevatir bir nakle (hadîse) karşı yapıldığında
ise, bâtıl olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Hz. Lût (a.s)'un, kavmine şöyle
dediğini nakletmiştir: "Muhakkak ki siz haddi aşan bir kavimsiniz."
Bunun manası şudur: Hz. Lût (a.s) onlara sanki, "Siz bütün her işinizde
haddi aşıyorsunuz. Binaenaleyh sizden, böyle bir israfa (bu kötü fiile)
yönelmeniz, beklenilmeyen bir şey değil" demek istemiştir.
[111]
"Kavminin ona
karşı cevabı, ancak şöyle demeleri olmuştur: "Çıkarın onları memleketinizden!
Çünkü onlar fazla temizlik taslayan insanlardır" (A'râf, 82).
Bu ayetteki
"onlar"dan maksad, Hz. Lût (a.s) ve O'na tâbi olanlardır, yani Lût'u
ve O'na tâbi olanları çıkarınız memleketinizden" demektir. Çünkü Cenâb-ı
Hak, başka bir surede, "Lût ve hanedanını memleketinizden çıkarın, çünkü
onlar temizlik taslayan insanlardır" dediler" (Nemi, 56) buyurmuştur.
Bir de zahir olan odur ki, o kâfirler ancak kendilerinin yapmak istedikleri işi
yapmaktan, kendilerini engellemek isteyen kimseleri sürme hususunda gayret
göstermişlerdir. Onları bu kötü işlerinden nehyedenler de, sadece Hz. Lût (a.s)
ve O'na inananlar idi.
Ayetteki,
"temizlik taslarlar (çokça temizlenirler) " ifadesi ile ilgili şu
izahlar yapılmıştır:
a) Bu, insanın necaset mahallinde yapılan bir iştir.
Binaenaleyh bunu yapmayan temiz, o işten uzak olmuş olur.
b) Günahtan uzak durma da, "temizlik" diye adlandırılır.
Binaenaleyh ayetteki bi tabir "onlar günahlardan ve masiyetlerden uzak
dururlar" demektir.
c)
Kâfirler bu
sözü, inananlarla alay etmek ve kötülükler ile fuhşiyattan temiz ve uzak
duruşlarıyla istihza etmek için söylemişlerdir. Bu tıpkı kendilerine salih bir
kimse öğüt ve tavsiyede bulunduğunda, günahkâr şeytanların (insanların),
"bizden şu dindarlık taslayan adamı uzaklaştırın ve bizi zahidlik taslayan
şu adamdan kurtarın" demesi gibidir.
[112]
"Bunun üzerine
biz de, Lût ile ailesini oe kedisine bağlı olanlan kurtardık, yalnız karısı
geride kalıp yere geçenlerden oldu. Onların üzerine bir (azab) yağmuru
yağdırdık. İşte bak günahkârların sonu nice olmuştur!" (A'râf,
83-84).
Bil ki ayetteki
"Bunun üzerine biz de, hem onu hem de bütün ehlini kurtardık"
ifadesinden muradın, Hz. Lût'un dinini kabul eden yardımcıları ile O'nun etbaı
olması muhtemel olduğu gibi, bu ifadedeki "ehl" iie, neseb bakımından
O'na yakın olanların da murad edilmiş olması muhtemeldir. İbn Abbas, bundan muradın,
O'nun iki oğlu olduğunu söylemiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın "karısından başka" ifadesine
gelince, "yani, zevcesinden başka" demektir. Nitekim, "Onun zevcesi" anlamında "Adamın
karısı"; "Onun kocası" anlamında da, denilir. Çünkü, "zevç
koca", onun maliki demektir. Halbuki kadın, kocasının maliki durumunda
değildir. Do-layısiyle kadın, genel isim olarak recûle (erkeğe) izafe
edildiğinde zevciyyet ve nikah malikiyyeti ifade ettiği gibi, erkek de genel
isim olarak kadına izafe edildiğinde zevciyyet manası ifade eder.
Cenâb-ı Hakk,
"Geride kalıp yere geçenlerden oldu" buyurmuştur. Arapça'da bir şey
bir geride kalıp beklediğinde, denilir.
Nitekim Hüzelî de, "Ben onlardan sonra, çok maşakkatli ve sıkıntılı
bir hayat içinde kaldım; halbuki onların peşlerinden yetişeceğimi hayal edip
durdum" demiştir ki, beyitte yer alan gabertu, bakıytu manasındadır. Buna
göre ayetin manası, "O, "kurtuluştan uzak olarak kalan kimselerden
olan..." şeklindedir. Bu da, "o kurtuluşa eremeyen ve onu elde
edemeyen kimselerden olmuştu" anlamındadır. Nitekim, "O, ona yetişemedi"
manasında, denilir. Bundan muradın, "O kadın Lût ve onun ehli ite
beraber gitmedi, aksine ondan ayrılarak, azab yeri olan o yerde kalakaldı..."
şeklinde olması da caizdir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onların üzerine bir (azab)
yağmuru yağdırdık" buyurmuştur.
Arapça'da "yağmur yağdı" manasına: denilir ki, birincisi daha fasih
bir kullanıştır. Yine, "Onlara, yağmur ve azab yağdırdı" denilir. "onlar üzerine yağdırdı..."
tabiri de böyledir. O
halde ayetten maksat, Allah Teâlâ'nın, onlar üzerine, gökyüzünden taş yağdırmış
olmasıdır. Bunun böyle olduğunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'in, bir başka ayette,
"Ve tepelerine balçıktan' pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık...
"(Hud, 83) buyurmuş olmasıdır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "İşte bak, günahkârların sonu nice olmuştur" buyurmuştur. Bu
hususta da iki mesele vardır:
[113]
Bu lafzın zahiri, her
ne kadar yalnız peygamber (s.a.s)'e hitap edildiği zarınım uyandırsa da bundan
ibret alsınlar ve böylece
bu gibi şeylerden
vaz geçsinler diye, diğer bütün mükellefler (insanlar) kastedilmiştir.
Şayet, "Onlar
{ümmet-i Muhammed), köklerinin kazınması azabından emin oldukları halde, onlar
bundan niçin ibret alsınlar?" denilirse, biz deriz ki:
Ahiret azabı bundan
daha büyük ve daha devamlıdır. Dolayısiyle bu kıssa duyulduğunda onlar, kökten
imha edilme azabı da hatırlatılarak azarlanacakları ahiret azabını hatırlarlar;
böylece bu da (onlar için), kötülüklerden alıkoyma ve bir sakındırma vesilesi
olmuş olur.
[114]
Şafiî (r.h)'ye göre livata, had cezasını
gerektirir. Ebu
Hanîfe ise bunun haddi zina
cezasını gerek tirmeyeceğini söyler. Şafiî (r.h), "Bu âyetle birkaç yönden
istidlal edilebilir demiştir.
1)
Lût (a.s)'ın
şeriatına göre lûtî recmedilir. Mevcut olan bir hükümde aslolan, nasih ortaya
çıkmadığı müddetçe, devam ediyor olmasıdır. Hz. Muhammed (s.a.s)'in şeriatında
da bu hükmü nesheden bir şey yoktur. Binanenaleyh o hükmün devam etmekte
olduğunu söylemek gerekir.
2) Hak
Teâlâ "O, (peygamberler), Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir, o halde
sen de onların gittiği doğru yolu tutup ona uy "(En'âm, 90) buyurmuştur.
Biz bu ayetin tefsirinde, bu ayetin, bizden önceki ümmetlerin şeriatlarının
bizim için de delil (geçerli) olduğuna delalet ettiğini açıklamıştık.
3) Allah Teâlâ,
"Onların üzerine bir azab
yağdırdık. İşte bak o
günahkârların sonu nice olmuştur" (A'râf, 84) buyurmuştur. Ayetin bu
neticesinden muradın, başlangıçta bahsedilen "taş yağdırılması"
olduğu açıktır.Lût kavmi gibi, eşcinsellik yapanlar da o günahkârlardandır.
Çünkü daha önce zikredilen (günah), bu iş idi. Binaenaleyh âyet bu gibi
kimseleri de içine alır. Bu sebeple âyetin takdiri, "Allah'ın, bu belli
işi yapanlara nasıl azab (taş)
yağdırdığına bir bak" şeklindedir. Uygun bir vasfın peşisıra bir hükmü
getirmek, o vasfın, o hükmün illeti olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh bu âyet,
o belli günahın, o belli men eden şeyin (azabın) tahakkukunun illeti olduğunu
gösterir. İllet belli olunca, bu illetin olduğu her yerde o hükmün de söz
konusu olması gerekir.[115]
"Medyen'e de
kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik.) Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin.
Sizin O'ndan başka hiçbir tannnız yoktur. Rabbinizden size apaçık bir burhan
gelmiştir. Artık ölçüyü tartıyı tam tutun. İnsanlann eşyasına haksızlık
etmeyin. Islah edildikten sonra, yeryüzünde fesad çıkarmayın. İnanan
kimseler İseniz, bu sizin için daha hayırlıdır" (A'râf, 85).
Bil ki bu, beşinci kıssadır.
Biz bu kelamın takdirinin, "Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı peygamber
olarak gönderdik" şeklinde olduğunu, bu kardeşliğin din kardeşliği değil, neseb
kardeşliği olduğunu ve bunun sebeplerini daha önce söylemiştik. Alimler,
"Medyen" hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilaflar cümlesinden
olarak, bunun, onun beldesinin ismi olduğu söylendiği gibi, o kavmin Medyen b.
Hz. İbrahim'in soyu olması sebebi ile H z. Şuayb'ın kabilesinin ismi olduğu da
söylenmiştir. Buna göre Medyen, tıpkı "Bekr" ve 'Temim" gibi bir
kabile ismidir. Hz. Şuayb (a.s) da, onun soyun-dandır. Hz. Şuayb'ın nesebi,
Şuayb b. Nüveyb b. Medyen b. İbrahim Halilullah şeklindedir.
Bil ki Ailah Teâlâ,
Şuayb (a.s)'ın, bu ayette kavmine şunları emir ve tavsiye ettiğini
nakletmiştir:
a)
Hz. Şuayb
(a.s), kavmine Allah'a ibadet etmelerini emredip, Allah'tan başkasına
ibadetten nehyetmiştir ki bu, bütün peygamberlerin şeriatlarında buiu-nan,
temel bir düsturdur. Binaenaleyh Hz.
Şuayb, "Allah'a kulluk edin,
sizin O'ndan başka hiçbir tanrınız yoktur" demiştir.
b) Hz. Şuayb, bir
peygamber olduğunu iddia etmiş ve "Rabbinizden size apaçık bir burhan
gelmiştir" demiştir. Dolayısiyle
bu ayette geçen "apaçık bürhan'dan maksadın bir mu'ctze olması gerekir.
Çünkü peygamber olduğunu iddia eden herkesin mutlaka mu'cize göstermesi
gerekir. Aksi halde gerçekten peygamber olmayıp, peygamberlik taslamış olur.
Şu halde bu âyet, Hz. Şuayb (a.s)'ın peygamberlik iddiasında doğru olduğunu
gösteren bir mu'cizenin tahakkuk ettiğine delalet eder. Fakat bu mu'cizenin, ne
çeşit bir mu'cize olduğuna gelince, tıpkı Kur'ân'da Hz. Muhammed (s.a.s)'in
birçok mu'cizesi hakkında bir âyetin yer almaması gibi, Hz. Şuayb (a.s)'ın mu'cizesinin ne olduğuna dair
de bir âyet yoktur.
[116]
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Hz. Şuayb (a.s)'ın mucizelerinden birisi de, onun Hz. Musa (a.s)1 a
vermiş olduğu âsasıdır. Bu âsa, ejderhaya karşı çarpışmıştı. Yine o, Hz.
Musa'ya: "Bu koyunlar alaca doğuracaklar. Bunları sana hibe ediyorum"
demişti. Doğum onun haber verdiği gibi olmuştur." Keşşaf sahibi daha
sonra şöyle der: "Bütün bunlar, Hz. Şuayb (a.s)'ın mu'cizeleridir. Çünkü o
zaman henüz Hz. Musa peygamberliğini iddia etmemişti." Bil ki bu söz
alimlerimiz ile Mu'tezile arasında farklı olan bir esasa dayanır. Çünkü bize
göre, bu iddiadan sonra, gerçek peygamber olan kimsenin, Allah Teâlâ tarafından
kendisine vahiy ulaştırılmazdan önce çeşitli mu'ctzelerin onun üzerinde
gösterilmesi caizdir. Bu, peygamberlik meselesinde "irhas" diye
adlandırılır. Bu "irhâs" bize göre caiz, Mu'tezile'ye göre ise caiz
(mümkün) değildir. Binaenaleyh Keşşaf sahibi'nin naklettiği bu haller, biz
(ehl-i sünnete) göre, Hz. Musa (ş.s) için birer "irhâslır. Mu'tezile'ye
göre ise, Şuayb (a.s)'ın birer mu'cizesidirler. Çünkü Mu'tezile'ye göre, irhâs
caiz değildir.
c) Hz. Şuayb (a.s), "Artık ölçüyü tartıyı tam
tutun" demiştir. Bil ki peygamberlerin adeti, kavimlerinin herhangi bir fesada
diğer fesadlardan (günahlardan) daha fazla yöneldiklerini görünce, kavimlerini
bu tür kötülükten men etme ile işe başlamalarıdır. Hz. Şuayb (a.s)'ın kavmi de,
işte haksızlık yapma ve eksik ölçüp tartma işleri ile içice idiler. İşte bundan
dolayı Hz. Şuayb Önce bundan işe başlayarak, "Artık ölçüyü tartıyı tam
tutun" demiştir. Bu hususta iki soru vardır:
Birinci soru:
Hak Teâlâ'nın "tam tutun" buyruğunun başındaki "fâ",
ölçüyü tam yapmayı emretmenin, daha önce söylenen şeyin bir neticesi olmasını
gerektirir. Önce söylenen ise, "Rabbinİzden size apaçık bir burhan gelmiştir"
ifadesidir. Binaenaleyh bunun izahı nasıldır?
Cevap: Hz. Şuayb
(a.s), sanki şöyle demiştir: "İnsanlara haksızlık etmek, ölçüyü tartıyı
eksik yapmak, az da olsa insanlara hainlik etmektir. Bu ise, aklen çirkin
görülen bir şeydir, Bununla birlikte, onun haram oluşunu gerektiren beyyine ve
şeriat da gelmiştir. Demek ki artık bu hususta sizin için bir mazeret
kalmamıştır. Bu sebeple ölçüyü tartıyı tastamam yapın."
İkinci soru: Bu
ayette, niçin Hûd suresinde denildiği
gibi, şeklinde denilmedi de, denilmiştir?"
Cevap: Şuayb (a.s)T
"keyl" ile, "ölçek" manasınt kastetmiştir ki bu
"mikyal" (ölçü ateti)dir veya kendisi ile bir şey ölçüten alete
"keyl" denilmiştir. Nitekim yaşamaya sebep olan (yaşanılan) şeye de
"ıyş" denilmiştir.
4)
Hz. Şuayb
(a.s)T "İnsanların eşyasına
haksızlık etmeyin" demiştir. Onun
bundan muradı, kavmini ölçü ve tartı hususunda haksızlık yapmaktan men edince,
bundan sonra da her hususta haksızlık yapmaktan men etmektir. Bunun içerisine
gasb, hırsızlık, rüşvet alma, yol kesme ve hertürlü hileli yollarla insanların
mallarını almadan men etme girer.
5)
Hz. Şuayb (a.s), "İştah edildikten sonra,
yeryüzünde fesad çıkarmayın"
demiştir. Çünkü kişi, insanların mallarını rızaları olmaksızın alma, bu
bir çekişmeye ve düşmanlığa sebebiyet verip, çekişme ve düşmanlık da kötülüğe
yol açınca, işte bundan sonra o, "Islah edildikten sonra, yeryüzünde fesad
çıkarmayın" demiştir. Bu ifadenin
tefsiri daha önce geçmişti. Alimler bu hususta birtakım izahlar yapmışlardır.
Mesela: "Ölçüde ve tartıda" haksızlığa yeltenmek suretiyle, ıslah
edildikten sonra yeryüzünde fesad çıkarmayın. Çünkü bunun peşinden fesad
gelir" manası verilmiştir. Yine âyet, umumî manasına hamledilerek,
Hz. Şuayb (a.s)'ın bu ifade ile, fesad
(günah) olan herşeyi men etmeyi kastettiği de söylenmiştir. Buna şöyle bir mana
da verilmiştir: Onun, "İnsanların
eşyasına haksızlık etmeyin"
şeklindeki sözü, dünyevî fesad
ve bozgunculuktan
"Yeryüzünde fesad çıkarmayın" şeklindeki ifadesi ise dinî fesad ve
bozgunculuktan men etmek içindir. İşte böylece bu âyet hem dünyevî, hem dinî
bozgunculuğu bir anda yasaklamıştır.
Alimler, İslah
edildikten sonra" ifadesinin manası hususunda ihtilaf etmişlerdir:
Denilmiştir ki: Bu şu manayadır: "Yeryüzü, Hz. Şuayb henüz orada bulunmadığında
fesada gitmiş iken, o peygamber geldikten sonra salâha ermiştir. Böylece o
onları fesaddan nehyetti ve yeryüzü salâha erdi." Bunun manasının şu
şekilde olduğu da söylenmiştir: "Allah Teâlâ o kavme çokça nimetler vermek
suretiyle, orasını ıslah ettikten sonra, orada fesad çıkarmayın."
Bu, beş teklifin
neticesi, şu iki asla varıp dayanır:
a) Allah'ın emrine tazim ve saygı duymak. Bu aslın
içine, tevhidi, nübüvveti kabul etmek girer.
b) Allah'ın yaratıklarına karşt şefkat duymak. Bunun
içine de, haksızlığı ve bozgunculuğu terketme girer. Bunun neticesi de, eziyet
etmemeye dayanır. Buna göre, sanki Cenâb-ı Hak şöyle demiştir: "Faydayı
herkese ulaştırmak, herkese faydalı olmak imkânsızdır, ama herkesten şerri men
etmek, hiç kimseye kötülük etmemek mümkündür." Sonra Allah Teâlâ bu beş
şeyi zikredince, "zâlikum" buyurmuştur. Bu, beş şeye işaret
etmektedir. Buna göre mana, "Eğer ahirete inanıyorsanız, bu sizin için
ahirette en hayırlı olanıdır" şeklinde olur. Bundan maksad da,
"Haksızlığı bırak. Fesatçılığı bırakmak, sizin için gaye bakımından mal
talebinde bulunmadan daha hayırlıdır. Çünkü insanlar, sizin vefanızı, sıdkınızı
ve emîn, güvenilir olduğunuzu öğrendiklerinde, sizinle muamelede bulunmaya arzu
ve iştiyak duyarlar. Böylece de, mallarınız çoğalır..." manasıdır. buyruğunun
manası ise, yani, "Bu sözümde beni tasdik eder, bana inanırsanız..."
demektir.
