Emmâ ve İnnemâ Edatları Hakkında: 6

Birinci Mesele. 6

İkinci Mesele. 6

Hz. Musa'nın Sihirbazları Sihir Yapmaya Davet Etmesinin İzahı 6

Bu Sihrin, Görenleri Dehşete Düşürmesi 7

Âsânın, Sihirbazların Attıklarını Yutması 7

Birinci Mesele. 7

Kıraat Farkları 8

Üçüncü Mesele. 8

Ifk Kelimesinin Manası 8

Sihirbazların İman Edip Secdeye Kapanması 9

Birinci Mesele. 9

İkinci Mesele. 9

Üçüncü Mesele. 9

Dördüncü Mesele. 10

Birinci Mesele. 10

Firavun'un Havaya Hakim Olma Gayreti, Şüphe Atması 10

Birinci Mesele. 12

İkinci Mesele. 12

Firavun'un Çevresi, Onu İşkenceye Teşvik Ediyor 12

Kelimesindeki Kıraat Farkına Göre Firavun'un Tanrısı Meselesi 12

Birinci Mesele. 13

Firavun israiloğuilannm Erkeklerini Öldürterek Nüfusunu Azaltıyor 13

Dünya Allah'ın Mülküdür, Dilediği Kullarını Oraya Varis Yapar 13

Yahudilerin Nazlanmaları 14

"Nazara" Kelimesinin Allah Hakkındaki Manası 14

Sene Kelimesinin Manası: 15

Birinci Mesele. 15

İkinci Mesele. 15

Cahiliyede Zecr, İyafe Uygulaması ve Bâtıllığı 16

Ayetin Makabli İle Münasebeti 16

"Mehmâ" Kelimesi Hakkında. 17

Firavun Beldesine Peşpeşe Gelen Felâketler 17

"Âyâtin Mufassalâtın'ın İzahı 18

İnanmaycakları Bilindiğine Göre O Kadar Mu'cize Göndermenin Hikmeti 18

"Ricz" Kelimesinin İzahı 19

Firavun ve Ordusunun Denizde Boğulmaları 19

Horlanan Müminlerin Hâkim Kılınmaları 20

İsrailoğullarına Yapılan Vaadin Gerçekleşmesi 20

Firavun İdaresinin Yaptığı Bina ve Bahçelerin İmhası 21

Yahudilerin Putperestliğe Heveslenmeleri 21

Şirkin Masum Kılıklı Şekli de Küfürdür 21

Putları Tanrı Değil, Kıble Saymalarındaki Mahzur 22

Şirk Yolu Çıkmaza Mahkumdur 22

Sipariş Üzere Tanrı Olmaz: Hak Tanrının Vasfı 22

Birinci Mesele. 23

Hz. Musa'ya Tevrat'ın Verilme Keyfiyeti 23

Hz. Musa (a.s)'nın İlk Otuz Gün İle Son On Günde Ne Yaptığı?. 24

Hz. Harun'un Hz. Musa'ya Göre Konumu. 24

Aliah Teâlâ'nın Kelamının Mahiyeti 25

Allah'ın Hitabını Hz. Musa'nın Yanındakiler İşittiler mi?. 25

Bu Ayetin Allah'ın Görûlebileceğine Delâleti 25

Mu'tezile'den Kâdî Abdulcebbar'ın İddiası 26

Ehl-i Sünnetin İnancı 26

Allah'ın Görülebileceğini İnkâr Eden Mutezilenin İtirazları 28

Arapçada Len Edatı Ebedîlik İfade Etmez. 28

Dördüncü Mesele. 29

Râzî'nin Mu'tezile'ye Cevabı 29

Dekkâ' Kelimesinin Manası 30

Hz. Musa'nın İstifa Edilmesi 31

Tevrat Levhaları Hakkında. 31

Allah'ın Hükümleri Arasında "En Güzel Olanlar" Ayırımı Ne Demektir?. 32

"Kibirlenenlerin Ayetlerinden Çevrilmesi" Ne Demektir?. 32

Birinci Mesele. 32

Kibr’in Manası: 33

Mütekebbire Karşı Kibirli Davranma Meselesi 33

Sebîlu'r-rüşd Tabirinin İzahı 34

Bir Şeyi Terketme, Fiil Değildir 34

Huliyy Kelimesinin Kıraati 34

Birinci Mesele. 35

Samiri’nin Altundan Buzağı Şeklinde Put Yapması 35

Ayetle İlgili Bazı Sorulara Cevaplar 35

Sukita Fi Eydihim Tabirinin Manası 36

Hz. Musa'nın Daha Dönmeden Kederlenmesinin izahı 37

Birinci Mesele. 37

İkinci Mesele. 38

Vekâlet Hakkında. 38

Hz. Musa’mn Tevrat Levhalarını Elinden Atması 39

Hz. Musa'nın Hz. Harun'dan Hesap Sorması 39

Buzağıyı Tanrılaştıranların Akıbetleri 40

Öfkesi Yatışınca Hz. Musa'nın Yaptıkları 40

Birinci Mesele. 41

İkinci Mesele. 41

Nüsha Kelimesinin Manası ve Tevrat Nüshası: 41

Hz, Musa Kavminden Yetmiş Kişi Seçti 42

Birinci Mesele. 42

İnsanın Seçme ve İhtiyar Etmesi Hakkında. 42

Arapçada Bazan Edatın Cümlede Zikrediimemesi 42

Her Kabileden Seçtiği Yetmiş Kişi İle Mikat'a Çıkış. 43

Mîkat Tek midir Müteaddit midir?. 43

Mîkat'ın Müteaddid Olduğunu Söyleyenler ve Delilleri 43

Beşinci Mesele. 44

Fısk Yüzünden Umuma Bela Gelip Gelmemesi 44

Ayetteki Fitne Kavramı 44

Mutezilenin İddiası 45

Mu'tezile'ye Cevap. 45

Allah'ın Merhametinin Özelliği 45

Nebiyy-i Ümmi’nin Terat ve İncil’de Haber Verilmesi 47

Hz. Peygamberin Bu Ayetteki Dokuz Sıfatı 47

Üçüncü Vasfı Olan "Ümmîlik" Sıfatı 47

Birinci Mesele. 49

İkinci Mesele. 49

Hz. Muhammed'in Risaleti Evrenseldir 49

Birinci Mesele. 50

İkinci Mesele: 50

Hz. Muhammed (s.a.s)'in Risaleti 51

Hz. Peygambere Uymanın Farz Oluşu. 52

İsrailoğullarından Hak Üzere Olan Cemaat 53

Israiloğullarınm Oniki Kabileye Bölünmesi 53

Hz. Musa'nın Oniki Pınar Fışkırtması 54

Aynı Kıssanın Farklı Anlatımının Hikmeti 54

Sahil Kasabası Yahudilerinin Kıssası 55

Birinci Mesele. 56

Karye (Köy) Kelimesi Bazen Şehir Manasına Gelir 56

Sebt Kelimesinin Manası 56

Sonuna Kadar Tebliğde Sebat 57

Münkerle İlgili Grupların Akıbetleri 57

Kelimesinde Farklı Kıraatler 58

Emri Söz Değil Fiildir 58

Maymuna Dönüştürülen Yahudiler 59

Yahudilere Verilen Zilletin Manası 59

İyilerden Sonra Kötü Nesil 60

Dünyalık Peşinde Koşmaları 61

Allah'a Verdikleri Sözde Durmayanlar 61

Dağın Gölgelik Gibi Üzerlerine Getirilmesi 62

Allah'ın İnsanlardan Ahid  Almış Olması 62

Ahid Hakkında Mutezilenin Tevili 63

Ayetle İlgili Hadisin Tevfîk Edilmesi 66

İkinci Mesele. 66

İlmine Güvenen Tip: Belam.. 67

Birinci Mesele. 67

İlmine Güvenen Tiplerden: Ümeyye. 67

Rahip Ebû Âmir 68

Kıssadan Çıkan Dersin Özeti 68

Soluyan Köpeğe Teşbih. 69

Kötülükte Darb-ı Mesel Olanlar 70

Birinci Mesele. 70

İkinci Mesele. 70

Hidayet de Dalâlet de Allah'tandır 71

Birinci Mesele. 71

İkinci Mesele. 71

Kulun Fiilini Yaratan Allah'dır 72

Anlamayan Kalpler, Görmeyen Gözler, İşitmeyen Kulaklar 74

Birinci Mesele. 74

Bilginin Yeri Kalbdir 74

Allah'ı Zikretmek. 75

Ayetin Oaha Önceki Kısımla Münasebeti 75

En Güzel İsim ve Sıfatlar Allah’ındır 75

Esma-yı Hüsna'nın Taksimi 76

Kelamcıların Esma-yı Hüsna'yı Taksimi 76

Diğer Taksimler 77

Allah'ın Sıfatlarının Birbirine Delâlet Etmesi 77

Vacib ve Mümkin Varlık. 77

Allah'a "şey" Vasfının Verilip Verilmemesi 77

Esma-yı Hüsna'nın Tevkîfi  Olup Olmadığı 78

İsim, Müsemma'nın Gayrıdır 78

Altıncı Mesele. 79

İlhad Kelimesinin Manası 79

Birinci Mesele. 79

Allah'ın İsimleri Hakkında Caiz Olan ve Olmayan Hususlar 80

Ayetleri Yalan Sayanların Helaki 81

(İstidraç) 81

Kâfire Mühlet Verme. 81

Hz. Muhammed (s.a.s) Apaçık Bir Korkutucudur 82

Resûlullah'da Cinnetten Hiçbir Eser Yoktur 82

Vacip Teâla'nın Varlığının İsbat Edilmesine Dair 83

Ecellerinin Yaklaştığı İhtimalini Düşünmek. 84

Bu Ayetten Çıkan Bazı Neticeler 84

Ulvî ve Süflî Kâinat 84

Kıyamet 85

Ayetin Makabli İle İlgisi 85

Nüzul Sebebi 86

Kıyamete "Saat" Denilmesinin Sebebi 86

Eyyâne Kelimesi Hakkında. 86

Dördüncü Mesele. 86

Kıyametin Vakti Allah Katındandır 86

Kıyametin Ağır (Sakîl) Sıfatının İzahı 87

Hafiyy Kelimesinin Mânası 87

İkinci Mesele. 88

Üçüncü Mesele. 88

Ayetin Makabli İle Münasebeti 88

İmam ve Küfrü Yaralan Allah'dır 89

Ayette Geçen "Hayr" Tabirinin Tefsiri 89

Ayetle İlgili Rivayet Tefsiri 90

Razî'nin Bu Rivayeti Eleştirmesi 90

İkinci Mesele. 92

Şirkin Çürütülmesi 93

Birinci Mesele. 93

İkinci Mesele. 93

Putların Acizliği 94

Müşebbihenin İddiasına Cevap. 95

Gerçek Hami Yalnız Allahdır 95

Birinci Mesele. 96

İkinci Mesele. 96

Af  İle Emr-i Marufun Gereği 97

İstiâzenin önemi 98

Birinci Mesele. 98

İkinci Mesele. 98

Peygamberlerin İsmet Sıfatı 98

Dördüncü Mesele. 98

Beşinci Mesele. 99

Altıncı Mesele. 99

Şeytanın Mü'minlere ve Kâfirlere Etkileri 99

Muttakiler Şeytanın Etkisinden Çabucak Sıyrılırlar 99

Birinci Mesele. 99

İkinci Mesele. 99

Üçüncü Mesele. 100

Dördüncü Mesele. 100

Cin ve İns Şeytanları Arasında Dayanışma. 100

Birinci Mesele. 100

İkinci Mesele. 101

Üçüncü Mesele. 101

Kur'an'da Nebi'nin Dahli Yoktur 101

Kur'an'ın Bazı Vasıfları 102

Okunan Kur'an'ı Dinlemek. 102

Kur'an Okununca Dinlemek Farzdır 102

Birinci Mesele. 102

İkinci Mesele. 102

Namazda Okunan Kuranı Dinlemek Farzdır 102

Bu Farziyyet, Cemaatin İmamı Dİnlemesİdir 103

İmamın Hutbesini Dinlemenin Farz Oluşu. 103

Zikir ve Duayı Alçak Sesle Yapmak. 104

Yüksek Sesle Dua Etmeme, Edebdendir 105

Dua ve Niyaz Kalbden Gelmeli, Mekanik Olmamalıdır 105

Bu Ayet, Kelam-ı Nefsinin Varlığını Gösterir 105

Tazarru Hakkında Tasavvufi Bir İzah. 106

Allah Korkusu Nasıl Olur?. 106

Duanın Alçak Sesle Olması 107

Gudüvv İle Âsâl Vakitlerinin İzahı 107

Birinci Mesele. 107

Sabah ve Akşam İbadet İstenmesinin Hikmeti 107

Ruh İle Beden Arasında Karşılıklı Etki 108

Kul Allah'a Yaklaştıkça İbadetini Artırır 108

Birinci Mesele. 108

Allah'ın Mekândan Münezzeh Olması 108

Üçüncü Mesele. 109

Dördüncü Mesele. 109


Emmâ ve İnnemâ Edatları Hakkında:

 

"Sihirbazlar dediler ki: "Musa, sen mi önce atacaksın, yoksa ilk atanlar biz mi olalım?" Musa, "Siz atın" dedi. Vaktâ ki attılar, halkın gözlerini büyülediler, onlara korku saldılar ve büyük bir sihir meydana getirmiş oldular. Biz de Musa'ya, "Bırak âsânı" diye vahyettik. Bir de ne görsünler! Bu, onların uydurup düzdükleri şeyleri yakalayıp yutuyor. İşte bu suretle hak yerini buldu ve onların yapmakta oldukları şeyler boşa gitti. Artık orada yenildiler, hor ve hakîr olarak geri döndüler" (A'râf, 115-119).

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [1]

 

Birinci Mesele     

 

Ferrâ ve Kisâî, emmâ ve ımmâ edattan hakkında şöyle demişlerdir: "Sen emrettiğin, nehyettiğin, yahut da birisine haber verdiğin zaman, fethalı olarak emmâ edatına kullanırsın. Ama şart koştuğun veya şüphe ettiğin, yahut da muhayyer bıraktığın zaman, kesreli olarak immâ dersin.

a) Fethalı olana gelince, sen "Allah'a gelince, Allah'a ibâdet ediniz; "İçkiye gelince, onu İçmeyiniz" ve "Zeyd'e gelince, Zeyd çıktı" dersin.

b) Kesreli olarak okuduğun zaman, eğer bir şeyi şart koşuyorsan, "Eğer sen Zeyd' e verirsen, muhakkak ki o sana teşekkür eder" dersin. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Eğer bunları harbteyakalarsan, (geride kalanları) ürküt” (En’am, 57) buyurmuştur. Şekk ve şüpheni ifade etmek istediğin zaman "Kimin kalktığını bilmiyorum, Zeyd mi, Amr mt?" dersin. Yine muhayyerlik ifade etmek istediğin zaman da, "Benim Kûfe'de bir evim var, ya orada oturacağım, ya da onu satacağım" dersin. Şekk ifade etmek için kullanıldığında imma ile ev edatları arasındaki fark şudun Sen, "Bana Zeyd veya Amr geldi" dediğin zaman, senin, burada sözünü

önce yakîn ve kesin bir bilgi üzerine bina edip, sonra da bir şüphe arız olduğu için "veya Amr" demiş otman caizdir. Böylece şüphe ve şekk, ikisi hakkında da söz konusu olmuş olur. Buna göre ev (veya) edatının kullanıldığı iki isimden birincisi telaffuz edildikten sonra susulması güzel ve yerinde olan bir durumda bulunup, sonra bir şekk ve şüphe arız olduğu için, öteki isimle istidrak yapılması caizdir. Baksana sen,  "Kardeşin kalktı" dersin ve susarsın, daha sonra şüpheye düşerek "veya baban (kalktı)" dersin. İmma edatını kullandığın zaman, muhakkak ki, sözünü tâ başta şüphe üzerine söylemiş olursun. Dolayısiyle "Ya Abdullah'ı dövdüm..."deyip, susman doğru değildir. Ayetteki ifadesinde "en" edatının bulunup "O, bunları ya azaba uğratacak, yahut tevbelerini kabul edecek" (Tevbe, 100) buyruğunda bulunmamasına gelince, bu hususta Ferrâ söyle demiştir: "Bu âyette İmma edatından sonra "en" edatı gelmiştir. Çünkü immâedatı, bir tercihte bulunmayı emreden bir yerde bulunmaktadır. Bundan dolayı nasb mahailindedir. Sanki bir kimsenin, "Ya şunu seç, veya bunu..." demesi gibidir. Sanki o sihirbazlar şöyle demişlerdir: "Senin atmanı veya bizim atmamızı tercih et." Halbuki, "O, bunları ya azaba uğratacak, yahut tevbelerini kabul edecek" pevte, 106) âyetinde seçmeyi emretme sözkonusu değildir. Baksana, zaten emir burada uygun düşmez. İşte bundan dolayı, bu âyette yer almamıştır." Allah en iyi bilendir. [2]

 

İkinci Mesele     

 

Ayetteki ile "Ya sen âsânı atarsın" manası; ile de, "Yahut da biz, yanımızdaki iplerimizi ve değneklerimizi atalım" manası kastedilmiştir.

Ayetteki bir başka incelik de şudur: Sihirbazlar, Hz. Musa (a.s)'ya öncelik verdikleri için nezakete riâyet etmişlerdir, jşte bundan ötürü tasavvuf ehli şöyle demişlerdir: "Onlar böylesi bir edebi gözettikleri için, Allah Teâlâ da, bu edebe riâyet etmelerinin bereketi ile onlara imanı nasib etmiştir." Daha sonra sihirbazlar, atma işinin önce kendi taraflarından olmasına da istekli olduklarını gösteren şu sözü de söylemişlerdir: "Yoksa ilk atan biz mi olalım?" Çünkü onlar, hem muttasıl zamiri getirmişler, hem onu munfasıl bir zamir ile te'kid etmişler, hem de haberi nekire değil ma'rife (elif-lamlı) olarak getirmişlerdir.

Bil ki sihirbazlar ilk önce edebe riâyet edip, sonra, ilk önce kendilerinin asalarını ve iplerini atmaya da istekli olduklarını gösteren bu sözü söyleyince, Hz. Musa (a,s), "Ne atacaksanız evvela siz atın" (Şuarâ. 43) demiştir. [3]

 

Hz. Musa'nın Sihirbazları Sihir Yapmaya Davet Etmesinin İzahı

 

Burada akla şöyle bir soru gelir: "O sihirbazların iplerini ve asalarını atmaları, sihir ile mu'cizeye karşı koymaktır. Bu ise kâfirliktir. Kâfirliği emretmek de kâfirliktir. Hal böyle olunca, Hz. Musa (a.s)'nın, onlara "siz atın" diye bunu emretmesi nasıl uygun düşer?"

Buna birkaç şekilde cevap verilmiştir:

1) Hz. Musa (a.s) onlara, haklt bir iş yaptıklarını bilmeleri şartıyla, bunu emretmiştir. Bu böyle olmadığına göre, burada bir emir söz konusu değildir. Bu, birimizin bir insana, "Bana şu testiden su ver" demesi gibidir. Bu söz, ancak testide su bulunması şartına bağlı bir emirdir. Ama testide su bulunmadığı takdirde, kesinlikle bir emir olmaz. İşte burada da böyledir.

2) Sihirbazlar sırf iplerini ve değneklerini atmak için toplanmışlardı ve Hz. Musa {a.s) da, onların bunu mutlaka yapacaklarını biliyordu. Muhayyer bırakma işi ise, önce atma, sonra atma hususunda idi. İşte bundan dolayı Hz. Musa (a.s), onlara aldırmadığı ve onlara kıymet vermediği, Allah'ın kendisine vaadettiği ilahî te'yid ile kuvvete güvendiği ve mu'cizeye hiçbir zaman sihirlerin galib gelemeyeceğine inandığı için, onlara öncelik vermiştir.

3) Hz. Musa (a.s), o sihirbazların gösterecekleri sihirleri boşa çıkarmayı istiyordu. Onları boşa çıkarmak ise, ancak sihirbazların sihirlerini öncelikle ortaya koymaları ile mümkün olurdu. Bundan dolayı Hz. Musa (a.s), onları boşa çıkarabilmek için, onlara sihirlerini yapmaları için öncelik vermiştir. Bunun bir misali de şudur: Kendisine cevap vermek, zayıf ve sakat olduğunu ortaya koymak için, bir dinsizin ortaya attığı şüpheyi dinlemek isteyen kimse, "Haydi söyle, iyice anlat" der. Bu sözden maksadı ise, o kimseye bu şüphe hususunda, o şüphesini iyice anlatıp ortaya koyduktan sonra cevap verdiğinde, bunun herkes nazarında zayıf ve düşük bir şüphe olduğunun ortaya çıkmasıdır. Allah en iyi bilendir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Vaktâ ki attılar, halkın gözlerini büyülediler" buyurmuştur. Sihrin sırf göz boyama (aldatmaca) olduğunu söyleyenler, "Eğer sihir hak olsaydı, o zaman o sihirbazlar halkın gözlerini değil, kalplerini büyülemiş olurlardı. Dolayısiyle sihirden muradın, onların iş gerçekte öyle gösterdikleri gibi olmadığı halde, şaşırtıcı ve aldatıcı birtakım şeyleri hayal ettirmeleri olduğu sabit olur."

Vahidî de şöyle demiştir: "Aksine bu ifadeden murad şudur: "Onlar insanların gözlerini büyülemişlerdir, yani o gözleri, bu aldatmaca sebebi ile, o sihri olduğu gibi görmekten alıkoymuşlardır." Şu da iteri sürülmüştür: "Onlar, iplerini ve değneklerini getirdiler, iplerini civaladılar ve değneklerinin içine civa koydular. Güneşin sıcaklığı bu ip ve değneklere tesir edince, bunlar hareketlendiler ve sarmaş dolaş oldular. Bu hareket gerçekten fazla ve hızlı idi. Böylece insanlar, onların kendiliklerinden hareket edip, sarmaş dolaş olduklarını zannettiler." [4]

 

Bu Sihrin, Görenleri Dehşete Düşürmesi

 

Ayetteki, "Onlara korku saldılar" tabiri, "Halk, o değnek ve iplerin hareketlerinden dolayı korktular" demektir. Mü'berred, bu tabirin (Onları korkuttular) manasında olup, "sîn" harfinin zâid olduğunu söylerken; Zeccâc, bunun "O sihirbazlar insanların korkmasını istediler ve insanlar da onlardan korktu" manasında olduğunu, bu korkutmanın da şöyle olduğunu söylemiştir: Sihirbazlar, bu işler yapılırken, "Ey insanlar sakının, çekinin" diye bağırıp çağıran birilerini vazifelendirdiler ki, işte 'istirhab" (korkutmayı istemek) budur.

İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Musa (a.s) da, onların iplerinin ve değneklerinin, tıpkı kendi âsâsı gibi, yılan olabildiğini sandı. İşte bundan dolayı Cenâb-t Hak ona, ''Bırak âsânı" diye vahyetti." Muhakkik alimler, "Bu mümkün değildir. Çünkü Hz. Musa (a.s), Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğuna göre, sihirbazların kendisine galib gelemiyecekleri hususunda emin idi ve bunu yakînen biliyordu. O, onların karşı koyma tarzında yaptıkları bu işin, sihir ve asılsız şeyler cinsinden bir şey olduğunu da biliyordu. Bu kesin inanca sahipken, onda bir korkunun bulunması imkânsızdır" demişlerdir. İmdi eğer, "Allah Teâlâ, "Musa, içinde korkunun, işte bu sebepten ötürü olduğu belirtilmemiştir. Aksine Hz. Musa (a.s), kendisinin delilinin, sihirbazların sihrine gafib gelmesinde bir gecikmenin olması ihtimalinden endişelenip korkmuştur."

Daha sonra Cenâb-ı Allah, onların sihrinden bahsederken, "Müthiş bir sihir meydana getirmiş oldular" buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre sihirbazlar şöyle demişler: "Biz, gökten olan bir iş müstesna, bütün yeryüzü halkının sihirbazlarının yapamayacakları bir sihir bitiyoruz. Ama gökten olana karşı, bir gücümüz yoktur." Bu sihirbazların sayısının seksenbin, yetmişbin, veya otuzbin küsur olduğu rivayet edilmiştir. Bu husustaki rivayetler farklı farklı olup, kimi bu sayıyı daha az, kimi daha fazla göstermiştir. Ama âyette bunların kaç kişi olduğuna, bu sihrin nasıl olduğuna ve kaç defa yapıldığına delalet eden bir şey yoktur. [5]

 

Âsânın, Sihirbazların Attıklarını Yutması

 

Cenâb-ı Allah daha sonra, "Biz de Musa'ya. "Bırak âsâm" diye vahyettik" buyurmuştur. Bu âyette bahsedilen "vahyetme" ile, hakikî vahyin kastedilmiş olması muhtemeldir. Vahidî, İbn Abas (r.a)'m, "Allah Teâlâ, bununla "Biz Musa'ya "bırak âsânı" diye ilham ettik" manasını kastetmiştir" dediğini nakletmiştir.

Allah Teâlâ daha sonra, "Bir de ne görsünler: Bu, onların uydurup düzdükleri şeyleri yakalayıp yutuyor!" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: [6]

 

Birinci Mesele

 

Bu ifadede, şöyle takdir edilebilecek bir hazif vardır: "Hz. Musa asasını attı, bir de ne görsünler; o, onları yakalayıp yutuyor!" [7]

 

Kıraat Farkları

 

Hafs'ın rivayetine göre Âsim, fiili kâf harifini şeddesiz ve lâm'ı sakin olarak, telkafu şeklinde; diğer kıraat imamları ise, kâfin şeddesi ve lâm'tn fethası ile, telakkafu şeklinde okumuşlardır. İbn Kesir'in, bunu kâfin  şeddesi ile tulekkıfu şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Bu kelime, Tâ-hâ ve Şuarâ surelerin­de de aynı değişik şekillerde okunmuştur. Bunun telkafu şeklinde okunuşu ile Hgili olarak İbnu's-Sikkît şöyle demiştir: Lakf, ArapJarın birisi birşeyi yakalayıp, yediği veya yuttuğu zaman söyledikleri (O şeyi yakalayıp yedim, yuttum, yutuyorum) sözünün masdandır. "Birşeyi hızlı yakalayan" manasında da denilir. Lihyânî, de avw manada olduğunu, kelimesinin, bir şeyi kavrayıp, onu hemen anlayan, yakalaması hızlı olan kimseye denildiğini söylemiştir. Bu ifadeyi şeddeli okumaya gelince; bu, bacındandır. İbn Kesir'in kıraatine gelince, bu ifadenin aslı, şeklinde olup tâ'lardan birisinin diğerine İdğam edilmiş olmasından dolayıdır. [8]

 

Üçüncü Mesele

 

Müfessirler şöyle demektedirler: Hz. Musa, âsâ'sını atınca, o âsâ büyük bir ejderha oldu; Öyle ki ufku kapladı. Daha sonra da çenesini açtı, İki çenesinin arasındaki mesafe seksen zira idi. Sihirbazların attıkları bütün ipleri ve değnekleri de yuttu. Hz. Musa onu etine alınca, hacminde ve miktarında asla herhangi bir değişiklik olmaksızın, daha önceden olduğu gibi "âsâ" haline geldi. Bil ki bu, kadir ve hür irade sahibi bir ilahın mevcudiyetiyle, Hz. Musa'nın büyük mu'cizestne delalet eder. Bu böyledir. Zira o büyük ejderha, onca ipi ve değneği yutup, sonra da eskiden olduğu gibi normal bir âsâ haüni alınca, bu durum, Allah Teâlâ'nın, ya o iplerin ve asaların maddelerini yok ettiğine veyahut da o şeyleri paramparça edip hissolunamayacak derecede zerreler haline getirerek havalara savurduğuna delalet eder. Buna ise, Allah (c.c)'dan başka hiç kimsenin kudreti yetmez. [9]

 

Ifk Kelimesinin Manası     

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların uydurup düzdükleri şeyleri" buyruğuna gelince, bu hususta da şu iki izah yapılmıştır:

a) Arapça'da ifk, bir şeyi olduğu durumdan çevirip başka türlü göstermektir. Yalana, "ifk" adının verilmesi de bundan ileri gelir. Zira yalan da. hakikatin tersyüz edilmiş şeklidir, İbn Abbas (r.a), Cenâb-ı Hakk'ın ye fikûn tabiriyle, "yalan olarak yaptıkları o şeyi..." manasını kastettiği söylemiştir. Buna göre mana, "Âsâ, onların, haktan bâtıla döndererek gerçekmiş gibi gösterdikleri, allayıp pırtladıkları o şeyi yuttu" şeklinde olur. Mananın böyle olması halinde, Oj&u u ifadesinin başındaki "mâ" mevsule "mâ"sı olur...

b) Bu ifadenin başındaki mâ'nın, masdariyye mâ'sı olmasıdır. Buna göre kelamın takdiri, "Bir de ne görsünler, o ejderha, onların yalanlarını yutuyor!" şeklinde olur. Böylece de, ism-i mef'ul, masdar manasında kullanılmış olur.

Daha sonra Cenâb-t Hak, 'işte bu suretle hak yerini buldu" buyurmuştur. Mücahid ve Hasan el-Basrî, bu ifadedeki vekaa lafzına, zahara "zuhur etti, ortaya çıktı" manasını verirlerken: Ferra, "Hak olan sihir olandan ayrıldı" manasını vermiştir. Meanî alimleri ise şöyle demektedir: Vekaa fiili, bir şeyin, varlığıyla zuhur ederek kendi yerine varıp konması, inmesi demektir. Bu ortaya çıkışın sebebi şudur: Sihirbazlar, "Şayet Musa'nın yaptığı şey, bir büyü, bir sihir olsaydı, o zaman bizim iplerimizin ve değneklerimizin durması, kaybolmaması gerekirdi. Onlar yitip kaybolduklarına göre, bunun sihirden ötürü değil de, ancak ve ancak Allah (c.c)'ın yaratıp takdir etmesiyle olduğu sabit olmuş olur" demişlerdir. İşte bu, kendisi sebebiyle, mu'cizenin sihirden farkedip ayrıldığı şeydir...

Kâdî şöyle demektedir: "Hak Teâlâ'nın, "işte bu suretle hak yerini buldu" âyeti, tıpkı, olan şeyin, olmamış haline dönüşmesinin doğru olmaması gibi, kendisinde bâtıf oluşun düşünülmesinin mümkün olamıyacağı bir biçimde var oluşun, zuhur edişin kuvvetini ifade eder.

Buna göre şayet, Allah Teâlâ'nın, 'İşte bu suretle hak yerini buldu" buyruğu, böylesi bir zuhurun kuvvetine delalet eder. Dolayısiyle Cenâb-ı Hakk'ın 'Ve onların yapmakta oldukları şeyler boşa gitti" buyruğu faydasız bir tekrar olur" denilirse, biz deriz ki:

Bundan maksad şudur: Bu hak, zuhur edip meydana gefince, onların yalan olarak uydurdukları o şeyler, yani ipler ve değnekler kaybolup yok oldular. İşte bu durumda Hz. Musa'nın üstünlüğü ortaya çıktı... İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "artık orada yenildiler" buyurmuştur. Çünkü, bundan daha açık ve belli bir galibiyet bulunmamaktadır. Allah Teâlâ, "ve hor ve hakir olarak geri döndüler" buyurmuştur. Çünkü, bâtıldan yana olan kimse hakkında, kendisinde asla bir hile ve bir şüphenin söz konusu edilemiyeceği bir biçimde, hüccet ve delilinin bâtıl olmasının zuhur etmesinden daha büyük zillet ve alçaklık bulunmamaktadır.

Vahidî şöyle demektedir: buyruğundaki mâ lafzının, elleztne manasında olması, böylece de mananın, "onların sihirle yapmış oldukları o ipler ve değnekler yok oldu, kayboldu; yani, zeval bulup, yok olup gittiler" şeklinde olması caiz olduğu gibi, bunun masdar manasında olan mâ olması da caizdir. Buna göre sanki, "onların amelleri bâtıl oldu..." buyurmuştur... Allah en iyi bilendir. [10]

 

Sihirbazların İman Edip Secdeye Kapanması

 

"Sihirbazlar hep birden secdeye kapandılar. "Alemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine iman ettik" dediler"

(A'râf, 120-122).

Ayetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: [11]

 

Birinci Mesele

 

Müfessirler şöyle demişlerdir: "Bu iplen ve değnekleri, üçyüz deve ancak taşıyordu. Bunları, Hz. Musa'nın ejderhası yutup, böylece de ejderha, yine eski haline, bir âsâya dönüşünce, sihirbazlar birbirlerine, "Bu, sihir talan değil, aksine ilahi bir iş" dediler ve böylece Hz. Musa (a.s)'nın Allah tarafından gönderilmiş sadık bir peygamber olduğuna istidlal ettiler."

Kelamctlar ise şöyle demişlerdir: Bu âyet, ilmin faziletini gösteren en büyük delillerdendir. Çünkü sihirbazlar sihrin aslını biliyorlardı ve sihrin en ileri derecesine vâkıf idiler. Bundan dolayı onlar bu durumda olup, Hz. Musa'nın mu'cizesinin sihrin dışında birşey olduğunu görünce, bunun insanların yaptığı birtakım göz boyamalar cinsinden olmayıp, ilahi bir mu'cize olduğunu anladılar. Eğer onlar sihir ilminde ileri derecede kimseler olmasalardı, bu istidlali yapamazlardı. Çünkü o zaman şöyle diyebilirlerdi. "Belki de O, sihir ilminde bizden ileridir ve bizim yapamadığımız bir sihir yaptı." Binaenaleyh onların sihir ilminde zirvede oldukları anlaşılır. Onlar, bu ilimde zirvede oldukları için küfürden imana geçebilmişlerdir. (İlim olarak) sihrin bile durumu böyle olunca, tevhid ilminde mükemmel olan bir kimsenin halini artık siz düşünün. [12]

 

İkinci Mesele       

 

Alimlerimiz, Cenâb-ı Hakk'ın "Sihirbazlar hep birden secdeye kapandılar..." buyruğu ile istidlal ederek şöyle demişlerdir: Bu âyet, o sihirbazları, başka bir şeyin secde ettirip yere kapattığına delalet eder. Bu da, âlemlerin rabbi olan Allah'tan başkası olamaz. İşte bu husus, kulun fiilini Allah'ın yarattığına delalet eder. Mukatil bu âyete, "Allah onları, secde ettirerek yere kapattı..." manasını vermiştir,

Mutezile ise şöyle demektedir: "Buna, birkaç yönden cevap verebiliriz:

a) O sihirbazlar, büyük alâmetleri ve kesin mu'cizeleri görüp müşahede edince, kendilerini secdeye kapanmaktan alıkoyamadılar. Böylece de mana, "Sanki bir atıcı, onları secdeye atıverdi..." şeklinde oldu.

b) Ahfeş de şöyle demiştir: "Onlar çok hızlı olarak secdeye kapandıkları için, sanki onları bir başkası atıvermiş gibi oldu. Zira onter,

c) Ayette, onları secdeye herhangi bir şeyin kapattığına dair herhangi bir açıklama yoktur. Fakat biz bu amilin, onların kendileri olduğunu söylüyoruz."

Mu'tezile'nin bu itirazlarına şu şekilde cevap verebiliriz: Onların kalplerinde o sebebi, gücü, kuvveti yaratan ancak Allah Teâlâ'dır, Aksi halde onlar, o kesin sebebin yaratılması hususunda başka bir sebebe muhtaç olurlardı ki, bu, teselsülü gerektirir; teselsül ise muhaldir. Sonra o kulun kudretinin aslı, bu kesin sebep ile birleşince, fiilin meydana gelmesini icab ettirirler. O "rnucib-îcab ettiren"in yaratıcısı da Allah'tır. Böylece, hem o fiil, hem de onun neticesi, Allah'a isnad edilmiş olur. Allah en iyi bilendir. [13]

 

Üçüncü Mesele

 

Allah Teâlâ, onların önce secdeye vardıklarını, daha sonra da onların, "Alemlerin Rabbine iman ettik" dediklerini bildirmiştir.  İmanın, secdeden önce olması gerektiği halde, Cenâb-ı Hakk'ın bu şekilde buyurmuş olmasının sebebi ve hikmeti nedir? Buna iki yönden cevap verilebilir:

a) Onlar, ilahî bilgiyi elde edince, o anda secdeye kapandılar ve o secdelerini, ilahî bilgi ve imanı elde etmelerine karşılık, Allah'a bir şükür; küfürden imana geçişlerine dair bir alâmet ve Allah için inkıyâd ve tezellülde bulunmalarının bir göstergesi yapmışlardır. Böylece onlar, sanki o tek secdelerini, toplu halde bu üç manaya bir alâmet kılmışlardır.

b) Onların, secdeye kapandıkları esnada, "Alemlerin Rabbine... iman ettik" demiş olmaları da uzak bir ihtimal değildir. Böyle olması halinde bu soru ortadan <alkar; ama doğru olan izah, ilk açıklamadır. [14]

 

Dördüncü Mesele  

 

Ehl-i talîm (Bâtıniyye), bu âyetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "İlahî bilginin, ancak peygamberin sözü ile

meydana gelebileceğine dair delil şudur: O sihirbazlar,

"Alemlerin Rabbine... iman ettik" deyince, onların imanları tamamlanmamıştı, -nanlan ancak, "Musa ve Harun'un Rabbine inandık"dediklerinde ıamlanmış oldu. İşte bu da, bizim görüşümüze delâlet eder."

Alimler buna şöyle diyerek cevap vermiştir: O sihirbazlar, ''Alemlerin Rabbine... iman ettik" deyince, Firavun onlara: "Sadece beni kastediyorsunuz!" dedi. Bunun üzerine onlar: "Musa'nın Rabbine..." dediklerinde, yine Firavun: "Sadece beni kastediyorsunuz... Çünkü Musa'yı terbiye edip, bakıp büyüten, benim ben..." dedi. Bunun üzerine, "ve Harun'un Rabbine..." dediklerinde, her türlü şüphe ortadan kalktı ve herkes, o sihirbazların Firavun'u inkâr ettiklerini; âlemlerin Rabbine de iman etmiş olduklarını anladılar.

Şu da ileri sürülmüştür: Cenâb-ı Hak, Musa ile Harun "âlemler" sözünün muhtevasında bulundukları halde, onları özellikle zikretmiştir. Çünkü kelamın takdiri, "Alemlerin Rabbine iman ettik.. Ki bu Rab, Musa ve Harun'un, kendisine iman edilmesine davet etmiş olduğu Rab'ttr.." şeklindedir. Yine, onları şereflendirmek ve faziletlerini ortaya koymak için, Allah'ın onları özellikle zikrettiği söylenmiştir. Bu da tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "... meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşman o/ursa..."(Bakara, 98) âyeti kabilindendir. [15]

 

"Firavun. ''Ben size izin vermeden, dedi, ona iman mı ettiniz? Bu, hiç şüphesiz ki şehirde -onun halkını içinden çıkarmanız için- kurduğunuz bir tuzaktır. Yakında başınıza ne geleceğini bilirsiniz siz. Elbet ve elbet ellerinizi, ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim. Sonra da elbet ve elbet topunuzu astıracağım." "Biz, dediler, şüphesiz ki nihayet Rabbimize dönücüleriz. Sen bizden, başka bir sebeple değil, sırf Rabbimizin âyetlerine -onlar bize geldiği zaman- iman ettik diye intikam alacaksın," (Sonra şöyle niyaz ettiler): "Ey Rabbımiz, üstümüze sabır yağdır, bizi müslüman olarak öldür.." (A'raf, 123-126).

 

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [16]

 

Birinci Mesele

 

Hafs'ın rivayetine göre Asım, tek hemze ile, haber cümlesi olarak,  £aü şeklinde okumuştur ki, Tâ-hâ ve Şuarâ surelerinde de böyledir. Ebu Bekr'in rivayetine göre, yine Asım, Hamza ve Kisaî, Kur'ân'ın tamamında iki hemze ile; diğer kıraat imamlan da, Kur'ân'm tamamında, istifham cümlesi olarak, uzatılan tek bir hemze ile şeklinde okumuşlardır. Ferrâ şöyle demektedir: Hafs'ın, medsiz ve haber cümlesi olarak ^ şeklindeki kıraatinin izahına gelince, bu şöyledir: "O Firavun, 0  sihirbazların iman etmelerini, onları azarlayarak ve bunu yadırgayarak haber vermektedir." Bu ifadenin iki hemze ile okunmasının izahına gelince, bunun aslı, vezninde olmak üzere f&M şeklindedir. [17]

 

Firavun'un Havaya Hakim Olma Gayreti, Şüphe Atması       

 

Bil ki Firavun, sihri en iyi bilen kimselerin, büyük bir kalabalığın huzurunda, Hz. Musa (a.s)'nın nübüvvetini ikrar   ettiklerini görünce, o zaman bunun, kavminin huzurunda, Hz. Musa'nın nübüvvetinin sıhhatine güçlü bir delil olacağı endişesi duyarak, kavminin, Hz. Musa'nın nübüvvetinin sıhhatine inanmalarına mani olsun diye, o anda halkın kulağına iki çeşit şüphe attı:

Birinci şüphe, onun "Bu, hiç şüphesiz ki şehirde kurduğunuz bir tuzaktır" şeklindeki sözüdür. Bu, "Onların Hz. Musa'ya iman etmeleri, delilinin kuvvetli olmasından dolayı olmayıp, aksine onların, Hz. Musa ile anlaşarak, "şöyle şöyle olursa... sana iman eder, senin nübüvvetini kabul ederiz.." dedikleri için olmuştur ki, işte bu iman ancak bu yolla meydana gelmiştir" manasındadır.

İkinci şüphe şudur: Hz. Musa (a.s) ile sihirbazların maksatları, aralarındaki anlaşmaya göre hakim milleti memleketlerinden çıkarmak ve onların hakimiyetlerini ptaî etmektir. Nitekim bütün insanlar için, vatanı terketmek ve alıştıkları nimetlerden ayrılmanın en zor işlerden olduğu malumdur. Böylece mel'un Firavun, bu konuda en kuvvetli iki şüpheyi birlikte zikretmiştir. Muhammed b. Cerir (et-Taberi), Süddî'den, İbn Abbas, İbn Mes'ud ve diğer bazı sahabîlerden nakledilen hadiste şunu rivayet etmiştir: "Hz. Musa ve sihirbazların başkanı karşılaşırlar ve Musa (a.s), "Söyle bakalım, eğer sizi yenersem, beni tasdik edip, getirdiğim dinin hak olduğuna şehadet edecek misin?" der. Sihirbaz da, "Ben yarın, hiçbir sihrin galib gelemiyeceği bir sihir ortaya koyacağım. Allah'a yemin olsun ki, eğer bana galip gelir ve beni yenersen, sana mutlaka iman ederim" der. Bu esnada Firavun da onları seyrediyor ve konuşmalarını dinliyordu. İşte Firavun'un, "Bu. hiç şüphesiz ki... kurduğunuz bir tuzaktır" şeklindeki sözü, bundan dolayıdır." Bil ki, bu böyle olmuş olabileceği gibi, bu sözü, halkı, Hz. Musa (a.s)'mn nübüvvetini tasdik etmekten çevirebilmek için söylemiş olması da muhtemeldir.

Kâdî şöyle demiştir: "Ayetteki "Ben size izin vermeden" kaydı, Firavun'un uluhiyyet iddiasında tenakuza düştüğüne delildir. Çünkü eğer o tanrı olsaydı, başkasının ilah olduğunu kabule davet etmekte olan Hz. Musa'ya iman etmelerine izin vermesi doğru olmazdı. İşte bu, haktan sapmış kimselerde gözüken ilahi bir hızlandır (şaşırtmadır),"

Ayetteki "Yakında başınıza ne geleceğini bilirsiniz siz" ifadesinin, tehdidin başlangıcı olduğu hususunda şüphe yoktur. Sonra o Firavun, bu kısa tehdidle yetinmeyip, onu açıkça belirterek "Elbet ve elbet ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim. Sonra da elbet ve elbet topunuzu astıracağım'7 demiştir. El ve ayakların çaprazlama kesilmesi, bilinen bir husustur. Bu, Firavun'un, elleri ve ayaklan farklı taraftan kesmesidir. Ya sağ el ile sol ayak, yahut da sol el ile sağ ayak kesilir. Asma da malum bir iştir. Binaenaleyh Firavun onları bu iki büyük ceza ile tehdid etmiştir. Alimler, bu işin Firavun tarafından yapılıp yapılmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ayette bu iki ihtimalden birine delalet eden bir ifade yoktur. Bazı kimseler, bu cezanın verilmiş olduğuna şu şekillerde istidlal etmişlerdir:

1) Allah Teâlâ, Firavun'un ileri gelen adamlarının ona, "Musa'yı ve kavmini, fesadcıhk etmeleri için mi bu toprakta (Mısır'da) bırakacaksın?" (Araf. 127) dediklerini haber vermiştir. Eğer Firavun, sihirbazları ve Hz. Musa'nın kavmini, diri olarak bırakıp, onları öldürmemiş olsaydı, Allah onlardan da bahseder ve onları Firavun'un ileri gelenlerinden olacak fesaddan sakındırırdı."

Bu görüşe şu şekilde cevap verilebilir: O sihirbazlar da, "(Hz, Musa'nın) kavmini..." ifadesine dahildir. Binaenaleyh onların, ayrıca zikredilmelerine gerek yoktur.

2) Cenâb-ı Hakk'ın onlardan naklederek, "£y Rabbimiz üstümüze sabır yağdır" şeklindeki sözü, onların başına büyük bir belanın geldiğine ve bundan dolayı Allah'tan, bu hususta kendilerine sabır vermesini istediklerine delalet eder.

Bu görüşe de şöyle cevap verilir: "Onlar Allah'tan, iman etme ve Firavun'un tehditlerine aldırmama hususunda sabır istemişlerdir."

3) İbn Abbas (r.a)'dan nakledildiğine göre, Firavun bu işi yapmış ve onların elleriyle ayaklarını çaprazlama kesmiştir. Kavmini, Hz. Musa'nın dinini kabul etmekten iyice alıkoymak için, Firavun'un bu işi yapmış olması daha açıktır.

Diğer bazıları da şöyle demişlerdir: "Bu iş Firavun tarafından yapılamamıştır. Aksine Hak Teâlâ, sihirbazların "Canımızı müslüman olarak al" şeklindeki dualarını kabul etmiştir. Çünkü onlar Allah Teâla'dan, canlarının, Firavun'un öldürmesi ve kesmesi ile değil, kendisi tarafından alınmasını istemişlerdir." Bu istidlal de doğruya Allah Teâlâ daha sonra, bu tehdid karşısında, mü'min olandan, bundan daha güzeli sâdır olmayacak bir şeyi yaptıklarını nakletmiştir. Bu da onların, Firavun'a karşı, "Sen bizden, başka bir sebeple değil, sırf Rabbimizin âyetlerine, onlar bize geldiği zaman, iman ettik diye intikam alacaksın " demeleridir. Böylece onlar, kendilerinden sâdır olan bu imantn, bir tehdidi ve bir intikamı gerektirmeyeceğini, aksine bunun, bunların aksini yani Firavun'un, hüccet ve deliller zahir olunca, artık hakkı kabul edip, bâtıldan sakınma hususunda kendileri gibi yapmasını gerektirdiğini beyan etmişlerdir: Birşeyden hiç mi hiç hoşlanmadığın zaman dersin. Bu husus, (Maide, 59) âyetinin tefsirinde geçmişti. İbn Abbas (r.a): "Cenâb-ı Hak bu ifade ile, "Rabbimizin âyetlerine iman etmekten başka, bize azab etmene (bizi cezalandırmana) sebep olacak bir günah işlemedik" manasını kastetmiştir" demiştir. Bu âyette geçen, "Rabbimizin âyetleri"nöen maksad, "Hz. Musa'nın, benzerini yapmaya ancak Allah'ın kadir olduğu, kesin mu'cizeler "dir.

Daha sonra onlar, "Ey Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır" demişlerdir. Arapça'da "ifrağ" "döküp boşaltmak" manasındadır. Nitekim kalıba dökülüp, henüz sikke (para) haline getirilmemiş (gümüşe), denilir ki, bu ifadenin aslı, önün kabının boşaltılmasına dayanır. Boşaltma da, içinde hiçbirşey kalmayacak şekilde, kabı dökmektir. Bu kelime, masdarına dayanır. Binaenaleyh bir kabın dökülüp, iyice boşaltılmasına benzetilmek için, "sabır" hakkında kullanılmıştır.

Mücahid, bu âyetin ''Asılma ve kesilme anında, bizim üzerimize sabır boşalt, sabır yağdır" manasında olduğunu söylemiştir. Bu tabir ile ilgili birkaç incelik vardır:

Birinci incelik: ''Üstümüze sabır boşalt, sabır yağdır" demek, "üstümüze sabır indir" demekten daha beliğdir. Çünkü biz, kabı boşaltmanın, kabın içindeki herşeyi döküp boşaltma olduğunu söylemiştik. Buna göre sanki onlar, Allah'tan, sabrın bir kısmını değil, hepsini üzerlerine dökmesini (kendilerine vermesini) istemişlerdir.

İkinci incelik: Ayette "sabr" kelimesi, nekire olarak getirilmiştir. Bu nekire oluş da, mükemmelliğe ve tamlığa delalet eder. Yani "Tam ve mükemmel bir sabır" demektir. Bu tıpkı, "Andolsun, sen onları, insanların hayata, yani tam ve kâmil bir hayata en düşkünleri bulacaksın" (Bakara, 96) ayetindeki, "hayat" kelimesinde olduğu gibidir.

Üçüncü incelik: Bu sabır, onlardan ve onların amellerindendir. Ama onlar bunu Allah'tan istemişlerdir. İşte bu da, kulun fiilinin ancak Allah'ın yaratması ve takdiri ile gerçekleşip meydana geldiğine delalet eder.

Kâdî: "Onlar, Allah Teâlâ'dan ancak, kendilerinin sebat ve sabrına vesile olacak lütuflarını istemişlerdir ki, dualarda bunun istenmesi maruf olan bir husustur" demiştir.

Buna şöyle cevap verilir: "Bu iddia zahirî manayı terketmektir. Hem sonra delil de, buna karşıdır. Çünkü fiil, ancak kesin bir dâî (sebep) bulunduğu zaman meydana gelir. Bu dâî'nin mevcut olması ise, ancak Allah'tan olur. Binaenaleyh herşey Allah'tandır,"

Ayetteki "Canımızı müslüman olarak al!" duası, "Hz. Musa'nın getirdiği hak din üzere canımızı al" demektir. Bu ifade ile ilgili iki mesele vardtr: [18]

 

Birinci Mesele

 

Alimlerimiz bu âyetle iman ve İslâm'ın, ancak Allah'ın yaratması ile olabileceğine istidlal etmişlerdir. Alimlerimizin bu âyetle bu şekilde istidlal edişleri gayet açıktır. Mu'tezile ise, bunu, Allah'ın lütuf fiillerini vermesi manasına hamletmişlerdir. Bu husustaki sözümüz, daha önce geçen şeylerden dolayı, malumdur. [19]

 

İkinci Mesele       

 

Kâdî, bu âyeti iman ile İslâm'ın aynı şey olduğuna delil getirerek  şöyle   demiştir:   "O   sihirbazlar   ilk   önce "Rabbimizin âyetlerine iman ettik" demişler, sonra da "Cantmızı müslüman olarak al!" demişlerdir. Dolayısiyle bu duada bahsedilen İslâm'ın (müslümanlığın), o ifadede bahsedilen "iman" olması gerekir. Bu da, bu ikisinin aynı şey olduğunu gösterir." Allah en iyi bilendir. [20]

 

Firavun'un Çevresi, Onu İşkenceye Teşvik Ediyor

 

"Firavun'un kavminin ileri gelenleri şöyle dedi: "Musa'yı ve kavmini, yeryüzünde fesatçılık etmelerine, seni de tanrılarını da terketmesine fırsat vermek için mi bırakacaksın?" O da, "(Eskiden olduğu gibi) oğullarını öldürtürüz, sadece kadınlarını sağ bırakırız. Şüphesiz biz onların üstünde, kahir ve hakim olanlarız" dedi. Musa ise kavmine, "Allah'tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz yeryüzü Allah'ındır. Oraya kullarından kimi dilerse,

onu mirasa (sahib) kılar. Mutlu son, müttakilerîndir" dedi'1 (A'rftf. 127-128).

 

Bil ki bu hâdise meydana geldikten sonra, Firavun, Hz. Musa'ya dokunmamış, Onu yakalayıp hapsetmemiş, aksine O'nu serbest bırakmıştır. Bunun üzerine, kavminin ileri gelenleri (yakın adamları) ona, "Musa'yı ve kavmini, yeryüzünde fesatçılık etmelerine fırsat vermek için mi bırakacaksın?" dediler. Bil ki Firavun, Hz. Musa'nın kendisini korkuttuğunu hissettiği zaman, bu korkudan dolayı O'na dokunamamıştır. Ancak kavminin ileri gelenleri, onun bu korkusunu bitmiyor ve onu, Hz. Musa'yı yakalayıp hapsetmeye teşvik ediyorlardı.

Ayetteki "Yeryüzünde fesatçılık etmeleri için.." ifadesi, "Onlar, insanların mensub oldukları dinlerini bozsunlar ve onlar insanların dinini bozunca da, bu sayede kratı yakalama fırsatını elde etsinler diye..." manasındadır.

Ayetteki "ve seni de terketmesi için..." ifadesine gelince, bunun meşhur okunuşu, mansub olarak şeklinde okunmasıdtr. Keşşaf sahibi, bunun mansub oluşu ile ilgili şu üç izahı yapmıştır:

a) Bu, "liyüfsidû" "fesatçılık etmeleri için..." ifadesine matuftur. Çünkü Firavun, Hz. Musa ve kavmini bırakıp, onlara mani olmayınca, bu onların hem Firavun'u, hem de Firavun'un ilahlarım bırakmaları neticesine götürür. Binaenaleyh sanki Hz. Musa, bundan dolayı o tanrıların hepsini terketmiş gibi olur.

b) Bu, istifhama vav ile verilmiş bir cevaptır. Soruya fa ile verildiği gibi vav ile de cevap verilebilir. Nitekim Hutây'a'nın şu beytinde de bu durum vardır:

"Ben sizin komşunuz olmayayım mı ki, böylece sizinle benim aramda bir dostluk, bir kardeşlik olsun." Buna göre âyetin takdiri şu şekildedir: "Musa'yı ve kavmini, yeryüzünde fesatçılık etsinler de, böylece seni ve tanrılarını bıraksınlar diye mi, salıyorsun." Zeccâc: "Bunun manası: "Senin Musa'yı, Musa'nın da seni bırakması olacak iş mi?" şeklindedir" demiştir.

c) Bu ifade, takdiri şöyle olan mukadder bir enne edatı ile mansubtur ...»

Yine Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Bu ifade şeklinde okunmuştur ki, bu önceki sözüne atıftır. Bu, "Senonu.odaseniterkedecek" manasındadır. Yani, "Haydi davran!" manasındadır. Bu, "O, seni ve ilahlarını terkederken, sen onu bırakıp terkeder misin?" manasında olmak üzere, müste'nef bir kelam veya hal olur."

Hasan el-Basrî, cezm ite »jdjj şeklinde okurken; Enes hem nun, hem de nasb ile şeklinde okumuştur. Yani, "böyle yaparsan o, bizi sana kutluk etmekten vazgeçirir, biz de kutluğu terkederiz" demek olur. [21]

 

Kelimesindeki Kıraat Farkına Göre Firavun'un Tanrısı Meselesi

 

kelimesi hakkında Ebu Bekr el-Enbarî şöyte demektedir: "İbn Ömer, âmmenin kıraatini kabul etmeyerek, (bu kelimeyi) İlâhetek diye okumuştur ki, bu "sana ibadeti" manasındadır. İbn Ömer: "Çünkü Firavun'a tapılıyor ve kendisi ise tapmıyordu" der.

İbn Abbas ise şöyle demektedir: "Âmmenin "âlihetek" kıraatine gelince, bu durumda bu kelime ifah kelimesinin çoğulu olmuş olur. İşte böyle olması halinde, alimler bu hususta ihtilaf etmişlerdir, Bu cümleden olarak şöyle denilmiştir: Firavun, kavmine küçük putlar yaptırmış ve kavmine, o putlara tapmalarını emrederek, "Ben sizin ve putların en büyük rabbiyim" demişti. İşte bu, "işte ben, sizin en yüce Rabbinizim!" (Nâziat, 24) şeklindeki sözüdür. Hasan el-Basrî ise, Firavun'un putlara taptığını söylemiştir.

Ben derim ki, akfıma gelen şudur: Eğer biz, "Firavun, aklı kâmil olan bir kimse değildi" dersek, ona peygamber göndermek, Allah'ın hikmetine uygun düşmez. Yok eğer, "Aktı kâmil bir kimse idi" dersek, onun, kendisinin semâvat ve yeryüzünün yaratıcısı olduğuna inanması imkansız bir şeydir. Kalabalık bir insan topluluğunun da, onun gökleri ve yeri yaratan olduğuna inanmaları mümkün değildir. Çünkü, bunun yanlış olduğu, akim zaruri bilgisiyle bilinen bir husustur. Aksine, akla en yakın olanın şöyfe denilmesidir: "O, bir yaratıcının varlığını kabul etmeyen bir "dehrî" (dinsiz) idi... Ve o, bu süflî âlemin idarecisinin yıldızlar olduğunu söylüyordu. Ama, bu âlemde kendi ahâlisine ihsan edip onları yetiştirenin kendisi olduğunu iddia ediyordu. İşte onun, "işte ben. sizin en yüce rabbinizim" (Nâziat. 24) ifadesi, "sizi terbiye eden, size in'amda bulunan, sizi yedirip içiren en büyük, en yüce Rabbiniz (efendiniz) benim..."anlamındadır.

O Firavun'un, ııben sizin benden başka bir tanrınız olduğunu bilmiyorum" (Kasas,38) şeklindeki sözüne gelince, bunun da manası, "Ben, benden başka ibadet etmeniz gereken herhangi bir kimse tanımıyorum..." şeklindedir. Onun inancı böyle olunca,  "O, yıldızlar suretinde birtakım putlar edinmişti.  Onlara tapmıyor ve yıldtzperestlenn dini üzere, onlara yaklaşıyordu.." denilmesi uzak bir ihtimal değildir. Böyle ofmast halinde de, Hak Teâlâ'nm,, ''Seni de, tanrılarını da terketmesi.." ifadesini, zahirî manasına hamletmede bir sakınca yoktur. İşte bu konuda benim söyleyeceğim budur. Allah en iyisini bilendir.

Bil ki, vecih ve ihtimallere göre, Firavun'un kavminin ileri gelenleri bu sözleri ile, Firavun'u, Hz. Musa'yı yakalayıp hapsetmeye ve onun başına çeşitli belalar getirmeye yöneltmek istemişlerdir. İşte bu durumda da Firavun, gerçek durumunu, ki bu, onun, Hz. Musa'dan korkup çekinmesidir, dile getirmeyerek, "(Eskiden olduğu gibi) oğullarını öldürtürüz, sadece kadınlarını sağ bırakırız.." demiştir. Bu ifadeyle ilgili olarak da birkaç mesele vardır; [22]

 

Birinci Mesele

 

Nâfî ve İbn Kesir, nûnun fethası ve şeddesiz olarak senaktulu "öldüreceğiz" şeklinde okurlarken, diğer kıraat

imamları, çokluk manasını kastederek, nûnun dammesi ve kafin da şeddesi ile, senukattilû "onları adamakıllı öldürteceğiz" şeklinde okumuşlardır. Yani, "İsrailoğullarının oğullarıyla, Hz. Musa'ya iman eden kimseleri (öldürteceğiz)" demektir. [23]

 

Firavun israiloğuilannm Erkeklerini Öldürterek Nüfusunu Azaltıyor      

 

"Musa{a.s)'nın, kavmi ve kendisine tâbi olanlar vasıtasıyla, fesatçılık yapması mümkündür. O halde biz, onun kavmini ve ona tâbi olanların sayısını azaltma hususunda sa'y-ü gayret göstereceğiz. Bunu da, İsrailoğullarının  erkek çocuklarını  öldürüp, kadınlarını  ise  hayatta  bırakmak suretiyle yapacağız.,." demek istemiştir. Daha sonra da buna kendisinin kadir olduğunu, "Şüphesiz biz onların üstünde, kahir ve hakîm olanlarız" ifadesiyle de beyan etmiştir. Bundan maksadı ise, "Hz. Musa ve kavmini bırakmasının, acizlikten ve korkudan dolayı olmadığını; şayet, onu kıskıvrak yakalamak isterse, bunu yapabileceğini; böylece de o sanki, kavmine, kendisinin ona aldırmayıp ondan korkmadığı için onu hapsetmediğini, böylece de onu engellemediği..." zannını vermektir.

Müfessirler bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak onların bir ktsmı, Firavun'un, tıpkı Hz. Musa doğarken yaptığı gibi, aynı şekilde bunu yaptığını söylerken; diğer bir kısmı da, "Hayır bunu uygulamadı" demişlerdir. Müfessirler bu tehdidin, Hz. Musa'nın doğumu sırasındaki tehditten başka bir tehdit olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. [24]

 

Dünya Allah'ın Mülküdür, Dilediği Kullarını Oraya Varis Yapar

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hz. Musa'nın kavmine Allah'tan yardım isteyin ve sabredin...'1 dediğini nakletmiştir. Bu ifade, Firavun'un topluluğunun ileri gelenlerinin Fİravun'a, Firavun'un da onlara demiş olduğu şeyi Hz. Musa'nın öğrenip, bu şeyden haberdar olduğuna delalet eder. İşte bundan dolayı da Hz. Musa, kavmine: ''Allah 'tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. O'na kullarından kimi dilerse mirasçı kılar. Mutlu son, mülakilerindir" demiştir. İşte burada Musa (a.s), kavmine iki şey emretmiş ve onları iki şeyle müjdelemiştir. Hz. Musa'nın kavmine emretmiş olduğu o iki şeyden birisi, Allah'tan yardım dilemek; ikincisi ise, Allah'ın belalarına karşı sabretmektir. Hz. Musa, onlara önce Allah'tan yardım dilemelerini emretmiştir; zira, âlemde Allah'tan başka bir müdebbirin olmadığını bilen herkesin gönlü ve kalbi, marifetutlah nuru ile inşirah bulur. Ve bu esnada da ona, her türlü belaya katlanmak kolaylaşır. Bir de o, belanın gelişinin ancak Allah'ın kazası ve takdiri ile olduğunu görür, bilir ve Allah'ın kazasını müşahede ederek ona hazır olursa, ona her çeşit bela hafif ve kolay gelir. Hz. Musa'nın kavmine müjdelediği o iki şeyden birisi, "Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Oraya kullarından kimi dilerse mirasçı kılar" âyetinin ifade ettiği husustur. Bu da Hz. Musa'nın, kavmini, Allahu Teâlâ'nın onları, Firavun'u helak ettikten sonra, kendi arzına mirasçı kılacağı hususunda heveslendirmedi. İşte mirasçı kılmanın manası budur. Bu da, bir şeyi, öncekilerden sonra onların yerine gelen kimselere vermektir. İkincisi ise, "akıbet müttakilerindir" âyetinin ifade ettiği husustur. Bu âyette geçen "âkibet" tabiriyle şu manaların kastedildiği ileri sürülmüştür:

a) Sadece ahiret işi...

b) Sadece, dünyevî iş... Bu da, düşmana karşı fetihe, zafere ve nusret-i ilahîye nail olmadır.

c) Bu.iki hususun ikisi de kastedilmiştir. Cenab-ı Hakk'ın "müttakilerindir" buyruğu, Allah'tan ittika edip, O'ndan sakınan kimselere Allah Teâlâ'nın dünya ve ahirette yardım edeceğine bir işarettir. [25]

 

Yahudilerin Nazlanmaları

 

"Biz, dediler, sen bize (peygamber olarak) gelmezden evvel de, bize geldiğinden sonra da işkenceye duçar edildik." (Musa şöyle) dedi: "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak edecek, sizi bu yerde hakim kılacak da, sizin nasıl hareket edeceğinize bakacak..." (A'râf. 129).

Bil ki Hz. Musa'nın kavmi, Firavun'un savurduğu tehdidi ve vaîdi duyunca, korkup endişeye kapılarak, "Biz muhakkak sen bize gelmezden evvel de, bize geldiğinden sonra da işkenceye duçar olduk!" dediler. Bu böyledir, zira İsrailoğufları, Hz. Musa gelmezden önce, mel'ûn Firavun'un elinde, "mustaz'af" idiler, 0, onlardan cizye alıyor, onları zor işlerde çalıştırıyor, onları rahat ve huzur içinde yaşamaktan alıkoyuyor ve onların erkek çocuklarını öldürüyor, kız çocuklarını diri bırakıyordu. Cenâb-ı Hak, Hz. Musa'yı peygamber olarak gönderince, onların, bu sıkıntı ve zararların sona ereceği yolundaki ümitleri kuvvetlendi. Dolayısiyle onlar, Firavun'un ikinci kez tehdidini tekrarladığını duyunca, korku ve kederleri arttı da, bunun üzerine bu sözü söylediler...

Buna göre eğer, "Bu söz, onların Hz. Musa (a.s)'nın peygamber olarak gelmesini hoş karşılamadıklarına delalet etmez mi ve bu da onların küfürlerini gerektirmez mi?" denirse, şöyle cevap verilir: "Hz. Musa (a.s) gelince onlara, o zararların zail olup gideceğini vaadetmiştir. Bundan dolayı onlar, o zararların hemen kalkacağını sanmışlardı. Binaenaleyh onlar, bu zararların kalkmadığını görünce, bunun nasıl bir vaad olduğunu anlamak için Hz. Musa (a.s)'ya başvurdular. Böylece de Hz. Musa (a.s), onların kalkmasıyla ilgili vaadin, hemen kalkmalarını gerektiren bir vaad olmadığını, Allah Teâlâ'nın o vaadini, takdir ettiği bir zamanda yerine getireceğini bildirdi." Netice olarak diyebiliriz ki: Bu, Hz. Musa (a.s)'nın peygamber olarak gelmesinden ötürü duyulan bir hoşnutsuzluk değil, aksine o vaadin nasıl olacağı hususunda bir izah istemedir.

Bil ki o kavim bunu dile getirince, Hz. Musa (a.s), "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı imha eder ve sizi bu yerde hükümdar, hakim kılar" dedi. Sibeveyh buradaki asâ (umulur ki) kelimesinin "ümit ve korku" ifade ettiğini söylemiştir. Zeccâc da: "Allah'tan olan ümitlendirme, mutlaka yerine getirilir" demiştir. Birisi şöyle diyebilir: "Bu görüş zayıftır. Çünkü âyetteki "umulur ki..." ifadesi, Allah'ın kendisine ait olmayıp, Allah'ın Hz. Musa (a.s)'den naklettiği bir sözdür?" Ancak ne var ki biz diyoruz ki: Bu gibi sözler, nübüvveti kesin mu'cizelerle ortaya çıkmış bir peygamberden sâdır olunca bizzat kuvveti ifade eder ve insanın nefsini bürüyen hayal kırıklığını ve zayıflığı siler götürür. Böylece Hz. Musa (a.s), kavmi sabra sarılsın, kötülenen bağırıp çağırmayı artık bıraksınlar diye, onların kalblerini bu sözle pekiştirmiş ve onlara olan vaadi ortaya koymuştur. Daha sonra da "(Allah) sizin nasıl hareket edeceğinize bakacak" sözü ile, onları Allah'a itaatta sımsıkı sarılmaya teşvik yerine geçen bir şey söylemiştir. [26]

 

"Nazara" Kelimesinin Allah Hakkındaki Manası

 

Bil ki nazara (baktı) fiili ile, bazan "ilim" (bilme) ifade eden bir bakış kastedilir ki, bu Allah Teâlâ hakkında muhaldir. Bazan da bu kelime ile, görülmek istenen şeyi görmek için, o şey tarafına gözü çevirme manası murad edilir. Bu da Allah hakkında muhaldir. Bazan da bu fiil ile, "bekleme" manası kastedilir ki, yine bu da Allah Teâlâ için muhaldir. Bazan da bununla, "görme" manası kastedilir. İşte bu âyetteki bu fiili, bu son manaya hamletmek gerekir. Zeccâc şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hak bu âyet İle, "O bunun sizden sâdır olduğunu görsün.." manasını kasdetmiştir. Çünkü Allah Teâlâ onları, onlarla ilgili olarak bildiği şeye göre cezalandırmaz. O, onları ancak onlardan sâdır olan şeylere göre cezalandırır."

Buna göre eğer, "siz buradaki nazara fiilini "görme" manasına alırsanız, ortaya bir problem çıkar. Çünkü buradaki ifadesinin başındaki fâ, ta'kîb içindir. Bundan dolayı Allah Teâlâ'nın o amelleri görme işinin, o amellerden sonraya kalmış olması gerekir ki, bu da Allah Teâlâ'nın "görme sıfatının hadis (sonradan olma)" bir sıfat olmasını gerektirir" denirse, biz deriz ki: Allah Teâlâ'nın görmesinin, o şeye taalluk etmesi hadis (sonradan) olan bir alâkadır. Alâkaların, nisbetlerin, izafetlerin a'yanda varlıkları yoktur. Bundan dolayı, Allah'ın zatındaki hakîkî sıfatın hadis olmasını gerektirmez. Allah en iyi bilendir. [27]

 

"Andoîsun ki biz, Firavun hanedanını, düşünüp ibret alsınlar diye, yıllarca kuraklıkla ve mahsullerin kıtlığı ile yakalayıp sıktık. Fakat onlara iyilik gelince, "Bu, bizim hakkımız" dediler. Eğer kendilerine bir de fenalık gelirse, Musa ile onun beraberindekilere uğursuzluk yüklerlerdi. Dikkat edin, onların uğursuzluğu ancak Allah tarafmdandır, fakat onlann çoğu (bunu) bilmez" (A'rflf, 130-131).

Bil ki Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'nın kavmine, "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı imha eder" (Avaı, 129) dediğini anlatınca, bu âyette de, aynı azab ve belânın onların başına da gelmesinden onları sakındırmak ve mükelleflerin dikkatini küfürden ve peygamberleri yalanlama yolunu tutmaktan kaçınmaya çekmek için, Firavun ve kavminin üzerine, neticesi helak olan, zaman zaman indirmiş olduğu belaları anlatarak işe başladı ve jspV öjf "Andoîsun ki biz, Firavun hanedanını, yıllarca kuraklıkla... yakalayıp sıktık..." buyurdu, bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

 

Sene Kelimesinin Manası:

 

"Sinîn" kelimesi, "sene"nin çoğuludur. Ebu Ali el-Fârisî şöyle demiştir: "Sene iki manaya gelir:     

a) Yıl manasına,

b) Kıtlık  manasına...Bu, bolluğun zıddıdır. "Kıtlık" manasına kullanıldığı yerlerden birisi de bu kelimenin geçtiği âyettir. Hz. Peygamber (s.a.s) "Ey Allah 'im, onu onlar üzerine, Yusuf'un kıtlık yıllan gibi, kıtlık yıllan kıl”[28] demiştir. Hz. Ömer (r.a) de şöyle demiştir: "Biz kıtlık yılında hırsızlık edenin elini kesmeyiz."[29] Sene kelimesi, cedb, yani kuraklık ve kıtlık manasına geldiğinden, "kuraklığa duçar oldular" anlamında Araplar, dedikleri gibi diye de kelime türetmişlerdir: Nitekim şair, "Ve Mekke'nin adamları (insanları), kıtlığa uğramış cılız kimselerdir" demiştir. Ebu Zeyd Bazı Araplar, "Bunlar, kıtlık yıllandır" ve "Kıtlık yıllarını gördüm" der ve kelimenin sonundaki nûna i'rab verirler" demiştir. Ferrâ da aynı şeyi söylemiştir. Şairin şu beyti de böyledir:

"Beni, Necid'den çağırdı. Çünkü, onun kuraklığı ve kıtlığı, bizlerle oynuyor; daha, taptaze ve bıyıklarımız da terlememiş iken, saçlarımızı ağartıyordu."

Zeccâc, "Sinîn" kelimesi, Arapça'da "kıtlıklar" manasınadır. Mesela "senenin kuraklığı ve şiddeti, onlara isabet etti" manasında denilir" demiştir. Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Müfessirler şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ, "Firavun hanedanını yıllarca kuraklıkla... yakalayıp sıktık" buyruğu ile sene be sene onlara açlık ve kıtlık verdiğini murad etmiştir. Dolayısiyle kuraklık köylüler için; ürünlerin kıtlığı ise şehirliler içindir."

Cenâb-ı Allah daha sonra "Düşünüp ibret alsınlar diye..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak da iki mesele vardır: [30]

 

Birinci Mesele     

 

Ayetin zahiri, Allah Teâlâ'nın, diretme ve inaddan boyun eğmeye ve kulluğa dönmeleri için, onlara bu betaları verdiğine delalet eder. Çünkü şiddetli haller, kalplere rikkat verir ve onları Allah katında olan şeye yöneltir. Bunun delili, "Denizde sizin başınıza bir sıkıntı geldiği zaman, Allah'tan başka bütün taptığınız şeyler gaib olup giderler" (isra, 67) âyeti île, "insana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirir ve kendisi O'ndan uzaklaşır. O'na bir şer dokunduğu zaman ise, artık uzun uzun dua eder" (Fussiiet, 51) âyetidir. [31]

 

İkinci Mesele

 

Kâdî şöyle demiştir: "Bu âyet, Allah Teâlâ'nın bunu, onlar içinde bulundukları küfürlerinde devam etsinler diye değil düşünüp ibret alsınlar diye yaptığına delalet eder."

Vahidî, buna şu şekilde cevap vermiştir: "Kur'ân'daki "ibtitâ" ve "ihtibar" lafızlarının kullanılması, Allah Teâlâ'nın (insanların yaptığı tarzda) onları imtihan etmesi anlamında değildir. Çünkü bu, Allah hakkında muhaldir. Aksine bu, "Allah Teâlâ onlara, ibtila ve imtihan etmeye benzeyen bir muamele ile muamelede bulundu" manasındadır. İşte burada da böyledir." Allah en iyi bilendir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onlara, bu tür bela ve musibetler geldiği,zaman, onların, küfür ve isyanlarını arttıracak şeylere yöneldiklerini beyan ederek, "Fakat onlara iyilik gelince, "Bu, bizim hakkımızdır" dediler" buyurmuştur. İbn Abbas bu âyete şu manayı vermiştir: "Allah bu âyetteki "hasene" sözü ile yeşilliği, bolluğu, meyveleri, sürüleri, bol rızkı, afiyet ve esenlik içinde bulunmayı kastetmiştir." Onların, "Bu, bizim hakkımızdır" dediler" sözü, "Biz, adetimiz olduğu üzre, bol nimete ve bol rızka layık ve müstehakız" anlamındadır. Onlar, bunun Allah katından olduğunu bilip de, O'na şükredip o nimetin hakkını layık-ı veçhile eda edemediler.

Cenâb-ı Hak, "Eğer kendilerine bir de fenalık gelirse..." buyurmuştur. Cenâb-ı Mak bu ifade ile de kıtlığı, darlığı, hastalığı, sıkıntı ve belaları murad etmiştir. O'nun, "Musa ile onun beraberindekilere uğursuzluk yüklerlerdi" buyruğuna gelince, bu, "Onlar, Musa'ya uğursuzluk yükleyerek, "Bu kötülük bize, Musa ve onun kavminin uğursuzluğu sebebiyle isabet etti" derler" manasındadır. Bütün müfessirlere göre tetayyur "uğursuz saymak" anlamındadır. Yettayyarü kelimesi, aslında yetetayyaru şeklindedir. Tâ harfi ti harfine idğam edilmiştir; zira bu iki harf aynı yerden, yani dilin ucundan ve (üst) ön dişlerin dibinden çıkarlar.

"Dikkat edin, onların uğursuzluğu ancak Allah tarahndandır" buyruğunda geçen tâir lafzı hakkında da iki görüş bulunmaktadır[32]

 

Cahiliyede Zecr, İyafe Uygulaması ve Bâtıllığı

 

Birinci görüş: İbn Abbas şöyle demiştir: Aliah Teâlâ: "Onların uğursuzlukları Allah katındandır. Yani, Allah tarafındandır. Bu şer onlara, Allah'ın kazası ve hükmü ile gelmiştir" manasını kastetmiştir. Dolayısıyla buradaki "tâir", uğursuzluk manasındadır. Bunun bir benzeri de, "Dediler ki "Senin yüzünden ve maiyyetinde bulunan kimseler sebebiyle, uğursuzluğa uğradık." (Salih dedi:) "Sizin uğursuzluğunuz Allah katmdadır" dedi..." (Neml. 47) âyetidir.

Ferrâ şöyle demektedir: "Yahudiler, Hz. Peygamber'in Medine'ye gelmesine de bir uğursuzluk yükleyerek, "Sen bize geldiğinden beri, hayat pahalılığı arttı ve yağmurumuz azaldı" demişlerdi."

Ezherî de şöyle der: "Uğursuzluğu ifade etmek için "tâir", "tayr" ve "tıyara" kelimeleri kullanılır. Çünkü Arapların, talih tesbiti için bir âdeti de[33] şuydu: Onlar kuş uçurur ve onu takip ederlerdi, böylece, onun soldan gelmesine ve kargaların sesine; yine bu kuşun, onu uçurduklarında sol taraftan başlamasından uğursuzluk sezerlerdi.. Böylece onlar, o kuşlarla teşe'ümde bulundukları için, uğursuzluğu tâir, tayr ve tiyara diye isimlendirmişlerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Resulünün "Uğursuzluk (diye birşey) yoktur. Hâme yoktur. (Yani, öldürülenin ruhunun baykuş haline gelip "intikamımı alın" demesi diye birşey yoktur)" [34] şeklindeki ifadesi üzere, onların uğursuzluk sezmeleri âdetinin bâtıl olduğunu bildirmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s), "tefe'ülde" (uğurlu saymak) bulunur, fakat (herhangi bir) şeyden uğursuzluk sezmezdi... (Tefe'ülün aslı) (her ne olursa olsun), güzele yormaktır. Halbuki Araplar, tefe'ül ile teşe'ümü aynı sayarlardı. Böylece Hz. Peygamber (s.a.s) tefe'ülde bulunmayı kabul etmiş, teşe'ümde bulunmayı ise iptal etmiştir. Muhammed er-Razî (r.h) şöyle demektedir: "Bu iki konuyu birbirinden iyice ayırmak gerekir. Doğruya en yakın olanı, şöyle denilmesidir: İnsanî ruhlar, behîmî ve hayvani, tıyari (kuşsal) ruhlardan daha temiz ve daha güçlüdür. Binaenaleyh, insanın lisanıyla söylemiş olduğu sözler ile istidlalde bulunmak mümkündür. Halbuki kuşların uçuşları ve hayvanların hareketleri böyle değildir. Çünkü bunların ruhları zayıftır. Dolayısıyla bunlarla herhangi bir şeye istidlalde bulunmak mümkün değildir.

İkinci görüş: Ebu Ubeyde şöyte demektedir: Ayetteki "Dikkat edin, onların uğursuzluğu ancak Allah tarafmdandir" buyruğu, "onların payları ve nasibleri, hisseleri..." anlamındadır. Bu, İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edilen husus ofup, o şöyle demiştir: "Onların uğursuzlukları, ancak Allah'ın onlar hakkındaki hükmü ve takdiridir." Nitekim Araplar, "Malı, kavim arasında dağıtıp taksim ettim de, onlardan her birine payı ve hissesi uçtu..." derler. Yani, "Onların herbirinin hissesi tahakkuk edip yerini buldu.." demektir.

Bil ki, bu iki görüşe göre de mana, "Onlara isabet eden her hayır ve şer, Allah'ın kazası ve takdiri iledir. Ancak ne var ki onların pekçoğu, bütün bunların Allah'tan olduğunu bilemezler" şeklinde olur. Bu böyledir, zira insanların pekçoğu, hadiseleri maddî sebeplere nisbet ederler ve o hadiselerin, Allah'ın kaza ve takdiri ite münasebeti bulunmadığını söylerler. Halbuki gerçek olan, bütün bunların Allah'tan olmasıdır. Zira, her mevcut, ya zatı gereği vacibu 'l-vücud'dur veya zatı gereği mümkinü'l-vücuddur. Halbuki zatt gereği vacibu'l-vücud olan tektir. O'nun dışında kalanlar ise, zatı gereği mümkin varlıklardır. Zatı gereği mümkin olan varlıklar, ancak zatı gereği vacib olanın yaratıp icad etmesiyle var olurlar. İşte bu yolla, her şey Allah'tan olmuş olur. Binaenaleyh, hâdiseleri Allah'tan başkasına nisbet etmek, Allah'ın kemalini bilmemek olur. [35]

 

Ayetin Makabli İle Münasebeti

 

"Dediler ki: "Bizi büyülemek için her ne mucize getirirsen getir, sana iman edecek değiliz." Bunun üzerine biz de, ayrı ayrı alâmetler olmak üzere, başlarına tufan, çekirge, haşerat, kurbağalar ve kan gönderdik. (Böyle iken), yine kibirlerine yediremediler. Onlar öyle günahkârlar güruhu idiler" (A'râf, 132-133).

 

Bil ki Cenâb-ı Hak, önceki ayette onların cehaletleri sebebiyle, âlemde meydana gelen hadiseleri Allah'ın kaza ve kaderine izafe etmediklerini anlatmıştı. Bu âyette de, onların bir başka tür cehalet ve sapıklıklarını nakletmektedir ki, bu da, onların mu'cizeler ile sihri birbirinden ayırdedemeyişleri ve mesela âsâ'nın ejderhaya dönüşmesi gibi bütün mu'cizeleri, kendileri tarafından yapılan sihir kabilinden kabul ederek, Musa'ya, "Biz bunlardan hiçbirini kesinlikle kabul etmeyiz..." demeleridir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [36]

 

"Mehmâ" Kelimesi Hakkında

 

Bu ifadede geçen mehmâ kelimesinin aslının ne olduğu hususunda iki izah yapılmıştır:

1) Bunun aslı "mâmâ"dır. Birinci mâ, ceza ifade eden mâ; ikincisi de, ceza manasını te'kid için getirilen mâ'dır. Bu, tıpkı mâ'nın, ceza ifade eden diğer harflere bitiştirilmesi gibidir... Yani mesela Arapların, immâ,mimmâ ve keyfemâ demeleri gibidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer onları yakalayıp ele geçirirsen.."(Enfal,57) buyurmuştur. Bu, senin tıpkı, demen gibidir. Daha sonra Araplar, birinci mâ'nın elifini, aynı lafzın tekrarını hoş görmedikleri için U harfine çevirdiler de, böylece ifade mehmâ şekline dönüştü. Bu, Halil ile  Basralılann görüşüdür.

2) Kisâî'nin görüşü olup, buna göre, bu ifadenin aslı, yasaklamak anlamına gelen ü 'dir. Bu ifade de ceza (şart) ifade eden ma ifadesinin başına gelmiş, böylece de olmuştur. Böylece sanki onlar, "Bize getireceğin her mu'cizeden vazgeç, çünkü o mu'cize şöyledir, şöyledir..." demişlerdir. [37]

 

Firavun Beldesine Peşpeşe Gelen Felâketler

 

İbn Abbas şöyle demektedir: İsrailoğullan, Hz. Musa'ya, "Senin bize, Rabbin tarafından getirdiğini söylediğin her mu'cize, sihir türündendir. Biz onlara kesinlikle iman etmeyiz..." dedikleri zaman, Hz. Musa da, sert bir kimse olduğu için, işte o esnada onlar aleyhine beddua etti.

Bunun üzerine Allah da O'nun duasını kabul ederek, böylece onların üzerine gece ve gündüzler boyunca devam eden, bir cumartesinden diğer cumartesine kadar devam eden tufanı salıverdi. Öyle ki, onlardan hiç kimse, ne bir güneş, ne bir ay göremez oldu. Ve onlar, evlerinden dışarı da çıkamadılar. Tam boğulacakları zaman, Firavun'a sığındılar ve ondan, kendilerine yardım etmesini istediler. Bunun üzerine Firavun, Musa (a.s)'ya haber yollayarak, "Bizi bu belâdan kurtar. Mısır tek bir deniz haline geldi. Eğer sen bizi bu belâdan kurtarırsan, biz sana iman ederiz!" dedi. Bunun üzerine Allah Teâtâ da, onlardan yağmuru kesti ve onlara rüzgarları gönderdi. Derken, Mısır toprakları kurudu. Bunu müteakiben de, onların bir benzerini asla görmedikleri bitkiler bitti. Bunun üzerine onlar, "Bizim feryad-ü figanda bulunmamıza sebep olan şey, bizim için meğer daha hayırlıymış. Hayır, Allah'a yemin olsun ki, biz sana iman etmeyeceğiz ve İsrailoğullannı da seninle beraber salıvermeyeceğiz" dediler. Böylece de, ahidterini bozmuş oldular. Derken, Allah Teâlâ onların üzerine, çekirgelerini salıverdi. Bu çekirgeler, o büyümüş bitkileri yeyiverdiler. Böylece bu durum da onlara çok zor ve ağır geldi. Öyle ki, o çekirgeler uçtuğu zaman, bulut gibi güneşin önünü kapıyor, yeryüzünde, üst üste konulduklarında da bir "zira" kalınlığında oluyorlardı. Derken bu çekirgeler, bütün bitkileri yediler. Bunun üzerine Mısır ahalisi, yeniden yalvarıp yakarmaya başladı. Böylece Hz. Musa, dua etti de Allah Teâlâ da bir rüzgar göndererek, o çekirgeleri sürükletti. Derken onları denize döktü.. Bunun üzerine Mısır halkı, o çekirgelerden arta kalan ot ve ekinlerin kendilerine yeteceğini görünce, "Geriye kalan bu şeyler bize yeter. Sana iman etmiyoruz.." dediler.

