"Sihirbazlar
dediler ki: "Musa, sen mi önce atacaksın, yoksa ilk atanlar biz mi
olalım?" Musa, "Siz atın" dedi. Vaktâ ki attılar, halkın
gözlerini büyülediler, onlara korku saldılar ve büyük bir sihir meydana
getirmiş oldular. Biz de Musa'ya, "Bırak âsânı" diye vahyettik. Bir
de ne görsünler! Bu, onların uydurup düzdükleri şeyleri yakalayıp yutuyor. İşte
bu suretle hak yerini buldu ve onların yapmakta oldukları şeyler boşa gitti.
Artık orada yenildiler, hor ve hakîr olarak geri döndüler" (A'râf,
115-119).
Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[1]
Ferrâ ve Kisâî, emmâ
ve ımmâ edattan hakkında şöyle demişlerdir: "Sen emrettiğin, nehyettiğin,
yahut da birisine haber verdiğin zaman, fethalı olarak emmâ edatına
kullanırsın. Ama şart koştuğun veya şüphe ettiğin, yahut da muhayyer bıraktığın
zaman, kesreli olarak immâ dersin.
a) Fethalı
olana gelince, sen "Allah'a gelince, Allah'a ibâdet ediniz; "İçkiye
gelince, onu İçmeyiniz" ve "Zeyd'e gelince, Zeyd çıktı" dersin.
b) Kesreli
olarak okuduğun zaman, eğer bir şeyi şart koşuyorsan, "Eğer sen Zeyd' e
verirsen, muhakkak ki o sana teşekkür eder" dersin. Nitekim Cenâb-ı Hak
da, "Eğer bunları harbteyakalarsan, (geride kalanları) ürküt” (En’am, 57)
buyurmuştur. Şekk ve şüpheni ifade etmek istediğin zaman "Kimin kalktığını
bilmiyorum, Zeyd mi, Amr mt?" dersin. Yine muhayyerlik ifade etmek
istediğin zaman da, "Benim Kûfe'de bir evim var, ya orada oturacağım, ya
da onu satacağım" dersin. Şekk ifade etmek için kullanıldığında imma ile
ev edatları arasındaki fark şudun Sen, "Bana Zeyd veya Amr geldi"
dediğin zaman, senin, burada sözünü
önce yakîn ve kesin
bir bilgi üzerine bina edip, sonra da bir şüphe arız olduğu için "veya Amr"
demiş otman caizdir. Böylece şüphe ve şekk, ikisi hakkında da söz konusu olmuş
olur. Buna göre ev (veya) edatının kullanıldığı iki isimden birincisi telaffuz
edildikten sonra susulması güzel ve yerinde olan bir durumda bulunup, sonra bir
şekk ve şüphe arız olduğu için, öteki isimle istidrak yapılması caizdir.
Baksana sen, "Kardeşin kalktı"
dersin ve susarsın, daha sonra şüpheye düşerek "veya baban (kalktı)"
dersin. İmma edatını kullandığın zaman, muhakkak ki, sözünü tâ başta şüphe
üzerine söylemiş olursun. Dolayısiyle "Ya Abdullah'ı dövdüm..."deyip,
susman doğru değildir. Ayetteki ifadesinde "en" edatının bulunup
"O, bunları ya azaba uğratacak, yahut tevbelerini kabul edecek"
(Tevbe, 100) buyruğunda bulunmamasına gelince, bu hususta Ferrâ söyle demiştir:
"Bu âyette İmma edatından sonra "en" edatı gelmiştir. Çünkü
immâedatı, bir tercihte bulunmayı emreden bir yerde bulunmaktadır. Bundan
dolayı nasb mahailindedir. Sanki bir kimsenin, "Ya şunu seç, veya
bunu..." demesi gibidir. Sanki o sihirbazlar şöyle demişlerdir:
"Senin atmanı veya bizim atmamızı tercih et." Halbuki, "O,
bunları ya azaba uğratacak, yahut tevbelerini kabul edecek" pevte, 106)
âyetinde seçmeyi emretme sözkonusu değildir. Baksana, zaten emir burada uygun
düşmez. İşte bundan dolayı, bu âyette yer almamıştır." Allah en iyi
bilendir.
[2]
Ayetteki ile "Ya
sen âsânı atarsın" manası; ile de, "Yahut da biz, yanımızdaki
iplerimizi ve değneklerimizi atalım" manası kastedilmiştir.
Ayetteki bir başka
incelik de şudur: Sihirbazlar, Hz. Musa (a.s)'ya öncelik verdikleri için
nezakete riâyet etmişlerdir, jşte bundan ötürü tasavvuf ehli şöyle demişlerdir:
"Onlar böylesi bir edebi gözettikleri için, Allah Teâlâ da, bu edebe
riâyet etmelerinin bereketi ile onlara imanı nasib etmiştir." Daha sonra
sihirbazlar, atma işinin önce kendi taraflarından olmasına da istekli
olduklarını gösteren şu sözü de söylemişlerdir: "Yoksa ilk atan biz mi
olalım?" Çünkü onlar, hem muttasıl zamiri getirmişler, hem onu munfasıl
bir zamir ile te'kid etmişler, hem de haberi nekire değil ma'rife (elif-lamlı)
olarak getirmişlerdir.
Bil ki sihirbazlar ilk
önce edebe riâyet edip, sonra, ilk önce kendilerinin asalarını ve iplerini
atmaya da istekli olduklarını gösteren bu sözü söyleyince, Hz. Musa (a,s),
"Ne atacaksanız evvela siz atın" (Şuarâ. 43) demiştir.
[3]
Burada akla şöyle bir
soru gelir: "O sihirbazların iplerini ve asalarını atmaları, sihir ile
mu'cizeye karşı koymaktır. Bu ise kâfirliktir. Kâfirliği emretmek de
kâfirliktir. Hal böyle olunca, Hz. Musa (a.s)'nın, onlara "siz atın"
diye bunu emretmesi nasıl uygun düşer?"
Buna birkaç şekilde
cevap verilmiştir:
1) Hz. Musa
(a.s) onlara, haklt bir iş yaptıklarını bilmeleri şartıyla, bunu emretmiştir.
Bu böyle olmadığına göre, burada bir emir söz konusu değildir. Bu, birimizin
bir insana, "Bana şu testiden su ver" demesi gibidir. Bu söz, ancak
testide su bulunması şartına bağlı bir emirdir. Ama testide su bulunmadığı
takdirde, kesinlikle bir emir olmaz. İşte burada da böyledir.
2)
Sihirbazlar sırf iplerini ve değneklerini atmak için toplanmışlardı ve Hz. Musa
{a.s) da, onların bunu mutlaka yapacaklarını biliyordu. Muhayyer bırakma işi
ise, önce atma, sonra atma hususunda idi. İşte bundan dolayı Hz. Musa (a.s),
onlara aldırmadığı ve onlara kıymet vermediği, Allah'ın kendisine vaadettiği
ilahî te'yid ile kuvvete güvendiği ve mu'cizeye hiçbir zaman sihirlerin galib
gelemeyeceğine inandığı için, onlara öncelik vermiştir.
3) Hz. Musa
(a.s), o sihirbazların gösterecekleri sihirleri boşa çıkarmayı istiyordu.
Onları boşa çıkarmak ise, ancak sihirbazların sihirlerini öncelikle ortaya
koymaları ile mümkün olurdu. Bundan dolayı Hz. Musa (a.s), onları boşa
çıkarabilmek için, onlara sihirlerini yapmaları için öncelik vermiştir. Bunun
bir misali de şudur: Kendisine cevap vermek, zayıf ve sakat olduğunu ortaya
koymak için, bir dinsizin ortaya attığı şüpheyi dinlemek isteyen kimse,
"Haydi söyle, iyice anlat" der. Bu sözden maksadı ise, o kimseye bu
şüphe hususunda, o şüphesini iyice anlatıp ortaya koyduktan sonra cevap
verdiğinde, bunun herkes nazarında zayıf ve düşük bir şüphe olduğunun ortaya
çıkmasıdır. Allah en iyi bilendir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Vaktâ ki attılar, halkın gözlerini büyülediler" buyurmuştur. Sihrin
sırf göz boyama (aldatmaca) olduğunu söyleyenler, "Eğer sihir hak olsaydı,
o zaman o sihirbazlar halkın gözlerini değil, kalplerini büyülemiş olurlardı.
Dolayısiyle sihirden muradın, onların iş gerçekte öyle gösterdikleri gibi
olmadığı halde, şaşırtıcı ve aldatıcı birtakım şeyleri hayal ettirmeleri olduğu
sabit olur."
Vahidî de şöyle
demiştir: "Aksine bu ifadeden murad şudur: "Onlar insanların
gözlerini büyülemişlerdir, yani o gözleri, bu aldatmaca sebebi ile, o sihri
olduğu gibi görmekten alıkoymuşlardır." Şu da iteri sürülmüştür:
"Onlar, iplerini ve değneklerini getirdiler, iplerini civaladılar ve
değneklerinin içine civa koydular. Güneşin sıcaklığı bu ip ve değneklere tesir
edince, bunlar hareketlendiler ve sarmaş dolaş oldular. Bu hareket gerçekten
fazla ve hızlı idi. Böylece insanlar, onların kendiliklerinden hareket edip,
sarmaş dolaş olduklarını zannettiler."
[4]
Ayetteki, "Onlara
korku saldılar" tabiri, "Halk, o değnek ve iplerin hareketlerinden
dolayı korktular" demektir. Mü'berred, bu tabirin (Onları korkuttular)
manasında olup, "sîn" harfinin zâid olduğunu söylerken; Zeccâc, bunun
"O sihirbazlar insanların korkmasını istediler ve insanlar da onlardan
korktu" manasında olduğunu, bu korkutmanın da şöyle olduğunu söylemiştir:
Sihirbazlar, bu işler yapılırken, "Ey insanlar sakının, çekinin" diye
bağırıp çağıran birilerini vazifelendirdiler ki, işte 'istirhab"
(korkutmayı istemek) budur.
İbn Abbas (r.a)'ın
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Musa (a.s) da, onların iplerinin ve
değneklerinin, tıpkı kendi âsâsı gibi, yılan olabildiğini sandı. İşte bundan
dolayı Cenâb-t Hak ona, ''Bırak âsânı" diye vahyetti." Muhakkik
alimler, "Bu mümkün değildir. Çünkü Hz. Musa (a.s), Allah tarafından
gönderilmiş bir peygamber olduğuna göre, sihirbazların kendisine galib
gelemiyecekleri hususunda emin idi ve bunu yakînen biliyordu. O, onların karşı
koyma tarzında yaptıkları bu işin, sihir ve asılsız şeyler cinsinden bir şey
olduğunu da biliyordu. Bu kesin inanca sahipken, onda bir korkunun bulunması imkânsızdır"
demişlerdir. İmdi eğer, "Allah Teâlâ, "Musa, içinde korkunun, işte bu
sebepten ötürü olduğu belirtilmemiştir. Aksine Hz. Musa (a.s), kendisinin
delilinin, sihirbazların sihrine gafib gelmesinde bir gecikmenin olması
ihtimalinden endişelenip korkmuştur."
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, onların sihrinden bahsederken, "Müthiş bir sihir meydana getirmiş
oldular" buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre sihirbazlar şöyle demişler:
"Biz, gökten olan bir iş müstesna, bütün yeryüzü halkının sihirbazlarının
yapamayacakları bir sihir bitiyoruz. Ama gökten olana karşı, bir gücümüz
yoktur." Bu sihirbazların sayısının seksenbin, yetmişbin, veya otuzbin
küsur olduğu rivayet edilmiştir. Bu husustaki rivayetler farklı farklı olup,
kimi bu sayıyı daha az, kimi daha fazla göstermiştir. Ama âyette bunların kaç
kişi olduğuna, bu sihrin nasıl olduğuna ve kaç defa yapıldığına delalet eden
bir şey yoktur.
[5]
Cenâb-ı Allah daha
sonra, "Biz de Musa'ya. "Bırak âsâm" diye vahyettik"
buyurmuştur. Bu âyette bahsedilen "vahyetme" ile, hakikî vahyin
kastedilmiş olması muhtemeldir. Vahidî, İbn Abas (r.a)'m, "Allah Teâlâ,
bununla "Biz Musa'ya "bırak âsânı" diye ilham ettik"
manasını kastetmiştir" dediğini nakletmiştir.
Allah Teâlâ daha
sonra, "Bir de ne görsünler: Bu, onların uydurup düzdükleri şeyleri
yakalayıp yutuyor!" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:
[6]
Bu ifadede, şöyle
takdir edilebilecek bir hazif vardır: "Hz. Musa asasını attı, bir de ne
görsünler; o, onları yakalayıp yutuyor!"
[7]
Hafs'ın rivayetine
göre Âsim, fiili kâf harifini şeddesiz ve lâm'ı sakin olarak, telkafu şeklinde;
diğer kıraat imamları ise, kâfin şeddesi ve lâm'tn fethası ile, telakkafu
şeklinde okumuşlardır. İbn Kesir'in, bunu kâfin
şeddesi ile tulekkıfu şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Bu kelime,
Tâ-hâ ve Şuarâ surelerinde de aynı değişik şekillerde okunmuştur. Bunun
telkafu şeklinde okunuşu ile Hgili olarak İbnu's-Sikkît şöyle demiştir: Lakf,
ArapJarın birisi birşeyi yakalayıp, yediği veya yuttuğu zaman söyledikleri (O
şeyi yakalayıp yedim, yuttum, yutuyorum) sözünün masdandır. "Birşeyi hızlı
yakalayan" manasında da denilir. Lihyânî, de avw manada olduğunu,
kelimesinin, bir şeyi kavrayıp, onu hemen anlayan, yakalaması hızlı olan
kimseye denildiğini söylemiştir. Bu ifadeyi şeddeli okumaya gelince; bu,
bacındandır. İbn Kesir'in kıraatine gelince, bu ifadenin aslı, şeklinde olup
tâ'lardan birisinin diğerine İdğam edilmiş olmasından dolayıdır.
[8]
Müfessirler şöyle
demektedirler: Hz. Musa, âsâ'sını atınca, o âsâ büyük bir ejderha oldu; Öyle ki
ufku kapladı. Daha sonra da çenesini açtı, İki çenesinin arasındaki mesafe
seksen zira idi. Sihirbazların attıkları bütün ipleri ve değnekleri de yuttu.
Hz. Musa onu etine alınca, hacminde ve miktarında asla herhangi bir değişiklik
olmaksızın, daha önceden olduğu gibi "âsâ" haline geldi. Bil ki bu,
kadir ve hür irade sahibi bir ilahın mevcudiyetiyle, Hz. Musa'nın büyük
mu'cizestne delalet eder. Bu böyledir. Zira o büyük ejderha, onca ipi ve
değneği yutup, sonra da eskiden olduğu gibi normal bir âsâ haüni alınca, bu
durum, Allah Teâlâ'nın, ya o iplerin ve asaların maddelerini yok ettiğine
veyahut da o şeyleri paramparça edip hissolunamayacak derecede zerreler haline
getirerek havalara savurduğuna delalet eder. Buna ise, Allah (c.c)'dan başka
hiç kimsenin kudreti yetmez.
[9]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onların uydurup düzdükleri şeyleri" buyruğuna gelince, bu hususta da
şu iki izah yapılmıştır:
a) Arapça'da
ifk, bir şeyi olduğu durumdan çevirip başka türlü göstermektir. Yalana,
"ifk" adının verilmesi de bundan ileri gelir. Zira yalan da.
hakikatin tersyüz edilmiş şeklidir, İbn Abbas (r.a), Cenâb-ı Hakk'ın ye fikûn
tabiriyle, "yalan olarak yaptıkları o şeyi..." manasını kastettiği
söylemiştir. Buna göre mana, "Âsâ, onların, haktan bâtıla döndererek
gerçekmiş gibi gösterdikleri, allayıp pırtladıkları o şeyi yuttu" şeklinde
olur. Mananın böyle olması halinde, Oj&u u ifadesinin başındaki "mâ"
mevsule "mâ"sı olur...
b) Bu
ifadenin başındaki mâ'nın, masdariyye mâ'sı olmasıdır. Buna göre kelamın
takdiri, "Bir de ne görsünler, o ejderha, onların yalanlarını
yutuyor!" şeklinde olur. Böylece de, ism-i mef'ul, masdar manasında
kullanılmış olur.
Daha sonra Cenâb-t
Hak, 'işte bu suretle hak yerini buldu" buyurmuştur. Mücahid ve Hasan
el-Basrî, bu ifadedeki vekaa lafzına, zahara "zuhur etti, ortaya
çıktı" manasını verirlerken: Ferra, "Hak olan sihir olandan
ayrıldı" manasını vermiştir. Meanî alimleri ise şöyle demektedir: Vekaa
fiili, bir şeyin, varlığıyla zuhur ederek kendi yerine varıp konması, inmesi
demektir. Bu ortaya çıkışın sebebi şudur: Sihirbazlar, "Şayet Musa'nın
yaptığı şey, bir büyü, bir sihir olsaydı, o zaman bizim iplerimizin ve
değneklerimizin durması, kaybolmaması gerekirdi. Onlar yitip kaybolduklarına
göre, bunun sihirden ötürü değil de, ancak ve ancak Allah (c.c)'ın yaratıp
takdir etmesiyle olduğu sabit olmuş olur" demişlerdir. İşte bu, kendisi
sebebiyle, mu'cizenin sihirden farkedip ayrıldığı şeydir...
Kâdî şöyle demektedir:
"Hak Teâlâ'nın, "işte bu suretle hak yerini buldu" âyeti, tıpkı,
olan şeyin, olmamış haline dönüşmesinin doğru olmaması gibi, kendisinde bâtıf
oluşun düşünülmesinin mümkün olamıyacağı bir biçimde var oluşun, zuhur edişin
kuvvetini ifade eder.
Buna göre şayet, Allah
Teâlâ'nın, 'İşte bu suretle hak yerini buldu" buyruğu, böylesi bir zuhurun
kuvvetine delalet eder. Dolayısiyle Cenâb-ı Hakk'ın 'Ve onların yapmakta
oldukları şeyler boşa gitti" buyruğu faydasız bir tekrar olur" denilirse,
biz deriz ki:
Bundan maksad şudur:
Bu hak, zuhur edip meydana gefince, onların yalan olarak uydurdukları o şeyler,
yani ipler ve değnekler kaybolup yok oldular. İşte bu durumda Hz. Musa'nın
üstünlüğü ortaya çıktı... İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "artık orada
yenildiler" buyurmuştur. Çünkü, bundan daha açık ve belli bir galibiyet
bulunmamaktadır. Allah Teâlâ, "ve hor ve hakir olarak geri döndüler"
buyurmuştur. Çünkü, bâtıldan yana olan kimse hakkında, kendisinde asla bir hile
ve bir şüphenin söz konusu edilemiyeceği bir biçimde, hüccet ve delilinin bâtıl
olmasının zuhur etmesinden daha büyük zillet ve alçaklık bulunmamaktadır.
Vahidî şöyle
demektedir: buyruğundaki mâ lafzının, elleztne manasında olması, böylece de
mananın, "onların sihirle yapmış oldukları o ipler ve değnekler yok oldu,
kayboldu; yani, zeval bulup, yok olup gittiler" şeklinde olması caiz
olduğu gibi, bunun masdar manasında olan mâ olması da caizdir. Buna göre sanki,
"onların amelleri bâtıl oldu..." buyurmuştur... Allah en iyi
bilendir.
[10]
"Sihirbazlar hep
birden secdeye kapandılar. "Alemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine
iman ettik" dediler"
(A'râf, 120-122).
Ayetle ilgili birkaç
mesele bulunmaktadır:
[11]
Müfessirler şöyle
demişlerdir: "Bu iplen ve değnekleri, üçyüz deve ancak taşıyordu. Bunları,
Hz. Musa'nın ejderhası yutup, böylece de ejderha, yine eski haline, bir âsâya
dönüşünce, sihirbazlar birbirlerine, "Bu, sihir talan değil, aksine ilahi
bir iş" dediler ve böylece Hz. Musa (a.s)'nın Allah tarafından gönderilmiş
sadık bir peygamber olduğuna istidlal ettiler."
Kelamctlar ise şöyle
demişlerdir: Bu âyet, ilmin faziletini gösteren en büyük delillerdendir. Çünkü
sihirbazlar sihrin aslını biliyorlardı ve sihrin en ileri derecesine vâkıf
idiler. Bundan dolayı onlar bu durumda olup, Hz. Musa'nın mu'cizesinin sihrin
dışında birşey olduğunu görünce, bunun insanların yaptığı birtakım göz
boyamalar cinsinden olmayıp, ilahi bir mu'cize olduğunu anladılar. Eğer onlar
sihir ilminde ileri derecede kimseler olmasalardı, bu istidlali yapamazlardı.
Çünkü o zaman şöyle diyebilirlerdi. "Belki de O, sihir ilminde bizden
ileridir ve bizim yapamadığımız bir sihir yaptı." Binaenaleyh onların
sihir ilminde zirvede oldukları anlaşılır. Onlar, bu ilimde zirvede oldukları
için küfürden imana geçebilmişlerdir. (İlim olarak) sihrin bile durumu böyle
olunca, tevhid ilminde mükemmel olan bir kimsenin halini artık siz düşünün.
[12]
Alimlerimiz, Cenâb-ı
Hakk'ın "Sihirbazlar hep birden secdeye kapandılar..." buyruğu ile
istidlal ederek şöyle demişlerdir: Bu âyet, o sihirbazları, başka bir şeyin
secde ettirip yere kapattığına delalet eder. Bu da, âlemlerin rabbi olan
Allah'tan başkası olamaz. İşte bu husus, kulun fiilini Allah'ın yarattığına delalet
eder. Mukatil bu âyete, "Allah onları, secde ettirerek yere
kapattı..." manasını vermiştir,
Mutezile ise şöyle
demektedir: "Buna, birkaç yönden cevap verebiliriz:
a) O
sihirbazlar, büyük alâmetleri ve kesin mu'cizeleri görüp müşahede edince,
kendilerini secdeye kapanmaktan alıkoyamadılar. Böylece de mana, "Sanki
bir atıcı, onları secdeye atıverdi..." şeklinde oldu.
b) Ahfeş de
şöyle demiştir: "Onlar çok hızlı olarak secdeye kapandıkları için, sanki
onları bir başkası atıvermiş gibi oldu. Zira onter,
c) Ayette,
onları secdeye herhangi bir şeyin kapattığına dair herhangi bir açıklama
yoktur. Fakat biz bu amilin, onların kendileri olduğunu söylüyoruz."
Mu'tezile'nin bu
itirazlarına şu şekilde cevap verebiliriz: Onların kalplerinde o sebebi, gücü,
kuvveti yaratan ancak Allah Teâlâ'dır, Aksi halde onlar, o kesin sebebin
yaratılması hususunda başka bir sebebe muhtaç olurlardı ki, bu, teselsülü
gerektirir; teselsül ise muhaldir. Sonra o kulun kudretinin aslı, bu kesin
sebep ile birleşince, fiilin meydana gelmesini icab ettirirler. O
"rnucib-îcab ettiren"in yaratıcısı da Allah'tır. Böylece, hem o fiil,
hem de onun neticesi, Allah'a isnad edilmiş olur. Allah en iyi bilendir.
[13]
Allah Teâlâ, onların
önce secdeye vardıklarını, daha sonra da onların, "Alemlerin Rabbine iman
ettik" dediklerini bildirmiştir.
İmanın, secdeden önce olması gerektiği halde, Cenâb-ı Hakk'ın bu şekilde
buyurmuş olmasının sebebi ve hikmeti nedir? Buna iki yönden cevap verilebilir:
a) Onlar,
ilahî bilgiyi elde edince, o anda secdeye kapandılar ve o secdelerini, ilahî
bilgi ve imanı elde etmelerine karşılık, Allah'a bir şükür; küfürden imana
geçişlerine dair bir alâmet ve Allah için inkıyâd ve tezellülde bulunmalarının
bir göstergesi yapmışlardır. Böylece onlar, sanki o tek secdelerini, toplu
halde bu üç manaya bir alâmet kılmışlardır.
b) Onların,
secdeye kapandıkları esnada, "Alemlerin Rabbine... iman ettik" demiş
olmaları da uzak bir ihtimal değildir. Böyle olması halinde bu soru ortadan
<alkar; ama doğru olan izah, ilk açıklamadır.
[14]
Ehl-i talîm
(Bâtıniyye), bu âyetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "İlahî bilginin,
ancak peygamberin sözü ile
meydana gelebileceğine
dair delil şudur: O sihirbazlar,
"Alemlerin
Rabbine... iman ettik" deyince, onların imanları tamamlanmamıştı, -nanlan
ancak, "Musa ve Harun'un Rabbine inandık"dediklerinde ıamlanmış oldu.
İşte bu da, bizim görüşümüze delâlet eder."
Alimler buna şöyle
diyerek cevap vermiştir: O sihirbazlar, ''Alemlerin Rabbine... iman ettik"
deyince, Firavun onlara: "Sadece beni kastediyorsunuz!" dedi. Bunun
üzerine onlar: "Musa'nın Rabbine..." dediklerinde, yine Firavun:
"Sadece beni kastediyorsunuz... Çünkü Musa'yı terbiye edip, bakıp büyüten,
benim ben..." dedi. Bunun üzerine, "ve Harun'un Rabbine..."
dediklerinde, her türlü şüphe ortadan kalktı ve herkes, o sihirbazların
Firavun'u inkâr ettiklerini; âlemlerin Rabbine de iman etmiş olduklarını
anladılar.
Şu da ileri
sürülmüştür: Cenâb-ı Hak, Musa ile Harun "âlemler" sözünün
muhtevasında bulundukları halde, onları özellikle zikretmiştir. Çünkü kelamın
takdiri, "Alemlerin Rabbine iman ettik.. Ki bu Rab, Musa ve Harun'un,
kendisine iman edilmesine davet etmiş olduğu Rab'ttr.." şeklindedir. Yine,
onları şereflendirmek ve faziletlerini ortaya koymak için, Allah'ın onları
özellikle zikrettiği söylenmiştir. Bu da tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "...
meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşman
o/ursa..."(Bakara, 98) âyeti kabilindendir.
[15]
"Firavun. ''Ben
size izin vermeden, dedi, ona iman mı ettiniz? Bu, hiç şüphesiz ki şehirde
-onun halkını içinden çıkarmanız için- kurduğunuz bir tuzaktır. Yakında
başınıza ne geleceğini bilirsiniz siz. Elbet ve elbet ellerinizi, ayaklarınızı
çaprazlama kestireceğim. Sonra da elbet ve elbet topunuzu astıracağım."
"Biz, dediler, şüphesiz ki nihayet Rabbimize dönücüleriz. Sen bizden,
başka bir sebeple değil, sırf Rabbimizin âyetlerine -onlar bize geldiği zaman-
iman ettik diye intikam alacaksın," (Sonra şöyle niyaz ettiler): "Ey
Rabbımiz, üstümüze sabır yağdır, bizi müslüman olarak öldür.." (A'raf,
123-126).
Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[16]
Hafs'ın rivayetine
göre Asım, tek hemze ile, haber cümlesi olarak,
£aü şeklinde okumuştur ki, Tâ-hâ ve Şuarâ surelerinde de böyledir. Ebu
Bekr'in rivayetine göre, yine Asım, Hamza ve Kisaî, Kur'ân'ın tamamında iki
hemze ile; diğer kıraat imamlan da, Kur'ân'm tamamında, istifham cümlesi
olarak, uzatılan tek bir hemze ile şeklinde okumuşlardır. Ferrâ şöyle
demektedir: Hafs'ın, medsiz ve haber cümlesi olarak ^ şeklindeki kıraatinin
izahına gelince, bu şöyledir: "O Firavun, 0 sihirbazların iman etmelerini, onları
azarlayarak ve bunu yadırgayarak haber vermektedir." Bu ifadenin iki hemze
ile okunmasının izahına gelince, bunun aslı, vezninde olmak üzere f&M
şeklindedir.
[17]
Bil ki Firavun, sihri
en iyi bilen kimselerin, büyük bir kalabalığın huzurunda, Hz. Musa (a.s)'nın
nübüvvetini ikrar ettiklerini görünce,
o zaman bunun, kavminin huzurunda, Hz. Musa'nın nübüvvetinin sıhhatine güçlü
bir delil olacağı endişesi duyarak, kavminin, Hz. Musa'nın nübüvvetinin
sıhhatine inanmalarına mani olsun diye, o anda halkın kulağına iki çeşit şüphe
attı:
Birinci şüphe,
onun "Bu, hiç şüphesiz ki şehirde kurduğunuz bir tuzaktır" şeklindeki
sözüdür. Bu, "Onların Hz. Musa'ya iman etmeleri, delilinin kuvvetli
olmasından dolayı olmayıp, aksine onların, Hz. Musa ile anlaşarak, "şöyle
şöyle olursa... sana iman eder, senin nübüvvetini kabul ederiz.."
dedikleri için olmuştur ki, işte bu iman ancak bu yolla meydana gelmiştir"
manasındadır.
İkinci şüphe
şudur: Hz. Musa (a.s) ile sihirbazların maksatları, aralarındaki anlaşmaya göre
hakim milleti memleketlerinden çıkarmak ve onların hakimiyetlerini ptaî
etmektir. Nitekim bütün insanlar için, vatanı terketmek ve alıştıkları
nimetlerden ayrılmanın en zor işlerden olduğu malumdur. Böylece mel'un Firavun,
bu konuda en kuvvetli iki şüpheyi birlikte zikretmiştir. Muhammed b. Cerir
(et-Taberi), Süddî'den, İbn Abbas, İbn Mes'ud ve diğer bazı sahabîlerden nakledilen
hadiste şunu rivayet etmiştir: "Hz. Musa ve sihirbazların başkanı
karşılaşırlar ve Musa (a.s), "Söyle bakalım, eğer sizi yenersem, beni
tasdik edip, getirdiğim dinin hak olduğuna şehadet edecek misin?" der.
Sihirbaz da, "Ben yarın, hiçbir sihrin galib gelemiyeceği bir sihir ortaya
koyacağım. Allah'a yemin olsun ki, eğer bana galip gelir ve beni yenersen, sana
mutlaka iman ederim" der. Bu esnada Firavun da onları seyrediyor ve
konuşmalarını dinliyordu. İşte Firavun'un, "Bu. hiç şüphesiz ki... kurduğunuz
bir tuzaktır" şeklindeki sözü, bundan dolayıdır." Bil ki, bu böyle
olmuş olabileceği gibi, bu sözü, halkı, Hz. Musa (a.s)'mn nübüvvetini tasdik
etmekten çevirebilmek için söylemiş olması da muhtemeldir.
Kâdî şöyle demiştir:
"Ayetteki "Ben size izin vermeden" kaydı, Firavun'un uluhiyyet
iddiasında tenakuza düştüğüne delildir. Çünkü eğer o tanrı olsaydı, başkasının
ilah olduğunu kabule davet etmekte olan Hz. Musa'ya iman etmelerine izin
vermesi doğru olmazdı. İşte bu, haktan sapmış kimselerde gözüken ilahi bir
hızlandır (şaşırtmadır),"
Ayetteki "Yakında
başınıza ne geleceğini bilirsiniz siz" ifadesinin, tehdidin başlangıcı
olduğu hususunda şüphe yoktur. Sonra o Firavun, bu kısa tehdidle yetinmeyip,
onu açıkça belirterek "Elbet ve elbet ellerinizi ve ayaklarınızı
çaprazlama kestireceğim. Sonra da elbet ve elbet topunuzu astıracağım'7
demiştir. El ve ayakların çaprazlama kesilmesi, bilinen bir husustur. Bu,
Firavun'un, elleri ve ayaklan farklı taraftan kesmesidir. Ya sağ el ile sol
ayak, yahut da sol el ile sağ ayak kesilir. Asma da malum bir iştir.
Binaenaleyh Firavun onları bu iki büyük ceza ile tehdid etmiştir. Alimler, bu
işin Firavun tarafından yapılıp yapılmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Ayette bu iki ihtimalden birine delalet eden bir ifade yoktur. Bazı kimseler,
bu cezanın verilmiş olduğuna şu şekillerde istidlal etmişlerdir:
1) Allah
Teâlâ, Firavun'un ileri gelen adamlarının ona, "Musa'yı ve kavmini,
fesadcıhk etmeleri için mi bu toprakta (Mısır'da) bırakacaksın?" (Araf.
127) dediklerini haber vermiştir. Eğer Firavun, sihirbazları ve Hz. Musa'nın
kavmini, diri olarak bırakıp, onları öldürmemiş olsaydı, Allah onlardan da
bahseder ve onları Firavun'un ileri gelenlerinden olacak fesaddan
sakındırırdı."
Bu görüşe şu şekilde
cevap verilebilir: O sihirbazlar da, "(Hz, Musa'nın) kavmini..."
ifadesine dahildir. Binaenaleyh onların, ayrıca zikredilmelerine gerek yoktur.
2) Cenâb-ı
Hakk'ın onlardan naklederek, "£y Rabbimiz üstümüze sabır yağdır"
şeklindeki sözü, onların başına büyük bir belanın geldiğine ve bundan dolayı
Allah'tan, bu hususta kendilerine sabır vermesini istediklerine delalet eder.
Bu görüşe de şöyle
cevap verilir: "Onlar Allah'tan, iman etme ve Firavun'un tehditlerine
aldırmama hususunda sabır istemişlerdir."
3) İbn Abbas
(r.a)'dan nakledildiğine göre, Firavun bu işi yapmış ve onların elleriyle
ayaklarını çaprazlama kesmiştir. Kavmini, Hz. Musa'nın dinini kabul etmekten
iyice alıkoymak için, Firavun'un bu işi yapmış olması daha açıktır.
Diğer bazıları da
şöyle demişlerdir: "Bu iş Firavun tarafından yapılamamıştır. Aksine Hak
Teâlâ, sihirbazların "Canımızı müslüman olarak al" şeklindeki
dualarını kabul etmiştir. Çünkü onlar Allah Teâla'dan, canlarının, Firavun'un
öldürmesi ve kesmesi ile değil, kendisi tarafından alınmasını istemişlerdir."
Bu istidlal de doğruya Allah Teâlâ daha sonra, bu tehdid karşısında, mü'min
olandan, bundan daha güzeli sâdır olmayacak bir şeyi yaptıklarını nakletmiştir.
Bu da onların, Firavun'a karşı, "Sen bizden, başka bir sebeple değil, sırf
Rabbimizin âyetlerine, onlar bize geldiği zaman, iman ettik diye intikam
alacaksın " demeleridir. Böylece onlar, kendilerinden sâdır olan bu
imantn, bir tehdidi ve bir intikamı gerektirmeyeceğini, aksine bunun, bunların
aksini yani Firavun'un, hüccet ve deliller zahir olunca, artık hakkı kabul
edip, bâtıldan sakınma hususunda kendileri gibi yapmasını gerektirdiğini beyan
etmişlerdir: Birşeyden hiç mi hiç hoşlanmadığın zaman dersin. Bu husus, (Maide,
59) âyetinin tefsirinde geçmişti. İbn Abbas (r.a): "Cenâb-ı Hak bu ifade
ile, "Rabbimizin âyetlerine iman etmekten başka, bize azab etmene (bizi
cezalandırmana) sebep olacak bir günah işlemedik" manasını
kastetmiştir" demiştir. Bu âyette geçen, "Rabbimizin
âyetleri"nöen maksad, "Hz. Musa'nın, benzerini yapmaya ancak Allah'ın
kadir olduğu, kesin mu'cizeler "dir.
Daha sonra onlar,
"Ey Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır" demişlerdir. Arapça'da
"ifrağ" "döküp boşaltmak" manasındadır. Nitekim kalıba
dökülüp, henüz sikke (para) haline getirilmemiş (gümüşe), denilir ki, bu
ifadenin aslı, önün kabının boşaltılmasına dayanır. Boşaltma da, içinde
hiçbirşey kalmayacak şekilde, kabı dökmektir. Bu kelime, masdarına dayanır.
Binaenaleyh bir kabın dökülüp, iyice boşaltılmasına benzetilmek için,
"sabır" hakkında kullanılmıştır.
Mücahid, bu âyetin
''Asılma ve kesilme anında, bizim üzerimize sabır boşalt, sabır yağdır"
manasında olduğunu söylemiştir. Bu tabir ile ilgili birkaç incelik vardır:
Birinci incelik: ''Üstümüze sabır boşalt, sabır yağdır" demek, "üstümüze
sabır indir" demekten daha beliğdir. Çünkü biz, kabı boşaltmanın, kabın
içindeki herşeyi döküp boşaltma olduğunu söylemiştik. Buna göre sanki onlar,
Allah'tan, sabrın bir kısmını değil, hepsini üzerlerine dökmesini (kendilerine
vermesini) istemişlerdir.
İkinci incelik:
Ayette "sabr" kelimesi, nekire olarak getirilmiştir. Bu nekire oluş
da, mükemmelliğe ve tamlığa delalet eder. Yani "Tam ve mükemmel bir
sabır" demektir. Bu tıpkı, "Andolsun, sen onları, insanların hayata,
yani tam ve kâmil bir hayata en düşkünleri bulacaksın" (Bakara, 96) ayetindeki,
"hayat" kelimesinde olduğu gibidir.
Üçüncü incelik:
Bu sabır, onlardan ve onların amellerindendir. Ama onlar bunu Allah'tan
istemişlerdir. İşte bu da, kulun fiilinin ancak Allah'ın yaratması ve takdiri
ile gerçekleşip meydana geldiğine delalet eder.
Kâdî: "Onlar,
Allah Teâlâ'dan ancak, kendilerinin sebat ve sabrına vesile olacak lütuflarını
istemişlerdir ki, dualarda bunun istenmesi maruf olan bir husustur"
demiştir.
Buna şöyle cevap
verilir: "Bu iddia zahirî manayı terketmektir. Hem sonra delil de, buna
karşıdır. Çünkü fiil, ancak kesin bir dâî (sebep) bulunduğu zaman meydana
gelir. Bu dâî'nin mevcut olması ise, ancak Allah'tan olur. Binaenaleyh herşey
Allah'tandır,"
Ayetteki
"Canımızı müslüman olarak al!" duası, "Hz. Musa'nın getirdiği
hak din üzere canımızı al" demektir. Bu ifade ile ilgili iki mesele
vardtr:
[18]
Alimlerimiz bu âyetle
iman ve İslâm'ın, ancak Allah'ın yaratması ile olabileceğine istidlal
etmişlerdir. Alimlerimizin bu âyetle bu şekilde istidlal edişleri gayet
açıktır. Mu'tezile ise, bunu, Allah'ın lütuf fiillerini vermesi manasına
hamletmişlerdir. Bu husustaki sözümüz, daha önce geçen şeylerden dolayı,
malumdur.
[19]
Kâdî, bu âyeti iman
ile İslâm'ın aynı şey olduğuna delil getirerek
şöyle demiştir: "O
sihirbazlar ilk önce "Rabbimizin âyetlerine iman
ettik" demişler, sonra da "Cantmızı müslüman olarak al!"
demişlerdir. Dolayısiyle bu duada bahsedilen İslâm'ın (müslümanlığın), o
ifadede bahsedilen "iman" olması gerekir. Bu da, bu ikisinin aynı şey
olduğunu gösterir." Allah en iyi bilendir.
[20]
"Firavun'un
kavminin ileri gelenleri şöyle dedi: "Musa'yı ve kavmini, yeryüzünde
fesatçılık etmelerine, seni de tanrılarını da terketmesine fırsat vermek için
mi bırakacaksın?" O da, "(Eskiden olduğu gibi) oğullarını öldürtürüz,
sadece kadınlarını sağ bırakırız. Şüphesiz biz onların üstünde, kahir ve hakim
olanlarız" dedi. Musa ise kavmine, "Allah'tan yardım isteyin ve
sabredin. Şüphesiz yeryüzü Allah'ındır. Oraya kullarından kimi dilerse,
onu mirasa (sahib)
kılar. Mutlu son, müttakilerîndir" dedi'1 (A'rftf. 127-128).
Bil ki bu hâdise
meydana geldikten sonra, Firavun, Hz. Musa'ya dokunmamış, Onu yakalayıp
hapsetmemiş, aksine O'nu serbest bırakmıştır. Bunun üzerine, kavminin ileri
gelenleri (yakın adamları) ona, "Musa'yı ve kavmini, yeryüzünde fesatçılık
etmelerine fırsat vermek için mi bırakacaksın?" dediler. Bil ki Firavun,
Hz. Musa'nın kendisini korkuttuğunu hissettiği zaman, bu korkudan dolayı O'na
dokunamamıştır. Ancak kavminin ileri gelenleri, onun bu korkusunu bitmiyor ve
onu, Hz. Musa'yı yakalayıp hapsetmeye teşvik ediyorlardı.
Ayetteki
"Yeryüzünde fesatçılık etmeleri için.." ifadesi, "Onlar,
insanların mensub oldukları dinlerini bozsunlar ve onlar insanların dinini
bozunca da, bu sayede kratı yakalama fırsatını elde etsinler diye..."
manasındadır.
Ayetteki "ve seni
de terketmesi için..." ifadesine gelince, bunun meşhur okunuşu, mansub
olarak şeklinde okunmasıdtr. Keşşaf sahibi, bunun mansub oluşu ile ilgili şu üç
izahı yapmıştır:
a) Bu,
"liyüfsidû" "fesatçılık etmeleri için..." ifadesine
matuftur. Çünkü Firavun, Hz. Musa ve kavmini bırakıp, onlara mani olmayınca, bu
onların hem Firavun'u, hem de Firavun'un ilahlarım bırakmaları neticesine
götürür. Binaenaleyh sanki Hz. Musa, bundan dolayı o tanrıların hepsini
terketmiş gibi olur.
b) Bu,
istifhama vav ile verilmiş bir cevaptır. Soruya fa ile verildiği gibi vav ile
de cevap verilebilir. Nitekim Hutây'a'nın şu beytinde de bu durum vardır:
"Ben sizin
komşunuz olmayayım mı ki, böylece sizinle benim aramda bir dostluk, bir
kardeşlik olsun." Buna göre âyetin takdiri şu şekildedir: "Musa'yı ve
kavmini, yeryüzünde fesatçılık etsinler de, böylece seni ve tanrılarını
bıraksınlar diye mi, salıyorsun." Zeccâc: "Bunun manası: "Senin
Musa'yı, Musa'nın da seni bırakması olacak iş mi?" şeklindedir"
demiştir.
c) Bu ifade,
takdiri şöyle olan mukadder bir enne edatı ile mansubtur ...»
Yine Keşşaf sahibi
şöyle demektedir: "Bu ifade şeklinde okunmuştur ki, bu önceki sözüne
atıftır. Bu, "Senonu.odaseniterkedecek" manasındadır. Yani,
"Haydi davran!" manasındadır. Bu, "O, seni ve ilahlarını
terkederken, sen onu bırakıp terkeder misin?" manasında olmak üzere,
müste'nef bir kelam veya hal olur."
Hasan el-Basrî, cezm
ite »jdjj şeklinde okurken; Enes hem nun, hem de nasb ile şeklinde okumuştur.
Yani, "böyle yaparsan o, bizi sana kutluk etmekten vazgeçirir, biz de
kutluğu terkederiz" demek olur.
[21]
kelimesi hakkında Ebu
Bekr el-Enbarî şöyte demektedir: "İbn Ömer, âmmenin kıraatini kabul
etmeyerek, (bu kelimeyi) İlâhetek diye okumuştur ki, bu "sana
ibadeti" manasındadır. İbn Ömer: "Çünkü Firavun'a tapılıyor ve
kendisi ise tapmıyordu" der.
İbn Abbas ise şöyle
demektedir: "Âmmenin "âlihetek" kıraatine gelince, bu durumda bu
kelime ifah kelimesinin çoğulu olmuş olur. İşte böyle olması halinde, alimler
bu hususta ihtilaf etmişlerdir, Bu cümleden olarak şöyle denilmiştir: Firavun,
kavmine küçük putlar yaptırmış ve kavmine, o putlara tapmalarını emrederek,
"Ben sizin ve putların en büyük rabbiyim" demişti. İşte bu,
"işte ben, sizin en yüce Rabbinizim!" (Nâziat, 24) şeklindeki
sözüdür. Hasan el-Basrî ise, Firavun'un putlara taptığını söylemiştir.
Ben derim ki, akfıma
gelen şudur: Eğer biz, "Firavun, aklı kâmil olan bir kimse değildi"
dersek, ona peygamber göndermek, Allah'ın hikmetine uygun düşmez. Yok eğer,
"Aktı kâmil bir kimse idi" dersek, onun, kendisinin semâvat ve
yeryüzünün yaratıcısı olduğuna inanması imkansız bir şeydir. Kalabalık bir
insan topluluğunun da, onun gökleri ve yeri yaratan olduğuna inanmaları mümkün
değildir. Çünkü, bunun yanlış olduğu, akim zaruri bilgisiyle bilinen bir
husustur. Aksine, akla en yakın olanın şöyfe denilmesidir: "O, bir
yaratıcının varlığını kabul etmeyen bir "dehrî" (dinsiz) idi... Ve o,
bu süflî âlemin idarecisinin yıldızlar olduğunu söylüyordu. Ama, bu âlemde
kendi ahâlisine ihsan edip onları yetiştirenin kendisi olduğunu iddia ediyordu.
İşte onun, "işte ben. sizin en yüce rabbinizim" (Nâziat. 24) ifadesi,
"sizi terbiye eden, size in'amda bulunan, sizi yedirip içiren en büyük, en
yüce Rabbiniz (efendiniz) benim..."anlamındadır.
O Firavun'un, ııben
sizin benden başka bir tanrınız olduğunu bilmiyorum" (Kasas,38) şeklindeki
sözüne gelince, bunun da manası, "Ben, benden başka ibadet etmeniz gereken
herhangi bir kimse tanımıyorum..." şeklindedir. Onun inancı böyle
olunca, "O, yıldızlar suretinde
birtakım putlar edinmişti. Onlara
tapmıyor ve yıldtzperestlenn dini üzere, onlara yaklaşıyordu.." denilmesi
uzak bir ihtimal değildir. Böyle ofmast halinde de, Hak Teâlâ'nm,, ''Seni de,
tanrılarını da terketmesi.." ifadesini, zahirî manasına hamletmede bir
sakınca yoktur. İşte bu konuda benim söyleyeceğim budur. Allah en iyisini
bilendir.
Bil ki, vecih ve
ihtimallere göre, Firavun'un kavminin ileri gelenleri bu sözleri ile,
Firavun'u, Hz. Musa'yı yakalayıp hapsetmeye ve onun başına çeşitli belalar
getirmeye yöneltmek istemişlerdir. İşte bu durumda da Firavun, gerçek durumunu,
ki bu, onun, Hz. Musa'dan korkup çekinmesidir, dile getirmeyerek,
"(Eskiden olduğu gibi) oğullarını öldürtürüz, sadece kadınlarını sağ
bırakırız.." demiştir. Bu ifadeyle ilgili olarak da birkaç mesele vardır;
[22]
Nâfî ve İbn Kesir,
nûnun fethası ve şeddesiz olarak senaktulu "öldüreceğiz" şeklinde okurlarken,
diğer kıraat
imamları, çokluk
manasını kastederek, nûnun dammesi ve kafin da şeddesi ile, senukattilû
"onları adamakıllı öldürteceğiz" şeklinde okumuşlardır. Yani,
"İsrailoğullarının oğullarıyla, Hz. Musa'ya iman eden kimseleri
(öldürteceğiz)" demektir.
[23]
"Musa{a.s)'nın,
kavmi ve kendisine tâbi olanlar vasıtasıyla, fesatçılık yapması mümkündür. O
halde biz, onun kavmini ve ona tâbi olanların sayısını azaltma hususunda sa'y-ü
gayret göstereceğiz. Bunu da, İsrailoğullarının
erkek çocuklarını öldürüp,
kadınlarını ise hayatta
bırakmak suretiyle yapacağız.,." demek istemiştir. Daha sonra da
buna kendisinin kadir olduğunu, "Şüphesiz biz onların üstünde, kahir ve
hakîm olanlarız" ifadesiyle de beyan etmiştir. Bundan maksadı ise,
"Hz. Musa ve kavmini bırakmasının, acizlikten ve korkudan dolayı
olmadığını; şayet, onu kıskıvrak yakalamak isterse, bunu yapabileceğini;
böylece de o sanki, kavmine, kendisinin ona aldırmayıp ondan korkmadığı için
onu hapsetmediğini, böylece de onu engellemediği..." zannını vermektir.
Müfessirler bu hususta
ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak onların bir ktsmı, Firavun'un, tıpkı
Hz. Musa doğarken yaptığı gibi, aynı şekilde bunu yaptığını söylerken; diğer
bir kısmı da, "Hayır bunu uygulamadı" demişlerdir. Müfessirler bu
tehdidin, Hz. Musa'nın doğumu sırasındaki tehditten başka bir tehdit olduğu
hususunda ittifak etmişlerdir.
[24]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Hz. Musa'nın kavmine Allah'tan yardım isteyin ve sabredin...'1 dediğini
nakletmiştir. Bu ifade, Firavun'un topluluğunun ileri gelenlerinin Fİravun'a,
Firavun'un da onlara demiş olduğu şeyi Hz. Musa'nın öğrenip, bu şeyden haberdar
olduğuna delalet eder. İşte bundan dolayı da Hz. Musa, kavmine: ''Allah 'tan
yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. O'na kullarından
kimi dilerse mirasçı kılar. Mutlu son, mülakilerindir" demiştir. İşte
burada Musa (a.s), kavmine iki şey emretmiş ve onları iki şeyle müjdelemiştir.
Hz. Musa'nın kavmine emretmiş olduğu o iki şeyden birisi, Allah'tan yardım
dilemek; ikincisi ise, Allah'ın belalarına karşı sabretmektir. Hz. Musa, onlara
önce Allah'tan yardım dilemelerini emretmiştir; zira, âlemde Allah'tan başka
bir müdebbirin olmadığını bilen herkesin gönlü ve kalbi, marifetutlah nuru ile
inşirah bulur. Ve bu esnada da ona, her türlü belaya katlanmak kolaylaşır. Bir
de o, belanın gelişinin ancak Allah'ın kazası ve takdiri ile olduğunu görür,
bilir ve Allah'ın kazasını müşahede ederek ona hazır olursa, ona her çeşit bela
hafif ve kolay gelir. Hz. Musa'nın kavmine müjdelediği o iki şeyden birisi,
"Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Oraya kullarından kimi dilerse mirasçı
kılar" âyetinin ifade ettiği husustur. Bu da Hz. Musa'nın, kavmini, Allahu
Teâlâ'nın onları, Firavun'u helak ettikten sonra, kendi arzına mirasçı kılacağı
hususunda heveslendirmedi. İşte mirasçı kılmanın manası budur. Bu da, bir şeyi,
öncekilerden sonra onların yerine gelen kimselere vermektir. İkincisi ise,
"akıbet müttakilerindir" âyetinin ifade ettiği husustur. Bu âyette
geçen "âkibet" tabiriyle şu manaların kastedildiği ileri sürülmüştür:
a) Sadece
ahiret işi...
b) Sadece,
dünyevî iş... Bu da, düşmana karşı fetihe, zafere ve nusret-i ilahîye nail
olmadır.
c) Bu.iki
hususun ikisi de kastedilmiştir. Cenab-ı Hakk'ın "müttakilerindir"
buyruğu, Allah'tan ittika edip, O'ndan sakınan kimselere Allah Teâlâ'nın dünya
ve ahirette yardım edeceğine bir işarettir.
[25]
"Biz, dediler,
sen bize (peygamber olarak) gelmezden evvel de, bize geldiğinden sonra da
işkenceye duçar edildik." (Musa şöyle) dedi: "Umulur ki Rabbiniz
düşmanınızı helak edecek, sizi bu yerde hakim kılacak da, sizin nasıl hareket
edeceğinize bakacak..." (A'râf. 129).
Bil ki Hz. Musa'nın
kavmi, Firavun'un savurduğu tehdidi ve vaîdi duyunca, korkup endişeye
kapılarak, "Biz muhakkak sen bize gelmezden evvel de, bize geldiğinden
sonra da işkenceye duçar olduk!" dediler. Bu böyledir, zira
İsrailoğufları, Hz. Musa gelmezden önce, mel'ûn Firavun'un elinde,
"mustaz'af" idiler, 0, onlardan cizye alıyor, onları zor işlerde
çalıştırıyor, onları rahat ve huzur içinde yaşamaktan alıkoyuyor ve onların
erkek çocuklarını öldürüyor, kız çocuklarını diri bırakıyordu. Cenâb-ı Hak, Hz.
Musa'yı peygamber olarak gönderince, onların, bu sıkıntı ve zararların sona
ereceği yolundaki ümitleri kuvvetlendi. Dolayısiyle onlar, Firavun'un ikinci
kez tehdidini tekrarladığını duyunca, korku ve kederleri arttı da, bunun
üzerine bu sözü söylediler...
Buna göre eğer,
"Bu söz, onların Hz. Musa (a.s)'nın peygamber olarak gelmesini hoş
karşılamadıklarına delalet etmez mi ve bu da onların küfürlerini gerektirmez
mi?" denirse, şöyle cevap verilir: "Hz. Musa (a.s) gelince onlara, o
zararların zail olup gideceğini vaadetmiştir. Bundan dolayı onlar, o zararların
hemen kalkacağını sanmışlardı. Binaenaleyh onlar, bu zararların kalkmadığını
görünce, bunun nasıl bir vaad olduğunu anlamak için Hz. Musa (a.s)'ya
başvurdular. Böylece de Hz. Musa (a.s), onların kalkmasıyla ilgili vaadin,
hemen kalkmalarını gerektiren bir vaad olmadığını, Allah Teâlâ'nın o vaadini,
takdir ettiği bir zamanda yerine getireceğini bildirdi." Netice olarak
diyebiliriz ki: Bu, Hz. Musa (a.s)'nın peygamber olarak gelmesinden ötürü
duyulan bir hoşnutsuzluk değil, aksine o vaadin nasıl olacağı hususunda bir
izah istemedir.
Bil ki o kavim bunu
dile getirince, Hz. Musa (a.s), "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı imha eder
ve sizi bu yerde hükümdar, hakim kılar" dedi. Sibeveyh buradaki asâ
(umulur ki) kelimesinin "ümit ve korku" ifade ettiğini söylemiştir.
Zeccâc da: "Allah'tan olan ümitlendirme, mutlaka yerine getirilir"
demiştir. Birisi şöyle diyebilir: "Bu görüş zayıftır. Çünkü âyetteki
"umulur ki..." ifadesi, Allah'ın kendisine ait olmayıp, Allah'ın Hz.
Musa (a.s)'den naklettiği bir sözdür?" Ancak ne var ki biz diyoruz ki: Bu
gibi sözler, nübüvveti kesin mu'cizelerle ortaya çıkmış bir peygamberden sâdır
olunca bizzat kuvveti ifade eder ve insanın nefsini bürüyen hayal kırıklığını
ve zayıflığı siler götürür. Böylece Hz. Musa (a.s), kavmi sabra sarılsın,
kötülenen bağırıp çağırmayı artık bıraksınlar diye, onların kalblerini bu sözle
pekiştirmiş ve onlara olan vaadi ortaya koymuştur. Daha sonra da "(Allah)
sizin nasıl hareket edeceğinize bakacak" sözü ile, onları Allah'a itaatta
sımsıkı sarılmaya teşvik yerine geçen bir şey söylemiştir.
[26]
Bil ki nazara (baktı)
fiili ile, bazan "ilim" (bilme) ifade eden bir bakış kastedilir ki,
bu Allah Teâlâ hakkında muhaldir. Bazan da bu kelime ile, görülmek istenen şeyi
görmek için, o şey tarafına gözü çevirme manası murad edilir. Bu da Allah
hakkında muhaldir. Bazan da bu fiil ile, "bekleme" manası kastedilir
ki, yine bu da Allah Teâlâ için muhaldir. Bazan da bununla, "görme" manası
kastedilir. İşte bu âyetteki bu fiili, bu son manaya hamletmek gerekir. Zeccâc
şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hak bu âyet İle, "O bunun sizden sâdır
olduğunu görsün.." manasını kasdetmiştir. Çünkü Allah Teâlâ onları,
onlarla ilgili olarak bildiği şeye göre cezalandırmaz. O, onları ancak onlardan
sâdır olan şeylere göre cezalandırır."
Buna göre eğer,
"siz buradaki nazara fiilini "görme" manasına alırsanız, ortaya
bir problem çıkar. Çünkü buradaki ifadesinin başındaki fâ, ta'kîb içindir.
Bundan dolayı Allah Teâlâ'nın o amelleri görme işinin, o amellerden sonraya
kalmış olması gerekir ki, bu da Allah Teâlâ'nın "görme sıfatının hadis
(sonradan olma)" bir sıfat olmasını gerektirir" denirse, biz deriz
ki: Allah Teâlâ'nın görmesinin, o şeye taalluk etmesi hadis (sonradan) olan bir
alâkadır. Alâkaların, nisbetlerin, izafetlerin a'yanda varlıkları yoktur.
Bundan dolayı, Allah'ın zatındaki hakîkî sıfatın hadis olmasını gerektirmez.
Allah en iyi bilendir.
[27]
"Andoîsun ki biz,
Firavun hanedanını, düşünüp ibret alsınlar diye, yıllarca kuraklıkla ve
mahsullerin kıtlığı ile yakalayıp sıktık. Fakat onlara iyilik gelince,
"Bu, bizim hakkımız" dediler. Eğer kendilerine bir de fenalık
gelirse, Musa ile onun beraberindekilere uğursuzluk yüklerlerdi. Dikkat edin,
onların uğursuzluğu ancak Allah tarafmdandır, fakat onlann çoğu (bunu)
bilmez" (A'rflf, 130-131).
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Musa (a.s)'nın kavmine, "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı imha
eder" (Avaı, 129) dediğini anlatınca, bu âyette de, aynı azab ve belânın
onların başına da gelmesinden onları sakındırmak ve mükelleflerin dikkatini
küfürden ve peygamberleri yalanlama yolunu tutmaktan kaçınmaya çekmek için,
Firavun ve kavminin üzerine, neticesi helak olan, zaman zaman indirmiş olduğu
belaları anlatarak işe başladı ve jspV öjf "Andoîsun ki biz, Firavun
hanedanını, yıllarca kuraklıkla... yakalayıp sıktık..." buyurdu, bu ifade
ile ilgili birkaç mesele vardır:
"Sinîn"
kelimesi, "sene"nin çoğuludur. Ebu Ali el-Fârisî şöyle demiştir:
"Sene iki manaya gelir:
a) Yıl
manasına,
b)
Kıtlık manasına...Bu, bolluğun zıddıdır.
"Kıtlık" manasına kullanıldığı yerlerden birisi de bu kelimenin
geçtiği âyettir. Hz. Peygamber (s.a.s) "Ey Allah 'im, onu onlar üzerine,
Yusuf'un kıtlık yıllan gibi, kıtlık yıllan kıl”[28]
demiştir. Hz. Ömer (r.a) de şöyle demiştir: "Biz kıtlık yılında hırsızlık
edenin elini kesmeyiz."[29] Sene
kelimesi, cedb, yani kuraklık ve kıtlık manasına geldiğinden, "kuraklığa
duçar oldular" anlamında Araplar, dedikleri gibi diye de kelime
türetmişlerdir: Nitekim şair, "Ve Mekke'nin adamları (insanları), kıtlığa
uğramış cılız kimselerdir" demiştir. Ebu Zeyd Bazı Araplar, "Bunlar,
kıtlık yıllandır" ve "Kıtlık yıllarını gördüm" der ve kelimenin
sonundaki nûna i'rab verirler" demiştir. Ferrâ da aynı şeyi söylemiştir.
Şairin şu beyti de böyledir:
"Beni, Necid'den
çağırdı. Çünkü, onun kuraklığı ve kıtlığı, bizlerle oynuyor; daha, taptaze ve
bıyıklarımız da terlememiş iken, saçlarımızı ağartıyordu."
Zeccâc,
"Sinîn" kelimesi, Arapça'da "kıtlıklar" manasınadır. Mesela
"senenin kuraklığı ve şiddeti, onlara isabet etti" manasında
denilir" demiştir. Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Müfessirler
şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ, "Firavun hanedanını yıllarca
kuraklıkla... yakalayıp sıktık" buyruğu ile sene be sene onlara açlık ve
kıtlık verdiğini murad etmiştir. Dolayısiyle kuraklık köylüler için; ürünlerin
kıtlığı ise şehirliler içindir."
Cenâb-ı Allah daha
sonra "Düşünüp ibret alsınlar diye..." buyurmuştur. Bu ifadeyle
ilgili olarak da iki mesele vardır:
[30]
Ayetin zahiri, Allah
Teâlâ'nın, diretme ve inaddan boyun eğmeye ve kulluğa dönmeleri için, onlara bu
betaları verdiğine delalet eder. Çünkü şiddetli haller, kalplere rikkat verir
ve onları Allah katında olan şeye yöneltir. Bunun delili, "Denizde sizin
başınıza bir sıkıntı geldiği zaman, Allah'tan başka bütün taptığınız şeyler
gaib olup giderler" (isra, 67) âyeti île, "insana nimet verdiğimiz
zaman, yüz çevirir ve kendisi O'ndan uzaklaşır. O'na bir şer dokunduğu zaman
ise, artık uzun uzun dua eder" (Fussiiet, 51) âyetidir.
[31]
Kâdî şöyle demiştir:
"Bu âyet, Allah Teâlâ'nın bunu, onlar içinde bulundukları küfürlerinde
devam etsinler diye değil düşünüp ibret alsınlar diye yaptığına delalet
eder."
Vahidî, buna şu
şekilde cevap vermiştir: "Kur'ân'daki "ibtitâ" ve
"ihtibar" lafızlarının kullanılması, Allah Teâlâ'nın (insanların
yaptığı tarzda) onları imtihan etmesi anlamında değildir. Çünkü bu, Allah
hakkında muhaldir. Aksine bu, "Allah Teâlâ onlara, ibtila ve imtihan
etmeye benzeyen bir muamele ile muamelede bulundu" manasındadır. İşte
burada da böyledir." Allah en iyi bilendir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onlara, bu tür bela ve musibetler geldiği,zaman, onların, küfür ve
isyanlarını arttıracak şeylere yöneldiklerini beyan ederek, "Fakat onlara
iyilik gelince, "Bu, bizim hakkımızdır" dediler" buyurmuştur.
İbn Abbas bu âyete şu manayı vermiştir: "Allah bu âyetteki
"hasene" sözü ile yeşilliği, bolluğu, meyveleri, sürüleri, bol rızkı,
afiyet ve esenlik içinde bulunmayı kastetmiştir." Onların, "Bu, bizim
hakkımızdır" dediler" sözü, "Biz, adetimiz olduğu üzre, bol
nimete ve bol rızka layık ve müstehakız" anlamındadır. Onlar, bunun Allah
katından olduğunu bilip de, O'na şükredip o nimetin hakkını layık-ı veçhile eda
edemediler.
Cenâb-ı Hak,
"Eğer kendilerine bir de fenalık gelirse..." buyurmuştur. Cenâb-ı Mak
bu ifade ile de kıtlığı, darlığı, hastalığı, sıkıntı ve belaları murad
etmiştir. O'nun, "Musa ile onun beraberindekilere uğursuzluk
yüklerlerdi" buyruğuna gelince, bu, "Onlar, Musa'ya uğursuzluk
yükleyerek, "Bu kötülük bize, Musa ve onun kavminin uğursuzluğu sebebiyle
isabet etti" derler" manasındadır. Bütün müfessirlere göre tetayyur
"uğursuz saymak" anlamındadır. Yettayyarü kelimesi, aslında
yetetayyaru şeklindedir. Tâ harfi ti harfine idğam edilmiştir; zira bu iki harf
aynı yerden, yani dilin ucundan ve (üst) ön dişlerin dibinden çıkarlar.
"Dikkat edin,
onların uğursuzluğu ancak Allah tarahndandır" buyruğunda geçen tâir lafzı
hakkında da iki görüş bulunmaktadır[32]
Birinci görüş:
İbn Abbas şöyle demiştir: Aliah Teâlâ: "Onların uğursuzlukları Allah
katındandır. Yani, Allah tarafındandır. Bu şer onlara, Allah'ın kazası ve hükmü
ile gelmiştir" manasını kastetmiştir. Dolayısıyla buradaki
"tâir", uğursuzluk manasındadır. Bunun bir benzeri de, "Dediler
ki "Senin yüzünden ve maiyyetinde bulunan kimseler sebebiyle, uğursuzluğa
uğradık." (Salih dedi:) "Sizin uğursuzluğunuz Allah katmdadır"
dedi..." (Neml. 47) âyetidir.
Ferrâ şöyle
demektedir: "Yahudiler, Hz. Peygamber'in Medine'ye gelmesine de bir
uğursuzluk yükleyerek, "Sen bize geldiğinden beri, hayat pahalılığı arttı
ve yağmurumuz azaldı" demişlerdi."
Ezherî de şöyle der:
"Uğursuzluğu ifade etmek için "tâir", "tayr" ve
"tıyara" kelimeleri kullanılır. Çünkü Arapların, talih tesbiti için
bir âdeti de[33] şuydu: Onlar kuş uçurur
ve onu takip ederlerdi, böylece, onun soldan gelmesine ve kargaların sesine;
yine bu kuşun, onu uçurduklarında sol taraftan başlamasından uğursuzluk
sezerlerdi.. Böylece onlar, o kuşlarla teşe'ümde bulundukları için, uğursuzluğu
tâir, tayr ve tiyara diye isimlendirmişlerdir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Resulünün "Uğursuzluk (diye birşey) yoktur. Hâme yoktur. (Yani,
öldürülenin ruhunun baykuş haline gelip "intikamımı alın" demesi diye
birşey yoktur)"
[34]
şeklindeki ifadesi üzere, onların uğursuzluk sezmeleri âdetinin bâtıl olduğunu
bildirmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s), "tefe'ülde" (uğurlu saymak)
bulunur, fakat (herhangi bir) şeyden uğursuzluk sezmezdi... (Tefe'ülün aslı)
(her ne olursa olsun), güzele yormaktır. Halbuki Araplar, tefe'ül ile teşe'ümü
aynı sayarlardı. Böylece Hz. Peygamber (s.a.s) tefe'ülde bulunmayı kabul etmiş,
teşe'ümde bulunmayı ise iptal etmiştir. Muhammed er-Razî (r.h) şöyle
demektedir: "Bu iki konuyu birbirinden iyice ayırmak gerekir. Doğruya en
yakın olanı, şöyle denilmesidir: İnsanî ruhlar, behîmî ve hayvani, tıyari
(kuşsal) ruhlardan daha temiz ve daha güçlüdür. Binaenaleyh, insanın lisanıyla
söylemiş olduğu sözler ile istidlalde bulunmak mümkündür. Halbuki kuşların
uçuşları ve hayvanların hareketleri böyle değildir. Çünkü bunların ruhları
zayıftır. Dolayısıyla bunlarla herhangi bir şeye istidlalde bulunmak mümkün
değildir.
İkinci görüş:
Ebu Ubeyde şöyte demektedir: Ayetteki "Dikkat edin, onların uğursuzluğu
ancak Allah tarafmdandir" buyruğu, "onların payları ve nasibleri,
hisseleri..." anlamındadır. Bu, İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edilen husus
ofup, o şöyle demiştir: "Onların uğursuzlukları, ancak Allah'ın onlar
hakkındaki hükmü ve takdiridir." Nitekim Araplar, "Malı, kavim arasında
dağıtıp taksim ettim de, onlardan her birine payı ve hissesi uçtu..."
derler. Yani, "Onların herbirinin hissesi tahakkuk edip yerini
buldu.." demektir.
Bil ki, bu iki görüşe
göre de mana, "Onlara isabet eden her hayır ve şer, Allah'ın kazası ve takdiri
iledir. Ancak ne var ki onların pekçoğu, bütün bunların Allah'tan olduğunu
bilemezler" şeklinde olur. Bu böyledir, zira insanların pekçoğu,
hadiseleri maddî sebeplere nisbet ederler ve o hadiselerin, Allah'ın kaza ve
takdiri ite münasebeti bulunmadığını söylerler. Halbuki gerçek olan, bütün
bunların Allah'tan olmasıdır. Zira, her mevcut, ya zatı gereği vacibu
'l-vücud'dur veya zatı gereği mümkinü'l-vücuddur. Halbuki zatt gereği
vacibu'l-vücud olan tektir. O'nun dışında kalanlar ise, zatı gereği mümkin varlıklardır.
Zatı gereği mümkin olan varlıklar, ancak zatı gereği vacib olanın yaratıp icad
etmesiyle var olurlar. İşte bu yolla, her şey Allah'tan olmuş olur.
Binaenaleyh, hâdiseleri Allah'tan başkasına nisbet etmek, Allah'ın kemalini
bilmemek olur.
[35]
"Dediler ki:
"Bizi büyülemek için her ne mucize getirirsen getir, sana iman edecek
değiliz." Bunun üzerine biz de, ayrı ayrı alâmetler olmak üzere, başlarına
tufan, çekirge, haşerat, kurbağalar ve kan gönderdik. (Böyle iken), yine
kibirlerine yediremediler. Onlar öyle günahkârlar güruhu idiler" (A'râf,
132-133).
Bil ki Cenâb-ı Hak,
önceki ayette onların cehaletleri sebebiyle, âlemde meydana gelen hadiseleri
Allah'ın kaza ve kaderine izafe etmediklerini anlatmıştı. Bu âyette de, onların
bir başka tür cehalet ve sapıklıklarını nakletmektedir ki, bu da, onların
mu'cizeler ile sihri birbirinden ayırdedemeyişleri ve mesela âsâ'nın ejderhaya
dönüşmesi gibi bütün mu'cizeleri, kendileri tarafından yapılan sihir kabilinden
kabul ederek, Musa'ya, "Biz bunlardan hiçbirini kesinlikle kabul
etmeyiz..." demeleridir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[36]
Bu ifadede geçen mehmâ
kelimesinin aslının ne olduğu hususunda iki izah yapılmıştır:
1) Bunun
aslı "mâmâ"dır. Birinci mâ, ceza ifade eden mâ; ikincisi de, ceza
manasını te'kid için getirilen mâ'dır. Bu, tıpkı mâ'nın, ceza ifade eden diğer
harflere bitiştirilmesi gibidir... Yani mesela Arapların, immâ,mimmâ ve keyfemâ
demeleri gibidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer onları yakalayıp ele
geçirirsen.."(Enfal,57) buyurmuştur. Bu, senin tıpkı, demen gibidir. Daha
sonra Araplar, birinci mâ'nın elifini, aynı lafzın tekrarını hoş görmedikleri
için U harfine çevirdiler de, böylece ifade mehmâ şekline dönüştü. Bu, Halil
ile Basralılann görüşüdür.
2) Kisâî'nin
görüşü olup, buna göre, bu ifadenin aslı, yasaklamak anlamına gelen ü 'dir. Bu
ifade de ceza (şart) ifade eden ma ifadesinin başına gelmiş, böylece de
olmuştur. Böylece sanki onlar, "Bize getireceğin her mu'cizeden vazgeç,
çünkü o mu'cize şöyledir, şöyledir..." demişlerdir.
[37]
İbn Abbas şöyle
demektedir: İsrailoğullan, Hz. Musa'ya, "Senin bize, Rabbin tarafından
getirdiğini söylediğin her mu'cize, sihir türündendir. Biz onlara kesinlikle
iman etmeyiz..." dedikleri zaman, Hz. Musa da, sert bir kimse olduğu için,
işte o esnada onlar aleyhine beddua etti.
Bunun üzerine Allah da
O'nun duasını kabul ederek, böylece onların üzerine gece ve gündüzler boyunca
devam eden, bir cumartesinden diğer cumartesine kadar devam eden tufanı
salıverdi. Öyle ki, onlardan hiç kimse, ne bir güneş, ne bir ay göremez oldu.
Ve onlar, evlerinden dışarı da çıkamadılar. Tam boğulacakları zaman, Firavun'a
sığındılar ve ondan, kendilerine yardım etmesini istediler. Bunun üzerine
Firavun, Musa (a.s)'ya haber yollayarak, "Bizi bu belâdan kurtar. Mısır
tek bir deniz haline geldi. Eğer sen bizi bu belâdan kurtarırsan, biz sana iman
ederiz!" dedi. Bunun üzerine Allah Teâtâ da, onlardan yağmuru kesti ve
onlara rüzgarları gönderdi. Derken, Mısır toprakları kurudu. Bunu müteakiben
de, onların bir benzerini asla görmedikleri bitkiler bitti. Bunun üzerine
onlar, "Bizim feryad-ü figanda bulunmamıza sebep olan şey, bizim için
meğer daha hayırlıymış. Hayır, Allah'a yemin olsun ki, biz sana iman
etmeyeceğiz ve İsrailoğullannı da seninle beraber salıvermeyeceğiz"
dediler. Böylece de, ahidterini bozmuş oldular. Derken, Allah Teâlâ onların
üzerine, çekirgelerini salıverdi. Bu çekirgeler, o büyümüş bitkileri
yeyiverdiler. Böylece bu durum da onlara çok zor ve ağır geldi. Öyle ki, o
çekirgeler uçtuğu zaman, bulut gibi güneşin önünü kapıyor, yeryüzünde, üst üste
konulduklarında da bir "zira" kalınlığında oluyorlardı. Derken bu
çekirgeler, bütün bitkileri yediler. Bunun üzerine Mısır ahalisi, yeniden
yalvarıp yakarmaya başladı. Böylece Hz. Musa, dua etti de Allah Teâlâ da bir
rüzgar göndererek, o çekirgeleri sürükletti. Derken onları denize döktü.. Bunun
üzerine Mısır halkı, o çekirgelerden arta kalan ot ve ekinlerin kendilerine
yeteceğini görünce, "Geriye kalan bu şeyler bize yeter. Sana iman
etmiyoruz.." dediler.
Bunun üzerine Cenâb-ı
Hak, onlara, bir cumartesiden diğer cumartesine kadar, haşerat olan canlıları
salıverdi. Derken haşerat, onların topraklarında ne var ne yoksa herşeyi yeyip,
yeşil namına bir şey bırakmadılar. Bunun üzerine onlar yine, çığlıklar atarak
feryad ettiler. Musa da Rabbinden, buna son vermesini diledi. Bunun üzerine
Cenâb-ı Hak, o yere çok yakıcı bir rüzgar yolladı. Rüzgar o haşeratı yaktı ve
onları sürükleyerek denize döktü. Ama, yine iman etmediler. Bunun üzerine
Allah, onların başına kurbağaları salıverdi. Bunlar denizden, karanlık geceler
misali çıkıyorlardı ve elbiselerle yiyeceklerin içine giriyorlardı.
İsrailoğullarından birisi düşüyor, hemen yanıbaşında da bir "zira"
kalınlığında kurbağa sürüsü görüyordu. Derken onlar, yine Hz. Musa'nın
yardımına sığındılar ve O'nun Rabbine iman ederek, "Şayet sen, bizden bu
azabı kaldırırsan, sana mutlaka iman ederiz" dediler. Hz. Musa da bunun
üzerine, Allah'a duada bulundu. Derken, Atlahu Teâlâ kurbağaları öldürdü ve o
kurbağalar üzerine yağmuru saldı.. Yağmur da onları denize sürükledi.
Daha sonra onlar,
küfür ve fesatlarını yine izhar ettiler de, bu sefer de Allah Teâlâ onların
üzerine kan salıverdi. Böylece onların çayları ve ırmakları kan aktı da, tatlı
su bulamaz oldular. Halbuki İsrailoğullan tatlı ve güzel su bulabiliyorlardı.
Derken takatleri iyice kesilince, yine yalvartp yakarmaya başladılar. Firavun
ve kavminin ileri gelenleri, binitlerine binerek, İsrailoğullarının nehir ve
ırmaklarına doğru yöneldiler. Onlardan birisi nehre elini sokup da elini
daldırdığında, eli kana boyanıyordu. Onlar orada yedi gün beklediler ve sadece
kan içtiler. Bunun üzerine Firavun, "... Eğer bu azabı bizden ayırıp
sıyırırsan, andolsun, sana kesinlikle iman edeceğiz. Andolsun, İsraiİoğuIlarını
da seninle beraber göndereceğiz..." (A'râf, 134) dedi.
İşte bu görüş,
müfessirlerin ekserisine göre tercih edilen görüştür. Bu hadiselerin pek çoğu
hakkında, çeşitli ihtilaflar bulunmaktadır. Bu cümleden olarak, mesela tufana
gelince, Zeccâc şöyle der: "Tufan o kavmin tamamını kuşatan şey olup her
şeyin çoğuna ve fazlasına denilir. Mesela, birçok şehri kuşatan, istila eden
seller gibi... işte buna tufan denilir. Çok yaygın öldürmeler, Katliamlar da
bir tufandır. Salgın ölümler de bir tufandır."
Ahfeş ise şöyle
demektedir: "Bu kelime tavf masdarından gelen fu'lân vezninde öir
kelimedir. Çünkü bu, bir şeyi kuşatıp, onu içine alır. Bu kelimenin, kaideye
göre müfredi, tufâne kelimesidir."
Müberred, tufan kelimesinin,
tıpkı "rüçhân" ve "noksan" kelimeleri gibi bir masdar
olduğunu, onun müfredini aramaya gerek olmadığını söylemiştir.
Sen bunu iyice
anladığına göre, biz diyoruz ki: Ekseri alimler, İbn Abbas (r.a)'dan rivayet
ettiğimiz şekilde, bu "tufan"ın, çok şiddetli bir yağmur olduğunu
söylemişlerdir. Yine Atâ, İbn Abbas (r.a)'ın, "Tufan, ölümdür"
dediğini rivayet etmiştir. Vahidî (r.h) se, senediyle, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, "Tufan, ölümdür" dediğini rivayet etmiştir. 3u söz, bir
müşkilük arzetmektedir. Çünkü eğer onlar öldürülmüş olsalardı, üzerlerine başka
bela ve azap çeşitlerini göndermenin hiçbir anlamı olmazdı. Aksine eğer bu
-aber doğru ise, buradaki "ölüm" kelimesini "şiddetli yağmur,
büyük seller" gibi, "ölüme sebep olacak hadiselerin meydana gelmesi"
manasına hamletmek gerekir.
Ayetteki cerâd
(çekirgeler) kelimesine gelince, bunun manası malumdur. Bunun müfredi, cerâde
şeklindedir. Nitekim, yaprağı çekirgelerce yenilmiş bitkiye denilir. Lihyânî
şöyle demiştir: "Bitkisini çekirgelerin yeyip bitirdiği toprağa, denilir.
Yine çekirgeler ekinleri yediği zaman "Ekinin (çekirgeler tarafından) kökü
kazındı" denilir. Bütün bu kelimelerin aslı, cerd masdarıdır. Bu, senin
bir şeyi, bir başka şeyden yontup ufalayarak koparıp alman" manasına gelir.
Nitekim tüyleri dökülmüş olan elbiseye de cerd denilir. Aynı şekilde, üzerinde
hiç bitki olmayan toprağa da, denilir."
Alimler, âyetteki
kummel (haşerat) kelimesinin tefsiri hususunda ihtilaf etmişlerdir. Denilmiştir
ki: "Bu, kanatsız küçük yaratıklar olup, çekirgelerin yavrucuklarıdır."
Sa'îd b. Cübeyr'den rivayet edildiğine göre, o kavmin yerlerinin yanlarında
pembe kum tepesi bulunuyordu. Hz. Musa (a,s), asasıyla o tepeye vurunca, o
tepe(deki kum taneleri) birer haşerat haline dönüşüyor ve onlar yüzlerini,
saçlarını, göz kapaklarını, kaşlarını buruyor, sanki çiçek hastalığına
tutulmuşlar gibi derilerini kaplıyordu. Bunun üzerine onlar, feryad-ü figan
edip Hz. Musa (a.s)'ya başvurdular. O da onları bu musibetten kurtardı. Ama
onlar bu sefer de dediler ki: "Şu anda biz kesin olarak anladık ki, sen
çok bilgili bir sihirbazsın. Bundan ötürü Firavun'un izzeti ve şerefine yemin
ederiz ki, sana kesinlikle iman etmeyeceğiz." Hasan el-Basrî bu kelimeyi,
kâfin fethası ve mîm'in sükûnu ile kaml şeklinde okuyarak, malum olan "bit"i
kastetmiştir.
Ayette geçen
"kan", bizim naklettiğimiz manadadır. Keşşaf sahibi şunu
nakletmiştir: "Allah Teâlâ onlara, burun kanamasını musallat
etmiştir." Rivayet olunduğuna göre Musa (a.s), onlara bu gibi mu'cizeleri
göstermek için sihirbazları mağlub ettikten sonra, onların arasında yirmi sene
kadar kalmıştır.
[38]
Cenâb-ı Hakk'ın o^au
çM "Ayn ayrı alametler..." tabiri ile ilgili birkaç izah yapılmıştır.
1)
'Mufassalât" , "hiçbir kimsenin, benzerini getirmeye kadir olamıyacağı
hiçbir akıllının şüphe etmeyeceği açık ve seçik mu'cizeler" demektir.
2)
Mufassalât şu demektir: Allah o mu'cize nev'inden olan alâmetleri belirti
aralıklarla gönderdi. Böylece, her seferinde onları sınayıp, delili ve hücceti
kabul mü ediyorlar? diye ortaya çıkarmıştır. Müfessirler şöyle demişlerdir:
"Bu bela ve azaplardan herbiri, onların üzerindedir cumartesiden diğer
cumartesine kadar devam ediyordu. Bir azab ile diğer bir azab (bela) arasında
geçen zaman ise, bir ay idi. İşte Hak Teâlâ'nın, "Ayn ayn alâmetler"
buyruğunun manası budur" Zeccâc âyetteki "ayât" kelimesinin,
"hal" olarak mansub olduğunu söylemiştir.