[117]
"Allah'a iman
edenleri korkutarak, (onları) Allah'ın yolundan men ederek, onun (o yolunu)
eğriliğini arzulayarak, öyle her yolun başını tutup oturmayın. Düşünün ki
vaktiyle, siz pek az idiniz de (Allah) sizi çoğalttı. Bakın ki, fesad çıkaranlann
sonu nice olmuştur."(A'râf, 86).
Bit ki Şuayb (a.s),
daha önce geçmiş olan o beş mükellefiyete şu hususları da ilave etmiştir: O,
onları, dini kabul etmekten insanları men ettikleri için, din ve hak yolunun
üzerinde oturmaktan, durmaktan nehyetmiştir. Hak Teâlâ'nın, "her yolun
başını tutup oturmayın" buyruğu hakkında şu iki görüş ileri sürülmüştür:
a) Bu ayette geçen "sırat" kelimesi, halkın
gidip geldiği yol anlamına kabul edilmiştir. Rivayet edildiğine göre, onlar
yolların üzerine oturuyor ve Şuayb (a.s)'a inananları korkutuyorlardı...
b) Buradaki "sırat", "dinin yollan"
manasına da yorumlanmıştır.Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın,
"Her yolun başını tutup oturmayın"
buyruğunun manası, "andoisun ki, on/an saptırmak için senin doğru
yolunda pusu kurup oturacağım" {A'râf, 16) diyen şeytana
uymayınız...." demektir. Buradaki "sırat" kelimesinden maksat,
dinin yolları olan her şeydir; buradaki "sırat" ile bunun kastedildiğinin
delili ise, Şuayb (a.s)'ın sözüdür. Nitekim, fiili şekillerinde kullanılır. Bu harf-i çerler,
manaları birbirine yakın olduğu için, bu gibi yerlerde, birbirleri yerine
kullanılırlar. Çünkü sen, dediğin zaman,
buradaki bâ harf-i cerh "ilsâk" ifade eder. Bu da, "O
kimsenin o iltisak ettiğini, yapıştığını, oradan ayrılmadığım" ifade eder.
Ayetteki sözüne
gelince, bu ve bunun üzerine atfedilen ifadelerin irab-taki yeri, hal oldukları
için, mansub olmalarıdır. Buna göre kelamın takdiri, "Tehdit ederek,
Allah'ın yolundan alıkoyarak ve O'nun yolunun eğriliğini arzulayarak oturmayınız" şeklinde olur. Netice olarak
diyebiliriz ki, Allah Teâlâ onları, bu üç şey ile meşgul olarak, Allah'ın yolu
üzerinde oturmaktan nehyetmiştir. Bil ki Allah Teâlâ, bu üç husustan birini
diğerine atfedince, bunların aralarında bir oaşkalığın (muğayeret) bulunması
gerekir. Dolayısiyle tûidune sözünden onlara za--ar vermek; tasuddûne sözünden
zararia tehdit veya tuttuğu yolu bırakması halin-oe menfaat vaadetmek, yahut
peygamberin yanına gitmesini engellemek manası anlaşılabilir, buyruğundan maksad,
ortaya birtakım şekk ve şüpheler atmaktır. Bu ifadenin maksadı şudur: Hz. Şuayb,
kavmini, mezkur üç şekilde halkın hak dine girmesini engellemekten vazgeçirmek
istemiştir. Bunu iyice düşündüğünde, bir kimsenin, başkasını her hangi bir
görüşü veya bir mezhebi kabul etmekten, ancak bu üç yoldan birisiyle
başarabileceğini anlarsın.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Düşünün ki vaktiyle siz pek az idiniz de (Allah) sizi çoğalttı"
buyurmuştur. Bundan maksad, Allah'ın üzerlerindeki pek çok nimeti hatırlatarak,
onları itaata sevkedip günahtan uzaklaştırmaktır..
Zeccâc şöyle demiştir: "Bu söz, şu üç manaya
muhtemeldir:
a)
Daha önce az
iken, Allah sizin sayınızı çoğalttı...
b)
Daha önce
fakir iken, Allah sizin içinizde zenginliği çoğalttı..
c)
Sizler zayıf
iken, sizdeki gücü ve kuvveti çoğalttı... Bunun izahı da şöyledir: "Onlar,
fakir veya zayıf olduklarında, toplumda ağırlıklarını hissettirmemeleri
bakımından adeta az
durumundadırlar. Ama onların
az iken sayılarının çoğaltılmasına gelince, bu şöyle
olmuştur: Medyen İbn İbrahim,
Lûf'un kızı Reiyye ile evlenmişti. Böylece, onların sayısı çoğalıncaya
kadar, o kadın çocuk doğurmuştur...
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Bakın ki, fesad çıkaranların sonu nice olmuştur!" buyurmuştur.
Bu, "Sizi fesat çıkarmadan ve isyanda bulunmaktan men etsin diye,
müfsitlerin akibetini ve onların başına gelen horluğu, hakirliği ve
aşağılanmayı bir hatırlayınız..." demektir. Şu halde Cenâb-ı Hakk'ın,
"Düşünün ki uaktiyle siz, pek az idiniz de (Allah) sizi çoğalttı" buyruğunun
maksadı, Allah'ın, kendilerine verdiği nimetleri hatırlayarak itaat yoluna girmeleridir.
O'nun, "Bakın ki, fesad çıkaranların sonu nice olmuştur!" ifadesinin
maksadı da, onların direten, isyan eden müfsitlerin akibetinin, sadece bir
horlanma ve bir aşağılanma cezası olduğunu anlayıp fesat ve isyanda bulunmaktan
sakınarak itaatkâr kimseler olmalarıdır. Binaenaleyh, bu iki sözün gayesi, ontan
önce arzulandırmak (terğib), sonra da korkutup sakındırmak (terhîb) yoluyla
taata sevketmektir.
[118]
"Eğer içinizden
bir kısmı benimle gönderilen şeye (hakikate) iman etmiş, bir kısmı da
inanmamışsa (ne diyelim); artık Allah aramızda hükmünü verinceye kadar
bekleyin. O, hakimlerin en hayırlısıdır" (A'râf. 87).
Cenâb-ı Hakk'ın bu
ayetten maksadı, mü'minlerin kalblerini teselli, iman etmeyenleri de
kötülükten men etmektir. Çünkü, O'nun, buyruğu bir tehdit olup, burada
"bekleyin!" demektir. O'nun, "Aitah aramızda hükmünü verinceye
kadar..." ifadesi de böyledir. Bundan maksadı da, mü'minlerin derecelerini
yüceltmek, kâfirlerin de aşağılanmalarını, adiliklerini ortaya koymaktır. Bu durum,
dünyada da görülür. Eğer dünyada görülmezse, ahirette mutlaka müşahede
edilecektir;
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O, hakimlerin en hayırlısıdır" buyurmuştur. Yani, "O,
zulümden, adaletsizlikten, haksızlıktan münezzeh ve beri olan bir hakimdir.
Binaenaleyh O, mutlaka mü'min ve muttaki kimselere en yüce dereceleri; kâfir
ve bedbaht kimselere de her türlü cezayı verir, tahsis eder.." demektir.
Bu ifadenin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksa kötülük işleyenleri,
iman edip de iyi amellerde bulunanlar gibi mı yapacağız?,..." (Casiye, 21)
ayetidir.
[119]
"Onun kavminden
(kibirlenip iman etmeyen) ilen gelenler şöyle dediler: "Ey Şuayb, seni ve
seninle beraber olan mü'minleri ya memleketimizden çıkaracağız, yahut da
mutlaka bizim dinimize döneceksiniz." O da dedi ki: "İstemesek de
mi?.. Allah bizi ondan kurtardıktan sonra, yine sizin dininize dönecek olursak,
Allah'a karşı muhakkak yalana düşmüş, iftira etmiş oluruz. O dine dönmemiz,
bizim için olacak şey değil. Ancak Rabbimiz Allah dilerse müstesna...
Rabbimizin ilmi herşeyi kaplamışdır. Biz ancak Allah'a gücenip dayandık. Ey
Rabbimiz, sen bizimle kavmimiz arasında hak olana hükmet. Sen hükmedenlerin en
hayırtıstsın" (A'râî, 88-89).
Bil ki Şuayb (a.s), o
sözleri söyleyince, kavminin mütekebbir olan, O'nu ve sözlerini kabul ve tasdik
etmeyi kibirlerine yediremiyen ileri gelenleri, "mutlaka şu iki şeyden
biri olur: Yani ya seni ve sana tâbi olanları bu beldeden çıkarırız, ya da sen
bizim dinimize dönersin" dediler.
[120]
Bu hususta şöyle bir
müşkil bulunmaktadır: "Onların, "ya da sen bizim dinimize
dönersin" şeklindeki sözleri Hz. Şuayb'ın daha önce onların dinleri üzere
"küfür", (şirk) üzere olduğu manasına gelir. Bu da Hz. Şuayb (a.s)'in
daha önce kâfir olmasını gerektirir ki, bu son derece yanlış bir şeydir.
O'nun, "Yine sizin dininize dönecek olursak, Allah'a karşı yalana düşmüş,
iftira etmiş oluruz" şeklindeki sözü de, bu manaya gelir?
Buna birkaç şekilde
cevap verilir:
1) Şuayb (a.s)'e uyan ve inananlar, O'nun dinine
girmezden önce kâfir idiler. Bundan dolayı Hz. Şuayb (a.s)'ın kavmi, ona,
inananlarına hitap ettikleri gibi hitap edip Şuayb (a.s)'i onlar gibi kabul
ettiler.
2)
O kavmin ileri
gelenleri bunu, Şuayb (a.s)'ın da
kendilerinden olduğu zannını vermek için, cahil insanlara şüphe verip işi
karıştırmak için, bu şekilde söylediler. Şuayb (a.s) da buna, bu zanna göre bir
cevap vermiştir.
3)
Hz. Şuayb
{a.s), işin başında dinini ve inancını gizliyordu. Bundan dolayı o kâfirler,
onun da kendi dinlerinde olduğunu sanıyorlardı.
4)
Şöyle de
denebilir: "Hz. Şuayb (a.s), daha önce onların şeriatı (dini) üzere idi.
Daha sonra Allah Teâlâ Hz. Şuayb (a.s)'a vahyettiği (yeni) şeriat ile o eski
şeriatı neshetti."
5)
Onların, "Yahut da mutlaka bizim dinimize
dönersin" şeklindeki sözlerinden
maksad, "Ya da bizim dinimize geçersin" manasıdır. Böylece
"dönme", bizzat "girme" manasına kullanılmıştır. Nitekim
Araplar, birisinden direkt kendilerine bir kötülüğün geldiğini kastederek "Falandan bana bir kötülük döndü"
der. Şair de: "Eğer günler, bana karşı zamanların en güzeli
olursa, (bil ki) muhakkak onun (bana karşı) olan kötülükleri de geri dönmüş
demektir" demiştir. Şair, bu ifade ile, "Onlar için günahların söz
konusu olduğu" manasını kastetmiştir, yoksa "onların iyilik etme
hallerinden önce, birtakım günahları bulunduğu" manasını düşünmüş
değildir.
Sonra Allah Teâlâ,
kâfir kavim bunu söylediklerinde, Hz. Şuayb (a.s)'in onlara şu iki şekilde
cevap verdiğini beyan etmiştir:
1) "İstemesek de mi?" Bu ifadenin başındaki
hemze, hemze-
i istifham; vav da
vav-ı haliyyedir. Buna göre kelamın takdiri, "Siz bizi istemediğimiz ve
hoşlanmadığımız halde mi, dininize döndüreceksiniz?" şeklindedir.
2) "Allah bizi ondan kurtardıktan sonra, yine sizin
dininize dönecek olursak, Allah'a karşı muhakkak yatana düşmüş, iftira etmiş
oluruz."
Hz. Şuayb'ın birinci
cevabı, onların dinine kesinlikle dönmeyeceği hususunda bir rumuz (ima)
gibidir. Bu ikinci cevabı ise, onun bunu yapmayacağı hususunda çok net ve
açıktır. İşte bu sebeple o, "Eğer biz bunu yapacak olursak, Allah'a iftira
etmiş oluruz. Nübüvvet ve risatette asıl olan şey, sözün doğruluğu ve yalandan
uzak olmasıdır. Binaenaleyh sizin dininize dönmek, peygamberliğimi bâtıl kılar,
risa-letimi (elçiliğimi) yok eder" demiştir.
Şuayb (a.s)'ın,
"Allah bizi ondan kurtardıktan sonra..." ifadesi ile ilgili olarak
şu izahlar yapılmıştır:
a) Bu, "Allah bizi ondan kurtarınca, biz onun
kötülüğünü, yanlış olduğunu ve onun yanlış olduğuna dair delillerin ortaya
konduğunu anladık "demektir.
b)
Bundan murad
şudur: "Allah Teâlâ onun kavmini, o dinden kurtarmıştı. Fakat o, kendisi
o dinden berî idiyse de, sözünü genele göre kullanarak, kendisini onların
içinde saymıştır."
c) Kavmi Şuayb
(a.s)'in kendi dinlerinde olduğunu sanmışfar, yahut kesin olarak onun
böyle olduğuna inanmışlardı. Bundan dolayı onun, "AUah bizi ondan
kurtardıktan sonra..."şeklindeki sözü, "sizin zannınıza
göre...." demektir.
[121]
O'nun "O dine dönmemiz,
bizim İçin olacak şey değil. Ancak Rabbİmiz Allah dilerse müstesna..."
şeklindeki sözüne gelince, bil ki (ehl-i sünnet) alimlerimiz bu ayete
tutunarak, Allah Teâtâ'nın bazan "küfrü" (inkârı) de dileyebileceğini
söylerlerken, Mu'tezile de aynı ayete dayanarak, Allah Teâlâ'nın hayır ve
iyilikten başka bir şeyi dilemeyeceğini söylemişlerdir. Alimlerimizin bu ayeti
delil getirişleri, şu iki şekildedir:
a)
Hz. Şuayb
(a.s)'ın, "Allah bizi ondan kurtardıktan sonra, yine sizin dininize
dönecek olursak..." şeklindeki sözü, küfürden insanı kurtaranın Allah
Teâlâ olduğuna delalet eder. Demek ki iman, kulun kendi yaratması ile meydana
gelmiş olsaydı, küfürden kurtulma da, Allah'tan değil, kulun kendisinden olmuş
olurdu. Bu ise, Allah Teâlâ'nın "Allah bizi ondan kurtardıktan
sonra..."sözünün ifade ettiği şeyin aksine olmuş olur.
b) Bu ayetin manası, "Allah'ın, bizi sizin dininize
döndürmeyi dilemesi müstesna, bizim sizin dininize dönmemiz asla mümkün
değildir.." şeklindedir. Bu din, küfür dini olunca, bu, Hz. Şuayb
(a.s)'ın, Allah'ın onları küfre döndürmesini caiz gördüğünü ifade eder. Böylece
de bu Atlan Teâlâ'nın, müslümanı bazan küfre döndürebileceği hususunda,
Şuayb (a.s) tarafından neredeyse açıkça
söylenen bir söz olmuş olur ki, inancımız da aynen budur.[122]
Vahidî şöyle der:
Peygamberler ve büyük zatlar, hep akibetlerinin ne olacağı ve durumun tersyüz
edilebileceği endişesini duyagelmişlerdir. Baksana Hz. İbrahim (a.s),
"Beni de, oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut" (İbrahim, 35) demiş
Hz. Muhammed (s.a.s) de çoğu kez,
"Ey kalpleri ue gönülleri evirip çeviren
Allah! Bizim kalplerimizi, senin dinin oe taatin üzere sabit kıl!"[123]diye
dua etmiş yine Yusuf {a.s) da: "Senim canım/ müslüman olarak al. Beni
satihler (zümresin)e kat" (Yusuf, 101: demiştir.
Mu'tezile buna
birkaç yönden itiraz etmiştir:
a) Şuayb (a.s)'ın, "Allah'ın bizi o dine döndürmeyi
dilemesi müstesna, bizim o dine dönmemiz mümkün değildir" şeklindeki
ifadesi, "kaziyye-i şartiyye" {şarta bağlı bir hüküm) olup, bu
ifadede, Allah Teâtâ'nın bunu dileyip dilemediğinin açıklaması yoktur.
b)
Bu söz, bunu
mümkün görmeme manasında zikredilmiştir. Nitekim, "Ben bunu ancak, zift
beyazlaşıp; kara karga da beyazlaşınca yaparım!" denilir. Böylece Şuayb
(a.s), onların dinine dönmeyi, Allah'ın meşîetine bağlamıştır. Amma bunun şart
üslûbu üzere değil, imkânsız görme üslubuyla söylenmiş olduğu malumdur.
c)
Şuayb
(a.s)'ın, "Allah'ın dilemesi müstesna "şeklindeki sözünde, Allah'ın
neyi dilediğinin bir açıklaması bulunmamaktadır. Binaenaleyh biz bunu,
"Bundan maksad "Rabbimiz olan Allah'ın, onlar bizi bu küfre, öldürme
tehdidiyle bizi zorlamanız halinde bu küfrü bizden izhar etmesi durumu
müstesna.." manasına hamlediyoruz. Bu böyledir, çünkü ölümle tehdit
edilerek, küfrü izhar etmeye zorlanıldığı an, onu izhar etmek (sadece dil ile
söylemek) caizdir. Caiz olan şey, Allah'ın muradı da olur. Gerçi zamirle işaret
etmenin efdaliyeti, zahir durumu murad-ı ilahî olmaktan çıkarmaz. Nitekim,
ayakları yıkamak daha efdal ise de, mestler üzerine meshetmek de, Allah'ın
muradıdır.
d)
Şuayb (a.s)'ın kavminin, "Ey Şuayb, seni...
çıkaracağız" şeklindeki
sözlerinden murad, onların onu o beldeden çıkarmalarıdır. Dolayısiyle Şuayb
(a.s)'ın, "O dine dönmemiz, bizim için olacak şey değil" şeklindeki
ifadesi, "Bizim, o beldeye dönmemiz mümkün değildir" şeklindedir.