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onlara, bir cumartesiden diğer cumartesine kadar, haşerat olan canlıları salıverdi. Derken haşerat, onların topraklarında ne var ne yoksa herşeyi yeyip, yeşil namına bir şey bırakmadılar. Bunun üzerine onlar yine, çığlıklar atarak feryad ettiler. Musa da Rabbinden, buna son vermesini diledi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, o yere çok yakıcı bir rüzgar yolladı. Rüzgar o haşeratı yaktı ve onları sürükleyerek denize döktü. Ama, yine iman etmediler. Bunun üzerine Allah, onların başına kurbağaları salıverdi. Bunlar denizden, karanlık geceler misali çıkıyorlardı ve elbiselerle yiyeceklerin içine giriyorlardı. İsrailoğullarından birisi düşüyor, hemen yanıbaşında da bir "zira" kalınlığında kurbağa sürüsü görüyordu. Derken onlar, yine Hz. Musa'nın yardımına sığındılar ve O'nun Rabbine iman ederek, "Şayet sen, bizden bu azabı kaldırırsan, sana mutlaka iman ederiz" dediler. Hz. Musa da bunun üzerine, Allah'a duada bulundu. Derken, Atlahu Teâlâ kurbağaları öldürdü ve o kurbağalar üzerine yağmuru saldı.. Yağmur da onları denize sürükledi.

Daha sonra onlar, küfür ve fesatlarını yine izhar ettiler de, bu sefer de Allah Teâlâ onların üzerine kan salıverdi. Böylece onların çayları ve ırmakları kan aktı da, tatlı su bulamaz oldular. Halbuki İsrailoğullan tatlı ve güzel su bulabiliyorlardı. Derken takatleri iyice kesilince, yine yalvartp yakarmaya başladılar. Firavun ve kavminin ileri gelenleri, binitlerine binerek, İsrailoğullarının nehir ve ırmaklarına doğru yöneldiler. Onlardan birisi nehre elini sokup da elini daldırdığında, eli kana boyanıyordu. Onlar orada yedi gün beklediler ve sadece kan içtiler. Bunun üzerine Firavun, "... Eğer bu azabı bizden ayırıp sıyırırsan, andolsun, sana kesinlikle iman edeceğiz. Andolsun, İsraiİoğuIlarını da seninle beraber göndereceğiz..." (A'râf, 134) dedi.

İşte bu görüş, müfessirlerin ekserisine göre tercih edilen görüştür. Bu hadiselerin pek çoğu hakkında, çeşitli ihtilaflar bulunmaktadır. Bu cümleden olarak, mesela tufana gelince, Zeccâc şöyle der: "Tufan o kavmin tamamını kuşatan şey olup her şeyin çoğuna ve fazlasına denilir. Mesela, birçok şehri kuşatan, istila eden seller gibi... işte buna tufan denilir. Çok yaygın öldürmeler, Katliamlar da bir tufandır. Salgın ölümler de bir tufandır."

Ahfeş ise şöyle demektedir: "Bu kelime tavf masdarından gelen fu'lân vezninde öir kelimedir. Çünkü bu, bir şeyi kuşatıp, onu içine alır. Bu kelimenin, kaideye göre müfredi, tufâne kelimesidir."

Müberred, tufan kelimesinin, tıpkı "rüçhân" ve "noksan" kelimeleri gibi bir masdar olduğunu, onun müfredini aramaya gerek olmadığını söylemiştir.

Sen bunu iyice anladığına göre, biz diyoruz ki: Ekseri alimler, İbn Abbas (r.a)'dan rivayet ettiğimiz şekilde, bu "tufan"ın, çok şiddetli bir yağmur olduğunu söylemişlerdir. Yine Atâ, İbn Abbas (r.a)'ın, "Tufan, ölümdür" dediğini rivayet etmiştir. Vahidî (r.h) se, senediyle, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Tufan, ölümdür" dediğini rivayet etmiştir. 3u söz, bir müşkilük arzetmektedir. Çünkü eğer onlar öldürülmüş olsalardı, üzerlerine başka bela ve azap çeşitlerini göndermenin hiçbir anlamı olmazdı. Aksine eğer bu -aber doğru ise, buradaki "ölüm" kelimesini "şiddetli yağmur, büyük seller" gibi, "ölüme sebep olacak hadiselerin meydana gelmesi" manasına hamletmek gerekir.

Ayetteki cerâd (çekirgeler) kelimesine gelince, bunun manası malumdur. Bunun müfredi, cerâde şeklindedir. Nitekim, yaprağı çekirgelerce yenilmiş bitkiye denilir. Lihyânî şöyle demiştir: "Bitkisini çekirgelerin yeyip bitirdiği toprağa, denilir. Yine çekirgeler ekinleri yediği zaman "Ekinin (çekirgeler tarafından) kökü kazındı" denilir. Bütün bu kelimelerin aslı, cerd masdarıdır. Bu, senin bir şeyi, bir başka şeyden yontup ufalayarak koparıp alman" manasına gelir. Nitekim tüyleri dökülmüş olan elbiseye de cerd denilir. Aynı şekilde, üzerinde hiç bitki olmayan toprağa da, denilir."

Alimler, âyetteki kummel (haşerat) kelimesinin tefsiri hususunda ihtilaf etmişlerdir. Denilmiştir ki: "Bu, kanatsız küçük yaratıklar olup, çekirgelerin yavrucuklarıdır." Sa'îd b. Cübeyr'den rivayet edildiğine göre, o kavmin yerlerinin yanlarında pembe kum tepesi bulunuyordu. Hz. Musa (a,s), asasıyla o tepeye vurunca, o tepe(deki kum taneleri) birer haşerat haline dönüşüyor ve onlar yüzlerini, saçlarını, göz kapaklarını, kaşlarını buruyor, sanki çiçek hastalığına tutulmuşlar gibi derilerini kaplıyordu. Bunun üzerine onlar, feryad-ü figan edip Hz. Musa (a.s)'ya başvurdular. O da onları bu musibetten kurtardı. Ama onlar bu sefer de dediler ki: "Şu anda biz kesin olarak anladık ki, sen çok bilgili bir sihirbazsın. Bundan ötürü Firavun'un izzeti ve şerefine yemin ederiz ki, sana kesinlikle iman etmeyeceğiz." Hasan el-Basrî bu kelimeyi, kâfin fethası ve mîm'in sükûnu ile kaml şeklinde okuyarak, malum olan "bit"i kastetmiştir.

Ayette geçen "kan", bizim naklettiğimiz manadadır. Keşşaf sahibi şunu nakletmiştir: "Allah Teâlâ onlara, burun kanamasını musallat etmiştir." Rivayet olunduğuna göre Musa (a.s), onlara bu gibi mu'cizeleri göstermek için sihirbazları mağlub ettikten sonra, onların arasında yirmi sene kadar kalmıştır. [38]

 

"Âyâtin Mufassalâtın'ın İzahı

 

Cenâb-ı Hakk'ın o^au çM "Ayn ayrı alametler..." tabiri ile ilgili birkaç izah yapılmıştır.

1) 'Mufassalât" , "hiçbir kimsenin, benzerini getirmeye kadir olamıyacağı hiçbir akıllının şüphe etmeyeceği açık ve seçik mu'cizeler" demektir.

2) Mufassalât şu demektir: Allah o mu'cize nev'inden olan alâmetleri belirti aralıklarla gönderdi. Böylece, her seferinde onları sınayıp, delili ve hücceti kabul mü ediyorlar? diye ortaya çıkarmıştır. Müfessirler şöyle demişlerdir: "Bu bela ve azaplardan herbiri, onların üzerindedir cumartesiden diğer cumartesine kadar devam ediyordu. Bir azab ile diğer bir azab (bela) arasında geçen zaman ise, bir ay idi. İşte Hak Teâlâ'nın, "Ayn ayn alâmetler" buyruğunun manası budur" Zeccâc âyetteki "ayât" kelimesinin, "hal" olarak mansub olduğunu söylemiştir.

Allah Teâlâ "Böyle iken onlar, Allah'a ibadeti kibirlerine yediremediler. Onlar (günahlarında ve suçlarında ısrar eden) Öyle günahkârlar güruhu idiler" buyurmuştur.

Şu da rivayet edilmiştir; "Bahsedilen bu çeşitli azap ve belalar, geldikleri zaman, sadece Firavun'un kavmine geliyorlardı. İsrailoğulları, bu azablar hususunda, bir emniyet içinde olup, bu azaplar onlara uğratmıyordu." Hiç şüphesiz bu şeylerden herbiri, başlı baştna bir mu'cize olup, bunların İsraiioğullarına değil, kıptîlere has kılınmış olması da diğer bir mu'cizedir. [39]

 

İnanmaycakları Bilindiğine Göre O Kadar Mu'cize Göndermenin Hikmeti

 

Şayet birisi, "Allah Teâlâ, o kavimlerin, o mu'cizelerle iman etmeyeceklerini bildiğine göre, o mu'cizelerin peş peşe ve değişik birçok şekilde gelmesinin hikmeti nedir? Bir de Hz. Muhammed (s.a.s)'in kavmi de, çeşitli mu'ctzeler istemişler, ama onların bu isteklerine cevap verilmemiştir. O halde aradaki fark nedir?" derse, şöyie cevap veriir: Biz (ehl-i sünnet) alimlerine göre bunun cevabı şudur: Allah dilediğini yapar ve istediği gibi hükmeder. Mu'tezile'ye göre ise, bu Allah'ın aslah (daha uygun) olana riâyetinden dolayı böyle olmuştur. Belki de Cenâb-ı Hak, Hz. Musa (a.s)'ntn kavminden bazı kimselerin, o çok sayıdaki mu'cize gösterildiğinde iman edeceklerini; Hz. Muhammed'in kavminden ise, açık mu'cizeler gelse bile hiç kimsenin iman etmeyeceğini; aksine bu mu'cizelerin, onların küfür ve inadlartnı artıracağını biliyordu. İşte aradaki fark budur. Allah en iyi bilendir. [40]

 

"Üzerlerine o azab çökünce, "Ya Musa, sana olan ahdi hürmetine, bizim için Rabbine dua et. Eğer bu azabı bizden kaldmrsan. andolsun ki mutlaka sana iman edip elbette Israiloğullanna seninle beraber izin verip göndereceğiz" dediler. Ne zaman ki biz, kendilerinin erişecekleri bir vakte kadar onlardan azabı giderdik, bir de ne bakarsın! Onlar yeminlerini bozuvermişler...'' (A'raf, 134-135).

 

"Ricz" Kelimesinin İzahı

 

Bil ki "ricz" kelimesinin manasını, Bakara süresindeki (Bakara, 59) âyetinin tefsirinde anlatmıştık. Bu, "azab" manasında kullanılan bir isimdir. Sonra alimler, bu "ricz" (azab, pislik) kelimesi ile ne murad edildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bunun, onların başına gelen o beş çeşit azab oiduğunu söylemişlerdir. Sa'îd b. Cübeyr ise, "rtcz"in, "ta'ûn" manasında olduğunu, tâ'un'un da onların başına gelen bir azap olup, bu hastalık sebebiyle bir tek günde yetmişbin insanın öldüğünü, defnedilemeden bırakıldıklarını söylemiştir. Bil ki birinci görüş daha kuvvetlidir. Çünkü âyette "ricz" kelimesi elif-lam almış müfred bir kelimedir. Binaenaleyh bunun, daha önce zikredilmiş, bilinen bir azab manasına hamledilmesi gerekir. Burada daha önce bahsedilmiş malum azab ise, zikredilmiş olan o beş çeşit beladır. Bunların dışındaki mana ise, şüphelidir. Bundan dolayı bu lafzı, bilinen manaya hamletmek, şüpheli bir manaya hamletmekten daha evladır.

Bunu iyice anladığına göre şimdi deriz ki: "Allah Teâlâ, onların içinde bulundukları o çirkin tezadlan beyan etmiştir. Çünkü onlar, bazan Hz. Musa'yı tekzib ediyor, musibetlere uğradıklarında ise, bir ümmetin kendi peygamberine koşup başvurması gibi, hemen O'na başvurup, ondan Rabbisine, o azabı kaldırması için dua etmesini istiyorlardı. Bu da onların, Hz. Musa (a.s)'nın, duası kabul edilen bir peygamber olduğuna inandıklarını gösterir. Sonra o bela ve azaplar ortadan kalkıp zail olunca, onlar yine O'nu yalanlamaya ve tenkid etmeye başlayıp, O'nun gayesine ancak sihri ile ulaştığını söylüyorlardı. İşte bu görüşlerinde onların bir tenakuza düştüğü ortaya çıkmış olur.

Cenâb-ı Allah'ın onlardan naklen buyurduğu, "Sâna olan ahdi hürmetine, bizim için Rabbine dua et" ifadesine gelince, bu hususta Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Bu ifadededeki mâ, mâ-i masdariyyedir ve buna göre mana, "O'nun senin katında olan (sana olan) ahdi sebebiyle..." şeklinde olur. Bu "ahd", Hz. Musa (a.s)'ya verilmiş olan nübüvvet (peygamberlik'tir)."

Buradaki bâ harf-i cerri ile ilgili olarak da şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu harf-i cer, (dua et) fiiline mütealliktir. Buna göre mana, "O'nun senin katındaki ahdi sebebi ile, O'na yönelerek, bizim İçin dua et" şeklinde olur.

b) Bu bâ, kasem (yemin) manasına olan bâ'dır. Bu yeminin cevabı ise, âyetteki, "Andolsun ki mutlaka sana iman edeceğiz" ifadesidir. Yani, "Allah'ın senin katında otan ahdine yemin ediyoruz ki, eğer bu azabı bizden kaldırırsan, mutlaka sana iman edeceğiz" demektir.

Ayetteki 'Ve andolsun îsrailoğullanni da seninle beraber mutlaka salacağız" ifadesine gelince; Firavun ve etbâı, İsrailoğullarına çok şiddetli ve kötü muamele ediyorlardı. Bundan dolayı onlar, Hz. Musa ile, bu azabı kendilerinden gidermesi için dua etmesi şartı ile, hem O'na iman edeceklerine, hem de İsrailoğullarını O'nunla beraber, istediği yere götürmesi için salıvereceklerine söz vermişlerdi.

Cenabı- Hakk, "Ne zaman ki biz, kendilerinin erişecekleri bir vakte kadar onlardan azabı giderdik.." buyurmuştur. Bu, "Biz onlardan kayıtsız şartsız olarak azabı kaldırmadık. Yine bütün hadiselerdeki riczi (azabı) onlardan bertaraf etmedik. Ama onu, belli bir zamana kadar (geçici olarak) kaldırdık. O zaman dolunca, artık onlardan azabı kaldırmayacağız. Aksine biz onları, o azabla helak ettik" demektir.

Cenâb-ı Hakk'in "Bir de ne bakarsın, onlar yeminlerini bozuyorlar bile.." ifadesi, (ne zaman ki...) ifadesinin cevabıdır, yani "Biz, onlardan bu azabı kaldırır kaldırmaz, hemen, vakit geçirmeden yeminlerini bozdular" demektir. Bu, "Biz onlardan azabı kaldırır kaldırmaz ahidlerini bozdular" demektir. [41]

 

Firavun ve Ordusunun Denizde Boğulmaları

 

"Artık biz de, bunca âyetlerimizi yalanladıkları, onları umursamadıkları için kendilerinden intikam aldık ve hepsini denizde boğduk" (A'râf, 136).

Bil ki bu âyet, "Allah Teâlâ, onlardan bundan önce defalarca azab ve belaları saldırdığı halde, onlar küfür ve cehaletlerinden vazgeçmeyerek, o belli zamana ulaşınca, onlardan, hepsini denizde boğarak intikam almıştır" demektir. Arapça'da "intikam, bir azab ile, nimeti çekip almak" manasındadır. Yemm kelimesi, "deniz" demektir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Yemm", dibine ulaşılamayan deniz demektir. 3u kelimenin, denizin en derin ve suyunun en çok olduğu kısmı manasında olduğu ca söylenmiştir. Bu kelime, "teyemmüm" (yönelmek, kastetmek) masdarından türetilmiştir. Çünkü su arayanlar, ona yönelirler.

Cenâb-ı Allah, "Bunca âyetlerimizi yalanladıkları..." ifadesi ile, bu intikamın o yalanlama sebebi ile olduğunu beyan etmiştir. Alimler, âyetteki "ve onlan umursamadıkları için..." ifadesi hakkında ve buradaki "onları "zamirinin neye ait olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilaf cümlesinden olarak, bunun "intikam aldık" fiilinin delalet ettiği, "nikme"(intikam)'ye ait olduğunu söylemişlerdir. Buna göre mana, "Onlar, o intikam alma işi olmadan önce, ondan habersiz idiler" şeklindedir. Bu zamirin, "âyetlerimiz" kelimesine râcî olduğu da söylenmiştir ki, bu Zeccâc'ın tercihi olan görüştür. Zeccâc, bu hususta: "Çünkü onlar, kendilerine inen âyetleri nazar-ı dikkate almıyorlardı" demiştir.

Şayet, "Gaflet, insanın kendi fiili değildir ve isteği ile meydana gelmez. O halde, insanın gafletinden ötürü, ona niçin ilahî tehdid gelmiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Ayette geçen "gaflet" kelimesi ile, "âyetlerden yüz çevirme ve onfarı umursamamaları" manası kastedilmiştir. Onlar, âyetlerden yüz çevirirler ve sanki onlardan gafilmiş (habersizmiş) gibi olurlar."

Eğer, "Onlar bu yalanlama ve umursamamalarının yanısıra, pekçok günahlar da işlememişler miydi? Öyleyse âyetteki intikam, niçin sadece bu iki şeyden dolayı olmuştur?" denirse, biz deriz ki: "Ayette, Allah Teâlâ'nın onlardan, diğer günahlarını hesaba katmamak suretiyle, sadece bu iki şeyden yani yalanlama ve umursamamadan dolayı intikam aldığını gösteren bir husus yoktur. Aksine bu âyet, âyetleri ve mu'cizeleri düşünüp onlardan ibret almanın gerekli olduğuna delalet eder. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, burada, Firavun kavmini, o âyetlerden gaflet edip, onları umursamamış olmaları sebebiyle onları kınamıştır ki, bu da, taklidin yani tefekkür etmeden birşeye inanmanın, kötü bir yol olduğuna delalet eder." [42]

 

Horlanan Müminlerin Hâkim Kılınmaları

 

"Hakaretlere maruz bırakılmış, küçümsenmiş olan o kavmi de, feyz ve bereket verdiğimiz yer/n doğularına ve batılarına varis kıldık. Bu suretle Rabbinin İsrailoğuUarına olan o pek güzel vaadi, sabretmeleri sebebiyle, tam olarak yerine geldi. Firavun'un ve kavminin yapmakta oldukları şeylerle, yükseltmekte devam ettikleri binalarını ise, hep harab ettik" (A'râf, 137).

 

Bil ki Musa (a.s), İsraitoğutlanna, ''Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak eder ve sizi bu yerde hükümran eder" (A’raf, 129) demişti. Bundan dolayı, Allah Teâlâ bu âyette, Firavun'un kavmini, bir ceza olarak, denizde boğmak suretiyle imha ettiğini açıklayınca, mü'mintere verdiği hayırları da beyan etmiştir ki, bu da Cenâb-t Hakk'ın, Hz. Musa'nın mü'min olan kavmini, Firavun'un ve kavminin yurtlarına varis kılmasıdır. İşte bundan dolayı O: "Hakaretlere maruz bırakılmış olan o kavmi de... o yerin doğularına ve batılarına varis kıldık" demiştir. Ayette bahsedilen mustaz'attıktan (güçsüz bırakılmak, küçümsenmekten) maksadı, Firavun'un, İsrailoğullarının erkek çocuklarını öldürüp, kız çocuklarını sağ bırakması ve onlardan hem cizye alıp, hem de zor işlerde çalıştırmasıdır. Alimler, "yerin doğularına ve batılarına" tabirinin ne manaya geldiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı alimler bunun, "Şam ve Mısır topraklarının doğuları ve batıları..." manasında olduğunu, çünkü Firavun'un mülk-ü tasarrufu altında olan yerlerin buralar olduğunu söylemişlerdir. Hem Cenâb-ı Hak da, "feyz ve bereket verdiğimiz yer" buyurmuştur ki, bunun ile "bolluk ve bereket verdiğimiz" manası kastedilmiştir. Bu da, ancak Şam topraklarına uygun düşer.

Bu husustaki ikinci görüşe göre bu tabirden maksad, bütün yeryüzüdür. Çünkü, Davud ve Süleyman (a.s) da İsrailoğullanndan olup, bütün dünyaya hâkim olmuşlardır. Bu da, âyetteki "yer" kelimesi ile bütün yeryüzünün kastedildiğine delalet eder. [43]

 

İsrailoğullarına Yapılan Vaadin Gerçekleşmesi

 

"Bu suretle Rabbinin İsrailoğuUarına olan o pek z^zel vaadi, tam olarak yerine geldi" buyruğundaki "Rabbinin vaadi (kelimesi)" "Biz ise, istiyoruz ki o yerde horlananlara lütfedelim, onları, kendilerine uyulan önderler, Firavun'un mülküne varis kılalım. Onlara o yerde kudret verelim ve Fravun'a Hâmân a ve ordularına da korktukları neticeyi başlarına getirip gösterelim " (Kasas, 5-6) âyetlerinde bahsedilen şeylerin kastedildiği söylenmiştir. Ayetteki "hüsnâ" kelimesi, "ahsen" (daha güzel) lafzının müennesi olup, âyetteki "kelime" lafzının s'atıdır. Bu âyetin manası ise, "Bu vaad, onlar için gerçekleşti ve devam etti" şeklindedir. Bu, Arapların birisinin işi tamam olduğunda söyledikleri tabirlerine benzer. "O pek güzel vaadin, tam olarak yerine gelmest"nin manasının,

"Allah Teâlâ'nın daha önce yapmış olduğu İsrailoğullarının düşmanlarını imha edip, onları düşmanlarının yurtlarına varis kılacağı hususundaki vaadini yerine getirmesi" olduğu söylenmiştir. Bu "yerine getirme" işi, "sözün tamamlanması" manasına alınmıştır. Çünkü bir şeyi vaadetmek, adeta birşeyl muallakta bırakmak gibi olur. Ama vaadedilen şey, bizzat yerine getirilip gerçekleşince, ancak o zaman tamamlanmış olur.

Allah Teâlâ, "Sabretmeleri sebebiyle.." buyurmuştur. Bu, Vaadin tamamlanması ve gerçekleşmesi, ancak onların sabrı sayesinde olmuştur" manasına gelir. Bu, seni sabra teşvik etme ve belalara feryad-ü figan ile mukabele eden kimseleri, Cenâb-ı Hakk'tn o belayla başbaşa bırakacağına; ama belalara sabırlı ve ilahî yardımı bekleyerek göğüs geren kimseler için, Cenab-ı Hakk'ın onları o sıkıntılardan kurtaracağına söz vermesine delalet etmesi bakımından, yeter.

Bir rivayete göre Âsim, âyeti şeklinde okumuştur. Bunun bir benzeri de (Necm, 18) âyetidir.

Ayetteki demmernâ "Harab ettik" ifadesi ile ilgili olarak Leys şöyle demiştir: "Demâr", tam manasıyla helaktir. Nitekim "Onlar, helak olup yok oldular" manasında  denilir. [44]

 

Firavun İdaresinin Yaptığı Bina ve Bahçelerin İmhası

 

Cenâb-ı Hak, "Firavun'un ve kavminin yapmakta oldukları şeylerle, yükseltmekte devam ettikleri (binalarım) ise hep harab ettik" buyurmuştur. İbn Abbas (r.a) "Allah, sözünden, yapanları kastetmiştir" demiştir. Zeccâc şöyle der: "Birisi bina yaptığında, denilir. Ayetteki "Yükseltmekte devam ettikleri" ifadesi ile, (çardaklı) bahçelerin kastedildiği de söylenmiştir. Nitekim, "Çardaklı bahçeler.. "(En'âm. 141) âyeti de bu manadadır. Bu ifadeye, "Hâmân'ın ve Firavun'un sarayları gibi, gökyüzüne uzanan sapasağlam binaları.,." manası da verilmiştir/'

Ayetteki kelimesi, râ'nın hem zammesi ile hem de kesresiyle okunmuştur. Yezidî, kesreli okunuşun daha fasih olduğunu söylemiştir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Bazı kimselerin, bu fiili "ağaç dikmek" manasına olarak şeklinde okudukları rivayeti bana gelmiştir. Ama ben bunun, böyle okuyan kimsece yapılmış bir hata olduğunu sanıyorum." Bu Allah Teâlâ'nın, Firavun ve kavmi ile ilgili kıssaları ve onların Allah'ın âyetlerini yalanlamaları hususunda anlattıklarının sonudur. [45]

 

Yahudilerin Putperestliğe Heveslenmeleri

 

"Israiloğullannı denizden geçirdik. Derken, onlar putlarına tapmakta olan bir kavme rastladılar. Dediler ki: "Ey Musa, onların nasıl tanrıları varsa, sen de bize öyle bir tanrı yap." (Hz. Musa da): "Siz gerçekten cahil bir milletsiniz. Şüphe yok ki, bunların tuttukları yol helake mahkumdur. Yapmakta oldukları şey de boşunadır" dedi" (A'râf. 138-139).

Bil ki Allah Teâlâ, düşmanlarını helak edip, kendilerini düşmanlarının yurtlarına varis kılmak suretiyle İsrailoğullarına nasib ettiği çeşitli nimetlerini beyan edince, bunun peşisıra, en büyük nimet olarak, onları sapasağlam denizden geçirmesini mevzubahs etmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, başka surelerde Hz. Musa (a.s)'nın denize asasını vurup, denizi yarması ve onu kupkuru hale getirmesi şeklinde olarak, onları denizden nasıl sağ salim geçirdiğini beyan edince, şu hususu da beyan etmiştir: İsrailoğulları, putlarına ibadet etmekte olan bir kavme rastlayınca, herşeyi unuttular ve dinlerinden dönerek, Hz. Musa (a.s)'ya, "Bize de, bunların putları gibi bir tanrı yap" dediler. Hiç şüphesiz İsrailoğulları. Allah Teâlâ'nın, Firavuna karşı Hz. Musa'ya verdiği o açık ve kesin mu'cizeleri müşahede edip, daha sonra da, Firavun'u ve ordusunu imha ettiğini, kendilerine ise çeşitli ihsan, lütuf ve selametler verdiğini görmüşlerdi. Müteakiben onlar, bunca merhale ve makamlardan sonra, böyle fasit ve bâtıl bir söz söyleyebildiklerine göre, onların son derece cahil ve aksi kimseler olduğu ortaya çıkmaktadır.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Israiloğullarını denizden geçirdik" buyruğuna gelince: Bir kimse bir vadiyi kat edip onu arkasında bıraktığında birisi o vadiden geçirdiğinde ise, denilir. Bu ifade, "geçirdik" manasında olmak üzere, ^'jyr şeklinde de okunmuştur. Nitekim "Onu geçti, kat etti" manasında olmak üzere, "Mekanı, bir yeri geçti, onu kat etti" denilir.

"Ve onlar, putlarının önünde tapmakta olan bir kavme rastladılar" buyruğundaki ya'küfûn kelimesine, Zeccâc, "Putlara tapmaya devam ediyorlar ve bunu hiç bırakmıyorlar" manasını vermiştir. Nitekim, bir şeyi hiç bırakmayan ve ondan hiç ayrılmayan herkes için, denilir. Mescidden ayrılmayan kimseye de "mu'tekif" adının verilmesi bundandır. Katâde ise şöyle demektedir: "Bu topluluk, Lahm kabilesinden idiler ve köyde oturuyorlardı." İbn Cüreyc de, o putların sığır şeklinde olduklarını söylemiştir. Bu, buzağı kıssasının ilk defa beyan edildiği yerdir. [46]

 

Şirkin Masum Kılıklı Şekli de Küfürdür

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak, o İsrailoğullarının, "Ey Musa, onların nasıl putları varsa, sen de bize öyle bir tanrı yap" dediklerini nakletmiştir. Bil ki akit olan bir kimsenin, Hz. Musa'ya "Onların nasıl putları varsa, sen de bize öyle bir tanrı, yaratıcı ve bir müdebbir yap!" demesi imkansızdır. Zira, Hz. Musa'nın takdiri ve yapması ile meydana gelecek şeyin âlemin yaratıcısı ve onun müdebbiri olması imkansızdır. Bunun böyle olduğu hususunda şüphe eden kimsenin aklı tam olamaz. Halbuki bu hususta doğruya en yakın olan şudur: Onlar Hz. Musa'dan, dua ve ibadetlerinde karşılarına alacakları, birtakım putlar ve heykeller belirlemesini, tesbit etmesini istemişlerdir. İşte bu söz, Allah Teâlâ'nın, putperestlerden nakletmiş olduğu sözün aynısıdır. Çünkü onlar: ''Biz, bunlara sırf bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." (Zumer. 3) demişlerdi.

Bunu iyice kavradığın zaman, bir kimse, "Bu söz niçin küfür olsun?" diyebilir. Buna karşılık biz deriz ki: "Bütün peygamberler, Allah'tan başkasına ibadet etmenin bir küfür olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu başkasının ister âlemin ilahı olduğuna inanılsın, isterse ona ibadet etmenin, onları Allah'a yaklaştırdığına inanılsın... Zira ibadet saygı ve tazimin doruk noktası, zirvesidir. Tazimin nihayeti ise, ancak, kendisinden sonsuz nimet ve ikramların sâdır olduğu kimseye uygun düşer..."

İmdi şayet, "O halde bu söz, İsrailoğullarının hepsi tarafından mı, yoksa bir kısmınca mı söylenmiştir?" denilirse, biz deriz ki:

Hayır, bu onların bir kısmı tarafından söylenmiş bir sözdür. Çünkü, Hz. Musa ile beraber, yetmiş tane seçilmiş İsrailoğlu bulunuyordu ki, onların arasında böylesi bâtıl talep ve isteklerden uzak duran kimseler de bulunuyordu.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hz. Musa'nın onlara cevap vererek, "(Hz. Musa da), "Siz gerçekten cahil bir milletsiniz" dediğini nakletmiştir. Bu ifadede bahsedilen "cehalef'in izahı da, az önce bahsetmiş olduğumuz şu husustur: İbadet, tazimin en son noktasıdır. Dolaytsiyle ibadet, ancak kendisinden en büyük in'am ve nimetlerin sâdır olduğu kimseye uygun düşer. Bu en büyük in'am da, maddenin, hayatın, şehvetin, kudretin, akltn ve istifade edilen her türlü nimetin yaratılmasıyla olur. Halbuki bu tür şeylere kadir olan, ancak Allah Teâlâ'dır. Öyleyse ibadetin de ancak O'na yapılması yakışır. [47]

 

Putları Tanrı Değil, Kıble Saymalarındaki Mahzur

 

İmdi şayet onlar, "O İsrailoğullarının o putlara ibadetten maksatları, Alah'ı ta'zim etmeye yaklaşmak, onları vesile edinmek olduğuna göre, bu ibadetin çirkinliği nerededir?" derlerse, biz deriz ki:

Böyle olması halinde, onlar o putlart asla ilah edinmemişlerdir. Onlar o putları bir kıble gibi kabul etmişlerdir ki, bu da onların, "Onların nasıl putları varsa, sen de bize öyle bir tanrı yap" şeklindeki sözlerine zıttır.

Bil ki, "kema lehum"sözündeki mâ'nın masdariyye mâ'sı olması, yani "onların ilahlarının bulunuşu sabit olduğu gibi" anlamına gelmesi caiz olduğu gibi, bunun mevsûle mâ'sı olması da mümkündür. Onların "lehûm" sözlerinde "ma"ya râcî olacak bir zamir bulunmaktadır. ifadesi ise, o zamirden bedeldir. Buna göre kelamın takdiri, "onların tanrısı olan o şey gibi" şeklindedir. [48]

 

Şirk Yolu Çıkmaza Mahkumdur

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hz. Musa'nın ''Şüphe yok ki, bunların tuttukları yol, helake mahkumdur" dediğini nakletmiştir. Leys şöyle demiştir: "Tebâr" kelimesi, helak olmak demektir. Nitekim "O şey helak oldu-helak oluyor-helak olmak" denilir. Tetbîrkelimesi ise imha etmek, yok etmek anlamındadır. Cenâb-ı Hakk'ın "Hepsini tam manasıyla imha ettik" (Furkan, 39) âyeti de bu manadadır. Yine, külçe altına da,tibrdenilmektedir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın kelimesi, "helak olmuş, yok olmuş" anlamındadır.

Cenâb-ı Hak, "Yapmakta oldukları şey de boşunadır" buyurmuştur. "Butlan", "bir şeyin, ya zatının yok olması, yahut da fayda ve maksadının yok olması sebebiyle, yok olmasıdır" şeklinde tarif edilmiştir. Onların amellerinin bâttl olmasından murad ise, "Onlara bu amellerinden, ne bir faydanın, ne de bir zararı def etme imkanının hasıl olmamasıdır." Bu konuda sözün esası şudur:

İbadetlerin maksadı, o amellere devam etmenin Allah'ın zikrini gönüllerde sağlamlaştırmaya ve böylece de ruhun, o ilahi bilginin kalpte bulunması sayesinde mesud ve mutlu olmasına sebep olmasıdır. Dolayısiyle insan, Allah'tan başkasına ibadetle meşgul olduğunuda, onun kalbi, o Allah'tan başkasıyla alâkalanır, böylece de bu ilgi, kalbin, Allah'ı zikretmekten yüz çevirmesine sebep olmuş olur. Bu gerçek ortaya çıkınca da, Allah'tan başkasına ibadetle meşgul olmanın, yok olup bâttl olduğu, zayi olduğu ve asıl maksadın, zıddını elde etmek için bir gayret sarfetmek olduğu ortaya çıkmış olur. Çünkü biz, ibadetlerin maksadının, marifetullah, yani Allah'ı tanımanın kalbte kök salmasını temin etmek olduğunu, halbuki, Allah'tan başkasına ibadetle meşgul olmanın ise, kalbteki marifetullahı silip süpürdüğünü beyan etmiştik. Dolayısiyle bu, esas gayenin zıddı ve ulaşılmak istenen neticenin tersi olmuş olur. Allah en iyisini bilendir. [49]

 

Sipariş Üzere Tanrı Olmaz: Hak Tanrının Vasfı

 

"Dedi: "Tanrı olarak Allah'dan başkasını mı arayacakmışım size? Halbuki O, sizi âlemlerin üstüne çıkarmıştır"

(Araf, 140).

Bil ki Allah Teâlâ, o İsrailoğuiları, Hz. Musa'ya, "Onların nasıl putları varsa, sen de bize öyle bir tanrı yap" dediklerinde, Hz. Musa'nın buna karşılık cevap olarak şunları ileri sürdüğünü nakletmiştir:

1)  Hz. Musa, onların câhil olduklarını beyân ederek, "Siz gerçekten câhil bir milletsiniz!" demiştir.

2) O, "Şüphe yok ki, bunların tuttukları yol helake mahkumdur" demiştir. Yani, "Onların hüsran ve helaklerine sebeptir" demektir...

3) O, "Yapmakta oldukları şey de, boşunadır" demiştir.. Yani, "bu zor iş, onlara ne dünyevî ne de dinî bakımdan herhangi bir fayda temin etmez" demektir...

4) Hz. Musa'nın, bu ayette, onların yaptıklarını kınama ve yadırgamayı gerektirecek bir biçimde, ifade etmiş olduğu teaccüb ve şaşkınlıktır. Bu sebeple  "Tanrı olarak Allah'dan başkasını mı arayacakmişim size? Halbuki O, sizi âlemlerin üstüne çıkarmıştır" demiştir. Bu, "İlâh, istenilen, dokunulan ve edinilen bir şey değildir. Aksine ilâh, yaratmak, hayat vermek ve bütün nimetleri ihsan etmek suretiyle, nimetlere kadir ve muktedir olan zâttır" demektir ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın "Halbuki O. sizi âlemlerin üstüne çıkarmıştır" ifadesinden kastedilen husustur. Şu halde bu varlık, mahlûkatın, kendisine ibadet etmeleri vâcib olan ilâhtır.. O halde, O'na ibadeti bırakıp başkasına ibadet etmek nasıl uygun otur? Vahidî (r.h.) şöyle demektedir: "Arapça'da " "Falancaya bir şey istedim. Onun için bir şey istedim..." denilir. Nitekim Cenâb-ı Allah, îiiiJl föfiî "Aranıza muhakkak ki fitne sokmak isteyerek (bozgunculuğa) koşarlardı..." (Tevbe, 47) buyurmuştur.

Bu ayette geçen ilahen lafzının, neden mansûb olduğu hususunda da şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu kelime, hâl'dir. Buna göre sanki, "Ben size, mabûd olarak, Allah'dan başkasını mı taleb edip isteyeyim?" denilmiştir. Bu izaha göre gayre kelimesinin mansûb olması ise, mef'ûlün bih olması sebebiyledir.

b) İlahen kelimesinin, mef'ûlün bih olarak; gayre kelimesinin ise, sonradan getirilmesi halinde sıfat olabilecek, öne alınmış bir hal olarak mansûb olmasıdır... Buna göre sanki sen, "Allah'dan başka bir ilah mı taleb edeyim sizin için?..." demiş olurdun...

"Halbuki O, sizi âlemlerin üstüne çıkarmıştır" buyruğu ile ilgili olarak da şu iki açıklama yapılmıştır:

a) Bundan maksad, "Allah Teâlâ onları, kendi zamanlarındaki âlemlere üstün kılmıştır" şeklindedir.

b) Allah Teâlâ, bu kesin mucizeleri onlara mahsus kılmıştır. Her ne kadar başkalarına başka hasletler tahsis ederek onları yüceltmiş ise de, böylesi mucizeler başka hiç kimse için meydana gelmemiştir. Bunun misali şudur: Bir kimse, tek bir ilim öğrenir, başka bir kimse ise, bu ilmin dışında pekçok ilimler tahsil eder.. Binâenaleyh, bu tek ilim sahibi, bu tek ilim sebebiyle, çok ilim sahibine üstün kılınmıştır.. Ancak ne var ki, çok ilim sahibi olan, hakiki manada, o tek ilim sahibine üstündür. [50]

 

"Hani sizi, Firavun hanedanından kurtarmıştık. Onlar ki size, azabın kötüsünü yüklüyorlardı. Oğullarınızı öldürüyorlar, yalnız kızlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunda sizin için, Rabbinizden büyük bir imtihan bulunuyordu... (A'râf, 141).

 

Bil ki bu ayet, Bakara sûresinde tefsir edilmiştir. Bunun burada tekrar zikredilmesinin hikmeti, "Size, bu büyük nimetleri in'am eden O'dur. O halde, O'ndan başkasına ibadet etmekle meşgul olmanız, size nasıl yakışır?" denilmek istenmesidir. Allah en iyi bilendir... [51]

 

"Musa'ya otuz gece vaad ettik ve ona, bir on gece daha ilave ettik. Bu suretle Rabbinin tayin buyurduğu vakit, kırk geceye tamamlandı. Musa, kardeşi Harun'a dedi ki: "Kavmimin içinde benim yerime geç, (onları) ıslâh

et, fesatçıların yoluna uyma" (Araf. 142).

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [52]

 

Birinci Mesele     

 

Ebu Amr, elifsiz olarak ve'ednâ "vaadettik"; diğer kıraat imamları da, elif ile ve mufâele babından olmak üzere vâednâ şeklinde okumuşlardır ki, bu kıraatin izah şekli Bakara suresinde geçmişti.. [53]

 

Hz. Musa'ya Tevrat'ın Verilme Keyfiyeti

 

Bil ki, rivayet edildiğine göre, Hz. Musa Mısır'da iken, İsrailoğullarına, "Şayet Allah, onların düşmanlarını yok ederse, onlara, yapacakları ve yapmayacakları şeyleri İyice açıklayan ve Allah katından gelen bir kitabın geleceğini" vaa'detmişti. Allah, Fİravurru imha edince, Hz. Musa, Rabbinden o kitabı istedi. İşte bu ayet, Tevrat'ın nasıl indiğini beyan etme hususu ndadır..

Bil ki Allah Teâlâ, Bakara suresinde de, (Bakara, 51} buyurmuştu, Burada geçen "kırk"gece"nin izahı, o ayette zikredilmişti. [54]

 

Hz. Musa (a.s)'nın İlk Otuz Gün İle Son On Günde Ne Yaptığı?

 

Şayet, "O halde, burada önce otuzun zikredilip, sonra da bu otuzun, on sayısıyla kırka tamamlanmasının hikmeti nedir? Hem Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu suretle Rabbinin tayin buyurduğu vakit, kırk geceye tamamlandı" buyruğu, faydasız bir sözdür.. Çünkü herkes, otuz artı on'un, kırk edeceğini bilir" denilirse, biz deriz ki:

Birinci sorunun cevabı, birkaç vecihtendir:

Birinci vecih: Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya otuz gün oruç tutmasını emretti ki, bu Zilkade ayıdır.. Hz. Musa, otuz günlük orucu tamamlayınca, ağzının kokmasını yadırgadı da, bunun üzerine misvaklandı, misvak kullandı. Bunun üzerine melekler, "Biz senin ağzından misk kokusu kokluyorduk.. Ama sen onu, misvakla giderdin.." dediler.. Bunun üzerine de, Cenâb-ı Hak, Hz. Musa'ya "Sen. oruçlunun ağız kokusunun, benim katımda misk kokusundan daha hoş olduğunu bilmiyor muydun?" diye vahyetti. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, Hz. Musa'ya o otuz güne, Zilhicce'nin on gününü de ilave etmesini emretti...

İkinci vecih: Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya, otuz gün oruç tutmasını ve o günlerde, kendisini Allah'a yaklaştıran ameller yapmasını emretti... Sonra da, geri kalan on günde, Tevrat, Hz. Musa'ya indirildi. Ve Allah, yine Hz. Musa'ya, o on günde hitap buyurdu. İşte kırk günün, otuz ve on güne taksim edilmiş olmasının manası budur.

Üçüncü vecih: Ebu Müslim el-İsfehanî'nin, Tâhâ suresinde Hz. Musa'nın,

kavminden önce Rabbi ile mülakata (O'nun huzuruna varmaya) koşmuş olduğuna delâlet eden şeyi zikretmesidir. Hz. Musa'nın böyle yaptığının delili ise, "Ey Musa, seni kavminden ayırıp böyle acele ettiren sebep nedir?" Dedi ki: ''Onlar, işte onlar da benim ardımca geliyorlar. Ben sana yönelerek acele ettim ki, ya Râb. ta ki benden daha çok hoşnut olasın'' (Tâhâ, 83-84) ayetleridir. Binâenaleyh, Hz. Musa'nın, otuz gün tamamlanınca, Tûr Dağına gelmesi, Allah Teâlâ'mn O"na, kavminin Samirî ile olan hadisesini haber verince de, Allah Teâlâ'mn, kendisine vaadetmiş olduğu süre tamamlanmadan önce kavmine dönmüş olması, daha sonra da, diğer on günde Mîkat'a geri gelmesi, böylece de kırk gecenin tamamlanmış olması muhtemeldir.

Dördüncü vecih: Bazı kimseler de şöyle demişlerdir: İlk vaadde sadece Hz. Musa'nın bulunmuş olması; ikinci vaadde ise, Allah'ın kelâmını dinlemeleri için, kendisiyle beraber seçilen o (yetmiş) kişinin de bulunmuş olmaları, böylece de, bulunanların durumu farklı olduğu için, vaadin de farklı olmuş olması imkânsız değildir. Allah en iyisini bilendir.

İkinci sorunun cevâbına gelince, bu da şöyledir: Cenab-ı Allah, o on günün, otuz günden olduğu zannını gidermek için, "kırk gece" demiştir; çünkü, "on gece ile tamamladık" ifadesinin, otuzun içine dahil on gün olması muhtemeldir. Buna göre sanki, o oruç yirmi gün imiş de, sonra onu on gün ile tamamlamış, böylece de o otuz gün oluvermiş zannedilebilirdi... İşte, böylece Cenâb-ı Hak, akla gelebilecek zannı izâle etmiş oldu.

Cenâb-ı Hak, "Bu suretle Rabbinin tayin buyurduğu vakit, kırk geceye tamamlandı..." buyurmuştur.. Bu hususta iki bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: Mîkat ile vakt arasındaki fark şudur: "Mîkat, içinde herhangi bir işin yapılmasının belirlenmiş olduğu muayyen vakittir, randevudur. Vakit ise, ta baştan bir kimsenin bir şey için, bir zaman tayin etmesi işidir.."

İkinci bahis: sözü, hâl olduğu için, mansûbtur. Yani, "O otuz, bu sayıya baliğ olduğu halde tamamlandı..." demektir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Musa, kardeşi Harun'a dedi ki..." ifadesindeki Hârune kelimesi, ehîhi kelimesinin, atf-ı beyânıdır.. Bu kelime münâdâ olarak, damme ile Harûnü şeklinde de okunmuştur ifadesi ise, "Onların içinde, benim halefim ve halifem ol!"; ifâdesi de, "İslah edici ol" veya "İsrailoğullannın içlerinden, ıslah edilmesi gerekenleri ıslah et ve onlardan, seni fesatçılığa çağıran kimselere uyma ve onlara itaat etme!" anlamındadır. [55]

 

Hz. Harun'un Hz. Musa'ya Göre Konumu

 

Buna göre şayet, "Harun (a.s), nübüvvet hususunda Hz. Musa'nın ortağı idi. O hâlde Hz. Musa daha nasıl Harun (a.s)'u kendisinin halefi ve ortağı kılmıştır? Çünkü, bir kimsenin ortağı olmak, onun halefi olmaktan daha üstün bir durumdur. Halbuki bir kimseyi, daha üstün bir makamdan daha aşağı bir makama almak, onu küçük düşürmek olur..." denilirse, biz deriz ki:

Durum her ne kadar sizin bahsettiğiniz gibiyse de, nübüvvet meselesinde, Hz. Musa asıl olan kimsedir.

Buna göre şayet, "Hz. Harun, peygamber olduğuna ve peygamber olan kimse oe. sadece ıslâh işiyle meşgul olacağına göre, daha niye Hz. Musa, Hz. Harun'a, elanda bulunmasını tavsiye etmiştir?" denilirse, biz deriz ki:

Bu emir ve tavsiyenin maksadı, meseleyi tekîd etmek, pekiştirmektir.. Bu tıpkı, Hz. İbrahim'in, 'Takat kalbimin yatışması için..." (Bakara, 260) demesi gibidir. Allah en iyi bilendir.. [56]

 

Vaktaki Musa, tayin ettiğimiz vakitte geldi, Rabbi ona hitab etti. Musa dedi  "Rabbim, cemalini göster bana, ne olur seni göreyim." Buyurdu: "Beni fiyen göremezsin. Fakat şu dağa bak. Eğer o. yerinde durabilirse sen de beni görürsün." Derken Rabbi, o dağa tecelli edince, onu paramparça ediverdi. Musa da, bayılarak yere düştü. Aydınca dedi ki: "Seni tenzih ederim. Tevbe ettim sana. Ben iman edenlerin ilkiyim"

(A'râf, 143).

Bil ki Allah Teâlâ, Hz. Musa'nın "Mîkat'ta" bulunmasının sebebini bu ayette tayan etmiştir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Musa ile konuşması meselesidir.. Bu *«ef.e, ilahî ilimlere dair çok kıymetli yüce meseleler bulunmaktadır: [57]

 

Aliah Teâlâ'nın Kelamının Mahiyeti   

 

Bu ayet, Allah Teâlâ'nın Musa ile konuştuğunu göstermektedir. "Kelâmutlah" (Allah'ın konuşması meselesinde insanlar ihtilaf etmişlerdir.

Birinci görüş: Bu cümleden olarak, onların bir kısmı, "Allah'ın kelâmı, bir araya getirilip telif edilmiş harflerden ibarettir" derken, bir kısmı da, O'nun kelâmının, "harfler ve seslerden başka olan, hakîkî bir sıfat olduğunu" söylemişlerdir.. Birinci görüşü benimseyenlere gelince, hakikati araştırıp ortaya koyan kimseler, (bu durumda) Cenâb-ı Hakk'ın kelâmının, (bu durumda), Cenab-ı Hakk'ın kelâmının, böyle olmamışken, sonradan hadis olan bir kelâm olması gereği hususunda ittifak etmişlerdir.. Hanbelîler ve Haşviyye, harflerden ve seslerden meydana gelen kelâmın, "kadîm" (ezel?) olduğunu iddia etmişlerdir ki, bu görüş akıllı bir kimsenin dönüp bakmayacağı kadar değersiz ve geçersiz bir görüştür.. Bu böyledir, zira ben, bir gün şöyle demiştim; Allah Teâlâ, bu harfleri ya toptan aynı anda konuşmuştur veyahut da onları peşpeşe sıralamıştır.. Birinci ihtimal bâtıldır.. Zira, duyulan ve manası anlaşılmak istenen o kelimeler, ancak harfleri ardarda geldiği zaman anlaşılır olur.. Ama, onların harfleri toptan bir anda söylendiğinde, bundan kesinlikle bir mana anlaşılmaz.. İkinci ihtimale gelince, bu da Cenâb-ı Hakk'tn kelâmının hadis olmasını gerektirir... Çünkü harfler, ardarda geldiği zaman, harflerin ikincisi geldiğinde birincisi sona erer... O halde, birinci harf, hadistir. Çünkü, yokluğu sabit olan şeyin, kadîm olması imkânsızdır.. İkinci harf de hadistir; çünkü varlığı başkasının varlığından sonra gelen her şey, hadistir. O halde Kelâmullah'ın sırf harflerden ve sözlerden ibaret olması halinde, o zaman o'nun muhdes olduğu sabit olur..

Bu sabit olunca, biz deriz ki: Bu konuda (kelam u İlah m harflerden ibaret olduğunu düşünenler arasında) iki rnetod bulunmaktadır:

a)  O hadis olan harflerin ve seslerin yeri ve mahalli, Allah'ın zâtıdır... Bu, Kerrâmiyye'nin görüşüdür..

b) O harflerin yeri ve mahalli, meselâ, ağaç v.b. şeyler gibi, Allah'ın zâtından başka olan bir maddedir.. Bu da, Mu'tezile'nin görüşüdür.

İkinci görüş: "Allah'ın kelâmı, birtakım harflerden ve seslerden başka olan hakîkî bir sıfattır" şeklindeki ikinci görüşe gelince, bu görüş, Ehl-i sünnet ve'l-cemaatin, ekserisinin görüşüdür.. Bu görüşe göre bu sıfat, ezelî ve kadîm bir sıfattır.. Bu görüşte olanlar, Hz. Musa'nın dinleyip duyduğu o şeyin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.. Bu cümleden olarak Eş'ariyye şöyle demektedir: "Hz. Musa, bizzat o hakikî ve ezelî sıfatı dinledi ve duydu... Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın zâtı, bir cisim ve araz olmadığı halde, O'nun zâtının görülmesi nasıl imkânsız değilse, aynen bunun gibi, Kelâmının da, bir harf ve ses ofmadığı halde, duyulup dinlenilmesi uzak bir ihtimal değildir.." Ebu Mansur el-Maturidî ise şöyle demektedir: "Musa (a.s)'in duyup dinlediği o şey, birtakım kesik sesler ve ağaçla kâim olan bir araya getirilmiş harflerdir.

Harf ve ses olmayan, ezelî olan kelâm sıfatına gelince, Hz. Musa kesinlikle onu dinlememiş ve duymamıştır.. İşte Allah Teâlâ'nın kelamını işitme hususunda, âlimlerin mezheplerinin teferruatı bundan ibarettir.. [58]

 

Allah'ın Hitabını Hz. Musa'nın Yanındakiler İşittiler mi?      

  

Alimler, Allah Teâlâ'nın sadece Hz. Musa ile mi, yoksa onunla birlikte birtakım kimselerle de mi konuşmuştur hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ayetin zahiri, birinci ihtimale delâlet etmektedir. Zira Hak Teâlâ'nın, "Rabbi ona hitab etti" buyruğu, bu şerefin Hz. Musa (a.s)' a has kılındığına delâlet eder. Has kılma ise, hükmün (o hususun), onun dışındakilerde bulunmadığına delâlet eder. Kâdî şöyle demektedir: "Aksine "mikat" için seçilmiş olan o yetmiş kişi de, Allah'ın kelâmını duyup dinlemişlerdir. Çünkü onların orada bulundurulmalarının maksadı, Hz. Musa (a.s)'nın kavmine, onların orada geçen o şeyleri haber vermeleridir. Bu maksad ise, ancak onlar Allah'ın kelamını dinledikleri zaman tam olur. Hem Allah Teâlâ'nın, Hz. Musa ile bu şekilde konuşması bir mucizedir. Halbuki Hz. Musa (a.s)' in nübüvveti daha önce isbatlanmıştı. Dolayısiyle bu mucizenin, başka bir şey için gösterilmiş olması gerekir." [59]

 

Bu Ayetin Allah'ın Görûlebileceğine Delâleti  

 

Alimlerimiz   demişlerdir   ki:   Bu   ayet,   Hak   Teâlâ'nın görülebileceğine detâlet eder. Bunu şu dört bakımdan açıklayabiliriz:

Birinci delil: Ayet, Hz. Musa (a.s)' in, Allah'ı görmeyi istediğine delâlet etmektedir. Hz. Musa (a.s)' in Allah hakkında, neyin vâcib, neyin caiz ve neyin de imkansız olduğunu bilen birisi olacağında şüphe yoktur. Binâenaleyh eğer Allah'ın görülmesi imkansız olsaydı, O bunu istemezdi. Hz. Musa (a.s) bunu istediğine göre, Allah'ın görülmesinin caiz olduğunu anlıyoruz. [60]

 

Mu'tezile'den Kâdî Abdulcebbar'ın İddiası

 

Kâdî şöyle demiştir: "Muhakkik âlimlerin bu hususta şu şekilde dört görüşleri vardır:

1) Hasan el-Basri ve diğerlerinin görüşüne göre, Hz. Musa, ru'yetin (görülmenin), Allah hakkında caiz olmadığını bilemiyordu. Bu hususu bilmemekle birlikte, insan Rabbini, O'nun adaletini ve birliğini bilebilir. Binâenaleyh onun, Allah'ın görülmesinin imkansız olup olmadığını bilmesinin, naklî delile dayanmış olması uzak bir ihtimal değildir.

2) Musa (a.s), Allah Teâlâ'yı, kavminden dolayı, görmeyi istemiştir. Çünkü kavmi, bunun imkansız olduğunu bilmiyorlardı ve "Ey Musa, biz Allah'ı apâşikar görmedikçe, sana katiyyen iman etmeyiz" (Bakara. 55) diyerek, bu isteklerini Hz. Musa'ya hep tekrarlayıp duruyorlardı. Dolaytsiyle Musa (a.s), görmeyi kendi nefsi için istememiştir. Bu hususta bir men vârid olunca, bunun imkansız olduğu ortaya çıkmış oldu. Bu, Ebu Ali ile Ebu Hâşim'in yapmış oldukları izahtır.

3) "Hz. Musa (a.s), Rabbisi katından ızdırârî ve açık bir bilgi istedi." Bu görüşü ileri sürenler, kendi aralarında şu şekilde ihtilaf etmişlerdir: Bazıları, "Hz. Musa (a.s.) Rabbinden zarurî (kesin) bir bilgi istedi" derken; bazıları da "Hayır, aksine O'ndan, her nekadar kendi fiilinden olsa da, geldiğinde marifetullahla ilgili zan ve vesveseleri gideren, açık ve net mucizeler göndermesini istedi, Bu tıpkı, ahiret ehlinin marifetullahı hususunda söylediğimiz şey gibidir " demişlerdir. Bu, Ebu'l-Kâstm el-Ka'bî'nin görüşüdür.

4) Bu isteğin maksadı, Allah Teâlâ'nın, kendisinin görülmesinin imkansız olduğuna delâlet eden naklî delil zikretmesi ve böylece de, aklî delillerin nakiî delillerle kuvvet kazanmasıdır. Delillerin kuvvetlenmesi ise, insanlar için matlûb olan bir şeydir. Bu görüş de, Ebu Bekr el-Esamm'ın görüşüdür. Bu ayetin tefsiri hususunda Mu'tezile'nin görüşleri bunlardır. [61]

 

Ehl-i Sünnetin İnancı

 

Biz (ehl-i sünnetin) alimleri ise şöyle demişlerdir: Mu'tezile'nin birinci görüşü zayıftır. Buna pek çok şey delâlet eder:

Birincisi: Hz. Musa (a.s)'nm Allah'ı bilme hususundaki bilgisinin, Mu'tezile'nin düşüklerinden daha az derece ve mertebede olmadığı hususunda insanlar ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh biz, o Mu'tezile'nin hepsinin ru'yetullahın imkansız olduğunu bildiklerini, Hz. Musa'nın ise bunu bilemediğini farzettiğimizde, Hz. Musa'nın Allah'a dâir bilgisi, Mu'tezile'nin düşüklerinin herbirinin bilgisinden daha az olmuş olur ki bu, müslümanların icmâı ile bâtıl olan bir görüştür.

İkincisi: Mu'tezile, görülen herşeyin ya karşıda, ya da karşı hükmünde olan bir yerde bulunması gerektiği hususunda, kesin bir bilginin olduğunu iddia ederler. Bu durumda şu denebilir: Bu bilgi, ya Hz. Musa (a.s)'da vardır, ya da yoktur. Eğer birinci ihtimal olursa, Hz. Musa'nın, Allah Teâlâ'nın görülmesini mümkün görmüş olması, Cenâb-ı Hakk'ın bir mekan ve cihette bulunmasını caiz görmüş olmasını gerektirir. Halbuki Allah hakkında bunu caiz görmek, Mu'tezile'ye göre, küfrü icâb ettirir. Dolayısiyle onların, Hz. Musa (a.s)' in kâfir olduğunu söylemiş olmaları gerekir. Ama bunu hiçbir akıllı söylemez.

Eğer ikinci ihtimal söz konusu olursa, biz deriz ki: Görülebilen herşeyin "karşıda" veya "karşı hükmünde olan bir yerde" olması gerektiğine dair bilginin, bedihî ve zarurî bir bilgi olup, sonra da bunun Hz. Musa'da olmadığını farzedersek, o zaman Hz. Musa, zarurî (kesin ve açık) bilgilerin hiç birini bilmiyordu" denilmesi gerekir. Böyle olan herkes ise, deli ve mecnûndur. Binâenaleyh Mu'tezİle'nin, Hz. Musa (a.s)' in aklının tam olmayıp, deli olduğunu söylemiş olmaları gerekir ki, bu da ümmetin icmâı ile bir küfürdür. Bundan dolayı, Hz. Musa (a.s)'nın, Hak Teâlâ'nın görülemiyeceğinin farzedilmesi ile birlikte, O'nun görülmesinin imkansız olduğunu bilmemesini söylemenin, bu bâtıl olan iki neticeden birisini gerektireceği sabit olmuş olur. O halde, bu şekilde hükmetmek bâtıl olmuş olur. Allah en iyi bilendir.

Mu'tezile'nin, "Hz. Musa, bu görmeyi kendisi için değil kavmi için istemiştir" şeklindeki, ikinci görüşü de bâtıldır. Bunun böyle olduğuna da şunlar delâlet eder:

Birincisi: Eğer durum böyle olmuş olsaydı, o zaman Hz. Musa (a.s), "Onlara kendini göster, sana baksınlar" derdi. Allah Teâlâ da, "Onlar beni göremezler" derdi. Ayette böyle söylenmediğine göre, bu te'vil bâtıl olmuş olur.

İkincisi: Eğer bu, imkansız birşeyi istemek olsaydı, o zaman Hz. Musa (a.s), kavmini bundan men ederdi. Bu tıpkı, onların, Hz. Musa'ya, "Onların nasıl tanrıları varsa, sen de bize öyle bir tanrı yap" (Araf, 138) dediklerinde, O'nun onları bu steklerinden, "Siz gerçekten câhil bir milletsiniz9' (A'ni, 13e) diye men etmesinde olduğu gibidir.

Üçüncüsü: Hz. Musa (a.s)'nın, Hak Teâlâ'nın görülemiyeceğine dâir kesin deliller getirmesi ve kavmini o deliller ile, bu isteklerinden vazgeçirmesi gerekirdi. E râenaleyh, Hz. Musa'nın bu delillerin zikredilmesi dar vakitli (hemen yerine getirilmesi gereken) bir farz olduğu halde, herhangi bir delil getirmemesi, Hz. Musa'nın, yapması gereken bir şeyi terketmesi demek olur ki bu caiz değildir.

Dördüncüsü: Allah'ı görmek isteyen o topluluklar, Hz. Musa'nın nübüvvetine ya iman etmişlerdir, ya da iman etmemişlerdir. Eğer birinci ihtimal sözkonusu ise, odların bu bâtıl isteklerinden vazgeçmeleri için, Hz. Musa'nın sadece sözü yeterdi. Böylece de, Hz. Musa (a.s)' in Rabbisinden, bu hususta istekte bulunmasına hacet «almazdı. Eğer ikinci ihtimal olursa, onlar bu cevaptan istifade edemezlerdi. Çünkü onlar, Hz. Musa'ya, "Biz Allah'ın kendisini görmekten insanları men ettiğini kabul etmiyoruz. Aksine bu, senin Allah'a iftira edip nisbet ettiğin bir şeydir" diyorlardı. Böylece her iki takdire göre de, Hz. Musa'nın, "Rabbim, (cemâlini) göster bana, (ne olur) seni göreyim" şeklindeki sözünden, kavminin bir istifâdesi yoktur.

Mu'tezile'nin üçüncü görüşü de, uzak bir ihtimaldir. Bunun böyle olduğuna da şunlar delâlet eder:

Birincisi: Böyte olması halinde ayetin manası, "Bana bir şey göster ve ben senin gösterdiğin o şeye bakayım" şeklinde olurdu ki, bu durumda ayette, ham mef'ûl hem de muzâf hazfedilmiş olur. Ancak ne var ki ayetin siyakı, bunun yanlış olduğuna delâlet eder. Çünkü ayetin siyakı (devamı), "(Allah) buyurdu ki: ''Beni kat'iyyen göremezsin. "Sen ancak, (ben) Rabbin, o dağa tecelli edince, beni görebilirsin" şeklindedir. Bütün bu manaları ise, bir muzafın hazfine bağlamak caiz değildir.

İkincisi: Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s) vasıtasıyla "âsâ", "yed-i beyzâ", "tufan", "cerâd", "haşerât (bit)", kurbağa, kan ve dağı yerinden kaldırıp bir gölgelik gibi tutma şeklindeki, en ileri derecedeki mucizeleri göstermişti. Binâenaleyh bütün bunlardan sonra, kesin ve apaçık bir başka mucizenin istenmesi nasıl mümkün olabilir?

Üçüncüsü: Hz. Musa (a.s), Allah ile vasıtasız konuşmuştur. Binâenaleyh, "Bana mevcud olduğuna delâlet eden apaçık, kesin bir mucize ver" demesi, O'na nasıl münasip düşer? Böyle bir sözün son derece yanlış olduğu malumdur.

Dördüncüsü: Eğer istenilen şey, Allah'ın varlığını gösterecek bir delil (mucize) olsaydı, Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya, diğer mucizeleri verdiği gibi, o mucizeyi de verirdi ve Hz. Musa'ya bunu vermemesinin bir hikmeti olmazdı. Şu halde bu görüşün yanlış olduğu sabit olmuş olur.

Mu'tezile'nin, "Bundan maksad, Allah'ın aklî delilleri kuvvetlendiren naklî bir delili (mucizeyi) göstermesidir" şeklindeki, dördüncü te'vüleri de uzak bir ihtimaldir. Eğer Hz. Musa (a.s)' in maksadı bu olsaydı, o zaman onun, "Ya Rabbi, senin zâtının görülmesinin imkansız olduğu hususunda akıllarda zahir ve açık olan şeyi kuvvetlendirmeni istiyorum" demesi gerekirdi. O böyle söylemeyip, aksine, Cenâb-ı Hakk'tn kendisini görmeyi isteyince, Mu'tezile'nin yaptığı bütün bu te'viilerin fasit olduğunu anlamış oluyoruz.

İkinci delil: Bu ayet-i kerimeden, Allah Teâlâ'nm görülebileceği hususunda çıkartılan ikinci delil şudur: Çünkü eğer Allah Teâlâ'nm görülmesi imkansız olsaydı, O "ben görülmem" derdi. Baksana, bir kimsenin avucunda bir taş bulunsa ve bir başkası ona, "Şunu bana ver de yiyeyim" dese, o ona, "Bu yenilmez" der, ama "sen bunu yeme" demez. Fakat elinde taş değil de, bir elma olsaydı, o ona, "Sen onu yiyemezsin" derdi. Bu, "Elimdeki yenilebilir bir şeydir, ama sen onu yiyemiyeceksin" demektir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, "Ben görülmem" demeyip de, "Sen, beni katiyyen göremezsin" deyince, bu ifadenin, Allah Teâlâ'nın haddizatında görülebileceğine delâlet ettiğini anlamış oluruz.

Üçüncü delil: Allah Teâlâ, görülmesini, mümkün olan bir şarta bağlamıştır. Mümkün olan bir şarta bağlanan şey de mümkündür. Binâenaleyh Allah Teâtâ'nın görülmesinin haddizatında mümkün olması gerekir. Biz, Aliah Teâlâ'nın kendinin görülebilmesini, mümkün olan bir şarta bağladığını söyledik. Çünkü O, görülebilmesini, {tecellî edeceği) dağın yerinde durabilmesi şartına bağlamıştır. Bunun delili, Hak Teâlâ'nın, "Eğer o dağ yerinde durabiürse. sen de beni görürsün" beyanıdır. Aslında dağın bu durumda yerinde durması mümkindir. Dolayısı ile Allah Teâlâ'nın, kendisinin görülebilmesini aslında mümkin olan bir şarta bağladığı sabit oimuş olur. Bu sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın aslında görülmesinin mümkin olması gerekir. Çünkü bu şart, olabilecek bir şey olunca, bunun olmasının farzedilmesinden, ortaya bir imkansızlık çıkmaz. Bu şartın tahakkuk etmesine, ya o ceza (netice) terettüb eder ki, bu Allah'ın görülmesinin gerçekleşmesidir, ya da terettüb etmez. Eğer görülme işi, bu şarta dayanırsa, o zaman Allah Teâlâ'nın görülebileceğine kesin olarak hükmetmek gerekir. Eğer bu görülme işi, o şarta dayanmıyorsa, bu husus, "şart bulunduğu zaman, rü'yet de bulunur" şeklindeki görüşün doğruluğunu zedeler, Bu ise yanlıştır.

Buna göre eğer, "Allah Teâlâ görülme işini, hareket halinde iken dağın, yerinde istikrarlı olması şartına bağlamıştır. Dağın ise hareket halinde, istikrarlı (sâkin-hareketsiz) olması imkansızdır. Dolayısiyle Allah'ın görülmesinin, tahakkuk etmesi, câizfmümkin) bir şarta değil de, imkansız olan bir şarta bağlanmış olduğu sabit olmaktadır. Bundan, sizin söylediğiniz şeyin doğruluğu gerekmez. Şartın, dağın hareket halinde iken, karar kılması olduğunun delili şudur: "İster hareketsiz, ister hareketli olsun, dağın karar kılması hareketsiz durması, rü'yetin olabilmesi için bir şart kılınmamıştır" denebilir. Bu durumda eğer birinci ihtimal olursa, bu şarta bağlı olarak rü'yetin bulunması gerekir. Rü'yet tahakkuk etmediğine göre, biz o esnada dağın karar kılmadığını (hareketsiz durmadığını) anlamış oluyoruz. O karar kılmamış olunca da hareketli olmuş olur. Böylece dağın, ister hareketli, ister hareketsiz olsun, rü'yetin tahakkuk etmesi için, onun karar kılmasının, şart kılınmayan bir durum olduğu sabit olmuş olur. Böylece şartın o dağın sakin (hareketsiz) iken, istikrarlı olmaya devam etmesi olduğu sabit olur. Böylece de şartın. Allah Teâlâ'nın, kendisinin görülmesini, onun bulunmasına bağladığı şey olduğu sabit olur. Bu şart da. dağın, hareketli iken istikrar bulmasıdır. Bu ise imkansız olan bir şarttır.

Cevap: Bu, ister hareketli isterse sakin olması bakımından, dağın durumunun, önceki durumundan başka olduğunun itibâre alınmasıdır.. Onun, hareket ve sükûnun birisinden hâlî, uzak olmaması, onun durumunun hareketli veya sakin olması açısından itibare alınmasına mani değildir. Baksana, sen bir şeyi, mevcut olması şartıyla aldığında, onun varlığı vâcib olur; eğer onu, bulunmaması şartıyla alırsan, o zaman da onun yokluğu ve ademi vâcib olur.. Binâenaleyh sen onu, onun var olup olmamasına bakmaksızın, sırf o olması itibariyle alırsan, o zaman da o, varlığı mümkin olan olmuş olur. Binâenaleyh burada, lafız itibariyle şart kılınan şey, dağın karar kılmasıdır. Bu kadar şey ise, varlığı mümkin olan şeydir.. Böylece, şart kılman miktarın, varlığı mümkin otan ve olabilmesi caiz olan bir iş olduğu sabit olmuş olur. Neticenin, kendisine dayandırılması için ise, bu kadar şey kâfidir. Allah, en iyisini bilendir..

Dördüncü delil: Allah'ın görülebileceğini isbat için bu ayetten çıkarılan dördüncü delil de şudur: Cenâb-ı Hak, "Derken Rabbi. o dağa tecelli edince, onu paramparça ediverdi" buyurmuştur. Bu tecellî, rü'yettir. Bunun rü'yet olduğuna şu iki şey delâlet etmektedir:

a) Bir şeyin bilgisi, o şeyi ortaya çıkartır. Tecellî ettirir.. Bir şeyi görmek de, o şeyi ortaya çıkarır.. Ancak ne var ki, o şeyi ortaya koyma hususunda görmek, onu bilmekten daha mükemmel bir mana ifade eder.. Lafzı, en mükemmel manaya hamletmek ise, evlâ olanıdır.

b) Bu ayetin zikredilmesinin maksadı, insanın, Allah'ı görmeye takat getiremeyeceğini anlatmaktır. Bunun böyle olduğunun delili ise şudur: Dağ, onca büyüklüğüne rağmen, Allah'ı görünce unufakotup, paramparça olmuştur. Tecellîden murad, bizim söylemiş olduğumuz husus olmasaydı, bu maksat hasıl olmazdı.. Dolayısıyle, Cenâb-ı Hakk'ın, "Derken Rabbi, o dağa tecelli edince, onu paramparça ediverdi" buyruğu, "Dağ, Allah'ı görünce paramparça, unufak oldu"demektir. Durum böyle olduğuna göre, Allah Teâlâ'nın görülebileceği sabit olmuş olur. Bu konuda, en son söz şudur: Dağ, cansız bir varlıktır. Cansızın ise, bir şeyi görmesi imkânsızdır. Ancak ne var ki biz, şöyle diyoruz: Allah Teâlâ'nın, dağda, hayat, akıl ve anlayış yaratmasının, sonra da onda, Allah Teâlâ'nın zâttna taalluk eden bir görme hususiyetini yaratmış olduğunun söylenmesi imkânsız değildir. Bunun delili ise, "£y dağlar, onunla birlikte teşbih edin (dedik), kuşlara da... "(Sebe, inayetidir. O dağın, bu hitabın muhatabı olabilmesi, onda hayat ve aklın bulunması şartına bağlıdır. Binâenaleyh, işte bu dört delil ile, ayetin, Allah Teâlâ'nın görülebileceğine delâlet ettiği sabit olmuş olur. [62]

 

Allah'ın Görülebileceğini İnkâr Eden Mutezilenin İtirazları

 

Mutezile'ye gelince onlar, "Cenâb-ı Hakk'ın görülmesinin imkânsız olduğu, gerek aklî, gerekse naklî deliller ile sabittir. Binâenaleyh, bu zahirî manaların, yapılan bu tefsir ve tevîllere hamledilmesi gerekir" demişlerdir.

Onların aklî delillerinin zayıf ve sakat olduğunu, biz aklı konu alan kitaplarda beyân etmiştik.. Rinâenaleyh, onları burada zikretmeye hacet yoktur. Onların bu husustaki naklî delillerine gelince, bu konuda onların en kuvvetli delilleri, Hak Teâlâ'nın, "Gözler O'nu ihata edemez" (Enâm, 103) ayetine tutunmalarıdır... Bu surede, bu ayetteki ince bahisler ve derin nükteler, daha önce geçmişti. Bil ki Mutezile». Cenâb-ı Hakk'ın görülemiyeceği hususunda bu ayete, birkaç yönden tutunmuştur:

Birinci hüccet: Onlar, Cenâb-ı Hakk'ın len terânî "Beni katiyyen göremezsin" beyanına tutunmuştur. Mutezile'nin, bu ifadeyle yapmış olduğu istidlali şu şekilde izah edebiliriz: Bu ayet, Hz. Musa'nın, Allah'ı, ne dünyada ne de Kıyamette kesinlikle göremeyeceğine delâlet eder. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Allah'ı kesinlikle hiç kimsenin göremeyeceği de sabit olmuş olur. Bunun da böyle olduğu sabit olunca, Allah'ın görülmesinin imkânsız olduğu sabit olmuş olur. Böylece burada üç mukaddime vardır. Şöyle ki: [63]

 

Arapçada Len Edatı Ebedîlik İfade Etmez

 

Birinci mukaddime: Bu mukaddime, birkaç şekilde anlatılır:

1) Lügatcılardan nakledildiğine göre len edatı, "ebediyyen" manasına kullanılır. Vahidî (r.h) şöyle demiştir: "Bu, lügatcılar hakkında asılsız bir iddiadır. Bu görüşün doğruluğuna şâhid olacak ne muteber bir kitap, ne de sahih bir rivayet vardır." Bizim alimlerimiz de şöyle demişlerdir: "Bunun yanlışlığının delili, Cenâb-ı Hakk'ın, yahûdileri anlatırken söylediği ''Onlar o (ölümü) asla arzu etmezler" i, 95) ayetidir. Halbuki onlar Kıyamet günü, ölümü temenni edeceklerdir."

2) Cenâb-ı Hakk'ın (len teranî) buyruğu istenilen herhangi bir vaktin, du ifâdeden istisna edilebilmesinin mümkün olmasının da gösterdiği üzere, bütün zamanları içine alır. İstisnanın gereği ise, eğer istisna yapılmamış olsaydı bu ifâdenin hükmüne dâhil olacak şeyi, hükmün dışında bırakmaktır. Bu izah da zayıftır. Çünkü Usûl-ü fıkıhta da iyice ortaya konulduğu üzere, istisnanın tesiri, birşeyin sahih oluşunu men etmede olup, yoksa vâcib oluşunu men etmede değildir...

3) Bir kimsenin "Bunu asla yapmayacağım" şeklindeki sözü, nefyin (olumsuzluğun) te'kidini ifade eder. Bunun manası, onu yapmanın, o kimsenin duru­muna aykırı olduğudur. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "Hepsi bunun için bir yere toplanmış obalarda, o (putlar) hakîkaten bir sinek bile yaratamazlar" (Hacc. 73) ayetidir. Bu, rü'yetin, ulûhiyyete aykırı olduğuna delâlet eder. Bu izaha şöyle cevap verilir: Len edatı, hakkında soru sorulan bir şeyi nefyetmeyi te'kid için kullanılır. Soru ise, ancak şu anda rü'yet (Allah'ı görme) hususunda vaki olmuştur. Dolayısiyle Cenâb-ı Hakk'ın len terânî buyruğu, bu isteği o esnada nefyetmek içindir. Yoksa len edatının, birşeyin ebediyyen olamıyacağını göstermesine gelince, hayır, o bu manayı ifade etmez. İşte bu meselenin izahında söylenecek sözün tamamı budur.

İkinci mukaddime: Mutezile dedi ki: Bu hususta, söz söyleyen insanlar iki kısımdır. Bir kısmı, "Mü'minler Allah'ı görürler. MusadaO'nu görür" demektedirler. Bir kısmı da, "hiç kimsenin Allah'ı göremiyeceğini" söylerler. Rü'yetin, Hz. Musa (a.s)'dan başkası için olduğunu söyleyip, Hz. Musa'nın göremiyeceğini söyleyen görüşe gelince, bu, icmayı çiğneyen bâtıl bir görüştür.

Üçüncü mukaddime: Bu, "Rü'yetin (Allah'ı görmenin) meydana gelmediğini söyleyen herkes, bunun ileride de meydana gelmeyeceğini söylemiş olur" şeklindeki mukaddimedir. İşte, meydana geldiğini nefyetmekle beraber, olabileceğini söylemek, icmânın hilafına bir görüş olup, bâtıldır. Bil ki bunun delâletini, birinci mukaddimenin sahih olmasına bina edifmesinin zayıflığı sabit olunca, bu istidlal tamamıyla düşer.

İkinci hüccet: Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'nın (bu esnada) bayılarak yere düştüğünü nakletmiştir. Eğer rü'yet (Allah'ı görmek) mümkün olsaydı, o zaman niçin Hz. Musa (a.s), bayılarak yere düşsündü?

Üçüncü hüccet: Hz. Musa (a.s), ayıldığı zaman, "sübhâneke" demiştir. Bu söz, Allah'ı tenzih etmek içindir. Binâenaleyh bu kelimeden maksadın Allah Teâlâ'yı, daha önce zikri geçmiş olan şeyden tenzih etme olması gerekir. Daha önce zikredilmiş olan husus da Allah'ı görebilmektir. Öyle ise, Hz. Musa'nın "sübhâneke" sözü, Allah'ı görülmekten tenzih etmektir. Böylece rü'yeti nefyetmenin (Allah'ın görülemiyeceğini söylemenin), Allah'ı tenzih etmek olduğu sabit olur. Allah ancak noksanlıklardan ve kusurlardan tenzih edilir. Öyle ise, rü'yetin (görülebilmenin), Allah için bir noksanlık ve eksiklik olması gerekir. Bu, Allah için imkansız bir şeydir, binâenaleyh rü'yetin Allah hakkında imkansız olduğu kesinlik kazanır.

Dördüncü hüccet: Cenâb-ı Hakk, ayıldığı zaman Hz. Musa'nın şöyle söylediğini nakletmiştir: "Tevbe ettim sana..." Eğer Allah'ı görmeyi istemek günah olmasaydı, o bundan tevbe etmezdi. Eğer rü'yet, mü'min olmanın sıhhatine ters düşen bir günah olmasaydı, o "ben, îman edenlerin ilkiyim" demezdi.

Bit ki, bizim (ehl-i sünnet) alimlerimiz şöyle demişlerdir: Allah'ı görmek (rü'yet), mümkündür. Ancak Hz. Musa (a.s) bunu, izinsiz olarak istemiştir. Ebrârtn (iyi kulların), iyilik sayılan işleri, mukarrabînin (Allah'a en yakın olan kulların) hataları gibidir. Binâenaleyh Hz. Musa (a.s)' in yaptığı bu tevbenin, Mu'tezile nin zikrettiği şeyden dolayı değil de, işte bu manadan dolayı bir tevbe olması gerekir, jşte bu ayetteki (rü'yet ite) ilgili sözün tamamı bundan ibarettir. Allah doğru olant en iyi bilendir. [64]

 

Dördüncü Mesele  

 

İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediği nakledilmiştir: "Hz. Musa (a.s), beraberinde yetmiş kişi olarak gelir. Hz. Musa (a.s) dağa çıkar, o yetmiş kişi ise Tür dağının eteklerinde bekler.

Cenâb-ı Allah, Musa (a.s) ile konuşur, ona levhalar üzerinde bir kitap yazar ve Hz. Musa'yı rn'ünacaat edecek şekilde kendisine yaklaştırır. Hz. Musa (a.s), kalemin cızırtılarını duyunca, şevki artarda, "Rabbim, (cemâlini) göster bana, (ne olur) seni göreyim" der." Keşşaf sahibi ise şöyle demiştir: (göster bana) fiilinin ikinci mef'ulu mahzûftur. Yani, "Kendini bana göster, seni göreyim" demektir. Ayetin lafzı ile alâkalı birkaç soru vardır:

Birinci soru: "Nazar" (bakmak-görmek), ya birşeyi görmekten, ya da onu görmenin mukaddimesinden ibarettir. Bu da, sağlıklı olan gözbebeğini, görmek için, görmek istediğimiz şeyin tarafına döndermektir. Birinci duruma göre ifâdenin manası, Bana (kendini) göster ki, seni göreyim" şeklinde olur. Bu ise yanlıştır. İkinci duruma göre ise mana, "bana (kendini) göster ki, gözbebeğimi senin tarafına çevireyim" şeklinde olur. Bu da, şu iki sebepten ötürü yanlıştır:

a) Bu görme, Allah'ın bir cihette bulunduğunu söylemeyi gerektirir.

b) Gözbebeğîni, görülen şeye doğru çevirmek, görmenin bir mukaddimesidir. Halbuki bu görüşün sahibi, bunu, görmenin bir neticesi olarak göstermiştir. Bu yanlıştır. [65]

 

Râzî'nin Mu'tezile'ye Cevabı

 

Cevap: Ayetteki erinî kelimesi, "Beni, seni görmeye muktedir kıl da, sana oakayım ve seni göreyim" manasındadır.

İkinci soru: Allah Teâlâ, Hz. Musa'nın <İ)Ş\ J&i ''Sana bakayım" ifadesine uygun olması için, niçin "Bana kesinlikle bakamazsın" demedi de, "Beni katiyyen göremezsin" dedi.

Cevap: Bakmak, görmenin mukaddimesi olunca, bundan maksad görmekle beraber olan bakma değil "görmek" olur.

Üçüncü soru: Hak Teâlâ'nın 'Takat şu dağa bak!" buyruğundaki istidrâk, kendisinden önceki ifadeyle nasıl bitişir, matlub olan alâkayı nasıl kurabiliriz?

Cevap: Bunun maksadı, görme İşini yüceltmek ve Allah Teâlâ'nın yardımı ve desteği ile kuvvetlendirdiği kimseler hariç, hiç kimsenin görme gücünün olmadığını ortaya koymaktır. Baksana, tecellî ve rü'yetin tesiri dağda zuhur edince, o dağ paramparça oldu.. İşte bu, bu bakımdan, rü'yet işinin büyük bir şey olduğuna delâlet eder.

Cenâb-ı Hakk'ın "Derken Habbl o dağa tecellî edince..." buyruğuna gelince, Zeccâc* tecellâ fiilinin, "zuhur etti ve ortaya çıktı" manasında olduğunu söylemiştir. Nitekim, gelini ve (güveğiyi) süsledikten sonra, huzura çıkarmaya da,  keza,ayna ve kılıç üzerindeki kir ve pas temizlenildiğinde de, denilmesi de bu manadadır. [66]

 

Dekkâ' Kelimesinin Manası

 

Müteakiben "onu paramparça ediverdi" buyurulmuştur. Zeccâc şöyle demektedir: "Bu ifadenin, tenvîn ile dekken; tenvinsiz olarak da, dekkâe şeklinde olması caizdir. Yani, "Onu unufak ve yerle bir etti" demektir. Nitekim, bir şeyi kırıp paramparça ettiğinde denilir. fcto«i*y£& kelimeleri ise, yeryüzünde belirgin halde bulunan yüksek yerler, tepeler anlamına gelir. Buna göre dekk kelimesi masdar, dekkâe kelimesi ise isim olmuş olur." Sonra Vahidî, senediyle, Ahfeş'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hak Teâlâ'nın, buyruğunun terkibi hususunda şu iki tahlil yapılabilir:

a) Bu, tekîd için gelmiş bir mef'ûlü mutlak olarak, "onu, unufak etti, paramparça etti" demektir.

b) Bu, "onu, paramparça olan bir şey yaptı, paramparçan bir şey haline getirdi" demektir.. Kim bu ifadeyi med ile dekkâe şeklinde olursa, o bununla, "O onu "dekkâ" yani yeryüzünde yükselen bir tepe yaptı" manasını kastetmiş olur..

Ki bu da, İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edilen, "Allah o dağı toprak haline getirdi” şeklindeki manaya uygundur."

Cenâb-ı Hak, "Musa da, bayılarak yere düştü" buyurmuştur. Leys şöyle demektedir: "Saik kelimesi, tıpkı, insanı bürüyen manasında olan kelimesi gibidir. Sa'ka kelimesi ise, (bürümek) kelimesi gibidir. Nitekim Arapça'da" "Adam bayıldı" denilir. Kim bu fiilin şeklinde olduğunu söylerse, buradaki saikan kelimesi, ism-i fail manasında saik olur; ama kim bunun fiilinin sa'aka olduğunu söylerse, o zaman da bu kelime, ism-i mef'ûi manasında olmuş olur. Yine, bir kimse öldüğü zaman saika "düşüp öldü" denilir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Göklerde kim varsa, yerde kim varsa düşüp ölecektir" (Tur, 68) şeklindeki ayeti de bu manadadır. Müfessirler bu kelimeye ölüm manası vermişlerdir. Hak Teâlâ'nın "Onları. çarpılacaklar^Ölecekleri günlerine..." (Tur. 45) ayeti de böyledir." Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Saik kelimesinin aslı, saika kelimesinden gelir. Nitekim bu kelime hakkında, birisinin başına yıldırım düştüğünde ifade edilen sa'akahu "Onu yıldırım çarptı" sözünden alınma  (saika) tabiri de kullanılır."

Sen bunu iyice anladığına göre şimdi biz deriz ki: İbn Abbas, Cenâb-ı Hakk'ın  y fa buyruğundaki "saikan" kelimesini, bayılıp düşmek; Katâde ise. ölmek diye tefsir etmiştir.   Birincisi  daha  kuvvetlidir.   Çünkü    Cenâb-ı   Hak,   "Ayıhnca..." buyurmuştur. Zeccâc şöyle demektedir: "Öten kimse hakkında ^nerdeyse, ayıldı..." kelimesi kullanılmaz.. Bu kelime ancak, bayılıp düsen kimse için, "O, baygınlığından ayıldı.." şeklinde kullanılır. Zira, Allah Teâlâ ölen kimseler hakkında "Sonra ölümünüzün arkasından sizi yine diriltmiştik... "{Bakara, 56) buyurmuştur.

"Seni tenzih ederim"buyruğuna gelince, bu, "Senin iznin olmaksızın, senden başkasından bir şey istemekten seni tenzih ederim" manasındadır. Hz. Musa "Tevbe ettim^ana yöneldim..." buyurmuştur. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır:

a)  "Dünyada iken seni görme isteğinden dolayı, sana tevbe ettim!"

b) '"Senin iznin olmadan seni görme isteğinden tevbe edip sana yöneldim" Senin, dünyada iken görülmeyeceğine inanıp iman edenlerin ilki benim," Veya, "Senin iznin olmadan senden bir şey istemenin uygun olmadığına inananların ilki benim.." demektir. [67]                                                            

 

"Buyurdu ki: "Ey Musa, ben seni risalelerimle, kelâmımla bütün insanlardan mümtaz kıldım. Şimdi şu sana verdiğimi a! ve şükredenlerden ol!" (A'raf, 144).