Allah Teâlâ
"Böyle iken onlar, Allah'a ibadeti kibirlerine yediremediler. Onlar
(günahlarında ve suçlarında ısrar eden) Öyle günahkârlar güruhu idiler"
buyurmuştur.
Şu da rivayet
edilmiştir; "Bahsedilen bu çeşitli azap ve belalar, geldikleri zaman,
sadece Firavun'un kavmine geliyorlardı. İsrailoğulları, bu azablar hususunda,
bir emniyet içinde olup, bu azaplar onlara uğratmıyordu." Hiç şüphesiz bu
şeylerden herbiri, başlı baştna bir mu'cize olup, bunların İsraiioğullarına
değil, kıptîlere has kılınmış olması da diğer bir mu'cizedir.
[39]
Şayet birisi,
"Allah Teâlâ, o kavimlerin, o mu'cizelerle iman etmeyeceklerini bildiğine
göre, o mu'cizelerin peş peşe ve değişik birçok şekilde gelmesinin hikmeti
nedir? Bir de Hz. Muhammed (s.a.s)'in kavmi de, çeşitli mu'ctzeler istemişler,
ama onların bu isteklerine cevap verilmemiştir. O halde aradaki fark
nedir?" derse, şöyie cevap veriir: Biz (ehl-i sünnet) alimlerine göre
bunun cevabı şudur: Allah dilediğini yapar ve istediği gibi hükmeder.
Mu'tezile'ye göre ise, bu Allah'ın aslah (daha uygun) olana riâyetinden dolayı
böyle olmuştur. Belki de Cenâb-ı Hak, Hz. Musa (a.s)'ntn kavminden bazı
kimselerin, o çok sayıdaki mu'cize gösterildiğinde iman edeceklerini; Hz.
Muhammed'in kavminden ise, açık mu'cizeler gelse bile hiç kimsenin iman
etmeyeceğini; aksine bu mu'cizelerin, onların küfür ve inadlartnı artıracağını
biliyordu. İşte aradaki fark budur. Allah en iyi bilendir.
[40]
"Üzerlerine o
azab çökünce, "Ya Musa, sana olan ahdi hürmetine, bizim için Rabbine dua
et. Eğer bu azabı bizden kaldmrsan. andolsun ki mutlaka sana iman edip elbette
Israiloğullanna seninle beraber izin verip göndereceğiz" dediler. Ne zaman
ki biz, kendilerinin erişecekleri bir vakte kadar onlardan azabı giderdik, bir
de ne bakarsın! Onlar yeminlerini bozuvermişler...'' (A'raf, 134-135).
Bil ki
"ricz" kelimesinin manasını, Bakara süresindeki (Bakara, 59) âyetinin
tefsirinde anlatmıştık. Bu, "azab" manasında kullanılan bir isimdir.
Sonra alimler, bu "ricz" (azab, pislik) kelimesi ile ne murad
edildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bunun, onların başına gelen o
beş çeşit azab oiduğunu söylemişlerdir. Sa'îd b. Cübeyr ise,
"rtcz"in, "ta'ûn" manasında olduğunu, tâ'un'un da onların
başına gelen bir azap olup, bu hastalık sebebiyle bir tek günde yetmişbin
insanın öldüğünü, defnedilemeden bırakıldıklarını söylemiştir. Bil ki birinci
görüş daha kuvvetlidir. Çünkü âyette "ricz" kelimesi elif-lam almış
müfred bir kelimedir. Binaenaleyh bunun, daha önce zikredilmiş, bilinen bir
azab manasına hamledilmesi gerekir. Burada daha önce bahsedilmiş malum azab
ise, zikredilmiş olan o beş çeşit beladır. Bunların dışındaki mana ise,
şüphelidir. Bundan dolayı bu lafzı, bilinen manaya hamletmek, şüpheli bir
manaya hamletmekten daha evladır.
Bunu iyice anladığına
göre şimdi deriz ki: "Allah Teâlâ, onların içinde bulundukları o çirkin
tezadlan beyan etmiştir. Çünkü onlar, bazan Hz. Musa'yı tekzib ediyor,
musibetlere uğradıklarında ise, bir ümmetin kendi peygamberine koşup başvurması
gibi, hemen O'na başvurup, ondan Rabbisine, o azabı kaldırması için dua
etmesini istiyorlardı. Bu da onların, Hz. Musa (a.s)'nın, duası kabul edilen
bir peygamber olduğuna inandıklarını gösterir. Sonra o bela ve azaplar ortadan
kalkıp zail olunca, onlar yine O'nu yalanlamaya ve tenkid etmeye başlayıp,
O'nun gayesine ancak sihri ile ulaştığını söylüyorlardı. İşte bu görüşlerinde
onların bir tenakuza düştüğü ortaya çıkmış olur.
Cenâb-ı Allah'ın
onlardan naklen buyurduğu, "Sâna olan ahdi hürmetine, bizim için Rabbine
dua et" ifadesine gelince, bu hususta Keşşaf sahibi şöyle demektedir:
"Bu ifadededeki mâ, mâ-i masdariyyedir ve buna göre mana, "O'nun
senin katında olan (sana olan) ahdi sebebiyle..." şeklinde olur. Bu
"ahd", Hz. Musa (a.s)'ya verilmiş olan nübüvvet
(peygamberlik'tir)."
Buradaki bâ harf-i
cerri ile ilgili olarak da şu iki izah yapılmıştır:
a) Bu harf-i
cer, (dua et) fiiline mütealliktir. Buna göre mana, "O'nun senin katındaki
ahdi sebebi ile, O'na yönelerek, bizim İçin dua et" şeklinde olur.
b) Bu bâ,
kasem (yemin) manasına olan bâ'dır. Bu yeminin cevabı ise, âyetteki,
"Andolsun ki mutlaka sana iman edeceğiz" ifadesidir. Yani,
"Allah'ın senin katında otan ahdine yemin ediyoruz ki, eğer bu azabı
bizden kaldırırsan, mutlaka sana iman edeceğiz" demektir.
Ayetteki 'Ve andolsun
îsrailoğullanni da seninle beraber mutlaka salacağız" ifadesine gelince;
Firavun ve etbâı, İsrailoğullarına çok şiddetli ve kötü muamele ediyorlardı.
Bundan dolayı onlar, Hz. Musa ile, bu azabı kendilerinden gidermesi için dua
etmesi şartı ile, hem O'na iman edeceklerine, hem de İsrailoğullarını O'nunla
beraber, istediği yere götürmesi için salıvereceklerine söz vermişlerdi.
Cenabı- Hakk, "Ne
zaman ki biz, kendilerinin erişecekleri bir vakte kadar onlardan azabı
giderdik.." buyurmuştur. Bu, "Biz onlardan kayıtsız şartsız olarak
azabı kaldırmadık. Yine bütün hadiselerdeki riczi (azabı) onlardan bertaraf
etmedik. Ama onu, belli bir zamana kadar (geçici olarak) kaldırdık. O zaman
dolunca, artık onlardan azabı kaldırmayacağız. Aksine biz onları, o azabla
helak ettik" demektir.
Cenâb-ı Hakk'in
"Bir de ne bakarsın, onlar yeminlerini bozuyorlar bile.." ifadesi,
(ne zaman ki...) ifadesinin cevabıdır, yani "Biz, onlardan bu azabı
kaldırır kaldırmaz, hemen, vakit geçirmeden yeminlerini bozdular"
demektir. Bu, "Biz onlardan azabı kaldırır kaldırmaz ahidlerini bozdular"
demektir.
[41]
"Artık biz de,
bunca âyetlerimizi yalanladıkları, onları umursamadıkları için kendilerinden
intikam aldık ve hepsini denizde boğduk" (A'râf, 136).
Bil ki bu âyet,
"Allah Teâlâ, onlardan bundan önce defalarca azab ve belaları saldırdığı
halde, onlar küfür ve cehaletlerinden vazgeçmeyerek, o belli zamana ulaşınca,
onlardan, hepsini denizde boğarak intikam almıştır" demektir. Arapça'da
"intikam, bir azab ile, nimeti çekip almak" manasındadır. Yemm
kelimesi, "deniz" demektir. Keşşaf sahibi şöyle der:
"Yemm", dibine ulaşılamayan deniz demektir. 3u kelimenin, denizin en
derin ve suyunun en çok olduğu kısmı manasında olduğu ca söylenmiştir. Bu
kelime, "teyemmüm" (yönelmek, kastetmek) masdarından türetilmiştir.
Çünkü su arayanlar, ona yönelirler.
Cenâb-ı Allah,
"Bunca âyetlerimizi yalanladıkları..." ifadesi ile, bu intikamın o
yalanlama sebebi ile olduğunu beyan etmiştir. Alimler, âyetteki "ve onlan
umursamadıkları için..." ifadesi hakkında ve buradaki "onları
"zamirinin neye ait olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilaf
cümlesinden olarak, bunun "intikam aldık" fiilinin delalet ettiği,
"nikme"(intikam)'ye ait olduğunu söylemişlerdir. Buna göre mana,
"Onlar, o intikam alma işi olmadan önce, ondan habersiz idiler"
şeklindedir. Bu zamirin, "âyetlerimiz" kelimesine râcî olduğu da
söylenmiştir ki, bu Zeccâc'ın tercihi olan görüştür. Zeccâc, bu hususta:
"Çünkü onlar, kendilerine inen âyetleri nazar-ı dikkate almıyorlardı"
demiştir.
Şayet, "Gaflet,
insanın kendi fiili değildir ve isteği ile meydana gelmez. O halde, insanın
gafletinden ötürü, ona niçin ilahî tehdid gelmiştir?" denilirse, biz deriz
ki: "Ayette geçen "gaflet" kelimesi ile, "âyetlerden yüz
çevirme ve onfarı umursamamaları" manası kastedilmiştir. Onlar, âyetlerden
yüz çevirirler ve sanki onlardan gafilmiş (habersizmiş) gibi olurlar."
Eğer, "Onlar bu
yalanlama ve umursamamalarının yanısıra, pekçok günahlar da işlememişler miydi?
Öyleyse âyetteki intikam, niçin sadece bu iki şeyden dolayı olmuştur?"
denirse, biz deriz ki: "Ayette, Allah Teâlâ'nın onlardan, diğer
günahlarını hesaba katmamak suretiyle, sadece bu iki şeyden yani yalanlama ve
umursamamadan dolayı intikam aldığını gösteren bir husus yoktur. Aksine bu
âyet, âyetleri ve mu'cizeleri düşünüp onlardan ibret almanın gerekli olduğuna
delalet eder. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, burada, Firavun kavmini, o
âyetlerden gaflet edip, onları umursamamış olmaları sebebiyle onları kınamıştır
ki, bu da, taklidin yani tefekkür etmeden birşeye inanmanın, kötü bir yol
olduğuna delalet eder."
[42]
"Hakaretlere
maruz bırakılmış, küçümsenmiş olan o kavmi de, feyz ve bereket verdiğimiz yer/n
doğularına ve batılarına varis kıldık. Bu suretle Rabbinin İsrailoğuUarına olan
o pek güzel vaadi, sabretmeleri sebebiyle, tam olarak yerine geldi. Firavun'un
ve kavminin yapmakta oldukları şeylerle, yükseltmekte devam ettikleri
binalarını ise, hep harab ettik" (A'râf, 137).
Bil ki Musa (a.s),
İsraitoğutlanna, ''Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak eder ve sizi bu yerde
hükümran eder" (A’raf, 129) demişti. Bundan dolayı, Allah Teâlâ bu âyette,
Firavun'un kavmini, bir ceza olarak, denizde boğmak suretiyle imha ettiğini
açıklayınca, mü'mintere verdiği hayırları da beyan etmiştir ki, bu da Cenâb-t
Hakk'ın, Hz. Musa'nın mü'min olan kavmini, Firavun'un ve kavminin yurtlarına
varis kılmasıdır. İşte bundan dolayı O: "Hakaretlere maruz bırakılmış olan
o kavmi de... o yerin doğularına ve batılarına varis kıldık" demiştir.
Ayette bahsedilen mustaz'attıktan (güçsüz bırakılmak, küçümsenmekten) maksadı,
Firavun'un, İsrailoğullarının erkek çocuklarını öldürüp, kız çocuklarını sağ
bırakması ve onlardan hem cizye alıp, hem de zor işlerde çalıştırmasıdır.
Alimler, "yerin doğularına ve batılarına" tabirinin ne manaya geldiği
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı alimler bunun, "Şam ve Mısır
topraklarının doğuları ve batıları..." manasında olduğunu, çünkü
Firavun'un mülk-ü tasarrufu altında olan yerlerin buralar olduğunu
söylemişlerdir. Hem Cenâb-ı Hak da, "feyz ve bereket verdiğimiz yer"
buyurmuştur ki, bunun ile "bolluk ve bereket verdiğimiz" manası
kastedilmiştir. Bu da, ancak Şam topraklarına uygun düşer.
Bu husustaki ikinci
görüşe göre bu tabirden maksad, bütün yeryüzüdür. Çünkü, Davud ve Süleyman
(a.s) da İsrailoğullanndan olup, bütün dünyaya hâkim olmuşlardır. Bu da,
âyetteki "yer" kelimesi ile bütün yeryüzünün kastedildiğine delalet
eder.
[43]
"Bu suretle
Rabbinin İsrailoğuUarına olan o pek z^zel vaadi, tam olarak yerine geldi"
buyruğundaki "Rabbinin vaadi (kelimesi)" "Biz ise, istiyoruz ki
o yerde horlananlara lütfedelim, onları, kendilerine uyulan önderler,
Firavun'un mülküne varis kılalım. Onlara o yerde kudret verelim ve Fravun'a
Hâmân a ve ordularına da korktukları neticeyi başlarına getirip gösterelim
" (Kasas, 5-6) âyetlerinde bahsedilen şeylerin kastedildiği söylenmiştir.
Ayetteki "hüsnâ" kelimesi, "ahsen" (daha güzel) lafzının
müennesi olup, âyetteki "kelime" lafzının s'atıdır. Bu âyetin manası
ise, "Bu vaad, onlar için gerçekleşti ve devam etti" şeklindedir. Bu,
Arapların birisinin işi tamam olduğunda söyledikleri tabirlerine benzer.
"O pek güzel vaadin, tam olarak yerine gelmest"nin manasının,
"Allah Teâlâ'nın
daha önce yapmış olduğu İsrailoğullarının düşmanlarını imha edip, onları
düşmanlarının yurtlarına varis kılacağı hususundaki vaadini yerine
getirmesi" olduğu söylenmiştir. Bu "yerine getirme" işi,
"sözün tamamlanması" manasına alınmıştır. Çünkü bir şeyi vaadetmek,
adeta birşeyl muallakta bırakmak gibi olur. Ama vaadedilen şey, bizzat yerine
getirilip gerçekleşince, ancak o zaman tamamlanmış olur.
Allah Teâlâ,
"Sabretmeleri sebebiyle.." buyurmuştur. Bu, Vaadin tamamlanması ve
gerçekleşmesi, ancak onların sabrı sayesinde olmuştur" manasına gelir. Bu,
seni sabra teşvik etme ve belalara feryad-ü figan ile mukabele eden kimseleri,
Cenâb-ı Hakk'tn o belayla başbaşa bırakacağına; ama belalara sabırlı ve ilahî
yardımı bekleyerek göğüs geren kimseler için, Cenab-ı Hakk'ın onları o
sıkıntılardan kurtaracağına söz vermesine delalet etmesi bakımından, yeter.
Bir rivayete göre
Âsim, âyeti şeklinde okumuştur. Bunun bir benzeri de (Necm, 18) âyetidir.
Ayetteki demmernâ
"Harab ettik" ifadesi ile ilgili olarak Leys şöyle demiştir:
"Demâr", tam manasıyla helaktir. Nitekim "Onlar, helak olup yok oldular"
manasında denilir.
[44]
Cenâb-ı Hak,
"Firavun'un ve kavminin yapmakta oldukları şeylerle, yükseltmekte devam
ettikleri (binalarım) ise hep harab ettik" buyurmuştur. İbn Abbas (r.a)
"Allah, sözünden, yapanları kastetmiştir" demiştir. Zeccâc şöyle der:
"Birisi bina yaptığında, denilir. Ayetteki "Yükseltmekte devam
ettikleri" ifadesi ile, (çardaklı) bahçelerin kastedildiği de
söylenmiştir. Nitekim, "Çardaklı bahçeler.. "(En'âm. 141) âyeti de bu
manadadır. Bu ifadeye, "Hâmân'ın ve Firavun'un sarayları gibi, gökyüzüne
uzanan sapasağlam binaları.,." manası da verilmiştir/'
Ayetteki kelimesi,
râ'nın hem zammesi ile hem de kesresiyle okunmuştur. Yezidî, kesreli okunuşun
daha fasih olduğunu söylemiştir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Bazı
kimselerin, bu fiili "ağaç dikmek" manasına olarak şeklinde
okudukları rivayeti bana gelmiştir. Ama ben bunun, böyle okuyan kimsece
yapılmış bir hata olduğunu sanıyorum." Bu Allah Teâlâ'nın, Firavun ve kavmi
ile ilgili kıssaları ve onların Allah'ın âyetlerini yalanlamaları hususunda
anlattıklarının sonudur.
[45]
"Israiloğullannı
denizden geçirdik. Derken, onlar putlarına tapmakta olan bir kavme rastladılar.
Dediler ki: "Ey Musa, onların nasıl tanrıları varsa, sen de bize öyle bir
tanrı yap." (Hz. Musa da): "Siz gerçekten cahil bir milletsiniz.
Şüphe yok ki, bunların tuttukları yol helake mahkumdur. Yapmakta oldukları şey
de boşunadır" dedi" (A'râf. 138-139).
Bil ki Allah Teâlâ,
düşmanlarını helak edip, kendilerini düşmanlarının yurtlarına varis kılmak
suretiyle İsrailoğullarına nasib ettiği çeşitli nimetlerini beyan edince, bunun
peşisıra, en büyük nimet olarak, onları sapasağlam denizden geçirmesini
mevzubahs etmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, başka surelerde Hz. Musa (a.s)'nın denize
asasını vurup, denizi yarması ve onu kupkuru hale getirmesi şeklinde olarak,
onları denizden nasıl sağ salim geçirdiğini beyan edince, şu hususu da beyan
etmiştir: İsrailoğulları, putlarına ibadet etmekte olan bir kavme rastlayınca,
herşeyi unuttular ve dinlerinden dönerek, Hz. Musa (a.s)'ya, "Bize de,
bunların putları gibi bir tanrı yap" dediler. Hiç şüphesiz İsrailoğulları.
Allah Teâlâ'nın, Firavuna karşı Hz. Musa'ya verdiği o açık ve kesin mu'cizeleri
müşahede edip, daha sonra da, Firavun'u ve ordusunu imha ettiğini, kendilerine
ise çeşitli ihsan, lütuf ve selametler verdiğini görmüşlerdi. Müteakiben onlar,
bunca merhale ve makamlardan sonra, böyle fasit ve bâtıl bir söz
söyleyebildiklerine göre, onların son derece cahil ve aksi kimseler olduğu
ortaya çıkmaktadır.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Israiloğullarını denizden geçirdik" buyruğuna gelince: Bir kimse bir
vadiyi kat edip onu arkasında bıraktığında birisi o vadiden geçirdiğinde ise,
denilir. Bu ifade, "geçirdik" manasında olmak üzere, ^'jyr şeklinde
de okunmuştur. Nitekim "Onu geçti, kat etti" manasında olmak üzere,
"Mekanı, bir yeri geçti, onu kat etti" denilir.
"Ve onlar,
putlarının önünde tapmakta olan bir kavme rastladılar" buyruğundaki
ya'küfûn kelimesine, Zeccâc, "Putlara tapmaya devam ediyorlar ve bunu hiç
bırakmıyorlar" manasını vermiştir. Nitekim, bir şeyi hiç bırakmayan ve
ondan hiç ayrılmayan herkes için, denilir. Mescidden ayrılmayan kimseye de
"mu'tekif" adının verilmesi bundandır. Katâde ise şöyle demektedir:
"Bu topluluk, Lahm kabilesinden idiler ve köyde oturuyorlardı." İbn
Cüreyc de, o putların sığır şeklinde olduklarını söylemiştir. Bu, buzağı
kıssasının ilk defa beyan edildiği yerdir.
[46]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, o İsrailoğullarının, "Ey Musa, onların nasıl putları varsa, sen de
bize öyle bir tanrı yap" dediklerini nakletmiştir. Bil ki akit olan bir
kimsenin, Hz. Musa'ya "Onların nasıl putları varsa, sen de bize öyle bir
tanrı, yaratıcı ve bir müdebbir yap!" demesi imkansızdır. Zira, Hz.
Musa'nın takdiri ve yapması ile meydana gelecek şeyin âlemin yaratıcısı ve onun
müdebbiri olması imkansızdır. Bunun böyle olduğu hususunda şüphe eden kimsenin
aklı tam olamaz. Halbuki bu hususta doğruya en yakın olan şudur: Onlar Hz. Musa'dan,
dua ve ibadetlerinde karşılarına alacakları, birtakım putlar ve heykeller
belirlemesini, tesbit etmesini istemişlerdir. İşte bu söz, Allah Teâlâ'nın,
putperestlerden nakletmiş olduğu sözün aynısıdır. Çünkü onlar: ''Biz, bunlara
sırf bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." (Zumer. 3)
demişlerdi.
Bunu iyice kavradığın
zaman, bir kimse, "Bu söz niçin küfür olsun?" diyebilir. Buna
karşılık biz deriz ki: "Bütün peygamberler, Allah'tan başkasına ibadet
etmenin bir küfür olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu başkasının ister
âlemin ilahı olduğuna inanılsın, isterse ona ibadet etmenin, onları Allah'a
yaklaştırdığına inanılsın... Zira ibadet saygı ve tazimin doruk noktası,
zirvesidir. Tazimin nihayeti ise, ancak, kendisinden sonsuz nimet ve ikramların
sâdır olduğu kimseye uygun düşer..."
İmdi şayet, "O
halde bu söz, İsrailoğullarının hepsi tarafından mı, yoksa bir kısmınca mı
söylenmiştir?" denilirse, biz deriz ki:
Hayır, bu onların bir
kısmı tarafından söylenmiş bir sözdür. Çünkü, Hz. Musa ile beraber, yetmiş tane
seçilmiş İsrailoğlu bulunuyordu ki, onların arasında böylesi bâtıl talep ve
isteklerden uzak duran kimseler de bulunuyordu.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Hz. Musa'nın onlara cevap vererek, "(Hz. Musa da), "Siz
gerçekten cahil bir milletsiniz" dediğini nakletmiştir. Bu ifadede
bahsedilen "cehalef'in izahı da, az önce bahsetmiş olduğumuz şu husustur:
İbadet, tazimin en son noktasıdır. Dolaytsiyle ibadet, ancak kendisinden en
büyük in'am ve nimetlerin sâdır olduğu kimseye uygun düşer. Bu en büyük in'am
da, maddenin, hayatın, şehvetin, kudretin, akltn ve istifade edilen her türlü
nimetin yaratılmasıyla olur. Halbuki bu tür şeylere kadir olan, ancak Allah
Teâlâ'dır. Öyleyse ibadetin de ancak O'na yapılması yakışır.
[47]
İmdi şayet onlar,
"O İsrailoğullarının o putlara ibadetten maksatları, Alah'ı ta'zim etmeye
yaklaşmak, onları vesile edinmek olduğuna göre, bu ibadetin çirkinliği
nerededir?" derlerse, biz deriz ki:
Böyle olması halinde,
onlar o putlart asla ilah edinmemişlerdir. Onlar o putları bir kıble gibi kabul
etmişlerdir ki, bu da onların, "Onların nasıl putları varsa, sen de bize
öyle bir tanrı yap" şeklindeki sözlerine zıttır.
Bil ki, "kema
lehum"sözündeki mâ'nın masdariyye mâ'sı olması, yani "onların
ilahlarının bulunuşu sabit olduğu gibi" anlamına gelmesi caiz olduğu gibi,
bunun mevsûle mâ'sı olması da mümkündür. Onların "lehûm" sözlerinde
"ma"ya râcî olacak bir zamir bulunmaktadır. ifadesi ise, o zamirden
bedeldir. Buna göre kelamın takdiri, "onların tanrısı olan o şey
gibi" şeklindedir.
[48]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Hz. Musa'nın ''Şüphe yok ki, bunların tuttukları yol, helake
mahkumdur" dediğini nakletmiştir. Leys şöyle demiştir: "Tebâr"
kelimesi, helak olmak demektir. Nitekim "O şey helak oldu-helak
oluyor-helak olmak" denilir. Tetbîrkelimesi ise imha etmek, yok etmek
anlamındadır. Cenâb-ı Hakk'ın "Hepsini tam manasıyla imha ettik"
(Furkan, 39) âyeti de bu manadadır. Yine, külçe altına da,tibrdenilmektedir. O
halde, Cenâb-ı Hakk'ın kelimesi, "helak olmuş, yok olmuş"
anlamındadır.
Cenâb-ı Hak,
"Yapmakta oldukları şey de boşunadır" buyurmuştur.
"Butlan", "bir şeyin, ya zatının yok olması, yahut da fayda ve
maksadının yok olması sebebiyle, yok olmasıdır" şeklinde tarif edilmiştir.
Onların amellerinin bâttl olmasından murad ise, "Onlara bu amellerinden,
ne bir faydanın, ne de bir zararı def etme imkanının hasıl olmamasıdır."
Bu konuda sözün esası şudur:
İbadetlerin maksadı, o
amellere devam etmenin Allah'ın zikrini gönüllerde sağlamlaştırmaya ve böylece
de ruhun, o ilahi bilginin kalpte bulunması sayesinde mesud ve mutlu olmasına
sebep olmasıdır. Dolayısiyle insan, Allah'tan başkasına ibadetle meşgul
olduğunuda, onun kalbi, o Allah'tan başkasıyla alâkalanır, böylece de bu ilgi,
kalbin, Allah'ı zikretmekten yüz çevirmesine sebep olmuş olur. Bu gerçek ortaya
çıkınca da, Allah'tan başkasına ibadetle meşgul olmanın, yok olup bâttl olduğu,
zayi olduğu ve asıl maksadın, zıddını elde etmek için bir gayret sarfetmek
olduğu ortaya çıkmış olur. Çünkü biz, ibadetlerin maksadının, marifetullah,
yani Allah'ı tanımanın kalbte kök salmasını temin etmek olduğunu, halbuki,
Allah'tan başkasına ibadetle meşgul olmanın ise, kalbteki marifetullahı silip
süpürdüğünü beyan etmiştik. Dolayısiyle bu, esas gayenin zıddı ve ulaşılmak
istenen neticenin tersi olmuş olur. Allah en iyisini bilendir.
[49]
"Dedi:
"Tanrı olarak Allah'dan başkasını mı arayacakmışım size? Halbuki O, sizi
âlemlerin üstüne çıkarmıştır"
(Araf, 140).
Bil ki Allah Teâlâ, o
İsrailoğuiları, Hz. Musa'ya, "Onların nasıl putları varsa, sen de bize
öyle bir tanrı yap" dediklerinde, Hz. Musa'nın buna karşılık cevap olarak
şunları ileri sürdüğünü nakletmiştir:
1)
Hz. Musa, onların câhil olduklarını beyân
ederek, "Siz gerçekten câhil bir milletsiniz!" demiştir.
2) O,
"Şüphe yok ki, bunların tuttukları yol helake mahkumdur" demiştir.
Yani, "Onların hüsran ve helaklerine sebeptir" demektir...
3) O,
"Yapmakta oldukları şey de, boşunadır" demiştir.. Yani, "bu zor
iş, onlara ne dünyevî ne de dinî bakımdan herhangi bir fayda temin etmez"
demektir...
4) Hz.
Musa'nın, bu ayette, onların yaptıklarını kınama ve yadırgamayı gerektirecek
bir biçimde, ifade etmiş olduğu teaccüb ve şaşkınlıktır. Bu sebeple "Tanrı olarak Allah'dan başkasını mı
arayacakmişim size? Halbuki O, sizi âlemlerin üstüne çıkarmıştır"
demiştir. Bu, "İlâh, istenilen, dokunulan ve edinilen bir şey değildir.
Aksine ilâh, yaratmak, hayat vermek ve bütün nimetleri ihsan etmek suretiyle,
nimetlere kadir ve muktedir olan zâttır" demektir ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın
"Halbuki O. sizi âlemlerin üstüne çıkarmıştır" ifadesinden kastedilen
husustur. Şu halde bu varlık, mahlûkatın, kendisine ibadet etmeleri vâcib olan
ilâhtır.. O halde, O'na ibadeti bırakıp başkasına ibadet etmek nasıl uygun
otur? Vahidî (r.h.) şöyle demektedir: "Arapça'da " "Falancaya
bir şey istedim. Onun için bir şey istedim..." denilir. Nitekim Cenâb-ı
Allah, îiiiJl föfiî "Aranıza muhakkak ki fitne sokmak isteyerek
(bozgunculuğa) koşarlardı..." (Tevbe, 47) buyurmuştur.
Bu ayette geçen ilahen
lafzının, neden mansûb olduğu hususunda da şu iki izah yapılmıştır:
a) Bu
kelime, hâl'dir. Buna göre sanki, "Ben size, mabûd olarak, Allah'dan
başkasını mı taleb edip isteyeyim?" denilmiştir. Bu izaha göre gayre
kelimesinin mansûb olması ise, mef'ûlün bih olması sebebiyledir.
b) İlahen
kelimesinin, mef'ûlün bih olarak; gayre kelimesinin ise, sonradan getirilmesi
halinde sıfat olabilecek, öne alınmış bir hal olarak mansûb olmasıdır... Buna
göre sanki sen, "Allah'dan başka bir ilah mı taleb edeyim sizin
için?..." demiş olurdun...
"Halbuki O, sizi
âlemlerin üstüne çıkarmıştır" buyruğu ile ilgili olarak da şu iki açıklama
yapılmıştır:
a) Bundan
maksad, "Allah Teâlâ onları, kendi zamanlarındaki âlemlere üstün kılmıştır"
şeklindedir.
b) Allah
Teâlâ, bu kesin mucizeleri onlara mahsus kılmıştır. Her ne kadar başkalarına
başka hasletler tahsis ederek onları yüceltmiş ise de, böylesi mucizeler başka
hiç kimse için meydana gelmemiştir. Bunun misali şudur: Bir kimse, tek bir ilim
öğrenir, başka bir kimse ise, bu ilmin dışında pekçok ilimler tahsil eder..
Binâenaleyh, bu tek ilim sahibi, bu tek ilim sebebiyle, çok ilim sahibine üstün
kılınmıştır.. Ancak ne var ki, çok ilim sahibi olan, hakiki manada, o tek ilim
sahibine üstündür.
[50]
"Hani sizi,
Firavun hanedanından kurtarmıştık. Onlar ki size, azabın kötüsünü
yüklüyorlardı. Oğullarınızı öldürüyorlar, yalnız kızlarınızı sağ
bırakıyorlardı. Bunda sizin için, Rabbinizden büyük bir imtihan bulunuyordu...
(A'râf, 141).
Bil ki bu ayet, Bakara
sûresinde tefsir edilmiştir. Bunun burada tekrar zikredilmesinin hikmeti,
"Size, bu büyük nimetleri in'am eden O'dur. O halde, O'ndan başkasına
ibadet etmekle meşgul olmanız, size nasıl yakışır?" denilmek istenmesidir.
Allah en iyi bilendir...
[51]
"Musa'ya otuz
gece vaad ettik ve ona, bir on gece daha ilave ettik. Bu suretle Rabbinin tayin
buyurduğu vakit, kırk geceye tamamlandı. Musa, kardeşi Harun'a dedi ki:
"Kavmimin içinde benim yerime geç, (onları) ıslâh
et, fesatçıların
yoluna uyma" (Araf. 142).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[52]
Ebu Amr, elifsiz
olarak ve'ednâ "vaadettik"; diğer kıraat imamları da, elif ile ve
mufâele babından olmak üzere vâednâ şeklinde okumuşlardır ki, bu kıraatin izah
şekli Bakara suresinde geçmişti..
[53]
Bil ki, rivayet
edildiğine göre, Hz. Musa Mısır'da iken, İsrailoğullarına, "Şayet Allah,
onların düşmanlarını yok ederse, onlara, yapacakları ve yapmayacakları şeyleri
İyice açıklayan ve Allah katından gelen bir kitabın geleceğini"
vaa'detmişti. Allah, Fİravurru imha edince, Hz. Musa, Rabbinden o kitabı
istedi. İşte bu ayet, Tevrat'ın nasıl indiğini beyan etme hususu ndadır..
Bil ki Allah Teâlâ,
Bakara suresinde de, (Bakara, 51} buyurmuştu, Burada geçen
"kırk"gece"nin izahı, o ayette zikredilmişti.
[54]
Şayet, "O halde,
burada önce otuzun zikredilip, sonra da bu otuzun, on sayısıyla kırka
tamamlanmasının hikmeti nedir? Hem Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu suretle Rabbinin
tayin buyurduğu vakit, kırk geceye tamamlandı" buyruğu, faydasız bir
sözdür.. Çünkü herkes, otuz artı on'un, kırk edeceğini bilir" denilirse,
biz deriz ki:
Birinci sorunun
cevabı, birkaç vecihtendir:
Birinci vecih:
Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya otuz gün oruç tutmasını emretti ki, bu Zilkade
ayıdır.. Hz. Musa, otuz günlük orucu tamamlayınca, ağzının kokmasını yadırgadı
da, bunun üzerine misvaklandı, misvak kullandı. Bunun üzerine melekler,
"Biz senin ağzından misk kokusu kokluyorduk.. Ama sen onu, misvakla
giderdin.." dediler.. Bunun üzerine de, Cenâb-ı Hak, Hz. Musa'ya
"Sen. oruçlunun ağız kokusunun, benim katımda misk kokusundan daha hoş
olduğunu bilmiyor muydun?" diye vahyetti. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, Hz.
Musa'ya o otuz güne, Zilhicce'nin on gününü de ilave etmesini emretti...
İkinci vecih:
Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya, otuz gün oruç tutmasını ve o günlerde, kendisini
Allah'a yaklaştıran ameller yapmasını emretti... Sonra da, geri kalan on günde,
Tevrat, Hz. Musa'ya indirildi. Ve Allah, yine Hz. Musa'ya, o on günde hitap
buyurdu. İşte kırk günün, otuz ve on güne taksim edilmiş olmasının manası
budur.
Üçüncü vecih:
Ebu Müslim el-İsfehanî'nin, Tâhâ suresinde Hz. Musa'nın,
kavminden önce Rabbi
ile mülakata (O'nun huzuruna varmaya) koşmuş olduğuna delâlet eden şeyi
zikretmesidir. Hz. Musa'nın böyle yaptığının delili ise, "Ey Musa, seni
kavminden ayırıp böyle acele ettiren sebep nedir?" Dedi ki: ''Onlar, işte
onlar da benim ardımca geliyorlar. Ben sana yönelerek acele ettim ki, ya Râb.
ta ki benden daha çok hoşnut olasın'' (Tâhâ, 83-84) ayetleridir. Binâenaleyh,
Hz. Musa'nın, otuz gün tamamlanınca, Tûr Dağına gelmesi, Allah Teâlâ'mn
O"na, kavminin Samirî ile olan hadisesini haber verince de, Allah
Teâlâ'mn, kendisine vaadetmiş olduğu süre tamamlanmadan önce kavmine dönmüş
olması, daha sonra da, diğer on günde Mîkat'a geri gelmesi, böylece de kırk
gecenin tamamlanmış olması muhtemeldir.
Dördüncü vecih:
Bazı kimseler de şöyle demişlerdir: İlk vaadde sadece Hz. Musa'nın bulunmuş
olması; ikinci vaadde ise, Allah'ın kelâmını dinlemeleri için, kendisiyle
beraber seçilen o (yetmiş) kişinin de bulunmuş olmaları, böylece de,
bulunanların durumu farklı olduğu için, vaadin de farklı olmuş olması imkânsız
değildir. Allah en iyisini bilendir.
İkinci sorunun cevâbına
gelince, bu da şöyledir: Cenab-ı Allah, o on günün, otuz günden olduğu zannını
gidermek için, "kırk gece" demiştir; çünkü, "on gece ile
tamamladık" ifadesinin, otuzun içine dahil on gün olması muhtemeldir. Buna
göre sanki, o oruç yirmi gün imiş de, sonra onu on gün ile tamamlamış, böylece
de o otuz gün oluvermiş zannedilebilirdi... İşte, böylece Cenâb-ı Hak, akla
gelebilecek zannı izâle etmiş oldu.
Cenâb-ı Hak, "Bu
suretle Rabbinin tayin buyurduğu vakit, kırk geceye tamamlandı..."
buyurmuştur.. Bu hususta iki bahis bulunmaktadır:
Birinci bahis:
Mîkat ile vakt arasındaki fark şudur: "Mîkat, içinde herhangi bir işin
yapılmasının belirlenmiş olduğu muayyen vakittir, randevudur. Vakit ise, ta
baştan bir kimsenin bir şey için, bir zaman tayin etmesi işidir.."
İkinci bahis:
sözü, hâl olduğu için, mansûbtur. Yani, "O otuz, bu sayıya baliğ olduğu
halde tamamlandı..." demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Musa, kardeşi Harun'a dedi ki..." ifadesindeki Hârune kelimesi,
ehîhi kelimesinin, atf-ı beyânıdır.. Bu kelime münâdâ olarak, damme ile Harûnü
şeklinde de okunmuştur ifadesi ise, "Onların içinde, benim halefim ve
halifem ol!"; ifâdesi de, "İslah edici ol" veya
"İsrailoğullannın içlerinden, ıslah edilmesi gerekenleri ıslah et ve
onlardan, seni fesatçılığa çağıran kimselere uyma ve onlara itaat etme!"
anlamındadır.
[55]
Buna göre şayet,
"Harun (a.s), nübüvvet hususunda Hz. Musa'nın ortağı idi. O hâlde Hz. Musa
daha nasıl Harun (a.s)'u kendisinin halefi ve ortağı kılmıştır? Çünkü, bir
kimsenin ortağı olmak, onun halefi olmaktan daha üstün bir durumdur. Halbuki
bir kimseyi, daha üstün bir makamdan daha aşağı bir makama almak, onu küçük
düşürmek olur..." denilirse, biz deriz ki:
Durum her ne kadar
sizin bahsettiğiniz gibiyse de, nübüvvet meselesinde, Hz. Musa asıl olan
kimsedir.
Buna göre şayet,
"Hz. Harun, peygamber olduğuna ve peygamber olan kimse oe. sadece ıslâh
işiyle meşgul olacağına göre, daha niye Hz. Musa, Hz. Harun'a, elanda
bulunmasını tavsiye etmiştir?" denilirse, biz deriz ki:
Bu emir ve tavsiyenin
maksadı, meseleyi tekîd etmek, pekiştirmektir.. Bu tıpkı, Hz. İbrahim'in,
'Takat kalbimin yatışması için..." (Bakara, 260) demesi gibidir. Allah en
iyi bilendir..
[56]
Vaktaki Musa, tayin
ettiğimiz vakitte geldi, Rabbi ona hitab etti. Musa dedi "Rabbim, cemalini göster bana, ne olur
seni göreyim." Buyurdu: "Beni fiyen göremezsin. Fakat şu dağa bak.
Eğer o. yerinde durabilirse sen de beni görürsün." Derken Rabbi, o dağa
tecelli edince, onu paramparça ediverdi. Musa da, bayılarak yere düştü. Aydınca
dedi ki: "Seni tenzih ederim. Tevbe ettim sana. Ben iman edenlerin
ilkiyim"
(A'râf, 143).
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Musa'nın "Mîkat'ta" bulunmasının sebebini bu ayette tayan
etmiştir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Musa ile konuşması meselesidir.. Bu *«ef.e,
ilahî ilimlere dair çok kıymetli yüce meseleler bulunmaktadır:
[57]
Bu ayet, Allah
Teâlâ'nın Musa ile konuştuğunu göstermektedir. "Kelâmutlah" (Allah'ın
konuşması meselesinde insanlar ihtilaf etmişlerdir.
Birinci görüş:
Bu cümleden olarak, onların bir kısmı, "Allah'ın kelâmı, bir araya
getirilip telif edilmiş harflerden ibarettir" derken, bir kısmı da, O'nun
kelâmının, "harfler ve seslerden başka olan, hakîkî bir sıfat
olduğunu" söylemişlerdir.. Birinci görüşü benimseyenlere gelince, hakikati
araştırıp ortaya koyan kimseler, (bu durumda) Cenâb-ı Hakk'ın kelâmının, (bu
durumda), Cenab-ı Hakk'ın kelâmının, böyle olmamışken, sonradan hadis olan bir
kelâm olması gereği hususunda ittifak etmişlerdir.. Hanbelîler ve Haşviyye,
harflerden ve seslerden meydana gelen kelâmın, "kadîm" (ezel?)
olduğunu iddia etmişlerdir ki, bu görüş akıllı bir kimsenin dönüp bakmayacağı
kadar değersiz ve geçersiz bir görüştür.. Bu böyledir, zira ben, bir gün şöyle
demiştim; Allah Teâlâ, bu harfleri ya toptan aynı anda konuşmuştur veyahut da
onları peşpeşe sıralamıştır.. Birinci ihtimal bâtıldır.. Zira, duyulan ve
manası anlaşılmak istenen o kelimeler, ancak harfleri ardarda geldiği zaman
anlaşılır olur.. Ama, onların harfleri toptan bir anda söylendiğinde, bundan
kesinlikle bir mana anlaşılmaz.. İkinci ihtimale gelince, bu da Cenâb-ı Hakk'tn
kelâmının hadis olmasını gerektirir... Çünkü harfler, ardarda geldiği zaman,
harflerin ikincisi geldiğinde birincisi sona erer... O halde, birinci harf,
hadistir. Çünkü, yokluğu sabit olan şeyin, kadîm olması imkânsızdır.. İkinci
harf de hadistir; çünkü varlığı başkasının varlığından sonra gelen her şey,
hadistir. O halde Kelâmullah'ın sırf harflerden ve sözlerden ibaret olması
halinde, o zaman o'nun muhdes olduğu sabit olur..
Bu sabit olunca, biz
deriz ki: Bu konuda (kelam u İlah m harflerden ibaret olduğunu düşünenler
arasında) iki rnetod bulunmaktadır:
a)
O hadis olan harflerin ve seslerin yeri ve
mahalli, Allah'ın zâtıdır... Bu, Kerrâmiyye'nin görüşüdür..
b) O
harflerin yeri ve mahalli, meselâ, ağaç v.b. şeyler gibi, Allah'ın zâtından
başka olan bir maddedir.. Bu da, Mu'tezile'nin görüşüdür.
İkinci görüş:
"Allah'ın kelâmı, birtakım harflerden ve seslerden başka olan hakîkî bir
sıfattır" şeklindeki ikinci görüşe gelince, bu görüş, Ehl-i sünnet
ve'l-cemaatin, ekserisinin görüşüdür.. Bu görüşe göre bu sıfat, ezelî ve kadîm
bir sıfattır.. Bu görüşte olanlar, Hz. Musa'nın dinleyip duyduğu o şeyin ne
olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.. Bu cümleden olarak Eş'ariyye şöyle
demektedir: "Hz. Musa, bizzat o hakikî ve ezelî sıfatı dinledi ve duydu...
Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın zâtı, bir cisim ve araz olmadığı halde, O'nun zâtının
görülmesi nasıl imkânsız değilse, aynen bunun gibi, Kelâmının da, bir harf ve
ses ofmadığı halde, duyulup dinlenilmesi uzak bir ihtimal değildir.." Ebu
Mansur el-Maturidî ise şöyle demektedir: "Musa (a.s)'in duyup dinlediği o
şey, birtakım kesik sesler ve ağaçla kâim olan bir araya getirilmiş harflerdir.
Harf ve ses olmayan,
ezelî olan kelâm sıfatına gelince, Hz. Musa kesinlikle onu dinlememiş ve
duymamıştır.. İşte Allah Teâlâ'nın kelamını işitme hususunda, âlimlerin
mezheplerinin teferruatı bundan ibarettir..
[58]
Alimler, Allah Teâlâ'nın
sadece Hz. Musa ile mi, yoksa onunla birlikte birtakım kimselerle de mi
konuşmuştur hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ayetin zahiri, birinci ihtimale
delâlet etmektedir. Zira Hak Teâlâ'nın, "Rabbi ona hitab etti"
buyruğu, bu şerefin Hz. Musa (a.s)' a has kılındığına delâlet eder. Has kılma
ise, hükmün (o hususun), onun dışındakilerde bulunmadığına delâlet eder. Kâdî
şöyle demektedir: "Aksine "mikat" için seçilmiş olan o yetmiş
kişi de, Allah'ın kelâmını duyup dinlemişlerdir. Çünkü onların orada bulundurulmalarının
maksadı, Hz. Musa (a.s)'nın kavmine, onların orada geçen o şeyleri haber
vermeleridir. Bu maksad ise, ancak onlar Allah'ın kelamını dinledikleri zaman
tam olur. Hem Allah Teâlâ'nın, Hz. Musa ile bu şekilde konuşması bir mucizedir.
Halbuki Hz. Musa (a.s)' in nübüvveti daha önce isbatlanmıştı. Dolayısiyle bu
mucizenin, başka bir şey için gösterilmiş olması gerekir."
[59]
Alimlerimiz demişlerdir
ki: Bu ayet,
Hak Teâlâ'nın görülebileceğine detâlet
eder. Bunu şu dört bakımdan açıklayabiliriz:
Birinci delil: Ayet,
Hz. Musa (a.s)' in, Allah'ı görmeyi istediğine delâlet etmektedir. Hz. Musa
(a.s)' in Allah hakkında, neyin vâcib, neyin caiz ve neyin de imkansız olduğunu
bilen birisi olacağında şüphe yoktur. Binâenaleyh eğer Allah'ın görülmesi
imkansız olsaydı, O bunu istemezdi. Hz. Musa (a.s) bunu istediğine göre,
Allah'ın görülmesinin caiz olduğunu anlıyoruz.
[60]
Kâdî şöyle demiştir:
"Muhakkik âlimlerin bu hususta şu şekilde dört görüşleri vardır:
1) Hasan
el-Basri ve diğerlerinin görüşüne göre, Hz. Musa, ru'yetin (görülmenin), Allah
hakkında caiz olmadığını bilemiyordu. Bu hususu bilmemekle birlikte, insan
Rabbini, O'nun adaletini ve birliğini bilebilir. Binâenaleyh onun, Allah'ın
görülmesinin imkansız olup olmadığını bilmesinin, naklî delile dayanmış olması
uzak bir ihtimal değildir.
2) Musa
(a.s), Allah Teâlâ'yı, kavminden dolayı, görmeyi istemiştir. Çünkü kavmi, bunun
imkansız olduğunu bilmiyorlardı ve "Ey Musa, biz Allah'ı apâşikar
görmedikçe, sana katiyyen iman etmeyiz" (Bakara. 55) diyerek, bu
isteklerini Hz. Musa'ya hep tekrarlayıp duruyorlardı. Dolaytsiyle Musa (a.s),
görmeyi kendi nefsi için istememiştir. Bu hususta bir men vârid olunca, bunun
imkansız olduğu ortaya çıkmış oldu. Bu, Ebu Ali ile Ebu Hâşim'in yapmış
oldukları izahtır.
3) "Hz.
Musa (a.s), Rabbisi katından ızdırârî ve açık bir bilgi istedi." Bu görüşü
ileri sürenler, kendi aralarında şu şekilde ihtilaf etmişlerdir: Bazıları,
"Hz. Musa (a.s.) Rabbinden zarurî (kesin) bir bilgi istedi" derken;
bazıları da "Hayır, aksine O'ndan, her nekadar kendi fiilinden olsa da,
geldiğinde marifetullahla ilgili zan ve vesveseleri gideren, açık ve net
mucizeler göndermesini istedi, Bu tıpkı, ahiret ehlinin marifetullahı hususunda
söylediğimiz şey gibidir " demişlerdir. Bu, Ebu'l-Kâstm el-Ka'bî'nin
görüşüdür.
4) Bu
isteğin maksadı, Allah Teâlâ'nın, kendisinin görülmesinin imkansız olduğuna
delâlet eden naklî delil zikretmesi ve böylece de, aklî delillerin nakiî
delillerle kuvvet kazanmasıdır. Delillerin kuvvetlenmesi ise, insanlar için
matlûb olan bir şeydir. Bu görüş de, Ebu Bekr el-Esamm'ın görüşüdür. Bu ayetin
tefsiri hususunda Mu'tezile'nin görüşleri bunlardır.
[61]
Biz (ehl-i sünnetin)
alimleri ise şöyle demişlerdir: Mu'tezile'nin birinci görüşü zayıftır. Buna pek
çok şey delâlet eder:
Birincisi:
Hz. Musa (a.s)'nm Allah'ı bilme hususundaki bilgisinin, Mu'tezile'nin
düşüklerinden daha az derece ve mertebede olmadığı hususunda insanlar ittifak
etmişlerdir. Binâenaleyh biz, o Mu'tezile'nin hepsinin ru'yetullahın imkansız
olduğunu bildiklerini, Hz. Musa'nın ise bunu bilemediğini farzettiğimizde, Hz.
Musa'nın Allah'a dâir bilgisi, Mu'tezile'nin düşüklerinin herbirinin
bilgisinden daha az olmuş olur ki bu, müslümanların icmâı ile bâtıl olan bir
görüştür.
İkincisi:
Mu'tezile, görülen herşeyin ya karşıda, ya da karşı hükmünde olan bir yerde
bulunması gerektiği hususunda, kesin bir bilginin olduğunu iddia ederler. Bu
durumda şu denebilir: Bu bilgi, ya Hz. Musa (a.s)'da vardır, ya da yoktur. Eğer
birinci ihtimal olursa, Hz. Musa'nın, Allah Teâlâ'nın görülmesini mümkün görmüş
olması, Cenâb-ı Hakk'ın bir mekan ve cihette bulunmasını caiz görmüş olmasını
gerektirir. Halbuki Allah hakkında bunu caiz görmek, Mu'tezile'ye göre, küfrü
icâb ettirir. Dolayısiyle onların, Hz. Musa (a.s)' in kâfir olduğunu söylemiş
olmaları gerekir. Ama bunu hiçbir akıllı söylemez.
Eğer ikinci ihtimal
söz konusu olursa, biz deriz ki: Görülebilen herşeyin "karşıda" veya
"karşı hükmünde olan bir yerde" olması gerektiğine dair bilginin,
bedihî ve zarurî bir bilgi olup, sonra da bunun Hz. Musa'da olmadığını
farzedersek, o zaman Hz. Musa, zarurî (kesin ve açık) bilgilerin hiç birini
bilmiyordu" denilmesi gerekir. Böyle olan herkes ise, deli ve mecnûndur.
Binâenaleyh Mu'tezİle'nin, Hz. Musa (a.s)' in aklının tam olmayıp, deli
olduğunu söylemiş olmaları gerekir ki, bu da ümmetin icmâı ile bir küfürdür.
Bundan dolayı, Hz. Musa (a.s)'nın, Hak Teâlâ'nın görülemiyeceğinin farzedilmesi
ile birlikte, O'nun görülmesinin imkansız olduğunu bilmemesini söylemenin, bu
bâtıl olan iki neticeden birisini gerektireceği sabit olmuş olur. O halde, bu
şekilde hükmetmek bâtıl olmuş olur. Allah en iyi bilendir.
Mu'tezile'nin,
"Hz. Musa, bu görmeyi kendisi için değil kavmi için istemiştir"
şeklindeki, ikinci görüşü de bâtıldır. Bunun böyle olduğuna da şunlar delâlet
eder:
Birincisi:
Eğer durum böyle olmuş olsaydı, o zaman Hz. Musa (a.s), "Onlara kendini
göster, sana baksınlar" derdi. Allah Teâlâ da, "Onlar beni
göremezler" derdi. Ayette böyle söylenmediğine göre, bu te'vil bâtıl olmuş
olur.
İkincisi:
Eğer bu, imkansız birşeyi istemek olsaydı, o zaman Hz. Musa (a.s), kavmini
bundan men ederdi. Bu tıpkı, onların, Hz. Musa'ya, "Onların nasıl
tanrıları varsa, sen de bize öyle bir tanrı yap" (Araf, 138) dediklerinde,
O'nun onları bu steklerinden, "Siz gerçekten câhil bir milletsiniz9'
(A'ni, 13e) diye men etmesinde olduğu gibidir.
Üçüncüsü:
Hz. Musa (a.s)'nın, Hak Teâlâ'nın görülemiyeceğine dâir kesin deliller getirmesi
ve kavmini o deliller ile, bu isteklerinden vazgeçirmesi gerekirdi. E
râenaleyh, Hz. Musa'nın bu delillerin zikredilmesi dar vakitli (hemen yerine
getirilmesi gereken) bir farz olduğu halde, herhangi bir delil getirmemesi, Hz.
Musa'nın, yapması gereken bir şeyi terketmesi demek olur ki bu caiz değildir.
Dördüncüsü:
Allah'ı görmek isteyen o topluluklar, Hz. Musa'nın nübüvvetine ya iman
etmişlerdir, ya da iman etmemişlerdir. Eğer birinci ihtimal sözkonusu ise,
odların bu bâtıl isteklerinden vazgeçmeleri için, Hz. Musa'nın sadece sözü
yeterdi. Böylece de, Hz. Musa (a.s)' in Rabbisinden, bu hususta istekte
bulunmasına hacet «almazdı. Eğer ikinci ihtimal olursa, onlar bu cevaptan
istifade edemezlerdi. Çünkü onlar, Hz. Musa'ya, "Biz Allah'ın kendisini
görmekten insanları men ettiğini kabul etmiyoruz. Aksine bu, senin Allah'a
iftira edip nisbet ettiğin bir şeydir" diyorlardı. Böylece her iki takdire
göre de, Hz. Musa'nın, "Rabbim, (cemâlini) göster bana, (ne olur) seni
göreyim" şeklindeki sözünden, kavminin bir istifâdesi yoktur.
Mu'tezile'nin üçüncü
görüşü de, uzak bir ihtimaldir. Bunun böyle olduğuna da şunlar delâlet eder:
Birincisi:
Böyte olması halinde ayetin manası, "Bana bir şey göster ve ben senin
gösterdiğin o şeye bakayım" şeklinde olurdu ki, bu durumda ayette, ham
mef'ûl hem de muzâf hazfedilmiş olur. Ancak ne var ki ayetin siyakı, bunun
yanlış olduğuna delâlet eder. Çünkü ayetin siyakı (devamı), "(Allah)
buyurdu ki: ''Beni kat'iyyen göremezsin. "Sen ancak, (ben) Rabbin, o dağa
tecelli edince, beni görebilirsin" şeklindedir. Bütün bu manaları ise, bir
muzafın hazfine bağlamak caiz değildir.
İkincisi:
Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s) vasıtasıyla "âsâ", "yed-i
beyzâ", "tufan", "cerâd", "haşerât (bit)",
kurbağa, kan ve dağı yerinden kaldırıp bir gölgelik gibi tutma şeklindeki, en
ileri derecedeki mucizeleri göstermişti. Binâenaleyh bütün bunlardan sonra,
kesin ve apaçık bir başka mucizenin istenmesi nasıl mümkün olabilir?
Üçüncüsü:
Hz. Musa (a.s), Allah ile vasıtasız konuşmuştur. Binâenaleyh, "Bana mevcud
olduğuna delâlet eden apaçık, kesin bir mucize ver" demesi, O'na nasıl
münasip düşer? Böyle bir sözün son derece yanlış olduğu malumdur.
Dördüncüsü:
Eğer istenilen şey, Allah'ın varlığını gösterecek bir delil (mucize) olsaydı,
Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya, diğer mucizeleri verdiği gibi, o mucizeyi de verirdi
ve Hz. Musa'ya bunu vermemesinin bir hikmeti olmazdı. Şu halde bu görüşün
yanlış olduğu sabit olmuş olur.
Mu'tezile'nin,
"Bundan maksad, Allah'ın aklî delilleri kuvvetlendiren naklî bir delili
(mucizeyi) göstermesidir" şeklindeki, dördüncü te'vüleri de uzak bir
ihtimaldir. Eğer Hz. Musa (a.s)' in maksadı bu olsaydı, o zaman onun, "Ya
Rabbi, senin zâtının görülmesinin imkansız olduğu hususunda akıllarda zahir ve
açık olan şeyi kuvvetlendirmeni istiyorum" demesi gerekirdi. O böyle
söylemeyip, aksine, Cenâb-ı Hakk'tn kendisini görmeyi isteyince, Mu'tezile'nin
yaptığı bütün bu te'viilerin fasit olduğunu anlamış oluyoruz.
İkinci delil:
Bu ayet-i kerimeden, Allah Teâlâ'nm görülebileceği hususunda çıkartılan ikinci
delil şudur: Çünkü eğer Allah Teâlâ'nm görülmesi imkansız olsaydı, O "ben
görülmem" derdi. Baksana, bir kimsenin avucunda bir taş bulunsa ve bir
başkası ona, "Şunu bana ver de yiyeyim" dese, o ona, "Bu
yenilmez" der, ama "sen bunu yeme" demez. Fakat elinde taş değil
de, bir elma olsaydı, o ona, "Sen onu yiyemezsin" derdi. Bu,
"Elimdeki yenilebilir bir şeydir, ama sen onu yiyemiyeceksin"
demektir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, "Ben görülmem" demeyip de,
"Sen, beni katiyyen göremezsin" deyince, bu ifadenin, Allah Teâlâ'nın
haddizatında görülebileceğine delâlet ettiğini anlamış oluruz.
Üçüncü delil:
Allah Teâlâ, görülmesini, mümkün olan bir şarta bağlamıştır. Mümkün olan bir
şarta bağlanan şey de mümkündür. Binâenaleyh Allah Teâtâ'nın görülmesinin
haddizatında mümkün olması gerekir. Biz, Aliah Teâlâ'nın kendinin
görülebilmesini, mümkün olan bir şarta bağladığını söyledik. Çünkü O,
görülebilmesini, {tecellî edeceği) dağın yerinde durabilmesi şartına
bağlamıştır. Bunun delili, Hak Teâlâ'nın, "Eğer o dağ yerinde durabiürse.
sen de beni görürsün" beyanıdır. Aslında dağın bu durumda yerinde durması
mümkindir. Dolayısı ile Allah Teâlâ'nın, kendisinin görülebilmesini aslında
mümkin olan bir şarta bağladığı sabit oimuş olur. Bu sabit olunca, Cenâb-ı
Hakk'ın aslında görülmesinin mümkin olması gerekir. Çünkü bu şart, olabilecek
bir şey olunca, bunun olmasının farzedilmesinden, ortaya bir imkansızlık
çıkmaz. Bu şartın tahakkuk etmesine, ya o ceza (netice) terettüb eder ki, bu
Allah'ın görülmesinin gerçekleşmesidir, ya da terettüb etmez. Eğer görülme işi,
bu şarta dayanırsa, o zaman Allah Teâlâ'nın görülebileceğine kesin olarak
hükmetmek gerekir. Eğer bu görülme işi, o şarta dayanmıyorsa, bu husus,
"şart bulunduğu zaman, rü'yet de bulunur" şeklindeki görüşün
doğruluğunu zedeler, Bu ise yanlıştır.
Buna göre eğer,
"Allah Teâlâ görülme işini, hareket halinde iken dağın, yerinde istikrarlı
olması şartına bağlamıştır. Dağın ise hareket halinde, istikrarlı
(sâkin-hareketsiz) olması imkansızdır. Dolayısiyle Allah'ın görülmesinin,
tahakkuk etmesi, câizfmümkin) bir şarta değil de, imkansız olan bir şarta
bağlanmış olduğu sabit olmaktadır. Bundan, sizin söylediğiniz şeyin doğruluğu
gerekmez. Şartın, dağın hareket halinde iken, karar kılması olduğunun delili
şudur: "İster hareketsiz, ister hareketli olsun, dağın karar kılması
hareketsiz durması, rü'yetin olabilmesi için bir şart kılınmamıştır"
denebilir. Bu durumda eğer birinci ihtimal olursa, bu şarta bağlı olarak
rü'yetin bulunması gerekir. Rü'yet tahakkuk etmediğine göre, biz o esnada dağın
karar kılmadığını (hareketsiz durmadığını) anlamış oluyoruz. O karar kılmamış
olunca da hareketli olmuş olur. Böylece dağın, ister hareketli, ister
hareketsiz olsun, rü'yetin tahakkuk etmesi için, onun karar kılmasının, şart
kılınmayan bir durum olduğu sabit olmuş olur. Böylece şartın o dağın sakin
(hareketsiz) iken, istikrarlı olmaya devam etmesi olduğu sabit olur. Böylece de
şartın. Allah Teâlâ'nın, kendisinin görülmesini, onun bulunmasına bağladığı şey
olduğu sabit olur. Bu şart da. dağın, hareketli iken istikrar bulmasıdır. Bu
ise imkansız olan bir şarttır.
Cevap: Bu,
ister hareketli isterse sakin olması bakımından, dağın durumunun, önceki
durumundan başka olduğunun itibâre alınmasıdır.. Onun, hareket ve sükûnun
birisinden hâlî, uzak olmaması, onun durumunun hareketli veya sakin olması
açısından itibare alınmasına mani değildir. Baksana, sen bir şeyi, mevcut
olması şartıyla aldığında, onun varlığı vâcib olur; eğer onu, bulunmaması
şartıyla alırsan, o zaman da onun yokluğu ve ademi vâcib olur.. Binâenaleyh sen
onu, onun var olup olmamasına bakmaksızın, sırf o olması itibariyle alırsan, o
zaman da o, varlığı mümkin olan olmuş olur. Binâenaleyh burada, lafız
itibariyle şart kılınan şey, dağın karar kılmasıdır. Bu kadar şey ise, varlığı
mümkin olan şeydir.. Böylece, şart kılman miktarın, varlığı mümkin otan ve
olabilmesi caiz olan bir iş olduğu sabit olmuş olur. Neticenin, kendisine
dayandırılması için ise, bu kadar şey kâfidir. Allah, en iyisini bilendir..
Dördüncü delil:
Allah'ın görülebileceğini isbat için bu ayetten çıkarılan dördüncü delil de
şudur: Cenâb-ı Hak, "Derken Rabbi. o dağa tecelli edince, onu paramparça
ediverdi" buyurmuştur. Bu tecellî, rü'yettir. Bunun rü'yet olduğuna şu iki
şey delâlet etmektedir:
a) Bir şeyin
bilgisi, o şeyi ortaya çıkartır. Tecellî ettirir.. Bir şeyi görmek de, o şeyi
ortaya çıkarır.. Ancak ne var ki, o şeyi ortaya koyma hususunda görmek, onu
bilmekten daha mükemmel bir mana ifade eder.. Lafzı, en mükemmel manaya
hamletmek ise, evlâ olanıdır.
b) Bu ayetin
zikredilmesinin maksadı, insanın, Allah'ı görmeye takat getiremeyeceğini
anlatmaktır. Bunun böyle olduğunun delili ise şudur: Dağ, onca büyüklüğüne
rağmen, Allah'ı görünce unufakotup, paramparça olmuştur. Tecellîden murad,
bizim söylemiş olduğumuz husus olmasaydı, bu maksat hasıl olmazdı..
Dolayısıyle, Cenâb-ı Hakk'ın, "Derken Rabbi, o dağa tecelli edince, onu
paramparça ediverdi" buyruğu, "Dağ, Allah'ı görünce paramparça,
unufak oldu"demektir. Durum böyle olduğuna göre, Allah Teâlâ'nın
görülebileceği sabit olmuş olur. Bu konuda, en son söz şudur: Dağ, cansız bir
varlıktır. Cansızın ise, bir şeyi görmesi imkânsızdır. Ancak ne var ki biz,
şöyle diyoruz: Allah Teâlâ'nın, dağda, hayat, akıl ve anlayış yaratmasının,
sonra da onda, Allah Teâlâ'nın zâttna taalluk eden bir görme hususiyetini
yaratmış olduğunun söylenmesi imkânsız değildir. Bunun delili ise, "£y
dağlar, onunla birlikte teşbih edin (dedik), kuşlara da... "(Sebe,
inayetidir. O dağın, bu hitabın muhatabı olabilmesi, onda hayat ve aklın
bulunması şartına bağlıdır. Binâenaleyh, işte bu dört delil ile, ayetin, Allah
Teâlâ'nın görülebileceğine delâlet ettiği sabit olmuş olur.
[62]
Mutezile'ye gelince
onlar, "Cenâb-ı Hakk'ın görülmesinin imkânsız olduğu, gerek aklî, gerekse naklî
deliller ile sabittir. Binâenaleyh, bu zahirî manaların, yapılan bu tefsir ve
tevîllere hamledilmesi gerekir" demişlerdir.
Onların aklî
delillerinin zayıf ve sakat olduğunu, biz aklı konu alan kitaplarda beyân
etmiştik.. Rinâenaleyh, onları burada zikretmeye hacet yoktur. Onların bu
husustaki naklî delillerine gelince, bu konuda onların en kuvvetli delilleri,
Hak Teâlâ'nın, "Gözler O'nu ihata edemez" (Enâm, 103) ayetine
tutunmalarıdır... Bu surede, bu ayetteki ince bahisler ve derin nükteler, daha
önce geçmişti. Bil ki Mutezile». Cenâb-ı Hakk'ın görülemiyeceği hususunda bu
ayete, birkaç yönden tutunmuştur:
Birinci hüccet:
Onlar, Cenâb-ı Hakk'ın len terânî "Beni katiyyen göremezsin" beyanına
tutunmuştur. Mutezile'nin, bu ifadeyle yapmış olduğu istidlali şu şekilde izah
edebiliriz: Bu ayet, Hz. Musa'nın, Allah'ı, ne dünyada ne de Kıyamette
kesinlikle göremeyeceğine delâlet eder. Bunun böyle olduğu sabit olunca,
Allah'ı kesinlikle hiç kimsenin göremeyeceği de sabit olmuş olur. Bunun da
böyle olduğu sabit olunca, Allah'ın görülmesinin imkânsız olduğu sabit olmuş
olur. Böylece burada üç mukaddime vardır. Şöyle ki:
[63]
Birinci mukaddime: Bu mukaddime, birkaç şekilde anlatılır:
1)
Lügatcılardan nakledildiğine göre len edatı, "ebediyyen" manasına
kullanılır. Vahidî (r.h) şöyle demiştir: "Bu, lügatcılar hakkında asılsız
bir iddiadır. Bu görüşün doğruluğuna şâhid olacak ne muteber bir kitap, ne de
sahih bir rivayet vardır." Bizim alimlerimiz de şöyle demişlerdir:
"Bunun yanlışlığının delili, Cenâb-ı Hakk'ın, yahûdileri anlatırken
söylediği ''Onlar o (ölümü) asla arzu etmezler" i, 95) ayetidir. Halbuki
onlar Kıyamet günü, ölümü temenni edeceklerdir."
2) Cenâb-ı
Hakk'ın (len teranî) buyruğu istenilen herhangi bir vaktin, du ifâdeden istisna
edilebilmesinin mümkün olmasının da gösterdiği üzere, bütün zamanları içine
alır. İstisnanın gereği ise, eğer istisna yapılmamış olsaydı bu ifâdenin
hükmüne dâhil olacak şeyi, hükmün dışında bırakmaktır. Bu izah da zayıftır.
Çünkü Usûl-ü fıkıhta da iyice ortaya konulduğu üzere, istisnanın tesiri,
birşeyin sahih oluşunu men etmede olup, yoksa vâcib oluşunu men etmede
değildir...
3) Bir
kimsenin "Bunu asla yapmayacağım" şeklindeki sözü, nefyin
(olumsuzluğun) te'kidini ifade eder. Bunun manası, onu yapmanın, o kimsenin
durumuna aykırı olduğudur. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "Hepsi
bunun için bir yere toplanmış obalarda, o (putlar) hakîkaten bir sinek bile
yaratamazlar" (Hacc. 73) ayetidir. Bu, rü'yetin, ulûhiyyete aykırı
olduğuna delâlet eder. Bu izaha şöyle cevap verilir: Len edatı, hakkında soru
sorulan bir şeyi nefyetmeyi te'kid için kullanılır. Soru ise, ancak şu anda
rü'yet (Allah'ı görme) hususunda vaki olmuştur. Dolayısiyle Cenâb-ı Hakk'ın len
terânî buyruğu, bu isteği o esnada nefyetmek içindir. Yoksa len edatının,
birşeyin ebediyyen olamıyacağını göstermesine gelince, hayır, o bu manayı ifade
etmez. İşte bu meselenin izahında söylenecek sözün tamamı budur.
İkinci mukaddime: Mutezile dedi ki: Bu hususta, söz söyleyen insanlar iki kısımdır. Bir
kısmı, "Mü'minler Allah'ı görürler. MusadaO'nu görür" demektedirler.
Bir kısmı da, "hiç kimsenin Allah'ı göremiyeceğini" söylerler.
Rü'yetin, Hz. Musa (a.s)'dan başkası için olduğunu söyleyip, Hz. Musa'nın
göremiyeceğini söyleyen görüşe gelince, bu, icmayı çiğneyen bâtıl bir görüştür.
Üçüncü mukaddime: Bu, "Rü'yetin (Allah'ı görmenin) meydana gelmediğini söyleyen
herkes, bunun ileride de meydana gelmeyeceğini söylemiş olur" şeklindeki
mukaddimedir. İşte, meydana geldiğini nefyetmekle beraber, olabileceğini
söylemek, icmânın hilafına bir görüş olup, bâtıldır. Bil ki bunun delâletini,
birinci mukaddimenin sahih olmasına bina edifmesinin zayıflığı sabit olunca, bu
istidlal tamamıyla düşer.
İkinci hüccet:
Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'nın (bu esnada) bayılarak yere düştüğünü
nakletmiştir. Eğer rü'yet (Allah'ı görmek) mümkün olsaydı, o zaman niçin Hz.
Musa (a.s), bayılarak yere düşsündü?
Üçüncü hüccet:
Hz. Musa (a.s), ayıldığı zaman, "sübhâneke" demiştir. Bu söz, Allah'ı
tenzih etmek içindir. Binâenaleyh bu kelimeden maksadın Allah Teâlâ'yı, daha
önce zikri geçmiş olan şeyden tenzih etme olması gerekir. Daha önce zikredilmiş
olan husus da Allah'ı görebilmektir. Öyle ise, Hz. Musa'nın
"sübhâneke" sözü, Allah'ı görülmekten tenzih etmektir. Böylece
rü'yeti nefyetmenin (Allah'ın görülemiyeceğini söylemenin), Allah'ı tenzih
etmek olduğu sabit olur. Allah ancak noksanlıklardan ve kusurlardan tenzih
edilir. Öyle ise, rü'yetin (görülebilmenin), Allah için bir noksanlık ve
eksiklik olması gerekir. Bu, Allah için imkansız bir şeydir, binâenaleyh
rü'yetin Allah hakkında imkansız olduğu kesinlik kazanır.
Dördüncü hüccet: Cenâb-ı Hakk, ayıldığı zaman Hz. Musa'nın şöyle söylediğini
nakletmiştir: "Tevbe ettim sana..." Eğer Allah'ı görmeyi istemek
günah olmasaydı, o bundan tevbe etmezdi. Eğer rü'yet, mü'min olmanın sıhhatine
ters düşen bir günah olmasaydı, o "ben, îman edenlerin ilkiyim"
demezdi.
Bit ki, bizim (ehl-i
sünnet) alimlerimiz şöyle demişlerdir: Allah'ı görmek (rü'yet), mümkündür.
Ancak Hz. Musa (a.s) bunu, izinsiz olarak istemiştir. Ebrârtn (iyi kulların),
iyilik sayılan işleri, mukarrabînin (Allah'a en yakın olan kulların) hataları
gibidir. Binâenaleyh Hz. Musa (a.s)' in yaptığı bu tevbenin, Mu'tezile nin
zikrettiği şeyden dolayı değil de, işte bu manadan dolayı bir tevbe olması
gerekir, jşte bu ayetteki (rü'yet ite) ilgili sözün tamamı bundan ibarettir.
Allah doğru olant en iyi bilendir.
[64]
İbn Abbas (r.a)'ın
şöyle dediği nakledilmiştir: "Hz. Musa (a.s), beraberinde yetmiş kişi
olarak gelir. Hz. Musa (a.s) dağa çıkar, o yetmiş kişi ise Tür dağının
eteklerinde bekler.
Cenâb-ı Allah, Musa
(a.s) ile konuşur, ona levhalar üzerinde bir kitap yazar ve Hz. Musa'yı
rn'ünacaat edecek şekilde kendisine yaklaştırır. Hz. Musa (a.s), kalemin
cızırtılarını duyunca, şevki artarda, "Rabbim, (cemâlini) göster bana, (ne
olur) seni göreyim" der." Keşşaf sahibi ise şöyle demiştir: (göster
bana) fiilinin ikinci mef'ulu mahzûftur. Yani, "Kendini bana göster, seni
göreyim" demektir. Ayetin lafzı ile alâkalı birkaç soru vardır:
Birinci soru:
"Nazar" (bakmak-görmek), ya birşeyi görmekten, ya da onu görmenin
mukaddimesinden ibarettir. Bu da, sağlıklı olan gözbebeğini, görmek için,
görmek istediğimiz şeyin tarafına döndermektir. Birinci duruma göre ifâdenin
manası, Bana (kendini) göster ki, seni göreyim" şeklinde olur. Bu ise
yanlıştır. İkinci duruma göre ise mana, "bana (kendini) göster ki,
gözbebeğimi senin tarafına çevireyim" şeklinde olur. Bu da, şu iki
sebepten ötürü yanlıştır:
a) Bu görme,
Allah'ın bir cihette bulunduğunu söylemeyi gerektirir.
b)
Gözbebeğîni, görülen şeye doğru çevirmek, görmenin bir mukaddimesidir. Halbuki
bu görüşün sahibi, bunu, görmenin bir neticesi olarak göstermiştir. Bu
yanlıştır.
[65]
Cevap:
Ayetteki erinî kelimesi, "Beni, seni görmeye muktedir kıl da, sana oakayım
ve seni göreyim" manasındadır.
İkinci soru:
Allah Teâlâ, Hz. Musa'nın <İ)Ş\ J&i ''Sana bakayım" ifadesine uygun
olması için, niçin "Bana kesinlikle bakamazsın" demedi de, "Beni
katiyyen göremezsin" dedi.
Cevap:
Bakmak, görmenin mukaddimesi olunca, bundan maksad görmekle beraber olan bakma
değil "görmek" olur.
Üçüncü soru:
Hak Teâlâ'nın 'Takat şu dağa bak!" buyruğundaki istidrâk, kendisinden
önceki ifadeyle nasıl bitişir, matlub olan alâkayı nasıl kurabiliriz?
Cevap: Bunun
maksadı, görme İşini yüceltmek ve Allah Teâlâ'nın yardımı ve desteği ile
kuvvetlendirdiği kimseler hariç, hiç kimsenin görme gücünün olmadığını ortaya
koymaktır. Baksana, tecellî ve rü'yetin tesiri dağda zuhur edince, o dağ
paramparça oldu.. İşte bu, bu bakımdan, rü'yet işinin büyük bir şey olduğuna
delâlet eder.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Derken Habbl o dağa tecellî edince..." buyruğuna gelince, Zeccâc*
tecellâ fiilinin, "zuhur etti ve ortaya çıktı" manasında olduğunu
söylemiştir. Nitekim, gelini ve (güveğiyi) süsledikten sonra, huzura çıkarmaya
da, keza,ayna ve kılıç üzerindeki kir ve
pas temizlenildiğinde de, denilmesi de bu manadadır.
[66]
Müteakiben "onu
paramparça ediverdi" buyurulmuştur. Zeccâc şöyle demektedir: "Bu ifadenin,
tenvîn ile dekken; tenvinsiz olarak da, dekkâe şeklinde olması caizdir. Yani,
"Onu unufak ve yerle bir etti" demektir. Nitekim, bir şeyi kırıp
paramparça ettiğinde denilir. fcto«i*y£& kelimeleri ise, yeryüzünde
belirgin halde bulunan yüksek yerler, tepeler anlamına gelir. Buna göre dekk
kelimesi masdar, dekkâe kelimesi ise isim olmuş olur." Sonra Vahidî,
senediyle, Ahfeş'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hak Teâlâ'nın,
buyruğunun terkibi hususunda şu iki tahlil yapılabilir:
a) Bu, tekîd
için gelmiş bir mef'ûlü mutlak olarak, "onu, unufak etti, paramparça
etti" demektir.
b) Bu,
"onu, paramparça olan bir şey yaptı, paramparçan bir şey haline
getirdi" demektir.. Kim bu ifadeyi med ile dekkâe şeklinde olursa, o
bununla, "O onu "dekkâ" yani yeryüzünde yükselen bir tepe
yaptı" manasını kastetmiş olur..
Ki bu da, İbn Abbas
(r.a)'dan rivayet edilen, "Allah o dağı toprak haline getirdi” şeklindeki
manaya uygundur."
Cenâb-ı Hak,
"Musa da, bayılarak yere düştü" buyurmuştur. Leys şöyle demektedir:
"Saik kelimesi, tıpkı, insanı bürüyen manasında olan kelimesi gibidir.
Sa'ka kelimesi ise, (bürümek) kelimesi gibidir. Nitekim Arapça'da"
"Adam bayıldı" denilir. Kim bu fiilin şeklinde olduğunu söylerse,
buradaki saikan kelimesi, ism-i fail manasında saik olur; ama kim bunun
fiilinin sa'aka olduğunu söylerse, o zaman da bu kelime, ism-i mef'ûi manasında
olmuş olur. Yine, bir kimse öldüğü zaman saika "düşüp öldü" denilir.
Cenâb-ı Hakk'ın, "Göklerde kim varsa, yerde kim varsa düşüp
ölecektir" (Tur, 68) şeklindeki ayeti de bu manadadır. Müfessirler bu
kelimeye ölüm manası vermişlerdir. Hak Teâlâ'nın "Onları.
çarpılacaklar^Ölecekleri günlerine..." (Tur. 45) ayeti de böyledir."
Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Saik kelimesinin aslı, saika kelimesinden
gelir. Nitekim bu kelime hakkında, birisinin başına yıldırım düştüğünde ifade
edilen sa'akahu "Onu yıldırım çarptı" sözünden alınma (saika) tabiri de kullanılır."
Sen bunu iyice
anladığına göre şimdi biz deriz ki: İbn Abbas, Cenâb-ı Hakk'ın y fa buyruğundaki "saikan"
kelimesini, bayılıp düşmek; Katâde ise. ölmek diye tefsir etmiştir. Birincisi
daha kuvvetlidir. Çünkü
Cenâb-ı Hak, "Ayıhnca..." buyurmuştur. Zeccâc
şöyle demektedir: "Öten kimse hakkında ^nerdeyse, ayıldı..." kelimesi
kullanılmaz.. Bu kelime ancak, bayılıp düsen kimse için, "O,
baygınlığından ayıldı.." şeklinde kullanılır. Zira, Allah Teâlâ ölen
kimseler hakkında "Sonra ölümünüzün arkasından sizi yine diriltmiştik...
"{Bakara, 56) buyurmuştur.
"Seni tenzih
ederim"buyruğuna gelince, bu, "Senin iznin olmaksızın, senden
başkasından bir şey istemekten seni tenzih ederim" manasındadır. Hz. Musa
"Tevbe ettim^ana yöneldim..." buyurmuştur. Bu hususta da şu iki izah
yapılmıştır:
a)
"Dünyada iken seni görme isteğinden
dolayı, sana tevbe ettim!"
b) '"Senin
iznin olmadan seni görme isteğinden tevbe edip sana yöneldim" Senin,
dünyada iken görülmeyeceğine inanıp iman edenlerin ilki benim," Veya,
"Senin iznin olmadan senden bir şey istemenin uygun olmadığına inananların
ilki benim.." demektir.
[67]
"Buyurdu ki:
"Ey Musa, ben seni risalelerimle, kelâmımla bütün insanlardan mümtaz
kıldım. Şimdi şu sana verdiğimi a! ve şükredenlerden ol!" (A'raf, 144).
Bil ki Hz. Musa
Cenâb-ı Hakk'ı görmek isteyip, Allah da onu bundan men edince, ona, kendisine
olan o büyük nimetlerini dile getirip, Musa'ya, o nimetlerine şükretmekle
meşgul olmasını emretmiştir.. Adeta, sanki O, Hz. Musa'ya şöyle demek
istemiştir: "Seni, beni görmekten men ettiysem, muhakkak ki sana şu, şu...
büyük nimetleri vermişimdir.. Öyteyse beni görmekten men edilmen sebebiyle
üzülme; özellikle sana vermiş olduğum diğer nimetlere bak ve onlara şükretmekle
meşgul Ol." Cenâb-ı Hakk'ın bundan maksadı, Hz. Musa'yı, kendisini
göremeyişine mukabil, tesellî etmektir. Bu da, Allah'ın görülebileceğine
delâlet eden delillerden birisidir. Zira, şayet bu görme işi, haddizatında
imkânsız olsaydı, bunları söylemeye gerek kalmazdı.
[68]
Bil ki,
"ıstıfâ", öz ve has olanı seçip almaktır. Buna göre, Allah'ın
buyruğunun manası, "Seni, insanlara karşı seçip, has dost edindim.."
şeklinde olur. İbn Abbas, "Allah bununla, "Seni insanlara üstün
kıldım" manasını murad etmiştir" demektedir. Cenâb-ı Allah Hz.