Çünkü Cenâb-ı Hak, onlar onu o beldeden çıkardıklarında, kendi izni ve meşîeti
olmaksızın, onun oraya dönmesini ona haram kılmıştır. '
e)
Biz, buradaki
meşieti, "emir" manasına hamletmek gerekir diyoruz. Çünkü Şuayb
(a.s)'m, ifadesinin manası, "O, istediği zaman, bizim oraya dönmemiz
mümkün olur" şeklindedir.
Şuayb (a.s)'ın
şeklindeki sözüne gelince, bu da, "Bu dönme işi, bize caiz olur"
anlamındadır. Ehl-i sünnete göreyse, meşîet, fiilin cevazını gerektirmez. Zira
Allah Teâlâ, onlara göre kâfirden küfrü murad eder, kâfirin o küfrü işlemesi
ona caiz olmaz. Cevazın icab ettirdiği şey, ancak emirdir. Böylece buradaki
meşietten muradın, "emir" anlamına geldiği sabit olmuş olur. Buna
göre ifadenin
takdiri,
"Allah'ın, bizim sizin dininize dönmemizi emretmesi durumu müstesna. (Eğer emrederse),
hiç şüphesiz biz ona döneriz" şeklindedir. Allah Teâİâ'nın mensuh bir
şeriat ile tekrar amel edilmesini dileyip ona göre amel etmeyi dilemesi uzak
ihtimal değildir. Böyle ofmast halinde de, sizin istidlaliniz sakıt olur.
f) Mu'teztle, Cübbâînın söylediği şeyle de cevap
verebilir. Cübbâî şöyle demiştir: "Millet kelimesi, vaktin değişmesi ile,
içindeki namaz, oruç ve benzeri diğer ibadetlerin değişmesi caiz olan şeriat
manastndadır. Bundan dolayı Şuayb (a.s), "Sizin milletinize dönmemiz,
bizim için olacak şey değil" demiştir. Bu "millet" kelimesine,
onların üzerinde oldukları (yapmakta oldukları) herşey dahil olup, bazı hüküm
ve şeriatların neshedilmeden sürmesi de mümkün olunca, Şuayb (a.s): "Ancak
Allah'ın dilemiş olduğu müstesna..." demiştir. Buna göre bu ifade, "O
hükümlerden bir kısmını, Allah'ın (neshetmeden) bırakmış olması müstesna...
Allah bize bu hususta işaret ederse, biz de o hükümlere geri döneriz"
manasındadır. Binaenaleyh bu istisna, neshedilebilecek ve değiştirilebilecek
hükümlerle ilgili olup, kesinlikle değiştirilmeyecek hususlarla ilgili değildir."
İşte Mu'tezile'nin bu konudaki sorulan bunlardır ve güzeldir.
[124]
Biz (ehl-i sünnetin) görüşünün
doğruluğuna delâlet eden pek çok ayetler vardır. Alimlerimizin bu âyet ile
zayıf bir şekilde istidlal etmeleri sebebi ile, mezhebimizin de zayıf olması
gerekmez.
Mu'tezlle bu ayetle,
kendi görüşlerinin doğruluğuna şu iki bakımdan istidlal etmişlerdir:
1)
Onlar,
ayetteki "O dine dönmemiz bizim için olacak şey değil. Ancak Rabbimiz
Allah dilerse müstesna" ifadesinin zahiri, "Allah bizim ona dönmemizi
dilerse, hiç şüphesiz biz ona döneriz" manasında olduğunu gösterir. Bu da,
Allah Teâlâ'nın olmasını dilediği herşeyin, yapılmasının caiz olduğunu, o
hususta müsaade bulunduğunu ve bunun haram olmadığını gösterir ki, işte bu
bizim şu görüşümüzün aynısıdır: Allah'ın, meydana gelmesini murad ettiği herşey
güzeldir ve onun yapılmasına müsaade edilmiştir. Haram olan ve yasaklanan şey
ise, Allah'ın irade ettiği şey olamaz.
2)
Mu'tezite
şöyle de diyebilir: Hz. Şuayb (a.s)'ın kavminin, "Seni., ya
memleketimizden çıkaracağız, yahut da mutlaka bizim dinimize döneceksiniz"
şeklindeki sözlerinin, hasmımız (ehl-i sünnetin) görüşüne göre, bu iki kısmın
arasında bir fark olduğu söylenemez. Çünkü onların görüşüne göre, Hz. Şuayb (a.s) ite mü'minlerin o beldeden
çıkmaları da Allah'ın yaratması iledir, onların o dine geri dönmeleri de
Allah'ın yaratmasıyladır. Her ikisi de Allah'ın yaratması ile olunca, iki kısım
arasında bir fark kalmaz.
Bil ki her iki kısmın
da, bu ayetle ilgili olarak yaptıkları istidlalleri birbiriyle tezad teşkil
edince, bu konuda diğer ayetlere başvurmak gerekir.
Ayetteki Cle. "
Rabbimizin ilmi tıerşeyi kaplamıştır" buyruğu ile ilgili birkaç mesele
vardır:
[125]
Bu sözün, önceki söz
ile münasebeti hususunda birkaç izah vardır: Kâdî şöyle demiştir: "Biz, Ebu Ali el-Cübbâî'den Şuayb
{a.s)'ın, "Ancak Rabbimiz Allah dilerse
müstesna" şeklindeki sözünün, "(Allah'ın) bu ibadetlerde bir maslahat
yaratması durumu müstesna... O zaman, O bizi bunlarla mükellef kılar. Kulların
maslahatlarını bilen, ancak ilmi herşeyi kuşatmış olandır" manasında
olduğu söylendiğini nakletmiştik. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, önceki sözün
peşinden bu sözü getirmiştir."
{Ehl-i sünnet)
alimlerimiz ise şöyle demiştir: "Bu sözün, kendisinden önceki ile ilgisi
şudur: Kavmi, Şuayb (a.s)'a "Ya bizim beldemizden çıkarsın, ya da bizim
dinimize dönersin" dediği zaman, O: "Rabbimizin ilmi herşeyi
kaplamıştır. Muhtemelen Rabbimizin ilminde bir üçüncü ihtimalin olması da söz
konusudur. Bu ihtimal de, dininize dönmeksizin, hatta Allah sizleri bizim
hükmümüze boyun eğdirmiş, hor ve zelil olarak hükmümüze girdirmiş olarak bizim
bu beldede kal-mamtzdır" demiştir. Bu, Kâdî'nin izahından daha uygundur.
Çünkü âyette, bunun devamındaki "Biz ancak Allah'a güvenip dayandık"
şeklindeki sözü, Kâdî'ninkine değil, bizim yaptığımız bu izaha daha uygun
düşmektedir.
[126]
Ayetteki "Rabbimizin ilmi herşeyi
kaplamıştır" beyanı, Cenâb-ı Allah'ın ezelde herşeyi bildiğine delâlet
eder. Çünkü vesia (kapladı) kelimesi, bir mazî fiil olup, bütün
geçmiş zamanları içine alır. Allah Teâtâ'nın, ezelde bütün herşeyi bildiği ve
O'nun ilminde bir değişmenin olmasının da imkânsız olduğu sabit olunca,
hükümlerin kesin olarak belirlenmiş olması ve kader kaleminin onları yazmış
olması; "cennetliğin", Allah'ın ezelî ilminde sa'îd olan;
"cehennemliğin" de Allah'ın ezelî ilminde şakî olan olması gerekir.
[127]
Ayetteki, Vabbimizin
ilmi herşeyi kaplamıştır" beyanı, Allah Teâlâ'nın geçmişi, şimdiki zamanı,
geleceği ve
meydana gelmesi
halinde nasıl meydana geleceği hususunda ma'dumu (yok olan şeyi) bildiğine
delalet eder. İşte bunlar, dört kısımdırlar. Sonra bu dört kısımdan herbiri, şu
dört izaha tekabül ederler: Mâzîye (geçmiş zamana) gelince Allah Teâlâ, o şey
mazî iken, onun nasıl var olduğunu bilmiştir. Yine Allah Teâlâ, o şey mazide
değil de, şimdiki zamanda olmuş olsaydı, onun nasıl olduğunu; eğer gelecek
zamanda olsaydı, nasıl olacağını bilmiştir. Allah Teâlâ, aynı şekilde eğer o
şey sırf adem (yokluk) olmuş olsaydı, onun nasıl var olabileceğini bilir. İşte
bunlar da maziye nisbetle dört kısım olup, sen bu dört kısmı hale (şimdiki
zamana), gelecek zamana ve sırf ma'dûm olana nisbetle de nazar-ı itibara al. O
zaman bunların toplamı onaltı eder. Sonra sen bu onaltı kısmı, zatlardan,
renklerden, tadlardan ve kokulardan herbirine nisbetle kıyas et.
İşte a'raz ve cinslerin herbiri hakkındaki durum da bunun gibidir. O zaman
aklına, Cenâb-ı Allah'ın "Rabbimizin ilmi herseyi kaplamıştır"
ayetinin, bütün akıllı varlıkların akıllarının toplamının, sahiline
ulaşılamayacak kadar geniş bir umman (okyanus) olduğu fikri doğar, bunun ışığı
çakar.
[128]
Vahidî "Ayetteki itmen kelimesi, temyiz
olduğu için mansubtur" demiştir. Bil ki Hz. Şuayb
(a.s) sözünü şu İki şey İle
bitirmiştir:
a) Allah'a tevekkül etmek. O "Biz ancak Allah'a güvenip
dayandık" demiştir. Bu tabir "hasr" manası ifade eder, yani,
"Biz, başkasına değil sadece ve sadece O'na güvenip dayandık"
demektir. Sanki o, bu makamda bütün sebepleri bir kenara bırakıp, sebeplerin
müsebbibi olan Allah'a yükselmiştir.
b) Dua... O şöyle demiştir: "Ey Rabbimiz, sen
bizimle kavmimiz arasında hak olana hükmet"
İbn Abbas (r.a), Hasan
el-Basrî, Katâde ve Süddî iftah (aç) kelimesinin, "hükmet, yargıla"
manasında olduğunu söylemişlerdir. Ferra ise: "Umanhlar, hakkın olduğu
yerleri bulup ortaya çıkardığı için, kadıya (hakime), "fatih" ve
"fettan" (açan) derler" demiştir.
İbn Abbas (r.a)'ın
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ben, Zî-yezin"in kızını, kocasına
"Gel, seni muhakeme edeyim" derken duyuncaya kadar, "Ey
Rabbimiz, sen bizimle kavmimizin arasını hak ile aç..." hitabının manasını
tam olarak anlamamıştım."
Zeccâc ise şöyle
demiştir: "Ayetteki bu tabirin manasının, "Bizim durumumuzu açıp
ortaya ser, böylece bizlerle kavmimizin arası açılsın ve gerçek ortaya
çıksın" şeklinde olması caizdir. Bundan murad, Allah Teâlâ'nın o kavmin
başına, bâtıldan yana olduklarına ve Hz. Şuayb ile inananlarının hakdan yana
olduğuna delalet edecek bir azab indirmesidir. Bu izaha göre, "fetih"
(açmak) kelimesi ile, "bir şeyi açıp, iyice ortaya koymak ve beyan
etmek" manası kastedilmiştir.
O, daha sonra "Sen açanların (hükmedenlerin) en hayıdıstsın"
demiştir. Bundan murad, Cenâb-ı Allah'ı medh-ü sena etmektir. Bizim alimlerimiz
bu ifade ile, kulda imant yaratanın, Allah Teâlâ olduğuna istidlal etmişlerdir.
Çünkü iman, yaratılan şeylerin en şereflisi (kıymetlisi)dir. Eğer biz, buradaki
"feth"i, "bir şeyi açıp, iyice ortaya koymak ve beyan
etmek" manast ile tefsir edersek, şüphe yok ki iman da böyJe (daha sonra
ortaya çıkan ve beyan edilen şeylerdendir). Bu sabit olunca biz diyoruz ki:
"Eğer imanının yaratıcısı kulun kendisi olmuş olsaydı, açanların
(fatihlerin) en hayırlısının kul olmuş olması gerekirdi. Bu ise, Cenâb-ı
Hakk'ın fatihlerin en hayırlısı olmasına ters düşer.
[129]
"Onun kavminden
kâfir olan Heri gelenler, "Eğer Şuayb'a uyarsanız, andolsun ki, o takdirde
muhakkak en büyük zarara uğramış kimseler olacaksınız" dediler. Bunun
üzerine onları o müthiş zelzele yakalayıverdi ve yurtlarında diz üstü çöken,
(helak) olan kimseler oldular. Şuayb'ı yalanlayanlar sanki (yurtlarında) hiç
oturmamış gibi oldular. Şuayb'ı yalanlayanlar en büyük zarara uğrayanların tâ
kendileri oldular. Bunun üzerine (Şuayb), onlardan yüz çevirip, (kendi
kendine), "Andolsun ki ey kavmim, ben size Rabbimin risaletlerini
ulaştırdım ve size nasihatta butundum. Artık ben (siz) kâfirler güruhuna nasıl
tasalanıp üzülürüm?" dedi" (Arâf, 90-93).
Bil ki Allah Teâlâ,
Şuayb (a.s)'ı yalanlamak suretiyle düşmüş oldukları sapıklığın ne derece büyük
olduğunu beyan etmiş; sonra onların bununla yetinmeyip, başkalarını da
saptırdıklarını ve Şuayb (a.s)'a tâbi olanları kınayarak, "Eğer Şuayb'a
uyarsanız, o takdirde muhakkak en büyük zarara uğramış kimseler olacaksınız"
dediklerini açıklamıştır. Alimler bu ifadenin manası hakkında ihtilafa düşmüş;
bir kısmı, "onların din hususunda hüsrana uğramaları" manasında
olduğunu söylerken; bir kısmı "onların dünya hususunda hüsrana
uğramaları" manasında olduğunu, çünkü kâfirlerin, Hz. Şuayb (a.s)'e tabî
olanlara: "O {Şuayb) sizi, daha çok dünya malı almaktan ve kazanmaktan
men ediyor" dediklerini söylemişlerdir.
İşte o kâfirler bu
sözü söyledikleri zaman, önce kendilerinin sapıklıktaki durumları, sonra da
başkalarını saptırmadaki durumları iyice ileri bir dereceye varmış ve
böylece de helaki
haketmişlerdir. Cenâb-ı Allah da bundan dolayı, "Onları bir
"recfe" yakalayıoerdi"
buyurmuştur. "Recfe, "müthiş, öldürücü ve şiddetli bir
zelzele" demektir. Allah Teâlâ'nın, zalim kavimlerin kıssaları olarak
anlattığı üzere bu zelzeleye, korkunç ve şiddetti bir ceza da eklenince, helak
oluş, daha büyük ve dehşetli hale gelir. Çünkü onları, o zaman azab
üstlerinden ve altlarından kuşatır. Böylece, "Onlar, meskenlerinde, yurtlarında
cansız, hareketsiz ve sönmüş kimseler haline geldiler." Bu tabirlerin geniş
tefsirleri daha önce geçmişti.
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "Şuayb'ı yalanlayanlar sanki (yurtlarında) hiç oturmamış gibi
oldular" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki bahis bulunmaktadır:
[130]
Birinci bahis:
Ayetteki, deyimi ite ilgili iki görüş vardır:
a) Arapça'da, yurtlarında uzun müddet ikamet ettikleri
zaman kavim için "kavim,
yurtlarında uzun süre kaldı" denilir. Buradaki fîha (orada) ifadesinin
zamiri, betde halkının içinde yaşadıkları evlere (meğânî"ye) râcî olup, bunun
müfredi meğnâ şeklindedir. Nitekim şair de şöyle demiştir:
"Andolsun ki
onlar orada, çok güçlü kudretli bir hükümdarın gölgesi ve himayesinde, en
güzel bir yaşantı içinde oturmuşlar, ikamet etmişlerdi."
Şair, buradaki kelimesiyle
"orada ikamet ettiler" manasını kastetmiştir. Bu izaha göre,
ayetteki tabiri, "sanki onlar orada hiç ikamet etmemişler ve
oturmamışlar" manasındadır.
b) Zeccâc, bu ifadenin manasının, "ontar orada
sanki zengin olarak hiç yaşamadılar" şeklinde olduğunu; Arapça'da, insan
ihtiyaçsız ve zengin olduğu zaman "Adam, müstağni oldu" denildiğini
söylemiştir. Bu kelime,
fakirliğin zıddı olan
"ğinâ" masdarından alınmıştır. Bunu iyice anladığın zaman biz diyoruz
ki: Her iki görüşe göre de, Cenâb-ı Hak, Hz. Şuayb'ı yalanlayanların durumunun, bu
yurtlarda hiç kalmamış olan kimseler gibi olduklarını bildirmiştir. Nitekim
şair de şöyle demiştir:
"Sanki, Hacun'dan
Safa'ya kadar olan yerde, hiç bir dost olmamış ve Mekke'de de hiç kimse, gece
sabahlara dek sohbet etmemiş! Evet, biz buraların halkıydık; ancak ne var ki,
gecelerin gelip geçmesi ve hep tökezleyen ve helak olan paylarımız,
nasiblerimiz bizi yok etti!.."
İkinci bahis: Cenâb-ı
Hakk'ın, "Şuayb'ı yalanlayanlar, sanki (yurtlarında) hiç oturmamış gibi
oldular" beyanı, bu azabtn sadece bu yalanlayıcı kavme has olduğuna
delalet eder. Bu ise, bazı hususlara delalet etmektedir:
a) Bu azab, ancak bir fail-muhtar'ın yaratmasıyla
meydana gelmiştir ve yıldızların ve tabiatın eseri değildir. Aksi halde bu
azab, kâfirler hakkında meydana geldiği gibi, Şuayb'a tâbi olanlar için de
meydana gelirdi.
b) Bu, bu fail-i muhtar (irade sahibi yaratıcımın, itaat
edenle asî olanı ayırdedebilmesi için, bütün cüz'iyyatı bildiğine delalet
eder...
c)
Bu, Şuayb
(a.s) hakkında, büyük bir mu'cizeye delalet eder. Çünkü gökten inen azab, aynı
beldede olduktan halde, şu topluluğun başına değil de ötekinin başına gelirse,
bu en büyük mu'cizelerden birisi olur.