Bil ki Hz. Musa Cenâb-ı Hakk'ı görmek isteyip, Allah da onu bundan men edince, ona, kendisine olan o büyük nimetlerini dile getirip, Musa'ya, o nimetlerine şükretmekle meşgul olmasını emretmiştir.. Adeta, sanki O, Hz. Musa'ya şöyle demek istemiştir: "Seni, beni görmekten men ettiysem, muhakkak ki sana şu, şu... büyük nimetleri vermişimdir.. Öyteyse beni görmekten men edilmen sebebiyle üzülme; özellikle sana vermiş olduğum diğer nimetlere bak ve onlara şükretmekle meşgul Ol." Cenâb-ı Hakk'ın bundan maksadı, Hz. Musa'yı, kendisini göremeyişine mukabil, tesellî etmektir. Bu da, Allah'ın görülebileceğine delâlet eden delillerden birisidir. Zira, şayet bu görme işi, haddizatında imkânsız olsaydı, bunları söylemeye gerek kalmazdı. [68]

 

Hz. Musa'nın İstifa Edilmesi

 

Bil ki, "ıstıfâ", öz ve has olanı seçip almaktır. Buna göre, Allah'ın buyruğunun manası, "Seni, insanlara karşı seçip, has dost edindim.." şeklinde olur. İbn Abbas, "Allah bununla, "Seni insanlara üstün kıldım" manasını murad etmiştir" demektedir. Cenâb-ı Allah Hz. Musa'yı seçtiğini belirtince, bu seçimin ne sebeple yapıldığını da belirterek, "risâletlerimle, kelâmımla..." buyurmuştur. İbn Kesîr ve Nâtî, bu kelimeleri, müfred otarak bi risâletî "risâletimle"; diğer kıraat imamları ise, çoğul olarak bi risâlâtî şeklinde okumuşlardır. Bu böyledir, Zira Cenâb-ı Hak Hz. Musa'ya, defalarca vahiyde bulunmuştur.

Bu ifâdeyi müfred olarak okuyanlara gelince, bunun izahı da şöyle yapılabilir: Çünkü "risâlet", masdar yerini tutan bir kelimedir. Dolayısiyle bu kelimenin, cemi yerinde müfred olarak kullanılması caizdir. Allah, "Seni, canlılar üzerine seçtim, tercih ettim" demeyip de, "insanlardan mümtaz kıldım" demiştir. Zira, tıpkı Hz. Musa'nın dinlediği gibi, melekler de bazan, vasıtasız olarak Allah'ın kelamını dinlerler.

Buna göre şayet, "Pekçok insan, risâlet hususunda O'na denk olduğu halde, Cenâb-ı Allah, Hz. Musa'yı risaletlerî sebebiyle insanlara nasıl tercih etmiş, onu mümtaz kılmıştır?" denilirse, biz deriz ki: Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya, başka hiçbir kimseye vermediği şu iki hususiyetin toplamını tahsis ettiğini beyân etmiştir. Bu iki şey de, hem risâlet, hem de vasıtasız konuşmadır. Bu toplam, başka hiçbir kimse için tahakkuk etmemiştir. Böylece burada bir tahsisin bulunduğu sabit olmuş olur. Zira, Hz. Musa, o kelâmı vasıtasız olarak duymuştu. Vasıtasız olarak konuşmak, zahir olan örfe göre, şeref ve kıymetin yüksekliğine sebep olmaktadır.. Çünkü, büyük bir hükümdarın bizzat ağzından duyup dinleyen kimsenin durumu, aynı şeyi mabeyncilerden ve kral nâiblerinden duyup dinleyen kimsenin durumundan daha yüce ve kıymetli olur..

Cenâb-ı Hak, bu iki çeşit büyük nimeti dile getirince, "Şimdi şu sana verdiğimi al ve şükredenlerden o!" buyurmuştur. Yani, "Bu nimeti al; seni, beni görmekten men etmem sebebiyle, üzülmeyesin.. Bu nimeti elde etmiş olman sebebiyle, şükür ile meşgul ol!" demektir. Nimetlere şükürle meşgul olmak ise, ancak gerek ilim ve gerekse amel bakımından, onların gereğini bi-hakkın yerine getirmekle olur. Allah en iyisini bilendir. [69]

 

Tevrat Levhaları Hakkında

 

"Biz onun İçin levhalarda her bir şeyi, mev'izaya ve hükümlerin açıklanmasına ait her şeyi yazdık. "Haydi bunları kuvvetle tut, kavmine de onun en güzel hükümlerini tutmalarını emret. Size ileride fâsıklann yurdunu göstereceğim." (A'raf, 145).

Bil ki Allah Teâlâ, risâletini Hz. Musa'ya tahsis ettiğini beyan buyurunca, bu ayette, o risâletin ayrıntılarına geçerek "Biz onun için levhalarda... yazdık" buyurmuştuk. Keşşaf sahibi, bazı kimselerin şöyie dediklerini nakletmiştir: "Musa (a.s) Arefe gününde bayılarak yere düştü.. Allah Teâlâ da ona, kurban bayramı gününde Tevrat'ı verdi..." Alimler, bu levhaların sayısı, maddesi ve uzunlukları hususunda çeşitli nakiller yapmışlardır.. Bu cümleden olarak onların saytsıntn on, yedi... olduğu ileri sürülmüştür. Yine onların maddesinin, Cebrail (a.s)'in getirdiği zümrüt olduğu; yeşil zeberced veya kırmızı yakuttan olduğu da ileri sürülmüştür. Hasan el-Basrî bunların, gökten inen bir ağaçtan olduğunu söylerken, Vehb, bunların, Cenâb-ı Hakk'ın Musa (a.s) için yumuşattığı büyük bir kaya parçasından olduğunu söylemiştir.. Bunların nasıl yazıldığı hususuna gelince, İbn Cüreyc şöyle demiştir: "Cebrail onları, kendisiyle "zikr"i yazdığı kalem ile yazmış ve mürekkebini de nûr nehrinden almıştır."

Bit ki, ayetin lafzında, o levhaların keyfiyetine; o yazılma işinin nasıl yapıldığına delâlet eden herhangi bir şey bulunmamaktadır.. Eğer bu tafsilat, ayrı ve kuvvetli bir delil ile kuvvetlenirse, işte onu benimsemek gerekir.. Aksi halde, bir şey söylememek lâzımdır.

Cenâb-t Hakk'ın, "her bir şeyi" ifadesine gelince, bunun umûm ifâde eden bir şey olmadığında şüphe yoktur. Aksine bundan murad, Hz. Musa ve kavminin, dinleri hususunda muhtaç oldukları helâller, haramlar, güzel şeyler ve çirkin olar şeyler (iyilikler ve kötülüklerdir. "mev'izaya ve (hükümlerin) açıklanmasına ait her şeyi" buyruğuna gelince bu, "her bir şeyi" ifadesiyle, önce zikredilen cümlenin bir izahı gibidir. Çünkü Allah Teâlâ, bu "her şeyi", ikiye ayırmıştır. Bunlardan birisi, mev'iza (öğüt), diğeri ise, hükümler hususunda bilinmesi gereken hususları açıklama, tafsil etmedir. Böylece "mev'iza" lafzının muhtevasına, Allah Teâlâ'nın, taâtlara teşviki ve günahlardan uzaklaştırmayı gerektiren şeylerin tamamı dahil olur. Bu ise, vaad ve vaîdin zikreditmesiyle elde edilir. Cenâb-ı Hak, ilk önce bunu anlatınca, bunun peşinden, bu hükümlerin kısımlarının açıklamasını, helâl ve haramın beyan edilmesini getirerek, "ve (hükümlerin) açıklanmasına dair..." buyurmuştur.

Allah, bunu da açıklayınca, Hz. Musa'ya, "Haydi bunları kuvvetle tut" yani, "Kuvvetli bir irade ve sadık bir niyyet ile tut onu" demiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hz. Musa'ya, kavmine de, onun en güzeline yapışmalarını ve onun en güzelini almalarartnı söylemesini emretmiştir.. Bu ifadenin zahirine göre, bu açıklamada bir fayda ve bir hikmet, bir mana olsun diye, iki teklif arasında bir fark bulunmaktadır. İşte bundan dolayı bazı müfessirler şöyle demişlerdir: Hz. Musa'ya yapılan teklif daha şiddetli idi. Çünkü Allahu Teâlâ, birine vermiş olduğu ruhsatı, başkasına vermemiştir. Bazı müfessirler ise şöyle demiştir: Tam aksine Allah Teâlâ, bu iki şeyin dışındaki hususlarda her ne kadar kavmiyle müşterek ise de, tebliğ etmeyi ve bu görevi îfa etmeyi yüklemiş olması itibariyle, bu mükellefiyeti ona mahsus kılmıştır. [70]

 

Allah'ın Hükümleri Arasında "En Güzel Olanlar" Ayırımı Ne Demektir?

 

"kavmine de, onun en güzel (hükümler)ini tutmalarını emret..." buyruğu ile alâkalı şöyle bir soru bulunmaktadır: Allah Teâlâ, Tevrat'ta mevcut olan şeylerin tamamıyla kulluk edilmesini isteyince, onda bulunan her şeyin emredilmiş olması gerekir.. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun en güze! (hükümlerini tutmalarını..." buyruğunun zahiri, onda daha güzel olmayan bir şeyin bulunduğunu, crtann da bunu almalarının caiz olmayacağı manasını gerektirir.. Bu ise, bir çelişkidir..

Alimler, bunun cevabı konusunda şu izahları yapmışlardır:

Birinci vecih: O tekliflerden güzel olanlar ile daha güzel olanlar bulunmaktaydı.. Meselâ bunlar kısas etmek, affetmek; intikam atmak ve sabretmek gibidir... Yani, "Onlara, kendilerini daha güzel ve sevâb bakımından daha fazla olanı almaya yöneltmelerini emret..." demektir. Bu, tıpkı, "Rabbinizden size indirilenin en güzeline... tabi olun " (zümer, 55) ve "Onlar söze kulak verirler de onun en güzeline mj/eriar..." (Zûmer, ta) ayetleri gibidir.

Buna göre, şayet onar, "Allah Teâlâ en güzelini almayı emredince, bu güzel oanmı almaktan men etmiştir. Bu ise, onun güzel otmasınt zedeler" derlerse biz diyoruz ki "Cenâb-ı Hakk'ın, en güzelini almayla ilgili emri, nedb'e yani mendûb oluşa Jilir. Bu şekilde de, bu çelişki ortadan kalkar."

İkinci vecih: Kutrub, bu ayetteki "en güzel" tabirinin, "güzel" anlamına geldiğini; Tevrat'ta levhalarda yer alan her şeyin güzel olduğunu; nitekim Allah Teâlâ'nın da, " zikri en büyüktür" \Awew.. 45.1 buyurduğunu söylemiştir...

Şair Ferezdak da, çok güçlü ve uzun bir ev..." demiştir.

Üçüncü vecih: Bazı alimler, "güzel" lafzının içerisine, vacib, mendûb ve mubah 3a girer. Bu üç şeyin en güzeli ise vâcibler ve mendûblardır" demiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Size ileride fâsıklarm yurdunu göstereceğim " Devam ile ilgili olarak, şu iki izah yapılmıştır:

a) Bundan maksad, Allah'ın emrine muhalefet etmeye karşı bir tehdîd ve vaîddir. Bu izaha göre, ayete şu iki mana verilmiştir:

1) İbn Abbas, Hasan el-Basrî ve Mücâhid, ''fâsıklar   yurdu"nun cehennem olduğunu söylemişlerdir. Binâenaleyh bu, "Onfardan biri olmaktan sakınasınız diye, cehennem zikri hep hatırınızda olsun" demektir.

2) Katâde şöyle demiştir: "Bu, "hallerinden ibret alasınız ve onların düştüğü cezaya duçar olmayasınız diye, sizi Şam'a sokacağım ve size, orada daha önce yaşamış Cebâbir ve Amâlik Kabilelerİ'nin kâfirlerinin yerlerini göstereceğim" demektir."

Kelbî ise, "fâsıkların yurdu"na, onların yolculuklarında uğradıkları, Âd, Semûd ve benzeri Allah'ın helak ettiği geçmiş (eski) milletlerin yerleri ve yurtları manasını vermiştir.

b) Bu tabirden maksat, bir vaad ve Allah Teâlâ'nın o İsrailoğullarına, düşmanlarının yurtlarına ve topraklarına vâris kılacağına dair bir müjdesidir. Allah en iyi bilendir. [71]

 

"Kibirlenenlerin Ayetlerinden Çevrilmesi" Ne Demektir?

 

"Yeryüzünde haksızlıkla kibirlenenleri, ayetlerimden çevireceğim. Onlar her türlü ayeti görseler, O'na (yine de) inanmazlar, akî-ı selimin yolunu görseler de, onu bir yol edinmezler. (Fakat) azgınlığın yolunu görürlerse, onu (yol) edinirler. Bu, ayetlerimizi yalan saydıkları ve onlardan gafil oldukları içindir" (A'râf, 146).

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [72]

 

Birinci Mesele    

 

Bil ki Allah Teâlâ Önceki ayette, "Size, ilende fâsıklann yurdunu göstereceğim" buyurunca, bu âyette de, o fâsıklara nasıl muamele etmiş olduğunu bildirerek,

"Yeryüzünde haksızlıkla kibirlenenleri, ayetlerimizden çevireceğim" buyurmuştur.

Alimlerimiz bu ayeti delil getirerek, Attan Teâtâ'nın bazan insanı, imandan men edip alıkoyabileceğini söylemişlerdir ki bu husus zahirdir.

Mu'tezile ise şöyle demiştir: "Ayeti, sizin söylediğiniz manaya hamletmek mümkün değildir. Bunun deitti şunlardır:

1) Cübbftî şöyle der: "Bundan muradın, "Allah Teâlâ o insanları, ayetlerine iman etmekten men eder" manası olması caiz değildir. Çünkü ayetteki, "çevireceğim" kelimesi gelecek zamanı İfade eder. Halbuki Allah Teâlâ, o kimselerin bu çevirmeden önce kâfir okluklarım ve tekzîb ettiklerini bildirmiştir. Zira Allah onları, yeryüzünde haksızbkîa kibirlenenier"; "akl-ı selimin yolunu görseler de onu bir yol edinmeyen, ama azgınlık yolunu gördüklerinde, onu hemen yol edinenler" olarak tavsif emiştir. Böylece bu ayetin, onların küfrünün daha önce meydana geldiğini gösterdiği sabit olur. Bu durum da, o "çevirme" işinden muradın, Allah'ı inkâr etmek olmadığına delalet eder.

2) Hak Teâlâ'nın "Yeryüzünde haksızlıkla kirlenenleri, ayetlerimizden çevireceğiz" buyruğu, onların kibirlenmelerine ve küfürlerine karşı bunun bir ceza olduğunu göstermektedir. Binâenaleyh bu "çevirmemden maksad, onların inkarları olsaydı, o zaman bu tabirin manası, "Onların küfre yönelmelerine karşılık, kendilerine bir ceza olarak, onlarda küfrü yaratacağız" şeklinde oturdu. Halbuki küfre karşılık, cezaya rnüştehak olunan bu fiil üe ceza vermenin caiz olmayacağı malumdur. Böylece, bu '*cevirme"den muradın, "küfür" olmadığı sâblt olur.

3) Şayet Cenâb-Hak, oniarı iman etmekten çevirseydi ve alıkoysaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın buna rağmen daha nasıl, "öyle ise onlara ne {oluyor) ki iman etmiyorlar?" fa&un.mt'Böyle iken şunlara ne oluyor ki hâlâ öğüt kabul etmekten yüz çeviriyorlar" (Müddessir, 48)Ve 'İnsanların, iman etmelerini, "Allah bir insanı mı peygamber gönderdi?" demelerinden başka bir şey men etmedi" (İsra, 94) demesi mümkün olur? Blnenateyh âyeti im mânaya hamletmenin mümkün olmadığı sabit olur. Bu sebepte, ayeti diğer birtakım manalara hamtetmek gerekir.

Birinci mana: Ka'bî ve Ebu Müslim el-İsfehânl şöyle demektedirler; "Bu, Allah Teâlâ'mn, Hz, Musa (a.s)'ya, düşmanlarını helak edeceğine dâir vermiş olduğu tam bir vaaddir. Cenâb-t Hakk'tn, onları "çevirmesi", onlan helak etmesidir. Dolayeiyle onlar, ne Hz. Musa'yı Allah'ın kelâmını (vahyi) tebliğ etmekten» ne de mü'minleri o kelâma iman etmekten men etmeye güç yetiremezier. Bu tıpkı, "Ey Peygamber, Rabbinden sana indirilen! tebliğ et. Eğer yapmazsan, (Allah'ın) elçiliğini tebliğ (ve ifâ) etmiş olmazsın. Allah seni insanlardan koruyacaktır" <M«d«,67>ayetinde beyan edildiği gibidir. Binâenaleyh Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)' in düşmanlarını, ona eziyet etmekten ve risâletini tebliğ hususunda, gerekli olan şeyleri hakkıyla yerine getirmesine mani olmaktan alıkoyacağını kasdetmiştir."

İkinci mana: Bu, Cübbâî'nin ileri sürdüğü şu husustur: Ona göre ayetin manası şudur: "Ben, o kibirlenen kimseleri, ayetlerimde, peygamberler ve mü'minler için hazırlanmış olduğu bildirilen izzet ve şerefi elde etmekten men edeceğim." Allah onları bundan, başlarına zillet ve küçüklük getirmek suretiyle çevirmiştir. Bu da inkarlarına ve Allah'a karşı tekebbür etmelerine karşı bir ceza yerine geçer.

Üçüncü mana: "Bazı ayetlerimizden, ancak iman ettikten sonra faydalanılabilir. Bundan dolayı onlar inkâr edince,-kendilerini o ayetlerden istifâde edemiyecek bir hale sokmuşlardır. Böylece de Allah, onları o ayetlerden çevirmemiştir."

Dördüncü mana: Allah Teâlâ, onların bazılarının hallerinin, o ayetleri görüp müşahede ettiklerinde, istidlal etmeleri şöyle dursun, aksine onları hafife alıp, hakkını yerine getiremeyecekleri şeklinde olacağını biliyordu. Bunu bildiği için, Allah'ın, onları o ayetlerden çevirmesi yerinde ve doğru olmuştur.

Beşinci mana: Hasan el-Basri'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bazı kafirler, küfründe iteri gitmiş ve küfürde, kalbini öldürecek bir noktaya ulaşmıştır. Binâenaleyh, ayetteki, "(Onları), ayetlerimden çevireceğim"ttabirinden maksadı, "Ben, işte o muayyen kimseleri ayetlerimden çevireceğim " manasıdır.." İşte bu hususta bütün söylenenler bundan ibarettir.

Kulların fiillerinin yaratılması meselesinde, bu ayette Mu'teztte'nirr görüşünün doğruluğuna dair, kuvvetli bir delâlet olmadığı ortaya çıkmıştır. Aflah en iyi bilendir. [73]

 

Kibr’in Manası:

 

Ayetteki (kibirlenirler) kelimesi şu manadadır: "Onlar, kendilerinin insanların en üstünü olduğunu ve hakların sadece  kendileri  için olduğunu sanırlar." Halbuki "tekebbür" sıfatı, Allah'a aittir. Çünkü o, hiç kimsede bulunmayan kudret ve fazi sıfatına sahiptir. Bundan dolayı O'rtun "mütekebbir" olması, hiç şüphesiz hak olan bir husustur. Bazıları da, "Tekebbür, nefsin, kibrini başkasına karşı ortaya koymasıdır" diye tarif etmişlerdir. "Tekebbür", bütün kutlar hakkında zemm (kınama) ifade eden bir sıfat olduğu halde, Cenâb-ı Allah hakkında bir medh (övgü) sıfatıdır. Çünkü o, bunu kendisinin dışındaki varlıklara karşı ortaya koymaya lâyık ve müstehaktır. Zira bu, Allah hakkında doğru ve yerinde, başkaları hakkında ise bâtıl bir sıfattır.

 

Mütekebbire Karşı Kibirli Davranma Meselesi

 

Bil ki Allah Teâlâ, bu ayette, "haksaiıkla" buyurmuştur. Çünkü başkasına karşı, tekebbür etmek (kibirlenmek) bazan hak olur, Zira hakti olan kimsenin, hâlâ bâtılda devam etmekte olan kimseye karşı tekebbür etmeye hakkı vardır. Nitekim meşhur bir sözde de, "Tekebbür edene karşı, tekebbür etmek sadakadır" denilmiştir. [74]

 

Sebîlu'r-rüşd Tabirinin İzahı

 

Cenâb-t Hakk'ın "Onlar, akl-ı selimin yolunu görseler de, onu bir yol edinmezler" buyruğu ile ilgili, birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: Hamza ve Kisâî, kelimeyi hem râ harfinin, hem de ştn harfinin fetnasıyfa reşed; diğer kıraat imamları ise, râ'nın zammesi ve şın'ın sükûnu ite röşd şeklinde okumuşlardır. Ebu Amr, bu iki okuyuş arasında mana bakımından bir fark olduğunu söylemiş ve şöyle demiştir: "Rüşd, salah (uygunluk) manasmdadır. Nitekim Cenab-ı Hâk "Eğer kendilerinde bir rüşd (bir salah, uygun bir hal) görürseniz..." (Ni»a, 6) buyurmuştur. Resed kelimesi ise, dinî bakımdan istikâmet (doğruluk) manasmdadır. Nitekim Hak Teâlâ, "Sana doğru yol olarak (reşedâ) Öğretilen ilimden..." (Kem, ee) buyurmuştur," Ktsâî ise, bunların tıpkı, hözn ve hezen, sukm ve sekam (hastalık) gibi, aynı manaya gelen, İki değişik telaffuz olduğunu söylemiştir. "Rüsd" kelimesinin isim, "reşed" kelimesinin ise masdar olduğu da söylenmiştir.

İkinci bahis: "Sebîlü'r-rüşd", hidayet ve din-i hak yolu ve ilim ile amelde doğruluk demektir. "Sebilü'l-gayy" ise, bunun zıddrdır. Allah Teâlâ, şu iki sebepten ötürü onları imandan çevirdiğini beyân etmiştir:

a) Onların, Allah'ın ayetlerini tekzîb etmiş olmaları...

b) Onların, bu ayetlerden gafil olmaları, yani, o ayetlerden yüz çevirmeye devam edip, böylece de, sanki o ayetlerden habersiz kimseler gibi olmalarıdır. Allah en iyi bilendir. [75]

 

"Halbuki ayetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalan sayanların bütün işledikleri boşa gitmiştir. Onlar yapmakta olduklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı?" (A'raf, 147).

 

Bil ki Allah Teâlâ, ayetlerinden, kibirlenen kimseleri niçin çevirdiğini, "Bu, ... ayetlerimizi yalan saydıkları ve onlardan gafil oldukları içindir" (A'raf, 146) diyerek belirtince, ayetleri yalanlayan o kimselerin hâlini de beyan etmiştir. Bu sebeble, onların değişik cezalara uğradıkları sanılabiiir. Çünkü onların içinde, bazı iyi isteri yapanlar da vardır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, ister mütekebbtr, ister mütevâzi; ister iyffiktefi az, ister çok olsun, o kâfirlerin hepsinin durumunun aynı okluğunu bildirerek, "Hafouki ayetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalan sayanların bütün işledikleri boşa gitmiştir " buyurmuştur. Yani, onların âhireti inkâr etmeleri ve çeşitli günahlara dalmaları bu sebeple, olmuştur. Böylece Allah Teâfâ, omların amellerinin boşa gittiğini açıklamıştır. "İhbât" (amellerin boşa gitmesi) ile ilgili izahımız Bakara sûresinde uzunca geçmiş olup, artık onu burada tekrar etmeye gerek yoktur.[76]

 

Bir Şeyi Terketme, Fiil Değildir

 

Daha sonra Hak Teâlâ, "Onlat yapmakta olduklarından başkası sebebiyle mi cezalandıracaklardı?" buyurmuştur. Burada bir hazif olup, bunun takdiri: "yaptıkları şey sebebi ile" veya "yaptıkları şeye göre cezalandırılırlar" şeklindedir. Alimlerimiz bu ayeti Ebu, Hâşim’in şu şekildeki görüşünün yanlfşhğına deiü getirmişlerdfr: Ebû Haşim'e göre, farzt terkeden kimse, o fara yaparken kendisinden başka bir fiil sâdır olmasa dahi, sırf farzı yerine getirmemesi sebebi Be tnt cezaya müstenak otur. Ehl-i sünnet şöyle der: "Bu ayet, cezanın ancak amele göre dduğurtsr delâlet eâer. Halbuki farzı terketme, bir amet , (bir iş yapma) değildir. Dolayısıyla o kimsemn bundan ötürü eezaiandcnimaması gerekir. Bu sebepie cezanın ancak, Farzın zıddi bir şey yapılmasına karşjftk öJduğu sabit otur." Ebu Hâşim de: "Ben bu ikâbın bir ceza otduğurttt söylemiyorum. Binâenaleyh yaptlan istidlal döşer" diye cevap vermiştir: "Ceza, ancak kişiyi yasaklardan alıkoyma ye emirlere teşvik etme hususunda yeterli ve kâfi olduğu için ceza (karşılık) adtnı almıştır. Binâenaleyh sırf farzı terketmeye karştfıfcblr ikâb gerekir ise, bu îkâb, o terkedişi engelleme hususunda kâfi olur ve böylece de bir ceza olmuş olur. Binâenaleyh bunu, "ceza" diye adlandırmaktan, kaçmaya imkanın olmadığı sabit olmuş olur. Allah en iyi bilendir. [77]

 

"Musa'nın arkasından, kavmi zinet takılarından bir buzağı (heykelini ûâh) edindiler ki, onun bir böğürmesi de vardı. Onun kendileriyle konuşmayacağım ve onlara bir yol da göstermeyeceğini görmediler mi ki, ona tutundular ve kendilerine zulmettiler" (A’raf, 148)

 

Huliyy Kelimesinin Kıraati

 

Bil ki bu ayetten maksad, Samiri’nin bir buzağıyı tfatt edinmesi kıssasını anlatmaktır. Bu ayette ilgili birkaç mesele vardır: [78]

 

Birinci Mesele    

 

Hamza ve Kisai, kelimeyi, hâ ve lamın kesresi ve, "ttba" olsun diye yâ harfinin şeddesiyle olmak üzere diliyy kelimesi gibi, hiöyyfhlm şeklinde; diğer kıraat imamlan ise, haly kelimesinin coğulu olarak, hâ'nm dammesi, lâmın kesresi ve yâ'nın kesresiyle huliyyîhim şeklinde okumuşlardır. Bu ttpkı, sedy (göğüs, meme) kelimesinin çoğulunun sudiyy olması gibidir.. Bazıları ise bu kelimeyi mûfred olarak halyihlm şeklinde okumuştur. Hafy keümesi, altın ve gûmûş gibi, kendisiyle süslenilen ve güzelleşilen şeydir. [79]            

 

Samiri’nin Altundan Buzağı Şeklinde Put Yapması

 

Denilmiştir ki, İsrail oğullarının, kendisinde süslendikleri ve kıptilerden ödünç takılar aldıkları bir bayramları bulunuyordu… İşte onlar bu günde, Kıptilerin takı ve zinet eşyalarını ödünç almışlardı; Allah, Kıptileri denizde boğunca, bu takılar İsrailoğullarının elinde kaldı.. Derken, aralarında kendisine itaat «dilen, değerli bir kimse olan Samirî bu takılan topladı... Zaten İsrailoğuiları da, Musa (a.s)'dan. kendileri için bir ilah yapmasını isteyip duruyorlardı. İşte bundan dolayı Samirî, (o takılardan) bir buzağı heykeli döktü...

Alimler, daha sonra ihtilâf ederek, bir kısmı şöyle demiştir: Samirî, Cebrail (a.s)'in atının ayağının bastığı yerden bir avuç toprak almış ve bunu, o buzağı heykelinin içindeki boşluğa bırakmıştı.. Bunun üzerine bu heykel, et ve kandan oluşan bir buzağı haline gelmiş ve ondan, bir defa olmak üzere bir böğürtü çıkmıştır... Bunun üzerine Samirr de: "işte bu, sizin ve Musa'nın ilâhıdır!" demiştir.. Ekseri Mutezile müfessirleri ise şöyle demiştir "Samirî bu heykeli, içi boş olarak yapmış ve boşluğuna, belli şekillerde içi boş kamışlar yerleştirmişti... Bu heykel, rüzgarın esme yönüne göre yerleştirilmişti.. Rüzgar, o kamışlara giriyor ve onlardan, bir buzağının böğürmesine benzeyen bir ses çıkıyordu..."

Diğer âlimler ise şöyle demişlerdir: "Samirî, bu heykeli içi boş olarak yaptı ve buzağının yerleştirildiği yerin altına, hiç kimsenin farkedemiyeceği şekilde, buzağının içine üfleyeeek bir adam yerleştirdi.. Bundan dolayı «ta insanlar, onun içinden böğürmeye benzeyen bir ses işittiler." Bu görüşün sahipleri şöyle demişlerdir: "İnsanlar şimdi de, buna benzer, fışkırtma yoluyla içinden su akıttıkları heykeller yapıyorlar... Bu ve benzeri yollarla da heykellerin içinden sesler çıkıyor... Daha sonra Samirî, insanların aklına, bu buzağının, onların ve Musa'nın ilahı olduğu düşüncesini attı.. [80]

 

Ayetle İlgili Bazı Sorulara Cevaplar

 

Geriye, ayetin lafzıyla ilgili birkaç sual kalır:

Birinci sual: O buzağıyı put «dinen sadece Samirî otduğu halde, ayette niçin "Musa'nın arkamdan kavmi, zftıet tekilamdan bir buzağı heykelini (ilâh) edindiler..." denilmiştir.

Buna iki şekilde cevap verilir:

1) Allah Teâlâ, bunu onlara mal etmiştir; çünkü bunu, onların içinden olan birisi yapmıştır. Nitekim, yapan ve söyteyen içlerinden birisi olduğu halde,. "Temimoğulları şöyle yaptılar, böyte dediler." denilir..

2) Onlar da, bu buzağıyı teriı edinmeyi istiyor ve buna rea gösteriyorlardı.. Bundan dolayı, sanki onlar bu hususta birlik halindeydiler,..

İkinci sual: Bu takılar, zlnet eşyalan, kendilerinin olmayıp, sadece ödünç olarak elde etmiş olduklar» halde, niçin, "Onların zinet takılarından.." denildi?  -

Cevap: Allah Teâlâ Firavun'un kavmini imha edince, bu mallar onların etlerinde kaldı ve böylece de, diğer kendi mallan gibi, ontenrt mab ve mülkü haline geldi., Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bû surede onları bostanlardan, akar sulardan, hazinelerden ve şerefli makamlardan çıkardık, işte çıkarışımız böyle oldu ve onlara îsraihğullannı mirasçı kıldık..." (Şuara, 57-59) ayetleridir.

Üçüncü sual: Buzağıya tapanlar, Hz. Musa'nın kavminin hepsi miydi, yoksa sadece bir kısmı mıydı?

Cevap: Ayetteki, "Musa'nın arkasından, kavmi zinet taktlarından bir buzağı heykelini (ilâh) edindiler" sözü, umûm ifade eder.. Hasan ekBasrf, Harun (a.s) hariç, onların hepsi buzağıya taptılar" demiş ve buna, iki bakımdan deflt getirmiştir Birincisi, ayetin umumî manası.. ikincisi ise, Hz. Musa'nın bir kıssadaki, "Ya Râbbi, beni de, kardeşimi de bağışla:... " (A’raf, 151) şeklindeki sözüdür. O, sadece, kendisi ve kardeşi için dua etmiştir. Bu, o ikisinin dışındakilerin duaya iayık olmadıklarına delâlet eder. Eğer onlar, iman üzere kalmış olsalardı durum böyle olmazdı... Başka alimler ise şöyle demiştir: Aksine, İsrailoğullan içinde, imanı üzere katmış ve sebat etmiş olan kimseler bulunuyordu. Çünkü bu küfür, betti kişiter için vaki olmuştu.. Bunun delili, "Musa'nın kavminden bir cemaat vardır ki (halkı) hakka irşad ederler, onunla hükümde adalet yaparlar" (A'râf, 159) ayetidir...

Dördüncü sual: Bu buzağı heykeli, bazılarının söylediği gibi, etten ve kandan mürekkeb bir buzağıya mı dönüştü, yoksa daha önce olduğu gibi altın olarak mı kaldı?

Cevap: Birinci ihtimali benimseyen kimsetef, görüşlerinin doğruluğu hususunda şu iki şekilde İstidlalde bulunmuşlardır:

a) Cenâb-ı Hakk'ın, "buzağıyı ilâh edindiler ki, onun bir böğürmesi de vardı..," buyruğudur. "Cesed" kelimesi, et ve kandan meydana gelmiş dan cisimlerin adıdır.. Yine onlardan bu hususta münakaşa.ederek, "Hayır, "cesed" kelimesi, ister et ve kandan meydana gelmiş olsun, isterse böyte ötmarnış olsun, kestf ve yoğurt her cisme verilen bir isimdir"diyenlerdetJuftınmaktadır.

b) Allah Teâiâ, bu buzağının böğürtüsü olduğunu haber vermiştir. Bu ise ancak, canlılar hakkında söz konusu olabilir..

Buna, şu şekilde cevap verilmiştir: Bu ses, buzağının sesine benzediği için, buna "böğürtü" isminin verilmiş olması uzak bir ihtimal değildir... Hz.AH(r.a) de, bu tabiri cim ve hemze ite, bağırma manasına galen (bağırdı) fiilinden olmak üzere, şeklinde okumuştur. İşte bu konuda söylenenler bunlardır...

Bil ki Allah Teâfâ, onlann bu görüş ve söylerini nakledince, o buzağının ilâh olmasının batıllığına da, "Onun kendileriyle konuşmayacağın ve onlara bir yol da göstermeyeceğini görmediler mi ki, ona tutundular.." buyruğu ile istidlal edip, bunu hüccet getirmiştir. Bu delifi su şekilde açabiliriz: Bu buzağının, ne onlarla konuşması, ne de onlart doğruya, iyiye ve güzele iletmesi mümkün değildir.. Böyle olan her şey, ya cansız varlık olur veyahut da, aciz bir canlı, mahlûk olur. Her iki halde de böylesi bir şey, ilâh olamaz.., Alimlerimiz bu ayette, konuşmayan ve hakka hakikate iletmeyen kimsenin il£& oiarruyacağtna istidlal etmişlerdir. Zira ilâh, emir ve yasakları olan kimsedir., B& ise ancak o kimse konuştuğu zaman tahakkuk edebilir., polayısiyle, konuşamayan kimseden, emir ve yasak sâdtr olamaz.. Halbuki buzağı, emir ve yasaklar koymadan acizdir; öyleyse, ilah olamaz...

Mutezile ise şöyle demektedir: Bu ayet, ilâh olmanın şartmın, doğruya ve sıdka iletici olmak olduğuna delâlet eder.. Binâenaleyh, doğruluktan ve sıdktan saptıran kimselerin ilâh olmaması gerekir.

Buna göre şayet, "Su, konuşabilen ve doğruya, güzele ileten kimselerin itan edinilmelerinin caiz olması neticesini verir. Aksi halde, şayet, ilâh edinilmesinin caiz olamayacağı hususunda, bu sıfatların o kimsede bulunması, yokluğu gibi, yok hükmünde olursa, sizin yaptığınız açıklamanın bir manası kalmaz" denilirse, buna da şu şekilde cevap verilir:

1) Bunun, ulûhiyyetin tahakkukunun bir şartı olması tarak bir ihtimal sayılmamalı. Binâenaleyh, her ne kadar burtun bulunmasından ufûhiyyetin tahakkuktı gerekmese dahi, ancak ne var ki bunun bulunmamasından, onun da, yani utûhjyetin de bulunmaması gerekir..

2) Onlarla konuşmaya ve onları hayır ve şerre iletmeye kadir olan herkes, ilâhtır. Halbuki mahlûkat, hidayet etmeye kidir değildir. Onfar ancak, hidâyet edilme vasfını haizdirter.v Ama, deliller getirme ve bu delilleri koymaya ise, ancak Allah Teâla kadirdir»

Bil ki Cenâb-ı Hak bu ayetini, Ve kendilerine zulmettiler' buyurarak bitirmiştir. Yani, "Onlar, Allah'a ibadetten yüz çevirip buzağıya ibadetle meşgul olduktan için kendilerine zulmettiler" demektir. Allah en iyi bilendir. [81]

 

"Vaktaki (buzağıya tapmaktan) çok pişman oldular ve kendilerinin muhakkak saptıklarını gördüler: "Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa muhakkak ki en büyük riyana uğrayanlardan olacağa " dediler" (A'râf, 149).

 

Sukita Fi Eydihim Tabirinin Manası

 

Bil ki âlimler, Cenâb-ı Hakk'ın tabirinden maksadın "Buzağıya tapmtş olmaktan dolayı nedamet ve pişmanlıkları iyice arttı...' şeklinde olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Fakat onlar, hangi mana ve sebepten dolayı bu "istiâre"nin güzel olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir.

1) Zeccâc, şöyle demektedir; "Bunun manası, ''Pişmanlık elleıine, yani kaJbterine düştü" demektir. 8« tıpkı, her ne kadar, ele bir kötülüğün düşmesi tokama ise de, "Ellerinde kötülük bulundu" denilmesi gibidir. Şu kadar var Ki Araplar, kişinin kalbine ve görriüne dfişen, istenilmeyen şeyi, "Eline döştü, elinde bulundu" şeklinde ifade ederler.. İşte burada da böyledir.

2) Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Pişman olan kimse için, tabiri kullanılır. Çönkö, adamakıllı pişman olan kimse, kederinden ve ûzûntüsünden elini ısırır. Böylece de onun pişmanlığı, sanki eline düşmüş olur. Çünkü onun ağzı eline değmiştir.

3) Sükût bir şeyin yüksekten alçağa düşmesinden ibarettir. İşte bundan dolayı Araplar sakata'l-matar "Yağmur düştü" derler. Yine Arapça'da "Elinden bir şey düştü" ve "Kadın, düşük yaptı" deniür. Binâenaleyh, kim bir iş yapmaya yönelirse, o, o işe ancak, onun daha hayırlı ve daha doğru olduğuna inandığ» ve o amelin, Kendisine bîr şeref ve bir makam kazandıracağına inandığı için yönelir. Dolayısıyla, ona bu işin bâtıl ve fasit olduğu zuhur edince, böylece o sanki yüksekten aşağıya inmiş ve üstten alta düşmüş gibi olur. İşte bu sebepten dolayı, hata ettiği zaman bir kimse için, "Bu ondan,  hatâen vakf oklu" denilir.  Böylece de onlar bu işi,  yer­yüzüne düşen şeye benzetmiş olurlar. B« şekilde, "sukût-düşmek" lafzının, pişmanlık esnasında meydana gelen hat ve durumu İfade etmek için kuşanılmasının, caiz ve yerinde bir şey olduğu sabit olur. Geriye ise, "O halde elin zikredilmesinin hikmeti nedir?" diye sorulması kalmıştır. Bu sebeple biz diyoruz ki, el insanın, sayesinde eşyayı alıp kavradığı, tuttuğu, muhafaza ettiği bir âlettir. Pişman olan kimse sanki, kendisinden dolayı bu pişmanlığın meydanageidiği o durumu telafi etmek ve onarmakla meşgul olmuştur. Böylece de, o kimse, o pişmanlıktan sonra, onu tefafî ve onarmakla meşgul olması itibariyle, kendisinin eline düşmüş olur.

4) Vahidî, bazı ulemanın şöyle dediğini nakletmiştir: "Bu tabir safctt kelimesinden alınmıştır. "Sakft" ise, sabahleyin, yeryüzünü kaplayan ve kar tanelerine benzeyen şey, yani kırağıdır. Nitekim Arapça'da, kar hakkında "Yere kar yağdı'' ve "yeryüzüne kar yağdı" manasında olmak üzere de, denildiği gibi "Yer, ktrağılandı" denilir. O halde, tabirinin manası, "Onun eline sakıt döştü" şeklinde olur. "Sakft". kırağı ise, azıcık bir sıcaklıkta hemen eriyip kaybolur.. Binâenaleyh, eline kırağı düşen kimsenin etinde, o kırağıdan asla hiçbir şey, eser katmaz. Böylece bu ifâde, neticede zarara uğrayan ve çalışmalarından hiçbir fayda elde edemeyen herkes hakkında bir darb-ı mesel olmuş olur. Böylece de, onun işinin akıbeti, pişmanlık olmuş olur.

5) Bazı alimler de şöyle demişlerdir: İşinde şaşırıp, amelleri hususunda acziyyete düştüğü içindir ki, pişman ofan kimse için tabiri kutlanılmıştır.. İşlerin pekçoğunun yapılmasında esas âlet ve vasıta, eldir. Aciz ofan kimse ise, sakıt,
düşmüş olan kimse hükmündedir. Binâenaleyh, düşme İşi el ile kullanıldığında, ele düşmenin, ancak tam bir acziyyet sebebiyle meydana geldiği anlaşılmış otur. Örfte de, ne yapacağını bilemeyen kimse hakkında, "Eli ayağı kaydı, dolaştı'' denilir.

Pişman olan kimse, genellikle başını eğer, ellerini bir yere dayayıp başını eiler arasına alır, bazan da ellerini, çenesinin altına veya etinin çeftBmesi haJtnde, yöz üstü düşecek bir şekilde yüzünün bir tarafına koyar. Böylece de ei, kendisine başın yaslanılması, konulması mümkün olduğu için, kendisine düşülmüş bir yer olmuş dür. Bu sebeple de, tabiri, "Elleri üzerine döştü" manasında olmuş olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'm tıpkı "Sizi muhakkak hurma dallanma asacağım" nm m buyruğu gibidir. Yani "Hurma dalları üzerine... demektir. Allah en iyi bilendir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ve kendilerinin muhakkak saptıklarım sörrfü/er'' buyurmuştur. Yani onlar, o sapıktiktarmı kendi gözleriyle görnıüş gibi, bu sapıklıklannın iyice farkına vardılar..

Kâdî şöyle demektedir: "Ayette, sonra gelenin, önce bulunması gerekir (yani, ayette takdim-tehir bulunmaktadır). Çünkü, pişmanlık ve hayret ancak, (sapıktık) bilindikten sonra kesinlik kazanırlar. Buna göre de sanki Cenâb-ı Hak, "Onlar sapıttıklarının iyice farkına vardıklannda, kendilerine ulaşan ve onlara isabet eden bu büyük nedamet ve pişmanlıktan dolayı, etleri üzere düştüler" demek istemiştir." Şöyle de denilebilir: "Ayette bir takdim-tehirin bulunduğunu söylemeye gerek yoktur. Zira insan, yapacağı işin doğru mu yanlış mı olduğu hususunda şüpheye düştüğünde bazan, doğru mu yanlış mı;veyahut da fasit mi battt mı olduğunu bilemediği bir şeye yönelmiş olmaktan dolayı pişmanlık duyar. İşte bu durum ortaya çıktığında, pişmanlık da bulunmuş zuhur etmiş demektir. Daha sonra, bu husustaki bilgisi gelişir ve o şeyin, bir hata, bir bozukluk ve bâtıl olan bir şey olduğu anlaşılır. Binâenaleyh, böyle olması halinde, ayette bir takdim-tehir bulunduğunu söylemeye gerek kalmamış olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların, bu pişmanlık r.uhûr ettiğinde ve yaptıktan o şeyin bâtıl olduğu anlaşıldığında her şeyle ilişkilerini keserek sadece Allah'a yöneldiklerini beyan ederek, "Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa, muhakkak ki en büyük ziyana uğrayanlardan olacağız" buyurmuştur. Bu, yaptığı şeyin büyüklüğünü, vehametini kabul eden, kendisinden sâdır olan bu fiile pişman olan, kusurunu ve hatasını gidermesi hususunda Rabbine yöneten, sonra da, Cenâb-ı Hakk'm, affetmesi halinde, kendilerinin en büyük ziyana uğrayan kimselerden olacağını tasdik eden kimselerin sözüdür. Bu pişmanlık ve mağfiret talep etme işi, Hz. Musa, onların yanına döndükten sonra meydana gelmiştir. Bu ifade, "Ey Rabbimiz, eğer sen bize acımaz ve bizi bağışlamazsan..." şeklinde tâ harfiyle de okunmuştur. Rabbena "Rabbimiz..." kelimesi, münâda olduğu için, mansubtur. Bu, tevbe edenlerin sözüdür. Bu tıpkı, Hz. Adem ile Havva (a.s)'nın (A’raf, 23) demeleri gibidir. [82]

 

Hz. Musa'nın Daha Dönmeden Kederlenmesinin izahı

 

"Musa, kavmine öfkeli, kederli döndüğü zaman dedi ki: "Sîze bıraktığım şu makamımda, arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinkin emrini bekİemeyip acele ettiniz ha!" (Tevrat) levhalarını bırakıverip kardeşinin başından tuttu, onu kendine doğru çekiyordu. (Harun), "Anamın oğlu" dedi, "bu kavim (bu adamlar) beni cidden zait gördüler (hırpaladılar). Az kaldı ki beni öldüreceklerdi. Sen de bana düşmanları sevindirecek harekette bulunma böyle. Beni zâlimler güruhuyla beraber tutma." (Musa) dedi ki: "Ya Rab, beni de kardeşimi de bağışla; bizi rahmetinin içine sok. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin." (A'râf, 150-151).

Ayetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

 

Birinci Mesele    

 

Bil ki, ayetteki "Musa, kavmine öfkeli,, kederli döndüğü zaman... "ifadesi, Hz. Müsa'ntn. onfarm buzağıya tapma hususundaki haber ve kıssalarım daha önce bilmiş olmasına mani değildir.. Bu, bunu gerektirmez; çünkü bunun, Hz. Musa'nın dönüp oniann halterini müşahede etmesiyle bdyte olmuş olman caizdir. İşte bu sebeple alimler, bu hususta ihtilaf etrrrişierdtr. Bu eömfcden olarak bazı kimseler: "Hz. Musa onların yanına ahiden vşrdtğt zaman bunu gördü"' derken, Ebu Müslim: "Hayır, o bunu daha Önce, biliyordu" demiştir ki, bu doğruya daha yakındır. Bunun böyle olduğuna şunlar da delalet eder:

1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Musa, kavmine öfkeli, kederli döndüğü zaman..." ifadesi, Hz. Musa'nın, dönerken öfkeli ve kederli olduğuna delâlet eden Hz. Musa, henüz kavminin yârıma ulaşmadan önce bu hakleydi, öfkeli ve kederliydi.. Böylece bu durum, Hz. Musa'nın, kavminin yanma varmadan önce, O'nun bu durumdan haberdar olduğuna delâlet eder.

2) Allah Teâlâ, Tâ-hâ sûresinde, bu hâdiseyi Hz. Musa'ya, Mikat'ta iken bildirmiş olduğunu açıklamıştır. [83]

 

İkinci Mesele      

 

Ayette geçen, "esifen" kelimesi hakkında şu iki görüş ileri sorulmuştur:

a) Bu, şiddetti öfke ve kızgınlık manasına gelir. Bu, Ebu'd-Derda ite Atâ'nın tbn Abbat'tan rivayet etmiş olduğu görüştür. Zeccâc da bunu tercih etmiştir. Onlar bu kelimenin bu manaya geldiğine- Cenâb-t Hakk'ın, "Nihayet onlar bizi gazablandtrmca kendilerinden intikam aldık... " (Zuhruf, 55) ayetini delil getirmişlerdir. Buradaki âsefûna kelimesi, "gazablandırmak, kızdırmak" anlamındadır.

b) Bu, yine ibn Abbm'm ve Hasan el-Basıri ile Süddî'nin görüşü ofap. buna göre aelf kelimesi, esef edip hüzöntenen demektir. H*. Alşe'nîn hadisinde Hz. Aişe, demiştir. Yani, "Ebu Beler, hüzünlü bir adamdır..." demektir.

Vâhidi şöyle demektedir: "Bu iki görüş de birbirine yakındır. Çünkü gazab, hüzünden; hüzün de gazabtân meydana geknektedir. Dolayısiyie, senden daha aşağı derecede öten kimselerden, sana hoşlanmadığın bir şey gelir, isabet ederse; o zaman kızar ve öfkelenirsin. Ama, senden üstün olan kimselerden hoşlanmadtğm bîr şey geör de sana isabet ederse, o zaman üzülürsün.. Binâenaleyh, bu İki durumdan birisi Öfke ve kızgınlık, diğeri de hüzün, keder adım altr. Bu sebeple Hz. Musa, kavminin buzağıya ibadet etmesinden detayı onlara öfkelenmiş; Attahu Teâlâ'nm, kavmini smayıp tmtihana çekmesinden dolayı da üzülmüş ve kedertenmiştlr. htttekim €eoab-t Hak, Hz. Musa'ya, "Biz senden sonra kavmini imtihan ettik (Taha, 85) demiştir.." [84]

 

Vekâlet Hakkında

 

buyruğuna gelince, bunun manası, "SU» b»raköğ|m şu makamımda artcarndan ne kötü isier yapmıssmfz, -" sektindeHtr. Bu Ntâb> ya Samkf ve onun gibi buzağıya tapan kimseleredir, yahut da, İsrattoğullanrttn ilerf getenlennedtr ki, bunlar Harun (a.ş), ile mütninlerdir. Bunun böyle olduğuna, Cenab-ı Hakk'ın, "Kavmimin içinde bana vekâlet et" um t4^ ifadesi de d^M örnekledir. Birinci takdire göte ayetîn.mafiası "Siz tona, netötübir^alef oldunuz; çünkü siz, Allah'a ibadet edeceğiniz y«rde, tutup buîaö^yataptıntzl.V'şekJirKla dur. İkinci takdire göre de mana: ''Siz barıa, ne k«ü bir hralef oldunuz! Çünkü siz, Mah'tan başkasına ibadet edilrtjesine mani olmadınız!.." şeklinde dur. Bu ifadeyle ilgili birkaç soru bulûnmaktadtr:

Birinci soru: Bi'se fiilinin gerektirdiği fâü ile, "mahsûsun btzzemm-özetiikte kınanan, zemmedilen şey" nerededir?

Cevap: Fail, mâ haleftümûnî kelimesinin tefsir ettiği zamirdir. "Mahsusun bizzemm" ise mahzûf olup, kelamın takdiri "Benden sonra benim yerime geçerek, yapmış olduğunuz temsilcilik, haleftik ne kötü bir haleflik ve temsilciliktir" şeklindedir.

İkinci soru; tabirinden sonra ifadesinin getirilmesinin hikmeti nedir?

Cevap: Bunun manası, "Benden, Allah'ın birliğini, O'nun ortaklarının olmadığını ve ibadetin sırf O'na yapılacağını görüp anlamanızdan sonra veya "Onlar, "Onların na$}l tanrıları varsa sen de bize öyle bir tanrı itap!" (A'raf, im) dediklerinde, benim İsrailoğullannt tevhid akidesine sevketmem ve onları, sığıra tapmaktan men etmemden sonra..." şeklindedir. Halbuki, halef olan kimselerin, kendilerini halef bırakanların yolundan gitmeleri gerekir. Bu yerine getirilmesi gereken bir vazifedir.

Ayetteki, "Rabbiniztn emrini (beklemeyip) acele ettiniz ha?!.." ifadesine gelince, burada geçen "acele etme"nin manası, bir şeyi, vaktinden önce yapmak istemek ve ona yönelmektir.. İşte bundan dolayı, acele etmek kınanmış; bir şeyi süratle yapmak, çabuk yapmak ise kınanmamıştır.. Çünkü hızlılık, bir şeyi, yapdabiteeeği zaman dilimlerinin ilkinde yapmaktır. İşte VfthMî, bu şekilde söylemiştir.

Bir kimse şöyte diyebilir: "Şayet acele etmek kötü olsaydı, daha hastl Hz. Musa, "Ben sana yönelerek acele ettim ki, yârab, hoşnud olasm.."(Tahâ, 84) diyebilir. İbn Abbas, tabirinin manasının, "Rabbinizin miadını beklemeyip, böylece de ona sabredip dayanamadınız hat..." şeklinde okluğunu söylemtştrr. Haşan el-Basrî de: "Cenâb-ı Hakk'ın, size vaadetmiş olduğu o kırk güne dair vaadinde acele ettiniz haf manasında olduğunu, zira İsrailoğullarının. Hz. Musa, otuzuncu gecenin sonunda gelmeyince, onun öldüğüne hükmettiklerini söylemiştir.. Atik: "Cenâb-ı Hak, bu buyruğu ile "Rabbinizin gazabında acele ettiniz ha!.." manasım kastetmiştir"demiştir. Kelbî de bu ifadeye: "Rabbinizin emri size gelmezden önce, buzağıya tapma konusunda acele ettiniz ha!.." manasını vermiştir. [85]

 

Hz. Musa’mn Tevrat Levhalarını Elinden Atması

 

Cenâb-ı Hak, Hz.Musa’nın öfkeli ve kızgın olarak döndüğünden bahsedince, bundan sonra, bu öfkenin sebep okluğu şeyleri de zikretmiştir. Bu da şu iki şeydir:

1) Cenâb-ı Hak, "Levhaları bırakıverip..." buyurmuş olup, bu ifadesiyle, içinde Tevrat'ın yazıh olduğu levhaları kastetmiştir. O levhalar, Hz. Musa'nın mucizelerinin en büyüğü olup, sonra da Musa, (buna rağmen) o levhaları atınca, bu onun öfkesinin çok şiddetli olduğuna delâlet eder.. Çünkü kişi, bu gibi işlere ancak, çok müthiş kızıp öfkelendiği zaman teşebbüs eder. Rivayet olunduğuna göre Tevrat, yedi bölümden ibaretti. Hz. Musa, içinde Tevrat'ın yazıtı olduğu levhaları atınca, onlar kırıldı,. Böylece de onun altı bölümü kaldırıldı, geriye sadece tek bir bölüm kaldı. Kaldırılan bölümlerde, israiloğulfannin ihtiyaç duyacaktan her şeyin izahı bulunuyordu.. Geriye katan bölümde ise, sadece hidâyet ve rahmet konuları bulunuyordu... Hz. Peygamber (s.a.s)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Haber, çözle görmekten çok farklıdır! Allah ona, kavminin düştüğü fitneyi haber vermiş de O, Allah'ın kendisine haber verdiği şeyin gerçek olduğunu anlamıştı, bunun iizefme de, elindeki (o hûküm)kre sımstkı sarılmıştı..." [86]

Bir kimse şöyle diyebilir: "Kur'an-t Kerim'de sadece, Hz. Musa'nın o levhaları attığı hususu bulunmaktadır; onları attığında, kırılmış olmaları durumuna gelince, bu hususta Kur'an'da bir beyan bulunmamaktadır. Bîr de bu, Allah'ın kitabma karşı takınılmış büyük bir kusur ve hatadır, böyle bir şey ise, peygamberlere yakışmaz..." [87]

 

Hz. Musa'nın Hz. Harun'dan Hesap Sorması

 

2) Bu kızgınlıktan neşet eden ikinci durum ise, Cenâb-ı Hakk'ın şu buyruğunun beyan ettiği Husustur: "Levhaları bırakıp kardeşinin başından tuttu, onu kendine doğru çekiyordu..'. Burada, peygamberlerîn ismetini
zedeleyen, kabul etmeyen kimse için, bizim açık cevabıyla beraber Tâ-hâ suresinde zikretmiş olduğumuz bir sual bulunmaktadır. Kısaca, peygamberlerin ismetini ta'n edip zedeleyen kimseler şoyte demektedirler: "Musa (a.s) kardeşinin başını tutup, onu hor ve hakîr kılmak, küçük düşürmek suretiyle kendisine sürüklemiştir..''
Peygamberlerin ismetini kabul eden kimseler ise şöyle demişlerdir: "Hz. Musa (a.s); kardeşinin başını kendisine doğru, o hadisenin keyfiyetini ondan sorup, iyice öğrenmek için çekmiştir."

Eğer, "Niçin Hânın (a.s): "Anamın oğlu, bu kavmin beni cidden zâif gördüler" demiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bunun cevâbı şudur: Hanın (a.s), İsrailoğullarmtn câhillerinin, Hz. Musa'nın, buzağıya tapanlara kızgın olduğu gibi, kendisine de ktzgtn olduğunu zannetmelerinden endişe duymuş, bunun için de Hz. Musa'ya: "Ey anamtn oğlu, bunlar beni zayıf,gördüler. Buzağıya ibadeti terketme konusunda bana itaat etmediler. Ben onları bundan nehyettim ama, onları bundan alıkoymam için bana hiç biri yardımcı olmadı. Binâenaleyh sen, bana düşmanlarımı sevindirecek şey yapma. Onlar senin de düşmanındırlar. Çünkü bu topluluk, senin bana yaptığın bu davranışı, bana bir ikram olarak değil, beni küçük düşürmeolarak göreceklerdir" demiştir.

Ayetteki "Anamın oğlu" tabirine gelince, bil ki İbn Âmir.Hamza, Kisâî ve Âsimin râvlsi Ebu Bekir bunu, mimin kesresiyle şeklinde; yine bunu, Tâ-hâ sûresinde de aynı şekilde okumuşlardır. Bu durumda bunun takdiri, şeklinde olup, buradaki izafet "yâ"sı düşmüştür. Çünkü nida, hazf üzere mebnîdk. Geriye, izafete delâlet etmek (kere, mîm'in üzerindeki kesre kalmıştır. Bu tıpkı, (Zümer, 16 vb.) ayetinde olduğu gtbidfc Diğer kıraat âlimleri ise, her iki sûrede de, bu kelimeyi, mîm'în fethâsı ile şeklinde okumuşlardır. Bu ifade hakkında iki görüş bulunmaktadır:

a) Bu iki harf (iki lafız), çok olarak yanyana bulundukları için, tek bir isim yapılarak mebnî kılınmışlar, böylece de "Hadramevt" ve (Onbeş) kelimeleri gibi, tek isim gibi olmuştur.

Bu tabir, izafet yâ'sından bedel olan elifin hazfı üzere mebnî olup, ifâdenin aslı şeklindedir, Nitekimşair söyle demiştir.

"Ey amcam kızı, kınama ve yat uyul.." Ayetteki "Bu kavim, beni, cidden zayıf görduîeı" ifadesi, "Benim sözüme aldırmadılarr az kalsın beni Öldürüyorlardı, Binâenaleyh sen banar düşmanları yani buzağıya tapanları sevindirecek ssyteri yapma. Beni, buzağıya tapan o zâlimlerle bir tutma, yani yaptıkları kötü fiillerine karşı, onlara vereceğin cezaya, beni de ortak kılma" ctemektir. işte o . zaman, Hz. Musa (a.s), yani Harun'a karsı azab ve hiddetten, ölürü "Rabbim beni ve buzağiya tapanlara karşı şiddetli uyanlarda bulunmayı terketmiş olmasından ötürü de kardeşimi bağışla"; rahmetinin içine sok. Sen merhametlilerin en merhametlisisin" demiştir.

Bil ki bu ktssa ile alâkalı soruların ve cevapların tamamı Tâ-hâ sûresinde zikredilmektedir. Allah en iyi bilendir.[88]

 

Buzağıyı Tanrılaştıranların Akıbetleri

 

"Şüphe yok ki buzağıyı (tanrı) edinenlere Rablerinden bir gazab ve dünya atında bir horluk erişecektir, İşte biz, yalan düzenlen böyle cezalandırırız. Kötülükler işleyen, sonra da bunun ardından tevbe edip. iman edenlere gelince, şüphesiz ki Rabbin bunun ardından, elbette gafur ve rahimdir" (A'râf, 152-153).

Bil ki bu ayetin gayesi, buzağıya tapanların durumunu açıklamaktır.

Bil ki, itteheza (ittihaz etti, edindi) fiilinin iki mef'ûlünden birisi hazf edilmiştir. Buna göre kelamın takdiri, "Onlar, buzağıyı bir ilah ve bir mabud ecSndifer" şeklindedir. Hazfedilen mef'ûle, "O (Sâmiri), kendilerine böğüren bir buzağı heykeli (döküp) çıkarmıştı" (Tâhâ. 88) ayeti delâlet etmektedir. Müfessirlerin, ru ayeti tefsir hususunda iki izahları vardır:

1) Buzağıyı ilah edinenlerden maksad, ona bizzat tapanlardır. Bu kimsefer, haklarında Cenâb-ı Hakk'ın, "(Onlara) Rablerinden bir gazab... erişecektir" dediği «-ıselerdir. Hal böyle olunca, bu ifade ile ilgili şöyle bir soru sorulur: Allah Teâlâ, günahlarından tevbe etmek için kendilerini öldürmüş olmaları sebebi ile, bu kimseleri bağışlamış ve tevbelerini kabul etmiştir. Allah, onların tevbesini kabul etmiş olduğuna göre, onlar hakkında daha nasıl "(Onlara) Rablerinden bir gazab.. erişecektir" denilebilir?

Bu soruya şöyle cevap verilir: Bu gazab, muhakkak ki sadece dünyada tahakkuk etmiştir, âhirette değil.. Buna göre bu "gazab" "Allah'ın onlara, kendilerini öldürmelerini emretmesi" şeklinde tefsir edilir. Ayetteki, "Dünya hayatında bir zillet (korluk) erişecekti.." buyruğundan maksad ise, onların dalâlete düşüp zelil (hor ve hakîr) olmuş olmalarıdır. Eğer muhalifler: "Cenâb-ı Hakk'ıh "erişecektir" ifadesi, gelecek zamanı ifâde eder, öyle olunca artık nasıl olur da bunun dünyevî bir hüküm olduğu söylenebilir?" derlerse, biz deriz ki: Bu söz, kavmini imtihan ettiğini ve onların buzağıyı ilah edindiklerini Hz. Musa'ya haber verdiği zaman, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Musa'ya bildirdiği o şeyi nakletmektir. Buna göre, Allah Teâlâ o zamanda Hz. Musa'ya, kavmine bu dünya hayatında (ileride) ilâhî bir gazab ve zilletin geleceğini haber vermiştir. Dolayısıyla bu söz, onun kavminin (tevbe için) kendilerini öldürmelerinden ve zillete düşmelerinden önce söylenmiş olur. Dolayısıyla yapmış olduğumuz tefsir, bu açıdan doğru olur.

2) Buzağıyı ilah edinenlerden maksad , İsrailoğullarının, Hz. Muhammed (s.a.s) zamanındaki soylarıdır. Buna göre, ayet iki şekilde izah edilir:

a) Araplar, atalarının yaptıkları iyi şeylerden dolayı onların soylarını (oğullarını) Övdükleri gibi, onların yapmış olduğu kötü fiillerden dolayı da, yine onların nesillerini ayıplarlardı. Mesela onların soylarına, bunu daha önce yaşamış olan ataları yapmış olduğu halde, "Siz şöyle şöyle yaptınız" derlerdi. İşte burada da böyledir. Cenâb-ı Hak, burada, her ne kadar bu işi onların ataları yapmış ise de, Hz. Muhammed (s.a.s) zamanındaki yahudilerin, buzağıyı ilah edindiklerini söylemiş ve sonra onlardan bahsederken, "Onların üzerine korluk ve yoksulluk damgası vuruldu"(Bakara. 61) buyurduğu gibi, onlara âhirette Rab'lerinden bir gazab ve dünya hayatında da bir horluk erişeceğini bildirdi.

b) Bu ifadenin manası: "Buzağıyı ilah edinenler, yani bu işi bizzat yapanlar yok mu, onlara, yani onların evlâdlarına bir gazab ve zillet erişecektir" şeklindedir. Ayette, sözden anlaşıldığı için muzaf olan "evlâdlarına" kelimesi düşmüştür.

Cenâb-ı Hakk'ın biz yalan düzenleri (iftira edenleri) böyle cezalandırırız" buyruğu, "Allah'ın dini hususunda, aslı olmayan bir şeyler uyduran her müfterinin cezası, bu dünyada ilahî gazaba ve zillete dûçâr olmaktır" manasındadır. Mâlik b. Enes: "Her bid'atct, başının üstünde bir zillet bulur" dedi ve bu ayeti okudu. Çünkü bid'atçı, Allah'ın dininde, aslı olmayan birşey uydurmuş (iftira etmiş) demektir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Kötülükler işleyen, iman edenlere gelince,.." buyruğuna gelince, bu çeşitli kötülükler (günahlar) işleyen bir kimsenin önce bunlardan tevbe etmesi gerektiğini ve bu tevbenin ise, önce o işleri terkedip onlardan vazgeçmesi, bundan sonra da iman etmesi gerektiğini, bu (icmâlî imanın peşinden) Allah'a iman edip, O"ndan başka bir ilahın bulunmadığını tasdik etmesi gerektiğini gösterir.

Ayetteki "Şüphesiz ki Rabbin bunun ardından, elbette r ve rahimdir'' ifadesi tevbe edilen bütün kötülüklerin (günahların) mağfiret icab ettirdiği hususunda, müsavi olduğuna delalet eder. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "kötülükleri işleyen..." ifadesi, her türlü kötülüğü içine alır. Buna göre "adenin manası: "Bütün kötülükleri yapıp da, sonra bunun ardından tevbe edenler mu, Allah onları bağışlar" şeklindedir. Bu ayet, günahkarlar için müjde ve sevinç -âce eden en büyük açıklamalardandır. Allah en iyisini bilendir. [89]

 

Öfkesi Yatışınca Hz. Musa'nın Yaptıkları

 

~Vakta ki Musa'dan o öfke uzaklaşıp, sustu. O levhaları aldı. Onların bir nüshasında. Rablerinden korkan kimseler için bir hidayet ve rahmet vardı" (A'râf, 154).                       '

Bil ki Cenâb-ı Hak, Hz. Musa'ya kızdığı zaman sâdır olan şeyleri (önceki de) açıklayınca, bu ayette de, kızgınlığının yatışması esnasında O'nun yaptığı I beyan etmiştir.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [90]

 

Birinci Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın "Musa'dan o öfke* uzaklaşıp, sustu" ifadesi ile ilgili, birkaç görüş bulunmaktadır:

1) Bu, istiare (mecaz) üslûbu ile söylenmiş bir sözdür. Sanki gazab Hz. Musa'yı o şeye teşvik ediyor ve ona "Kavmine şöyle şöyle de. Levhaları at ve kardeşinin başından tutup onu sürükle" diyordu. Ama kızgınlık kaybolunca da sanki, susmuş gibi oldu.

2) İkrime'ye göre bunun manası, "Öfkeden Musa, uzaklaştı" şeklinde olup, ifâdede bir "kaib" (yani bir takdinvtehir) yapılmıştır. Nitekim Araplar, "Başımı külaha soktum" manasında, "Külahı başıma geçirdim" derler.

3) Buradaki "sükût"tan (susmadan) maksad, sükûne ermek ve kaybolmaktır. Buna göre tabiri yerinde olur, ama (buradaki sekete fiili yerine) samete (sustu) fiili kullanılmaz. Çünkü sekete fiili, (aynı zamanda) "sükûn buldu, sona erdi" manasınadır. Samete fiili ise, "konuşmayı kesti, sustu" manastndadır ve bu "gazab" için kullanılamaz.[91]    .

 

İkinci Mesele       

 

Ayetin zahiri, Hz. Musa(a.s)'nın, kardeşi Harun'un herhangi   bir  kusur  ve   hatasının   olmadığını   anlayıp,

dolayısıyla onun mazeretinin geçerli olduğunu görünce,

kızgınlık ve gazabının sükûna erdiğine delâlet etmektedir. Bu, Musa (a.s)'nın, "Ya Rabbi. beni de, kardeşimi de bağışla" diye dua ettiği vakittir. Böylece o, ona kızgınlığının yok olduğuna dikkat çekmek için kardeşi için de dua etmiştir. Çünkü bu, onun daha önce yapmış olduğu iki işte olduğu gibi, kızgınlığının emarelerinin ilki idi. Bundan dolayı o, daha önce yaptığı o iki işin zıddı olan fiilleri, kızgınlığının sükûnete erdiğine bir alâmet gibi kılmıştır. [92]

 

Nüsha Kelimesinin Manası ve Tevrat Nüshası:

 

Cenâb-ı   Hakk'ın   "O.   levhaları   aldı"   ifadesindeki levhalardan murad, 'Levhaları attı   (A'râf. 150) ifadesinde bahsedilen levhalardır. Bu ifadenin zahiri, o levhalardan herhangi birinin kırılmadığı ve "Tevrat'ın yedi bölümden altısının göğe kaldırıldığı" şeklindeki görüşün yanlış olduğuna delâlet eder. Ayetteki, ''Onların bir nüshasında" tabirine gelince, ("nüsha"nın masdan olan) "nesh" kelimesi "nakletmek, başka birşeye dönüştürmek" manasına gelir. Meselâ sen, bir kitabı harf-harf, kelime-kelime bir başka deftere yazdığın zaman dersin. Böylece sanki, esas nüshada olanı aynen ikincisine nakletmiş olursun. İbn Abbas (r.a) da şöyle demiştir: "Hz. Musa (a.s) levhaları atınca, onlar kırıldı. Bunun üzerine o, kırk gün oruç tuttu. Derken Cenâb-ı Allah levhaları tekrar gönderdi. Önceki levhalarda bulunan hükümler, aynen bunlarda da bulunmaktadır." İşte ayetteki, "Onların bir nüshasında" ifadesi, bu manada, "Önceki levhalardan aynen aktarılıp yazılan bu nüshada..." demektir. Bizim, "Levhalar kırılmamıştır. Musa (a.s), onları attıktan sonra, tekrar aynı durumda almıştır" dememize gelince, şüphe yok ki o levhalar Levh-i Mahfuz'clan yazılıp gelmişlerdir. Bu durumda bunlar da, birer "nüsha" olmuş olurlar.

Ayeteki ifadesi, "O, sapıklıktan kurtaran bir hidayet rehberi ve azabtan kurtaran bir rahmet" demektir.

Ayetteki "Rablerinden korkan kimseler için" ifadesinde Cenâb-ı Hak, Rablerinden korkanları kastetmiştir. Buna göre eğer, "Kelamın takdiri şeklindedir. Dolayısiyteayettekili Rabbihim kelimesindeki lâm harf-i cerrinin faydası nedir?" denilirse biz deriz ki: Bu birkaç şekilde izah edilebilir:

a) Fiilin, mef'ûlünden sonraya bırakılması, mef'ûle bir zayıflık vermektedir. İşte bundan dolayı, mefûlü güçlendirmek için başına bir lâm harf-i cerri getirilmiştir. Bunun bir benzeri de şu ayettir: "Rüya tabir ediyorsunuz..." (Yûsuf. 43)

b) Bu lâm, "sırf, sadece" manalarına gelen, "lam-ul-eci!"dir. Buna göre ifadenin manası, "Riya ve desinler için değil, sırf ve sadece Rablerinden korkanlar için..." şeklinde olur.

c) Her nekadar fiil müteaddîolsa da, bazan mefûlünün başına harf-i cerr getirilir. Bu tıpkı senin, ve (sûreyi okudum) ve ve "Elini attı" demen gibidir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de, bir yerde, 'Allah'ın (şöyle şöyle olduğunu) bilmiyorlar mı?" (Bakara. 77) buyururken, bir başka yerde de (harf-i cerli olarak) "Allah 'm gördüğünü o bilmiyor mu? (A’la 14) Duyurulmuştur. Buna göre buradaki, li Rabbihim'deki lâm, "O (azab) hemen peşinizde (gelmek üzere)" (Neml, 72) ifadesinde olduğu gibi, "sıla"dır ve te'kid için gelmiştir. Bu açıklamanın bir benzerini (Al-i imrân. 73) ayetinde zikretmiştik. [93]

 

Hz, Musa Kavminden Yetmiş Kişi Seçti

 

"Musa, tayin ettiğimiz vakit için, kavminden yetmiş adam seçti. Onları müthiş bir sarsıntı tuttuğu zaman (Hz. Musa) dedi ki: "Ya Rabbi, eğer dikseydin onları da, beni de daha evvel imha ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işledikleri günahlar yüzünden, hepimizi helak mi edeceksin? Zaten o da senin fitnenden (imtihanından) başka birşey değil. Sen, onunla.kimi dilersen saptırır, yine onunla kimi dilersen hidayete erdirirsin. Sen, bizim mevlâmızsm, bizi bağışla ve bize rahmet et. Sen mağfiret edenlerin en hayırlısısm" (A'raf, 155).

 

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [94]

 

Birinci Mesele     

 

İhtare (seçti) fiili, "hayr" masdarından, iftial vezninde bir fiildir. Arapçada, bir kimse birşeyin en hayırlısını ve en iyilerini aldığı zaman, "O, o şeyi seçti" denilir.

İhtare fiilinin aslı, ihteyere idi. Yâ harfi hareketli, kendinden önceki harf de fethalı olduğu için, kale ve bâe fiillerinde olduğu gibi, elife çevrildi. İşte bundan ötürü, bu fiilin ism-i faili ve ismi mef'ulü aynı tarzda muhtar şeklindedir. Bu ikisinin asılları ise "muhteyir" ve muhteyer idi. Bunlardaki yâ elife çevrilince, her ikisi de lafız bakımından aynı olmuştur. [95]

 

İnsanın Seçme ve İhtiyar Etmesi Hakkında

 

Bu husustaki sözün özü şöyle demektir: Kusursuz olan uzuvlar, asıl olan sıhhatleri ile, birşeyi hem yapmaya, hem yapmamaya; hem işlemeye hem de işlememeye elverişlidirler. Bu eşitlik mevcut olduğu sürece, uzvun o iki {yapma ve yapmama) yönlerinden birisi için değil de, diğeri için bir kaynak olması imkansız olur. Aksi halde mümkin olan bir şeyin, bir müreccih olmaksızın tercih edilmiş olması gerekir ki bu imkansızdır. İşte insan, .bir fiilde kendisi için daha çok fayda ve daha çok iyilik bulunduğu neticesine varırsa, o kimse bu yönün (yapma yönünün) kendisi için, bunun zıddı (olan yapmamadan) daha hayırlı olduğuna hükmetmiş olur. Kalbte böyle bir inanç meydana geldiği zaman, o işi yapma tarafı, yapmama tarafına üstün gelmiş olur. Eğer kişi bu tarafın, diğer taraftan daha hayırlı olduğuna hükmetmiş olmasaydı, onun faili olması (o işi yapması) imkânsız olurdu. İnsanlardan bir fiilin sâdır olması, insanın bu fiili yapmanın yapmamaktan daha hayırlı olduğuna hükmetmesine bağlı olunca, insana ait bu fiil, ihtiyarî ve iradî (ihtiyara ve iradeye bağlı) diye isimlendirilmiştir. Alfah en iyisini bilendir.

Buna göre eğer: İnsan bazan, kendisi için bir hayır değil, bir şer olduğunu bildiği halde, kendisini öldürür, yüksek uçurumlardan aşağı atar?" denilirse, biz deriz ki: "İnsan bu öldürme sebebi ile, bu ölümden daha büyük bir belâdan kurtulacağına inanmadığı müddetçe, intihara yellenmez. En büyük zarar ve belaya nisbetle, daha küçük olan zarar, bir şer değil bir hayır sayılır. İşte bu durumda soru düşer. Allah en iyi bilendir." [96]

 

Arapçada Bazan Edatın Cümlede Zikrediimemesi 

 

Bir grup nahiv alimi şöyle demişlerdir: Bu ifade takdirindedir. Ancak ifadedeki harf-i cerri düşmüş ve fiil mef'ûlüne doğrudan ta'alluk ederek, onu nasbetmiştir. Nitekim Arapça'da aynı manada olmak üzere, "Adamların içinden Zeyd'i seçtim" denilir. Bu nahivciler Ferazdak'ın şu şiirini (delil olarak) okumuşlardı-.

"Şiddetli rüzgarlar estiği zaman, müsamaha ve cömertlik bakımından insanlar içinden seçilen kimse, bizdendir..."

Ebu Ali ise şöyle demiştir: Bu konuda ast olan şudur: Bazı fiiller, ikinci mef'ulüne bir harf-i cerr ile taalluk ederler. Daha sonra bu kaide genişler ve o harf-i cer düşerek, fiil mef'ûle doğrudan taalluk eder. Senin sözün böyledir. Daha sonra bu kaide genişlemiş ve denilmeye başlanmıştır. Aynı şekilde senin, "günahımın bağışlanmasını Allah'dan istedim" sözün de böyledir. Nitekim şâir de:

''Sayıp dökemiyeceğim (kadar çok olan) günahımdan Allah’a istiğfar ediyorum" demiştir. Yine Arapça'da denildiği gibi, bâ edatını kaldırarak, aynı manada (Zeyd'e iyiliği emrettim) denilir. Şair de şöyle demiştir:

"Sana iyilik (yapmanı) emrettim, binâenaleyh sen,. emrolunduğun şeyi yap" Şair, "bi'l-hayri" yerine, bâ'yı hazfetmiştir. Allah en iyi bilendir.

Bana göre burada, bir başka izah tarzı daha vardır, o da ifadenin takdirinin şu şekilde olmasıdır: "Musa kavmini, belirlediğimiz vakit için seçti" Buradaki "kavmi" ifadesi ile, Hz. Musa'nın kavminden muteber olanları kastedilmiş olup, cins isim olan "kavim", o seçilenler için kullanılmıştır. Ayetteki seb'îne reculen (yetmiş adam) ifadesi ise atf-ı beyândır. İşte bu izaha göre, nahiv alimlerinin girdikleri zorlamalara girmeye hiç gerek yoktur. [97]

 

Her Kabileden Seçtiği Yetmiş Kişi İle Mikat'a Çıkış           

 

Alimlerin zikrettiğine göre Hz. Musa (a.s), kavminden oniki boy ve her boydan altışar kişi seçer. Böylece seçilenlerin sayısı yetmişiki kişi olur. Daha sonra onlara, "iki taneniz geri kalsın" deyince, onlar tartışmaya başladılar. Bunun üzerine Hz. Musa (a.s): "Sizden geri kalan kimseye de, (benimle) gelen kimselere verilecek ecir verilecektir* der. Bunun üzerine, Kâlib ve Yûşa otururlar, geride kalırlar.

Yine rivayet olunduğuna göre Hz. Musa, sadece altmış yaşlı bulur. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak ona, gençlerden on kişi seçmesini vahyeder.. O da bu on kişiyi seçer ve derken bunlar, yaşlı hale gelirler. Müteakiben Hz. Musa onlara oruç tutmalarını ve temizlenmelerini, elbiselerini temizlemelerini emreder.. Sonra da, onlarla beraber Mîkat'a çıkar... [98]

 

Mîkat Tek midir Müteaddit midir?

 

Bu seçme, Allahu Teâlâ'nın, Hz. Musa ile konuştuğu ve Hz. Musa'nın O'ndan, kendisini görmeyi istemiş olduğu Mîkat'a çıkmak için midir, yoksa başka bir yere çıkmak için midir? Bu hususta, müfessirlerin birkaç görüşü bulunmak­tadır:

Birinci görüş: Bu, konuşma ve görme talebinin cereyan etmiş olduğu Mîkat'a çıkmak içindir. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Hz. Musa {a.s) bu yetmiş kişiyle Sîna Dağı'na çıktı. Hz. Musa dağa yaklaştığı zaman, dağın üzerinde buluttan bir kasırga meydana geldi ve hatta bu kasırga, bütün dağı kuşattı.. Musa buna yaklaştı ve onun içine girdi.. Ve yanındakilere de: ''Yaklaşın!" dedi, onlar da yaklaştılar.. Hatta, onlar bu bulutun içine girdikleri zaman secdeye kapandılar ve Hz. Musa'ya konuşan, ona "şöyle yap" "böyle yapma!" diye emir ve nehiylerde bulunan Allah Teâlâ'yı işittiler. Sonra bulutlar açılıp dağılınca, onlar, Hz. Musa'nın yanına varıp, Allah'ı görmeyi istediler ve: "Ey Musa, biz Allah'ı apaçık görünceye kadar sana kesinlikle iman etmeyiz..." demiştiniz de, sizi o yıldırım çarpmıştı" (Bakara, ss) dediler. İşte bu ayet-i kerimede geçen, "Müthiş bir sarsıntı"öan murad, onları yıldırımın çarpmasıdır.. Bunun üzerine Hz. Musa, "Ya Rabbi, eğer dileseydin onları da, beni de daha evvel helak ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işledikleri günahlar yüzünden hepimizi helak mi edeceksin?" demiştir. Beyinsizlerin yaptığından maksad, onların "Allah'ı açıktan bize göster"(Nisa, 153) sözleridir. [99]

 

Mîkat'ın Müteaddid Olduğunu Söyleyenler ve Delilleri

 

İkinci görüş: Bu Mîkat'tan murad, Allah'ın, Hz. Musa'ya konuştuğu ve Hz. Musa'nın Allah'ı görmeyi istediği yerden başka bir yerdir. Bu görüşte olan alimler de, oeğişik izahlar yaparak, kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir:

1) Bu yetmiş kişi, her ne kadar o buzağıya tapmamış iseler de, ancak ne var ki bunlar, o buzağıya tapanlar, buzağıya taparken, onlardan da ayrılmamışlardır.

2) Bu yetmiş kişi, buzağıya tapmaktan men etme ve nehyetme hususunda ederinden gelen her şeyi yapmamışlardır.

3) Bunlar, Mîkat'a çıktıkları zaman, tevbe etmek için Rabterine dua etmişler ve 3ize, daha önce hiç kimseye vermediğin ve bizden sonra da, hiç kimseye

«ermeyeceğin bir şey ver!" demişlerdir.. Bundan dolayı Allah Teâlâ onların bu sözünü hoş karşılamadı; bu sebeple de onları müthiş bir sarsıntı yakaladı..

Bu görüşü benimseyenler, bu görüşlerinin doğruluğuna dair şu şeyleri delil yenilişlerdir:

a) Allahu Teâlâ, Hz. Musa'ya konuşmak için belirlemiş olduğu Mîkat kıssasını rkretmiş, sonra bunun peşinden buzağı kıssasını getirmiş, sonra da onun peşinden bu kıssayı zikretmiştir.

Zahirî durum, bu kıssanın, geçen kıssadan başka olmasını gerektirir. Gerçi bu kısmın, birinci kıssadaki sözü tamamlamak üzere, oraya bir dönüş olması da reddedilemez. Fakat fesahata daha uygun olan, sözü bir kıssada, bir anlatımda bitirip, onu tamamladıktan sonra, başka bir kıssaya geçmektir. Fakat kıssanın bir kısmını anlatıp sonra başka bir kıssaya geçmek, sonra onu tamamtadıktan sonra birinci kıssadan kalan kısım hakkında birşeyler söylemek, karışıklığa sebep olur ve Allah'ın kelamını bundan uzak tutmak gerekir.

b) Allah'ın Hz. Musa'ya konuştuğu ve Hz. Musa'nın O'nu görme talebinde bulunduğu Mîkat'ta, o kimseler içinden hiçbir inkarcı çıkmamış, ama onlar, "Allah'ı, açıktan bize göster"(Nisa, 153)demişlerdir.. Binâenaleyh, eğer bu ayette zikredilen o müthiş sarsıntı, onların bu sözleri sebebiyle meydana gelmiş olsaydı, "İçimizdeki beyinsizlerin söyledikleri şey yüzünden hepimizi imha mı edeceksin?" denilmesi gerekirdi.. Hz. Musa böyle demeyip, "İçimizden birtakım beyinsizlerin işledikleri (günahlar) yüzünden, hepimizi helak mi edeceksin?" deyince, anlıyoruz ki bu sarsıntı, onların, Allah'ı görme isteğine yönelmeleri sebebiyle değil, ancak buzağıya tapmaya yönelmeleri sebebiyle olmuştur..

c) Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya konuşup, Hz. Musa'nın Allah'ı görmeyi istediği o Mîkat'ta, Hz. Musa'nın bayılıp yere düştüğünü ve kendisinin o dağı unufak ettiğini zikretmiştir. Bu ayet-i kerimede zikredilen Mikat'a gelince, Allah Teâlâ, burada bu yetmiş kişiyi müthiş bir sarsıntının tuttuğunu zikretmiş, ama bu sarsıntının Hz. Musa'yı da tuttuğundan bahsetmemiştir. Öyleyse, Hz. Musa: "Ya Rabbi, eğer dileseydin onları da. beni de daha evvel helak ederdin" demiş olduğu halde, bu sarsıntının onu da yakaladığı nasıl söylenebilir? Bu iki Mîkat'tan her birinin, bu hükümlere tahsis edilmesi, bunların her birinin, diğerinden ayrı olduğu zannını kuvvetlendirir...

Bu Mîkat'ın, Allah'ın Hz. Musa'ya konuştuğu ve Hz. Musa'nın Allah'ı görmeyi istediği Mîkat olduğunu söyleyenler, görüşlerine şöyle diyerek delil getirdiler: Allahu Teâlâ, birinci ayette, "Vakta ki Musa, tayin ettiğimiz vakitte geldi..." (A'râf, ı«) buyurmuştur.. Bu ifade, "Mîkat" (belirlenmiş vakit) lafzının, bu Mîkata mahsus olduğuna delâlet eder... Cenâb-ı Hak bu ayette de, "Musa, tayin ettiğimiz vakit için, kavminden yetmiş adam seçti.." buyurunca, bu Mîkat'tan muradın, o Mîkat'ın aynısı olması gerekir..

Buna şöyle cevap verilir: Bu delil zayıftır; şüphe yok ki, önceki görüşü kuvvetlendirmek için zikredilen deliller daha kuvvetlidir.  Allah en iyisini bilendir.