Musa'yı seçtiğini belirtince, bu seçimin ne sebeple yapıldığını da belirterek,
"risâletlerimle, kelâmımla..." buyurmuştur. İbn Kesîr ve Nâtî, bu
kelimeleri, müfred otarak bi risâletî "risâletimle"; diğer kıraat
imamları ise, çoğul olarak bi risâlâtî şeklinde okumuşlardır. Bu böyledir, Zira
Cenâb-ı Hak Hz. Musa'ya, defalarca vahiyde bulunmuştur.
Bu ifâdeyi müfred
olarak okuyanlara gelince, bunun izahı da şöyle yapılabilir: Çünkü
"risâlet", masdar yerini tutan bir kelimedir. Dolayısiyle bu
kelimenin, cemi yerinde müfred olarak kullanılması caizdir. Allah, "Seni, canlılar
üzerine seçtim, tercih ettim" demeyip de, "insanlardan mümtaz
kıldım" demiştir. Zira, tıpkı Hz. Musa'nın dinlediği gibi, melekler de
bazan, vasıtasız olarak Allah'ın kelamını dinlerler.
Buna göre şayet,
"Pekçok insan, risâlet hususunda O'na denk olduğu halde, Cenâb-ı Allah,
Hz. Musa'yı risaletlerî sebebiyle insanlara nasıl tercih etmiş, onu mümtaz
kılmıştır?" denilirse, biz deriz ki: Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya, başka
hiçbir kimseye vermediği şu iki hususiyetin toplamını tahsis ettiğini beyân etmiştir.
Bu iki şey de, hem risâlet, hem de vasıtasız konuşmadır. Bu toplam, başka
hiçbir kimse için tahakkuk etmemiştir. Böylece burada bir tahsisin bulunduğu
sabit olmuş olur. Zira, Hz. Musa, o kelâmı vasıtasız olarak duymuştu. Vasıtasız
olarak konuşmak, zahir olan örfe göre, şeref ve kıymetin yüksekliğine sebep
olmaktadır.. Çünkü, büyük bir hükümdarın bizzat ağzından duyup dinleyen
kimsenin durumu, aynı şeyi mabeyncilerden ve kral nâiblerinden duyup dinleyen
kimsenin durumundan daha yüce ve kıymetli olur..
Cenâb-ı Hak, bu iki
çeşit büyük nimeti dile getirince, "Şimdi şu sana verdiğimi al ve
şükredenlerden o!" buyurmuştur. Yani, "Bu nimeti al; seni, beni
görmekten men etmem sebebiyle, üzülmeyesin.. Bu nimeti elde etmiş olman
sebebiyle, şükür ile meşgul ol!" demektir. Nimetlere şükürle meşgul olmak
ise, ancak gerek ilim ve gerekse amel bakımından, onların gereğini bi-hakkın
yerine getirmekle olur. Allah en iyisini bilendir.
[69]
"Biz onun İçin
levhalarda her bir şeyi, mev'izaya ve hükümlerin açıklanmasına ait her şeyi
yazdık. "Haydi bunları kuvvetle tut, kavmine de onun en güzel hükümlerini
tutmalarını emret. Size ileride fâsıklann yurdunu göstereceğim." (A'raf,
145).
Bil ki Allah Teâlâ,
risâletini Hz. Musa'ya tahsis ettiğini beyan buyurunca, bu ayette, o risâletin
ayrıntılarına geçerek "Biz onun için levhalarda... yazdık"
buyurmuştuk. Keşşaf sahibi, bazı kimselerin şöyie dediklerini nakletmiştir:
"Musa (a.s) Arefe gününde bayılarak yere düştü.. Allah Teâlâ da ona,
kurban bayramı gününde Tevrat'ı verdi..." Alimler, bu levhaların sayısı,
maddesi ve uzunlukları hususunda çeşitli nakiller yapmışlardır.. Bu cümleden
olarak onların saytsıntn on, yedi... olduğu ileri sürülmüştür. Yine onların
maddesinin, Cebrail (a.s)'in getirdiği zümrüt olduğu; yeşil zeberced veya
kırmızı yakuttan olduğu da ileri sürülmüştür. Hasan el-Basrî bunların, gökten
inen bir ağaçtan olduğunu söylerken, Vehb, bunların, Cenâb-ı Hakk'ın Musa (a.s)
için yumuşattığı büyük bir kaya parçasından olduğunu söylemiştir.. Bunların nasıl
yazıldığı hususuna gelince, İbn Cüreyc şöyle demiştir: "Cebrail onları,
kendisiyle "zikr"i yazdığı kalem ile yazmış ve mürekkebini de nûr
nehrinden almıştır."
Bit ki, ayetin
lafzında, o levhaların keyfiyetine; o yazılma işinin nasıl yapıldığına delâlet
eden herhangi bir şey bulunmamaktadır.. Eğer bu tafsilat, ayrı ve kuvvetli bir
delil ile kuvvetlenirse, işte onu benimsemek gerekir.. Aksi halde, bir şey
söylememek lâzımdır.
Cenâb-t Hakk'ın,
"her bir şeyi" ifadesine gelince, bunun umûm ifâde eden bir şey olmadığında
şüphe yoktur. Aksine bundan murad, Hz. Musa ve kavminin, dinleri hususunda
muhtaç oldukları helâller, haramlar, güzel şeyler ve çirkin olar şeyler
(iyilikler ve kötülüklerdir. "mev'izaya ve (hükümlerin) açıklanmasına ait
her şeyi" buyruğuna gelince bu, "her bir şeyi" ifadesiyle, önce
zikredilen cümlenin bir izahı gibidir. Çünkü Allah Teâlâ, bu "her
şeyi", ikiye ayırmıştır. Bunlardan birisi, mev'iza (öğüt), diğeri ise,
hükümler hususunda bilinmesi gereken hususları açıklama, tafsil etmedir.
Böylece "mev'iza" lafzının muhtevasına, Allah Teâlâ'nın, taâtlara
teşviki ve günahlardan uzaklaştırmayı gerektiren şeylerin tamamı dahil olur. Bu
ise, vaad ve vaîdin zikreditmesiyle elde edilir. Cenâb-ı Hak, ilk önce bunu
anlatınca, bunun peşinden, bu hükümlerin kısımlarının açıklamasını, helâl ve
haramın beyan edilmesini getirerek, "ve (hükümlerin) açıklanmasına
dair..." buyurmuştur.
Allah, bunu da
açıklayınca, Hz. Musa'ya, "Haydi bunları kuvvetle tut" yani,
"Kuvvetli bir irade ve sadık bir niyyet ile tut onu" demiştir. Daha
sonra Cenâb-ı Hak, Hz. Musa'ya, kavmine de, onun en güzeline yapışmalarını ve
onun en güzelini almalarartnı söylemesini emretmiştir.. Bu ifadenin zahirine
göre, bu açıklamada bir fayda ve bir hikmet, bir mana olsun diye, iki teklif
arasında bir fark bulunmaktadır. İşte bundan dolayı bazı müfessirler şöyle
demişlerdir: Hz. Musa'ya yapılan teklif daha şiddetli idi. Çünkü Allahu Teâlâ,
birine vermiş olduğu ruhsatı, başkasına vermemiştir. Bazı müfessirler ise şöyle
demiştir: Tam aksine Allah Teâlâ, bu iki şeyin dışındaki hususlarda her ne
kadar kavmiyle müşterek ise de, tebliğ etmeyi ve bu görevi îfa etmeyi yüklemiş
olması itibariyle, bu mükellefiyeti ona mahsus kılmıştır.
[70]
"kavmine de, onun
en güzel (hükümler)ini tutmalarını emret..." buyruğu ile alâkalı şöyle bir
soru bulunmaktadır: Allah Teâlâ, Tevrat'ta mevcut olan şeylerin tamamıyla
kulluk edilmesini isteyince, onda bulunan her şeyin emredilmiş olması gerekir..
Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun en güze! (hükümlerini tutmalarını..."
buyruğunun zahiri, onda daha güzel olmayan bir şeyin bulunduğunu, crtann da
bunu almalarının caiz olmayacağı manasını gerektirir.. Bu ise, bir çelişkidir..
Alimler, bunun cevabı
konusunda şu izahları yapmışlardır:
Birinci vecih:
O tekliflerden güzel olanlar ile daha güzel olanlar bulunmaktaydı.. Meselâ
bunlar kısas etmek, affetmek; intikam atmak ve sabretmek gibidir... Yani,
"Onlara, kendilerini daha güzel ve sevâb bakımından daha fazla olanı
almaya yöneltmelerini emret..." demektir. Bu, tıpkı, "Rabbinizden
size indirilenin en güzeline... tabi olun " (zümer, 55) ve "Onlar
söze kulak verirler de onun en güzeline mj/eriar..." (Zûmer, ta) ayetleri
gibidir.
Buna göre, şayet onar,
"Allah Teâlâ en güzelini almayı emredince, bu güzel oanmı almaktan men
etmiştir. Bu ise, onun güzel otmasınt zedeler" derlerse biz diyoruz ki
"Cenâb-ı Hakk'ın, en güzelini almayla ilgili emri, nedb'e yani mendûb
oluşa Jilir. Bu şekilde de, bu çelişki ortadan kalkar."
İkinci vecih:
Kutrub, bu ayetteki "en güzel" tabirinin, "güzel" anlamına
geldiğini; Tevrat'ta levhalarda yer alan her şeyin güzel olduğunu; nitekim
Allah Teâlâ'nın da, " zikri en büyüktür" \Awew.. 45.1 buyurduğunu
söylemiştir...
Şair Ferezdak da, çok
güçlü ve uzun bir ev..." demiştir.
Üçüncü vecih:
Bazı alimler, "güzel" lafzının içerisine, vacib, mendûb ve mubah 3a
girer. Bu üç şeyin en güzeli ise vâcibler ve mendûblardır" demiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Size ileride fâsıklarm yurdunu göstereceğim " Devam ile ilgili
olarak, şu iki izah yapılmıştır:
a) Bundan
maksad, Allah'ın emrine muhalefet etmeye karşı bir tehdîd ve vaîddir. Bu izaha
göre, ayete şu iki mana verilmiştir:
1) İbn
Abbas, Hasan el-Basrî ve Mücâhid, ''fâsıklar
yurdu"nun cehennem olduğunu söylemişlerdir. Binâenaleyh bu,
"Onfardan biri olmaktan sakınasınız diye, cehennem zikri hep hatırınızda
olsun" demektir.
2) Katâde
şöyle demiştir: "Bu, "hallerinden ibret alasınız ve onların düştüğü
cezaya duçar olmayasınız diye, sizi Şam'a sokacağım ve size, orada daha önce
yaşamış Cebâbir ve Amâlik Kabilelerİ'nin kâfirlerinin yerlerini
göstereceğim" demektir."
Kelbî ise,
"fâsıkların yurdu"na, onların yolculuklarında uğradıkları, Âd, Semûd
ve benzeri Allah'ın helak ettiği geçmiş (eski) milletlerin yerleri ve yurtları
manasını vermiştir.
b) Bu
tabirden maksat, bir vaad ve Allah Teâlâ'nın o İsrailoğullarına, düşmanlarının
yurtlarına ve topraklarına vâris kılacağına dair bir müjdesidir. Allah en iyi
bilendir.
[71]
"Yeryüzünde haksızlıkla
kibirlenenleri, ayetlerimden çevireceğim. Onlar her türlü ayeti görseler, O'na
(yine de) inanmazlar, akî-ı selimin yolunu görseler de, onu bir yol edinmezler.
(Fakat) azgınlığın yolunu görürlerse, onu (yol) edinirler. Bu, ayetlerimizi
yalan saydıkları ve onlardan gafil oldukları içindir" (A'râf, 146).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[72]
Bil
ki Allah Teâlâ Önceki ayette, "Size, ilende fâsıklann yurdunu
göstereceğim" buyurunca, bu âyette de, o fâsıklara nasıl muamele etmiş
olduğunu bildirerek,
"Yeryüzünde
haksızlıkla kibirlenenleri, ayetlerimizden çevireceğim" buyurmuştur.
Alimlerimiz
bu ayeti delil getirerek, Attan Teâtâ'nın bazan insanı, imandan men edip
alıkoyabileceğini söylemişlerdir ki bu husus zahirdir.
Mu'tezile
ise şöyle demiştir: "Ayeti, sizin söylediğiniz manaya hamletmek mümkün
değildir. Bunun deitti şunlardır:
1) Cübbftî şöyle der: "Bundan muradın, "Allah Teâlâ o
insanları, ayetlerine iman etmekten men eder" manası olması caiz değildir.
Çünkü ayetteki, "çevireceğim" kelimesi gelecek zamanı İfade
eder. Halbuki Allah Teâlâ, o kimselerin bu çevirmeden önce kâfir okluklarım ve
tekzîb ettiklerini bildirmiştir. Zira Allah onları, yeryüzünde haksızbkîa
kibirlenenier"; "akl-ı selimin yolunu görseler de onu bir yol
edinmeyen, ama azgınlık yolunu gördüklerinde, onu hemen yol edinenler" olarak
tavsif emiştir. Böylece bu ayetin, onların küfrünün daha önce meydana geldiğini
gösterdiği sabit olur. Bu durum da, o "çevirme" işinden muradın,
Allah'ı inkâr etmek olmadığına delalet eder.
2) Hak Teâlâ'nın "Yeryüzünde haksızlıkla kirlenenleri,
ayetlerimizden çevireceğiz" buyruğu, onların kibirlenmelerine ve
küfürlerine karşı bunun bir ceza olduğunu göstermektedir. Binâenaleyh bu
"çevirmemden maksad, onların inkarları olsaydı, o zaman bu tabirin manası,
"Onların küfre yönelmelerine karşılık, kendilerine bir ceza olarak,
onlarda küfrü yaratacağız" şeklinde oturdu. Halbuki küfre karşılık, cezaya
rnüştehak olunan bu fiil üe ceza vermenin caiz olmayacağı malumdur. Böylece, bu
'*cevirme"den muradın, "küfür" olmadığı sâblt olur.
3) Şayet Cenâb-Hak, oniarı iman etmekten çevirseydi ve alıkoysaydı, o
zaman Cenâb-ı Hakk'ın buna rağmen daha nasıl, "öyle ise onlara ne
{oluyor) ki iman etmiyorlar?" fa&un.mt'Böyle iken şunlara
ne oluyor ki hâlâ öğüt kabul etmekten yüz çeviriyorlar" (Müddessir, 48)Ve 'İnsanların,
iman etmelerini, "Allah bir insanı mı peygamber gönderdi?"
demelerinden başka bir şey men etmedi" (İsra, 94) demesi mümkün olur?
Blnenateyh âyeti im mânaya hamletmenin mümkün olmadığı sabit olur. Bu sebepte,
ayeti diğer birtakım manalara hamtetmek gerekir.
Birinci mana: Ka'bî ve Ebu Müslim el-İsfehânl şöyle demektedirler;
"Bu, Allah Teâlâ'mn, Hz, Musa (a.s)'ya, düşmanlarını helak edeceğine dâir
vermiş olduğu tam bir vaaddir. Cenâb-t Hakk'tn, onları "çevirmesi",
onlan helak etmesidir. Dolayeiyle onlar, ne Hz. Musa'yı Allah'ın kelâmını
(vahyi) tebliğ etmekten» ne de mü'minleri o kelâma iman etmekten men etmeye güç
yetiremezier. Bu tıpkı, "Ey Peygamber, Rabbinden sana indirilen! tebliğ
et. Eğer yapmazsan, (Allah'ın) elçiliğini tebliğ (ve ifâ) etmiş olmazsın. Allah
seni insanlardan koruyacaktır" <M«d«,67>ayetinde beyan edildiği
gibidir. Binâenaleyh Allah Teâlâ, Hz.
Musa (a.s)' in düşmanlarını, ona eziyet etmekten ve risâletini tebliğ
hususunda, gerekli olan şeyleri hakkıyla yerine getirmesine mani olmaktan
alıkoyacağını kasdetmiştir."
İkinci mana: Bu, Cübbâî'nin ileri sürdüğü şu
husustur: Ona göre ayetin manası şudur: "Ben, o kibirlenen kimseleri,
ayetlerimde, peygamberler ve mü'minler için hazırlanmış olduğu bildirilen izzet
ve şerefi elde etmekten men edeceğim." Allah onları bundan, başlarına
zillet ve küçüklük getirmek suretiyle çevirmiştir. Bu da inkarlarına ve Allah'a
karşı tekebbür etmelerine karşı bir ceza yerine geçer.
Üçüncü mana: "Bazı ayetlerimizden, ancak
iman ettikten sonra faydalanılabilir. Bundan dolayı onlar inkâr
edince,-kendilerini o ayetlerden istifâde edemiyecek bir hale sokmuşlardır.
Böylece de Allah, onları o ayetlerden çevirmemiştir."
Dördüncü
mana:
Allah Teâlâ, onların bazılarının hallerinin, o
ayetleri görüp müşahede ettiklerinde, istidlal etmeleri şöyle dursun, aksine
onları hafife alıp, hakkını yerine getiremeyecekleri şeklinde olacağını
biliyordu. Bunu bildiği için, Allah'ın, onları o ayetlerden çevirmesi yerinde
ve doğru olmuştur.
Beşinci
mana: Hasan
el-Basri'nin şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Bazı kafirler, küfründe iteri gitmiş ve küfürde, kalbini
öldürecek bir noktaya ulaşmıştır. Binâenaleyh, ayetteki, "(Onları),
ayetlerimden çevireceğim"ttabirinden maksadı, "Ben,
işte o muayyen kimseleri ayetlerimden çevireceğim " manasıdır.."
İşte bu hususta bütün söylenenler bundan ibarettir.
Kulların
fiillerinin yaratılması meselesinde, bu ayette Mu'teztte'nirr görüşünün doğruluğuna dair, kuvvetli bir delâlet
olmadığı ortaya çıkmıştır. Aflah en iyi bilendir.
[73]
Ayetteki
(kibirlenirler) kelimesi şu manadadır: "Onlar, kendilerinin insanların en
üstünü olduğunu ve hakların sadece
kendileri için olduğunu
sanırlar." Halbuki "tekebbür" sıfatı, Allah'a aittir. Çünkü o,
hiç kimsede bulunmayan kudret ve fazi sıfatına sahiptir. Bundan dolayı O'rtun
"mütekebbir" olması, hiç şüphesiz hak olan bir husustur. Bazıları da,
"Tekebbür, nefsin, kibrini başkasına karşı ortaya koymasıdır" diye
tarif etmişlerdir. "Tekebbür", bütün kutlar hakkında zemm (kınama)
ifade eden bir sıfat olduğu halde, Cenâb-ı Allah hakkında bir medh (övgü)
sıfatıdır. Çünkü o, bunu kendisinin dışındaki varlıklara karşı ortaya koymaya
lâyık ve müstehaktır. Zira bu, Allah hakkında doğru ve yerinde, başkaları
hakkında ise bâtıl bir sıfattır.
Bil
ki Allah Teâlâ, bu ayette, "haksaiıkla" buyurmuştur. Çünkü
başkasına karşı, tekebbür etmek (kibirlenmek) bazan hak olur, Zira hakti olan
kimsenin, hâlâ bâtılda devam etmekte olan kimseye karşı tekebbür etmeye hakkı
vardır. Nitekim meşhur bir sözde de, "Tekebbür edene karşı, tekebbür etmek
sadakadır" denilmiştir.
[74]
Cenâb-t
Hakk'ın "Onlar, akl-ı selimin yolunu görseler de, onu bir yol
edinmezler" buyruğu ile ilgili, birkaç bahis vardır:
Birinci bahis: Hamza ve Kisâî,
kelimeyi hem râ
harfinin, hem de ştn harfinin fetnasıyfa reşed; diğer kıraat imamları ise, râ'nın zammesi ve şın'ın sükûnu
ite röşd şeklinde okumuşlardır. Ebu Amr, bu iki okuyuş arasında mana
bakımından bir fark olduğunu söylemiş ve şöyle demiştir: "Rüşd, salah
(uygunluk) manasmdadır. Nitekim Cenab-ı Hâk "Eğer kendilerinde bir rüşd
(bir salah, uygun bir hal) görürseniz..." (Ni»a, 6) buyurmuştur. Resed kelimesi ise, dinî bakımdan
istikâmet (doğruluk) manasmdadır. Nitekim Hak Teâlâ, "Sana doğru yol
olarak (reşedâ) Öğretilen ilimden..." (Kem, ee) buyurmuştur," Ktsâî ise, bunların tıpkı, hözn ve hezen, sukm ve sekam (hastalık)
gibi, aynı manaya gelen, İki değişik telaffuz olduğunu söylemiştir. "Rüsd" kelimesinin isim, "reşed" kelimesinin ise
masdar olduğu da söylenmiştir.
İkinci bahis: "Sebîlü'r-rüşd", hidayet ve din-i hak yolu
ve ilim ile amelde doğruluk demektir. "Sebilü'l-gayy" ise, bunun
zıddrdır. Allah Teâlâ, şu iki sebepten ötürü onları imandan çevirdiğini beyân
etmiştir:
a) Onların, Allah'ın ayetlerini tekzîb etmiş olmaları...
b) Onların, bu ayetlerden gafil olmaları, yani, o ayetlerden yüz
çevirmeye devam edip, böylece de, sanki o ayetlerden habersiz kimseler gibi
olmalarıdır. Allah en iyi bilendir.
[75]
"Halbuki
ayetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalan sayanların bütün işledikleri boşa
gitmiştir. Onlar yapmakta olduklarından başkasıyla mı
cezalandırılacaklardı?" (A'raf, 147).
Bil
ki Allah Teâlâ, ayetlerinden, kibirlenen kimseleri niçin çevirdiğini, "Bu,
... ayetlerimizi yalan saydıkları ve onlardan gafil oldukları içindir"
(A'raf, 146) diyerek belirtince, ayetleri yalanlayan o kimselerin hâlini de
beyan etmiştir. Bu sebeble, onların değişik cezalara uğradıkları sanılabiiir.
Çünkü onların içinde, bazı iyi isteri yapanlar da vardır. Bundan dolayı Cenâb-ı
Hak, ister mütekebbtr, ister mütevâzi; ister iyffiktefi az, ister çok olsun, o
kâfirlerin hepsinin durumunun aynı okluğunu bildirerek, "Hafouki
ayetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalan sayanların bütün işledikleri boşa
gitmiştir " buyurmuştur. Yani, onların âhireti inkâr etmeleri ve çeşitli
günahlara dalmaları bu sebeple, olmuştur. Böylece Allah Teâfâ, omların
amellerinin boşa gittiğini açıklamıştır. "İhbât" (amellerin boşa
gitmesi) ile ilgili izahımız Bakara sûresinde uzunca geçmiş olup, artık onu
burada tekrar etmeye gerek yoktur.[76]
Daha
sonra Hak Teâlâ, "Onlat yapmakta olduklarından başkası sebebiyle mi
cezalandıracaklardı?" buyurmuştur. Burada bir hazif olup, bunun takdiri:
"yaptıkları şey sebebi ile" veya "yaptıkları şeye göre
cezalandırılırlar" şeklindedir. Alimlerimiz bu ayeti Ebu, Hâşim’in şu şekildeki görüşünün
yanlfşhğına deiü getirmişlerdfr: Ebû Haşim'e göre, farzt terkeden kimse, o fara
yaparken kendisinden başka bir fiil sâdır olmasa dahi, sırf farzı yerine
getirmemesi sebebi Be tnt cezaya müstenak otur. Ehl-i sünnet şöyle der:
"Bu ayet, cezanın ancak amele göre dduğurtsr delâlet eâer. Halbuki farzı
terketme, bir amet , (bir iş yapma) değildir. Dolayısıyla o kimsemn bundan
ötürü eezaiandcnimaması gerekir. Bu sebepie cezanın ancak, Farzın zıddi bir şey
yapılmasına karşjftk öJduğu sabit otur." Ebu Hâşim de: "Ben bu ikâbın bir ceza otduğurttt
söylemiyorum. Binâenaleyh yaptlan istidlal döşer" diye cevap vermiştir:
"Ceza, ancak kişiyi yasaklardan alıkoyma ye emirlere teşvik etme hususunda
yeterli ve kâfi olduğu için ceza (karşılık) adtnı almıştır. Binâenaleyh sırf
farzı terketmeye karştfıfcblr ikâb gerekir ise, bu îkâb, o terkedişi engelleme hususunda kâfi olur ve böylece de bir
ceza olmuş olur. Binâenaleyh bunu, "ceza" diye adlandırmaktan,
kaçmaya imkanın olmadığı sabit olmuş olur. Allah en iyi bilendir.
[77]
"Musa'nın arkasından, kavmi zinet takılarından
bir buzağı (heykelini ûâh) edindiler ki, onun bir böğürmesi de vardı.
Onun kendileriyle konuşmayacağım
ve onlara bir yol da göstermeyeceğini görmediler mi ki, ona tutundular ve kendilerine
zulmettiler"
(A’raf, 148)
Bil ki bu ayetten maksad, Samiri’nin bir buzağıyı
tfatt edinmesi kıssasını anlatmaktır. Bu ayette ilgili birkaç mesele vardır:
[78]
Hamza ve Kisai, kelimeyi, hâ ve lamın kesresi ve,
"ttba" olsun diye yâ harfinin şeddesiyle olmak üzere diliyy
kelimesi
gibi, hiöyyfhlm şeklinde; diğer kıraat imamlan ise, haly kelimesinin coğulu
olarak, hâ'nm dammesi, lâmın kesresi ve yâ'nın kesresiyle huliyyîhim şeklinde
okumuşlardır. Bu ttpkı, sedy (göğüs, meme) kelimesinin çoğulunun sudiyy olması
gibidir.. Bazıları ise bu kelimeyi mûfred olarak halyihlm şeklinde okumuştur.
Hafy keümesi, altın ve gûmûş gibi, kendisiyle süslenilen ve güzelleşilen
şeydir.
[79]
Denilmiştir ki, İsrail oğullarının, kendisinde
süslendikleri ve kıptilerden ödünç takılar aldıkları bir bayramları
bulunuyordu… İşte onlar bu günde, Kıptilerin takı ve zinet eşyalarını ödünç
almışlardı; Allah, Kıptileri denizde boğunca, bu takılar İsrailoğullarının
elinde kaldı.. Derken, aralarında kendisine itaat «dilen, değerli bir kimse
olan Samirî bu takılan topladı... Zaten İsrailoğuiları da, Musa (a.s)'dan.
kendileri için bir ilah yapmasını isteyip duruyorlardı. İşte bundan dolayı
Samirî, (o takılardan) bir buzağı heykeli döktü...
Alimler, daha sonra ihtilâf ederek, bir kısmı şöyle
demiştir: Samirî, Cebrail (a.s)'in atının ayağının bastığı yerden bir avuç
toprak almış ve bunu, o buzağı heykelinin içindeki boşluğa bırakmıştı.. Bunun
üzerine bu heykel, et ve kandan oluşan bir buzağı haline gelmiş ve ondan, bir
defa olmak üzere bir böğürtü çıkmıştır... Bunun üzerine Samirr de: "işte
bu, sizin ve Musa'nın ilâhıdır!" demiştir.. Ekseri Mutezile müfessirleri
ise şöyle demiştir "Samirî bu heykeli, içi boş olarak yapmış ve boşluğuna,
belli şekillerde içi boş kamışlar yerleştirmişti... Bu heykel, rüzgarın esme
yönüne göre yerleştirilmişti.. Rüzgar, o kamışlara giriyor ve onlardan, bir
buzağının böğürmesine benzeyen bir ses çıkıyordu..."
Diğer âlimler ise şöyle demişlerdir: "Samirî,
bu heykeli içi boş olarak yaptı ve buzağının yerleştirildiği yerin altına, hiç
kimsenin farkedemiyeceği şekilde, buzağının içine üfleyeeek bir adam
yerleştirdi.. Bundan dolayı «ta insanlar, onun içinden böğürmeye benzeyen bir
ses işittiler." Bu görüşün sahipleri şöyle demişlerdir: "İnsanlar
şimdi de, buna benzer, fışkırtma yoluyla içinden su akıttıkları heykeller yapıyorlar...
Bu ve benzeri yollarla da heykellerin içinden sesler çıkıyor... Daha sonra
Samirî, insanların aklına, bu buzağının, onların ve Musa'nın ilahı olduğu
düşüncesini attı..
[80]
Geriye,
ayetin
lafzıyla ilgili birkaç sual kalır:
Birinci
sual: O
buzağıyı put «dinen sadece Samirî otduğu halde, ayette niçin "Musa'nın
arkamdan kavmi, zftıet tekilamdan bir buzağı heykelini (ilâh) edindiler..."
denilmiştir.
Buna iki şekilde cevap verilir:
1) Allah Teâlâ, bunu onlara
mal etmiştir; çünkü bunu, onların içinden olan birisi yapmıştır. Nitekim, yapan
ve söyteyen içlerinden birisi olduğu halde,. "Temimoğulları şöyle
yaptılar, böyte dediler." denilir..
2) Onlar da, bu buzağıyı teriı
edinmeyi istiyor ve buna rea gösteriyorlardı.. Bundan dolayı, sanki onlar bu
hususta birlik halindeydiler,..
İkinci sual: Bu takılar, zlnet eşyalan, kendilerinin olmayıp,
sadece ödünç olarak elde etmiş olduklar» halde, niçin, "Onların zinet
takılarından.." denildi? -
Cevap: Allah Teâlâ Firavun'un kavmini imha edince, bu mallar onların
etlerinde kaldı ve böylece de, diğer kendi mallan gibi, ontenrt mab ve mülkü
haline geldi., Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bû surede onları
bostanlardan, akar sulardan, hazinelerden ve şerefli makamlardan çıkardık, işte
çıkarışımız böyle oldu ve onlara îsraihğullannı mirasçı kıldık..." (Şuara,
57-59) ayetleridir.
Üçüncü sual: Buzağıya tapanlar, Hz. Musa'nın kavminin hepsi miydi,
yoksa sadece bir kısmı mıydı?
Cevap: Ayetteki, "Musa'nın arkasından, kavmi zinet taktlarından bir
buzağı heykelini (ilâh) edindiler" sözü, umûm ifade eder.. Hasan
ekBasrf, Harun (a.s) hariç, onların hepsi buzağıya taptılar" demiş ve
buna, iki bakımdan deflt getirmiştir Birincisi, ayetin umumî manası.. ikincisi
ise, Hz. Musa'nın bir kıssadaki, "Ya Râbbi, beni de, kardeşimi de
bağışla:... " (A’raf, 151) şeklindeki sözüdür. O, sadece, kendisi ve
kardeşi için dua etmiştir. Bu, o ikisinin dışındakilerin duaya iayık
olmadıklarına delâlet eder. Eğer onlar, iman üzere kalmış olsalardı durum böyle
olmazdı... Başka alimler ise şöyle demiştir: Aksine, İsrailoğullan içinde,
imanı üzere katmış ve sebat etmiş olan kimseler bulunuyordu. Çünkü bu küfür,
betti kişiter için vaki olmuştu.. Bunun delili, "Musa'nın kavminden bir
cemaat vardır ki (halkı) hakka irşad ederler, onunla hükümde adalet
yaparlar" (A'râf, 159) ayetidir...
Dördüncü sual: Bu buzağı heykeli, bazılarının söylediği gibi, etten
ve kandan mürekkeb bir buzağıya mı dönüştü, yoksa daha önce olduğu gibi altın
olarak mı kaldı?
Cevap: Birinci ihtimali benimseyen kimsetef, görüşlerinin doğruluğu hususunda
şu iki şekilde İstidlalde bulunmuşlardır:
a) Cenâb-ı Hakk'ın, "buzağıyı ilâh edindiler ki, onun bir
böğürmesi de vardı..," buyruğudur. "Cesed" kelimesi, et ve
kandan meydana gelmiş dan cisimlerin adıdır.. Yine onlardan bu hususta
münakaşa.ederek, "Hayır, "cesed" kelimesi, ister et ve kandan
meydana gelmiş olsun, isterse böyte ötmarnış olsun, kestf ve yoğurt her cisme
verilen bir isimdir"diyenlerdetJuftınmaktadır.
b) Allah Teâiâ, bu buzağının böğürtüsü olduğunu haber vermiştir. Bu ise
ancak, canlılar hakkında söz konusu olabilir..
Buna,
şu şekilde cevap verilmiştir: Bu ses, buzağının sesine benzediği için, buna "böğürtü" isminin verilmiş olması
uzak bir ihtimal değildir... Hz.AH(r.a) de, bu tabiri cim ve hemze ite, bağırma
manasına galen (bağırdı) fiilinden olmak üzere,
şeklinde okumuştur. İşte bu konuda söylenenler bunlardır...
Bil ki Allah Teâfâ, onlann bu görüş ve söylerini
nakledince, o buzağının ilâh olmasının batıllığına da, "Onun
kendileriyle konuşmayacağın ve onlara bir yol da göstermeyeceğini görmediler mi
ki, ona tutundular.." buyruğu ile istidlal edip, bunu hüccet
getirmiştir. Bu delifi su şekilde açabiliriz: Bu buzağının, ne onlarla
konuşması, ne de onlart doğruya, iyiye ve güzele iletmesi mümkün değildir..
Böyle olan her şey, ya cansız varlık olur veyahut da, aciz bir canlı, mahlûk
olur. Her iki halde de böylesi bir şey, ilâh olamaz.., Alimlerimiz bu ayette,
konuşmayan ve hakka hakikate iletmeyen kimsenin il£& oiarruyacağtna
istidlal etmişlerdir. Zira ilâh, emir ve yasakları olan kimsedir., B& ise
ancak o kimse konuştuğu zaman tahakkuk edebilir., polayısiyle, konuşamayan
kimseden, emir ve yasak sâdtr olamaz.. Halbuki buzağı, emir ve yasaklar
koymadan acizdir; öyleyse, ilah olamaz...
Mutezile ise şöyle demektedir: Bu ayet, ilâh
olmanın şartmın, doğruya ve sıdka iletici olmak olduğuna delâlet eder..
Binâenaleyh, doğruluktan ve sıdktan saptıran kimselerin ilâh olmaması gerekir.
Buna göre şayet, "Su, konuşabilen ve doğruya,
güzele ileten kimselerin itan edinilmelerinin caiz olması neticesini verir.
Aksi halde, şayet, ilâh edinilmesinin caiz olamayacağı hususunda, bu sıfatların
o kimsede bulunması, yokluğu gibi, yok hükmünde olursa, sizin yaptığınız
açıklamanın bir manası kalmaz" denilirse, buna da şu şekilde cevap
verilir:
1) Bunun, ulûhiyyetin
tahakkukunun bir şartı olması tarak bir ihtimal sayılmamalı. Binâenaleyh, her
ne kadar burtun bulunmasından ufûhiyyetin tahakkuktı gerekmese dahi, ancak ne
var ki bunun bulunmamasından, onun da, yani utûhjyetin de bulunmaması gerekir..
2)
Onlarla konuşmaya ve onları hayır ve şerre iletmeye
kadir olan herkes, ilâhtır. Halbuki mahlûkat, hidayet etmeye kidir değildir.
Onfar ancak, hidâyet edilme vasfını haizdirter.v Ama, deliller getirme ve bu
delilleri koymaya ise, ancak Allah Teâla kadirdir»
Bil ki Cenâb-ı Hak bu ayetini, Ve kendilerine
zulmettiler' buyurarak bitirmiştir. Yani, "Onlar, Allah'a ibadetten
yüz çevirip buzağıya ibadetle meşgul olduktan için kendilerine
zulmettiler" demektir. Allah en iyi bilendir.
[81]
"Vaktaki
(buzağıya tapmaktan) çok pişman oldular ve kendilerinin muhakkak saptıklarını
gördüler: "Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa muhakkak ki en
büyük riyana uğrayanlardan olacağa " dediler" (A'râf, 149).
Bil
ki âlimler, Cenâb-ı Hakk'ın tabirinden maksadın "Buzağıya tapmtş olmaktan
dolayı nedamet ve pişmanlıkları iyice arttı...' şeklinde olduğu hususunda
ittifak etmişlerdir. Fakat onlar, hangi mana ve sebepten dolayı bu
"istiâre"nin güzel olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir.
1) Zeccâc, şöyle demektedir; "Bunun manası, ''Pişmanlık elleıine,
yani kaJbterine düştü" demektir. 8« tıpkı, her ne kadar, ele bir kötülüğün
düşmesi tokama ise de, "Ellerinde kötülük bulundu" denilmesi gibidir.
Şu kadar var Ki Araplar, kişinin kalbine ve görriüne dfişen, istenilmeyen şeyi,
"Eline döştü, elinde bulundu" şeklinde ifade ederler.. İşte burada da
böyledir.
2) Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Pişman olan kimse için, tabiri
kullanılır. Çönkö, adamakıllı pişman olan kimse, kederinden ve ûzûntüsünden
elini ısırır. Böylece de onun pişmanlığı, sanki eline düşmüş olur. Çünkü onun
ağzı eline değmiştir.
3) Sükût bir şeyin yüksekten alçağa düşmesinden ibarettir. İşte bundan
dolayı Araplar sakata'l-matar "Yağmur düştü" derler. Yine Arapça'da
"Elinden bir şey düştü" ve "Kadın, düşük yaptı" deniür.
Binâenaleyh, kim bir iş yapmaya yönelirse, o, o işe ancak, onun daha hayırlı ve
daha doğru olduğuna inandığ» ve o amelin, Kendisine bîr şeref ve bir makam
kazandıracağına inandığı için yönelir. Dolayısıyla, ona bu işin bâtıl ve fasit
olduğu zuhur edince, böylece o sanki yüksekten aşağıya inmiş ve üstten alta
düşmüş gibi olur. İşte bu sebepten dolayı, hata ettiği zaman bir kimse için,
"Bu ondan, hatâen vakf oklu"
denilir. Böylece de onlar bu işi, yeryüzüne düşen şeye benzetmiş olurlar. B«
şekilde, "sukût-düşmek" lafzının,
pişmanlık esnasında meydana gelen hat ve durumu İfade etmek için
kuşanılmasının, caiz ve yerinde bir şey olduğu sabit olur. Geriye ise, "O
halde elin zikredilmesinin hikmeti nedir?" diye sorulması kalmıştır. Bu
sebeple biz diyoruz ki, el insanın, sayesinde eşyayı alıp kavradığı, tuttuğu,
muhafaza ettiği bir âlettir. Pişman olan kimse sanki, kendisinden dolayı bu
pişmanlığın meydanageidiği o durumu telafi etmek ve onarmakla meşgul olmuştur.
Böylece de, o kimse, o pişmanlıktan sonra, onu tefafî ve onarmakla meşgul
olması itibariyle, kendisinin eline düşmüş olur.
4) Vahidî, bazı ulemanın şöyle
dediğini nakletmiştir: "Bu tabir safctt kelimesinden alınmıştır.
"Sakft" ise, sabahleyin, yeryüzünü kaplayan ve kar tanelerine
benzeyen şey, yani kırağıdır. Nitekim Arapça'da, kar hakkında "Yere kar
yağdı'' ve "yeryüzüne kar yağdı" manasında olmak üzere de, denildiği
gibi "Yer, ktrağılandı" denilir. O halde, tabirinin manası,
"Onun eline sakıt döştü" şeklinde olur. "Sakft". kırağı
ise, azıcık bir sıcaklıkta hemen eriyip kaybolur.. Binâenaleyh, eline kırağı
düşen kimsenin etinde, o kırağıdan asla hiçbir şey, eser katmaz. Böylece bu
ifâde, neticede zarara uğrayan ve çalışmalarından hiçbir fayda elde edemeyen
herkes hakkında bir darb-ı mesel olmuş olur. Böylece de, onun işinin akıbeti,
pişmanlık olmuş olur.
5) Bazı alimler de şöyle
demişlerdir: İşinde şaşırıp, amelleri hususunda acziyyete düştüğü içindir ki,
pişman ofan kimse için tabiri kutlanılmıştır.. İşlerin pekçoğunun yapılmasında
esas âlet ve vasıta, eldir. Aciz ofan kimse ise, sakıt,
düşmüş olan kimse hükmündedir. Binâenaleyh, düşme İşi el ile kullanıldığında,
ele düşmenin, ancak tam bir acziyyet sebebiyle meydana geldiği anlaşılmış otur.
Örfte de, ne yapacağını bilemeyen kimse hakkında, "Eli ayağı kaydı,
dolaştı'' denilir.
Pişman olan kimse, genellikle başını eğer, ellerini
bir yere dayayıp başını eiler arasına alır, bazan da ellerini, çenesinin altına
veya etinin çeftBmesi haJtnde, yöz üstü düşecek bir şekilde yüzünün bir
tarafına koyar. Böylece de ei, kendisine başın yaslanılması, konulması mümkün
olduğu için, kendisine düşülmüş bir yer olmuş dür. Bu sebeple de, tabiri,
"Elleri üzerine döştü" manasında olmuş olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'm tıpkı
"Sizi muhakkak hurma dallanma asacağım" nm m buyruğu gibidir.
Yani "Hurma dalları üzerine... demektir. Allah en iyi bilendir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ve kendilerinin muhakkak saptıklarım sörrfü/er''
buyurmuştur. Yani onlar, o sapıktiktarmı kendi gözleriyle görnıüş gibi, bu sapıklıklannın iyice farkına
vardılar..
Kâdî
şöyle demektedir: "Ayette, sonra gelenin, önce bulunması gerekir (yani,
ayette takdim-tehir bulunmaktadır). Çünkü, pişmanlık ve hayret ancak,
(sapıktık) bilindikten sonra kesinlik kazanırlar. Buna göre de sanki Cenâb-ı
Hak, "Onlar sapıttıklarının iyice farkına vardıklannda, kendilerine ulaşan
ve onlara isabet eden bu büyük nedamet ve pişmanlıktan dolayı, etleri üzere
düştüler" demek istemiştir." Şöyle de denilebilir: "Ayette bir
takdim-tehirin bulunduğunu söylemeye gerek yoktur. Zira insan, yapacağı işin
doğru mu yanlış mı olduğu hususunda şüpheye düştüğünde bazan, doğru mu yanlış
mı;veyahut da fasit mi battt mı olduğunu bilemediği bir şeye yönelmiş olmaktan
dolayı pişmanlık duyar. İşte bu durum ortaya çıktığında, pişmanlık da bulunmuş
zuhur etmiş demektir. Daha sonra, bu husustaki bilgisi gelişir ve o şeyin, bir
hata, bir bozukluk ve bâtıl olan bir şey olduğu anlaşılır. Binâenaleyh, böyle
olması halinde, ayette bir takdim-tehir bulunduğunu söylemeye gerek kalmamış
olur.
Daha
sonra Cenâb-ı Hak, onların, bu pişmanlık r.uhûr ettiğinde ve yaptıktan o şeyin
bâtıl olduğu anlaşıldığında her şeyle ilişkilerini keserek sadece Allah'a
yöneldiklerini beyan ederek, "Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi
bağışlamazsa, muhakkak ki en büyük ziyana uğrayanlardan olacağız" buyurmuştur.
Bu, yaptığı şeyin büyüklüğünü, vehametini kabul eden, kendisinden sâdır olan bu
fiile pişman olan, kusurunu ve hatasını gidermesi hususunda Rabbine yöneten,
sonra da, Cenâb-ı Hakk'm, affetmesi halinde, kendilerinin en büyük ziyana
uğrayan kimselerden olacağını tasdik eden kimselerin sözüdür. Bu pişmanlık ve
mağfiret talep etme işi, Hz. Musa, onların
yanına döndükten sonra meydana gelmiştir. Bu ifade, "Ey Rabbimiz, eğer
sen bize acımaz ve bizi bağışlamazsan..." şeklinde tâ harfiyle de
okunmuştur. Rabbena "Rabbimiz..."
kelimesi, münâda olduğu için, mansubtur. Bu, tevbe edenlerin sözüdür. Bu
tıpkı, Hz. Adem ile Havva (a.s)'nın (A’raf, 23) demeleri gibidir.
[82]
"Musa,
kavmine öfkeli, kederli döndüğü zaman dedi ki: "Sîze bıraktığım
şu makamımda, arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinkin emrini bekİemeyip
acele ettiniz ha!" (Tevrat) levhalarını bırakıverip kardeşinin başından
tuttu, onu kendine doğru çekiyordu. (Harun), "Anamın oğlu" dedi, "bu
kavim (bu adamlar) beni cidden zait gördüler (hırpaladılar). Az kaldı ki beni
öldüreceklerdi. Sen de bana düşmanları sevindirecek harekette bulunma böyle.
Beni zâlimler güruhuyla beraber tutma." (Musa) dedi ki: "Ya Rab, beni
de kardeşimi de bağışla; bizi rahmetinin içine sok. Sen, merhametlilerin en
merhametlisisin." (A'râf,
150-151).
Ayetle
ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:
Bil
ki, ayetteki "Musa, kavmine öfkeli,, kederli döndüğü zaman... "ifadesi,
Hz. Müsa'ntn. onfarm buzağıya
tapma hususundaki haber ve kıssalarım daha önce bilmiş olmasına mani değildir..
Bu, bunu gerektirmez; çünkü bunun, Hz. Musa'nın dönüp oniann halterini müşahede
etmesiyle bdyte olmuş olman caizdir. İşte bu sebeple alimler, bu hususta
ihtilaf etrrrişierdtr. Bu eömfcden olarak bazı kimseler: "Hz. Musa onların
yanına ahiden vşrdtğt zaman bunu gördü"' derken, Ebu Müslim: "Hayır,
o bunu daha Önce, biliyordu" demiştir ki, bu doğruya daha yakındır. Bunun
böyle olduğuna şunlar da delalet eder:
1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Musa, kavmine öfkeli, kederli döndüğü zaman..." ifadesi, Hz. Musa'nın, dönerken
öfkeli ve kederli olduğuna
delâlet eden Hz. Musa, henüz kavminin yârıma ulaşmadan önce bu hakleydi,
öfkeli ve kederliydi.. Böylece bu durum, Hz. Musa'nın, kavminin yanma varmadan
önce, O'nun bu durumdan haberdar olduğuna delâlet eder.
2) Allah Teâlâ, Tâ-hâ sûresinde, bu hâdiseyi Hz. Musa'ya, Mikat'ta iken
bildirmiş olduğunu açıklamıştır.
[83]
Ayette
geçen, "esifen" kelimesi hakkında şu iki görüş ileri
sorulmuştur:
a) Bu, şiddetti öfke ve kızgınlık manasına gelir. Bu, Ebu'd-Derda ite
Atâ'nın tbn Abbat'tan rivayet etmiş olduğu görüştür. Zeccâc da bunu tercih
etmiştir. Onlar bu kelimenin bu manaya geldiğine- Cenâb-t Hakk'ın, "Nihayet
onlar bizi gazablandtrmca kendilerinden intikam aldık... " (Zuhruf,
55) ayetini delil getirmişlerdir. Buradaki âsefûna kelimesi,
"gazablandırmak, kızdırmak" anlamındadır.
b) Bu, yine ibn Abbm'm ve Hasan el-Basıri ile Süddî'nin görüşü ofap. buna
göre aelf kelimesi, esef edip hüzöntenen demektir. H*. Alşe'nîn hadisinde Hz.
Aişe, demiştir. Yani, "Ebu Beler, hüzünlü bir adamdır..." demektir.
Vâhidi
şöyle demektedir: "Bu iki görüş de birbirine yakındır. Çünkü gazab,
hüzünden; hüzün de gazabtân meydana geknektedir. Dolayısiyie, senden daha aşağı
derecede öten kimselerden, sana hoşlanmadığın bir şey gelir, isabet ederse; o zaman kızar ve öfkelenirsin. Ama,
senden üstün olan kimselerden hoşlanmadtğm bîr şey geör de sana isabet ederse,
o zaman üzülürsün.. Binâenaleyh, bu İki durumdan birisi Öfke ve kızgınlık,
diğeri de hüzün, keder adım altr. Bu sebeple Hz. Musa, kavminin buzağıya ibadet
etmesinden detayı onlara öfkelenmiş; Attahu Teâlâ'nm, kavmini smayıp tmtihana
çekmesinden dolayı da üzülmüş ve kedertenmiştlr. htttekim €eoab-t Hak, Hz.
Musa'ya, "Biz senden sonra
kavmini imtihan ettik (Taha, 85) demiştir.."
[84]
buyruğuna
gelince, bunun manası, "SU» b»raköğ|m şu makamımda artcarndan ne kötü
isier yapmıssmfz, -" sektindeHtr. Bu Ntâb> ya Samkf ve onun gibi
buzağıya tapan kimseleredir, yahut da, İsrattoğullanrttn ilerf getenlennedtr
ki, bunlar Harun (a.ş), ile mütninlerdir. Bunun böyle olduğuna, Cenab-ı
Hakk'ın, "Kavmimin içinde bana vekâlet et" um t4^ ifadesi de
d^M örnekledir. Birinci takdire göte ayetîn.mafiası "Siz tona,
netötübir^alef oldunuz; çünkü siz, Allah'a ibadet edeceğiniz y«rde, tutup
buîaö^yataptıntzl.V'şekJirKla dur. İkinci takdire göre de mana: ''Siz barıa, ne
k«ü bir hralef oldunuz! Çünkü siz, Mah'tan başkasına ibadet edilrtjesine mani
olmadınız!.." şeklinde dur. Bu ifadeyle ilgili birkaç soru bulûnmaktadtr:
Birinci soru: Bi'se fiilinin gerektirdiği fâü ile, "mahsûsun
btzzemm-özetiikte kınanan, zemmedilen şey" nerededir?
Cevap: Fail, mâ haleftümûnî kelimesinin tefsir ettiği zamirdir.
"Mahsusun bizzemm" ise mahzûf olup, kelamın takdiri "Benden
sonra benim yerime geçerek, yapmış olduğunuz temsilcilik, haleftik ne kötü bir
haleflik ve temsilciliktir" şeklindedir.
İkinci soru; tabirinden sonra ifadesinin getirilmesinin hikmeti
nedir?
Cevap: Bunun manası, "Benden, Allah'ın birliğini, O'nun ortaklarının
olmadığını ve ibadetin sırf O'na yapılacağını görüp anlamanızdan sonra veya
"Onlar, "Onların na$}l tanrıları varsa sen de bize öyle bir tanrı
itap!" (A'raf, im) dediklerinde,
benim İsrailoğullannt tevhid akidesine sevketmem ve onları, sığıra tapmaktan
men etmemden sonra..." şeklindedir. Halbuki, halef olan kimselerin,
kendilerini halef bırakanların yolundan gitmeleri gerekir. Bu yerine
getirilmesi gereken bir vazifedir.
Ayetteki,
"Rabbiniztn emrini (beklemeyip) acele ettiniz ha?!.." ifadesine
gelince, burada geçen "acele etme"nin manası, bir şeyi, vaktinden
önce yapmak istemek ve ona yönelmektir.. İşte bundan dolayı, acele etmek
kınanmış; bir şeyi süratle yapmak, çabuk yapmak ise kınanmamıştır.. Çünkü
hızlılık, bir şeyi, yapdabiteeeği zaman dilimlerinin ilkinde yapmaktır. İşte VfthMî, bu şekilde söylemiştir.
Bir
kimse şöyte diyebilir: "Şayet acele etmek kötü olsaydı, daha hastl Hz. Musa, "Ben sana yönelerek
acele ettim ki, yârab, hoşnud olasm.."(Tahâ, 84) diyebilir. İbn Abbas, tabirinin manasının,
"Rabbinizin miadını beklemeyip, böylece de ona sabredip dayanamadınız
hat..." şeklinde okluğunu söylemtştrr. Haşan el-Basrî de: "Cenâb-ı Hakk'ın, size vaadetmiş olduğu o
kırk güne dair vaadinde acele ettiniz haf manasında olduğunu, zira
İsrailoğullarının. Hz. Musa, otuzuncu
gecenin sonunda gelmeyince, onun öldüğüne hükmettiklerini söylemiştir.. Atik:
"Cenâb-ı Hak, bu buyruğu ile "Rabbinizin gazabında acele ettiniz
ha!.." manasım kastetmiştir"demiştir. Kelbî de bu ifadeye:
"Rabbinizin emri size gelmezden önce, buzağıya tapma konusunda acele
ettiniz ha!.." manasını vermiştir.
[85]
Cenâb-ı
Hak, Hz.Musa’nın öfkeli ve kızgın olarak döndüğünden bahsedince, bundan sonra,
bu öfkenin sebep okluğu şeyleri de zikretmiştir. Bu da şu iki şeydir:
1) Cenâb-ı Hak, "Levhaları bırakıverip..." buyurmuş
olup, bu ifadesiyle, içinde Tevrat'ın yazıh
olduğu levhaları kastetmiştir. O levhalar, Hz. Musa'nın mucizelerinin en büyüğü olup, sonra da Musa, (buna rağmen) o levhaları
atınca, bu onun öfkesinin çok şiddetli olduğuna delâlet eder.. Çünkü kişi, bu
gibi işlere ancak, çok müthiş kızıp öfkelendiği zaman teşebbüs eder. Rivayet
olunduğuna göre Tevrat, yedi
bölümden ibaretti. Hz. Musa, içinde
Tevrat'ın yazıtı olduğu
levhaları atınca, onlar kırıldı,. Böylece de onun altı bölümü kaldırıldı,
geriye sadece tek bir bölüm kaldı. Kaldırılan bölümlerde, israiloğulfannin
ihtiyaç duyacaktan her şeyin izahı bulunuyordu.. Geriye katan bölümde ise, sadece
hidâyet ve rahmet konuları bulunuyordu... Hz. Peygamber (s.a.s)'den şöyle
dediği rivayet edilmiştir:
"Haber,
çözle görmekten çok farklıdır! Allah ona,
kavminin düştüğü fitneyi haber vermiş de O, Allah'ın kendisine
haber verdiği şeyin gerçek olduğunu anlamıştı, bunun iizefme de, elindeki (o
hûküm)kre sımstkı sarılmıştı..."
[86]
Bir
kimse şöyle diyebilir: "Kur'an-t Kerim'de sadece, Hz. Musa'nın o levhaları attığı hususu
bulunmaktadır; onları attığında, kırılmış olmaları durumuna gelince, bu hususta
Kur'an'da bir beyan bulunmamaktadır. Bîr de bu, Allah'ın kitabma karşı
takınılmış büyük bir kusur ve hatadır, böyle bir şey ise, peygamberlere
yakışmaz..."
[87]
2) Bu kızgınlıktan neşet eden ikinci durum ise, Cenâb-ı Hakk'ın şu
buyruğunun beyan ettiği Husustur: "Levhaları bırakıp kardeşinin
başından tuttu, onu kendine doğru çekiyordu..'. Burada,
peygamberlerîn ismetini
zedeleyen, kabul etmeyen kimse için, bizim açık cevabıyla beraber Tâ-hâ
suresinde zikretmiş olduğumuz bir sual bulunmaktadır. Kısaca, peygamberlerin
ismetini ta'n edip zedeleyen kimseler şoyte demektedirler: "Musa (a.s) kardeşinin başını
tutup, onu hor ve hakîr kılmak, küçük düşürmek suretiyle kendisine
sürüklemiştir..''
Peygamberlerin ismetini kabul eden kimseler ise şöyle demişlerdir: "Hz. Musa (a.s); kardeşinin
başını kendisine doğru, o hadisenin keyfiyetini ondan sorup, iyice öğrenmek
için çekmiştir."
Eğer,
"Niçin Hânın (a.s): "Anamın
oğlu, bu kavmin beni cidden zâif gördüler" demiştir?" denilirse,
biz deriz ki: Bunun cevâbı şudur: Hanın
(a.s), İsrailoğullarmtn câhillerinin, Hz. Musa'nın, buzağıya tapanlara kızgın olduğu gibi, kendisine de
ktzgtn olduğunu zannetmelerinden endişe duymuş, bunun için de Hz. Musa'ya:
"Ey anamtn oğlu, bunlar beni zayıf,gördüler. Buzağıya ibadeti terketme
konusunda bana itaat etmediler. Ben onları bundan nehyettim ama, onları bundan
alıkoymam için bana hiç biri yardımcı olmadı. Binâenaleyh sen, bana
düşmanlarımı sevindirecek şey yapma. Onlar senin de düşmanındırlar. Çünkü bu
topluluk, senin bana yaptığın bu davranışı, bana bir ikram olarak değil, beni
küçük düşürmeolarak göreceklerdir" demiştir.
Ayetteki
"Anamın oğlu" tabirine gelince, bil ki İbn Âmir.Hamza, Kisâî ve Âsimin
râvlsi Ebu Bekir bunu, mimin kesresiyle şeklinde; yine bunu, Tâ-hâ
sûresinde de aynı şekilde okumuşlardır. Bu durumda bunun takdiri, şeklinde
olup, buradaki izafet "yâ"sı düşmüştür. Çünkü nida, hazf üzere
mebnîdk. Geriye, izafete delâlet etmek (kere, mîm'in üzerindeki kesre
kalmıştır. Bu tıpkı, (Zümer, 16
vb.) ayetinde olduğu gtbidfc Diğer kıraat âlimleri ise, her iki sûrede de, bu
kelimeyi, mîm'în fethâsı ile şeklinde okumuşlardır. Bu ifade hakkında iki görüş
bulunmaktadır:
a) Bu iki harf (iki lafız), çok olarak yanyana bulundukları için, tek bir
isim yapılarak mebnî kılınmışlar, böylece de "Hadramevt" ve (Onbeş)
kelimeleri gibi, tek isim gibi olmuştur.
Bu
tabir, izafet yâ'sından bedel olan elifin hazfı üzere mebnî olup, ifâdenin aslı
şeklindedir, Nitekimşair söyle demiştir.
"Ey
amcam kızı, kınama ve yat uyul.." Ayetteki "Bu kavim, beni,
cidden zayıf görduîeı" ifadesi, "Benim sözüme aldırmadılarr
az kalsın beni Öldürüyorlardı, Binâenaleyh sen banar düşmanları yani
buzağıya tapanları sevindirecek ssyteri yapma. Beni, buzağıya tapan o
zâlimlerle bir tutma, yani yaptıkları kötü fiillerine karşı, onlara vereceğin
cezaya, beni de ortak kılma" ctemektir. işte o . zaman, Hz. Musa (a.s), yani Harun'a karsı azab ve hiddetten, ölürü
"Rabbim beni ve buzağiya tapanlara karşı şiddetli uyanlarda bulunmayı
terketmiş olmasından ötürü de kardeşimi bağışla"; rahmetinin içine sok.
Sen merhametlilerin en merhametlisisin" demiştir.
Bil ki bu ktssa ile
alâkalı soruların ve cevapların tamamı Tâ-hâ sûresinde zikredilmektedir. Allah
en iyi bilendir.[88]
"Şüphe yok ki
buzağıyı (tanrı) edinenlere Rablerinden bir gazab ve dünya atında bir horluk
erişecektir, İşte biz, yalan düzenlen böyle cezalandırırız. Kötülükler işleyen,
sonra da bunun ardından tevbe edip. iman edenlere gelince, şüphesiz ki Rabbin
bunun ardından, elbette gafur ve rahimdir" (A'râf, 152-153).
Bil ki bu ayetin
gayesi, buzağıya tapanların durumunu açıklamaktır.
Bil ki, itteheza
(ittihaz etti, edindi) fiilinin iki mef'ûlünden birisi hazf edilmiştir. Buna
göre kelamın takdiri, "Onlar, buzağıyı bir ilah ve bir mabud
ecSndifer" şeklindedir. Hazfedilen mef'ûle, "O (Sâmiri), kendilerine
böğüren bir buzağı heykeli (döküp) çıkarmıştı" (Tâhâ. 88) ayeti delâlet
etmektedir. Müfessirlerin, ru ayeti tefsir hususunda iki izahları vardır:
1) Buzağıyı
ilah edinenlerden maksad, ona bizzat tapanlardır. Bu kimsefer, haklarında
Cenâb-ı Hakk'ın, "(Onlara) Rablerinden bir gazab... erişecektir"
dediği «-ıselerdir. Hal böyle olunca, bu ifade ile ilgili şöyle bir soru
sorulur: Allah Teâlâ, günahlarından tevbe etmek için kendilerini öldürmüş
olmaları sebebi ile, bu kimseleri bağışlamış ve tevbelerini kabul etmiştir.
Allah, onların tevbesini kabul etmiş olduğuna göre, onlar hakkında daha nasıl
"(Onlara) Rablerinden bir gazab.. erişecektir" denilebilir?
Bu soruya şöyle cevap
verilir: Bu gazab, muhakkak ki sadece dünyada tahakkuk etmiştir, âhirette
değil.. Buna göre bu "gazab" "Allah'ın onlara, kendilerini
öldürmelerini emretmesi" şeklinde tefsir edilir. Ayetteki, "Dünya
hayatında bir zillet (korluk) erişecekti.." buyruğundan maksad ise,
onların dalâlete düşüp zelil (hor ve hakîr) olmuş olmalarıdır. Eğer muhalifler:
"Cenâb-ı Hakk'ıh "erişecektir" ifadesi, gelecek zamanı ifâde
eder, öyle olunca artık nasıl olur da bunun dünyevî bir hüküm olduğu
söylenebilir?" derlerse, biz deriz ki: Bu söz, kavmini imtihan ettiğini ve
onların buzağıyı ilah edindiklerini Hz. Musa'ya haber verdiği zaman, Cenâb-ı
Hakk'ın Hz. Musa'ya bildirdiği o şeyi nakletmektir. Buna göre, Allah Teâlâ o
zamanda Hz. Musa'ya, kavmine bu dünya hayatında (ileride) ilâhî bir gazab ve
zilletin geleceğini haber vermiştir. Dolayısıyla bu söz, onun kavminin (tevbe
için) kendilerini öldürmelerinden ve zillete düşmelerinden önce söylenmiş olur.
Dolayısıyla yapmış olduğumuz tefsir, bu açıdan doğru olur.
2) Buzağıyı
ilah edinenlerden maksad , İsrailoğullarının, Hz. Muhammed (s.a.s) zamanındaki
soylarıdır. Buna göre, ayet iki şekilde izah edilir:
a) Araplar,
atalarının yaptıkları iyi şeylerden dolayı onların soylarını (oğullarını)
Övdükleri gibi, onların yapmış olduğu kötü fiillerden dolayı da, yine onların
nesillerini ayıplarlardı. Mesela onların soylarına, bunu daha önce yaşamış olan
ataları yapmış olduğu halde, "Siz şöyle şöyle yaptınız" derlerdi.
İşte burada da böyledir. Cenâb-ı Hak, burada, her ne kadar bu işi onların
ataları yapmış ise de, Hz. Muhammed (s.a.s) zamanındaki yahudilerin, buzağıyı
ilah edindiklerini söylemiş ve sonra onlardan bahsederken, "Onların
üzerine korluk ve yoksulluk damgası vuruldu"(Bakara. 61) buyurduğu gibi,
onlara âhirette Rab'lerinden bir gazab ve dünya hayatında da bir horluk
erişeceğini bildirdi.
b) Bu
ifadenin manası: "Buzağıyı ilah edinenler, yani bu işi bizzat yapanlar yok
mu, onlara, yani onların evlâdlarına bir gazab ve zillet erişecektir"
şeklindedir. Ayette, sözden anlaşıldığı için muzaf olan "evlâdlarına"
kelimesi düşmüştür.
Cenâb-ı Hakk'ın biz
yalan düzenleri (iftira edenleri) böyle cezalandırırız" buyruğu,
"Allah'ın dini hususunda, aslı olmayan bir şeyler uyduran her müfterinin
cezası, bu dünyada ilahî gazaba ve zillete dûçâr olmaktır" manasındadır.
Mâlik b. Enes: "Her bid'atct, başının üstünde bir zillet bulur" dedi
ve bu ayeti okudu. Çünkü bid'atçı, Allah'ın dininde, aslı olmayan birşey
uydurmuş (iftira etmiş) demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kötülükler işleyen, iman edenlere gelince,.." buyruğuna gelince, bu
çeşitli kötülükler (günahlar) işleyen bir kimsenin önce bunlardan tevbe etmesi
gerektiğini ve bu tevbenin ise, önce o işleri terkedip onlardan vazgeçmesi,
bundan sonra da iman etmesi gerektiğini, bu (icmâlî imanın peşinden) Allah'a
iman edip, O"ndan başka bir ilahın bulunmadığını tasdik etmesi gerektiğini
gösterir.
Ayetteki
"Şüphesiz ki Rabbin bunun ardından, elbette r ve rahimdir'' ifadesi tevbe
edilen bütün kötülüklerin (günahların) mağfiret icab ettirdiği hususunda,
müsavi olduğuna delalet eder. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "kötülükleri
işleyen..." ifadesi, her türlü kötülüğü içine alır. Buna göre "adenin
manası: "Bütün kötülükleri yapıp da, sonra bunun ardından tevbe edenler
mu, Allah onları bağışlar" şeklindedir. Bu ayet, günahkarlar için müjde ve
sevinç -âce eden en büyük açıklamalardandır. Allah en iyisini bilendir.
[89]
~Vakta ki Musa'dan o
öfke uzaklaşıp, sustu. O levhaları aldı. Onların bir nüshasında. Rablerinden
korkan kimseler için bir hidayet ve rahmet vardı" (A'râf, 154). '
Bil ki Cenâb-ı Hak,
Hz. Musa'ya kızdığı zaman sâdır olan şeyleri (önceki de) açıklayınca, bu ayette
de, kızgınlığının yatışması esnasında O'nun yaptığı I beyan etmiştir.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[90]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Musa'dan o öfke* uzaklaşıp, sustu" ifadesi ile ilgili, birkaç görüş
bulunmaktadır:
1) Bu,
istiare (mecaz) üslûbu ile söylenmiş bir sözdür. Sanki gazab Hz. Musa'yı o şeye
teşvik ediyor ve ona "Kavmine şöyle şöyle de. Levhaları at ve kardeşinin
başından tutup onu sürükle" diyordu. Ama kızgınlık kaybolunca da sanki,
susmuş gibi oldu.
2) İkrime'ye
göre bunun manası, "Öfkeden Musa, uzaklaştı" şeklinde olup, ifâdede
bir "kaib" (yani bir takdinvtehir) yapılmıştır. Nitekim Araplar,
"Başımı külaha soktum" manasında, "Külahı başıma geçirdim"
derler.
3) Buradaki
"sükût"tan (susmadan) maksad, sükûne ermek ve kaybolmaktır. Buna göre
tabiri yerinde olur, ama (buradaki sekete fiili yerine) samete (sustu) fiili
kullanılmaz. Çünkü sekete fiili, (aynı zamanda) "sükûn buldu, sona
erdi" manasınadır. Samete fiili ise, "konuşmayı kesti, sustu"
manastndadır ve bu "gazab" için kullanılamaz.[91] .
Ayetin zahiri, Hz.
Musa(a.s)'nın, kardeşi Harun'un herhangi
bir kusur ve
hatasının olmadığını anlayıp,
dolayısıyla onun
mazeretinin geçerli olduğunu görünce,
kızgınlık ve gazabının
sükûna erdiğine delâlet etmektedir. Bu, Musa (a.s)'nın, "Ya Rabbi. beni
de, kardeşimi de bağışla" diye dua ettiği vakittir. Böylece o, ona
kızgınlığının yok olduğuna dikkat çekmek için kardeşi için de dua etmiştir.
Çünkü bu, onun daha önce yapmış olduğu iki işte olduğu gibi, kızgınlığının
emarelerinin ilki idi. Bundan dolayı o, daha önce yaptığı o iki işin zıddı olan
fiilleri, kızgınlığının sükûnete erdiğine bir alâmet gibi kılmıştır.
[92]
Cenâb-ı Hakk'ın
"O. levhaları aldı"
ifadesindeki levhalardan murad, 'Levhaları attı (A'râf. 150) ifadesinde bahsedilen
levhalardır. Bu ifadenin zahiri, o levhalardan herhangi birinin kırılmadığı ve
"Tevrat'ın yedi bölümden altısının göğe kaldırıldığı" şeklindeki
görüşün yanlış olduğuna delâlet eder. Ayetteki, ''Onların bir nüshasında"
tabirine gelince, ("nüsha"nın masdan olan) "nesh" kelimesi
"nakletmek, başka birşeye dönüştürmek" manasına gelir. Meselâ sen,
bir kitabı harf-harf, kelime-kelime bir başka deftere yazdığın zaman dersin.
Böylece sanki, esas nüshada olanı aynen ikincisine nakletmiş olursun. İbn Abbas
(r.a) da şöyle demiştir: "Hz. Musa (a.s) levhaları atınca, onlar kırıldı.
Bunun üzerine o, kırk gün oruç tuttu. Derken Cenâb-ı Allah levhaları tekrar
gönderdi. Önceki levhalarda bulunan hükümler, aynen bunlarda da
bulunmaktadır." İşte ayetteki, "Onların bir nüshasında" ifadesi,
bu manada, "Önceki levhalardan aynen aktarılıp yazılan bu nüshada..."
demektir. Bizim, "Levhalar kırılmamıştır. Musa (a.s), onları attıktan
sonra, tekrar aynı durumda almıştır" dememize gelince, şüphe yok ki o
levhalar Levh-i Mahfuz'clan yazılıp gelmişlerdir. Bu durumda bunlar da, birer
"nüsha" olmuş olurlar.
Ayeteki ifadesi,
"O, sapıklıktan kurtaran bir hidayet rehberi ve azabtan kurtaran bir
rahmet" demektir.
Ayetteki
"Rablerinden korkan kimseler için" ifadesinde Cenâb-ı Hak,
Rablerinden korkanları kastetmiştir. Buna göre eğer, "Kelamın takdiri
şeklindedir. Dolayısiyteayettekili Rabbihim kelimesindeki lâm harf-i cerrinin
faydası nedir?" denilirse biz deriz ki: Bu birkaç şekilde izah edilebilir:
a) Fiilin,
mef'ûlünden sonraya bırakılması, mef'ûle bir zayıflık vermektedir. İşte bundan
dolayı, mefûlü güçlendirmek için başına bir lâm harf-i cerri getirilmiştir.
Bunun bir benzeri de şu ayettir: "Rüya tabir ediyorsunuz..." (Yûsuf.
43)
b) Bu lâm,
"sırf, sadece" manalarına gelen, "lam-ul-eci!"dir. Buna
göre ifadenin manası, "Riya ve desinler için değil, sırf ve sadece
Rablerinden korkanlar için..." şeklinde olur.
c) Her
nekadar fiil müteaddîolsa da, bazan mefûlünün başına harf-i cerr getirilir. Bu
tıpkı senin, ve (sûreyi okudum) ve ve "Elini attı" demen gibidir.
Nitekim Kur'an-ı Kerim'de, bir yerde, 'Allah'ın (şöyle şöyle olduğunu)
bilmiyorlar mı?" (Bakara. 77) buyururken, bir başka yerde de (harf-i cerli
olarak) "Allah 'm gördüğünü o bilmiyor mu? (A’la 14) Duyurulmuştur. Buna
göre buradaki, li Rabbihim'deki lâm, "O (azab) hemen peşinizde (gelmek
üzere)" (Neml, 72) ifadesinde olduğu gibi, "sıla"dır ve te'kid
için gelmiştir. Bu açıklamanın bir benzerini (Al-i imrân. 73) ayetinde
zikretmiştik.
[93]
"Musa, tayin
ettiğimiz vakit için, kavminden yetmiş adam seçti. Onları müthiş bir sarsıntı
tuttuğu zaman (Hz. Musa) dedi ki: "Ya Rabbi, eğer dikseydin onları da,
beni de daha evvel imha ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işledikleri
günahlar yüzünden, hepimizi helak mi edeceksin? Zaten o da senin fitnenden
(imtihanından) başka birşey değil. Sen, onunla.kimi dilersen saptırır, yine
onunla kimi dilersen hidayete erdirirsin. Sen, bizim mevlâmızsm, bizi bağışla
ve bize rahmet et. Sen mağfiret edenlerin en hayırlısısm" (A'raf, 155).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[94]
İhtare (seçti) fiili,
"hayr" masdarından, iftial vezninde bir fiildir. Arapçada, bir kimse
birşeyin en hayırlısını ve en iyilerini aldığı zaman, "O, o şeyi
seçti" denilir.
İhtare fiilinin aslı,
ihteyere idi. Yâ harfi hareketli, kendinden önceki harf de fethalı olduğu için,
kale ve bâe fiillerinde olduğu gibi, elife çevrildi. İşte bundan ötürü, bu
fiilin ism-i faili ve ismi mef'ulü aynı tarzda muhtar şeklindedir. Bu ikisinin
asılları ise "muhteyir" ve muhteyer idi. Bunlardaki yâ elife
çevrilince, her ikisi de lafız bakımından aynı olmuştur.
[95]
Bu husustaki sözün özü
şöyle demektir: Kusursuz olan uzuvlar, asıl olan sıhhatleri ile, birşeyi hem
yapmaya, hem yapmamaya; hem işlemeye hem de işlememeye elverişlidirler. Bu
eşitlik mevcut olduğu sürece, uzvun o iki {yapma ve yapmama) yönlerinden birisi
için değil de, diğeri için bir kaynak olması imkansız olur. Aksi halde mümkin
olan bir şeyin, bir müreccih olmaksızın tercih edilmiş olması gerekir ki bu
imkansızdır. İşte insan, .bir fiilde kendisi için daha çok fayda ve daha çok
iyilik bulunduğu neticesine varırsa, o kimse bu yönün (yapma yönünün) kendisi
için, bunun zıddı (olan yapmamadan) daha hayırlı olduğuna hükmetmiş olur.
Kalbte böyle bir inanç meydana geldiği zaman, o işi yapma tarafı, yapmama
tarafına üstün gelmiş olur. Eğer kişi bu tarafın, diğer taraftan daha hayırlı
olduğuna hükmetmiş olmasaydı, onun faili olması (o işi yapması) imkânsız
olurdu. İnsanlardan bir fiilin sâdır olması, insanın bu fiili yapmanın
yapmamaktan daha hayırlı olduğuna hükmetmesine bağlı olunca, insana ait bu
fiil, ihtiyarî ve iradî (ihtiyara ve iradeye bağlı) diye isimlendirilmiştir.
Alfah en iyisini bilendir.
Buna göre eğer: İnsan
bazan, kendisi için bir hayır değil, bir şer olduğunu bildiği halde, kendisini
öldürür, yüksek uçurumlardan aşağı atar?" denilirse, biz deriz ki:
"İnsan bu öldürme sebebi ile, bu ölümden daha büyük bir belâdan
kurtulacağına inanmadığı müddetçe, intihara yellenmez. En büyük zarar ve belaya
nisbetle, daha küçük olan zarar, bir şer değil bir hayır sayılır. İşte bu
durumda soru düşer. Allah en iyi bilendir."
[96]
Bir grup nahiv alimi
şöyle demişlerdir: Bu ifade takdirindedir. Ancak ifadedeki harf-i cerri düşmüş
ve fiil mef'ûlüne doğrudan ta'alluk ederek, onu nasbetmiştir. Nitekim Arapça'da
aynı manada olmak üzere, "Adamların içinden Zeyd'i seçtim" denilir.
Bu nahivciler Ferazdak'ın şu şiirini (delil olarak) okumuşlardı-.
"Şiddetli
rüzgarlar estiği zaman, müsamaha ve cömertlik bakımından insanlar içinden
seçilen kimse, bizdendir..."
Ebu Ali ise şöyle
demiştir: Bu konuda ast olan şudur: Bazı fiiller, ikinci mef'ulüne bir harf-i
cerr ile taalluk ederler. Daha sonra bu kaide genişler ve o harf-i cer düşerek,
fiil mef'ûle doğrudan taalluk eder. Senin sözün böyledir. Daha sonra bu kaide
genişlemiş ve denilmeye başlanmıştır. Aynı şekilde senin, "günahımın
bağışlanmasını Allah'dan istedim" sözün de böyledir. Nitekim şâir de:
''Sayıp dökemiyeceğim
(kadar çok olan) günahımdan Allah’a istiğfar ediyorum" demiştir. Yine
Arapça'da denildiği gibi, bâ edatını kaldırarak, aynı manada (Zeyd'e iyiliği
emrettim) denilir. Şair de şöyle demiştir:
"Sana iyilik
(yapmanı) emrettim, binâenaleyh sen,. emrolunduğun şeyi yap" Şair,
"bi'l-hayri" yerine, bâ'yı hazfetmiştir. Allah en iyi bilendir.
Bana göre burada, bir
başka izah tarzı daha vardır, o da ifadenin takdirinin şu şekilde olmasıdır:
"Musa kavmini, belirlediğimiz vakit için seçti" Buradaki
"kavmi" ifadesi ile, Hz. Musa'nın kavminden muteber olanları
kastedilmiş olup, cins isim olan "kavim", o seçilenler için
kullanılmıştır. Ayetteki seb'îne reculen (yetmiş adam) ifadesi ise atf-ı
beyândır. İşte bu izaha göre, nahiv alimlerinin girdikleri zorlamalara girmeye
hiç gerek yoktur.
[97]
Alimlerin zikrettiğine
göre Hz. Musa (a.s), kavminden oniki boy ve her boydan altışar kişi seçer.
Böylece seçilenlerin sayısı yetmişiki kişi olur. Daha sonra onlara, "iki
taneniz geri kalsın" deyince, onlar tartışmaya başladılar. Bunun üzerine
Hz. Musa (a.s): "Sizden geri kalan kimseye de, (benimle) gelen kimselere
verilecek ecir verilecektir* der. Bunun üzerine, Kâlib ve Yûşa otururlar,
geride kalırlar.
Yine rivayet
olunduğuna göre Hz. Musa, sadece altmış yaşlı bulur. Bunun üzerine de Cenâb-ı
Hak ona, gençlerden on kişi seçmesini vahyeder.. O da bu on kişiyi seçer ve
derken bunlar, yaşlı hale gelirler. Müteakiben Hz. Musa onlara oruç tutmalarını
ve temizlenmelerini, elbiselerini temizlemelerini emreder.. Sonra da, onlarla
beraber Mîkat'a çıkar...
[98]
Bu seçme, Allahu
Teâlâ'nın, Hz. Musa ile konuştuğu ve Hz. Musa'nın O'ndan, kendisini görmeyi
istemiş olduğu Mîkat'a çıkmak için midir, yoksa başka bir yere çıkmak için
midir? Bu hususta, müfessirlerin birkaç görüşü bulunmaktadır:
Birinci görüş:
Bu, konuşma ve görme talebinin cereyan etmiş olduğu Mîkat'a çıkmak içindir. Bu
görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Hz. Musa {a.s) bu yetmiş kişiyle Sîna
Dağı'na çıktı. Hz. Musa dağa yaklaştığı zaman, dağın üzerinde buluttan bir
kasırga meydana geldi ve hatta bu kasırga, bütün dağı kuşattı.. Musa buna
yaklaştı ve onun içine girdi.. Ve yanındakilere de: ''Yaklaşın!" dedi,
onlar da yaklaştılar.. Hatta, onlar bu bulutun içine girdikleri zaman secdeye
kapandılar ve Hz. Musa'ya konuşan, ona "şöyle yap" "böyle
yapma!" diye emir ve nehiylerde bulunan Allah Teâlâ'yı işittiler. Sonra
bulutlar açılıp dağılınca, onlar, Hz. Musa'nın yanına varıp, Allah'ı görmeyi istediler
ve: "Ey Musa, biz Allah'ı apaçık görünceye kadar sana kesinlikle iman
etmeyiz..." demiştiniz de, sizi o yıldırım çarpmıştı" (Bakara, ss)
dediler. İşte bu ayet-i kerimede geçen, "Müthiş bir sarsıntı"öan
murad, onları yıldırımın çarpmasıdır.. Bunun üzerine Hz. Musa, "Ya Rabbi,
eğer dileseydin onları da, beni de daha evvel helak ederdin. İçimizden birtakım
beyinsizlerin işledikleri günahlar yüzünden hepimizi helak mi edeceksin?"
demiştir. Beyinsizlerin yaptığından maksad, onların "Allah'ı açıktan bize
göster"(Nisa, 153) sözleridir.
[99]
İkinci görüş: Bu
Mîkat'tan murad, Allah'ın, Hz. Musa'ya konuştuğu ve Hz. Musa'nın Allah'ı
görmeyi istediği yerden başka bir yerdir. Bu görüşte olan alimler de, oeğişik
izahlar yaparak, kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir:
1) Bu yetmiş
kişi, her ne kadar o buzağıya tapmamış iseler de, ancak ne var ki bunlar, o
buzağıya tapanlar, buzağıya taparken, onlardan da ayrılmamışlardır.
2) Bu yetmiş
kişi, buzağıya tapmaktan men etme ve nehyetme hususunda ederinden gelen her
şeyi yapmamışlardır.
3) Bunlar,
Mîkat'a çıktıkları zaman, tevbe etmek için Rabterine dua etmişler ve 3ize, daha
önce hiç kimseye vermediğin ve bizden sonra da, hiç kimseye
«ermeyeceğin bir şey
ver!" demişlerdir.. Bundan dolayı Allah Teâlâ onların bu sözünü hoş
karşılamadı; bu sebeple de onları müthiş bir sarsıntı yakaladı..
Bu görüşü
benimseyenler, bu görüşlerinin doğruluğuna dair şu şeyleri delil yenilişlerdir:
a) Allahu
Teâlâ, Hz. Musa'ya konuşmak için belirlemiş olduğu Mîkat kıssasını rkretmiş,
sonra bunun peşinden buzağı kıssasını getirmiş, sonra da onun peşinden bu
kıssayı zikretmiştir.