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Şuayb'ı yalanlayanlar, en büyük zarara uğrayanların ta kendileri
oldular" buyurmuş ve onların uğradıkları zilletin büyüklüğü ile,
cehaletleri sebebiyle müstehak oldukları cezanın korkunçluğunu belirtmek için,
"Şuayb'ı yalanlayanlar..." ifadesini tekrarlamıştır. Araplar da, aynı
şekilde, durumun büyüklüğünü göstermek için sözü tekrar eder ve mesela, bir
kimse diğerine "bize zulmeden kardeşin, bizim mallarımızı alan kardeşin,
bizim namusumuzu yaralayan kardeşin..." der. Yine bu kâfir topluluk,
"Eğer Şuayb'a uyarsanız, o takdirde muhakkak en büyük zarara uğramış
kimseler olacaksınız" deyince, Allah Teâlâ, esas en büyük hüsrana
uğrayanların, Şuayb (a.s)'a uymayıp O'na muhalefet edenler olduğunu beyan
etmiştir.
Sonra, "bunun üzerine (Şuayb) onlardan yüz
çevirip..." buyurulmuştur. Alimler, Şuayb (a.s)'ın yüz çevirmesinin,
azabın, kavminin başına gelmesinden önce mi, sonra mı olduğu hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Bu meselenin incelenmesi, daha önce geçmişti. Kelbî: "O,
onların arasından (azab gelmeden önce) çıkmıştı... Çünkü hiç bir peygamberin
kavmine, o peygamber onların arasından çıkmadıkça, azab edilmemiştir..."
demiştir.
Daha sonra O,
"Artık (siz) kâfirler güruhuna nasıl tasalanıp üzülürüm?" demiştir. kelimesi,
şiddetli üzüntü anlamına gelir. Accâc şöyle demiştir:
"Gözleri, hüzün
ue kederin şiddetinden dolayı, yaşlarla dolup aktı..." Sen bunu iyice
anladığın zaman biz deriz ki, bu ayetle ilgili iki görüş bulunmaktadır:
1)
"O'nun
kavmine karşı duyduğu üzüntü çok şiddetli oldu. Zira, kavminin sayısı çok idi,
ve O, onların imana girmelerini umuyordu. Bundan dolayı onların başına bu büyük
yıkım ve helak gelince, akrabalık, komşuluk ve uzun süreden beri onlarla
ülfette bulunmasından dolayı, kalbine bir hüzün çöktü.. Sonra, kendi kendisini
teselli edip, "şimdi ben (siz kâfirler güruhuna nasıl tasalanıp
üzülürüm?" dedi. Zira onlar, küfürdeki İsrarları sebebiyle, kendi
kendilerini helak etmişlerdi.
2) Bu tabirden maksad şudur: "Andolsun ki ben,
tebliğde bulunmak, nasihat etmek ve başınıza gelmiş olan şeyden sizi
sakındırmak suretiyle, bütün mazeret kapılarınızı kapatmıştım.. Ama siz benim
sözümü dinlemediniz ve nasihatimi kabul etmediniz.. Binaenaleyh, ben artık size
nasıl üzüleyim.." Yani, "Onlar, bir kimsenin kendilerine üzülmesine
layık değildiler.." demektir. Keşşaf
sahibi, Yahya İbn Vessâb'ın, bu kelimeyi hemzenin
kesresiyle "îsâ" şeklinde okuduğunu söylemiştir.
[131]
"Biz hangi
memlekete bir peygamber gönderdiysek, onun halkını, yalvarıp yakarsınlar
diye, mutlaka fakirlikle, şiddetle ue hastalıkta yakaladık. Sonra bu sıkıntının
yerine iyilik verdik. Nihayet çoğaldılar "Atatanmıza da fakirlik, şiddet, hastalık,
iyilik, genişlik dokunmuştur" dediler. Bunun üzerine biz de kendileri farkına
varmadan, onları ansızın tutup yakalayıverdik" (A'râf,
94-95).
Bil ki Allah Teâlâ, bu
peygamberlerin hallerini ve bunların ümmetlerinin başına gelen durumları bize
bildirince, insan, Allah'ın o ümmetlerin kökünü kurutan o azabın, sadece o
peygamberlerin zamanında olduğunu zannedebilir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak,
bu âyet-i kerime, bu tür helak ve azabı, başkalarının başına da getirdiğini
beyan etmiş ve bunu yapmasının sebebini açıklayarak: "Biz hangi memlekete
bir peygamber gönderdiysek, onun halkını mutlaka fakirlikle, şiddetle ve
hastalıkla yakaladık..." buyurmuştur. Cenâb-ı Hak burada "karye"
(memleket, şehir) kelimesini kullanmıştır; çünkü karye,
kendilerine peygamber gönderilen kavmin toplu olarak bulunduğu yerdir. Bu
lafız, şehir manasını da ifade eder. Çünkü şehir, birçok toplulukların
bulunduğu yerdir. Ayetteki, kelimesinde bir hazif bulunmaktadır. Bunun takdiri,
".... gönderip de yalanlanmış olan; veya, .... gönderip de, halkı
tarafından yalanlanmış olan hiç bir peygamber yoktur ki, biz ora halkını
fakirlikle, sıkıntıyla ve hastalıkla yakalamış olmayalım..." şeklindedir.
Zeccâc, "be'sâ
onların başına gelen her türlü sıkıntılı haldir; (darrâ) başlarına gelen her türlü
hastalıktır" demiştir. Bunun aksi de söylenmiştir.
Sonra Allah Teâlâ, bu
şeyleri, onlar yalvarıp yakarsmlar diye onların başına getirdiğini beyan
etmiştir. Buradaki kelimesi manasınadır. Tazarru, Allah'a tam bir şekilde
bağlanıp, O'na inkıyâd etmektir.
[132]
Ayetteki "umulur ki" lafzının, Allah için bir
şüphe manasına hamledilemiyeceğini bildiğine göre, bunun şu manaya hami
edilmesi gerekir: "Allahu Teâlâ bunu, onlar yalvarıp yakarsmlar diye
yapmıştır." Mu'tezile: "Bu, Cenâb-ı Hakk'ın bütün mükelleflerin iman
etmelerini ve itaatta bulunmalarını murat ettiğine delalet eder" demiştir.
Bizim alimlerimiz ise, şöyle demişlerdir: "Allah'ın fiillerinin ve
hükümlerinin illet ve sebeplere bağlanmasının imkansız olduğu delil ile sabit
olunca, bu ayetin şu manaya hamledilmesi gerekir: "Allah Teâlâ, şayet aynı
şeyi başkası yapmış olsaydı, bir illet ve sebebe benzetilecek olan şeyi
yapmıştır..."
Daha sonra Allah
Teâlâ, bu memleket ahalisi ile ilgili tedbirlerinin aynı üslub üzere
bulunmadığını; onları İmana en çok yaklaştıracak bir şekilde tedbir edip yönettiğini
beyan etmiş ve "Sonra bu sıkıntının yerine iyilik verdik" buyurmuştur.
Çünkü fakirlik, şiddet ve hastalıklardan sonra, beden ve mal ile ilgili pekçok
nimetin gelmesi, insanı itaat etmeye ve şükürle meşgul olmay-a sevkeder. Bu
ayette geçen "hasene" ve "seyyie", bolluk ve sıkıntı
manasındadır. Dil alimleri: "Seyyi'e, sahibine sıkıntı verip kötü gelen
her şeydir; hasene de, insanın tabiatının ve aklının güze! ve hoş gördüğü her
şeydir. Buna göre Allah Teâlâ, günahkârları, bazan sıkıntılarla, bazan da
rahatlıklarla yakaladığını haber vermektedir" demişlerdir.
Ayetteki "Nihayet
çoğaldılar.." tabiriyle ilgili olarak Kisaî şöyle demiştir:
"Arapça'da şöyle denilir: Çoğaldığı, arttığı, sıklaştığı zaman. "saç sıkılaştı - sıklaşıyor;
"sıklaşan, çoğalan, artan.." denilir. Ayetteki tabiri de böyledir.
Yani, "çoğaldıklarında..." demektir. Hadis-i şerifte varid olduğuna
göre, Hz. Peygamber bıyıkların kısaltılmasını, sakalların ise uzatılması yani fazlalaştırılmasını, çoğaltılmasını
emretmiştir.
"Atalarımıza da
fakirlik, şiddet, hastalık, iyilik, genişlik dokunmuştur" buyruğunun manası,
"Onlara ne zaman bir sıkıntı ve darlık isabet etse, onlar, "Bu, bizim
benimsemiş olduğumuz din ve amel sebebiyle değildir. Bu ancak, zamanın bir
işidir. Bize isabet eden darlık, sıkıntı ve fakirlik, Allah'tan bir ceza
değildir..." demişlerdir" şeklindedir. Bu nakil, onların Cenâb-ı
Hakk'ın onları sıkıntıdan sonra bolluk, korkudan sonra da emniyet ve güvenle yönetmesinden,
bu şekilde muamele etmesinden faydalanamamış olduklarına, aksine onların,
bunun, insanlar hakkında zamanın bir eseri ve fiili olduğu, bu sebeple de
onlarda bazan sıkıntı ve kıtlığın; bazan da bolluk ve rahattn meydana geldiğini
söyleme yolunu tuttuklarına delalet etmektedir. Buna göre Allah, onların
mazeretlerini izale edip, her türlü illet ve bahanelerini ortadan
kaldırdığını, ama onların, yine inkıyad etmeyip bu mühletten
faydalanmadıklarını beyan etmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"onları ansızın tutup yakalayıuerdik..." beyanının manası şudur:
"Onlar, her iki durumda da isyan edip azgınlaşınca, Allah Teâlâ daha fazla
nedamet ve pişmanlıklarına sebep olsun diye, nerede olurlarsa olsunlar, onları
ansızın yakalaytverir..."
Ayetteki
"Kendileri farkına varmadan" ifadesi, "onlar, azabı
göremezler" manasındadır. Bu hususu nakletmenin hikmeti, bu kıssayı duyup
öğrenen herkes için bir ibret ve dersin meydana gelmesini temindir.
[133]
"Eğer o
memleketlerin halkı, iman edip de küfür ve isyandan sakınmış olsalardı, elbette
üzerlerine gökten ue yerden nice bereket hazinelerini açardık. Fakat, onlar
peygamberlerini yalanladılar ve biz de, kazanmakta olduktan
şeyler yüzünden onlan tutup yakaladık. O memleketlerin halkı, kendileri
geceleyin uyurlarken, azabımızın onlara gelip çatmasından emin mi oldular? Yoksa
o memleketlerin ahalisi, güpegündüz oynarlarken, azabımızın onlara gelip çatmasından
emin mi oldular? Onlar, Allah'ın (kendilerini) ihmal ettiğinden emin mi
oldular? Fakat, hüsrana uğrayan topluluklardan başkası, Allah'ın
"mekr"inden emin olmaz" (A'râf, 96-99).
Bil ki Allahu Teâlâ,
önceki ayetinde, isyan edip diretenleri ansızın yakaladığını beyan edince, bu
ayette de, itaat etmeleri halinde onlara hayırların kapılarım muhakkak
açacağını beyan ederek şöyle demiştir: "Şayet memleketler ahalisi,
Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inansalar
ve Allah'ın ne-hyettiği ve haram kıldığı şeylerden sakınsalardı, onlara yağmur
vasıtasıyla semanın bereketlerini; bitkiler, meyveler, sürüler ve hayvanların
çokluğu; emniyet ve esenliğin bulunması sebebiyle yerin bereket kapılarını
onlara açardık." Bu böyledir, çünkü sema, baba; yer de anne demektir. İşte
bu her ikisinden, Allah'ın yaratması ve tedbiri ile bütün faydalar ve
menfaatler meydana gelir. O, "Ancak ne var ki, onlar peygamberleri
yalanladılar da küfür ve isyan hususunda işledikleri şeyler sebebiyle biz onları
kıtlık ve darlıkla yakaladık" buyurmuştur.
[134]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onları kökten imha azabıyla yeniden tehdit ederek, "O
memleketlerin halkı... emin mi oldular?" buyurmuştur. Bu ifadenin
başındaki hemze, istifham-ı inkarî olup, bundan maksat, Allah'ın onları son
derece gafif oldukları bir vakitte, üzerlerine o azab indirmekle tehdit edip
korkut-masıdır. Onların son derece gafil oldukları zaman da, geceleyin uyku
hali, gündüzün de kuşluk vaktidir. Çünkü bu vakit, genel olarak kişinin
lezzetlerle meşgul olduğu bir vakittir.
O,
"Onlaroynarlarken..." buyurmuştur. Bu ifade, dünyevî işlerle meşgul olmak
manasına geldiği gibi, -ki dünyevî işler, aslında bir oyun ve eğlencedir-
onların küfürlerine dalıp kaybolmaları manasına da gelir. Çünkü bu küfür, zarar
ve fayda vermeme hususunda, tıpkı bir oyun gibidir. Kıraat imamlarının
ekserisi, vâv harfinin fethasıyta şeklinde okumşulardır ki bu, başına istifham
hemzesinin geldiği bir atıf harfidir. Bu, tıpkı (Yunus, 51) ve (Bakara, 100)
ayetlerinin başına, istifham hemzesinin gelmesi gibidir. Bu kıraat, bu
ifadenin, hem kendinden önceki hem de kendinden sonrakilere en uygun olan bir
kıraattir. Çünkü bundan önce Cenâb-ı Hakkın ifadesi bulunmakta; sonra ise, ve İfadeleri
gelmektedir, fbn Amir, bunu, vav harfinin sükunuyla şeklinde okumuştur. Bu şekilde okuyuşa göre
"yi şu iki manadan birisinde kullanılmış olur.
1) "İki şeyden birisi..." manasında. Bu tıpkı
bir kimsenin, "ikisinden birisi geldi" manasında "Zeyd veya Amr
geldi" demesi gibidir.
2)
Kendinden
önceki ifadeden "idrab"da bulunmak için gelmiş olmasıdır. Bu da senin
"Ben çıkıyorum; hayır hayır, kalıyorum!.." demen gibidir. Böylece
sen, çıkmaktan vazgeçerek, ikamet edeceğini söylemiş oluyorsun.. Böylece sanki
sen, "Hayır, daha doğrusu kalıyorum" demiş oluyorsun. Bu kıraatin
izahı ise şudur: İbn Amir kıraati edatının idrab için olduğunu kabul etmiştir; yoksa onu,
birincisini iptal etmek manasına hamletmemiştir. Bu tıpkı, "Elif, lâm,
mim. Bu kitabın indirilmesi, ki onda hiçbir şüphe yoktur, âlemlerin
Rabbinden-dir. Yoksa O, bunu kendiliğinden mi uydurdu diyorlar?" (Secde,
1-3) ayetinde olduğu gibidir. Böylece bu ayetin manası, bu azab çeşitlerinin
birbirinden farksız olduğunu beyan etmektir.
İstersen,
buradaki edatının, iki şeyden birisini
ifade etmek için geldiğini kabul edersin... Buna göre mana, "Onlar bu
çeşit azapların birisinin başlarına geleceğinden emin mi oldular?"
şeklindedir.
Cenâb-ı Hakk'ın, duhen
"güpegündüz" tabirine gelince; duhâ, gündüzün ön kısmı demektir. Bu
kelimenin esas manası, açıklık ve zuhur etmek demektir. Bu,
Arapların, güneşin
ışığı ortaya çıktığında söylemiş oldukları,o, deyimlerinden gelmektedir.
Daha sonra
"Onlar, Allah'ın (kendilerini) ihmal ettiğinden mi emin oldular?"
Duyurulmuştur. "Mekr" kelimesinin, gerek dit bakımından, gerekse
Allah hakkında kullanılması bakımından tefsiri, Al-i imran süresindeki (al-i İmran, 54) ayetinin açıklamasında
geçmişti. O'nun, "onlar, Allah'ın (kendilerini) ihmal ettiğinden emin mi oldular?"
buyruğu, bu azabın onlara, his-sedemiyecekleri bir cihetten geleceğini
gösterir. Allah Teâlâ, bunu» sakındırma üslûbunda beyan buyurmuştur. Bu azab,
mecazî olarak "mekr" (hile, tuzak) diye adlandırılmıştır. Çünkü
içimizden birisi, arkadaşına tuzak kurmak istediğinde, o onu, hissedemiyeceği
bir biçimde bir sıkıntıya ve belaya düşürür. Dolayısiyle bu azabı, onların başına
hissedemiyecekteri bir cihetten inmiş olduğu için, "mekr" olarak adlandırmış
ve işte bu şekilde olan Allah'ın azabının inmesinden, ancak hüsrana uğrayan
toplulukların kendilerini emin sanacaklarını buyurmuştur. Bunlar, gafletleri ve
cehaletleri sebebiyle, Rablerini tanımayan kimselerdir. Binaenaleyh, onlar,
O'ndan korkmazlar. Yolu ve gidişatı bu olan kimseler ise, hem dünya hem de
ahi-rette, en fazla hüsrana uğramış olan kimselerdir. Çünkü böylesi kimseler
kendilerini, dünyada bir zarara, ahirette de azabın en şiddetlisine maruz
bırakmışlardır.
[135]
"Evvelki
sahiplerinden sonra yeryüzüne varis olanlara hâlâ şu hakikat belli olmadı mı ki,
eğer biz dileseydik onları da günahlarından dolayı musibetlere uğratırdık.
Biz onların kalpleri üzerine mühür basarız da hakikati işitmezler. İşte o
memleketlerin hali! Sana, onların haberlerinden bir kısmını naklediyoruz. Andolsun ki
peygamberleri, onlara apaçık alâmetler (mu'cizeler) getirmiştir. Fakat daha
evvelden yalanlamış oldukları şeylere iman etmediler. İşte kâfirlerin
kalplerine Allah böyle mühür basar" (A'râf,
100-101).
Bil ki Allahu Teâlâ,
önceki ayetlerde, kendilerini, köklerini kazıma azabıyla helak ettiği
kâfirlerin durumunu bazan kısa, bazan da geniş olarak beyan edince; bunun
peşinden, bu kıssaları zikredişinden maksadının, gerek dinleri, gerekse
taatleri hususunda bütün mükelleflerin ibret almalarını temin etmek olduğunu
açıklamıştır. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[136]
Kıraat alimleri, bu
ayetin başındaki kelimesini okumak
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Onların bir kısmı bu kelimeyi ya ile şeklinde
okurken; diğer bir kısmı ise, nun ile şeklinde okumuşlardır. Zeccâc şöyle demektedir: "Bu kelime ya ile
okunduğunda, Hak Teâlâ'nın ifadesi, onun
faili olması sebebiyle, mahallen merfu olmuş olur. Buna göre mana, "O
öncekilere halef olup, onların yerlerine ve yurtlarına varis olan kimselere, şu
hal açık seçik ortaya çıkmadı mı? Biz istersek, onlardan öncekileri günâhları
sebebiyle cezalandırdığımız gibi, onları da cezalandırır; kendilerini varis
olunanları helak ettiğimiz gibi, onlara varis olanları da helak ederiz.."