Üçüncü görüş: Bu Mîkat'ın tefsiri hususunda üçüncü açıklama, Hz. Ali (r.a)'den rivayet edilen şu husustur: O şöyle elemiştir: "Musa ve Harun (a.s), dağın eteğine vardılar.. Derken, Harun (a.s) uyudu; Allah Teâtâ da onun canını aldı.. Hz. Musa Tûr'dan dönünce, kavmi; "Harun'u, o öldürdü!" dediler. Bunun üzerine Musa (a.s), kavminden yetmiş adam seçti ve onlar, Harun (a.s)'un yanına gittiler.. Allah Teâlâ da onu diriltti ve o: "Beni hiç kimse öldürmedi.." dedi.. Bunun üzerine onları, burada müthiş bir sarsıntı yakaladı..." İşte bu konuda söylenenlerin tamamı, bundan ibarettir. Allah en iyisini bilendir.. [100]

 

Beşinci Mesele     

 

Alimler, bu sarsıntı hususunda, ihtilaf etmişlerdir:

1) Bunun, öldürücü bir sarsıntı olduğu söylenmiştir... Süddî şöyle demiştir: "Musa (a.s.), "Ya Rabbi, sen onların en hayırlılarını öldürdüğün ve beraberimde onlardan hiç kimse kalmadığı halde, ben IsraiioğuUarma nasıl dönerim, ben onlara ne derim? Bundan sonra onlar bana, içlerinden birisini nasıl emânet ederler, güvenirler?" dedi. Bunun üzerine de, Allah Teâlâ onları diriltti. Binâenaleyh, ayetteki, "Eğer dileseydin onları da, beni de daha evvel helak ederdin " ifadesi, "Musa (a.s), İsrailoğullarının, onların yanına döndüğü zaman kendisini, o yetmiş şahıs hakkında itham etmelerinden ve onların ölmüş olabileceklerini kabul etmemelerinden korktu da; Rabbine "eğer dileseydin, Mîkat'a çıkmazdan önce bizi imha ederdin ve İsrailoğulları bunu görüp beni itham etmezlerdi..." demiştir" manasındadır.

2) Bu sarsıntı, öldürücü değildi... Fakat onlar bu korkunç durumu görünce, onları r r titreme aldı ve neredeyse eklemleri birbirinden ayrılacak ve belleri çatırdayacak denli sarsılmaya başladılar.. Öyle ki, Hz. Musa, onların ölmelerinden korktu... İşte du esnada, ağladı ve dua etti; bunun üzerine Allah Teâlâ da, bu sarsıntıyı giderdi. [101]

 

Fısk Yüzünden Umuma Bela Gelip Gelmemesi

 

Ayetteki ( 'İçimizden birtakım beyinsizlerin işledikleri günahlar) yüzünden, hepimizi helak mi edeceksin?" ifadesi hakkında ehl-i ilim, şöyte demiştir: Musa (a.s)'nın, Hak Teâlâ'nın, başkalarının günahı sebebiyle bir kavmi -na edeceğini zannetmiş olması mümkün değildir... Dolayısiyle bu ifadeyi tevîl etmek gerekir.. Bu hususta şu iki bahis bulunmaktadır:

1) Buradaki "istifham", inkâr manasındadır. Musa (a.s) bu istifham ile, "Sen, böyle yapmazsın.." manasını kastetmiştir.. Nitekim, "Böyle yapmazsın" manasında, Sana hizmet edeni, sen hakir mi kılarsın?" dersin..

2) Müberred: " Bu/'Bizi mahvetme!"manasında, şefkat ve merhamet taleb etmeyi flade eden bir sorudur" demiştir... [102]

 

Ayetteki Fitne Kavramı

 

Ayetteki "Zaten o da senin fitnenden (imtihanından) başka bir şey değil" ifadesi hakkında Vahidî (r.h.) şöyle demiştir: "Buradaki hiye zamiri, fitne" kelimesine raci'dir.. Nitekim sen, "Bu, Zeyd'den başkası değildir" ve "Bu, Hind'den başkası değildir" dersin.. Dolayısiyle, bu ayetin manası, ''Beyinsizlerin içine düştüğü bu fitne, ancak, senin bir kavmi, kendisiyle saptırarak böylece de onların içine düştüğü; bir diğer kavmi de, kendisinden koruyarak, böylece de onların hak üzerine sebat etmiş olduğu bir imtihanındır.." şeklindedir. Sonra Hz. Musa, her şeyin Allah'dan olduğunu tekîd ederek, "Sen, onunla kimi dilersen saptırır, yine onunla kimi dilersen hidâyete erdirirsin" demiştir..." Vahidî, sözüne devamla şöyle der: "Bu ayet, onlara hiçbir mazeret bırakmayacak şekilde, Kaderiyye (Mutezile) aleyhine olan apaçık delillerden birisidir..." [103]

 

Mutezilenin İddiası

 

Mutezile ise: "Cebriyye'nin, bu ayete tutunması mümkün değildir. Çünkü Alfah Teâlâ, "Kullarından dilediğini, bu fitne sebebiyle dinden saptırırsın" dememiştir.. Bir de, Allah Teâlâ "Onunlasaptırırsın.." buyurmuştur ki bu, "O sarsıntı ile şaşırtırsın, saptırırsın.." demektir.. Malûmdur ki Allah, sarsıntı ile, saptırmaz.. Öyleyse bu ayeti, tevîl edip başka bir manaya hamletmek gerekir. Ayetteki "Zaten o da senin fitnenden (imtihanından) başka bir şey değil" ifadesine gelince, bu "O, senin imtihanından ve sana kulluğun şiddet ve zorluğundan başka bir şey değildir" manasınadır. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu sarsıntıyı izhar edince, onları buna karşt sabretmekle mükellef tutmuştur..

Ayetteki, "Sen- onunla kimi dilersen saptırırsın..."ifadesine ifadesine gelince, bununla ilgili birkaç izah bulunmaktadır:

1) "Bu imtihan ile, bu mükellefin iman etmesi ve imanında devam etmesi şartıyla, dilediğini cennete ve sevaba ulaştırırsın. Ve dilediğini, iman etmemesi şartıyla veyahut da, iman etse bile,  imanında sabır ve sebat göstermemesi şartıyla, cezalandırırsın.."

2) Buradaki, saptırmaktan murad, mahvetme manası olabilir.. Buna göre ayet, "Dilediğini bu sarsıntı ile helak eder, dilediğini de bundan kurtarırsın.." manasındadır.

3) Bu imtihan, hidayete erenin, hidayetindeki ve dalâlete düşenin de dalâletindeki sebep gibi olunca, bunun Allah'a izafe edilmesi caiz olmuştur" demiştir. [104]

 

Mu'tezile'ye Cevap

 

Bil ki bu teviller, fazla ciddî olmayan ve geniş tutularak yapılmış olan tevillerdir. Halbuki aklî deliller, bu ifadeden muradın, bizim söylemiş olduğumuz mana olması gerektiğine delâlet etmektedir. Bunun izahı birkaç bakımdandır:

1) Hem imana, hem de inkâr etmeye uygun olan kudretin bir tarafa olan tesirinin, diğer tarafa olan tesirinden üstün gelmesi, ancak müreccih olan, tercih ettirici olan bir sebepten dolayıdır; bu sebebin yaratıcısı ise Allah Teâlâ'dır.. Bu sebep bulunduğu zaman, fiilin oluşması vacib olur.. Bu öncüller sabit olunca, hidayetin ve saptırmanın da, Ailah'dan olduğu sabit otur.

2) Her akıllı insan, ancak imanı, hakkı ve doğruluğu taleb eder.. Binâenaleyh, her iş insanın kendi niyet ve seçimiyle olmuş olsaydı, herkesin mü'min ve hak üzere olması icâb ederdi.. Durum böyle olmadığına göre, her şeyin Ailah'dan olduğu sabit olmaktadır..

3) Eğer hidâyet ve marifetullahın meydana gelmesi, kulun kendi fiiliyle olsaydı, o kul nazarında hak inanç, bâtıl olandan ayrılmadığında, o kulun bu iki inançtan -assaten birisini elde etmesi ve meydana getirmesi imkânsız olurdu... Ama, şu inancın hak, öteki inancın da bâtıl oduğunu bilmesi, onun, bu inancı, daha önce nasıl idiyse, öylece bilmiş olmasını gerektirir. Binâenaleyh, bu inanca ulaşma hususundaki bu kudretin, bu hak olan itikadın, daha önceden mevcut olması şartına bağlı olmasını gerektirir.. Bu ise, bir şeyin şartının, yine kendisi olmasını gerektirir ki, bu da mkânsızdır.. Böylece, hidâyetin ve ilmin kulun yaratmasıyla olmasının imkânsız

olduğu kesinlik kazanmış olur. Mutezile'nin tevillerinin yanlış olduğunu gösterme ^ jsusundaki açıklamalar ise, bu kitapta daha önce, defalarca geçmişti. Allah en iyisini bilendir.. [105]

 

Allah'ın Merhametinin Özelliği

 

Sonra Cenâb-ı Hak, Hz. Musa'nın bunun peşinden '"Sen bizim mevlâmızsm. bizi affet, bize merhamet et... Sen, mağfiret edenlerin en hayırhsısm.." dediğini nakletmiştir. Bil ki, "Sen bizim mevlâmızsm" sözü hasr ifade edip, "Senden başka hiçbir dostumuz, hiçbir yardımcımız ve hiçbir hidayet edenimiz yoktur.." demektir.. Bu daha önce geçen, "Sen. onunla kimi dilersen saptırır, yine onunla kimi dilersen hidâyete erdirirsin" sözünün devamıdır.. 'Bizi affet, bize merhamet et" ifadesinden murad şudur: Hz. Musa (a.s)'nın, "Zaten, o da senin fitnenden (imtihanından) başka birşey değil" şeklinde bir söz söylemiş olması, büyük bir cürettir. Bundan dolayı o, Allah Teâlâ'dan, bu cür'etini bağışlamasını istemiştir.. Ayetteki, "Sen, mağfiret edenlerin en hayırhsısm" ifadesi, "Senin dışındaki herkes ancak, ya güzel bir övgü veya bol bir mükâfaat, ya da kalbindeki değersiz, önemsiz bir duyguyu (anma hissini) gidermek için bağışlar. Velhasıl, bu bağışlamalar .= sır fayda elde etmek için, ya da bir zararı gidermek için olur.. Ama sana gelince se"i. kullarının günahlarını, hiç bir karşılık ve menfaat elde etmek için değil, aksine "fazl-u kereminden dolayı bağışlarsın..." manasındadır. Dolayısiyle Cenab-ı Allah'ın mağfiret edenlerin en hayırlısı olduğunu kesinlikle söylemek gerekir.. Allah en iyisini bilendir. [106]

 

"Dünyada da ahirette de bize hasene (iyilik) yaz. Biz, sana döndük" dedi. Allah dedi ki: "Ben, azâbjma dilediğimi dûçâr ederim.. Benim rahmetim ise, her şeyi kuşatmıştır.. Onu, (rahmetimi) ittika eden, zekâtını veren ve ayetlerimize iman eden kimseler için yazacağım.." (A'râf, 156).

Bil ki bu, Hz. Musa'nın, o sarsıntıyı gördüğü zaman yapmış olduğu duanın devamıdır. Ayetteki, "Dünyada... bize hasene (iyilik) yaz" ifadesinin manası şudur: Hz. Musa {a.s) önce, "Sen. bizim mevlâmızsm" diyerek, kendisinin Allah'dan başka velisi, dostu bulunmadığını ifade etmiştir. Velî ve yardımcıdan ise, iki şey beklenir: Birisi, zararları gidermesi, ikincisi fayda temin etmesidir. Zararı giderme, fayda temininden daha öncedir.. İşte bundan dolayı Hz. Musa, uBizi bağışla ve bize rahmet et!" diyerek, Allah'dan önce zararı def etmesini, sonra da bunun peşisıra, "Dünyada da, ahirette de bize hasene (iyilik) yaz" diyerek, Allah'dan fayda temin etmesini dilemiştir. Ayetteki, ve'ktüb lenâ "bize... yaz" ifadesi, "Bizim için vâcib kıl..." anlamındadır. "Yazmak" kelimesi, vâcib kılmak manasında kullanılır. Hz. Musa'nın, dünyada da ahirette de "hasene" (iyilik) istemesi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey Rabbimiz, bize dünyada da iyi hal (hasene) ver, ahirette de iyi hal ver.. "(Bakara,inayetinde haber verdiği gibi, Muhammed ümmetinin, mü'minlerinin talebi ve isteği gibidir...

Bil ki Allah'ın, kulunun velîsi olması, kulun O'ndan, zararları savıp, faydaları ulaştırmasını dilemesine münasip olur. Böylece O'nun lüttunun, kereminin ve ulûhiyyetinin eserleri ortaya çıkar. Aynı şekilde kulun tevbe, inkiyâd ve huşu ile meşgul olması da, bu şeyleri istemeye uygundur. Binâenaleyh Hz. Musa (a.s) önce ilk sebebi zikretmiştir ki, bu da Hak Teâlâ'mn onun dostu olmasıdır. Sonra da bu sebebin peşisıra, o şeyleri istemiştir. Daha sonra Hz. Musa (a.s) ikinci sebebi zikretmiştir ki, bu da kulun, tevbe ve inkiyâd içinde olmasıdır. Bundan dolayı o, "Biz sana döndük (tevbe ettik}" demiştir. Müfessirler buradaki, hudnâ kelimesinin, "Tevbe ettik ve sana döndük" manasında olduğunu söylemişlerdir. Leys "Bunun masdarı olan hevd kelimesinin, "tevbe etmek" manasında olduğunu" söylemiştir. Musa (a.s), bu sebepi de zikretmiştir. Çünkü bu istekleri taleb etmenin yerinde olmasını sağlayan, ancak şu iki şeyin toplamıdır: Allah'ın İlah, Rab ve Velî olması, bizlerin de O'nun tevbe eden, boyun eğen ve huşu içinde olan kullan olmamızdır. Birincisi, rubûbiyet izzetinin, ikincisi ise ubudiyyet (kulluk) zilletinin gereğidir. İşte bu ikisi bulunup, bir araya geldiklerinde bunlardan daha kuvvetli sebeb bulunmaz.

Cenâb-ı Hak, Hz. Musa (a.s)' in duasını nakledince, bunun peşinden Hz. Musa (a.s)1 a verdiği cevabı zikretmiş ve "Ben, azabıma dilediğimi düçâr ederim" demiştir. Bu, "Ben, dilediğime azâb ederim. Bana hiç kimse itiraz edemez. Çünkü herşey benim mülkümdür. Her kim kendi öz mülkünde tasarrufta bulunuyorsa, hiç kimsenin ona itiraz hakkı yoktur" demektir. Hasan el-Basri, men eşâü (dilediğimi) kelimesini "tsâe" (kötülük yapmak) masdarından olarak, men esâe (Kim kötülük yaparsa) şeklinde okumuştur. İmanvı Şafii de bu kıraati benimsemiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Benim rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır" ifadesi ile ilgili pek çok görüş vardır:

a) Bundan murad şudur: Allah'ın, rahmetinin, dünyada herşeyi kuşatmış olduğu, ahirette ise bu rahmetin sadece mü'minlere has olduğu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onu, ittikâ edenler., için yazacağım" buyruğu ile buna işaret edildiği söylenmiştir.

b) Var olmak, ademden (yok olmaktan, hiç olmamaktan) daha hayırlıdır. Buna göre, kendisine Allah'ın rahmetinin ulaşmamış olduğu hiçbir varlık yoktur. Çünkü Allah'ın rahmetinin en aşağı mertebesi, o varlığı var etmiş olmasıdır.

c) Denilmiştir ki: Hayır, bizzat, şer ise arızî olarak istenir. Bizzat istenilen daha üstün ve râcih, arızî olarak taleb edilen ise daha aşağı derecededir.

Mu'tezile şöyle demiştir: Allah'ın rahmeti, hayrı dilemekten ibarettir. Mevcud olan bütün canlıları, Hak Teâlâ rahmet, lezzet ve hayır için yaratmıştır. Çünkü eğer canlı, birşeyden yararlanıyor veya yararlanabilir ise, bu pek çok yönden, Allah'ın rahmeti sebebiyledir. Eğer bir elem ve bir acı meydana geliyorsa, bunun pek çok karşılığı vardır. Bunlar da Allah'ın nimet ve rahmetindendir. İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hak, "Benim rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır" buyurmuştur. Bizim alimlerimiz ise. bu ayetin, "Kendisine herşey verilmiş" (Nemi, 23) ayeti gibi, kendisiyle husûsî bir hüküm murad edilen umûmî bir ifade olduğunu bildirirler.

Cenâb-ı Allah'ın "Onu (rahmetimi), ittikâ eden zekâtını veren ve ayetlerimize imân eden kimseler için yazacağım" ifadesine gelince, bil ki Allah Teâlâ'nın buyruklarının hepsi şu iki kısma ayrılır:

a) Terkler... Bunlar, insanın terketmesi, kaçınması ve sakınması gereken şeylerdir. Ayetteki, "İttika eden (kimseler için)" ifadesi ile, bu kısma işaret edilmektedir.

b) (Yapılması gerekli olan) fiiller... Bu mükellefiyetler de ya insanın malına, ya da kendisine yöneliktirler. Birinci kısım, zekattır ve Cenâb-t Hak, "Zekâtını veren (kimseler)" buyurarak buna işaret etmiştir. İkinci kısma gelince, buna ilim ve amel yönünden, insana vâcib olan şeyler dahildir. İlim, (Allah'ı) bilip tanımaktır. Amel de, dil ile ikrar ve uzuvlar ile ibadet etmektir ki, namaz buna dahildir. İşte ayetteki, ''Ayetlerimize iman eden kimseler..'1 ifadesi ile de, bunların toplamına işaret edilmektedir. Bunun bir benzeri de, Bakara süresindeki (Bakara, 2-3)ayetidir. [107]

 

Nebiyy-i Ümmi’nin Terat ve İncil’de Haber Verilmesi

 

"(Onlar, yanlarındaki Tevrat ve incil'de, (ismini ve sıfatlarını) yazılı bulacakları ümmi nebî olan, o resule tâbi olanlardır. O, kendilerine iyiliği emrediyor, onları kötülükten nehyediyor, onlara (kendilerine haram kılmış oldukları) temiz şeyleri helâl, (helâl saydıkları) murdar, pis şeyleri de üzerlerine haram kılıyor. O, onların ağır yüklerini ve sırtlanndaki zincirleri indiriyor. İşte O'na iman edenler, O'na ta'zîm edenler, O'na yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nura tabi olanlar yok mu! işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir." (A'râf, 157).

Bil ki Cenâb-ı Hak, kendisi için dünyada ve ahirette rahmetini yazdığı (takdir ettiği) kimselerin sıfatlarının, "takva, zekat verme ve Allah'ın ayetlerine imân etme" olduğunu beyan edince, bunun peşisıra, bunların bir diğer sıfatlarının da, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı bulacaktan ümmî peygambere uymak olduğunu bildirmiştir. Alimler bu hususta ihtilaf etmiş olup, bir kısmı şöyle demiştir: "8u ifâdeden maksad, Tevrat'ta sıfatlarını (özelliklerini) bulmalarından Ötürü, o ümmî nebinin peygamberliğine imân ederek, O'nun yolundan gitmeleridir. Çünkü insanlara peygamber olarak gönderilmezden önce, o peygamberin hükümleri hususunda insanların O'na tâbi olmaları mümkün değildir. Ayetteki 'Ve incil'de" sözü hakkında da şöyle demişlerdir: Bu, "O'nun (adını) İncil'de yazılı bulacaklardır" demektir. Çünkü Allah, henüz İncil'i indirmeden, onların, Hz. Muhammed (s.a.s)'in sıfatlarını İncil'de bulmalar» imkansızdır. Bazı alimler de şöyle demişlerdir: "Aksine bu ifâdede kastedilenler, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberlik zamanına erişen İsrailoğullarıdır. Böylece Cenâb-ı Hak bu günlere erişmiş olan kimselere, âhiretteki rahmetini, ancak ümmî bir nebî olan o peygambere tabî oldukları takdirde vereceğini beyan etmiştir." Bu ikinci görüş doğruya daha yakındır. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s) henüz yokken ve peygamber olarak gönderilmezden önce, O'na tabî olmak mümkün değildir. Böylece Cenâb-ı Hak, bu ayet-i kerime ile, bu rahmetine, İsrailoğullarından, ancak müttakî olan, zekatını veren ve Hz. Musa (a.s) zamanındaki ayetlere inanan; Hz. Muhammed (s.a.s) devrinde yaşayanların ise, bu sıfatları haiz olmakla birlikte, getirdiği ahkâmda kendisine de tabi olanların nail olacaklarını bildirmiştir. [108]

 

Hz. Peygamberin Bu Ayetteki Dokuz Sıfatı

 

Bunu iyice anladığın zaman biz diyoruz ki: Allah Teâlâ, bu ayette, Hz. Muhammed (s.a.s)'i tam dokuz sıfatla tavsif etmiştir:

Birinci sıfat, O'nun bir "resul" olması... Örfe göre, bu kelime bilhassa, Allah Teâlâ'nın insanlara buyruklarını tebliğ etmesi için gönderdiği (görevlendirdiği) kimse

hakkında kullanılır.

İkinci sıfat, O'nun bir "nebî" olması... Bu da, O'nun, Allah Teâlâ katında mertebesinin yüce olduğuna delâlet eder. [109]

 

Üçüncü Vasfı Olan "Ümmîlik" Sıfatı

 

Üçüncü sıfat, O'nun "ümmî" olması... Zeccâc şöyle demiştir: "Ümmî" kelimesi, "Arap milletinin özelliklerini taşıyan kimse" manasındadır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s): 'Biz yazı ve hesap bilmeyen ümmî bir toplumuz" buyurmuştur. Çünkü Araplann çoğu okuma ve yazma bilmiyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s)'in kendisi de böyle idi. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, O'nu "ümmî" diye tavsîf etmiştir."

Muhakkik alimler ise şöyle demişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.s)'in, bu izaha göre, ümmî oluşu, O'nun mucizelerinden birisidir. Bunu birkaç yönden açıklayabiliriz:

a) Hz. Peygamber (s.a.s), Allah'ın kitabını, o insanlara hem de (vahyedilmiş şekliyle) manzum olarak, hiçbir kelimesini değiştirip bozmaksızın, tekrar tekrar okuyordu. Bir Arap hatibi, irticâlî olarak bir hitabe okuyup, daha sonra bunu tekrarladığında, ister istemez ya ona bazı şeyler ilave ediyor, ya da ondan az-çok bazı şeyleri eksiltiyordu. Hz. Muhammed (s.a.s) ise, yazı yazmayı ve yazılanı okumayı bilmediği halde, hiçbir ziyâdede, eksiltmede ve değiştirmede bulunmaksızın Allah'ın kitabını okuyordu. İşte bu da, O'nun mucizelerinden birisidir. Nitekim Allah Teâlâ, "(Habibim) seni okutacağız ve sen (asla) unutmayacaksın "(A/â, 6) buyurarak buna işaret etmiştir.

b) Eğer, Hz. Peygamber (s.a.s) yazabiliyor ve okuyabiliyor olsaydı, zaman zaman önceki ümmetlerin kitaplarını okuduğu, böylece bu bilgilerin o okumalar neticesinde meydana geldiği hususunda itham edilirdi. Ama o, hiçbir öğretim ve okumada bulunmaksızın, pekçok ilimleri ihtiva eden bu yüce Kur'an't getirince, bu O'nun mucizelerinden birisi olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen, bundan evvel ne bir kitap okumuş, ne de O'nu elinle yazmış değildin. Eğer böyle olsaydı, bâtıl söyleyenler şüpheye düşebilirlerdi" (Ankebui. 48) ayetinden kastedilen budur.

c) Yazı yazmayı öğrenmek kolay bir iştir. Çünkü en az akıllı ve en az zeki olanlar bile, az bir gayretle yazıyı öğrenebilmektedirler. Binâenaleyh yazıyı öğrenememek, anlayış ve idrakte büyük bir eksikliğin olduğuna deiâlet eder. Hem sonra Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, önceki ve sonraki herkesin ilimlerini vermiş ve ona, hiçbir insanın ulaşamadığı bilgiler ile sayısız hakikatleri lütfetmiştir. Akıl ve anlayış bakımından otan bu büyük gücün yanısıra, Hak Teâlâ, O'nu öyle bir şekilde yaratmıştır ki, O'nun aklı ve anlayışı çok az kimselerin bile kolaylıkla öğrenebildiği yazıyı öğrenmeye ihtiyacı olmamıştır. İşte böylece, birbirine zıd bu iki durumu birleştirmek, adetâ iki zıddı uzlaştırmak gibi olmuştur. Bu da, harikulade bir hâdise olup, bir mucize yerine geçmiştir.

Dördüncü sıfat, Cenâb-ı Hakk'ın "Yanlarındaki Tevrat ve incil'de, (İsmini ve sıfatlarını) yazılı bulacakları..." buyruğu ile anlatılan husustur. Bu, Hz. Peygamber'in sıfatının ve peygamberliğinin sahih olduğunun, Tevrat'ta ve İncil'de yazılı olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü eğer bu oralarda yazılı olmamış olsaydı, böyle birşeyi söylemek, yahudi ve hristiyanları, O'nun sözünü kabul etmekten uzaklaştıran en önemli sebeplerden biri olmuş olurdu. Zira yatan ve iftirada ısrar etmek, nefret uyandıran, en büyük şeylerdendir. Akıllı bir kimse, kendi kıymetinin düşmesine sebebiyet verecek ve insanları sözünü kabulden uzaklaştıracak olan bir şeyi yapmaz. Cenâb-ı Allah böyle buyurduğuna göre, bu söz, Hz. Muhammed (s.a.s)'in sıfatlarının Tevrat ve İncil'de zikredilmiş olduğuna delâlet eder. Bu da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in nübüvvetinin doğruluğunu gösteren, en büyük delillerden biri olmuş olur.

Beşinci sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerine iyiliği emrediyor" fadesidir. Zeccâc şöyle demiştir: "Kendilerine iyiliği emrediyor" buyruğunun, "müste'nef" bir cümle olması caiz olduğu gibi, bunun manasının, "Onun, kendilerine iyiyi emrettiğini, yanlarındaki kitapta yazılı olarak buluyorlar" şeklinde olması da mümkündür." Ben diyorum ki: İyiliği emretmenin bütün çeşitleri, Hz. Peygamber'in "Allah'ın emrine saygı göstermek, Allah'ın mahlûkatma da şefkat etmek" hadisinde özetlenmiştir. Bu böyledir, çünkü mevcut olan varlık, ya zâtından dolayı vacibu'l-vücuddur; ya da zâtından dolayı mümkinu'l-vücûd'dur. Zâtından dolayı vâcib olan, Allah (c.c.)'dur. Ve, O'na tazimden, O'na kulluk izharından, O'nun izzet kapısında inkıyâd ve huşu izhar etmekten ve O'nun noksanlıklardan berî, zıdlardan ve ortaklardan münezzeh olarak kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğunu itiraf etmekten daha şerefli bir iyilik yoktur.

Zâtından dolayı mümkin olan varlığa gelince, eğer o canlı değilse ona hayrı ulaştırmanın yolu yoktur. Çünkü faydalanma, hayat sahibi olma şartına bağlıdır. Bununla beraber, Allah'ın mahlûku olmaları hasebiyle yine de hepsine tazim ve saygı nazarıyla bakmak gerekir. Mahlukatın her zerresi, Allah'ın birliğine ve O'nun noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna kesin bir delil ve açık bir burhan olunca, onlara da, saygı ve tazîm nazarıyla bakmak gerekir. Yine, Allah Teâlâ'nın mahlukatın her zerresinde ilginç sırları ve gizli hikmetleri olduğu için, bunlara, yine saygı ve tazim nazarıyla bakmak gerekir. Ama, bu mahlûk, canlılar cinsinden olursa, ona da, insanın gücünün yettiği en son noktaya kadar şefkat göstermek gerekir. Ana-babaya iyilik etmek, akrabayı ziyaret etmek ve iyiliği yazmak, bu şefkate dahildir. Böylece, Hz. Peygamberin, "Allah'ın emrine saygı göstermek; Allah'ın mahlûkatma da şefkat etmek.." hadisinin, emr-i bi 'l-ma'rûfun bütün çeşitlerini toplayan bir söz olduğu sabit olur

Altıncı sıfat: Allah Teâlâ'nın, ''Onları kötülükten nehyediyor" ifadesiyle anlatılan sıfattır. Bu münkerden maksad, yukarda zikredilen işlerin zıdlan olup, bunlar da, putlara tapmak; Allah Teâlâ'nın sıfattan hakkında bilgisizce ileri geri konuşmak; Cenab-ı Hakk'ın, peygamberlerine indirdiğini inkâr etmek; akraba ile bağları koparmak ve ana-babaya âsi olmak... gibi kötülüklerdir.

Yedinci sıfat: buyruğunun anlattığı husustur. Bazı âlimler: "Tayyibâttan murad, Allah Teâlâ'nın, helâl olduğuna hükmettiği şeylerdir" demişlerdir ki, bunlar iki bakımdan uzak bir ihtimaldir:

1) Bu duruma göre, ayetin manası, "O, onlara, helâlleri helâl kılıyor" şeklinde oluyor ki, bu sırf tekrardır.

2) Bu takdire göre, ayet bir mana ifade etmez; çünkü biz, Allah Teâlâ'nın helâl kıldığı şeylerin neler olduğunu ve kaç tane olduğunu bilmiyoruz.. Binâenaleyh, aksine burada gereken, "tayyibâf'tan muradın, insanın fıtratı ve yaratılışı itibariyle ona hoş gelen şeyler olduğunu söylemektir. Bu böyledir, çünkü bunlan yemek bir lezzet ifade eder... Menfaatti, faydalı olan şeylerde aslolan ise, onların helâl olmalarıdır. Bundan dolayı bu ayet, insan nefsinin hoş gördüğü ve yaratılışının lezzet duyduğu her şeyde, aksini ifâde eden ayrı bir delil bulunmadıkça, aslolanın onların helâl olması olduğuna delâlet eder.

Sekizinci sıfat: Ayetteki, '(helâl saydıkları) murdar-pis şeyleri de üzerlerine haram kılıyor' ifadesinin anlattığı husustur. Atâ, İbn Abbas'tan rivayet ederek şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak, buradaki "habâis-pis şeyler" kelimesiyle, leş, kan ve Maide suresinde, (Maide, 3) ifadesine kadar zikredilen şeyleri kastetmiştir." Ben ise diyorum ki: İnsan fıtratının hoşlanmadığı ve nefsin pis ve kötü bulduğu her şeyi alıp kullanmak, bir elem ve keder sebebidir.. Zararlı olan şeylerde aslolan ise, onların haram olmalarıdır.. Binâenaleyh bu ifâde, insan fıtratının hoşlanmadığı her şeyde aslolanın, aksini ifâde eden başka bir delil olmadtkça, "haramlık" olmasını gerektirir... İmam Şâfİî(r.h.), köpek alıp-satmanın haram olduğu hükmünü, bu asla dayandırmıştır. Çünkü, İbn Abbas'ın Hz. Peygamber'den, "Sahîhayn"da yer alan rivayetine göre Hz. Peygamber, "Köpek habistir, pistir; [110] onun bedeli de pistir" buyurmuştur.. Köpeğin bedelinin pis olduğu, böylece, sabit olunca, ayetteki "(helâl saydıkları) murdar-pis şeyleri de üzerlerine haram kılıyor" ifadesinden dolayı, bunun (köpek alışverişinin) haram olması gerekir. Aynı şekilde, içki de haramdır. Çünkü içki, "Ey iman edenler, içki, kumar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer murffard/r.."(Maide, 90) ayetinin delaletiyle, bir pislik, murdar bir şeydir. Murdar olan şey de, dil âlimlerinin bu hususta ittifak etmiş olmalarının delaletiyle, "habîs"tir; habîs olan da, "(helâl saydıkları) murdar-habis şeyleri de üzerlerine haram kılıyor7' ifadesinden dolayı haramdır..

Dokuzuncu sıfat: Cenâb-ı Hakkın, "O, onların ağır yüklerini ve sırtîarındaki zincirleri indiriyor..." ifadesinin beyan ettiği husustur. Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır: [111]

 

Birinci Mesele     

 

Sadece İbn Âmir, kelimeyi çoğul olarak IajM şeklinde; diğer kıraat alimleri de müfred olarak şeklinde okumuşlardır..  Ebu Ali el-Farisî şöyle demiştir:  "Isr kelimesi, lafzı müfred olmakla beraber, çoğul anlamında da kullanılan bir masdardır. Ayetteki, çoğul zamirine muzâf kılınmış olması da buna delâlet eder. Bu, çoğula muzâf yapılan, (lafzı) müfred bir kelimedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah diîeseydi onlann işitmelerini, gözlerini de giderirdi.. "(Bakara. 20) buyurmuştur." Isr kelimesini çoğul okuyan kimse, bununla muhtelif ahidleri murad etmiştir.. Masdarlar, "Ve siz Allah 'a karşı (türlü) zanlarda bulunuyordunuz" LAn2âb, 10) ayetinde de olduğu gibi, onların ifâde ettikleri şeylerin nevilerinin çok olması nalinde, bazan cemi kılınırlar. [112]

 

İkinci Mesele

 

Isr kelimesi, sahibine ağır gelen ve ağırlığından dolayı hareket etmesine mani olan ağırlık, yük demektir. Bu tabirden maksat, Hz. Musa   (a.s)'ın  şeriatının çok zor ve ağır olduğunu ifade etmektir.. "Sırtîarındaki zincirler..." tabirinden murad da, "Elbisedeki, kendisine idrar bulaşmış olan yeri kesip atmak; tevbe için, kendini öldürmek; hata eden uzvu kesmek, ve etteki damarları bulup çıkartmak., gibi, ibadetferinde söz konusu olan, çok şiddetli ve ağır, zor sorumluluklardır. Allah Teâla, bunları "zincirler" diye vasfetmiştir, çünkü bir şeyi haram kılmak, insanı onu yapmaktan altkor, aynı şekilde zincirler de, insanı bir şey yapmaktan alıkor.. Rivayet edildiğine göre İsrailoğulları, namaza kalktıkları zaman, yün elbiseler giyiyor, Allah'a tazim ve saygı olarak, ellerini boyunlarına zincirlerle bağlıyorlardı. Bu görüşe göre ayetteki "zincirler" kelimesi, mecazi bir ifade değildir..

Bil ki bu âyet, zarar veren şeylerde aslolanın, onlann meşru olmaması olduğuna delâlet eder. Çünkü, zararlı olan her şey, insana bir yük ve adeta bir zincirdir. Bu ifadenin zahiri, bunların meşru olmamalarını gerektirir... Bu, Hz. Peygamber'in "İslam'da ne zarar vermek, ne de (kendisine yapılan zarara) zararla karşılık vermek yoktur!..."[113] ve "Ben, kolay ve müsamahalı olan, tevhîd manayla gönderildim..." hadislerinde ifade edilen hususa benzemektedir. Bu, İstâm şeriatinde, büyük ve Önemli bir kaidedir.

Bil ki, Allah Teâlâ, Hz. Muhammed'i bu dokuz sıfatla nitelendirdikten sonra, "fşie Q'na jman edenlere (...) gelince..." buyurmuştur. îbn Abhas: "Bundan maksat, yahudilerden O'na iman edenlerdir" demiştir... âjjjp ifadesi ise, "O peygambere saygı gösterenler, tazim edenler" anlamındadır. Keşşaf sahibi ise, "Bu fiilin masdarı olan ta'zîr kelimesinin esas manası, "men etmek", engellemektir. Had cezasından daha hafif olan dövme şeklindeki tazîr cezası da, yine bu köktendir. Buna tazîr denilmesinin sebebi, onun, kötülüğü tekrar tekrar yapmaktan alıkoymasıdır.

Cenâb-ı Hak daha sonra, O'na yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nura tâbi olanlar..." buyurmuştur.. "Düşmanlarına karşı O'na yardım edenler.." demektir.. Buradaki "nûr" Kur'an'dır. Bunun, "hidâyet" "beyân-açıklama", "peygamberlik" ve "kalbteki açıklığı ve sarahati, nurun açıklık ve aydınlığı gibi olan hak" anlamlarına geldiği de söylenmiştir .

Eğer: "Buradaki nûr kelimesini, Kur'an manasına hamletmek nasıl mümkün olur? Çünkü Kur'an, Hz. Peygamber'le beraber değil, ancak Cebrail (a.s) ile indirildi" denilirse, biz şöyle deriz:

Bu ifadenin manası, "O, onun peygamberliğiyle beraber indirildi..." şeklindedir. Çünkü onun peygamberliği, Kur'an'ın zuhur etmesiyle zuhur etmiştir..

Allah Teâlâ, bu sıfatları zikrettikten sonra, buyurmuştur. Bu, "işte bu Kimseler, dünyada da, ahirette de isteklerine ulaşan kimselerdir" anlamındadır... [114]

 

Hz. Muhammed'in Risaleti Evrenseldir

 

"De ki: "Ey insanlar, şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülküne mâlik olan, kendisinden başka hiç bir tanrı bulunmayan, hem dirilten, hem öldüren Allah'ın, siz hepinize gönderdiği bir peygamberim... Öyleyse Allah'a ve O'nun, Allah'a ve Allah'ın sözlerine iman eden ümmî nebî olan peygamberine İman edin ve ona tâbi olun... Umulur ki hidâyete ulaşırsınız.." (Araf, 158).

Bil ki Allah Teâlâ, "rahmetimi, ittikâ edenlere yazacağım., "{Arâi. 156) buyurunca, sonra bu rahmetin o müttakiter için meydana gelebilmesinin onların bu ümmî nebî olan peygambere ittibâ etmeleri şartına bağlı olduğunu.bildirmiştir. Bu ayette ise, O'nun peygamberliğinin bütün insanlar için olduğunu, kesin olarak beyan etmiş ve "De ki: "Ey insanlar, şüphesiz ben, ... Allah'ın, siz hepinize gönderdiği bir peygamberim." buyurmuştur.

Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır: [115]

 

Birinci Mesele     

 

Bu ayet,  Hz.  Muhammed  (s.a.s)'in,  bütün  insanlara gönderildiğine   delâlet   eder.    Yahudilerden, İsâ el-İsfehanî'nin tabileri olan ve kendilerine "tseviyye" denilen bir cemaat: "Hiç şüphesiz Muhammed, İsrailoğuüarına değil, sadece Araplara gönderilmiş sadık bir peygamberdir" demişlerdir, Onların sözlerinin yanlışlığına dair delilimiz, bu ayettir... Çünkü, ayetteki "ey insanlar..." sözü, bütün insanları içine alan bir hitabttr. Bundan sonra ayette, "Şüphesiz ben... Allah'ın, siz hepinize gönderdiği bir peygamberim" buyurulmuştur. Bu ifade de, Hz. Muhammed'in bütün insanlara gönderilmiş olmasını gerektirir.. Ve yine, onun, dini, kesin olarak kendisinin bütün âlemlere (insanlığa) gönderildiğini açıkça bildirdiğini göstermektedir. Dolayısiyle ya "o hak peygamberdir" denilir, ya da, "böyle değildir" denilebilir. Eğer o, hak bir peygamber idiyse, onun yalan söylemiş olması imkânsızdır; binâenaleyh, onun, iddia ettiği her hususta, sadık ve doğru olduğuna kesin olarak inanmak gerekir. Bundan dolayı mütevatir haberlerle ve bu ayetin zahiriyle, Hz. Muhammed'in, kendisinin bütün insanlara gönderildiğini bildirdiği sabit olduğuna göre, onun bu söz ve iddiasında da sadık olması gerekir.. Bu ise. "O, sadece Araplara gönderilmişti, İsrailoğullarına değil..." diyen kimsenin sözünün yanlış olduğunu gösterir.

Ama, "O, hak bir peygamber değildir" diyen kimsenin iddiasına gelince, bu, Hz. Peygamberin hem Araplara, hem de diğer insanlara bir peygamber olarak gönderilmiş olduğu hakikatini zedeler. Binâenaleyh Hz. Peygamberin, insanların tamamına değil de, onların bir kismtna peygamber olduğunu söylemenin bâtıl ve çelişkili bir söz olduğu sabit olur.

Bu sabit olunca, biz deriz ki, "Bazı alimler, ayetteki "Ey insanlar, şüphesiz ben.,. Allah'ın, siz hepinize gönderdiği bir peygamberim" buyruğunun, kendisinde bir tahsis bulunan umûmî bir ifade olduğunu söylemişlerdir. Bazı alimler ise bunu kabul etmemişlerdir. Birinci görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Bu ifade şu iki yönden tahsis edilmiştir:

a) Eğer insanlar, mükellefler cümlesinden iseler, Hz. Muhammed (s.a.s), bütün insanlara gönderilmiş bir peygamberdir. Ama onların hepsi, mükellef değil iseler, o zaman Hz. Muhammed, onların hepsine gönderilmiş olmaz. Bunun sebebi şudur: Hz. Peygamber (s.a.s): "Üç kısım insandan sorumluluk kalemi kaldırılmıştır: Akil baliğ oluncaya kadar çocuktan; uyanıncaya kadar, uyumakta olan kimseden; kendisine gelinceye (aklı başına gelinceye) kadar deliden" [116] buyurmuştur.

b) Hz. Peygamber (s.a.s),.kendisini izleyebilmesi ve uyabilmesi için, varlığı ve peygamber olarak gönderildiği, mucizeleri ve şeriatı, haberi kendisine ulaşmış olan her insana gönderilmiş bir peygamberdir. Ama dünyanın bir köşesinde, kendilerine Hz. Muhammed'in bir peygamber olarak gönderilişinin ve mucizelerinin haberi ulaşmamış olan bir topluluğun bulunduğunu farzedersek, işte bu kimseler, O'nun peygamberliğini kabul etmekle mükellef değildirler.

İkinci görüşteki alimler ise, ayette bir tahsisin (istisnanın) bulunmasını şu iki yönden kabul etmemişlerdir:

a) Bunu şöyle açıklarız: Ayetteki "Ey insanlar-." sözü bir hitabtır ve bu hitab ancak mükellef olanlar içindir. Durum böyle olunca, ayetteki, "Ey insanlar..." hitabının şumulüne girenler, ancak mükellef olan insanlardır. Bu duruma göre, “Ey insanlar!” sözü, kendisinde tahsis bulunan umumi bir ifadedir.” denilmesi gerekmez.  

b) Bir de alemin bir köşesinde Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamber olarak geldiğinin, mucizelerinin ve şeriatının haberi kendilerine ulaşmamış olan bir topluluk bulunabileceğini söylemek, gerçekten uzak bir ihtimaldir. Bu son derece uzak bir ihtimal olunca, bizim böyle bir tahsise (istisnaya) tutunmamıza gerek kalmaz.[117]

 

İkinci Mesele:

 

EKSİK 105

 

olması, bu hususiyetlerinden bir tekinin de sadece kendisine has olmasını gerektirmez. Nitekim denildiğine göre, Hz. Âdem (a.s), bütün evladlarına peygamber olarak gönderilmiştir. Bu duruma göre o da, bütün insanlara gönderilmiş olur. Aynı şeküde Hz. Nûh (a.s) da gemiden çıktığı zaman, o zamanki bütün insanlar, ancak o gemidekiler olduğu için, o da bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiştir."

Ayetteki "Göklerin ve yerin mülküne mâlik olan" ifadesine gelince, bil ki, Hak Teâlâ Peygamberine, herkese, "Ben size Allah'ın gönderdiği bir peygamberiyim" demesini emredince, bunun peşinden bu iddiasının doğruluğuna delâlet edecek şeyleri zikretmiştir. Bil ki bu iddianın faydası, ancak şu dört aslı iyice anlatmakla tamamlanır ve ortaya çıkar:

Birinci asıl: Âlemin, hayat sahibi, âlim ve kudretli bir ilahı bulunduğunu isbat etmek... Ayette buna delâlet eden şey, "Göklerin ve yerin mülküne mâlik olan.." kısmıdır. Bu böyledir, çünkü göklerin ve yerin maddesi, bunlartn, Kur'an-ı Kerim'de zikredilmiş olan birçok bakımdan, hayat sahibi, âlim ve kadir bir yaratıcıya muhtaç olduklarına delâlet etmektedir ki bu hususların geniş izahı, bu Tefsir'de (çokça) zikredilmiştir. Biz, mükellefiyetin güzel ve yerinde olduğu ve peygamberler gönderildiği hususunda, bu aslı isbat etmeye ihtiyaç duyduk. Çünkü âlemin, varlığında müessir olacak bir müessirinin bulunmaması, yahut da bir müessirinin olup, fakat ihtiyarı ile fail değil de, mûcib bizzat (zâtı gereği mecbur) bir varlık olması durumunda, peygamberlerin gönderildiğini söylemek mümkün olmaz.

İkinci asıl: Âlemin ilahının tek, ortaklardan, zıdlardan (muhaliflerden) ve benzerlerden münezzeh olduğunu isbât etme. Ayetteki, La ilahe illa hû "Kendisinden başka hiçbir tanrı bulunmayan" sözüyle buna işaret edilmektedir. Biz, mükellef tutmanın güzel ve peygamberler göndermenin mümkin olduğu hususunda, bu aslı da beyan etmek ihtiyacını duyduk. Çünkü âlemin iki ilahı olduğunu farzettiğimizde, bu ilahlardan birisi insanlara bir peygamber gönderdiği zaman, belki de bu peygamberin, bu ilaha ibadete çağırdığı insanlar, o ilâhın değil de, diğer ilahın yarattığı insanlar olur. Buna göre bu insanların, (kendilerini yaratmış olan) ilaha ibadet ve itaat etmeleri gerekir. (Öbür ilahın) bu insanlara peygamber gönderip, kendisine itaati vâcib kılması, zulüm ve bâtıl bir iş olur. Ama tek bir ilahın olduğu sabit olursa, o zaman bütün insanlar, onun kullan olurlar ve o ilahın bütün insanlara gönderdiği talimatlar geçerli ve yerinde olur, herkesin onun emir ve yasaklarına boyun eğmeleri de şart olur. Böylece, âlemin ilahının tek olduğu sabit olmadığı zaman, peygamberler göndermenin ve mükellefiyetleri ihtiva eden kitaplar indirmenin mümkin olmayacağı kesinlik kazanır.

Üçüncü ası1: Mlah Teâlâ'nvn haşre (insanları biracava toplamaya), neşre, ba'se (diriltmeye) ve Kıyameti koparmaya kadir olduğunu isbât etmek.. Çünkü bunun kesin olmadığını kabul etmemiz halinde, itaatla meşgul olup, günahlardan kaçınmak abes ve meşgul olup, günahlardan kaçınmak abes ve anlamsız birşey olmuş olur. İşte ayetteki, "Hem dirilten, hem öldüren.." sözü ile, bu aslın varlığına işaret edilmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, önce dirilttiği (hayat verdiği) zaman, O'nun tekrar hayat vermeye kadir olduğu, böylece de yeniden diriltmeye haşre ve neşre muktedir olduğu sabit olmuş olur. Bu takdirde de, ilk hayat veriş, büyük bir in'am (nimet) olmuş olur. Binâenaleyh yerine getireceği taatlerin, bu ilk hayat vermeye şükür yerine geçmesi için Allah'ın insandan kulluk istemesi uzak görülecek bir şey değildir. Yine ilk hayat verme, tekrar diriltmeye de kadir olduğuna delâlet edince, Cenâb-ı Hak, o insanın amellerinin karşılığını vermeye de kadir olmuş olur.

Bil ki bu üç aslın doğru olduğunu söylemek gerekince, Allah'ın, peygamberler gönderip, kullarından emir ve tekliflerine uymalarını istemesinin doğru olacağını söylemek gerekir. Çünkü buna göre, bütün insanlar O'nun kullarıdır. Onların O'ndan başka mevlâları yoktur. O, herkese en büyük nimeti in'am etmiş (hayat vermiştir). Yine O, ölümlerinden sonra herkese, amelinin karşılığını vermeye kadirdir. İşte bu üç sebepten herbiri, Allah Teâlâ'nın kullarını mükellef tutmasının güzel ve yerinde olduğu hususunda, tam ve yeterli bir sebeptir. Birinci sebep bakımından, bunun güzel olması şundan dolayıdır: Çünkü mevlâ (efendi) olanın, kendisine itaat ve hizmet etmesini kölesinden istemesi normaldir.

İkinci sebep bakımından bunun güzel oluşu ise şundan dolayıdır: Nimetler verenin, nimet verdiği kimselerden, şükür ve itaat istemesi normaldir.

Üçüncü sebep itibariyle, bunun güzel oluşu ise şöyledir: Mükellefe eksiksiz bir karşılık vermeye muktedir olanın, onu herhangi bir taat ile mükellef ktlması da makuldür. Binâenaleyh, Allah Teâlâ'nın bu ayette işaret ettiği delillerle bu üç asıl sabit olduğuna göre, Allah'ın peygamberler göndermesinin güzel ve kullarına çeşitli mükellefiyetler yüklemesinin caiz olduğuna kesin olarak inanmak gerekir. Dolayısıyla zikredilen bu ayetlerin, âlemin hayat sahibi, âlim ve kadir bir tanrısı bulunduğuna, bu tanrının tek olduğuna ve O'nun peygamberler gönderip, kitaplar indirmesinin makul olduğuna delâlet ettiği sabit olur. [118]

 

Hz. Muhammed (s.a.s)'in Risaleti

 

Bil ki Allah Teâlâ, bu ayette zikredilen bu deliller ile bu (üç) aslın doğru olduğunu isbat edince, bundan sonra "Binâenaleyh Allah'a ve O'nun peygamberine iman edin" buyurmuştur. Ayetteki bu (söz dizisi), son derece güzel bir tertibtir. Çünkü Allah, önce peygamberler gönderilmesinin caiz ve mümkin bir şey olduğunu beyân edince, bunun peşistra, Hz. Muhammed (s.a.s)'in kendisi katından gönderilmiş hak bir peygamber olduğunu zikretmiştir. Çünkü bir hususu isbata çalışan kimsenin, önce bunun mümkin olduğunu, sonra da tahakkuk ettiğini açıklaması gerekir. Cenâb-ı Allah bundan sonra söze, "Öyleyse Allah'a iman edin" diye başlamıştır. Çünkü biz, Allah'a imanın asıl, nübüvvet ve risâlete imanın ise buna bağlı olduğunu açıklamıştık. Asıl olanın, önce zikredilmesi gerekir. İşte bundan ötürü O' söze, ''Allah'a iman edin" diye başlamış, daha sonra "Allah'a ve Allah'ın sözlerine iman eden, ümmî nebî olan peygamberine (iman edin)" buyurmuştur. Bil ki bu ifade, Hz. Muhammed (s.a.s)'in gerçek bir peygamber olduğuna delâlet eden mucizelerine bir işarettir. Bunun izahı şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.s)'in mucizeleri iki çeşittir.

Birinci çeşit, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, mübarek zatında tecellî etmiş olan mucizelerdir. Bunların en üstünü ve önemlisi şudur: O, herhangi bir hocadan ders görmemiş, hiçbir kitabı okumamış ve hiçbir ilim sahibinin meclisinde de bulunmamış olan ümmî bir kimse idi. Çünkü Mekke o zamanlar, alimlerin bulunduğu bir yer değildi. Hz. Peygamber (s.a.s) pekçok ilimleri öğrenebileceği uzun bir süre de, Mekke'den uzaklaşmam işti. Hem sonra, buna rağmen, Hak Teâlâ, ona ilim ve hakikat kapılarını açmış ve onun üzerinde, önceki ve sonraki insanların ilimlerini ihtiva eden bu Kur'an-ı Kerim'i izhar etmiş, {onun dili ile bunu ortaya çıkarmıştır). Hiçbir hocayla karşılaşmamış ve hiçbir kitap okumamış, ümmî bir kimse olmasına rağmen, bu büyük ilimlerin onda görünmesi, mucizelerin en büyüklerindendir. Ayetteki, "Ümmî Nebf tabiri ile, işte buna işaret edilmektedir.

İkinci çeşit ise, ayın yarılması ve parmaktan arasından suların fışkırması gibi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in zatı dışında tezahür eden mucizelerdir. Bunlara, "Allah'ın kelimeleri (sözleri, ayetleri)" denilir. Baksana Hz. İsa (a.s), alışılmışın dışında, garib bir yolla dünyaya geldiği için, Hak Teâiâ onu, "kelime" (Allah'ın kelimesi) diye isimlendirmiştir. Aynı şekilde mucizeler de, harikulade (alışılmamış bir şekilde) olarak, garib ve enteresan şeyler oldukları için, bunları "Allah'ın kelimeleri" diye isimlendirmek, tuhaf bir şey değildir. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a ve Allah'ın sözlerine (kelimelerine) iman eden" buyruğu ile işaret edilen, bu ikinci çeşit mucizelerdir. Yani, "Allah'a ve Allah'ın Peygamber üzerinde izhâr ettiği bütün mucizelere iman ediyor.." demektir. İşte bu yolla, Cenâb-ı Hak Hz. Muhammed'in Allah katından gönderilmiş sadık bir nebî olduğuna delil getirmiştir.

Bil ki, anlattığımız kesin deliller ile Hz. Muhammed'in nübüvveti sabit olunca, bunun peşinden kendisiyle, şeriatının ayrıntılı bir biçimde bilinebileceği yolunu zikretmek gerekir.. Bu da ancak, onun sözlerine ve fiillerine başvurmakla mümkün olur. İşte buna da i^j "ve ona tabi olun" sözüyle işaret edilmiştir. [119]

 

Hz. Peygambere Uymanın Farz Oluşu

 

Bil ki uymak, tâbi olmak, gerek sözleri ve gerekse fiilleri hususunda Hz. Peygamber'e tâbi olmayı içine alır.

Sözleri hususunda uymaya gelince bu, mükellefin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in gerek emir ve nehiy, gerekse terğîb ve terhib hususunda söylemiş olduğu buyruklara uymasıdır.

Fiilleri hususunda O'na uymaya gelince, bu da ister yapma, isterse yapmama hususunda olsun, kendisine tâbi oiunan kimsenin yaptığı şeylerin, benzerini yapmaktan ibarettir. Böylece Allah'ın, "Ve ona tabi olun "buyruğunun, her iki kısmı da içine aldığı sabit olmuş olur. Emrin zahirinin, vücûb ifade ettiği sabittir. Dolayısiyle "ve ona tabi olun" buyruğu bütün emir ve yasaklar hususunda Hz. Peygamber'e uymanın vacib olduğuna bir detil olmuş olur. O halde delilin tahsis etmiş olduğu durumlar hariç, Hz. Peygamber'in yaptığı her şeyde ona iktidâ edip uymak vacibtir. Bu tahsis edilen hususlarda, Hz. Peygamber'e has olan işler olduğu, ayrı bir delil ile sabit olan şeylerdir.

Buna göre şayet, "Hz. Peygamber'in yapmış olduğu o şeyi, muhtemeldir ki Hz. Peygamber kendisine vacib olduğu için yapmıştır; bunu, kendisine mendub olduğu için yapmış olması da muhtemeldir.. Hz. Peygamber'in, bu işi, bir mendûb olarak yapmış olduğunun kabul edilmesi halinde, biz onu, bize vacib diye kabul edip yaparsak, bu ona uymamak ve ona uymayı terketmek olur.. Halbuki ayet-i kerime, ona uymanın farz olduğuna delâlet etmektedir.. Böylece, Hz. Peygamber (s.a.s)'in o fiili yapmasının, o şeyin bize vacib olduğuna delalet etmediği sabit olur" denilirse biz deriz ki:

Fiilleri hususunda ona uymak, kendisine tâbi olunanın yaptığı o fiilin benzerini yapmaktan ibarettir. Bunun delili şudur: Bir kimse bir şeyi yapar, sonra da bir başkası o fiilde ona uyarsa, "O, ona uydu" denilir; eğer o şahıs, o fiilin mislini yapmazsa, "o, ona o hususta muhalefet etti" denilir.. Şu halde, kendisine tabi olunan kimsenin fiilinin bir mislini yapmak, ona uymak olup, ayet de, uymanın vacib olduğuna delâlet edince, o zaman Muhammed ümmetinin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in fiilinin benzerini yapmaları gerekmiş olur. Burada geriye şu husus kalmaktadır: Biz, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, o şeyi, bir vücûb olarak mı, yoksa mendüb olarak mı yaptığını bilemeyiz. Bu cümleden olarak biz diyoruz ki, sebep ve saiklerin, niyetlerin keyfiyyeti bilinemez.. Açık bir fiili hissen bilinen bir şeyi yapmak ise, herkese malumdur. Binâenaleyh, kapalı ve gizli oldukları için, niyet ve sebeplerin durumunu incelemeye yönelinmemesi ve bizim, riayet edilmesi imkan dahilinde olan şeylerden oldukları için de zahirî, açık ameller hususunda Hz. Peygarnber'e uymanın vacib olduğuna hükmetmemiz gerekir. Böylece, bu tür bir şüphe zail olmuş olur. Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz: Bu ayet, delilin tahsis etmiş olduğu durumlar hariç, bu hususta temel kaidenin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yaptığı her fiilde, o fiilin mislini yapmamızın bize vacib olduğuna delâlet eder.

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Biz, herhangi bir amelin vacib olduğuna hükmetmek istediğimizde, "Hiç şüphesiz, bu işi yapmak, onu yapmamaktan daha efdaldir, üstündür" deriz. Durum böyle olunca, bu durumda biz, Hz. Peygamber (s.a.s)'in o şeyi, genel anlamda yapmış olduğunu bilmiş oluruz.. Çünkü, Hz. Peygamber'in bütün ömrü boyunca, efdat olanı terketmeye devam etmiş olmasının caiz olmayacağı hususunda zaruri bilgi mevcuttur. Böylece, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, işte bu yol ile. efdal olanı kesinlikle yapmış olduğunu anlamış oluruz.. Ama O'nun, en güzel olanı yapmış olduğu hususuna gelince, bu şüpheli bir durumdur. Şüpheli olan ise, açtkça malum olana karşı koyamaz.. Böylece, Hz. Peygamber (s.a.s)'in efdal olan tarafı işlemiş olduğu sabit olmuş olur, Bu sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetteki, "ve ona tabi olun" emrinden ötürü, bu uymanın bize de vacib olması gerekir. İşte bu, hükümleri bilme hususunda kıymetli bir kaide, külli bir kanun olup, bazı nasslara delâlet etmektedir.. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Peygamber, kendi hevâsmdan söylemez. O. kendisine ilkâ edilegelen bir vahiyden başkası değildir" (Necm. 3-4) buyurmuştur.. Binâenaleyh, Allah'ın, "Ve ona tabi olun "buyruğundan dolayı, onun yaptığının benzerini yapmak bize vacib olur.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Umulur ki.  hidayete ulaşırsınız" ifadesine gelince, bu hususta da şu iki husus söylenebilir:

a) Lealle kelimesi, teracci, "ummak, öyle olacağını sanmak" manası ifade eder.. Bu ise, Allah hakkında uygun değildir. Binâenaleyh, bunun tevil edilmesi gerekir.

b) Bu ifadenin zahiri, Mu'tezile'ye göre Cenâb-ı Hakk'ın, bütün mükelleflerden hidayeti ve imanı istemiş olmasını gerektirir.Bu iki şeyin izahı hususunda bu tefsirde defalarca açıklama geçmişti... Dolayısiyle, bunu tekrarlamakta bir fayda yoktur... [120]

 

İsrailoğullarından Hak Üzere Olan Cemaat

 

"Musa'nın kavminden bir cemâat vardır ki (halkı) hakka irşad ederler, onunla (hükümde) adalet yaparlar" (Araf, 159).

Bil ki, Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamberi vasfedip insanların O'na uymalarının vacib olduğunu anlatınca; bundan sonra, Hz. Musa'nın kavmi içinde hakka uyan ve O'na götüren bazı kişilerin bulunduğunu zikretmiş, ve bunların da, bir cemaat olduğunu beyân etmiştir.. Çünkü, "ümmet" kelimesi, çokluktan haber vermektedir. Alimler, bu ümmetin ve zamanın bulunduğu ve hangi zamanda yaşadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bu ümmetin, meselâ Abdullah İbn Selâm ve İbn Suriyâ gibi, Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında yaşayıp müslüman olan yahudiler olduğu söylenmiştir.. Buna, "Onların sayıları azdı; halbuki "ümmet" lafzı, çokluk manasını ifâde eder" denilerek itiraz edilmiştir..

Buna şu şekilde cevap verilebilir: Onlar farklı farklı dinlerde olunca, ümmet fafzıntn onlar hakkında kullanılmış olması caizdir.. Bu, Cenab-ı Hakk'ın tıpkı, ''Hakikaten İbrahim (başlı başına) bir ümmetti..." (Nam. 120» ayetinde olduğu gibidir. Âyette bahsedilen bu kimselerin, Hz. Musa (a.s.)'nın getirmiş olduğu hak din üzerinde oldukları; insanları bu hak dine davet ettikleri ve o dini İsrailoğullarının paramparça etmiş oldukları ve bidatler îcad ettikleri bir zamanda tahriften ve tağyirden korumuş oldukları da ileri sürülmüştür. Şu da mümkündür: "Onlar, Hz. İsa, peygamber olarak gönderilinceye kadar bu hak din üzerinde idiler. Hz. İsa gelince onlar, O'nun dinine girdiler." Onların bundan önce helak olmuş oldukları da söylenebilir..

SÜddf ve bir grup müfessir şöyle demiştir: "İsrailoğulları inkar edip peygamberlerini öldürünce, geriye, oniki boydan bir boy kaldı.. Böylece onlar hiçbir şey yapmadılar, sadece, Allah'tan kendilerini onlardan kurtarmasını istediler.. Bunun üzerine de Allah Teâlâ, onlara yerin içinde bir tünel açtı ve onlar o tünele girerek, Çin'in ta arkasından çıktılar..." Sonra, bu görüşü savunanlar da kendi aralarında ihtilâf etmişlerdir. Bunlardan bir kısmı, onların şu ana kadar yahudî dinine sımsıkı sarılmış olduklarını söylerlerken, bir kısmı da, onların şu anda, Hz. Muhammed (s.a.s)'in dini üzere olduklarını, Kabe'ye yöneldiklerini, cumartesini bırakıp cumaya sarıldıklarını, birbirlerine zulmetmediklerini ve hasedde de bulunmadıklarını, ne onlardan bize, ne de bizden onlara hiç kimsenin ulaşmadığını söylemişlerdir. Bir kısım muhakkik âlim bu görüşün zayıf olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu hususta şöyle denebilir: "Onlar* Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamber olduğu haberi ya ulaşmıştır, ya da ulaşmamıştr Eğer bu haberin onlara ulaştığını, ama onların buna rağmen yahudilikte direttikle^ -söylersek, bu onların kâfir olduğu manasına gelir. Binaenaleyh onlar artık nasıl olur da hakka irşâd eden ve hakla adalet yapan bir ümmet diye tavsif edilebilirler? Yok eğer onlara Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğinin haberinin ulaşmadığ -söylersek, bu uzak bir ihtimal olur. Çünkü onların haberlerinin nakledilmeleri ile ilg. sebep ve faktörler tam bir şekilde olmadığı halde, onların haberleri bize ulaştığına göre, dünya o peygamberin haberi ile dolup taşarken, bu haberin onlara ulaşmad>g nasıl düşünülebilir?" Şayet onlar, "Bizim haberimiz kendilerine ulaşmadığı hakte Yecüc ve Me'cüc ile ilgili haberler bize kadar ulaşmamış mıdır?" derlerse, biz der­ki: "Bu kabul edilecek bir şey değil... Bizim haberimizin onlara ulaşmamış olacat nereden biliniyor?" İşte bu konuda söylenilenlerin tamamı bundan ibarettir.

Bunu iyice kavradığın zaman diyoruz ki: ifâdesi, "Onlar, iris, hakka hidayete davet ederler ve hak ile adalet ederler" manasındadır. Zeccâc şöyıe der: "Adalet, hak ile hükmetmektir. Nitekim "O, hak ık hükmeder ve adalet eder" ve "Bu âdil bir hükümdür1' denilir. Cenâfc-Hakk'ın "Kadınlar arasmda adalet etmeye asla güt yetiremezsiniz"msa. 129) ve "Söz söylediğiniz vakit, adaleti göz (Enam. 152) ayetleri de bu manadadır. [121]

 

Israiloğullarınm Oniki Kabileye Bölünmesi

 

"Biz onları oniki "sıbt" ve ümmete ayırdık. Kavmi kendisinden su istediği zaman Musa'ya. "Asanı taşa vur" diye vahyettik de o (taştan) oniki pınar fışkırıp halkın her kısmı su içecekleri yeri iyice belledi. Onları üstlerinden bulutla gölgelendirdik: onlara kudret helvasıyla bıldırcın (eti) indirdik ve "Size rmk olarak verdiğimiz en temiz şeylerden yeyin" (dedik). Onlar bize zulmetmediler, fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı" (A'râf, 160).

Bil ki bu ayetin gayesi, İsrailoğullarının şu iki halini açıklayıp ortaya koymaktır:

Birincisi: Allah Teâiâ onları oniki boy kılmıştır. Bu husus, Bakara suresinde geçmişti. Yuhut bundan murad şudur: Hak Teâla İsrailoğullarını oniki kabileye ayırmıştır. Çünkü onlar Hz. Yakub (a.s)'un oniki oğlundan geliyorlardı. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak onları ayırdı. Hasetleşip de işlerine fitne girmesin diye onları böyle oniki kabifeye ayırdı. Buna göre ayetteki, "onları... ayırdık" ifadesi, "Bizonları fırka fırka kıldık ve onları birbirlerinden farklı kıldık "demektir. Bu kelime şeddesiz olarak Kata'nâhüm şeklinde de okunmuştur. Burada karşımıza şu iki soru çıkar:

Birinci soru: "Aşere" (on) sayısının üstündeki sayıların temyizi müfred olarak gelir. Binâenaleyh ayette bu kelimenin temyizinin cemî olarak getirilmesinin hikmeti nedir? Bu şeklinde olmalı değil miydi?

Cevap: Bu ifade ile, "Onları, on iki kabileye ayırdık/' manası kastedilmiştir. Her kabile bir "sıbt" (boy)dan müteşekkildir. Binâenaleyh burada "esbât" (sıbtlar, boylar) kelimesi "kabile" yerinde kullanılmıştır.

İkinci soru: Allah Teaiâ, "Sıbt" kelimesi müennes değil de müzekker olduğu halde niçin demiştir?

Cevap: Ferrâ şöyle der: "Allah Teala, bu şekilde beyan etmiştir; Çünkü O, bu ifâdeden sonra "Ümem" (ümmetler) kelimesini getirmiştir. Binâenaleyh bundaki müenneslik, "ümem" kelimesinden dolayı olmuştur. Eğer Cenâb-ı Hak, "Sıbt" kelimesi müzekker olduğu için, (sayıyı da müzekker getirerek) demiş olsaydı, bu da caiz olurdu.

Zeccâc da şöyle demiştir: "Bu kelamın takdiri "Onları herbiri bir boy olan oniki fırkaya ayırdık" şeklindedir. Buna göre ayetteki "esbât" kelimesi hazfedilmiş bir mevsufun sıfatı olur ki bu da, "fırka" kelimesidir." Ebu Ali el-Fârisi ise, "Ayetteki "esbât" kelimesi, temyiz değil, aksine "oniki" ladesinin bedelidir" demiştir.

Ayetteki "ümem" kelimesi hakkında Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Utf , "Onları ümmetlere ayırdık1' manasında olmak üzere, "oniki" ifadesinden bedeldir. Çünkü her boy, büyük bir ümmet ve çok sayılı bir cemaat idi. Yine onlardan her bir boy, diğerinden farklı bir lidere tabî idiler ve nerede, ise birbirleriyle uyuşup kaynaşamıyorlardı. Bu ifade.şîn harfinin kesresi ile şeklinde de okunmuştur. [122]

 

Hz. Musa'nın Oniki Pınar Fışkırtması

 

İkincisi "Kavmi ondan su istediği zaman Musa'ya, "âsâm taşa vur" diye vahyetük de..." ayetinin ifâde ettiği haldir. Bu kıssa da, daha evvel Bakara suresinde geçmiştir. Hasan el-Basri: "Bu taş, hemen çıkmış {herhangi bir) taş, asâ da eline almış olduğu herhangi bir deynek idi" demiştir. Bil ki onlar Tih Çölünde çoğu zaman içebilecekleri bir suya muhtaç idiler. Bundan dolayı Hak Taala, Hz. Musa (a.s)' a, asası ite taşa vurmasını emretmiştir. İsrailoğulları onu (yani o taşı) yanlarında götürüyor ve ihtiyaçları nisbetinde ondan alabiliyorlardı.

Ayetteki kelimesi hakkında, Vahidî şöyle demiştir: "Bu, "Suyun inbicas"ı, fışkırıp kaynaması" demektir. Nitekim bir yerden su kaynayıp ftşkırdığında  denilir. Bu dilcilerin görüşüdür "inbicas" ile "inficar" aynı manayadır. Böyle olduğu için, bu ayette geçen "inbicâs" ile, Bakara suresinde (aynı konuda) geçen "inficâr" (Bakara, eo) arasında bir zıtlık yoktur."

Diğer alimler ise şöyle demişlerdir: "İnbicâs" suyun az çıkması (kaynaması); "inficâr" ise, suyun çok çıkması (fışkırması) demektir. Binaenaleyh bu iki ayetin arasını şu şekilde te'lif ederiz: "Busu, önce az az kaynamaya başladı, sonra çoğalıp fışkırdı." Kelimeler arasındaki bu mana farkı. Ebu Amr b. el-'Alâ'dan nakledilmiştir. Allah Teala, ilk önce onları nasıl suladığını beyan edince, bunun peşisıra da, onları üzerlerinden bulutla gölgelediğini, daha sonra da onlara kudret helvası İle bıldırcın eti indirdiğini zikretmiştir. Şüphesiz bütün bunların hepsi, Allah tarafından ihsan edilmiş büyük birer nimettir. Çünkü Hak Teala, onların yiyecek ve içeceklerini en güzel bir biçimde ve kolay yoldan vermiş, onları gölgeleyerek güneşin zararını gidermişti.

Daha sonra Allah Tealâ, "Size rszık olarak verdiğimiz en temiz şeylerden yeyin" buyurmuştur. Bundan murad, onlara sadece bu yiyecekleri verip, başkasını vermediğini beyân etmektir.

Cenâb-ı Allah daha sonra, "Onlar bize zulmetmediler" buyurmuştur.

Bu ifâdede bir hazif vardır, Zira bu ifade tarzı, ancak onların, kendilerine emredilen sınırı aşmaları halinde makul sayılabilir. Bu da ya Allah ontarın biriktirmelerini yasakladığı halde onların stok yapmaları, yahut Allah'ın yasaklamış olduğu bir vakitte yemeleri; yahut Allah, başka şeyleri istemelerini menetmişken başka şeyler istemeleri şeklinde olabilir.

Malumdur ki, bir kul, ancak bir yasak şeyi irtikab etmesi halinde, kendisine yazık etmiş olur. İşte bundan dolayı, Cenab-ı Hak, "zalim" sıfatı ile tavsif etmiş ve "Onlar bize zulmetmediler fakat kendi kendilerine zulmediyorlar" diyerek, onların dikkatlerini buna çekmiştir. Bu böyledir, çünkü insan, kendisi büyük bir azaba müstahak olması yolunda gayret göstermiş olacağı için, bir günaha yeltenip işlediğinde, o aslında sadece kendisine zarar vermiş (zulmetmiş) olur.[123]

 

Aynı Kıssanın Farklı Anlatımının Hikmeti

 

"O zaman onlara, "şu şehirde yerleşin ve onun dilediğiniz yerinden yeyin. "Hıtta" deyin. Kapısından hepiniz secde ederek girin ki suçlarınızı bağışlayalım. Muhsinlere ileride daha fazlasıyla ecir vereceğiz" denilmişti. Fakat içlerinden o zulmedenler, sözü kendilerine söylenen şeklinden başka bir şekle koydular Biz de zulmetmeleri sebebiyle onların üzerine gökten murdar bir azab indirdik" (A'râf, 161-162).

Bil ki bu kıssa da, izah ve açıklamalarıyla birlikte Bakara suresinde (ayet. se-59) zikredilmişti Geriye şunu ilave etmek kalır: Bu ayetin lafızları, şu bakımlardan, Bakara süresindeki kıssanın lafızlarından farklıdır:

1) Cenâb-ı Hak, Bakara suresinde buyurduğu halde; burada buyurmuştur.

2) Bakara suresinde "fâ" harfi ile buyurduğu halde, burada "vav" ile  buyurmuştur.

3) Hak Teâlâ orada (bol bol) ifadesine yer verdiği halde, burada bu zikredilmemiştir.

4) Bakara suresinde buyurduğu halde, burada ifadelerin yerini değiştirerek,buyurmuştur.

5) Cenab-ı Hak orada buyurduğu halde, burada buyurmuştur.

6) Bakara suresinde,  buyurmuş olduğu halde, O burada, vâv harfi olmaksızın, buyurmuştur.

7) Orada buyurduğu halde, burada , "buyurmuştur.

8) Hak Tealâ orada, buyurduğu halde, burada  buyurmuştur.

Bil ki bu lafızlar, mana bakımından birbirine yakın lafızlar olup, aralarında kesinlikle bir tezâd yoktur. Bu farktı lafız kullanmanın hikmetlerini şu şekilde anlatmak mümkündür:

Birincisi: Bu, Bakara suresinde "Şu şehre girin" buyurulup, burada, "Şu şehirde yerleşin" buyurulmasıdır. Fark şudur: Şehre girme işinin önce olması şarttır, yerleşme ise daha sonra olur.

İkincisi: Bu, Allah Tealâ'nın, Bakara suresinde, fâ-i tâkibiyye ile, "Şu şehre girin ve yiyin" (fe-külû) buyurup, burada ise vâv ile, "Şu şehre girin ve yiyin.." (ve-külû) buyurmuş olmasıdır. Bu ikisi arasındaki fark şudur: "Girme belli bir haldir. Nitekim girme işinin bir kısmı yapıldı mı, tamamlanmış olur. Çünkü insan, bir yere attığı ilk adımı ile, oraya girmiş olur. Ama bundan sonrası "girme" değil, "süknâ" (yerleşme) olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Girme işi devam etmeyen, hemen tamamlanan ve sona eren bir durumdur. Binâenaleyh bu ifâdeden sonra fâ-i ta'kibiyyenin getirilmesi güzet ve yerinde olur. İşte bundan dolayı Bakara suresinde, "Şu şehre girin ve yeyin" (fe-külû) buyurmuştur. Yerleşme işrtse, devamlı ve sürekli olan bir haldir. Binâenaleyh yeme işi, bunun peşisıra değil de, bununla beraber olur. Böylece bu iki ifâde arasındaki fark anlaşılmış oldu.

Üçüncüsü: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın Bakara suresinde reğaden "Bol bol (yeyin)" kelimesini zikredip, burada zikretmemiş olmasıdır. Bu ikisi arasındaki fark şudur: "Girme" işinin peşinden "yeme işi" daha lezzetli olur. Çünkü bu yemeye daha çok ihtiyaç duyulur. Bu şekilde yeme, daha çok tad verici olduğu için Bakara suresinde, "bol bol" tabiri kullanılmıştır. Ama o şehirde yerleşmiş olma durumundaki yeme ise, görünen odur ki bu, kendisindeki lezzet kâmil ve mükemmel olmadığı sürece, kendisine son derece ihtiyaç duyulan bir mahalde bulunmamış demektir. İşte bu sebeple hiç şüphesiz, bu ayette rağaden "bolca" kelimesine yer verilmemiştir.

Dördüncüsü: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın Bakara suresinde "Kapıdan secde ederek girin ve "httta,, deyin" buyurduğu haide, A'râf suresinde "Hıtta" deyin. Kapısından hepiniz secde edici olarak girin " buyurmuş olmasıdır. Bundan murad, duruma göre bu iki tabirden birinin, diğerine takdim edilmesinin güzel olduğuna ve fakat her iki ifadeden de maksad, Allah'ı ta'zim etmek, hudû ve huşûyu, inkıyadı izhâr etmek olunca,'takdim veya tehir etmenin, durumu değiştirmediğine dikkat çekmedir.

Beşincisi: Bakara suresinde hatâyâ-kum, burada ise hatiâti-küm denilmesidir. Bu, ister az olsun ister çok olsun, günahların, böylesi bir duâ ve yakarışla affedileceğine işarettir.

Altıncısı: Bakara suresinde vâv ile, buyurup, burada vâvsız olarak, buyurulmasıdır. Burada vâvın getirilmesinin hikmeti bu ifâdenin bir müste'nef cümle olmasıdır. Buna göre kelamın takdiri, sanki birisi "Bu bağıştan sonra ne oldu" oemiş, buna cevaben de, "MuhsinJere, ileride daha fazlasıyla vereceğiz" denilmiştir.

Yedincisi: Bu da, Bakara'da enzelnâ, burada ise erselnâ buyurulmuş olması arsındaki farktır.. "İnzal" çokluk manası ifâde etmez. Halbuki "irsal" bunu ifade eder. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak sanki, Ük önce az azâb indirmeye başlamış, daha sonra da onu çoğaltmıştır.. Bu bizim tıpkı fenbeceset tabiriyle, fenfeceret ifâdesi arasında bulunduğunu zikrettiğimiz fark gibidir.

Sekizincisi: Burada yazlimûn,  Bakara suresinde ise yefsükûn denilmesi â-aşmdaki farktır. Bu böyledir, zira onlar kendi nefislerine zulmetmeleri sebebiyle zalim", Allah'a itaattan çıkmaları sebebiyle de fâsık diye vasfedilmişlerdir. Bu iki vasfın zikredilmesinin hikmeti, her iki şeyin de meydana geldiğine dikkat çekmektir.. İşte, bu farklı lafızların zikredilmesinin fayda ve hikmetleri hususunda hatırıma gelenler bundan ibarettir. Bu hususa dair gerçek bilginin tamamı ise, Allah kalındadır. [124]

 

Sahil Kasabası Yahudilerinin Kıssası

 

"(Habibim) onlara, o denizin yakınındaki o kasabayı sor. Hani onlar cumartesi gününün hürmetini ihlâl ederek haddi aşmışlardı.. Çünkücumartesi tatili yaptıkları gün balıklar akın akın meydana çıkarak onlara geliyordu. Cumartesi tatili yapmadıkları gün ise gelmiyordu. İşte biz, itâattan çıkmakta olduklarından dolayı, kendilerini böylece imtihan ediyorduk" (Arftl, 163).

Bil ki bu kıssa Bakara suresinde de zikredilmişti. Bununla ilgili birkaç mesele vardır: [125]

 

Birinci Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın ves'elhüm ''onlara sor" buyruğunun maksadı, bu kıssanın onlar tarafından bilindiğini ortaya

koymaktır.  Zira  bu   kıssa,   Hz.   Peygambere,  Allah tarafından bildirilmişti. Bu sorma işinin zikredilmesinin maksadı, şu iki şeyden biridir:

a) Bu soru sorma işinin zikredilmesinin maksadı, onların, Hz. Muhammed (s.a.s) ile O'nun mucizelerini inkâr etmedeki ısrarlarının, o zamanda meydana gelmiş bir şey olmadığına; aksine, bu inkar ve ısrarın onların atalarında eskiden beri mevcut olduğuna dikkatlerini çekmek için onların  bu çirkin günaha ve fahiş isyana yöneldiklerini ifâde etmektir.

b)  İnsan, bazan bir başkasına, kendisinin o hadiseyi iyice bildiğini ve onun inceliklerinden bîhaber olmadığını anlatmak için, "Şu iş, şöyle şöyle değil midir?" der.  Hz. Peygamber (s.a.s) ilim tahsil etmemiş ve herhangi bir kitabı da mütâlâa etmemiş ümmî bir kimse idi.  Dolayısiyle o bu kıssayı aynı şekilde, bir ilâvede ve noksanlaştırmada bulunmaksızın aynen anlatınca, bu adeta O'nun bir mucizesi gibi olmuş oldu. [126]

 

Karye (Köy) Kelimesi Bazen Şehir Manasına Gelir

 

Alimlerin ekserisi ayette bahsedilen o kasabanın "Eyle" olduğu kanaatindedirler. Bunun Medyen ve Taberiyye olduğu  da  ileri  sürülmüştür.   Araplar,  şehre  "karye" adını da verirler. Nitekim, Ebû Amr b. el-Alâ'dan, "Şehir halkından iki adam.." anlamında olmak üzere, "Hasan ve Haccac'dan daha fasih şehirli görmedim " dediği riâyet edilmiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "o denizin yakınındaki.,." buyurmuştur. Yani, "Denize yakın, onun kenarında" demektir.. Hazır olmak, (bulunmak) gâib olmanın, (bulunmamanın) zıddıdır. Bu tıpkı, "Bu, ailesi Mescid-i Haram'da bulunmayanlara aittir" (Bakara. ıge) ayetinde olduğu gibidir.

Cenâb-ı Hak,. "Hani onlar cumartesi gününün hürmetini ihlâl ederek..." buyurmuştur. Yani, "O günde onlar Allah'ın kanununu çiğniyor, sının aşıyorlar" demektir. Bu da, kendilerine yasaklandığı halde, onların cumartesi gününde balık tutmalarıdır. Bu kelime, ye'addün şeklinde okunmuştur. Bunun aslı "ye'tedûn"dur. Bundaki te harfi "dal" harfine idgam edilmiş ve bu te'nin fethaolun harekesi ayn harfine nakledilmiş, böylece "ye'addün" şeklini almıştır. Yine bu kelime, i'dâd (hazırlamak) masdanndan olmak üzere yuiddûn şeklinde de okunmuştur. Çünkü onlara, cumartesi günü ibadetten başka bir şeyle meşgul olmamaları emredildiği halde, av aletlerini hazırlıyorlardı. [127]

 

Sebt Kelimesinin Manası

 

"Sebt" kelimesi ise, yahudller cumartesi gününe saygı gösterdiler" manasına gelen, tabirinden alınma bir masdardır. Buna göre, tabiri "Cumartesi gününe saygı göstermede kusurlu davranıyorlardı." fje ifâdesi de, "Cumartesi işine saygı gösterdikleri günde" manasındadır. Cenâb-ı Hakk'ın "Cumartesi tatili yapmadıkları gün..," ifâdesi de buna delâlet etmektedir. Aynı şekilde, Ömer b. Abdütaziz'in "Cumartesi­lerine saygı gösterdikleri gün" şeklindeki kıraati de bunu te'kid etmektedir. Bu kelime, bâ harfinin zammesiyle  şeklinde de okunmuştur. Hz. Ali (r.a) ise,  (cumartesiye girdiler) fiilinden olarak, yâ harfinin zammesiyle lâ yüsbi-tûn   olarak  okumuştur.   Hasan   el-Basri'nin   bu   kelimeyi,   meçhul   olarak,   la yüsbetûn şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın "Balıklar onlara geldiklerinde" tabiri ya'dûne kelimesi ile (mahallen) mansubtur. Buna göre mana,  "onlara, balıkların geldikleri zaman haddi aşmalarını sor" şeklindedir. Cenâb-ı Hakk'ın  "Cumartesi tatili yaptıkları gün balıklar akın akın (geliyordu)" buyruğundaki şürrean kelimesi suyun yüzünde görünür oldukları halde demektir. Şürra kelimesi, sâri ve şâria kelimelerinin çoğuludur. Bir şeye yaklaşan herşeye, sâri denilir. Aynı şekilde yola yakın olan eve ve batacağı yere yaktn olan yıldızlara denilir. Buna göre balıklar, yahudilerin kendilerini avlayabilecekleri bir şekilde, kasaba (kıyısına) yaklaşıyorlardı.

İbn Abbas (r.a) ve Mücahid şöyle demişlerdir: "Yahudiler de, sizin (kendisine hürmetle) emrolunduğunuz cuma gününe hürmetle emrolunmuşlardı. Ama onlar, bu günü bırakıp, cumartesi gününü seçtiler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onları bu gün ile imtihan etti ve onlara bu günde avlanmayı haram kıldı; böylece bu güne saygı göstermeleri emrolundu. Cumartesi günü geldiği zaman, batıklar suyun yüzünde onlara doğru geliyor ve onlar denizdeki bu balıklara bakıyorlardı. Cumartesi günü geçtiği zaman ise, balıklar kayboluyor ve ancak bir sonraki cumartesi tekrar geliyorlardı. İşte bu, Allah Tealâ'nın, onları sınamış olduğu bir imtihan idi ki, ayetteki "Cumartesi tatili yapmadıkları gün ise, (balıklar) gelmiyorlardı" buyruğu ite anlatılan husustur. Ayetteki ifâdesi "Fıskları sebebi ile onları işte böyle şiddetli bir imtihan ile,deniyoruz" manasındadır. Bu tabir (aynı zamanda) Allah'a itaat eden kimseye, dünya ve ahiret hallerini Allah'ın hafifletip kolaylaştırdığına; O'na isyan edeni ise, çeşitli bela ve sıkıntılara düçâr kıldığına deiâleî eder. Bizim alimlerimiz bu ayeti, Allah Tealâ'nın, hem dünyada hem de âhirette "salah" ve "aslah"a (kulların en fazla yararına olan şeye) riayet etmesinin vâcib olmadığına delil getirmişlerdir. Bu böyledir, çünkü Allah Tealâ, cumartesi günü balıkların onlara akın akın gelmesinin, onları günah ve küfrâna sevkedeceğini biliyordu. Eğer Cenâb-ı Allah'ın "salah" ve "aslah"a riayet etmesi vâcib olsaydı, onları bu günah ve küfürden korumak için, bu günde o balıkları çokça göndermemesi gerekirdi. Dolayısiyle Cenâb-ı Hak, bunu böyle yapıp, onların küfür ve günaha düşmelerine aldırmayınca salah ve astah'a riayet etmesinin O'na vacip olmadığını anlamış oluyoruz. [128]

 

Sonuna Kadar Tebliğde Sebat

 

"Ve hani içlerinden bir cemaat "Allah'ın heiâk edeceği veya çetin bir azabla azabiandıracağı kimselere ne diye öğüt veriyorsunuz?" dediği zaman, o (vaaz edenler), "Rabbinize bir mazeret olsun diye, umulur ki sakınırlar" demişlerdi. Ne zaman ki onlar edilen vaaz-u nasihatlan unuttular, biz de kötülükten nehyedenleri kurtardık. Zulmedenleri ise, yapmakta oldukları fısklar yüzünden, şiddetli bir azab ile yakaladık" (A'râf, 164-165).

Bil ki ayetteki, sözü, önceki ayetteki sözü, üzerine atfedilmiş olup, i'rab bakımından hükmü, aynen onun hükmü gibidir. ifadesi ise, o kasaba halkının cumartesi günü avlanan bu insanlara nasihat etme yolunda iniş çıkış demeden yol tepen ve başkalarının, onların nasihati kabullerinden ümit kesmelerine rağmen, yine de sonuna kadar nasihattan vazgeçmeyen salih şahsiyetlerden ibaret bir cemata işaret etmektedir. Ayetteki ifâdesi, "Allah Teâlâ'nın helak edeceği, yani köklerini kazıyıp, yeryüzünün kendilerinden temizleyeceği; yahut serde aşırı gitmelerinden dolayı, şiddetli bir azab ile azabiandıracağı kimselere niçin öğütte bulunuyorsunuz?" manasındadır. Onlar, artık öğüt ve nasihatin, onlara fayda vermiyeceğini bildikleri için böyle söylemişlerdir.