Zahirî durum, bu
kıssanın, geçen kıssadan başka olmasını gerektirir. Gerçi bu kısmın, birinci
kıssadaki sözü tamamlamak üzere, oraya bir dönüş olması da reddedilemez. Fakat
fesahata daha uygun olan, sözü bir kıssada, bir anlatımda bitirip, onu
tamamladıktan sonra, başka bir kıssaya geçmektir. Fakat kıssanın bir kısmını
anlatıp sonra başka bir kıssaya geçmek, sonra onu tamamtadıktan sonra birinci kıssadan
kalan kısım hakkında birşeyler söylemek, karışıklığa sebep olur ve Allah'ın
kelamını bundan uzak tutmak gerekir.
b) Allah'ın
Hz. Musa'ya konuştuğu ve Hz. Musa'nın O'nu görme talebinde bulunduğu Mîkat'ta,
o kimseler içinden hiçbir inkarcı çıkmamış, ama onlar, "Allah'ı, açıktan
bize göster"(Nisa, 153)demişlerdir.. Binâenaleyh, eğer bu ayette
zikredilen o müthiş sarsıntı, onların bu sözleri sebebiyle meydana gelmiş
olsaydı, "İçimizdeki beyinsizlerin söyledikleri şey yüzünden hepimizi imha
mı edeceksin?" denilmesi gerekirdi.. Hz. Musa böyle demeyip,
"İçimizden birtakım beyinsizlerin işledikleri (günahlar) yüzünden,
hepimizi helak mi edeceksin?" deyince, anlıyoruz ki bu sarsıntı, onların,
Allah'ı görme isteğine yönelmeleri sebebiyle değil, ancak buzağıya tapmaya
yönelmeleri sebebiyle olmuştur..
c) Allah
Teâlâ, Hz. Musa'ya konuşup, Hz. Musa'nın Allah'ı görmeyi istediği o Mîkat'ta,
Hz. Musa'nın bayılıp yere düştüğünü ve kendisinin o dağı unufak ettiğini
zikretmiştir. Bu ayet-i kerimede zikredilen Mikat'a gelince, Allah Teâlâ,
burada bu yetmiş kişiyi müthiş bir sarsıntının tuttuğunu zikretmiş, ama bu
sarsıntının Hz. Musa'yı da tuttuğundan bahsetmemiştir. Öyleyse, Hz. Musa:
"Ya Rabbi, eğer dileseydin onları da. beni de daha evvel helak
ederdin" demiş olduğu halde, bu sarsıntının onu da yakaladığı nasıl
söylenebilir? Bu iki Mîkat'tan her birinin, bu hükümlere tahsis edilmesi,
bunların her birinin, diğerinden ayrı olduğu zannını kuvvetlendirir...
Bu Mîkat'ın, Allah'ın
Hz. Musa'ya konuştuğu ve Hz. Musa'nın Allah'ı görmeyi istediği Mîkat olduğunu
söyleyenler, görüşlerine şöyle diyerek delil getirdiler: Allahu Teâlâ, birinci
ayette, "Vakta ki Musa, tayin ettiğimiz vakitte geldi..." (A'râf, ı«)
buyurmuştur.. Bu ifade, "Mîkat" (belirlenmiş vakit) lafzının, bu
Mîkata mahsus olduğuna delâlet eder... Cenâb-ı Hak bu ayette de, "Musa,
tayin ettiğimiz vakit için, kavminden yetmiş adam seçti.." buyurunca, bu
Mîkat'tan muradın, o Mîkat'ın aynısı olması gerekir..
Buna şöyle cevap
verilir: Bu delil zayıftır; şüphe yok ki, önceki görüşü kuvvetlendirmek için
zikredilen deliller daha kuvvetlidir.
Allah en iyisini bilendir.
Üçüncü görüş:
Bu Mîkat'ın tefsiri hususunda üçüncü açıklama, Hz. Ali (r.a)'den rivayet edilen
şu husustur: O şöyle elemiştir: "Musa ve Harun (a.s), dağın eteğine vardılar..
Derken, Harun (a.s) uyudu; Allah Teâtâ da onun canını aldı.. Hz. Musa Tûr'dan
dönünce, kavmi; "Harun'u, o öldürdü!" dediler. Bunun üzerine Musa
(a.s), kavminden yetmiş adam seçti ve onlar, Harun (a.s)'un yanına gittiler..
Allah Teâlâ da onu diriltti ve o: "Beni hiç kimse öldürmedi.." dedi..
Bunun üzerine onları, burada müthiş bir sarsıntı yakaladı..." İşte bu
konuda söylenenlerin tamamı, bundan ibarettir. Allah en iyisini bilendir..
[100]
Alimler, bu sarsıntı
hususunda, ihtilaf etmişlerdir:
1) Bunun,
öldürücü bir sarsıntı olduğu söylenmiştir... Süddî şöyle demiştir: "Musa
(a.s.), "Ya Rabbi, sen onların en hayırlılarını öldürdüğün ve beraberimde
onlardan hiç kimse kalmadığı halde, ben IsraiioğuUarma nasıl dönerim, ben
onlara ne derim? Bundan sonra onlar bana, içlerinden birisini nasıl emânet
ederler, güvenirler?" dedi. Bunun üzerine de, Allah Teâlâ onları diriltti.
Binâenaleyh, ayetteki, "Eğer dileseydin onları da, beni de daha evvel
helak ederdin " ifadesi, "Musa (a.s), İsrailoğullarının, onların
yanına döndüğü zaman kendisini, o yetmiş şahıs hakkında itham etmelerinden ve
onların ölmüş olabileceklerini kabul etmemelerinden korktu da; Rabbine
"eğer dileseydin, Mîkat'a çıkmazdan önce bizi imha ederdin ve
İsrailoğulları bunu görüp beni itham etmezlerdi..." demiştir"
manasındadır.
2) Bu
sarsıntı, öldürücü değildi... Fakat onlar bu korkunç durumu görünce, onları r r
titreme aldı ve neredeyse eklemleri birbirinden ayrılacak ve belleri
çatırdayacak denli sarsılmaya başladılar.. Öyle ki, Hz. Musa, onların
ölmelerinden korktu... İşte du esnada, ağladı ve dua etti; bunun üzerine Allah
Teâlâ da, bu sarsıntıyı giderdi.
[101]
Ayetteki ( 'İçimizden
birtakım beyinsizlerin işledikleri günahlar) yüzünden, hepimizi helak mi
edeceksin?" ifadesi hakkında ehl-i ilim, şöyte demiştir: Musa (a.s)'nın,
Hak Teâlâ'nın, başkalarının günahı sebebiyle bir kavmi -na edeceğini zannetmiş
olması mümkün değildir... Dolayısiyle bu ifadeyi tevîl etmek gerekir.. Bu
hususta şu iki bahis bulunmaktadır:
1) Buradaki
"istifham", inkâr manasındadır. Musa (a.s) bu istifham ile,
"Sen, böyle yapmazsın.." manasını kastetmiştir.. Nitekim, "Böyle
yapmazsın" manasında, Sana hizmet edeni, sen hakir mi kılarsın?"
dersin..
2) Müberred:
" Bu/'Bizi mahvetme!"manasında, şefkat ve merhamet taleb etmeyi flade
eden bir sorudur" demiştir...
[102]
Ayetteki "Zaten o
da senin fitnenden (imtihanından) başka bir şey değil" ifadesi hakkında
Vahidî (r.h.) şöyle demiştir: "Buradaki hiye zamiri, fitne"
kelimesine raci'dir.. Nitekim sen, "Bu, Zeyd'den başkası değildir" ve
"Bu, Hind'den başkası değildir" dersin.. Dolayısiyle, bu ayetin
manası, ''Beyinsizlerin içine düştüğü bu fitne, ancak, senin bir kavmi,
kendisiyle saptırarak böylece de onların içine düştüğü; bir diğer kavmi de,
kendisinden koruyarak, böylece de onların hak üzerine sebat etmiş olduğu bir
imtihanındır.." şeklindedir. Sonra Hz. Musa, her şeyin Allah'dan olduğunu
tekîd ederek, "Sen, onunla kimi dilersen saptırır, yine onunla kimi dilersen
hidâyete erdirirsin" demiştir..." Vahidî, sözüne devamla şöyle der:
"Bu ayet, onlara hiçbir mazeret bırakmayacak şekilde, Kaderiyye (Mutezile)
aleyhine olan apaçık delillerden birisidir..."
[103]
Mutezile ise:
"Cebriyye'nin, bu ayete tutunması mümkün değildir. Çünkü Alfah Teâlâ,
"Kullarından dilediğini, bu fitne sebebiyle dinden saptırırsın"
dememiştir.. Bir de, Allah Teâlâ "Onunlasaptırırsın.." buyurmuştur ki
bu, "O sarsıntı ile şaşırtırsın, saptırırsın.." demektir.. Malûmdur
ki Allah, sarsıntı ile, saptırmaz.. Öyleyse bu ayeti, tevîl edip başka bir
manaya hamletmek gerekir. Ayetteki "Zaten o da senin fitnenden
(imtihanından) başka bir şey değil" ifadesine gelince, bu "O, senin
imtihanından ve sana kulluğun şiddet ve zorluğundan başka bir şey
değildir" manasınadır. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu sarsıntıyı izhar edince,
onları buna karşt sabretmekle mükellef tutmuştur..
Ayetteki, "Sen-
onunla kimi dilersen saptırırsın..."ifadesine ifadesine gelince, bununla
ilgili birkaç izah bulunmaktadır:
1) "Bu
imtihan ile, bu mükellefin iman etmesi ve imanında devam etmesi şartıyla,
dilediğini cennete ve sevaba ulaştırırsın. Ve dilediğini, iman etmemesi
şartıyla veyahut da, iman etse bile,
imanında sabır ve sebat göstermemesi şartıyla, cezalandırırsın.."
2) Buradaki,
saptırmaktan murad, mahvetme manası olabilir.. Buna göre ayet, "Dilediğini
bu sarsıntı ile helak eder, dilediğini de bundan kurtarırsın.."
manasındadır.
3) Bu
imtihan, hidayete erenin, hidayetindeki ve dalâlete düşenin de dalâletindeki
sebep gibi olunca, bunun Allah'a izafe edilmesi caiz olmuştur" demiştir.
[104]
Bil ki bu teviller,
fazla ciddî olmayan ve geniş tutularak yapılmış olan tevillerdir. Halbuki aklî
deliller, bu ifadeden muradın, bizim söylemiş olduğumuz mana olması gerektiğine
delâlet etmektedir. Bunun izahı birkaç bakımdandır:
1) Hem
imana, hem de inkâr etmeye uygun olan kudretin bir tarafa olan tesirinin, diğer
tarafa olan tesirinden üstün gelmesi, ancak müreccih olan, tercih ettirici olan
bir sebepten dolayıdır; bu sebebin yaratıcısı ise Allah Teâlâ'dır.. Bu sebep
bulunduğu zaman, fiilin oluşması vacib olur.. Bu öncüller sabit olunca,
hidayetin ve saptırmanın da, Ailah'dan olduğu sabit otur.
2) Her
akıllı insan, ancak imanı, hakkı ve doğruluğu taleb eder.. Binâenaleyh, her iş
insanın kendi niyet ve seçimiyle olmuş olsaydı, herkesin mü'min ve hak üzere
olması icâb ederdi.. Durum böyle olmadığına göre, her şeyin Ailah'dan olduğu
sabit olmaktadır..
3) Eğer
hidâyet ve marifetullahın meydana gelmesi, kulun kendi fiiliyle olsaydı, o kul
nazarında hak inanç, bâtıl olandan ayrılmadığında, o kulun bu iki inançtan
-assaten birisini elde etmesi ve meydana getirmesi imkânsız olurdu... Ama, şu
inancın hak, öteki inancın da bâtıl oduğunu bilmesi, onun, bu inancı, daha önce
nasıl idiyse, öylece bilmiş olmasını gerektirir. Binâenaleyh, bu inanca ulaşma
hususundaki bu kudretin, bu hak olan itikadın, daha önceden mevcut olması
şartına bağlı olmasını gerektirir.. Bu ise, bir şeyin şartının, yine kendisi
olmasını gerektirir ki, bu da mkânsızdır.. Böylece, hidâyetin ve ilmin kulun
yaratmasıyla olmasının imkânsız
olduğu kesinlik
kazanmış olur. Mutezile'nin tevillerinin yanlış olduğunu gösterme ^ jsusundaki
açıklamalar ise, bu kitapta daha önce, defalarca geçmişti. Allah en iyisini
bilendir..
[105]
Sonra Cenâb-ı Hak, Hz.
Musa'nın bunun peşinden '"Sen bizim mevlâmızsm. bizi affet, bize merhamet
et... Sen, mağfiret edenlerin en hayırhsısm.." dediğini nakletmiştir. Bil
ki, "Sen bizim mevlâmızsm" sözü hasr ifade edip, "Senden başka
hiçbir dostumuz, hiçbir yardımcımız ve hiçbir hidayet edenimiz yoktur.."
demektir.. Bu daha önce geçen, "Sen. onunla kimi dilersen saptırır, yine
onunla kimi dilersen hidâyete erdirirsin" sözünün devamıdır.. 'Bizi affet,
bize merhamet et" ifadesinden murad şudur: Hz. Musa (a.s)'nın,
"Zaten, o da senin fitnenden (imtihanından) başka birşey değil"
şeklinde bir söz söylemiş olması, büyük bir cürettir. Bundan dolayı o, Allah
Teâlâ'dan, bu cür'etini bağışlamasını istemiştir.. Ayetteki, "Sen, mağfiret
edenlerin en hayırhsısm" ifadesi, "Senin dışındaki herkes ancak, ya
güzel bir övgü veya bol bir mükâfaat, ya da kalbindeki değersiz, önemsiz bir
duyguyu (anma hissini) gidermek için bağışlar. Velhasıl, bu bağışlamalar .= sır
fayda elde etmek için, ya da bir zararı gidermek için olur.. Ama sana gelince
se"i. kullarının günahlarını, hiç bir karşılık ve menfaat elde etmek için
değil, aksine "fazl-u kereminden dolayı bağışlarsın..." manasındadır.
Dolayısiyle Cenab-ı Allah'ın mağfiret edenlerin en hayırlısı olduğunu
kesinlikle söylemek gerekir.. Allah en iyisini bilendir.
[106]
"Dünyada da
ahirette de bize hasene (iyilik) yaz. Biz, sana döndük" dedi. Allah dedi
ki: "Ben, azâbjma dilediğimi dûçâr ederim.. Benim rahmetim ise, her şeyi
kuşatmıştır.. Onu, (rahmetimi) ittika eden, zekâtını veren ve ayetlerimize iman
eden kimseler için yazacağım.." (A'râf, 156).
Bil ki bu, Hz.
Musa'nın, o sarsıntıyı gördüğü zaman yapmış olduğu duanın devamıdır. Ayetteki,
"Dünyada... bize hasene (iyilik) yaz" ifadesinin manası şudur: Hz.
Musa {a.s) önce, "Sen. bizim mevlâmızsm" diyerek, kendisinin
Allah'dan başka velisi, dostu bulunmadığını ifade etmiştir. Velî ve yardımcıdan
ise, iki şey beklenir: Birisi, zararları gidermesi, ikincisi fayda temin
etmesidir. Zararı giderme, fayda temininden daha öncedir.. İşte bundan dolayı
Hz. Musa, uBizi bağışla ve bize rahmet et!" diyerek, Allah'dan önce zararı
def etmesini, sonra da bunun peşisıra, "Dünyada da, ahirette de bize
hasene (iyilik) yaz" diyerek, Allah'dan fayda temin etmesini dilemiştir.
Ayetteki, ve'ktüb lenâ "bize... yaz" ifadesi, "Bizim için vâcib
kıl..." anlamındadır. "Yazmak" kelimesi, vâcib kılmak manasında
kullanılır. Hz. Musa'nın, dünyada da ahirette de "hasene" (iyilik)
istemesi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey Rabbimiz, bize dünyada da iyi hal (hasene)
ver, ahirette de iyi hal ver.. "(Bakara,inayetinde haber verdiği gibi,
Muhammed ümmetinin, mü'minlerinin talebi ve isteği gibidir...
Bil ki Allah'ın,
kulunun velîsi olması, kulun O'ndan, zararları savıp, faydaları ulaştırmasını
dilemesine münasip olur. Böylece O'nun lüttunun, kereminin ve ulûhiyyetinin
eserleri ortaya çıkar. Aynı şekilde kulun tevbe, inkiyâd ve huşu ile meşgul
olması da, bu şeyleri istemeye uygundur. Binâenaleyh Hz. Musa (a.s) önce ilk
sebebi zikretmiştir ki, bu da Hak Teâlâ'mn onun dostu olmasıdır. Sonra da bu
sebebin peşisıra, o şeyleri istemiştir. Daha sonra Hz. Musa (a.s) ikinci sebebi
zikretmiştir ki, bu da kulun, tevbe ve inkiyâd içinde olmasıdır. Bundan dolayı
o, "Biz sana döndük (tevbe ettik}" demiştir. Müfessirler buradaki,
hudnâ kelimesinin, "Tevbe ettik ve sana döndük" manasında olduğunu
söylemişlerdir. Leys "Bunun masdarı olan hevd kelimesinin, "tevbe
etmek" manasında olduğunu" söylemiştir. Musa (a.s), bu sebepi de
zikretmiştir. Çünkü bu istekleri taleb etmenin yerinde olmasını sağlayan, ancak
şu iki şeyin toplamıdır: Allah'ın İlah, Rab ve Velî olması, bizlerin de O'nun
tevbe eden, boyun eğen ve huşu içinde olan kullan olmamızdır. Birincisi,
rubûbiyet izzetinin, ikincisi ise ubudiyyet (kulluk) zilletinin gereğidir. İşte
bu ikisi bulunup, bir araya geldiklerinde bunlardan daha kuvvetli sebeb
bulunmaz.
Cenâb-ı Hak, Hz. Musa
(a.s)' in duasını nakledince, bunun peşinden Hz. Musa (a.s)1 a verdiği cevabı
zikretmiş ve "Ben, azabıma dilediğimi düçâr ederim" demiştir. Bu,
"Ben, dilediğime azâb ederim. Bana hiç kimse itiraz edemez. Çünkü herşey
benim mülkümdür. Her kim kendi öz mülkünde tasarrufta bulunuyorsa, hiç kimsenin
ona itiraz hakkı yoktur" demektir. Hasan el-Basri, men eşâü (dilediğimi)
kelimesini "tsâe" (kötülük yapmak) masdarından olarak, men esâe (Kim
kötülük yaparsa) şeklinde okumuştur. İmanvı Şafii de bu kıraati benimsemiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Benim rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır" ifadesi ile ilgili pek çok
görüş vardır:
a) Bundan
murad şudur: Allah'ın, rahmetinin, dünyada herşeyi kuşatmış olduğu, ahirette
ise bu rahmetin sadece mü'minlere has olduğu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onu,
ittikâ edenler., için yazacağım" buyruğu ile buna işaret edildiği
söylenmiştir.
b) Var
olmak, ademden (yok olmaktan, hiç olmamaktan) daha hayırlıdır. Buna göre,
kendisine Allah'ın rahmetinin ulaşmamış olduğu hiçbir varlık yoktur. Çünkü
Allah'ın rahmetinin en aşağı mertebesi, o varlığı var etmiş olmasıdır.
c)
Denilmiştir ki: Hayır, bizzat, şer ise arızî olarak istenir. Bizzat istenilen
daha üstün ve râcih, arızî olarak taleb edilen ise daha aşağı derecededir.
Mu'tezile şöyle
demiştir: Allah'ın rahmeti, hayrı dilemekten ibarettir. Mevcud olan bütün
canlıları, Hak Teâlâ rahmet, lezzet ve hayır için yaratmıştır. Çünkü eğer
canlı, birşeyden yararlanıyor veya yararlanabilir ise, bu pek çok yönden,
Allah'ın rahmeti sebebiyledir. Eğer bir elem ve bir acı meydana geliyorsa,
bunun pek çok karşılığı vardır. Bunlar da Allah'ın nimet ve rahmetindendir.
İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hak, "Benim rahmetim ise her şeyi
kuşatmıştır" buyurmuştur. Bizim alimlerimiz ise. bu ayetin,
"Kendisine herşey verilmiş" (Nemi, 23) ayeti gibi, kendisiyle husûsî
bir hüküm murad edilen umûmî bir ifade olduğunu bildirirler.
Cenâb-ı Allah'ın
"Onu (rahmetimi), ittikâ eden zekâtını veren ve ayetlerimize imân eden
kimseler için yazacağım" ifadesine gelince, bil ki Allah Teâlâ'nın
buyruklarının hepsi şu iki kısma ayrılır:
a)
Terkler... Bunlar, insanın terketmesi, kaçınması ve sakınması gereken
şeylerdir. Ayetteki, "İttika eden (kimseler için)" ifadesi ile, bu
kısma işaret edilmektedir.
b)
(Yapılması gerekli olan) fiiller... Bu mükellefiyetler de ya insanın malına, ya
da kendisine yöneliktirler. Birinci kısım, zekattır ve Cenâb-t Hak,
"Zekâtını veren (kimseler)" buyurarak buna işaret etmiştir. İkinci
kısma gelince, buna ilim ve amel yönünden, insana vâcib olan şeyler dahildir.
İlim, (Allah'ı) bilip tanımaktır. Amel de, dil ile ikrar ve uzuvlar ile ibadet
etmektir ki, namaz buna dahildir. İşte ayetteki, ''Ayetlerimize iman eden
kimseler..'1 ifadesi ile de, bunların toplamına işaret edilmektedir. Bunun bir
benzeri de, Bakara süresindeki (Bakara, 2-3)ayetidir.
[107]
"(Onlar,
yanlarındaki Tevrat ve incil'de, (ismini ve sıfatlarını) yazılı bulacakları ümmi
nebî olan, o resule tâbi olanlardır. O, kendilerine iyiliği emrediyor, onları
kötülükten nehyediyor, onlara (kendilerine haram kılmış oldukları) temiz
şeyleri helâl, (helâl saydıkları) murdar, pis şeyleri de üzerlerine haram
kılıyor. O, onların ağır yüklerini ve sırtlanndaki zincirleri indiriyor. İşte
O'na iman edenler, O'na ta'zîm edenler, O'na yardım edenler ve onunla birlikte
indirilen nura tabi olanlar yok mu! işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ
kendileridir." (A'râf, 157).
Bil ki Cenâb-ı Hak,
kendisi için dünyada ve ahirette rahmetini yazdığı (takdir ettiği) kimselerin
sıfatlarının, "takva, zekat verme ve Allah'ın ayetlerine imân etme"
olduğunu beyan edince, bunun peşisıra, bunların bir diğer sıfatlarının da,
yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı bulacaktan ümmî peygambere uymak
olduğunu bildirmiştir. Alimler bu hususta ihtilaf etmiş olup, bir kısmı şöyle
demiştir: "8u ifâdeden maksad, Tevrat'ta sıfatlarını (özelliklerini)
bulmalarından Ötürü, o ümmî nebinin peygamberliğine imân ederek, O'nun yolundan
gitmeleridir. Çünkü insanlara peygamber olarak gönderilmezden önce, o
peygamberin hükümleri hususunda insanların O'na tâbi olmaları mümkün değildir.
Ayetteki 'Ve incil'de" sözü hakkında da şöyle demişlerdir: Bu, "O'nun
(adını) İncil'de yazılı bulacaklardır" demektir. Çünkü Allah, henüz
İncil'i indirmeden, onların, Hz. Muhammed (s.a.s)'in sıfatlarını İncil'de
bulmalar» imkansızdır. Bazı alimler de şöyle demişlerdir: "Aksine bu
ifâdede kastedilenler, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberlik zamanına erişen
İsrailoğullarıdır. Böylece Cenâb-ı Hak bu günlere erişmiş olan kimselere,
âhiretteki rahmetini, ancak ümmî bir nebî olan o peygambere tabî oldukları
takdirde vereceğini beyan etmiştir." Bu ikinci görüş doğruya daha
yakındır. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s) henüz yokken ve peygamber olarak
gönderilmezden önce, O'na tabî olmak mümkün değildir. Böylece Cenâb-ı Hak, bu
ayet-i kerime ile, bu rahmetine, İsrailoğullarından, ancak müttakî olan,
zekatını veren ve Hz. Musa (a.s) zamanındaki ayetlere inanan; Hz. Muhammed (s.a.s)
devrinde yaşayanların ise, bu sıfatları haiz olmakla birlikte, getirdiği
ahkâmda kendisine de tabi olanların nail olacaklarını bildirmiştir.
[108]
Bunu iyice anladığın
zaman biz diyoruz ki: Allah Teâlâ, bu ayette, Hz. Muhammed (s.a.s)'i tam dokuz
sıfatla tavsif etmiştir:
Birinci sıfat,
O'nun bir "resul" olması... Örfe göre, bu kelime bilhassa, Allah
Teâlâ'nın insanlara buyruklarını tebliğ etmesi için gönderdiği
(görevlendirdiği) kimse
hakkında kullanılır.
İkinci sıfat,
O'nun bir "nebî" olması... Bu da, O'nun, Allah Teâlâ katında
mertebesinin yüce olduğuna delâlet eder.
[109]
Üçüncü sıfat,
O'nun "ümmî" olması... Zeccâc şöyle demiştir: "Ümmî"
kelimesi, "Arap milletinin özelliklerini taşıyan kimse" manasındadır.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s): 'Biz yazı ve hesap bilmeyen ümmî bir
toplumuz" buyurmuştur. Çünkü Araplann çoğu okuma ve yazma bilmiyorlardı.
Hz. Peygamber (s.a.s)'in kendisi de böyle idi. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, O'nu "ümmî"
diye tavsîf etmiştir."
Muhakkik alimler ise
şöyle demişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.s)'in, bu izaha göre, ümmî oluşu,
O'nun mucizelerinden birisidir. Bunu birkaç yönden açıklayabiliriz:
a) Hz.
Peygamber (s.a.s), Allah'ın kitabını, o insanlara hem de (vahyedilmiş şekliyle)
manzum olarak, hiçbir kelimesini değiştirip bozmaksızın, tekrar tekrar
okuyordu. Bir Arap hatibi, irticâlî olarak bir hitabe okuyup, daha sonra bunu
tekrarladığında, ister istemez ya ona bazı şeyler ilave ediyor, ya da ondan
az-çok bazı şeyleri eksiltiyordu. Hz. Muhammed (s.a.s) ise, yazı yazmayı ve
yazılanı okumayı bilmediği halde, hiçbir ziyâdede, eksiltmede ve değiştirmede
bulunmaksızın Allah'ın kitabını okuyordu. İşte bu da, O'nun mucizelerinden
birisidir. Nitekim Allah Teâlâ, "(Habibim) seni okutacağız ve sen (asla)
unutmayacaksın "(A/â, 6) buyurarak buna işaret etmiştir.
b) Eğer, Hz.
Peygamber (s.a.s) yazabiliyor ve okuyabiliyor olsaydı, zaman zaman önceki
ümmetlerin kitaplarını okuduğu, böylece bu bilgilerin o okumalar neticesinde
meydana geldiği hususunda itham edilirdi. Ama o, hiçbir öğretim ve okumada
bulunmaksızın, pekçok ilimleri ihtiva eden bu yüce Kur'an't getirince, bu O'nun
mucizelerinden birisi olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen, bundan
evvel ne bir kitap okumuş, ne de O'nu elinle yazmış değildin. Eğer böyle
olsaydı, bâtıl söyleyenler şüpheye düşebilirlerdi" (Ankebui. 48) ayetinden
kastedilen budur.
c) Yazı
yazmayı öğrenmek kolay bir iştir. Çünkü en az akıllı ve en az zeki olanlar
bile, az bir gayretle yazıyı öğrenebilmektedirler. Binâenaleyh yazıyı
öğrenememek, anlayış ve idrakte büyük bir eksikliğin olduğuna deiâlet eder. Hem
sonra Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, önceki ve sonraki herkesin
ilimlerini vermiş ve ona, hiçbir insanın ulaşamadığı bilgiler ile sayısız
hakikatleri lütfetmiştir. Akıl ve anlayış bakımından otan bu büyük gücün
yanısıra, Hak Teâlâ, O'nu öyle bir şekilde yaratmıştır ki, O'nun aklı ve
anlayışı çok az kimselerin bile kolaylıkla öğrenebildiği yazıyı öğrenmeye
ihtiyacı olmamıştır. İşte böylece, birbirine zıd bu iki durumu birleştirmek,
adetâ iki zıddı uzlaştırmak gibi olmuştur. Bu da, harikulade bir hâdise olup,
bir mucize yerine geçmiştir.
Dördüncü sıfat,
Cenâb-ı Hakk'ın "Yanlarındaki Tevrat ve incil'de, (İsmini ve sıfatlarını)
yazılı bulacakları..." buyruğu ile anlatılan husustur. Bu, Hz.
Peygamber'in sıfatının ve peygamberliğinin sahih olduğunun, Tevrat'ta ve
İncil'de yazılı olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü eğer bu oralarda yazılı
olmamış olsaydı, böyle birşeyi söylemek, yahudi ve hristiyanları, O'nun sözünü
kabul etmekten uzaklaştıran en önemli sebeplerden biri olmuş olurdu. Zira yatan
ve iftirada ısrar etmek, nefret uyandıran, en büyük şeylerdendir. Akıllı bir
kimse, kendi kıymetinin düşmesine sebebiyet verecek ve insanları sözünü
kabulden uzaklaştıracak olan bir şeyi yapmaz. Cenâb-ı Allah böyle buyurduğuna
göre, bu söz, Hz. Muhammed (s.a.s)'in sıfatlarının Tevrat ve İncil'de
zikredilmiş olduğuna delâlet eder. Bu da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in nübüvvetinin
doğruluğunu gösteren, en büyük delillerden biri olmuş olur.
Beşinci sıfat:
Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerine iyiliği emrediyor" fadesidir. Zeccâc
şöyle demiştir: "Kendilerine iyiliği emrediyor" buyruğunun,
"müste'nef" bir cümle olması caiz olduğu gibi, bunun manasının,
"Onun, kendilerine iyiyi emrettiğini, yanlarındaki kitapta yazılı olarak
buluyorlar" şeklinde olması da mümkündür." Ben diyorum ki: İyiliği
emretmenin bütün çeşitleri, Hz. Peygamber'in "Allah'ın emrine saygı
göstermek, Allah'ın mahlûkatma da şefkat etmek" hadisinde özetlenmiştir.
Bu böyledir, çünkü mevcut olan varlık, ya zâtından dolayı vacibu'l-vücuddur; ya
da zâtından dolayı mümkinu'l-vücûd'dur. Zâtından dolayı vâcib olan, Allah
(c.c.)'dur. Ve, O'na tazimden, O'na kulluk izharından, O'nun izzet kapısında
inkıyâd ve huşu izhar etmekten ve O'nun noksanlıklardan berî, zıdlardan ve
ortaklardan münezzeh olarak kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğunu itiraf
etmekten daha şerefli bir iyilik yoktur.
Zâtından dolayı mümkin
olan varlığa gelince, eğer o canlı değilse ona hayrı ulaştırmanın yolu yoktur.
Çünkü faydalanma, hayat sahibi olma şartına bağlıdır. Bununla beraber, Allah'ın
mahlûku olmaları hasebiyle yine de hepsine tazim ve saygı nazarıyla bakmak
gerekir. Mahlukatın her zerresi, Allah'ın birliğine ve O'nun noksan sıfatlardan
münezzeh olduğuna kesin bir delil ve açık bir burhan olunca, onlara da, saygı
ve tazîm nazarıyla bakmak gerekir. Yine, Allah Teâlâ'nın mahlukatın her
zerresinde ilginç sırları ve gizli hikmetleri olduğu için, bunlara, yine saygı
ve tazim nazarıyla bakmak gerekir. Ama, bu mahlûk, canlılar cinsinden olursa,
ona da, insanın gücünün yettiği en son noktaya kadar şefkat göstermek gerekir.
Ana-babaya iyilik etmek, akrabayı ziyaret etmek ve iyiliği yazmak, bu şefkate
dahildir. Böylece, Hz. Peygamberin, "Allah'ın emrine saygı göstermek; Allah'ın
mahlûkatma da şefkat etmek.." hadisinin, emr-i bi 'l-ma'rûfun bütün
çeşitlerini toplayan bir söz olduğu sabit olur
Altıncı sıfat:
Allah Teâlâ'nın, ''Onları kötülükten nehyediyor" ifadesiyle anlatılan
sıfattır. Bu münkerden maksad, yukarda zikredilen işlerin zıdlan olup, bunlar
da, putlara tapmak; Allah Teâlâ'nın sıfattan hakkında bilgisizce ileri geri
konuşmak; Cenab-ı Hakk'ın, peygamberlerine indirdiğini inkâr etmek; akraba ile
bağları koparmak ve ana-babaya âsi olmak... gibi kötülüklerdir.
Yedinci sıfat:
buyruğunun anlattığı husustur. Bazı âlimler: "Tayyibâttan murad, Allah
Teâlâ'nın, helâl olduğuna hükmettiği şeylerdir" demişlerdir ki, bunlar iki
bakımdan uzak bir ihtimaldir:
1) Bu duruma
göre, ayetin manası, "O, onlara, helâlleri helâl kılıyor" şeklinde
oluyor ki, bu sırf tekrardır.
2) Bu
takdire göre, ayet bir mana ifade etmez; çünkü biz, Allah Teâlâ'nın helâl
kıldığı şeylerin neler olduğunu ve kaç tane olduğunu bilmiyoruz.. Binâenaleyh,
aksine burada gereken, "tayyibâf'tan muradın, insanın fıtratı ve
yaratılışı itibariyle ona hoş gelen şeyler olduğunu söylemektir. Bu böyledir,
çünkü bunlan yemek bir lezzet ifade eder... Menfaatti, faydalı olan şeylerde
aslolan ise, onların helâl olmalarıdır. Bundan dolayı bu ayet, insan nefsinin
hoş gördüğü ve yaratılışının lezzet duyduğu her şeyde, aksini ifâde eden ayrı
bir delil bulunmadıkça, aslolanın onların helâl olması olduğuna delâlet eder.
Sekizinci sıfat: Ayetteki, '(helâl saydıkları) murdar-pis şeyleri de üzerlerine haram
kılıyor' ifadesinin anlattığı husustur. Atâ, İbn Abbas'tan rivayet ederek şöyle
demiştir: "Cenâb-ı Hak, buradaki "habâis-pis şeyler"
kelimesiyle, leş, kan ve Maide suresinde, (Maide, 3) ifadesine kadar zikredilen
şeyleri kastetmiştir." Ben ise diyorum ki: İnsan fıtratının hoşlanmadığı
ve nefsin pis ve kötü bulduğu her şeyi alıp kullanmak, bir elem ve keder
sebebidir.. Zararlı olan şeylerde aslolan ise, onların haram olmalarıdır..
Binâenaleyh bu ifâde, insan fıtratının hoşlanmadığı her şeyde aslolanın, aksini
ifâde eden başka bir delil olmadtkça, "haramlık" olmasını
gerektirir... İmam Şâfİî(r.h.), köpek alıp-satmanın haram olduğu hükmünü, bu
asla dayandırmıştır. Çünkü, İbn Abbas'ın Hz. Peygamber'den,
"Sahîhayn"da yer alan rivayetine göre Hz. Peygamber, "Köpek
habistir, pistir;
[110]
onun bedeli de pistir" buyurmuştur.. Köpeğin bedelinin pis olduğu,
böylece, sabit olunca, ayetteki "(helâl saydıkları) murdar-pis şeyleri de
üzerlerine haram kılıyor" ifadesinden dolayı, bunun (köpek alışverişinin)
haram olması gerekir. Aynı şekilde, içki de haramdır. Çünkü içki, "Ey iman
edenler, içki, kumar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın
amelinden birer murffard/r.."(Maide, 90) ayetinin delaletiyle, bir pislik,
murdar bir şeydir. Murdar olan şey de, dil âlimlerinin bu hususta ittifak etmiş
olmalarının delaletiyle, "habîs"tir; habîs olan da, "(helâl
saydıkları) murdar-habis şeyleri de üzerlerine haram kılıyor7' ifadesinden
dolayı haramdır..
Dokuzuncu sıfat:
Cenâb-ı Hakkın, "O, onların ağır yüklerini ve sırtîarındaki zincirleri
indiriyor..." ifadesinin beyan ettiği husustur. Bu ifadeyle ilgili iki
mesele vardır:
[111]
Sadece İbn Âmir,
kelimeyi çoğul olarak IajM şeklinde; diğer kıraat alimleri de müfred olarak
şeklinde okumuşlardır.. Ebu Ali
el-Farisî şöyle demiştir: "Isr kelimesi,
lafzı müfred olmakla beraber, çoğul anlamında da kullanılan bir masdardır.
Ayetteki, çoğul zamirine muzâf kılınmış olması da buna delâlet eder. Bu, çoğula
muzâf yapılan, (lafzı) müfred bir kelimedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah
diîeseydi onlann işitmelerini, gözlerini de giderirdi.. "(Bakara. 20)
buyurmuştur." Isr kelimesini çoğul okuyan kimse, bununla muhtelif ahidleri
murad etmiştir.. Masdarlar, "Ve siz Allah 'a karşı (türlü) zanlarda
bulunuyordunuz" LAn2âb, 10) ayetinde de olduğu gibi, onların ifâde
ettikleri şeylerin nevilerinin çok olması nalinde, bazan cemi kılınırlar.
[112]
Isr kelimesi, sahibine
ağır gelen ve ağırlığından dolayı hareket etmesine mani olan ağırlık, yük
demektir. Bu tabirden maksat, Hz. Musa
(a.s)'ın şeriatının çok zor ve
ağır olduğunu ifade etmektir.. "Sırtîarındaki zincirler..."
tabirinden murad da, "Elbisedeki, kendisine idrar bulaşmış olan yeri kesip
atmak; tevbe için, kendini öldürmek; hata eden uzvu kesmek, ve etteki damarları
bulup çıkartmak., gibi, ibadetferinde söz konusu olan, çok şiddetli ve ağır,
zor sorumluluklardır. Allah Teâla, bunları "zincirler" diye
vasfetmiştir, çünkü bir şeyi haram kılmak, insanı onu yapmaktan altkor, aynı
şekilde zincirler de, insanı bir şey yapmaktan alıkor.. Rivayet edildiğine göre
İsrailoğulları, namaza kalktıkları zaman, yün elbiseler giyiyor, Allah'a tazim
ve saygı olarak, ellerini boyunlarına zincirlerle bağlıyorlardı. Bu görüşe göre
ayetteki "zincirler" kelimesi, mecazi bir ifade değildir..
Bil ki bu âyet, zarar
veren şeylerde aslolanın, onlann meşru olmaması olduğuna delâlet eder. Çünkü,
zararlı olan her şey, insana bir yük ve adeta bir zincirdir. Bu ifadenin
zahiri, bunların meşru olmamalarını gerektirir... Bu, Hz. Peygamber'in
"İslam'da ne zarar vermek, ne de (kendisine yapılan zarara) zararla
karşılık vermek yoktur!..."[113] ve
"Ben, kolay ve müsamahalı olan, tevhîd manayla gönderildim..."
hadislerinde ifade edilen hususa benzemektedir. Bu, İstâm şeriatinde, büyük ve
Önemli bir kaidedir.
Bil ki, Allah Teâlâ,
Hz. Muhammed'i bu dokuz sıfatla nitelendirdikten sonra, "fşie Q'na jman
edenlere (...) gelince..." buyurmuştur. îbn Abhas: "Bundan maksat,
yahudilerden O'na iman edenlerdir" demiştir... âjjjp ifadesi ise, "O
peygambere saygı gösterenler, tazim edenler" anlamındadır. Keşşaf sahibi
ise, "Bu fiilin masdarı olan ta'zîr kelimesinin esas manası, "men
etmek", engellemektir. Had cezasından daha hafif olan dövme şeklindeki
tazîr cezası da, yine bu köktendir. Buna tazîr denilmesinin sebebi, onun,
kötülüğü tekrar tekrar yapmaktan alıkoymasıdır.
Cenâb-ı Hak daha
sonra, O'na yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nura tâbi
olanlar..." buyurmuştur.. "Düşmanlarına karşı O'na yardım
edenler.." demektir.. Buradaki "nûr" Kur'an'dır. Bunun,
"hidâyet" "beyân-açıklama", "peygamberlik" ve "kalbteki
açıklığı ve sarahati, nurun açıklık ve aydınlığı gibi olan hak"
anlamlarına geldiği de söylenmiştir .
Eğer: "Buradaki
nûr kelimesini, Kur'an manasına hamletmek nasıl mümkün olur? Çünkü Kur'an, Hz.
Peygamber'le beraber değil, ancak Cebrail (a.s) ile indirildi" denilirse,
biz şöyle deriz:
Bu ifadenin manası,
"O, onun peygamberliğiyle beraber indirildi..." şeklindedir. Çünkü
onun peygamberliği, Kur'an'ın zuhur etmesiyle zuhur etmiştir..
Allah Teâlâ, bu
sıfatları zikrettikten sonra, buyurmuştur. Bu, "işte bu Kimseler, dünyada
da, ahirette de isteklerine ulaşan kimselerdir" anlamındadır...
[114]
"De ki: "Ey
insanlar, şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülküne mâlik olan, kendisinden başka
hiç bir tanrı bulunmayan, hem dirilten, hem öldüren Allah'ın, siz hepinize
gönderdiği bir peygamberim... Öyleyse Allah'a ve O'nun, Allah'a ve Allah'ın
sözlerine iman eden ümmî nebî olan peygamberine İman edin ve ona tâbi olun...
Umulur ki hidâyete ulaşırsınız.." (Araf, 158).
Bil ki Allah Teâlâ,
"rahmetimi, ittikâ edenlere yazacağım., "{Arâi. 156) buyurunca, sonra
bu rahmetin o müttakiter için meydana gelebilmesinin onların bu ümmî nebî olan
peygambere ittibâ etmeleri şartına bağlı olduğunu.bildirmiştir. Bu ayette ise,
O'nun peygamberliğinin bütün insanlar için olduğunu, kesin olarak beyan etmiş
ve "De ki: "Ey insanlar, şüphesiz ben, ... Allah'ın, siz hepinize
gönderdiği bir peygamberim." buyurmuştur.
Bu ifadeyle ilgili iki
mesele vardır:
[115]
Bu ayet, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in, bütün
insanlara gönderildiğine
delâlet eder. Yahudilerden, İsâ el-İsfehanî'nin tabileri
olan ve kendilerine "tseviyye" denilen bir cemaat: "Hiç şüphesiz
Muhammed, İsrailoğuüarına değil, sadece Araplara gönderilmiş sadık bir
peygamberdir" demişlerdir, Onların sözlerinin yanlışlığına dair delilimiz,
bu ayettir... Çünkü, ayetteki "ey insanlar..." sözü, bütün insanları
içine alan bir hitabttr. Bundan sonra ayette, "Şüphesiz ben... Allah'ın,
siz hepinize gönderdiği bir peygamberim" buyurulmuştur. Bu ifade de, Hz.
Muhammed'in bütün insanlara gönderilmiş olmasını gerektirir.. Ve yine, onun,
dini, kesin olarak kendisinin bütün âlemlere (insanlığa) gönderildiğini açıkça
bildirdiğini göstermektedir. Dolayısiyle ya "o hak peygamberdir" denilir,
ya da, "böyle değildir" denilebilir. Eğer o, hak bir peygamber
idiyse, onun yalan söylemiş olması imkânsızdır; binâenaleyh, onun, iddia ettiği
her hususta, sadık ve doğru olduğuna kesin olarak inanmak gerekir. Bundan
dolayı mütevatir haberlerle ve bu ayetin zahiriyle, Hz. Muhammed'in, kendisinin
bütün insanlara gönderildiğini bildirdiği sabit olduğuna göre, onun bu söz ve
iddiasında da sadık olması gerekir.. Bu ise. "O, sadece Araplara
gönderilmişti, İsrailoğullarına değil..." diyen kimsenin sözünün yanlış
olduğunu gösterir.
Ama, "O, hak bir
peygamber değildir" diyen kimsenin iddiasına gelince, bu, Hz. Peygamberin
hem Araplara, hem de diğer insanlara bir peygamber olarak gönderilmiş olduğu
hakikatini zedeler. Binâenaleyh Hz. Peygamberin, insanların tamamına değil de,
onların bir kismtna peygamber olduğunu söylemenin bâtıl ve çelişkili bir söz
olduğu sabit olur.
Bu sabit olunca, biz
deriz ki, "Bazı alimler, ayetteki "Ey insanlar, şüphesiz ben.,.
Allah'ın, siz hepinize gönderdiği bir peygamberim" buyruğunun, kendisinde
bir tahsis bulunan umûmî bir ifade olduğunu söylemişlerdir. Bazı alimler ise
bunu kabul etmemişlerdir. Birinci görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Bu ifade
şu iki yönden tahsis edilmiştir:
a) Eğer
insanlar, mükellefler cümlesinden iseler, Hz. Muhammed (s.a.s), bütün insanlara
gönderilmiş bir peygamberdir. Ama onların hepsi, mükellef değil iseler, o zaman
Hz. Muhammed, onların hepsine gönderilmiş olmaz. Bunun sebebi şudur: Hz.
Peygamber (s.a.s): "Üç kısım insandan sorumluluk kalemi kaldırılmıştır: Akil
baliğ oluncaya kadar çocuktan; uyanıncaya kadar, uyumakta olan kimseden;
kendisine gelinceye (aklı başına gelinceye) kadar deliden"
[116]
buyurmuştur.
b) Hz.
Peygamber (s.a.s),.kendisini izleyebilmesi ve uyabilmesi için, varlığı ve
peygamber olarak gönderildiği, mucizeleri ve şeriatı, haberi kendisine ulaşmış
olan her insana gönderilmiş bir peygamberdir. Ama dünyanın bir köşesinde,
kendilerine Hz. Muhammed'in bir peygamber olarak gönderilişinin ve
mucizelerinin haberi ulaşmamış olan bir topluluğun bulunduğunu farzedersek,
işte bu kimseler, O'nun peygamberliğini kabul etmekle mükellef değildirler.
İkinci görüşteki
alimler ise, ayette bir tahsisin (istisnanın) bulunmasını şu iki yönden kabul
etmemişlerdir:
a) Bunu
şöyle açıklarız: Ayetteki "Ey insanlar-." sözü bir hitabtır ve bu
hitab ancak mükellef olanlar içindir. Durum böyle olunca, ayetteki, "Ey
insanlar..." hitabının şumulüne girenler, ancak mükellef olan insanlardır.
Bu duruma göre, “Ey insanlar!” sözü, kendisinde tahsis bulunan umumi bir
ifadedir.” denilmesi gerekmez.
b) Bir de
alemin bir köşesinde Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamber olarak geldiğinin,
mucizelerinin ve şeriatının haberi kendilerine ulaşmamış olan bir topluluk
bulunabileceğini söylemek, gerçekten uzak bir ihtimaldir. Bu son derece uzak
bir ihtimal olunca, bizim böyle bir tahsise (istisnaya) tutunmamıza gerek
kalmaz.[117]
EKSİK 105
olması, bu
hususiyetlerinden bir tekinin de sadece kendisine has olmasını gerektirmez.
Nitekim denildiğine göre, Hz. Âdem (a.s), bütün evladlarına peygamber olarak
gönderilmiştir. Bu duruma göre o da, bütün insanlara gönderilmiş olur. Aynı
şeküde Hz. Nûh (a.s) da gemiden çıktığı zaman, o zamanki bütün insanlar, ancak
o gemidekiler olduğu için, o da bütün insanlara peygamber olarak
gönderilmiştir."
Ayetteki
"Göklerin ve yerin mülküne mâlik olan" ifadesine gelince, bil ki, Hak
Teâlâ Peygamberine, herkese, "Ben size Allah'ın gönderdiği bir
peygamberiyim" demesini emredince, bunun peşinden bu iddiasının
doğruluğuna delâlet edecek şeyleri zikretmiştir. Bil ki bu iddianın faydası,
ancak şu dört aslı iyice anlatmakla tamamlanır ve ortaya çıkar:
Birinci asıl:
Âlemin, hayat sahibi, âlim ve kudretli bir ilahı bulunduğunu isbat etmek...
Ayette buna delâlet eden şey, "Göklerin ve yerin mülküne mâlik
olan.." kısmıdır. Bu böyledir, çünkü göklerin ve yerin maddesi, bunlartn,
Kur'an-ı Kerim'de zikredilmiş olan birçok bakımdan, hayat sahibi, âlim ve kadir
bir yaratıcıya muhtaç olduklarına delâlet etmektedir ki bu hususların geniş
izahı, bu Tefsir'de (çokça) zikredilmiştir. Biz, mükellefiyetin güzel ve
yerinde olduğu ve peygamberler gönderildiği hususunda, bu aslı isbat etmeye
ihtiyaç duyduk. Çünkü âlemin, varlığında müessir olacak bir müessirinin
bulunmaması, yahut da bir müessirinin olup, fakat ihtiyarı ile fail değil de, mûcib
bizzat (zâtı gereği mecbur) bir varlık olması durumunda, peygamberlerin
gönderildiğini söylemek mümkün olmaz.
İkinci asıl:
Âlemin ilahının tek, ortaklardan, zıdlardan (muhaliflerden) ve benzerlerden
münezzeh olduğunu isbât etme. Ayetteki, La ilahe illa hû "Kendisinden
başka hiçbir tanrı bulunmayan" sözüyle buna işaret edilmektedir. Biz,
mükellef tutmanın güzel ve peygamberler göndermenin mümkin olduğu hususunda, bu
aslı da beyan etmek ihtiyacını duyduk. Çünkü âlemin iki ilahı olduğunu farzettiğimizde,
bu ilahlardan birisi insanlara bir peygamber gönderdiği zaman, belki de bu
peygamberin, bu ilaha ibadete çağırdığı insanlar, o ilâhın değil de, diğer
ilahın yarattığı insanlar olur. Buna göre bu insanların, (kendilerini yaratmış
olan) ilaha ibadet ve itaat etmeleri gerekir. (Öbür ilahın) bu insanlara
peygamber gönderip, kendisine itaati vâcib kılması, zulüm ve bâtıl bir iş olur.
Ama tek bir ilahın olduğu sabit olursa, o zaman bütün insanlar, onun kullan
olurlar ve o ilahın bütün insanlara gönderdiği talimatlar geçerli ve yerinde
olur, herkesin onun emir ve yasaklarına boyun eğmeleri de şart olur. Böylece,
âlemin ilahının tek olduğu sabit olmadığı zaman, peygamberler göndermenin ve
mükellefiyetleri ihtiva eden kitaplar indirmenin mümkin olmayacağı kesinlik kazanır.
Üçüncü ası1:
Mlah Teâlâ'nvn haşre (insanları biracava toplamaya), neşre, ba'se (diriltmeye)
ve Kıyameti koparmaya kadir olduğunu isbât etmek.. Çünkü bunun kesin olmadığını
kabul etmemiz halinde, itaatla meşgul olup, günahlardan kaçınmak abes ve meşgul
olup, günahlardan kaçınmak abes ve anlamsız birşey olmuş olur. İşte ayetteki,
"Hem dirilten, hem öldüren.." sözü ile, bu aslın varlığına işaret
edilmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, önce dirilttiği (hayat verdiği) zaman, O'nun
tekrar hayat vermeye kadir olduğu, böylece de yeniden diriltmeye haşre ve neşre
muktedir olduğu sabit olmuş olur. Bu takdirde de, ilk hayat veriş, büyük bir
in'am (nimet) olmuş olur. Binâenaleyh yerine getireceği taatlerin, bu ilk hayat
vermeye şükür yerine geçmesi için Allah'ın insandan kulluk istemesi uzak
görülecek bir şey değildir. Yine ilk hayat verme, tekrar diriltmeye de kadir
olduğuna delâlet edince, Cenâb-ı Hak, o insanın amellerinin karşılığını vermeye
de kadir olmuş olur.
Bil ki bu üç aslın
doğru olduğunu söylemek gerekince, Allah'ın, peygamberler gönderip, kullarından
emir ve tekliflerine uymalarını istemesinin doğru olacağını söylemek gerekir.
Çünkü buna göre, bütün insanlar O'nun kullarıdır. Onların O'ndan başka
mevlâları yoktur. O, herkese en büyük nimeti in'am etmiş (hayat vermiştir).
Yine O, ölümlerinden sonra herkese, amelinin karşılığını vermeye kadirdir. İşte
bu üç sebepten herbiri, Allah Teâlâ'nın kullarını mükellef tutmasının güzel ve
yerinde olduğu hususunda, tam ve yeterli bir sebeptir. Birinci sebep
bakımından, bunun güzel olması şundan dolayıdır: Çünkü mevlâ (efendi) olanın,
kendisine itaat ve hizmet etmesini kölesinden istemesi normaldir.
İkinci sebep
bakımından bunun güzel oluşu ise şundan dolayıdır: Nimetler verenin, nimet
verdiği kimselerden, şükür ve itaat istemesi normaldir.
Üçüncü sebep
itibariyle, bunun güzel oluşu ise şöyledir: Mükellefe eksiksiz bir karşılık
vermeye muktedir olanın, onu herhangi bir taat ile mükellef ktlması da
makuldür. Binâenaleyh, Allah Teâlâ'nın bu ayette işaret ettiği delillerle bu üç
asıl sabit olduğuna göre, Allah'ın peygamberler göndermesinin güzel ve
kullarına çeşitli mükellefiyetler yüklemesinin caiz olduğuna kesin olarak
inanmak gerekir. Dolayısıyla zikredilen bu ayetlerin, âlemin hayat sahibi, âlim
ve kadir bir tanrısı bulunduğuna, bu tanrının tek olduğuna ve O'nun
peygamberler gönderip, kitaplar indirmesinin makul olduğuna delâlet ettiği
sabit olur.
[118]
Bil ki Allah Teâlâ, bu
ayette zikredilen bu deliller ile bu (üç) aslın doğru olduğunu isbat edince,
bundan sonra "Binâenaleyh Allah'a ve O'nun peygamberine iman edin"
buyurmuştur. Ayetteki bu (söz dizisi), son derece güzel bir tertibtir. Çünkü
Allah, önce peygamberler gönderilmesinin caiz ve mümkin bir şey olduğunu beyân
edince, bunun peşistra, Hz. Muhammed (s.a.s)'in kendisi katından gönderilmiş
hak bir peygamber olduğunu zikretmiştir. Çünkü bir hususu isbata çalışan
kimsenin, önce bunun mümkin olduğunu, sonra da tahakkuk ettiğini açıklaması
gerekir. Cenâb-ı Allah bundan sonra söze, "Öyleyse Allah'a iman edin"
diye başlamıştır. Çünkü biz, Allah'a imanın asıl, nübüvvet ve risâlete imanın
ise buna bağlı olduğunu açıklamıştık. Asıl olanın, önce zikredilmesi gerekir.
İşte bundan ötürü O' söze, ''Allah'a iman edin" diye başlamış, daha sonra "Allah'a
ve Allah'ın sözlerine iman eden, ümmî nebî olan peygamberine (iman edin)"
buyurmuştur. Bil ki bu ifade, Hz. Muhammed (s.a.s)'in gerçek bir peygamber
olduğuna delâlet eden mucizelerine bir işarettir. Bunun izahı şöyledir: Hz.
Peygamber (s.a.s)'in mucizeleri iki çeşittir.
Birinci çeşit,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in, mübarek zatında tecellî etmiş olan mucizelerdir.
Bunların en üstünü ve önemlisi şudur: O, herhangi bir hocadan ders görmemiş,
hiçbir kitabı okumamış ve hiçbir ilim sahibinin meclisinde de bulunmamış olan
ümmî bir kimse idi. Çünkü Mekke o zamanlar, alimlerin bulunduğu bir yer
değildi. Hz. Peygamber (s.a.s) pekçok ilimleri öğrenebileceği uzun bir süre de,
Mekke'den uzaklaşmam işti. Hem sonra, buna rağmen, Hak Teâlâ, ona ilim ve
hakikat kapılarını açmış ve onun üzerinde, önceki ve sonraki insanların
ilimlerini ihtiva eden bu Kur'an-ı Kerim'i izhar etmiş, {onun dili ile bunu
ortaya çıkarmıştır). Hiçbir hocayla karşılaşmamış ve hiçbir kitap okumamış,
ümmî bir kimse olmasına rağmen, bu büyük ilimlerin onda görünmesi, mucizelerin
en büyüklerindendir. Ayetteki, "Ümmî Nebf tabiri ile, işte buna işaret
edilmektedir.
İkinci çeşit
ise, ayın yarılması ve parmaktan arasından suların fışkırması gibi, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in zatı dışında tezahür eden mucizelerdir. Bunlara, "Allah'ın
kelimeleri (sözleri, ayetleri)" denilir. Baksana Hz. İsa (a.s),
alışılmışın dışında, garib bir yolla dünyaya geldiği için, Hak Teâiâ onu,
"kelime" (Allah'ın kelimesi) diye isimlendirmiştir. Aynı şekilde
mucizeler de, harikulade (alışılmamış bir şekilde) olarak, garib ve enteresan
şeyler oldukları için, bunları "Allah'ın kelimeleri" diye
isimlendirmek, tuhaf bir şey değildir. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a ve
Allah'ın sözlerine (kelimelerine) iman eden" buyruğu ile işaret edilen, bu
ikinci çeşit mucizelerdir. Yani, "Allah'a ve Allah'ın Peygamber üzerinde
izhâr ettiği bütün mucizelere iman ediyor.." demektir. İşte bu yolla,
Cenâb-ı Hak Hz. Muhammed'in Allah katından gönderilmiş sadık bir nebî olduğuna
delil getirmiştir.
Bil ki, anlattığımız
kesin deliller ile Hz. Muhammed'in nübüvveti sabit olunca, bunun peşinden
kendisiyle, şeriatının ayrıntılı bir biçimde bilinebileceği yolunu zikretmek
gerekir.. Bu da ancak, onun sözlerine ve fiillerine başvurmakla mümkün olur.
İşte buna da i^j "ve ona tabi olun" sözüyle işaret edilmiştir.
[119]
Bil ki uymak, tâbi
olmak, gerek sözleri ve gerekse fiilleri hususunda Hz. Peygamber'e tâbi olmayı
içine alır.
Sözleri hususunda
uymaya gelince bu, mükellefin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in gerek emir ve nehiy,
gerekse terğîb ve terhib hususunda söylemiş olduğu buyruklara uymasıdır.
Fiilleri hususunda
O'na uymaya gelince, bu da ister yapma, isterse yapmama hususunda olsun,
kendisine tâbi oiunan kimsenin yaptığı şeylerin, benzerini yapmaktan ibarettir.
Böylece Allah'ın, "Ve ona tabi olun "buyruğunun, her iki kısmı da
içine aldığı sabit olmuş olur. Emrin zahirinin, vücûb ifade ettiği sabittir.
Dolayısiyle "ve ona tabi olun" buyruğu bütün emir ve yasaklar
hususunda Hz. Peygamber'e uymanın vacib olduğuna bir detil olmuş olur. O halde
delilin tahsis etmiş olduğu durumlar hariç, Hz. Peygamber'in yaptığı her şeyde
ona iktidâ edip uymak vacibtir. Bu tahsis edilen hususlarda, Hz. Peygamber'e
has olan işler olduğu, ayrı bir delil ile sabit olan şeylerdir.
Buna göre şayet,
"Hz. Peygamber'in yapmış olduğu o şeyi, muhtemeldir ki Hz. Peygamber
kendisine vacib olduğu için yapmıştır; bunu, kendisine mendub olduğu için
yapmış olması da muhtemeldir.. Hz. Peygamber'in, bu işi, bir mendûb olarak
yapmış olduğunun kabul edilmesi halinde, biz onu, bize vacib diye kabul edip
yaparsak, bu ona uymamak ve ona uymayı terketmek olur.. Halbuki ayet-i kerime,
ona uymanın farz olduğuna delâlet etmektedir.. Böylece, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in o fiili yapmasının, o şeyin bize vacib olduğuna delalet etmediği
sabit olur" denilirse biz deriz ki:
Fiilleri hususunda ona
uymak, kendisine tâbi olunanın yaptığı o fiilin benzerini yapmaktan ibarettir.
Bunun delili şudur: Bir kimse bir şeyi yapar, sonra da bir başkası o fiilde ona
uyarsa, "O, ona uydu" denilir; eğer o şahıs, o fiilin mislini
yapmazsa, "o, ona o hususta muhalefet etti" denilir.. Şu halde,
kendisine tabi olunan kimsenin fiilinin bir mislini yapmak, ona uymak olup,
ayet de, uymanın vacib olduğuna delâlet edince, o zaman Muhammed ümmetinin, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in fiilinin benzerini yapmaları gerekmiş olur. Burada geriye
şu husus kalmaktadır: Biz, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, o şeyi, bir vücûb olarak
mı, yoksa mendüb olarak mı yaptığını bilemeyiz. Bu cümleden olarak biz diyoruz
ki, sebep ve saiklerin, niyetlerin keyfiyyeti bilinemez.. Açık bir fiili hissen
bilinen bir şeyi yapmak ise, herkese malumdur. Binâenaleyh, kapalı ve gizli
oldukları için, niyet ve sebeplerin durumunu incelemeye yönelinmemesi ve bizim,
riayet edilmesi imkan dahilinde olan şeylerden oldukları için de zahirî, açık
ameller hususunda Hz. Peygarnber'e uymanın vacib olduğuna hükmetmemiz gerekir.
Böylece, bu tür bir şüphe zail olmuş olur. Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz:
Bu ayet, delilin tahsis etmiş olduğu durumlar hariç, bu hususta temel kaidenin,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in yaptığı her fiilde, o fiilin mislini yapmamızın bize
vacib olduğuna delâlet eder.
Bunu iyice anladığın
zaman biz deriz ki: Biz, herhangi bir amelin vacib olduğuna hükmetmek
istediğimizde, "Hiç şüphesiz, bu işi yapmak, onu yapmamaktan daha
efdaldir, üstündür" deriz. Durum böyle olunca, bu durumda biz, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in o şeyi, genel anlamda yapmış olduğunu bilmiş oluruz..
Çünkü, Hz. Peygamber'in bütün ömrü boyunca, efdat olanı terketmeye devam etmiş olmasının
caiz olmayacağı hususunda zaruri bilgi mevcuttur. Böylece, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, işte bu yol ile. efdal olanı kesinlikle yapmış olduğunu anlamış
oluruz.. Ama O'nun, en güzel olanı yapmış olduğu hususuna gelince, bu şüpheli
bir durumdur. Şüpheli olan ise, açtkça malum olana karşı koyamaz.. Böylece, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in efdal olan tarafı işlemiş olduğu sabit olmuş olur, Bu
sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetteki, "ve ona tabi olun"
emrinden ötürü, bu uymanın bize de vacib olması gerekir. İşte bu, hükümleri
bilme hususunda kıymetli bir kaide, külli bir kanun olup, bazı nasslara delâlet
etmektedir.. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Peygamber, kendi hevâsmdan söylemez. O.
kendisine ilkâ edilegelen bir vahiyden başkası değildir" (Necm. 3-4) buyurmuştur..
Binâenaleyh, Allah'ın, "Ve ona tabi olun "buyruğundan dolayı, onun
yaptığının benzerini yapmak bize vacib olur.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Umulur ki. hidayete
ulaşırsınız" ifadesine gelince, bu hususta da şu iki husus söylenebilir:
a) Lealle
kelimesi, teracci, "ummak, öyle olacağını sanmak" manası ifade eder..
Bu ise, Allah hakkında uygun değildir. Binâenaleyh, bunun tevil edilmesi
gerekir.
b) Bu
ifadenin zahiri, Mu'tezile'ye göre Cenâb-ı Hakk'ın, bütün mükelleflerden
hidayeti ve imanı istemiş olmasını gerektirir.Bu iki şeyin izahı hususunda bu
tefsirde defalarca açıklama geçmişti... Dolayısiyle, bunu tekrarlamakta bir
fayda yoktur...
[120]
"Musa'nın
kavminden bir cemâat vardır ki (halkı) hakka irşad ederler, onunla (hükümde)
adalet yaparlar" (Araf, 159).
Bil ki, Cenâb-ı Hak,
Hz. Peygamberi vasfedip insanların O'na uymalarının vacib olduğunu anlatınca;
bundan sonra, Hz. Musa'nın kavmi içinde hakka uyan ve O'na götüren bazı
kişilerin bulunduğunu zikretmiş, ve bunların da, bir cemaat olduğunu beyân
etmiştir.. Çünkü, "ümmet" kelimesi, çokluktan haber vermektedir.
Alimler, bu ümmetin ve zamanın bulunduğu ve hangi zamanda yaşadığı hususunda
ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bu ümmetin, meselâ Abdullah İbn Selâm
ve İbn Suriyâ gibi, Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında yaşayıp müslüman olan
yahudiler olduğu söylenmiştir.. Buna, "Onların sayıları azdı; halbuki
"ümmet" lafzı, çokluk manasını ifâde eder" denilerek itiraz
edilmiştir..
Buna şu şekilde cevap
verilebilir: Onlar farklı farklı dinlerde olunca, ümmet fafzıntn onlar hakkında
kullanılmış olması caizdir.. Bu, Cenab-ı Hakk'ın tıpkı, ''Hakikaten İbrahim
(başlı başına) bir ümmetti..." (Nam. 120» ayetinde olduğu gibidir. Âyette
bahsedilen bu kimselerin, Hz. Musa (a.s.)'nın getirmiş olduğu hak din üzerinde
oldukları; insanları bu hak dine davet ettikleri ve o dini İsrailoğullarının
paramparça etmiş oldukları ve bidatler îcad ettikleri bir zamanda tahriften ve
tağyirden korumuş oldukları da ileri sürülmüştür. Şu da mümkündür: "Onlar,
Hz. İsa, peygamber olarak gönderilinceye kadar bu hak din üzerinde idiler. Hz.
İsa gelince onlar, O'nun dinine girdiler." Onların bundan önce helak olmuş
oldukları da söylenebilir..
SÜddf ve bir grup
müfessir şöyle demiştir: "İsrailoğulları inkar edip peygamberlerini
öldürünce, geriye, oniki boydan bir boy kaldı.. Böylece onlar hiçbir şey
yapmadılar, sadece, Allah'tan kendilerini onlardan kurtarmasını istediler..
Bunun üzerine de Allah Teâlâ, onlara yerin içinde bir tünel açtı ve onlar o
tünele girerek, Çin'in ta arkasından çıktılar..." Sonra, bu görüşü
savunanlar da kendi aralarında ihtilâf etmişlerdir. Bunlardan bir kısmı,
onların şu ana kadar yahudî dinine sımsıkı sarılmış olduklarını söylerlerken,
bir kısmı da, onların şu anda, Hz. Muhammed (s.a.s)'in dini üzere olduklarını,
Kabe'ye yöneldiklerini, cumartesini bırakıp cumaya sarıldıklarını, birbirlerine
zulmetmediklerini ve hasedde de bulunmadıklarını, ne onlardan bize, ne de
bizden onlara hiç kimsenin ulaşmadığını söylemişlerdir. Bir kısım muhakkik âlim
bu görüşün zayıf olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu hususta şöyle denebilir:
"Onlar* Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamber olduğu haberi ya ulaşmıştır, ya
da ulaşmamıştr Eğer bu haberin onlara ulaştığını, ama onların buna rağmen
yahudilikte direttikle^ -söylersek, bu onların kâfir olduğu manasına gelir.
Binaenaleyh onlar artık nasıl olur da hakka irşâd eden ve hakla adalet yapan
bir ümmet diye tavsif edilebilirler? Yok eğer onlara Hz. Muhammed (s.a.s)'in
peygamberliğinin haberinin ulaşmadığ -söylersek, bu uzak bir ihtimal olur.
Çünkü onların haberlerinin nakledilmeleri ile ilg. sebep ve faktörler tam bir
şekilde olmadığı halde, onların haberleri bize ulaştığına göre, dünya o
peygamberin haberi ile dolup taşarken, bu haberin onlara ulaşmad>g nasıl
düşünülebilir?" Şayet onlar, "Bizim haberimiz kendilerine ulaşmadığı
hakte Yecüc ve Me'cüc ile ilgili haberler bize kadar ulaşmamış mıdır?"
derlerse, biz derki: "Bu kabul edilecek bir şey değil... Bizim
haberimizin onlara ulaşmamış olacat nereden biliniyor?" İşte bu konuda
söylenilenlerin tamamı bundan ibarettir.
Bunu iyice kavradığın
zaman diyoruz ki: ifâdesi, "Onlar, iris, hakka hidayete davet ederler ve
hak ile adalet ederler" manasındadır. Zeccâc şöyıe der: "Adalet, hak
ile hükmetmektir. Nitekim "O, hak ık hükmeder ve adalet eder" ve
"Bu âdil bir hükümdür1' denilir. Cenâfc-Hakk'ın "Kadınlar arasmda
adalet etmeye asla güt yetiremezsiniz"msa. 129) ve "Söz söylediğiniz
vakit, adaleti göz (Enam. 152) ayetleri de bu manadadır.
[121]
"Biz onları oniki
"sıbt" ve ümmete ayırdık. Kavmi kendisinden su istediği zaman
Musa'ya. "Asanı taşa vur" diye vahyettik de o (taştan) oniki pınar
fışkırıp halkın her kısmı su içecekleri yeri iyice belledi. Onları üstlerinden
bulutla gölgelendirdik: onlara kudret helvasıyla bıldırcın (eti) indirdik ve
"Size rmk olarak verdiğimiz en temiz şeylerden yeyin" (dedik). Onlar
bize zulmetmediler, fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı" (A'râf, 160).
Bil ki bu ayetin
gayesi, İsrailoğullarının şu iki halini açıklayıp ortaya koymaktır:
Birincisi:
Allah Teâiâ onları oniki boy kılmıştır. Bu husus, Bakara suresinde geçmişti.
Yuhut bundan murad şudur: Hak Teâla İsrailoğullarını oniki kabileye ayırmıştır.
Çünkü onlar Hz. Yakub (a.s)'un oniki oğlundan geliyorlardı. Bundan dolayı Cenâb-ı
Hak onları ayırdı. Hasetleşip de işlerine fitne girmesin diye onları böyle
oniki kabifeye ayırdı. Buna göre ayetteki, "onları... ayırdık"
ifadesi, "Bizonları fırka fırka kıldık ve onları birbirlerinden farklı
kıldık "demektir. Bu kelime şeddesiz olarak Kata'nâhüm şeklinde de
okunmuştur. Burada karşımıza şu iki soru çıkar:
Birinci soru:
"Aşere" (on) sayısının üstündeki sayıların temyizi müfred olarak
gelir. Binâenaleyh ayette bu kelimenin temyizinin cemî olarak getirilmesinin
hikmeti nedir? Bu şeklinde olmalı değil miydi?
Cevap: Bu
ifade ile, "Onları, on iki kabileye ayırdık/' manası kastedilmiştir. Her
kabile bir "sıbt" (boy)dan müteşekkildir. Binâenaleyh burada
"esbât" (sıbtlar, boylar) kelimesi "kabile" yerinde
kullanılmıştır.
İkinci soru:
Allah Teaiâ, "Sıbt" kelimesi müennes değil de müzekker olduğu halde
niçin demiştir?
Cevap: Ferrâ
şöyle der: "Allah Teala, bu şekilde beyan etmiştir; Çünkü O, bu ifâdeden
sonra "Ümem" (ümmetler) kelimesini getirmiştir. Binâenaleyh bundaki
müenneslik, "ümem" kelimesinden dolayı olmuştur. Eğer Cenâb-ı Hak,
"Sıbt" kelimesi müzekker olduğu için, (sayıyı da müzekker getirerek)
demiş olsaydı, bu da caiz olurdu.
Zeccâc da şöyle
demiştir: "Bu kelamın takdiri "Onları herbiri bir boy olan oniki
fırkaya ayırdık" şeklindedir. Buna göre ayetteki "esbât"
kelimesi hazfedilmiş bir mevsufun sıfatı olur ki bu da, "fırka"
kelimesidir." Ebu Ali el-Fârisi ise, "Ayetteki "esbât"
kelimesi, temyiz değil, aksine "oniki" ladesinin bedelidir"
demiştir.
Ayetteki
"ümem" kelimesi hakkında Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Utf ,
"Onları ümmetlere ayırdık1' manasında olmak üzere, "oniki"
ifadesinden bedeldir. Çünkü her boy, büyük bir ümmet ve çok sayılı bir cemaat
idi. Yine onlardan her bir boy, diğerinden farklı bir lidere tabî idiler ve nerede,
ise birbirleriyle uyuşup kaynaşamıyorlardı. Bu ifade.şîn harfinin kesresi ile
şeklinde de okunmuştur.
[122]
İkincisi "Kavmi
ondan su istediği zaman Musa'ya, "âsâm taşa vur" diye vahyetük
de..." ayetinin ifâde ettiği haldir. Bu kıssa da, daha evvel Bakara
suresinde geçmiştir. Hasan el-Basri: "Bu taş, hemen çıkmış {herhangi bir)
taş, asâ da eline almış olduğu herhangi bir deynek idi" demiştir. Bil ki
onlar Tih Çölünde çoğu zaman içebilecekleri bir suya muhtaç idiler. Bundan
dolayı Hak Taala, Hz. Musa (a.s)' a, asası ite taşa vurmasını emretmiştir.
İsrailoğulları onu (yani o taşı) yanlarında götürüyor ve ihtiyaçları nisbetinde
ondan alabiliyorlardı.
Ayetteki kelimesi
hakkında, Vahidî şöyle demiştir: "Bu, "Suyun inbicas"ı, fışkırıp
kaynaması" demektir. Nitekim bir yerden su kaynayıp ftşkırdığında denilir. Bu dilcilerin görüşüdür
"inbicas" ile "inficar" aynı manayadır. Böyle olduğu için,
bu ayette geçen "inbicâs" ile, Bakara suresinde (aynı konuda) geçen
"inficâr" (Bakara, eo) arasında bir zıtlık yoktur."
Diğer alimler ise
şöyle demişlerdir: "İnbicâs" suyun az çıkması (kaynaması);
"inficâr" ise, suyun çok çıkması (fışkırması) demektir. Binaenaleyh
bu iki ayetin arasını şu şekilde te'lif ederiz: "Busu, önce az az
kaynamaya başladı, sonra çoğalıp fışkırdı." Kelimeler arasındaki bu mana
farkı. Ebu Amr b. el-'Alâ'dan nakledilmiştir. Allah Teala, ilk önce onları
nasıl suladığını beyan edince, bunun peşisıra da, onları üzerlerinden bulutla
gölgelediğini, daha sonra da onlara kudret helvası İle bıldırcın eti
indirdiğini zikretmiştir. Şüphesiz bütün bunların hepsi, Allah tarafından ihsan
edilmiş büyük birer nimettir. Çünkü Hak Teala, onların yiyecek ve içeceklerini
en güzel bir biçimde ve kolay yoldan vermiş, onları gölgeleyerek güneşin
zararını gidermişti.
Daha sonra Allah
Tealâ, "Size rszık olarak verdiğimiz en temiz şeylerden yeyin"
buyurmuştur. Bundan murad, onlara sadece bu yiyecekleri verip, başkasını
vermediğini beyân etmektir.
Cenâb-ı Allah daha
sonra, "Onlar bize zulmetmediler" buyurmuştur.
Bu ifâdede bir hazif
vardır, Zira bu ifade tarzı, ancak onların, kendilerine emredilen sınırı
aşmaları halinde makul sayılabilir. Bu da ya Allah ontarın biriktirmelerini
yasakladığı halde onların stok yapmaları, yahut Allah'ın yasaklamış olduğu bir
vakitte yemeleri; yahut Allah, başka şeyleri istemelerini menetmişken başka
şeyler istemeleri şeklinde olabilir.
Malumdur ki, bir kul,
ancak bir yasak şeyi irtikab etmesi halinde, kendisine yazık etmiş olur. İşte
bundan dolayı, Cenab-ı Hak, "zalim" sıfatı ile tavsif etmiş ve
"Onlar bize zulmetmediler fakat kendi kendilerine zulmediyorlar"
diyerek, onların dikkatlerini buna çekmiştir. Bu böyledir, çünkü insan, kendisi
büyük bir azaba müstahak olması yolunda gayret göstermiş olacağı için, bir
günaha yeltenip işlediğinde, o aslında sadece kendisine zarar vermiş
(zulmetmiş) olur.[123]
"O zaman onlara,
"şu şehirde yerleşin ve onun dilediğiniz yerinden yeyin. "Hıtta"
deyin. Kapısından hepiniz secde ederek girin ki suçlarınızı bağışlayalım.
Muhsinlere ileride daha fazlasıyla ecir vereceğiz" denilmişti. Fakat
içlerinden o zulmedenler, sözü kendilerine söylenen şeklinden başka bir şekle
koydular Biz de zulmetmeleri sebebiyle onların üzerine gökten murdar bir azab
indirdik" (A'râf, 161-162).
Bil ki bu kıssa da,
izah ve açıklamalarıyla birlikte Bakara suresinde (ayet. se-59) zikredilmişti
Geriye şunu ilave etmek kalır: Bu ayetin lafızları, şu bakımlardan, Bakara
süresindeki kıssanın lafızlarından farklıdır:
1) Cenâb-ı
Hak, Bakara suresinde buyurduğu halde; burada buyurmuştur.
2) Bakara
suresinde "fâ" harfi ile buyurduğu halde, burada "vav"
ile buyurmuştur.
3) Hak Teâlâ
orada (bol bol) ifadesine yer verdiği halde, burada bu zikredilmemiştir.
4) Bakara
suresinde buyurduğu halde, burada ifadelerin yerini değiştirerek,buyurmuştur.
5) Cenab-ı
Hak orada buyurduğu halde, burada buyurmuştur.
6) Bakara
suresinde, buyurmuş olduğu halde, O
burada, vâv harfi olmaksızın, buyurmuştur.
7) Orada
buyurduğu halde, burada , "buyurmuştur.
8) Hak Tealâ
orada, buyurduğu halde, burada
buyurmuştur.
Bil ki bu lafızlar,
mana bakımından birbirine yakın lafızlar olup, aralarında kesinlikle bir tezâd
yoktur. Bu farktı lafız kullanmanın hikmetlerini şu şekilde anlatmak mümkündür:
Birincisi: Bu, Bakara
suresinde "Şu şehre girin" buyurulup, burada, "Şu şehirde
yerleşin" buyurulmasıdır. Fark şudur: Şehre girme işinin önce olması
şarttır, yerleşme ise daha sonra olur.
İkincisi: Bu, Allah
Tealâ'nın, Bakara suresinde, fâ-i tâkibiyye ile, "Şu şehre girin ve
yiyin" (fe-külû) buyurup, burada ise vâv ile, "Şu şehre girin ve
yiyin.." (ve-külû) buyurmuş olmasıdır. Bu ikisi arasındaki fark şudur:
"Girme belli bir haldir. Nitekim girme işinin bir kısmı yapıldı mı,
tamamlanmış olur. Çünkü insan, bir yere attığı ilk adımı ile, oraya girmiş
olur. Ama bundan sonrası "girme" değil, "süknâ" (yerleşme)
olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Girme işi devam etmeyen,
hemen tamamlanan ve sona eren bir durumdur. Binâenaleyh bu ifâdeden sonra fâ-i
ta'kibiyyenin getirilmesi güzet ve yerinde olur. İşte bundan dolayı Bakara
suresinde, "Şu şehre girin ve yeyin" (fe-külû) buyurmuştur. Yerleşme
işrtse, devamlı ve sürekli olan bir haldir. Binâenaleyh yeme işi, bunun
peşisıra değil de, bununla beraber olur. Böylece bu iki ifâde arasındaki fark
anlaşılmış oldu.
Üçüncüsü: Bu, Cenâb-ı
Hakk'ın Bakara suresinde reğaden "Bol bol (yeyin)" kelimesini
zikredip, burada zikretmemiş olmasıdır. Bu ikisi arasındaki fark şudur:
"Girme" işinin peşinden "yeme işi" daha lezzetli olur.
Çünkü bu yemeye daha çok ihtiyaç duyulur. Bu şekilde yeme, daha çok tad verici
olduğu için Bakara suresinde, "bol bol" tabiri kullanılmıştır. Ama o
şehirde yerleşmiş olma durumundaki yeme ise, görünen odur ki bu, kendisindeki
lezzet kâmil ve mükemmel olmadığı sürece, kendisine son derece ihtiyaç duyulan
bir mahalde bulunmamış demektir. İşte bu sebeple hiç şüphesiz, bu ayette
rağaden "bolca" kelimesine yer verilmemiştir.
Dördüncüsü: Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın Bakara suresinde "Kapıdan secde ederek girin ve
"httta,, deyin" buyurduğu haide, A'râf suresinde "Hıtta"
deyin. Kapısından hepiniz secde edici olarak girin " buyurmuş olmasıdır.
Bundan murad, duruma göre bu iki tabirden birinin, diğerine takdim edilmesinin
güzel olduğuna ve fakat her iki ifadeden de maksad, Allah'ı ta'zim etmek, hudû ve
huşûyu, inkıyadı izhâr etmek olunca,'takdim veya tehir etmenin, durumu
değiştirmediğine dikkat çekmedir.
Beşincisi: Bakara
suresinde hatâyâ-kum, burada ise hatiâti-küm denilmesidir. Bu, ister az olsun
ister çok olsun, günahların, böylesi bir duâ ve yakarışla affedileceğine
işarettir.
Altıncısı: Bakara
suresinde vâv ile, buyurup, burada vâvsız olarak, buyurulmasıdır. Burada vâvın
getirilmesinin hikmeti bu ifâdenin bir müste'nef cümle olmasıdır. Buna göre
kelamın takdiri, sanki birisi "Bu bağıştan sonra ne oldu" oemiş, buna
cevaben de, "MuhsinJere, ileride daha fazlasıyla vereceğiz"
denilmiştir.