şeklinde olur.
Bu kelime nün ile
okunduğu zaman ise, ifadesi, (mefûl
olduğu için) mahallen mansub olur. Buna göre sanki: "Biz,
varis olanlara şu durumu açıklamadık mı?.." denilmek istenmiştir. Bu,
"Biz onlara, günahları sebebiyle kendilerinden öncekileri musibete
uğrattığımız gibi, Kureyş'i de, günahları yüzünden musibete uğratacağımızı
beyan etmedik mi?" manasındadır.
[137]
Bu tabirin manası,
"Biz, kendilerinden öncekileri, bulundukları yerde imha etmemizden sonra,
o yere kendilerini yerleştirdiğimiz kimselere beyanda bulunarak, onlardan sonra
da onları imha edeceğimizi açıklamadık mı?" şeklinde olur. Bu da, 'J Lü ifadesinin manasıdır. Yani,
"günahlarının cezası olarak..." demektir.
Cenâb-ı Hak,
buyurmuştur. Yani: "Eğer biz onları ikabımızla imha etmezsek, o zaman onların
kalplerini mühürleriz de, onlar artık duymazlar. Yani, "Hakkı kabul
etmezler, va'zu nasihat kabul etmezler ve kötülüklerden vaz geçmezler..."
demektir. Biz, bu tabirden maksadın, onların ya imha edilmeleri, yahut da
kalplerinin mühürlenmesi olduğunu söyledik; çünkü imha ile, kalb mühürlenmesi
bir arada bulunamaz. Zira Cenâb-t Hak onları imha edince, artık onların
kalplerini mühürlemesi imkânsız olur.
[138]
Alimlerimiz, Hak
Teâlâ'nın "Biz onların kalplerine mühür basarız da hakikati işitmezler" buyruğu ile
O'nun, kulunu bazan
iman etmekten men edeceği hususunda istidlalde bulunmuşlardır. Pekçok ayette
ifade ettiğimiz üzere, (kir, pas, günah),
(örtü, kılıf); (perde); ve (men
etmek, alıkoymak) kelimeleri aynı manaya gelir. Cübbaî şöyle demektedir: "Ayette
bahsedilen "tab' etmekten" murad, meleklerin, üzerinde bulunduğu
kimselerin iman etmeyeceklerini anlayacakları birtakım alâmet ve işaretlerle,
Cenâb-ı Hakk'ın kâfirlerin kalplerine âlemet koymasıdır. Bu damga ve alâmetler
iman etmeye mani değildir." Ka'bî de şöyle demiştir: "Allah Teâlâ bu
mühürleme (tab1 etme) işini, o kâfirlerin bu küfre, ancak Allah'ın emretmesi ve
imtihan etmesi zamanında düştükleri için, zatına izafe ederek, "S/z...
mühür basarız" demiştir. Bu tıpkı, "Fakat benim da'uetim, (imandan)
kaçmalarından başka bir şeyi artırmadt" (Nuh, 6) ayetinde ifade edildiği
gibidir. Bil ki, "tab" ve "hatm" etmenin ne demek olduğuna
dair izahlar daha önce birkaç defa geçmişti. Bundan ötürü onları burada tekrar
etmede bir fayda yoktur.
[139]
Ayetteki, "Biz.,
mühür basarız" tabirinin, kendisinden önceki ifadelerle ilgisi olup olmadığı
hususunda şu
iki görüş ileri
sürülmüştür:
Birinci görüş: Bu
tabirin daha öncekiler ile bir ilgisi yoktur. Çünkü ayetteki,
"musibetlere uğratırdık" tabiri mazî, "mühür basarız"
tabiri ise muzârî (geniş zaman)dır. Dolayısiyle bunun, o ifade üzerine
atfedilmesi güzel ve yerinde olmaz. Aksine bu daha öncekilerle ilgisi olmayan
bir ifadedir. Buna göre ayetin takdiri: "Biz, onların kalplerine mühür
basarız" şeklindedir.
İkinci görüş: Bu ifadenin daha öncekiler ile ilgisi
vardır. Keşşaf sahibi şöyle der:
"Bu tabir ya j*. Jjy ifadesinin manasının gösterdiği şey üzerine atfedil-
miştir. Buna göre
sanki, onlar hidayetten gafil oluyorlar, biz de onların kalplerine mühür
basıyoruz denilmek istenmiştir. Yahut da, ayetteki, "yeryüzüne varis olanlar..."
tabiri üzerine atıftır. Bunun, "musibetlere uğratırdık" ifadesi
üzerine atfedilmesi caiz değildir. Çünkü onlar kâfir idiler. Kâfir olan
herkesin de kalbi mühürlenmiştir. Binaenaleyh bundan sonra Hak Teâlâ'nın,
"Biz onların kalplerine mühür basarız" buyruğu, hasılı tahsil (zaten
bulunan bir şeyi var etmek) kabilinden olur ki bu imkansızdır." En makbul
izah konusunda Keşşaf müellifi'nin açıklaması bundan ibaret olup zayıf bir izah
tarzıdır. Çünkü insanın kalbinin mühürlenmiş olması, ancak o kimsenin küfrüne
devam etmesi ve onda sebat göstermesi halinde olur. Dolayısiyle o kimse önce
inkâr etmiş, sonra da kalbi küfür üzere mühürlenmiştir. Bundan dolayı, bu
durum, bu sözün o söze affedilmesine mani değildir.
[140]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "İşte o memleketlerin hali, sana onlann haberlerinden bir kısmını
naklediyoruz" buyurmuştur. Buradaki tilke kelimesi mübteda, el-kurâ sıfat
(yani müşarun ileyh, kendisine işaret edilen), nakussu diye başlayan cümle ise
haberdir. O memleketlerden maksad, daha önce bahsedilen beş kavim, yani
Nûh, Hûd, Salih,
Lût ve Şuayb (a.s)'ın kavimleridir. Bu, "Biz sana, onların nasıl
imha edildiklerinin haberlerini veriyoruz. Ama onların dışında kalan kavimlerin
haberlerini ise, henüz sana anlatmadık" demektir. Allah Teâlâ, özellikle
bu kavimlerle ilgili haberlerden bahsetmiştir. Çünkü onlar, kendilerine
verilen onca nimetlere karşılık, uzun zaman başlarına bir azab gelmey-işinden
dolayı aklanmışlar ve kendilerinin hak üzere olduklarını sanmışlardır. İşte bu
sebeple Hak Teâlâ, aynt duruma düşmekten ve bu gibi şeyleri yapmaktan
sakınsınlar diye, Muhammad (s.a.s) ümmetinin dikkatini çekmek için bu hâdiseleri
zikretmiştir.
Allah Teâlâ daha sonra
bu hususa, "Andolsun ki peygamberleri onlara apaçık alâmetler getirmişti"
diye onu teselli etti. Burada onlara gönderilen peygamberleri kastetmiştir.
[141]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Fakat daha evvelden yalanlamış oldukları şeylere iman etmediler"
ifadesi hususunda birkaç mana verilmiştir:
1) İbn Abbas (r.a) ve Süddî şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Allah, Adem
(a.s)'ın sulbünden çıkarıp, onlardan misak (söz) aldığı gün, O'nu yalanlamış
olmaları sebebiyle, Allah'ın peygamber göndermesi halinde de iman etmezler. Şu
halde onlar zoraki olarak iman etmiş, dilleri ile ikrar etmişlerdir ama,
inkârlarını içlerinde saklamışlardır.
2) Zeccâc şöyle demiştir: "Onlar, mu'cizeleri
görmeden önce onu yalanlamış oldukları gibi, mu'cizeleri gördükten sonra da
iman etmezler."
3) Kendilerini imha etmemizden sonra diriltip, imtihan
diyarı olan dünyaya döndürsek dahi, felaketten önce yalanladıkları gerçeğe yine
inanacak değillerdir. Bu tıpkı Hak
Teâlâ'nın, "(Onlar) geri (dünyaya) gönderitseler bile, yine vaz-geçirilmek
istendikleri şeylere döneceklerdir" (En'âm, 28) ayetinde olduğu gibidir.
4)
Peygamber gelmezden
önce, onlar küfürlerinde ısrarlı idiler. Binaenaleyh peygamber geldikten sonra
da onlar iman etmezler."
5)
"Onlar,
ileride de iman etmezler."
Daha sonra Allah
Teâlâ, bu kabul etmeyişin sebebini açıklamak üzere "İşte
kâfirlerin yüreklerine Allah böyle mühür basar" buyurmuştur. Zeccac şöyle
der: "Kezalik (işte böyle) ifadesinin başındaki kâf, mahallen mansubtur.
Buna göre mana, "Geçmiş ümmetlerin kalplerini mühürlediği gibi, Allah
Teâiâ, kesinlikle iman etmeyeceklerini takdir ettiği o kâfirlerin de kalblerini
mühürler" şeklindedir. Allah işlerin özünü ve aslını en iyi bilendir.
[142]
"Biz onların
çoğunda ahde (vefa) bulamadık. Onların çoğunu fâstk
bulduk" (A'râf, 102).
Bu ayetle ilgili
birkaç görüş vardır:
1)
Ibn Abbas
(r.a) şöyle demiştir: "Allah, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?"
(A'râf, 172) dediğinde, insanlar da: "Evet, (Rabbimizsin)"dedikleri
zaman, daha Hz. Adem'in sulbünde iken,
Allah ile yapmış oldukları bu ahdi tastamam yerine getirme manasını
kastetmiştir. Binaenaleyh Allah onlardan böylesi bir ahid alıp, onlar da bunu
kabul ettikten sonra, bu ahde muhalefet edince, sanki onlar hiç ahid vermemiş
gibi oldular, İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Bizonların çoğunda ahid
(gani ahde vefa) bulamadık" buyurmuştur.
2)
İbn Mes'ûd
(r.a) da şöyle demiştir: "Buradaki "ahid", iman
manasınadır ve bunun delili, "Rahman (Allah) nezdinde, ahd almış
olanlardan başkası, sefa-ata malik olamayacaktır" (Meryem, 87) ayetidir.
Bu âyet, "iman edip, "la ilahe illallah" diyenlerden
başkası..." manasındadır.
3)
Ayetteki
"and", tevhid ve nübüvvetin doğruluğunu gösteren delillerin ortaya
konulması manasındadır. Buna göre ayetin manası, "Biz onların ekserisinde
ahde vefa göremedik" şeklinde olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onların çoğunu fasık bulduk" buyurmuştur. Yani, "Durum
şudur ki, biz onların çoğunu fasık, dinden çıkmış ve yüz çevirmiş olarak
buluruz" demektir.
[143]
"Sonra onların
ardından Musa'yı, ayetlerimizle Firavun'a ve onun iteri gelen
adamlarına gönderdik, ama onlar o ayetlere zulmettiler. Bak, fesadcıların
sonu nasıl oldu!" (A'râf, 103).
Bil ki bu, Cenâb-ı
Hakk'ın bu surede bahsettiği altıncı kıssadır. Hak Teâlâ.Hz. Musa (a.s)'nın
mu'cizeleri, diğer peygamberlerin mu'cizelerinden daha kuvvetli ve kavminin
cehaleti de, önceki kavimlerin cehaletinden daha büyük ve daha ileri olduğu
için, diğer kıssalarda yapmadığı izah ve tafsilatı bu kıssada yapmıştır.
Bil ki ayetteki,
"onların ardından" ifadesindeki, "onlar" zamirinin, daha
önce geçmiş olan "peygamberier"e ait olması mümkün olduğu gibi,
"Cenâb-ı Hakk'ın imha etmiş olduğu ümmetlere ait olması da mümkündür.
[144]
Ayetteki
"ayetlerimiz" kelimesi hakkında birkaç bahis vardır:
Birinci bahis: Bu âyet,
peygamber olan şahsın, mutlaka başkalarından ayrıldığını (farklı olduğunu)
ortaya koyacak bir âyet (mu'cize) göstermesinin gerekli olduğuna delalet eder.
Çünkü ona böyle bir mu'cizenin verilmemesi halinde, insanların onun sözünü
kabul etmeleri, başkalarının sözlerini kabul etmelerinden daha evlâ değildir.
[145]
İkinci bahis: Bu âyet, Allah Teâlâ'nın, Hz. Musa (a.s)'ya
pek çok âyet ve mu'cize verdiğine delalet eder.
Üçüncü bahis:
İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Hz. Musa
(a.s)'nın mu'cizelerinin ilki, âsâsı; ikincisi de elidir. O,
âsâsı ileFiravun'un kapısına vurmuş, Firavun bundan korktuğu için, saçları
bembeyaz olmuştur. Binaenaleyh o böyle dışarı çıkmaktan utandığı için,
saçlarını siyaha boyamış ve saçını boyayanların ilki olmuştur. Hz. Musa
(a.s)'nın en son mu'cizesi de, "tams" (silme kör yapması)dır.
Asasının pek çok faydaları vardır. Bunların bir kısmı Kur'ân-ı Kerim'de
zikredilmiştir. Mesela, "O, benim âsamdır. Ona dayanırım, onunla
davarlarıma (ağaçlardan) yaprak dökerim. Onda bana yarar başka şeyler de ıar"(Tâhâ,
18) ayetinde olduğu gibi... Cenâb-ı Hak, o başka yararlardan olarak, Kur'ân'da
o âsâyla ilgili, "Asanı taşa vur demiştik de, (o da taşa uurmuştu) ve
ondan oniki pınar fışkırmıştı" (Bakara, 60) buyurmuştur.
İbn Abbas (r.a),
bununla ilgili olarak şunları da saymıştır:
a) O sopası ile yere vurur ve vurduğu yerde bitki
biterdi.
b)
Onun âsâsı
(sopası), koyunlarına kasteden hırsızlarla ve yırtıcı hayvanlarla savaşırdı.
c)
O âsâ, tıpkı
bir mumun ortalığı aydınlatması gibi, geceleyin yanardı.
d) O âsâ, uzun bir ip haline gelebilirdi ve böylece Hz.
Musa (a.s), onunla derin kuyulardan su çekerdi.
Bil ki âsânın
Kur'ân'da zikredilen faydalan malumdur. Ama Kur'ân'da zikredilmeyenlerden,
hakkında sahih haber (hadis) olanlar makbuldür, kabul edilir; ama hakkında
sahih haber olmayanlar böyle değildir {onlara inanılmaz). İbn Abbas (r.a)'dan
rivayet edilen: "O, asası ile yere vurur ve vurduğu yerden bitki
biterdi" şeklindeki söz, zayıftır. Çünkü Kur'ân, Hz. Musa (a.s)'nın,
kayadan su çıkarmak için asayı kullandığını, bir yemek elde etmek için ise bunu
kullanmadığını gösterir.
Ayetteki I* Ijlilü
"ama onlar o ayetlere zulmettiler" buyruğuna gelince; yani,
"onlara gelen ayetlere zulmettiler" demektir. Çünkü zulüm, bir şeyi,
ait olduğu yere koymamaktır. Binaenaleyh, o ayetler apaçık ve kesin mu'cizeler
olup, sonra da onlar, o mu'cizeleri inkâr edince, böylece onlar inkârı ikrar
yerine; küfrü de iman yerine koyunca, bu onlar tarafından o ayetlere karşı
işlenmiş bir zulüm sayılmıştır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O halde, akü gözüyle bir
bak! Fesatçıların akıbeti nice oldu ve biz onlara neler yaptık..." buyurmuştur.
[146]
"Musa, "Ey
Firavun, dedi, ben hiç şüphesiz ki âlemlerin Rabbi katından gönderilmiş bir
peygamberim. Allah'a karşı haktan başkasını söylememem, üzerime borçtur. Size
Rabbinizden açık bir alâmetle gelmişimdir. Artık İsrailoğullannı benimle
beraber gönder." Firavun şöyle dedi: "Eğer sen bir âyet (mu'cize)
getirdiysen göster onu, eğer sadıklardan isen..." (A'râf,
104-106).
Bu ifadelerle ilgili
birkaç mesele vardır:
[147]
Bil ki, tıpkı
Farisîterin kratonna Kisrâ denildiği gibi, Mısır krallarına da Firavun denilirdi.
Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Ey Urar hükümdarı..." demiş olur. (Musa'nın
muhatab ccjğu) bu Firavunun adı Kâyûs idi. Bunun isminin, Velid İbn
Mus'ab İbn er-Reyyân
olduğu da ileri sürülmüştür.
[148]
"Ben hiç şüphesiz
kî âlemlerin Rabbi katından gönderilmiş bir peygamberim' ifadesine gelince, bu, Allah Teâlâ'nın
vahana delalet eden şeye bir işarettir. Zira O'nun "âlemlerin
Rabbi katından' sözü. âtonın, teıv disinden dolayı onu terbiye eden bir Rabbe
ve onu yoktan var e ilaha muhtaç olmuş olduğu birtakım sıfatlarla muttasıf
olduğuna delalet eder
Daha sonra Hz. Musa: 'Allah'a karşı haktan
başkasını söylememem üzerime borçtur" buyurmuştur. Bu, "Resul, ancak
hak olanı söyler" demektir. Böylece, sözün tertibi şu şekilde olur: Hz.
Musa, sanki şöyle demiştir: "Ben, Allah'ın resulüyüm. Allah'ın resulü ise,
ancak hakkı söyler..." Bu söz, "Ben, ancak hak olanı söylerim"
neticesini verir... İlk mukaddime kapalı otup, ikinci mukaddime de çok açık ve
net olunca, Hz. Musa ilk mukaddimenin
doğruluğuna delalet edecek olan şeyi de zikretmiştir ki, bu da onun, "Size Rabbinizden açık bir alâmetle
gelmişimdir" şeklindeki sözüdür. Bu ayette geçen "alâmet", açık
ve kesin olan mu'cize demektir.
[149]
Hz. Musa,
(a.s) kendisinin peygamber olduğunu anlatınca, buna ilahî hükümleri
tebliğ etme meselesini de dayandırmıştır ki, bu da onun, "Artık İsrailoğullarını benimle beraber
gönder..." şeklindeki sözüdür. Firavun
bu sözü duyunca, "Eğer sen bir ayet (mu'cize) getirdiysen, göster
onu, eğer sadıklardan isen" demiştir. Bil ki, Hz. Musa'nın delili şu mukaddimelere
dayanmaktadır:
a) Bu âlemin, kadir, alîm ve hakîm olan bir ilahı
vardır.
b) O, onu onlara peygamber olarak göndermiştir. Onun
peygamber oluşunun delili ise, iddiasına uygun bir biçimde mu'cizeler
göstermesidir. Her ne zaman durum böyle olursa, o kimsenin, gerçek peygamber
olması gerekir.