Ayetteki "Rabbinize bir mazeret olsun diye dediler" ifâdesi ile ilgili iki bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: Hafs'ın Asım'dan olan rivayetine göre o bu kelimeyi mansub olarak, ma'zireten; diğer kıraat alimleri ise, merfû olarak ma'ziretun şeklinde okumuşlardır. Kelimeyi mansub okuyana gelince Zeccâc bu hususta: "Bunun manası, "Rabbimize, bir mazeret, bir özür beyân edebilelim" şeklin­dedir" demiştir. Kelimeyi merfû olarak okuyana gelince bunun takdiri, "Bu, bir mazeret (özür beyan etme) vesilesidir veya  "Bizim sözümüz, bir mazeretten ibarettir" şeklindedir. Bu durumda kelime, rnahzuî bir mübtedânın haberi olmuş olur.

İkinci bahis: Ma'zire kelimesi, üzr gibi, bir masdardır: Ebu Zeyd şöyle demiştir: "Arapça'da, denilir ifâdesi, "özrünü kabul edip onu affetti" manasındadır. Yine "onun özrünü kabul etti" denilir. Nitekim, yani, "özrünü kim kabul edecek?"yani, "falancayı, yaptığı şey hususunda affettim(mazur gördüm" denilmektedir. Buna göre ayetteki "Rabbinize bir mazeret olsun diye" ifadesinin manası, "Biz, nefislerimizin affını ve mazeretini Allah'a sunduk... Çünkü biz, uzun süre nehy-i münker yaptığımız zaman "hiç şüphesiz bu vazifeyi yaptık.. Böylece biz bu hususta mazuruz" deriz" şeklindedir. Ezherî şöyle demektedir: "Ma'zire kelimesi, babından mef'ile kalıbında bir isim olup, özür beyan etmek için kullanılır. Buna göre sanki "Bizim, vaa-z u nasihatimiz, Rabbimize karşı bir özür beyan etme olur" demişlerdir. Böylece isim, mazeret ve özür beyan etme yerinde kullanılmıştır. Nitekim "Falanca, günahı ve hatası sebebiyle mazeret beyan etti, af diledi de ben de onu affettim" denilir. Ayetteki üyu "Umulur ki sakınırlar" Yani, "Bize göre, onların, bu vaazu nasihattan istifade etmeleri böylece de Allah'dan ittikâ ederek bu günahı terketmeleri mümkündür, umulur" demektir. [129]

 

Münkerle İlgili Grupların Akıbetleri

 

Bunu iyici kavradığın zaman biz deriz ki: Bu ayet hakkında iki gürüş bulunmaktadır:

Birinci görüş: Hiç şüphesiz kasaba halkı içinde balık avlayıp, bu günahı irtikâb edenler olduğu gibi, böyle yapmayanlar da bulunuyordu. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılmıştı. Onların içinde, günahkârlara vaazu nasihat ederek, onları bu fiillerinden men etmeye çalışanlar olduğu gibi, vaa'zu nasihat etmeyip, vaa'zu nasihat edenleri hoş görmeyerek onlara, "Allah Teâlâ'nın, kendilerini helak edeceğini veya onlara azâb edeceğini bildiğiniz halde, ne diye onlara vaazu nasihatta bulunuyorsunuz?" diyenler de vardı. Yani, "Onlar bu günahlarında diretme hususunda, ondan artık vazgeçemiyecekleri bir noktaya varmışlardır. Bu sebeple, sizin yapmış olduğunuz bu vaazu nasihat tesirsiz ve etkisizdir. Dolayısiyle terkedilmesi gerekir" demektir.

İkinci görüş: Kasaba halkı iki kısım idi. Bir kısmı günahı işliyor, bir kısmı da ondan men ederek, o günahı işleyenlere vaazu nasihatta bulunuyordu. Bu ikinci grup, bu çirkin şeylere yönelen ve Allah'ın sınırlarını çiğneyen o günahkar gruba vaazu nasihat etmekle meşgul olunca, işte tam o esnada, günahkar grup, vaazu nasihat edenlere "Size göre Allah'ın helak veya azâb edeceği bir kavme ne diye nasihat ediyorsunuz?" dediler.

Vahidî şöyle der: "Birinci görüş daha doğrudur. Zira, şayet onlar iki grup olup, "Rabbinize bir mazeret olsun diye" ifâdesi de, nehyeden grup tarafından haddi aşan grup hakkında söylenmiş bir söz olsaydı, o zaman ontar, "Umulur ki siz sakınırsınız" derlerdi...

Cenâb-ı Hakk' in "Ne zaman ki onlara edilen vaaz u nasihatlan unuttular" buyruğuna gelince bu, "Onları tıpkı unutan kimsenin unuttuğu şeyi terkedip bırakması gibi, saiih kimselerin kendilerine hatırlatmış oldukları şeyi terkedip bırakınca, biz kötülüklerden nehyeden kimseleri kurtardık ve günah işleyen zalimleri ise azabımızla kıskıvrak yakaladık" demektir.

Bil ki ayetin lafzı, haddi aşan grubun helak olduğuna; kötülüklerden nehyeden ve vazgeçiren grubun ise kurtulduğuna delâlet eder.. Ama, "Niçin vaaz u nasihat ediyorsunuz" diyen kimselere gelince, müfessirler bu sözü söyleyen kimselerin hangi gruptan olduklarında ihtilâf etmişlerdir. İbn Abbas (r.a)'dan, bu hususta gürüş beyan etmediği nakledildiği gibi, yine ondan, "Her iki grup da (günah işleyenlerle onlara nasihat etmeyenler) helak oldu, vaazu nasihat edenler ise kurtuldu..." dediği de rivayet edilmiştir. Yine İbn Abbas bu ayeti okuduğunda ağlar ve şöyle derdi: "O nehy-i münker yapmayıp susan kimseler, helak oldular. Biz de öyle yapmıyor muyuz? Hoş görmediğimiz nice şeyler görüyoruz, sonra da susuyor hiçbir şey söylemiyoruz."

Hasan el-Basri, vaaz-u nasihat etmeyen kısmın da kurtulduğunu söylemiştir. Bu görüşe göre iki grup kurtulmuş, üçüncüsü ise helak olmuş olur. Alimler bu görüş hakkında şu şekilde istidlalde bulunmuşlardır: Onlar (vaaz u nasihat etmeyenler), "Allah'ın helak edeceği veya çetin bir azâbla azâblandsracağı bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?" dediklerine göre bu, onların bu günah işleyenlerin durumunu son derece yadırgadıklarına, fakat sırf zann-ı galibleriyle bu günahkârların kendilerinin yapacak olduğu vaaz u nasihata kulak asmayıp ondan yararlanmayacaklarını bilmelerinden ötürü onlara vaazu nasihat etmeyi terkettiklerine delâlet eder.

İmdi şayet, "Hiç şüphesiz vaaz u nasihat etmemek bir günahtır. Vaazu nasihati yasaklamak da bir günahtır. Binâenaleyh, vaazu nasihati terkedip bunu men edenlerin de Cenâb-ı Hakk'ın, "Zulmedenleri ise, yakaladık" buyruğunun hükmüne dahil olması gerekir" denilirse biz deriz ki:

Bu gerekmez, çünkü nehy-i münkerde bulunmak farz-ı kifâyedir. Dolayısiyle bazıları bunu yapınca yapmayanlardan sakıt olur.

Sonra Cenâb-ı Hak, onları şiddetli bir azâb ile kıskıvrak yakaladığını belirtmiştir. Görünen odur ki, bu azâb, daha sonra bahsedilecek otan "mesh" (bir başka şekle döndürme)den başka bir şeydir. [130]

 

Kelimesinde Farklı Kıraatler

 

"şiddetli bir azâb" tabirindeki beîs kelimesi çok çeşitli şekillerde okunmuştur:

a) Faît vezninde, beîs şeklinde. Ebû Ali, böyle okunması halinde şu iki izahın yapıldığını söylemiştir:

1) Bu kelimenin bir şey şiddetli olduğunda söylenilen yani "şiddetlenmek" tabirinden olmak üzere, faîl vezninde olmasıdır.

2) Ebû Zeyd'in söylemiş olduğu şu husustur: Bu kelime, fakirlik anlamına gelen bü's masdarından türemiştir. Nitekim, bir kimse fakir düştüğünde: denilir. Bu kimse hakkında bâis denilir ki "fakir" anlamındadır.

Binaenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın tabiri "Fakir düşüren bir azâb ile anlamındadır.

b) Bu kelimenin  (sakınan, çekinen) vezninde  şeklinde okunması.

c) Tıpkı, (kurt) kelimesinin şeklinde okunması gibi, hemzenin yâ'ya dönüştürülmesiyle bîs şeklinde okunması.

d)  Fey'al vezninde bey'es şeklinde okunması.

e) (reis, lider) vezni gibi, kelimesinin hemzenin yâ'ya kalbedilip yâ harfinin de diğer yaya idgam edilmesiyle( şeklinde okunması.

f) Tıpkı heyyin (kolay, basit...) lafzının heyn şeklinde okunması gibi, bu kelimenin de şeddesiz olarak beys şeklinde okunması... Bütün bu kıraatları Keşşaf sahibi nakletmiştir.

Sonra Cenâb-ı Hak, onların başına bu azabın inmesine rağmen diretip isyan ettiklerini beyan ederek, [131]

 

"Bu suretle onlar serkeşlik ederek yasak edileni yapmakta ısrar edince kendilerine: "Hor ve zelil maymunlar olun" dedik. O vakit Rabbin. Kıyamet gününe kadar onların üzerine kendilerini en kötü azaba duçar edecek kimseler göndereceğini yeminle bildirdi. Şüphe yok ki Rabbin, cezayı çabukverendir. Muhakkak ki O, çok affeden, çok merhametli olandır" (Arat, 16&-167).buyurmuştur.

Bu ayet hakkında birkaç bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: kelimesi, diretip İsyan etmek demektir. Binâenaleyh onlar, nehyedildikleri şeye karşı diretip isyan ettiklerinde, itaat etmiş olurlar. Çünkü onlar, nehyedildikleri şeye karşı koymuşlar, diretmişlerdir. Halbuki muradın bu olmadığı malumdur. Şu halde bir takdir yapmak gerekir.. Buna göre kelâmın takdiri, "Onlar, nehyolunduklan şeyi terketmeye diretince" şeklinde olur.

Bu ifâdede muzâf olan terk kelimesi hazfedilmiştir. Dolayısiyle onlar nehyedilen şeyi bırakma hususunda diretince bu yasaklananı isteyip irtikâb etme olmuş olur. [132]

 

Emri Söz Değil Fiildir

 

İkinci bahis: Bazı alimler şöyle demişlerdir: "Hak Teâlâ'nın, "Kendilerine hor ve zelil maymunlar olun dedik" buyruğu bir söz cinsinden olmayıp aksine bir fiil cinsindendir.. Yani,"Allah Teâlâ bunu yaptı" demektir. Bunda, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir şeyi dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona "ol" dememizden ibarettir. O da derhal oluverir" (Nam, 40) ifâdesinin söz değil, bir fiil manasında olduğuna da delâlet bulunmaktadır." Zeccâc ise şöyle demiştir: Onlara, duyulan bir söz ile (yani, Cenâb-ı Hak bizzat bunu onlara söylemek suretiyle) bu hale gelmeleri emredildi. Binaenaleyh, bu daha beliğ bir ifade olmuş olur.

Bil ki, bu sözü bu manaya hamletmek uzak bir ihtimaldir. Zira, bir emre muhatap olan kimsenin o şeye gücünün yetmesi gerekir. Halbuki yahudiler, kendilerini maymunlar haline getirmeye muktedir değillerdi... [133]

 

Maymuna Dönüştürülen Yahudiler

 

Üçüncü bahis: İbn Abbas şöyle demiştir; "Yahudiler, sabahleyin Kendilerinin zelil maymunlar olduğunu gördüler. Onlar üç gün bu şekilde beklediler; derken diğer insanlar onları gördü... Sonra da, yok olup gittiler..." İbn Abbas (r.a)'dan şu da nakledilmiştir: "Yahudilerin gençleri maymun, ihtiyarları ise domuz haline getirildiler..." Bu, ayetin zahirinin tersine bir görüştür. Alimler, maymun haline getirilen bu kimselerin bu halde kalıp kalmadıkları ve maymunların bunların neslinden olup olmadığı veyahut da bunların helak olup, nesillerinin de sona erip ermediği... gibi konularda ihtilâf etmişlerdir...

Ayette, bu hususlara dair herhangi bir delâlet bulunmamaktadır. Gerek "mesh" (maymunlar haline çevirme), gerekse bununla ilgili hususlar geniş bir biçimde Bakara sûresinin tefsirinde anlatılmıştı.. Allah en iyi bilendir.       

Cenâb-ı Hak, sonra şöyle buyurmuştur:

"O vakit Rabbin, Kıyamet gününe kadar onların üzerine kendilerini en kötü azaba duçar edecek kimseler göndereceğini yeminle bildirdi. Şüphe yok ki Rabbin, cezayı çabuk verendir. Muhakkak ki O, çok affeden, çok merhametli olandır" (A'râf, 167).

Bil ki Allah Teâlâ yahudilerin gerek iyi, gerek kötü işlerini açıkladıktan sonra bu ayette de, kendisinin onlara, Kıyamete kadar hor ve hakir olmayı hükmettiğini belirtmiştir. Sibeveyh şöyle demektedir: Ezzene fiili "bildirdi" manasındadır. Yine ezzene "bildirmek İçin nida edip, bağtrdı" anlamındadır. Hak Teâlâ'nın ^flj oiy JM» "Bunun üzerine aralarında bir münadî..., diye ünledi" (A'râf, 44) buyruğu da bu ikinci manadadır. O halde ayetteki teezzene kelimesi, "bildirdi" demek olan ezzene manasındadır. Ayette geçen jiîî vezni, kendisinde olmayan bir şeyi izhar edip ortaya koyma yani tekellüf manasında olmayıp, aksine buradaki bu sîganın anlamı manasındadır. O halde teezzene lafzı ezzene manasındadır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı "O, çok yücedir, koştukları şeriklerden münezzehtir" (Rum, 40) ayetinde olduğu gibidir. Yani "teâlâ" kelimesinin manası, "yücedir" şeklinde olup, yoksa "üstünlük tasladı" manasına gelmez.

buyruğu hakkında iki bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: ifâdesindeki lâm, kasemin cevabında gelen lamdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın Jâü üj ifâdesi, o haberi kesin olarak yerine getireceği hususunda adetâ bir yemin gibi olmuştur. [134]

 

Yahudilere Verilen Zilletin Manası

 

İkinci bahis: Aleyhim kelimesindeki "hüm" zamirinin, "Bu suretle onlar serkeşlik ederek yasak edileni yapmakta ısrar edince kendilerine: "Hor ve zelîi maymunlar olun" dedik" (A'rât. ire) ayetinde bahsedilen kimselere râci olması gerekir. Ancak ne var ki, maymun haline getirilen o kimseler üzerinde ilâhî tekliflerin, mükellefiyetin devam etmediği malûmdur.. İşte bu sebeple bu hususta alimler ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak alimlerin bir kısmı: "Bununla onların nesilleri ve onlardan geriye kalan kimseler kasdedilmiştir" derken, diğer bazıları: "Hayır, bununla diğer yahudiler kastedilmiştir; çünkü o kasaba halkı, iyiler ve haddi aşanlar şeklinde olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Böylece Cenabı Hak, haddi aşanları maymun haline getirdi, zilletini de geriye kalanlar üzerine attı..." demiştir. Ekseri ulemâ ise bu ayetin, Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında yaşayan ve Hz. Muhammed'in de kendilerini, şeriatına ve dinine, İslâm'a davet etmiş olduğu yahudiler hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir ki bu, doğruya daha yakındır. Zira bu ayetin maksadı, Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında yaşayan yahudileri korkutmak ve onlan yahudilikte devam etmekten men etmektir.. Çünkü onlar, Kıyamete kadar zillet içinde kalacaklarını anladıklarında, yahudilikten vazgeçeceklerdir.

Üçüncü bahis: Şüphe yok ki bununla, küfür ve yahuditik üzere devam eden yahudiler kastedilmiştir; ama Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman edenlere gelince, onlar bu hükmün dışında kalırlar..

"Kıyamet gününe kadar" buyruğuna gelince bu, o azabın Kıyamete kadar süreceği hususunda bir nasstır. Böyle olması da, bu azabın ancak dünyada meydana gelmesini gerektirir. İşte alimler bu noktada ve bu azabın ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazı âlimler bunun cizye almak olduğunu söylemişlerdir. Hak Teâlâ'mn, "Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar üzerlerine zillet (damgası) vurulmuştur " <âi-i imrân. 112) ayetinden dolayı, bu azabın onları hafife almak, ontarı hor ve hakir kılmak, zelil kılmak şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Yine bunun kılıçtan geçirilme, öldürülme, vatanlarından çıkarılıp uzaklaştırılma... olduğu da iteri sürülmüştür. Bu görüşü benimseyen kimseler bu ayetin Hayber halkıyla Kurayza ve Nadîroğullan hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Halbuki bu ayet, kendilerinin bir devleti ve izzetleri olmayıp, kendilerini zilletin çepeçevre kuşattığı hor ve hakirtiğin kendilerini terketmeyeceğine dair, yahudiler hakkında nazil olmuştur. Allah Teâlâ Hz. Muhammed zamanında bu hadiseyi haber verip, sonra da biz, durumun aynen böyle olduğunu müşahede edince, bunun, gaybtan haber veren doğru bir haber olduğu anlaşılır. Böylece de, bir mucize olur.. Deccâle tâbi olanların yahudi olacağına dair rivayet eğer doğruysa, bu haberin manası, "Onlar, Deccâl çıkmazdan önce yahudî idiler; sonra da Deccâl'in ulûhiyyetine kail oldular" şeklinde olup önceki isimleriyle anılmış olduklarını ifade etmektir. Eğer böyle olmasaydı, o zaman onların, Deccâl'e uydukları vakitte, zillet ve kahır altında bulunmaktan kurtulmuş olmaları gerekirdi.. Bu ise, ayetin ifâde etmiş olduğu mananın hilâfına olmuş olur.. Bazı alimler de, zillet ve alçaklığın, yahudiler için gerekli, ayrılmaz bir vasıf oiduğuna, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar üzerlerine zillet damgası vurulmuştur. Meğer ki AHah'dan veya insanlardan bir himaye bulunsun"(Âi-ıimran. 112) ayetini delil getirmişlerdir. Ama bu ayetin, bu manaya delaleti kuvvetli değildir. Çünkü bu ayette geçen istisna, her halükarda zilletin o yuhudilerin ayrılmaz vasfı olduğunu kesin olarak söylemeye mânidir. Ama tefsir ettiğimiz ayette, ne bir istisna ne de bir takyîd yer almamıştır. Binaenaleyh bu ayetin, o manaya delâleti daha kuvvetlidir. Alimler bu zilleti o yahûdilere verenin kim olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, bazı alimler, bunun Hz. Peygamber ve onun ümmeti olduğunu söylemişlerdir. Bunu yapanların kendi içlerinden başlarına geçmiş olan zâlim idareciler olabileceği de söylenmiştir. Fakat o idarecilere böyle yapmaları emredilmiş değildir. Bu görüşte olanlar, ayetteki ifâdesini, "Biz kafirlerin basma... şeytanları gönderdik" (Meryem, 83) ayetindeki gibi manalara hamletmişlerdir.. Binâenaleyh, bu ayetteki "gönderme" ile tahliye, yani kendi hallerine bırakma ve (kötülükten) engellememek manası murad edildiğine göre, buradaki "bi'set" (gönderme) ifâdesi ile de, aynı mana kastedilmiştir.. Bu görüşte olan kimse bununla Buhtunnasır ve günümüze kadar olan diğer zalim kral ve idarecilerin kastedildiğini söylemiştir.

Daha  sonra  Cenab-ı   Hak,   sözünü   "Şüphe yok ki Rabb'm, cezayı çabuk verendir. Muhakkak ki O gafur ve rahimdir" diye bitirmiştir. Bu ifâde ile dünyadaki zilletlerinin yanısıra, ahirette de azaba uğramaktan sakındırmak ve küfür ile yahudilikten tevbe edip, Allah ile Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman dairesine giren kimselere, gafur ve rahîm olduğunu c 'aırrr.ek kasdeditmiştir. [135]

 

Onları, yeryüzünde (çeşitli) ümmetler olarak böldük. Onlardan kimi salihdii kimi de böyle değildir. Onları hem iyiliklerle, hem kötülüklerle imtihana çektik ki (iyiliğe) dönsünler" (ATM, 168).

Bil ki ayetteki, "Onları,.. böldük" ifâdesi, önceki ayette geçen ifâdesin­den bütün yahuditerin kastedildiğine delâlet eden delillerden birisidir. "Onları böldük, onları paramparça, darmadağınık ettik" demektir. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ Dunun peşinden, ''Yeryüzünde (çeşitli) ümmetler olarak" buyurmuştur. Bu ifâdenin zahirine göre, yerleşilmiş olan her yerde, o yahudilerden bir grup bulunur. Yahudilerin genel durumu böyledir. Dolayısiyle "Onları... böldük"tabiri, "Her beldede mutlaka onlardan bir grup bulunacak şekilde böldük" demektir.

Allah Tealâ daha sonra "Kimi salihdir" buyurmuştur. Bu ifâde ile Hz. Musa (a.s) zamanındaki yahudilerin kastedildiği, çünkü onların içinde, hakka u aşmış kimselerin bulunduğu söylenmiştir. İbn Abbas (r.a) ve Mücahid ise şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hak bu tabirle Hz. Muhammed (s.a.s) zamanına yetişip, O'na iman eden eht-i kitabı kastetmiştir."

Cenâb-ı Allah  buyurmuştur. Bu "Onlardan, böyle salih olmayanlar da var" demek olup, bu ifâde ile yahudilikte ısrar ve devam edenler kastedilmiştir. Buna göre eğer, "Ayetteki ifâdesi ile de, salih olup da, Salihlikte öncekilerin derecesine ulaşamamış kimselerin kastedilmiş olması niçin mümkün olmasın? Çünkü bu ayetin zahirine daha uygun olan bir manadır"denilirse biz deriz ki: "Cenâb-ı Allah'ın bunun hemen peşinden, ''Umulur ki iyiliğe dönerler" buyurmuş olması, bu ifâdeden yahudiliğini sürdürüp salih olmaktan uzak kalan kimselerin kasdedildiğine delalet eder.

Cenâb-ı Hakk'ın "Onları hem iyiliklerle, hem kötülüklerle imtihana çektik" buyruğu, "Biz onlara hem iyilikler ile nimetlerle, bolluklarla ve afiyetle, hem de kötülüklerle, kıtlıklarla, sıkıntılarla denenen kimselere muamele eder gibi muamele ettik" demektir. Me'âni alimleri şöyle demişlerdir: "İyilik ve kötülüklerden herbiri, insanı taata sevkeder, Nimetler, teşvik edici olduğu için; belâ ve musibetler de, korkuttuğu için böyledir. Ayetteki "dönsünler" ifâdesi ile, "tevbe etsinler" manası kastedilmiştir. [136]

 

İyilerden Sonra Kötü Nesil

 

"Onlardan sonra, kitaba vâris olmuş, bu dünyanın geçici metâ'tnı kapıp. "Biz ileride bağışlanıra" diyen, kendilerine ona benzer bir meta gelirse, onu da kaçırmayıp alan bir nesi! onların yerine geçti: Allah'a karşt hakdan başkasını söylemeyeceklerine dair. kendilerinden o kitabın mîsâkt alınmamış mıydı? Halbuki onlar, o kitapta olanları okuyup öğrenmişlerdi ve halbuki âhiret yurdu muttakiler için daha hayırlıdır. Halâ aklınızı başınıza almayacak mısınız? Bir de kitaba sımsıkı sarılanlar ve namazı dosdoğru kılanlar için (bu, daha hayırlıdır). ''Şüphesiz ki biz iyilik için çalışanların mükafaatını, zayi etmeyeceğiz" (A'raf. 169-170).

Bil ki ayetteki, "Onlardan sonra... bir nesil onların yerine geçti" ifâdesinin zahirine göre, birinci nesil övülmüş, onların yerine geçen soy verilmiştir. Durum böyle olunca, bu ifâde ile, geçen ayette bahsedilen, o salih kimselerden sonra, onların yerine bir soyun halef kılındığı kastedilmiş olmalıdır. Zeccâc şöyle der: "Halef", "senden alınan şeye karşılık, onun yerine sana verilen şey" demektir. İşte bu manadan ötürü, bir neslin peşine, onların yerine geçen nesle "halef" denmiştir. Buna "half" de denir.

Ahmed b. Yahya da şöyte demiştir: İnsanların hepsi, (iyi halef), ve (kötü halef) tabirlerini kullanırlar Velhasıl, Araplardan bazıları halef ve half kelimelerini, hem iyi, hem de kötü halef manasında kullanırlar. Bazdan İse, half kelimesinin, sadece kötü halef manasında olduğunu söylerler. Nitekim lebid şöyle demiştir:

Yine bazı Araplar, zemm için kullanılan half kelimesinin, kötü-bozuk manasına olan hatf masdarından alındığını söylemişlerdir. Nitekim sözün âdisine de "half" denir. Şü meşhur darb-ı mesel de bu manadadır: "Bin kere sustu, bir kere konuştu onu da yanlış konuştu." Birşey bozulduğunda denilir. Ağzın kokusunun değiştiğini ifâde etmek için de bu fiil kullanılır. [137]

 

Dünyalık Peşinde Koşmaları

 

Cenâb-ı Hak "Bu dünyanın geçici metâ'ını kapan" buyurmuştur. Ebu Ubeyde şöyle demiştir: "Bütün dünya malına, ra harfinin fethası ile, araz denilir. Nitekim "Dünya mevcud bir arazdır, ondan iyi de, kötü de yer" denilir. Râ'nın sükûnu ile arz keitmesi ise, aynî yani altın ve gümüş olmayan diğer eşyaya denir. Bunun cem'i uruz şeklindedir. O halde, her araz, arzdır; fakat her arz, araz değildir." Cenab-ı Hakk'ın  ifâdesi ile, bu dünyanın çeh-çöpü murad edilmiştir. Yani dünya ve dünyada kendisinden istifade edilen şeyler kastedilmiştir Ayetteki ifadesinde, bir hakaret ve küçümseme vardır. Bundaki "ednâ", ya "yakın" manasına olan "dünüvv"den müştaktır. Çünkü dünya yakın ve peşin olan hayattır. Yahut da, "durumu düşük, âdî ve değersiz" demek olan "dünüw"den müştaktır. Bu tabirle, Allah'ın kelâmını tahrif için, o yahudi-lerin. verdikleri hükümlerde rüşvet almaları kastedilmiştir. Allah Tealâ daha sonra, onların bu günahı önemsemeyerek, "Bize ileride bağışlanır" dediklerini nakletmiştir. Daha sonra da,  ''Kendilerine ona benzer bir meta gelirse, onu da kaçırmayıp alın" buyurmuştur. Allah Tealâ bu ifâde ile, onların günahlarında ısrar ettiklerini bildirmeyi murad etmiştir.

Hasan el-Basri: "Bu, onların dünyaya düşkün olduklarını, ama buna rağmen ondan tam istifâde edemediklerini haber vermektedir" demiştir. [138]

 

Allah'a Verdikleri Sözde Durmayanlar

 

Allah Tealâ, daha sonra, onların yaptıkları işin kötülüğünü açıklayarak "Allah'a karşı hakdan başkasını söylemeyeceklerine dâir, kendilerinden o kitabın (Tevrat'ın) misakı alınmamış mıydı?" buyurmuştur. Bu ifâdeden muradın, Hak Tealâmn, onları rüşvet almak İçin Tevrat'ı tahrif etmekten ve şer! kanunları değiştirmekten men ettiği manası olduğu söylendiği gibi, onların bu günahta ısrarlarına rağmen, "Bu günahımız ileride bağışlanır" demiş olmalarının, asılsız bir söz olduğunu bildirmesi manası olduğu da söylenmiştir. Buna göre eğer, "Bu Tevrat'ın hükmüne göre, büyük günah sahibi kimselerin affedilmeyeceğine delalet eder" denilirse, biz deriz ki: Onlar, büyük günahın mutlaka affedileceği kanaatinde idiler. Halbuki biz, affın kesin olduğunu söylemiyor, aksine bunu ürniti ediyoruz ve diyoruz ki: "Allah Tealâ eğer, bu günahlardan doiayı azab ederse, bu devamlı olmayan, son bulacak olan bir azabtır."

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Halbuki onlar o kitapta olanları okuyup öğrenmişlerdi." Yani "Onlar onu okuyup öğrenmiş oldukları için, kendilerinde alınmış olan o mtsakı (sözü) hatırlarlar" buyurmuş ve bundan sonra da ''Halbuki âhiret yurdu, o âdî ve değersiz rüşveti almaktan sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?" demiştir.

Cenâb-ı Hak "Bir de kitaba sımsıkı sarılanlar.. -" buyurmuştur. Arapça'da (O şeye sımsıkı sarıldım) denilir. Âsım'ın ravisi Ebu Bekr, bunu, şeddesiz olarak, yümsikûn; diğer kıraat İmmamları ise şeddeli olarak yümessikûn şeklinde okumuşlardır. Asım'ın böyle okuyuşunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara. 229) (Ahzat,37) ve  (Mdide. 4ı ayettendir. Vahidî'şeddeli okuyuş daha kuvvetlidir. Çünkü şedde o işin çokça yapıldığına delalet eder. Burada da bu ifâdeyle, çokça yapma manası kastedilmiştir. Bir de genel olarak fiil, şeklinde kullanılır. Nadiren de,  şeklinde (harf-i cerli) kullanılır" demiştir.

Bunu iyice kavradığın zaman deriz ki: Ayetteki ifâdesinin, cümledeki yeri hakkında iki görüş belirtilmiştir:

1) Mübtedâ olarak mahallen merfû olup, haberi "Biz iyilik için çalışanların mükafaatım zayi etmeyiz" ifadesidir. Bunun manası, "Biz onların, mükâfaatmızâyî etmeyiz" şeklindedir. Bu tıpkı, "İman edip de güzel güzel amellerde bulunanlara gelince elbette biz iyi davrananların mükafaatlarını zâyî etmeyiz"<Kehf.30> ayetinde olduğu gibidir. Bu izah ve tertip güzeldir. Çünkü Allah Tealâ, kitaba saramayanlarla ilgili va'îdi zikredince, bunun peşinden, kitaba sımsıkı sarılanlar için olan va'adini bildirmiştir.

2) Bu söz, ayetteki kelimesi üzerine matuf olarak mahallen mecrurdur. Buna göre ayetteki, "B/z muslih olanların Tiükâfaatmı zayi etmeyiz" buyruğu, kendinden öncekileri te'kid eden bir ifâde olmuş olur.

Buna göre şayet, "Kitaba sımsıkı sarılmak, her türlü ibadeti içine altr. Mesela namazı dosdoğru kılma da bu ifâdenin içine dahildir. O halde daha niçin bu ayette, namaz ayrıca zikredilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Namazın önemini ortaya koyup, onun imandan sonra ibadetlerin en büyüğü olduğunu belirtmek için böyle getirilmiştir." [139]

 

Dağın Gölgelik Gibi Üzerlerine Getirilmesi

 

"Biz, bir zaman dağı. sanki bir gölgelik imiş gibi çekip üstlerine kaldırmıştık. Onlar hakikaten onun, üzerlerine düşeceğini beklemişlerdi. İşte o vakit "Size verdiğimizi kuvvetle tutun. Onda olanı düşünün. Tâ ki ittikâ etmiş olasınız" demiştik"(A'râf. 171).

Ebu Ubeyde şöyle demiştir: Netk kelimesi aslında, birşeyi yerinden söküp atmak demektir. Nitekim dağarcığında olanları döküp attığında, denilir. Yine çocuğu çok olan kadına da, denilir. Çünkü o da, rahminden çocuklarını çıkarıp atmış olur. O halde, buyruğu "Biz o dağı kökünden söküp, onların üzerlerinde tuttuk" demektir. buyruğu hakkında İbn Abbas, bunun "sanki o bir tavan gibi" manasında olduğunu söylemiştir. Zulle, evin tavanı, bulut veya kuşatan bir kanat gibi şeylerin, senin üzerindeki gölgesi demektir. Ayette bahsedilen bu kıssa Bakara suresinde eie alınmıştı.

Müfessirler, buyruğunda zannın "kesin bildiler ve inandılar" manasında olduğunu söylemişlerdir. Me'âni alimleri ise, "Bu, "Onlar, Allah'a muhalefet ettikleri takdirde o dağın başlarına düşeceği hususunda içlerinde, kuvvetli bir zannın meydana gelmesidir" demişlerdir. "Zann" kelimesinin manasını ortaya

koymada, bu izah daha açıktır. Bu husustaki söz, daha önce (Bakara. 46) ayetinin tefsirinde geçmişti. Rivayet edildiğine göre onlar, katılığı ve ağırlığı sebebi ile, Tevrat'taki hükümleri kabul etmekten kaçınmışlar. Bunun üzerine, Cenâb-ı Allah, Tür dağını, onların ordugâhlarının genişliğince, başlarının üstüne yükseltmişti. Bunların ordugâhları ise, bir fersah eninde ve boyunda olan bir yerdi. Onlara, "Eğer Tevrat'ı içindeki bütün hükümleriyle kabul ederseniz ne âlâ; yoksa o dağ kesin olarak üzerinize düşecek" denildi. Onlar dağa her baktıklarında, her biri sol kaşı üzerine secde ederek yere kapanıyor ve Tür dağının üzerlerine her an düşebileceğinden korkarak, sağ gözleri ile dağa bakıyorlardı, jşte bundan dolayıdır ki, her yahudinin sol kaşı üzerine secde ederken, sağ gözü ile yukarı baktığını ve: "Bu, sayesinde üzerimizde ceza ve ukubetin kaldırıldığı secdedir" dediğini görürsün.

Allah Teâlâ daha sonra "Size verdiğimizi kuvvetle tutun" buyurmuştur. Bu, "Bizonlara, "Size verdiğimizi kuvvetle tutun" dedik" veya '"Size kitapta verdiğimiz hükümleri kuvvetle, meşakkat ve zorluklarına katlanma azmiyle tutunuz" dedik" manasındadır.

yani "Onda bahsedilen sevabı ve ihabı hatırlayın" buyurmuştur. Ayetteki bu ifadelerle şu mananın kastedilmiş olması da mümkündür: "Size vermiş olduğumuz o büyük ayeti (mucizeyi), eğer gücünüz yetiyorsa kuvvetle tutun." Bu, Cenab-ı Hakk'ın "Göklerin ve yerin bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yetiyorsa, haydi geçin" (Rahman. 35) ayetinde olduğu gibidir. Ve yine bu, "Ondaki ilahi kudrete delâlet eden delilleri de düşününüz. Umulur ki, üzerinde olduğunuz bu halden sakınırsınız" manasındadır. [140]

 

"Hani Rabbin âdemoğullarından onların sırtlarından, zürriyetlerini çıkarıp, kendilerini kendilerine şahid tutmuş ve "Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" (demişti). Onlar da "Elbette! (Rabbimizsin). Şâhid olduk" demişlerdi. İşte bu şâhid tutma Kıyamet günü, "Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindi. Yahut, "Daha evvel ancak atalarımız şirk koşmuş. Biz de onların ardından gelen bir nesiliz. Şimdi o bâtılı kuranların işledikleri şeyler yüzünden bizi helak mi edeceksin?" dememeniz içindi. İşte biz ayetleri böyle açıklarız. Umulur ki küfürlerinden dönerler" (Aprâ1, 172-174).

Bu ayetlerle ilgili birkaç meseîe bulunmaktadır: [141]

 

Allah'ın İnsanlardan Ahid  Almış Olması                

 

Bil ki Cenâb-ı Hak, Hz. Musa (a.s)'nın kıssasını, ilgili hususlarıyla birlikte en geniş bir şekilde açıklayınca, bu

ayetlerde de, bütün insanlar için bir hüccet ve delil olacak olan bir hususu zikretmiştir. 8u ayetin tefsiri ile ilgili iki görüş vardır:

Birinci görüş: Müfessirlerin ve hadiscilerin görüşüdür. Müslim b. Yesâr el-Cüheni'nin rivayet ettiğine göre Hz. Ömer (r.a)'e bu ayet hakkında sorulunca o şöyle demiştir:  "Ben Allah'ın Resulüne,  bu ayet hakkında sorulduğunu, O'nun da şöyle dediğini duymuştum: "Allah Subhânehû ve Teâta, Hz. Adem'i yarattı. Sonra onun sırtını sıvazlayıp, oradan birzürriyet (soy) çıkardı ve "Ben bunları cennet için yarattım. Bunlar, cennetliklerin amelini yapacaklar" dedi. Daha sonra (tekrar) Hz. Adem'in sırtını sıvazladı ve oradan bir zürriyet daha çıkarıp "Ben, bunlan da cehennem için yarattım. Bunlar, cehennemliklerin amelini yapacaklar" buyurdu. Bunun üzerine orada bulunanlardan bir adam: "Ey Allah'ın Resulü, o halde (insanın) amel etmesi ne için?" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle dedi:

"Allah bir kulu cennet için yaratınca, cennetliklerin amellerinden bir amel üzere ölüp de, cennete girsin diye. onu cennetliklerin amellerinde çalıştırır: bir kulu da cehennem için yaratınca, cehennemliklerin amellerinden bir amel üzere ölüp de. cehenneme girdirsin diye. onu cehennemliklerin amellerinde çalıştırır."

Ebu Hureyre (r.a), rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.s): "Allahu Teala. Hz. Adem'i yarattığı zaman, onun sırtım sıvazladı ve sırtından. Kıyamet gününe kadar, onun soyundan gelecek olan her can düştü" buyurdu.

Mukâtil şöyle demiştir: "Allah Teâla, Hz. Adem'in sırtının sağ yanını sıvazladı. Bunun üzerine oradan, zerreler gibi hareket eden beyaz bir zürriyet çıktı. Sonra onun sırtının sol yanını sıvazladı. Bunun üzerine oradan da, zerreler gibi (toz zerrecikleri gibi), siyah bir zürriyet çıktı. Bundan sonra da: "£y Adem, işte bunlar senin soyun'' buyurdu.

Daha sonra Cenâb-ı Hak onlara, "Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" demişti. Onlar da. "Elbette! (Rabbimizsin)" demişlerdi" buyurdu.

Bunu müteakiben Allah beyaz nesle, zürriyete hitaben: "Bunlar, rahmetimle cennettedirler ve bunlar, ashab-ı yemindir;" siyah zürrivete de: "Bunlar da cehennemdedir; buna aldırmam. Bunlar, ashâb-ı şimal ve ashâb-ı meş emedir" dedi, sonra da onların hepsini tekrar Adem'in sulbüne geri döndürdü. Bu sebeple kabirdekiler, erkeklerin sulblerinden, kadınların da rahimlerinden, bütün misak ehli (kendilerinden ahd alınan bu zürriyetler) çıkıp sona erinceye kadar, kabirlerinde beklerler. Allah, ilk ahdi bozanlar hakkında da, "Biz onların çoğunda ahd(e vefa) bulmadık.."(A-rit. 102) buyurmuştur. Bu görüşü, Saîd İbn el-Müseyyeb, Said İbn Cübeyr, Dahhâk. İkrime ve Kelbî gibi, pekçok selef müfessiri kaoul edip benimsemiştir.

İbn Abbas(r.a)dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah TeâlâHz. Adem'e, zürriyeti içinde, nurlu bir topluluk gösterdi. Bunun üzerine Adem "Ya Rabbi, onlar kimdir?" deyince de. Allah "Peygamberlerdir.." cevâbını verdi. Adem, onlardan daha fazla nurlu olan birisini gördü. Bunun üzerine. "Bu kimdir?" diye sorunca,

Cenâb-ı Hak, "Dâvud'dur" cevâbım verdi., Hz. Adem, "Ömrü ne kadardır?" deyince de "Yetmiş yıldır.." buyurdu.. Adîm, "Bu az, ben ona ömrümden kırk yıl bağışladım" dedi. Hz. Adem'in ömrü bm yıl idi. O, ömrümün dokuz yüz altmış (960) yılım tamamlayınca, canını almak üzere, ölüm meleği yanma geldi. Bunun üzerine Adem (a.s) ''Benim Ömrümden geriye kırk yıl kaldı" deyince, ölüm meleği, "Sen bunu, oğlun Davud'a bağışlamamış miydin?" dedi. Bunun üzerine Adem (a.s) "Ben ömrümden, hiç kimseye hiçbir şey vermem" dedi. İşte o esnada, herkes için eceli yazılıp takdir edildi..." [142]

 

Ahid Hakkında Mutezilenin Tevili

 

Mutezile, bu ayetin bu şekilde tefsir edilmesinin caiz olmayacağı hususunda ittifak halindedir. Onlar bu görüşün çürüklüğünü iddia ederken şu delilleri ile sürmüşlerdir:

Birici delil: "Ademoğullanndan, onların sırtlarından.." buyurmuştur.  kelimesinin  kelimesinden bedel olduğunda

bir şüphe yoktur. Buna göre bu ifâdenin manası, "Hani Rabbin, ademoğullarının sırtlarından almıştı" şeklinde olur ki, buna göre de Allah Teâlâ, Adem'in sırtından herhangi bir şey aldığını açıklamamıştır.

İkinci delil: Şayet, bu ifâdeden murad, "Allah Teâlâ, Adem'in sırtından zürriyetinden bir şey çıkardı" şeklinde olsaydı, o zaman min zuhûrihim (sırtlarından) buyurmayıp, aksine min zahrihi (sırtından) demiş olması gerekirdi. Çünkü Hz. Adem'in tek bir sırtı bulunmaktadır. Cenâb-ı Hakk'tn, zürriyetehum (zürriyetlerini) ifâdesi de böyledir.

Şayet bu tabirle Hz. Adem kastedilmiş olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak zürriyyetehum (zürriyetinı) buyururdu.

Üçüncü delil: Allah Teâlâ, o zürriyetlerin, "Daha evvel ancak atalarımız şirk koşmuş" dediklerini nakletmiştir. Halbuki bu söz Adem'in çocuklarına yakışmaz. Zira, Hz. Adem müşrik değildi.

Dördüncü delil: "Ahd", ancak aklı olan kimseden alınır. Dolayısıyla şayet Allah Teâlâ, o zerrelerden ahd almış olsaydı, o zaman o zerrelerin aklı olmuş olurdu. Onlar akıllı olsalardı ve akıllı oldukları halde bu sözü, bu ahdi vermiş olsalardı, o zaman onların, bu âleme gelmeden önce bu vakitte böyle bir söz vermiş olduklarını hatırlamaları gerekirdi. Çünkü bir kimse için, önemli ve büyük bir hadise meydana gelirse, aklı olduğu halde o hadiseyi tamamiyle unutup, ondan az ya da çok, hiçbir şey hatırlamaması mümkün değildir.. İşte bu delile dayanılarak, "tenasüh" fikri reddedilmiş, çürütülmüştür. Çünkü biz, şöyle diyoruz: Şayet bizim ruhlarımız, bu bedenden önce başka bedenlerde idiyse, bizim şu anda, bu bedenden önce başka bir bedende olduğumuzu hatırlamamız gerekirdi.. Biz bunu hatırlayamadığımıza göre, . "tenasüh" fikri bâtıl olmuş olur. Şu halde biz, "tenasüh" fikrini çürütme hususunda, sadece bu delile dayandığımıza ve aynı delil de, bu meselemiz hakkında söz konusu olduğuna göre, bunun gereğine göre hükmetmek gerekir. Şayet, "Biz o misak vaktinde söz verdik,. Ne var ki, o vakitte vermiş olduğumuz ahde dair hiçbir şey hatırlayamıyoruz.." denilmesi caiz olursa, "Biz bu bedenden önce, başka bir bedende İdik, ne var ki biz, şimdiki bu bedenimizde, eski bedendeki hallerimize dair herhangi bir şey hatırlayamıyoruz..",denilmesi de niçin caiz olmasın? Özet olarak diyebiliriz ki, bu görüşle, "tenâsüh"ü benimseyenlerin görüşü arasında bir fark bulunmamaktadır. Binâenaleyh bu görüşü benimsemek uzak bir ihtimal değilse, "tenasüh" fikrini benimsemek de uzak bir İhtimal sayılmaz,.

Beşinci delil: Allah Teâlâ'nın Adem'in oğullarından yaratmış olduğu mahlukatm tamamı, çok büyük bir yekun ve ifade edilemeyecek kadar kalabalık olan bir çokluk meydana getirir.. Binâenaleyh, o zerrelerden meydana gelen toplam, gerek işgal ettiği yer, gerekse miktar İtibariyle, çok büyük bir rakama, meblağa ulaşır.. Halbuki küçük olan Adem'in sulbünün böylesi bir kalabalığı içine alması uzak bir ihtimaldir..

Altıncı delil: Hayatın, aklın ve anlayışın mevcut olabilmesi için, bünye (beden) şarttır. Eğer bu böyle olmazsa, toz zerrecikleri gibi olan her zerrenin, akıllı, anlayışlı ve çok hassas cisimler konusunda pek çok eser yazabilecek bir şekilde olması uzak bir ihtimal sayılmaz!... Halbuki, bu kapıyı açmak, çok muhtelif cahillikleri benimseme neticesine götürür... Hayatın olabilmesi için bünyenin şart olduğu sabit olup, o zerrelerden her birinin de âlim, bilgili ve akıllı olmaları da, ancak bünye, kan ve et gibi şeylerin bulunmasıyla mümkün olduğuna; durum böyle olunca da, ta Hz. Adem'in yaratılmasından itibaren Kıyamete kadar varlık âlemine gelen o şahısların toplamını da, dünyanın içine alması imkânsız olunca, artık nasıl olur da "Onların hepsi, aynı anda Adem'in sulbünde mevcut idiler." denilmesi mümkün olabilir?

Yedinci delil: Genâb-t Hak bu mîsakı, o vakitte, ya o zaman, veyahut da onlar dünyaya geldikten sonra aleyhlerine bir delil olsun diye almıştır.. Birincisi batıldır, zira bu kadarcık bir misak sebebiyle onların mükâfat ve cezaya, medih ve zemme müstehak olamayacaklarına dair icma bulunmaktadır.. Onlardan istenen bu şeyin, onlar dünyaya geldikten, onların aleyhine hüccet olsun diye alınmış olması da caiz değildir. Zira onlar, dünyada iken o mîsakı hatırlayamadıklarına göre, bu, imana sarılmaları hususunda, nasıl onların aleyhine bir hüccet olabilir?

Sekizinci delil: Kâbî şöyle der: "O zürriy^tlerin durumu, anlayış ve ilim bakımından çocukların durumundan daha üstün olamaz. Çocuklara teklif yöneltmek mümkün olmadığına göre, bizim, o zerreler halindeki zâtlara teklif yöneltmemiz nasıl mümkün olabilir?"             .

Zeccâc, bu görüşe cevap vererek şöyle der: "Cenaba Hakk'ın da, "bir karınca dedi ki: "Ey karıncalar, yuvalarınıza girin." (Nemi, ^buyurduğu gibi, kanncaya akıl vermesi, yine "Dağları ve kuşları, Dâvud ile birlikte teşbih etmek üzere, râm etmiştik..." (Enbiya. 79) buyurduğu gibi, dağa anlayış verip, böylece de onun teşbihte bulunması, deveye akıl verip, böylece de devenin Hz. Peygamber'e secde etmesi, yine hurma kütüğüne akıl verip, böylece de davet edildiğinde duyup boyun eğmesi nasıl uzak bir ihtimal değilse, işte burada da böyledir (bu da uzak bir ihtimal değildir)."

Dokuzuncu delil: O zerrelerin o zamanda ya akıllan ve güçleri mükemmel idi yahut da onlar, böyle bir vasfı haiz değillerdi. Eğer birinci ihtimal söz konusu olursa, hiç şüphe yok ki onlar, mükellef olurlar... Onlar ancak, Allah'ı istidlal yoluyla bilip tanıdıkları zaman mükellef olarak bırakılırlar.. Eğer onlar bu şekilde olmuş olsalardı, onların, o vakitteki durumları, bu dünya hayatındaki hallerinden farksız olurdu.. Binâenaleyh, şayet bu dünyadaki teklif, kendinden önce geçmiş olan bir ahde, misaka muhtaç ise, o zaman, o misak vaktindeki teklif de, daha önce geçmiş olan bir başka misaka muhtaç olur.. Böylece de teselsül gerekir ki, teselsül muhaldir..

"Onların, o misak zamanındaki akıllan ve kudretleri mükemmel değildi" şeklindeki ikinci -şıkka gelince, bu durumda da onlara hitap yöneltip onları sorumlu tutmak imkânsız olur..,

. Onuncu delil: Cenâb-ı Hakk'ın "Şimdi, insan hangi şeyden yaratıldı? (İbretle) baksın. .. O, atılıp dökülen bir sudan yaratılmıştır..." (Tank, 5-6) buyruğudur. Şayet o zerreler akıllı, anlayışlı ve mükemmel olsalardı, o zaman onlar, bu atılıp dökülen sudan önce bulunmuş olurlardı.. Halbuki, insanın, atılmış olan sudan yaratılmış olmasından başka bir manası yoktur.. Bu durumda, insan, atılmış sudan yaratılmamış olur. Ki bu, Kur'an'tn nassını reddetmek demek olur..

İmdi onlar şayet: "Allah Teâlâ'nın mîsak esnasında, o zerrelerde tam bir akıl ve anlayışı yaratıp, sonra da, onların akıl, anlayış ve kudretlerini yok etmesi, daha sonra da onları, annelerinin rahminde, yeniden yaratarak bu hayata çıkarmış olduğunun söylenilmesi niçin caiz olmasın?" derlerse, biz deriz ki:

Bu, bâtıldır: zira şayet durum böyle olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak, insanları, ilk defa nutfeden yaratmamış, aksine bu yaratılış, "iade" (daha önceki hilkatlerine tekrar döndürülme) yoluyla olmuş olur... Halbuki müslümanlar, insanın nutfeden yaratılmasının ilk yaratılma olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh, işte bu husus, sizin ileri sürmüş olduğunuz görüşün bâtıl olduğuna delalet eder..

Onbirinci delil: O zerrelerin, ya o insanların aynı olduğu veya onlardan başka oldukları söylenebilir.. İkinci görüş, icmaya göre bâtıldır. Geriye birinci ihtimal kalır. Bu durumda da biz diyoruz ki, ya "Onlar nutfe, alaka ve mudğa (et parçası) olmadıkları halde akıllı, anlayışlı ve muktedir olarak kaldılar" den i lebi lir; veyahut da bunların böyle kalmadıkları söylenebilir.. Birinci durum, aklın bedahetiyle batıldır; ikincisine gelince, bu da, insan için dört defa hayatın meydana gelmiş olduğunun söylenmesini iktiza eder:

a)  Misak vaktinde.

b)  Dünyada.

c) Kabirde.

d)  Kıyamette.

Yine bu, insan için, üç defa ölümün bulunmasını gerektirir:

a)  İlk misakta meydana gelen hayattan sonraki Ölüm;

b)  Dünyadaki ölüm;

c)  Kabirde ölüm..

Halbuki bu sayılar, "Ey Rabbimiz, bizi iki (defa) öldürdün, iki (defa) da dirilttin.." , mayetindeki sayılara muhaliftir.

Onikinci delil: Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hulâsadan yarattık..." (Müminûn. 12) ayetidir. Binâenaleyh, şayet o zerre hakkında verilmiş hüküm doğru olmuş olsaydı, o zaman o zerre insan olmuş olurdu.. Çünkü mükellef olan, kendisine hitap edilen, mükâfaat verilen ve cezalandırılan, insandır. Halbuki, zerrenin insan olması bâtıldır. Zira, o zerre nutfeden, 'alaka'dan ve mudğadan yaratılmamıştır. Kitabın, Kur'an'ın nassı ise, insanın, nutfeden ve alaka'dan yaratıldığına dair bir delildir. Bu da "Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülâsadan yarattık..." (Mü'minün, 12) ve "O kahrolası insan, ne nankördür o! Onu (yaratan) hangi şeyden yarattı? Bir damla sudan yarattı da onu biçimine koydu..." (Abese. 17-19) ayetleridir.

İşte, bu görüşün zayıflığını beyan etmek için (Mutezile tarafından) zikredilen izahların tamamı budur..

İkinci görüş: Tefekküre ve aklî izahlara önem verenlerin görüşüdür: Buna göre Allah Teâlâ, zürriyetleri, yani çocukları, babalarının sulbünden çıkarmıştır. Buna, "çıkarmıştır" diyoruz, zira, o çocuklar, nutfe idiler. Allah, onları babalarının sulbünden çıkarıp, annelerinin rahimlerine koydu.. Böylece de onları önce "alaka", sonra "mudğa", sonra da tam bir insan haline getirdi. Ve böylece onları mükemmel bir canlı yaptı.. Daha sonra da, onlara, kendisinin birliğine, yaratmasının hayranlık verici olduğuna ve sanatının akıl almaz bir şey olduğuna dair vermiş olduğu deliller ile onları kendilerine şahit tuttu. İşte bu tarz şahitlik ile de, onlar lisan ile ifade etmeseler de sanki "evet!" demiş sayılırlar. Bunun benzeri ayetler de mevcuttur. Meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra, Allah'ın iradesi göğe yöneldi de ona ve arza, İkiniz de ister istemez gelin" buyurdu. Onlarda, "isteye isteye geldik" dediler" (Fussiiet. nj ve "Bir şeyi dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona "ol" dememizden ibarettir. O da derhal oluverir," (Nnt, 4o) ayetleri gibi.

Araplar da şöyle der:

"Duvar kazığa. "Beni niçin yarıyorsun? Niçin meşakkat veriyorsun7" deyince, kazık: "Bunu, beni çakana sor; arkamda bulunan o kimse, beni rahat bırakmıyor ki!..." dedi.."

Bir başka şair de, "Havuz doldu ve, "Yeter artık, beni (suyumu) kes!" dedi" demiştir.

Bu tür mecaz ve istiareler, Arapça'da meşhurdur. Dolayısıyie, ilgili ayeti bu manaya hamletmek gerekir. İşte, bu iki görüşün anlatılması hususundaki sözün tamamı bundan ibarettir.. İkinci görüş kesinlikle ta'n edilmemiştir.. Bu görüş doğru kabul edilmesi halinde, bu, birinci görüşün doğru olmasına mani teşkil etmez. Sözümüz sadece, birinci görüşün doğru olup olmadığı hususundadır.

Buna göre birisi, "size göre tercihe şayan olan görüş hangisidir?" derse, biz deriz ki:

Burada iki mukaddime bulunmaktadır:

a) Zerrelerden mısak alındığının söylenmesi doğru mudur?

b)  Bunun doğru olması halinde, bu görüş, ayetin lafızlarını tefsir etmek için "zikretmek* caiz midir?

Birinci mukaddime: Bu görüşü kabul etmeyenler, bahsettiğimiz ve anlattığımız aklî delillere tutunmuşlardır. Bu delillerin her birine, ikna edici bir açıklama ile cevap vermek mümkündür.

1) Mutezilenin bu hususta zikretmiş olduğu delillerden birisi, "Şayet böyle bir misak alınmış olsaydı, bizim şu anda onu hatırlamamız gerekirdi" şeklindedir.

Biz deriz ki: Geçmişte meydana gelmiş olan hallerle ilgili bilgiyi yaratan, Allah Teâlâ'dtr. Çünkü bu bilgiler, zarurî ve aklîdirler. Zarurî ilimlerin yaratıcısı ise, sadece Allah'tır. Bu böyle olunca, O'nun bu ilimleri yaratmış olması doğru olur.

Şayet Mutezile, "Siz bunu mümkün gördüğünüze göre, bu bedenden önce bizlerin, her ne kadar hallerini hatırlamıyor isek de, tenasüh yoluyla başka bedenlerde bulunmuş olabileceğimizi de mümkün görün" derlerse, biz deriz ki: "Bu ikisinin arasındaki fark gayet açıktır. Çünkü biz başka bedenlerde olup, onlarda yıllarca kaldığımız takdirde, onları unutmuş olmamız imkansızdır. Ama mîsak (ahd) alma işi, çok kısa bir anda, çok hızlı olarak tahakkuk etmiştir. Dolayısiyle bunun unutulması uzak bir ihtimal değildir. Bu açık fark, bu farkın doğru olduğunu göstermektedir. Çünkü insan senelerce bir işle uğraşırsa, onu unutması imkansızda. Ama bir kısa an için, bir işte uğraşılmış olduğunda, insan onu unutabilir. Binâenaleyh ikisi arasındaki fark ortaya çıkmaktadır."

2) Bu, "O zerrelerin tamamının, Hz. Adem (a.s.)'in sırtında bulunmasının imkânsız olduğu"nun söylenilmesidtr. Biz deriz ki, bize göre, hayatın bulunabilmesi için bünye şart değildir. Bölünmeyi kabul etmeyen "cevher-i ferd" (atom) ise hayat ve aklı kabul eder. Binaenaleyh biz o zerrelerden her birini bir cevher-İ ferd olarak düşünürsek, artık nasıl olur da siz, "Hz. Adem'in sırtı, o zerrelerin hepsini içine alamaz" diyebilirsiniz? Ancak ne var ki bizim vermiş olduğumuz bu cevap, önce yaşamış olan bazı bilginlerin telâkkilerine uygun olarak "insan, bedende, bir cevher-i ferd ve bölünmeyen bir cüz'dür..." dediğimiz zaman tamamlanır. Ama biz, "insan, nefs-i natıkadır. Düşünen, ruhtan ibaret olup, belli bir yeri olmadığı gibi, bir yere hulul de etmeyen bir cevherdir..." dediğimizde, böyle bir soru ortadan kalkmış olur..

3) Bu, Mutezile'nin, "Mîsak almanın faydası, onun o vakitte mi, yoksa dünya hayatında mı bir hüccet olmasıdır?., "şeklindeki sorusudur. Buna karşı bizim cevabımız şundan ibarettir: Allah, istediğini yapar, dilediği tarzda hükmeder.. Bir de, bazı Mutezilîler amellerin tartılması ve uzuvların kon ustu rulmasıyla ilgili görüşü tashîh etmek istediklerinde, "Bu şeyleri duyurma hususunda bazı mükellefler için bir lütfün bulunması, uzak bir ihtimal değildir" dememişler miydi? İşte, burada da böyledir. Bir kısırfı melekler için, mîsak alındığı zamanda, saîd olanları, şakî olanlardan ayırdetmeleri için bir lütuf fiilinin olmuş olması da uzak bir ihtimal değildir.. Şöyle de denilmiştir: Allah Teâlâ onlara, o mîsakı, Kıyamet gününde hatırlatır.

MutezHe'nin diğer görüşleri zayıf olup, onlar hakkında konuşmak, pek kolay ve son derece de basittir. [143]

 

Ayetle İlgili Hadisin Tevfîk Edilmesi

 

İkinci mukaddime: Bu, "O zerrelerden misak alınmış olmasının doğru olduğunun kabul edilmesi halinde, bu hadisenin ayetin lafızlarının tefsiri olduğunu söylemek mümkün müdür?" şeklindeki sualdir,, Buna göre biz deriz ki, daha önce zikredilmiş olan üç açıklama, böyle bir soruyu savuşturmaktadır. Çünkü biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hani Rabbin ademoğullarmdan,  onların sırtlarından zürriyetlerini çıkarıp..."

huurunundan muradın, "Hani Rabbin ademoğullarının sırtlarından-.." şeklinde olduğunu beyan etmiştik.. Hem bu zürriyet, Adem'in sırtından alınmış olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak, "sırtından zürriyetini aldı" der. "zürriyetlerini sırtlarından aldı” demezdi.

Bu görüşü destekleyenler, şu şekilde cevap vermişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.s)'den, ayeti bu şekilde tefsir ettiğine dair gelen rivayet sahihtir.. Resûtullah'rn yaptığı tefsiri tenkid elmek ise, mümkün değildir. Buna göre biz deriz ki: Ayetin zahiri, Hak Teâlâ'nın, zerreleri, ademoğuHarının sırtlarından çıkardığına delâtet eder.. Dolayısiyle bu, Allah Teâlâ'nın, falanca şahıstan falancanın, falancadan da falancanın., doğup meydana geleceğini bildiği manasına hamledilir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk, onların varlık âlemine gireceklerini, bildiği sıraya göre, onları çıkarmış ve birbirinden ayırdetmiştir... Ama, Allah Teâlâ'nın, bütün zürriyeti, Adem (a.s)'in sulbünden çıkarması meselesine gelince, ayetin lafzında, bunun şöyle veya böyle olduğuna dair herhangi bir delâlet bulunmamaktadır. Ancak ne var ki haber (hadis) buna delâlet etmektedir.. Binâenaleyh, zürriyetlerin, âdemoğullarının sırtlanndan çıkarıldığı Kur'an ile; Adem'in sırtından çıkarıldığı ise hadis ile sabit olmuştur. Bunun böyle olması halinde de, bu iki husus arasında ne bir tezâd ne öe bir çelişki söz konusu değildir. Şu halde mümkün olduğu kadarıyla, hem ayeti, hem ete hadisi tenkidden korumak için, bu iki hususun, ikisini de birden benimsemeK gerekir.. Bu mukaddimenin izahı hususunda son sözümüz budur.. [144]

 

İkinci Mesele

 

Nafi, İbn Âmir ve Ebû Amr, cemî olarak elif ite zürriyyâtihim şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları müfred olarak zürriyyetehüm şeklinde okumuşlardır.

Vahidî şöyle demektedir: "Zürriyet" kelimesi, hem çoğul hem de tekil manayı ifade eder. Dolayısiyle, bu kelimeyi müfred okuyanlar, çoğul manasında da kullanıldığı için, onu çoğul kalıbında getirmemişlerdir.. Böylece bu kelime tıpkı, "beşer" kelimesi gibi olmuş olur. Çünkü "beşer" kelimesi de, HakTeâlâ'nın  "Bu bir beşer değildir" (Yusut. 3i) ifadesinde olduğu gibi müfred, tekil manada kullanıldığı gibi, "Bizi bir beşer mi doğru yola götürecekmiş?" (Teğabun; sj ve   "Siz de bizim gibi beşerden başka (bir şey) değilsiniz... "(ibrahim. 10) ayetlerinde olduğu gibi de. çoğul manada kullanılır. "Beşer" kelimesi, ne cem-i salim, ne de cem-i mükesser şeklinde çoğu! yapılmadığı gibi, "zürriyet" kelimesi de çoğul yapılmaz...

Bu lafzı çoğul olarak okuyanlar ise, şöyfe demişlerdir: "Zürriyet kelimesi her ne kadar müfred ise de, bunun çoğul yapılmasında bir müşkilât bulunmamaktadır. Eğer bu çoğul yapılırsa, çoğul yapılması da uygundur. Çünkü sen, meselâ (yollar),  (duvarlar) kelimelerinde olduğu gibi, cem-i mükesser otan kelimelerin de cem-i müennes salım şeklinde çoğul yapıldıklarını görmektesin.. Bu, Yûnus'un tercihidir.."

Cenâb-ı Hakk'ın "Kendilerini kendilerine şahid tutmuş ve, "Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" (demişti) Onlar da ''Evet (Rabbimizsin)"... demişlerdi.." buyruğuna gelince biz deriz ki: Bir ilk mîsakın bulunduğunu isbat edip kabul edenlere göre, bu ifadede geçen açıklamalar, zahirî manalarına hamledilmiştir. Ama, bir ilk misakı kabul etmeyenlera göre, bu tabir bir teşbih ve temsil manasına hamledilmiştir.. Buna göre ayetin manası, "Allah Teâlâ onlara, kendisinin Rab olduğuna dair delilleri gösterdi ve onların akılları da buna şehadet etti.." şeklinde olur. Bu ifade tıpkı, Allah'ın onları bize ve bizim Allah'ın birliğini ikrar etmemize şahid tutması gibi olmuştur,

Âyetteki şehldnâ "(şahid olduk)" ifadesine gelince, bu hususta iki görüş öne sürülmüştür:

Birinci görüş: "Bu, meleklerin sözüdür. Zira o zürriyetler, "Evet" deyince, Allah Teâlâ, meleklere "şahid olun" dedi. Melekler de, "şahid olduk" dediler." Bu görüşe göre, vakfın, ifadesinin sonunda yapılması güzel olur. Çünkü zürriyetlerin sözü orada tamamlanmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın "Kıyamet günü, "Birim, bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindi" buyruğunun izahı da şöyledir: "O zürriyetler, biz ikrar etmedik demesinler diye. melekler, "Biz, onlara, ikrar ettiklerine dair şahid olduk..." dediler. Böylece, en tekûlü kelimesinden

"lâ" harfi düşmüştür. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "O. sizi sallayıp çalkalar diye. yeryüzüne sabit ve muhkem dağlar... koydu" Nahi. ist ayetinde olduğu gibidir. Yani  "sizi çalkalamasın diye.." demektir. Bu Kulelilerin görüşüdür. Basralılara göre bu kelamın takdiri, "demelerini istemediğimiz için, şehadet ettik" şeklindedir.

İkinci görüş: Şehıdnâ lafzı, zürriyetlerin sözünün devamıdır. Böyle olması halinde, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kıyamet günü. "Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz için..." ifadesi O'nun, "kendilerini kendilerine şahid tuttu " sözüyle ilgili olmuş olur. Buna göre takdirî mana, "Allah, onlar Kıyamet gününde, "biz bundan habersizdik" demesinler veya, "bunu söylemesinler" diye, onları kendilerine sununla, sununla... şahid tuttu" şeklinde olur. Böyle olması halinde de şehidnâ ifadesi üzerinde vakf yapılamaz. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın o1 sözü, daha önce geçen sözüyle ilgilidir. Bu ifadeyi, öbür ifadeden ayırmak doğru değildir.

Kıraat imamları en tekûlü ile ev yekûlü kelimelerinin okunuşunda farklılık gösterirler: Ebu Amr her iki ifadeyi de yâ ite kumuştur. Çünkü, daha önce geçen söz, gâib sîgasıyla getirilmiştir. Ki bu da, buyruğudur. Diğer kıraat imamları ise, bu kelimeyi ta ile şeklinde okumuşlardır. Çünkü ifadede, bir hitap sîğası da bulunmakta olup o da Cenâb-ı Hakk'ın, ifadeleridir. Bu iki açıklama da güzeldir. Çünkü gâib olanlar, mana cihetiyle muhatap olan kimselerdir. "Yauî, "Daha evvel ancak atalarımız şirk koşmuş..." buyruğuna gelince, müfessirler şöyle dimişlerdir: "Bu ifadenin manası "Bu şahid tutmanın maksadı, kâfirlerin, "Biz müşrik olduk; çünkü atalarımız müşrik idiler; binâenaleyh, biz bu şirkimizde onları taklit ettik" dememelerini temin etmek içindir. Ki, bu aynı zamanda ayetteki "Şimdi o bâtılı kuranların işledikleri şeyler yüzünden bizi helak mi edeceksin?" ifadesinden de kastedilen husustur. Netice olarak diyebiliriz ki, Allah Teâlâ onlardan söz alınca, onların bu kadarcık bir mazerete tutunmaları imkânsız olur..."

Ayetin manasını, "Cenâb-ı Hakk'ın deliller ikâme etmesi, getirmesi" manasına hamledenlere gelince, onlar şöyle demişlerdir: "Bu ayetin manası, "Biz, yarın Kıyamette onlar, "Biz bundan habersizdik; bu hususa bizim dikkatimizi çeken bir kimse olmadı" veya, "Biz, atalarımızı taklit ederek müşrik olduk" diyemesinler diye, biz bu delilleri getirdik ve onların akıllarına sunduk. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın birliğine dair deliller onlarla birlikte bulunuyordu; binâenaleyh o delillerden yüz çevirip taklide yönelmeleri ve atalarına uymaları hususunda, onların geçerli bir mazereti bulunamaz" şeklindedir...

Daha sonra Cenâb-ı Hak "İşte biz ayetleri böyle açıklarız. Umulur ki (küfürlerinden) dönerler" buyurmuştur. Bu, "Bizim bu ayette yapmış olduğumuz açıklamalar gibi, onları, iyice düşünsünler ve böylece de hakka yönetip batıldan yüz çevirsinler diye, diğer ayetlerimizi de beyân edip açıkladık..." manasındadır.

Cenâb-ı Hakk'ın, "umulur ki (küfürlerinden) dönerler" buyruğundan kastedilen de budur. Yine bu ayete, "Tevhid hususunda onlardan aldığımız mîsakı, işte bu şekilde açıklıyoruz..." manası da verilmiştir... Ayetle ilgili bir üçüncü görüş de şudur: İnsanların ruhları onların bedenlerinden daha önce mevcut idi... İlâhın varlığını ikrar edip kabul etmek, o ruhların zâtlarının ve hakikatlerinin ayrılmaz bir vasfıdır. Bu ilmi elde etmek için, çalışıp çabaiamaya ihtiyaç yoktur. Bu konu tamamiyle ancak, bu kitapta ele alınması mümkün olmayan gizli ve kapalı herkesçe anlaşılamayan aklî bazı bahisler ile ortaya konabilir.   Allah en iyi bilendir. [145]

 

İlmine Güvenen Tip: Belam

 

"Onlara o kimsenin haberini de oku ki, biz kendisine ayetlerimizi vermiştik de, o bunlardan sıyrılıp çıkmış, derken şeytan onu arkasına takmış, nihayet azgınlardan olmuştu. Eğer dileseydık onu bu (ayetler)le yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı, hevâsma uydu. Artık onun hâli, o köpeğin hali gibidir ki, üstüne varsan dilini sarkıtıp solur, yahud kendi haline bıraksan, yine dilini uzatıp solur, işte ayetlerimizi yalan sayanlar güruhunun sıfatı budur. Artık sen, kıssaları anlat; belki iyice düşünürler" (AT«, 175-176).

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [146]

 

Birinci Mesele

 

İbn Abbas, İbn Mesûd ve Mücahid (r.a.) şöyle demişlerdir: "Bu ayet, Belâm İbn Bfturfl hakkında nazil olmuştur. Bu böyledir, zira Musa (a.s) Bel'âm'ın bulunduğu şehre yönelmiş ve oranın halkıyla savaşmıştı; çünkü onlar kâfir idiler. Bunun üzerine o kâfirler, Bel'âm'dan, hem Musa (a.s), hem de onun kavminin aleyhine dua etmesini istediler... O, duası makbul bir kimse idi. Çünkü o, İsm-i A'zâm duasını biliyordu.. Ama o, böyle bir dua etmekten kaçındı.. Kâfirler ise, onun peşini bırakmıyorlardı.. Nihayet o, Hz. Musa ve kavmi aleyhine (beddua) etti. Derken, duası kabul olundu da, Hz. Musa ve İsrailoğulları. onun duası yüzünden Tîh Çölü'ne düştüler. Bunun üzerine Hz. Musa, "Ya Rabbi, hangi günah sebebiyle biz bu çöle düştük?" deyince, Cenâb-ı Hak, "Bel'âm'tn duası sebebiyle" cevabını verdi.. Bunun üzerine Hz. Musa: "Onun, benim aleyhime yapmış olduğu duayı kabul ettiğin gibi, benim de onun aleyhine olan duamı kabul buyur!" dedi; sonra da Hz. Musa, İsm-i A'zâm ile imânının çekilip alınması için, ona bedduada bulundu.. Böylece Allah Teâlâ, onu, kendisinde olan bu şeylerden tecrit etti; onun bilgi ve marifetini aldı.. Bu sebeple de onun kalbinden, bu ilahî bilgi, tıpkı bir beyaz güvercin gibi çıkıverdi.. İşte, hâdise bundan ibarettir..." Şu da belirtilmiştir: "O, Allah'ın nebilerinden birisiydi. Hz. Musa için beddua edince, Allah ondan imanını çekip aldı; böylece de kâfir oldu.." [147]

 

İlmine Güvenen Tiplerden: Ümeyye

 

Abdullah İbn Ömer, Satd İbnul-Müseyyeb, Zeyd İbn Eşlem ve Ebu Ravk de şöyle demişlerdir: "Bu ayet, Ümeyye İbn Ebi's-Salt hakkında nazil olmuştur. O, semavî kitapları okumuştu.. Allah Teâlâ'nın, o sıralarda, bir peygamber göndereceğini de anlamıştı.. Bu peygamberin, kendisi olacağını ümid ediyordu.. Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'i peygamber olarak gönderince, Ümeyye O'na hased etti, O'na iman etmeyip kâfir olarak öldü... İşte bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Şiiri iman etti, ama kalbi küfretti" dediği kimsedir. Yani, onun şiiri, mü'min kimselerin şiiri gibidir. Zira o, şiirlerinde, Allah'ın birliğini ikrar eder; O'nun birliği hakkında, göklerin, yerin yaratılması ile, ahiret, cennet ve cehennem hallerinden deliller getirir..." [148]

 

Rahip Ebû Âmir

 

Şu da söylenmiştir: "Bu ayet, Hz. Peygamber'in fâsık diye adlandırdığı, Râhlp Ebû Âmir hakkında nazil olmuştur. O, câhiliyye çağında ruhbanlık yapardı. İslâm geiince, Şam'a kaçarak, münafıklara, "Mescld-i Dırâr" yapmalarını öğütledi. Kayser'e (Roma İmparatoru) gelerek, ondan, Hz. Peygamber aleyhinde yardım taleb etti... Derken, orada, kovulmuş ve yapayalnız, tek başına oluverdi.. Bu, Saîd İbnu'l-Müseyyeb'in bir diğer görüşüdür.

Bu ayetin, Hz. Peygamber'i bilip tanıyan ehl-i kitabın münafıkları hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Bu görüş, Hasan el-Basrî ile Ebu Bekr el-Esamm'ın görüşüdür.. Bunun, kendisine ilahî hidayet arzedilip de, ondan yüz çeviren herkes hakkında umumî bir ifade olduğu da ifade edilmiştir.. Bu da, Katâde, İkrime ve Ebu Müslim'in görüşüdür..

Şayet birisi, "Bu ayette bir nebîden bahsedilmekte, bilahare onun kâfir haline geldiği bildirilmektedir" diye soracak olursa biz deriz ki:

Bu, uzak bir ihtimaldir; çünkü Alalh Teâlâ, "Allah, elçiliğini nereye vereceğini çok iyi bilendir"(Enam. h)buyurmuştur. İşte bu beyan Cenâb-ı Hakk'ın, ancak, onun, çok üstün meziyyetler, yüce dereceler ve büyük faziletler ile, diğer kullarından ayrılıp mümtaz olduğunu bildiği kimseleri risâlet göreviyle şereflendireceğine delâlet eder. Binâenaleyh, peygamber olan kimsenin vasfı bu olunca, onun küfretmesi nasıl uygun düşebilir?

Cenâb-ı Hakk'ın "Biz kendisine ayetlerimizi vermiştik de, o bundan sıyrılıp çıkmıştı" buyruğu ile ilgili olarak iki görüş vardır:

Birinci görüş: "Biz kendisine ayetlerimizi vermiştik" buyruğu, "Biz, ona, tevhidin delillerini öğretmiş ve anlatmıştık. Böylece o, onlardan haberdar hale gelmişti" manasında; "O, bundan sıyrılıp çıkmıştı" buyruğu da, "O, Allah'ın muhabbetini bırakıp, O'na isyan etmeye; rahmetini bırakıp, O'nun gazabına gitmişti" manasındadır.

inseleha "çıktı" manasındadır. Birşeyi tamamen bırakıp giden kimse için, "Ondan sıyrıldı" denilir.

İkinci görüş: Bu, Ebu Müslim (r.h)'in görüşü olup, O şöyle demiştir: Ayetteki, "Biz kendisine ayetlerimizi vermiştik" buyruğu "Biz ayetlerimizi beyan ettik, ama o onları kabul etmeyerek, onlardan sıyrılıp çıktı" demektir. ve (uzaklaştı) fiilleri aynı manayı ifade eder. Bu kelimeler, delillere iman etmeyip, küfründe ısrar eden her kâfir hakkında kullanılabilir. Bunun bir benzeri, "Ey kendilerine kitap verilenler, yanınızdaki kitabı tasdik edici olmak üzere indirdiğimiz (Kur'an-i Kerim'e), biz birtakım yüzleri silip, enselen gibi (dümdüz) yapmazdan önce, iman edin..." (Nisa,47)ayetidir. HakTeâlâ, Firavun hakkında da, "Andolsun ki biz ona, ayetlerimizin hepsini gösterdik de, o yine yalanlayıp diretti" p"â-ba, 56) buyurmuştur. Bu ayette de bahsedilenin, Firavun olması mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ, ona hem Hz. Musa'yı hem de Hz. Harun'u gönderdi. Ama o yine de yüz çevirip küfründe diretti. O, âdî, sapmış ve şeytana tabi olmuş birisi idi.

Bil ki bu iki görüş arasındaki fark şudur: Birinci görüşe göre, bu kimse Allah'ın dinini ve birliğini biliyor, ama sonra ondan sıyrılıp çıkıyor; ikinci görüşe göre ise, Allah bu kimseye delil ve beyyinelerini verdiği zaman, o bunları kabul etmiyor. Birinci görüş daha uygundur. Çünkü ayetteki "sıyrılıp çıktı" tabiri, bu kimsenin daha önce dinin içinde iken, sonradan ondan çıktığına delâlet eder. Hem sonra bu âyetin, Allah'ın dininden haberdar olan, ama o dinden çıkarak küfre ve sapıklığa giren bir kimse hakkında nazil olduğu rivayetlerle sabittir.

Cenâb-ı Allah "Derken şeytan, onu arkasına taktı" ifadesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:

1)  Şeytan onun peşine kâfir ve azgın insanları taktı, yani kâfir insanları onun tabiîleri (arkadaşlan-yoldaşları) kıldı.

2)  Abdullah b. Müslim şöyle der: "Bu tabir, "şeytan ona yetişti" demektir. Nitekim, "Onlara yetişip, katıldım" manasında "Kavme tabî oldum" denilir." Ebu Ubeyde şöyle demiştir: tabiri, senden önde olup da, kendile­rine yetiştiğini anlatmak için kullanılır. Nitekim  "Onlara yetişinceye kadar, peşlerini bırakmadım" denilir. [149]

 

Kıssadan Çıkan Dersin Özeti

 

Cenab-ı Hak "Nihayet (o) azgınlardan olmuştu" buyurmuştur. Bu, "O, şeytana uydu ve böylece zalimlerden oldu" demektir. Ehl-i Me'ânî ise şöyle demişlerdir: "Bu ayetin maksadı, hidayet üzere iken, hidayetten çıkıp, dalâlete, nefsinin arzularına ve körlüğe giren; dünyaya meyleden, böylece de şeytanın oyuncağı olan kimselerin, varacakları son yerin uçurum otup, oraya yuvarlanacağını; hem ahirette, hem de dünyada hüsrana (zarara) uğrayacağını anlatmaktır. Bundan dolayı Allah Teâlâ, bu kıssayı, insanları böyle bir hale düşmekten sakındırmak için zikretmiştir.

Allah Teâlâ, "Eğer dikseydik onu bu (ayetler) ile yükseltirdik" buyurmuştur. Alimlerimiz şöyle derler: "Bu tabir, "isteseydik onu, bu ayetlerle amel etme mertebesine yükseltirdik. Böylece o yapacağı sâlih ameller vasıtası ile, "hak edeceği makama yükselirdi" demektir. Lev kelimesi, başka bir şartın bulunmaması sebebiyle o şeyin olmamasını ifade eder. Bu da, Allah Teâlâ'nın, bazan bir insanın iman etmesini değil» küfrünü murad ettiğine delâlet eder."

Mu'tezile ise şöyle der: "Ayetin lafzı, bu mananın dışında, şöyle birtakım manalara da imkân verir:

a)  Cübbaî şöyle demiştir: "Bunun manası, "isteseydik, o küfretmeden önce, kendisine ikram etmek ve ondan tekliflerimizi kaldırmak suretiyle, onu amelleriyle yükseltirdik. Böyiece de ona yücelik vermiş olurduk. Fakat mükellefiyetleri artırmak suretiyle onu daha ileri bir dereceye ulaştırmak istedik. Ama imanda sebat etmekten yüz çevirdi" şeklindedir.

b) "İsteseydik, zorla ve cebren onunla inkârı arasına girerek, onu yüceltirdik. Ama bu, teklif (hikmetine) ters düşerdi. İşte bundan dolayı, onu kendi ihtiyarıyla başbaşa bıraktık" demektir.

Mu'tezile'nin birinci izahına, "yükseltmeyi", "öldürme" manasına hamletmek uzak bir şeydir" diyerek; ikincisine de, "Allah Teâlâ o kimseyi, küfürden zorla men ettiği zaman, bu iman bir mükâfaatı ve bir yüceliği gerektirmez" diyerek cevap veririz.

Allah Teâlâ daha sonra, "Fakat o, yere saplanıp (kaldı)" buyurmuştur. Arapça alimleri şöyle demişlerdir: "İhlâd" aslında, "saplanıp kalmak" demektir. Sanki, "o, devamlı yere yapışıp kalmak istedi" denilmektedir. Birisi bir yere yapışıp, oradan ayrılmadığında, denilir. Nitekim Mâlik b. Süveyd şöyle demiştir. "Malik ve Amr İbn Yerbû' kabilelerinden bir mahallenin, oraya yerleşip, oradan hiç ayrılmamış olan oğullarına...

İbn Abbas r.a.) "Allah, "Fakat o, yere saplanıp kaldı" ifadesi ile, "O, dünyaya meyletti" manasını kastetmiştir" demiştir. Mukâtil ise ifâdesine (dünyaya) manasını; Zeccâc ise "Dünya ile itminan buldu" manasını vermiştir. Vahidî şöyle der: "Bunlar, ayetteki "arz" (yeryüzü) kelimesine, "dünya" manasını vermişlerdir. Çünkü dünya, yeryüzü demektir. Zira dünyadaki mülkler, maden, bitki ve hayvanlar gibi diğer mallar, hep yeryüzünden elde edilir. Bunlar yer sayesinde, güç ve kuvvet bulup, kâmil hale gelirler, O halde dünya, yeryüzü demektir. Binâenaleyh, "dünya" manasında, "arz" (yer) kelimesini kullanmak doğru ye yerindedir." Biz diyoruz ki: Eğer kelime zahirî manası ile alınsaydı, o zaman "isteseydik onu yükseltirdik. Ama bunu istemedik" denilirdi. Fakat ayetteki, "Fakat o. yere saplanıp (kaldı)" tabiri, bu manaya delalet ettiği için, bu ifade onun yerini almış oldu.

Cenâb-ı Allah  "O,   hevâsına  uydu" buyurdu.  Bu,  "O, Allah'ın kendisine verdiği ayetlere sımsıkı sarılmayı bırakıp, kendi hevâ-ü heveslerine uydu. Böylece de dalâlet uçurumuna yuvarlandı" demektir. Burası ilim sahipleri için, en tehditkâr ayetlerden birisidir. Çünkü Allah Teâlâ, bir kimseye, ayetlerini ve delillerini verip, ism-i a'zamını öğretip müstecab (kabut olunacak) duayı ona bildirdikten sonra, o kalkıp heva-ü hevesine uyarsa, dinden çıkıp bir köpek mertebesine inmiş olur. İşte bu, Allah'ın kendisine çokça nimetler verdiği kişinin, hidayete uymaktan yüz çevirip, hevâsına uymaya yöneldiğinde, Allah'dan alabildiğine uzaklaşacağına delâlet eder. İşte, Hz. Peygamber (s.a.s):"Kimin ilmi artttığı halde, hidayeti artmaz ise. (bununla) ancak Allah'dan uzaklaşması artmış olur" buyurarak bu duruma işaret etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) bu veya bu manada bir lafız kullanmıştır. [150]

 

Soluyan Köpeğe Teşbih

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak  "Artık onun hali. o köpeğin hali gibidir ki, üstüne varsan dilini sarkıtıp solur: yahut kendi haline bıraksan. yine dilini sarkıtıp solur" buyurmuştur. Leys şöyle der: "(Bu fiilin masdarı olan) "lehs", "köpeğin, ya çok koşarak yorulduğunda, ya da sıcak çok şiddetli olduğunda, susuzluktan ötürü dilini sarkıtması" demektir. Bil ki bu teşbih, bütün köpeklere olmayıp, sadece soluyan köpeklere yapılmıştır. Hayvanların en âdisi köpektir. Köpeklerin en âdisi de, soluyan köpeklerdir. Binâenaleyh Allah bir kimseye ilmi ve dini nasib ettiği halde, o kalkıp dünyaya meyleder ve dünyaya bağlanıp kalırsa, hayvanların en âdisine, yani dili sarkmış köpeğe benzemiş olur. Bu teşbihin izahı

1) Soluyan herşey, ya yorgunluğundan ya susuzluğundan ötürü solur. Halbuki soluyan köpek böyle değildir. O, yorgun olsa da, rahat olsa da, susuz otsa da, olmasa da yine solur. Bu onun âdeti ve huyudur. O, asıl âdeti üzere buna devam eder; bir ihtiyaçtan dolayı değil,o âdi huyundan dolayı bunu sürdürür. İşte kime Allah ilmi ve dini nasib ederse, onu insanların mallarının kirlerine bulaşmaktan müstağni kılmış olur. Sonra da o kalkıp, dünya peşine düşüp, kendisini onun içine atarsa, bu kişinin durumu, aynen ihtiyaç ve zaruretten ötürü değil de, sırf kötü nefsinden ve âdi huyundan ötürü, âdi işlere ve çirkin işlere devam eden o soluyucu köpeğin durumu gibi olur.

2) Bir âlim, ilmi vasıtasıyla dünya malt elde etmeye yönelirse, bu, insanlara çeşitli ilimlerini bildirmek ve kendisinin fazileti eriyle şanını şöhretini ortaya koymak için olmuş olur. Hiç şüphesiz bu kimse, o sözleri anlatıp ifade ederken, dilini sarkıtır ve dünyalık elde etmeye karşı olan kalbindeki aşırı susuzluğu ile hırsının hararetinden ötürü, dilini çıkarır (sarkıtır). Böylece de bu kimsenin durumu, bir ihtiyaç ve zaruret olmadığı halde, sırf âdı huyundan ötürü, dilini hep sarkıtan bir köpeğin haline benzer.