Yedincisi: Bu da,
Bakara'da enzelnâ, burada ise erselnâ buyurulmuş olması arsındaki farktır..
"İnzal" çokluk manası ifâde etmez. Halbuki "irsal" bunu
ifade eder. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak sanki, Ük önce az azâb indirmeye başlamış,
daha sonra da onu çoğaltmıştır.. Bu bizim tıpkı fenbeceset tabiriyle,
fenfeceret ifâdesi arasında bulunduğunu zikrettiğimiz fark gibidir.
Sekizincisi: Burada
yazlimûn, Bakara suresinde ise yefsükûn
denilmesi â-aşmdaki farktır. Bu böyledir, zira onlar kendi nefislerine
zulmetmeleri sebebiyle zalim", Allah'a itaattan çıkmaları sebebiyle de
fâsık diye vasfedilmişlerdir. Bu iki vasfın zikredilmesinin hikmeti, her iki
şeyin de meydana geldiğine dikkat çekmektir.. İşte, bu farklı lafızların
zikredilmesinin fayda ve hikmetleri hususunda hatırıma gelenler bundan
ibarettir. Bu hususa dair gerçek bilginin tamamı ise, Allah kalındadır.
[124]
"(Habibim)
onlara, o denizin yakınındaki o kasabayı sor. Hani onlar cumartesi gününün
hürmetini ihlâl ederek haddi aşmışlardı.. Çünkücumartesi tatili yaptıkları gün
balıklar akın akın meydana çıkarak onlara geliyordu. Cumartesi tatili
yapmadıkları gün ise gelmiyordu. İşte biz, itâattan çıkmakta olduklarından
dolayı, kendilerini böylece imtihan ediyorduk" (Arftl, 163).
Bil ki bu kıssa Bakara
suresinde de zikredilmişti. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[125]
Cenâb-ı Hakk'ın
ves'elhüm ''onlara sor" buyruğunun maksadı, bu kıssanın onlar tarafından
bilindiğini ortaya
koymaktır. Zira
bu kıssa, Hz.
Peygambere, Allah tarafından
bildirilmişti. Bu sorma işinin zikredilmesinin maksadı, şu iki şeyden biridir:
a) Bu soru
sorma işinin zikredilmesinin maksadı, onların, Hz. Muhammed (s.a.s) ile O'nun
mucizelerini inkâr etmedeki ısrarlarının, o zamanda meydana gelmiş bir şey
olmadığına; aksine, bu inkar ve ısrarın onların atalarında eskiden beri mevcut
olduğuna dikkatlerini çekmek için onların
bu çirkin günaha ve fahiş isyana yöneldiklerini ifâde etmektir.
b)
İnsan, bazan bir başkasına, kendisinin o
hadiseyi iyice bildiğini ve onun inceliklerinden bîhaber olmadığını anlatmak
için, "Şu iş, şöyle şöyle değil midir?" der. Hz. Peygamber (s.a.s) ilim tahsil etmemiş ve
herhangi bir kitabı da mütâlâa etmemiş ümmî bir kimse idi. Dolayısiyle o bu kıssayı aynı şekilde, bir
ilâvede ve noksanlaştırmada bulunmaksızın aynen anlatınca, bu adeta O'nun bir
mucizesi gibi olmuş oldu.
[126]
Alimlerin ekserisi
ayette bahsedilen o kasabanın "Eyle" olduğu kanaatindedirler. Bunun
Medyen ve Taberiyye olduğu da ileri
sürülmüştür. Araplar, şehre
"karye" adını da verirler. Nitekim, Ebû Amr b. el-Alâ'dan,
"Şehir halkından iki adam.." anlamında olmak üzere, "Hasan ve
Haccac'dan daha fasih şehirli görmedim " dediği riâyet edilmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"o denizin yakınındaki.,." buyurmuştur. Yani, "Denize yakın,
onun kenarında" demektir.. Hazır olmak, (bulunmak) gâib olmanın,
(bulunmamanın) zıddıdır. Bu tıpkı, "Bu, ailesi Mescid-i Haram'da
bulunmayanlara aittir" (Bakara. ıge) ayetinde olduğu gibidir.
Cenâb-ı Hak,.
"Hani onlar cumartesi gününün hürmetini ihlâl ederek..." buyurmuştur.
Yani, "O günde onlar Allah'ın kanununu çiğniyor, sının aşıyorlar"
demektir. Bu da, kendilerine yasaklandığı halde, onların cumartesi gününde
balık tutmalarıdır. Bu kelime, ye'addün şeklinde okunmuştur. Bunun aslı
"ye'tedûn"dur. Bundaki te harfi "dal" harfine idgam edilmiş
ve bu te'nin fethaolun harekesi ayn harfine nakledilmiş, böylece
"ye'addün" şeklini almıştır. Yine bu kelime, i'dâd (hazırlamak)
masdanndan olmak üzere yuiddûn şeklinde de okunmuştur. Çünkü onlara, cumartesi
günü ibadetten başka bir şeyle meşgul olmamaları emredildiği halde, av
aletlerini hazırlıyorlardı.
[127]
"Sebt"
kelimesi ise, yahudller cumartesi gününe saygı gösterdiler" manasına
gelen, tabirinden alınma bir masdardır. Buna göre, tabiri "Cumartesi
gününe saygı göstermede kusurlu davranıyorlardı." fje ifâdesi de,
"Cumartesi işine saygı gösterdikleri günde" manasındadır. Cenâb-ı
Hakk'ın "Cumartesi tatili yapmadıkları gün..," ifâdesi de buna
delâlet etmektedir. Aynı şekilde, Ömer b. Abdütaziz'in "Cumartesilerine
saygı gösterdikleri gün" şeklindeki kıraati de bunu te'kid etmektedir. Bu
kelime, bâ harfinin zammesiyle şeklinde
de okunmuştur. Hz. Ali (r.a) ise,
(cumartesiye girdiler) fiilinden olarak, yâ harfinin zammesiyle lâ
yüsbi-tûn olarak okumuştur.
Hasan el-Basri'nin bu
kelimeyi, meçhul olarak,
la yüsbetûn şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın
"Balıklar onlara geldiklerinde" tabiri ya'dûne kelimesi ile
(mahallen) mansubtur. Buna göre mana,
"onlara, balıkların geldikleri zaman haddi aşmalarını sor"
şeklindedir. Cenâb-ı Hakk'ın
"Cumartesi tatili yaptıkları gün balıklar akın akın
(geliyordu)" buyruğundaki şürrean kelimesi suyun yüzünde görünür oldukları
halde demektir. Şürra kelimesi, sâri ve şâria kelimelerinin çoğuludur. Bir şeye
yaklaşan herşeye, sâri denilir. Aynı şekilde yola yakın olan eve ve batacağı
yere yaktn olan yıldızlara denilir. Buna göre balıklar, yahudilerin kendilerini
avlayabilecekleri bir şekilde, kasaba (kıyısına) yaklaşıyorlardı.
İbn Abbas (r.a) ve
Mücahid şöyle demişlerdir: "Yahudiler de, sizin (kendisine hürmetle)
emrolunduğunuz cuma gününe hürmetle emrolunmuşlardı. Ama onlar, bu günü
bırakıp, cumartesi gününü seçtiler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onları bu gün ile
imtihan etti ve onlara bu günde avlanmayı haram kıldı; böylece bu güne saygı
göstermeleri emrolundu. Cumartesi günü geldiği zaman, batıklar suyun yüzünde
onlara doğru geliyor ve onlar denizdeki bu balıklara bakıyorlardı. Cumartesi
günü geçtiği zaman ise, balıklar kayboluyor ve ancak bir sonraki cumartesi
tekrar geliyorlardı. İşte bu, Allah Tealâ'nın, onları sınamış olduğu bir imtihan
idi ki, ayetteki "Cumartesi tatili yapmadıkları gün ise, (balıklar)
gelmiyorlardı" buyruğu ite anlatılan husustur. Ayetteki ifâdesi
"Fıskları sebebi ile onları işte böyle şiddetli bir imtihan
ile,deniyoruz" manasındadır. Bu tabir (aynı zamanda) Allah'a itaat eden
kimseye, dünya ve ahiret hallerini Allah'ın hafifletip kolaylaştırdığına; O'na
isyan edeni ise, çeşitli bela ve sıkıntılara düçâr kıldığına deiâleî eder.
Bizim alimlerimiz bu ayeti, Allah Tealâ'nın, hem dünyada hem de âhirette
"salah" ve "aslah"a (kulların en fazla yararına olan şeye)
riayet etmesinin vâcib olmadığına delil getirmişlerdir. Bu böyledir, çünkü
Allah Tealâ, cumartesi günü balıkların onlara akın akın gelmesinin, onları
günah ve küfrâna sevkedeceğini biliyordu. Eğer Cenâb-ı Allah'ın
"salah" ve "aslah"a riayet etmesi vâcib olsaydı, onları bu
günah ve küfürden korumak için, bu günde o balıkları çokça göndermemesi
gerekirdi. Dolayısiyle Cenâb-ı Hak, bunu böyle yapıp, onların küfür ve günaha
düşmelerine aldırmayınca salah ve astah'a riayet etmesinin O'na vacip
olmadığını anlamış oluyoruz.
[128]
"Ve hani
içlerinden bir cemaat "Allah'ın heiâk edeceği veya çetin bir azabla
azabiandıracağı kimselere ne diye öğüt veriyorsunuz?" dediği zaman, o
(vaaz edenler), "Rabbinize bir mazeret olsun diye, umulur ki
sakınırlar" demişlerdi. Ne zaman ki onlar edilen vaaz-u nasihatlan
unuttular, biz de kötülükten nehyedenleri kurtardık. Zulmedenleri ise, yapmakta
oldukları fısklar yüzünden, şiddetli bir azab ile yakaladık" (A'râf, 164-165).
Bil ki ayetteki, sözü,
önceki ayetteki sözü, üzerine atfedilmiş olup, i'rab bakımından hükmü, aynen
onun hükmü gibidir. ifadesi ise, o kasaba halkının cumartesi günü avlanan bu
insanlara nasihat etme yolunda iniş çıkış demeden yol tepen ve başkalarının,
onların nasihati kabullerinden ümit kesmelerine rağmen, yine de sonuna kadar
nasihattan vazgeçmeyen salih şahsiyetlerden ibaret bir cemata işaret
etmektedir. Ayetteki ifâdesi, "Allah Teâlâ'nın helak edeceği, yani
köklerini kazıyıp, yeryüzünün kendilerinden temizleyeceği; yahut serde aşırı
gitmelerinden dolayı, şiddetli bir azab ile azabiandıracağı kimselere niçin
öğütte bulunuyorsunuz?" manasındadır. Onlar, artık öğüt ve nasihatin,
onlara fayda vermiyeceğini bildikleri için böyle söylemişlerdir.
Ayetteki
"Rabbinize bir mazeret olsun diye dediler" ifâdesi ile ilgili iki
bahis bulunmaktadır:
Birinci bahis: Hafs'ın
Asım'dan olan rivayetine göre o bu kelimeyi mansub olarak, ma'zireten; diğer
kıraat alimleri ise, merfû olarak ma'ziretun şeklinde okumuşlardır. Kelimeyi
mansub okuyana gelince Zeccâc bu hususta: "Bunun manası, "Rabbimize,
bir mazeret, bir özür beyân edebilelim" şeklindedir" demiştir.
Kelimeyi merfû olarak okuyana gelince bunun takdiri, "Bu, bir mazeret
(özür beyan etme) vesilesidir veya
"Bizim sözümüz, bir mazeretten ibarettir" şeklindedir. Bu
durumda kelime, rnahzuî bir mübtedânın haberi olmuş olur.
İkinci bahis: Ma'zire
kelimesi, üzr gibi, bir masdardır: Ebu Zeyd şöyle demiştir: "Arapça'da,
denilir ifâdesi, "özrünü kabul edip onu affetti" manasındadır. Yine
"onun özrünü kabul etti" denilir. Nitekim, yani, "özrünü kim
kabul edecek?"yani, "falancayı, yaptığı şey hususunda affettim(mazur
gördüm" denilmektedir. Buna göre ayetteki "Rabbinize bir mazeret
olsun diye" ifadesinin manası, "Biz, nefislerimizin affını ve
mazeretini Allah'a sunduk... Çünkü biz, uzun süre nehy-i münker yaptığımız
zaman "hiç şüphesiz bu vazifeyi yaptık.. Böylece biz bu hususta
mazuruz" deriz" şeklindedir. Ezherî şöyle demektedir: "Ma'zire
kelimesi, babından mef'ile kalıbında bir isim olup, özür beyan etmek için
kullanılır. Buna göre sanki "Bizim, vaa-z u nasihatimiz, Rabbimize karşı
bir özür beyan etme olur" demişlerdir. Böylece isim, mazeret ve özür beyan
etme yerinde kullanılmıştır. Nitekim "Falanca, günahı ve hatası sebebiyle
mazeret beyan etti, af diledi de ben de onu affettim" denilir. Ayetteki
üyu "Umulur ki sakınırlar" Yani, "Bize göre, onların, bu vaazu
nasihattan istifade etmeleri böylece de Allah'dan ittikâ ederek bu günahı
terketmeleri mümkündür, umulur" demektir.
[129]
Bunu iyici kavradığın
zaman biz deriz ki: Bu ayet hakkında iki gürüş bulunmaktadır:
Birinci görüş: Hiç
şüphesiz kasaba halkı içinde balık avlayıp, bu günahı irtikâb edenler olduğu
gibi, böyle yapmayanlar da bulunuyordu. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılmıştı.
Onların içinde, günahkârlara vaazu nasihat ederek, onları bu fiillerinden men
etmeye çalışanlar olduğu gibi, vaa'zu nasihat etmeyip, vaa'zu nasihat edenleri
hoş görmeyerek onlara, "Allah Teâlâ'nın, kendilerini helak edeceğini veya
onlara azâb edeceğini bildiğiniz halde, ne diye onlara vaazu nasihatta
bulunuyorsunuz?" diyenler de vardı. Yani, "Onlar bu günahlarında diretme
hususunda, ondan artık vazgeçemiyecekleri bir noktaya varmışlardır. Bu sebeple,
sizin yapmış olduğunuz bu vaazu nasihat tesirsiz ve etkisizdir. Dolayısiyle
terkedilmesi gerekir" demektir.
İkinci görüş: Kasaba
halkı iki kısım idi. Bir kısmı günahı işliyor, bir kısmı da ondan men ederek, o
günahı işleyenlere vaazu nasihatta bulunuyordu. Bu ikinci grup, bu çirkin
şeylere yönelen ve Allah'ın sınırlarını çiğneyen o günahkar gruba vaazu nasihat
etmekle meşgul olunca, işte tam o esnada, günahkar grup, vaazu nasihat edenlere
"Size göre Allah'ın helak veya azâb edeceği bir kavme ne diye nasihat
ediyorsunuz?" dediler.
Vahidî şöyle der:
"Birinci görüş daha doğrudur. Zira, şayet onlar iki grup olup,
"Rabbinize bir mazeret olsun diye" ifâdesi de, nehyeden grup tarafından
haddi aşan grup hakkında söylenmiş bir söz olsaydı, o zaman ontar, "Umulur
ki siz sakınırsınız" derlerdi...
Cenâb-ı Hakk' in
"Ne zaman ki onlara edilen vaaz u nasihatlan unuttular" buyruğuna
gelince bu, "Onları tıpkı unutan kimsenin unuttuğu şeyi terkedip bırakması
gibi, saiih kimselerin kendilerine hatırlatmış oldukları şeyi terkedip
bırakınca, biz kötülüklerden nehyeden kimseleri kurtardık ve günah işleyen
zalimleri ise azabımızla kıskıvrak yakaladık" demektir.
Bil ki ayetin lafzı,
haddi aşan grubun helak olduğuna; kötülüklerden nehyeden ve vazgeçiren grubun
ise kurtulduğuna delâlet eder.. Ama, "Niçin vaaz u nasihat
ediyorsunuz" diyen kimselere gelince, müfessirler bu sözü söyleyen
kimselerin hangi gruptan olduklarında ihtilâf etmişlerdir. İbn Abbas (r.a)'dan,
bu hususta gürüş beyan etmediği nakledildiği gibi, yine ondan, "Her iki
grup da (günah işleyenlerle onlara nasihat etmeyenler) helak oldu, vaazu
nasihat edenler ise kurtuldu..." dediği de rivayet edilmiştir. Yine İbn
Abbas bu ayeti okuduğunda ağlar ve şöyle derdi: "O nehy-i münker yapmayıp
susan kimseler, helak oldular. Biz de öyle yapmıyor muyuz? Hoş görmediğimiz
nice şeyler görüyoruz, sonra da susuyor hiçbir şey söylemiyoruz."
Hasan el-Basri, vaaz-u
nasihat etmeyen kısmın da kurtulduğunu söylemiştir. Bu görüşe göre iki grup
kurtulmuş, üçüncüsü ise helak olmuş olur. Alimler bu görüş hakkında şu şekilde
istidlalde bulunmuşlardır: Onlar (vaaz u nasihat etmeyenler), "Allah'ın
helak edeceği veya çetin bir azâbla azâblandsracağı bir kavme ne diye öğüt
veriyorsunuz?" dediklerine göre bu, onların bu günah işleyenlerin durumunu
son derece yadırgadıklarına, fakat sırf zann-ı galibleriyle bu günahkârların
kendilerinin yapacak olduğu vaaz u nasihata kulak asmayıp ondan
yararlanmayacaklarını bilmelerinden ötürü onlara vaazu nasihat etmeyi
terkettiklerine delâlet eder.
İmdi şayet, "Hiç
şüphesiz vaaz u nasihat etmemek bir günahtır. Vaazu nasihati yasaklamak da bir
günahtır. Binâenaleyh, vaazu nasihati terkedip bunu men edenlerin de Cenâb-ı
Hakk'ın, "Zulmedenleri ise, yakaladık" buyruğunun hükmüne dahil
olması gerekir" denilirse biz deriz ki:
Bu gerekmez, çünkü
nehy-i münkerde bulunmak farz-ı kifâyedir. Dolayısiyle bazıları bunu yapınca
yapmayanlardan sakıt olur.
Sonra Cenâb-ı Hak,
onları şiddetli bir azâb ile kıskıvrak yakaladığını belirtmiştir. Görünen odur
ki, bu azâb, daha sonra bahsedilecek otan "mesh" (bir başka şekle
döndürme)den başka bir şeydir.
[130]
"şiddetli bir
azâb" tabirindeki beîs kelimesi çok çeşitli şekillerde okunmuştur:
a) Faît
vezninde, beîs şeklinde. Ebû Ali, böyle okunması halinde şu iki izahın
yapıldığını söylemiştir:
1) Bu
kelimenin bir şey şiddetli olduğunda söylenilen yani "şiddetlenmek"
tabirinden olmak üzere, faîl vezninde olmasıdır.
2) Ebû
Zeyd'in söylemiş olduğu şu husustur: Bu kelime, fakirlik anlamına gelen bü's
masdarından türemiştir. Nitekim, bir kimse fakir düştüğünde: denilir. Bu kimse
hakkında bâis denilir ki "fakir" anlamındadır.
Binaenaleyh Cenâb-ı
Hakk'ın tabiri "Fakir düşüren bir azâb ile anlamındadır.
b) Bu
kelimenin (sakınan, çekinen)
vezninde şeklinde okunması.
c) Tıpkı,
(kurt) kelimesinin şeklinde okunması gibi, hemzenin yâ'ya dönüştürülmesiyle bîs
şeklinde okunması.
d)
Fey'al vezninde bey'es şeklinde okunması.
e) (reis,
lider) vezni gibi, kelimesinin hemzenin yâ'ya kalbedilip yâ harfinin de diğer
yaya idgam edilmesiyle( şeklinde okunması.
f) Tıpkı
heyyin (kolay, basit...) lafzının heyn şeklinde okunması gibi, bu kelimenin de
şeddesiz olarak beys şeklinde okunması... Bütün bu kıraatları Keşşaf sahibi
nakletmiştir.
Sonra Cenâb-ı Hak,
onların başına bu azabın inmesine rağmen diretip isyan ettiklerini beyan
ederek,
[131]
"Bu suretle onlar
serkeşlik ederek yasak edileni yapmakta ısrar edince kendilerine: "Hor ve
zelil maymunlar olun" dedik. O vakit Rabbin. Kıyamet gününe kadar onların
üzerine kendilerini en kötü azaba duçar edecek kimseler göndereceğini yeminle
bildirdi. Şüphe yok ki Rabbin, cezayı çabukverendir. Muhakkak ki O, çok
affeden, çok merhametli olandır" (Arat, 16&-167).buyurmuştur.
Bu ayet hakkında
birkaç bahis bulunmaktadır:
Birinci bahis:
kelimesi, diretip İsyan etmek demektir. Binâenaleyh onlar, nehyedildikleri şeye
karşı diretip isyan ettiklerinde, itaat etmiş olurlar. Çünkü onlar,
nehyedildikleri şeye karşı koymuşlar, diretmişlerdir. Halbuki muradın bu
olmadığı malumdur. Şu halde bir takdir yapmak gerekir.. Buna göre kelâmın
takdiri, "Onlar, nehyolunduklan şeyi terketmeye diretince" şeklinde
olur.
Bu ifâdede muzâf olan
terk kelimesi hazfedilmiştir. Dolayısiyle onlar nehyedilen şeyi bırakma
hususunda diretince bu yasaklananı isteyip irtikâb etme olmuş olur.
[132]
İkinci bahis: Bazı
alimler şöyle demişlerdir: "Hak Teâlâ'nın, "Kendilerine hor ve zelil
maymunlar olun dedik" buyruğu bir söz cinsinden olmayıp aksine bir fiil cinsindendir..
Yani,"Allah Teâlâ bunu yaptı" demektir. Bunda, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Bir şeyi dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona "ol" dememizden
ibarettir. O da derhal oluverir" (Nam, 40) ifâdesinin söz değil, bir fiil
manasında olduğuna da delâlet bulunmaktadır." Zeccâc ise şöyle demiştir:
Onlara, duyulan bir söz ile (yani, Cenâb-ı Hak bizzat bunu onlara söylemek
suretiyle) bu hale gelmeleri emredildi. Binaenaleyh, bu daha beliğ bir ifade
olmuş olur.
Bil ki, bu sözü bu
manaya hamletmek uzak bir ihtimaldir. Zira, bir emre muhatap olan kimsenin o
şeye gücünün yetmesi gerekir. Halbuki yahudiler, kendilerini maymunlar haline
getirmeye muktedir değillerdi...
[133]
Üçüncü bahis: İbn
Abbas şöyle demiştir; "Yahudiler, sabahleyin Kendilerinin zelil maymunlar
olduğunu gördüler. Onlar üç gün bu şekilde beklediler; derken diğer insanlar
onları gördü... Sonra da, yok olup gittiler..." İbn Abbas (r.a)'dan şu da
nakledilmiştir: "Yahudilerin gençleri maymun, ihtiyarları ise domuz haline
getirildiler..." Bu, ayetin zahirinin tersine bir görüştür. Alimler,
maymun haline getirilen bu kimselerin bu halde kalıp kalmadıkları ve
maymunların bunların neslinden olup olmadığı veyahut da bunların helak olup,
nesillerinin de sona erip ermediği... gibi konularda ihtilâf etmişlerdir...
Ayette, bu hususlara
dair herhangi bir delâlet bulunmamaktadır. Gerek "mesh" (maymunlar
haline çevirme), gerekse bununla ilgili hususlar geniş bir biçimde Bakara
sûresinin tefsirinde anlatılmıştı.. Allah en iyi bilendir.
Cenâb-ı Hak, sonra
şöyle buyurmuştur:
"O vakit Rabbin,
Kıyamet gününe kadar onların üzerine kendilerini en kötü azaba duçar edecek
kimseler göndereceğini yeminle bildirdi. Şüphe yok ki Rabbin, cezayı çabuk
verendir. Muhakkak ki O, çok affeden, çok merhametli olandır" (A'râf,
167).
Bil ki Allah Teâlâ
yahudilerin gerek iyi, gerek kötü işlerini açıkladıktan sonra bu ayette de,
kendisinin onlara, Kıyamete kadar hor ve hakir olmayı hükmettiğini
belirtmiştir. Sibeveyh şöyle demektedir: Ezzene fiili "bildirdi"
manasındadır. Yine ezzene "bildirmek İçin nida edip, bağtrdı"
anlamındadır. Hak Teâlâ'nın ^flj oiy JM» "Bunun üzerine aralarında bir
münadî..., diye ünledi" (A'râf, 44) buyruğu da bu ikinci manadadır. O
halde ayetteki teezzene kelimesi, "bildirdi" demek olan ezzene
manasındadır. Ayette geçen jiîî vezni, kendisinde olmayan bir şeyi izhar edip
ortaya koyma yani tekellüf manasında olmayıp, aksine buradaki bu sîganın anlamı
manasındadır. O halde teezzene lafzı ezzene manasındadır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın
tıpkı "O, çok yücedir, koştukları şeriklerden münezzehtir" (Rum, 40)
ayetinde olduğu gibidir. Yani "teâlâ" kelimesinin manası,
"yücedir" şeklinde olup, yoksa "üstünlük tasladı" manasına
gelmez.
buyruğu hakkında iki
bahis bulunmaktadır:
Birinci bahis:
ifâdesindeki lâm, kasemin cevabında gelen lamdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın Jâü üj
ifâdesi, o haberi kesin olarak yerine getireceği hususunda adetâ bir yemin gibi
olmuştur.
[134]
İkinci bahis: Aleyhim
kelimesindeki "hüm" zamirinin, "Bu suretle onlar serkeşlik
ederek yasak edileni yapmakta ısrar edince kendilerine: "Hor ve zelîi
maymunlar olun" dedik" (A'rât. ire) ayetinde bahsedilen kimselere
râci olması gerekir. Ancak ne var ki, maymun haline getirilen o kimseler
üzerinde ilâhî tekliflerin, mükellefiyetin devam etmediği malûmdur.. İşte bu
sebeple bu hususta alimler ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak alimlerin
bir kısmı: "Bununla onların nesilleri ve onlardan geriye kalan kimseler
kasdedilmiştir" derken, diğer bazıları: "Hayır, bununla diğer yahudiler
kastedilmiştir; çünkü o kasaba halkı, iyiler ve haddi aşanlar şeklinde olmak
üzere ikiye ayrılmıştı. Böylece Cenabı Hak, haddi aşanları maymun haline
getirdi, zilletini de geriye kalanlar üzerine attı..." demiştir. Ekseri
ulemâ ise bu ayetin, Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında yaşayan ve Hz. Muhammed'in
de kendilerini, şeriatına ve dinine, İslâm'a davet etmiş olduğu yahudiler
hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir ki bu, doğruya daha yakındır. Zira bu
ayetin maksadı, Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında yaşayan yahudileri korkutmak ve
onlan yahudilikte devam etmekten men etmektir.. Çünkü onlar, Kıyamete kadar
zillet içinde kalacaklarını anladıklarında, yahudilikten vazgeçeceklerdir.
Üçüncü bahis: Şüphe
yok ki bununla, küfür ve yahuditik üzere devam eden yahudiler kastedilmiştir;
ama Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman edenlere gelince, onlar bu hükmün dışında
kalırlar..
"Kıyamet gününe
kadar" buyruğuna gelince bu, o azabın Kıyamete kadar süreceği hususunda
bir nasstır. Böyle olması da, bu azabın ancak dünyada meydana gelmesini
gerektirir. İşte alimler bu noktada ve bu azabın ne olduğu hususunda ihtilâf
etmişlerdir. Bazı âlimler bunun cizye almak olduğunu söylemişlerdir. Hak
Teâlâ'mn, "Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar üzerlerine zillet
(damgası) vurulmuştur " <âi-i imrân. 112) ayetinden dolayı, bu azabın
onları hafife almak, ontarı hor ve hakir kılmak, zelil kılmak şeklinde olduğu
da ileri sürülmüştür. Yine bunun kılıçtan geçirilme, öldürülme, vatanlarından
çıkarılıp uzaklaştırılma... olduğu da iteri sürülmüştür. Bu görüşü benimseyen
kimseler bu ayetin Hayber halkıyla Kurayza ve Nadîroğullan hakkında nazil
olduğunu söylemişlerdir. Halbuki bu ayet, kendilerinin bir devleti ve izzetleri
olmayıp, kendilerini zilletin çepeçevre kuşattığı hor ve hakirtiğin kendilerini
terketmeyeceğine dair, yahudiler hakkında nazil olmuştur. Allah Teâlâ Hz.
Muhammed zamanında bu hadiseyi haber verip, sonra da biz, durumun aynen böyle
olduğunu müşahede edince, bunun, gaybtan haber veren doğru bir haber olduğu
anlaşılır. Böylece de, bir mucize olur.. Deccâle tâbi olanların yahudi
olacağına dair rivayet eğer doğruysa, bu haberin manası, "Onlar, Deccâl
çıkmazdan önce yahudî idiler; sonra da Deccâl'in ulûhiyyetine kail
oldular" şeklinde olup önceki isimleriyle anılmış olduklarını ifade etmektir.
Eğer böyle olmasaydı, o zaman onların, Deccâl'e uydukları vakitte, zillet ve
kahır altında bulunmaktan kurtulmuş olmaları gerekirdi.. Bu ise, ayetin ifâde
etmiş olduğu mananın hilâfına olmuş olur.. Bazı alimler de, zillet ve
alçaklığın, yahudiler için gerekli, ayrılmaz bir vasıf oiduğuna, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar üzerlerine zillet damgası
vurulmuştur. Meğer ki AHah'dan veya insanlardan bir himaye
bulunsun"(Âi-ıimran. 112) ayetini delil getirmişlerdir. Ama bu ayetin, bu
manaya delaleti kuvvetli değildir. Çünkü bu ayette geçen istisna, her halükarda
zilletin o yuhudilerin ayrılmaz vasfı olduğunu kesin olarak söylemeye mânidir.
Ama tefsir ettiğimiz ayette, ne bir istisna ne de bir takyîd yer almamıştır.
Binaenaleyh bu ayetin, o manaya delâleti daha kuvvetlidir. Alimler bu zilleti o
yahûdilere verenin kim olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden
olarak, bazı alimler, bunun Hz. Peygamber ve onun ümmeti olduğunu
söylemişlerdir. Bunu yapanların kendi içlerinden başlarına geçmiş olan zâlim
idareciler olabileceği de söylenmiştir. Fakat o idarecilere böyle yapmaları
emredilmiş değildir. Bu görüşte olanlar, ayetteki ifâdesini, "Biz
kafirlerin basma... şeytanları gönderdik" (Meryem, 83) ayetindeki gibi
manalara hamletmişlerdir.. Binâenaleyh, bu ayetteki "gönderme" ile
tahliye, yani kendi hallerine bırakma ve (kötülükten) engellememek manası murad
edildiğine göre, buradaki "bi'set" (gönderme) ifâdesi ile de, aynı
mana kastedilmiştir.. Bu görüşte olan kimse bununla Buhtunnasır ve günümüze
kadar olan diğer zalim kral ve idarecilerin kastedildiğini söylemiştir.
Daha sonra
Cenab-ı Hak, sözünü
"Şüphe yok ki Rabb'm, cezayı çabuk verendir. Muhakkak ki O gafur ve
rahimdir" diye bitirmiştir. Bu ifâde ile dünyadaki zilletlerinin yanısıra,
ahirette de azaba uğramaktan sakındırmak ve küfür ile yahudilikten tevbe edip,
Allah ile Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman dairesine giren kimselere, gafur ve rahîm
olduğunu c 'aırrr.ek kasdeditmiştir.
[135]
Onları, yeryüzünde
(çeşitli) ümmetler olarak böldük. Onlardan kimi salihdii kimi de böyle
değildir. Onları hem iyiliklerle, hem kötülüklerle imtihana çektik ki (iyiliğe)
dönsünler" (ATM, 168).
Bil ki ayetteki,
"Onları,.. böldük" ifâdesi, önceki ayette geçen ifâdesinden bütün
yahuditerin kastedildiğine delâlet eden delillerden birisidir. "Onları
böldük, onları paramparça, darmadağınık ettik" demektir. İşte bundan
dolayı Allah Teâlâ Dunun peşinden, ''Yeryüzünde (çeşitli) ümmetler olarak"
buyurmuştur. Bu ifâdenin zahirine göre, yerleşilmiş olan her yerde, o yahudilerden
bir grup bulunur. Yahudilerin genel durumu böyledir. Dolayısiyle
"Onları... böldük"tabiri, "Her beldede mutlaka onlardan bir grup
bulunacak şekilde böldük" demektir.
Allah Tealâ daha sonra
"Kimi salihdir" buyurmuştur. Bu ifâde ile Hz. Musa (a.s) zamanındaki
yahudilerin kastedildiği, çünkü onların içinde, hakka u aşmış kimselerin
bulunduğu söylenmiştir. İbn Abbas (r.a) ve Mücahid ise şöyle demişlerdir:
"Cenâb-ı Hak bu tabirle Hz. Muhammed (s.a.s) zamanına yetişip, O'na iman
eden eht-i kitabı kastetmiştir."
Cenâb-ı Allah buyurmuştur. Bu "Onlardan, böyle salih
olmayanlar da var" demek olup, bu ifâde ile yahudilikte ısrar ve devam
edenler kastedilmiştir. Buna göre eğer, "Ayetteki ifâdesi ile de, salih
olup da, Salihlikte öncekilerin derecesine ulaşamamış kimselerin kastedilmiş
olması niçin mümkün olmasın? Çünkü bu ayetin zahirine daha uygun olan bir
manadır"denilirse biz deriz ki: "Cenâb-ı Allah'ın bunun hemen
peşinden, ''Umulur ki iyiliğe dönerler" buyurmuş olması, bu ifâdeden
yahudiliğini sürdürüp salih olmaktan uzak kalan kimselerin kasdedildiğine
delalet eder.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Onları hem iyiliklerle, hem kötülüklerle imtihana çektik" buyruğu,
"Biz onlara hem iyilikler ile nimetlerle, bolluklarla ve afiyetle, hem de
kötülüklerle, kıtlıklarla, sıkıntılarla denenen kimselere muamele eder gibi
muamele ettik" demektir. Me'âni alimleri şöyle demişlerdir: "İyilik
ve kötülüklerden herbiri, insanı taata sevkeder, Nimetler, teşvik edici olduğu
için; belâ ve musibetler de, korkuttuğu için böyledir. Ayetteki "dönsünler"
ifâdesi ile, "tevbe etsinler" manası kastedilmiştir.
[136]
"Onlardan sonra,
kitaba vâris olmuş, bu dünyanın geçici metâ'tnı kapıp. "Biz ileride
bağışlanıra" diyen, kendilerine ona benzer bir meta gelirse, onu da
kaçırmayıp alan bir nesi! onların yerine geçti: Allah'a karşt hakdan başkasını
söylemeyeceklerine dair. kendilerinden o kitabın mîsâkt alınmamış mıydı?
Halbuki onlar, o kitapta olanları okuyup öğrenmişlerdi ve halbuki âhiret yurdu
muttakiler için daha hayırlıdır. Halâ aklınızı başınıza almayacak mısınız? Bir
de kitaba sımsıkı sarılanlar ve namazı dosdoğru kılanlar için (bu, daha
hayırlıdır). ''Şüphesiz ki biz iyilik için çalışanların mükafaatını, zayi
etmeyeceğiz" (A'raf. 169-170).
Bil ki ayetteki,
"Onlardan sonra... bir nesil onların yerine geçti" ifâdesinin
zahirine göre, birinci nesil övülmüş, onların yerine geçen soy verilmiştir.
Durum böyle olunca, bu ifâde ile, geçen ayette bahsedilen, o salih kimselerden
sonra, onların yerine bir soyun halef kılındığı kastedilmiş olmalıdır. Zeccâc
şöyle der: "Halef", "senden alınan şeye karşılık, onun yerine
sana verilen şey" demektir. İşte bu manadan ötürü, bir neslin peşine,
onların yerine geçen nesle "halef" denmiştir. Buna "half"
de denir.
Ahmed b. Yahya da
şöyte demiştir: İnsanların hepsi, (iyi halef), ve (kötü halef) tabirlerini
kullanırlar Velhasıl, Araplardan bazıları halef ve half kelimelerini, hem iyi,
hem de kötü halef manasında kullanırlar. Bazdan İse, half kelimesinin, sadece
kötü halef manasında olduğunu söylerler. Nitekim lebid şöyle demiştir:
Yine bazı Araplar,
zemm için kullanılan half kelimesinin, kötü-bozuk manasına olan hatf
masdarından alındığını söylemişlerdir. Nitekim sözün âdisine de
"half" denir. Şü meşhur darb-ı mesel de bu manadadır: "Bin kere
sustu, bir kere konuştu onu da yanlış konuştu." Birşey bozulduğunda
denilir. Ağzın kokusunun değiştiğini ifâde etmek için de bu fiil kullanılır.
[137]
Cenâb-ı Hak "Bu
dünyanın geçici metâ'ını kapan" buyurmuştur. Ebu Ubeyde şöyle demiştir:
"Bütün dünya malına, ra harfinin fethası ile, araz denilir. Nitekim
"Dünya mevcud bir arazdır, ondan iyi de, kötü de yer" denilir. Râ'nın
sükûnu ile arz keitmesi ise, aynî yani altın ve gümüş olmayan diğer eşyaya
denir. Bunun cem'i uruz şeklindedir. O halde, her araz, arzdır; fakat her arz,
araz değildir." Cenab-ı Hakk'ın
ifâdesi ile, bu dünyanın çeh-çöpü murad edilmiştir. Yani dünya ve
dünyada kendisinden istifade edilen şeyler kastedilmiştir Ayetteki ifadesinde,
bir hakaret ve küçümseme vardır. Bundaki "ednâ", ya "yakın"
manasına olan "dünüvv"den müştaktır. Çünkü dünya yakın ve peşin olan
hayattır. Yahut da, "durumu düşük, âdî ve değersiz" demek olan
"dünüw"den müştaktır. Bu tabirle, Allah'ın kelâmını tahrif için, o
yahudi-lerin. verdikleri hükümlerde rüşvet almaları kastedilmiştir. Allah Tealâ
daha sonra, onların bu günahı önemsemeyerek, "Bize ileride
bağışlanır" dediklerini nakletmiştir. Daha sonra da, ''Kendilerine ona benzer bir meta gelirse,
onu da kaçırmayıp alın" buyurmuştur. Allah Tealâ bu ifâde ile, onların
günahlarında ısrar ettiklerini bildirmeyi murad etmiştir.
Hasan el-Basri:
"Bu, onların dünyaya düşkün olduklarını, ama buna rağmen ondan tam
istifâde edemediklerini haber vermektedir" demiştir.
[138]
Allah Tealâ, daha
sonra, onların yaptıkları işin kötülüğünü açıklayarak "Allah'a karşı
hakdan başkasını söylemeyeceklerine dâir, kendilerinden o kitabın (Tevrat'ın)
misakı alınmamış mıydı?" buyurmuştur. Bu ifâdeden muradın, Hak Tealâmn,
onları rüşvet almak İçin Tevrat'ı tahrif etmekten ve şer! kanunları
değiştirmekten men ettiği manası olduğu söylendiği gibi, onların bu günahta
ısrarlarına rağmen, "Bu günahımız ileride bağışlanır" demiş
olmalarının, asılsız bir söz olduğunu bildirmesi manası olduğu da söylenmiştir.
Buna göre eğer, "Bu Tevrat'ın hükmüne göre, büyük günah sahibi kimselerin
affedilmeyeceğine delalet eder" denilirse, biz deriz ki: Onlar, büyük
günahın mutlaka affedileceği kanaatinde idiler. Halbuki biz, affın kesin
olduğunu söylemiyor, aksine bunu ürniti ediyoruz ve diyoruz ki: "Allah
Tealâ eğer, bu günahlardan doiayı azab ederse, bu devamlı olmayan, son bulacak
olan bir azabtır."
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Halbuki onlar o kitapta olanları okuyup öğrenmişlerdi." Yani
"Onlar onu okuyup öğrenmiş oldukları için, kendilerinde alınmış olan o
mtsakı (sözü) hatırlarlar" buyurmuş ve bundan sonra da ''Halbuki âhiret
yurdu, o âdî ve değersiz rüşveti almaktan sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ
aklınızı başınıza almayacak mısınız?" demiştir.
Cenâb-ı Hak "Bir
de kitaba sımsıkı sarılanlar.. -" buyurmuştur. Arapça'da (O şeye sımsıkı
sarıldım) denilir. Âsım'ın ravisi Ebu Bekr, bunu, şeddesiz olarak, yümsikûn;
diğer kıraat İmmamları ise şeddeli olarak yümessikûn şeklinde okumuşlardır.
Asım'ın böyle okuyuşunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara. 229) (Ahzat,37)
ve (Mdide. 4ı ayettendir. Vahidî'şeddeli
okuyuş daha kuvvetlidir. Çünkü şedde o işin çokça yapıldığına delalet eder.
Burada da bu ifâdeyle, çokça yapma manası kastedilmiştir. Bir de genel olarak
fiil, şeklinde kullanılır. Nadiren de,
şeklinde (harf-i cerli) kullanılır" demiştir.
Bunu iyice kavradığın
zaman deriz ki: Ayetteki ifâdesinin, cümledeki yeri hakkında iki görüş
belirtilmiştir:
1) Mübtedâ
olarak mahallen merfû olup, haberi "Biz iyilik için çalışanların
mükafaatım zayi etmeyiz" ifadesidir. Bunun manası, "Biz onların,
mükâfaatmızâyî etmeyiz" şeklindedir. Bu tıpkı, "İman edip de güzel
güzel amellerde bulunanlara gelince elbette biz iyi davrananların
mükafaatlarını zâyî etmeyiz"<Kehf.30> ayetinde olduğu gibidir. Bu
izah ve tertip güzeldir. Çünkü Allah Tealâ, kitaba saramayanlarla ilgili va'îdi
zikredince, bunun peşinden, kitaba sımsıkı sarılanlar için olan va'adini
bildirmiştir.
2) Bu söz,
ayetteki kelimesi üzerine matuf olarak mahallen mecrurdur. Buna göre ayetteki,
"B/z muslih olanların Tiükâfaatmı zayi etmeyiz" buyruğu, kendinden
öncekileri te'kid eden bir ifâde olmuş olur.
Buna göre şayet,
"Kitaba sımsıkı sarılmak, her türlü ibadeti içine altr. Mesela namazı
dosdoğru kılma da bu ifâdenin içine dahildir. O halde daha niçin bu ayette,
namaz ayrıca zikredilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Namazın
önemini ortaya koyup, onun imandan sonra ibadetlerin en büyüğü olduğunu
belirtmek için böyle getirilmiştir."
[139]
"Biz, bir zaman
dağı. sanki bir gölgelik imiş gibi çekip üstlerine kaldırmıştık. Onlar
hakikaten onun, üzerlerine düşeceğini beklemişlerdi. İşte o vakit "Size
verdiğimizi kuvvetle tutun. Onda olanı düşünün. Tâ ki ittikâ etmiş
olasınız" demiştik"(A'râf. 171).
Ebu Ubeyde şöyle
demiştir: Netk kelimesi aslında, birşeyi yerinden söküp atmak demektir. Nitekim
dağarcığında olanları döküp attığında, denilir. Yine çocuğu çok olan kadına da,
denilir. Çünkü o da, rahminden çocuklarını çıkarıp atmış olur. O halde, buyruğu
"Biz o dağı kökünden söküp, onların üzerlerinde tuttuk" demektir.
buyruğu hakkında İbn Abbas, bunun "sanki o bir tavan gibi" manasında
olduğunu söylemiştir. Zulle, evin tavanı, bulut veya kuşatan bir kanat gibi
şeylerin, senin üzerindeki gölgesi demektir. Ayette bahsedilen bu kıssa Bakara
suresinde eie alınmıştı.
Müfessirler,
buyruğunda zannın "kesin bildiler ve inandılar" manasında olduğunu
söylemişlerdir. Me'âni alimleri ise, "Bu, "Onlar, Allah'a muhalefet
ettikleri takdirde o dağın başlarına düşeceği hususunda içlerinde, kuvvetli bir
zannın meydana gelmesidir" demişlerdir. "Zann" kelimesinin
manasını ortaya
koymada, bu izah daha
açıktır. Bu husustaki söz, daha önce (Bakara. 46) ayetinin tefsirinde geçmişti.
Rivayet edildiğine göre onlar, katılığı ve ağırlığı sebebi ile, Tevrat'taki
hükümleri kabul etmekten kaçınmışlar. Bunun üzerine, Cenâb-ı Allah, Tür dağını,
onların ordugâhlarının genişliğince, başlarının üstüne yükseltmişti. Bunların
ordugâhları ise, bir fersah eninde ve boyunda olan bir yerdi. Onlara,
"Eğer Tevrat'ı içindeki bütün hükümleriyle kabul ederseniz ne âlâ; yoksa o
dağ kesin olarak üzerinize düşecek" denildi. Onlar dağa her baktıklarında,
her biri sol kaşı üzerine secde ederek yere kapanıyor ve Tür dağının üzerlerine
her an düşebileceğinden korkarak, sağ gözleri ile dağa bakıyorlardı, jşte
bundan dolayıdır ki, her yahudinin sol kaşı üzerine secde ederken, sağ gözü ile
yukarı baktığını ve: "Bu, sayesinde üzerimizde ceza ve ukubetin
kaldırıldığı secdedir" dediğini görürsün.
Allah Teâlâ daha sonra
"Size verdiğimizi kuvvetle tutun" buyurmuştur. Bu, "Bizonlara,
"Size verdiğimizi kuvvetle tutun" dedik" veya '"Size
kitapta verdiğimiz hükümleri kuvvetle, meşakkat ve zorluklarına katlanma
azmiyle tutunuz" dedik" manasındadır.
yani "Onda
bahsedilen sevabı ve ihabı hatırlayın" buyurmuştur. Ayetteki bu ifadelerle
şu mananın kastedilmiş olması da mümkündür: "Size vermiş olduğumuz o büyük
ayeti (mucizeyi), eğer gücünüz yetiyorsa kuvvetle tutun." Bu, Cenab-ı
Hakk'ın "Göklerin ve yerin bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yetiyorsa,
haydi geçin" (Rahman. 35) ayetinde olduğu gibidir. Ve yine bu,
"Ondaki ilahi kudrete delâlet eden delilleri de düşününüz. Umulur ki,
üzerinde olduğunuz bu halden sakınırsınız" manasındadır.
[140]
"Hani Rabbin
âdemoğullarından onların sırtlarından, zürriyetlerini çıkarıp, kendilerini
kendilerine şahid tutmuş ve "Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?"
(demişti). Onlar da "Elbette! (Rabbimizsin). Şâhid olduk" demişlerdi.
İşte bu şâhid tutma Kıyamet günü, "Bizim bundan haberimiz yoktu"
dememeniz içindi. Yahut, "Daha evvel ancak atalarımız şirk koşmuş. Biz de
onların ardından gelen bir nesiliz. Şimdi o bâtılı kuranların işledikleri
şeyler yüzünden bizi helak mi edeceksin?" dememeniz içindi. İşte biz
ayetleri böyle açıklarız. Umulur ki küfürlerinden dönerler" (Aprâ1,
172-174).
Bu ayetlerle ilgili
birkaç meseîe bulunmaktadır:
[141]
Bil ki Cenâb-ı Hak,
Hz. Musa (a.s)'nın kıssasını, ilgili hususlarıyla birlikte en geniş bir şekilde
açıklayınca, bu
ayetlerde de, bütün
insanlar için bir hüccet ve delil olacak olan bir hususu zikretmiştir. 8u
ayetin tefsiri ile ilgili iki görüş vardır:
Birinci görüş:
Müfessirlerin ve hadiscilerin görüşüdür. Müslim b. Yesâr el-Cüheni'nin rivayet
ettiğine göre Hz. Ömer (r.a)'e bu ayet hakkında sorulunca o şöyle
demiştir: "Ben Allah'ın
Resulüne, bu ayet hakkında sorulduğunu,
O'nun da şöyle dediğini duymuştum: "Allah Subhânehû ve Teâta, Hz. Adem'i
yarattı. Sonra onun sırtını sıvazlayıp, oradan birzürriyet (soy) çıkardı ve
"Ben bunları cennet için yarattım. Bunlar, cennetliklerin amelini
yapacaklar" dedi. Daha sonra (tekrar) Hz. Adem'in sırtını sıvazladı ve
oradan bir zürriyet daha çıkarıp "Ben, bunlan da cehennem için yarattım.
Bunlar, cehennemliklerin amelini yapacaklar" buyurdu. Bunun üzerine orada
bulunanlardan bir adam: "Ey Allah'ın Resulü, o halde (insanın) amel etmesi
ne için?" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle dedi:
"Allah bir kulu
cennet için yaratınca, cennetliklerin amellerinden bir amel üzere ölüp de,
cennete girsin diye. onu cennetliklerin amellerinde çalıştırır: bir kulu da
cehennem için yaratınca, cehennemliklerin amellerinden bir amel üzere ölüp de.
cehenneme girdirsin diye. onu cehennemliklerin amellerinde çalıştırır."
Ebu Hureyre (r.a),
rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.s): "Allahu
Teala. Hz. Adem'i yarattığı zaman, onun sırtım sıvazladı ve sırtından. Kıyamet
gününe kadar, onun soyundan gelecek olan her can düştü" buyurdu.
Mukâtil şöyle
demiştir: "Allah Teâla, Hz. Adem'in sırtının sağ yanını sıvazladı. Bunun
üzerine oradan, zerreler gibi hareket eden beyaz bir zürriyet çıktı. Sonra onun
sırtının sol yanını sıvazladı. Bunun üzerine oradan da, zerreler gibi (toz
zerrecikleri gibi), siyah bir zürriyet çıktı. Bundan sonra da: "£y Adem,
işte bunlar senin soyun'' buyurdu.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
onlara, "Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" demişti. Onlar da.
"Elbette! (Rabbimizsin)" demişlerdi" buyurdu.
Bunu müteakiben Allah
beyaz nesle, zürriyete hitaben: "Bunlar, rahmetimle cennettedirler ve
bunlar, ashab-ı yemindir;" siyah zürrivete de: "Bunlar da
cehennemdedir; buna aldırmam. Bunlar, ashâb-ı şimal ve ashâb-ı meş emedir"
dedi, sonra da onların hepsini tekrar Adem'in sulbüne geri döndürdü. Bu sebeple
kabirdekiler, erkeklerin sulblerinden, kadınların da rahimlerinden, bütün misak
ehli (kendilerinden ahd alınan bu zürriyetler) çıkıp sona erinceye kadar,
kabirlerinde beklerler. Allah, ilk ahdi bozanlar hakkında da, "Biz onların
çoğunda ahd(e vefa) bulmadık.."(A-rit. 102) buyurmuştur. Bu görüşü, Saîd İbn
el-Müseyyeb, Said İbn Cübeyr, Dahhâk. İkrime ve Kelbî gibi, pekçok selef
müfessiri kaoul edip benimsemiştir.
İbn Abbas(r.a)dan da
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah TeâlâHz. Adem'e, zürriyeti içinde,
nurlu bir topluluk gösterdi. Bunun üzerine Adem "Ya Rabbi, onlar
kimdir?" deyince de. Allah "Peygamberlerdir.." cevâbını verdi.
Adem, onlardan daha fazla nurlu olan birisini gördü. Bunun üzerine. "Bu
kimdir?" diye sorunca,
Cenâb-ı Hak,
"Dâvud'dur" cevâbım verdi., Hz. Adem, "Ömrü ne kadardır?"
deyince de "Yetmiş yıldır.." buyurdu.. Adîm, "Bu az, ben ona
ömrümden kırk yıl bağışladım" dedi. Hz. Adem'in ömrü bm yıl idi. O,
ömrümün dokuz yüz altmış (960) yılım tamamlayınca, canını almak üzere, ölüm
meleği yanma geldi. Bunun üzerine Adem (a.s) ''Benim Ömrümden geriye kırk yıl
kaldı" deyince, ölüm meleği, "Sen bunu, oğlun Davud'a bağışlamamış
miydin?" dedi. Bunun üzerine Adem (a.s) "Ben ömrümden, hiç kimseye
hiçbir şey vermem" dedi. İşte o esnada, herkes için eceli yazılıp takdir
edildi..."
[142]
Mutezile, bu ayetin bu
şekilde tefsir edilmesinin caiz olmayacağı hususunda ittifak halindedir. Onlar
bu görüşün çürüklüğünü iddia ederken şu delilleri ile sürmüşlerdir:
Birici delil:
"Ademoğullanndan, onların sırtlarından.." buyurmuştur. kelimesinin kelimesinden bedel olduğunda
bir şüphe yoktur. Buna
göre bu ifâdenin manası, "Hani Rabbin, ademoğullarının sırtlarından
almıştı" şeklinde olur ki, buna göre de Allah Teâlâ, Adem'in sırtından
herhangi bir şey aldığını açıklamamıştır.
İkinci delil: Şayet, bu
ifâdeden murad, "Allah Teâlâ, Adem'in sırtından zürriyetinden bir şey
çıkardı" şeklinde olsaydı, o zaman min zuhûrihim (sırtlarından)
buyurmayıp, aksine min zahrihi (sırtından) demiş olması gerekirdi. Çünkü Hz.
Adem'in tek bir sırtı bulunmaktadır. Cenâb-ı Hakk'tn, zürriyetehum
(zürriyetlerini) ifâdesi de böyledir.
Şayet bu tabirle Hz.
Adem kastedilmiş olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak zürriyyetehum (zürriyetinı)
buyururdu.
Üçüncü delil: Allah
Teâlâ, o zürriyetlerin, "Daha evvel ancak atalarımız şirk koşmuş" dediklerini
nakletmiştir. Halbuki bu söz Adem'in çocuklarına yakışmaz. Zira, Hz. Adem
müşrik değildi.
Dördüncü delil:
"Ahd", ancak aklı olan kimseden alınır. Dolayısıyla şayet Allah
Teâlâ, o zerrelerden ahd almış olsaydı, o zaman o zerrelerin aklı olmuş olurdu.
Onlar akıllı olsalardı ve akıllı oldukları halde bu sözü, bu ahdi vermiş
olsalardı, o zaman onların, bu âleme gelmeden önce bu vakitte böyle bir söz
vermiş olduklarını hatırlamaları gerekirdi. Çünkü bir kimse için, önemli ve
büyük bir hadise meydana gelirse, aklı olduğu halde o hadiseyi tamamiyle
unutup, ondan az ya da çok, hiçbir şey hatırlamaması mümkün değildir.. İşte bu
delile dayanılarak, "tenasüh" fikri reddedilmiş, çürütülmüştür. Çünkü
biz, şöyle diyoruz: Şayet bizim ruhlarımız, bu bedenden önce başka bedenlerde
idiyse, bizim şu anda, bu bedenden önce başka bir bedende olduğumuzu
hatırlamamız gerekirdi.. Biz bunu hatırlayamadığımıza göre, .
"tenasüh" fikri bâtıl olmuş olur. Şu halde biz, "tenasüh"
fikrini çürütme hususunda, sadece bu delile dayandığımıza ve aynı delil de, bu
meselemiz hakkında söz konusu olduğuna göre, bunun gereğine göre hükmetmek
gerekir. Şayet, "Biz o misak vaktinde söz verdik,. Ne var ki, o vakitte
vermiş olduğumuz ahde dair hiçbir şey hatırlayamıyoruz.." denilmesi caiz
olursa, "Biz bu bedenden önce, başka bir bedende İdik, ne var ki biz,
şimdiki bu bedenimizde, eski bedendeki hallerimize dair herhangi bir şey
hatırlayamıyoruz..",denilmesi de niçin caiz olmasın? Özet olarak
diyebiliriz ki, bu görüşle, "tenâsüh"ü benimseyenlerin görüşü
arasında bir fark bulunmamaktadır. Binâenaleyh bu görüşü benimsemek uzak bir
ihtimal değilse, "tenasüh" fikrini benimsemek de uzak bir İhtimal
sayılmaz,.
Beşinci delil: Allah
Teâlâ'nın Adem'in oğullarından yaratmış olduğu mahlukatm tamamı, çok büyük bir
yekun ve ifade edilemeyecek kadar kalabalık olan bir çokluk meydana getirir..
Binâenaleyh, o zerrelerden meydana gelen toplam, gerek işgal ettiği yer,
gerekse miktar İtibariyle, çok büyük bir rakama, meblağa ulaşır.. Halbuki küçük
olan Adem'in sulbünün böylesi bir kalabalığı içine alması uzak bir ihtimaldir..
Altıncı delil:
Hayatın, aklın ve anlayışın mevcut olabilmesi için, bünye (beden) şarttır. Eğer
bu böyle olmazsa, toz zerrecikleri gibi olan her zerrenin, akıllı, anlayışlı ve
çok hassas cisimler konusunda pek çok eser yazabilecek bir şekilde olması uzak
bir ihtimal sayılmaz!... Halbuki, bu kapıyı açmak, çok muhtelif cahillikleri
benimseme neticesine götürür... Hayatın olabilmesi için bünyenin şart olduğu
sabit olup, o zerrelerden her birinin de âlim, bilgili ve akıllı olmaları da,
ancak bünye, kan ve et gibi şeylerin bulunmasıyla mümkün olduğuna; durum böyle
olunca da, ta Hz. Adem'in yaratılmasından itibaren Kıyamete kadar varlık
âlemine gelen o şahısların toplamını da, dünyanın içine alması imkânsız olunca,
artık nasıl olur da "Onların hepsi, aynı anda Adem'in sulbünde mevcut
idiler." denilmesi mümkün olabilir?
Yedinci delil: Genâb-t
Hak bu mîsakı, o vakitte, ya o zaman, veyahut da onlar dünyaya geldikten sonra
aleyhlerine bir delil olsun diye almıştır.. Birincisi batıldır, zira bu
kadarcık bir misak sebebiyle onların mükâfat ve cezaya, medih ve zemme müstehak
olamayacaklarına dair icma bulunmaktadır.. Onlardan istenen bu şeyin, onlar
dünyaya geldikten, onların aleyhine hüccet olsun diye alınmış olması da caiz
değildir. Zira onlar, dünyada iken o mîsakı hatırlayamadıklarına göre, bu,
imana sarılmaları hususunda, nasıl onların aleyhine bir hüccet olabilir?
Sekizinci delil: Kâbî
şöyle der: "O zürriy^tlerin durumu, anlayış ve ilim bakımından çocukların
durumundan daha üstün olamaz. Çocuklara teklif yöneltmek mümkün olmadığına
göre, bizim, o zerreler halindeki zâtlara teklif yöneltmemiz nasıl mümkün
olabilir?" .
Zeccâc, bu görüşe
cevap vererek şöyle der: "Cenaba Hakk'ın da, "bir karınca dedi ki:
"Ey karıncalar, yuvalarınıza girin." (Nemi, ^buyurduğu gibi, kanncaya
akıl vermesi, yine "Dağları ve kuşları, Dâvud ile birlikte teşbih etmek
üzere, râm etmiştik..." (Enbiya. 79) buyurduğu gibi, dağa anlayış verip,
böylece de onun teşbihte bulunması, deveye akıl verip, böylece de devenin Hz.
Peygamber'e secde etmesi, yine hurma kütüğüne akıl verip, böylece de davet
edildiğinde duyup boyun eğmesi nasıl uzak bir ihtimal değilse, işte burada da
böyledir (bu da uzak bir ihtimal değildir)."
Dokuzuncu delil: O zerrelerin
o zamanda ya akıllan ve güçleri mükemmel idi yahut da onlar, böyle bir vasfı
haiz değillerdi. Eğer birinci ihtimal söz konusu olursa, hiç şüphe yok ki
onlar, mükellef olurlar... Onlar ancak, Allah'ı istidlal yoluyla bilip
tanıdıkları zaman mükellef olarak bırakılırlar.. Eğer onlar bu şekilde olmuş
olsalardı, onların, o vakitteki durumları, bu dünya hayatındaki hallerinden
farksız olurdu.. Binâenaleyh, şayet bu dünyadaki teklif, kendinden önce geçmiş
olan bir ahde, misaka muhtaç ise, o zaman, o misak vaktindeki teklif de, daha
önce geçmiş olan bir başka misaka muhtaç olur.. Böylece de teselsül gerekir ki,
teselsül muhaldir..
"Onların, o misak
zamanındaki akıllan ve kudretleri mükemmel değildi" şeklindeki ikinci
-şıkka gelince, bu durumda da onlara hitap yöneltip onları sorumlu tutmak
imkânsız olur..,
. Onuncu delil:
Cenâb-ı Hakk'ın "Şimdi, insan hangi şeyden yaratıldı? (İbretle) baksın. ..
O, atılıp dökülen bir sudan yaratılmıştır..." (Tank, 5-6) buyruğudur.
Şayet o zerreler akıllı, anlayışlı ve mükemmel olsalardı, o zaman onlar, bu
atılıp dökülen sudan önce bulunmuş olurlardı.. Halbuki, insanın, atılmış olan
sudan yaratılmış olmasından başka bir manası yoktur.. Bu durumda, insan,
atılmış sudan yaratılmamış olur. Ki bu, Kur'an'tn nassını reddetmek demek
olur..
İmdi onlar şayet:
"Allah Teâlâ'nın mîsak esnasında, o zerrelerde tam bir akıl ve anlayışı
yaratıp, sonra da, onların akıl, anlayış ve kudretlerini yok etmesi, daha sonra
da onları, annelerinin rahminde, yeniden yaratarak bu hayata çıkarmış olduğunun
söylenilmesi niçin caiz olmasın?" derlerse, biz deriz ki:
Bu, bâtıldır: zira
şayet durum böyle olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak, insanları, ilk defa nutfeden
yaratmamış, aksine bu yaratılış, "iade" (daha önceki hilkatlerine
tekrar döndürülme) yoluyla olmuş olur... Halbuki müslümanlar, insanın nutfeden
yaratılmasının ilk yaratılma olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh,
işte bu husus, sizin ileri sürmüş olduğunuz görüşün bâtıl olduğuna delalet
eder..
Onbirinci delil: O
zerrelerin, ya o insanların aynı olduğu veya onlardan başka oldukları
söylenebilir.. İkinci görüş, icmaya göre bâtıldır. Geriye birinci ihtimal
kalır. Bu durumda da biz diyoruz ki, ya "Onlar nutfe, alaka ve mudğa (et
parçası) olmadıkları halde akıllı, anlayışlı ve muktedir olarak kaldılar"
den i lebi lir; veyahut da bunların böyle kalmadıkları söylenebilir.. Birinci
durum, aklın bedahetiyle batıldır; ikincisine gelince, bu da, insan için dört
defa hayatın meydana gelmiş olduğunun söylenmesini iktiza eder:
a)
Misak vaktinde.
b)
Dünyada.
c) Kabirde.
d)
Kıyamette.
Yine bu, insan için,
üç defa ölümün bulunmasını gerektirir:
a)
İlk misakta meydana gelen hayattan sonraki
Ölüm;
b)
Dünyadaki ölüm;
c)
Kabirde ölüm..
Halbuki bu sayılar,
"Ey Rabbimiz, bizi iki (defa) öldürdün, iki (defa) da dirilttin.." ,
mayetindeki sayılara muhaliftir.
Onikinci delil:
Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hulâsadan
yarattık..." (Müminûn. 12) ayetidir. Binâenaleyh, şayet o zerre hakkında
verilmiş hüküm doğru olmuş olsaydı, o zaman o zerre insan olmuş olurdu.. Çünkü
mükellef olan, kendisine hitap edilen, mükâfaat verilen ve cezalandırılan,
insandır. Halbuki, zerrenin insan olması bâtıldır. Zira, o zerre nutfeden,
'alaka'dan ve mudğadan yaratılmamıştır. Kitabın, Kur'an'ın nassı ise, insanın,
nutfeden ve alaka'dan yaratıldığına dair bir delildir. Bu da "Andolsun biz
insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülâsadan yarattık..." (Mü'minün, 12) ve
"O kahrolası insan, ne nankördür o! Onu (yaratan) hangi şeyden yarattı?
Bir damla sudan yarattı da onu biçimine koydu..." (Abese. 17-19)
ayetleridir.
İşte, bu görüşün
zayıflığını beyan etmek için (Mutezile tarafından) zikredilen izahların tamamı
budur..
İkinci görüş:
Tefekküre ve aklî izahlara önem verenlerin görüşüdür: Buna göre Allah Teâlâ,
zürriyetleri, yani çocukları, babalarının sulbünden çıkarmıştır. Buna,
"çıkarmıştır" diyoruz, zira, o çocuklar, nutfe idiler. Allah, onları
babalarının sulbünden çıkarıp, annelerinin rahimlerine koydu.. Böylece de
onları önce "alaka", sonra "mudğa", sonra da tam bir insan
haline getirdi. Ve böylece onları mükemmel bir canlı yaptı.. Daha sonra da,
onlara, kendisinin birliğine, yaratmasının hayranlık verici olduğuna ve
sanatının akıl almaz bir şey olduğuna dair vermiş olduğu deliller ile onları
kendilerine şahit tuttu. İşte bu tarz şahitlik ile de, onlar lisan ile ifade
etmeseler de sanki "evet!" demiş sayılırlar. Bunun benzeri ayetler de
mevcuttur. Meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra, Allah'ın iradesi göğe yöneldi
de ona ve arza, İkiniz de ister istemez gelin" buyurdu. Onlarda,
"isteye isteye geldik" dediler" (Fussiiet. nj ve "Bir şeyi
dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona "ol" dememizden ibarettir. O da
derhal oluverir," (Nnt, 4o) ayetleri gibi.
Araplar da şöyle der:
"Duvar kazığa.
"Beni niçin yarıyorsun? Niçin meşakkat veriyorsun7" deyince, kazık:
"Bunu, beni çakana sor; arkamda bulunan o kimse, beni rahat bırakmıyor
ki!..." dedi.."
Bir başka şair de,
"Havuz doldu ve, "Yeter artık, beni (suyumu) kes!" dedi"
demiştir.
Bu tür mecaz ve
istiareler, Arapça'da meşhurdur. Dolayısıyie, ilgili ayeti bu manaya hamletmek
gerekir. İşte, bu iki görüşün anlatılması hususundaki sözün tamamı bundan
ibarettir.. İkinci görüş kesinlikle ta'n edilmemiştir.. Bu görüş doğru kabul
edilmesi halinde, bu, birinci görüşün doğru olmasına mani teşkil etmez. Sözümüz
sadece, birinci görüşün doğru olup olmadığı hususundadır.
Buna göre birisi,
"size göre tercihe şayan olan görüş hangisidir?" derse, biz deriz ki:
Burada iki mukaddime
bulunmaktadır:
a)
Zerrelerden mısak alındığının söylenmesi doğru mudur?
b)
Bunun doğru olması halinde, bu görüş, ayetin
lafızlarını tefsir etmek için "zikretmek* caiz midir?
Birinci mukaddime: Bu
görüşü kabul etmeyenler, bahsettiğimiz ve anlattığımız aklî delillere
tutunmuşlardır. Bu delillerin her birine, ikna edici bir açıklama ile cevap
vermek mümkündür.
1)
Mutezilenin bu hususta zikretmiş olduğu delillerden birisi, "Şayet böyle
bir misak alınmış olsaydı, bizim şu anda onu hatırlamamız gerekirdi"
şeklindedir.
Biz deriz ki: Geçmişte
meydana gelmiş olan hallerle ilgili bilgiyi yaratan, Allah Teâlâ'dtr. Çünkü bu
bilgiler, zarurî ve aklîdirler. Zarurî ilimlerin yaratıcısı ise, sadece
Allah'tır. Bu böyle olunca, O'nun bu ilimleri yaratmış olması doğru olur.
Şayet Mutezile,
"Siz bunu mümkün gördüğünüze göre, bu bedenden önce bizlerin, her ne kadar
hallerini hatırlamıyor isek de, tenasüh yoluyla başka bedenlerde bulunmuş
olabileceğimizi de mümkün görün" derlerse, biz deriz ki: "Bu ikisinin
arasındaki fark gayet açıktır. Çünkü biz başka bedenlerde olup, onlarda
yıllarca kaldığımız takdirde, onları unutmuş olmamız imkansızdır. Ama mîsak
(ahd) alma işi, çok kısa bir anda, çok hızlı olarak tahakkuk etmiştir.
Dolayısiyle bunun unutulması uzak bir ihtimal değildir. Bu açık fark, bu farkın
doğru olduğunu göstermektedir. Çünkü insan senelerce bir işle uğraşırsa, onu
unutması imkansızda. Ama bir kısa an için, bir işte uğraşılmış olduğunda, insan
onu unutabilir. Binâenaleyh ikisi arasındaki fark ortaya çıkmaktadır."
2) Bu,
"O zerrelerin tamamının, Hz. Adem (a.s.)'in sırtında bulunmasının imkânsız
olduğu"nun söylenilmesidtr. Biz deriz ki, bize göre, hayatın bulunabilmesi
için bünye şart değildir. Bölünmeyi kabul etmeyen "cevher-i ferd"
(atom) ise hayat ve aklı kabul eder. Binaenaleyh biz o zerrelerden her birini
bir cevher-İ ferd olarak düşünürsek, artık nasıl olur da siz, "Hz. Adem'in
sırtı, o zerrelerin hepsini içine alamaz" diyebilirsiniz? Ancak ne var ki
bizim vermiş olduğumuz bu cevap, önce yaşamış olan bazı bilginlerin
telâkkilerine uygun olarak "insan, bedende, bir cevher-i ferd ve bölünmeyen
bir cüz'dür..." dediğimiz zaman tamamlanır. Ama biz, "insan, nefs-i
natıkadır. Düşünen, ruhtan ibaret olup, belli bir yeri olmadığı gibi, bir yere
hulul de etmeyen bir cevherdir..." dediğimizde, böyle bir soru ortadan
kalkmış olur..
3) Bu,
Mutezile'nin, "Mîsak almanın faydası, onun o vakitte mi, yoksa dünya
hayatında mı bir hüccet olmasıdır?., "şeklindeki sorusudur. Buna karşı
bizim cevabımız şundan ibarettir: Allah, istediğini yapar, dilediği tarzda
hükmeder.. Bir de, bazı Mutezilîler amellerin tartılması ve uzuvların kon ustu
rulmasıyla ilgili görüşü tashîh etmek istediklerinde, "Bu şeyleri duyurma
hususunda bazı mükellefler için bir lütfün bulunması, uzak bir ihtimal
değildir" dememişler miydi? İşte, burada da böyledir. Bir kısırfı melekler
için, mîsak alındığı zamanda, saîd olanları, şakî olanlardan ayırdetmeleri için
bir lütuf fiilinin olmuş olması da uzak bir ihtimal değildir.. Şöyle de
denilmiştir: Allah Teâlâ onlara, o mîsakı, Kıyamet gününde hatırlatır.
MutezHe'nin diğer
görüşleri zayıf olup, onlar hakkında konuşmak, pek kolay ve son derece de
basittir.
[143]
İkinci mukaddime: Bu,
"O zerrelerden misak alınmış olmasının doğru olduğunun kabul edilmesi
halinde, bu hadisenin ayetin lafızlarının tefsiri olduğunu söylemek mümkün
müdür?" şeklindeki sualdir,, Buna göre biz deriz ki, daha önce zikredilmiş
olan üç açıklama, böyle bir soruyu savuşturmaktadır. Çünkü biz, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Hani Rabbin ademoğullarmdan,
onların sırtlarından zürriyetlerini çıkarıp..."
huurunundan muradın,
"Hani Rabbin ademoğullarının sırtlarından-.." şeklinde olduğunu beyan
etmiştik.. Hem bu zürriyet, Adem'in sırtından alınmış olsaydı, o zaman Cenâb-ı
Hak, "sırtından zürriyetini aldı" der. "zürriyetlerini
sırtlarından aldı” demezdi.
Bu görüşü destekleyenler,
şu şekilde cevap vermişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.s)'den, ayeti bu şekilde
tefsir ettiğine dair gelen rivayet sahihtir.. Resûtullah'rn yaptığı tefsiri
tenkid elmek ise, mümkün değildir. Buna göre biz deriz ki: Ayetin zahiri, Hak
Teâlâ'nın, zerreleri, ademoğuHarının sırtlarından çıkardığına delâtet eder..
Dolayısiyle bu, Allah Teâlâ'nın, falanca şahıstan falancanın, falancadan da
falancanın., doğup meydana geleceğini bildiği manasına hamledilir. Binâenaleyh,
Cenâb-ı Hakk, onların varlık âlemine gireceklerini, bildiği sıraya göre, onları
çıkarmış ve birbirinden ayırdetmiştir... Ama, Allah Teâlâ'nın, bütün zürriyeti,
Adem (a.s)'in sulbünden çıkarması meselesine gelince, ayetin lafzında, bunun
şöyle veya böyle olduğuna dair herhangi bir delâlet bulunmamaktadır. Ancak ne
var ki haber (hadis) buna delâlet etmektedir.. Binâenaleyh, zürriyetlerin,
âdemoğullarının sırtlanndan çıkarıldığı Kur'an ile; Adem'in sırtından
çıkarıldığı ise hadis ile sabit olmuştur. Bunun böyle olması halinde de, bu iki
husus arasında ne bir tezâd ne öe bir çelişki söz konusu değildir. Şu halde
mümkün olduğu kadarıyla, hem ayeti, hem ete hadisi tenkidden korumak için, bu
iki hususun, ikisini de birden benimsemeK gerekir.. Bu mukaddimenin izahı
hususunda son sözümüz budur..
[144]
Nafi, İbn Âmir ve Ebû
Amr, cemî olarak elif ite zürriyyâtihim şeklinde okurlarken, diğer kıraat
imamları müfred olarak zürriyyetehüm şeklinde okumuşlardır.
Vahidî şöyle
demektedir: "Zürriyet" kelimesi, hem çoğul hem de tekil manayı ifade
eder. Dolayısiyle, bu kelimeyi müfred okuyanlar, çoğul manasında da
kullanıldığı için, onu çoğul kalıbında getirmemişlerdir.. Böylece bu kelime
tıpkı, "beşer" kelimesi gibi olmuş olur. Çünkü "beşer"
kelimesi de, HakTeâlâ'nın "Bu bir
beşer değildir" (Yusut. 3i) ifadesinde olduğu gibi müfred, tekil manada
kullanıldığı gibi, "Bizi bir beşer mi doğru yola götürecekmiş?"
(Teğabun; sj ve "Siz de bizim gibi
beşerden başka (bir şey) değilsiniz... "(ibrahim. 10) ayetlerinde olduğu
gibi de. çoğul manada kullanılır. "Beşer" kelimesi, ne cem-i salim,
ne de cem-i mükesser şeklinde çoğu! yapılmadığı gibi, "zürriyet"
kelimesi de çoğul yapılmaz...
Bu lafzı çoğul olarak
okuyanlar ise, şöyfe demişlerdir: "Zürriyet kelimesi her ne kadar müfred
ise de, bunun çoğul yapılmasında bir müşkilât bulunmamaktadır. Eğer bu çoğul
yapılırsa, çoğul yapılması da uygundur. Çünkü sen, meselâ (yollar), (duvarlar) kelimelerinde olduğu gibi, cem-i
mükesser otan kelimelerin de cem-i müennes salım şeklinde çoğul yapıldıklarını
görmektesin.. Bu, Yûnus'un tercihidir.."
Cenâb-ı Hakk'ın
"Kendilerini kendilerine şahid tutmuş ve, "Ben, sizin Rabbiniz değil
miyim?" (demişti) Onlar da ''Evet (Rabbimizsin)"...
demişlerdi.." buyruğuna gelince biz deriz ki: Bir ilk mîsakın bulunduğunu
isbat edip kabul edenlere göre, bu ifadede geçen açıklamalar, zahirî manalarına
hamledilmiştir. Ama, bir ilk misakı kabul etmeyenlera göre, bu tabir bir teşbih
ve temsil manasına hamledilmiştir.. Buna göre ayetin manası, "Allah Teâlâ
onlara, kendisinin Rab olduğuna dair delilleri gösterdi ve onların akılları da
buna şehadet etti.." şeklinde olur. Bu ifade tıpkı, Allah'ın onları bize
ve bizim Allah'ın birliğini ikrar etmemize şahid tutması gibi olmuştur,
Âyetteki şehldnâ
"(şahid olduk)" ifadesine gelince, bu hususta iki görüş öne
sürülmüştür:
Birinci görüş:
"Bu, meleklerin sözüdür. Zira o zürriyetler, "Evet" deyince,
Allah Teâlâ, meleklere "şahid olun" dedi. Melekler de, "şahid
olduk" dediler." Bu görüşe göre, vakfın, ifadesinin sonunda yapılması
güzel olur. Çünkü zürriyetlerin sözü orada tamamlanmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın
"Kıyamet günü, "Birim, bundan haberimiz yoktu" dememeniz
içindi" buyruğunun izahı da şöyledir: "O zürriyetler, biz ikrar
etmedik demesinler diye. melekler, "Biz, onlara, ikrar ettiklerine dair
şahid olduk..." dediler. Böylece, en tekûlü kelimesinden
"lâ" harfi
düşmüştür. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "O. sizi sallayıp çalkalar diye. yeryüzüne
sabit ve muhkem dağlar... koydu" Nahi. ist ayetinde olduğu gibidir.
Yani "sizi çalkalamasın
diye.." demektir. Bu Kulelilerin görüşüdür. Basralılara göre bu kelamın
takdiri, "demelerini istemediğimiz için, şehadet ettik" şeklindedir.
İkinci görüş: Şehıdnâ
lafzı, zürriyetlerin sözünün devamıdır. Böyle olması halinde, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kıyamet günü. "Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz
için..." ifadesi O'nun, "kendilerini kendilerine şahid tuttu "
sözüyle ilgili olmuş olur. Buna göre takdirî mana, "Allah, onlar Kıyamet
gününde, "biz bundan habersizdik" demesinler veya, "bunu
söylemesinler" diye, onları kendilerine sununla, sununla... şahid
tuttu" şeklinde olur. Böyle olması halinde de şehidnâ ifadesi üzerinde
vakf yapılamaz. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın o1 sözü, daha önce geçen sözüyle
ilgilidir. Bu ifadeyi, öbür ifadeden ayırmak doğru değildir.
Kıraat imamları en
tekûlü ile ev yekûlü kelimelerinin okunuşunda farklılık gösterirler: Ebu Amr
her iki ifadeyi de yâ ite kumuştur. Çünkü, daha önce geçen söz, gâib sîgasıyla
getirilmiştir. Ki bu da, buyruğudur. Diğer kıraat imamları ise, bu kelimeyi ta
ile şeklinde okumuşlardır. Çünkü ifadede, bir hitap sîğası da bulunmakta olup o
da Cenâb-ı Hakk'ın, ifadeleridir. Bu iki açıklama da güzeldir. Çünkü gâib
olanlar, mana cihetiyle muhatap olan kimselerdir. "Yauî, "Daha evvel
ancak atalarımız şirk koşmuş..." buyruğuna gelince, müfessirler şöyle
dimişlerdir: "Bu ifadenin manası "Bu şahid tutmanın maksadı,
kâfirlerin, "Biz müşrik olduk; çünkü atalarımız müşrik idiler;
binâenaleyh, biz bu şirkimizde onları taklit ettik" dememelerini temin
etmek içindir. Ki, bu aynı zamanda ayetteki "Şimdi o bâtılı kuranların
işledikleri şeyler yüzünden bizi helak mi edeceksin?" ifadesinden de
kastedilen husustur. Netice olarak diyebiliriz ki, Allah Teâlâ onlardan söz
alınca, onların bu kadarcık bir mazerete tutunmaları imkânsız olur..."
Ayetin manasını,
"Cenâb-ı Hakk'ın deliller ikâme etmesi, getirmesi" manasına
hamledenlere gelince, onlar şöyle demişlerdir: "Bu ayetin manası,
"Biz, yarın Kıyamette onlar, "Biz bundan habersizdik; bu hususa bizim
dikkatimizi çeken bir kimse olmadı" veya, "Biz, atalarımızı taklit
ederek müşrik olduk" diyemesinler diye, biz bu delilleri getirdik ve
onların akıllarına sunduk. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın birliğine dair deliller
onlarla birlikte bulunuyordu; binâenaleyh o delillerden yüz çevirip taklide
yönelmeleri ve atalarına uymaları hususunda, onların geçerli bir mazereti bulunamaz"
şeklindedir...
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"İşte biz ayetleri böyle açıklarız. Umulur ki (küfürlerinden)
dönerler" buyurmuştur. Bu, "Bizim bu ayette yapmış olduğumuz
açıklamalar gibi, onları, iyice düşünsünler ve böylece de hakka yönetip
batıldan yüz çevirsinler diye, diğer ayetlerimizi de beyân edip
açıkladık..." manasındadır.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"umulur ki (küfürlerinden) dönerler" buyruğundan kastedilen de budur.
Yine bu ayete, "Tevhid hususunda onlardan aldığımız mîsakı, işte bu
şekilde açıklıyoruz..." manası da verilmiştir... Ayetle ilgili bir üçüncü
görüş de şudur: İnsanların ruhları onların bedenlerinden daha önce mevcut
idi... İlâhın varlığını ikrar edip kabul etmek, o ruhların zâtlarının ve
hakikatlerinin ayrılmaz bir vasfıdır. Bu ilmi elde etmek için, çalışıp
çabaiamaya ihtiyaç yoktur. Bu konu tamamiyle ancak, bu kitapta ele alınması
mümkün olmayan gizli ve kapalı herkesçe anlaşılamayan aklî bazı bahisler ile
ortaya konabilir. Allah en iyi
bilendir.