[150]
c) Her ne zaman da durum böyle olursa, resulün Allah
tarafından onlara tebliğ ettiği her şey de, doğru ve gerçek olmuş olur. Sonra
Firavun, Musa ile bu mukaddimeler üzerinde, sadece mucize talebi hususunda
tartışmıştır. Bu, onun, diğer mukaddimelerin doğruluğunu kabul ettiği zannını
uyandırır. Biz, Tâhâ suresinin tefsirinde, ulemanın, Firavun'un, Rabbini
tanıyıp tanımadığı hususunda ihtilaf etmiş olduklarını zikretmiştik.. Bu bir
kimse, bu hususu cevaplayarak şöyle diyebilir: "Mu'cizenin gösterilmesi,
ilk olarak, kadir ve bir irade sahibi bir ilahın mevcudiyetine; ikinci olarak
da, bu ilahın, bu mucizeyi o resulü tasdik etmek yerine kaim kıldığına delalet
eder. Bu sebeple, belki de Firavun, hür irade sahibi, her şeye kadir bir ilahın
varlığından haberdar değildi.. O, Musa (a.s)'dan bir mu'cize gösterilmesini
istemiştir. Öyle ki, şayet o, onu gösterdiği takdirde, bu önce ilahın
varlığına; sonra da, Hz. Musa'nın peygamberliğinin doğruluğuna delalet
edecekti. Böyle olması halinde, Firavun'un sadece mu'cize talebinde
bulunmasından, onun, fail-i muhtar bir ilahın varlığını kabul ettiği neticesi
çıkmaz..
[151]
Nâfî, yâ'nın şeddesiyle hakîkun aleyye; diğer
kıraat imamları ise, yâ'nın sükûnu ve şeddesiz olarak, hakî kun alâ şekfinde
okumuşlardır. Nâfi'nin kıraatına gelince, hakîk lafzının, "fail"
manasında olması caizdir. Nitekim Leys,
şöyie der: denilir ki, bunun manası, "O şey vacib oldu" demektir,
"Senin şunu yapman gerekir" ve "Bana, şöyle yapmam gerekir"
denilir ki, bu son örnekte hakik kelimesi "fail" ma-nasındadır. Buna
göre ayetin manası, "hakk't söylemek müstesna, Allah hakkında söz
söylememek bana vacibtir" şeklinde olur. Hakîk ifadesinin, "mef'ûr
manasında olması da caizdir. Böylece fail vezni mef'ûl yerine kullanılmış olur.
Nitekim, Araplar şöyle demektedir: "Şunu yapmak bana vacib oldu" ve "Bana, hayır işlemem gerekli
kılınmıştır..." Yani, "Bunu yapmak bana gerekli oldu" demektir.
[152]
Sen bunu iyice
kavradığın zaman biz deriz ki: Nâfi'nin, yâ harfini şeddeli okumasının delili
şudur: Hakka kelimesi, alâ harf-i cerriyle müteaddî olur. Nitekim Allah Teâlâ
"Onun için Rabbimizin sözü (azabı) üstümüze hak olmuştur" (SaHât.
31) ve "Artık o (memlekete) karşı söz (azab) hak olmuştur" (Isra, 16) buyurmuştur. Demek ki hakîk kelimesinin,
işte bu bakımdan alâ edatı ile müteaddî olması caizdir. Hem sonra bu kelime
"vacib" manasınadır. Bundan dolayı, vecebe (vacib oldu) kelimesinin
alâ edatı ile müteaddi oluşu gibi, bu kelime de, kendisi ile vecebe manası
kastedildiği zaman alâ edatı ile müteaddî olur. Diğer kıraat imamlarının, yâ'mn
sükûnu ile hakîkun alâ şeklindeki kıraatları hususunda da şu izahlar
yapılmıştır:
a)
Araplar bâ
harf-i cerrini J* yerinde kullanarak, aynı anlamda veya "yay
ite attım" ve veya "güzel bir hal ile geldim" derler. Ahfeş
şöyle demiştir: "Bu, tıpkı "er
yola oturmayın" (Araf. 86) ayetinde olduğu gibidir. Nasıl bu ayette bâ
edalı atâ yerine kullanılmış ise, aynı şekilde alâ edatı da (tefsir ettiğimiz)
ayette bâ edatı yerine kullanılmıştır." Bu izahı,Abdullah b. Mes'ûd
(r.a)'un, şeklindeki kıraati da te'kîd etmektedir. Bu kıraate göre kelamın
takdiri, "Ben, bunu söylememeye daha layıkım" şeklinde olur. Nâf
i'nin kıraatine göre hakîk kelimesi, mübteda olarak mertudur ve haberi,
kısmıdır.
b) Hak, sabit ve devamlı olandır. "Hakik" de,
bu kelimenin mübalağasıdır (te'kidlisidir). Buna göre ayetin manası, "Ben,
haktan başka hiçbir şey söylememe üzere sabit ve devamlıyım" şeklinde
olur.
c) Bu ayette "hakîk" kelimesi, ismi mef'ul
manasınadır. Bu, senin birisini iyice araştırıp, yakînen tanıdığın zaman
söylediğin, "Adamı tahkik ettim" şeklindeki sözün gibidir. Burada alâ
lafzı, aslî ve lazım olan vasıflarla kullanılmıştır. Bu tıpkı, "Allah'ın o
fıtratı ki, o insanları bunun üzerine yaratmıştır" (Rûm, 30) ayetinde olduğu gibidir.
Nitekim "Falanca bana, olduğu
şekilde ve adeti üzere geldi" ve "Onu, şu şu sıfatlar üzere bildim ve tahkîk
ettim" dersin. Buna göre ayetin manası, "Ben, ancak hak görüşü
tanıdım ve ancak hak üzere oldum" şeklindedir. Ailah en iyi bilendir.
Hz. Musa "Artık İsraİloğultarını benimle beraber
gönder" sözüne gelince, bu "Onları salıver, serbest bırak"
demektir. Çünkü Firavun onları kerpiç dökmek ve toprak taşımak gibi zor işlerde
kullanıyordu. Firavun, bu söz üzerine, "Eğer sen bir âyet (mu'cize) getirdiysen,
göster onu, eğer sadıklardan isen..." demişti. Bu ifade ile itgili iki
bahis bulunmaktadır:
Birinci bahis: Bir kimse şöyle diyebilir: "O
Firavun, "Eğer sen bir âyet
(mu'cize) getirdiysen..." dedikten sonra, niçin "göster onu"
demiştir?"
Cevap: Bunun manası,
"iddianın doğru olması ve doğruluğunun kesinlik kazanması için, eğer sen
seni gönderen katından bir âyet, bir belge getirdiysen, onu getir bana
göster" şeklindedir.
İkinci bahis: ... "Eğer sen bir âyet (mu'cize)
getirdiysen, göster onu, eğer sadıklardan isen" ifadesindeki "göster
onu" kısmı, iki şart arasında bulunan bir ceza cümlesidir. O halde, bunun
hükmü nedir? Bunun cevabı şöyledir: Bu ifadenin bir benzeri de, birisinin
"Eğer o eve girersen, Zeyd ile konuşursan, sen boşsun" demesi gibidir.
Burada tertip itibari ile sonda bulunan lafız {ikinci şart), mana bakımından
(ceza cümlesinden) Öncedir. Bu hususun izahı daha önceki yerlerde geçmişti.
[153]
"Bunun üzerine
(Musa) asasını bıraktı, bir de ne görsünler, o tam bir ejderha... Elini çıkardı,
ne görsünler, o da bakanlara ışık saçan ptnl ptni bir el.. Fıravun'un kavminden
ileri gelenler dediler ki: "Bu sizi yurdunuzdan çıkarmak isteyen, bilgili
bir büyücüdür. (Firavun onlara.) "Peki, o halde görüşünüz nedir?" (A'râf,
107-110).
Bil ki Firavun, Hz.
Musa (a.s)'dan. peygamberliğinin doğruluğuna dair delil getirmesini isteyince,
Hak Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'nın mucizesinin, asasının bir ejderhaya dönüşmesi ve
yed-i beyzâ (bembeyaz el) göstermesi olduğunu açıklamıştır. Bu âyet hakkında,
birkaç bakımdan konuşulabilir:
[154]
1) Tabaitçılar, âsânın bir ejderhaya dönüşmesini inkâr
etmekte ve şöyle demektedirler: "Bunun imkânsızlığının delili şudur:
Âsânın ejderhaya dönüşmesini mümkün görmek, kesin ilimlere artık itimad
edilmemesini gerektirir. Bu ise bâtıl ve yanlıştır. Bâtıl bir neticeye götüren
şeyler de, batıldır. Biz, "Bunu mümkün görmek, kesin ilimlere artık itimad
edilmemesini gerektirir." diyoruz. Çünkü küçük bir âsâdan, büyük bir ejderhanın
meydana gelmesini mümkü" görürsek, aynı şekilde, tek bir saman çöpünden,
güçlü-kuvvetli, genç bir insanın ve bir arpadan da bir yılanın meydana
gelebileceğini kabul etmiş oluruz. Eğer biz bunu mümkün görürsek, bu aynı şeyi,
şu anda karşımızda olan kişi hakkında da mümkün görerek, onun bir ana-babadan
değil, birdenbire (kendiliğinden) olduğunu da söyleyebilmemiz manasına gelir.
Aynı şekilde şu anda görmekte olduğumuz Zeyd'in, dün gördüğümüz Ze-yd
olmadığını, aksine onun şu anda birdenbire meydana gelmiş olan başka biri olabileceğini
söyleriz. Şurası malumdur ki, kendisi için böylesi cevaz kapıları açan kimse
hakkında, âlimlerin cumhuru, "delirmiş, bunamış ve mecnun" hükmünü
verir. Bir de, eğer biz bunu mümkün görürsek, aynı şekilde, dağların,
"altın"; denizlerin sularının kan; evin çöplüğünde bulunan
toz-toprağın un; evdeki unun da toprak haline gelebileceğini kabullenmiş
oluruz. Bütün böylesi şeyleri mümkün görmek ise, kesin ilimleri ortadan
kaldıran ve insanı safsataya düşüren şeyler cümlesinden olup, kesin olarak
bâtıldır. Bâtıla götüren şey de bâtıldır."
İmdi, şayet bir kimse,
"Böylesi şeyleri mümkün görmek, peygamberlerin da'vet zamanlarına
mahsustur. Şu içinde bulunduğumuz zaman ise, böyle değildir. Dola-yısiyle bu
zamanda, öyle şeyleri mümkün görmeye gerek yoktur" derse, işte bütün
bunlara birkaç yönden cevap verilebilir:
a)
Bu mümkün
görme işi, herşey hakkında söz konusu olunca, bu mümkün oluşu, bir zamana değil
de, başka bir zamana tahsis etmek, ancak gamız (gizli-kapalı) bir delil ile
bilinebilen şeylerdendir. Buna göre o kapalı delili bilmeyen kimsenin, bu
mümkün oluşun, o belli zamana has olduğunu da bilmemesi gerekir. Böylece de bu
kapalı delili bilmeyen insanların çoğunun, zikrettiğimiz hususları mümkün
görmeleri ve bunun
meydana gelmesinin kesinlikle
imkânsız olduğunu söylememeleri
gerekir. Ama biz, onların, bunların meydana gelmesinin kesinlikle imkânsız
olduğunu söylediklerini gördüğümüze göre, sizin zikrettiğiniz hususun yanlış
olduğunu anlamış oluyoruz.
b)
Şayet biz,
peygamberlerin davet (tebliğ) zamanlarında böylesi şeylerin meydana gelmiş
olduğunu kabul edersek, o zaman da, bundan dolayı peygamberliğin doğruluğunu
öne sürmek, asılsız olmuş olur. Çünkü âsânın ejderhaya dönüşmesi mümkün olunca,
gördüğümüz şu şahsın da, önceden gördüğümüz şahıs olmadığı; aksine Cenâb-ı
Hakk'ın o ilk (önceki) şahsı birdenbire yok edip, bütün sıfatları itibarı ile
ona denk olan başka bir şahıs yaratması da mümkün olur. Böyle olması halinde
bizim, şu anda müşahede ettiğimiz şeyin, dün görmüş olduğumuz şeyin aynısı
olduğunu bilmemiz mümkün olmaz. Bu durumda ise, Hz. Musa,
İsa ve Muhammed (a.s)'i gören kimseler hakkında, "Bu şahsın,
onların dün görmüş olduğu şahıs olup olmadığı hususunda" bir şüphe
bulunmuş olur. Bunu caiz görmenin ise, nübüvvet ve risalet hususunda bir zarara
yol açacağı malumdur.
c) Bu zaman, her ne kadar mu'cizeierin izhar edileceği
bir zaman değilse de, size göre kerametlerin izhar edilebileceği bir zamandır.
Dolayısiyle sizin onu caiz görmeniz gerekir. İşte bu makamdaki sözün tamamı
budur.
[155]
Bil ki, normal
âdetlerin mecralarından çıkarak değiştiğine hükmetmek, zor ve müşkil bir
meseledir. Alimler bu hususta çaresiz kalmışlardır. Bu hususta ilim sahibi
kimselerinse, üç görüşü bulunmaktadır:
[156]
Birinci görüş: Bu,
bunu mutlak manada mümkün gören kimselerin görüşüdür ki, bu biz ehl-i sünnet
alimlerinin benimsediği görüştür. Bu böyledir, zira bu alimler, daha önce bir
madde, bir zaman, bir asi ve bir terbiye bulunmaksızın, insanın, çeşitli
canlılarınve bitkiler bir anda meydana gelmesini caiz görmüşlerdir. Yine
onlar, "cevher-i ferd"in, herhangi bir bünye, bir mizaç, bir rutubet
ve bir terktb bulunmaksızın, âlim, kadir, akıllı ve kahir olan bir canlı
olmasını caiz görmüşlerdir. Aynı şekilde onlac, gözleri sapasağlam olan bir
insanın, gündüzün ortasında gökteki güneşi göremeyebilirken, Endülüs'te bulunan
bir âmânın gece karanlığında en doğuda bulunan bir bölgeyi görebilmesini makul
ve mümkün görmüşlerdir, işte bu, bizim âlimlerimizin görüşüdür.
[157]
İkinci görüş: İkinci
görüş, Tabiatçı felsefecilerin görüşüdür. Buna göre bu husus, mutlak olarak
imkânsızdır. Onlar, hususî bir tarzın ve muyayyen bir yolun dışında, bu tür
şeylerin meydana gelmesinin ve varlık alemine dahil olmasının caiz olmadığını
iddia ederek şöyle demişlerdir: İşte ancak bu yolla, kendimizden daha önce
bahsettiğimiz bilgisizlikleri ve açıklayıp beyan ettiğimiz imkânsızlıkları
iltizam edip üstlenmeyi savuşturmuş oluruz.
Bil ki felsefeciler,
her ne kadar bu hususu savuşturduklarını iddia etmişlerse de, ancak ne var ki
gerçekte bu husus, savuşturulması mümkün olmayan bir lüzum ve gereklilikle
onlara gerekmektedir. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz: Bu âlemde meydana gelen
bu hadiseler, ya hiç bir müessir olmadan meydana gelmiştir, veyahut da bir
müessirden dolayı meydana gelmiştir. Her iki duruma göre de, bizim bahsetmiş
olduğumuz görüş gereklidir. Bu hadiselerin, bir müessir olmadan meydana
geldiklerine hükmetmemiz durumunda, bu görüş aklın sarahatiyle bâtıl olur.
Ancak ne var ki, onun olabilirliğini söylememiz halinde de, bahsedilen ilzam,
aynı şekilde gereklidir. Zira biz, eşyanın herhangi bir müessir ve mucid
bulunmaksızın meydana geldiğini tecviz ettiğimizde, o zaman, ana-baba olmadan
bir insanın meydana gelebileceğini, bir dağın, altına dönüşebileceğini ve bir
denizin de kana dönüşebileceğini caiz görme hususundan nasıl emin olunabilir?
Çünkü, herhangi bir müessir olmaksızın bazı şeylerin meydana geleceğini caiz
görmek, akla göre herhangi bir müessir olmaksızın başka şeylerin meydana
gelmesini caiz görmekten daha uzak bir ihtimal değildir. Binaenaleyh, bu
durumda, bahsedilen ilzamın gerekli olduğu sabit olmuş olur.
İkinci takdire
gelince, ki bu, bu alemin bir müessir ve müdebbirinin bulunduğunu kabul
etmektir. Bu müessir, ya mücib-i bizzat olur, veyahut da hür ve irade sahibi
bir fail-i muhtar olur. Birinci ihtimalin olması halinde, bahsedilen ilzamlar gereklidir.
Bunu şu şekilde açıklayabiliriz: O, müessir olup ve O'nun tercih edişi de, zatı
gereği mucib olmasından ileri gelince, o zaman, muayyen bir hadisenin, içinde
meydana geldiği muayyen bir vakte tahsis edilmiş olduğunu kesinlikle söylemek,
ancak felekî şekillerin farklı olması sebebiyle, bu alemin hadiselerinin de
farklı farklı meydana gelmeleri sebebiyledir. Çünkü bu mana nazar-ı dikkate
alınmazsa, o zaman kadîm ve devamlt olan illetin, sonradan olan ve değişen
neticenin meydana gelişinin sebebi olması imkânsız olurdu.
Bu da sabit olunca biz
deriz ki: Felekte, ana-babadan olmaksızın, insanın bir anda meydana gelmesini,
dağla ilgili misalde, dağın maddesinin altına veya canlı bir şekle dönüşmesini
gerektiren acaib bir şeklin meydana gelmesinden nasıl emin olu-nulabilir? Bu
durumda da, bahsedilen bütün ilzamlar geri dönmüş olur.
ikinci ihtimalin
olması halinde, -ki bu, alemin bu müessir ve müreccthinin bir fail-i muhtar
olması halidir- bu durumda da bahsedilen o şeylerin tamamının muhtemel ve
imkân dahilinde olduğunda, hiçbir şüphe bulunmamaktadır. Zira, şöyle denilmesi
İmkânsız değildir: û Fail-i Muhtar, insanı, bir ana-babadan olmaksızın, kendi
iradesiyle bir anda yaratmış, dağın maddesini altına, denizi de kana
dönüştürmüştür. Böylece, felsefecilerin, bizim aleyhimize getirmiş oldukları o
şeylerin tamamının, bütün durumlara ve bütün fırkalara göre söz konusu olduğu,
ve bunun kesinlikle savuşturulamıyacağı sabit olmuş olur.