3) Soluyan köpeğin, soluması hiç sona ermez. Hırslı olan insanın, hırsı da böyte hiç tükenmez.

Cenâb-ı Hakk'in "(O köpek), üstüne varsan, dilini sarkıtıp solur..." buyruğu, "Bu köpeğin üzerine vartp, birşeye kışkırtsan solur. Kendi haline bıraksan yine solur. Bu, o kötü fiil, onun aslî huyu olmasından dolayıdır. Sapmış hırslı o insan da böyledir. O'na vaaz-u nasihatta bulunsan da, bulunmasan da o sapıklığını sürdürür. Bu da, dalâlet ve hüsranın, onun aslî âdeti ve zâti karakteri (haline gelmesinden) ötürüdür" manasındadır.

Buna göre, "Ayetteki... "üstüne varsan dilini sarkıtıp solur}yahut kendi haline bıraksan, yine dilini sarkıtıp solur" ifadesinin, i'rab bakımından yeri nedir?" denirse, biz deriz ki: "Bunlar "hal" olarak, mahallen mansubturlar. Buna

göre sanki  "O, her halinde soluyan, zelil bir köpek gibidir" denilmektedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İşte ayetlerimizi yalan sayan güruhun sıfatı budur" buyurmuştur. Hak Teâlâ, böylece Allah'ın ayetlerini yalanlayan herkesin buna benzediğini bildirmiştir. İbn Abbas (r.a) şöyle der; "Cenâb-ı Allah bu beyanı ile, kendilerini hidayete sevkeden ve Allah'a itaata davet edecek bir hidayetçiyi bekleyip duran Mekkelileri kastetmiştir. Sonra onlara doğruluğunda ve dininde şüphe etmedikleri birisi gelmiş ama, onlar onu yalanlamışlardır. Binâenaleyh ayetteki bu teşbih (benzetme), Mekkeliler ile üzerine varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpek arasında olmuş olur. Çünkü o Mekkeliler kendi başlamayken de hidayete ermedikleri gibi, peygamber geldiğinde de hidayete ermemişlerdir. Böylece onlar, tıpkı her halükârda soluyan o köpek gibi, devamlı surette sapıklık üzere devam etmişlerdir.

Daha sonra Allah Teâlâ, "Artık sen kıssaları anlat, belki iyice düşünürler." Yani, "İnkar edip, peygamberlerini yalanlayan milletlerin kıssalarını anlat. Belki bundan ibret alırlar" buyurmuştur. [151]

 

Kötülükte Darb-ı Mesel Olanlar

 

"Ayetlerimizi yalanlayarak, kendilerine zulmetmekte olanlar güruhunun hali ne kötü!" {A'râf, 177).

Bil ki Cenâb-ı Hak, onları (soluyan bir) köpeğe benzettikten sonra "İşte ayetlerimizi yalan sayan güruhun sıfatı budur1' buyurup, bununla onları inkâr ve yalanlamadan men dince, bu men etme işini, "(O güruhun) hali ne kötü!.." diye te'kid etmiştir.

Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: [152]

 

Birinci Mesele

 

Leys şöyle demiştir: (kötü oldu - kötü yaptı) fiili, hem fazım, hem de müteaddîdir. Nitekim birşey kötü olduğunda  denildiği gibi; bu, {o, onu üzdü) şeklinde de kullanılır." Nahivciler, ayetteki bu ifadenin takdirinin,   "O güruhun hali, bir hal olarak ne kötü!" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Ayetteki mesel-en kelimesi, temyiz olarak mansubtur. Çünkü sen, sae dediğinde, mesel-en kelimesinden başka bir kelime de getirebilirsin. Binâenaleyh kötü olan bir türü ve çeşidi zikrettiğinde, onu diğer tür ve çeşitlerden ayırmış olursun.

Ayetteki "kavm" kelimesi, şu iki sebebten ötürü merfu kılınmıştır:

a) Bu kelimenin mübteda, meselen kelimesinin de onun haberi mahallinde olması muhtemeldir.

b)  Sen,  (o ne kötü bir hal) dediğinde, sana "kim o?" diye sorulur. Sen de, el-kavm" (o kavim) dersin. Böylece "kavm" kelimesi, mahzûf mübtedanm haberi olmak üzere, merfû olmuş olur. Cühderî bu ayeti şeklinde okumuştur. [153]

 

İkinci Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın ifadesinin zahiri, bu meselin, kötülükle tavsif edilmiş olmasını gerektirir. Halbuki bu, caiz değildir. Çünkü, bunu Altah zikretmiştir. O hatde, daha nasıl «ötülükle nitelenmiş olabilir? Hem bu, küfürden men etmeyi ve imana daveti ifade eder. O halde, daha nasıl kötülükle vasfedilmiş olabilir? Binâenaleyh, kötülükle vasfedilen şeyin, meselin ifade ettiği şey olması gerekir. Bu şey de, onların, Allah'ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz cevirmeteridir. Böylece de onlar, bu temsil yoluyla da, dilini sarkıtıp soluyan köpek menzilesine düşmüş olurlar.

Cenâb-ı Hakk'ın  "kendilerine zulmetmekte olanlar...” buyruğuna gelince, bu ifade ya, kezzebû sözüne matuftur. Böylece de, sılanın kapsamı içine girmiş olur. Buna göre de mana, "Allah'ın ayetlerini yalanlama ile kendilerine zulmetmeyi bir arada bulunduranlar..." şeklinde olur. Yahut da, bu ifade, sıla ile ilgisi olmayan bir söz olmuş olur. Buna göre de mâna, "Onlar, yalanlama ile, sadece kendi nefislerine zulmettiler" şeklinde olur. Mef'ulün öne alınması, ihtisas, hususîlik ifade eder. Buna göre sanki,' 'Onlar zulmü, sadece kendilerine tahsis ettiler; onların bu zulümlerinin tesiri, başka hiç kimseye geçmedi" denilmek istenmiştir. [154]

 

Hidayet de Dalâlet de Allah'tandır

 

"Allah kime hidayet ederse, o doğru yolu bulmuştur. Kimi de sapdmrsa, onlar en büyük zarara uğrayanların ta kendileridir" (ATâf, 178). [155]

 

Birinci Mesele

 

Allah Teâlâ, sapıtanları zikredilen sıfatlarla vasfedip onların durumlarını, yine bahsi geçmiş olan "mesel" ile anlatınca, bu ayette de, hidayet ve dalâletin kendisi tarafından olduğunu beyan buyurmuştur. İşte bu noktada. Mutezile harekete geçmiş ve ayetin tevili hususunda, pek çok şey ileri sürmüştür.

1) Bu, Cübbaî'nin ileri sürdüğü, Kâdî'nin de benimsediği görüştür. Buna göre ayetten şu mana kastedilmiştir. "Allah kimi ki, ahirette cennete ve mükâfaata iletecektir, o kimse dünyada doğru yolu bulmuş ve mükellefiyetler hususunda, rüşd ve doğruluk yoluna girmiştir.. Böylece Cenâb-ı Hak, ahirette mükâfaata erdireceği kimselerin, vasfı bu olan kimseler olduğunu beyan buyurmuştur. Allah, kimi de cennet yolundan saptırmışsa, "Onlar en büyük zarara uğrayanların ta kendileridir..."

2)  Bazı Mutezile âlimleri de, ayette bir hazfin bulunduğunu ve ayetin takdirî manasının da şöyle olduğunu ileri sürmüşlerdir: "Allah kimi hidayete erdirmiş, o da bu hidayeti kabıü etmiş ve O'nun hidayetine sımsıkı sanlrmşsa; bu kimse hidayete ulaşmıştır.. Allah, kimi de O'nun bu hidayeti kabul etmemesi sebebiyle saptırmışsa, o da en büyük zarara uğramıştır..

3) ifadesi, Allah kimi hidaye ermiş olarak vasfetmişse, o hidayete ermiştir.. Çünkü bu ifade, bir medh gibidir. Allah'ın medhi ise ancak, medhedilen bu sıfatla tavsif edilen kimseler hakkında söz konusu edilebilir; ifadesi ise, "Allah kimi sapmakla vasfetmişse, onlar da en büyük zarara uğrayanlardır" manasındadır.

4) Bu ayetin manası, "Allah kimi lütuf fiilleri ve hidayetini arttırmakla hidayete ulaştırmışsa o, hidayete ermiştir.. Kimi de, daha önce bulunan kendi kötü seçimi ve bu sebeple de o lütuf fiillerinin kendisine tesir etme alanı dışında kalmış olması sebebiyle bu hidayetten saptırmışsa, işte o kimse, en büyük zarara uğrayanlardandır" şeklindedir.

Bil ki biz, aklî ve kesin delillerin, hidayet ve saptırmanın, ancak Allah tarafından olduğuna birkaç yönden delâlet ettiğini beyân etmiştik.. Bu delillerden bazıları şunlardır:

a)  Fiil (bir şeyi yapıp yapmama), Daî'nin, (sebep, saik) mevcudiyetine dayanır. Daî'nin mevcudiyeti ise, sadece Allah tarafındandır.. O halde fiil, sadece Allah'tandır.

b) Allah'ın bildiğinin aksinin olması imkânsızdır. Şu halde, Allah'ın iman edeceğini bildiği kimse, küfre muktedir olamaz.. Aksi de böyledir.

c) Herkes, iman ve marifetullah'ın kendisinde bulunmasını ister, arzular.. Bu arzuya rağmen küfür tahakkuk ettiğine göre biz, O'nun, kul tarafından değil, O'nun dışındaki başka bir şey tarafından meydana getirildiğini anlamış oluruz... Sonra biz diyoruz ki:

Mutezile'nin birinci tevili zayıftır. Çünkü onlar, Cenâb-ı Hakk'ın buyruğuna, ahirette, cennete hidayet etmek manasına; O'nun buyruğunu da, bu dünyada hakka ulaştırma manasına aldılar ki, bu, Kur'an'tn nazmında bir rekaketi, bozukluğu gerektirir.. Tam aksine, ilahi kelamın nazmının güzel olabilmesi için, hidayet ve ihtidanın aynı şeyle ilgisi olmaları gerekir.

İkinci tevillerine gelince, bu lüzumsuz bir takdir yapmaktır ki, bu lâfzın hilafına olan bir durumdur.. Şayet böylesi takdirlerin kapısı açılırsa, o zaman olumsuz olanlar olumluya, olumlu olanlar da olumsuza dönüştürülebilir, böylece de Allah'ın kelâmı bir delil olmaktan çıkmış olurdu... Çünkü herkes, ayet hakkında istediği biçimde takdirler yapabilir. Bu durumda da her şey muayyen bir mana ifade etmekten uzaklaşırdı.

Üçüncü görüşleri de zayıftır. Çünkü, bir kimsenin "Falanca, falancayı hidayet etti" şeklindeki sözü, Arapça'da kesinlikle bir şey ifade etmez. Çünkü o O'nu, hidayete ermiş olmakla nitelemiştir. Bunu, bir kimsenin, "Falanca, falancayı saptırdı ve O'nu küfre götürdü" şeklindeki sözüne kıyas etmek, Arapça yönünden yapılan bir kıyas olup, (mânâ yönünden) son derece bozuk bir şeydir.

Dördüncü görüşleri de zayıftır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın kudreti dahilinde olan bütün lütuf fiillerini, Mutezile'ye göre Allah, bütün kâfirler hakkında da icra etmiştir.. Binâenaleyh, ayeti bu manaya hamletmek uzak bir ihtimaldir.. Allah en iyisini bilendir. [156]

 

İkinci Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın, doğru yolu bulmuştur" buyruğunda, aslı üzere yâ harfiyle okumak (muhtedî) caiz olduğu gibi, hafiflik olsun diye, yâ'sız olarak muhted şeklinde okumak da caizdir. Nitekim (Sîbeveyh'in) el-Kitab'ında yer alan bir beyitte şöyle denilmektedir:

'Ben kılıcımla, ön ayaklan hep ileri giden ve çok kolayca, gözü kara bir biçimde yürüyen asil yük develeri üzerinde, (sanki) uçtum..."

Yine bu el-Kitab'ın beyitlerinden birisi de şudur:

"Bunlar aynen, sürme taşının kenarında hasretlik gözyaşı ile yıkanmış olan, Necd güvercininin kanadındaki etekler gibidir..."

"Ebü'l-Feth, el-Mavsilî, "şair, sonundaki yâ harfi mahzuf olan kelimesini murad etmiştir" demektedir.

Cenabı Hak ifadesi ile de,"kimi de saptırır ve ondan yardımını keserse, onlar dünya ve ahirette en büyük zarara uğrayanlardır" manasını murad etmiştir... [157]

 

Kulun Fiilini Yaratan Allah'dır

 

"Celâlim hakkı için, biz cin ve insden pek çoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalbleri vardır, bunlarla idrak edemezler, gözleri vardır, bunlarla göremezler, kulakları vardır bunlarla işitmezler. Onlar dört ayaklı

hayvanlar gibidir. Hatta daha sapıkdırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir" (Araf, 179).

Bu ayet, burada da, fiillerin yaratılması ve meydana gelen hâdiselerin Allah tarafından murad edilmesi meselesinde, biz ehl-i sünnet ve'l-cemâat mezhebinin doğruluğuna dair ikinci hüccettir. Bunu birkaç yönden izah edebiliriz:

a) Allah Teâlâ, çok açık bir lâfızla, insanların ve cinlerin pek çoğunu cehennem için yarattığını beyan buyurmuştur. Allah'ın beyanına ilave edilecek bir şey yoktur.

b) Allah onların, cehennem ehlinden olduğunu haber vermiştir. Şayet onlar cehennemliklerden olmasalar, Allah'ın ilmi cehalete, doğru haberi de yalana dönüşmüş olur ki, bütün bunlar Allah hakkında muhal şeylerdir. Muhal olana götüren de muhalidr. O halde onların cehenneme girmemeleri de muhaldir. Bir şeyin muhal olduğunu bilen kimsenin, onu irade etmesi imkânsızdır. Binâenaleyh, Allah Teâla'nın onların cehenneme girmemelerini murad etmesinin imkânsız olduğu; aksine, O'nun onları cehenneme sokmayı dilemesinin gerektiği sabit olmuş olur. Bu, ayetin lafzının delâlet ettiği şeydir.

c) Küfre kadir olan, şayet iman etmeye kadir olamıyorsa, o kimsede, küfre dair kudreti yaratan kimse, onu cehenneme sokmayı murad etmiş demektir... Eğer, o kimse hem küfre hem de iman etmeye aym anda kadir ise, bu, iki taraftan birisini diğerine, herhangi bir müreccih olmaksızın tercih etmek imkânsızdır. Bu müreccih, eğer kul tarafından meydana gelmişse, bu teselsüle sebep olur. Yok eğer Allah tarafından ise, Allah da, neticeyi gerektiren sebebi yaratan ise, bu demektir ki Allah onu, kesinlikle cehennem için yaratmıştır...

d) Şayet Allah Teâlâ o kimseyi cennet için yaratmış ve cennete girmesini gerektiren şeyleri elde etme hususunda, ona yardım etmiş olsaydı; sonra da biz, kulun cehenneme girmesini gerektiren küfrü gerçekleştirme cihetinde amel etmiş olduğunu kabul ettiğimizde, bu durumda kulun maksadı tahakkuk edecek, Allah'ın muradı ise gerçekleşmeyecek! Böylece de kulun, Allah'dan daha kudretli ve daha güçlü olmuş olması gerekmiş olur ki, bunu hiç bir akıllı söylemez..

e) Akıllı olan, cehenneme müstehak olmayı gerektiren küfür ve cehaleti istemeyip, tam aksine mükâfaatı ve cenneti kazandıran îmanı ve marifetullahı ister. Binâenaleyh, kulun nivyetine, çalışıp çabalamasının aksine, onun küfrü ve cehaleti tahakkuk edince, o zaman, bunun kul tarafından değil,aksine Allah tarafından olmuş olması gerekir. Şayet onlar: "Kul, sırf gerçeği bulmada kararsız kaldığı ve batılı hak zannettiği için bu batıl ve bozuk itikadı elde etme hususunda çaba sarfetmiştir" derlerse, biz deriz ki:

Böyle olması halinde o, bu cehalete ancak, ondan önceki bir cehaletten dolayı düşmüştür. Binâenaleyh o kimsenin, bir önceki cehaletine de, başka bir cehaletinden dolayı yönelmiş olursa, bu teselsülü gerektirir, ki teselsül de imkânsızdır. Yok eğer bu iş, önceki bir cehaletten dolayı değil de, doğrudan doğruya meydana gelmiş olan bir cehalete varıp dayanırsa, o zaman ilzam söz konusu olur ve aklî ve naklî delillerimiz kuvvet kazanmış olur. Böylece de, bu aklî delillerin, Hak Subhânehû ve Teâlâ'nın "Celâlim hakkı için, biz cin ve insten pekçoğunu cehennem için yaratmışızdır. ."ayetinin açıkça delâlet ettiği şeyin, gerçeği ifade ettiği sabit olmuş olur.

Mutezile ise şöyle demektedir: "Şu sebeplerden dolayı, ayetten, sizin söylemiş olduğunuz şeylerin murad edilmesi imkânsızdır

1) Pek çok ayet, Allah Teâlâ'nm, herkesten kendisine itâatta bulunmalarını, ibâdet etmelerini, hayır ve iyi işlerde bulunmalarını irâde ettiğine, istediğine delâlet etmektedir. Bu ayetler şunlardır: "Hakikat biz, seni bir şahid, bir müjdeleyid, bir uyana olarak gönderdik ki, Allah'a ve peygamberine iman edesiniz..." (Feth,a-9); "Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik" (Nisa, 64); "Andolsun bunu. ibret almaları için, aralarında çeşit çeşit suretlerde anlatmışızdır" (Furkan, 50), "O, sizi karanlıklardan aydınlığa Çıkarmak için, kulunun üzerine açık açık ayetler indirmekte olandır.," {Hana, 9),"... ve insanların adaleti ayakta tutmaları için, beraberlerinde de kitabı ve mizanı /nd/rc/;7(.." (Hadîd, 25),"... sizi günahlarınızdan bağışlanmak, ... için davet etmekte o/an... "(ibrahim, ıo)ve ''Ben cinleri de, insanları da, ancak bana kulluk etsinler dîye yarartim..."(2arîyat. 56)..Bu gibi ayetler pek çoktur. Biz, Kur'an ayetleri arasında bir çetişki olmadığını kesinlikle bilmekteyiz.. Böylece biz, Hak Teâlâ'nın, "Celalim hakkı için, biz cin ve insten pek çoğunu cehennem için yaratmışızdır.." ayetini zahirî manasına hamletmenin mümkün olamayacağını anlamış olduk.

2)  Cenâb-ı Hak bu ayetten sonra, "Onlarm kalbleri vardır, bunlarla görmezler; kulakları vardır, bunlarla işitmezler..." buyurmuştur. Halbuki Cenâb-ı Hak bunu ancak, onları zemmetme sadedinde zikretmiştir. Binâenaleyh, şayet onlar cehennem için yaratılmış olsalar ve iman etmeye de kesinlikle kadir olamasalardı, onların iman etmeyişlerinden dolayı, onları kınamak çirkin olurdu..

3) Allah Teâlâ, şayet onları cehennem İçin yaratmış olsaydı, o zaman O'nun, kâfirlerden hiçbiri üzerinde asla bir nimeti bulunmazdı. Çünkü, dünyanın bütün malı ve metâı, devamlı olan bir azaba kıyasla, denizdeki bir katre, damla gibi olurdu.. Ve Cenâb-ı Hak da, bir insana, zehirli bir tatlı veren bir kimse gibi olurdu.. Çünkü bu kimse ona, (böyle yapmakla) bir iyilikte bulunmuş olmaz.. İşte burada da böyledir.. Kur'an, Allah'ın mahlûkat üzerindeki nimetlerinin çokluğunu ifade eden ayetlerle dopdolu olunca, biz durumun, sizin (ehl-i sünnet) dediğiniz gibi olmadığını anlıyoruz..

4)  Medh ve zem; mükafaat ve cez^; terğîb ve terhîb (teşvik ve korkutma) meseleleri, sizin bu konudaki fikrinizi (mezhebinizi) ibtâl eder.

5)  Şayet Allah Teâlâ onları, cehennem için yaratmış olsaydı, onları doğrudan doğruya cehennem için yaratmış olması gerekirdi.. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'tn o insanlara, kendilerinde küfrü yaratmak suretiyle, cehenneme girecekleri zamana kadar mühlet tanımasının bir manası yoktur..

6) Hak Teâlâ'nın  "Andolsun ki biz.., cehennem için yaratmışızdır" buyruğunun, zahiri manası terkedilmiştir. Çünkü cehennem, o muayyen belirli yerin adıdır. Bu ayetten, bu muayyen yerin kasdedilmiş olması caiz değildir. Binâenaleyh, mutlaka şöyle denilmesi gerektiği sabit olmuştur: Allah Teâlâ'nın, o insanları hangi şeyden dolayı yaratmayı murad ettiği mahzûftur.. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak, 'İnkâr etsinler, böylece de cehenneme girsinler diye onları yarattık.." demek istemiştir.. Böylece ayetin zahiri onların görüşüne göre, terkedilmiş olur. Dolayısiyle bu ayeti, Cenâb-ı Hakk'ın "Ben, cinleri de, insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattim" (Zanyât, 56) ayetinin manasına hamletmek gerekir. Çünkü bu ayetin zahiri, bir hazfin olduğunu söylemeye gerek kalmadan doğrudur. (Bu manaya gelmektedir...)

7) Eğer, Cenâb-ı Hakk'ın maksadı, "Onları, kâfir olsunlar ve cehenneme girsinler diye yaratmıştır" manası olsaydı o zaman, ehl-i sünnetin te'viline göre iş, bu ayetteki "Iâm"m, "lâmü'l-âkıbe" ofması neticesine varırdı. Fakat ehl-İ sünnet bu "!âm"ı, cehenneme müstehak olma söz konusu olmadan, lâmu'l-âkıbe sayıyor. Halbuki biz (Mutezile) bunu cehenneme müstehak olma söz konusu olarak lâmu'l-âkıbe kabul ediyoruz. Binâenaleyh bizim görüşümüz daha evlâdır. Böylece yapılan bu izahlarla, bu ayeti zahirî manasına hamletmenin mümkün olmayacağı sabit olmuş olur. Bundan dolayı ayeti te'vil etmek gerekir. Bunun izahı şöyledir: İnsanlardan ve cinlerden çoğunun akıbeti, cehenneme girme olduğuna göre, bu lamı, "akıbet lamı" kabul etmek caizdir. İşte bunun, gerek Kur'an'da, gerek (Arap) şiirinde pek çok misalleri vardır. Bunun Kur'an'dan misali, "İşte biz ayetleri böylece türlü türlü beyan ederiz. Ta ki onlar, "Sen okumuşsun" desinler.."(En'am. 105)ayetidir. Malumdur ki Cenâb-ı Ailah, ayetlerini onlar böyle desinler diye beyân etmemiştir. Fakat o müşrikler bunu söyledikleri için, ayette bu ifadenin gelmesi yerinde ve güzel olmuştur. Yine Allah Teâlâ, "(Musa): "Ey Rabbimiz. hakikaten sen, Firavun'a ve onun ileri gelen adamlarına dünya hayatında zînet ve mallar verdin. Ta ki, neticede onları senin yolundan saptırsın" dedi" (Yûnus, bs) ve  "Bunun üzerine Firavun'un adamları onu yitik (bir çocuk) olarak aldı. Akıbet kendileri için bir düşman ve bir tasa olsun diye..." (Kasas, 8) buyurmuştur. Halbuki onlar, bu çocuğu bu maksad için almamışlardı. Ama işin akıbeti böyle olunca, bu lâm'ın kullanılmış olması, güzel ve yerinde olmuştur. Şiir'den bunun deliline gelince, birkaç beyit gösterilebilir:'

"Nasıl meskenler, zamanın harap etmesi için kuruluyorsa, aynı şekilde analar da sevgili kuzularını (yavrularını), ölüm için sabahleyin otlamaya götürür." "Mallarımızı mirasçılar için topluyoruz Evlerimizi de zamanın harab edip yıkması için kuruyoruz"

"O'nun, her gün, "Ölüm için doğurun; ve harab olup yıkılsın diye bina edin!" diye nida eden bir meleği vardır'.'

"Ey Ümmü Semmâk (Semmâk)n annesi), ağlayıp sızlama! Çünkü, bütün anaların doğurdukları, (neticede) ölümün malıdır."

İşte eht-i sünnete cevap verme sadedinde Mutezile'nin söyledikleri son söz budur.

Bil ki te'vile gitmek, ancak sözün (ayetin) lafzını zahirî manasına hamletmenin imkansız olduğu, akli delil ile sabit olduğu zaman makul olur. Ama aklî delil ile, hak ve doğru olan mananın, sadece lafzın zahirinin delâlet ettiği şey olduğu sabit olunca, bu gibi yerlerde te'vîle sapmak abes olur. Mu'tezile'nin ayetlerden bulmaya çalıştıkları tutamaklar, eht-i sünnetin mezhebine delâlet eden, birçok ayeti karşısında bulur. Bunlardan birisi, bu ayetten önceki "Allah kime hidayet ederse, o doğru yolu bulmuştur; kimi de saptmrsa, işte onlar en büyük zarara uğrayanlann ta kendileridir" (A'rat, 17B) ayetidir ki, bu bizim mezhebimizin doğruluğunu göstermede çok açık ve nettir. Yine bunun diğer misali, bundan daha sonra geien, "Ayetlerimizi yalan sayanları, biz, bilmeyecekleri noktadan derece derece helake yaklaştırırız. Ben onlara mühlet veririm. Benim tuzağım (keydim) çetindir" (Avaı, 182-183) ayetleridir. Tefsir ettiğimiz ayetin gerek öncesi, gerek sonrası sadece bizim görüşümüzü {mezheb ve inancımızı) destekleyip kuvvetlendirince, Mu'tezile'nin. "Bu ayetin te'vil edilmesi gerekir" şeklindeki sözü son derece tutarsız olmuş olur. [158]

 

Anlamayan Kalpler, Görmeyen Gözler, İşitmeyen Kulaklar

 

"Onların kalbleri vardır, bunlarla idrâk etmezler; gözleri vardır, bunlarla görmezler; kulakları vardır, bunlarla işitmezler" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır: [159]

 

Birinci Mesele

 

Alimlerimiz, bu ayeti, kulların fiillerinin yaratılması meselesinde, görüşlerinin doğruluğuna delil getirerek şöyle demişlerdir: "Şüphesiz kâfirlerin, sayesinde dünya ile ilgili iyi şeyleri-hayırları anlayıp bildikleri kalbleri (akılları) vardır. Yine şüphesiz onların, görülebilecek şeyleri görebildikleri gözleri ve duyulacak şeyleri duyabildikleri kulakları vardır. Binâenaleyh bu ayette kastedilenlerin, "dinî hususlarda" diye kayıtlanması gerekir. Bunlar da onların, dinî meseleleri kalbleri (akılları) i!e anlamamaları, görmemeleri ve duymamalarıdır." Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: "Onların kalbleri, gözleri ve kulakları, buna uygun olmadığı halde, Allah Teâtâ'nın onları, dini yaşamakla mükellef tutmuş olduğu sabit olur. Bu ise, birşeyi emrettiği halde, aynı zamanda o şeyden men etmek ve alıkoymak demektir ki elde edilmek istenen netice de budur." Mu'tezile şöyle demektedir: "Eğer bu böyle olsaydı, Allah Teâlâ'nın bu kimseleri mükellef tutması kabîh olurdu. Zira bir şeye gücü yetmeyen kimseyi, o şeyi yapmakla mükellef tutmak kabîh bir iştir ve Hakîm olan zata (Allah'a) uygun düşmez. Dolayısıyle bu ayeti şu manaya hamletmek gerekir: "Onlar, delillerden hep yüz çevirip, aldırış etmedikleri için, anlayan bir kalbi, gören gözü, işiten kulağı olmayan kimselere benzetilmişlerdir."

Buna şu şekilde cevap verilir: İnsanın birşeye karşı aşırı nefreti olduğu zaman, onun kalbinde kök salan o aşırı nefret, nefret ettiği şeyin doğruluğunu gösteren sözü anlamaya ve onun güzelliklerini ve faziletlerini görmesine mâni olur. Bu, her akıllının kendi benliğinde bulacağı, kesin bir vicdan halidir. İşte bundan ötürü meşhur darb-ı meselde, "senin birşeye sevgin, seni o şeye karşı kör ve sağır eder (aşkın gözü kördür) " denilmiştir. Bu da bu şekilde sabit olunca biz deriz ki: "Bir kısım kâfirler, Hz. Peygamber (s.a.s)'e düşmanlık ve buğz, onun dinini kabule karşılık aşırı nefret ve onun peygamberliğini kabul etmeme hususunda işte bu noktaya, bundan daha ileriye varmışlardır. Kalbdeki sevgi ve kinin mevcudiyetinin, insanın ihtiyart ile (kendi elinde olmayıp), ister istemez onların kalbte meydana geldiği hususu kesin olarak bilinir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, deriz ki: "Kalbte meydana gelen bu nefret ve düşmanlığın yer etmesi ile insanın bu şiddetli nefret ve düşmanlığın, kulun ihtiyarı ile (iradesi ile) olmadığı sabittir. Yine kalbte böyle şiddetli nefret ve düşmanlığına rağmen, o şeyi anlamasının ve bilmesinin imkansız olduğu sabittir. Bunun da böyle olduğu sabit olunca, o zaman kendisinden kurtuluş olmayan bir "cebrin" söz konusu olduğunu söylemek gerekir.

' Mü'minlerin emîri Hz. Ali (r.a.)'nin bu hususu anlatmak için, bir hutbe irad ettiği nakledilmiştir. Bu, son derece güzel bir hutbedir. Alim Ahmed el-Beyhakî, "Menâkıbu'ş-Şâfiî" isimli kitabında, Hz. Ali (r.a)'nin, insanlara bir hutbe îrad ederek şöyle dediğini rivayet etmiştir: "İnsanda bulunan en hayret verici şey, onun kalbidir. İnsanın kalbinde hem hikmet bulunur, hem de bunun zıddı olan şeyler... Bir taraftan ona ümit gelirse, öbür taraftan arzu onu şaşırtır, arzu onu harekete geçirince hırs onu imha eder. Ye's onu tüketirse, esef onu öldürür. Ona öfke arız olunca, kini şiddetlenir. Rıza hali ile mutlu olurken, kızgınlıkla bedbaht olur. Korku ve endişe onu sarınca, onu hüzün tutar. Musibet gelince, feryad etmekten nerdeyse ölür. Eğer o insan bir mal bulacak olsa, onu zenginlik azdırır. Onu bir ihtiyaç kuşatsa, kalbini bu belâ meşgul eder. Eğer onu açlık güç duruma düşerecek olursa, zayıflık, yerinde oturtturur. O halde her kusur ve günah kalbe zarar verir, her ifrat onu bozar." Ben derim ki, Bu, son derece kıymetli ve güzel bir izahtır. Bu parça, insanı, kaza ve kader meselesinin sırrına muttalîeder. Çünkü uzuvların işleri, kalbin hallerine bağlıdır. Kalbin her hali de, kendinden önce mevcud olan bir başka hale dayanmaktadır. İnsan bunu anlayınca, ister istemez, bir mecburiyet altında olduğunu itiraf eder. Alim Gazzali (r.h), "İhya"smda, "Cebr inancını" anlatmak için bir bölüm açmıştır. Orada şöyle der: "Eğer, birşey yapmak istediğim zaman bakıyorum ki onu yapabiliyorum. Yapmamak istediğimde de, bakıyorum ki onu yapmıyorum. Öyleyse fiillerim, başkası tarafından değil, kendi tarafımdan oluyor" diye soran olursa şöyle cevap verilir: Farzet ki sen kendini böyte buluyorsun. Fakat biz diyoruz ki: Sen kendini, birşeyi dilemek istediğinde, onu dileyebiliyor; dilememek istediğinde de dilemeyebiliyor bir kişi olarak bulabiliyor musun? Senin bunun böyle olduğunu söyleyebileceğini sanmıyorum. Aksi takdirde bu husustaki iş, sonsuza uzanır. Aksine -istesen de istemesen de- neticede o şeyi dilersin. O şeyi dileyince de -istesen de istemesen de- yaparsın. Şu halde senin onu dilemen, dilemenden sonra da onu gerçekleştirmen senin elinde olan bir şey değildir. Demek ki insan, muhtar suretinde olan bir muztardır (yani özerk görünümünde olduğu halde aslında küllî iradeye tâbidir)." [160]

 

Bilginin Yeri Kalbdir

 

Alimler ayetteki “Onların kalbleri vardır, bunlarla idrak edemezler” ifadesini, ilmin (bilmenin) mahallinin kalb olduğuna delil getirdiler.  Çunku  Allah Teâla burada, zemmetme (kınama) sadedinde, onların kalblerinde anlayış ve idrak olmadığını bildirmiştir. Bu zemm, ancak anlayış ve idrakin mahalli, kalb olduğu takdirde doğru olur. Allah en iyi bilendir.

Cenâb-ı Hak "Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha sapıktırlar" buyurmuştur. Bunun izahı şöyledir: İnsan ve diğer hayvanlar, tabiî bakımdan, gıda, üreme ve çoğalma bakımından aynıdırlar. Yine canlılar, bâtını ve zahirî beş duyunun sağladığı menfaatlar ile, hayal etme, tefekkür etme ve hatırlama bakamlarından da müşterektirler. İnsan ile diğer hayvanlar arasındaki fark, ancak zâtı gereği, hakkı ve kendisiyle amel etmek için, hayrı öğrenmeye sevkeden akıl ve fikir kuvveti bakımındandır. Binâenaleyh kâfirler, akıl ile fikrin hallerini düşünmekten ve hakkı bilme ile hayrı yapmaktan yüz çevirince, âdeta hayvan gibi olmuşlardır.

Daha sonra, Cenâb-ı Hak, "Hatta (onlar) daha sapıktırlar" buyurmuştur, çünkü hayvanların, fazilet elde etme kudreti yoktur. Halbuki insana, bunu elde etme kudreti verilmiştir. Dolayısiyle, faziletleri elde etmeye kudreti olduğu halde, bunları elde etmekten yüz çeviren, bunları elde etmekten âciz olduğu için, elde edemeyen hayvanlardan daha adi olmuş olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, ''Hatta (onlar) daha sapıktırlar " buyurmuştur. Hakimü'ş-Şuarâ da şöyle demiştir:

Ruhun mebdei, başlangıcı, Arş'm ilahı olan Allah'ın katındadır; yeryüzü toprağı da, cismin ve bedenin aslıdır...

Emir ve mükellefiyetleri yüklenmeye elverişli olsunlar diye, çok merhametli olan yüce Allah, onları birleştirmiştir.

Binâenaleyh ruh, gurbettedir; bedense kendi vatanında... Öyleyse sen, vatanından uzaklaşmış olan garibin hakkını tanı, bil!..."

Ayetteki, "Hatta (onlar) daha sapıktırlar" buyruğunun tefsiri hususunda başka izahlar da yapılmış ve mesela şöyle denilmiştir: Çünkü hayvanlar Allah'a itaat ederler, kâfirler ise itaat etmezler. Mukâtil: "Kafirler, hayvanlardan daha yanlış yoldadırlar. Zira hayvanlar Rablerini bilir ve O'nu zikrederler. Halbuki kâfirler Rablerini ne tanır, ne de zikrederler" demiştir. Zeccâc: "Kâfirler daha sapıktır. Çünkü hayvanlar, kendi menfaat ve zararlarını gözetir; menfaatlerini elde etmeye gayret sarfedip, kendilerine zararı olan şeyden sakınırlar. Kâfirler ile inatçıların çoğu ise, kendilerinin (bâtılda) direttiklerini bilirler. Binâenaleyh küfürlerinde ısrar edip, böylece kendilerini cehenneme ve azaba atarlar" demiştir.

Ayete şu mana da verilmiştir: "O hayvanlar, kendilerini devamlı gözeten ve bakan insanlara yönelirler. Kâfir ise Rabbtnden, kendisine sınırsız nimetler veren ilahından kaçar" denilmiştir ki: O hayvanlar kendilerine yol göstereni (güdeni) olmadığı zaman, yollarını şaşırırlar. Ama bir yol gösterenleri olduğu takdirde, yollarını şaşırma nisbetleri çok azalır. O kâfirlere ise, peygamberler gefmjş ve o peygamber/ere kitablar tir. Buna rağmen onlar sapıklıklarını alabildiğine artırmışlardır.

Cenâb-ı Allah, ayeti, "Onlar, gaflete düşenlerin ta kendileridir" sona erdirmiştir. Atâ bu ifadeye, "Onlar, Allah'ın, dostları için hazırladığı at ile, düşmanları için hazırladığı ikabdan gafildirler" manasını vermiştir. [161]

 

Allah'ı Zikretmek

 

"En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na, bunlaria dua edin. O'nun isimleri hususunda, yanhş yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına uğrayacaklardır" (A'raf, 180). [162]

 

Ayetin Oaha Önceki Kısımla Münasebeti

 

Bil ki Allah Teâlâ, cehennem için yaratılanları, "Onlar gaflete düşenlerin taa kendileridir" diye tavsif edince, bundan sonra Allah'ı zikri emrederek, "En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na, bunlarla dua edin" buyurmuştur. Bu, adetâ, cehenneme girmeye sebeb olan şeyin, Allah'ın zikrinden gafil olma; cehennem azabından kurtaracak şeyin de, Allah'ı zikretme olduğuna bir dikkat çekme gibidir. Müşahede ve zevk erbabı, durumun böyle olduğunu ta içlerinde,ruhlarında hissederler. Çünkü kalb, Allah'ı zikretmekten gaflet edip, dünyaya ve onun şehevî şeylerine yöneldiğinde, hırs ve mahrumluk fırtınasına düşer. Böylece de bir arzudan, diğer bir arzuya; bir talepten, diğer bir talebe; bir karanlıktan diğer bir karanlığa devamlı sürüklenir durur. Zikruflah ve marifetullah kapısı açıldığında kalb, afetlerin ateşinden ve zararların pişmanlığından kurtulur, böylece göklerin ve yerin Rabbini tanıma şuuruna erer. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [163]

 

En Güzel İsim ve Sıfatlar Allah’ındır

 

Ayetteki “En güzel isimler Allah’ındır” ifadesi, Kur’an-ı Kerim’de dört yerde geçmiştir.

1) Bu surede...

2) İsra (Benî İsrail) sûresinin sonundaki, "De ki: "Gerek Allah diye çağırın; gerek Rahman diye dua edin. Hangi (ismi ile) çağırırsanız çağırın, nihayet en güze! isimler O'nundur" (isra, no) ayetinde...

3) Tâhâ sûresinin başlarındaki, "Allah O'dur ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. En güzel isimler O'nundur" (Tâha, 8) ayeti...

4)  Haşr sûresinin sonundaki, "O, öyle Allah'dır ki vücuda getireceği herşeyi hikmeti muktezasmca takdir edendir, onları var edendir, varlıklara suret verendir. En güzel isimler Onun..." (Haşr, 24) ayeti...

Bunu iyice kavradığın zaman, biz deriz ki: "İsimler, manalara delâlet eden lafızlardır. İsimler ancak, ifade ettikleri mana ve mefhumlar güzel olursa, güzel olurlar. Allah hakkında "güzellik", O'nun kemal ve celâl sıfatlarının zikredilmestdir. Allah'ın sıfatlan iki gruba münhasırdır:

a)  Hak Teâlâ'mn, başka bir varlığa muhtaç olmadığım ifade edenler...

b) Allah dışındaki herşeyin O'na muhtaç olduğunu ifade eden sıfatlar. [164]

 

Esma-yı Hüsna'nın Taksimi

 

Bil ki, Allah'ın isimlerini tefsir için yazdığımız, içinde çok incelikler ve kıymetli hakikatler bulunan büyük bir kitabımız vardır. Bu kitaba, "Levâmiu'S-Beyyinât fî Tefsiri l-Esmâ-i ve's-Sıfât" ismini verdik. Bu hususta, derinlemesine bilgi edinmek steyen, oraya müracaat etsin. Biz burada, Allah'ın isimleriyle ilgili birkaç incelikten oahsedeceğiz. Bu cümleden olarak diyoruz ki: Allah'ın isimlerini, pek çok bakımdan asımlara ayırmak mümkündür:

Birincisi: İsim, ya zâtın.ya zâtın bir parçasının, yahut da zâtın dışında olan, ama o zatta bulunan bir sıfatın ismi olur. Zâtın ismi olana ism-i a'zam (en büyük isim) denilir. Bu isimle İlgili konuların perdesini açmada pek çok sırlar vardır. Zâtın, bir parçasının ismine gelince, Cenâb-ı Allah hakkında bu imkansızdır. Çünkü bu, parçaların birleşmesinden meydana gelen varlıklar için söz konusudur. Böyle (mürekkeb) olan herşey, varlığı "mümkin" varlıktır. Binâenaleyh "vâcibu'l-vücûd" olan varlığın, parçalan olamaz.

Sıfat ismine gelince, diyoruz ki: Sıfat, ya hakikî; ya izafî; ya selbî, ya da bu üçünün hepsi birden olmuş olur. Binâenaleyh bunlar dört çeşittir. Zira bu ya hem izafî, hem de selbî olmakla beraber hakikî bir sıfat olur; yahut izafî olmakla beraber selbî bir sıfat olur; yahut da, aynı anda hem hakikî, hem izafî, hem selbî olur. İzafî olmayan hakikî sıfat, "vucûd (var olma), bir sıfattır" diyene göre, "mevcûd" kelimesi; yahut da "vahdet (birlik) de bir sıfattır" diyene göre "vâhid" kelimesi gibidir. Yine "Hayy" (diri) ismi de böyledir. Çünkü hayat, izafîlikten uzak, hakikî bir sıfattır. Sırt izafî olan sıfat, "mezkûr" (zikredilen) ve "malûm" (bilinen) sözümüz gibidir.

Selbî sıfata gelince, bu da bizim el-Kuddûs, es-Selâm sözümüz gibidir. İzafi olan hakiki sıfat ise, bizim Âlim, Kadîr şeklindeki sözümüzdür. Çünkü "ilim" hakikî bir sıfattır ve "ilmin", bilinen şey ile ilgisi vardır. "Kadir" de böyledir. Çünkü bu da hakikî bir sıfattır.Ve aynı zamanda onun"güç yetirilen şey" ile ilgisi vardır. Selbî olan hakikî sıfat, "kadîm (ezelî) gibi sıfatlardır. Çünkü bu gibi sıfatlar, evveli olmayan bir varlığı anlatırlar. Selbî olan izafi sıfat, "evvel" gibi sıfatlardır. Çünkü "evvel", başkasını aecmis olan. fakat başkası kendisini (zaman bakımından) geçememiş olan şeydir.

Hakikî, izafi ve selbî olan sıfat da, "hakim" gibi sıfatlardır. Çünkü "Hakim", herşeyin hakikatini bilen zattır. Böyle olan bir zat, yapılması uygun olmayan şeyleri yapmaz. O halde ilim, hakikî bir sıfattır. Bu sıfatın maluma bağlı olması, onu nisbî ve izafî kılmaktadır. Cenâb-ı Hakk'ın, uygun olmayan şeyleri yapmaması ise selbî (olumsuz) bir husustur. Bu hususları iyice anladığın zaman biz diyoruz ki, selbî (olumsuz) hususlar sonsuzdur. Yine izafî durumlar da sonsuzdur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın mahlûkatı yaratmış (hâlık) olması, izafî bir sıfattır. Muhyi (dirilten), mümît (öldüren) olması da, husûsî nisbî sıfatlarıdır. Rezzâk (rızık verici) ismi de, bir başka hususî-izafî sıfatıdır. Böylece bu iki kısma münhasır olan sıfatlan sebebi ile, Cenâb-ı Allah'ın sonsuz ve sınırsız isimleri vardır. Çünkü O'nun makdûrâtı (güç yetirebildiği şeyler) sınırsızdır. Cenâb-ı Allah'ın zatının künhünü kavramaya imkan olmayıp, O ancak, fiilleri ile bilinebildiği için, O'nun mahlûkatındaki (fiillerindeki) hikmetinin sırlarına kim daha çok vâkıf olursa, o, Allah'ın isimlerini daha çok bilir. Bu konu, sahili, ucu bucağı olmayan bir okyanus gibi olduğu için, aynı şekilde Allah'ın güzel isimlerini bilmenin de bir sınırı yoktur. [165]

 

Kelamcıların Esma-yı Hüsna'yı Taksimi

 

İkincisi: Bu, Allah'ın isimlerinin kısımları hususunda kelamcıların söylediği şeydir. Kelamcılara göre, Allah'ın sıfatları üç çeşittir:

a) Vacib olanlar..

b)  Caiz olanlar...

c)  İmkansız (müstahil) olanlar...

Allah Teâlâ'nın bu üç kısımdan her birine göre belli isimleri vardır. [166]

 

Diğer Taksimler

 

Üçüncüsü: Allah'ın sıfatları, ya zatî, ya manevî, ya da fiilîdir.

Dördüncüsü: Bu sıfatlar, Allah'dan başkasına verilebilenler veya verilemeyenler diye iki kısımdır. Birinci kısım, "kerim", "rahim", "aziz", "latif", "kebir" ve "hâlık" gibi sıfatlardır. Çünkü bu sıfatlar, her nekadar Allah hakkında kullanıldıklarında ifade ettikleri manalar, kullar hakkında kullanıldıklarında ifade ettikleri manalardan başka ise de, kullar hakkında da kullanılabilir.

İkinci kısım ise, "Allah", "Rahman" gibi isimlerdir. Birinci kısım, bir kayıtla kayıtlandıkları zaman, ancak Allah hakkında kullanılabilir. Mesela, Ya Erhamür-Rahimîn ve Yâ Ekremü'l-Ekremîn ve, Hâlıku's-Samâvât-ı ve'l-Arz (göklerin ve yerin yaratıcısı) gibi ifadeler...

Beşincisi:

a) Tek başına kullanılabilen isimler... Mesela Ya Allah, Ya Rahman, Ya Hayy, Ya Hakîm gibi,

b) Tek başına kullanılması caiz olmayan isimler... Mesela, Mümît (öldüren), Dârr (zarar veren) gibi isimler... Bu gibi isimlerin tek başına kullanılmaları caiz değildir. Aksine beraber olarak, "Ya Muhyî Ya Mumît (Ey dirilten ve öldüren) ve "Ya Darr, Ya Nâfi" (Ey zarar veren ve fayda, veren) şeklinde zıtlanyla birlikte kullanılmaları gerekir. [167]

 

Allah'ın Sıfatlarının Birbirine Delâlet Etmesi

 

Altıncısı: Allah'ın ilk bilinen sıfatı, "Muhdis" (eşyayı yoktan var etme) ve "Müreccih" (eşyayı var etmeyi tercih etme) sıfatıdır. Bu böyledir. Çünkü biz, Cenâb-ı Hakk'ın varlığını, ancak mümkinâtın (mahlûkatın) varlığını O'na delil kılmak suretiyle anlayabiliriz. Deliller, görünen âlemin, zâtı gereği, varlığı da yokluğu da mümkin olduğunu gösterince, akıl, bu âlemin varlığını yokluğuna tercih edip (bunu var eden), bir müreccihe muhtaç olduğu neticesine varır. İşte bu "müreccih", sadece Allah Sübhanehu ve Teâlâ'dır. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, bilinen ilk sıfatının, "müreccih" ve "müessir" sıfatları olduğu sabit olur. Sonra biz diyoruz ki: Bu "müreccih" tercihini ya "vücûb" (vâcib olduğu) için, ya da "sıhhat" veçhiyle (doğru olduğu) için yapmıştır. Birinci ihtimal bâtıldır. Aksi halde, Cenâb-ı Hak'la beraber kâinatın da ezelî olması gerekirdi. Halbuki bu olamaz. Geriye Allah'ın, bu âlemi, "sıhhat" yolu ile tercih etmesi (var etmesi) ihtimali kalır. O'nun "sıhhat" yoluyla müreccih olması (birşeyi tercih etmesi) ise, O'nun kadir olması demektir. Böylece Allah'ın "müreccih" oluşunun bilinmesinden sonra, bilinen ilk sıfatın Allah'ın "Kadir" oluşu olduğu anlaşılır. Bundan sonra biz, Cenâb-ı Hakk'ın fiillerinin çok hikmetli ve sağlam oluşu ile, O'nun "âlim" olduğunu anlıyoruz. O'nun âlim ve kadir olduğunu bilip, âlim ve kadir olanın da mutlaka "Hayy" (diri) olacağını bildiğimiz için "Alim" ve "Kadir" oluşundan Allah'ın "Hayy" olduğunu anlıyoruz. Böylece yapılan bu izahla, Cenâb-ı Allah'ın sıfatlarını ve isimlerini bilmenin, aynı anda (hep birden) olmadığı; aksine birbirinden istifade edilerek, derece derece olan ilimlerle olduğu ortaya çıkmış olur. [168]

 

Vacib ve Mümkin Varlık    

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "En güzel isimler Allah'ındır" sözü, hasr  (sadece) manası ifade eder. Buradaki "hasr", "En güzel isimler, sadece Allah'ındır" manasındadır. Aklî deliller de, bunun doğru olduğunu gösterir. Çünkü, varlıklar ya zâtı gereği "vâcibu'l-vücûd"dur, ya da zâtı gereği "mümkinü'l-vücûd"durlar. Zâtı gereği "vâcib" olan tek olup, o da Allah Teâlâ'dır. O'nun dışındakilerin hepsi, zâtı gereği "mümkin" varlıklardır. Zâtı gereği mümkin varlıklar, mahiyetleri, var oluşları ve bütün hakiki, izafî, selbî sıfatları itibarıyla, zâtı gereği "vâcib" olan (Allah'ın), onları var etmesine muhtaçtırlar. Eğer o zâtı gereği vâcib varlık bulunmamış olsaydı, onlar sırf yokluk ve (selbîlik) olumsuzluk üzere kalırlardı. Binâenaleyh Allah Teâiâ. zâtı gereği, "kâmil" (tam-noksansız) olandır. Onun dışındaki varlıkların kâmil oluşu ise, ancak O'nun cûd ve keremi ile olur. O halde her türlü kemal, celal ve şeref, zatından dolayı, zatında ve zatı için, Allah'ındır; ariyet (geçici) (ödünç) olarak ise Allah'dan başkası içindir. Cenâb-ı Makk'ın zatından başka varlıkların sıfatları, fakirlik, muhtaçlık, noksanlık ve yokluktur. Binâenaleyh bu açık aklî delil ile de, en güzel isim ve sıfatların, ancak Allah'ın olduğu; O'nun dışındaki herşeyin yokluk ve noksanlık denizinde boğulduğu sabit olur, [169]

 

Allah'a "şey" Vasfının Verilip Verilmemesi  

 

Bu âyet, en güzel isim ve sıfatların sadece Allah'a ait olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh O'nun "güzel" ve

"kâmil" diye tavsif edilmesi gerekir. İşte bu da, müsemmasında (ad olduğu varlıkta), bir kemâl ve celâl ifade eden her ismin, ancak Allah için kullanılabileceğini gösterir. İşte buradan hareketle, Cehm b. Safvân'ın şöyle dediği nakledilmiştir: "Allah'a "şey" diyemem. Çünkü "şey", eşyanın en değersizine de, en kıymetlisine de, en şerefsizine de denir. Durum böyle olunca, "şey" kelimesinin, ad olduğu varlık için, bir şeref, bir celâl ve bir rütbe ifade etmediğini söylemek gerekir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Bu ayetin muktezasına (gereğine) göre, Allah'ın isimlerinin mutlaka bir şerefe ve bir kemale delâlet etmesi gerektiği sabit olur. Yine "şey" kelimesinin, böyle olmadığı da sabittir. O halde, Allah'a "şey" demek imkansızdır. Allah'a sığınırım. Bu, Allah'ın zâtının, hakikî bir varlık ve mevcud olması konusunda, bir itiraz değildir. Bu, sadece lafızla (kelime ile) ilgili bir itirazdır. Bu da, Allah'ın "şey" diye isimlendirilip isimiendirilemeyeceği meselesidir. Fakat "o eşyanın (şeylerin) yaratıcısıdır" sözümüz, bir medh, bir celâl ve bir şeref ifade eden bir sıfattır. Binâenaleyh ismin Allah'a bu (şekilde) verilmesi, gerçek ve yerinde olmuş olur." Cehm b. Safvân, bu iddiasını şöyle başka delillerle de güçlendirmiştir:

1)  Cenâb-ı Hak ''O'nun benzeri hiçbir şey yoktur" (şûra, n) buyurmuştur. Bu, "O'nun mislinin benzeri birşey yoktur" demektir. Bir şeyin kendisinin, kendisinin mislinin (benzerinin) misli olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh aklen, herşeyin, kendisinin mislinin misli olduğu sabit olup;Kur'an'daki bu ayet de Allah'ın mislinin misli (benzeri) bir şey bulunmadığına delâlet edince, bu, Allah Teâlâ'nın "şey" diye ifade editemiyeceği hususunda açık bir delil olmuş olur. Avetteki kemislihi "Onun misli gibi.." tabirinde "kâfin, zâid ve manasız bir harf olduğunu da kimse söyleyemez. Çünkü Allah'ın kelamında, manasız bir şeyin olduğunu söylemek olmayacak bir şeydir.

2) Cenâb-ı Allah, "O. herşeyi yaratandır" (AVâf. 102)buyurmuştur. Eğer Allah Teâlâ hakkında "şey" denebilseydi, Cenâb-ı Hakk'ın kendisini de yaratmış olması gerekirdi ki, bu imkansızdır. Ayet hakkında, "Bu, tahsis edilmiş (sınırlandırılmış), umumî bir ifadedir" de denilemez. Çünkü biz, "Bu, mutlaka araştırılması gereken bir sözdür" diyoruz. Bu cümleden olarak deriz ki: Meşhur örfe göre Arapların, ekseriyeti bütün gibi.nâdir ve ender şeyi de yok gibi kabul ettikleri sabittir. Bu sabit olunca biz diyoruz ki: Genel ve galip olan, mevcud olup; şazz ve kaide dışı şey de nâdir olunca, Araplar, ekseriyeti bütün; nâdiri de yok saymışlar ve "bütün"ü, ekseriyet manasında kullanmışlar, nâdir ve şazz (alışılmamış) şeyleri de, umumi olan hükmün tahsis edilmesi babından saymışlardır. Bunu da iyice kavradığın zaman biz diyoruz ki: "Allah hakkında "şey" denmesinin doğru olduğu kabul edilmesi halinde, eşyanın (şeylerin) en büyüğü Allah olmuş olur. Bu gibi varlıklara, tahsisi (istisnayı) sokmak yalan faslından olur. Binâenaleyh böyle bir mahzura düşmemek için, Cenâb-ı Hakk'a "şey" denilemiyeceğine inanmamız gerekir.

3) Bu isim, ne Allah'ın kitabında, ne de Resûlullah'ın hadislerinde, Allah Teala hakkında kullanılmamıştır. Yine biz, seleften hiç kimsenin, dua ederken Allah için, "Ey Şey" dediğini de duymadık. Şu halde Allah hakkında bunu kullanmaktan Kaçınmak gerekir. Bunun, Kur'an-ı Kerim'de bulunmadığının delili, Hak Teâlâ hakkında bu kelimenin kullanılabileceği zannını uyandıran: "De ki: "Şahid olarak hangi şey daha büyüktür?" De ki: "Benimle sizin aranızda Allah hakkıyla şâhiddir"[En'&m, inayetidir. Biz, En'am suresinin tefsirinde, bu ayetin bu manaya delâlet etmediğini beyan etmiştik. Binâenaleyh (Cehm'in) bu husustaki sözü düşer.

Şayet birisi, "Bizim, "mevcûd", "mezkur" (zikredilen) "zât" ve "ma'lûm" gibi sözlerimiz, herhangi bir şeref ve yüceliğe delâlet etmeyen vasıflardır. Binâenaleyh sizin, bunların da Allah hakkında kullanılamıyacağınt söylemeniz gerekir" derse, biz deriz ki: Bu konuda gerçek olan, tafsilata girmektir. Bundan dolayı diyoruz ki: "Allah şeydir"; "Allah bir zattır"; "Atlah bir hakikattir" şeklindeki sözünle ne kastediyorsun? Eğer sen, bununla Allah Teâlâ'nın aslında bir zât, bir hakîkat, mevcut bir şey olduğunu «.astediyorsan, şüphe yok ki O böyledir. Yok eğer bu sözünle, Allah'a bu isimlerle "tdâ (dua) edilebileceğini söylüyorsan; biz deriz ki: Bu caiz değildir. Çünkü biz selefin, "Ya Atlah, Ya Rahman ve Ya Rahim v.b. şekillerde dua ettiklerini gördük. Ama "içbirinin, "Ya Zât, Ya Hakîkat, Ya Mefhum, Ya Malum" dediğini görmedik ve şitmedik. Binâenaleyh bir dua ve niyaz için, bu gibi kelimelerden kaçınmak, Allah -akkında gereklidir. Allah en iyi bilendir. [170]

 

Esma-yı Hüsna'nın Tevkîfi  Olup Olmadığı               

 

Cenâb-ı Allah'ın, "En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na bunlarla dua edin" buyruğu, Hak Teâlâ'nın güzelisimleri bulunduğuna ve insanların Allah'a bu isimlerle dua etmesi gerektiğine delâlet eder. Bu da, Cenâb-ı Allah'ın isimlerinin ıstılahı değil, tevkifi (yani Allah'ın kendi vermesi ile) olduğunu gösterir. Bunun böyle olduğunu şu husus da kuvvetlendirmektedir: Mesela, "Ya Cevvâd" denilebildiği halde, (yine cömert manasına gelen) "Ya Sahî" denilmesi caiz değildir. Yine Allah için, "Ey Âkil (Akıllı), Ey Tabîb, Ey Fakîh" de denilemez. İşte bu da, Allah Teâlâ'nın isimlerinin ıstılahı (yani insanların belirlemesi ile) değil, tevkîfî olduğuna delâlet eder. [171]

 

İsim, Müsemma'nın Gayrıdır 

 

Bu ayet, ismin, müsemmadan (ismin ad olduğu varlıktan) başka olduğuna delâlet eder. Çünkü Allah'ın isimleri pek çoktur. Ayetteki "isimler" kelimesi de cemîdtr. Halbuki cemî (çoğul) kelime, üç ve üçten fazla olan şeyleri ifâde eder.

Allah'ın isminin pek çok olduğu sabittir. Allah'ın tek olduğunda da şüphe yoktur. Binâenaleyh ismin, müsemmadan başka olduğuna kesinkes hükmetmek gerekir. Hem sonra, "En güzel isimler Allah'ındır" buyruğu, bu isimlerin Allah'a izafe edilmesini (O'na ait olduğunu söylemeyi) gerektirir. Halbuki bir şeyin, yine kendisine nisbet edilmesi imkânsızdır. Buna göre şayet, "zatlar Allah'ındır" denilseydi, bu bâtıl olurdu. Cenâb-ı Allah, "(En güzel) isimler, Allah 'mdır" deyince, bu, güzel ve yerinde olmuştur. İşte bu durum da, ismin müsemmadan başka olduğuna delâlet eder. [172]

 

Altıncı Mesele

 

Cenâb-ı Allah'ın, "£n güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na, bunlarla dua edin" emri, insanın, Rabbisine ancak

O'nun en güzel isimleri ile dua etmesi gerektiğine delâlet eder. Bu duâ da ancak, o kimsenin, o isimlerin manası İle, delile müstenid olarak kendisinin bir Rabbi, bir ilahı ve çok kudsî, kıymetli sıfatlarla tavsif edilmiş bir Yaratıcısı olduğunu bildiğinde tahakkuk eder... Binâenaleyh o kimse, delile dayanarak bunu bildiğinde, Rabbine o isim ve sıfatlarla dua etmesi, yerinde ve güzel olur. Sonra, böylesi bir duanın, pekçok şartının bulunduğu, tafsilatlı olarak Ebu Abdullah el-Halimî'nin "Kitabu'l-MinhâC'ında zikredilmiştir.

Bu hususta en güzel olanı, dua eden kimsenin, şu iki hususu aklında tutmasıdır:

a)  Rububiyyetin izzeti (Rabliğinin izzet ve azameti).

b) Ubudiyyetin zilleti (kulluğun huşu ve zillet derecesi)... İşte o esnada bu dua güzel olur ve bu zikrin mertebesi de yükselir. Ama böyle olmadığı zaman, bu duanın faydası az olur. Ben buna misal arzedeyim: Namazının iftitah tekbirinde "Allahu Ekber!" demek isteyen herkesin niyyetinde ve gönlünde, Allah'ın kendisini, bedenini, aklî, hissî ve harekete dair kuvvetlerini yaratmasındaki hikmetinin tesirlerini mümkün olduğunca düşünüp hatırlaması gerekir.. Sonra da, kendi durumundan, Allah'ın, bütün insanları, bütün hayvanları, bütün bitki ve maden çeşitlerini ve âlemin her tarafında görülen gök gürültüsü, şimşek ve yıldırımlar gibi ulvî tesirleri yaratmadaki hikmetinin eserlerini düşünmeye, bunları zihninde toparlama durumuna geçer... Daha sonra da Allah'ın, yerleri, dağları, denizleri ve çölleri yaratmadaki kudretinin tesirlerini düşünmeye ve aklında toparlamaya çalışır.. Ve yine o, Allah'ın, süflî ve ulvî unsurların tabakalarını yaratmasındaki kudretini, yine, onca genişliğine ve büyüklüğüne rağmen, göklerin tabakalarını yaratmasındaki eserlerini aklında toparlamaya, onları tezekkür etmeye; yine Allah'ın, sabit ve gezegen olan yıldızların kütlelerini yaratmasındaki, Kürsî, Sidretü'l-Müntehâ ve bütün mevcudatı kuşatan Arş-ı A'zam'ı yaratmadaki kudretinin eserlerini düşünüp tezekkür etmeye; sonra da Hamele-i Arş ve Kürsî (Arş'ın ve Kürsî'nin taşıyıcısı) olan melekler ile, rûhaniyât aleminin ordularını yaratmadaki eserlerini ve kudretini zihninde tezekkür etmeye çalşır. O, böylece aklının, anlayışının, zikrinin, hâtıra ve hayalinin ulaşabileceği en uç noktaya kadar, bu derece ve mertebeleri, zihninde ve gönlünde sürekli bulundurmaya ve tezekkür etmeye çalışır. O, derecelerinin, makam ve mevkilerinin farklılığına rağmen, bu ruhanî ve maddî olan şeylerin tamamını, zihninden geçirdiği zaman "Allahu Ekber!" der. Bu kimse, "Allah sözüyle, eşyayı yaratan, onları varlıktan yokluğa çıkaran ve onları her birine mahsus vasıf ve sıfatlara göre tertib eden varlığa işaret etmiş olur. "Ekber" sözüyle de, "Bu eşyanın, Cenâb-ı Hakk'ın kibriyâsına, ceberrutuna, izzetine, ulviyyetine ve samediyyetine benzemediğini; aksine O'nun, "O, bu şeylerden daha büyüktür" denilmekten daha büyük olduğunu söylemek ister.. İşte sen bu tek misali iyice kavradığında, irfan ve tam bir şuur ile meydana gelecek olan zikri, var sen kıyasla... İşte bu esnada senin aklına, Cenâb-ı Hakk'ın "En güze! İsimler Allah'ındır. O halde, O'na bunlarla dua edin" emrinin muhtevasına bırakılmış, dercedilmiş sırlardan birisinin kapısı tecelli edip açılır... [173]

 

İlhad Kelimesinin Manası

 

Cenâb-ı Hakk'ın,"O'nun isimleri hususunda, yanhş yola gidenleri bırakın.." emrine gelince, bu hususta birkaç mesele bulunmaktadır: [174]

 

Birinci Mesele

 

Hamza, yelhedün şeklinde okumuş, Âsim[175] ve Kisâî de kendisine Nahl suresinde (103. ayet) muvafakat etmiştir.

Ferrâ, gerek yulhidûn gerekse yelhedün kelimelerinin

iki kullanış şekilleri olduğunu ve veya olarak kullanıldığnı söylemiştir. Dil âlimleri de, "Arapça'da ilhâd"ın manası, maksut olandan sapmak, meyletmektir..." demişlerdir. İbnu's-Sikkît, "Mülhid, haktan sapan ve kendisinde hak namına bir şey bulunmayan bir şeye girmektir. Nitekim, "Dinde batıla saptı ve haktan meyletti.." denilir demiştir. Dil âlimlerinden olan Ebu Amr da, "İlhad, doğruluktan sapmak ve ondan ayrılmaktır. Kabirde kazılan "lahd" de, bu manadadır" demiştir. Vahidî (r.h) ise şöyle der: "En güzel olan, âmmenin okuduğu kıraattir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bir başka ayetinde de, "Kim orada zulüm ile ilhâda yeltenirse,.." (Hax, 25) buyurmuştur. Bir de, Araplar, daha ziyade "ilhâd" fiilini kullanırlar. Çünkü onlar, genelde mülhid derler. Arapların, lâhid demeleri nerdeyse hiç duyulmamıştır." [176]

 

Allah'ın İsimleri Hakkında Caiz Olan ve Olmayan Hususlar     

 

Muhakkik alimler şöyle demektedirler. "Allah'ın isimleri hususunda "ilhâd", üç türlüdür:

a) Allah'ın mukaddes ve tertemiz isimlerini, Allah'dan başka varlıklara vermek ve onlar için kullanmak... Meselâ bu, kâfirlerin, putlarını "ilah" olarak adlandırmaları gibidir.. Onların, putlarım Lât, Uzza ve Menât diye adlandırmaları da böyledir. Lât, Hân'dan; Uzza, Azîz'den ve Menât da, Mennân kelimelerinden türetilmiştir. Müseylimetu'l-Kezzâb da, kendisine "Rahman" lakabını vermişti...

b) Allah'ı, kendisiyle isimlendirilmesi caiz olmayan isimlerle isimlendirmek.- Bu da,  Allah'ı,   Mesih'in   "baba"sı  diye  adlandıran  kimsenin  adlandtrmasıdır.. Hristiyanların ekserisinin de "baba", "oğut" ve "rûhu'l-kudüs" demeleri de böyledir.. Yine, Kerrâmiyye fırkası, Allah'ın cisim olduğunu söyler ve O'nu cisim olarak tavsif ederler. Mutezile de, konuşmaları esnasında bazan, "Şayet Allah, şöyle şöyle... yapsaydı, o sefîh (aklı az) ve zemme müstehak olurdu.." demektedirler. Bütün bu kullanışlar, bir sû-i edebi, edepte kusur etmeyi hissettirmektedir...

Ehl-i sünnet âlimleri ise şöyle demişlerdir: "Mânası doğru olan her şeyin, Allah hakkında kullanılması caiz değildir. Çünkü, Allah Teâlâ'nın, bütün cisimlerin yaratıcısı olduğu, delillerle sabittir.- Ama, (Allah hakkında), "Ey kurtların, maymunların ve kenelerin yaratıcısı..." denilmesi caiz değildir. Aksine, Atlah'ı böylesi zikirlerden tenzih etmek vacibtir. Ama, "Ey, göklerin ve yerin yaratıcısı, ey hataları ve zelleleri affeden; ey, gözü yaşlı, gönlü hüzünlü olanlara acıyan..." şeklindeki zikirlerle, buna benzer başka güzel ve kıymetli ifadeler kullanılabilir..

c) Kulun, Rabbinİ, manasını bilmediği ve medlulünü tasavvur edemediği şeylerle zikredip anmasıdır.. Çünkü böyle lafızların medlulü, çoğu kez, Allah'ın celâline uygun ve lâyık olmayan bir durumu ifade eder.. İşte bu üç kısım, Allah'ın isimleri hakkındaki "ilhâd"dır.

Şayet birisi: "Bir lafzın, itk defa Allah hakkında kullanılmasından, o lafızdan türeyen şeyleri mutlak manada, Allah hakkında kullanmak gerekir mi?" şeklinde bir soru sorarsa, biz deriz ki:

Bana göre hak olan, bunun, ne Allah hakkında, ne melek ve ne de peygamberler hakkında kullanılmamasıdır. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: ^ (öğretti) lafzı, pekçok ayette, Aftah hakkında kullanılmıştır... Mesela Cenâb-ı Hakk'ın "ve Adem'e bütün isimleri öğretti" (Bakara, 3i) "ve bilmediklerini sana öğretti "(Nisa, n3); 'Ve ona, katımızdan bir ilim öğrettik... "(KeM.es) ve, "Rahman, Kur'an'i öğretti" (Rahman, 1-2) ayetleri böyledir. Ama, (bundan hareketle), Allah hakkında, "Ya Muallim!" {Ey öğretici!) demek caiz değildir.. Yine, (Allah hakkında),. "O, onları sever" (Mâkie, 54) tabiri kullanılmıştır... Ama, Allah hakkında, "Ya Muhibbu!.." (Ey, seven!) denilmesi caiz değildir.. Peygamberler hakkındaki duruma gelince mesela, Hz. Adem hakkında, "Adem Rabbine karşı geldi de şaşırdı... "(tam, 121) ifadesi kullanılmıştır. Ama, "Adem, asîdir, şaşkındır..." denilemez... Yine, Hz. Musa hakkında, ''Babacığım, onu ücretle tut..." (Kasas, 26) ifadesi kullanılmıştır. Ama, Hz. Musa'nın, "bir ücretli, ücretle tutulmuş bir işçi..." olduğu söylenemez... Bu husustaki kural, böylesi manaları ihsan ettiren lafızları, varid oldukları kadarıyla kullanmak gerekir; ama, bunlardan türeyen lafızların kullanılmasının caiz olması hususuna gelince, bu, bana göre caiz değildir, şeklindedir..

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "onlar, yapmakta olduklarının cezasına uğrayacaklardır..." buyurmuştur.. Bu ifade, Allah'ın isimleri hakkında mülhid olan kimseler hakkında bir tehdid, bir vaîddir.. Mutezile, "Bu ayet, fiilin kula ait olduğuna; ilahi cezanın da, kulun ameli ve fiiline göre olduğuna delâlet eder.." demiştir.. [177]

 

"Yarattıklarımızdan öyle bir ümmet de vardır ki, onlar hakka rehberlik ederler, adaleti de onunla tatbik ederler" (A'râf, 181).

Bil ki, Cenâb-ı Hak, "Celâlim hakkı için biz cin ve insten bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır..."(Araf, 179) buyurup, insanların ve cinlerin pek çoğunun cehennem için yaratıldığını beyan edince, yine onlardan pek çoğunun da cennet için yaratıldıklarını beyan etmek için, bunun peşinden, "Yarattıklarımızdan öyle bir ümmet de vardır ki, onlar hakka rehberlik ederler, adaleti de onunla tatbik ederler" ifadesini getirmiştir..

Bil ki Altah Teâlâ, Hz. Musa kıssasında, "Musa'nın kavminden bir cemaat vardır ki, hakka irşad ederler, onunla (hükümde) adalet yaparlar" (A'râf, 159) buyurup, burada da aynı ifadeyi tekrarlayınca, müfessirlerden pek çoğu, buradaki ifadeyi, "Bununla, Hz. Muhammed'in kavmi murad edilmiştir.." manasına hamletmişlerdir... Katade ve İbn Cüreyc'in, Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet ettikleri hadise göre Hz. Peygamber, "Bu ayette bahsedilenler, ümmet-i Muhammed'dir" demiştir. Yine, Hz. Peygamber'in "Bu ayet, Muhammed ümmeti hakkındadır; Allah Teâlâ bu ümmetin bir benzerini de Hz. Musa'nın kavmine vermiştir..." (atm, 159) dediği de rivayet edilmiştir. Yine Rebt İbn Enes'ten, Hz. Peygamber'in, bu ayeti okuyarak, "Meryem oğlu Isa ininceye kadar, ümmetimden, hak üzere bulunan bir topluluk muhakkak var olacaktır..."[178]  buyurduğu da rivayet edilmiştir. İbn Abbas: "Cenâb-ı Hak, bu ayet ile, ümmet-İ Muhammed'i, muhacirleri ve ensârı kasdetmiştir" demiştir.. Cübbaİ ise şöyle demiştir: "Bu ayet, her zaman hakkı ikâme eden, ona göre amel eden, hakka irşâd eden, ve hiçbir zaman, herhangi bir şey hususunda bâtılda ittifak etmeyen kimselerin bulunacağına delâlet etmektedir. Zira, bu ifadeyle, ya Hz. Muhammed (s.a.s)'in mevcut olduğu zaman kastedilmiştir ki bu, içinde bu ayetin inmiş olduğu zamandır; yahud bununla, kendisinde, bahsedilen sıfatlarla vasfedilmiş bir topluluğun bulunacağı herhangi bir zaman; veyahut da, bizim de bahsettiğimiz gibi, daima, böylesi sıfatlarla muttasıf bir topluluğun bulunacağı., kastedilmiştir.

Birinci ihtimal batıldır, zira herkes, Hz. Muhammed ve ashabının hak üzere olduğunu bilmektedir. Binâenaleyh, ayeti bu manaya hamletmek onu faydasız bırakır.

İkincisi de bâtıldır; çünkü herkes, zorunlu olarak, geçmiş zamanda, hak üzere olan kimselerden bir topluluğun bulunduğu bir zamanın gerçekleşmiş, geçmiş olduğunu bilir.

Binâenaleyh geriye sadece üçüncü kısım kalır ki bu, her zaman, hak üzere olan bir topluluğun bulunduğuna ve onların temalarının delil olduğuna daha çok delâlet eder... Böyle olması halinde bu, diğer ümmetlerin de icmâının, bir hüccet, bir delil olduğuna delâlet eder. [179]

 

Ayetleri Yalan Sayanların Helaki

 

"Ayetlerimizi yalan sayanları biz, bilmeyecekleri noktalar(dan) derece derece helake yaklaştırırız. Ben (onlara) mühlet veririm. Benim keydim çetindir" (A'râf, 1B2-183). [180]

 

(İstidraç)

 

Bil ki Allah hidayete eren ve âdil olan ümmetlerin durumlarından bahsedince, ayetlerini yalanlayanları ve bunlar için söz konusu olan va'îdi yeniden zikrederek, "Ayetlerimizi yalan sayanları..." buyurmuştur. Bu, bütün yalan sayanları içine alan z r ifadedir. İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, o, bu ayetle Mekkeli —esriklerin kastedildiğini söylemiştir. Bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü umumî olan -âdenin Özelliği, kendisinden bir istisna olduğuna delâlet eden bir delil bulunmadığı jdetçe, (manasına dahil olan) herşeyi kapsamasıdır.

Cenâb-ı Hakk'ın "onları derece derece helake yaklaştırırız" buyruğuna gelince, bu kelime, "derece derece yükselmek "veya" "derece derece inmek" manasına olan "derece" masdarının, "istif'âl" veznindeki fiilidir. Çocuk yavaş yavaş yürümeye başladığı zaman söylenen ifadesi; birisi kitabı sayfa sayfa dürdüğü zaman söylenen tabiri; "Birbiri peşinden ölüp gittiler" manasında tabiri, bu köktendir. Bu kelimenin, birşeyi "bükmek, parça parça dürmek" :toplamak) manasına olan "dere" masdarından olması da muhtemeldir.

Bunun böyle olduğunu iyice kavradığında, bu ayetin manası, "Biz onları, kendilerini helak edip, yok edecek şeye yaklaştırır ve onların cezasını, kendilerinden ne murad edildiğini bilmemeleri bakımından kat kat artırırız" şeklinde olur. Bu böyledir. Zira onlar, ne zaman bir suç işieseler veya bir günaha yönelseler, Allah onlara, dünyada iken, çeşitli nimet ve rızık kapılarını açar. Bundan dolayı ontar alabildiğine şımarır, fesada dalar ve azgınlıklarını sürdürürler. Böylece, o nimetlerin ard arda gelmesi sebebi ile, onlar, günah (yolunda) derece derece İlerlerler. Sonra da Hak Teâlâ. onları, bu aldanışlarının ve gafletlerinin en fazla olduğu bir zamanda, ansızın yakalayıverir. İşte bundan ötürü Hz. Ömer (r.a.), kendisine İran Kisrası'nın hazineleri getirilince, "Allahım, derece derece helake sürüklenmekten (istidraetan) sana sığınırım. Çünkü senin, Biz, onları, bilmeyecekleri noktalardan, derece derece helake yaklaştırırız" buyurduğunu duydum" demiştir. [181]

 

Kâfire Mühlet Verme

 

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Ben onlara mühlet veririm. Benim keydim çetindir" buyurmuştur. Arapça'da, "imlâ", mühlet vermek, mühleti uzatmak"  demek olup,  zıddı  İ'câl  masdandır.   "Meliyy"  de,  uzun  zaman

manasındadır. Cenâb-ı Hakk'ın "Uzun bir müddet benden ayrıl, git"  (Meryem, 46) ayetinde de kelime bu manadadır. Nitekim, "uzun bir müddet" manasında, kelimeleri kullanılır. Buna göre, ayetteki, tabiri, "Onlara

mühlet veririm ve günahlarını sürdürüp gitsinler diye, ömürlerini uzatırım. Tevbe edip hakka dönsünler ve günahtan sıyrılsınlar diye, isyanlarının cezasını hemen vermem" demektir.

Ayetteki "Benim keydim çetindir" buyruğu hakkında, İbn Abbas (r.a): "Cenâb-ı Hak, bu ifade ile, "Benim mekrim (hilem) çok kuvvetlidir" manasını kastetmiştir.

Herşeyin metin (çetin) olanı, kuvvetli olanıdır. Nitekim, "O şey sapasağ­lam ve kuvvetli oldu" denilir" demiştir.

Bil ki âlimlerimiz, kaza ve kader meselesinde, "istidraç", "imla" ve "keyd-i metin" lafızlarını delil getirmişlerdir. Bütün bunlar, Hak Teâlâ'nın kulunu küfre ve dalâlete sevkedecek olan ve Allah'dan uzaklaştıracak olan şeyi, kulu için murad edebileceğini gösterir ki bu Mutezilenin ileri sürdüğü görüşün zıddıdır.

Ebu Ali el-Cübbaî (ehl-i sünnetin) bu görüşüne şöyle cevab vermiştir; "Ayette geçen "istidrâc"tan murad, "Allah Teâlâ'nın, onlar bu cezaya bitmeden düşünceye kadar, onlara ceza verme hususunda, onlara mühlet vermiştir. Böylece onar, ansızın o cezanın içine düşüvermişlerdir" şeklindedir. Bu azab, öldürmek ve kökünü kazımak gibi şekillerde dünyada olabileceği gibi, âhirette de olabilir. Cebriyeden olan bazı kimseler şöyle derler: "Bu, "Bizonlara, bilemiyecekleri bir cihetten, küfre düşünceye kadar bir mühlet tanıdık" manasındadır" demişlerdir ki bu yanlıştır. Çünkü Allah Teâlâ, onların daha önceden de kâfir olduklarını haber vermiştir. Onlara mühlet verdiği husus ise, geleceğe ait bir iştir. Çünkü ayetteki ifadesinin başındaki "sîn", gelecek zamanı gösterir. Bu ifadeden muradın, "Allah onlara, yeni bir inkâra kadar mühlet verdi" manası olması da gerekmez. Zira Cenâb-ı Hakk'ın onları başka bir küfre düşürmezden önce de öldürmesi caizdir. O halde ayetten kastedilen, bizim söylediğimiz manadır. Hem sonra Cenâb-ı Allah, kâfiri, küfür kendi fiili olduğu halde, onda başka bir küfür yaratarak onu canlandırmaz. Allah, kulu ancak kendi yapmış olduğu fiilden dolayı cezalandırır. Ayetteki, 'Sen onlara mühlet veririm" buyruğunun manası, "Ben onları, küfürlerinde devam etmelerine rağmen, onları dünyada bırakırım, cezalarını hemen vermem. Çünkü onlar benim elimden kurtulamaz ve beni aciz bırakamazlar" şeklindedir. Bu aynı zamanda ayetteki "Benim keydim çetindir" ifadesinin de manasıdır. Çünkü Allah'ın keydi (hilesi-tuzağı), O'nun azabıdır. Cenâb-ı Allah, kullan farketmeksizin, onların başına geldiği için azabına "keyd" (hile, tuzak) demiştir.

Cübbaî'nin bu görüşüne şu iki bakımdan cevap verilir:

a) Ayetteki, "Ayetlerimizi yalan sayanları biz, bilmeyecekleri noktalar(dan) derece derece helake yaklaştırırız" ifadesinin manası, daha önce de bahsettiğimiz gibi, "Onlar her nezaman günah ve küfürde ileri giderlerse, Allah, onlara dünyada iken fazlası ile nimet ve hayır verir. Böylece onların dünya lezzetlerini elde etmeleri, Allah'ı zikretmeden uzaklaşmada ve O'na itaatten yüz çevirmede ileri gitmelerine sebeb olur" şeklindedir. Bu, bazı insanlar üzerinde müşahade ettiğimiz bir durumdur. Bu böyle, gözle görülen açık bir şey olduğuna göre, bu durumu inkâr etmek nasıl mümkün olur.

b) Farzet ki bundan maksad, cezayı vermeme hususunda bir istidrac ve mühlet vermedir. Ancak bu da, (Mu'tezile'nin) "Allah kulunun ancak hayrını ve salâhını murad eder" şeklindeki görüşü ile çatışır. Çünkü Allah Teâlâ bu istidrac ve mühletin, kişinin kendisi yüzünden küfrünü, günahını ve isyanını artırıp, çok şiddetti bir cezaya müstehak olacağını bildiği şeylerdendir. Eğer Allah Teâlâ o kişinin hayrını ve iyiliğini dilemiş olsaydı, o kimsenin daha fazla günah işlemesinden önce, onun canını alırdı. Aksine, Allah'ın hikmetine ve kulunun maslahatını gözetmesine göre, o kulu, bu cezadan korumak için, ya hiç yaratmaması, yahut onu yaratıp, mükellef olma çağma gelmezden önce onu öldürmesi veyahut da onu, dünya âfetleri ile âhiret cezalarına düşmekten korumak için cennette yaratması gerekirdi. Binâenaleyh Hak Teâlâ, kulu dünyada yaratıp, mükellefiyet vartasına atıp, bunun o kulun sadece küfrünü, fâsıklığını ve cezayı hakedişini artıracağını bildiği halde, ömrünü uzatarak, ona günah işleme imkanı verince, biz, Allah Teâlâ'nın bu kimseyi sadece azab ve cehennem için yaratmış olduğunu anlarız. Bu husus, tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın daha evvel geçmiş olan, "Celâlim hakkı için biz, cinlerden ve insanlardan çoğunu cehennem için yaratrmşızdır" (Araf, 179)ayetinde beyan ettiği gibidir.Şu Mu'tezile'ye çok şaşıyorum. Onlar Kur'an'ın, kıyısı olmayan bir deniz gibi, böyle ayetlerle dopdolu olduğunu ve kesin netice veren aklî delillerin bu ayetlere uygun olduğunu gördükleri halde, bu ayetlerin tefsirinde, böyle zayıf ve tutarsız izahlarla yetiniyorlar. Fakat benim hayretimi gideren tek şey, Allah'ın irade ettiği herşey mutlaka olur" şeklindeki bilgi ve inancımdır[182]

 

Hz. Muhammed (s.a.s) Apaçık Bir Korkutucudur

 

"Onlar düşünmediler mi ki arkadaşları (Muhammed'de) delilikten hiç bir eser yoktur. O ancak apaçık bir nezirdir" (A'râf 184). [183]

 

Resûlullah'da Cinnetten Hiçbir Eser Yoktur

 

Bil ki Cenâb-ı Hak, ayetlerinden yüz çevirip delil ve beyyinelerini iyice düşünmekten gafil olan kimseleri alabildiğince tehdid edince, tekrar onların kafalarındaki şüphelere cevap vermeye yönelerek, "Onlar düşünmediler mi ki arkadaşları (Muhammed'de) delilikten hiç bir eser yoktur" buyurmuştur.

Tefekkür (düşünme), manaları kalb ile aramaktır. Çünkü kalbin düşünmesi, "nazar", "akletme", "te'emmül" ve "tedebbür" diye ifade edilir.

Göz ile görmek, birşeyin görülüp bilinmesi için belli bir hal olup, bu halin meydana gelmesi için de, görülecek o şeyi görmek maksadıyla, gözbebeğini görülecek şeye doğru çevirme gibi bir mukaddimesi olduğu gibi, kalb ile görmenin (basiretin) de, -ki bu da "ilim" ve "yakîn" diye adlandırılır- birşeyin bilinip anlaşılması için belli bir hal olup, bunun da, o bilinme ve anlaşılmayı sağlayabilmek için, aklın gözbebeğini etrafa çevirme gibi bir mukaddimesi vardır. İşte buna da "aklın nazarı (bakışı) ve fikri (düşünmesi)" denir. O halde ayetteki, ''Onlar düşünmediler mi (tefekkür etmediler mi)?" ifadesi, eşyayı olduğu gibi, tam, mükemmel ve doğru olarak bilip tanımak için, fikri, teemmülü, tedebbürü ve iyice düşünmeyi emirdir. Ayetin lafzında bir hazif vardır ve takdiri, "Onlar düşünüp de anlamadılar mı ki arkadaşları Muhammed'de delilikten hiç bir eser yoktur" şeklindedir. "Cinnet" tıpkı bir "cilse" (oturuş) ve "rikbe" (biniş) kelimeleri vezninde "bir çeşit delilik" demektir. Bunun başına "min" harf-i cerrinin getirilmiş olması, Hz. Peygamber (s.a.s)'de. deliliğin hiç bir çeşidinin olmadığım gösterir.

Bil ki bazı câhil Mekkeliler (müşrikler), şu iki sebebten dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s)'in deli olduğunu söylüyorlardı:

1) Hz. Peygamberin yaşayışı, onlarınkine hiç benzemiyordu. Zira o, dünyadan yüz çevirip, âhirete yönelmiş ve insanları Allah yoluna çağırmakla meşguldü. Bundan dolayı O'nun işleri, kendilerininkine uymuyordu. Bu sebebten dolayı onun deli olduğunu sanıyorlardı. Hasan 3İ-Basri ve Katâde şöyle demişlerdir: "Hz. Muhammed (s.a.s), gece Safa tepesinin üzerine çıkar, Kureyş'i kabile kabile, "Ey falan oğlu falanlar" diye çağırır ve onları Allah'ın ikâbı ile şiddetli cezasından sakındırırdı. Bunun üzerine onların bazıları, "sizin bu arkadaşınız, hiç şüphesiz delidir. Gece boyu bağırıp duruyor" diyorlardı. Bunun üzerine Hak Teâlâ bu ayeti indirerek Hz. Peygamber (s.a.s)'in, câhil insanların O'na mal ettikleri delilikten ötürü değit, sırf onları uyarmak ve inzar etmek için çağırdığını bilsinler diye, onları Hz. Peygamber'in durumu üzerinde düşünmeye teşvik etmiştir."