[145]
"Onlara o kimsenin
haberini de oku ki, biz kendisine ayetlerimizi vermiştik de, o bunlardan
sıyrılıp çıkmış, derken şeytan onu arkasına takmış, nihayet azgınlardan
olmuştu. Eğer dileseydık onu bu (ayetler)le yükseltirdik. Fakat o, yere
saplandı, hevâsma uydu. Artık onun hâli, o köpeğin hali gibidir ki, üstüne
varsan dilini sarkıtıp solur, yahud kendi haline bıraksan, yine dilini uzatıp
solur, işte ayetlerimizi yalan sayanlar güruhunun sıfatı budur. Artık sen,
kıssaları anlat; belki iyice düşünürler" (AT«, 175-176).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[146]
İbn Abbas, İbn Mesûd
ve Mücahid (r.a.) şöyle demişlerdir: "Bu ayet, Belâm İbn Bfturfl hakkında
nazil olmuştur. Bu böyledir, zira Musa (a.s) Bel'âm'ın bulunduğu şehre yönelmiş
ve oranın halkıyla savaşmıştı; çünkü onlar kâfir idiler. Bunun üzerine o
kâfirler, Bel'âm'dan, hem Musa (a.s), hem de onun kavminin aleyhine dua
etmesini istediler... O, duası makbul bir kimse idi. Çünkü o, İsm-i A'zâm
duasını biliyordu.. Ama o, böyle bir dua etmekten kaçındı.. Kâfirler ise, onun
peşini bırakmıyorlardı.. Nihayet o, Hz. Musa ve kavmi aleyhine (beddua) etti.
Derken, duası kabul olundu da, Hz. Musa ve İsrailoğulları. onun duası yüzünden
Tîh Çölü'ne düştüler. Bunun üzerine Hz. Musa, "Ya Rabbi, hangi günah
sebebiyle biz bu çöle düştük?" deyince, Cenâb-ı Hak, "Bel'âm'tn duası
sebebiyle" cevabını verdi.. Bunun üzerine Hz. Musa: "Onun, benim
aleyhime yapmış olduğu duayı kabul ettiğin gibi, benim de onun aleyhine olan
duamı kabul buyur!" dedi; sonra da Hz. Musa, İsm-i A'zâm ile imânının
çekilip alınması için, ona bedduada bulundu.. Böylece Allah Teâlâ, onu,
kendisinde olan bu şeylerden tecrit etti; onun bilgi ve marifetini aldı.. Bu
sebeple de onun kalbinden, bu ilahî bilgi, tıpkı bir beyaz güvercin gibi
çıkıverdi.. İşte, hâdise bundan ibarettir..." Şu da belirtilmiştir:
"O, Allah'ın nebilerinden birisiydi. Hz. Musa için beddua edince, Allah
ondan imanını çekip aldı; böylece de kâfir oldu.."
[147]
Abdullah İbn Ömer,
Satd İbnul-Müseyyeb, Zeyd İbn Eşlem ve Ebu Ravk de şöyle demişlerdir: "Bu
ayet, Ümeyye İbn Ebi's-Salt hakkında nazil olmuştur. O, semavî kitapları
okumuştu.. Allah Teâlâ'nın, o sıralarda, bir peygamber göndereceğini de
anlamıştı.. Bu peygamberin, kendisi olacağını ümid ediyordu.. Cenâb-ı Hak, Hz.
Muhammed (s.a.s)'i peygamber olarak gönderince, Ümeyye O'na hased etti, O'na
iman etmeyip kâfir olarak öldü... İşte bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
"Şiiri iman etti, ama kalbi küfretti" dediği kimsedir. Yani, onun
şiiri, mü'min kimselerin şiiri gibidir. Zira o, şiirlerinde, Allah'ın birliğini
ikrar eder; O'nun birliği hakkında, göklerin, yerin yaratılması ile, ahiret,
cennet ve cehennem hallerinden deliller getirir..."
[148]
Şu da söylenmiştir:
"Bu ayet, Hz. Peygamber'in fâsık diye adlandırdığı, Râhlp Ebû Âmir
hakkında nazil olmuştur. O, câhiliyye çağında ruhbanlık yapardı. İslâm geiince,
Şam'a kaçarak, münafıklara, "Mescld-i Dırâr" yapmalarını öğütledi.
Kayser'e (Roma İmparatoru) gelerek, ondan, Hz. Peygamber aleyhinde yardım taleb
etti... Derken, orada, kovulmuş ve yapayalnız, tek başına oluverdi.. Bu, Saîd
İbnu'l-Müseyyeb'in bir diğer görüşüdür.
Bu ayetin, Hz.
Peygamber'i bilip tanıyan ehl-i kitabın münafıkları hakkında nazil olduğu da
söylenmiştir. Bu görüş, Hasan el-Basrî ile Ebu Bekr el-Esamm'ın görüşüdür..
Bunun, kendisine ilahî hidayet arzedilip de, ondan yüz çeviren herkes hakkında
umumî bir ifade olduğu da ifade edilmiştir.. Bu da, Katâde, İkrime ve Ebu
Müslim'in görüşüdür..
Şayet birisi, "Bu
ayette bir nebîden bahsedilmekte, bilahare onun kâfir haline geldiği
bildirilmektedir" diye soracak olursa biz deriz ki:
Bu, uzak bir
ihtimaldir; çünkü Alalh Teâlâ, "Allah, elçiliğini nereye vereceğini çok
iyi bilendir"(Enam. h)buyurmuştur. İşte bu beyan Cenâb-ı Hakk'ın, ancak,
onun, çok üstün meziyyetler, yüce dereceler ve büyük faziletler ile, diğer
kullarından ayrılıp mümtaz olduğunu bildiği kimseleri risâlet göreviyle
şereflendireceğine delâlet eder. Binâenaleyh, peygamber olan kimsenin vasfı bu
olunca, onun küfretmesi nasıl uygun düşebilir?
Cenâb-ı Hakk'ın
"Biz kendisine ayetlerimizi vermiştik de, o bundan sıyrılıp çıkmıştı"
buyruğu ile ilgili olarak iki görüş vardır:
Birinci görüş:
"Biz kendisine ayetlerimizi vermiştik" buyruğu, "Biz, ona,
tevhidin delillerini öğretmiş ve anlatmıştık. Böylece o, onlardan haberdar hale
gelmişti" manasında; "O, bundan sıyrılıp çıkmıştı" buyruğu da,
"O, Allah'ın muhabbetini bırakıp, O'na isyan etmeye; rahmetini bırakıp,
O'nun gazabına gitmişti" manasındadır.
inseleha
"çıktı" manasındadır. Birşeyi tamamen bırakıp giden kimse için,
"Ondan sıyrıldı" denilir.
İkinci görüş: Bu, Ebu
Müslim (r.h)'in görüşü olup, O şöyle demiştir: Ayetteki, "Biz kendisine
ayetlerimizi vermiştik" buyruğu "Biz ayetlerimizi beyan ettik, ama o
onları kabul etmeyerek, onlardan sıyrılıp çıktı" demektir. ve (uzaklaştı)
fiilleri aynı manayı ifade eder. Bu kelimeler, delillere iman etmeyip, küfründe
ısrar eden her kâfir hakkında kullanılabilir. Bunun bir benzeri, "Ey
kendilerine kitap verilenler, yanınızdaki kitabı tasdik edici olmak üzere indirdiğimiz
(Kur'an-i Kerim'e), biz birtakım yüzleri silip, enselen gibi (dümdüz) yapmazdan
önce, iman edin..." (Nisa,47)ayetidir. HakTeâlâ, Firavun hakkında da,
"Andolsun ki biz ona, ayetlerimizin hepsini gösterdik de, o yine
yalanlayıp diretti" p"â-ba, 56) buyurmuştur. Bu ayette de
bahsedilenin, Firavun olması mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ, ona hem Hz. Musa'yı
hem de Hz. Harun'u gönderdi. Ama o yine de yüz çevirip küfründe diretti. O,
âdî, sapmış ve şeytana tabi olmuş birisi idi.
Bil ki bu iki görüş
arasındaki fark şudur: Birinci görüşe göre, bu kimse Allah'ın dinini ve
birliğini biliyor, ama sonra ondan sıyrılıp çıkıyor; ikinci görüşe göre ise,
Allah bu kimseye delil ve beyyinelerini verdiği zaman, o bunları kabul etmiyor.
Birinci görüş daha uygundur. Çünkü ayetteki "sıyrılıp çıktı" tabiri,
bu kimsenin daha önce dinin içinde iken, sonradan ondan çıktığına delâlet eder.
Hem sonra bu âyetin, Allah'ın dininden haberdar olan, ama o dinden çıkarak
küfre ve sapıklığa giren bir kimse hakkında nazil olduğu rivayetlerle sabittir.
Cenâb-ı Allah
"Derken şeytan, onu arkasına taktı" ifadesi ile ilgili olarak şu
izahlar yapılmıştır:
1)
Şeytan onun peşine kâfir ve azgın insanları
taktı, yani kâfir insanları onun tabiîleri (arkadaşlan-yoldaşları) kıldı.
2)
Abdullah b. Müslim şöyle der: "Bu tabir,
"şeytan ona yetişti" demektir. Nitekim, "Onlara yetişip,
katıldım" manasında "Kavme tabî oldum" denilir." Ebu Ubeyde
şöyle demiştir: tabiri, senden önde olup da, kendilerine yetiştiğini anlatmak
için kullanılır. Nitekim "Onlara
yetişinceye kadar, peşlerini bırakmadım" denilir.
[149]
Cenab-ı Hak
"Nihayet (o) azgınlardan olmuştu" buyurmuştur. Bu, "O, şeytana
uydu ve böylece zalimlerden oldu" demektir. Ehl-i Me'ânî ise şöyle
demişlerdir: "Bu ayetin maksadı, hidayet üzere iken, hidayetten çıkıp,
dalâlete, nefsinin arzularına ve körlüğe giren; dünyaya meyleden, böylece de
şeytanın oyuncağı olan kimselerin, varacakları son yerin uçurum otup, oraya
yuvarlanacağını; hem ahirette, hem de dünyada hüsrana (zarara) uğrayacağını
anlatmaktır. Bundan dolayı Allah Teâlâ, bu kıssayı, insanları böyle bir hale
düşmekten sakındırmak için zikretmiştir.
Allah Teâlâ,
"Eğer dikseydik onu bu (ayetler) ile yükseltirdik" buyurmuştur.
Alimlerimiz şöyle derler: "Bu tabir, "isteseydik onu, bu ayetlerle
amel etme mertebesine yükseltirdik. Böylece o yapacağı sâlih ameller vasıtası
ile, "hak edeceği makama yükselirdi" demektir. Lev kelimesi, başka
bir şartın bulunmaması sebebiyle o şeyin olmamasını ifade eder. Bu da, Allah
Teâlâ'nın, bazan bir insanın iman etmesini değil» küfrünü murad ettiğine
delâlet eder."
Mu'tezile ise şöyle
der: "Ayetin lafzı, bu mananın dışında, şöyle birtakım manalara da imkân
verir:
a)
Cübbaî şöyle demiştir: "Bunun manası,
"isteseydik, o küfretmeden önce, kendisine ikram etmek ve ondan
tekliflerimizi kaldırmak suretiyle, onu amelleriyle yükseltirdik. Böyiece de
ona yücelik vermiş olurduk. Fakat mükellefiyetleri artırmak suretiyle onu daha
ileri bir dereceye ulaştırmak istedik. Ama imanda sebat etmekten yüz
çevirdi" şeklindedir.
b)
"İsteseydik, zorla ve cebren onunla inkârı arasına girerek, onu
yüceltirdik. Ama bu, teklif (hikmetine) ters düşerdi. İşte bundan dolayı, onu
kendi ihtiyarıyla başbaşa bıraktık" demektir.
Mu'tezile'nin birinci
izahına, "yükseltmeyi", "öldürme" manasına hamletmek uzak
bir şeydir" diyerek; ikincisine de, "Allah Teâlâ o kimseyi, küfürden
zorla men ettiği zaman, bu iman bir mükâfaatı ve bir yüceliği gerektirmez"
diyerek cevap veririz.
Allah Teâlâ daha
sonra, "Fakat o, yere saplanıp (kaldı)" buyurmuştur. Arapça alimleri
şöyle demişlerdir: "İhlâd" aslında, "saplanıp kalmak"
demektir. Sanki, "o, devamlı yere yapışıp kalmak istedi"
denilmektedir. Birisi bir yere yapışıp, oradan ayrılmadığında, denilir. Nitekim
Mâlik b. Süveyd şöyle demiştir. "Malik ve Amr İbn Yerbû' kabilelerinden
bir mahallenin, oraya yerleşip, oradan hiç ayrılmamış olan oğullarına...
İbn Abbas r.a.)
"Allah, "Fakat o, yere saplanıp kaldı" ifadesi ile, "O,
dünyaya meyletti" manasını kastetmiştir" demiştir. Mukâtil ise
ifâdesine (dünyaya) manasını; Zeccâc ise "Dünya ile itminan buldu"
manasını vermiştir. Vahidî şöyle der: "Bunlar, ayetteki "arz"
(yeryüzü) kelimesine, "dünya" manasını vermişlerdir. Çünkü dünya,
yeryüzü demektir. Zira dünyadaki mülkler, maden, bitki ve hayvanlar gibi diğer
mallar, hep yeryüzünden elde edilir. Bunlar yer sayesinde, güç ve kuvvet bulup,
kâmil hale gelirler, O halde dünya, yeryüzü demektir. Binâenaleyh,
"dünya" manasında, "arz" (yer) kelimesini kullanmak doğru
ye yerindedir." Biz diyoruz ki: Eğer kelime zahirî manası ile alınsaydı, o
zaman "isteseydik onu yükseltirdik. Ama bunu istemedik" denilirdi.
Fakat ayetteki, "Fakat o. yere saplanıp (kaldı)" tabiri, bu manaya
delalet ettiği için, bu ifade onun yerini almış oldu.
Cenâb-ı Allah "O,
hevâsına uydu" buyurdu. Bu,
"O, Allah'ın kendisine verdiği ayetlere sımsıkı sarılmayı bırakıp,
kendi hevâ-ü heveslerine uydu. Böylece de dalâlet uçurumuna yuvarlandı"
demektir. Burası ilim sahipleri için, en tehditkâr ayetlerden birisidir. Çünkü
Allah Teâlâ, bir kimseye, ayetlerini ve delillerini verip, ism-i a'zamını
öğretip müstecab (kabut olunacak) duayı ona bildirdikten sonra, o kalkıp heva-ü
hevesine uyarsa, dinden çıkıp bir köpek mertebesine inmiş olur. İşte bu,
Allah'ın kendisine çokça nimetler verdiği kişinin, hidayete uymaktan yüz
çevirip, hevâsına uymaya yöneldiğinde, Allah'dan alabildiğine uzaklaşacağına
delâlet eder. İşte, Hz. Peygamber (s.a.s):"Kimin ilmi artttığı halde,
hidayeti artmaz ise. (bununla) ancak Allah'dan uzaklaşması artmış olur"
buyurarak bu duruma işaret etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) bu veya bu manada
bir lafız kullanmıştır.
[150]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak "Artık onun hali. o köpeğin
hali gibidir ki, üstüne varsan dilini sarkıtıp solur: yahut kendi haline
bıraksan. yine dilini sarkıtıp solur" buyurmuştur. Leys şöyle der:
"(Bu fiilin masdarı olan) "lehs", "köpeğin, ya çok koşarak
yorulduğunda, ya da sıcak çok şiddetli olduğunda, susuzluktan ötürü dilini
sarkıtması" demektir. Bil ki bu teşbih, bütün köpeklere olmayıp, sadece
soluyan köpeklere yapılmıştır. Hayvanların en âdisi köpektir. Köpeklerin en
âdisi de, soluyan köpeklerdir. Binâenaleyh Allah bir kimseye ilmi ve dini nasib
ettiği halde, o kalkıp dünyaya meyleder ve dünyaya bağlanıp kalırsa,
hayvanların en âdisine, yani dili sarkmış köpeğe benzemiş olur. Bu teşbihin
izahı
1) Soluyan
herşey, ya yorgunluğundan ya susuzluğundan ötürü solur. Halbuki soluyan köpek
böyle değildir. O, yorgun olsa da, rahat olsa da, susuz otsa da, olmasa da yine
solur. Bu onun âdeti ve huyudur. O, asıl âdeti üzere buna devam eder; bir
ihtiyaçtan dolayı değil,o âdi huyundan dolayı bunu sürdürür. İşte kime Allah
ilmi ve dini nasib ederse, onu insanların mallarının kirlerine bulaşmaktan
müstağni kılmış olur. Sonra da o kalkıp, dünya peşine düşüp, kendisini onun
içine atarsa, bu kişinin durumu, aynen ihtiyaç ve zaruretten ötürü değil de,
sırf kötü nefsinden ve âdi huyundan ötürü, âdi işlere ve çirkin işlere devam
eden o soluyucu köpeğin durumu gibi olur.
2) Bir âlim,
ilmi vasıtasıyla dünya malt elde etmeye yönelirse, bu, insanlara çeşitli
ilimlerini bildirmek ve kendisinin fazileti eriyle şanını şöhretini ortaya
koymak için olmuş olur. Hiç şüphesiz bu kimse, o sözleri anlatıp ifade ederken,
dilini sarkıtır ve dünyalık elde etmeye karşı olan kalbindeki aşırı susuzluğu ile
hırsının hararetinden ötürü, dilini çıkarır (sarkıtır). Böylece de bu kimsenin
durumu, bir ihtiyaç ve zaruret olmadığı halde, sırf âdı huyundan ötürü, dilini
hep sarkıtan bir köpeğin haline benzer.
3) Soluyan
köpeğin, soluması hiç sona ermez. Hırslı olan insanın, hırsı da böyte hiç
tükenmez.
Cenâb-ı Hakk'in
"(O köpek), üstüne varsan, dilini sarkıtıp solur..." buyruğu,
"Bu köpeğin üzerine vartp, birşeye kışkırtsan solur. Kendi haline bıraksan
yine solur. Bu, o kötü fiil, onun aslî huyu olmasından dolayıdır. Sapmış hırslı
o insan da böyledir. O'na vaaz-u nasihatta bulunsan da, bulunmasan da o
sapıklığını sürdürür. Bu da, dalâlet ve hüsranın, onun aslî âdeti ve zâti
karakteri (haline gelmesinden) ötürüdür" manasındadır.
Buna göre,
"Ayetteki... "üstüne varsan dilini sarkıtıp solur}yahut kendi haline
bıraksan, yine dilini sarkıtıp solur" ifadesinin, i'rab bakımından yeri
nedir?" denirse, biz deriz ki: "Bunlar "hal" olarak,
mahallen mansubturlar. Buna
göre sanki "O, her halinde soluyan, zelil bir köpek
gibidir" denilmektedir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "İşte ayetlerimizi yalan sayan güruhun sıfatı budur"
buyurmuştur. Hak Teâlâ, böylece Allah'ın ayetlerini yalanlayan herkesin buna
benzediğini bildirmiştir. İbn Abbas (r.a) şöyle der; "Cenâb-ı Allah bu
beyanı ile, kendilerini hidayete sevkeden ve Allah'a itaata davet edecek bir
hidayetçiyi bekleyip duran Mekkelileri kastetmiştir. Sonra onlara doğruluğunda
ve dininde şüphe etmedikleri birisi gelmiş ama, onlar onu yalanlamışlardır.
Binâenaleyh ayetteki bu teşbih (benzetme), Mekkeliler ile üzerine varsan da
dilini sarkıtıp soluyan, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpek
arasında olmuş olur. Çünkü o Mekkeliler kendi başlamayken de hidayete
ermedikleri gibi, peygamber geldiğinde de hidayete ermemişlerdir. Böylece
onlar, tıpkı her halükârda soluyan o köpek gibi, devamlı surette sapıklık üzere
devam etmişlerdir.
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Artık sen kıssaları anlat, belki iyice düşünürler." Yani,
"İnkar edip, peygamberlerini yalanlayan milletlerin kıssalarını anlat. Belki
bundan ibret alırlar" buyurmuştur.
[151]
"Ayetlerimizi
yalanlayarak, kendilerine zulmetmekte olanlar güruhunun hali ne kötü!"
{A'râf, 177).
Bil ki Cenâb-ı Hak,
onları (soluyan bir) köpeğe benzettikten sonra "İşte ayetlerimizi yalan
sayan güruhun sıfatı budur1' buyurup, bununla onları inkâr ve yalanlamadan men
dince, bu men etme işini, "(O güruhun) hali ne kötü!.." diye te'kid
etmiştir.
Bu ifade ile ilgili
birkaç mesele vardır:
[152]
Leys şöyle demiştir:
(kötü oldu - kötü yaptı) fiili, hem fazım, hem de müteaddîdir. Nitekim birşey
kötü olduğunda denildiği gibi; bu, {o,
onu üzdü) şeklinde de kullanılır." Nahivciler, ayetteki bu ifadenin
takdirinin, "O güruhun hali, bir
hal olarak ne kötü!" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Ayetteki mesel-en
kelimesi, temyiz olarak mansubtur. Çünkü sen, sae dediğinde, mesel-en
kelimesinden başka bir kelime de getirebilirsin. Binâenaleyh kötü olan bir türü
ve çeşidi zikrettiğinde, onu diğer tür ve çeşitlerden ayırmış olursun.
Ayetteki
"kavm" kelimesi, şu iki sebebten ötürü merfu kılınmıştır:
a) Bu
kelimenin mübteda, meselen kelimesinin de onun haberi mahallinde olması
muhtemeldir.
b)
Sen,
(o ne kötü bir hal) dediğinde, sana "kim o?" diye sorulur. Sen
de, el-kavm" (o kavim) dersin. Böylece "kavm" kelimesi, mahzûf
mübtedanm haberi olmak üzere, merfû olmuş olur. Cühderî bu ayeti şeklinde
okumuştur.
[153]
Cenâb-ı Hakk'ın
ifadesinin zahiri, bu meselin, kötülükle tavsif edilmiş olmasını gerektirir.
Halbuki bu, caiz değildir. Çünkü, bunu Altah zikretmiştir. O hatde, daha nasıl
«ötülükle nitelenmiş olabilir? Hem bu, küfürden men etmeyi ve imana daveti
ifade eder. O halde, daha nasıl kötülükle vasfedilmiş olabilir? Binâenaleyh,
kötülükle vasfedilen şeyin, meselin ifade ettiği şey olması gerekir. Bu şey de,
onların, Allah'ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz cevirmeteridir. Böylece de
onlar, bu temsil yoluyla da, dilini sarkıtıp soluyan köpek menzilesine düşmüş
olurlar.
Cenâb-ı Hakk'ın "kendilerine zulmetmekte olanlar...”
buyruğuna gelince, bu ifade ya, kezzebû sözüne matuftur. Böylece de, sılanın
kapsamı içine girmiş olur. Buna göre de mana, "Allah'ın ayetlerini
yalanlama ile kendilerine zulmetmeyi bir arada bulunduranlar..." şeklinde
olur. Yahut da, bu ifade, sıla ile ilgisi olmayan bir söz olmuş olur. Buna göre
de mâna, "Onlar, yalanlama ile, sadece kendi nefislerine zulmettiler"
şeklinde olur. Mef'ulün öne alınması, ihtisas, hususîlik ifade eder. Buna göre
sanki,' 'Onlar zulmü, sadece kendilerine tahsis ettiler; onların bu zulümlerinin
tesiri, başka hiç kimseye geçmedi" denilmek istenmiştir.
[154]
"Allah kime
hidayet ederse, o doğru yolu bulmuştur. Kimi de sapdmrsa, onlar en büyük zarara
uğrayanların ta kendileridir" (ATâf, 178).
[155]
Allah Teâlâ,
sapıtanları zikredilen sıfatlarla vasfedip onların durumlarını, yine bahsi
geçmiş olan "mesel" ile anlatınca, bu ayette de, hidayet ve dalâletin
kendisi tarafından olduğunu beyan buyurmuştur. İşte bu noktada. Mutezile
harekete geçmiş ve ayetin tevili hususunda, pek çok şey ileri sürmüştür.
1) Bu,
Cübbaî'nin ileri sürdüğü, Kâdî'nin de benimsediği görüştür. Buna göre ayetten
şu mana kastedilmiştir. "Allah kimi ki, ahirette cennete ve mükâfaata
iletecektir, o kimse dünyada doğru yolu bulmuş ve mükellefiyetler hususunda,
rüşd ve doğruluk yoluna girmiştir.. Böylece Cenâb-ı Hak, ahirette mükâfaata
erdireceği kimselerin, vasfı bu olan kimseler olduğunu beyan buyurmuştur.
Allah, kimi de cennet yolundan saptırmışsa, "Onlar en büyük zarara uğrayanların
ta kendileridir..."
2)
Bazı Mutezile âlimleri de, ayette bir hazfin
bulunduğunu ve ayetin takdirî manasının da şöyle olduğunu ileri sürmüşlerdir:
"Allah kimi hidayete erdirmiş, o da bu hidayeti kabıü etmiş ve O'nun
hidayetine sımsıkı sanlrmşsa; bu kimse hidayete ulaşmıştır.. Allah, kimi de
O'nun bu hidayeti kabul etmemesi sebebiyle saptırmışsa, o da en büyük zarara
uğramıştır..
3) ifadesi,
Allah kimi hidaye ermiş olarak vasfetmişse, o hidayete ermiştir.. Çünkü bu
ifade, bir medh gibidir. Allah'ın medhi ise ancak, medhedilen bu sıfatla tavsif
edilen kimseler hakkında söz konusu edilebilir; ifadesi ise, "Allah kimi
sapmakla vasfetmişse, onlar da en büyük zarara uğrayanlardır"
manasındadır.
4) Bu ayetin
manası, "Allah kimi lütuf fiilleri ve hidayetini arttırmakla hidayete
ulaştırmışsa o, hidayete ermiştir.. Kimi de, daha önce bulunan kendi kötü
seçimi ve bu sebeple de o lütuf fiillerinin kendisine tesir etme alanı dışında
kalmış olması sebebiyle bu hidayetten saptırmışsa, işte o kimse, en büyük
zarara uğrayanlardandır" şeklindedir.
Bil ki biz, aklî ve
kesin delillerin, hidayet ve saptırmanın, ancak Allah tarafından olduğuna
birkaç yönden delâlet ettiğini beyân etmiştik.. Bu delillerden bazıları
şunlardır:
a)
Fiil (bir şeyi yapıp yapmama), Daî'nin,
(sebep, saik) mevcudiyetine dayanır. Daî'nin mevcudiyeti ise, sadece Allah
tarafındandır.. O halde fiil, sadece Allah'tandır.
b) Allah'ın
bildiğinin aksinin olması imkânsızdır. Şu halde, Allah'ın iman edeceğini
bildiği kimse, küfre muktedir olamaz.. Aksi de böyledir.
c) Herkes,
iman ve marifetullah'ın kendisinde bulunmasını ister, arzular.. Bu arzuya
rağmen küfür tahakkuk ettiğine göre biz, O'nun, kul tarafından değil, O'nun
dışındaki başka bir şey tarafından meydana getirildiğini anlamış oluruz...
Sonra biz diyoruz ki:
Mutezile'nin birinci
tevili zayıftır. Çünkü onlar, Cenâb-ı Hakk'ın buyruğuna, ahirette, cennete
hidayet etmek manasına; O'nun buyruğunu da, bu dünyada hakka ulaştırma manasına
aldılar ki, bu, Kur'an'tn nazmında bir rekaketi, bozukluğu gerektirir.. Tam aksine,
ilahi kelamın nazmının güzel olabilmesi için, hidayet ve ihtidanın aynı şeyle
ilgisi olmaları gerekir.
İkinci tevillerine
gelince, bu lüzumsuz bir takdir yapmaktır ki, bu lâfzın hilafına olan bir
durumdur.. Şayet böylesi takdirlerin kapısı açılırsa, o zaman olumsuz olanlar
olumluya, olumlu olanlar da olumsuza dönüştürülebilir, böylece de Allah'ın
kelâmı bir delil olmaktan çıkmış olurdu... Çünkü herkes, ayet hakkında istediği
biçimde takdirler yapabilir. Bu durumda da her şey muayyen bir mana ifade etmekten
uzaklaşırdı.
Üçüncü görüşleri de
zayıftır. Çünkü, bir kimsenin "Falanca, falancayı hidayet etti"
şeklindeki sözü, Arapça'da kesinlikle bir şey ifade etmez. Çünkü o O'nu,
hidayete ermiş olmakla nitelemiştir. Bunu, bir kimsenin, "Falanca,
falancayı saptırdı ve O'nu küfre götürdü" şeklindeki sözüne kıyas etmek,
Arapça yönünden yapılan bir kıyas olup, (mânâ yönünden) son derece bozuk bir
şeydir.
Dördüncü görüşleri de
zayıftır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın kudreti dahilinde olan bütün lütuf fiillerini,
Mutezile'ye göre Allah, bütün kâfirler hakkında da icra etmiştir.. Binâenaleyh,
ayeti bu manaya hamletmek uzak bir ihtimaldir.. Allah en iyisini bilendir.
[156]
Cenâb-ı Hakk'ın, doğru
yolu bulmuştur" buyruğunda, aslı üzere yâ harfiyle okumak (muhtedî) caiz
olduğu gibi, hafiflik olsun diye, yâ'sız olarak muhted şeklinde okumak da
caizdir. Nitekim (Sîbeveyh'in) el-Kitab'ında yer alan bir beyitte şöyle
denilmektedir:
'Ben kılıcımla, ön
ayaklan hep ileri giden ve çok kolayca, gözü kara bir biçimde yürüyen asil yük
develeri üzerinde, (sanki) uçtum..."
Yine bu el-Kitab'ın
beyitlerinden birisi de şudur:
"Bunlar aynen,
sürme taşının kenarında hasretlik gözyaşı ile yıkanmış olan, Necd güvercininin
kanadındaki etekler gibidir..."
"Ebü'l-Feth,
el-Mavsilî, "şair, sonundaki yâ harfi mahzuf olan kelimesini murad
etmiştir" demektedir.
Cenabı Hak ifadesi ile
de,"kimi de saptırır ve ondan yardımını keserse, onlar dünya ve ahirette
en büyük zarara uğrayanlardır" manasını murad etmiştir...
[157]
"Celâlim hakkı
için, biz cin ve insden pek çoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların
kalbleri vardır, bunlarla idrak edemezler, gözleri vardır, bunlarla göremezler,
kulakları vardır bunlarla işitmezler. Onlar dört ayaklı
hayvanlar gibidir.
Hatta daha sapıkdırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir" (Araf,
179).
Bu ayet, burada da,
fiillerin yaratılması ve meydana gelen hâdiselerin Allah tarafından murad
edilmesi meselesinde, biz ehl-i sünnet ve'l-cemâat mezhebinin doğruluğuna dair
ikinci hüccettir. Bunu birkaç yönden izah edebiliriz:
a) Allah
Teâlâ, çok açık bir lâfızla, insanların ve cinlerin pek çoğunu cehennem için
yarattığını beyan buyurmuştur. Allah'ın beyanına ilave edilecek bir şey yoktur.
b) Allah
onların, cehennem ehlinden olduğunu haber vermiştir. Şayet onlar
cehennemliklerden olmasalar, Allah'ın ilmi cehalete, doğru haberi de yalana
dönüşmüş olur ki, bütün bunlar Allah hakkında muhal şeylerdir. Muhal olana
götüren de muhalidr. O halde onların cehenneme girmemeleri de muhaldir. Bir
şeyin muhal olduğunu bilen kimsenin, onu irade etmesi imkânsızdır. Binâenaleyh,
Allah Teâla'nın onların cehenneme girmemelerini murad etmesinin imkânsız
olduğu; aksine, O'nun onları cehenneme sokmayı dilemesinin gerektiği sabit
olmuş olur. Bu, ayetin lafzının delâlet ettiği şeydir.
c) Küfre
kadir olan, şayet iman etmeye kadir olamıyorsa, o kimsede, küfre dair kudreti
yaratan kimse, onu cehenneme sokmayı murad etmiş demektir... Eğer, o kimse hem
küfre hem de iman etmeye aym anda kadir ise, bu, iki taraftan birisini
diğerine, herhangi bir müreccih olmaksızın tercih etmek imkânsızdır. Bu
müreccih, eğer kul tarafından meydana gelmişse, bu teselsüle sebep olur. Yok
eğer Allah tarafından ise, Allah da, neticeyi gerektiren sebebi yaratan ise, bu
demektir ki Allah onu, kesinlikle cehennem için yaratmıştır...
d) Şayet
Allah Teâlâ o kimseyi cennet için yaratmış ve cennete girmesini gerektiren
şeyleri elde etme hususunda, ona yardım etmiş olsaydı; sonra da biz, kulun
cehenneme girmesini gerektiren küfrü gerçekleştirme cihetinde amel etmiş
olduğunu kabul ettiğimizde, bu durumda kulun maksadı tahakkuk edecek, Allah'ın
muradı ise gerçekleşmeyecek! Böylece de kulun, Allah'dan daha kudretli ve daha
güçlü olmuş olması gerekmiş olur ki, bunu hiç bir akıllı söylemez..
e) Akıllı
olan, cehenneme müstehak olmayı gerektiren küfür ve cehaleti istemeyip, tam
aksine mükâfaatı ve cenneti kazandıran îmanı ve marifetullahı ister.
Binâenaleyh, kulun nivyetine, çalışıp çabalamasının aksine, onun küfrü ve
cehaleti tahakkuk edince, o zaman, bunun kul tarafından değil,aksine Allah
tarafından olmuş olması gerekir. Şayet onlar: "Kul, sırf gerçeği bulmada
kararsız kaldığı ve batılı hak zannettiği için bu batıl ve bozuk itikadı elde
etme hususunda çaba sarfetmiştir" derlerse, biz deriz ki:
Böyle olması halinde
o, bu cehalete ancak, ondan önceki bir cehaletten dolayı düşmüştür. Binâenaleyh
o kimsenin, bir önceki cehaletine de, başka bir cehaletinden dolayı yönelmiş
olursa, bu teselsülü gerektirir, ki teselsül de imkânsızdır. Yok eğer bu iş,
önceki bir cehaletten dolayı değil de, doğrudan doğruya meydana gelmiş olan bir
cehalete varıp dayanırsa, o zaman ilzam söz konusu olur ve aklî ve naklî
delillerimiz kuvvet kazanmış olur. Böylece de, bu aklî delillerin, Hak
Subhânehû ve Teâlâ'nın "Celâlim hakkı için, biz cin ve insten pekçoğunu
cehennem için yaratmışızdır. ."ayetinin açıkça delâlet ettiği şeyin,
gerçeği ifade ettiği sabit olmuş olur.
Mutezile ise şöyle
demektedir: "Şu sebeplerden dolayı, ayetten, sizin söylemiş olduğunuz
şeylerin murad edilmesi imkânsızdır
1) Pek çok
ayet, Allah Teâlâ'nm, herkesten kendisine itâatta bulunmalarını, ibâdet
etmelerini, hayır ve iyi işlerde bulunmalarını irâde ettiğine, istediğine
delâlet etmektedir. Bu ayetler şunlardır: "Hakikat biz, seni bir şahid,
bir müjdeleyid, bir uyana olarak gönderdik ki, Allah'a ve peygamberine iman
edesiniz..." (Feth,a-9); "Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle
kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik" (Nisa, 64);
"Andolsun bunu. ibret almaları için, aralarında çeşit çeşit suretlerde
anlatmışızdır" (Furkan, 50), "O, sizi karanlıklardan aydınlığa
Çıkarmak için, kulunun üzerine açık açık ayetler indirmekte olandır.,"
{Hana, 9),"... ve insanların adaleti ayakta tutmaları için, beraberlerinde
de kitabı ve mizanı /nd/rc/;7(.." (Hadîd, 25),"... sizi
günahlarınızdan bağışlanmak, ... için davet etmekte o/an... "(ibrahim,
ıo)ve ''Ben cinleri de, insanları da, ancak bana kulluk etsinler dîye
yarartim..."(2arîyat. 56)..Bu gibi ayetler pek çoktur. Biz, Kur'an
ayetleri arasında bir çetişki olmadığını kesinlikle bilmekteyiz.. Böylece biz,
Hak Teâlâ'nın, "Celalim hakkı için, biz cin ve insten pek çoğunu cehennem
için yaratmışızdır.." ayetini zahirî manasına hamletmenin mümkün
olamayacağını anlamış olduk.
2)
Cenâb-ı Hak bu ayetten sonra, "Onlarm
kalbleri vardır, bunlarla görmezler; kulakları vardır, bunlarla
işitmezler..." buyurmuştur. Halbuki Cenâb-ı Hak bunu ancak, onları
zemmetme sadedinde zikretmiştir. Binâenaleyh, şayet onlar cehennem için
yaratılmış olsalar ve iman etmeye de kesinlikle kadir olamasalardı, onların
iman etmeyişlerinden dolayı, onları kınamak çirkin olurdu..
3) Allah
Teâlâ, şayet onları cehennem İçin yaratmış olsaydı, o zaman O'nun, kâfirlerden
hiçbiri üzerinde asla bir nimeti bulunmazdı. Çünkü, dünyanın bütün malı ve
metâı, devamlı olan bir azaba kıyasla, denizdeki bir katre, damla gibi olurdu..
Ve Cenâb-ı Hak da, bir insana, zehirli bir tatlı veren bir kimse gibi olurdu..
Çünkü bu kimse ona, (böyle yapmakla) bir iyilikte bulunmuş olmaz.. İşte burada
da böyledir.. Kur'an, Allah'ın mahlûkat üzerindeki nimetlerinin çokluğunu ifade
eden ayetlerle dopdolu olunca, biz durumun, sizin (ehl-i sünnet) dediğiniz gibi
olmadığını anlıyoruz..
4)
Medh ve zem; mükafaat ve cez^; terğîb ve
terhîb (teşvik ve korkutma) meseleleri, sizin bu konudaki fikrinizi
(mezhebinizi) ibtâl eder.
5)
Şayet Allah Teâlâ onları, cehennem için
yaratmış olsaydı, onları doğrudan doğruya cehennem için yaratmış olması
gerekirdi.. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'tn o insanlara, kendilerinde küfrü yaratmak
suretiyle, cehenneme girecekleri zamana kadar mühlet tanımasının bir manası
yoktur..
6) Hak
Teâlâ'nın "Andolsun ki biz..,
cehennem için yaratmışızdır" buyruğunun, zahiri manası terkedilmiştir.
Çünkü cehennem, o muayyen belirli yerin adıdır. Bu ayetten, bu muayyen yerin
kasdedilmiş olması caiz değildir. Binâenaleyh, mutlaka şöyle denilmesi
gerektiği sabit olmuştur: Allah Teâlâ'nın, o insanları hangi şeyden dolayı
yaratmayı murad ettiği mahzûftur.. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak, 'İnkâr
etsinler, böylece de cehenneme girsinler diye onları yarattık.." demek
istemiştir.. Böylece ayetin zahiri onların görüşüne göre, terkedilmiş olur.
Dolayısiyle bu ayeti, Cenâb-ı Hakk'ın "Ben, cinleri de, insanları da ancak
bana kulluk etsinler diye yarattim" (Zanyât, 56) ayetinin manasına hamletmek
gerekir. Çünkü bu ayetin zahiri, bir hazfin olduğunu söylemeye gerek kalmadan
doğrudur. (Bu manaya gelmektedir...)
7) Eğer,
Cenâb-ı Hakk'ın maksadı, "Onları, kâfir olsunlar ve cehenneme girsinler
diye yaratmıştır" manası olsaydı o zaman, ehl-i sünnetin te'viline göre
iş, bu ayetteki "Iâm"m, "lâmü'l-âkıbe" ofması neticesine
varırdı. Fakat ehl-İ sünnet bu "!âm"ı, cehenneme müstehak olma söz
konusu olmadan, lâmu'l-âkıbe sayıyor. Halbuki biz (Mutezile) bunu cehenneme
müstehak olma söz konusu olarak lâmu'l-âkıbe kabul ediyoruz. Binâenaleyh bizim
görüşümüz daha evlâdır. Böylece yapılan bu izahlarla, bu ayeti zahirî manasına
hamletmenin mümkün olmayacağı sabit olmuş olur. Bundan dolayı ayeti te'vil
etmek gerekir. Bunun izahı şöyledir: İnsanlardan ve cinlerden çoğunun akıbeti,
cehenneme girme olduğuna göre, bu lamı, "akıbet lamı" kabul etmek
caizdir. İşte bunun, gerek Kur'an'da, gerek (Arap) şiirinde pek çok misalleri
vardır. Bunun Kur'an'dan misali, "İşte biz ayetleri böylece türlü türlü
beyan ederiz. Ta ki onlar, "Sen okumuşsun" desinler.."(En'am.
105)ayetidir. Malumdur ki Cenâb-ı Ailah, ayetlerini onlar böyle desinler diye
beyân etmemiştir. Fakat o müşrikler bunu söyledikleri için, ayette bu ifadenin
gelmesi yerinde ve güzel olmuştur. Yine Allah Teâlâ, "(Musa): "Ey
Rabbimiz. hakikaten sen, Firavun'a ve onun ileri gelen adamlarına dünya
hayatında zînet ve mallar verdin. Ta ki, neticede onları senin yolundan
saptırsın" dedi" (Yûnus, bs) ve
"Bunun üzerine Firavun'un adamları onu yitik (bir çocuk) olarak
aldı. Akıbet kendileri için bir düşman ve bir tasa olsun diye..." (Kasas,
8) buyurmuştur. Halbuki onlar, bu çocuğu bu maksad için almamışlardı. Ama işin
akıbeti böyle olunca, bu lâm'ın kullanılmış olması, güzel ve yerinde olmuştur.
Şiir'den bunun deliline gelince, birkaç beyit gösterilebilir:'
"Nasıl meskenler,
zamanın harap etmesi için kuruluyorsa, aynı şekilde analar da sevgili
kuzularını (yavrularını), ölüm için sabahleyin otlamaya götürür."
"Mallarımızı mirasçılar için topluyoruz Evlerimizi de zamanın harab edip
yıkması için kuruyoruz"
"O'nun, her gün,
"Ölüm için doğurun; ve harab olup yıkılsın diye bina edin!" diye nida
eden bir meleği vardır'.'
"Ey Ümmü Semmâk
(Semmâk)n annesi), ağlayıp sızlama! Çünkü, bütün anaların doğurdukları,
(neticede) ölümün malıdır."
İşte eht-i sünnete
cevap verme sadedinde Mutezile'nin söyledikleri son söz budur.
Bil ki te'vile gitmek,
ancak sözün (ayetin) lafzını zahirî manasına hamletmenin imkansız olduğu, akli
delil ile sabit olduğu zaman makul olur. Ama aklî delil ile, hak ve doğru olan
mananın, sadece lafzın zahirinin delâlet ettiği şey olduğu sabit olunca, bu
gibi yerlerde te'vîle sapmak abes olur. Mu'tezile'nin ayetlerden bulmaya
çalıştıkları tutamaklar, eht-i sünnetin mezhebine delâlet eden, birçok ayeti
karşısında bulur. Bunlardan birisi, bu ayetten önceki "Allah kime hidayet
ederse, o doğru yolu bulmuştur; kimi de saptmrsa, işte onlar en büyük zarara
uğrayanlann ta kendileridir" (A'rat, 17B) ayetidir ki, bu bizim
mezhebimizin doğruluğunu göstermede çok açık ve nettir. Yine bunun diğer
misali, bundan daha sonra geien, "Ayetlerimizi yalan sayanları, biz,
bilmeyecekleri noktadan derece derece helake yaklaştırırız. Ben onlara mühlet
veririm. Benim tuzağım (keydim) çetindir" (Avaı, 182-183) ayetleridir.
Tefsir ettiğimiz ayetin gerek öncesi, gerek sonrası sadece bizim görüşümüzü
{mezheb ve inancımızı) destekleyip kuvvetlendirince, Mu'tezile'nin. "Bu
ayetin te'vil edilmesi gerekir" şeklindeki sözü son derece tutarsız olmuş
olur.
[158]
"Onların kalbleri
vardır, bunlarla idrâk etmezler; gözleri vardır, bunlarla görmezler; kulakları
vardır, bunlarla işitmezler" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki mesele
vardır:
[159]
Alimlerimiz, bu ayeti,
kulların fiillerinin yaratılması meselesinde, görüşlerinin doğruluğuna delil
getirerek şöyle demişlerdir: "Şüphesiz kâfirlerin, sayesinde dünya ile
ilgili iyi şeyleri-hayırları anlayıp bildikleri kalbleri (akılları) vardır.
Yine şüphesiz onların, görülebilecek şeyleri görebildikleri gözleri ve duyulacak
şeyleri duyabildikleri kulakları vardır. Binâenaleyh bu ayette kastedilenlerin,
"dinî hususlarda" diye kayıtlanması gerekir. Bunlar da onların, dinî
meseleleri kalbleri (akılları) i!e anlamamaları, görmemeleri ve
duymamalarıdır." Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki:
"Onların kalbleri, gözleri ve kulakları, buna uygun olmadığı halde, Allah
Teâtâ'nın onları, dini yaşamakla mükellef tutmuş olduğu sabit olur. Bu ise,
birşeyi emrettiği halde, aynı zamanda o şeyden men etmek ve alıkoymak demektir
ki elde edilmek istenen netice de budur." Mu'tezile şöyle demektedir:
"Eğer bu böyle olsaydı, Allah Teâlâ'nın bu kimseleri mükellef tutması
kabîh olurdu. Zira bir şeye gücü yetmeyen kimseyi, o şeyi yapmakla mükellef
tutmak kabîh bir iştir ve Hakîm olan zata (Allah'a) uygun düşmez. Dolayısıyle
bu ayeti şu manaya hamletmek gerekir: "Onlar, delillerden hep yüz çevirip,
aldırış etmedikleri için, anlayan bir kalbi, gören gözü, işiten kulağı olmayan
kimselere benzetilmişlerdir."
Buna şu şekilde cevap
verilir: İnsanın birşeye karşı aşırı nefreti olduğu zaman, onun kalbinde kök
salan o aşırı nefret, nefret ettiği şeyin doğruluğunu gösteren sözü anlamaya ve
onun güzelliklerini ve faziletlerini görmesine mâni olur. Bu, her akıllının
kendi benliğinde bulacağı, kesin bir vicdan halidir. İşte bundan ötürü meşhur
darb-ı meselde, "senin birşeye sevgin, seni o şeye karşı kör ve sağır eder
(aşkın gözü kördür) " denilmiştir. Bu da bu şekilde sabit olunca biz deriz
ki: "Bir kısım kâfirler, Hz. Peygamber (s.a.s)'e düşmanlık ve buğz, onun
dinini kabule karşılık aşırı nefret ve onun peygamberliğini kabul etmeme
hususunda işte bu noktaya, bundan daha ileriye varmışlardır. Kalbdeki sevgi ve
kinin mevcudiyetinin, insanın ihtiyart ile (kendi elinde olmayıp), ister
istemez onların kalbte meydana geldiği hususu kesin olarak bilinir. Bunun böyle
olduğu sabit olunca, deriz ki: "Kalbte meydana gelen bu nefret ve
düşmanlığın yer etmesi ile insanın bu şiddetli nefret ve düşmanlığın, kulun
ihtiyarı ile (iradesi ile) olmadığı sabittir. Yine kalbte böyle şiddetli nefret
ve düşmanlığına rağmen, o şeyi anlamasının ve bilmesinin imkansız olduğu
sabittir. Bunun da böyle olduğu sabit olunca, o zaman kendisinden kurtuluş
olmayan bir "cebrin" söz konusu olduğunu söylemek gerekir.
' Mü'minlerin emîri
Hz. Ali (r.a.)'nin bu hususu anlatmak için, bir hutbe irad ettiği
nakledilmiştir. Bu, son derece güzel bir hutbedir. Alim Ahmed el-Beyhakî,
"Menâkıbu'ş-Şâfiî" isimli kitabında, Hz. Ali (r.a)'nin, insanlara bir
hutbe îrad ederek şöyle dediğini rivayet etmiştir: "İnsanda bulunan en
hayret verici şey, onun kalbidir. İnsanın kalbinde hem hikmet bulunur, hem de
bunun zıddı olan şeyler... Bir taraftan ona ümit gelirse, öbür taraftan arzu
onu şaşırtır, arzu onu harekete geçirince hırs onu imha eder. Ye's onu
tüketirse, esef onu öldürür. Ona öfke arız olunca, kini şiddetlenir. Rıza hali
ile mutlu olurken, kızgınlıkla bedbaht olur. Korku ve endişe onu sarınca, onu
hüzün tutar. Musibet gelince, feryad etmekten nerdeyse ölür. Eğer o insan bir
mal bulacak olsa, onu zenginlik azdırır. Onu bir ihtiyaç kuşatsa, kalbini bu
belâ meşgul eder. Eğer onu açlık güç duruma düşerecek olursa, zayıflık, yerinde
oturtturur. O halde her kusur ve günah kalbe zarar verir, her ifrat onu
bozar." Ben derim ki, Bu, son derece kıymetli ve güzel bir izahtır. Bu
parça, insanı, kaza ve kader meselesinin sırrına muttalîeder. Çünkü uzuvların
işleri, kalbin hallerine bağlıdır. Kalbin her hali de, kendinden önce mevcud
olan bir başka hale dayanmaktadır. İnsan bunu anlayınca, ister istemez, bir
mecburiyet altında olduğunu itiraf eder. Alim Gazzali (r.h),
"İhya"smda, "Cebr inancını" anlatmak için bir bölüm
açmıştır. Orada şöyle der: "Eğer, birşey yapmak istediğim zaman bakıyorum
ki onu yapabiliyorum. Yapmamak istediğimde de, bakıyorum ki onu yapmıyorum.
Öyleyse fiillerim, başkası tarafından değil, kendi tarafımdan oluyor" diye
soran olursa şöyle cevap verilir: Farzet ki sen kendini böyte buluyorsun. Fakat
biz diyoruz ki: Sen kendini, birşeyi dilemek istediğinde, onu dileyebiliyor;
dilememek istediğinde de dilemeyebiliyor bir kişi olarak bulabiliyor musun?
Senin bunun böyle olduğunu söyleyebileceğini sanmıyorum. Aksi takdirde bu
husustaki iş, sonsuza uzanır. Aksine -istesen de istemesen de- neticede o şeyi
dilersin. O şeyi dileyince de -istesen de istemesen de- yaparsın. Şu halde
senin onu dilemen, dilemenden sonra da onu gerçekleştirmen senin elinde olan
bir şey değildir. Demek ki insan, muhtar suretinde olan bir muztardır (yani
özerk görünümünde olduğu halde aslında küllî iradeye tâbidir)."
[160]
Alimler ayetteki
“Onların kalbleri vardır, bunlarla idrak edemezler” ifadesini, ilmin (bilmenin)
mahallinin kalb olduğuna delil getirdiler.
Çunku Allah Teâla burada,
zemmetme (kınama) sadedinde, onların kalblerinde anlayış ve idrak olmadığını
bildirmiştir. Bu zemm, ancak anlayış ve idrakin mahalli, kalb olduğu takdirde
doğru olur. Allah en iyi bilendir.
Cenâb-ı Hak
"Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha sapıktırlar"
buyurmuştur. Bunun izahı şöyledir: İnsan ve diğer hayvanlar, tabiî bakımdan,
gıda, üreme ve çoğalma bakımından aynıdırlar. Yine canlılar, bâtını ve zahirî
beş duyunun sağladığı menfaatlar ile, hayal etme, tefekkür etme ve hatırlama
bakamlarından da müşterektirler. İnsan ile diğer hayvanlar arasındaki fark,
ancak zâtı gereği, hakkı ve kendisiyle amel etmek için, hayrı öğrenmeye
sevkeden akıl ve fikir kuvveti bakımındandır. Binâenaleyh kâfirler, akıl ile
fikrin hallerini düşünmekten ve hakkı bilme ile hayrı yapmaktan yüz çevirince,
âdeta hayvan gibi olmuşlardır.
Daha sonra, Cenâb-ı
Hak, "Hatta (onlar) daha sapıktırlar" buyurmuştur, çünkü hayvanların,
fazilet elde etme kudreti yoktur. Halbuki insana, bunu elde etme kudreti
verilmiştir. Dolayısiyle, faziletleri elde etmeye kudreti olduğu halde, bunları
elde etmekten yüz çeviren, bunları elde etmekten âciz olduğu için, elde
edemeyen hayvanlardan daha adi olmuş olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak,
''Hatta (onlar) daha sapıktırlar " buyurmuştur. Hakimü'ş-Şuarâ da şöyle
demiştir:
Ruhun mebdei,
başlangıcı, Arş'm ilahı olan Allah'ın katındadır; yeryüzü toprağı da, cismin ve
bedenin aslıdır...
Emir ve
mükellefiyetleri yüklenmeye elverişli olsunlar diye, çok merhametli olan yüce
Allah, onları birleştirmiştir.
Binâenaleyh ruh,
gurbettedir; bedense kendi vatanında... Öyleyse sen, vatanından uzaklaşmış olan
garibin hakkını tanı, bil!..."
Ayetteki, "Hatta
(onlar) daha sapıktırlar" buyruğunun tefsiri hususunda başka izahlar da
yapılmış ve mesela şöyle denilmiştir: Çünkü hayvanlar Allah'a itaat ederler,
kâfirler ise itaat etmezler. Mukâtil: "Kafirler, hayvanlardan daha yanlış
yoldadırlar. Zira hayvanlar Rablerini bilir ve O'nu zikrederler. Halbuki
kâfirler Rablerini ne tanır, ne de zikrederler" demiştir. Zeccâc:
"Kâfirler daha sapıktır. Çünkü hayvanlar, kendi menfaat ve zararlarını
gözetir; menfaatlerini elde etmeye gayret sarfedip, kendilerine zararı olan
şeyden sakınırlar. Kâfirler ile inatçıların çoğu ise, kendilerinin (bâtılda)
direttiklerini bilirler. Binâenaleyh küfürlerinde ısrar edip, böylece
kendilerini cehenneme ve azaba atarlar" demiştir.
Ayete şu mana da
verilmiştir: "O hayvanlar, kendilerini devamlı gözeten ve bakan insanlara
yönelirler. Kâfir ise Rabbtnden, kendisine sınırsız nimetler veren ilahından
kaçar" denilmiştir ki: O hayvanlar kendilerine yol göstereni (güdeni)
olmadığı zaman, yollarını şaşırırlar. Ama bir yol gösterenleri olduğu takdirde,
yollarını şaşırma nisbetleri çok azalır. O kâfirlere ise, peygamberler gefmjş
ve o peygamber/ere kitablar tir. Buna rağmen onlar sapıklıklarını alabildiğine
artırmışlardır.
Cenâb-ı Allah, ayeti,
"Onlar, gaflete düşenlerin ta kendileridir" sona erdirmiştir. Atâ bu
ifadeye, "Onlar, Allah'ın, dostları için hazırladığı at ile, düşmanları
için hazırladığı ikabdan gafildirler" manasını vermiştir.
[161]
"En güzel isimler
Allah'ındır. O halde O'na, bunlaria dua edin. O'nun isimleri hususunda, yanhş
yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına
uğrayacaklardır" (A'raf, 180).
[162]
Bil ki Allah Teâlâ,
cehennem için yaratılanları, "Onlar gaflete düşenlerin taa
kendileridir" diye tavsif edince, bundan sonra Allah'ı zikri emrederek,
"En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na, bunlarla dua edin"
buyurmuştur. Bu, adetâ, cehenneme girmeye sebeb olan şeyin, Allah'ın zikrinden
gafil olma; cehennem azabından kurtaracak şeyin de, Allah'ı zikretme olduğuna
bir dikkat çekme gibidir. Müşahede ve zevk erbabı, durumun böyle olduğunu ta
içlerinde,ruhlarında hissederler. Çünkü kalb, Allah'ı zikretmekten gaflet edip,
dünyaya ve onun şehevî şeylerine yöneldiğinde, hırs ve mahrumluk fırtınasına
düşer. Böylece de bir arzudan, diğer bir arzuya; bir talepten, diğer bir
talebe; bir karanlıktan diğer bir karanlığa devamlı sürüklenir durur. Zikruflah
ve marifetullah kapısı açıldığında kalb, afetlerin ateşinden ve zararların pişmanlığından
kurtulur, böylece göklerin ve yerin Rabbini tanıma şuuruna erer. Ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[163]
Ayetteki “En güzel
isimler Allah’ındır” ifadesi, Kur’an-ı Kerim’de dört yerde geçmiştir.
1) Bu
surede...
2) İsra
(Benî İsrail) sûresinin sonundaki, "De ki: "Gerek Allah diye çağırın;
gerek Rahman diye dua edin. Hangi (ismi ile) çağırırsanız çağırın, nihayet en
güze! isimler O'nundur" (isra, no) ayetinde...
3) Tâhâ
sûresinin başlarındaki, "Allah O'dur ki, kendisinden başka hiçbir tanrı
yoktur. En güzel isimler O'nundur" (Tâha, 8) ayeti...
4)
Haşr sûresinin sonundaki, "O, öyle
Allah'dır ki vücuda getireceği herşeyi hikmeti muktezasmca takdir edendir,
onları var edendir, varlıklara suret verendir. En güzel isimler Onun..."
(Haşr, 24) ayeti...
Bunu iyice kavradığın
zaman, biz deriz ki: "İsimler, manalara delâlet eden lafızlardır. İsimler
ancak, ifade ettikleri mana ve mefhumlar güzel olursa, güzel olurlar. Allah
hakkında "güzellik", O'nun kemal ve celâl sıfatlarının
zikredilmestdir. Allah'ın sıfatlan iki gruba münhasırdır:
a)
Hak Teâlâ'mn, başka bir varlığa muhtaç
olmadığım ifade edenler...
b) Allah
dışındaki herşeyin O'na muhtaç olduğunu ifade eden sıfatlar.
[164]
Bil ki, Allah'ın isimlerini
tefsir için yazdığımız, içinde çok incelikler ve kıymetli hakikatler bulunan
büyük bir kitabımız vardır. Bu kitaba, "Levâmiu'S-Beyyinât fî Tefsiri
l-Esmâ-i ve's-Sıfât" ismini verdik. Bu hususta, derinlemesine bilgi
edinmek steyen, oraya müracaat etsin. Biz burada, Allah'ın isimleriyle ilgili
birkaç incelikten oahsedeceğiz. Bu cümleden olarak diyoruz ki: Allah'ın
isimlerini, pek çok bakımdan asımlara ayırmak mümkündür:
Birincisi: İsim, ya
zâtın.ya zâtın bir parçasının, yahut da zâtın dışında olan, ama o zatta bulunan
bir sıfatın ismi olur. Zâtın ismi olana ism-i a'zam (en büyük isim) denilir. Bu
isimle İlgili konuların perdesini açmada pek çok sırlar vardır. Zâtın, bir
parçasının ismine gelince, Cenâb-ı Allah hakkında bu imkansızdır. Çünkü bu,
parçaların birleşmesinden meydana gelen varlıklar için söz konusudur. Böyle
(mürekkeb) olan herşey, varlığı "mümkin" varlıktır. Binâenaleyh
"vâcibu'l-vücûd" olan varlığın, parçalan olamaz.
Sıfat ismine gelince,
diyoruz ki: Sıfat, ya hakikî; ya izafî; ya selbî, ya da bu üçünün hepsi birden
olmuş olur. Binâenaleyh bunlar dört çeşittir. Zira bu ya hem izafî, hem de
selbî olmakla beraber hakikî bir sıfat olur; yahut izafî olmakla beraber selbî
bir sıfat olur; yahut da, aynı anda hem hakikî, hem izafî, hem selbî olur. İzafî
olmayan hakikî sıfat, "vucûd (var olma), bir sıfattır" diyene göre,
"mevcûd" kelimesi; yahut da "vahdet (birlik) de bir
sıfattır" diyene göre "vâhid" kelimesi gibidir. Yine
"Hayy" (diri) ismi de böyledir. Çünkü hayat, izafîlikten uzak, hakikî
bir sıfattır. Sırt izafî olan sıfat, "mezkûr" (zikredilen) ve
"malûm" (bilinen) sözümüz gibidir.
Selbî sıfata gelince,
bu da bizim el-Kuddûs, es-Selâm sözümüz gibidir. İzafi olan hakiki sıfat ise,
bizim Âlim, Kadîr şeklindeki sözümüzdür. Çünkü "ilim" hakikî bir sıfattır
ve "ilmin", bilinen şey ile ilgisi vardır. "Kadir" de
böyledir. Çünkü bu da hakikî bir sıfattır.Ve aynı zamanda onun"güç
yetirilen şey" ile ilgisi vardır. Selbî olan hakikî sıfat, "kadîm
(ezelî) gibi sıfatlardır. Çünkü bu gibi sıfatlar, evveli olmayan bir varlığı
anlatırlar. Selbî olan izafi sıfat, "evvel" gibi sıfatlardır. Çünkü
"evvel", başkasını aecmis olan. fakat başkası kendisini (zaman
bakımından) geçememiş olan şeydir.
Hakikî, izafi ve selbî
olan sıfat da, "hakim" gibi sıfatlardır. Çünkü "Hakim",
herşeyin hakikatini bilen zattır. Böyle olan bir zat, yapılması uygun olmayan
şeyleri yapmaz. O halde ilim, hakikî bir sıfattır. Bu sıfatın maluma bağlı
olması, onu nisbî ve izafî kılmaktadır. Cenâb-ı Hakk'ın, uygun olmayan şeyleri
yapmaması ise selbî (olumsuz) bir husustur. Bu hususları iyice anladığın zaman
biz diyoruz ki, selbî (olumsuz) hususlar sonsuzdur. Yine izafî durumlar da
sonsuzdur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın mahlûkatı yaratmış (hâlık) olması,
izafî bir sıfattır. Muhyi (dirilten), mümît (öldüren) olması da, husûsî nisbî
sıfatlarıdır. Rezzâk (rızık verici) ismi de, bir başka hususî-izafî sıfatıdır.
Böylece bu iki kısma münhasır olan sıfatlan sebebi ile, Cenâb-ı Allah'ın sonsuz
ve sınırsız isimleri vardır. Çünkü O'nun makdûrâtı (güç yetirebildiği şeyler)
sınırsızdır. Cenâb-ı Allah'ın zatının künhünü kavramaya imkan olmayıp, O ancak,
fiilleri ile bilinebildiği için, O'nun mahlûkatındaki (fiillerindeki)
hikmetinin sırlarına kim daha çok vâkıf olursa, o, Allah'ın isimlerini daha çok
bilir. Bu konu, sahili, ucu bucağı olmayan bir okyanus gibi olduğu için, aynı
şekilde Allah'ın güzel isimlerini bilmenin de bir sınırı yoktur.
[165]
İkincisi: Bu, Allah'ın
isimlerinin kısımları hususunda kelamcıların söylediği şeydir. Kelamcılara
göre, Allah'ın sıfatları üç çeşittir:
a) Vacib
olanlar..
b)
Caiz olanlar...
c)
İmkansız (müstahil) olanlar...
Allah Teâlâ'nın bu üç
kısımdan her birine göre belli isimleri vardır.
[166]
Üçüncüsü: Allah'ın
sıfatları, ya zatî, ya manevî, ya da fiilîdir.
Dördüncüsü: Bu
sıfatlar, Allah'dan başkasına verilebilenler veya verilemeyenler diye iki
kısımdır. Birinci kısım, "kerim", "rahim",
"aziz", "latif", "kebir" ve "hâlık"
gibi sıfatlardır. Çünkü bu sıfatlar, her nekadar Allah hakkında kullanıldıklarında
ifade ettikleri manalar, kullar hakkında kullanıldıklarında ifade ettikleri
manalardan başka ise de, kullar hakkında da kullanılabilir.
İkinci kısım ise,
"Allah", "Rahman" gibi isimlerdir. Birinci kısım, bir
kayıtla kayıtlandıkları zaman, ancak Allah hakkında kullanılabilir. Mesela, Ya
Erhamür-Rahimîn ve Yâ Ekremü'l-Ekremîn ve, Hâlıku's-Samâvât-ı ve'l-Arz
(göklerin ve yerin yaratıcısı) gibi ifadeler...
Beşincisi:
a) Tek
başına kullanılabilen isimler... Mesela Ya Allah, Ya Rahman, Ya Hayy, Ya Hakîm
gibi,
b) Tek
başına kullanılması caiz olmayan isimler... Mesela, Mümît (öldüren), Dârr
(zarar veren) gibi isimler... Bu gibi isimlerin tek başına kullanılmaları caiz
değildir. Aksine beraber olarak, "Ya Muhyî Ya Mumît (Ey dirilten ve
öldüren) ve "Ya Darr, Ya Nâfi" (Ey zarar veren ve fayda, veren)
şeklinde zıtlanyla birlikte kullanılmaları gerekir.
[167]
Altıncısı: Allah'ın
ilk bilinen sıfatı, "Muhdis" (eşyayı yoktan var etme) ve
"Müreccih" (eşyayı var etmeyi tercih etme) sıfatıdır. Bu böyledir.
Çünkü biz, Cenâb-ı Hakk'ın varlığını, ancak mümkinâtın (mahlûkatın) varlığını
O'na delil kılmak suretiyle anlayabiliriz. Deliller, görünen âlemin, zâtı
gereği, varlığı da yokluğu da mümkin olduğunu gösterince, akıl, bu âlemin
varlığını yokluğuna tercih edip (bunu var eden), bir müreccihe muhtaç olduğu
neticesine varır. İşte bu "müreccih", sadece Allah Sübhanehu ve
Teâlâ'dır. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, bilinen ilk sıfatının, "müreccih"
ve "müessir" sıfatları olduğu sabit olur. Sonra biz diyoruz ki: Bu
"müreccih" tercihini ya "vücûb" (vâcib olduğu) için, ya da
"sıhhat" veçhiyle (doğru olduğu) için yapmıştır. Birinci ihtimal
bâtıldır. Aksi halde, Cenâb-ı Hak'la beraber kâinatın da ezelî olması
gerekirdi. Halbuki bu olamaz. Geriye Allah'ın, bu âlemi, "sıhhat"
yolu ile tercih etmesi (var etmesi) ihtimali kalır. O'nun "sıhhat"
yoluyla müreccih olması (birşeyi tercih etmesi) ise, O'nun kadir olması
demektir. Böylece Allah'ın "müreccih" oluşunun bilinmesinden sonra,
bilinen ilk sıfatın Allah'ın "Kadir" oluşu olduğu anlaşılır. Bundan
sonra biz, Cenâb-ı Hakk'ın fiillerinin çok hikmetli ve sağlam oluşu ile, O'nun
"âlim" olduğunu anlıyoruz. O'nun âlim ve kadir olduğunu bilip, âlim
ve kadir olanın da mutlaka "Hayy" (diri) olacağını bildiğimiz için
"Alim" ve "Kadir" oluşundan Allah'ın "Hayy"
olduğunu anlıyoruz. Böylece yapılan bu izahla, Cenâb-ı Allah'ın sıfatlarını ve
isimlerini bilmenin, aynı anda (hep birden) olmadığı; aksine birbirinden
istifade edilerek, derece derece olan ilimlerle olduğu ortaya çıkmış olur.
[168]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"En güzel isimler Allah'ındır" sözü, hasr (sadece) manası ifade eder. Buradaki
"hasr", "En güzel isimler, sadece Allah'ındır"
manasındadır. Aklî deliller de, bunun doğru olduğunu gösterir. Çünkü, varlıklar
ya zâtı gereği "vâcibu'l-vücûd"dur, ya da zâtı gereği
"mümkinü'l-vücûd"durlar. Zâtı gereği "vâcib" olan tek olup,
o da Allah Teâlâ'dır. O'nun dışındakilerin hepsi, zâtı gereği "mümkin"
varlıklardır. Zâtı gereği mümkin varlıklar, mahiyetleri, var oluşları ve bütün
hakiki, izafî, selbî sıfatları itibarıyla, zâtı gereği "vâcib" olan
(Allah'ın), onları var etmesine muhtaçtırlar. Eğer o zâtı gereği vâcib varlık
bulunmamış olsaydı, onlar sırf yokluk ve (selbîlik) olumsuzluk üzere kalırlardı.
Binâenaleyh Allah Teâiâ. zâtı gereği, "kâmil" (tam-noksansız)
olandır. Onun dışındaki varlıkların kâmil oluşu ise, ancak O'nun cûd ve keremi
ile olur. O halde her türlü kemal, celal ve şeref, zatından dolayı, zatında ve
zatı için, Allah'ındır; ariyet (geçici) (ödünç) olarak ise Allah'dan başkası
içindir. Cenâb-ı Makk'ın zatından başka varlıkların sıfatları, fakirlik,
muhtaçlık, noksanlık ve yokluktur. Binâenaleyh bu açık aklî delil ile de, en
güzel isim ve sıfatların, ancak Allah'ın olduğu; O'nun dışındaki herşeyin
yokluk ve noksanlık denizinde boğulduğu sabit olur,
[169]
Bu âyet, en güzel isim
ve sıfatların sadece Allah'a ait olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh O'nun
"güzel" ve
"kâmil" diye
tavsif edilmesi gerekir. İşte bu da, müsemmasında (ad olduğu varlıkta), bir
kemâl ve celâl ifade eden her ismin, ancak Allah için kullanılabileceğini
gösterir. İşte buradan hareketle, Cehm b. Safvân'ın şöyle dediği
nakledilmiştir: "Allah'a "şey" diyemem. Çünkü "şey",
eşyanın en değersizine de, en kıymetlisine de, en şerefsizine de denir. Durum
böyle olunca, "şey" kelimesinin, ad olduğu varlık için, bir şeref,
bir celâl ve bir rütbe ifade etmediğini söylemek gerekir. Bunun böyle olduğu
sabit olunca, biz deriz ki: Bu ayetin muktezasına (gereğine) göre, Allah'ın
isimlerinin mutlaka bir şerefe ve bir kemale delâlet etmesi gerektiği sabit
olur. Yine "şey" kelimesinin, böyle olmadığı da sabittir. O halde,
Allah'a "şey" demek imkansızdır. Allah'a sığınırım. Bu, Allah'ın
zâtının, hakikî bir varlık ve mevcud olması konusunda, bir itiraz değildir. Bu,
sadece lafızla (kelime ile) ilgili bir itirazdır. Bu da, Allah'ın
"şey" diye isimlendirilip isimiendirilemeyeceği meselesidir. Fakat
"o eşyanın (şeylerin) yaratıcısıdır" sözümüz, bir medh, bir celâl ve
bir şeref ifade eden bir sıfattır. Binâenaleyh ismin Allah'a bu (şekilde)
verilmesi, gerçek ve yerinde olmuş olur." Cehm b. Safvân, bu iddiasını
şöyle başka delillerle de güçlendirmiştir:
1)
Cenâb-ı Hak ''O'nun benzeri hiçbir şey
yoktur" (şûra, n) buyurmuştur. Bu, "O'nun mislinin benzeri birşey
yoktur" demektir. Bir şeyin kendisinin, kendisinin mislinin (benzerinin)
misli olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh aklen, herşeyin, kendisinin mislinin
misli olduğu sabit olup;Kur'an'daki bu ayet de Allah'ın mislinin misli
(benzeri) bir şey bulunmadığına delâlet edince, bu, Allah Teâlâ'nın
"şey" diye ifade editemiyeceği hususunda açık bir delil olmuş olur.
Avetteki kemislihi "Onun misli gibi.." tabirinde "kâfin, zâid ve
manasız bir harf olduğunu da kimse söyleyemez. Çünkü Allah'ın kelamında,
manasız bir şeyin olduğunu söylemek olmayacak bir şeydir.
2) Cenâb-ı
Allah, "O. herşeyi yaratandır" (AVâf. 102)buyurmuştur. Eğer Allah
Teâlâ hakkında "şey" denebilseydi, Cenâb-ı Hakk'ın kendisini de
yaratmış olması gerekirdi ki, bu imkansızdır. Ayet hakkında, "Bu, tahsis
edilmiş (sınırlandırılmış), umumî bir ifadedir" de denilemez. Çünkü biz,
"Bu, mutlaka araştırılması gereken bir sözdür" diyoruz. Bu cümleden
olarak deriz ki: Meşhur örfe göre Arapların, ekseriyeti bütün gibi.nâdir ve
ender şeyi de yok gibi kabul ettikleri sabittir. Bu sabit olunca biz diyoruz
ki: Genel ve galip olan, mevcud olup; şazz ve kaide dışı şey de nâdir olunca,
Araplar, ekseriyeti bütün; nâdiri de yok saymışlar ve "bütün"ü, ekseriyet
manasında kullanmışlar, nâdir ve şazz (alışılmamış) şeyleri de, umumi olan
hükmün tahsis edilmesi babından saymışlardır. Bunu da iyice kavradığın zaman
biz diyoruz ki: "Allah hakkında "şey" denmesinin doğru olduğu
kabul edilmesi halinde, eşyanın (şeylerin) en büyüğü Allah olmuş olur. Bu gibi
varlıklara, tahsisi (istisnayı) sokmak yalan faslından olur. Binâenaleyh böyle
bir mahzura düşmemek için, Cenâb-ı Hakk'a "şey" denilemiyeceğine
inanmamız gerekir.
3) Bu isim,
ne Allah'ın kitabında, ne de Resûlullah'ın hadislerinde, Allah Teala hakkında
kullanılmamıştır. Yine biz, seleften hiç kimsenin, dua ederken Allah için,
"Ey Şey" dediğini de duymadık. Şu halde Allah hakkında bunu
kullanmaktan Kaçınmak gerekir. Bunun, Kur'an-ı Kerim'de bulunmadığının delili,
Hak Teâlâ hakkında bu kelimenin kullanılabileceği zannını uyandıran: "De
ki: "Şahid olarak hangi şey daha büyüktür?" De ki: "Benimle
sizin aranızda Allah hakkıyla şâhiddir"[En'&m, inayetidir. Biz, En'am
suresinin tefsirinde, bu ayetin bu manaya delâlet etmediğini beyan etmiştik.
Binâenaleyh (Cehm'in) bu husustaki sözü düşer.
Şayet birisi,
"Bizim, "mevcûd", "mezkur" (zikredilen)
"zât" ve "ma'lûm" gibi sözlerimiz, herhangi bir şeref ve
yüceliğe delâlet etmeyen vasıflardır. Binâenaleyh sizin, bunların da Allah
hakkında kullanılamıyacağınt söylemeniz gerekir" derse, biz deriz ki: Bu
konuda gerçek olan, tafsilata girmektir. Bundan dolayı diyoruz ki: "Allah
şeydir"; "Allah bir zattır"; "Atlah bir hakikattir"
şeklindeki sözünle ne kastediyorsun? Eğer sen, bununla Allah Teâlâ'nın aslında
bir zât, bir hakîkat, mevcut bir şey olduğunu «.astediyorsan, şüphe yok ki O
böyledir. Yok eğer bu sözünle, Allah'a bu isimlerle "tdâ (dua)
edilebileceğini söylüyorsan; biz deriz ki: Bu caiz değildir. Çünkü biz selefin,
"Ya Atlah, Ya Rahman ve Ya Rahim v.b. şekillerde dua ettiklerini gördük.
Ama "içbirinin, "Ya Zât, Ya Hakîkat, Ya Mefhum, Ya Malum"
dediğini görmedik ve şitmedik. Binâenaleyh bir dua ve niyaz için, bu gibi
kelimelerden kaçınmak, Allah -akkında gereklidir. Allah en iyi bilendir.
[170]
Cenâb-ı Allah'ın,
"En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na bunlarla dua edin"
buyruğu, Hak Teâlâ'nın güzelisimleri bulunduğuna ve insanların Allah'a bu
isimlerle dua etmesi gerektiğine delâlet eder. Bu da, Cenâb-ı Allah'ın
isimlerinin ıstılahı değil, tevkifi (yani Allah'ın kendi vermesi ile) olduğunu
gösterir. Bunun böyle olduğunu şu husus da kuvvetlendirmektedir: Mesela,
"Ya Cevvâd" denilebildiği halde, (yine cömert manasına gelen) "Ya
Sahî" denilmesi caiz değildir. Yine Allah için, "Ey Âkil (Akıllı), Ey
Tabîb, Ey Fakîh" de denilemez. İşte bu da, Allah Teâlâ'nın isimlerinin
ıstılahı (yani insanların belirlemesi ile) değil, tevkîfî olduğuna delâlet
eder.
[171]
Bu ayet, ismin,
müsemmadan (ismin ad olduğu varlıktan) başka olduğuna delâlet eder. Çünkü
Allah'ın isimleri pek çoktur. Ayetteki "isimler" kelimesi de cemîdtr.
Halbuki cemî (çoğul) kelime, üç ve üçten fazla olan şeyleri ifâde eder.
Allah'ın isminin pek
çok olduğu sabittir. Allah'ın tek olduğunda da şüphe yoktur. Binâenaleyh ismin,
müsemmadan başka olduğuna kesinkes hükmetmek gerekir. Hem sonra, "En güzel
isimler Allah'ındır" buyruğu, bu isimlerin Allah'a izafe edilmesini (O'na
ait olduğunu söylemeyi) gerektirir. Halbuki bir şeyin, yine kendisine nisbet
edilmesi imkânsızdır. Buna göre şayet, "zatlar Allah'ındır"
denilseydi, bu bâtıl olurdu. Cenâb-ı Allah, "(En güzel) isimler, Allah
'mdır" deyince, bu, güzel ve yerinde olmuştur. İşte bu durum da, ismin
müsemmadan başka olduğuna delâlet eder.
[172]
Cenâb-ı Allah'ın,
"£n güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na, bunlarla dua edin" emri,
insanın, Rabbisine ancak
O'nun en güzel
isimleri ile dua etmesi gerektiğine delâlet eder. Bu duâ da ancak, o kimsenin,
o isimlerin manası İle, delile müstenid olarak kendisinin bir Rabbi, bir ilahı
ve çok kudsî, kıymetli sıfatlarla tavsif edilmiş bir Yaratıcısı olduğunu
bildiğinde tahakkuk eder... Binâenaleyh o kimse, delile dayanarak bunu
bildiğinde, Rabbine o isim ve sıfatlarla dua etmesi, yerinde ve güzel olur.
Sonra, böylesi bir duanın, pekçok şartının bulunduğu, tafsilatlı olarak Ebu
Abdullah el-Halimî'nin "Kitabu'l-MinhâC'ında zikredilmiştir.
Bu hususta en güzel
olanı, dua eden kimsenin, şu iki hususu aklında tutmasıdır:
a)
Rububiyyetin izzeti (Rabliğinin izzet ve
azameti).
b)
Ubudiyyetin zilleti (kulluğun huşu ve zillet derecesi)... İşte o esnada bu dua
güzel olur ve bu zikrin mertebesi de yükselir. Ama böyle olmadığı zaman, bu
duanın faydası az olur. Ben buna misal arzedeyim: Namazının iftitah tekbirinde
"Allahu Ekber!" demek isteyen herkesin niyyetinde ve gönlünde,
Allah'ın kendisini, bedenini, aklî, hissî ve harekete dair kuvvetlerini
yaratmasındaki hikmetinin tesirlerini mümkün olduğunca düşünüp hatırlaması gerekir..
Sonra da, kendi durumundan, Allah'ın, bütün insanları, bütün hayvanları, bütün
bitki ve maden çeşitlerini ve âlemin her tarafında görülen gök gürültüsü,
şimşek ve yıldırımlar gibi ulvî tesirleri yaratmadaki hikmetinin eserlerini
düşünmeye, bunları zihninde toparlama durumuna geçer... Daha sonra da Allah'ın,
yerleri, dağları, denizleri ve çölleri yaratmadaki kudretinin tesirlerini
düşünmeye ve aklında toparlamaya çalışır.. Ve yine o, Allah'ın, süflî ve ulvî
unsurların tabakalarını yaratmasındaki kudretini, yine, onca genişliğine ve
büyüklüğüne rağmen, göklerin tabakalarını yaratmasındaki eserlerini aklında
toparlamaya, onları tezekkür etmeye; yine Allah'ın, sabit ve gezegen olan
yıldızların kütlelerini yaratmasındaki, Kürsî, Sidretü'l-Müntehâ ve bütün
mevcudatı kuşatan Arş-ı A'zam'ı yaratmadaki kudretinin eserlerini düşünüp
tezekkür etmeye; sonra da Hamele-i Arş ve Kürsî (Arş'ın ve Kürsî'nin
taşıyıcısı) olan melekler ile, rûhaniyât aleminin ordularını yaratmadaki
eserlerini ve kudretini zihninde tezekkür etmeye çalşır. O, böylece aklının,
anlayışının, zikrinin, hâtıra ve hayalinin ulaşabileceği en uç noktaya kadar,
bu derece ve mertebeleri, zihninde ve gönlünde sürekli bulundurmaya ve tezekkür
etmeye çalışır. O, derecelerinin, makam ve mevkilerinin farklılığına rağmen, bu
ruhanî ve maddî olan şeylerin tamamını, zihninden geçirdiği zaman "Allahu
Ekber!" der. Bu kimse, "Allah sözüyle, eşyayı yaratan, onları
varlıktan yokluğa çıkaran ve onları her birine mahsus vasıf ve sıfatlara göre
tertib eden varlığa işaret etmiş olur. "Ekber" sözüyle de, "Bu
eşyanın, Cenâb-ı Hakk'ın kibriyâsına, ceberrutuna, izzetine, ulviyyetine ve
samediyyetine benzemediğini; aksine O'nun, "O, bu şeylerden daha
büyüktür" denilmekten daha büyük olduğunu söylemek ister.. İşte sen bu tek
misali iyice kavradığında, irfan ve tam bir şuur ile meydana gelecek olan
zikri, var sen kıyasla... İşte bu esnada senin aklına, Cenâb-ı Hakk'ın "En
güze! İsimler Allah'ındır. O halde, O'na bunlarla dua edin" emrinin
muhtevasına bırakılmış, dercedilmiş sırlardan birisinin kapısı tecelli edip
açılır...