[158]
Üçüncü görüş: Bu,
Mu'tezile'nin görüşüdür. Çünkü Mu'tezile, bazan örneklerde, harikulade şeylerin
olabileceğini ve normal şeylerin tabiî akışlarından çıkabileceğini kabul ederler.
Mesela, mutezilî âlimlerin ekserisi, ana-baba olmaksızın, insanın bir anda
meydana gelebileceğini; suyun, ateşe dönüşebileceğini veya ateşin su
olabileceğini ve tohumsuz olarak, ekinin biteceğini mümkün görürler. Ama onlar,
"cevher-i ferd"in, ilim, kudret ve hayat ile vasfedilmesini caiz
görmezler. Aksine, bu tür şeylerin sahih olmasının, hususî bir bünyenin ve
hususî bir mizacın bulunmasına bağlı olduğunu söylerler. Yine onlar, görme
organının sapasağlam, görülen şeyin mevcut olması ve çok fazla yakın ve çok
fazla uzaklığın söz konusu olmaması halinde, görme işinin meydana
gelebileceğini, bu şartlar bulunmadığı zaman, görme işinin, idrakin
olmayacağını iddia etmişlerdir. Netice olarak diyebiliriz ki Mu'tezile, bazı yerlerde,
âdetlerin seyrini nazar-ı dikkate almaz, onların başka hallere dönüşmesinin
mümkün olacağını ve böylece, harikulade hallerin meydana gelebileceğini öne
sürerler. Ama bazı misallerde ise, onun öyle olmasının vacib olduğunu,
zevalinin ve başka bir hale dönüşmesinin imkânsız olduğunu ileri sürerler.
Alimlere göre
Mu'tezile'nin, sabit bir kanunu ve malum olan bir kaidesi bulunmamaktadır.
Binaenaleyh, muhakkak ki onların görüşleri, bozukluğa en fazla kapı açan bir
görüştür.
Sen bu tafsilatı iyice
anladığın zaman biz diyoruz ki, cisimlerin zatları, mahiyetlerinin tamamında
birbirlerine benzerler. Binaenaleyh, bir şey hakkında doğru olan her şey, onun
benzeri için de doğru olur. Öyleyse, başkası için doğru olanın, bütün cisimler
için de doğru olması gerekir. Bu sebeple, bazı maddeler için bazı sıfatlar
doğru olunca, o sıfatın benzeri sıfatların da bütün maddeler için doğru olması
gerekir. Durum böyle olunca, âsâ (değnek)'nın maddesi, kendileri nazar-ı dikkate
alındığında, bir ejderha olabilen sıfatları kabul etmiş olur. Durum böyle olunca
da, "âsâ"nın. büyük bir ejderhaya dönüşmesi, hadd-i zatında mümkün
olan bir iş olmuş olur. Allah Teâlâ'nın, bütün mümkinata kadir olduğu sabittir.
Dolayısiyle O'nun, "âsâ"yı büyük bir ejderhaya dönüştürmeye kadir
olabileceğine kesinkes hükmetmek gerekir ki, işte elde edilmek istenen netice
de budur.
Bu delil, daha önce
geçmiş olan şu üç mukaddimenin isbat edilmesine dayanır:
a)
Cisimlerin,
mahiyetlerin tamamı bakımından, birbirlerine benzediklerinin isbat edilmesi;
b)
Bir şey
hakkındaki hükmün, o şeyin mislinin de hükmü olduğunun isbat edilmesi;
c) Allah Teâlâ'nın, her türlü mümkinata kadir olduğunun
isbat edilmesi..
Her ne zaman, bu üç
mukaddimenin doğruluğu hususunda bir delalet bulunursa, işte o zaman tam bir
netice elde edilmiş olur. Allah en iyi bilendir.
[159]
Cenâb-ı Hak, "Bir
de ne görsünler, o tam bir ejderha.." buyurmuştur. Bütün dil alimlerinin
görüşüne göre "âsâ" kelimesi müennes, iri yılan manasına,
gelen sü'ban kelimesi ise, müzekkerdir. ama, bunun büyüklüğünün miktarı
hususuna gelince bu,
Kur'ân'da zikrediimemiştir. Bunun
sıfatı hakkında müfessirlerden
pekçok şey nakledilmiştir. Mesela, İbn
Abbas'tan, "Bunun seksen zira {lık bir alanı) doldurduğu, Firavun'u
yutmak için, onun üzerine hücum ettiği, bunun üzerine Firavun'un kaçarak
tahtına sığındığı ve hatta altına kaçırdığı, halkın şaşırıp paniğe kapıldığı,
onlardan yirmibeşbin kişinin öldüğü" nakledilmiştir. Bunun, iki çenesinin
arasının kırk "zira" olduğu, alt çenesini yere, üst çenesini de köşkün surları
üzerine koyduğu, Firavun'un, "Musa! onu tut! Sana iman ediyorum!"
diye bağırdığı, Hz. Musa da onu tutunca, eskiden olduğu gibi "âsâ"
haline geldiği de nakledilmiştir.
[160]
Sü'bân kelimesinin,
mubîn (tam, apaçık) diye tavsif edilmesi hususunda da, şu açıklamalar
yapılmıştır:
1) Bu, bunu, sihirbazların sebebini bilmeyenlerin
gözlerini boyamak için yapmış olduğu şeylerden ayırmak için getirilmiştir. İşte
böylece, peygamberlerin mu'cizeleri, çeşitli hile ve göz boyamalardan
ayırdedilmiş olur.
2) Bundan maksad şudur: Onlar, onun bir ejderha olduğunu
müşahede ettiklerinde, bu husustaki iş, onlara karışık olmamış olur.
3) "Bu ejderha, Hz.
Musa (a.s)' m davasının yalancı
iddiacıların görüşünden tamamen başka olduğunu ortaya koyduğu için
"ayırdeden" anlamında mubîn denilmiştir,
Ayetteki "Elini çıkardı" cümlesinde geçen
nez' kelimesi, Arapça'da bir şeyi yerinden çıkarmak demektir. Şu halde
"elini çıkardı" ifadesi, "elini cebinden veya koynundan
çıkardı" manasında olur. Bunun böyle olmasının delili "elini koynuna
sof..."(Nemi, 12) ve "Bir de elini koynuna sok da, o ayıpsız ve
bembeyaz bir halde çıkıversin..." (Tâ-hâ, 22) âyetleridir.
[161]
Cenâb-ı Hakk'ın, "ne görsünler, o da bakanlara ışık saçan pırıl
pırıl bir el..." beyanına gelince, İbn Abbas, bu elin gökle yer arasını
aydınlatacak bir parlaklığa sahip olduğunu söylemiştir. Bil ki, beyazlık bir
kusur gibi olunca, Cenâb-t Hak, bu âyetin dışındaki yerlerde, onun bir kusur
olmadığını beyan etmiştir.
Buna göre şayet,
"Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesindeki lâm harf-i cerri neye taalluk
etmiştir?" denilirse, biz deriz ki:
Bu, beyzâ kelimesine
taalluk eder. Buna göre âyet-i kerimenin manası, "Bir de ne görsünler, o,
bakan kimseler için pırıl pırıl bir şeyi" şeklinde olur. Bu beyazlık, pek
tuhaf şeyleri görmek için toplananlar gibi halkın etrafına toplandığı, olağan
dışı bir beyazlık ve parlaklık olmadıkça, "toplanıp bakanlar için
parlak" sayılmaz.
[162]
Burada geriye birkaç
bahis kalmıştır:
a)
"Âsâ'nın
büyük bir ejderhaya dönüşmesi, kaç yönden mu'cize oluşa delalet eder?
b) Bu mu'cize mi daha büyük, yoksa "yed-i
beyzâ" mu'cizesi mi? Biz, Tâ-hâ suresinde, bu iki soru hakkında uzun uzun
açıklamalarda bulunmuştuk.
c) Tek bir mu'cize yeterlidir. O halde, bu iki mu'cizeyi
birden izhar etmek abes olur.
Cevap: Delillerin
çokluğu, yakînin meydana gelip, şekkin yok olması hususunda bir te'kid ve
kuvvet ifade etmektedir. Bazı dinsizler şöyle demiştir: Gerek sü'bân ve gerekse
"yed-i beyzâ" mu'cizesinden maksad aynı olup, o da şudur: H z.
Musa'nın delili kuvvetli idi, apaçık idi ve kesin idi... Dolayısiyle o hüccet,
muhaliflerin görüşlerini iptal etmiş ve onların yanlış olduğunu ortaya koymuş
olmast bakımından, âdeta haktan sapmış kimselerin delillerini yutan bir ejderha
gibi olmuş olur. O hüccet, haddizatında çok açık ve net olduğu için de,
"yed-i beyzâ" diye vasıflanmıştır. Bu tıpkı örfte, "tam bir
kuvveti ve apaçık bir derecesi vardır" manasında olmak üzere "falan
kimsenin falanca ilimde yed-i beyzası vardır" denilmesi gibidir.
Bil ki, bu iki
mu'cizeyi böylesi bir manaya almak, tevatürü kabul etmemek, Allah ve
Resûlullah'ı yalanlamak demektir. Biz, "asâ"nın, haddizatında bir
yılana dönüşmesinin mümkün bir iş olduğunu beyan edince, hangi sebep bizi böyle
bir te'vil yapmaya sevkedebilir?
Allah Teâlâ, Hz. Musa
(a.s)'aşu iki tür mu'cizeyi verdiğini zikredince, Flra-vun'un kavminin,
"Bu, bilgili bir büyücüdür" dediklerini nakletmiştir. Onlar böyle
demişlerdir; zira, o zamanda sihir çok revaçta idi. Hiç şüphesiz, sihirbazların
dereceleri de birbirinden farktı idi. Yine muhakkak ki onların arasında, bu
ilimde 2irveye çıkmış ve sona ulaşmış kimseler de bulunuyordu. İşte, bu sebeple
Flravun'un kavmi, Hz. Musa'nın, sihir ilminde zirveye çıkmış olduğu için,
böylesi bir şeyi yapabildiğini iddia etmiş, sonra da onun bu sihri, ancak
hükümdarlık ve liderlik peşinde olduğu için yaptığını ileri sürmüşlerdir.
[163]
İmdi şayet,
"Cenâb-ı Hak, "Bu, bilgili bir büyücüdür" ifadesini, Şuarâ suresinde
Firavun'un, kavmine söylediğini; burada ise bu sözü, Firavun'un kavminin
söylediğini nakletmiştir. O halde bu iki ifade nasıl bağdaştırabilir?"
denilirse, buna şu iki yönden cevap verilir:
a) Bu sözü, hem Flravun'un, hem de kavminin söylemiş
olması imkânsız değildir. Böylece de Allah Teâlâ, Flravun'un sözünü orada
(Şuarâ, 34); kavminin sözünü de burada nakletmiştir.
b) Belki de, önce Firavun bu sözü söylemiş kavminin
ileri gelenleri de bu sözü Firavun'dan alarak başkalarına söylemiştir.
Veyahut da, o ileri gelenler Firavun'un bu sözünü, diğer insanlara duyurmak
için, ondan nakletmişlerdir. Çünkü hükümdarlar, bir şey hakkında karar
verdiklerinde, bunu kendilerine yakın kimselere söylerler, onlar da onu halka
duyururlar. İşte burada da böyledir.
Ayetteki, o halde,
görüşünüz nedir?" sözü ite ilgili olarak Zeccâc şu üç izahı yapmıştır:
a) Firavun'un kavminin ileri gelenlerinin sözü, âyetteki
"Bu sizi yurdunuzdan çıkarmak isteyen, bilgili bir büyücüdür" deyince tamamlanmıştır. Söz tamamlanınca,
Firavun onlara cevap vererek, "O
halde görüşünüz nedir?" demiştir. Alimler bu görüşün doğruluğuna şu iki
şekilde istidlal etmiştir:
1) Ayetteki, "O halde görüşünüz nedir?" sözü,
tek kişiye değil, bir topluluğa hitaptır. Dolayısiyle bunun, Firavun'un,
kavminin ileri gelenlerine söylemiş olduğu bir söz olması gerekir. Eğer biz bu
sözü, kavminin ileri gelenlerinin ona söylediği bir söz kabul etsek, o zaman
onlar ona, cemî sîgası ile değil, müfred sîgası ile hitap etmeliydiler.
Bu delile şöyle cevap
verilir: "Onların, Firavun'un şanını yüceltmek maksadı ile, ona cemî
sîgast ile hitap etmiş olabilirler. Çünkü büyük ve ulu kimseler için, cemî
zamirler kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kur'ân-ı biz indirdik. Onun koruyucuları
da şüphesiz biziz" (Hicr, 9);"Nuh'u biz (peygamber olarak)
gönderdik" (Nuh, 1) ve "O (Kur'ân'ı) biz Kadir gecesinde
indirdik" (Kadir, 1) buyurmuştur.
2) Ayette, "O halde görüşünüz nedir?"
denilince, bundan sonra "Dediler ki: "Onunla kardeşini alıkoy" (A'râf, m) Duyurulmuştur. Şüphesiz bu,
kavmin sözüdür. Bu söz, onların, "O halde görüşünüz nedir?"
şeklindeki sözlerine cevap olarak
söylenmiştir. Dolaytsiyle, "O
halde görüşünüz nedir?" sözünü
söyleyenlerin,
"onunla kardeşini alıkoy" diyenlerden başka olması gerekir. İşte bu
da, "O halde görüşünüz nedir" ifadesinin, Firavun'un kavminin ileri
gelenlerine ait olmadığını gösterir.
Bu delile de şu
şekilde cevap verilebilir: Kavmin, "Bu,... bilgili bir büyücüdür"
demeleri; sonra da Firavun'a ve onun ileri gelen adamlarına "O halde
görüşünüz nedir?" demiş olmaları, daha sonra da bunun peşisıra,
"Onunla kardeşini alıkoy" demiş olmaları uzak bir ihtimal değildir.
Çünkü genelde, görevliler ve tâbi olanlar, meseleyi arzedip buyurma yetkisini
önce lidere bırakırlar, ama müteakiben fayda gördükleri, akıllarına gelen
teklifleri sunarlar..
b) Ayetteki, "O halde görüşünüz nedir?" ifadesi, Firavun'un kavminin sözünün
devamıdır. Bunun böyle olduğuna şu iki şekilde delil getirilmiştir:
1) Bu söz, arada herhangi bir fasıla olmaksızın, kavmin
sözüne atfedilmiştir. Dolaytsiyle bunun, onların sözlerinin devamı olması
gerekir.
2)
Emir vermede,
derece (ve makam) nazar-ı dikkate alınır. Bundan dolayı, "O halde
görüşünüz nedir, ne buyurursunuz?" ifadesinin, daha aşağı makamda olanın,
yukarıda olana karşı bir hitabı olması gerekir. Binaenaleyh bu, bu
sözünFi-ravun'un kavminin, ona söyledikleri sözün devamı olması gerekir.
Bu ikinci görüşe de şu
şekilde cevap verilir: Hizmet edilen lider, yanında bulunan adamlarına bazan,
"Görüşünüz nedir, ne buyurursunuz (tavsiye edersiniz?)" diyebilir.
Onun böyle söylemekten maksadı ise, onların kalplerini hoşnud etmek,
gönüllerini ferahlandırmak ve kendisinin onlara dpğer verip, güvendiğini ortaya
koymaktır.
Sonra bu sözün, kavmin
Firavun'a söyledikleri sözün devamı olduğunu söyleyenler, şu iki şeyi de
söylemişlerdir:
Birincisi: Bu hitaba
muhatab olan, sadece Firavun'dur. Çünkü kendisine itaat edilen lidere, "Bu
hadisedeki görüşünüz nedir?" denilir. Bu, "Senin görüşün nedir?"
manasındadır. Böyle söylemekten maksad ise. onun âdeta bir cemaat yerine
geçtiğini belirtmektir. Bunun gayesi, onun mükemmel olduğuna, şanının ve halinin
yüceliğine dikkat çekmektir.
İkincisi: Bu hitaba,
Firavun ve onun ileri gelen büyük devlet adamları muhataptırlar. Çünkü buyurma
yetkisi onlardadır. Allah en iyi bilendir.
[164]
"Dediler ki:
"Onunla kardeşini alıkoy. Şehirlere adamlar yolla da mahir sihirbazların
hepsini toplayıp sana getirsinler." Sihirbazlar Firavun'a geldi ve dediler ki:
"Eğer biz ona galip gelirsek, elbet bize bir mükâfaat var değil mi?"
Firavun, "Evet ve siz, muhakkak ki (benim) en yakınlarımdan olacaksınız"
dedi" (A’raf,
111-114).
Bil ki bu âyetle
ilgili birkaç mesele vardır:
[165]
Nafî ve Kisâî, hemzesiz, he harfinin kesresi ile ve "işba"
(tam telaffuz ederek) kelimeyi er Asım
ile Hamza, hemzesiz ve he
harfin: ile ercih; İbn Kesir, İbn
Amir ve Ebu Amr ise. hemzeli olarak ve he harfinin
zammesi ile ercihu şeklinde okumuşlardır. Sonra İbn Kesir, he harfini aslı
üzere tam telaffuz ederken, diğerleri "işba" yapmamışlardır.
Vahidî (r.h) şöyle demiştir: "Bu
kelime gerek hemzeli, gerekse hemzesiz olarak kullanılır. Nitekim, birşeyi
geriye bırakttğtnda ve (işi geri
bıraktım) denilir. Hak Teâlâ'nın, "Diğer bir kısmı hakkındaki hüküm ertelenmiştir"
(Tevbe, 106) ve "Onlardan,
dilediğini geri bırakırsın" (Ahzâb, 51) âyetlerinde de böyledir. Bu iki âyette,
kelime her iki şekilde de okunmuştur" Asım ve Hamza'nın, bu kelimeyi
hemzesiz ve he harfinin sükûnu ile okuyuşları hususunda Ferrâ şöyle demiştir:
"Bu, Arapların dilidir. Onlar, makabli (öncesi) harekelendiği zaman, vasıl
(geçiş) halinde zamir olan he üzerinde dururlar." Ferrâ şu şiiri
nakletmiştir: "Bu gün ıslah eder, yarın ise onu bozar..." O şöyle
demiştir: "Araplar müenneslik tâ'sını da aynı şekilde okuyarak "Bu
Talha'dır, işte geldi" derler. Yine Ferrâ,
buna delil olarak şu mısraı nakletmiştir: "Ne, rahatlığın ne de tokluğun
bulunmadığını gördüğünde..." Vahidî daha sonra şöyle demiştir:
"Bas-ralılara göre, bunun kıyas bakımından bir benzerliği
yoktur."Zeccâc ise: "Bu, kimin söylediğini bilmediğimiz bir şiirdir.