2) Hz. Peygamber (s.a.s)'e vahiy geldiği zaman, O'nu başka bir hal alır; yüzü değişir, rengi sararır ve O'na baygınlığa benzer bir hâl ârtz olurdu. Bundan dolayı câhiller, "O delidir" derlerdi. İşte bu sebeble, Cenâb-ı Hak bu ayette, Hz. Peygamber (s.a.s)'de hiçbir delilik olmadığını bildirmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), onları Allah'a davet ediyor ve ontara, kendisine muaraza etmekten, önceki ve sonraki bütün insanların âciz kaldıkları, son derece fasih, kesin ve çok net aklî deliller getiriyordu. O, huyu ve ahlâkı güzel, insanlarla muameleleri ve davranışı iyi, yolu hoş, gidişatı temiz ve âlemdeki insanlara numûne-i imtisal olacak güzel amellere devam eden birisi idi. Böyle bir insana "deli" denilemiyeceği açıkça bilinen bir şeydir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Hz. Peygamber (s.a.s)'in dine davet hususundaki sa'y-ü gayretinin, âlemlerin Rabbi Allah'ın, kâfirleri korkutup sakındırmak ve mü'minleri teşvik etmek için göndermiş olduğu apaçık bir nezir (uyarıcı) oluşundan ileri geldiği anlaşılır. [184]

 

Bil ki nübüvvet (peygamberlik) meselesi üzerinde düşünmek, tevhidin delillerinin izahına ve anlaşılmasına dayalı bir şey olduğu için, Cenâb-ı Allah tevhide delâlet eden ayetini zikretmek üzere şöyle buyurmuştur:

"Onlar (Allah'ın) göklerde ve yerdeki o melekûtuna, Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye ve belki ecellerinin yaklaşmış olduğuna bakmadılar mı? Artık bundan sonra hangi söze inanırlar?" (A'rât, 1B5).

Bil ki hakîm ve kadîm (ezelî) bir yaratıcının varlığına dair, yerin ve göklerin melekûtunda pek çok delil vardır. Biz bu delilleri, bu tefsirde, tekrar tekrar tafsilatlı olarak anlattık. Binâenaleyh onları tekrar etmenin bir faydası yoktur. [185]

 

Vacip Teâla'nın Varlığının İsbat Edilmesine Dair

 

Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah in yarattığı herhangi bir şeye..." buyurmuştur. Bunun maksadı, tevhide dair delillerin, göklere ve yere münhasır olmayıp, madde ve mana alemindeki her zerrenin, Cenâb-ı Hakk'ın birliği hususunda apaçık bir delil ve kesin bir hüccet olduğuna dikkat çekmektir. Biz bunun böyle olduğunu bir misal ile anlatmaya çalışalım: Deriz ki: Işık, evin penceresinden içeri düştüğünde, o ışık içinde uçuşan zerrecikler görülür. O zerrelerden tek birinden bahsettiğimizi farzedelim ve şöyle diyetim: O zerre de, sayısız yönden hakim (hikmet sahibi) bir yaratıcıya delâlet eder. Çünkü o zerre, sınırsız bir boşlukta, saytsız mekanlardan belli bir mekanda yer almıştır. O zerrenin, bu sayısız mekanlardan her birinde yer almasının mümkin olduğunu düşündüğümüzde, onun bu belli yerinde yer alışı, "mümkin" işlerden biri olmuş olur. Halbuki "mümkin"in, mutlaka bir tahsis edeni ve tercih edeni bulunur. Bu tahsis ve tercihte bulunan, şayet bir cisim ise, bu husustaki soru aynen sorulur. Yok eğer o tahsis ve tercih olan bir cisim değilse, o takdirde Allah Subhânehû ve Teâlâ'dır. Hem o zerre, ya hareket eder veya durur; böyle olan her şey ise, muhdestir. Her muhdesin meydana gelmesi ise, onun, meydana geldiği o vakitten önce veya sonra meydana gelmesi de mümkün iken, mutlaka hususî ve muayyen bir zamana tahsis edilmiştir.. Binâenaleyh, o muhdes varlığın, kendisinde meydana geldiği o muayyen vakte tahsis edilmesinin mutlaka kadîm olan bir muhassis (tahsis edici)nin tahsis etmesiyle olması gerekir.." Eğer bu muhassis, cisim olursa, bu husustaki soru aynen geçerli olur. Eğer cisim olmazsa, o takdirde bu "muhassis", Allah Teâlâ'dır. Hem o zerre, bir mekânda bulunması ve bir hacme sahip olması itibariyle, diğer cisimlere eşit olup renk, şekil, tabiat, tad ve diğer sıfatlar hususunda onlardan farklıdır. Kendileri nazar-ı dikkate alındığında diğer cisimlere muhalif olan o sıfatların, o zerreye tahsis edilmesi, mutlaka mümkün olan bir husustur. Mümkin ve caiz olanın ise, mutlaka bir "müreccih"i bulunmaktadır. Bu müreccih, şayet bir cisim olursa, bu husustaki ilk inceleme yeniden gündeme gelir; yok, eğer o bir cisim değilse, bu durumda o "müreccih" Atlah Teâlâ'dır. Böylece, o tek zerrenin de sınırsız yönlerden ve sayısız açılardan bir yaratıcının varlığına delâlet ettiği sabit olmuş olur. Maddî ve manevî âlemin bütün cüzleri, müfredleri mürekkepleri, ulvîleri ve süflîleri hakkındaki hüküm de böyledir. İşte o zaman, şairin söylediği şu şeyin doğruluğunu görür ve anlarsın.

"Her şeyde O'na dair bir delil bulunmaktadır; bu, o Allah'ın bir olduğuna delâlet etmektedir." [186]

 

Ecellerinin Yaklaştığı İhtimalini Düşünmek

 

Sen bunu iyice kavradığında, "Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye..." ayetinin mâna ve hikmetini anlarsın.

Cenâb-ı Hak, bu hayranlık verici sırlara ve ince nüktelere dikkatleri çekince, bunun nesinden, tefekkür ve düşünmede bulunmayı alabildiğine teşvik etmeyi gerektiren ifadeyi getirerek, f 'Ve be//c/ ecellerinin yaklaşmış olduğuna..." buyurmuştur. Bu ifadenin başında bulunan "en" edatı, şeddeli olan enne'den tahfif yapılarak en haline getirilmiş olup, takdiri şeklindedir. Bu ayetteki zamir şan zamiridir.. Buna göre mana, "Belki de onların ecelleri yaklaştı. Böylece onlar, küfürleri üzere helak olup cehenneme varacaklardır. Bu ihtimal her zaman söz konusu olduğuna göre, aklı olan kir senin, kendisini bu derece korkudan ve de büyük olan böyle bir tehlikeden kurtarmak hususunda gayret sarfetmesi için, çabucak bu fikre doğru koşması ve hemen onu benimsemesi gerekir..." şeklinde olur.

Cenâb-ı Hak, bu açık beyyineleri ve aklî delilleri zikredince, "Artık bundan sonra, hangi söze inanırlar (İnanmak için) daha ne beklerler?" buyurmuştur. Bu böyledir; zira onlar, kendisinde bu kadar açık uyarmalar ve çok net beyyineler, deliller bulunmasına rağmen, Kur'an'a iman etmeyince, onlardan herhangi bir kimse Kur'an'dan başkasına iman etmeye razı olur. [187]

 

Bu Ayetten Çıkan Bazı Neticeler

 

Bil ki bu ayet, pek çok neticeye delâlet eder:

Birinci netice: Taklit, caiz değildir. Mutlaka düşünüp istidlal etmek gerekir. Bunun böyle olduğunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "... onlar düşünmediler mi?..." (A-râf, 184) ifadesidir.

İkinci netice: Nübüvvet meselesi, Cenâb-ı Hakk'ın birliği meselesine dayanır. Bunun delili ise şudur: Hak Teâlâ, "O, ilerideki tehlikeyi apaçık haber verenden başkası değildir..." (Arâi,ıs4>buyurunca, bunun peşinden, tevhidine, Allah'ın birliğine delâlet eden şeyi zikretmiştir. Şayet durum böyle olmasaydı, bu söze ihtiyaç kalmazdı.

Üçüncü netice: Cübbâî ve Kâdî, Hak Teâlâ'nın "Artık bundan sonra hangi söze inanırlar?" buyruğunu, Kur'an'ın kadîm olmadığına delil olarak öne sürmüşlerdir.. Çünkü "hadîs-söz", "kadîm"in zıddıdtr. Hem bu söz örf bakımından da "yeni olmayı" ifade eder. İşte bundan dolayı, "Bu şey yenidir; eski değildir..." manasında olmak üzere denilir.

Böylece Araplar, "hadîs" kelimesini, çok uzun zamandan beri varolan "eski" (atîk, kadîm)'nin zıddı kabul etmişlerdir. Yine, söylenilen söz için de, peyderpey kulağa gelip, kulakta hasıl olduğu için hadîs denilmiştir. Bizim bu husustaki cevabımız, "Bu, kelimelerin lâfızları manastna hamledilmiştir. Bu lafızların hadîs otduğundaysa, münakaşa yoktur" şeklindedir. [188]

 

Ulvî ve Süflî Kâinat

 

Dördüncü netice: Göklerin ve yerin melekûtuna dikkatli nazarlarla bakmak, ancak onların kısımlarını bildikten sonra olur. Bunların kısımlarını açıklama hususunda detaylı söz, şöyle denilmesidir: Allah'ın dışındaki her şey, ya mekân tutmuş bir varlıktır, veya mekân tutmuş olana hulul etmiştir, ya da ne mekân tutmuş bir varlıktır ne de mekân tutmuş olana hulul etmiştir: Mekân tutmuş olana gelince, bu da ya "basît" olur, ya da "mürekkeb" olur. Basit olan varlıklar, ya "ulvî"dirler, ya "süflî"dirler. Ulvî olan basit varlıklar, felekler ve yıldızlardır. Zikrettiğimiz bu varlıklara, Arş ve Kursî dahildir. Yine bunlara cennet, cehennem, Beyt-i Ma'mûr, "Sakf-ı Merfû (cennetin tavanı olan Arş) da dahildir. Artık sen bu kısımların tafsilatını iyice düşünüp araştır!

Süflî olan basit varlıklar da, dört (ana) unsurun tabakalarıdır. Denizler, dağlar ve çöller bu kısma dahildirler.

Mürekkeb varlıkar da dört tane olup, ulvî varlıkların tesirleri, madenler, bitkiler ve canlılardır. Sen bu dört cinsin, nevîlerinin tafsilatını da iyice düşünüp araştır!..

Bir mekân tutmuş varlığa hulul etmiş olanlar ise, arazlar olup, bunların kırk kadar cinsi vardır. Her cinsin içine de, pek çok nevi dahildir. Sonra aktllı bir kimse bunların hükümlerinin, levazımının (ayrılmaz özelliklerinin), tesirlerinin ve tesir ettikleri varlıkların hayranlık veren durumları üzerinde düşündüğü zaman, sanki sahili olmayan bir denize dalmış olur.

Üçüncü kısma gelince, ki bu ne bir yer (mekân) tutmuş, ne de bir mekân tutmuş olana hulul etmiş olan varlıklardır. Bunlar da iki kısımdır. Çünkü bu, ya tedbir etme (düzenleme) ve harekete geçirme suretiyle, cisimlerle ilgilidir. Ki bunlara "ruhlar" denir, ya da böyle değildir. Böyle olmayanlar da, cisimlerin bağlarından beri olan, kutsî ve yüce cevherlerdir. Birinci kısmın en yüce ve şereflisi, Arş'ı taşıyan sekiz mukaddes ruh(melek)'tur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O 5ün Rabbinin Arş'ını o (meleklerin) üstünde bulunan sekiz (melek) taşır" (Hakka, 17) buyurmuştur. Bu ruhlardan (meleklerden) sonra, kendilerine, "Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile teşbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır" (Zümer, 75) ayeti ile işaret edilen mukaddes ruhlar gelir. Bunun peşinden Kürsî'nin sakinleri olan ruhlar (melekler) gelir ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "O'nun izni olmadıkça nezdinde şefaat edecek kimmiş? O, önlerindekini de, arkalarmdakini de bilir. (Mahlûkatı) O'nun ilminden, kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavrayamazlar. O'nun kürsüsü, gökleri ve yeri kucaklamıştır, (o kadar geniştir...)" (Bakara.253)ayeti ile, onlara işaret edilmektedir. Bunların peşinden yedi kat gökte bulunan diğer mukaddes ruhlar (melekler) gelir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Saflar bağlayıp duran, sevk ve idare, men ve zecredenlere, zikri okuyanlara yemin ederim ki..." (Saffat, 1-3) ayeti ile, bunlara işaret edilmiştir. Bunların sıfatlarından birisi de, kendilerine emrettiği şeylerde Allah'a isyan etmemeleri, hiç yorulup bıkmaksızın gece-gündüz O'nu teşbih etmeleri, sözde O'nun önüne geçmemeleri ve O'nun emrini yerine getirmeleridir.

Bil ki bizim, Hak Teâlâ'nm mülkü ve melekûtu hususunda bahsedip açıkladığımız bu şeyler, okyanustan bir tek damla gibidir. Binâenaleyh belki de Allah Subhanehû ve Teâlâ'nın bu âlemin ötesinde milyonlarca âlemi, bu âlemlerden her birinde bu Arş'dan daha büyük bir Arş'ı; bu Kürsî'den dal .d yüce bir Kürsîsi ve bu göklerden daha geniş gökleri vardır. Öyle ise Cenâb-ı Allah'ın "Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilmez" (Müddessir, 31) ayetini işittikten sonra, insan aklı, Allah Teâlâ'nın mülkünün ve melekûtunun kemâlini nasıi ihata edip tam olarak kavrayabilir? İşte insan bu kısımları aklında tutup, O'nun hikmet ve ulûhiyet sırlarının marifetine (bilgisine) dalmayı dilediği zaman, o meleklerin, "Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka, bizim hiçbir bilgimiz yoktur" (Bakara. 32) şeklindeki sözlerini daha iyi anlar. Ebu'l-'Alâ el-Me'arrî ne güzel söylemiştir:

"Ey İnsanlar, Allah'ın, kendisinde yıldızların, güneşin ve ayın akıp gittiği nice felekleri bulunmaktadır.. Burada, geçmişimiz ve geleceğimiz Allah'ın (kudret) elindedir; O'nun dışındakilerin yanında ise hiçbir kadr ü kıymetimiz yoktur..." [189]

 

"Allah kimi saptınrsa artık ona hidayet edecek yoktur. O, bunları taşkınlıklar içinde, serseri bir halde bırakıvsrir

(A1 raf, 186).

Bil ki Allah Teâlâ bu ayette, bir kez daha, ayetleri yalanlayan sapıkların hallerini anlatarak, ''Allah kimi saptınrsa, artık ona hidayet edecek yoktur" buyurmuştur. Bil ki alimlerimizin (ehl-i sünnetin) bu ayet-i kerimeyi, hidayet ile dalâletin Allah'dan olduğuna delil getirişleri, geçen ayette olduğu gibidir. Aynı şekilde Mu'tezile'nin bu ayeti te'vili ve bizim onlara cevabımız da daha önce geçmiş olanlar gibi olup, onları burada tekrar etmenin bir faydası yoktur.

Ayetteki veyezeruhum ifadesi bir isti'naf cümlesi olmak üzere merfû olup, kendisinden önceki ifâde ile bir münasebeti yoktur. (Yani onun üzerine atfedilmiş değildir.) Ebu Amr bu fiili, daha önce Allah ism-i celâli geçmiş olduğu için, yâ ile ve merfû olarak yezeruhum (o onları bırakır) şeklinde okurken; Hamza ve Kisâî yâ ile ve meczum olarak yezerhum şeklinde okumuştur. Bu kıraatin izahı, Sibeveyh'in yaptığına göre, şöyledir: Bu kelime, ayetteki "Artık ona hidayet edecek yoktur" buyruğunun mahalli üzerine atıftır. Çünkü bu ifade mahallen, şartın cevabı olarak meczumdur. O halde, ve yezerhum ifadesi meczûm olan bu mahalle atfedil mistir. [190]

 

Kıyamet

 

"Kıyametin sübûtunun ne zaman olduğunu sana sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak Rabbimin katmdadır. Onun vaktini, kendisinden başkası açıklayamaz. O, göklere de, yere de ağır basmıştır. O (kıyamet), size ancak ansızın gelir. Tam manasıyla biliyormuşsun gibi, onu sana sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak Allah katmdadır. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler" (A'rftf, 187). [191]

 

Ayetin Makabli İle İlgisi

 

Bil ki ayetin, önceki ayetlerle ilgisi hususunda şu iki izah yapılmıştır:

a) Allah Teâlâ, tevhid, nübüvvet, ka2a ve kaderden bahsedince, bunun peşisıra âhiretle ilgili sözü de getirmiştir. Çünkü biz, Kur'an-ı Kerim'de küllî (genel) neticelerin, sadece bu dört husus olduğunu açıklamıştık.

b) Allah Teâlâ, daha önce geçmiş olan ayette, kulları tevbeye ve ıslaha (hali düzeltmeye) devama teşvik etmek için, "Belki ecellerinin yaklaşmış olduğuna da hiç bakmadılar mı?" (A'râf, ıbs) buyurunca, Kıyametin ne zaman kopacağı hususunun gizli ve saklı olduğu, kalblerde iyice anlaşılsın ve böylece bu husus mükellefleri tevbe ile farzları edaya yönelmeye sebeb olsun diye, bunun pesisıra, "Kıyametin sübûtunun ne zaman olduğunu sana sorarlar" buyurulmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [192]

 

Nüzul Sebebi             

 

Alimler, bu soruyu soranın kim olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak İbn Abbas: "Bir grup yahudi, "Ey Muhammed, söyle bakalım, Kıyamet ne zaman kopacak?" dedikleri zaman, işte bu ayet nazil oldu"

derken; Hasan el-Basrt ve Katâde de "Kureyş, "Ey Muhammed, aramızda akrabalıkbulunmaktadır; o halde bize, Kıyametin ne zaman kopacağını anlat.." dediklerinde, bu ayetin nazil olacağını söylemişlerdir.. [193]

 

Kıyamete "Saat" Denilmesinin Sebebi

 

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Saat lafzı, tıpkı necm kelimesi genel olarak her yıldız için kullanıldığı halde

Süreyya  yıldızfnın ism-i galibi   olması  gibi,   "esmâ-i gâlibe"dendir. Kıyamet, ya ansızın geleceği için bu adı almıştır, yahut bütün mahlûkatın muhasebesi, tek bir saatte ifa edileceği için; veyahut da, uzun bir zaman olmasına rağmen, canlılar nezdinde tek bir saat gibi geleceği için, bu adla, "saat" adıyla adlandırılmıştır..." [194]

 

Eyyâne Kelimesi Hakkında     

 

Eyyâne kelimesinin manası, gelecek olan vakti ve zamanı sormaktır.. O halde bu ifâde, zamanla alâkalı bir sorudur. Netice olarak diyebiliriz ki eyyâne kelimesi, meta "ne zaman?" manasına gelen bir kelime olup, bunun neden iştikak ettiği hususunda iki görüş ileri sürülmüştür:

a)  Meşhur olan bu görüşe göre bu kelime, eyne "nerede?" kelimesinden türemiştir. İbn Cinnî, bu görüşü kabul etmeyerek şöyle der: Eyyâne zaman için kullanılan bir edattır. Eyne ise, mekân için kullanılan bir edattır. Binâenaleyh, daha nasıl bunlardan biri diğerinden iştikak etmiş olabilir?

b) Bu İbn Cinnî'nin tercih ettiği görüş olup, buna göre bu kelime, eyyü (hangi, ne? ) kelimesinden iştikak etmiş olup, fa'lân vezninde bir kelimedir... Çünkü bunun

manası, "Hangi zaman, ne vakit?" demektir.. Eyyü kelimesi ise, *3\ cJjî "Ona sığın­dım, başvurdum" ifadesinden alınmış, fa'l vezninde bir kelime, masdardır.. Çünkü, cüz ve kısım, bütünün mekânına varır, sığınır ve ona istinâd eder.. İşte İbn Cinnî'nin açıklaması budur. Sülemî ise, bu kelimeyi, hemzenin kesresiyle iyyâne şeklinde okumuştur. [195]

 

Dördüncü Mesele

 

Mürsâhâ kelimesindeki mürsâ,irsâ' (demir atmak, gelip dayanmak) manasında bir masdardır. Çünkü Cenab-ı Hak, "Onun akması da, durması da Allah'ın adıyladır.." (Hûd. 41) buyurmuştur. Yani, demektir.. O halde "irsâ", sabit kılmak, sağlamlaştırmak., demektir. Nitekim bir şey sabitleşip iyice kuvvetlendiğinde denilir. Cenâb-ı Hak da, "Dağlan da (sapasağlam) çaktı.." {Naziâi, 32) buyurmuştur. Binâenaleyh, kelimesi, mutlak manada sebatın, durmanın ismi olmayıp, aksine, ağır olan bir şeyin sabit olması, durması için kullanılan bir isimdir. Meselâ, "dağı dikmek ve sabitleştirmek" ve "Gemiye demir attırmak, onu sabitleştirmek" tabirleri bu manadadır. Cenâb-ı Hakk'ın, "O. göklere de, yere de ağır basmıştır.." buyruğunun delaletiyle, canlılara en ağır gelen şey Kıyamet olunca, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, Kıyametin vuku bulmasını ve sübutunu, "irsâ" kelimesiyle ifade etmiştir. [196]

 

Kıyametin Vakti Allah Katındandır

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır" buyurmuştur. Yani, "Kıyametin ne zaman meydana geleceği vakti, sadece Rabbim bilir..." demektir.. Bu ayetin benzeri ayetlerde, Cenâb-ı Hakkın, "O saatin ilmi, şüphesiz ki Allah'ın nezdindedir" (Lukman, 34); "O saat, muhakkak ve mutlak gelecektir. Ondan hiçbir şüphe yoktur..." (Mümin, 59) ve: "Çünkü o saat şüphesiz gelecektir. Ben onu hemen hemen gizliyorum ki..." (Tâhâ, ıs) ayetleridir. Cebrail (a.s), Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Kıyamet ne zaman kopacak?" diye soru sorduğunda, Hz. Peygamber (s.a.s), "Kendisine Kıyamet hakkında soru sorulan kimse, bu hususta, soru sorandan daha bilgili değildir" [197] buyurmuştur.

Muhakkik âlimler şöyle demektedirler:"Kıyametin,insanlara gizli bırakılmasının sebebi şudur: Kullar, Kıyametin ne zaman kopacağını bilmedikleri zaman, bu hususta sürekli olarak tedbirli davranırlar; böylece de bu husus onları daha fazla itaatta bulunmaya sevkedip, günahtan da o nisbette alıkoymuş olur. "

Daha sonra Cenâb-ı  Hak,  bu mânayı te'kid ederek,  "Onun  vaktini,kendisinden  başkası açıklayamaz..." buyurmuştur.  "Tediye" kelimesi, bir şeyi ortaya koymak; "tecellî" ise, o şeyin kendiliğinden ortaya çıkmasıdır. Buna göre mana, "O Kıyametin muayyen oian zamanını, sadece Allah Teâlâ ortaya çıkarır.." şeklinde olur. Yani, "Onun, belirli ve muayyen vaktini bildirmek ve haber vermek suretiyle izhâr etmeye, sadece Cenâb-ı Hak kadir olabilir.." demektir. [198]

 

Kıyametin Ağır (Sakîl) Sıfatının İzahı

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak "O göklere de, yere de ağır basmıştır " buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın bundan maksadı, Kıyameti ağır olmakla nitelemektir. Bunun benzeri ayet de, Cenâb-ı Hakk'ın, 'İleride kendilerini bekleyen ağır (sakî!) güne aldırmazlar" (insan, 27) buyruğudur. Hem Cenâb-ı Hak, Kıyametin zelzelesini "büyük olmakla" vasfederek, ".. çünkü o saatin zelzelesi büyük bir şeydir..." (Hacc,i)buyurmuştur. Yine, O'nun azabını da "şiddetle", "çetin olmakla" vasfederek, "... Halbuki onlar sarhoş değildirler. Fakat Allah 'm azabı pek çetindir.." (Hacc. 2) buyurmuştur.

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Müfessirler, bu tabiri tefsir hususunda şu izahları yapmışlardır:

Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "O geldiği zaman gökler parçalanıp, güneş ve ay dürüleceği, yıldızlar saçılıp döküleceği için, onun gelmesi göklere ve yere ağır gelmiştir; bu günde, yer, başka bir yer şekline dönüşeceği ve dağ, deniz diye bir şey kalmayacağı için yere de ağır gelmiştir."

Ebu Bekr el-Esamm da şöyle demiştir: "Bu gün, gerek göktekilere, gerekse yerdekilere cidden ağır gelecek olan bir gündür... Çünkü onlar bu günde yok olur, helak olurlar... Bu ise, kalblere çok ağır gelen bir husustur..."

Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: "Bu gün, kalblere çok ağır gelecek olan bir gündür. Çünkü canlılar, bu günden sonra, öldükten sonra dirilişe, hesaba çekilmeye ve suâle doğru yol alacaklarını bilirler... Böylesi bir günde, Allah'a karşı duyulacak olan korku, son derece şiddetli olur."

Süddî ise, sakulet kelimesine şu manayı vermiştir: "Yani o Kıyamet, göklerdekilere ve yerdekilere saklıdır., Mukarreb meleklerden ve peygamberlerden hiçbiri, onun ne zaman vuku bulacağını bilemezler."

Bazı âlimler de bu tabire, şu manayı vermişlerdir: "Yani, onun, muayyen vaktinin bilgisini elde etmek, göktekilere ve yerdekilere ağırdır. 8u tıpkı, taşınılması imkânsız otan bir yük hakkında, "O, onu taşıyana ağır gelir" yani, "O, onu taşıyamaz!" denilmesi gibidir." Yine bu, tıpkı, bilgisini Cenâb-ı Hakk'ın kendisine hasretmiş olduğu şeyler hakkında, "Bu, o insanlara ağır gelir" denilmesi gibidir..

Daha önce Cenâb-ı Hak, "O (Kıyamet), size ancak ansızın gelir" buyurmuştur. Bu, daha önce geçenleri tekid ve Kıyametin, insanların gafil olduğu bir zamanda ansızın geleceğini ifade etmektir.. Hz. Peygamber (s.a.s)'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Kıyamet, kimi adamlar yerini yurdunu düzene korken, kimi adamlar, hayvanlarını sularken, kimi adamlar, çarşısmda-pazarmda ticaret metâımn yanında dururken (satarken) ve kimi adamlar terazisini indirip kaldırırken, ansızın gelir."

Hasan el-Basrî de, Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Muhammed'in canı elinde olan Allah'a yemin olsun ki, adam lokmayı ağzına götürürken, muhakkak Kıyamet kopacaktır; böylece de Kıyamet, o kimseyle lokması arasına girecektir..."[199]

 

Hafiyy Kelimesinin Mânası

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Tam manasıyla biliyormuşsun gibi, onu sana sorarlar..." buyurmuştur. Buradaki hafiyy kelimesiyle ilgili şu izahlar yapılmıştır:

1) Hafiyy itaatkâr ve latîf, hoş olan, demektir.. İbnu'l-A'rabî, "Arapça'da "Bana iyilikte bulundu, güzel davrandı-güzel davranmak..." denildiğini söylemiştir.. O halde "hafi", hüsnü kabul, güzel karşılama anlamına gelir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü o, bana çok lütufkârdır" (Meryem. 47) buyruğu da, bu manadadır! Yani, "İyi davranan, lütufkâr; kendisini çağıraiyinda, çağrıma icabet eden, onu kabul eden" demektir. Böyle olması halinde, (ayetin manası), "Sanki sen onlara itaatkâr ve onlara karşı muamelesi ve uyumu iyi olan biriymişsin gibi, bu meseleyi sana soruyorlar..." şeklinde olur. Hasan el-Basrî, Katâde ve Süddî'nin görüşleri de bu manadadır. Bu görüşü, bu ayetin tefsirinde biraz önce nakledilen şu husus da teyid etmektedir: "Kureyş, Hz. Muhammed'e, "Ey Muhammed, aramızda akrabalık bulunmaktadır; o halde bize, Kıyametin ne zaman kopacağını anlat..." demişlerdir..." Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, 'Tam manasıyla bîliyormuşsun gibi, onu sana sorarlar..." buyurmuştur. Yani, "sanki sen onların dostu ve onların sözünü dinleyen birisiymişsin gibi..." demektir. Bu, "sen, onlar küfürlerinde devam ettiği sürece, onların dostu olamazsın..," anlamındadır.

2) Haflyyun ifadesine şu mana da verilmiştir: "Bu, kendisi hakkında çok soru sorulan ve bilinmesi çok fazla taleb edilen bir husustur..." Bu görüşe göre haftyy kelimesi, soru sormada diretmek ve isrâr etmek manasına gelen ihfâ masdarından olup faîl vezninde bir kelime olmuş olur. Bir şeyi çokça sorup araştıran kimse, onu öğrenir.. Ebu Ubeyde, bu kelimenin, bir meseleyi iyice araştırdı manasına gelen tabirinden alınmış olduğunu söylemiştir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun manası, "Sanki sen o Kıyameti çok sormuşsun ve onu Dilmeyi taleb etme hususunda ileri gitmişsin!..." şeklinde olur. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Bu tertlb, mübalağa ifade etmektedir. Bıyıkları iyice kısaltmak anlamında kullanılan baklayı kökünden çıkarma, sökme manasına gelen ifadeleri de böyledir. Yine bir kimse bir meselede ısrar edip direttiği zaman, yine bir kimse, birisine alabildiğine itaat edip ona iyilik yaptığında denilmesi de böyledir. Böyle olması halinde, bu iki görüş de, mana bakımından birbirine yakın iki görüş olmuş olur.. [200]

 

İkinci Mesele

 

Ayetteki anhâ kelimesi ile ilgili olarak da şu iki izah yapılmıştır:

a) İfadede bir takdim-tehir söz konusu olup, ayetin takdiri, şeklindedir. Daha sonra, söz uzayacağı ve bir de, hazfedilmesi sebebiyle herhangi barışıklığa sebebiyet vermeyecek şekilde malûm olduğu için, buradaki bihâ sözü "azledilmiştir.

b) Ayetin takdirinin, "Sanki sen onlara itaat ediyormuşsun ; Di. sana soruyorlar..." şeklinde olmasıdır. Çünkü hefâ fiili, bazan bâ harf-i ceriyle,zan da an harf-i ceriyle müteaddî olur. Bu izahı, Ibn Mesûd'un şeklindeki kıraati de destekler. [201]

 

Üçüncü Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "Kıyametin sübutunun ne zaman olduğunu sana sorarlar.,." buyruğu, Kıyametin ne zaman

kopacağı hakkında bir soru; O'nun ikinci olarak, 'Tam manasıyla biliyormuşsun gibi, onu sana sorarlar..." buyruğu ise, Kıyametin nığınm, şiddetinin ve heybetinin künhü ile alâkalı bir sorudur. Dolayısıyle, bu fcdolrrin tekrarlanmış olduğu söylenemez.. Cenâb-ı Hak, bu iki sorudan birincisine, ''Onun ilmi ancak Rabbimin kalındadır"; ikincisine de, "Onun ilmi ancak Allah katmdadır" diyerek cevap vermiştir. Bu iki şekil arasındaki fark şudur: Birinci soru, Kıyametin ne zaman kopacağı ile ilgili bir sorudur. İkincisi ise, Kıyametin şiddet ve heybetinin ne kadar olduğuyla alâkalı bir sorudur. Allah'ın, heybet ve azamet bakımından isimlerinin en büyüğü, en fazla heybet ve celâle delâlet eden ismidir ki, bu da, Lafzatullah ("Allah") olup, bu, Kıyametin şiddetinin ne kadar olacağı sorusuna karşı verilen cevapta zikredilmiştir..

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu ayetini, "Fakat insanların çoğu bunu bilmezler" buyurarak bitirmiştir. Yani, "İnsanların pek çoğu, Kıyametin muayyen vaktini bilmenin insanlardan niçin gizlenmiş olduğunun sebebini bilemezler.." demektir. [202]

 

"De ki: "Ben kendim için, Allah'ın dilediğinden başka, ne bir faideye, ne de bir zarara muktedir değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbet daha çok servet kazanmak isterdim ve bana hiç bir fenalık da dokunmazdı. Ben iman edecek kimselere azabın habercisi, müjdeci olmaktan başka bir şey değilim" (A'râf, 188).

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [203]

 

Ayetin Makabli İle Münasebeti

 

Bu ayetin, önceki ayetlerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Ayetteki, "De ki: "Ben kendim için, ne bir faideye, ne de bir zarara muktedir değilim" ifadesi, "Ben, gaybı bildiğimi iddia etmiyorum. Ben ancak bir nezir (uyarıcı) ve beşir (müjdeleyiciyim)" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer iddianızda doğru iseniz, bu vaad ne zaman" derler. De ki: "Ben, kendi kendime Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar, ne de bir fayda vermeye kadir değilim. Her ümmetin, bir eceli vardır" (Yunus, ifadesi de bunun benzeridir.

b) Rivayet olunduğuna göre Mekkeliter, "Keşke Rabbin ne zaman ucuzluk, ne zaman pahalılık olacağını haber verse de, böylece biz ona göre alıp satsak ve kâr etsek. Yine hangi beldelerde kıtlık olacağını haber verse de, biz bolluk olan beldelere göç etsek" dedikleri zaman, bu ayet nazil oldu.

c) Bazı alimler de şöyle demişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.s), Benî Mustalık savaşından dönünce yolda bir rüzgar çıktı. Hayvanlar bu rüzgardan ürküp kaçtılar. Derken,   Hz.  Peygamber (s.a.s),   Medine'de Rifae'nin  öldüğünü  haber verdi. (Münafıkların ileri gelenlerinden olduğu için Rifâe hakkındaki bu haber, münafıkları öfkelendirdi). Bu arada Hz. Peygamber (s.a.s), "Bakınız devem nereye gitmiş?" dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Übey, arkadaşlarına, "şu adamın haline şaşmıyor musunuz? Medine'de bir adamın öldüğünü haber veriyor, ama devesinin nerede olduğunu bilemiyor" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s), "Bir grup münafık şöyle şöyle dediler: Benim devem şu yerde, şu bölgede, yulan bir ağaca takılmış olduğu halde duruyor" buyurdu. O deveyi, aynen Hz. Peygamber'in dediği yerde ve şekilde buldular.  Bunun üzerine Cenâb-ı  Hak,  "De ki:   "Ben kendim için,   Allah'ın dilediğinden başka ne bir faideye, ne de bir zarara muktedir değilim " ayetini indirdi. [204]

 

İmam ve Küfrü Yaralan Allah'dır  

 

Bil  ki Mekkeli  müşrikler,  Hz.  Peygamber (s.a.s)'den, gaybtan haber vermesini ve kendilerine çok mal-mülk ve

büyük saltanat kazandırmasını isteyince, O, gücünün sınırlı olduğunu ve bilgisinin azlığını bildirerek, her kulun böyle olacağını, tam kudretin ve herşeyi kuşatan ilmin ancak Allah'a ait olduğunu, kulun böylesi bir ilmi ve kudreti bulunamayacağını beyân etti.

Alimlerimiz (Ehl-i Sünnet), kulların fiillerinin yaratılması konusunda, ayetteki, "De ki; "Ben} kendim için... ne bir faideye, ne de bir zarara muktedir değilim" Duyruğunu delil getirerek şöyle demişlerdir: "İman, bir menfaat; inkâr ise bir zarardır. Binâenaleyh bu ikisinin, ancak Allah'ın meşî'eti ile gerçekleşmesi gerekir. tBu da, man ve küfrün, ancak Allah'ın dilemesi ile meydana gelebileceklerini gösterir. Bunun izahı, defalarca anlattığımız gibi, şöyledir: İnkâr etme gücü, (yani kâfir olabilme kudreti) Tian etmeye elverişli olmaz ise, bu demektir ki: O kudreti yaratan, o inkâr eden  esenin inkâr etmesini murad etmiştir. Eğer bu, aynı zamanda imana da elverişli Hr kudret olursa, bu demektir ki: O kudretin yaratıcısı, o insanın kâfir olmasını z lemistir. Yok eğer bu, sadece inhana elverişli bir kudret ise, iman yerine, o insandan kûfrûn sâdır olması, ancak kesin bir sebebin olması halinde söz konusu olur. E -âenaleyh o insanın küfrünü gerektiren bu kesin sebebi yaratan, o insanın kâfir : -nasını irâde etmiş olur. Böylece bütün ihtimallere göre, Allah dilemedikçe, kulun «eıdisine ne bir fayda, ne de bir zarar veremiyeceği sabit olmuş olur."

Kâdî buna birkaç yönden cevab vermiştir:

1) Ayetteki, "Deki: "Ben, kendim için Allah'ın dilediğinden başka ne bir faideye, ne de bir zarara muktedir değilim" ifadesinin zahiri, lafzı bakımından her nekadar umûmî ise de, biz bu ayetin sebeb-i nüzulünün, kâfirlerin "Ey Muhammed, keşke Rabbin ne zaman ucuzluk, ne zaman pahalılık olacağını haber verse de, böylece biz ona göre alıp satsak ve kâr etsek..." şeklindeki sözteri olduğunu söylemiştik. Binâenaleyh ayetin umumî lafzı, sebeb-i nüzulüne hamledilir. O halde ayette geçen "falde" ile, mal ve benzeri şeylerin kazanılması; "zarar" ile de kıtlık, hastalık ve benzeri şeyler kastedilmiştir.

2) Bu ifade, "Ben, gaybî hususlarda, kendim için bir fayda ve bir zarara muktedir değilim" demektir. Bunun delili ise, "Eğer ben gaybı buseydim elbet daha çok servet kazanmak isterdim" ayetidir.

3) Bu ifade, "Allah'ın, beni kendisine muktedir kılıp, o hususta imkan vermeyi dilediği kadarıyla, ancak kendim için bir fayda ve zarara muktedir olabilirim" demektir. Bu sözün maksadı, Hz. Peygamber (s,a.s)'in, Allah'ın muktedir kıldığı şeyler dışında, hiçbir şeye muktedir olamayacağını beyan etmektir.

Bil ki (Kâdi'nin) bu izahlarının hepsi, ayetin zahirini bırakmaya dayanmaktadır. Biz, hak ve doğru olanın, ayetin lafzının zahirinin delâlet ettiği mana olduğuna kesin aklî deliller getirdiğimiz halde, böyle manalara kaçmak nasıl caiz olur? Allah en iyi bilendir. [205]

 

Ayette Geçen "Hayr" Tabirinin Tefsiri 

 

Hz. Peygamber (s.a.s), gaybı bilmediğine "Eğer ben gaybı bilseydim elbet daha çok hayır kazanmak isterdim" diye delil  getirmiştir.   Alimler  bu  ayetteki   "hayır"   ile,   ne kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir: "Bundan murad, "dünya menfaat ve malını toplayıp, afet ve zararlarını defetmektir" denilmiştir. Buna göre, "hayr" tabirinin içine, bolluk, kıtlık, kâr ve kazanç kabîlinden herşey girer.

Yine bu kelimeyle, "dinî hususlardaki hayır ve iyilik" manasının kastedildiği de söylenmiştir. Buna göre bu, "Eğer ben gaybı bilseydim, o zaman hak dine çağırmanın şu insanda müessir olup, öbüründe olmayacağını bilir, artık nasıl olur da berikini bırakıp öteki ile meşgul olabilirdim?" demektir.

Bu kelime İle, sorulara verilen cevaplarla ilgili şeyler kastedilmiştir. Buna göre ayet, "Eğer ben gaybı bilseydim, hayrı ve mesela Kıyametin ne zaman kopacağına dair sorular gibi onların sorduğu o soruların cevabını, çokça verirdim" demektir.

Ayetteki "ve bana hiçbir fenalık da dokunmazdı" ifadesi ile ilgili iki görüş vardır:

Birinci görüş: Vahidî (r.h) şöyle der: "Burada söz, "Eğer ben gaybı bilseydim, elbet daha çok hayır kazanmak isterdim" cümlesinde tamamlanmıştır. Daha sonra "Bana hiçbir fenalık dokunmaz" ifadesi ile, yeni bir cümle başlamıştır ki bu, "Bende bir delilik yok" demektir. Çünkü o müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.s)'ın, "Kendilerinin arkadaşlarında delilikten hiçbir (eser) yoktur" (A-râf, 184) ayetinde de ifâde edildiği gibi, deli olduğunu söylemişlerdir," Bu görüş, bence gerçekten uzak bir ihtimal olup, ayetin nazmında zayıflık olduğu manasına gelir.

İkinci görüş: Bu, birinci sözün tamamlayıcısıdır. Buna göre ayetin takdirî manası, "Şayet gaybı bilseydim, daha çok hayır elde ederdim ve kötülüklerden de o nisbette korunurdum. Böylece de bana, herhangi bir kötülüğün dokunmayacağı bir duruma ulaşırdım.. Durum böyle olmayınca, yanımda, gaybın bilgisinin bulunmadığı ortaya çıkmış olur" şeklinde olur. Hz. Peygamber, daha önce, ancak Allah'ın, kendisini muktedir kıldığı şeylere kadir olduğunu ve Allah'ın, bilgisini kendisine bildirdiği şeyleri bilebildiğini beyan edince, "Ben iman edecek kimselere azâbsn habercisi, müjdecisi olmaktan başka (bir şey) değilim" demiştir. "Nezir" günah işleme ve farzları terketmeye mukabil ceza ve ikâb ile uyarma; "beşir" ise farzları yapma ve günahları terketmeye mukabil mükâfaat ile müjdeleme hususunda mübalağa ifade eden birer kelimedirler.

Cenâb-ı Hakk'ın, "iman edecek kimselere..." ifadesi hakkında da şu iki açıklama yapılmıştır:

a) Peygamber, hem mü'minleri, hem de kâfirleri korkutup, müjdeler. Ancak ne var ki bu ayette, iki gruptan birisi bildirilip, diğeri zikredilmemiştir. Çünkü onlardan birini zikretmek, aynı zamanda diğerini ifade eder. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Hararetten sizi koruyacak elbiseler..." (Nahi.ai) ifadesi gibidir.

b) Hz. Peygamber (s.a.s), her ne kadar herkes için bir nezîr ve bir beşîr ise de, ancak ne var ki, bu korkutma ile müjdelemeden yararlanan, sadece mü'minlerdir... İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, sadece mü'minleri zikretmiştir. Biz, böylesi bir manayı, Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara, 2) ayetinin tefsirinde iyice anlatmıştık. [206]

 

"O, sizi bir candan yaratandır, bundan da, kendisine ısınsın diye, eşini yapan O'dur. Vaktâ ki o, onu örtüp bürüdü, o da hafif bir yük yüklendi de bununla gidip geldi. Nihayet gebeliği ağırlaşmca ikisi de Rablerine şöyle dua ettiler:"Eğer bize düzgün bir çocuk verirsen, andolsun ki her halde şükredenlerden olacağız." Fakat Allah onlara düzgün bir çocuk verince kendilerine verdiği nimetler hususunda şirke gitmeye başladılar. Onlar neyi tutuyorlarsa, Allah onlardan (münezzehtir), yücedir" (A'râf, 189-190).

Bil ki, Allah Teâla bu ayetle yine tevhîd meselesini izaha ve şirki iptal etme konusuna dönmüştür. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır. [207]

 

Ayetle İlgili Rivayet Tefsiri     

 

İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, bu ayette geçen "bir can.. f kelimesiyle Hz. Adem; "bundan da. eşini yapan..." kelimesiyle de  Hz. Havva murad edilmiştir. Yani, Allah Teâlâ, Hz. Havva'yı, eziyyet vermeksizin, Hz. Adem (a.s)'in kaburgasından yaratmıştır... Vakta ki Adem, Hz. Havva'yı bürüyünce, Havva, hafif bir yük yüklendi (Hamile kaldı). Çocuk onun karnında ağırlaşmca, İblis, bir adam suretine girip Havva'nın yanına gelerek şöyle dedi: "Ey Havva, bu nedir? Ben, bunun bir köpek ya da herhangi bir hayvan olmasından korkuyorum. Onun, nereden çıkacağını nereden bileceksin? Arkandan mı çıkıp seni öldürecek, yoksa karnın mı yarılacak?" Bunun üzerine Havva endişelendi ve bunu, Adem'e anlattı. Böylece de Adem ile Havva, hep bunun endişesi ve hüznünü taşıdılar. Daha sonra o İblis, Havva'ya gelerek şöyle dedi: "Eğer Allah'dan onu, tıpkı senin gibi kusursuz ve hilkati tam bir kimse yapmasını ve onun, senin karnından çıkmasını istersen, sen O'na Abdu'l-Hâris adını verirsin..." Melekler arasında, İblis'in adı el-Hâris idi. İşte bu, Cenâb-ı Hakk'ın 'Takat Allah onlara düzgün bir çocuk verince, kendilerine verdiği bu çocuk hakkında ona eşler tutmaya başladılar" ayetinde ifade edilen husustur. Yani, "Allah onlara, düzgün ve kusursuz bir çocuk verince, Adem ile Havva, O'na eşler tutmaya başladılar" demektir. İşte, buradaki koşulan şirk ile Haris (iblis) kastedilmiştir. Kıssanın tamamı bundan ibarettir. [208]

 

Razî'nin Bu Rivayeti Eleştirmesi

 

Bit ki, yapılan bu tevîl yanlıştır. Bunun fasit ve yanlış oluşunun delilleri şunlardır:

1) Allah Teâlâ, "Onlar neyi eş tutuyorlarsa, Allah onlardan münezzehtir, yücedir" buyurmuştur. Bu, müşrik olanfarın, şirk koşanların iki kişiden fazla olduğuna delâlet eder.

2) Allah Teâlâ bunun peşinden, "Kendileri yaratılıp durmakta oldukları halde (bizzat) hiçbir şeyi yaratamayan putları, o yaradan Allah a eş mi koşuyorlar onlar?" (Araf, 191)buyurmuştur. İşte bu, bu ayetten kastedilenin, putları Allah'a ortak koşan kimselere karşı bir reddiye olduğuna delâlet eder. Halbuki bu ayette, lanetlenmiş İblis ile ilgili bir husus geçmemiştir..

3) Şayet,  bundan İblis kastedilseydi o zaman Cenâb-ı Hak,  "Hiçbir şeyi yaratamayanı mı ortak koşuyorlar?..." buyurur, "Hiç bir şeyi yaratamayan şeyi..." demezdi- Yani mâ yerine, men edatını getirirdi. Çünkü, akıllı varlıklar mâ edatı ile değil, men edatı ile ifâde edilirler..

4) Adem (a.s), herkesten daha fazla İblis'i tanıyordu. Ve o, bütün isimleri de biliyordu.. Nitekim Cenâb-ı Hak da, ''Adem'e bütün isimleri öğretmişti..." (Bakara, 3i) buyurmuştur. Binâenaleyh, Adem, İblis'in adının el-Haris olduğunu mutlaka biliyordu.. İblis ile Adem arasındaki çok şiddetli düşmanlığa ve onun isminin de el-Haris olduğunu bilmesine rağmen, daha nasıl olur da, çocuğuna Abdu'l-Haris adını vermiş olabilir? Ve daha nasıl bu isimden başka bir isim bulamamış olduğu söylenebilir?"

5) İçimizden birisinin bir çocuğu olduğunda bu kimse, o çocuktan hayırlar ve iyilikler umar. Tam o esnada, birisi kendisine gelerek, o çocuğunu bu çeşit isimlerle isimlendirmeye çağırırsa, bu kimse o kimseyi reddeder ve böyle bir şeyi kesinlikle kabul etmez... Binâenaleyh, Hz. Adem, peygamberliğine ve Cenâb-ı Hakk'ın, 'Adem'e bütün isimleri öğretti" buyruğundan elde etmiş olduğu geniş ilmine ve tblis'in vesvesesi sebebiyle işlemiş olduğu zelleden dolayı kazanmış olduğu o büyük tecrübesine rağmen, daha nasıl olur da bu kadarcık şeyi dikkatinden kaçırır ve bunun, aklı olan kimselere, sakınılması gerekli olan kötü fiillerden biri olduğunu bilemez?

b) Hz. Adem'in, çocuğunu, Abdu'l-Haris (Haris'in kulu) diye isimlendirdiğinin <abul edilmesi halinde, bu hususta şu iki şeyden birisi söylenebilir:

a)  O, o lafzı, çocuğunun alemi, özel ismi addetmiştir...

b)  Yahud da, o bu lafzı, çocuğunun sıfatı kabul etmiştir.. Yani, o bu lafız ile, çocuğunun Haris (yani İblis) tarafından yaratılıp onun kulu olduğunu bildirmiş 'alem ve lakab isimleri, isim olarak konuldukları şeylerde bir mana ifade etmezler.. Binaenaleyh, bu lafız ile çocuğu adlandırmadan, müşrik olma neticesi çıkmaz...

Eğer ikinci ihtimal söz konusu ise, bu, Hz. Adem'in, yaratmada, yoktan var etmede ve meydana getirmede Allah'ın bir ortağı olduğuna inandığına dair bir hüküm olmuş olur ki bu, Hz. Adem'e kesinlikle küfür isnad edilmesini gerektirir.. Halbuki, aklı başında olan hiç kimse bunu söylemez. Binâenaleyh, yapılan izahlarla, bu görüşün fasit olduğu ve müslümana gerekli olanın, buna iltifat etmemesi olduğu sabit olmuş olur...

Sen bunu iyice kavradığında biz deriz ki: Ayetin tevil ve tefsirinde, böylesi bozuk fikirlerden uzak, sapasağlam sıhhatli açıklamalar bulunmaktadır:

1) Kartal'ın ileri sürmüş olduğu şu husustur: "AİJah Teâlâ bu hadiseyi bir darb-ı mesel şeklinde zikretmiş ve bu durumun, cehaletleri ve şirke taraftar olmaları hususunda, o müşriklerin durumuna benzediğini beyan etmek için zikretmiştir.. Bu sözün izahı şudur: Allah Teâlâ, sanki şöyle demek istemiştir: "O, "(Ben), sizden herbirinizi tek bir candan yarattım ve, o tek candan, onun eşini de, insan olmak bakımından ona denk olan bir insan yaptım.. Binâenaleyh, kocası eşini bürüyüp, eşi hamile kalınca, kan koca, Rablerine, "Şayet sen bize, kusursuz, yaratılışı tam bir çocuk ihsan edersen, biz senin nimetlerine ve ihsanlarına şükredenlerden oluruz.." diye dua ettiler. Allah da, onlara, kusursuz ve yaratılışı tam bir çocuk verince, kantoca, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu o şey hususunda, Allah'a eşler koşmaya başladılar. Çünkü onlar, bazan bu çocuğu, tıpkı tabiatçtların dediği gibi, tabiata; bazan, müneccimlerin dediği gibi, yıldızlara; bazan da, putperestlerin dediği gibi, putlara ve ibadet edilen heykellere mâl ettiler.." Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar neyi eş tutuyorlarsa; Allah onlardan (münezzehtir), yücedir" buyurmuştur. Yani, Allah, bu tür şirkierden münezzehtir" demektir. İşte bu, son derece doğru ve sağlam bir cevaptır.

2) Bu hitabın, Hz. Peygamber (s.a.s) dönemindeki, Kusayy b. Kllflb'ın soyu olan Kureyşlilere olması... Buna göre Cenab-ı Hakk'ın, "O. sizi bir candan yaratandır" buyruğundaki "can"dan maksad Kusayy; minhâdan maksad ise, Allah'ın, ünsiyet etmesi için yarattığı, kendi cinsinden Kureyşli karışıdır.

Allah Teâlâ, o karı kocaya istemiş olduktan, düzgün yaratılıştı kusursuz bir çocuk nasîb edince, onlar, dört oğullarını Abdimenaf (Menâfin kulu), Abduluzza (Uzza'nın kulu), Abdulkusayy (Kusayy'ın oğlu) ve Abdullat (Lâfın oğlu) diye isimlendirmek suretiyle, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu çocuklar hususunda, Allah'a ortaklar koştular. Buna göre, yüşrikün "şirk koşuyorlar" ifadesindeki zamir, Kusayy ile eşine ve şirk hususunda onlara tâbi olan zürriyetlerine âit olur.

3) Kabul edelim ki bu ayet-i kerime, Hz. Adem (a.s)'in kıssasını açıklamak için gelmiş olsun. Bu durumda, bu müşkili gidermek için, birkaç izah şekli bulunmaktadır:

Birinci izah: Müşrikler: "Âdem (as), putlara tapıyordu. Hayır taleb etme ve şerh defetme hususunda onlara dua ve müracaat ediyordu" diyorlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, Adem ile Havva kıssasını zikretmiş ve onların, "Eğer bize düzgün (hilkati tam) bir çocuk verirsen ^andolsun ki herhalde şükredenlerden olacağız" diye dua ettiklerini nakletmiştir. Yani onlar, eğer Allah Teâlâ kendilerine, sağlıklı ve yaratılışı düzgün bir çocuk verirse, bu nimete karşılık şükredeceklerini söylediler. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Fakat Allah onlara düzgün bir çocuk verince, bu çocuk hakkında O'na eşler tutmaya başladılar" buyurmuştur. Buradaki tâ'p» *J ^«r

"Bu çocuk hakkında O'na eşler tutmaya başladılar" ifadesi, hoş karşılamama ve uzak görme üslûbunda olmak üzere, istifham manasında bir ifâdedir. Bunun izahı, "Allah onlara yaratılışı tam ve düzgün bir çocuk verince, onlar, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu çocuk hakkında O'na şerikler, ortaklar mı koştular?" şeklindedir. Cenâb-ı Hak, daha sonra, "Onlar neyi eş tutuyorlarsa, Allah onlardan münezzehtir, yücedir" buyurmuştur. Bu, şirk inancında olan ve onu Hz. Adem'e de isnad eden bu müşriklerin şirkinden, Allah yüce ve münezzehtir" demektir. Bunun bir benzeri şudur: Birisi, bir başkasına birçok in'âm ve iyilikte bulunsa, sonra iyilikte bulunan bu kimseye, "senin iyilik yaptığın o adam, seni kınıyor ve sana kötülük yapmaya çalışıyor" denilse, iyilikte bulunmuş olan o kimse buna ihtimal vermeyerek şöyle der: "Ben ona bunca iyilik yapayım, bunca nimet vereyim, o da kalksın bana kötülük ve isyan etsin, olacak şey değil!" İşte burada da böyledir.

İkinci İzah: Şöyle deriz: Bu kıssa, başından sonuna kadar Hz. Adem ile Havva hakkındadır. "Fakat (Allah) onlara düzgün (bir çocuk) verince, kendilerine verdiği bu (çocuk) hakkında ona eşler tutmaya başladılar" ifadesi hariç, ayetlerin lafızlarında hiçbir müşkil bulunmamaktadır. Buna göre deriz ki: Bu ifadenin takdiri şöyledir "Fakat Allah onlara düzgün bir çocuk verince O'na eşler tutmaya başladılar." Yani "o ikisinin evladlan Allah'a şirk koşmaya başladılar" Burada, muzaf durumunda olan evlâd kelimesi hazfedilmiş, muzafun ileyh olan "o ikisi" ifadesi, ceale fiilinde, muzafın yerine geçmiştir. "kendilerine verdiğinde" ifadesi de böyledir. Bu, "Allah'ın o ikisinin evladlarına verdiği (şeylerde)" demektir. Bunun bir benzeri bir ifade de,  "Köye sor" (Yusut. Aa) yani "O köyün ahalisine sor" anlamındadır.

Eğer, "Bu açıklamaya göre cealâ fiilindeki tesniyenin hikmeti nedir?" denirse, diz deriz ki: "Çünkü Hz. Adem'in çocukları erkek ve dişi olarak İki kısım idi. Binâenaleyh bu tesniyeden maksad, erkek ve dişi çocuklar olup, bunlar iki sınıf ve iki çeşit oldukları için, bunlardan, bir keresinde "tesniye" zamiri ile bahsedilmiş, bir başka keresinde de, çoğul lafızla bahsedilmiştir. Bu da ayetteki, "Onlar neyi eş tutuyorlarsa, Allah onlardan münezzehdir, yücedir" ifadesidir.

Üçüncü izah: Kabul edelim ki, "Kendilerine verdiği bu çocuk hakkında O'na eşler tutmaya başladılar" İfadesindeki cealedeki tesniye zamiri, Hz. Adem ile Havva'ya râcî olsun. Fakat ne var ki şöyle denilmiştir: Allah Teâlâ o ikisine yaratılışı düzgün bir çocuk verince, onlar bu çocuğu kayıtsız şartsız Allah'ın hizmetine, taatına ve O'na kulluğa adamaya azmetmişlerdi. Sonra akıllarına başka bir düşünce geldi. Binâenaleyh onlar, bu çocuğu bazan dünya işleri ve menfaatlerinde kullanıyor, bazan da Allah'a hizmet ve taatta bulunmasını emrediyorlardı. Bu iş, her nekadar bizce Allah'a bir yakınlık ve taat ise de, iyi kulların (ebrârın) hasenatı, mukarreb (Allah'a çok yakın) kulların seyyiatı (kötülüğü) sayılır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Onlar neyi eş tutuyorlarsa, Allah onlardan münezzehdir, yücedir" buyurmuştur. Bu tabirden meksad, Hz. Peygamber (s.a.s)'den nakledilen şu husustur; O, Cenab-ı Hak'tan naklederek, bir hadis-i kutside şöyle buyurmuştur:"Ben, şirkten müstağni'olanların, en bert ve en müstağni olanıyım.. Binâenaleyh, kim bir amel yapar ve o amelde başkasını bana ortak koşarsa, ben onu, şirki ile başbaşa bırakırım."[209] Böylece bu müşkil bertaraf olmuş olur.

Dördüncü izah: Biz, bahsedilen bu kıssanın doğru olduğunu kabul edelim. Ancak biz diyoruz ki, onlar, el-Haris diye adlandırılan o şahsın duası sebebiyle, o çocuğun belâlardan, hastalıklardan ve musibetlerden uzak ve berî olacağına inandıkları için, o çocuğu Abdu'l-Haris diye isimlendirmişlerdi. Bazan, kendisine lütufta bulunulan kimse, lütufta bulunan kimsenin kulu, kölesi diye adlandırılabilir.. Nitekim darb-ı meselde, "Ben, kendisinden bir harf öğrendiğim kimsenin kuluyum" denilir. Ben, bazı faziletli kimselerin kitabının başına "Bu, falancanın kendisini sevdiği bir kuldur" diye yazdığını gördüm. Şair de şöyle demiştir:

''Ben muhakkak ki, nezdimde ikamet ettiği sürece, misafirin kulu kölesiyim.. Benim bundan sonra da, bir köleye benzemekten başka bir huyum yok."

Buna göre Adem ile Havva (a.s), o çocuğun, ancak o şahsın duasının bereketi sebebiyle afetlerden ve belâlardan kurtulmuş olduğuna dikkat çekmek için, o çocuğu Abdu'l-Haris diye adlandırmışlardır. Bu ise, onun, Allah'ın memlûkü ve mahlûku olması açısından, O'nun kulu olmasına zarar vermez. Ancak ne var ki biz, ebrârın hasenatının (iyi kulların iyiliklerinin), mukarreb kulların seyyiesi, hataları mesabesinde olduğunu söylemiştik. Abd (köle) lafzı, müşterek bir lafız olunca, hiç şüphesiz Adem  (a.s), bu işte sırf "abd" lafzında meydana gelmiş olan müştereklik sebebine tutunmuştur. Bu ayetin, tevili ve tefsiri hususunda söyleyeceğimiz şeylerin tamamı budur.. [210]

 

İkinci Mesele

 

İkinci mesele bu ayetin lafızlarını tefsir etme sadedindedir. Bu husuta birkaç bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: Cenâb-ı Hak. "O, sizi bir candan yaratan... dır" buyurmuştur. Meşhur olan görüşe göre, bu ayette geçen "nefs" kelimesiyle, Hz. Adem'in nefsi kasdedilmiştir. Yine, Cenâb-ı Hak, "bundan da eşini yapan.,." buyurmuştur. Bu tabirle de Hz. Havva kasdedilmiştir. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Hz. Havva'nın, Hz. Adem'in nefsinden yaratılmış olmasının manası, Allah Teâlâ'nın, Hz. Havva'yı Adem'in kaburgalarının birinden yaratmış olmasıdır. Bunun hikmeti ise, cinsin, aynı cinse daha fazla meyyal, arzulu ve istekli olmasıdır. Birbirine bitişmenin illeti, cins birliğidir." Ben derim ki, bu söz müşkildir.. Zira, Allah Teâlâ, Hz. Adem'i doğrudan doğruya yaratmaya kadir olduğuna göre bizi, "Allah, Havva'yı. Adem'in cüzlerinin birinden yarattı..." demeye sevkeden şey nedir? Biz niçin, "Allah Teâlâ, Havva'yı da doğrudan doğruya yarattı.." demiyoruz.. Hem, insanı tek bir kemikten yaratmaya kadir olan, onu doğrudan doğruya yaratmaya niçin kadir olamasın? Yine, "Onun sol kaburgalarının sayısı, sağ kaburgalarının sayısından noksandır" şeklindeki sözde de, hissin ve tıb biliminin hilafına olarak, sorgulanmayı gerektirecek bir durum mevcuttur. Geriye şöyle denilmesi ihtimali kalmıştır:   "Biz  bunu  söyleyemediğimize göre,  o  halde,  Hak Teâlâ'nın, buyruğundaki min harf-i cerriyte kastedilen nedir?" Biz deriz ki: Bir şeye bazan o şeyin şahsına, bazan da türüne göre işaret edilebildiğini zikretmiştik. Nitekim, Hz. Peygamber (s.a.s) "Bu, Allah'ın, namazı ancak kendisiyle kabul edeceği bir abdesttir"[211]  buyurmuştur. Halbuki, burada geçen "abdest" sözüyle, o andaki muayyen ve tek bir abdest kastedilmemiş, tam aksine bununla tür kastedilmiştir... Ve yine, Hz. Peygamber (s.a.s),

"Bu aşûra günü, Cenâb-ı Hakk'm, Hz. Musa'yı Firavun'a üstün getirdiği gündür" buyurmuştur. O halde, ayetten kastedilen mana, "Allah, Hz. Adem'in eşini insan türünden yaratmıştır" şeklinde olur ki, bunun maksadı, Allah Teâîâ'nın, Hz. Adem'in eşini de kendisi gibi bir insan yaptığına dikkat çekmektir.

Cenâb-ı Hak "Vakta ki o, onu örtüp bürüdü" buyurmuştur. Yani, "Hz. Adem, Hz. Havva ile yatınca..." demektir. Gaseyan kelimesi, erkeğin hanımına gelmesi, ona yaklaşması demektir.. Kocası hanımının üzerine çıktığında, "onu bürüdü" denilir. Bu böyledir, çünkü koca, hanımının üzerine çıktığında, o onu, adeta bürümüş, sarmış gibi olur.. tabiri de bu manadadır. Bu hal, bürümeye ve insanı bürüyen ve örten elbisenin durumuna benzer bir haldir.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar sizin için, siz de onlar için birer libassınız" (Bakara. 187) buyurmuştur.

Alimler "Oda hafif bir yük yüklendi..." buyruğu ile, Cenâb-ı Hakk'ın, nutfeyi ve meniyi kasdettiğini söylemişlerdir.. Hâ harfinin fethasıyla hami karında veya ağacın başında olan şeyi; hâ'nın kesresiyle himl ise, sırtta veya hayvan üzerinde taşınan şey demektir. ise "o kadın suyu, meniyi, karnında olan şeyi, hafif bir şekilde taşıyıp gidip gelmiştir..." demektir. Bu ifadeyle, Hz. Havva'nın, bir ağırlık duymaksızın oturup kalktığı ve hareket ettiği, gidip geldiği kasdedilmiştir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Yahya İbn Ya'mer, şeddesiz olarak, fe meret şeklinde; başkaları ise, mirye masdarından olmak üzere fe mâret şeklinde okumuşlardır ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın. (Necm. 12) şeklinde olup  şeklinde de okunmuştur. Buna göre, mâret tabirinin manası, "Kadının gönlüne hamile olduğu zannı düştü ve bu hususta şüphelendi..." şeklindedir. Yani, kadın ağırlık dönemine girip doğurması yaklaşınca, "Adem ile Havva, Rabierineşu şekilde dua ettiler: yani, "Ey Rabbimiz. sen bize bizim gibi kusursuz ve hilkati tam bir çocuk verirsen "hiç şüphesiz biz, senin nimetlerine ve lütuflarma şükredenlerden oluruz..."

Cenâb-ı Hak  "fakat Allah onlara düzgün bir çocuk verince, kendilerine verdiği bu çocuk hakkında ona eşler tutmaya başladılar" buyurmuştur. Bu ifadenin tefsiri daha önce uzunca geçmişti. İbn Kesir, İbn Âmir, Ebu Amr. Hamza, Kisâi ve Asım'ın ravisi Hafs, çoğul sîgasıyia, şürekâ, Nâfi ve Asımın (diğer) ravisi Ebu Bekr, şin harfinin kesresi ve kâfin tenvini ile, sirken şeklinde okumuşlardır. Bu takdirinde olup, yine çoğul olarak "şerikler" manasına gelir. Yahut da bunun manasının, "onlar çocuk hususunda Allah'a şirk koşma yolunu icad ettiler" şeklinde olduğu söylenebilir. Bu kelimeyi, çoğul'olarak okuyanların "Yoksa Allah'a, yaratan ortaklar mı buldular" (Rad. ıej ayetidir. Cenâb-ı Allah bu ayatteki "şürekâ" (ortaklar) kelimesi ile İblis'i kastetmiştir. Çünkü İblis'e itaat eden, aynı zamanda bütün şeytanlara itaat etmiş olur. Bu, bu ayeti yaygın kıssaya göre tefsir ettiğimizde, yapılabilecek bir izahtır. Ama böyle bir kıssayı kabul etmediğimiz takdirde, bu şekilde i2aha ihtiyaç yoktur. Allah en iyi bilendir. [212]

 

Şirkin Çürütülmesi

 

"Kendileri yaratılmış oldukları halde, hiç bir şeyi yaratamayanları, Allah'a şirk mi koşuyorlar? Halbuki bunlar, onlara hiçbir surette yardım edemeyecekleri gibi, kendilerine bile yardım edemezler. Eğer bunları hidayete çağırırsanız, size uymazlar. Onları hidayete ha çağırmışsınız, ha susmuşsunuz, sizin için aynıdır. Ey kâfirler, Allah'ı bırakıp taptığınız şeyler de sizin gibi kullardır. Eğer sâdık iseniz, haydi onları çağırın da size icabet etsinler" (A'rtf. 191-194).

Bil ki bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar neyi es tutuyorlarsa Allah onlardan münezzehtir, yücedir" (A'rat, ısoı buyruğu ile anlatılan o iblis kıssasının kastedilmediğine delâlet eden en güçlü delillerden birisidir. Çünkü eğer, Allah'ın muradı bu olsaydı, o zaman bu, önceki ayetlerden tamamen ayrı ve alâkasız bir ayet olmuş olurdu. Bu ise, ayetler arasındaki nazım ve tertipde, büyük bir bozukluk olduğunu iddia etmek olur. Aksine, diğer cevaplarda da zikrettiğimiz gibi, bu ayetin maksadı, putperestlere bir reddir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [213]

 

Birinci Mesele

 

Bu ayetin maksadı, putların ilah olamayacaklarına delil getirmektir.   O   halde   ayetteki,   "Kendileri  yaratılmış

oldukları halde, hiçbir şeyi yaratamayanları, Allaha şirk mi koşuyorlar?" buyruğu "Onlar, kendileri mahluk olup, hicbirşeyi yaratmaya kadir olamayan o putlara mı ibadet ediyorlar?" demektir. Buna göre eğer, "Cenâb-ı Allah, niçin ayette birinci fiili, yahluku (yarattı) şeklinde müfred; ikincisini yuhlekûn (yaratılmışlar) şeklinde cemi olarak getirmiştir? Hem sonra Cenâb-ı Mak nasıl, insanların dışında bir varlık grubu için, cemî müzekker sîgasını kullanmıştır?" denilirse, birincisine şu şekilde cevap verebiliriz: Ma edatı, hem müfred, hem tesniye {iki), hem de çoğul için kullanılır. Binâenaleyh bu edat lafzı itibarı ile müfred, manası itibarıyla cemî olan lafızlardandır. Böylece Allah Teâlâ her iki yönü de nazar-ı dikkate alarak, lafzın zahiri itibarı ile, yahluk şeklinde müfred; manası itibarı ile de, yuhlekûn şeklinde cemî fiil getirmiştir.

İkinci soruya da şöyle cevap verebiliriz: "O putlara tapanlar, putların akıllı olduklarına ve iyi ile kötüyü birbirinden ayırdedebildikterine inandıkları için, onların inanç ve zanlarına gör fiil, bu sığayla getirilmiştir. Hak Teâlâ'nın şu ayetleri bunun benzeridir: "Hepsi de birer felekte yüzerler" {Yasin, 40) "Rüyamda güneşi ve ayı, bana secde eder gördüm" (Yusuf. 4) ve "£y karıncalar, yuvalarınıza girin" (Nemi. i8). [214]

 

İkinci Mesele

 

Cenâb-ı Hak, "Kendileri yaratılmış olduğu halde, hiçbir şeyi  yaratamayanları,   Allah'a   şirk   mi  koşuyorlar?"

buyurmuştur. Alimlerimiz bu ayetle, kulun, yaratıcı ve kendi fiillerinin halikı olmadığına istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Çünkü Allah Teâlâ, o putların hiçbirşey yaratamamaları sebebi ile, ilah olamayacaklarını bildirmiştir. Bu söz ancak, eğer biz, "Onların birşeyi yaratmış olmaları farzedildiğinde, ilah olmaları hususu tenkid edilemez" dersek, tam ve doğru olmuş olur. Bu söz ise, yaratıcı olan her varlığın ilah olmasını gerektirir. Binâenaleyh eğer kul, fiillerinin yaratıcısı olmuş olsaydı, bir ilah olmuş oiurdu. Bu, bâtıl olduğuna göre, kulun kendi fiillerinin yaratıcısı olmadığını anlıyoruz."

Cenab-ı Allah,  "Halbuki bunlar,  onlara hiçbir surette yardım edemezler" ifadesi ile, "O putlar, kendilerine tapanlara yardım edemezler ve kendilerine isyan edenlerden de intikam alamazlar" manasını murad etmiştir. "Nasr", birisine, düşmanına karşı yardım etmek demektir. Buna göre ayetin manası, "kendisine tapılan şeyin, fayda vermeye ve zararları defetmeye kadir olması gerekir. Halbuki bu putlar böyle değildir. O halde, aklı olan insanın onlara tapması nasıl uygun düşer ve yakışır?" şeklindedir.

Daha sonra Allah Teâlâ, "Onlar kendilerine bile yardım edemezler" buyurmuştur. "Onlar, kendilerine gelen bir kötülüğü bile gideremezler. Mesela onları kırmak isteyen bir insana engel olamazlar" demektir.

Cenâb-ı Hak, daha sonra da, "Eğer bunlan hidayete çağırırsanız, size uymazlar" buyurmuştur. Bil ki Allah Teâlâ önceki ayet ile, o putların hiçbirşeye  kadir olmadıklarını  tsbat  edince,   bu  ayette  de,  onların  hiçbirşey bilmediklerini beyân buyurmuştur. Buna göre mana, "Müşriklerin taptığı o putların, fayda ve zarar verici olmadıkları, hallerinden anlaşıldığı gibi, hayra çağırıldıklarında, hayra uyamıyacaklan da görülür. Kendisine hitab eden kimsenin durumunu, hitab edip seslenmeyenden ayıramazlar" şeklindedir.

Allah Teâlâ, daha sonra bu sözünü  "Onİarı hidayete ha çağırmışsınız, ha susmuşsunuz, sizin için aynıdır" buyurarak te'kid etmiştir. Bu ifade, tıpkı "Onlan inzar etsen de, onlarca bir, etmesen de" (Bakara, e> ayeti gibidir. Biz bu husustaki gerekli izahı, o ayette vermiştik. Fakat, onunla bunun farkı şudur: Orada fiil, fiil üzerine atfedilmiş; burada ise isim cümlesi, fiil cümlesi özerine atfedilmiştir. Çünkü  fiil cümlesi,ifadesi ise isim cümlesidir.

Bil ki isim cümlesini, fiil cümlesine atfetmenin ancak bir hikmet ve incelikten dolayı caiz olduğu sabittir. Bu incelik şudur: Fiil sîgası, teceddüdü (o fiilin tekrar tekrar olduğunu) gösterir. İsim sîgası ise, devamı, sebat ve sürekliliği gösterir. Bunu iyice anladığında biz deriz ki: "O müşrikler bir üzüntü ve sıkıntıya düştüklerinde, putlarına yalvarıp yakarırlardı. Fakat başlarına böyle birşey gelmediğinde susar, birşey söylemezlerdi. İşte bundan ötürü onlara, "sizin o putlara dua etmeniz ile devamlı susmanız (dua etmemeniz) arasında bir fark yoktur" denilmiştir. İşte bu atfın inceliği budur.

Allah Teâlâ, daha sonra da, o putların ilah olamayacaklarını te'kid ederek şöyle Duyurmuştur: "Ey kâfirler Allah'ı bırakıp taptığınız şeyler de sizin gibi kullardır." Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Onlar cansız varlıklar oldukları halde, artık nasıl olur da "kul" diye tavsif edilebilirler?

Buna birkaç yönden cevap verilebilir:

1)  Müşrikler, o putların fayda ve zarar verebileceklerini iddia edince, onların autlarının akıllı ve anlayışlı olduklarına da inanmaktadırlar. İşte bundan dolayı, bu gibi kelimeler, onların inançlarına ve zanlarına uyun olarak kullanılmıştır. Cenâb-ı Hak işte bundan dolayı, İ>J ^y^^* i**j*'*û "Haydi onları çağırın da size icabet etsinler" buyururak, cemi müzekker sigası kullanmış, ama jİ^E* ji dememiştir. Yine  burada ellezine   lafzını  kullanmış,   bunun  müennesi  olan  elleti  şeklini kullanmamıştır.

2)  Putlar hakkında, "kullardır" şeklindeki, bu asılsız söz (lağv), onlarla istihza etme sadedinde zikredilmiştir. Yani, "Onların olabilecekleri en ileri şey, onların akıllı canlılar olmalarıdır.. Binâenaleyh, eğer bu husus onlar hakkında söylenebilirse, onlar yine de sizin gibi kuldurlar... Dolayısiyle onların sizden bir üstünlükleri bulunmamaktadır. O halde, daha nasıl siz kendinizi onların kulu; onları da, kendinizin Rableri ve ilahları addedebiliyorsunuz?" demektir. Sonra Allah Teâlâ, onların, sizin gibi kullar olmaları hususunu da geçersiz kılarak, "Onların yürüyecekleri ayaklan mı... var?" (A'rtf. 195) buyurmuştur. Sonra, Cenâb-ı Hak, açıklamasını, "Haydi onları çağırın da size icabet etsinler" buyruğu ile tekîd etmiştir. Bu çağırma işi, onlardan bir menfaat temin edebilmek ye onlar vasıtasıyla, gelebilecek zararları önlemek, gidermektir.. Cenâb-ı Hakk'ın, emrindeki lâm, ta'cîz (acze düşürme) manasında olan bir emir lamıdır. Buna göre mâna, "Her insana, o putların icabet etmeye kadir olamadıkları belli olunca, onların, ibadet edilmeye müstehak olmadıkları da ortaya çıkar ve belli olur" şeklindedir. Bunun bir benzeri ifade de, Hz. İbrahim'in babasına, "Ey babacığım, işitmez, görmez, sana hiçbir faidesi olmaz şeylere neye tapıyorsun?" (Meryem, 42) demesidir.

Cenâb-ı Hak "Eğer sadık iseniz" buyurmuştur. Yani, "o putların birer ilah ve ibadete müstehak olduklarını iddia hususunda doğru iseniz..." demektir. Bu üç yakînî ve kesin delil ile, o putların ibadete müstehak olmadıkları ortaya çıkınca, insanın, onlara iltifat etmemesi ve sadece Kadir, Alîm, Hayy, Hakîm, zarar verici olan, fayda sağlayan İlâh'a, Allah'a ibadet etmekle meşgul olması gerekir... [215]

 

Putların Acizliği

 

"Onların yürüyecekleri ayaklan mı, yoksa tutacaklan elleri mi, yahud görecekleri gözleri mi, yoksa işitecekleri kulaktan mı   var? De ki: "Çağırın  ortaklarınızı, sonra bana istediğiniz tuzağı kurun da şöyle bir göz bile açtırmayın bana" (A'rflf, 195).

Bil ki bu, aklı olan insanın, bu putlara ibadet etmekle meşgul olmasının çirkin ve adiliğini beyan hususunda bir başka çeşit delildir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Allah Teâlâ, bu ayette dört uzuvdan bahsetmiştir. Bunlar ayaklar, eller, gözler ve kulaklardır. Hiç şüphesiz ki bu uzuvların herbirinde. kendisine uygun olan hareket etme ve idrâk etme kuvvetleri mevcut olduğu zaman, böylesi kuvvetlerden mahrum olanlardan daha üstün olur.. Binâenaleyh, yürüyebilen bir ayak, yakalayabilen, tutabilen bir el, hareket ve hayat kuvvetinden uzak olan elden ve ayaktan; gören bir göz, işiten bir kulak da, görme, işitme ve hayat kuvvetinden uzak olan gözden ve kulaktan daha üstündür...

Bunun böyle olduğu sabit olunca, insanın pekçok yönden o putlardan daha üstün olduğu ortaya çıkar.. Hatta, insanın üstünlüğünün o putların üstünlüğüne nisbet edilmesi, kesinlikle mümkün değildir.. Durum böyle olunca, en üstün, en mükemmel ve en kıymetli olanın, ne menfaat temininde, ne de zararı defetme hususunda hiçbir his ve duyarlılığı bulunmayan en aşağı ve en adi şeylere ibadetle meşgul olması nasıl uygun düşer? Cenâb-ı Hakk'ın bu ayette zikretmiş olduğu delilin izahı sadedinde söyleyebileceğimiz budur. [216]

 

Müşebbihenin İddiasına Cevap

 

Müşebbihe'den bazı kimseler, Allah'ın uzuvları bulunduğunu isbat için, bu ayete tutunup, kendileri için bir izah tarzı ortaya koyarak şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ, bu putların uzuvlarının bulunmayışını, onların ilâh olmadıklarının delili saymıştır. Binâenaleyh, şayet bu uzuvlar, Allah için söz konusu olmayıp buiunmasaydı, onların Allah'da olmayışı, O'nun ilâh olmadığına delil olurdu.. Halbuki, Allah'ın ilah olmadığı bâtıldır. Şu halde, Allah'ın böylesi uzuvlarının bulunduğunu söylemek gerekir.."

Müşebbihenin bu iddiasına, şu iki bakımdan cevap verebiliriz:

1) Bu ayetin maksadı, insanın puttan daha üstün olduğunu beyân etmektir. Zira insanın, yürüyen bir ayağı, yakalayan bir eli, gören bir gözü ve işiten bir kulağı vardır.. Halbuki putun ayaklan yürümez; eli yakalayamaz; gözü görmez ve kulağı duymaz, işitmez... Durum böyle olunca, insan, puttan daha üstün ve daha mükemmel olmuş olur. Halbuki, daha üstün ve daha mükemmelin, adi ve değersiz oiana ibadetle meşgul olması bir cehalettir.. Şu halde, bu sözün zikredilmesinden maksat, budur; yoksa o cahillerin vehimlerinin takılıp kaldığı husus değildir...

2) Bu ayetin maksadı, bu ayetten önce geçmiş olan delili izah etmektir. Bu delil de,  Cenâb-ı   Hakk'ın,   "Halbuki  bunlar o   (tapanlara)   hiçbir suretle yardım edemeyecekleri gibi, kendi kendilerine bile yardım edemezler" (Araf, 192) ayetinin ifade ettiği husustur. Yani, "Bir fayda temin edemeyip, bir zararı da savuşturamayan şeylere ibadet etmek nasıl güzel olur?.." demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu delili, o putların, "yürüyen ayakları, tutup yakalayan elleri, gören gözleri ve işiten kulakları yoktur!.." diyerek, iyice açıklamış ve ortaya koymuştur. Durum böyle olduğuna göre, o putlar fayda temin etmeye ve zarar vermeye kadir olamazlar. Binâenaleyh, onların ilâh olmaları imkânsızdır. Ama, âlemin ilâhı olan Allah Teâlâ hazretlerine gelince, O, her ne kadar bu tür uzuv ve organlardan münezzeh ise de, ancak ne var ki, fayda temin etme ve zarar verme hususunda en mükemmel kudret ile tavsif edilmiştir. Yine O, en mükemmel duyma ve en mükemmel görme ile mevsuftur. Dolayısiyle bu iki durum arasındaki fark ortaya çıkmış olur.

Cenâb-ı Hakk'ın "De ki: "Çağırın ortaklarınızı, sonra bana istediğiniz tuzağı kurun..." buyruğuna gelince, Hasan el-Basrîşöyle der: "O müşrikler Hz. Peygamber (s.a.s)'i, kendi ilahları ve putlartyla tehdit edip duruyorlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Sizin için, o putların bana hiçbir surette zarar veremiyecekleri zuhur edip belli olsun diye, ey habibim, "De ki: "Çağırın ortaklarınızı, sonra bana istediğiniz tuzağı kurun.." buyurmuştur.

Nâfi ve Ebu Amr, ya ile olmak üzere diğer kıraat imamları ise yâ'sız olarak şeklinde okumuşlardır. Aynı okuyuş şeklilleri, ifadesi hakkında da söz konusudur.. Vahidî şöyle demektedir: "Bu husustaki hüküm şudur: Fasılalar (ayet sonları), kafiyelere benzerler. Araplar, kâfiyelerdeki yâ harflerini hazfederler. Bu, şairin tıpkı:

sözünde olduğu gibidir. Yâ harfini okuyanlara gelince, onlar aslolan yâ iie okumak olduğu için okumuşlardır. ifadesinin manası ile, "Bana süre tanımayınız; gerek siz, gerekse ortaklarınız, bana tuzak kurma hususunda acele ediniz.." şeklindedir... [217]

 

Gerçek Hami Yalnız Allahdır

 

"Çünkü benim velîm, o kitabı indiren Allah'dtr ve O, bütün salihlere de velilik ediyor. Sizin, O'nu bırakıp taptıklarınızın ise sizin imdadınıza yetişmeye güçleri yetmediği gibi kendilerine bile faydası dokunmaz.. Eğer onları doğru yolu göstermeye çağırsanız. duymazlar. Onları sana bakar görürsün. Halbuki onlar görmezler" (A'râf, 196-198).

Bii ki Cenâb-ı Hak, önceki ayetlerde, bu putların faydalı ve zararlı otamıyacaklarını beyan edince, bu ayet ile de, her aklı olan İnsanın, Allah'a ibadet etmesinin farz olduğunu beyân buyurmuştur. Çünkü O, gerek dini, gerekse dünyevî faydaları sağlamayı üzerine almış olan yegâne zâttır. Onun, dinî faydaları temin etmeyi üzerine

alması, kitaplar indirmesi ile olmuştur. Dünyevî menfaatleri sağlamast ise 'Ve O. bütün salihlere de velilik ediyor..." buyruğu ile murad edilen husustur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: [218]

 

Birinci Mesele

 

Vahidî (r.h) şöyle demektedir: "Kıraat imamları ifâdesini, üç yâ ile okumuşlardır. Birinci, J-«i kalıbının yasıdır ki, bu yâ, sakindir; ikinci yâ, fiilin sonundaki yâ harfi olup, bunun harekesi meksûrdur. Ve, birinci yâ, bu ikinci yâ'ya idğam edilerek, şeddeli yâ halini almıştır. Üçüncüsü ise, izafet yâ'sıdır. Ebû Amr'ın şeddeli yâ ile şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir. Bu okuyuşun izahı şöyledir: Bu okuyuşa göre J-rf kalıbının lâmu'l-fiilindeki yâ harfi düşürülmüştür. Bu tıpkı, Arapların, ifadesinde lâmu'l-fiilinin hazfedilmesi gibidir. Daha sonra, faîl kalıbındaki yâ, izafet yâ'sına idğâm edilerek deilmiştir. Bu fetha, izafet yâ'sının fethasıdır. Diğer kıraat imamlarına gelince, onlar üç yâ harfinin bir arada bulunmasını uygun görmüşlerdir. Allah en iyisini bilendir. [219]

 

İkinci Mesele

 

'tedennin manası, "Beni korumayı ve bana yardım etmeyi üzerine alan, dinî konularda faydalı ve çok büyük olan bu ilimleri içine alan kitabı indiren, Salîh kimselere de yardım etmeyi üzerine alan kimsedir,. Binâenaleyh, salih kimselere, düşman olan kimselerin düşmanlığı zarar veremez" şeklindedir. Bu hususta Cenâb-ı Hak, müşriklerin tuzaklarının o peygambere zarar veremiyeceği hususunu da teminat altına almıştır.. Ömer İbn Abdilazİz'in, çocukları için herhangi bir şey biriktirmediğini duydum.. Bu konu kendisine sorulduğunda o, şöyte cevap vermiştir: "Benim çocuğum, ya salihlerden olur, ya da günahkârlardan.. Eğer o sâlih kimselerden olursa, onun velîsi Allah'dır.. Dostu Atlah olan kimsenin ise, benim malıma ihtiyacı yoktur.. Eğer o günahkârlardan ise, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak, "suçlulara asla arka olmam" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın reddettiği kimselerin işlerini ıslâh etmekle "Sizin, O'nu (Allah'ı) bırakıp taptıklarınızın ise sizin imdadınıza yetişmeye güçleri yetmediği gibi kendilerine bile faydaları dokunmaz..." buyruğu hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:

Birinci görüş: Bundan maksad, putları böylesi sıfatlarla tavsif etmektir.