[173]
Cenâb-ı
Hakk'ın,"O'nun isimleri hususunda, yanhş yola gidenleri bırakın.."
emrine gelince, bu hususta birkaç mesele bulunmaktadır:
[174]
Hamza, yelhedün
şeklinde okumuş, Âsim[175] ve
Kisâî de kendisine Nahl suresinde (103. ayet) muvafakat etmiştir.
Ferrâ, gerek yulhidûn
gerekse yelhedün kelimelerinin
iki kullanış şekilleri
olduğunu ve veya olarak kullanıldığnı söylemiştir. Dil âlimleri de,
"Arapça'da ilhâd"ın manası, maksut olandan sapmak,
meyletmektir..." demişlerdir. İbnu's-Sikkît, "Mülhid, haktan sapan ve
kendisinde hak namına bir şey bulunmayan bir şeye girmektir. Nitekim,
"Dinde batıla saptı ve haktan meyletti.." denilir demiştir. Dil
âlimlerinden olan Ebu Amr da, "İlhad, doğruluktan sapmak ve ondan
ayrılmaktır. Kabirde kazılan "lahd" de, bu manadadır" demiştir.
Vahidî (r.h) ise şöyle der: "En güzel olan, âmmenin okuduğu kıraattir.
Çünkü Cenâb-ı Hak, bir başka ayetinde de, "Kim orada zulüm ile ilhâda
yeltenirse,.." (Hax, 25) buyurmuştur. Bir de, Araplar, daha ziyade
"ilhâd" fiilini kullanırlar. Çünkü onlar, genelde mülhid derler.
Arapların, lâhid demeleri nerdeyse hiç duyulmamıştır."
[176]
Muhakkik alimler şöyle
demektedirler. "Allah'ın isimleri hususunda "ilhâd", üç
türlüdür:
a) Allah'ın
mukaddes ve tertemiz isimlerini, Allah'dan başka varlıklara vermek ve onlar
için kullanmak... Meselâ bu, kâfirlerin, putlarını "ilah" olarak
adlandırmaları gibidir.. Onların, putlarım Lât, Uzza ve Menât diye
adlandırmaları da böyledir. Lât, Hân'dan; Uzza, Azîz'den ve Menât da, Mennân
kelimelerinden türetilmiştir. Müseylimetu'l-Kezzâb da, kendisine
"Rahman" lakabını vermişti...
b) Allah'ı,
kendisiyle isimlendirilmesi caiz olmayan isimlerle isimlendirmek.- Bu da, Allah'ı,
Mesih'in "baba"sı diye
adlandıran kimsenin adlandtrmasıdır.. Hristiyanların ekserisinin
de "baba", "oğut" ve "rûhu'l-kudüs" demeleri de
böyledir.. Yine, Kerrâmiyye fırkası, Allah'ın cisim olduğunu söyler ve O'nu
cisim olarak tavsif ederler. Mutezile de, konuşmaları esnasında bazan,
"Şayet Allah, şöyle şöyle... yapsaydı, o sefîh (aklı az) ve zemme müstehak
olurdu.." demektedirler. Bütün bu kullanışlar, bir sû-i edebi, edepte
kusur etmeyi hissettirmektedir...
Ehl-i sünnet âlimleri
ise şöyle demişlerdir: "Mânası doğru olan her şeyin, Allah hakkında
kullanılması caiz değildir. Çünkü, Allah Teâlâ'nın, bütün cisimlerin yaratıcısı
olduğu, delillerle sabittir.- Ama, (Allah hakkında), "Ey kurtların,
maymunların ve kenelerin yaratıcısı..." denilmesi caiz değildir. Aksine,
Atlah'ı böylesi zikirlerden tenzih etmek vacibtir. Ama, "Ey, göklerin ve
yerin yaratıcısı, ey hataları ve zelleleri affeden; ey, gözü yaşlı, gönlü
hüzünlü olanlara acıyan..." şeklindeki zikirlerle, buna benzer başka güzel
ve kıymetli ifadeler kullanılabilir..
c) Kulun,
Rabbinİ, manasını bilmediği ve medlulünü tasavvur edemediği şeylerle zikredip
anmasıdır.. Çünkü böyle lafızların medlulü, çoğu kez, Allah'ın celâline uygun
ve lâyık olmayan bir durumu ifade eder.. İşte bu üç kısım, Allah'ın isimleri
hakkındaki "ilhâd"dır.
Şayet birisi:
"Bir lafzın, itk defa Allah hakkında kullanılmasından, o lafızdan türeyen
şeyleri mutlak manada, Allah hakkında kullanmak gerekir mi?" şeklinde bir
soru sorarsa, biz deriz ki:
Bana göre hak olan,
bunun, ne Allah hakkında, ne melek ve ne de peygamberler hakkında
kullanılmamasıdır. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: ^ (öğretti) lafzı, pekçok
ayette, Aftah hakkında kullanılmıştır... Mesela Cenâb-ı Hakk'ın "ve Adem'e
bütün isimleri öğretti" (Bakara, 3i) "ve bilmediklerini sana öğretti
"(Nisa, n3); 'Ve ona, katımızdan bir ilim öğrettik... "(KeM.es) ve,
"Rahman, Kur'an'i öğretti" (Rahman, 1-2) ayetleri böyledir. Ama,
(bundan hareketle), Allah hakkında, "Ya Muallim!" {Ey öğretici!)
demek caiz değildir.. Yine, (Allah hakkında),. "O, onları sever"
(Mâkie, 54) tabiri kullanılmıştır... Ama, Allah hakkında, "Ya
Muhibbu!.." (Ey, seven!) denilmesi caiz değildir.. Peygamberler hakkındaki
duruma gelince mesela, Hz. Adem hakkında, "Adem Rabbine karşı geldi de
şaşırdı... "(tam, 121) ifadesi kullanılmıştır. Ama, "Adem, asîdir,
şaşkındır..." denilemez... Yine, Hz. Musa hakkında, ''Babacığım, onu
ücretle tut..." (Kasas, 26) ifadesi kullanılmıştır. Ama, Hz. Musa'nın,
"bir ücretli, ücretle tutulmuş bir işçi..." olduğu söylenemez... Bu
husustaki kural, böylesi manaları ihsan ettiren lafızları, varid oldukları
kadarıyla kullanmak gerekir; ama, bunlardan türeyen lafızların kullanılmasının
caiz olması hususuna gelince, bu, bana göre caiz değildir, şeklindedir..
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "onlar, yapmakta olduklarının cezasına uğrayacaklardır..."
buyurmuştur.. Bu ifade, Allah'ın isimleri hakkında mülhid olan kimseler
hakkında bir tehdid, bir vaîddir.. Mutezile, "Bu ayet, fiilin kula ait
olduğuna; ilahi cezanın da, kulun ameli ve fiiline göre olduğuna delâlet
eder.." demiştir..
[177]
"Yarattıklarımızdan
öyle bir ümmet de vardır ki, onlar hakka rehberlik ederler, adaleti de onunla
tatbik ederler" (A'râf, 181).
Bil ki, Cenâb-ı Hak,
"Celâlim hakkı için biz cin ve insten bir çoğunu cehennem için
yaratmışızdır..."(Araf, 179) buyurup, insanların ve cinlerin pek çoğunun
cehennem için yaratıldığını beyan edince, yine onlardan pek çoğunun da cennet
için yaratıldıklarını beyan etmek için, bunun peşinden,
"Yarattıklarımızdan öyle bir ümmet de vardır ki, onlar hakka rehberlik
ederler, adaleti de onunla tatbik ederler" ifadesini getirmiştir..
Bil ki Altah Teâlâ,
Hz. Musa kıssasında, "Musa'nın kavminden bir cemaat vardır ki, hakka irşad
ederler, onunla (hükümde) adalet yaparlar" (A'râf, 159) buyurup, burada da
aynı ifadeyi tekrarlayınca, müfessirlerden pek çoğu, buradaki ifadeyi,
"Bununla, Hz. Muhammed'in kavmi murad edilmiştir.." manasına
hamletmişlerdir... Katade ve İbn Cüreyc'in, Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet
ettikleri hadise göre Hz. Peygamber, "Bu ayette bahsedilenler, ümmet-i
Muhammed'dir" demiştir. Yine, Hz. Peygamber'in "Bu ayet, Muhammed
ümmeti hakkındadır; Allah Teâlâ bu ümmetin bir benzerini de Hz. Musa'nın
kavmine vermiştir..." (atm, 159) dediği de rivayet edilmiştir. Yine Rebt
İbn Enes'ten, Hz. Peygamber'in, bu ayeti okuyarak, "Meryem oğlu Isa
ininceye kadar, ümmetimden, hak üzere bulunan bir topluluk muhakkak var
olacaktır..."[178] buyurduğu da rivayet edilmiştir. İbn Abbas:
"Cenâb-ı Hak, bu ayet ile, ümmet-İ Muhammed'i, muhacirleri ve ensârı
kasdetmiştir" demiştir.. Cübbaİ ise şöyle demiştir: "Bu ayet, her
zaman hakkı ikâme eden, ona göre amel eden, hakka irşâd eden, ve hiçbir zaman,
herhangi bir şey hususunda bâtılda ittifak etmeyen kimselerin bulunacağına
delâlet etmektedir. Zira, bu ifadeyle, ya Hz. Muhammed (s.a.s)'in mevcut olduğu
zaman kastedilmiştir ki bu, içinde bu ayetin inmiş olduğu zamandır; yahud
bununla, kendisinde, bahsedilen sıfatlarla vasfedilmiş bir topluluğun
bulunacağı herhangi bir zaman; veyahut da, bizim de bahsettiğimiz gibi, daima,
böylesi sıfatlarla muttasıf bir topluluğun bulunacağı., kastedilmiştir.
Birinci ihtimal
batıldır, zira herkes, Hz. Muhammed ve ashabının hak üzere olduğunu
bilmektedir. Binâenaleyh, ayeti bu manaya hamletmek onu faydasız bırakır.
İkincisi de bâtıldır;
çünkü herkes, zorunlu olarak, geçmiş zamanda, hak üzere olan kimselerden bir
topluluğun bulunduğu bir zamanın gerçekleşmiş, geçmiş olduğunu bilir.
Binâenaleyh geriye
sadece üçüncü kısım kalır ki bu, her zaman, hak üzere olan bir topluluğun
bulunduğuna ve onların temalarının delil olduğuna daha çok delâlet eder...
Böyle olması halinde bu, diğer ümmetlerin de icmâının, bir hüccet, bir delil
olduğuna delâlet eder.
[179]
"Ayetlerimizi
yalan sayanları biz, bilmeyecekleri noktalar(dan) derece derece helake
yaklaştırırız. Ben (onlara) mühlet veririm. Benim keydim çetindir" (A'râf,
1B2-183).
[180]
Bil ki Allah hidayete
eren ve âdil olan ümmetlerin durumlarından bahsedince, ayetlerini
yalanlayanları ve bunlar için söz konusu olan va'îdi yeniden zikrederek,
"Ayetlerimizi yalan sayanları..." buyurmuştur. Bu, bütün yalan
sayanları içine alan z r ifadedir. İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edildiğine göre,
o, bu ayetle Mekkeli —esriklerin kastedildiğini söylemiştir. Bu uzak bir
ihtimaldir. Çünkü umumî olan -âdenin Özelliği, kendisinden bir istisna olduğuna
delâlet eden bir delil bulunmadığı jdetçe, (manasına dahil olan) herşeyi
kapsamasıdır.
Cenâb-ı Hakk'ın
"onları derece derece helake yaklaştırırız" buyruğuna gelince, bu kelime,
"derece derece yükselmek "veya" "derece derece inmek"
manasına olan "derece" masdarının, "istif'âl" veznindeki
fiilidir. Çocuk yavaş yavaş yürümeye başladığı zaman söylenen ifadesi; birisi
kitabı sayfa sayfa dürdüğü zaman söylenen tabiri; "Birbiri peşinden ölüp
gittiler" manasında tabiri, bu köktendir. Bu kelimenin, birşeyi
"bükmek, parça parça dürmek" :toplamak) manasına olan
"dere" masdarından olması da muhtemeldir.
Bunun böyle olduğunu
iyice kavradığında, bu ayetin manası, "Biz onları, kendilerini helak edip,
yok edecek şeye yaklaştırır ve onların cezasını, kendilerinden ne murad
edildiğini bilmemeleri bakımından kat kat artırırız" şeklinde olur. Bu
böyledir. Zira onlar, ne zaman bir suç işieseler veya bir günaha yönelseler,
Allah onlara, dünyada iken, çeşitli nimet ve rızık kapılarını açar. Bundan
dolayı ontar alabildiğine şımarır, fesada dalar ve azgınlıklarını sürdürürler.
Böylece, o nimetlerin ard arda gelmesi sebebi ile, onlar, günah (yolunda)
derece derece İlerlerler. Sonra da Hak Teâlâ. onları, bu aldanışlarının ve
gafletlerinin en fazla olduğu bir zamanda, ansızın yakalayıverir. İşte bundan
ötürü Hz. Ömer (r.a.), kendisine İran Kisrası'nın hazineleri getirilince,
"Allahım, derece derece helake sürüklenmekten (istidraetan) sana sığınırım.
Çünkü senin, Biz, onları, bilmeyecekleri noktalardan, derece derece helake
yaklaştırırız" buyurduğunu duydum" demiştir.
[181]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Ben onlara mühlet veririm. Benim keydim çetindir"
buyurmuştur. Arapça'da, "imlâ", mühlet vermek, mühleti
uzatmak" demek olup, zıddı
İ'câl masdandır. "Meliyy" de,
uzun zaman
manasındadır. Cenâb-ı
Hakk'ın "Uzun bir müddet benden ayrıl, git" (Meryem, 46) ayetinde de kelime bu manadadır.
Nitekim, "uzun bir müddet" manasında, kelimeleri kullanılır. Buna
göre, ayetteki, tabiri, "Onlara
mühlet veririm ve
günahlarını sürdürüp gitsinler diye, ömürlerini uzatırım. Tevbe edip hakka
dönsünler ve günahtan sıyrılsınlar diye, isyanlarının cezasını hemen
vermem" demektir.
Ayetteki "Benim
keydim çetindir" buyruğu hakkında, İbn Abbas (r.a): "Cenâb-ı Hak, bu
ifade ile, "Benim mekrim (hilem) çok kuvvetlidir" manasını
kastetmiştir.
Herşeyin metin (çetin)
olanı, kuvvetli olanıdır. Nitekim, "O şey sapasağlam ve kuvvetli
oldu" denilir" demiştir.
Bil ki âlimlerimiz,
kaza ve kader meselesinde, "istidraç", "imla" ve
"keyd-i metin" lafızlarını delil getirmişlerdir. Bütün bunlar, Hak
Teâlâ'nın kulunu küfre ve dalâlete sevkedecek olan ve Allah'dan uzaklaştıracak
olan şeyi, kulu için murad edebileceğini gösterir ki bu Mutezilenin ileri
sürdüğü görüşün zıddıdır.
Ebu Ali el-Cübbaî
(ehl-i sünnetin) bu görüşüne şöyle cevab vermiştir; "Ayette geçen
"istidrâc"tan murad, "Allah Teâlâ'nın, onlar bu cezaya bitmeden
düşünceye kadar, onlara ceza verme hususunda, onlara mühlet vermiştir. Böylece
onar, ansızın o cezanın içine düşüvermişlerdir" şeklindedir. Bu azab,
öldürmek ve kökünü kazımak gibi şekillerde dünyada olabileceği gibi, âhirette
de olabilir. Cebriyeden olan bazı kimseler şöyle derler: "Bu,
"Bizonlara, bilemiyecekleri bir cihetten, küfre düşünceye kadar bir mühlet
tanıdık" manasındadır" demişlerdir ki bu yanlıştır. Çünkü Allah
Teâlâ, onların daha önceden de kâfir olduklarını haber vermiştir. Onlara mühlet
verdiği husus ise, geleceğe ait bir iştir. Çünkü ayetteki ifadesinin başındaki
"sîn", gelecek zamanı gösterir. Bu ifadeden muradın, "Allah
onlara, yeni bir inkâra kadar mühlet verdi" manası olması da gerekmez.
Zira Cenâb-ı Hakk'ın onları başka bir küfre düşürmezden önce de öldürmesi
caizdir. O halde ayetten kastedilen, bizim söylediğimiz manadır. Hem sonra
Cenâb-ı Allah, kâfiri, küfür kendi fiili olduğu halde, onda başka bir küfür
yaratarak onu canlandırmaz. Allah, kulu ancak kendi yapmış olduğu fiilden
dolayı cezalandırır. Ayetteki, 'Sen onlara mühlet veririm" buyruğunun
manası, "Ben onları, küfürlerinde devam etmelerine rağmen, onları dünyada
bırakırım, cezalarını hemen vermem. Çünkü onlar benim elimden kurtulamaz ve
beni aciz bırakamazlar" şeklindedir. Bu aynı zamanda ayetteki "Benim
keydim çetindir" ifadesinin de manasıdır. Çünkü Allah'ın keydi
(hilesi-tuzağı), O'nun azabıdır. Cenâb-ı Allah, kullan farketmeksizin, onların
başına geldiği için azabına "keyd" (hile, tuzak) demiştir.
Cübbaî'nin bu görüşüne
şu iki bakımdan cevap verilir:
a) Ayetteki,
"Ayetlerimizi yalan sayanları biz, bilmeyecekleri noktalar(dan) derece
derece helake yaklaştırırız" ifadesinin manası, daha önce de bahsettiğimiz
gibi, "Onlar her nezaman günah ve küfürde ileri giderlerse, Allah, onlara
dünyada iken fazlası ile nimet ve hayır verir. Böylece onların dünya
lezzetlerini elde etmeleri, Allah'ı zikretmeden uzaklaşmada ve O'na itaatten
yüz çevirmede ileri gitmelerine sebeb olur" şeklindedir. Bu, bazı insanlar
üzerinde müşahade ettiğimiz bir durumdur. Bu böyle, gözle görülen açık bir şey
olduğuna göre, bu durumu inkâr etmek nasıl mümkün olur.
b) Farzet ki
bundan maksad, cezayı vermeme hususunda bir istidrac ve mühlet vermedir. Ancak
bu da, (Mu'tezile'nin) "Allah kulunun ancak hayrını ve salâhını murad
eder" şeklindeki görüşü ile çatışır. Çünkü Allah Teâlâ bu istidrac ve
mühletin, kişinin kendisi yüzünden küfrünü, günahını ve isyanını artırıp, çok
şiddetti bir cezaya müstehak olacağını bildiği şeylerdendir. Eğer Allah Teâlâ o
kişinin hayrını ve iyiliğini dilemiş olsaydı, o kimsenin daha fazla günah işlemesinden
önce, onun canını alırdı. Aksine, Allah'ın hikmetine ve kulunun maslahatını
gözetmesine göre, o kulu, bu cezadan korumak için, ya hiç yaratmaması, yahut
onu yaratıp, mükellef olma çağma gelmezden önce onu öldürmesi veyahut da onu,
dünya âfetleri ile âhiret cezalarına düşmekten korumak için cennette yaratması
gerekirdi. Binâenaleyh Hak Teâlâ, kulu dünyada yaratıp, mükellefiyet vartasına
atıp, bunun o kulun sadece küfrünü, fâsıklığını ve cezayı hakedişini
artıracağını bildiği halde, ömrünü uzatarak, ona günah işleme imkanı verince,
biz, Allah Teâlâ'nın bu kimseyi sadece azab ve cehennem için yaratmış olduğunu
anlarız. Bu husus, tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın daha evvel geçmiş olan, "Celâlim
hakkı için biz, cinlerden ve insanlardan çoğunu cehennem için yaratrmşızdır"
(Araf, 179)ayetinde beyan ettiği gibidir.Şu Mu'tezile'ye çok şaşıyorum. Onlar
Kur'an'ın, kıyısı olmayan bir deniz gibi, böyle ayetlerle dopdolu olduğunu ve
kesin netice veren aklî delillerin bu ayetlere uygun olduğunu gördükleri halde,
bu ayetlerin tefsirinde, böyle zayıf ve tutarsız izahlarla yetiniyorlar. Fakat
benim hayretimi gideren tek şey, Allah'ın irade ettiği herşey mutlaka
olur" şeklindeki bilgi ve inancımdır[182]
"Onlar
düşünmediler mi ki arkadaşları (Muhammed'de) delilikten hiç bir eser yoktur. O
ancak apaçık bir nezirdir" (A'râf 184).
[183]
Bil ki Cenâb-ı Hak,
ayetlerinden yüz çevirip delil ve beyyinelerini iyice düşünmekten gafil olan
kimseleri alabildiğince tehdid edince, tekrar onların kafalarındaki şüphelere
cevap vermeye yönelerek, "Onlar düşünmediler mi ki arkadaşları
(Muhammed'de) delilikten hiç bir eser yoktur" buyurmuştur.
Tefekkür (düşünme),
manaları kalb ile aramaktır. Çünkü kalbin düşünmesi, "nazar",
"akletme", "te'emmül" ve "tedebbür" diye ifade
edilir.
Göz ile görmek,
birşeyin görülüp bilinmesi için belli bir hal olup, bu halin meydana gelmesi
için de, görülecek o şeyi görmek maksadıyla, gözbebeğini görülecek şeye doğru
çevirme gibi bir mukaddimesi olduğu gibi, kalb ile görmenin (basiretin) de, -ki
bu da "ilim" ve "yakîn" diye adlandırılır- birşeyin bilinip
anlaşılması için belli bir hal olup, bunun da, o bilinme ve anlaşılmayı
sağlayabilmek için, aklın gözbebeğini etrafa çevirme gibi bir mukaddimesi
vardır. İşte buna da "aklın nazarı (bakışı) ve fikri (düşünmesi)"
denir. O halde ayetteki, ''Onlar düşünmediler mi (tefekkür etmediler mi)?"
ifadesi, eşyayı olduğu gibi, tam, mükemmel ve doğru olarak bilip tanımak için,
fikri, teemmülü, tedebbürü ve iyice düşünmeyi emirdir. Ayetin lafzında bir
hazif vardır ve takdiri, "Onlar düşünüp de anlamadılar mı ki arkadaşları
Muhammed'de delilikten hiç bir eser yoktur" şeklindedir.
"Cinnet" tıpkı bir "cilse" (oturuş) ve "rikbe"
(biniş) kelimeleri vezninde "bir çeşit delilik" demektir. Bunun
başına "min" harf-i cerrinin getirilmiş olması, Hz. Peygamber
(s.a.s)'de. deliliğin hiç bir çeşidinin olmadığım gösterir.
Bil ki bazı câhil
Mekkeliler (müşrikler), şu iki sebebten dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s)'in deli
olduğunu söylüyorlardı:
1) Hz.
Peygamberin yaşayışı, onlarınkine hiç benzemiyordu. Zira o, dünyadan yüz
çevirip, âhirete yönelmiş ve insanları Allah yoluna çağırmakla meşguldü. Bundan
dolayı O'nun işleri, kendilerininkine uymuyordu. Bu sebebten dolayı onun deli
olduğunu sanıyorlardı. Hasan 3İ-Basri ve Katâde şöyle demişlerdir: "Hz.
Muhammed (s.a.s), gece Safa tepesinin üzerine çıkar, Kureyş'i kabile kabile,
"Ey falan oğlu falanlar" diye çağırır ve onları Allah'ın ikâbı ile
şiddetli cezasından sakındırırdı. Bunun üzerine onların bazıları, "sizin
bu arkadaşınız, hiç şüphesiz delidir. Gece boyu bağırıp duruyor"
diyorlardı. Bunun üzerine Hak Teâlâ bu ayeti indirerek Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, câhil insanların O'na mal ettikleri delilikten ötürü değit, sırf
onları uyarmak ve inzar etmek için çağırdığını bilsinler diye, onları Hz.
Peygamber'in durumu üzerinde düşünmeye teşvik etmiştir."
2) Hz.
Peygamber (s.a.s)'e vahiy geldiği zaman, O'nu başka bir hal alır; yüzü değişir,
rengi sararır ve O'na baygınlığa benzer bir hâl ârtz olurdu. Bundan dolayı
câhiller, "O delidir" derlerdi. İşte bu sebeble, Cenâb-ı Hak bu
ayette, Hz. Peygamber (s.a.s)'de hiçbir delilik olmadığını bildirmiştir. Çünkü
Hz. Peygamber (s.a.s), onları Allah'a davet ediyor ve ontara, kendisine muaraza
etmekten, önceki ve sonraki bütün insanların âciz kaldıkları, son derece fasih,
kesin ve çok net aklî deliller getiriyordu. O, huyu ve ahlâkı güzel, insanlarla
muameleleri ve davranışı iyi, yolu hoş, gidişatı temiz ve âlemdeki insanlara
numûne-i imtisal olacak güzel amellere devam eden birisi idi. Böyle bir insana
"deli" denilemiyeceği açıkça bilinen bir şeydir. Bunun böyle olduğu
sabit olunca, Hz. Peygamber (s.a.s)'in dine davet hususundaki sa'y-ü
gayretinin, âlemlerin Rabbi Allah'ın, kâfirleri korkutup sakındırmak ve mü'minleri
teşvik etmek için göndermiş olduğu apaçık bir nezir (uyarıcı) oluşundan ileri
geldiği anlaşılır.
[184]
Bil ki nübüvvet
(peygamberlik) meselesi üzerinde düşünmek, tevhidin delillerinin izahına ve
anlaşılmasına dayalı bir şey olduğu için, Cenâb-ı Allah tevhide delâlet eden
ayetini zikretmek üzere şöyle buyurmuştur:
"Onlar (Allah'ın)
göklerde ve yerdeki o melekûtuna, Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye ve belki
ecellerinin yaklaşmış olduğuna bakmadılar mı? Artık bundan sonra hangi söze
inanırlar?" (A'rât, 1B5).
Bil ki hakîm ve kadîm
(ezelî) bir yaratıcının varlığına dair, yerin ve göklerin melekûtunda pek çok
delil vardır. Biz bu delilleri, bu tefsirde, tekrar tekrar tafsilatlı olarak
anlattık. Binâenaleyh onları tekrar etmenin bir faydası yoktur.
[185]
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Allah in yarattığı herhangi bir şeye..." buyurmuştur. Bunun maksadı,
tevhide dair delillerin, göklere ve yere münhasır olmayıp, madde ve mana
alemindeki her zerrenin, Cenâb-ı Hakk'ın birliği hususunda apaçık bir delil ve
kesin bir hüccet olduğuna dikkat çekmektir. Biz bunun böyle olduğunu bir misal
ile anlatmaya çalışalım: Deriz ki: Işık, evin penceresinden içeri düştüğünde, o
ışık içinde uçuşan zerrecikler görülür. O zerrelerden tek birinden
bahsettiğimizi farzedelim ve şöyle diyetim: O zerre de, sayısız yönden hakim
(hikmet sahibi) bir yaratıcıya delâlet eder. Çünkü o zerre, sınırsız bir
boşlukta, saytsız mekanlardan belli bir mekanda yer almıştır. O zerrenin, bu
sayısız mekanlardan her birinde yer almasının mümkin olduğunu düşündüğümüzde,
onun bu belli yerinde yer alışı, "mümkin" işlerden biri olmuş olur.
Halbuki "mümkin"in, mutlaka bir tahsis edeni ve tercih edeni bulunur.
Bu tahsis ve tercihte bulunan, şayet bir cisim ise, bu husustaki soru aynen
sorulur. Yok eğer o tahsis ve tercih olan bir cisim değilse, o takdirde Allah
Subhânehû ve Teâlâ'dır. Hem o zerre, ya hareket eder veya durur; böyle olan her
şey ise, muhdestir. Her muhdesin meydana gelmesi ise, onun, meydana geldiği o
vakitten önce veya sonra meydana gelmesi de mümkün iken, mutlaka hususî ve
muayyen bir zamana tahsis edilmiştir.. Binâenaleyh, o muhdes varlığın,
kendisinde meydana geldiği o muayyen vakte tahsis edilmesinin mutlaka kadîm
olan bir muhassis (tahsis edici)nin tahsis etmesiyle olması gerekir.."
Eğer bu muhassis, cisim olursa, bu husustaki soru aynen geçerli olur. Eğer
cisim olmazsa, o takdirde bu "muhassis", Allah Teâlâ'dır. Hem o
zerre, bir mekânda bulunması ve bir hacme sahip olması itibariyle, diğer
cisimlere eşit olup renk, şekil, tabiat, tad ve diğer sıfatlar hususunda
onlardan farklıdır. Kendileri nazar-ı dikkate alındığında diğer cisimlere
muhalif olan o sıfatların, o zerreye tahsis edilmesi, mutlaka mümkün olan bir
husustur. Mümkin ve caiz olanın ise, mutlaka bir "müreccih"i
bulunmaktadır. Bu müreccih, şayet bir cisim olursa, bu husustaki ilk inceleme
yeniden gündeme gelir; yok, eğer o bir cisim değilse, bu durumda o
"müreccih" Atlah Teâlâ'dır. Böylece, o tek zerrenin de sınırsız
yönlerden ve sayısız açılardan bir yaratıcının varlığına delâlet ettiği sabit
olmuş olur. Maddî ve manevî âlemin bütün cüzleri, müfredleri mürekkepleri,
ulvîleri ve süflîleri hakkındaki hüküm de böyledir. İşte o zaman, şairin
söylediği şu şeyin doğruluğunu görür ve anlarsın.
"Her şeyde O'na
dair bir delil bulunmaktadır; bu, o Allah'ın bir olduğuna delâlet
etmektedir."
[186]
Sen bunu iyice
kavradığında, "Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye..." ayetinin mâna
ve hikmetini anlarsın.
Cenâb-ı Hak, bu hayranlık
verici sırlara ve ince nüktelere dikkatleri çekince, bunun nesinden, tefekkür
ve düşünmede bulunmayı alabildiğine teşvik etmeyi gerektiren ifadeyi getirerek,
f 'Ve be//c/ ecellerinin yaklaşmış olduğuna..." buyurmuştur. Bu ifadenin
başında bulunan "en" edatı, şeddeli olan enne'den tahfif yapılarak en
haline getirilmiş olup, takdiri şeklindedir. Bu ayetteki zamir şan zamiridir..
Buna göre mana, "Belki de onların ecelleri yaklaştı. Böylece onlar,
küfürleri üzere helak olup cehenneme varacaklardır. Bu ihtimal her zaman söz
konusu olduğuna göre, aklı olan kir senin, kendisini bu derece korkudan ve de
büyük olan böyle bir tehlikeden kurtarmak hususunda gayret sarfetmesi için,
çabucak bu fikre doğru koşması ve hemen onu benimsemesi gerekir..." şeklinde
olur.
Cenâb-ı Hak, bu açık
beyyineleri ve aklî delilleri zikredince, "Artık bundan sonra, hangi söze
inanırlar (İnanmak için) daha ne beklerler?" buyurmuştur. Bu böyledir;
zira onlar, kendisinde bu kadar açık uyarmalar ve çok net beyyineler, deliller
bulunmasına rağmen, Kur'an'a iman etmeyince, onlardan herhangi bir kimse
Kur'an'dan başkasına iman etmeye razı olur.
[187]
Bil ki bu ayet, pek
çok neticeye delâlet eder:
Birinci netice:
Taklit, caiz değildir. Mutlaka düşünüp istidlal etmek gerekir. Bunun böyle
olduğunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "... onlar düşünmediler
mi?..." (A-râf, 184) ifadesidir.
İkinci netice:
Nübüvvet meselesi, Cenâb-ı Hakk'ın birliği meselesine dayanır. Bunun delili ise
şudur: Hak Teâlâ, "O, ilerideki tehlikeyi apaçık haber verenden başkası
değildir..." (Arâi,ıs4>buyurunca, bunun peşinden, tevhidine, Allah'ın
birliğine delâlet eden şeyi zikretmiştir. Şayet durum böyle olmasaydı, bu söze
ihtiyaç kalmazdı.
Üçüncü netice: Cübbâî
ve Kâdî, Hak Teâlâ'nın "Artık bundan sonra hangi söze inanırlar?"
buyruğunu, Kur'an'ın kadîm olmadığına delil olarak öne sürmüşlerdir.. Çünkü
"hadîs-söz", "kadîm"in zıddıdtr. Hem bu söz örf bakımından
da "yeni olmayı" ifade eder. İşte bundan dolayı, "Bu şey
yenidir; eski değildir..." manasında olmak üzere denilir.
Böylece Araplar,
"hadîs" kelimesini, çok uzun zamandan beri varolan "eski"
(atîk, kadîm)'nin zıddı kabul etmişlerdir. Yine, söylenilen söz için de,
peyderpey kulağa gelip, kulakta hasıl olduğu için hadîs denilmiştir. Bizim bu
husustaki cevabımız, "Bu, kelimelerin lâfızları manastna hamledilmiştir.
Bu lafızların hadîs otduğundaysa, münakaşa yoktur" şeklindedir.
[188]
Dördüncü netice:
Göklerin ve yerin melekûtuna dikkatli nazarlarla bakmak, ancak onların
kısımlarını bildikten sonra olur. Bunların kısımlarını açıklama hususunda
detaylı söz, şöyle denilmesidir: Allah'ın dışındaki her şey, ya mekân tutmuş
bir varlıktır, veya mekân tutmuş olana hulul etmiştir, ya da ne mekân tutmuş
bir varlıktır ne de mekân tutmuş olana hulul etmiştir: Mekân tutmuş olana
gelince, bu da ya "basît" olur, ya da "mürekkeb" olur.
Basit olan varlıklar, ya "ulvî"dirler, ya "süflî"dirler.
Ulvî olan basit varlıklar, felekler ve yıldızlardır. Zikrettiğimiz bu
varlıklara, Arş ve Kursî dahildir. Yine bunlara cennet, cehennem, Beyt-i
Ma'mûr, "Sakf-ı Merfû (cennetin tavanı olan Arş) da dahildir. Artık sen bu
kısımların tafsilatını iyice düşünüp araştır!
Süflî olan basit
varlıklar da, dört (ana) unsurun tabakalarıdır. Denizler, dağlar ve çöller bu
kısma dahildirler.
Mürekkeb varlıkar da
dört tane olup, ulvî varlıkların tesirleri, madenler, bitkiler ve canlılardır.
Sen bu dört cinsin, nevîlerinin tafsilatını da iyice düşünüp araştır!..
Bir mekân tutmuş
varlığa hulul etmiş olanlar ise, arazlar olup, bunların kırk kadar cinsi
vardır. Her cinsin içine de, pek çok nevi dahildir. Sonra aktllı bir kimse
bunların hükümlerinin, levazımının (ayrılmaz özelliklerinin), tesirlerinin ve
tesir ettikleri varlıkların hayranlık veren durumları üzerinde düşündüğü zaman,
sanki sahili olmayan bir denize dalmış olur.
Üçüncü kısma gelince,
ki bu ne bir yer (mekân) tutmuş, ne de bir mekân tutmuş olana hulul etmiş olan
varlıklardır. Bunlar da iki kısımdır. Çünkü bu, ya tedbir etme (düzenleme) ve
harekete geçirme suretiyle, cisimlerle ilgilidir. Ki bunlara "ruhlar"
denir, ya da böyle değildir. Böyle olmayanlar da, cisimlerin bağlarından beri
olan, kutsî ve yüce cevherlerdir. Birinci kısmın en yüce ve şereflisi, Arş'ı
taşıyan sekiz mukaddes ruh(melek)'tur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O 5ün
Rabbinin Arş'ını o (meleklerin) üstünde bulunan sekiz (melek) taşır"
(Hakka, 17) buyurmuştur. Bu ruhlardan (meleklerden) sonra, kendilerine,
"Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile teşbih ederek Arş'ın etrafını
kuşatmışlardır" (Zümer, 75) ayeti ile işaret edilen mukaddes ruhlar gelir.
Bunun peşinden Kürsî'nin sakinleri olan ruhlar (melekler) gelir ki, Cenâb-ı
Hakk'ın, "O'nun izni olmadıkça nezdinde şefaat edecek kimmiş? O,
önlerindekini de, arkalarmdakini de bilir. (Mahlûkatı) O'nun ilminden, kendisinin
dilediğinden başka hiçbir şeyi kavrayamazlar. O'nun kürsüsü, gökleri ve yeri
kucaklamıştır, (o kadar geniştir...)" (Bakara.253)ayeti ile, onlara işaret
edilmektedir. Bunların peşinden yedi kat gökte bulunan diğer mukaddes ruhlar
(melekler) gelir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Saflar bağlayıp duran, sevk ve idare,
men ve zecredenlere, zikri okuyanlara yemin ederim ki..." (Saffat, 1-3)
ayeti ile, bunlara işaret edilmiştir. Bunların sıfatlarından birisi de,
kendilerine emrettiği şeylerde Allah'a isyan etmemeleri, hiç yorulup
bıkmaksızın gece-gündüz O'nu teşbih etmeleri, sözde O'nun önüne geçmemeleri ve
O'nun emrini yerine getirmeleridir.
Bil ki bizim, Hak
Teâlâ'nm mülkü ve melekûtu hususunda bahsedip açıkladığımız bu şeyler,
okyanustan bir tek damla gibidir. Binâenaleyh belki de Allah Subhanehû ve
Teâlâ'nın bu âlemin ötesinde milyonlarca âlemi, bu âlemlerden her birinde bu
Arş'dan daha büyük bir Arş'ı; bu Kürsî'den dal .d yüce bir Kürsîsi ve bu
göklerden daha geniş gökleri vardır. Öyle ise Cenâb-ı Allah'ın "Rabbinin
ordularını, kendisinden başkası bilmez" (Müddessir, 31) ayetini işittikten
sonra, insan aklı, Allah Teâlâ'nın mülkünün ve melekûtunun kemâlini nasıi ihata
edip tam olarak kavrayabilir? İşte insan bu kısımları aklında tutup, O'nun
hikmet ve ulûhiyet sırlarının marifetine (bilgisine) dalmayı dilediği zaman, o
meleklerin, "Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka, bizim
hiçbir bilgimiz yoktur" (Bakara. 32) şeklindeki sözlerini daha iyi anlar.
Ebu'l-'Alâ el-Me'arrî ne güzel söylemiştir:
"Ey İnsanlar,
Allah'ın, kendisinde yıldızların, güneşin ve ayın akıp gittiği nice felekleri
bulunmaktadır.. Burada, geçmişimiz ve geleceğimiz Allah'ın (kudret) elindedir;
O'nun dışındakilerin yanında ise hiçbir kadr ü kıymetimiz yoktur..."
[189]
"Allah kimi
saptınrsa artık ona hidayet edecek yoktur. O, bunları taşkınlıklar içinde,
serseri bir halde bırakıvsrir
(A1 raf, 186).
Bil ki Allah Teâlâ bu
ayette, bir kez daha, ayetleri yalanlayan sapıkların hallerini anlatarak,
''Allah kimi saptınrsa, artık ona hidayet edecek yoktur" buyurmuştur. Bil
ki alimlerimizin (ehl-i sünnetin) bu ayet-i kerimeyi, hidayet ile dalâletin
Allah'dan olduğuna delil getirişleri, geçen ayette olduğu gibidir. Aynı şekilde
Mu'tezile'nin bu ayeti te'vili ve bizim onlara cevabımız da daha önce geçmiş
olanlar gibi olup, onları burada tekrar etmenin bir faydası yoktur.
Ayetteki veyezeruhum
ifadesi bir isti'naf cümlesi olmak üzere merfû olup, kendisinden önceki ifâde
ile bir münasebeti yoktur. (Yani onun üzerine atfedilmiş değildir.) Ebu Amr bu
fiili, daha önce Allah ism-i celâli geçmiş olduğu için, yâ ile ve merfû olarak
yezeruhum (o onları bırakır) şeklinde okurken; Hamza ve Kisâî yâ ile ve meczum
olarak yezerhum şeklinde okumuştur. Bu kıraatin izahı, Sibeveyh'in yaptığına
göre, şöyledir: Bu kelime, ayetteki "Artık ona hidayet edecek yoktur"
buyruğunun mahalli üzerine atıftır. Çünkü bu ifade mahallen, şartın cevabı
olarak meczumdur. O halde, ve yezerhum ifadesi meczûm olan bu mahalle atfedil
mistir.
[190]
"Kıyametin
sübûtunun ne zaman olduğunu sana sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak
Rabbimin katmdadır. Onun vaktini, kendisinden başkası açıklayamaz. O, göklere
de, yere de ağır basmıştır. O (kıyamet), size ancak ansızın gelir. Tam
manasıyla biliyormuşsun gibi, onu sana sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak
Allah katmdadır. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler" (A'rftf, 187).
[191]
Bil ki ayetin, önceki
ayetlerle ilgisi hususunda şu iki izah yapılmıştır:
a) Allah
Teâlâ, tevhid, nübüvvet, ka2a ve kaderden bahsedince, bunun peşisıra âhiretle
ilgili sözü de getirmiştir. Çünkü biz, Kur'an-ı Kerim'de küllî (genel)
neticelerin, sadece bu dört husus olduğunu açıklamıştık.
b) Allah
Teâlâ, daha önce geçmiş olan ayette, kulları tevbeye ve ıslaha (hali
düzeltmeye) devama teşvik etmek için, "Belki ecellerinin yaklaşmış
olduğuna da hiç bakmadılar mı?" (A'râf, ıbs) buyurunca, Kıyametin ne zaman
kopacağı hususunun gizli ve saklı olduğu, kalblerde iyice anlaşılsın ve böylece
bu husus mükellefleri tevbe ile farzları edaya yönelmeye sebeb olsun diye,
bunun pesisıra, "Kıyametin sübûtunun ne zaman olduğunu sana sorarlar"
buyurulmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[192]
Alimler, bu soruyu
soranın kim olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak İbn Abbas:
"Bir grup yahudi, "Ey Muhammed, söyle bakalım, Kıyamet ne zaman
kopacak?" dedikleri zaman, işte bu ayet nazil oldu"
derken; Hasan el-Basrt
ve Katâde de "Kureyş, "Ey Muhammed, aramızda akrabalıkbulunmaktadır;
o halde bize, Kıyametin ne zaman kopacağını anlat.." dediklerinde, bu
ayetin nazil olacağını söylemişlerdir..
[193]
Keşşaf sahibi şöyle
demektedir: "Saat lafzı, tıpkı necm kelimesi genel olarak her yıldız için
kullanıldığı halde
Süreyya yıldızfnın ism-i galibi olması
gibi, "esmâ-i
gâlibe"dendir. Kıyamet, ya ansızın geleceği için bu adı almıştır, yahut
bütün mahlûkatın muhasebesi, tek bir saatte ifa edileceği için; veyahut da,
uzun bir zaman olmasına rağmen, canlılar nezdinde tek bir saat gibi geleceği
için, bu adla, "saat" adıyla adlandırılmıştır..."
[194]
Eyyâne kelimesinin
manası, gelecek olan vakti ve zamanı sormaktır.. O halde bu ifâde, zamanla
alâkalı bir sorudur. Netice olarak diyebiliriz ki eyyâne kelimesi, meta
"ne zaman?" manasına gelen bir kelime olup, bunun neden iştikak
ettiği hususunda iki görüş ileri sürülmüştür:
a)
Meşhur olan bu görüşe göre bu kelime, eyne
"nerede?" kelimesinden türemiştir. İbn Cinnî, bu görüşü kabul
etmeyerek şöyle der: Eyyâne zaman için kullanılan bir edattır. Eyne ise, mekân
için kullanılan bir edattır. Binâenaleyh, daha nasıl bunlardan biri diğerinden
iştikak etmiş olabilir?
b) Bu İbn
Cinnî'nin tercih ettiği görüş olup, buna göre bu kelime, eyyü (hangi, ne? )
kelimesinden iştikak etmiş olup, fa'lân vezninde bir kelimedir... Çünkü bunun
manası, "Hangi
zaman, ne vakit?" demektir.. Eyyü kelimesi ise, *3\ cJjî "Ona sığındım,
başvurdum" ifadesinden alınmış, fa'l vezninde bir kelime, masdardır..
Çünkü, cüz ve kısım, bütünün mekânına varır, sığınır ve ona istinâd eder.. İşte
İbn Cinnî'nin açıklaması budur. Sülemî ise, bu kelimeyi, hemzenin kesresiyle
iyyâne şeklinde okumuştur.
[195]
Mürsâhâ kelimesindeki
mürsâ,irsâ' (demir atmak, gelip dayanmak) manasında bir masdardır. Çünkü
Cenab-ı Hak, "Onun akması da, durması da Allah'ın adıyladır.." (Hûd.
41) buyurmuştur. Yani, demektir.. O halde "irsâ", sabit kılmak,
sağlamlaştırmak., demektir. Nitekim bir şey sabitleşip iyice kuvvetlendiğinde
denilir. Cenâb-ı Hak da, "Dağlan da (sapasağlam) çaktı.." {Naziâi,
32) buyurmuştur. Binâenaleyh, kelimesi, mutlak manada sebatın, durmanın ismi
olmayıp, aksine, ağır olan bir şeyin sabit olması, durması için kullanılan bir
isimdir. Meselâ, "dağı dikmek ve sabitleştirmek" ve "Gemiye
demir attırmak, onu sabitleştirmek" tabirleri bu manadadır. Cenâb-ı
Hakk'ın, "O. göklere de, yere de ağır basmıştır.." buyruğunun
delaletiyle, canlılara en ağır gelen şey Kıyamet olunca, pek yerinde olarak
Cenâb-ı Hak, Kıyametin vuku bulmasını ve sübutunu, "irsâ" kelimesiyle
ifade etmiştir.
[196]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır" buyurmuştur. Yani,
"Kıyametin ne zaman meydana geleceği vakti, sadece Rabbim bilir..."
demektir.. Bu ayetin benzeri ayetlerde, Cenâb-ı Hakkın, "O saatin ilmi, şüphesiz
ki Allah'ın nezdindedir" (Lukman, 34); "O saat, muhakkak ve mutlak
gelecektir. Ondan hiçbir şüphe yoktur..." (Mümin, 59) ve: "Çünkü o
saat şüphesiz gelecektir. Ben onu hemen hemen gizliyorum ki..." (Tâhâ, ıs)
ayetleridir. Cebrail (a.s), Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Kıyamet ne zaman
kopacak?" diye soru sorduğunda, Hz. Peygamber (s.a.s), "Kendisine
Kıyamet hakkında soru sorulan kimse, bu hususta, soru sorandan daha bilgili
değildir"
[197]
buyurmuştur.
Muhakkik âlimler şöyle
demektedirler:"Kıyametin,insanlara gizli bırakılmasının sebebi şudur:
Kullar, Kıyametin ne zaman kopacağını bilmedikleri zaman, bu hususta sürekli
olarak tedbirli davranırlar; böylece de bu husus onları daha fazla itaatta
bulunmaya sevkedip, günahtan da o nisbette alıkoymuş olur. "
Daha sonra Cenâb-ı Hak,
bu mânayı te'kid ederek,
"Onun vaktini,kendisinden başkası açıklayamaz..."
buyurmuştur. "Tediye"
kelimesi, bir şeyi ortaya koymak; "tecellî" ise, o şeyin
kendiliğinden ortaya çıkmasıdır. Buna göre mana, "O Kıyametin muayyen oian
zamanını, sadece Allah Teâlâ ortaya çıkarır.." şeklinde olur. Yani,
"Onun, belirli ve muayyen vaktini bildirmek ve haber vermek suretiyle
izhâr etmeye, sadece Cenâb-ı Hak kadir olabilir.." demektir.
[198]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"O göklere de, yere de ağır basmıştır " buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın
bundan maksadı, Kıyameti ağır olmakla nitelemektir. Bunun benzeri ayet de,
Cenâb-ı Hakk'ın, 'İleride kendilerini bekleyen ağır (sakî!) güne
aldırmazlar" (insan, 27) buyruğudur. Hem Cenâb-ı Hak, Kıyametin
zelzelesini "büyük olmakla" vasfederek, ".. çünkü o saatin
zelzelesi büyük bir şeydir..." (Hacc,i)buyurmuştur. Yine, O'nun azabını da
"şiddetle", "çetin olmakla" vasfederek, "... Halbuki
onlar sarhoş değildirler. Fakat Allah 'm azabı pek çetindir.." (Hacc. 2)
buyurmuştur.
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki: Müfessirler, bu tabiri tefsir hususunda şu izahları
yapmışlardır:
Hasan el-Basrî şöyle
demiştir: "O geldiği zaman gökler parçalanıp, güneş ve ay dürüleceği,
yıldızlar saçılıp döküleceği için, onun gelmesi göklere ve yere ağır gelmiştir;
bu günde, yer, başka bir yer şekline dönüşeceği ve dağ, deniz diye bir şey
kalmayacağı için yere de ağır gelmiştir."
Ebu Bekr el-Esamm da
şöyle demiştir: "Bu gün, gerek göktekilere, gerekse yerdekilere cidden
ağır gelecek olan bir gündür... Çünkü onlar bu günde yok olur, helak olurlar...
Bu ise, kalblere çok ağır gelen bir husustur..."
Bazı âlimler de şöyle
demişlerdir: "Bu gün, kalblere çok ağır gelecek olan bir gündür. Çünkü
canlılar, bu günden sonra, öldükten sonra dirilişe, hesaba çekilmeye ve suâle
doğru yol alacaklarını bilirler... Böylesi bir günde, Allah'a karşı duyulacak
olan korku, son derece şiddetli olur."
Süddî ise, sakulet
kelimesine şu manayı vermiştir: "Yani o Kıyamet, göklerdekilere ve
yerdekilere saklıdır., Mukarreb meleklerden ve peygamberlerden hiçbiri, onun ne
zaman vuku bulacağını bilemezler."
Bazı âlimler de bu
tabire, şu manayı vermişlerdir: "Yani, onun, muayyen vaktinin bilgisini
elde etmek, göktekilere ve yerdekilere ağırdır. 8u tıpkı, taşınılması imkânsız
otan bir yük hakkında, "O, onu taşıyana ağır gelir" yani, "O,
onu taşıyamaz!" denilmesi gibidir." Yine bu, tıpkı, bilgisini Cenâb-ı
Hakk'ın kendisine hasretmiş olduğu şeyler hakkında, "Bu, o insanlara ağır
gelir" denilmesi gibidir..
Daha önce Cenâb-ı Hak,
"O (Kıyamet), size ancak ansızın gelir" buyurmuştur. Bu, daha önce
geçenleri tekid ve Kıyametin, insanların gafil olduğu bir zamanda ansızın
geleceğini ifade etmektir.. Hz. Peygamber (s.a.s)'in de şöyle dediği rivayet
edilmiştir:
"Kıyamet, kimi
adamlar yerini yurdunu düzene korken, kimi adamlar, hayvanlarını sularken, kimi
adamlar, çarşısmda-pazarmda ticaret metâımn yanında dururken (satarken) ve kimi
adamlar terazisini indirip kaldırırken, ansızın gelir."
Hasan el-Basrî de, Hz.
Peygamber'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Muhammed'in canı
elinde olan Allah'a yemin olsun ki, adam lokmayı ağzına götürürken, muhakkak
Kıyamet kopacaktır; böylece de Kıyamet, o kimseyle lokması arasına
girecektir..."[199]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Tam manasıyla biliyormuşsun gibi, onu sana sorarlar..." buyurmuştur.
Buradaki hafiyy kelimesiyle ilgili şu izahlar yapılmıştır:
1) Hafiyy
itaatkâr ve latîf, hoş olan, demektir.. İbnu'l-A'rabî, "Arapça'da
"Bana iyilikte bulundu, güzel davrandı-güzel davranmak..."
denildiğini söylemiştir.. O halde "hafi", hüsnü kabul, güzel
karşılama anlamına gelir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü o, bana çok
lütufkârdır" (Meryem. 47) buyruğu da, bu manadadır! Yani, "İyi
davranan, lütufkâr; kendisini çağıraiyinda, çağrıma icabet eden, onu kabul
eden" demektir. Böyle olması halinde, (ayetin manası), "Sanki sen
onlara itaatkâr ve onlara karşı muamelesi ve uyumu iyi olan biriymişsin gibi,
bu meseleyi sana soruyorlar..." şeklinde olur. Hasan el-Basrî, Katâde ve
Süddî'nin görüşleri de bu manadadır. Bu görüşü, bu ayetin tefsirinde biraz önce
nakledilen şu husus da teyid etmektedir: "Kureyş, Hz. Muhammed'e, "Ey
Muhammed, aramızda akrabalık bulunmaktadır; o halde bize, Kıyametin ne zaman
kopacağını anlat..." demişlerdir..." Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, 'Tam
manasıyla bîliyormuşsun gibi, onu sana sorarlar..." buyurmuştur. Yani,
"sanki sen onların dostu ve onların sözünü dinleyen birisiymişsin
gibi..." demektir. Bu, "sen, onlar küfürlerinde devam ettiği sürece,
onların dostu olamazsın..," anlamındadır.
2) Haflyyun
ifadesine şu mana da verilmiştir: "Bu, kendisi hakkında çok soru sorulan
ve bilinmesi çok fazla taleb edilen bir husustur..." Bu görüşe göre haftyy
kelimesi, soru sormada diretmek ve isrâr etmek manasına gelen ihfâ masdarından
olup faîl vezninde bir kelime olmuş olur. Bir şeyi çokça sorup araştıran kimse,
onu öğrenir.. Ebu Ubeyde, bu kelimenin, bir meseleyi iyice araştırdı manasına
gelen tabirinden alınmış olduğunu söylemiştir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın,
buyruğunun manası, "Sanki sen o Kıyameti çok sormuşsun ve onu Dilmeyi
taleb etme hususunda ileri gitmişsin!..." şeklinde olur. Keşşaf sahibi
şöyle demektedir: "Bu tertlb, mübalağa ifade etmektedir. Bıyıkları iyice
kısaltmak anlamında kullanılan baklayı kökünden çıkarma, sökme manasına gelen
ifadeleri de böyledir. Yine bir kimse bir meselede ısrar edip direttiği zaman,
yine bir kimse, birisine alabildiğine itaat edip ona iyilik yaptığında
denilmesi de böyledir. Böyle olması halinde, bu iki görüş de, mana bakımından
birbirine yakın iki görüş olmuş olur..
[200]
Ayetteki anhâ kelimesi
ile ilgili olarak da şu iki izah yapılmıştır:
a) İfadede
bir takdim-tehir söz konusu olup, ayetin takdiri, şeklindedir. Daha sonra, söz
uzayacağı ve bir de, hazfedilmesi sebebiyle herhangi barışıklığa sebebiyet
vermeyecek şekilde malûm olduğu için, buradaki bihâ sözü "azledilmiştir.
b) Ayetin
takdirinin, "Sanki sen onlara itaat ediyormuşsun ; Di. sana
soruyorlar..." şeklinde olmasıdır. Çünkü hefâ fiili, bazan bâ harf-i
ceriyle,zan da an harf-i ceriyle müteaddî olur. Bu izahı, Ibn Mesûd'un
şeklindeki kıraati de destekler.
[201]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kıyametin sübutunun ne zaman olduğunu sana sorarlar.,." buyruğu,
Kıyametin ne zaman
kopacağı hakkında bir
soru; O'nun ikinci olarak, 'Tam manasıyla biliyormuşsun gibi, onu sana
sorarlar..." buyruğu ise, Kıyametin nığınm, şiddetinin ve heybetinin künhü
ile alâkalı bir sorudur. Dolayısıyle, bu fcdolrrin tekrarlanmış olduğu
söylenemez.. Cenâb-ı Hak, bu iki sorudan birincisine, ''Onun ilmi ancak
Rabbimin kalındadır"; ikincisine de, "Onun ilmi ancak Allah
katmdadır" diyerek cevap vermiştir. Bu iki şekil arasındaki fark şudur:
Birinci soru, Kıyametin ne zaman kopacağı ile ilgili bir sorudur. İkincisi ise,
Kıyametin şiddet ve heybetinin ne kadar olduğuyla alâkalı bir sorudur.
Allah'ın, heybet ve azamet bakımından isimlerinin en büyüğü, en fazla heybet ve
celâle delâlet eden ismidir ki, bu da, Lafzatullah ("Allah") olup,
bu, Kıyametin şiddetinin ne kadar olacağı sorusuna karşı verilen cevapta zikredilmiştir..
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu ayetini, "Fakat insanların çoğu bunu bilmezler" buyurarak
bitirmiştir. Yani, "İnsanların pek çoğu, Kıyametin muayyen vaktini
bilmenin insanlardan niçin gizlenmiş olduğunun sebebini bilemezler.."
demektir.
[202]
"De ki: "Ben
kendim için, Allah'ın dilediğinden başka, ne bir faideye, ne de bir zarara
muktedir değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbet daha çok servet kazanmak
isterdim ve bana hiç bir fenalık da dokunmazdı. Ben iman edecek kimselere
azabın habercisi, müjdeci olmaktan başka bir şey değilim" (A'râf, 188).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[203]
Bu ayetin, önceki
ayetlerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılmıştır:
a) Ayetteki,
"De ki: "Ben kendim için, ne bir faideye, ne de bir zarara muktedir
değilim" ifadesi, "Ben, gaybı bildiğimi iddia etmiyorum. Ben ancak
bir nezir (uyarıcı) ve beşir (müjdeleyiciyim)" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın,
"Eğer iddianızda doğru iseniz, bu vaad ne zaman" derler. De ki: "Ben,
kendi kendime Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar, ne de bir fayda vermeye
kadir değilim. Her ümmetin, bir eceli vardır" (Yunus, ifadesi de bunun
benzeridir.
b) Rivayet
olunduğuna göre Mekkeliter, "Keşke Rabbin ne zaman ucuzluk, ne zaman
pahalılık olacağını haber verse de, böylece biz ona göre alıp satsak ve kâr
etsek. Yine hangi beldelerde kıtlık olacağını haber verse de, biz bolluk olan
beldelere göç etsek" dedikleri zaman, bu ayet nazil oldu.
c) Bazı
alimler de şöyle demişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.s), Benî Mustalık savaşından
dönünce yolda bir rüzgar çıktı. Hayvanlar bu rüzgardan ürküp kaçtılar.
Derken, Hz. Peygamber (s.a.s), Medine'de Rifae'nin öldüğünü
haber verdi. (Münafıkların ileri gelenlerinden olduğu için Rifâe
hakkındaki bu haber, münafıkları öfkelendirdi). Bu arada Hz. Peygamber (s.a.s),
"Bakınız devem nereye gitmiş?" dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Übey,
arkadaşlarına, "şu adamın haline şaşmıyor musunuz? Medine'de bir adamın
öldüğünü haber veriyor, ama devesinin nerede olduğunu bilemiyor" deyince,
Hz. Peygamber (s.a.s), "Bir grup münafık şöyle şöyle dediler: Benim devem
şu yerde, şu bölgede, yulan bir ağaca takılmış olduğu halde duruyor"
buyurdu. O deveyi, aynen Hz. Peygamber'in dediği yerde ve şekilde
buldular. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak,
"De ki: "Ben kendim
için, Allah'ın dilediğinden başka ne
bir faideye, ne de bir zarara muktedir değilim " ayetini indirdi.
[204]
Bil ki Mekkeli
müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.s)'den, gaybtan haber
vermesini ve kendilerine çok mal-mülk ve
büyük saltanat
kazandırmasını isteyince, O, gücünün sınırlı olduğunu ve bilgisinin azlığını
bildirerek, her kulun böyle olacağını, tam kudretin ve herşeyi kuşatan ilmin
ancak Allah'a ait olduğunu, kulun böylesi bir ilmi ve kudreti bulunamayacağını
beyân etti.
Alimlerimiz (Ehl-i
Sünnet), kulların fiillerinin yaratılması konusunda, ayetteki, "De ki;
"Ben} kendim için... ne bir faideye, ne de bir zarara muktedir
değilim" Duyruğunu delil getirerek şöyle demişlerdir: "İman, bir
menfaat; inkâr ise bir zarardır. Binâenaleyh bu ikisinin, ancak Allah'ın
meşî'eti ile gerçekleşmesi gerekir. tBu da, man ve küfrün, ancak Allah'ın
dilemesi ile meydana gelebileceklerini gösterir. Bunun izahı, defalarca
anlattığımız gibi, şöyledir: İnkâr etme gücü, (yani kâfir olabilme kudreti)
Tian etmeye elverişli olmaz ise, bu demektir ki: O kudreti yaratan, o inkâr
eden esenin inkâr etmesini murad
etmiştir. Eğer bu, aynı zamanda imana da elverişli Hr kudret olursa, bu
demektir ki: O kudretin yaratıcısı, o insanın kâfir olmasını z lemistir. Yok
eğer bu, sadece inhana elverişli bir kudret ise, iman yerine, o insandan kûfrûn
sâdır olması, ancak kesin bir sebebin olması halinde söz konusu olur. E
-âenaleyh o insanın küfrünü gerektiren bu kesin sebebi yaratan, o insanın kâfir
: -nasını irâde etmiş olur. Böylece bütün ihtimallere göre, Allah dilemedikçe,
kulun «eıdisine ne bir fayda, ne de bir zarar veremiyeceği sabit olmuş
olur."
Kâdî buna birkaç
yönden cevab vermiştir:
1) Ayetteki,
"Deki: "Ben, kendim için Allah'ın dilediğinden başka ne bir faideye,
ne de bir zarara muktedir değilim" ifadesinin zahiri, lafzı bakımından her
nekadar umûmî ise de, biz bu ayetin sebeb-i nüzulünün, kâfirlerin "Ey
Muhammed, keşke Rabbin ne zaman ucuzluk, ne zaman pahalılık olacağını haber
verse de, böylece biz ona göre alıp satsak ve kâr etsek..." şeklindeki
sözteri olduğunu söylemiştik. Binâenaleyh ayetin umumî lafzı, sebeb-i nüzulüne
hamledilir. O halde ayette geçen "falde" ile, mal ve benzeri şeylerin
kazanılması; "zarar" ile de kıtlık, hastalık ve benzeri şeyler
kastedilmiştir.
2) Bu ifade,
"Ben, gaybî hususlarda, kendim için bir fayda ve bir zarara muktedir
değilim" demektir. Bunun delili ise, "Eğer ben gaybı buseydim elbet
daha çok servet kazanmak isterdim" ayetidir.
3) Bu ifade,
"Allah'ın, beni kendisine muktedir kılıp, o hususta imkan vermeyi dilediği
kadarıyla, ancak kendim için bir fayda ve zarara muktedir olabilirim"
demektir. Bu sözün maksadı, Hz. Peygamber (s,a.s)'in, Allah'ın muktedir kıldığı
şeyler dışında, hiçbir şeye muktedir olamayacağını beyan etmektir.
Bil ki (Kâdi'nin) bu
izahlarının hepsi, ayetin zahirini bırakmaya dayanmaktadır. Biz, hak ve doğru
olanın, ayetin lafzının zahirinin delâlet ettiği mana olduğuna kesin aklî
deliller getirdiğimiz halde, böyle manalara kaçmak nasıl caiz olur? Allah en
iyi bilendir.
[205]
Hz. Peygamber (s.a.s),
gaybı bilmediğine "Eğer ben gaybı bilseydim elbet daha çok hayır kazanmak
isterdim" diye delil
getirmiştir. Alimler bu
ayetteki "hayır" ile,
ne kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir: "Bundan murad,
"dünya menfaat ve malını toplayıp, afet ve zararlarını defetmektir"
denilmiştir. Buna göre, "hayr" tabirinin içine, bolluk, kıtlık, kâr
ve kazanç kabîlinden herşey girer.
Yine bu kelimeyle,
"dinî hususlardaki hayır ve iyilik" manasının kastedildiği de
söylenmiştir. Buna göre bu, "Eğer ben gaybı bilseydim, o zaman hak dine
çağırmanın şu insanda müessir olup, öbüründe olmayacağını bilir, artık nasıl
olur da berikini bırakıp öteki ile meşgul olabilirdim?" demektir.
Bu kelime İle,
sorulara verilen cevaplarla ilgili şeyler kastedilmiştir. Buna göre ayet,
"Eğer ben gaybı bilseydim, hayrı ve mesela Kıyametin ne zaman kopacağına
dair sorular gibi onların sorduğu o soruların cevabını, çokça verirdim"
demektir.
Ayetteki "ve bana
hiçbir fenalık da dokunmazdı" ifadesi ile ilgili iki görüş vardır:
Birinci görüş: Vahidî
(r.h) şöyle der: "Burada söz, "Eğer ben gaybı bilseydim, elbet daha
çok hayır kazanmak isterdim" cümlesinde tamamlanmıştır. Daha sonra
"Bana hiçbir fenalık dokunmaz" ifadesi ile, yeni bir cümle
başlamıştır ki bu, "Bende bir delilik yok" demektir. Çünkü o
müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.s)'ın, "Kendilerinin arkadaşlarında
delilikten hiçbir (eser) yoktur" (A-râf, 184) ayetinde de ifâde edildiği
gibi, deli olduğunu söylemişlerdir," Bu görüş, bence gerçekten uzak bir
ihtimal olup, ayetin nazmında zayıflık olduğu manasına gelir.
İkinci görüş: Bu,
birinci sözün tamamlayıcısıdır. Buna göre ayetin takdirî manası, "Şayet
gaybı bilseydim, daha çok hayır elde ederdim ve kötülüklerden de o nisbette
korunurdum. Böylece de bana, herhangi bir kötülüğün dokunmayacağı bir duruma
ulaşırdım.. Durum böyle olmayınca, yanımda, gaybın bilgisinin bulunmadığı
ortaya çıkmış olur" şeklinde olur. Hz. Peygamber, daha önce, ancak
Allah'ın, kendisini muktedir kıldığı şeylere kadir olduğunu ve Allah'ın,
bilgisini kendisine bildirdiği şeyleri bilebildiğini beyan edince, "Ben
iman edecek kimselere azâbsn habercisi, müjdecisi olmaktan başka (bir şey)
değilim" demiştir. "Nezir" günah işleme ve farzları terketmeye
mukabil ceza ve ikâb ile uyarma; "beşir" ise farzları yapma ve
günahları terketmeye mukabil mükâfaat ile müjdeleme hususunda mübalağa ifade
eden birer kelimedirler.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"iman edecek kimselere..." ifadesi hakkında da şu iki açıklama yapılmıştır:
a)
Peygamber, hem mü'minleri, hem de kâfirleri korkutup, müjdeler. Ancak ne var ki
bu ayette, iki gruptan birisi bildirilip, diğeri zikredilmemiştir. Çünkü
onlardan birini zikretmek, aynı zamanda diğerini ifade eder. Bu, Cenâb-ı
Hakk'ın tıpkı, "Hararetten sizi koruyacak elbiseler..." (Nahi.ai)
ifadesi gibidir.
b) Hz.
Peygamber (s.a.s), her ne kadar herkes için bir nezîr ve bir beşîr ise de,
ancak ne var ki, bu korkutma ile müjdelemeden yararlanan, sadece
mü'minlerdir... İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, sadece mü'minleri
zikretmiştir. Biz, böylesi bir manayı, Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara, 2) ayetinin
tefsirinde iyice anlatmıştık.
[206]
"O, sizi bir
candan yaratandır, bundan da, kendisine ısınsın diye, eşini yapan O'dur. Vaktâ
ki o, onu örtüp bürüdü, o da hafif bir yük yüklendi de bununla gidip geldi.
Nihayet gebeliği ağırlaşmca ikisi de Rablerine şöyle dua ettiler:"Eğer
bize düzgün bir çocuk verirsen, andolsun ki her halde şükredenlerden
olacağız." Fakat Allah onlara düzgün bir çocuk verince kendilerine verdiği
nimetler hususunda şirke gitmeye başladılar. Onlar neyi tutuyorlarsa, Allah
onlardan (münezzehtir), yücedir" (A'râf, 189-190).
Bil ki, Allah Teâla bu
ayetle yine tevhîd meselesini izaha ve şirki iptal etme konusuna dönmüştür. Bu
ayetle ilgili birkaç mesele vardır.
[207]
İbn Abbas'tan rivayet
edildiğine göre, bu ayette geçen "bir can.. f kelimesiyle Hz. Adem;
"bundan da. eşini yapan..." kelimesiyle de Hz. Havva murad edilmiştir. Yani, Allah
Teâlâ, Hz. Havva'yı, eziyyet vermeksizin, Hz. Adem (a.s)'in kaburgasından
yaratmıştır... Vakta ki Adem, Hz. Havva'yı bürüyünce, Havva, hafif bir yük
yüklendi (Hamile kaldı). Çocuk onun karnında ağırlaşmca, İblis, bir adam
suretine girip Havva'nın yanına gelerek şöyle dedi: "Ey Havva, bu nedir?
Ben, bunun bir köpek ya da herhangi bir hayvan olmasından korkuyorum. Onun,
nereden çıkacağını nereden bileceksin? Arkandan mı çıkıp seni öldürecek, yoksa
karnın mı yarılacak?" Bunun üzerine Havva endişelendi ve bunu, Adem'e
anlattı. Böylece de Adem ile Havva, hep bunun endişesi ve hüznünü taşıdılar.
Daha sonra o İblis, Havva'ya gelerek şöyle dedi: "Eğer Allah'dan onu,
tıpkı senin gibi kusursuz ve hilkati tam bir kimse yapmasını ve onun, senin
karnından çıkmasını istersen, sen O'na Abdu'l-Hâris adını verirsin..."
Melekler arasında, İblis'in adı el-Hâris idi. İşte bu, Cenâb-ı Hakk'ın 'Takat
Allah onlara düzgün bir çocuk verince, kendilerine verdiği bu çocuk hakkında
ona eşler tutmaya başladılar" ayetinde ifade edilen husustur. Yani,
"Allah onlara, düzgün ve kusursuz bir çocuk verince, Adem ile Havva, O'na
eşler tutmaya başladılar" demektir. İşte, buradaki koşulan şirk ile Haris
(iblis) kastedilmiştir. Kıssanın tamamı bundan ibarettir.
[208]
Bit ki, yapılan bu
tevîl yanlıştır. Bunun fasit ve yanlış oluşunun delilleri şunlardır:
1) Allah
Teâlâ, "Onlar neyi eş tutuyorlarsa, Allah onlardan münezzehtir,
yücedir" buyurmuştur. Bu, müşrik olanfarın, şirk koşanların iki kişiden
fazla olduğuna delâlet eder.
2) Allah
Teâlâ bunun peşinden, "Kendileri yaratılıp durmakta oldukları halde
(bizzat) hiçbir şeyi yaratamayan putları, o yaradan Allah a eş mi koşuyorlar
onlar?" (Araf, 191)buyurmuştur. İşte bu, bu ayetten kastedilenin, putları
Allah'a ortak koşan kimselere karşı bir reddiye olduğuna delâlet eder. Halbuki
bu ayette, lanetlenmiş İblis ile ilgili bir husus geçmemiştir..
3)
Şayet, bundan İblis kastedilseydi o
zaman Cenâb-ı Hak, "Hiçbir şeyi
yaratamayanı mı ortak koşuyorlar?..." buyurur, "Hiç bir şeyi
yaratamayan şeyi..." demezdi- Yani mâ yerine, men edatını getirirdi.
Çünkü, akıllı varlıklar mâ edatı ile değil, men edatı ile ifâde edilirler..
4) Adem
(a.s), herkesten daha fazla İblis'i tanıyordu. Ve o, bütün isimleri de
biliyordu.. Nitekim Cenâb-ı Hak da, ''Adem'e bütün isimleri öğretmişti..."
(Bakara, 3i) buyurmuştur. Binâenaleyh, Adem, İblis'in adının el-Haris olduğunu
mutlaka biliyordu.. İblis ile Adem arasındaki çok şiddetli düşmanlığa ve onun
isminin de el-Haris olduğunu bilmesine rağmen, daha nasıl olur da, çocuğuna
Abdu'l-Haris adını vermiş olabilir? Ve daha nasıl bu isimden başka bir isim
bulamamış olduğu söylenebilir?"
5) İçimizden
birisinin bir çocuğu olduğunda bu kimse, o çocuktan hayırlar ve iyilikler umar.
Tam o esnada, birisi kendisine gelerek, o çocuğunu bu çeşit isimlerle
isimlendirmeye çağırırsa, bu kimse o kimseyi reddeder ve böyle bir şeyi
kesinlikle kabul etmez... Binâenaleyh, Hz. Adem, peygamberliğine ve Cenâb-ı
Hakk'ın, 'Adem'e bütün isimleri öğretti" buyruğundan elde etmiş olduğu
geniş ilmine ve tblis'in vesvesesi sebebiyle işlemiş olduğu zelleden dolayı
kazanmış olduğu o büyük tecrübesine rağmen, daha nasıl olur da bu kadarcık şeyi
dikkatinden kaçırır ve bunun, aklı olan kimselere, sakınılması gerekli olan
kötü fiillerden biri olduğunu bilemez?
b) Hz. Adem'in,
çocuğunu, Abdu'l-Haris (Haris'in kulu) diye isimlendirdiğinin <abul edilmesi
halinde, bu hususta şu iki şeyden birisi söylenebilir:
a)
O, o lafzı, çocuğunun alemi, özel ismi
addetmiştir...
b)
Yahud da, o bu lafzı, çocuğunun sıfatı kabul
etmiştir.. Yani, o bu lafız ile, çocuğunun Haris (yani İblis) tarafından
yaratılıp onun kulu olduğunu bildirmiş 'alem ve lakab isimleri, isim olarak
konuldukları şeylerde bir mana ifade etmezler.. Binaenaleyh, bu lafız ile
çocuğu adlandırmadan, müşrik olma neticesi çıkmaz...
Eğer ikinci ihtimal
söz konusu ise, bu, Hz. Adem'in, yaratmada, yoktan var etmede ve meydana
getirmede Allah'ın bir ortağı olduğuna inandığına dair bir hüküm olmuş olur ki
bu, Hz. Adem'e kesinlikle küfür isnad edilmesini gerektirir.. Halbuki, aklı başında
olan hiç kimse bunu söylemez. Binâenaleyh, yapılan izahlarla, bu görüşün fasit
olduğu ve müslümana gerekli olanın, buna iltifat etmemesi olduğu sabit olmuş
olur...
Sen bunu iyice
kavradığında biz deriz ki: Ayetin tevil ve tefsirinde, böylesi bozuk fikirlerden
uzak, sapasağlam sıhhatli açıklamalar bulunmaktadır:
1) Kartal'ın
ileri sürmüş olduğu şu husustur: "AİJah Teâlâ bu hadiseyi bir darb-ı mesel
şeklinde zikretmiş ve bu durumun, cehaletleri ve şirke taraftar olmaları
hususunda, o müşriklerin durumuna benzediğini beyan etmek için zikretmiştir..
Bu sözün izahı şudur: Allah Teâlâ, sanki şöyle demek istemiştir: "O,
"(Ben), sizden herbirinizi tek bir candan yarattım ve, o tek candan, onun
eşini de, insan olmak bakımından ona denk olan bir insan yaptım.. Binâenaleyh,
kocası eşini bürüyüp, eşi hamile kalınca, kan koca, Rablerine, "Şayet sen
bize, kusursuz, yaratılışı tam bir çocuk ihsan edersen, biz senin nimetlerine
ve ihsanlarına şükredenlerden oluruz.." diye dua ettiler. Allah da,
onlara, kusursuz ve yaratılışı tam bir çocuk verince, kantoca, Allah'ın
kendilerine vermiş olduğu o şey hususunda, Allah'a eşler koşmaya başladılar.
Çünkü onlar, bazan bu çocuğu, tıpkı tabiatçtların dediği gibi, tabiata; bazan,
müneccimlerin dediği gibi, yıldızlara; bazan da, putperestlerin dediği gibi,
putlara ve ibadet edilen heykellere mâl ettiler.." Daha sonra Cenâb-ı Hak,
"Onlar neyi eş tutuyorlarsa; Allah onlardan (münezzehtir), yücedir"
buyurmuştur. Yani, Allah, bu tür şirkierden münezzehtir" demektir. İşte
bu, son derece doğru ve sağlam bir cevaptır.
2) Bu
hitabın, Hz. Peygamber (s.a.s) dönemindeki, Kusayy b. Kllflb'ın soyu olan
Kureyşlilere olması... Buna göre Cenab-ı Hakk'ın, "O. sizi bir candan
yaratandır" buyruğundaki "can"dan maksad Kusayy; minhâdan maksad
ise, Allah'ın, ünsiyet etmesi için yarattığı, kendi cinsinden Kureyşli
karışıdır.
Allah Teâlâ, o karı
kocaya istemiş olduktan, düzgün yaratılıştı kusursuz bir çocuk nasîb edince,
onlar, dört oğullarını Abdimenaf (Menâfin kulu), Abduluzza (Uzza'nın kulu),
Abdulkusayy (Kusayy'ın oğlu) ve Abdullat (Lâfın oğlu) diye isimlendirmek
suretiyle, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu çocuklar hususunda, Allah'a
ortaklar koştular. Buna göre, yüşrikün "şirk koşuyorlar" ifadesindeki
zamir, Kusayy ile eşine ve şirk hususunda onlara tâbi olan zürriyetlerine âit
olur.
3) Kabul
edelim ki bu ayet-i kerime, Hz. Adem (a.s)'in kıssasını açıklamak için gelmiş
olsun. Bu durumda, bu müşkili gidermek için, birkaç izah şekli bulunmaktadır:
Birinci izah:
Müşrikler: "Âdem (as), putlara tapıyordu. Hayır taleb etme ve şerh defetme
hususunda onlara dua ve müracaat ediyordu" diyorlardı. Bunun üzerine
Cenâb-ı Hakk, Adem ile Havva kıssasını zikretmiş ve onların, "Eğer bize
düzgün (hilkati tam) bir çocuk verirsen ^andolsun ki herhalde şükredenlerden
olacağız" diye dua ettiklerini nakletmiştir. Yani onlar, eğer Allah Teâlâ
kendilerine, sağlıklı ve yaratılışı düzgün bir çocuk verirse, bu nimete
karşılık şükredeceklerini söylediler. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Fakat Allah
onlara düzgün bir çocuk verince, bu çocuk hakkında O'na eşler tutmaya
başladılar" buyurmuştur. Buradaki tâ'p» *J ^«r
"Bu çocuk
hakkında O'na eşler tutmaya başladılar" ifadesi, hoş karşılamama ve uzak
görme üslûbunda olmak üzere, istifham manasında bir ifâdedir. Bunun izahı,
"Allah onlara yaratılışı tam ve düzgün bir çocuk verince, onlar, Allah'ın
kendilerine vermiş olduğu çocuk hakkında O'na şerikler, ortaklar mı
koştular?" şeklindedir. Cenâb-ı Hak, daha sonra, "Onlar neyi eş
tutuyorlarsa, Allah onlardan münezzehtir, yücedir" buyurmuştur. Bu, şirk inancında
olan ve onu Hz. Adem'e de isnad eden bu müşriklerin şirkinden, Allah yüce ve
münezzehtir" demektir. Bunun bir benzeri şudur: Birisi, bir başkasına
birçok in'âm ve iyilikte bulunsa, sonra iyilikte bulunan bu kimseye,
"senin iyilik yaptığın o adam, seni kınıyor ve sana kötülük yapmaya
çalışıyor" denilse, iyilikte bulunmuş olan o kimse buna ihtimal vermeyerek
şöyle der: "Ben ona bunca iyilik yapayım, bunca nimet vereyim, o da
kalksın bana kötülük ve isyan etsin, olacak şey değil!" İşte burada da
böyledir.
İkinci İzah: Şöyle
deriz: Bu kıssa, başından sonuna kadar Hz. Adem ile Havva hakkındadır.
"Fakat (Allah) onlara düzgün (bir çocuk) verince, kendilerine verdiği bu
(çocuk) hakkında ona eşler tutmaya başladılar" ifadesi hariç, ayetlerin
lafızlarında hiçbir müşkil bulunmamaktadır. Buna göre deriz ki: Bu ifadenin
takdiri şöyledir "Fakat Allah onlara düzgün bir çocuk verince O'na eşler
tutmaya başladılar." Yani "o ikisinin evladlan Allah'a şirk koşmaya
başladılar" Burada, muzaf durumunda olan evlâd kelimesi hazfedilmiş,
muzafun ileyh olan "o ikisi" ifadesi, ceale fiilinde, muzafın yerine
geçmiştir. "kendilerine verdiğinde" ifadesi de böyledir. Bu,
"Allah'ın o ikisinin evladlarına verdiği (şeylerde)" demektir. Bunun
bir benzeri bir ifade de, "Köye
sor" (Yusut. Aa) yani "O köyün ahalisine sor" anlamındadır.
Eğer, "Bu
açıklamaya göre cealâ fiilindeki tesniyenin hikmeti nedir?" denirse, diz
deriz ki: "Çünkü Hz. Adem'in çocukları erkek ve dişi olarak İki kısım idi.
Binâenaleyh bu tesniyeden maksad, erkek ve dişi çocuklar olup, bunlar iki sınıf
ve iki çeşit oldukları için, bunlardan, bir keresinde "tesniye"
zamiri ile bahsedilmiş, bir başka keresinde de, çoğul lafızla bahsedilmiştir.
Bu da ayetteki, "Onlar neyi eş tutuyorlarsa, Allah onlardan münezzehdir,
yücedir" ifadesidir.