Eğer bunu belli bir şair söylemiş olsaydt, ona "açıkça hata ettin"
denilirdi.
[166]
Ayetteki ercih
"alıkoy" kelimesinin tefsiri hususunda şu iki izah yapılmıştır:
a) "İrca", "geri bırakmak, tehir
etmek" manasmdadır. Buna göre âyetin manası, "Onu geri bırak, tehir
et" yani "onun işini geciktir, onun hakkında hüküm vermekte acele
etme. Yoksa senin acelen, aleyhine bir delil olur" şeklindedir. Bu sözden
maksad şudur: "Onlar, Hz. Musa'nın görüşünü iptal etmede daha kuvvetli
olsun diye, onun mucizesini, kendilerinin sihirleriyle karşılaştırma çabasına
girmişlerdir.
b) Kelbî ve Katâde'nin görüşüne göre, bu kelime
"Onu alıkoy, hapset" manasmdadır. Muhakkik alimler, bu görüşün şu
iki sebepten ötürü zayıf olduğunu söylemişlerdir:
Birincisi: Arapça'da
"irca", "hapsetmek" değil, "tehir etmek" manasmdadır.
İkincisi: Firavun,
Hz. Musa'nın asasının durumunu gördükten sonra, Hz. Musa'yı hapsetmeye kadir olamazdı.
[167]
Ayetteki
"Şehirlere adamlar yolla, mahir sihirbazları toplayıp sana
getirsinler" ifadesi ile ilgili iki mesele vardır:
Bu âyet, o zamanda
sihirbazların fazla olduğunu gösterir. Aksi halde, "Şehirlere toplayıcılar
yolla da, mahir sihirbazların hepsini sana getirsinler" denilmesi doğru
olmazdı. Bu ifade, mahlûkatın insanların nübüvvete karşı münazara etme (karşı
koyma) imkânının mevcut olduğunu; bunun mümkün olması halinde nübüvvetin
olmayacağına, fakat bu imkânsız olunca nübüvvetin de doğru olacağına delalet
eder.
Sihrin ne olduğunu,
bunun bir hakikatinin bulunup bulunmadığını, hatta bunun sırf göz boyama
olduğunun izahına gelince, bu husustaki detaylı bilgi Bakara suresinde
geçmişti.
[168]
Vahidî, Ebu'l-Kasım
ez-Zeccâcî'den şöyle dediğini nakletmiştir; "Alimlerimiz, Medîne
kelimesi hususunda şu üç görüş üzere ihtilaf etmişlerdir:
Birinci görüş: Bu
kelime, feîle vezni üzeredir. Çünkü Medîne kelimesi, Arapların, bir kimse bir yerde
durduğu zaman söylemiş oldukları. tabirinden alınmıştır. Bu görüşün sahibi, kurrâ'nın medâin
kelimesini hemzeli olarak okumaları hususundaki ittifaklarıyla istidlal
etmiştir "Medâin" kelimesi mefâil kalıbmdadır. Bu tıpkı, sahîfe
(cem'i sahâif); sefine (cem seîâin) kelimeleri gibidir. Ya harfi, kelimenin
müfredinde zaid olduğu zaman, çoğulunda hemze olarak yazılır. Mesela, kabîle
(cem'i kabâil) kelimeleri gibi. Ama, yj harfi kelimenin aslından olduğu zaman, çoğulunda hemze
yapılmaz. Mesela, (cem'i ) kelimeleri gibi.
İkinci görüş: kelimesi,
kalıbmdadır. Bu izaha göre "medîne" limesinin izahı, "memluke"
(kendisine malik olunulmuş) demektir. Buna göre "med ne" kelimesi,
Arapların "ona malik oldu" tabirinden alınmıştır. Binaen; leyh bizim,
Medîne sözümüz, tıpkı maîşe kelimesinin âşe (yaşadı) kelimesinde alınması gibi,
dâne fiilinden alınmadır. Bu kelimenin çoğulu, tıpkı hemzesiz ol meâyiş
kelimesi gibi, mefâil kalıbından medâyin'dir. Bu kelime, hüküm-dariarın kem
sinde hüküm sürdüğü mekânın ve yerin adı olmuş olur. Yani, "Hükümdar, orar
halkını yönetmiş ve onları hakimiyeti altına almıştır" demektir.
Üçüncü görüş:
Müberrid şöyle demektedir:
"Medine" kelimesinin dır. Bu kelime Arapların, bir kimse bir yeri
idare edip orayı ezip geçtiğinde söylediği ifadesinden alınmıştır. Araplar, ya harfinin
üzerinde dammeyi ağır buldukları için ya harfini sakin kılıp, harekesini
kendinden önceki harfe vermişlerdir. Böylece iki sakin bir araya gelmiştir.
Bunlar, mef'ul vavı oian zâid vav ile, kelimenin aslından olan ya harfleridir.
Böylece, zaid olduğu için vav hazfedilir. Çünkü, zâid olanı hazfetmek, aslî
olan harfi hazfetmekten daha evlâdır. Daha sonra da, ya harfinin binası sahih
ve sağlam olsun diye, dâl harfini kesrelemişlerdir. Kendisinden önceki harfin
harekesi damme olduğu için, vava çevrilmemiştir. Zira böyle yapılsaydı, vavlı
olan kelimeler ya'lı olan kelimelerle karışırdı. Mebî1 (satılan), mehît
(dikilen) ve mektl (ölçülen) kelimelerindeki hüküm de böyledir."
Daha sonra Vahidî
şöyle demiştir: "Bu hususta en doğru olanı, bu kelimenin, feîle vezninde
olmasıdır. Çünkü kurrâ, Medâin kelimesini hemzeli okuma hususunda ittifak
etmişlerdir."
[169]
Cenâb-ı Hak, "Şehirlere toplayıcılar
yolla da..." buyruğu ile "Mısır toprağının beldelerine,
oradaki sihirbazları toplayıp sana getirmeleri için, adamlar gönder"
manasını kastetmiştir. İbn Abbas şöyle demektedir: "Sihirbazların en önde
gelenleri, Mısır toprağının en uzak beldelerinde bulunuyorlardı." Kâdî
de, İbn Abbas'tan şunu nakletmiştir: "Bu sihirbazlar, reisleri hariç,
yetmiş kişiydiler. Onlara sihiri öğreten, Yunus (a.s)'in beldesi olan Ninovalı
bir mecusî idi. Ninova, Musul'da bir beldedir." Ben derim ki, böyle bir
nakil, müşkil ar-zetmektedir. Çünkü mecûsiler, Zerdüşt'e tâbi olan kimselerdir.
Zerdüşt ise, hiç şüphesiz, Hz. Musa'dan
sonra gelmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Mahir sihirbazların hepsini sana getir-sinler" buyruğuna gelince; bu
hususta birkaç mesele vardır:
[170]
Hamza ve Kisâî, diğer
kıraat imamları ise, şeklinde okumuşlardır. şeklinde okuyanların delili
şudur: Allah, o sihirbazları "mahir" olmakla vasfetmiştir.
Allah'ın onları bu sıfatla vasfetmiş olması, onların bu hususta zirveye
çıktıklarına ve bu konuda iyice mahir olduklarına delalet eder. İşte bundan
dolayı, onların, sihirde son derece ileri gitmiş olmayı ifade eden jlk- (çok
iyi sihirbaz) kelimesiyle vasfedilmesi yerinde olmuştur.
Bunu sâhir şeklinde
okuyanların delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sihirbazlar secdeye
kapandılar" (A'râf, 120) ve "Umarız ki... kendi büyücüler (İmiz)e
uyarız" (Şuara, 40) şekilndeki
âyetleridir. kelimesi, tıpkı (katip-kâttpler) (facir-facirler) kelimesi gibi,
kelimesinin çoğuludur. Bu görüşte olanlar, Cenâb-ı Hakk'ın "halkın
gözlerini büyüledüer" (A'râf, 116) buyruğu ile de istidlal etmişlerdir.
Zira, seherû kelimesinin ismi faili, sâhir kelimesidir.
[171]
Hak Teâlâ'nın ifadesindeki
bâ harf-i cerrinin (beraber) manasında
olması muhtemel olduğu gibi, bunun geçişli kılmak için getirilmiş bir bâ olması
da muhtemeldir.
[172]
Bu âyet,
sihirbazların, o zamanda çok fazla olduklarına delalet eder. Bu da, kelamcılann
ileri sürmüş oldukları şu hususun doğruluğuna delalet eder: "Allah Teâlâ, her peygamberin mu'cizesini,
o zamanda yaşayanların çok rağbet edip üstün tuttukları şey cinsinden
yapmıştır. Binaenaleyh. Hz. Musa zamanındaki kimselere büyü ve sihir galip
gelip revaçta olunca, onun mu'cizesi de, her ne kadar hakikat bakımından büyüye
ters ise de, sihre benzer bir biçimde olmuştur. Hz. İsa zamanındakilere, tıp
ve hekimlik galip gelip bu revaçta olunca, O'nun mu'cizesi de, tıp cinsinden
olmuştur. Hz. Muhammed (s.a.s) zamanındakilere de fesahat galip olunca, hiç
şüphesiz O'nun mu'cizesi de fesahat ve belagat cinsinden olmuştu:
Daha sonra
Cenâb-ı Hak, "sihirbazlar Firavun'a geldi ve dediler
ki: "Eğer galib olacak olanlar biz olursak, elbet bize bir mükâfaat var değil
mi?" buyurmuştur. Bu ifadeyle
ilgili birkaç mesele vardır:
[173]
Nâfî, İbn
Kesir ve Asım'ın ravisi Hafs, bir haber cümlesi olmak üzere, elifin
kesresiyle şeklinde; diğer kıraat imamları ise, istifham cümlesi olarak
"bize var... değil mi?" şeklinde okumuşlardır.
Sonra, bunu istifham
cümlesi olarak okuyanlar da, (bu okuyuşta) ihtilaf etmişlerdir. Mesela Ebu
Amr, aslı üzere med edilen bir hemze ile okurken, diğerleri iki hemze ile
okumuşlardır. Vahidî (r.h) şöyle demiştir: "Burada, istifham olan, en
güzel okuyuştur. Çünkü onlar (bu hususta) kendileri için bir ücret ve mükâfaat
olup olmadığını bilmek istiyorlardı. Ve onlar, kendilerine bir mükâfaatın
verileceğine kesin gözüyle bakıyorlardı. Bu kıraati, kıraat imamlarının Şuara
süresindeki (Şuarâ, 41) sözündeki
hemzenin istifham hemzesi olduğu hususunda ittifak etmiş olmaları da
kuvvetlendirir. Nâfi ve İbn Kesir'in delilleri de şudur: Onlar da, istifham
manasını murad etmişlerdir. Ancak ne var ki onlar, istifhamı lafızdan
haz-fetmişlerdir. Çünkü bazan, her ne kadar mana bakımından kalsa bile,
istifham hemzesi lafzından bazan düşürülebilir. Bu, mesela "Başıma
kaktığın nimet" (Şuara, 22) âyetinde olduğu gibidir. Çünkü pek çok alîm.
bunun ma naşının istifham edatıyla olmak üzere, "... o nimet mi?"
şeklinde okluğu kanaatindedirler. Yine bu husus, "Bu benim rabblmdir"
(Enam, 77) ifadesinde de böyledir. Çünkü bu tabirin takdiri, "Bu mu
benim Rabbim..." şeklindedir. Yine bundan muradın, sihirbazlar, kendileri
için büyük bir mükâfaat belirlemişlerdir" şeklinde olduğu da ileri
sürülmüştür. Zira onlar, "Bize mutlaka bir ücret ve mükâfaat
verilmelidir" demişlerdir.
kelimesinin belirsiz olması, çokluk ve fazlalık ifade eder. Bu tıpkı
Arapların, "çokluk, fazlalık" manasını kastederek, (onun, nice develeri vardır, onun nice
koyunları vardır) demeleri gibidir.
[174]
Bir kimse şöyle
diyebilir: "Ayette "sihirbazlar Firavun'a geldiler ve hemen...
dediler" denilmeli değil miydi?"
Cevap: Bu, birisi
"onlar ona geldiklerinde ne dediler?" diye sormuş, o kimseye de,
"elbet bize bir mükâîaat var değil
mi?" diye cevap verilmiştir. Yani, "Galib gelenlere ücret
vardır" demektir...
Şayet
"Ayetteki, siz muhakkak ki (benim) en yakınlarımdan olacaksınız"
ifadesi, ma'tufdur (bir başka söz üzerine atfedilmektedir). O halde ma'tutun
aleyh olan kelime hangisidir?" denilirse, şöyle cevap verilir: Bu ifade,
mahzuf olan bir söze atfedilmiş olup, cevap verme edatı olan "evet"
kelimesi, o sözün yerini tutmuştur. Sanki Firavun, onların "Elbet bize bir
mükâfaat var değil mi?" şeklindeki sözlerine cevap vererek, "Evet,
sizin için muhakkak bir mükâfaat var ve siz muhakkak ki en yakınlarımdan
olacaksınız" demiştir. Yani Firavun "size sadece mükâfaat vermekle
yetinmeyip fazlasını da vereceğim. Bu fazlalık, benim sizi, katımda en
yakınlarımdan kılmamdır" demek istemiştir. Ke-lamcılar ise şöyle
demişlerdir: "Bu, mükâfaatın yerinin ancak o saygı ve tazim ile birlikte
bulunduğu zaman büyük olduğuna delalet eder. Bunun delili şudur: Firavun onlara
mükâfaat vadedince, bu mükâfaata, ta'zim ve saygıya delalet eden şeyi ilave
etmiştir. Bu da, onların Firavun'a yakınlık kazanmalarıdır."
[175]
Ayet-i kerime, o
zamanki bütün insanların, Firavun'un
zelil, hakîr ve âciz bir insan olduğunu bildiklerine delâlet eder.
Aksi halde, Musa (a.s)'ya karşı koyabilmek için, sihirbazların yardımına
başvurmazdı.
Yine âyet,
sihirbazların, eşyayı başka birşeye dönüştürmeye muktedir olmadıklarına, aksi
halde onların, Firavun'dan bir mükâfaat ve mal istemeye ihtiyaç
duymayacaklarına delalet etmektedir. Çünkü eğer onlar, eşyayı başka birşeye
dönüştürmeye muktedir olmuş olsalardı, niçin toprağı attın haline, Firavun'un
mülk ve saltanatını kendilerine dönüştürmemişler ve niçin kendilerini bütün
dünyanın kralları, liderleri haline getirmemişlerdi? İşte bu âyet-i
kerimelerden mak-sad, insanların dikkatini bu inceliklere yöneltmek ve bâtıl ve
yalan sözlerle uğraşan kimselerin sözlerine aldanmamaiarını temin etmektir.
Allah en iyisini bilendir.
[176]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/412-416
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/416-419
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/419
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/420-422
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/422
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/422-423
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/423
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/423-424
[9] Anlaşıldığı üzere Razî, dünyanın döndüğünü bilmediği için böyle demektedir. Küre olduğunu bilip, döndüğünü bilmemesi, bundan sekiz yü2 küsur sene Önceki ilmî seviye için pek normal sayılmalıdır (ç).
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/424
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/424-425
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/425
[13] Bu kelime İstanbul neşrine göre düzeltildi (ç).
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/425-427
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/427-428
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/429
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/429
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/429-430
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/430-431
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/431
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/432
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/432
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/433
[24] Buhârî, İ'tisâm, 2; Müslim, Haca 412 (2/975); Ibn Mâce, Mukaddime, 1 (1/3).
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/433-434
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/434-435
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/435
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/435
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/435-436
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/436-437
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/437
[32] Tirmizî.Fezâilü'l-Kur'ân, 25 (5/184).
[33] Tirmizî, Tefsir, 2 (5/211); Ibn Mâce, Duâ, 1 (2/1258).
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/437-440
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/440
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/440-441
[37] Buhâri. De'avât, 50; Müslim, Zikir, 44-45 (4/2076-2077).
[38] Kenzu'l-Ummal, 2/3196.
[39] Müsned, 1/172-180.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/441-442
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/442-443
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/443-444
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/444
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/444
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/445
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/445
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/445-446
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/446-447
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/447
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/447-448
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/448
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/448
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/448
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/448-449
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/449
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/450
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/451
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/451-452
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/452-453
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/454-455
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/455
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/455-456
[63] Buhârî, istiskâ. 26; Müslim, Istiskâ, 17 (2/617).
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/456-458
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/458-459
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/459-460
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/460-461
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/461-462
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/462-463
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/463-464
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/464-465
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/465
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/465-466
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/466-467
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/467-468
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/468-469
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/470
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/470-471
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/471-472
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/472-474
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/475
[82] Mecmau'z-Zevâid, 5/204.
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/476
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/476-479
[85] Zirâ. parmak ucundan dirseğe kadar kolun uzunluğu (ç).
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/479-481
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/481-482
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/482
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/482-483
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/483-484
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/485
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/485
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/485-486
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/486
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/486-487
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/487-489
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/489
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/489-490
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/490-491
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/491-492
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/492
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/492-493
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/493
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/493-494
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/494-495
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/495
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/496
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/496
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/497
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/497
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/497-499
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/499-500
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/500-501
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/501-502
[115] Zannedilmesin ki Ebu Hanlfe (r.h) livatayı cezasız bırakma tarafındadır. Ona göre had olmaksızın, bu işi yapan cezalandırılır, bu işi tekrarlayan kimse öldürülür. Imameyn'e göre bu işi, ecnebi olanlara (mahremi olmayanlara) yapan zina haddine tâbi tutulur; fakat köle, cariye veya nikahlı karısına yapana had uygulanmaz, tazir edilir, ama itiyad haline getiren ölümü hakeder (Alusî, VIII, 173).
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/503-504
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/504-506
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/506-508
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/508
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/509
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/509-511
[122] Bu önemli not s. 66
[123] Tirmizi, De'avât, 90 (5/538); Ibn Mâce. Duâ, 2
(2/1260).
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/511-513
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/513-514
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/514
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/514
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/514-515
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/515
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/516-517
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/517-519
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/519-520
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/520-521
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/521-522
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/522-524
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/524
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/525
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/525
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/525-526
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/526
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/526-527
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/527
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/528
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/529
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/529
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/529-530
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/530
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/531
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/531
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/531
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/532
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/532
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/532-534
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/534
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/535-536
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/536
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/536
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/536-537
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/537-538
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/538-539
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/539
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/539
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/539-540
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/540-542
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/542
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/543
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/543-544
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/544
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/544-545
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/545
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/545-546
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/546
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/546
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/546-547
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/547
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/548