Buna göre şayet onlar, "Bu hususlar, önceki ayetlerde de ele alınmıştı; o halde, bunları tekrarlamanın faydası nedir?" derlerse, biz deriz ki:

Vahidî, bu hususta şöyle demektedir: "Bu vasıflar tekrarlanmıştır; zira, önceki ayetlerde bunlar azarlanmak üslûbunda zikredilmiştir.. Halbuki burada ise, kendisine ibadet etmek caiz olanla, olmayanın arasını ayırmak için zikredilmiştir.. Buna göre sanki, "ibadete müstehak olanın, salihierin işlerini üzerine alması gerekir. Halbuki bu putlar, böyle değildir. Öyleyse bu putlar ilâh olamazlar.." denilmek istenmiştir."

İkinci görüş: Bahsedilen bu haller, Allah'dan başkasına tapan o müşriklerin sıfatlarıdır. Yani, "kâfirler, Hz. Peygamber ve ashabını tehdit edip duruyorlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Onlar hiçbir şeye kadir olamazlar. Aksine onlar, cehalet ve ahmaklıkta öylesi bir dereceye varmışlardır ki, şayet sen onları hakka davet edecek olsan, onlara aklî ve nakli delillerin en kuvvetlisini izhar edecek olsan, onlar akıllarıyla kesinlikle bu hususu bilip anlayamazlar" buyurmuştur.

Buna göre şayet, "Müşriklerden bahsedilmedi. Burada bahsedilen putlardır. Binâenaleyh bu söylenen şey nasıl doğru olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Müşriklerden Hak Teâlâ'nın "De ki: "Çağırın ortaklarınızı, sonra bana istediğiniz tuzağı kurun" buyruğunda bahsedilmişti.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Onları sana bakar görürsün. Halbuki onlar, görmezler,.. "ifadesine gelince, biz eğer bu ayette bahsedilen sıfatların puflarla ilgili olduğunu söylersek, şöyle deriz: "Putların, bakabilen varlıklar olmalarından murad, onların yüzlerinin, kendilerine tapanlara doğru olmasıdır. Bu Arapların, "yüz-yüze" "karşılıklı" manasında kullandıkları "Birbirine bakan iki dağ" tabirleri gibidir. Yok eğer ayette geçen sıfatların müşriklerle ilgili olduğunu söylersek, o zaman bunun manası: "Onlar, her nekadar diğer insanlara bakıp görüyorlar ise de, hakdan alabildiğine yüz çevirip kaçmaları sebebi ile, bu görme ve bakmadan istifade edememişlerdir. Binâenaleyh onlar sanki kördürler" şeklinde olur. Bu ayet, nazar (bakma) ile ru'yetin (görmenin) birbirinden farklı şeyler olduğunu delâlet eder. Çünkü Allah Teâlâ onlar için bakmanın sözkonusu olduğunu, ama görmenin sözkonusu olmadığını bildirmiştir. Bu, o iki fiilin birbirinden farktı olduğunu gösterir.

Bu istidlale şöyle denilerek cevap verilmiştir: "Bu ayetin manast "Sen, onların sana baktıklarını zannedersin. Halbuki onlar, aslında bakamazlar." Yani, "Onların seni göremeyecek olmalarına rağmen, onların sana baktıklarını zannedersin" şeklindedir. Ru'yet (görme) kelimesi bazan, "zannetme" manasında kullanılır. Nitekim Allah Teâlâ, "insanları Kıyamet koptuğunda sarhoş görürsün (yani zannedersin). Halbuki onlar sarhoş değildirler" (Hacc. 2) buyurmuştur. [220]

 

Af  İle Emr-i Marufun Gereği

 

"Sen "aff" yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir" (Araf, 199).

Bil ki Allah Teâlâ, önceki ayette, kendisinin salih kullarının işlerini üzerine aldığını ve putlar ile putperestlerin, eziyete ve zarara kadir olamayacaklarını beyan buyurunca, bu ayette de, insanlara karşt davranışta, en güzel ve en doğru yolun ne olduğunu açıklamak üzere: "Sen ''aff" yolunu tut, iyiliği emret" buyurmuştur. Dilciler, "Af", "fazla olan ve kolaylıkta, külfetsiz olarak verilen şey" manasınadır" demişlerdir. Bunu anladığında deriz ki: İnsanlardan tastamam ödenmesi istenen ve onlardan alınan haklar hususunda, müsamahalı davranmak, bunlara fazla önem vermeyip aldırmazlık etmez hem caizdir, hem de değildir.

Birinci kısım, ayetteki, "Sen aff yolunu tut" emri ile kastedilendir. Bu ifadenin içine, mali haklarla ilgili herşeyde, şiddeti bırakma girer. Yine buna, insanlarla iyi geçinme, kabalığı ve geçimsizliği bırakma da girer. Nitekim Cenâb-ı Allah "Eğer bilfarz kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar etrafından herhalde dağılıp giderlerdi" (ah imran. 159) buyurmuştur. İnsanları hak dine yumuşaklıkla ve güzellikle davet etme de, buna dâhildir. Nitekim Cenâb-t Hak, "Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla mücadeleni en güzel yol hangisi ise, onunla yap" (Nam. ıasj buyurmuştur.

İkinci kısım, ayetteki, "İyiliği, marufu emret"buyruğu ile kastedilendir. Örf, arife, ma'rûf, mutlaka yapılmasının gerekli, varlığı yokluğundan daha hayırlı olduğu bilinen herşeydir. Bu böyledir. Çünkü bu kısımda, sadece "af" (müsamaha) yolunu tutma ile yetinilip, maruf (iyilik) emredilmez ve durumun hakikati ortaya konmaz ise, o zaman bu, dini değiştirme ve hakkı bâtıla çıkarma hususunda bir gayret gösterme gibi olur ki bu caiz değildir. Hem sonra bir insan, marufu emir ve teşvik edip, münkerden nehyedip, ondan sakındırdığında bile, çoğu kez bazı cahiller ona eziyet vermeye yellenirler ve bunu yaparlar. İşte bu sebebten ötürü, Cenâb-ı Hak, ayetin sonunda, "Cahillerden yüz çevir" buyurmuştur. Bir başka ayette, "Onlar, boş ve kötü lakırdıya rastladıkları vakit, şerefli olarak geçip giderler" (Furkan. 72) buyurmuştur. Bir diğer ayetinde, "Onlar boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler" (Mu'minûn, 3) buyurmuştur. Cennetliklerden bahsederken de, "Onlar orada ne boş bir laf. ne de günaha sokacak birşey işitmezler" (vakıa, 25)buyurumuştur. Aklın bu taksimatı iyice anladığı zaman, bu ayetin, insanların biribiriyle muâmeleleriyle ilgili, güzel ahlâkı ihtiva ettiğini anlamış olursun.

İkrime şöyle der: "Bu ayet nazil olunca, Hz. Peygamber (s.a.s): "Ey Cebrail bu nedir?" dedi. Cebrail (a.s) de: "Ey Muhammed, Rabbin, "Bu senin, senden ilgisini kesen kimselerle ilgi kurman, sana vermeyene vermen ve sana zulmeden kimseyi affetmendir" diyor" dedi."

İlim ehli şöyle demişlerdir: "Cebrail (a.s)'in yapmış olduğu bu tefsir, ayetin lafzına uygundur. Çünkü seninle ilgisini kesen kimse ile ilgi kurduğunda, onu affetmiş olursun. Yine sana vermeyene verdiğinde, maruf (iyi) olanı yapmış olursun. Sana zulmeden kimseyi affettiğinde de, cahillerden yüz çevirmiş olursun."

Cafer-i Sadık (r.a.) şöyle der: "Kur'an'da, güzel ahlâkı bu ayetten daha fazla toplayan başka bir ayet yoktur."

Bazı müfessirler, bu ayeti bir başka şekilde tefsir ederek şöyle demişlerdir: "Sen, aff (yolunu) tut, iyiliği (marufu) emret'' ayetinin manası, "Onların, mallarından verdikleri şeyi al." Yani "Onların mallarının fazlası olarak verdikleri şeyi al, daha fazlasını isteme" şeklindedir. O müfessirler şöyle devam etmişlerdir: "Zekât henüz farz kılınmazdan önce hüküm böyle idi. Ama ne zaman ki zekatın farz olduğunu bildiren ayet nazil oldu, o zaman "iyiliği emret" kısmı hariç, bu ayet neshedilmiş oldu. Bu "Hak dini ortaya koymak ve delillerini göstermek suretiyle maruf (iyi) olanı emret" demektir." Bu müfessirlere göre, ayetteki, "cahillerden yüz çevir" kısmı da (seyf) cihad ayetleri ile neshedilmiştir. Onların bu izahına göre, ayetteki, "iyiliği emret" ktsmı hariç, bütün ayet mensûhtur.

Bil ki, ayetteki "sen aff yolunu tut" ifadesini, bahsedilen manaya almak, mutlak (kayıtsız-şartsız) olan bir ifâdeyi, herhangi bir delil olmaksızın takyid etmek kayıtlamak demektir. Hem sonra biz, ayeti "zekat verme" manasına hamlettiğimizde, belirli miktarı ile zekâtın îfası bu ayete ters düşmez. Çünkü zekatı toolavan kimselerin, insanların mallarının en iyilerini almamaları ve âmirin, zekat verene bu hususta zor kullanmaması emredilmiştir. Binaenaleyh, zekatın farz kılınması, bu ayetin neshedtlmesine sebep olmaz.

Ayetteki, "Cahillerden yüz çevir" emrinden maksad Hz. Peygamber (s.a.s)'e, o kâfirlerin kötü huylarına karşı sabırlı olmasını ve onların çarpık sözleri ile düşük fiillerine, aynı şekilde karşılık vermemesini emretmek olup, bu ifadede, onlarla savaşma hususuna delâlet eden birşey yoktur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'e. müşriklerle savaşması emredildiği halde, cahillerden yüz çevirmesinin de emredilmiş olması imkansız değildir. Zira bu, tezad teşkil edecek bir durum değildir. Çünkü Şâri-i Hakîm olan Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların sefihliklerine (cahilce davranışlarına), aynı şekilde karşılık verme, ama onlarla savaş" demiş olması mümkündür. Bu iki şeyin arasını birleştirmek mümkün olduğuna göre, bu ifâdenin mensüh olması gerektiğini söylemeye ihtiyaç yoktur. Fakat ne yapalım ki, sathî müfessirler bir zaruret ve ihtiyaç olmadığı halde, nâsih ve mensûh ayetlerin sayısını çok göstermeye nedense pek meraklıdırlar. [221]

 

İstiâzenin önemi

 

"Eğer şeytandan bir fit gelip seni dürterse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir" (A'raf, 200).

Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: [222]

 

Birinci Mesele

 

Ebu Zeyd şöyle demiştir: "Cahillerden yüz çevir" ayeti nazil olduğunda, Hz. Peygamber (s.a.s), "Öfkenin elinden kurtuluş ne mümkün!" deyince, bu ayet nazil oldu." [223]

 

İkinci Mesele

 

Bil ki şeytanın fiti, onun verdiği vesvese ve insanlara günahları süslü püslü göstererek, kalblerinde günaha teşvik

etmesidir. Ebu Zeyd'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Arapça'da, birisi bir topluluğun arasını bozduğu zaman, "kavmin arasına (fitne) soktum" derdi. Nez kelimesinin, rahatsız etmek manasına geldiği ve ekseriya öfke sırasında vaki olduğu söylenmiştir. Bunun asıl manası, "Kötülüğe doğru gitmeye zorlamak"tır. Sözün izahı şöyledir: Allah Teâlâ, Resulüne emr-i marufu farz kılıp, bu iş yapıldığında cahilce davranışlarla karşılaşma olabileceğinden, bu cahilce işlere sükût ile karşılık vermeyi de emrederek, "cahillerden yüz çevir" buyurmuştur. Akılsızın, akılsızca bir işe yöneldiğinde, kin ve öfkelerin harekete geçeceği, insanın selâmette kalamıyacağı ve o esnada şeytanın kendisini uygun olmayacak davranışlara sevketmeye çabaladığı malum olduğu için, Cenâb-ı Hak, işte böyle bir neticeyi tedavi edecek hususu belirterek, "Hemen Allah'a sığın" buyurdu. Sığınmanın (isti'âzenin) manasının ne olduğu konusu, Tefsirimizin başlarında tafsilatlı bir biçimde geçmişti. [224]

 

Peygamberlerin İsmet Sıfatı    

 

Peygamberlerin "ismet" (masum, günahsız) oluşlarını kabul etmeyen kimseler, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Eğer Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir günaha yeltenmesi ve onu yapması mümkin (caiz) olmasaydı, Hak Teâlâ ona, "Eğer şeytandan bir fit gelip seni dürterse, hemen Allah'a sığın" demezdi."

Buna birkaç yönden cevap verilir:

1) Bu sözün neticesi, Hak Teâlâ'nın, Hz. Peygamber (s.a.sVe, "Eğer kalbinde şeytandan bir fit (vesvese) has.l olursa..." demesine varır. Bu t.pk., 'Eğer, faraza müşrik olacak olursan, celâlim hakkı için, bütün amellerin boşa gider   (Zümer. es» ayetinde olduğu gibidir. Bu ayet, Hz. Peygamber (s.a.s)'in müşrik olab.leceg.n. göstermez. Yine Cenâb-ı Hak, "Eğer göklerde ve yerde Allah dan başka tanrılar olsaydı, onlann ikisi de muhakkak ki harab olup gitmişti" buyurmuştur. Halbuki bu ayet, yerde ve gökte başka tanrıların bulunduğunu göstermez.

2) Farzedelim ki şeytan, Hz. Peygamber (s.a.s)'e vesvese veriyor. Fakat bu O'nun ismetine (günahsız oluşuna) zarar vermez. Bu, ancak Hz. Peygamber (s.a.s in şeytanın vesvesesini kabul edip benimsemesi halinde, O'nun ismetini zedeler. Halbuki ayet, onun vesveseyi benimsediğini göstermemektedir.

Sa'bî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s): "Her insanla birlikte mutlaka bir şeytan vardır" buyurdu. Bunun üzerine ashab: "Seninle de mı? dediler. Hz. Peygamber {s.a.s) "(Evet), benimle de... ile onun şerrinden salim ve uzak kaldım. Andolsun ki o bana 9fjğınde^ onun boöazım sıktım Eğer Süleyman (a.s)'in duası olmasaydı, mescıd de bırakıhr (sız dünüz)" buyurdu. Bu, şeytanın, Hz. Peygamber (.....) vesvesede bulunduğuna delâlet eder gibidir. Yine Cenâb-ı Hak, "Biz, senden evvel hiçbir resul m nebîgöndermedik ki, o birşey arzu ettiği zaman şeytan onun dilediği hakkında mutlaka bir fitne ortaya atmış olmasın"[225]  (Hacc. 52} buyurmuştur.

3) Farzet ki biz, şeytanın vesvese verdiğini ve Hz. Peygamber (s.a.s)'in de onun .esvesesinin tesirinde kaldığını kabul edelim. Fakat biz, bunu terk-i evlâ, yani daha jygun ve iyiyi bırakma manasında alırız. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) "Benim kalbim de dumanlanır.. Ben de gece gündüz Allah'a yetmiş defa istiğfar ediyorum"[226] buyurmuştur. [227]

 

Dördüncü Mesele

 

Bu durumda Allah'a sığınmak, insanın, Allah'ın kendisi üzerindeki nimetlerinin büyüklüğünü ve O'nun ikabınm

çetin olduğunu hatırlaması, bu iki şeyin de o insanı nefsinin zorladığı şeyden yüz çevirmeye ve şeriatın emrine yönelmeye sevketmesidir. [228]

 

Beşinci Mesele

 

Bu, her nekadar Hz. Peygamber (s.a.s)'e yöneltilmiş bir hitab ise de, bütün mükellefler için, genel bir derstir. Çünkü bahsettiğimiz şekilde Allah'a sığınmak, şeytanın vesveselerinin tesirine mani olacak bir lütuftur. İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Allah, "Haydi Kur’an okuduğun zaman, o koğulmuş şeytandan Allah a sığın. Hakikat şudur ki r.an edenler ve Rablerine güvenip dayananlar üzerinde onun hiçbir hakimiyeti yoktur" (Nahi, 98-99) buyurmuştur.   Bu sığınmanın  (istiâzenin-euzü  besmelenin), şeytanın fitini ve vesvesesini savuşturmada bir tesiri olduğu ayetle sabit olunca, hep bunu yapmak gerekir. [229]

 

Altıncı Mesele

 

Ayetteki, "Çünkü O, hakkıyla işiten, tam bilendir" buyruğu, dil ile yapılacak istiâzenin (sığınmanın), ancak manası bilinerek (şuurlu olarak) yapıldığı zaman faydalı olacağına delâlet eder. Buna göre sanki Cenâb-ı Allah, "istiazeyi dilinle ifade et, çünkü Den işitirim. Onun manasını aklında ve kalbinde bulundurarak bunu yap. Çünkü ben, Dindekini de bilirim" demek istemiştir. Gerçekten de, kalbte manası rCşünülmeksizin, sırf dille söylenen sözler faydasız ve tesirsizdir. [230]

 

Şeytanın Mü'minlere ve Kâfirlere Etkileri

 

"Muttaki olanlara şeytandan herhangi bir arıza iliştiği zaman toparlanıp kendilerine gelir, bir de bakarsın ki onlar görüp bilmişlerdir bile. Şeytanların kardeşleri olan kâfirleri ise, bunlar sapıklığa sürerler. Sonra da yakalarını bırakmazlar" (A" raf, 201-202). [231]

 

Muttakiler Şeytanın Etkisinden Çabucak Sıyrılırlar

 

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

 

Birinci Mesele

 

Bil ki Allah Teâlâ, önceki ayette, şeytanın, Hz. Peygamber  (s.a.s)'e bazen fit verdiğini ve bu durumun ilâcının da,Allah'a sığınmak olduğunu beyan edince, bu ayette de bu konuda, müttakilerin durumunun Hz. Peygamber'in durumundan daha da ileri ve vahim olduğunu bildirmiştir. Çünkü şeytan tarafından Hz. Peygamber hakkında meydana gelen olumsuz tesir, sadece, vesvesenin başlangıcı durumunda olan fitleme ve tahriktir. Halbuki, müttakiler hakkında bundan daha fazlasının bulunması mümkün görülmüştür ki bu da, müttakileri, şeytan tarafından meydana getirilen bir arızanın tutması, yakalamasıdır.. Tutmak ve yakalamak, hiç şüphesiz fitten daha ileri bir derecedir... [232]

 

İkinci Mesele

 

İbn Kesir, Ebû Amr ve Kisaî, elifsiz olarak tayf; diğer kıraatimamları ise, elif ile olmak üzere tâif şeklinde okumuşlardır. Vahidî (r.h) şöyte demektedir: "Alimler, tayf kelimesi hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, bu kelimenin masdar olduğu ileri sürülmüştür. Ebu Zeyd "Bir şey ileri geri gidip geldiğinde herhangi bir şey, (veya herhangi bir topluluk) bir topluluğu kuşatıp onlar dört bir yandan çember içine aldığında yine bir kimse, uykusundan sıkıntılar ve elemler içine düştüğünde, denilir..." demiştir İbnu'l-Enbârı ise şöyle demiştir: "Tayf" kelimesinin asltnın, tayyif şeklinde olması caizdir. Ancak ne var ki Araplar, şeddeyi ağır görerek, iki yâ'dan birisini hazfetmişler ve geriye sakin bir yâ bırakmışlardır." Birinci görüşe göre bu kelime masdar; İbnu'l-Enbarî'nin görüşüne göreyse bu kelime, tıpkı heynheyyin,  (basit, kolay) ve meyt-meyyit (ölü, meyyit) kelimeleri gibidir. Saîd İbn Cübeyr'in şedde ile, tayyif şeklindeki okuyuşu da, İbnu'l-Enbarî'nin görüşünün doğruluğunu destekler..Tayf kelimesinin aslı, işte budur... Sonra delilik, öfke ve vesvese de, bu kelime ile adlandırılmaktadır. Çünkü bu da, hayâlin verdiği sıkıntıya benzeyen, şeytanın sıkıntılarından bir sıkıntı ve bir hayâldir.

Ezherî de şöyle demektedir: "Arapça'da tayf kelimesi; delilik ve cinnet manasına gelir. Daha sonra öfke ve kızgınlığa da "tayf" adı verilmiştir. Çünkü, kızan kimsenin durumu, delirmiş kimsenin durumuna benzer. Tâif kıraatine gelince bunun, fâilun ve fâiletun kalıbı üzere gelen, mesela afiye (afiyet), âkibe (âkibet, son) kelimeleri gibi, masdarlardan olmak üzere masdar olan tayf manasında olması caizdir. Ferrâ ise şöyle demiştir: "Bu ayette tâif veya tayf kelimeleri aynı manada olup, bu, insanı sıkıntıya düşüren hayâl gibi olan şeydir." Bazı alimler de tayf ve taif kelimeleri, tıpkı kelimeleri gibidir" demişlerdir. [233]

 

Üçüncü Mesele

 

Bil ki gazab, kendisine kızılan kimsenin çirkin bir iş yaptığını görüp, sonra da kendisinin o işi yaptırtmamaya muktedir olduğuna; kendisine kızılan kimsenin ise, kendisini müdafaa edemiyeceğine inandığında insanı harekete geçiren, onu teşvik eden şeydir.. Bu üç inanç tahakkuk edip, o kimse de maddeler âleminin karanlıkları içine düştüğünde, işte insanlar o zaman işlerin zahirine aldanırlar. Ama, o kızan kimseye gayb aleminden bir nûr tecellî edince, bu üç inanç, pek çok yönden silinip gider. Kendisine kızılan kimsenin yaptığı işi çirkin görmek demek olan birinci fiile gelince, kızan kimse için, bu kimsenin o işi, Allah Teâlâ o kimsede o fiile dair kesin ve köklü bir sebep yarattığı için yaptığına; Allah Teâlâ onda böyle bir sebebi yaratınca da onun, o işi yapmamasının imkânsız olduğuna dair bir mükaşefe ve gaybî bir bilgi meydana geldiğinde, işte bu mana tecelli ettiğinde, o kimsenin öfkesi kendiliğinden silinip gider..

Yine kızan kimsenin hatırına, Allah Teâlâ'nın, kendisine kızılan kimsenin o durumunu bildiği; her ne zaman da böyle olursa, onun o fiili terketmesinin imkânsız olduğu şeklinde bir fikir ve düşünce gelirse, işte bu esnada da o kimsenin öfkesi yatışır... Hz. Peygamber, işte bu hususa, "Kim, Allah'ın kaderdeki sinini bilir, anlarsa, musibete katlanmak o kimseye kolay gelir" hadisiyle işaret etmiştir.. Kendisinin onu savuşturmaya muktedir; kendisine kızılan kimsenin ise aciz olduğuna inanmak şeklindeki ikinci ve üçüncü inanç şekline gelince, bu iki inanç sekti de pekçok yönden fasittir...

a) Bu, kızan kimsenin, kendisinin de işlerinde nice kötülükler yaptığına, Allah Teâlâ'nın, bu hususta kendisi üzerinde kadir olduğuna; kendisinin, Allah'ın kudret elinde ve kabzasında esir bulunduğuna; buna rağmen, Allah'ın, onu atfettiğine inanmasıdtr.

b) Kendisine kızılan kimse, kızan kimsenin elinde, kızana göre aciz olduğu gibi, aynı şekilde kızan kimse de, Allah'ın kudretine nisbetle acizdir...

c) Kızan kimsenin, Allah'ın kendisine, öfkesinin gereğini yerine getirmemeyi ve başkasına sıkıntı vermeyi terketmesini emrettiğini hatırlamasıdır...

d) Kızan kimsenin, öfkenin gereğini yerine getirip hıncını aldığında, başka canlılara eziyyet veren vahşi hayvanlara ve öldürücü yılanlar grubuna katılacağını, intikam almayı bırakıp affı tercih etmesi halinde ise, peygamberlere ve büyük velilere yoldaş olacağını hatırlamasıdır..

e)  Kızan kimsenin, "Bazan, bu zayıf kimsenin, kendisinden daha kuvvetli ve kendisinden de intikam almaya muktedir olabileceği bir duruma gelebileceğini ve böylece de, en kötü bir biçimde kendisinden intikam alabileceğini; ama, onu affettiğinde, bunun, kendisi tarafından o kimseye karşı yapılmış bir lütuf olacağını hatırlamasıdır."

Netice olarak diyebiliriz ki: Hak Teâlâ'nın, "Muttaki olanlara şeytandan herhangi bir arıza iliştiği zaman.." ifadesinden, bahsettiğimiz bu üç inanç; O'nun tezekkerû (toparlanıp kendilerine gelirler) ifadesinen de, bahsetmiş olduğumuz bu inançların zayıflığını gösteren izahlar kastedilmiştir. O'nun, "Bir de bakarsın ki onlar, görüp bilmişlerdir bile" buyruğuna gelince bu, "insanların zihinlerinde bu tür hatırlatmalar, düşünceler mevcut olduğunda, işte o zaman şeytanın hayal ve sıkıntılarının insanı rahatsız edip basması yok olur, bunun yerini basîret, inkişâf ve tecellî alarak, böylece de şeytanın vesvesesinden kurtulma mümkün olur. [234]

 

Dördüncü Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundaki iza edatı, müfâcee (sürpriz) manası ifade eder.. Mesela bu, senin, "Çıktım, bir de ne göreyim! Zeyd (karşımda durmuyor mu?! demen gibidir. ifadesindeki iza İse, bir ceza, bir mukabele gerektiren şart edatıdır... Bu da senin "Hurma koruğu kızardığı zaman sana geleceğim.." demen gibidir.. [235]

 

Cin ve İns Şeytanları Arasında Dayanışma

 

Cenâb-ı Hakk'ın "Şeytanların kardeşleri olan kâfirleri ise, bunlar sapıklığa sürerler..." buyruğuna gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: [236]

 

Birinci Mesele

 

Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın, ihvânuhum kelimesindeki hum zamirinin, kime râci' olduğu hususunda, şu iki görüş üzere ihtilâf etmişlerdir:

Birinci görüş: Bunlardan en vazıhı olan bu görüşe göre ayetin manası, "Şeytanların kardeşleri,azgınlık hususunda o şeytanlara yardım ederler" şeklindedir.. Bu böyledir, zira insan şeytanları, cin şeytanlarının kardeşleridir. O halde, insanların şeytanları, insanları tahrik edip onları yoldan çıkartırlar. Böylece bu, azdırma ve saptırma hususunda, insan şeytanlarının cin şeytanlarına bir desteği ve yardımı olmuş olur.

İkinci görüş: "Şeytanların kardeşleri" muttaki olmayan insanlardır. Çünkü şeytanlar, bu hususta, yani ittikâ etmeme hususunda müttakî olmayan kimselerin destekçisi olmuş olurlar.

Bu her iki görüş de, "Her kâfirin, şeytanlardan bir arkadaşı bulunmaktadır" görüşüne bina edilmiştir... [237]

 

İkinci Mesele

 

Ayette   geçen   "yardım   etmek-yemuddûnehum" kelimesinin tefsiri, o vesveseyi kuvvetlendirmek, buna devam etmek ve nefsi, o vesvesenin çirkinlik ve kusurlarına vâkıf olmaktan alıkoymak..." şeklindedir.. [238]

 

 

Üçüncü Mesele

 

Nâfi, yâ harfinin dammesi, mimin kesresi ile, "if'âl" kalıbından olmak üzere yümiddûnehum; diğer kıraat imamları ise, yâ harfinin fethası, mimin de dammesi ile, yemuddûnehum şeklinde okumuşlardır ki, gerek medde-yemuddu, gerekse emedde-yümiddü (yardım etmek, desteklemek, imdâd etmek..) aynı manaya gelen iki kullanıştır.. Medde fiilinin manasının, çekip uzatmak; emedde fiilinin manasının da "yardım etmek" olduğu da ileri sürülmüştür.

Vahidî (r.h) şöyle demektedir: "Kur'an-ı Kerim'de, övülen ve sevilen şeyler hususundaki ayetlerde bu fiil, if'âl babından imdâd kullanılmıştır. Meselâ bu, "Onlar kendilerine imdâd ettiğimiz verdiğimiz mal ve evlâd üe..." (Müminun. 55);''Onlara., meyveleri., bol bol verdik"(Tör, 22) ve "Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz?" (Nemi, 36} ayetleri gibidir. Bunun aksine olanlar ise, medde fiilinden gelmek üzere kullanılır. Meselâ Cenâb-ı Hak, "(Allah) onların, azgınlıkları içinde serseri dolaşmalarına mühlet verir" {Bakara. 15) buyurmuştur. Burada en açık mânâ, yâ harfinin fethasıyla olan âmmenin kıraatindeki mânadır. Yâ harfinin ötreli okunuşu ise, hayrın mukabili olan manayı ifade eder. Bu tıpkı, meselâ "Onları elim bir azabla müjdele" (Ai-ıimran, 21) ayetinde olduğu gibidir.

Hak Teâlâ, "Sonra da (yakalarını) bırakmazlar" buyurmuştur. Leys: "İksâr", bir şeyden geri durmaktır" der. Ebu Zeyd ise: "Bir kimse kötülükten geri durup vazgeçtiğinde,  denilir" demiştir.

İbn Abbas (r.a) şöyle der: "Bu, "sonra onlar sapmaktan ve saptırmaktan geri durmazlar" demektir. Sapan sapmasında, saptırılan da saptırılmada devam ederler." [239]

 

Kur'an'da Nebi'nin Dahli Yoktur

 

"Onlara bir ayet gelmediği vakit derler ki: "Onları, hazırlayıp toplasaydm ya!" De ki: "Rabbimden bana ne vah) 'olunuyorsa, ben ancak ona uyarım. Bu,iman edecek bir kavim için. Rabbinizden olan basiret, hidayet ve rahmettir" (A'râf, 203).

Bil ki Allah Teâlâ, önceki ayette cin ve insan şeytanlarının, azdırıp saptırmada kusur etmediklerini beyan buyurunca, bu ayette de azdırıp saptırmanın bir çeşidini açıklamıştır. Bu da, onların, işi sarpa sardırmak maksadıyla, belli bazı ayet ve mucizeler istemeleridir. Bu tıpkı, "S/z, "şu yerden bizim için bir pınar akıtmadıkça, sana katiyyen inanmayız" dediler" dsra, 90) ayetinde bahsedildiği gibidir. Hz. Peygamber (s.a.s), böyle bir mucize getiremiyeceğini tekrarlayınca, onlar, "Onu, hazırlayıp toplasaydı ya!" dediler.

Ferra  şöyle der:   "Araplar,   bir  kimse  birşeyi  kendiliğinden  yapıp  ortaya koyduğunda ve söylediğinde, "sözü kendiliğimden söyledim, ben uydurdum ve mürtecel (hazırlık yapmaksızın, ezberden) söyledim" derler. Buna göre, bu ifadenin manası, "sen o ayeti ve mucizeyi, kendin uydurup, kendi başına getirsen ya" derler" şeklindedir. Çünkü onlar, "Bu Kur'an, onun uydurduğu yalandan başka birşey değildi/' derler (Furkân, 4).Yahut da onlar, şöyle demek istemişlerdir: "Eğer sen, Allah'ın duanı kabul ettiği ve taleplerine cevab verdiği iddianda doğru isen, ilahından ve ma'budundan böyle bir ayet ve mucize istesen ya..." İşte bu esnada, Allah Teâlâ, peygamberine bu hususta yeterli bir cevabısöylemesini emretmiştir. Bu cevap da şöyle demesidir: "De ki: "Rabbimden bana ne vahyolunursa, ben ancak ona uyarım." Bu, "Ben, Rabbimden hiçbirşey isteyemem, ancak bana vahyin gelmesini beklerim. Binâenaleyh Rabbimin bana ikram edip bildirdiği herşeyi söylerim. Aksi halde susmam ve bir şey istememem gerekir" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, onların istediği mucizeyi peygamberin getirememesinin, peygamberliğine zarar vermeyeceğini beyan buyurmuştur. Çünkü Kur'an'ın, Hz. Peygamber (s.a.s)'in davasına uygun olarak zuhur etmesi, zirveye ulaşmış, açık ve net bir mucizedir. Dolayısiyle bu tek mucize zuhur edince, onun peygamberliğinin doğruluğunu göstermede yeterlidir. Artık daha fazlasını istemek, işi yokuşa sürme kabilinden olur. [240]

 

Kur'an'ın Bazı Vasıfları

 

Cenâb-ı Allah, Kur'an-ı Kerim'i tavsif ederken şu üç hususu zikretmiştir:

a) Bu, Rabbinizden olan besâirdir" (Besâir'in müfredi olan)

basîret, "görme, doğruyu bulma" manasınadır. Kur'an, akılların tevhid, nübüvvet ve âhiret delillerini görmelerinin sebebi olunca; sebebe, müsebbebin (neticenin) adı verilerek, ona, "basiret" (görme) denilmiştir.                      

b) Huda (hidayet)... Bununla, önceki sıfat arasındaki fark şudur: İnsanlar tevhid, nübüvvet ve âhiretle ilgili bilgiler hususunda iki kısımdırlar:

Birincisi: Bu bilgiler hususunda, onları adetâ görüp müşahade edenler seviyesine varanlardır. Bunlar "ayne'l-yakîn" sahipleridir.

İkincisi: Bu mertebeye ulaşamayıp, ancak istidlal edebilenlerin derecesine ulaşanlardır. Bunlar da, "ilme'l-yakîn" sahipleridir. O halde Kur'an, sâbikûn (önde giden) birinciler için, besâir; muktesid (ortada) olan ikinciler için bir hidayet;

c) Bütün mü'minler için de bir rahmettir. Bu üç grup da, mü'min oldukları İçin Cenab-t Hak, "iman edecek bir kavim" buyurmuştur. [241]

 

Okunan Kur'an'ı Dinlemek

 

"Kur'an okunduğu zaman, hemen onu dinleyin ve susun. Umulur ki merhamete nail olursunuz" (A'raf, 204).

Bil ki Altah Teâlâ, "Bu Rabbinizden olan basirettir..." ifadesi ile, Kur'an-ı Kerim'in şanının yüceliğini ve büyüklüğünü gösterince, bunun peşinden, "Kur'an okunduğu zaman, hemen onu dinleyin ve susun. Umulur ki merhamete nail olursunuz" buyurmuştur. [242]

 

Kur'an Okununca Dinlemek Farzdır

 

Ayette ilgili birkaç mesele vardır:

 

Birinci Mesele

 

"İnşat", "susup dinlemek" demektir (sustu) fiilleri aynı manada kullanılır. [243]

 

İkinci Mesele

 

Ayetteki,"Hemen onu dinleyin ve susun" sözünün bir emir olduğu hususunda şüphe yoktur. Emrin zahiri, vücûb (farziyyet) ifâde eder. Dolayısiyle bu ayetin gereği, susup, Kur'an'ı dinlemek vactbtir. Alimler bu hususta çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir:

Birinci görüş: Bu, Hasan el-Basrî ile Zahiriyye Mezhebinin görüşüdür. Bunlar şöyle derler: "Biz, bu ayeti umumî manası üzere anlarız. Binaenaleyh nerede ve kim Kur'an okursa, onu duyan herkesin susup o Kur'an'ı dinlemesi farzdır." Bu görüşe göre, yoldan geçenlerin ve çocuklara Kur'an öğretenlerin de Kur'an'ı dinlemeleri farzdır. [244]

 

Namazda Okunan Kuranı Dinlemek Farzdır

 

İkinci görüş: Bu ayet, namazda konuşmanın haram olması hususunda nâzit olmuştur. Ebu Hureyre (r.a) şöyle demiştir: "Müslümanlar, (namazın farz olduğu ilk günlerde), namazda iken, konuşuyorlardı. İşte bundan dolayı, bu ayet nazil oldu ve böylece onlara, namazda konuşmamaları emrolundu."

Katâde de: "İnsanlar namaz kılarlarken, birisi geliyor, (mesela) onlara, "Ne kadar kıldınız, geriye kaç rek'at kaldı?" diye soruyor; onlar da namazda iken onlara cevap veriyorlardı. İşte Allah Teâlâ, bunun üzerine bu ayeti indirdi" demiştir. [245]

 

Bu Farziyyet, Cemaatin İmamı Dİnlemesİdir

 

Üçüncü görüş: Ayet-i kerime, imamın arkasında (cemaatin) açıktan Kur'an okumayı bırakmaları hususunda inmiştir. İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), farz namazlarda (cemaate namaz kıldırırken) sesli olarak Kur'an okuyor, arkasındaki ashabı da seslerini yükselterek Kur'an'ı okuyorlardı. Dolayısıyla ashab, Peygamber (s.a.s)'in okuyuşunu karıştırıyorlardı. İşte bundan dolayı bu ayet nazil oldu. Bu, Ebu Hanife ile arkadaşlarının görüşüdür. [246]

 

İmamın Hutbesini Dinlemenin Farz Oluşu

 

Dördüncü görüş: Bu ayet-i kerime, hutbe okunurken susup dinlemenin gerekli olduğu hususunda nazil olmuştur. Bu, Saîd b. Cübeyr, Mücâhid ve Atâ'nın görüşüdür. Aynı görüş, İmam Şafiî (r.h)'den de nakledilmiştir. Birçok âlim, bunun uzak bir ihtimal olduğunu söyleyerek, "Bu ayet, umumi manada bir ifadedir. Binâenaleyh bunu tek bir hususa hasretmek nasıl uygun olabilir?" demişlerdir. Ben derim ki: "Bunların bu görüşleri de uzak bir ihtimaldir. Çünkü ayette geçen iza (zaman zarfı) lafzı, tekrarı değil, bir irtibat ve alakayı ifâde eder. Bunun delili şudur: "Bir kimse hanjmına, "Eve girdiğin zaman boşsun" dediğinde, hanımı da eve tek bir defa girdiğinde, tek bir talakla boş olmuş olur. Hanımı ikinci defa girdiğinde, ulemânın ittifakıyla boş olmaz. Çünkü iza edatı, tekrarı ifade etmez. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kur'an okunduğu zaman, hemen onu dinleyin" ayeti, tek bir defa susmanın vâcib olduğunu ifade eder.. Binâenaleyh biz, hutbede Kur'an okunurken dinlemenin farz olduğunu söylediğimizde, lafzın gereğini, eksiksiz yerine getirmiş oluruz. Lafızda, bu şeklin dışında kalan şeylere herhangi bir delâlet kalmaz. Lafzın umum ifade ettiğini kabul edelim, ancak ne var ki biz, ayetin gereğine göre hüküm vermişizdir. Bu böyledir, zira Şafiî (r.h)'ye göre, imam sustuğu zaman, imama uyan kimse, imamın bu susması halinde Fatiha suresini (içinden) okur. Nitekim, Ebu Seleme de şöyle demektedir: "İmamın iki susması vardır. Binâenaleyh, o iki susmadan dilediğin birisinde, okumayı ganimet bil, fırsatı kaçırma!. "

Bu soruyu. Vahidî, el-Basît adlı eserinde zikretmiştir:

Bir kimse şöyle diyebilir: İmamın bu susmasının, ya farz olan bir susma veyahut da böyle olmayan bir susma olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi icmâ ile bâtıldır. İkincisi de, imamın susmamasının da caiz olabileceğini gerektirir, İmamın susmadığının farzedilmesi halinde, o zaman, imama uyanlarla imamın okuyuşunun aynı anda bulunmasını iktizâ eder. Bu da, imam okurken, dinlememe ve sükut etmeme neticesine götürür ki, bu ayetin aksine bir hareket olur. Hem bu susmanın, belirli birsinin ve hususî bir mikdan bulunmamaktadır. İmama uyan kimselerin susması, ağırlık ve hafiflik yönünden farklı farklıdır. Çoğu kez, imama uyan kimse, imamın susmuş olduğu süre içinde, Fatiha sûresini okumayı tamamlama imkânı bulamaz. Bu durumda da, bahsedilen mahzur ortaya çıkar. Yine imama uyanlar, Fatihayı okumayı tamamlayabilsinler diye, imam devamlı susup kaldığında, bu durumda imâm olan kimsenin, cemaat; cemaatin ise imam durumuna geçmiş olması gerekir.. Zira bu susma hususunda imam, imama uyan kimseye tâbi olma durumuna düşmüş olur ki, bu caiz değildir. Böylece, Vâhidî'nin ileri sürmüş olduğu bu sorunun, caiz olmayacağı sabit olmuş oiur.

Vahidî, bu ayete tutunmayla alâkalı ikinci bir soru daha ileri sürerek şöyle demiştir: İnşat kelimesi cehren, açıktan açığa okumamaktır. Araplar, her ne kadar kendi kendine okusa dahi, başkasına duyurmadığı sürece, açıktan açığa okumayan kimseye de, munsit sıfatını vermektedir.

Buna karşılık birisi çıkıp şöyle diyebilir: Allah Teâlâ o kimseye, önce dinlemesini emretmiştir. Halbuki o kimsenin okumayla meşgul olması, dinlemesine mani olur. Çünkü duymak başka, dinlemek de başka şeydir. Binâenaleyh dinlemek, bir kimsenin dinlenilecek, duyulacak o sözü en mükemmel bir biçimde iyice idrâk etmesi, onu kuşatması demektir. Nitekim, Cenâb-ı Hak, Hz. Musa'ya, "Ben seni seçtim. Şimdi vahyolunacak şeyleri dinle..." (Tânâ, 13) buyurmuştur. Bu ifadeyle de, bizim kastettiğimiz mana kastedilmiştir. Bunun böyle olduğu sabit olup, okumayla meşgul olmanın da dinlemeye mani olan şeylerden birisi olduğu ortaya çıkınca, "dinlemeyi emretme"nin, okumayı yasaklama manasını ifâde ettiğini anlatmış olduk...

Üçüncü soru: Bu itimada şayan görüş olup, birini şöyle dememizdir: Fukahâ, Kur'an-ı Kerim'in umum olan ifadelerinin, haber-i vâhid ile tahsis edilebileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh farzedelim ki, Cenab-ı Hakk'ın, "Kur'an okunduğu zaman, hemen onu dinleyin.." ifadesinin umum oluşu, imamın Kur'an okuması esnasında, imama uyan kimsenin sükut etmesini gerektirir. Ancak ne var ki Hz. Peygamber'in, "Fatiha'yı okumamış olan kimsenin namazı olmaz" ve "Namazı ancak, Fâtihatu'l-Kitâb iledir"[247] hadisleri ayetin umumî ifadelerinden daha hususî ifadelerdir.    Böylece, Kur'an'ın umumî acelerini haber-i vahid ile tahsis etmenin gerekli olduğu sabit olmuş otur. Snâenaleyh bu ayetin umumî ifadesini de, bu haberle tahsis etmeye başvurmak gerekir.   Bu soru, güzel bir sorudur.

Dördüncü soru: Bizim şöyle dememizdir: Şafiî'nin de eski görüşü olan, İmam-ı Malik'in mezhebine göre cemaatin, cehri namazlarda Fatiha'yı okuması caiz değildir. 3u. bu ayetin nassının muktezâsıyla amel edilerek elde edilir. Gizli namazlarda, cemaatin Fatiha'yı okuması vacib olur. Çünkü bu ayette bu duruma dair delâlet bulunmaktadır.  Yine, bu da güzel bir sorudur.

Ayetle ilgili bir beşinci görüş de şudur: Cenab-ı Hakk'ın, "Kur'an okunduğu zaman, hemen onu dinleyin..." buyruğu, tebliğin ilk yıllarında, kâfirlere yapılmış : r hitap olup, müslümanlarla ilgili bir hitap değildir. Bu, güzel ve uygun olan bir görüştür. Bunu şu şekilde ifade edebiliriz: Cenâb-ı Hak, bu ayetten önce bir grup kâfirin, hususî birtakım ayet ve mucizeler isteğinde bulunduklarını nakletmişti. 3 ^âenaleyh Hz. Peygamber (s.a.s), onlara böylesi bir ayeti ve mucizeyi getirmeyince, onlar, "Onları hazırlayıp toplasaydm ya..." (A'râf, 203) dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Resulüne, onların bu sözüne bir cevap olmak üzere, "Benim, Rabbimden yeni -jcizeler talep etme hakkım yoktur. Ben, ancak vahyi gözetirim..." demesini emretmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Allah, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, onların, -s/gamberin nübüvvetinin sıhhati hususunda talep etmiş oldukları o mucizeleri : ekmediğini beyan etmiştir. Çünkü Kur'an, Hz. Peygamberin nübüvvetini isbat "«susunda, tam ve yeterli, mükemmel olan bir mucizedir. Allah Teâlâ bu hususu, "Bu. iman edecek bir kavim için. Rabbinizden olan basiret, hidayet ve bir rahmettir" ( m 203>ayetiyle beyan etmiştir. Binâenaleyh, şayet biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kur'an okunduğu zaman, hemen onu dinleyin" buyruğundan maksadın, "İmama uyan  -"senin imamın arkasındaki kıraati olduğu"nu söylersek, o zaman bu ayetle, bundan t^cekiler arasında hiç bir yönden bir münasebet meydana gelmez, ayetler arasındaki -^nasebet kesilmiş ve bir tertip bozukluğu meydana gelmiş olur ki, bu da Allah'ın e amma uygun düşmez.  Binâenaleyh bundan muradın, bu izahtan başka bir şey : "-ası gerekir.  Bunun izahı da şu şekilde yapılabilir: Cenâb-ı Hak, Kur'an'ın, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvveti konusunda doğruluğuna delâlet eden bir mucize : -ası bakımından, "basiret, hidayet rehberi ve rahmet" olduğunu bildirip, onun da  şekilde olması, ancak şu hususi şart ile, yani Hz. Peygamber (s.a.s) o kâfirlere O Kur'an'ın okuduğunda, onların, o Kur'an'ın fesahatine vakıf olup, ondaki pekcok hata ederek anlayabilmeleri için, susup o Kur'an'ı dinlemeleri gerektiği şartı ile ^jnca, o zaman onlara, "Kur'an'tn, Hz. Muhammed'in nübüvvetinin doğruluğuna :e âlet eden bir mucize olduğu zuhur eder. Böylece de onlar, bu Kur'an sayesinde, r çer mucizeleri taleb edebilirler, Bu şekilde de, Kur'an'ın, gerçekten bir basiret bir şaayet rehberi ve bir rahmet olduğunu anlarlar.  Binâenaleyh, ayeti bu manaya -azlettiğimizde, ayetler arasındaki münasebet intizam 'içine girer ve bir mana ifade eden güzel bir tertip teşekkül etmiş olur. Ama ayeti, imama uyan kimseyi imamın arkasında Kur'an okumaktan men etmek manasına aldığımızda, ayetler arasındaki münasebet bozulur, tertip sarsılır. Dolayısiyle ayeti, bizim söylediğimiz manaya hamletmenin daha evlâ olduğu anlaşılır. Bu anlaşılınca da, ayetteki, "Kur'an okunduğu zaman hemen onu dinleyin ve susun" buyruğunun, Hz. Peygamber (s.a.s)'in nübüvvetinin doğruluğuna, Kur'an'ın, bir mucize oluşu ile delil getirme sadedinde, o müşriklere Kur'an okuduğunda, onlara yönelik bir hitap olduğu sabit olur. İşte bu durumda, karşı tarafın bu ayetle yaptığı bütün istidlaller düşer. Ayeti, bizim söylediğimiz manaya hamletmenin daha uygun olduğunu şu hususlar da kuvvetlendirir:

Birincisi: Allah Teâlâ, kâfirlerin ''Bu Kur'an) dinlemeyin. Onun hakkında manasız gürültüler yapın. Belki böylece üstün gelirsiniz" (fmsim. 26) dediklerini anlatmıştır. Cenâb-ı Hak, onların böyle dediklerini naklettiğine göre, onların, Kur'an'da mucize derecesine varan pek çok hususun bulunduğunu anlayabilmeleri için, onlara susup Kur'an'ı dinlemelerini emretmesi uygun ve yerinde olmuş olur.

İkincisi: Allah Teâlâ, bundan önce, "Bu, iman edecek bir kavim için, Rabbinizden olan basiret, hidayet ve rahmettir" (Araf. 203) buyurmuş ve böylece Kur'an'ın mü'minler için bir rahmet olduğunu kesin olarak bildirmiştir. Daha sonra da, "Kur'an okunduğu zaman, hemen onu dinleyin ve susun. Umulur ki merhamete nail olursunuz" (Araf, 204) buyurmuştur. Eğer, Allah'ın "Hemen onu dinleyin ve susun" buyruğunun muhatapları müminler olsaydı, "Umulur ki merhamete nail olursunuz" buyurmazdı. Çünkü O, bundan önceki ayette, Kur'an'tn mü'minler için bir rahmet olduğunu kesinlikle beyan etmiştir. Binâenaleyh daha nasıl, hemen bunun peşisıra, araya bir fasıl girmeksizin, "Belki de bu Kur'an'ı dinlemek mü'minler için bir rahmet olur" der.

Fakat, ayetteki "Hemen onu dinleyin ve susun" emrinin muhataplarının kâfirler olduğunu söylersek, ayetteki, "Umulur ki merhamete nail olursunuz" ifadesi yerinde ve güzel olmuş otur. Çünkü o zaman mana, "Onu dinleyiniz, susunuz. Böylece belki sizler o Kur'an'daki i'câz (mucizelik) delillerine muttali olur ve peygambere iman edersiniz; böylece de merhamete nail olanlardan olursunuz" şeklinde olur. Binâenaleyh ayeti bizim söylediğimiz bu manaya hamlettiğimizde, "umulur ki merhamete nail olursunuz" ifadesinin güzel ve yerinde olduğu; ama bunun mü'minlere yönelik bir hitap olduğunu söylediğimizde ise, burada lealle (umulur ki) lafzının yer alışının güzel ve yerinde olmadığı sabit olmuş olur. Bundan dolayı ayeti bizim söylediğimiz manaya hamletmenin daha evla olduğu sabit olur. Bu durumda, karşı tarafın bu ayetle yaptığı istidlaller bütün yönlerden düşmüş olur. Çünkü biz bu hitabın mü'minleri kapsamayıp, ancak vahyin ve da'vetin tebliğinin ilk zamanlarında, sadece kâfirlere yönelik olduğunu delillerle açıklamıştık. [248]

 

Zikir ve Duayı Alçak Sesle Yapmak

 

"Rabbini, içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam an. Gafillerden olma"(AYâf, 205).

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [249]

 

Yüksek Sesle Dua Etmeme, Edebdendir              

 

Bil ki Allah Teâlâ, "Kur'an okunduğu zaman hemen onu dinleyin ve susun" (A'râf. 204} buyurduğuna göre, onların Kur'an'ı   dinleyebilmeleri   için,   Kur'an'ı   okuyanın,   bu okuyucunun, o Kur'an'ı.yüksek sesle okuduğunu anlamış olursun. O okuyucunun Hz. Muhammed (s.a.s)'den başka birisi olmadığı malumdur. Binâenaleyh bu ayet, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, o kâfirlere yüksek sesle Kur'an okuması için bir emir gibi olmuş olur. Allah Teâla, Hz. Peygamber (s.a.s)'e bunu, vahiy ve risaletin tebliğinde maksad gerçekleşsin diye emretmiştir. Hak Teâlâ daha sonra, bu emrinin peşinden bu ayette Hz. Peygamber'e, Rabbisini içinden zikretmesini emretmiştir. Bunun hikmeti şudur: İnsanın zikirden (anıp hatırlamadan) istifadesi, ancak, zikir bu şekilde yapıldığında tam ve mükemmel olur. Çünkü bu şekilde yapılacak zikir, ihlasa ve tazarruya daha uygundur. [250]

 

Dua ve Niyaz Kalbden Gelmeli, Mekanik Olmamalıdır         

 

Allah Teâlâ, peygamberine birtakım kayıtlara bağlı olarak zikretmesini emretmiştir:

Birinci kayıt: "Rabbini içinden an" ayetinin ifade ettiğidir.

Allah'ı içinden zikretmesinden murad, onun, lisanıyla söylediği zikirlerin manasını bilmesi, (kalbinde, gönlünde) kemâl, izzet, yücelik, celâl ve azamet sıfatlarını hatırlayıp, devamlı bulundurarak anmasıdır.. Bu böyledir, zira lisanıyla zikirde bulunan kimsenin lisanı, kalben zikirden de uzak olursa, bu faydadan hâil olur. Baksana fakîhler, bir kimse bu lafızların manasını bilmediği ve onlardan hiçbirşey anlamadığı halde, "Aldım, sattım" âeûığmöe, bu V.\n\sem olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. İşte burada da böyledir. Bizim söylediğimiz bu hususa, birtakım hükümler bina edilip dayanmaktadır.

Birinci hüküm: Gönül erbabı bazı büyüklerin şöyte dediklerini duymuştum: Bir şeyh, müridlerden birisine halveti ve zikri emretmeyi istediğinde, o kimseye kırk gün halveti ve zahirî ve batınî temizlenmeyi, tasfiyeyi emrederdi.. Daha sonra, bu müddet sona erip tam bir temizlik teşekkül ettiğinde, müridine, Allah'ın doksandokuz ismini okur ve o müride, "Bu isimleri duyduğunda, kalbinin durumunu gözet! Bu isimleri dinlediğinde, kalbinde, bu isimlerden hangisinin tesiri daha kuvvetli ve şevki de daha muazzam oluyorsa, bil ki, Allah Teâlâ sana ancak, bu muayyen ismi zikredip anmaya devam etmen vesilesiyle mükâşefe ve gayb kapılarını açar!.." der. Bu, bu babta, bu konuda güzel bir yol olup hoş bir metoddur. [251]

 

Bu Ayet, Kelam-ı Nefsinin Varlığını Gösterir

 

İkinci hüküm: Kelâmcılar şöyle demektedirler: Bu ayet, "kelâm-ı nefsî"nin mevcudiyetine delâlet eder. Zira Cenâb-ı Hak, Resulüne, Rabbini içinden zikretmesini emredince,nefsi zikrin bulunduğunun tahakkuk ettiğini itiraf etmek gerekir.Kelam-ı nefsinin manası da sadece budur.

Buna göre şayet onlar "Nefsi zikirden muradın, ilim ve marifet olması niçin caiz olmasın?" derlerse, biz deriz ki:

Bu, geçersizdir. Çünkü insan, bir şeyi doğrudan doğruya vasıtasız olarak bilemez.. Çünkü o insan, o şeyin bilgisini, ya o şey mevcutken, yahut da mevcut değilken taleb eder.. Birincisi bâtıldır, çünkü bu, "hasılı tahsîl (var olanı yeniden elde etme) demektir ki, bu imkânsızdır... İkincisi de geçersizdir, çünkü zihin, tasavvur edilemeyen şeyin bilgisinden mahrumdur, gafildir... Bir şeyden habersiz ve gafil olan kimsenin onu talep etmesi, araştırması imkânsızdır. Böylece, insanın, "tasavvurâtı" elde edemiyeceği sabit olmuş olur. Bu sebeple de, bunu emretmek imkânsız olmuş olur. Halbuki ayet, "ztkr-i nefsf'nin emredildiğine delâlet etmektedir. Binâenaleyh, zikr-i nefsî'nin marifet, ilim ve tasavvurdan başka bir şey, başka bir mana olması gerekir ki, işte elde edilmek istenen netice de budur.

Üçüncü hüküm: Allah Teâlâ, "Rabbini içinden... an, zikret" buyurmuş, "İlahını ve diğer isimleri zikret, an!.." dememiştir. Cenâb-ı Hak, kendisini bu makamda "Rab" ismiyle adlandırmış ve zatını, Hz. Peygamber'e raci olan zamire izafe ederek, Rabbe-ke (Rabbî-ni) demiştir. Bütün bunlar, Allah'ın sonsuz rahmetine O'nun kurbiyyet ve yakınlığına, lütuf ve ihsanına delâlet eder.. Cenâb-ı Hakk'ın bu tabirden maksadı, kulunun, bu ismi duyduğu zaman sevinip neşelenmesidir.. Çünkü "Rab" lafzı, terbiye etmeyi, bakıp büyütmeyi ve lütuf ve ihsanı ihsas ettirmektedir. Kul, bu ismi duyup dinlediğinde, Allah'ın kendisine olan her türlü nimetlerini hatırlar. Gerçekteyse, kulun aklı, Allah'ın nimetlerinin sonsuz kısımlarının en azına dahi ulaşamaz. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışsanız, mümkün değil, onları sayamazsınız.." (Nahi. 18) buyurmuştur. Kalbte, bu ilahî makam inkişâf edince, ümit kuvvetlenir. Bundan sonra kul, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yalvararak ve korkarak" ifadelerini duyunca, o zaman haşyeti artar. Bu durumda da, kalbte, ümid ve korkuya, haşyete sebep olan şeyler, meydana gelir. İşte o esnada, Hz. Peygamber'in de buyurduğu şu hadiste olduğu gibi, iman mükemmelleşir: "Şayet, müminin korkusu ve ümidi tartılacak olsaydı, onlar mutlaka denk gelir, eşit olurlardı."[252] Ancak ne var ki burada bir incelik bulunmaktadır, o da şudur: "Rab" sözünü duymak , ümide; "yalvarmak ve korku" ifadelerini duymak ise, korkuya yol açar. Binâenaleyh, ümidi veren şey ile başlanıldığına göre, ümid etme tarafının daha kuvvetli olması gerektiğini anlamış oluyoruz. [253]

 

Tazarru Hakkında Tasavvufi Bir İzah

 

İkinci kayıt: Zikirde nazar-t dikkate alınması gereken şartlardan birisi de, yalvarıp yakarmanın bulunmasıdır. İşte, bu şarta Cenâb-ı Hak, tazarruan tabiriyle işaret etmiştir. Bu kayıt nazar-ı dikkate alınması gereken bir kayıttır. Bunun böyle olduğuna, hem naklî hem de aklî delil delâlet etmektedir...

Naklî delile gelince: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, En'âm süresindeki, "De ki: "Karanın ve denizin karanlıkları içinden sizi kim kurtarıyor ki ona gizli yalvararak dua edersiniz..." (En'âm, 63) ayetidir.

Aklî delil ise şudur: Şüphesiz, insanın en mükemmel hali, kendisinde şu iki durumun inkişâf etmesiyle meydana gelir:

a) Rububiyyetin izzeti. Bu gaye, Hak Teâlâ'nın, "Rabbini içinden. ..an" ifadesiyle tamamlanmış, kemâle ermiştir.

b) Ubûdiyyet makamının zilletinin müşahade edilmesi.   Bu da, ancak Cenâb-ı Hakk'ın, uyalvararak" ifadesiyle kemâle erer.   Binâenaleyh, insanın içinden yapmış olduğu zikirden, yalvarmaya, tazarrüya geçmesi, Miraç'tan inmeye; tazarrûdan zikre geçmesi ise,  Mirâc'a yükselmeye benzer. İşte bu iki hal ile, kudsî ruhların, evliyâullahın Mirac'ı tamamlanır.

Burada şöyle bir incelik bulunmaktadır: Allah'ı tanıma ve bilmenin ayrılmaz vasfı, yalvarıp yakarmak ve korkmak, haşyet duymaktır. Kalben yapılan zikrin, yalvarıp yakarmadan ve haşyetten ayrı olması, ondan ayrı butunması imkânsızdır. O halde, bu yalvarıp yakarmanın ve haşyetin, korkunun nazar-ı dikkate alınmasındaki fayda nedir? Buna şu şekilde cevap verilebilir: Tazarrû ve korku, mutlak manada, marifetullâh'ın ayrılmaz bir vasfı değildir. Zira, çoğu kez, insanın aklında Allah Teâlâ'nın hiç kimseye azâb etmeyeceği inancı yer eder, kökleşir. Çünkü ikâb başkasına eziyyet vermektir. Halbuki, Cenâb-ı Hakk'ın başkasına eziyyet vermede, elde edeceği bir fayda söz konusu değildir. Durum böyle olunca, hiç kimseye azâb etmeyeceği neticesi ortaya çıkar. Bunun böyle olduğuna inanan kimsede, tazarrû ve haşyet, mükemmel bir surette bulunmaz. İşte bu sebepten dolayı Allah, bu iki vasfın mutlaka beraberce bulunması gerektiğini açıkça beyan etmiştir.

Buna bir de şu şekilde de cevap verilebilir: Korku, iki kısımdır:

a)  İkabtan dolayı olan korku olup, mübtedîlerin (bu işe yeni başlayanların) makamıdır.

b) Celâl ve azametten dolayı olan korku. Bu da, muhakkiklerin, hakikat erbabının korkusudur. Bu korkunun sona ermesi imkânsızdır. Zira, Allah'ın celâlini bilip tanıyan herkesin kalbinde bu korku, en mükemmel bir biçimde bulunur ve devam eder.

Buna da şu şekilde cevap verilebilir: Mükâşefe erbabının iki makamı vardır.

a)  Cemâl'in mükaşefesi.

b)  Celâl'ın mükaşefesi.Binâenaleyh, onlar Cemâlullah'ı temaşa ettiklerinde hakiki manada yaşar, hayata ererler; Celâl sıfatıyla mükaşefeye erdirildiklerindeyse, şaşırıp, akılları dolanır; kendilerinden geçerek hedefe ulaşamazlar.    İşte, zikir makamında, bu iki tarafın da mutlaka nazar-ı dikkate alınması gerekir. [254]

 

Allah Korkusu Nasıl Olur?

 

Üçüncü kayıt: Bu, hîfet-en lafzının ifade ettiği husustur. Bu kelime, bir başka kıraate göre, hufyet-en (gizlice) şeklinde okunmuştur. Zeccâc, bu kelimenin (hîfet'en) aslının, havfat-en şeklinde olduğunu; vavın, kendisinden önceki harfin harekesi kesreli olduğu için yâ'ya çevrildiğini söylemiştir. Ben derim ki, bu korku birkaç şekilde kendisini gösterir:

1)  Kişinin, amellerinde kusurlu davranmış olma korkusu.

2) Neticenin ne olacağı korkusu.   Muhakkik, hak erbabının korkusu, kişinin akıbeti hakkında önce geçmiş olan, sebkat etmiş olan ilahî hükümden ötürüdür.   Çünkü neticede, ancak başlangıçta sebkat etmiş olan hüküm ortaya çıkacaktır. İşte bundan

dolayı Hz. Peygamber (s.a.s) "Kader, kalemi. Kıyamete kadar olacak olan şeyleri yazıp bitirdi"[255] derdi.

3) Kişinin, Allah'ın sonsuz ve sınırsız nimetlerine, noksan taatı ve kısır zikirleriyle nasıl mukabele edebileceği korkusu... Şeyh Ebu Bekr el-Vâsıtî şöyle derdi: "Şükür şirktir; sizler bana, bunun ne demek olduğunu sorarsanız, ben derim ki: Allah en iyisini bilir ya, belki de bundan murad. Allah'ın çeşitli ihsan ve lütuflarına, şükürle mukabelede bulanmaya çalışan kimsenin (bir nevi) müşrik olmasıdır! Çünkü, bu durumda sanki kul, "Senden nimet, bendense şükür" demiş gibi olur.. Bunun, (bir nevi) şirk olduğunda şüphe yoktur.. Ama insan, kusur işlemiş olduğu korkusu ve kendi zilletini ve boyun eğmişliğini, kusurunu itiraf etmekle beraber, şükürde bulunmaya çalışırsa, işte böylece yaptlan şükürde kulluk kokusu duyulur, hissedilir."

İkinci kıraate gelince, ki bu hufyet-en kıraatidir. Bu hususta deriz ki: Mübtediler hakkında, amelleri gizleme tavsiyesi, onların taatlannı riya ve şöhret şaibelerinden korumak gayesiyledir. Yolun sonuna vasıl olmuş mukarreb kimselerin gizlemeleri ise gayretten ileri gelir. Zira muhabbetullah mükemmelleştiğinde, gayret, yani kıskançlık doğurur. Bu, muhabbetullaha dalma ve onda yok olma mükemmelleşip iyice tahakkuk ettiğinde zikir, Hz. Peygamberin "Allah'ı bilip tanıyan kimsenin dilinin derman kesilir" ifadesine binâen, gizli olarak yapılır.. [256]

 

Duanın Alçak Sesle Olması

 

Dördüncü  kayıt:   Bu,  "yüksek  olmayan   bir sesle" Duyurmasıdır. Bu ifadeden maksat, zikrin, cehr ile gizlilik arasında (orta karar) bir şekilde yapılmasıdır. Nitekim Cenâb-t Hak, "Namazında pek bağırma, sesini o kadar da kısma. İkisinin arası bir yo! tut,./' (isra. no) buyurmuştur. Yine, O, Zekeriyya (a.s)'dan naklen, "O, Rabbine gizlice niyaz ettiği zaman..." (Meryem, 3) buyurmuştur. İbn Abbas, şöyle demektedir: "Hak Teâlâ'nın, "yüksek olmayan bir sesle..." kaydının manası, kişinin, Rabbisini kendi kendisi duyacak bir biçimde zikretmesidir. Zira, bu tabirden maksad, lisân ile yapılan zikrin bulunmasıdır. Lisân ile yapılan zikir, kişinin kendisinin duyacağı şekilde olduğu zaman, o kimsenin hayali bu zikirden müteessir olur.. Kişinin hayalinin müteessir olması ise, ruhanî ve kalbî zikirde, bir tür kuvvet meydana getirir. Bu, üç rükundan her biri gittikçe kuvvetlenir ve bu zikirlerin nurları birbirine akseder; bu yansımalar kuvvetin, ruhanî parlaklığın, inkişaf ve mükaşefenin ve cisimler aleminin karanlıklarının basamaklarından, nur ve karanlığın müdebbiri olan Cenâb-ı Hakk'ın ilahi nurlarına yükselmenin çoğalmasına ve ziyadeleşmesine sebep olur. [257]

 

Gudüvv İle Âsâl Vakitlerinin İzahı

 

Beşinci kayıt: buyruğunun ifade ettiği husustur. Burada birkaç mesele vardır: [258]

 

Birinci Mesele

 

Gudüvv lafzıyla ilgili iki görüş vardır: Birinci görüş: Bu kelime   masdardır. Nitekim, denilir, "Sabah gidişi, bir aylık yoldur" (Sebe. 12) ayetinde de böyledir. Bu, "Onun sabah yolculuğu, bir aylık mesafedir" demektir. Kuşluk (sabah) vakti sonra "gudüv" diye ifade edilmiştir. "Vakti yaklaştı, vakti geldi" manasında da, "sabah yaklaştı" ve "Akşam yaklaştı" denilir.

İkinci görüş: Bu görüşe göre, "gudüvv" kelimesi, "gudve" kelimesinin çoğuludur. Leys söyle der: Gudüvv kelimesi, tıpkı ğedevât gibi cemidir. Gedevât kelimesinin müfredi, gudve'dir.

Ayetteki asal kelimesi hakkında Ferrâ şöyle der: "Bunun müfredi, asi şeklindedir. Asi kelimesinin Müfredi de, asîl kelimesidir. Nitekim, "Akşam üzen" manasında "Onlara akşamleyin geldik" denilir. Asil kelimesinin, asi kelimesinden alındığı da söylenmiştir. Gün, gecesiyle birlikte, ancak gecenin evvelinden başlar. Gündüzün sonu da, ikinci günün başlangıcına bitişik olan her gündür. Böylece gündüzün sonu, ikinci gün için asi (başlangıç) olan şeye bitişik olduğu için asî!" diye adlandırılmıştır." [259]

 

Sabah ve Akşam İbadet İstenmesinin Hikmeti           

 

Bu  "zikir", bilhassa sabah ve akşam vaktine tahsis edilmiştir. Bunun hikmeti şudur: "İnsan sabah vakti, adetâ ölüm demek olan uykudan, yine sanki bir hayat gibi olan uyanıklık haline geçer. Âlem de, yokluk demek olan

karanlıktan, varlık demek olan aydınlığa geçmiş olur. Akşamleyin ise durum bunun zıddına olur. Çünkü insan o vakitte, hayattan ölüme; âlem de yine o vakitte sırf aydınlıktan, sırf karanlığa geçer. İşte bu iki vakitte, bu hayranlık veren ve kahir iki değişiklik meydana gelir ki, böylesi bir değiştirmeye ancak, apaçık bir hikmet ve sonsuz bir kudret sahibi olan Allah kadir olabilir. İşte bu fevkalâde güzel, hayranlık veren incelikten Ötürü, Allah Teâlâ, bilhassa bu iki vakitte "zikir" yapılmasını (ibadet edilmesini) söylemiştir.

Bazı alimler de şöyle demişlerdir: "Cenab-ı Hak bu iki vakti zikretmiş ve bununla insanın , mümkün oldukça (her vakit) zikir ve ibadete devam etmesini dilemiştir*

İbn Abbas (r.a)'in, "Onlar, ayakta iken, otururken ve yanlan üstünde (yatarken), hep Allah'ı zikredip anarlar" <an hıran, 191) ayetini tetsir ederken: "Eğer insan için, bu hallerin dışında dördüncü bir hal olsaydı, Allah Teâlâ mutlaka o halde de zikri emrederdi" dediği rivayet edilmiştir. Bu sözden maksad, Allah Teâlâ'nın, zikri devamlı olarak yapmayı emrettiğini göstermektir. [260]

 

Ruh İle Beden Arasında Karşılıklı Etki

 

Altıncı kayıt: Bu, ayetteki  "Gafillerden olma" ifadesinin anlattığı husustur. Buna göre ayetin manası şöyledir: Ayetteki "sabah ve akşam" kaydı zikrin her vakit olması gerektiğine; "gafillerden olma" kaydı da, kalben yapılan zikrin (anıp hatırlamanın) devamlı olması ve insanın, beşeri güç ve kuvveti nisbetinde, bir an dahi olsun, Allah Teâlâ'nın celâl ve kibriyastnı aklından çıkarmaması gerektiğine delâlet eder. Sözün özü şudur: Ruh ile beden arasında, hayranlık veren bir münasebet vardır. Çünkü ruh cevherinde meydana gelen her tesirden bir tesir de bedene iner. Bedende meydana gelen her halden de, bazı tesirler ruha yükselir. Baksana insan, ekşi birşeyi aklına getirip hatırladığında dişleri kamaşır. Kötü bir şeyi ve kızgınlık veren bir hali düşünüp hatırladığında ise, bedeni ısınır. Bütün bunlar, ruhdan bedene geçen birtakım tesirlerdir. Yine insan, herhangi bir amele hep devam ettiği zaman, ruh cevherinde bundan dolayı, köklü ve kuvvetli bir meleke (alışkanlık) meydana gelir. Bütün bu gibi şeyler de, bedenden ruha geçen neticelerdir.

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: İnsan, sadece kendisi duyacak bir şekilde, diliyle Allah'ı zikre devam ettiğinde, dit ile yapılan bu zikirden dolayı, hayalde birtakım tesirler doğar. Sonra hayaldeki bu tesirlerden, ruh cevherine daha fazla nur ve parlaklık yükselir. Daha sonra ruha doğan bu nurlardan, lisana, oradan da hayale tesirler yansır. Sonra da, bir başka defa da, bunlar akla yansır ve bu aynaların birbirinden olan bu nurânî yansımaları devam eder, birbiriyle güç kazanır ve birbiriyle mükemmelleşir. Her mertebedeki nurun artmasının bir sınırı olmadığı için, bu yüce ve kutsî makamlardaki ariflerin yolculuğunun da bir sonu ve sınırı yoktur. Bu, sahili olmayan bir okyanus ve sınırı olmayan bir matlubtur.

Bil ki ayetteki, "Rabbini içinden...an" buyruğu her nekadar zahiren Hz. Peygamber (s.a.s.)'e yönelik bir hitab ise de, bütün mükelleflere yönelik umumî bir ifadedir. Herkesin "nefs-i nâtıka"sının cevherinin istidadına göre, belli bir derecesi ve mertebesi vardır. Nitekim Cenâb-ı Allah melekleri anlatırken, (onların) şöyle dediklerini bildirmiştir: "Bizden, hiçbirimiz müstesna olmamak üzere, herbirimiz için malûm birer makam vardır" (Saftât, ı«).[261]

 

Kul Allah'a Yaklaştıkça İbadetini Artırır

 

"Şüphe yok ki Rabbinin katmdakiler, O'na ibadet etmekten asla kibirlenmezler; O'nu tesbfh ederler Ve yalnız O'na secde ederler." (A'râi, 206).

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [262]

 

Birinci Mesele

 

Allah Teâlâ, peygamberini zikre ve ona devam etmeye teşvik edince, bunun peşinden, zikre götüren sebebleri kuvvetlendiren  hususu  da getirerek,   "Şüphe yok ki Rabbinin katmdakiler, O'na ibadet etmekten asla kibirlenmezler..." buyurmuştur. Bunun manası şöyledir: Melekler, onca kıymetli, alabildiğine temiz ve şehvet, gazab sebeblerinden, kin ve hased gibi şeylerden uzak ve berî olmalarına rağmen, ibadete, secdeye, huşûya ve itaata devam ettiklerine göre, insanın, maddeler âleminin zulmetlerine esir olmasından ve beşerî lezzetler ve insanî hususiyetlerle donatılmış olmasından dolayı Allah'a kulluk ve itaata devam etmesi daha evlâdır. İşte bundan dolayı Hz. İsa (a.s.), "(Allah) bana, hayatta bulunduğum müddetçe, namazı ve zekatı emretö"(Meryem.3i)demiştir. Cenâb-ı Allah Hz. Muhammed (s.a.s)'e de, "Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet ef"(Hicr, 99) buyurmuştur. [263]

 

Allah'ın Mekândan Münezzeh Olması

 

Müşebbihe,  ayetteki,  "Rabbinin katmdakiler" tabirine tutunarak, "Bu ifadedeki ind (katında-yanında) lafzt, bir

mekan ve bir yön manasını ihsas ettirmektedir" demişlerdir. Buna şöyle cevap veririz: "Biz bu sûrede (Araf, 54)ayetini tefsir ederken, Hak Teâlâ'nın bir mekan ve cihette olmasının imkansız olduğuna dâir, pek çok aklî ve naklî delil zikretmiştik. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz, "Bu ayeti te'vit etmek gerekir" deriz. Bunu birkaç yönden izah ederiz:

1)  Allah Teâlâ bir başka ayetinde "O  (Allah) sizinle beraberdir" (Hadid. i) buyurmuştur. Şüphe yok ki bu beraberlik cihet ve mekan bakımından değil, Allah'ın fazlı ve rahmetinin bizimle olması bakımındandır. İşte bu, tefsir ettiğimiz ayette de böyledir. Hem sonra hadis-i kudsîlerde, Cenâb-ı Allah'ın, "Ben, benim için kalbleri kırık (mahzun) olanların yanındayım" buyurduğu rivayet edilmiştir. Buradaki, "yanındayım" ifadesinin, mekan ve cihet bakımından bir yanında oluş manasında olmadığı hususunda bir ihtilaf yoktur. İşte ayetteki "katında" ifadesinde de böyledir.

2)  Bu kelimeden maksad, şeref bakımından yakın (yüksek) oluştur. Nitekim, "Vezirin, padişaha büyük bir yakınlığı vardır" denilir. Bu tabirdeki "yakınlık" ile yer ve cihet bakımından yakınlık kastedilmemiştir. Çünkü padişahın kapıcı ve odacıları (hizmetkârları), yön ve mekan bakımından padişaha, vezirden daha yakındırlar. Şu halde bu sözde, nazar-ı dikkate alınan yakınlığın, mekan ve cihet bakımından olan değil, şeref bakımından yakınlık olduğunu anlıyoruz.

3) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, kendi (katına) izafe ederek, melekleri şereflendirmesidir. Çünkü Hak Teâtâ onları, şerefli ve kıymetli bir yerde yerleştirmiş ve o yeri nurların durağı, ruhların, taatların ve iyiliklerin yükseleceği bir yer kılmıştır.

4)  Hak Teâlâ, melekleri anlatırken, "Rabbinin katmdakiler..." buyurmuştur. Çünkü onlar, Allah'ın mahlûkata gönderdiği elçileridir. Nitekim bir beldede dağınık olarak bulunsalar bile, halifenin ordusu için, "Halifenin katında büyük bir ordusu vardır" denilir. İşte burada da böyledir. Allah en iyi bilendir. [264]

 

Üçüncü Mesele

 

Ebu Bekr el-Esamm (r.h), meleklerin, insanlardan efdal olduğunu isbat için bu ayete tutunmuş ve "Çünkü Allah

Teâlâ, peygamberine ibadet ve zikri emredince, "Şüphe yok ki Habbinin katmdakiler. O'na ibadet etmekten asla kibirlenmezler" buyurmuştur. Bu, "Öyleyse senin ibadet etmen için daha çok sebep vardır" demektir. Bu söz ancak, melekler ondan üstün olduğu takdirde doğru olur" (demiştir). [265]

 

Dördüncü Mesele

 

Allah Teâlâ, meleklerin taatlan arasında, ilk olarak, onların Allah'ı teşbih ediyor oluşlarını zikretmiştir. Biliyorsun ki "teşbih", Allah'ı her türlü kötülük ve eksiklikten tenzîh etmektir, Bu ise, çeşitli marifet ve ilimleri bilmeye dayanır. Sonra Allah, onların tesbîh ettiklerini zikredince, bunun peşisıra, secde ettiklerini bildirmiştir. Secde, uzuvlarla yapılan bir şeydir. İşte bu sıra, taat ve kullukta asıl olanın, kalbe âit ameller olduğuna; uzuvların amellerinin, kalbin amellerine varıp dayandığına delâlet eder. Ayetteki, "Yalnız O'na secde ederler" tabiri, hasr manası ifade eder. Bu, "Onlar, Altah'dan başkasına secde etmezler" demektir. Buna göre eğer, "Ayetteki bu ifade ile, "Bunun üzerine meleklerin hepsi secde ett/"(Hicr, 30) ayeti nasıl bağdaşttrılabilir? Çünkü bu ayette meleklerin, Hz. Adem (a.s)'e secde ettikleri anlatılmaktadır" denilirse, şöyle cevap verilir: Allame Gazâlî: "Hz. Adem'e secde eden melekler, yeryüzü melekleridir. Ama gökyüzündeki büyük melekler Hz. Adem'e secde etmemişlerdir" demiştir. Bu hususta şu da söylenebil İr:" Ayette ki, "Yalnız O'na secde ederler" ifadesi, meleklerin Allah'dan başkasına secde etmediklerini anlatır. Bu da, umûmî bir ifadedir. Ama, "Meleklerin hepsi (Adem'e) secde ettiler"(Hıcr.so)ayeti, hâs bir ifâdedir. Hâs ifâde, âmm (umûmî) olan ifâdeden önce nazar-ı itibara alınır." Bil ki meleklerin, Allah'a kulluğa iyice dalmış olduklarını gösteren ayetler pek çoktur. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın. meleklerin sözü olarak naklettiği, "Biziz, o saf saf dizilenler, mutlak biz. Biziz o teşbih edenler biz"(Satfât, 165-166) ayeti ile "Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile teşbih ederek Arş'm etrafını kuşatmışlardır" (Zümer, 75) ayetinde olduğu gibi... Allah en iyi bilendir.

Allah, ümmi peygamber Hz. Muhammed efendimize, onun âl ve ashabına bol bol salat-ü selâm eylesin (Amin).[266]

 

 

 

 



[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/5.

[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/5-6.

[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/6-7.

[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/7-8.

[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/8-9.

[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/9.

[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/9.

[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/9-10.

[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/10.

[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/10-11.

[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/11-12.

[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/12.

[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/12-13.

[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/13.

[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/13-14.

[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/14.

[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/14-15.

[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/15-18.

[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/18.

[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/18.

[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/18-20.

[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/20-21.

[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/21.

[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/21.

[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/22.

[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/23-24.

[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/24.

[28] Buhart, Enbiya, 19.

[29] Tercümeye esas aldığımız matbu nüshada bu cümle şeklindedir.

Daha Önceki İstanbul, 1294 tab'ında da böyledir. Fakat müstakim bir mana çıkmadığından bir değişiklik olması gerektiğini düşündük, ihtimali üzerinde durduk. Yazmalara baktığımızda Damat İbrahim Paşa, 138 numarada kayıtlı (V. 614/b) nüsha ile Fatih, 307 numarada kayıtlı nüshada (v. 692/b) bu şekilde la naktau olduğunu, İbrahim Ef. 83 numaralı nüshada ise matbu nüshalardaki gibi otduğunu gördük. Tercümede la naktau ifadesini esas alıyoruz. (Ç.)

[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/25.

[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/25.-26.

[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/26-27.

[33] Buna zecr ve lyafe adını verirlerdi. (Ç.)

[34] Buhâri Tıb, 19; Müslim, Selâm, 101-103 (4/1742-1743); İbn Mace, Mukaddime, 10 (1/34).

[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/27-28.

[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/29.

[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/29

[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/30-32.

[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/32-33.

[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/33.

[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/33-35.

[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/35-36.

[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/37.

[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/37-38.

[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/38.

[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/39-40.

[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/40-41.

[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/41.

[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/41-42.

[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/42-43.

[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/44.

[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/44.

[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/44.

[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/45.

[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/45-46.

[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/46-47.

[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/47.

[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/48-49.

[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/49.

[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/49.

[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/49-50.

[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/50-54.

[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/55.

[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/55-57.

[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/57.

[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/57-58.

[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/58-59.

[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/60.

[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/60-61.

[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/61-62.

[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/63-64.

[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/64.

[73] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/65-66.

[74] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/66-67.

[75] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/67.

[76] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/68.

[77] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/68-69.

[78] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/68-69.

[79] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/69.

[80] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/69-70.

[81] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/70-72.

[82] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/73-75.

[83] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/76-77.

[84] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/77.

[85] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/77-78.

[86] Merhum Razi burada hadiste toarş^öaşka yerdffn almış elup, matbu nüshadaki şekliyle hacHş yarm lxfakrtmfş»H< Mafttımn «araimıımit^jeKtec^ akiktehama l«fcöm«i şöyledir:'.İşitmek, gdzte görmek gibi değOdir; ÂHato buzs^ı rt»wwwıda kBKfrSnin ne yapöğm» (Tur^) Musa'ya btlsfinüğicde efindeto levhaları btrakmamışlı, vataa kî ne yapttklârOT flözteriyfe gördü, o zaman »vhalan Hinden atu." (el-Mûstedrek, II, 231) (Zehebi de muvafakat etmiştir.)

[87] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/78-79.

[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/79-81.

[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/81-83.

[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/83.

[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/83-84.

[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/84.

[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/84-85.

[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/86.

[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/86.

[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/86-87.

[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/87-88.

[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/88.

[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/88-89.

[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/89-90.

[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/91.

[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/91.

[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/91-92.

[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/92.

[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/92-93.

[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/93-94.

[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/94-96.

[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/97.

[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/97.

[110] Buhâri, Büyü, 113: Müslim, Müsâkât, 41 (3/1199). (Benzer hadis).

[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/98-101.

[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/101.

[113] Müsned, 1/313; Keşfu'l-Hafâ, 2/365

[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/101-102.

[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/103.

[116] Buhâri, Hudûd. 22; Tirmizt, Hudud, 1 (4/32); İbn Mace, Talak, 15 (1/658-659).

[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/103-105.

[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/105-107.

[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/107-108.

[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/109-110.

[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/111-112.

[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/112-114.

[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/114-115

[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/115-117

[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/118

[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/118

[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/119

[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/119-120

[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/121-122

[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/12-124

[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/124

[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/125

[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/125-126

[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/126-127

[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/127-129

[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/129-130

[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/130-131

[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/131

[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/132-133

[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/133-134

[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/135

[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/135-137

[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/137-142

[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/142-143

[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/143-145

[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/146

[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/146-147

[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/147

[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/147-148

[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/149-150

[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/150-152

[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/152

[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/152-153

[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/153

[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/153

[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/154-155

[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/155-156

[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/156-160

[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/160

[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/160-162

[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/162-163

[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/164

[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/164

[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/164-165

[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/165-166

[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/166

[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/166-167

[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/167

[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/167-168

[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/168-169

[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/169-170

[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/170

[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/170-171

[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/171

[175] Burada Asım yerine Halef olması gerekir. {Ç.)

[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/171-172

[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/172-173

[178] Benzeri bir hadis için bkz: Buhari, Tevhid, 29; Nesai, Hayl, 1

[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/173-174

[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/174-175

[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/175

[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/175-177

[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/177-178

[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/178-179

[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/179

[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/179-180

[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/180-181

[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/181

[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/182-183

[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/183-184

[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/184

[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/184-185

[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/185

[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/185

[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/185

[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/186

[197] Buharı, İman. 37; Müslim, İman, 1, s (1/37).

[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/186-187

[199] Aynı manada bir hadis içm bkz: Buharı, Rikak, 40.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/187-188

[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/188-189

[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/189

[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/189-190

[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/190

[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/190-191

[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/191-192

[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/192-193

[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/194

[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/194

[209] Müslim. Zuhd. 46 (4/2289)

[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/195-199

[211] İbn Mâce, Taharet, 41 (1/140); Ebu Dâvud, Taharet. 48 (1/25)

[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/199-201

[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/201

[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/201-202

[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/202-204

[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/204-205

[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/205-206

[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/206-207

[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/207

[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/207-209

[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/209-211

[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/211

[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/211

[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/211-212

[225] Bu duadan maksad. Sad, 35 ayetinde Hz. Süleyman (a.s.)'dan nakledilen "Ya Rabbi, beni affet, nand öyle bir hakimiyet ver ki benden sonra hiç kimsede olmasın" duasıdır. Hadis için bkz: Buharı, "esr (Sad Suresi) (Ç.)

[226] Müslim, Zikir, 41 (4/2075), "yüz defa..." şeklinde...

[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/212-213

[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/213

[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/213

[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/213

[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/214

[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/214

[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/21-215

[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/215-216

[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/216

[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/217

[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/217

[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/217

[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/217-218

[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/218-219

[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/219-220

[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/220

[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/220

[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/220

[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/221

[246] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/221

[247] Tirmizi, Mevakit, 183(2/25)

[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/221-224

[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/225

[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/225

[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/225-226

[252] Keşfu'l-Hafa, (2/166).

[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/226-227

[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/227-228

[255] Keşfu'l-Hafâ, 1/332.

[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/228-229

[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/229-230

[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/230

[259] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/230

[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/230-231

[261] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/231-232

[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/232

[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/232

[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/232-233

[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/233

[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/233-234