Üçüncü izah: Kabul
edelim ki, "Kendilerine verdiği bu çocuk hakkında O'na eşler tutmaya
başladılar" İfadesindeki cealedeki tesniye zamiri, Hz. Adem ile Havva'ya
râcî olsun. Fakat ne var ki şöyle denilmiştir: Allah Teâlâ o ikisine yaratılışı
düzgün bir çocuk verince, onlar bu çocuğu kayıtsız şartsız Allah'ın hizmetine,
taatına ve O'na kulluğa adamaya azmetmişlerdi. Sonra akıllarına başka bir
düşünce geldi. Binâenaleyh onlar, bu çocuğu bazan dünya işleri ve
menfaatlerinde kullanıyor, bazan da Allah'a hizmet ve taatta bulunmasını
emrediyorlardı. Bu iş, her nekadar bizce Allah'a bir yakınlık ve taat ise de,
iyi kulların (ebrârın) hasenatı, mukarreb (Allah'a çok yakın) kulların seyyiatı
(kötülüğü) sayılır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Onlar neyi eş
tutuyorlarsa, Allah onlardan münezzehdir, yücedir" buyurmuştur. Bu
tabirden meksad, Hz. Peygamber (s.a.s)'den nakledilen şu husustur; O, Cenab-ı
Hak'tan naklederek, bir hadis-i kutside şöyle buyurmuştur:"Ben, şirkten
müstağni'olanların, en bert ve en müstağni olanıyım.. Binâenaleyh, kim bir amel
yapar ve o amelde başkasını bana ortak koşarsa, ben onu, şirki ile başbaşa
bırakırım."[209]
Böylece bu müşkil bertaraf olmuş olur.
Dördüncü izah: Biz,
bahsedilen bu kıssanın doğru olduğunu kabul edelim. Ancak biz diyoruz ki,
onlar, el-Haris diye adlandırılan o şahsın duası sebebiyle, o çocuğun
belâlardan, hastalıklardan ve musibetlerden uzak ve berî olacağına inandıkları
için, o çocuğu Abdu'l-Haris diye isimlendirmişlerdi. Bazan, kendisine lütufta
bulunulan kimse, lütufta bulunan kimsenin kulu, kölesi diye adlandırılabilir..
Nitekim darb-ı meselde, "Ben, kendisinden bir harf öğrendiğim kimsenin
kuluyum" denilir. Ben, bazı faziletli kimselerin kitabının başına
"Bu, falancanın kendisini sevdiği bir kuldur" diye yazdığını gördüm.
Şair de şöyle demiştir:
''Ben muhakkak ki,
nezdimde ikamet ettiği sürece, misafirin kulu kölesiyim.. Benim bundan sonra
da, bir köleye benzemekten başka bir huyum yok."
Buna göre Adem ile
Havva (a.s), o çocuğun, ancak o şahsın duasının bereketi sebebiyle afetlerden
ve belâlardan kurtulmuş olduğuna dikkat çekmek için, o çocuğu Abdu'l-Haris diye
adlandırmışlardır. Bu ise, onun, Allah'ın memlûkü ve mahlûku olması açısından,
O'nun kulu olmasına zarar vermez. Ancak ne var ki biz, ebrârın hasenatının (iyi
kulların iyiliklerinin), mukarreb kulların seyyiesi, hataları mesabesinde
olduğunu söylemiştik. Abd (köle) lafzı, müşterek bir lafız olunca, hiç şüphesiz
Adem (a.s), bu işte sırf "abd"
lafzında meydana gelmiş olan müştereklik sebebine tutunmuştur. Bu ayetin,
tevili ve tefsiri hususunda söyleyeceğimiz şeylerin tamamı budur..
[210]
İkinci mesele bu
ayetin lafızlarını tefsir etme sadedindedir. Bu husuta birkaç bahis
bulunmaktadır:
Birinci bahis: Cenâb-ı
Hak. "O, sizi bir candan yaratan... dır" buyurmuştur. Meşhur olan
görüşe göre, bu ayette geçen "nefs" kelimesiyle, Hz. Adem'in nefsi
kasdedilmiştir. Yine, Cenâb-ı Hak, "bundan da eşini yapan.,."
buyurmuştur. Bu tabirle de Hz. Havva kasdedilmiştir. Bu görüşte olanlar şöyle
demişlerdir: "Hz. Havva'nın, Hz. Adem'in nefsinden yaratılmış olmasının
manası, Allah Teâlâ'nın, Hz. Havva'yı Adem'in kaburgalarının birinden yaratmış
olmasıdır. Bunun hikmeti ise, cinsin, aynı cinse daha fazla meyyal, arzulu ve
istekli olmasıdır. Birbirine bitişmenin illeti, cins birliğidir." Ben
derim ki, bu söz müşkildir.. Zira, Allah Teâlâ, Hz. Adem'i doğrudan doğruya
yaratmaya kadir olduğuna göre bizi, "Allah, Havva'yı. Adem'in cüzlerinin
birinden yarattı..." demeye sevkeden şey nedir? Biz niçin, "Allah Teâlâ,
Havva'yı da doğrudan doğruya yarattı.." demiyoruz.. Hem, insanı tek bir
kemikten yaratmaya kadir olan, onu doğrudan doğruya yaratmaya niçin kadir
olamasın? Yine, "Onun sol kaburgalarının sayısı, sağ kaburgalarının
sayısından noksandır" şeklindeki sözde de, hissin ve tıb biliminin
hilafına olarak, sorgulanmayı gerektirecek bir durum mevcuttur. Geriye şöyle
denilmesi ihtimali kalmıştır:
"Biz bunu söyleyemediğimize göre, o
halde, Hak Teâlâ'nın,
buyruğundaki min harf-i cerriyte kastedilen nedir?" Biz deriz ki: Bir şeye
bazan o şeyin şahsına, bazan da türüne göre işaret edilebildiğini zikretmiştik.
Nitekim, Hz. Peygamber (s.a.s) "Bu, Allah'ın, namazı ancak kendisiyle
kabul edeceği bir abdesttir"[211] buyurmuştur. Halbuki, burada geçen
"abdest" sözüyle, o andaki muayyen ve tek bir abdest kastedilmemiş,
tam aksine bununla tür kastedilmiştir... Ve yine, Hz. Peygamber (s.a.s),
"Bu aşûra günü,
Cenâb-ı Hakk'm, Hz. Musa'yı Firavun'a üstün getirdiği gündür" buyurmuştur.
O halde, ayetten kastedilen mana, "Allah, Hz. Adem'in eşini insan türünden
yaratmıştır" şeklinde olur ki, bunun maksadı, Allah Teâîâ'nın, Hz. Adem'in
eşini de kendisi gibi bir insan yaptığına dikkat çekmektir.
Cenâb-ı Hak
"Vakta ki o, onu örtüp bürüdü" buyurmuştur. Yani, "Hz. Adem, Hz.
Havva ile yatınca..." demektir. Gaseyan kelimesi, erkeğin hanımına
gelmesi, ona yaklaşması demektir.. Kocası hanımının üzerine çıktığında,
"onu bürüdü" denilir. Bu böyledir, çünkü koca, hanımının üzerine
çıktığında, o onu, adeta bürümüş, sarmış gibi olur.. tabiri de bu manadadır. Bu
hal, bürümeye ve insanı bürüyen ve örten elbisenin durumuna benzer bir haldir..
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar sizin için, siz de onlar için birer
libassınız" (Bakara. 187) buyurmuştur.
Alimler "Oda
hafif bir yük yüklendi..." buyruğu ile, Cenâb-ı Hakk'ın, nutfeyi ve meniyi
kasdettiğini söylemişlerdir.. Hâ harfinin fethasıyla hami karında veya ağacın
başında olan şeyi; hâ'nın kesresiyle himl ise, sırtta veya hayvan üzerinde
taşınan şey demektir. ise "o kadın suyu, meniyi, karnında olan şeyi, hafif
bir şekilde taşıyıp gidip gelmiştir..." demektir. Bu ifadeyle, Hz.
Havva'nın, bir ağırlık duymaksızın oturup kalktığı ve hareket ettiği, gidip
geldiği kasdedilmiştir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Yahya İbn Ya'mer,
şeddesiz olarak, fe meret şeklinde; başkaları ise, mirye masdarından olmak
üzere fe mâret şeklinde okumuşlardır ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın. (Necm. 12)
şeklinde olup şeklinde de okunmuştur.
Buna göre, mâret tabirinin manası, "Kadının gönlüne hamile olduğu zannı
düştü ve bu hususta şüphelendi..." şeklindedir. Yani, kadın ağırlık
dönemine girip doğurması yaklaşınca, "Adem ile Havva, Rabierineşu şekilde
dua ettiler: yani, "Ey Rabbimiz. sen bize bizim gibi kusursuz ve hilkati
tam bir çocuk verirsen "hiç şüphesiz biz, senin nimetlerine ve lütuflarma
şükredenlerden oluruz..."
Cenâb-ı Hak "fakat Allah onlara düzgün bir çocuk
verince, kendilerine verdiği bu çocuk hakkında ona eşler tutmaya
başladılar" buyurmuştur. Bu ifadenin tefsiri daha önce uzunca geçmişti.
İbn Kesir, İbn Âmir, Ebu Amr. Hamza, Kisâi ve Asım'ın ravisi Hafs, çoğul
sîgasıyia, şürekâ, Nâfi ve Asımın (diğer) ravisi Ebu Bekr, şin harfinin kesresi
ve kâfin tenvini ile, sirken şeklinde okumuşlardır. Bu takdirinde olup, yine
çoğul olarak "şerikler" manasına gelir. Yahut da bunun manasının,
"onlar çocuk hususunda Allah'a şirk koşma yolunu icad ettiler"
şeklinde olduğu söylenebilir. Bu kelimeyi, çoğul'olarak okuyanların "Yoksa
Allah'a, yaratan ortaklar mı buldular" (Rad. ıej ayetidir. Cenâb-ı Allah
bu ayatteki "şürekâ" (ortaklar) kelimesi ile İblis'i kastetmiştir.
Çünkü İblis'e itaat eden, aynı zamanda bütün şeytanlara itaat etmiş olur. Bu,
bu ayeti yaygın kıssaya göre tefsir ettiğimizde, yapılabilecek bir izahtır. Ama
böyle bir kıssayı kabul etmediğimiz takdirde, bu şekilde i2aha ihtiyaç yoktur.
Allah en iyi bilendir.
[212]
"Kendileri
yaratılmış oldukları halde, hiç bir şeyi yaratamayanları, Allah'a şirk mi
koşuyorlar? Halbuki bunlar, onlara hiçbir surette yardım edemeyecekleri gibi,
kendilerine bile yardım edemezler. Eğer bunları hidayete çağırırsanız, size
uymazlar. Onları hidayete ha çağırmışsınız, ha susmuşsunuz, sizin için aynıdır.
Ey kâfirler, Allah'ı bırakıp taptığınız şeyler de sizin gibi kullardır. Eğer
sâdık iseniz, haydi onları çağırın da size icabet etsinler" (A'rtf.
191-194).
Bil ki bu ayet, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onlar neyi es tutuyorlarsa Allah onlardan münezzehtir,
yücedir" (A'rat, ısoı buyruğu ile anlatılan o iblis kıssasının
kastedilmediğine delâlet eden en güçlü delillerden birisidir. Çünkü eğer,
Allah'ın muradı bu olsaydı, o zaman bu, önceki ayetlerden tamamen ayrı ve
alâkasız bir ayet olmuş olurdu. Bu ise, ayetler arasındaki nazım ve tertipde,
büyük bir bozukluk olduğunu iddia etmek olur. Aksine, diğer cevaplarda da
zikrettiğimiz gibi, bu ayetin maksadı, putperestlere bir reddir. Ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[213]
Bu ayetin maksadı,
putların ilah olamayacaklarına delil getirmektir. O
halde ayetteki, "Kendileri yaratılmış
oldukları halde,
hiçbir şeyi yaratamayanları, Allaha şirk mi koşuyorlar?" buyruğu
"Onlar, kendileri mahluk olup, hicbirşeyi yaratmaya kadir olamayan o
putlara mı ibadet ediyorlar?" demektir. Buna göre eğer, "Cenâb-ı
Allah, niçin ayette birinci fiili, yahluku (yarattı) şeklinde müfred;
ikincisini yuhlekûn (yaratılmışlar) şeklinde cemi olarak getirmiştir? Hem sonra
Cenâb-ı Mak nasıl, insanların dışında bir varlık grubu için, cemî müzekker
sîgasını kullanmıştır?" denilirse, birincisine şu şekilde cevap
verebiliriz: Ma edatı, hem müfred, hem tesniye {iki), hem de çoğul için
kullanılır. Binâenaleyh bu edat lafzı itibarı ile müfred, manası itibarıyla
cemî olan lafızlardandır. Böylece Allah Teâlâ her iki yönü de nazar-ı dikkate
alarak, lafzın zahiri itibarı ile, yahluk şeklinde müfred; manası itibarı ile
de, yuhlekûn şeklinde cemî fiil getirmiştir.
İkinci soruya da şöyle
cevap verebiliriz: "O putlara tapanlar, putların akıllı olduklarına ve iyi
ile kötüyü birbirinden ayırdedebildikterine inandıkları için, onların inanç ve
zanlarına gör fiil, bu sığayla getirilmiştir. Hak Teâlâ'nın şu ayetleri bunun
benzeridir: "Hepsi de birer felekte yüzerler" {Yasin, 40)
"Rüyamda güneşi ve ayı, bana secde eder gördüm" (Yusuf. 4) ve
"£y karıncalar, yuvalarınıza girin" (Nemi. i8).
[214]
Cenâb-ı Hak,
"Kendileri yaratılmış olduğu halde, hiçbir şeyi yaratamayanları, Allah'a
şirk mi koşuyorlar?"
buyurmuştur.
Alimlerimiz bu ayetle, kulun, yaratıcı ve kendi fiillerinin halikı olmadığına
istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Çünkü Allah Teâlâ, o putların
hiçbirşey yaratamamaları sebebi ile, ilah olamayacaklarını bildirmiştir. Bu söz
ancak, eğer biz, "Onların birşeyi yaratmış olmaları farzedildiğinde, ilah
olmaları hususu tenkid edilemez" dersek, tam ve doğru olmuş olur. Bu söz
ise, yaratıcı olan her varlığın ilah olmasını gerektirir. Binâenaleyh eğer kul,
fiillerinin yaratıcısı olmuş olsaydı, bir ilah olmuş oiurdu. Bu, bâtıl olduğuna
göre, kulun kendi fiillerinin yaratıcısı olmadığını anlıyoruz."
Cenab-ı Allah, "Halbuki bunlar, onlara hiçbir surette yardım edemezler"
ifadesi ile, "O putlar, kendilerine tapanlara yardım edemezler ve
kendilerine isyan edenlerden de intikam alamazlar" manasını murad
etmiştir. "Nasr", birisine, düşmanına karşı yardım etmek demektir.
Buna göre ayetin manası, "kendisine tapılan şeyin, fayda vermeye ve
zararları defetmeye kadir olması gerekir. Halbuki bu putlar böyle değildir. O
halde, aklı olan insanın onlara tapması nasıl uygun düşer ve yakışır?"
şeklindedir.
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Onlar kendilerine bile yardım edemezler" buyurmuştur.
"Onlar, kendilerine gelen bir kötülüğü bile gideremezler. Mesela onları
kırmak isteyen bir insana engel olamazlar" demektir.
Cenâb-ı Hak, daha
sonra da, "Eğer bunlan hidayete çağırırsanız, size uymazlar"
buyurmuştur. Bil ki Allah Teâlâ önceki ayet ile, o putların hiçbirşeye kadir olmadıklarını tsbat
edince, bu ayette
de, onların hiçbirşey bilmediklerini beyân buyurmuştur.
Buna göre mana, "Müşriklerin taptığı o putların, fayda ve zarar verici
olmadıkları, hallerinden anlaşıldığı gibi, hayra çağırıldıklarında, hayra
uyamıyacaklan da görülür. Kendisine hitab eden kimsenin durumunu, hitab edip
seslenmeyenden ayıramazlar" şeklindedir.
Allah Teâlâ, daha
sonra bu sözünü "Onİarı hidayete ha
çağırmışsınız, ha susmuşsunuz, sizin için aynıdır" buyurarak te'kid
etmiştir. Bu ifade, tıpkı "Onlan inzar etsen de, onlarca bir, etmesen
de" (Bakara, e> ayeti gibidir. Biz bu husustaki gerekli izahı, o ayette
vermiştik. Fakat, onunla bunun farkı şudur: Orada fiil, fiil üzerine
atfedilmiş; burada ise isim cümlesi, fiil cümlesi özerine atfedilmiştir. Çünkü fiil cümlesi,ifadesi ise isim cümlesidir.
Bil ki isim cümlesini,
fiil cümlesine atfetmenin ancak bir hikmet ve incelikten dolayı caiz olduğu
sabittir. Bu incelik şudur: Fiil sîgası, teceddüdü (o fiilin tekrar tekrar
olduğunu) gösterir. İsim sîgası ise, devamı, sebat ve sürekliliği gösterir.
Bunu iyice anladığında biz deriz ki: "O müşrikler bir üzüntü ve sıkıntıya
düştüklerinde, putlarına yalvarıp yakarırlardı. Fakat başlarına böyle birşey
gelmediğinde susar, birşey söylemezlerdi. İşte bundan ötürü onlara, "sizin
o putlara dua etmeniz ile devamlı susmanız (dua etmemeniz) arasında bir fark
yoktur" denilmiştir. İşte bu atfın inceliği budur.
Allah Teâlâ, daha
sonra da, o putların ilah olamayacaklarını te'kid ederek şöyle Duyurmuştur:
"Ey kâfirler Allah'ı bırakıp taptığınız şeyler de sizin gibi
kullardır." Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Onlar cansız varlıklar
oldukları halde, artık nasıl olur da "kul" diye tavsif edilebilirler?
Buna birkaç yönden
cevap verilebilir:
1)
Müşrikler, o putların fayda ve zarar
verebileceklerini iddia edince, onların autlarının akıllı ve anlayışlı
olduklarına da inanmaktadırlar. İşte bundan dolayı, bu gibi kelimeler, onların
inançlarına ve zanlarına uyun olarak kullanılmıştır. Cenâb-ı Hak işte bundan
dolayı, İ>J ^y^^* i**j*'*û "Haydi onları çağırın da size icabet
etsinler" buyururak, cemi müzekker sigası kullanmış, ama jİ^E* ji
dememiştir. Yine burada ellezine lafzını
kullanmış, bunun müennesi
olan elleti şeklini kullanmamıştır.
2)
Putlar hakkında, "kullardır"
şeklindeki, bu asılsız söz (lağv), onlarla istihza etme sadedinde
zikredilmiştir. Yani, "Onların olabilecekleri en ileri şey, onların akıllı
canlılar olmalarıdır.. Binâenaleyh, eğer bu husus onlar hakkında
söylenebilirse, onlar yine de sizin gibi kuldurlar... Dolayısiyle onların sizden
bir üstünlükleri bulunmamaktadır. O halde, daha nasıl siz kendinizi onların
kulu; onları da, kendinizin Rableri ve ilahları addedebiliyorsunuz?"
demektir. Sonra Allah Teâlâ, onların, sizin gibi kullar olmaları hususunu da
geçersiz kılarak, "Onların yürüyecekleri ayaklan mı... var?" (A'rtf.
195) buyurmuştur. Sonra, Cenâb-ı Hak, açıklamasını, "Haydi onları çağırın
da size icabet etsinler" buyruğu ile tekîd etmiştir. Bu çağırma işi,
onlardan bir menfaat temin edebilmek ye onlar vasıtasıyla, gelebilecek zararları
önlemek, gidermektir.. Cenâb-ı Hakk'ın, emrindeki lâm, ta'cîz (acze düşürme)
manasında olan bir emir lamıdır. Buna göre mâna, "Her insana, o putların
icabet etmeye kadir olamadıkları belli olunca, onların, ibadet edilmeye
müstehak olmadıkları da ortaya çıkar ve belli olur" şeklindedir. Bunun bir
benzeri ifade de, Hz. İbrahim'in babasına, "Ey babacığım, işitmez, görmez,
sana hiçbir faidesi olmaz şeylere neye tapıyorsun?" (Meryem, 42)
demesidir.
Cenâb-ı Hak "Eğer
sadık iseniz" buyurmuştur. Yani, "o putların birer ilah ve ibadete
müstehak olduklarını iddia hususunda doğru iseniz..." demektir. Bu üç
yakînî ve kesin delil ile, o putların ibadete müstehak olmadıkları ortaya
çıkınca, insanın, onlara iltifat etmemesi ve sadece Kadir, Alîm, Hayy, Hakîm,
zarar verici olan, fayda sağlayan İlâh'a, Allah'a ibadet etmekle meşgul olması
gerekir...
[215]
"Onların
yürüyecekleri ayaklan mı, yoksa tutacaklan elleri mi, yahud görecekleri gözleri
mi, yoksa işitecekleri kulaktan mı var?
De ki: "Çağırın ortaklarınızı,
sonra bana istediğiniz tuzağı kurun da şöyle bir göz bile açtırmayın bana"
(A'rflf, 195).
Bil ki bu, aklı olan
insanın, bu putlara ibadet etmekle meşgul olmasının çirkin ve adiliğini beyan
hususunda bir başka çeşit delildir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Allah
Teâlâ, bu ayette dört uzuvdan bahsetmiştir. Bunlar ayaklar, eller, gözler ve
kulaklardır. Hiç şüphesiz ki bu uzuvların herbirinde. kendisine uygun olan
hareket etme ve idrâk etme kuvvetleri mevcut olduğu zaman, böylesi kuvvetlerden
mahrum olanlardan daha üstün olur.. Binâenaleyh, yürüyebilen bir ayak,
yakalayabilen, tutabilen bir el, hareket ve hayat kuvvetinden uzak olan elden
ve ayaktan; gören bir göz, işiten bir kulak da, görme, işitme ve hayat
kuvvetinden uzak olan gözden ve kulaktan daha üstündür...
Bunun böyle olduğu
sabit olunca, insanın pekçok yönden o putlardan daha üstün olduğu ortaya
çıkar.. Hatta, insanın üstünlüğünün o putların üstünlüğüne nisbet edilmesi,
kesinlikle mümkün değildir.. Durum böyle olunca, en üstün, en mükemmel ve en
kıymetli olanın, ne menfaat temininde, ne de zararı defetme hususunda hiçbir
his ve duyarlılığı bulunmayan en aşağı ve en adi şeylere ibadetle meşgul olması
nasıl uygun düşer? Cenâb-ı Hakk'ın bu ayette zikretmiş olduğu delilin izahı
sadedinde söyleyebileceğimiz budur.
[216]
Müşebbihe'den bazı
kimseler, Allah'ın uzuvları bulunduğunu isbat için, bu ayete tutunup, kendileri
için bir izah tarzı ortaya koyarak şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ, bu
putların uzuvlarının bulunmayışını, onların ilâh olmadıklarının delili
saymıştır. Binâenaleyh, şayet bu uzuvlar, Allah için söz konusu olmayıp
buiunmasaydı, onların Allah'da olmayışı, O'nun ilâh olmadığına delil olurdu..
Halbuki, Allah'ın ilah olmadığı bâtıldır. Şu halde, Allah'ın böylesi
uzuvlarının bulunduğunu söylemek gerekir.."
Müşebbihenin bu
iddiasına, şu iki bakımdan cevap verebiliriz:
1) Bu ayetin
maksadı, insanın puttan daha üstün olduğunu beyân etmektir. Zira insanın,
yürüyen bir ayağı, yakalayan bir eli, gören bir gözü ve işiten bir kulağı
vardır.. Halbuki putun ayaklan yürümez; eli yakalayamaz; gözü görmez ve kulağı
duymaz, işitmez... Durum böyle olunca, insan, puttan daha üstün ve daha
mükemmel olmuş olur. Halbuki, daha üstün ve daha mükemmelin, adi ve değersiz
oiana ibadetle meşgul olması bir cehalettir.. Şu halde, bu sözün
zikredilmesinden maksat, budur; yoksa o cahillerin vehimlerinin takılıp kaldığı
husus değildir...
2) Bu ayetin
maksadı, bu ayetten önce geçmiş olan delili izah etmektir. Bu delil de, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Halbuki bunlar o
(tapanlara) hiçbir suretle
yardım edemeyecekleri gibi, kendi kendilerine bile yardım edemezler"
(Araf, 192) ayetinin ifade ettiği husustur. Yani, "Bir fayda temin
edemeyip, bir zararı da savuşturamayan şeylere ibadet etmek nasıl güzel
olur?.." demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu delili, o putların, "yürüyen ayakları, tutup yakalayan elleri,
gören gözleri ve işiten kulakları yoktur!.." diyerek, iyice açıklamış ve
ortaya koymuştur. Durum böyle olduğuna göre, o putlar fayda temin etmeye ve
zarar vermeye kadir olamazlar. Binâenaleyh, onların ilâh olmaları imkânsızdır.
Ama, âlemin ilâhı olan Allah Teâlâ hazretlerine gelince, O, her ne kadar bu tür
uzuv ve organlardan münezzeh ise de, ancak ne var ki, fayda temin etme ve zarar
verme hususunda en mükemmel kudret ile tavsif edilmiştir. Yine O, en mükemmel
duyma ve en mükemmel görme ile mevsuftur. Dolayısiyle bu iki durum arasındaki
fark ortaya çıkmış olur.
Cenâb-ı Hakk'ın
"De ki: "Çağırın ortaklarınızı, sonra bana istediğiniz tuzağı
kurun..." buyruğuna gelince, Hasan el-Basrîşöyle der: "O müşrikler
Hz. Peygamber (s.a.s)'i, kendi ilahları ve putlartyla tehdit edip duruyorlardı.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Sizin için, o putların bana hiçbir surette
zarar veremiyecekleri zuhur edip belli olsun diye, ey habibim, "De ki:
"Çağırın ortaklarınızı, sonra bana istediğiniz tuzağı kurun.."
buyurmuştur.
Nâfi ve Ebu Amr, ya
ile olmak üzere diğer kıraat imamları ise yâ'sız olarak şeklinde okumuşlardır.
Aynı okuyuş şeklilleri, ifadesi hakkında da söz konusudur.. Vahidî şöyle
demektedir: "Bu husustaki hüküm şudur: Fasılalar (ayet sonları),
kafiyelere benzerler. Araplar, kâfiyelerdeki yâ harflerini hazfederler. Bu,
şairin tıpkı:
sözünde olduğu
gibidir. Yâ harfini okuyanlara gelince, onlar aslolan yâ iie okumak olduğu için
okumuşlardır. ifadesinin manası ile, "Bana süre tanımayınız; gerek siz,
gerekse ortaklarınız, bana tuzak kurma hususunda acele ediniz.."
şeklindedir...
[217]
"Çünkü benim
velîm, o kitabı indiren Allah'dtr ve O, bütün salihlere de velilik ediyor.
Sizin, O'nu bırakıp taptıklarınızın ise sizin imdadınıza yetişmeye güçleri
yetmediği gibi kendilerine bile faydası dokunmaz.. Eğer onları doğru yolu
göstermeye çağırsanız. duymazlar. Onları sana bakar görürsün. Halbuki onlar
görmezler" (A'râf, 196-198).
Bii ki Cenâb-ı Hak,
önceki ayetlerde, bu putların faydalı ve zararlı otamıyacaklarını beyan edince,
bu ayet ile de, her aklı olan İnsanın, Allah'a ibadet etmesinin farz olduğunu
beyân buyurmuştur. Çünkü O, gerek dini, gerekse dünyevî faydaları sağlamayı
üzerine almış olan yegâne zâttır. Onun, dinî faydaları temin etmeyi üzerine
alması, kitaplar indirmesi
ile olmuştur. Dünyevî menfaatleri sağlamast ise 'Ve O. bütün salihlere de
velilik ediyor..." buyruğu ile murad edilen husustur. Bu ifade ile ilgili
birkaç mesele vardır:
[218]
Vahidî (r.h) şöyle
demektedir: "Kıraat imamları ifâdesini, üç yâ ile okumuşlardır. Birinci,
J-«i kalıbının yasıdır ki, bu yâ, sakindir; ikinci yâ, fiilin sonundaki yâ
harfi olup, bunun harekesi meksûrdur. Ve, birinci yâ, bu ikinci yâ'ya idğam
edilerek, şeddeli yâ halini almıştır. Üçüncüsü ise, izafet yâ'sıdır. Ebû Amr'ın
şeddeli yâ ile şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir. Bu okuyuşun izahı
şöyledir: Bu okuyuşa göre J-rf kalıbının lâmu'l-fiilindeki yâ harfi
düşürülmüştür. Bu tıpkı, Arapların, ifadesinde lâmu'l-fiilinin hazfedilmesi
gibidir. Daha sonra, faîl kalıbındaki yâ, izafet yâ'sına idğâm edilerek
deilmiştir. Bu fetha, izafet yâ'sının fethasıdır. Diğer kıraat imamlarına
gelince, onlar üç yâ harfinin bir arada bulunmasını uygun görmüşlerdir. Allah
en iyisini bilendir.
[219]
'tedennin manası,
"Beni korumayı ve bana yardım etmeyi üzerine alan, dinî konularda faydalı
ve çok büyük olan bu ilimleri içine alan kitabı indiren, Salîh kimselere de
yardım etmeyi üzerine alan kimsedir,. Binâenaleyh, salih kimselere, düşman olan
kimselerin düşmanlığı zarar veremez" şeklindedir. Bu hususta Cenâb-ı Hak,
müşriklerin tuzaklarının o peygambere zarar veremiyeceği hususunu da teminat
altına almıştır.. Ömer İbn Abdilazİz'in, çocukları için herhangi bir şey
biriktirmediğini duydum.. Bu konu kendisine sorulduğunda o, şöyte cevap
vermiştir: "Benim çocuğum, ya salihlerden olur, ya da günahkârlardan..
Eğer o sâlih kimselerden olursa, onun velîsi Allah'dır.. Dostu Atlah olan
kimsenin ise, benim malıma ihtiyacı yoktur.. Eğer o günahkârlardan ise, hiç
şüphesiz Cenâb-ı Hak, "suçlulara asla arka olmam" buyurmuştur.
Cenâb-ı Hakk'ın reddettiği kimselerin işlerini ıslâh etmekle "Sizin, O'nu
(Allah'ı) bırakıp taptıklarınızın ise sizin imdadınıza yetişmeye güçleri
yetmediği gibi kendilerine bile faydaları dokunmaz..." buyruğu hususunda
şu iki görüş ileri sürülmüştür:
Birinci görüş: Bundan
maksad, putları böylesi sıfatlarla tavsif etmektir.
Buna göre şayet onlar,
"Bu hususlar, önceki ayetlerde de ele alınmıştı; o halde, bunları
tekrarlamanın faydası nedir?" derlerse, biz deriz ki:
Vahidî, bu hususta
şöyle demektedir: "Bu vasıflar tekrarlanmıştır; zira, önceki ayetlerde
bunlar azarlanmak üslûbunda zikredilmiştir.. Halbuki burada ise, kendisine
ibadet etmek caiz olanla, olmayanın arasını ayırmak için zikredilmiştir.. Buna
göre sanki, "ibadete müstehak olanın, salihierin işlerini üzerine alması
gerekir. Halbuki bu putlar, böyle değildir. Öyleyse bu putlar ilâh olamazlar.."
denilmek istenmiştir."
İkinci görüş:
Bahsedilen bu haller, Allah'dan başkasına tapan o müşriklerin sıfatlarıdır.
Yani, "kâfirler, Hz. Peygamber ve ashabını tehdit edip duruyorlardı. Bunun
üzerine Cenâb-ı Hak, "Onlar hiçbir şeye kadir olamazlar. Aksine onlar, cehalet
ve ahmaklıkta öylesi bir dereceye varmışlardır ki, şayet sen onları hakka davet
edecek olsan, onlara aklî ve nakli delillerin en kuvvetlisini izhar edecek
olsan, onlar akıllarıyla kesinlikle bu hususu bilip anlayamazlar"
buyurmuştur.
Buna göre şayet, "Müşriklerden
bahsedilmedi. Burada bahsedilen putlardır. Binâenaleyh bu söylenen şey nasıl
doğru olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Müşriklerden Hak Teâlâ'nın
"De ki: "Çağırın ortaklarınızı, sonra bana istediğiniz tuzağı
kurun" buyruğunda bahsedilmişti.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onları sana bakar görürsün. Halbuki onlar, görmezler,.. "ifadesine
gelince, biz eğer bu ayette bahsedilen sıfatların puflarla ilgili olduğunu
söylersek, şöyle deriz: "Putların, bakabilen varlıklar olmalarından murad,
onların yüzlerinin, kendilerine tapanlara doğru olmasıdır. Bu Arapların,
"yüz-yüze" "karşılıklı" manasında kullandıkları
"Birbirine bakan iki dağ" tabirleri gibidir. Yok eğer ayette geçen
sıfatların müşriklerle ilgili olduğunu söylersek, o zaman bunun manası:
"Onlar, her nekadar diğer insanlara bakıp görüyorlar ise de, hakdan
alabildiğine yüz çevirip kaçmaları sebebi ile, bu görme ve bakmadan istifade
edememişlerdir. Binâenaleyh onlar sanki kördürler" şeklinde olur. Bu ayet,
nazar (bakma) ile ru'yetin (görmenin) birbirinden farklı şeyler olduğunu
delâlet eder. Çünkü Allah Teâlâ onlar için bakmanın sözkonusu olduğunu, ama
görmenin sözkonusu olmadığını bildirmiştir. Bu, o iki fiilin birbirinden farktı
olduğunu gösterir.
Bu istidlale şöyle
denilerek cevap verilmiştir: "Bu ayetin manast "Sen, onların sana
baktıklarını zannedersin. Halbuki onlar, aslında bakamazlar." Yani,
"Onların seni göremeyecek olmalarına rağmen, onların sana baktıklarını
zannedersin" şeklindedir. Ru'yet (görme) kelimesi bazan, "zannetme"
manasında kullanılır. Nitekim Allah Teâlâ, "insanları Kıyamet koptuğunda
sarhoş görürsün (yani zannedersin). Halbuki onlar sarhoş değildirler"
(Hacc. 2) buyurmuştur.
[220]
"Sen
"aff" yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir" (Araf,
199).
Bil ki Allah Teâlâ,
önceki ayette, kendisinin salih kullarının işlerini üzerine aldığını ve putlar
ile putperestlerin, eziyete ve zarara kadir olamayacaklarını beyan buyurunca,
bu ayette de, insanlara karşt davranışta, en güzel ve en doğru yolun ne
olduğunu açıklamak üzere: "Sen ''aff" yolunu tut, iyiliği emret"
buyurmuştur. Dilciler, "Af", "fazla olan ve kolaylıkta,
külfetsiz olarak verilen şey" manasınadır" demişlerdir. Bunu
anladığında deriz ki: İnsanlardan tastamam ödenmesi istenen ve onlardan alınan
haklar hususunda, müsamahalı davranmak, bunlara fazla önem vermeyip aldırmazlık
etmez hem caizdir, hem de değildir.
Birinci kısım,
ayetteki, "Sen aff yolunu tut" emri ile kastedilendir. Bu ifadenin
içine, mali haklarla ilgili herşeyde, şiddeti bırakma girer. Yine buna,
insanlarla iyi geçinme, kabalığı ve geçimsizliği bırakma da girer. Nitekim
Cenâb-ı Allah "Eğer bilfarz kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar
etrafından herhalde dağılıp giderlerdi" (ah imran. 159) buyurmuştur.
İnsanları hak dine yumuşaklıkla ve güzellikle davet etme de, buna dâhildir.
Nitekim Cenâb-t Hak, "Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et.
Onlarla mücadeleni en güzel yol hangisi ise, onunla yap" (Nam. ıasj
buyurmuştur.
İkinci kısım,
ayetteki, "İyiliği, marufu emret"buyruğu ile kastedilendir. Örf,
arife, ma'rûf, mutlaka yapılmasının gerekli, varlığı yokluğundan daha hayırlı
olduğu bilinen herşeydir. Bu böyledir. Çünkü bu kısımda, sadece "af"
(müsamaha) yolunu tutma ile yetinilip, maruf (iyilik) emredilmez ve durumun
hakikati ortaya konmaz ise, o zaman bu, dini değiştirme ve hakkı bâtıla çıkarma
hususunda bir gayret gösterme gibi olur ki bu caiz değildir. Hem sonra bir
insan, marufu emir ve teşvik edip, münkerden nehyedip, ondan sakındırdığında
bile, çoğu kez bazı cahiller ona eziyet vermeye yellenirler ve bunu yaparlar.
İşte bu sebebten ötürü, Cenâb-ı Hak, ayetin sonunda, "Cahillerden yüz
çevir" buyurmuştur. Bir başka ayette, "Onlar, boş ve kötü lakırdıya
rastladıkları vakit, şerefli olarak geçip giderler" (Furkan. 72) buyurmuştur.
Bir diğer ayetinde, "Onlar boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler"
(Mu'minûn, 3) buyurmuştur. Cennetliklerden bahsederken de, "Onlar orada ne
boş bir laf. ne de günaha sokacak birşey işitmezler" (vakıa,
25)buyurumuştur. Aklın bu taksimatı iyice anladığı zaman, bu ayetin, insanların
biribiriyle muâmeleleriyle ilgili, güzel ahlâkı ihtiva ettiğini anlamış
olursun.
İkrime şöyle der:
"Bu ayet nazil olunca, Hz. Peygamber (s.a.s): "Ey Cebrail bu
nedir?" dedi. Cebrail (a.s) de: "Ey Muhammed, Rabbin, "Bu senin,
senden ilgisini kesen kimselerle ilgi kurman, sana vermeyene vermen ve sana
zulmeden kimseyi affetmendir" diyor" dedi."
İlim ehli şöyle
demişlerdir: "Cebrail (a.s)'in yapmış olduğu bu tefsir, ayetin lafzına
uygundur. Çünkü seninle ilgisini kesen kimse ile ilgi kurduğunda, onu affetmiş
olursun. Yine sana vermeyene verdiğinde, maruf (iyi) olanı yapmış olursun. Sana
zulmeden kimseyi affettiğinde de, cahillerden yüz çevirmiş olursun."
Cafer-i Sadık (r.a.)
şöyle der: "Kur'an'da, güzel ahlâkı bu ayetten daha fazla toplayan başka
bir ayet yoktur."
Bazı müfessirler, bu
ayeti bir başka şekilde tefsir ederek şöyle demişlerdir: "Sen, aff
(yolunu) tut, iyiliği (marufu) emret'' ayetinin manası, "Onların,
mallarından verdikleri şeyi al." Yani "Onların mallarının fazlası
olarak verdikleri şeyi al, daha fazlasını isteme" şeklindedir. O
müfessirler şöyle devam etmişlerdir: "Zekât henüz farz kılınmazdan önce
hüküm böyle idi. Ama ne zaman ki zekatın farz olduğunu bildiren ayet nazil
oldu, o zaman "iyiliği emret" kısmı hariç, bu ayet neshedilmiş oldu.
Bu "Hak dini ortaya koymak ve delillerini göstermek suretiyle maruf (iyi)
olanı emret" demektir." Bu müfessirlere göre, ayetteki,
"cahillerden yüz çevir" kısmı da (seyf) cihad ayetleri ile
neshedilmiştir. Onların bu izahına göre, ayetteki, "iyiliği emret"
ktsmı hariç, bütün ayet mensûhtur.
Bil ki, ayetteki
"sen aff yolunu tut" ifadesini, bahsedilen manaya almak, mutlak
(kayıtsız-şartsız) olan bir ifâdeyi, herhangi bir delil olmaksızın takyid etmek
kayıtlamak demektir. Hem sonra biz, ayeti "zekat verme" manasına
hamlettiğimizde, belirli miktarı ile zekâtın îfası bu ayete ters düşmez. Çünkü
zekatı toolavan kimselerin, insanların mallarının en iyilerini almamaları ve
âmirin, zekat verene bu hususta zor kullanmaması emredilmiştir. Binaenaleyh,
zekatın farz kılınması, bu ayetin neshedtlmesine sebep olmaz.
Ayetteki,
"Cahillerden yüz çevir" emrinden maksad Hz. Peygamber (s.a.s)'e, o
kâfirlerin kötü huylarına karşı sabırlı olmasını ve onların çarpık sözleri ile
düşük fiillerine, aynı şekilde karşılık vermemesini emretmek olup, bu ifadede,
onlarla savaşma hususuna delâlet eden birşey yoktur. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.s)'e. müşriklerle savaşması emredildiği halde, cahillerden yüz
çevirmesinin de emredilmiş olması imkansız değildir. Zira bu, tezad teşkil edecek
bir durum değildir. Çünkü Şâri-i Hakîm olan Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların
sefihliklerine (cahilce davranışlarına), aynı şekilde karşılık verme, ama
onlarla savaş" demiş olması mümkündür. Bu iki şeyin arasını birleştirmek
mümkün olduğuna göre, bu ifâdenin mensüh olması gerektiğini söylemeye ihtiyaç
yoktur. Fakat ne yapalım ki, sathî müfessirler bir zaruret ve ihtiyaç olmadığı
halde, nâsih ve mensûh ayetlerin sayısını çok göstermeye nedense pek
meraklıdırlar.
[221]
"Eğer şeytandan
bir fit gelip seni dürterse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, hakkıyla işiten,
hakkıyla bilendir" (A'raf, 200).
Bu ifade ile ilgili
birkaç mesele vardır:
[222]
Ebu Zeyd şöyle
demiştir: "Cahillerden yüz çevir" ayeti nazil olduğunda, Hz.
Peygamber (s.a.s), "Öfkenin elinden kurtuluş ne mümkün!" deyince, bu
ayet nazil oldu."
[223]
Bil ki şeytanın fiti,
onun verdiği vesvese ve insanlara günahları süslü püslü göstererek, kalblerinde
günaha teşvik
etmesidir. Ebu Zeyd'in
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Arapça'da, birisi bir topluluğun arasını
bozduğu zaman, "kavmin arasına (fitne) soktum" derdi. Nez
kelimesinin, rahatsız etmek manasına geldiği ve ekseriya öfke sırasında vaki
olduğu söylenmiştir. Bunun asıl manası, "Kötülüğe doğru gitmeye zorlamak"tır.
Sözün izahı şöyledir: Allah Teâlâ, Resulüne emr-i marufu farz kılıp, bu iş
yapıldığında cahilce davranışlarla karşılaşma olabileceğinden, bu cahilce
işlere sükût ile karşılık vermeyi de emrederek, "cahillerden yüz
çevir" buyurmuştur. Akılsızın, akılsızca bir işe yöneldiğinde, kin ve
öfkelerin harekete geçeceği, insanın selâmette kalamıyacağı ve o esnada
şeytanın kendisini uygun olmayacak davranışlara sevketmeye çabaladığı malum
olduğu için, Cenâb-ı Hak, işte böyle bir neticeyi tedavi edecek hususu
belirterek, "Hemen Allah'a sığın" buyurdu. Sığınmanın (isti'âzenin)
manasının ne olduğu konusu, Tefsirimizin başlarında tafsilatlı bir biçimde
geçmişti.
[224]
Peygamberlerin
"ismet" (masum, günahsız) oluşlarını kabul etmeyen kimseler, bu ayeti
delil getirerek şöyle demişlerdir: "Eğer Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir
günaha yeltenmesi ve onu yapması mümkin (caiz) olmasaydı, Hak Teâlâ ona,
"Eğer şeytandan bir fit gelip seni dürterse, hemen Allah'a sığın"
demezdi."
Buna birkaç yönden
cevap verilir:
1) Bu sözün
neticesi, Hak Teâlâ'nın, Hz. Peygamber (s.a.sVe, "Eğer kalbinde şeytandan
bir fit (vesvese) has.l olursa..." demesine varır. Bu t.pk., 'Eğer, faraza
müşrik olacak olursan, celâlim hakkı için, bütün amellerin boşa gider (Zümer. es» ayetinde olduğu gibidir. Bu
ayet, Hz. Peygamber (s.a.s)'in müşrik olab.leceg.n. göstermez. Yine Cenâb-ı
Hak, "Eğer göklerde ve yerde Allah dan başka tanrılar olsaydı, onlann
ikisi de muhakkak ki harab olup gitmişti" buyurmuştur. Halbuki bu ayet,
yerde ve gökte başka tanrıların bulunduğunu göstermez.
2)
Farzedelim ki şeytan, Hz. Peygamber (s.a.s)'e vesvese veriyor. Fakat bu O'nun
ismetine (günahsız oluşuna) zarar vermez. Bu, ancak Hz. Peygamber (s.a.s in
şeytanın vesvesesini kabul edip benimsemesi halinde, O'nun ismetini zedeler.
Halbuki ayet, onun vesveseyi benimsediğini göstermemektedir.
Sa'bî'nin şöyle dediği
rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s): "Her insanla birlikte
mutlaka bir şeytan vardır" buyurdu. Bunun üzerine ashab: "Seninle de
mı? dediler. Hz. Peygamber {s.a.s) "(Evet), benimle de... ile onun
şerrinden salim ve uzak kaldım. Andolsun ki o bana 9fjğınde^ onun boöazım
sıktım Eğer Süleyman (a.s)'in duası olmasaydı, mescıd de bırakıhr (sız
dünüz)" buyurdu. Bu, şeytanın, Hz. Peygamber (.....) vesvesede bulunduğuna
delâlet eder gibidir. Yine Cenâb-ı Hak, "Biz, senden evvel hiçbir resul m
nebîgöndermedik ki, o birşey arzu ettiği zaman şeytan onun dilediği hakkında
mutlaka bir fitne ortaya atmış olmasın"[225] (Hacc. 52} buyurmuştur.
3) Farzet ki
biz, şeytanın vesvese verdiğini ve Hz. Peygamber (s.a.s)'in de onun
.esvesesinin tesirinde kaldığını kabul edelim. Fakat biz, bunu terk-i evlâ,
yani daha jygun ve iyiyi bırakma manasında alırız. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.s) "Benim kalbim de dumanlanır.. Ben de gece gündüz Allah'a yetmiş
defa istiğfar ediyorum"[226]
buyurmuştur.
[227]
Bu durumda Allah'a
sığınmak, insanın, Allah'ın kendisi üzerindeki nimetlerinin büyüklüğünü ve
O'nun ikabınm
çetin olduğunu
hatırlaması, bu iki şeyin de o insanı nefsinin zorladığı şeyden yüz çevirmeye
ve şeriatın emrine yönelmeye sevketmesidir.
[228]
Bu, her nekadar Hz.
Peygamber (s.a.s)'e yöneltilmiş bir hitab ise de, bütün mükellefler için, genel
bir derstir. Çünkü bahsettiğimiz şekilde Allah'a sığınmak, şeytanın vesveselerinin
tesirine mani olacak bir lütuftur. İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Allah,
"Haydi Kur’an okuduğun zaman, o koğulmuş şeytandan Allah a sığın. Hakikat
şudur ki r.an edenler ve Rablerine güvenip dayananlar üzerinde onun hiçbir
hakimiyeti yoktur" (Nahi, 98-99) buyurmuştur. Bu sığınmanın (istiâzenin-euzü besmelenin), şeytanın fitini ve vesvesesini
savuşturmada bir tesiri olduğu ayetle sabit olunca, hep bunu yapmak gerekir.
[229]
Ayetteki, "Çünkü
O, hakkıyla işiten, tam bilendir" buyruğu, dil ile yapılacak istiâzenin
(sığınmanın), ancak manası bilinerek (şuurlu olarak) yapıldığı zaman faydalı
olacağına delâlet eder. Buna göre sanki Cenâb-ı Allah, "istiazeyi dilinle
ifade et, çünkü Den işitirim. Onun manasını aklında ve kalbinde bulundurarak
bunu yap. Çünkü ben, Dindekini de bilirim" demek istemiştir. Gerçekten de,
kalbte manası rCşünülmeksizin, sırf dille söylenen sözler faydasız ve
tesirsizdir.
[230]
"Muttaki olanlara
şeytandan herhangi bir arıza iliştiği zaman toparlanıp kendilerine gelir, bir
de bakarsın ki onlar görüp bilmişlerdir bile. Şeytanların kardeşleri olan
kâfirleri ise, bunlar sapıklığa sürerler. Sonra da yakalarını bırakmazlar"
(A" raf, 201-202).
[231]
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
Bil ki Allah Teâlâ,
önceki ayette, şeytanın, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e bazen fit verdiğini ve bu durumun ilâcının da,Allah'a sığınmak
olduğunu beyan edince, bu ayette de bu konuda, müttakilerin durumunun Hz.
Peygamber'in durumundan daha da ileri ve vahim olduğunu bildirmiştir. Çünkü
şeytan tarafından Hz. Peygamber hakkında meydana gelen olumsuz tesir, sadece,
vesvesenin başlangıcı durumunda olan fitleme ve tahriktir. Halbuki, müttakiler
hakkında bundan daha fazlasının bulunması mümkün görülmüştür ki bu da,
müttakileri, şeytan tarafından meydana getirilen bir arızanın tutması,
yakalamasıdır.. Tutmak ve yakalamak, hiç şüphesiz fitten daha ileri bir
derecedir...
[232]
İbn Kesir, Ebû Amr ve
Kisaî, elifsiz olarak tayf; diğer kıraatimamları ise, elif ile olmak üzere tâif
şeklinde okumuşlardır. Vahidî (r.h) şöyte demektedir: "Alimler, tayf
kelimesi hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, bu kelimenin masdar
olduğu ileri sürülmüştür. Ebu Zeyd "Bir şey ileri geri gidip geldiğinde
herhangi bir şey, (veya herhangi bir topluluk) bir topluluğu kuşatıp onlar dört
bir yandan çember içine aldığında yine bir kimse, uykusundan sıkıntılar ve
elemler içine düştüğünde, denilir..." demiştir İbnu'l-Enbârı ise şöyle
demiştir: "Tayf" kelimesinin asltnın, tayyif şeklinde olması caizdir.
Ancak ne var ki Araplar, şeddeyi ağır görerek, iki yâ'dan birisini hazfetmişler
ve geriye sakin bir yâ bırakmışlardır." Birinci görüşe göre bu kelime
masdar; İbnu'l-Enbarî'nin görüşüne göreyse bu kelime, tıpkı heynheyyin, (basit, kolay) ve meyt-meyyit (ölü, meyyit)
kelimeleri gibidir. Saîd İbn Cübeyr'in şedde ile, tayyif şeklindeki okuyuşu da,
İbnu'l-Enbarî'nin görüşünün doğruluğunu destekler..Tayf kelimesinin aslı, işte
budur... Sonra delilik, öfke ve vesvese de, bu kelime ile adlandırılmaktadır.
Çünkü bu da, hayâlin verdiği sıkıntıya benzeyen, şeytanın sıkıntılarından bir
sıkıntı ve bir hayâldir.
Ezherî de şöyle
demektedir: "Arapça'da tayf kelimesi; delilik ve cinnet manasına gelir.
Daha sonra öfke ve kızgınlığa da "tayf" adı verilmiştir. Çünkü, kızan
kimsenin durumu, delirmiş kimsenin durumuna benzer. Tâif kıraatine gelince
bunun, fâilun ve fâiletun kalıbı üzere gelen, mesela afiye (afiyet), âkibe
(âkibet, son) kelimeleri gibi, masdarlardan olmak üzere masdar olan tayf
manasında olması caizdir. Ferrâ ise şöyle demiştir: "Bu ayette tâif veya
tayf kelimeleri aynı manada olup, bu, insanı sıkıntıya düşüren hayâl gibi olan
şeydir." Bazı alimler de tayf ve taif kelimeleri, tıpkı kelimeleri
gibidir" demişlerdir.
[233]
Bil ki gazab,
kendisine kızılan kimsenin çirkin bir iş yaptığını görüp, sonra da kendisinin o
işi yaptırtmamaya muktedir olduğuna; kendisine kızılan kimsenin ise, kendisini
müdafaa edemiyeceğine inandığında insanı harekete geçiren, onu teşvik eden
şeydir.. Bu üç inanç tahakkuk edip, o kimse de maddeler âleminin karanlıkları
içine düştüğünde, işte insanlar o zaman işlerin zahirine aldanırlar. Ama, o
kızan kimseye gayb aleminden bir nûr tecellî edince, bu üç inanç, pek çok
yönden silinip gider. Kendisine kızılan kimsenin yaptığı işi çirkin görmek
demek olan birinci fiile gelince, kızan kimse için, bu kimsenin o işi, Allah
Teâlâ o kimsede o fiile dair kesin ve köklü bir sebep yarattığı için yaptığına;
Allah Teâlâ onda böyle bir sebebi yaratınca da onun, o işi yapmamasının
imkânsız olduğuna dair bir mükaşefe ve gaybî bir bilgi meydana geldiğinde, işte
bu mana tecelli ettiğinde, o kimsenin öfkesi kendiliğinden silinip gider..
Yine kızan kimsenin
hatırına, Allah Teâlâ'nın, kendisine kızılan kimsenin o durumunu bildiği; her
ne zaman da böyle olursa, onun o fiili terketmesinin imkânsız olduğu şeklinde
bir fikir ve düşünce gelirse, işte bu esnada da o kimsenin öfkesi yatışır...
Hz. Peygamber, işte bu hususa, "Kim, Allah'ın kaderdeki sinini bilir,
anlarsa, musibete katlanmak o kimseye kolay gelir" hadisiyle işaret
etmiştir.. Kendisinin onu savuşturmaya muktedir; kendisine kızılan kimsenin ise
aciz olduğuna inanmak şeklindeki ikinci ve üçüncü inanç şekline gelince, bu iki
inanç sekti de pekçok yönden fasittir...
a) Bu, kızan
kimsenin, kendisinin de işlerinde nice kötülükler yaptığına, Allah Teâlâ'nın,
bu hususta kendisi üzerinde kadir olduğuna; kendisinin, Allah'ın kudret elinde
ve kabzasında esir bulunduğuna; buna rağmen, Allah'ın, onu atfettiğine
inanmasıdtr.
b) Kendisine
kızılan kimse, kızan kimsenin elinde, kızana göre aciz olduğu gibi, aynı
şekilde kızan kimse de, Allah'ın kudretine nisbetle acizdir...
c) Kızan
kimsenin, Allah'ın kendisine, öfkesinin gereğini yerine getirmemeyi ve
başkasına sıkıntı vermeyi terketmesini emrettiğini hatırlamasıdır...
d) Kızan
kimsenin, öfkenin gereğini yerine getirip hıncını aldığında, başka canlılara
eziyyet veren vahşi hayvanlara ve öldürücü yılanlar grubuna katılacağını,
intikam almayı bırakıp affı tercih etmesi halinde ise, peygamberlere ve büyük
velilere yoldaş olacağını hatırlamasıdır..
e)
Kızan kimsenin, "Bazan, bu zayıf
kimsenin, kendisinden daha kuvvetli ve kendisinden de intikam almaya muktedir
olabileceği bir duruma gelebileceğini ve böylece de, en kötü bir biçimde
kendisinden intikam alabileceğini; ama, onu affettiğinde, bunun, kendisi
tarafından o kimseye karşı yapılmış bir lütuf olacağını hatırlamasıdır."
Netice olarak
diyebiliriz ki: Hak Teâlâ'nın, "Muttaki olanlara şeytandan herhangi bir
arıza iliştiği zaman.." ifadesinden, bahsettiğimiz bu üç inanç; O'nun
tezekkerû (toparlanıp kendilerine gelirler) ifadesinen de, bahsetmiş olduğumuz
bu inançların zayıflığını gösteren izahlar kastedilmiştir. O'nun, "Bir de
bakarsın ki onlar, görüp bilmişlerdir bile" buyruğuna gelince bu,
"insanların zihinlerinde bu tür hatırlatmalar, düşünceler mevcut
olduğunda, işte o zaman şeytanın hayal ve sıkıntılarının insanı rahatsız edip
basması yok olur, bunun yerini basîret, inkişâf ve tecellî alarak, böylece de
şeytanın vesvesesinden kurtulma mümkün olur.
[234]
Cenâb-ı Hakk'ın,
buyruğundaki iza edatı, müfâcee (sürpriz) manası ifade eder.. Mesela bu, senin,
"Çıktım, bir de ne göreyim! Zeyd (karşımda durmuyor mu?! demen gibidir.
ifadesindeki iza İse, bir ceza, bir mukabele gerektiren şart edatıdır... Bu da
senin "Hurma koruğu kızardığı zaman sana geleceğim.." demen gibidir..
[235]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Şeytanların kardeşleri olan kâfirleri ise, bunlar sapıklığa
sürerler..." buyruğuna gelince, bu hususta birkaç mesele vardır:
[236]
Alimler, Cenâb-ı
Hakk'ın, ihvânuhum kelimesindeki hum zamirinin, kime râci' olduğu hususunda, şu
iki görüş üzere ihtilâf etmişlerdir:
Birinci görüş:
Bunlardan en vazıhı olan bu görüşe göre ayetin manası, "Şeytanların
kardeşleri,azgınlık hususunda o şeytanlara yardım ederler" şeklindedir..
Bu böyledir, zira insan şeytanları, cin şeytanlarının kardeşleridir. O halde,
insanların şeytanları, insanları tahrik edip onları yoldan çıkartırlar. Böylece
bu, azdırma ve saptırma hususunda, insan şeytanlarının cin şeytanlarına bir
desteği ve yardımı olmuş olur.
İkinci görüş:
"Şeytanların kardeşleri" muttaki olmayan insanlardır. Çünkü
şeytanlar, bu hususta, yani ittikâ etmeme hususunda müttakî olmayan kimselerin
destekçisi olmuş olurlar.
Bu her iki görüş de,
"Her kâfirin, şeytanlardan bir arkadaşı bulunmaktadır" görüşüne bina
edilmiştir...
[237]
Ayette geçen
"yardım
etmek-yemuddûnehum" kelimesinin tefsiri, o vesveseyi
kuvvetlendirmek, buna devam etmek ve nefsi, o vesvesenin çirkinlik ve
kusurlarına vâkıf olmaktan alıkoymak..." şeklindedir..
[238]
Nâfi, yâ harfinin
dammesi, mimin kesresi ile, "if'âl" kalıbından olmak üzere
yümiddûnehum; diğer kıraat imamları ise, yâ harfinin fethası, mimin de dammesi
ile, yemuddûnehum şeklinde okumuşlardır ki, gerek medde-yemuddu, gerekse
emedde-yümiddü (yardım etmek, desteklemek, imdâd etmek..) aynı manaya gelen iki
kullanıştır.. Medde fiilinin manasının, çekip uzatmak; emedde fiilinin
manasının da "yardım etmek" olduğu da ileri sürülmüştür.
Vahidî (r.h) şöyle
demektedir: "Kur'an-ı Kerim'de, övülen ve sevilen şeyler hususundaki
ayetlerde bu fiil, if'âl babından imdâd kullanılmıştır. Meselâ bu, "Onlar
kendilerine imdâd ettiğimiz verdiğimiz mal ve evlâd üe..." (Müminun.
55);''Onlara., meyveleri., bol bol verdik"(Tör, 22) ve "Siz bana mal
ile yardım mı ediyorsunuz?" (Nemi, 36} ayetleri gibidir. Bunun aksine
olanlar ise, medde fiilinden gelmek üzere kullanılır. Meselâ Cenâb-ı Hak,
"(Allah) onların, azgınlıkları içinde serseri dolaşmalarına mühlet
verir" {Bakara. 15) buyurmuştur. Burada en açık mânâ, yâ harfinin
fethasıyla olan âmmenin kıraatindeki mânadır. Yâ harfinin ötreli okunuşu ise,
hayrın mukabili olan manayı ifade eder. Bu tıpkı, meselâ "Onları elim bir
azabla müjdele" (Ai-ıimran, 21) ayetinde olduğu gibidir.
Hak Teâlâ, "Sonra
da (yakalarını) bırakmazlar" buyurmuştur. Leys: "İksâr", bir
şeyden geri durmaktır" der. Ebu Zeyd ise: "Bir kimse kötülükten geri
durup vazgeçtiğinde, denilir"
demiştir.
İbn Abbas (r.a) şöyle
der: "Bu, "sonra onlar sapmaktan ve saptırmaktan geri durmazlar"
demektir. Sapan sapmasında, saptırılan da saptırılmada devam ederler."
[239]
"Onlara bir ayet
gelmediği vakit derler ki: "Onları, hazırlayıp toplasaydm ya!" De ki:
"Rabbimden bana ne vah) 'olunuyorsa, ben ancak ona uyarım. Bu,iman edecek
bir kavim için. Rabbinizden olan basiret, hidayet ve rahmettir" (A'râf,
203).
Bil ki Allah Teâlâ,
önceki ayette cin ve insan şeytanlarının, azdırıp saptırmada kusur
etmediklerini beyan buyurunca, bu ayette de azdırıp saptırmanın bir çeşidini
açıklamıştır. Bu da, onların, işi sarpa sardırmak maksadıyla, belli bazı ayet
ve mucizeler istemeleridir. Bu tıpkı, "S/z, "şu yerden bizim için bir
pınar akıtmadıkça, sana katiyyen inanmayız" dediler" dsra, 90)
ayetinde bahsedildiği gibidir. Hz. Peygamber (s.a.s), böyle bir mucize
getiremiyeceğini tekrarlayınca, onlar, "Onu, hazırlayıp toplasaydı
ya!" dediler.
Ferra şöyle der:
"Araplar, bir kimse
birşeyi kendiliğinden yapıp
ortaya koyduğunda ve söylediğinde, "sözü kendiliğimden söyledim,
ben uydurdum ve mürtecel (hazırlık yapmaksızın, ezberden) söyledim"
derler. Buna göre, bu ifadenin manası, "sen o ayeti ve mucizeyi, kendin
uydurup, kendi başına getirsen ya" derler" şeklindedir. Çünkü onlar,
"Bu Kur'an, onun uydurduğu yalandan başka birşey değildi/' derler (Furkân,
4).Yahut da onlar, şöyle demek istemişlerdir: "Eğer sen, Allah'ın duanı
kabul ettiği ve taleplerine cevab verdiği iddianda doğru isen, ilahından ve
ma'budundan böyle bir ayet ve mucize istesen ya..." İşte bu esnada, Allah
Teâlâ, peygamberine bu hususta yeterli bir cevabısöylemesini emretmiştir. Bu
cevap da şöyle demesidir: "De ki: "Rabbimden bana ne vahyolunursa,
ben ancak ona uyarım." Bu, "Ben, Rabbimden hiçbirşey isteyemem, ancak
bana vahyin gelmesini beklerim. Binâenaleyh Rabbimin bana ikram edip bildirdiği
herşeyi söylerim. Aksi halde susmam ve bir şey istememem gerekir"
demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, onların istediği mucizeyi peygamberin getirememesinin, peygamberliğine
zarar vermeyeceğini beyan buyurmuştur. Çünkü Kur'an'ın, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in davasına uygun olarak zuhur etmesi, zirveye ulaşmış, açık ve net bir
mucizedir. Dolayısiyle bu tek mucize zuhur edince, onun peygamberliğinin
doğruluğunu göstermede yeterlidir. Artık daha fazlasını istemek, işi yokuşa
sürme kabilinden olur.
[240]
Cenâb-ı Allah,
Kur'an-ı Kerim'i tavsif ederken şu üç hususu zikretmiştir:
a) Bu,
Rabbinizden olan besâirdir" (Besâir'in müfredi olan)
basîret, "görme,
doğruyu bulma" manasınadır. Kur'an, akılların tevhid, nübüvvet ve âhiret
delillerini görmelerinin sebebi olunca; sebebe, müsebbebin (neticenin) adı
verilerek, ona, "basiret" (görme) denilmiştir.
b) Huda
(hidayet)... Bununla, önceki sıfat arasındaki fark şudur: İnsanlar tevhid,
nübüvvet ve âhiretle ilgili bilgiler hususunda iki kısımdırlar:
Birincisi: Bu bilgiler
hususunda, onları adetâ görüp müşahade edenler seviyesine varanlardır. Bunlar
"ayne'l-yakîn" sahipleridir.
İkincisi: Bu mertebeye
ulaşamayıp, ancak istidlal edebilenlerin derecesine ulaşanlardır. Bunlar da,
"ilme'l-yakîn" sahipleridir. O halde Kur'an, sâbikûn (önde giden)
birinciler için, besâir; muktesid (ortada) olan ikinciler için bir hidayet;
c) Bütün
mü'minler için de bir rahmettir. Bu üç grup da, mü'min oldukları İçin Cenab-t
Hak, "iman edecek bir kavim" buyurmuştur.
[241]
"Kur'an okunduğu
zaman, hemen onu dinleyin ve susun. Umulur ki merhamete nail olursunuz"
(A'raf, 204).
Bil ki Altah Teâlâ,
"Bu Rabbinizden olan basirettir..." ifadesi ile, Kur'an-ı Kerim'in
şanının yüceliğini ve büyüklüğünü gösterince, bunun peşinden, "Kur'an
okunduğu zaman, hemen onu dinleyin ve susun. Umulur ki merhamete nail olursunuz"
buyurmuştur.
[242]
Ayette ilgili birkaç
mesele vardır:
"İnşat",
"susup dinlemek" demektir (sustu) fiilleri aynı manada kullanılır.
[243]
Ayetteki,"Hemen
onu dinleyin ve susun" sözünün bir emir olduğu hususunda şüphe yoktur.
Emrin zahiri, vücûb (farziyyet) ifâde eder. Dolayısiyle bu ayetin gereği,
susup, Kur'an'ı dinlemek vactbtir. Alimler bu hususta çeşitli görüşler ileri
sürmüşlerdir:
Birinci görüş: Bu,
Hasan el-Basrî ile Zahiriyye Mezhebinin görüşüdür. Bunlar şöyle derler:
"Biz, bu ayeti umumî manası üzere anlarız. Binaenaleyh nerede ve kim
Kur'an okursa, onu duyan herkesin susup o Kur'an'ı dinlemesi farzdır." Bu
görüşe göre, yoldan geçenlerin ve çocuklara Kur'an öğretenlerin de Kur'an'ı
dinlemeleri farzdır.
[244]
İkinci görüş: Bu ayet,
namazda konuşmanın haram olması hususunda nâzit olmuştur. Ebu Hureyre (r.a)
şöyle demiştir: "Müslümanlar, (namazın farz olduğu ilk günlerde), namazda
iken, konuşuyorlardı. İşte bundan dolayı, bu ayet nazil oldu ve böylece onlara,
namazda konuşmamaları emrolundu."
Katâde de:
"İnsanlar namaz kılarlarken, birisi geliyor, (mesela) onlara, "Ne
kadar kıldınız, geriye kaç rek'at kaldı?" diye soruyor; onlar da namazda
iken onlara cevap veriyorlardı. İşte Allah Teâlâ, bunun üzerine bu ayeti
indirdi" demiştir.
[245]
Üçüncü görüş: Ayet-i
kerime, imamın arkasında (cemaatin) açıktan Kur'an okumayı bırakmaları
hususunda inmiştir. İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Hz. Peygamber
(s.a.s), farz namazlarda (cemaate namaz kıldırırken) sesli olarak Kur'an
okuyor, arkasındaki ashabı da seslerini yükselterek Kur'an'ı okuyorlardı.
Dolayısıyla ashab, Peygamber (s.a.s)'in okuyuşunu karıştırıyorlardı. İşte
bundan dolayı bu ayet nazil oldu. Bu, Ebu Hanife ile arkadaşlarının görüşüdür.
[246]
Dördüncü görüş: Bu
ayet-i kerime, hutbe okunurken susup dinlemenin gerekli olduğu hususunda nazil
olmuştur. Bu, Saîd b. Cübeyr, Mücâhid ve Atâ'nın görüşüdür. Aynı görüş, İmam
Şafiî (r.h)'den de nakledilmiştir. Birçok âlim, bunun uzak bir ihtimal olduğunu
söyleyerek, "Bu ayet, umumi manada bir ifadedir. Binâenaleyh bunu tek bir
hususa hasretmek nasıl uygun olabilir?" demişlerdir. Ben derim ki: "Bunların
bu görüşleri de uzak bir ihtimaldir. Çünkü ayette geçen iza (zaman zarfı)
lafzı, tekrarı değil, bir irtibat ve alakayı ifâde eder. Bunun delili şudur:
"Bir kimse hanjmına, "Eve girdiğin zaman boşsun" dediğinde,
hanımı da eve tek bir defa girdiğinde, tek bir talakla boş olmuş olur. Hanımı
ikinci defa girdiğinde, ulemânın ittifakıyla boş olmaz. Çünkü iza edatı,
tekrarı ifade etmez. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Kur'an okunduğu zaman, hemen onu dinleyin" ayeti, tek bir defa
susmanın vâcib olduğunu ifade eder.. Binâenaleyh biz, hutbede Kur'an okunurken
dinlemenin farz olduğunu söylediğimizde, lafzın gereğini, eksiksiz yerine
getirmiş oluruz. Lafızda, bu şeklin dışında kalan şeylere herhangi bir delâlet
kalmaz. Lafzın umum ifade ettiğini kabul edelim, ancak ne var ki biz, ayetin
gereğine göre hüküm vermişizdir. Bu böyledir, zira Şafiî (r.h)'ye göre, imam
sustuğu zaman, imama uyan kimse, imamın bu susması halinde Fatiha suresini
(içinden) okur. Nitekim, Ebu Seleme de şöyle demektedir: "İmamın iki
susması vardır. Binâenaleyh, o iki susmadan dilediğin birisinde, okumayı
ganimet bil, fırsatı kaçırma!. "
Bu soruyu. Vahidî,
el-Basît adlı eserinde zikretmiştir:
Bir kimse şöyle
diyebilir: İmamın bu susmasının, ya farz olan bir susma veyahut da böyle
olmayan bir susma olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi icmâ ile bâtıldır.
İkincisi de, imamın susmamasının da caiz olabileceğini gerektirir, İmamın
susmadığının farzedilmesi halinde, o zaman, imama uyanlarla imamın okuyuşunun
aynı anda bulunmasını iktizâ eder. Bu da, imam okurken, dinlememe ve sükut
etmeme neticesine götürür ki, bu ayetin aksine bir hareket olur. Hem bu
susmanın, belirli birsinin ve hususî bir mikdan bulunmamaktadır. İmama uyan
kimselerin susması, ağırlık ve hafiflik yönünden farklı farklıdır. Çoğu kez,
imama uyan kimse, imamın susmuş olduğu süre içinde, Fatiha sûresini okumayı
tamamlama imkânı bulamaz. Bu durumda da, bahsedilen mahzur ortaya çıkar. Yine
imama uyanlar, Fatihayı okumayı tamamlayabilsinler diye, imam devamlı susup
kaldığında, bu durumda imâm olan kimsenin, cemaat; cemaatin ise imam durumuna
geçmiş olması gerekir.. Zira bu susma hususunda imam, imama uyan kimseye tâbi
olma durumuna düşmüş olur ki, bu caiz değildir. Böylece, Vâhidî'nin ileri
sürmüş olduğu bu sorunun, caiz olmayacağı sabit olmuş oiur.
Vahidî, bu ayete
tutunmayla alâkalı ikinci bir soru daha ileri sürerek şöyle demiştir: İnşat
kelimesi cehren, açıktan açığa okumamaktır. Araplar, her ne kadar kendi kendine
okusa dahi, başkasına duyurmadığı sürece, açıktan açığa okumayan kimseye de,
munsit sıfatını vermektedir.
Buna karşılık birisi
çıkıp şöyle diyebilir: Allah Teâlâ o kimseye, önce dinlemesini emretmiştir.
Halbuki o kimsenin okumayla meşgul olması, dinlemesine mani olur. Çünkü duymak
başka, dinlemek de başka şeydir. Binâenaleyh dinlemek, bir kimsenin
dinlenilecek, duyulacak o sözü en mükemmel bir biçimde iyice idrâk etmesi, onu
kuşatması demektir. Nitekim, Cenâb-ı Hak, Hz. Musa'ya, "Ben seni seçtim.
Şimdi vahyolunacak şeyleri dinle..." (Tânâ, 13) buyurmuştur. Bu ifadeyle
de, bizim kastettiğimiz mana kastedilmiştir. Bunun böyle olduğu sabit olup,
okumayla meşgul olmanın da dinlemeye mani olan şeylerden birisi olduğu ortaya
çıkınca, "dinlemeyi emretme"nin, okumayı yasaklama manasını ifâde
ettiğini anlatmış olduk...
Üçüncü soru: Bu
itimada şayan görüş olup, birini şöyle dememizdir: Fukahâ, Kur'an-ı Kerim'in
umum olan ifadelerinin, haber-i vâhid ile tahsis edilebileceği hususunda
ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh farzedelim ki, Cenab-ı Hakk'ın, "Kur'an
okunduğu zaman, hemen onu dinleyin.." ifadesinin umum oluşu, imamın Kur'an
okuması esnasında, imama uyan kimsenin sükut etmesini gerektirir. Ancak ne var
ki Hz. Peygamber'in, "Fatiha'yı okumamış olan kimsenin namazı olmaz"
ve "Namazı ancak, Fâtihatu'l-Kitâb iledir"[247]
hadisleri ayetin umumî ifadelerinden daha hususî ifadelerdir. Böylece, Kur'an'ın umumî acelerini haber-i
vahid ile tahsis etmenin gerekli olduğu sabit olmuş otur. Snâenaleyh bu ayetin
umumî ifadesini de, bu haberle tahsis etmeye başvurmak gerekir. Bu soru, güzel bir sorudur.
Dördüncü soru: Bizim
şöyle dememizdir: Şafiî'nin de eski görüşü olan, İmam-ı Malik'in mezhebine göre
cemaatin, cehri namazlarda Fatiha'yı okuması caiz değildir. 3u. bu ayetin
nassının muktezâsıyla amel edilerek elde edilir. Gizli namazlarda, cemaatin
Fatiha'yı okuması vacib olur. Çünkü bu ayette bu duruma dair delâlet
bulunmaktadır. Yine, bu da güzel bir
sorudur.
Ayetle ilgili bir
beşinci görüş de şudur: Cenab-ı Hakk'ın, "Kur'an okunduğu zaman, hemen onu
dinleyin..." buyruğu, tebliğin ilk yıllarında, kâfirlere yapılmış : r
hitap olup, müslümanlarla ilgili bir hitap değildir. Bu, güzel ve uygun olan
bir görüştür. Bunu şu şekilde ifade edebiliriz: Cenâb-ı Hak, bu ayetten önce
bir grup kâfirin, hususî birtakım ayet ve mucizeler isteğinde bulunduklarını
nakletmişti. 3 ^âenaleyh Hz. Peygamber (s.a.s), onlara böylesi bir ayeti ve
mucizeyi getirmeyince, onlar, "Onları hazırlayıp toplasaydm ya..."
(A'râf, 203) dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Resulüne, onların bu sözüne bir
cevap olmak üzere, "Benim, Rabbimden yeni -jcizeler talep etme hakkım
yoktur. Ben, ancak vahyi gözetirim..." demesini emretmiştir. Daha sonra
Cenâb-ı Allah, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, onların, -s/gamberin nübüvvetinin
sıhhati hususunda talep etmiş oldukları o mucizeleri : ekmediğini beyan
etmiştir. Çünkü Kur'an, Hz. Peygamberin nübüvvetini isbat "«susunda, tam
ve yeterli, mükemmel olan bir mucizedir. Allah Teâlâ bu hususu, "Bu. iman
edecek bir kavim için. Rabbinizden olan basiret, hidayet ve bir rahmettir"
( m 203>ayetiyle beyan etmiştir. Binâenaleyh, şayet biz, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kur'an okunduğu zaman, hemen onu dinleyin" buyruğundan maksadın,
"İmama uyan -"senin imamın
arkasındaki kıraati olduğu"nu söylersek, o zaman bu ayetle, bundan
t^cekiler arasında hiç bir yönden bir münasebet meydana gelmez, ayetler
arasındaki -^nasebet kesilmiş ve bir tertip bozukluğu meydana gelmiş olur ki,
bu da Allah'ın e amma uygun düşmez.
Binâenaleyh bundan muradın, bu izahtan başka bir şey : "-ası
gerekir. Bunun izahı da şu şekilde
yapılabilir: Cenâb-ı Hak, Kur'an'ın, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvveti
konusunda doğruluğuna delâlet eden bir mucize : -ası bakımından, "basiret,
hidayet rehberi ve rahmet" olduğunu bildirip, onun da şekilde olması, ancak şu hususi şart ile,
yani Hz. Peygamber (s.a.s) o kâfirlere O Kur'an'ın okuduğunda, onların, o
Kur'an'ın fesahatine vakıf olup, ondaki pekcok hata ederek anlayabilmeleri
için, susup o Kur'an'ı dinlemeleri gerektiği şartı ile ^jnca, o zaman onlara,
"Kur'an'tn, Hz. Muhammed'in nübüvvetinin doğruluğuna :e âlet eden bir
mucize olduğu zuhur eder. Böylece de onlar, bu Kur'an sayesinde, r çer
mucizeleri taleb edebilirler, Bu şekilde de, Kur'an'ın, gerçekten bir basiret
bir şaayet rehberi ve bir rahmet olduğunu anlarlar. Binâenaleyh, ayeti bu manaya -azlettiğimizde,
ayetler arasındaki münasebet intizam 'içine girer ve bir mana ifade eden güzel
bir tertip teşekkül etmiş olur. Ama ayeti, imama uyan kimseyi imamın arkasında
Kur'an okumaktan men etmek manasına aldığımızda, ayetler arasındaki münasebet
bozulur, tertip sarsılır. Dolayısiyle ayeti, bizim söylediğimiz manaya
hamletmenin daha evlâ olduğu anlaşılır. Bu anlaşılınca da, ayetteki,
"Kur'an okunduğu zaman hemen onu dinleyin ve susun" buyruğunun, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in nübüvvetinin doğruluğuna, Kur'an'ın, bir mucize oluşu ile
delil getirme sadedinde, o müşriklere Kur'an okuduğunda, onlara yönelik bir
hitap olduğu sabit olur. İşte bu durumda, karşı tarafın bu ayetle yaptığı bütün
istidlaller düşer. Ayeti, bizim söylediğimiz manaya hamletmenin daha uygun
olduğunu şu hususlar da kuvvetlendirir:
Birincisi: Allah
Teâlâ, kâfirlerin ''Bu Kur'an) dinlemeyin. Onun hakkında manasız gürültüler
yapın. Belki böylece üstün gelirsiniz" (fmsim. 26) dediklerini
anlatmıştır. Cenâb-ı Hak, onların böyle dediklerini naklettiğine göre, onların,
Kur'an'da mucize derecesine varan pek çok hususun bulunduğunu anlayabilmeleri
için, onlara susup Kur'an'ı dinlemelerini emretmesi uygun ve yerinde olmuş
olur.
İkincisi: Allah Teâlâ,
bundan önce, "Bu, iman edecek bir kavim için, Rabbinizden olan basiret,
hidayet ve rahmettir" (Araf. 203) buyurmuş ve böylece Kur'an'ın mü'minler
için bir rahmet olduğunu kesin olarak bildirmiştir. Daha sonra da, "Kur'an
okunduğu zaman, hemen onu dinleyin ve susun. Umulur ki merhamete nail
olursunuz" (Araf, 204) buyurmuştur. Eğer, Allah'ın "Hemen onu
dinleyin ve susun" buyruğunun muhatapları müminler olsaydı, "Umulur
ki merhamete nail olursunuz" buyurmazdı. Çünkü O, bundan önceki ayette,
Kur'an'tn mü'minler için bir rahmet olduğunu kesinlikle beyan etmiştir.
Binâenaleyh daha nasıl, hemen bunun peşisıra, araya bir fasıl girmeksizin,
"Belki de bu Kur'an'ı dinlemek mü'minler için bir rahmet olur" der.
Fakat, ayetteki
"Hemen onu dinleyin ve susun" emrinin muhataplarının kâfirler
olduğunu söylersek, ayetteki, "Umulur ki merhamete nail olursunuz"
ifadesi yerinde ve güzel olmuş otur. Çünkü o zaman mana, "Onu dinleyiniz,
susunuz. Böylece belki sizler o Kur'an'daki i'câz (mucizelik) delillerine
muttali olur ve peygambere iman edersiniz; böylece de merhamete nail olanlardan
olursunuz" şeklinde olur. Binâenaleyh ayeti bizim söylediğimiz bu manaya
hamlettiğimizde, "umulur ki merhamete nail olursunuz" ifadesinin
güzel ve yerinde olduğu; ama bunun mü'minlere yönelik bir hitap olduğunu
söylediğimizde ise, burada lealle (umulur ki) lafzının yer alışının güzel ve
yerinde olmadığı sabit olmuş olur. Bundan dolayı ayeti bizim söylediğimiz
manaya hamletmenin daha evla olduğu sabit olur. Bu durumda, karşı tarafın bu
ayetle yaptığı istidlaller bütün yönlerden düşmüş olur. Çünkü biz bu hitabın
mü'minleri kapsamayıp, ancak vahyin ve da'vetin tebliğinin ilk zamanlarında,
sadece kâfirlere yönelik olduğunu delillerle açıklamıştık.
[248]
"Rabbini, içinden
yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam an. Gafillerden
olma"(AYâf, 205).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[249]
Bil ki Allah Teâlâ,
"Kur'an okunduğu zaman hemen onu dinleyin ve susun" (A'râf. 204}
buyurduğuna göre, onların Kur'an'ı
dinleyebilmeleri için, Kur'an'ı
okuyanın, bu okuyucunun, o
Kur'an'ı.yüksek sesle okuduğunu anlamış olursun. O okuyucunun Hz. Muhammed
(s.a.s)'den başka birisi olmadığı malumdur. Binâenaleyh bu ayet, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in, o kâfirlere yüksek sesle Kur'an okuması için bir emir gibi olmuş
olur. Allah Teâla, Hz. Peygamber (s.a.s)'e bunu, vahiy ve risaletin tebliğinde
maksad gerçekleşsin diye emretmiştir. Hak Teâlâ daha sonra, bu emrinin peşinden
bu ayette Hz. Peygamber'e, Rabbisini içinden zikretmesini emretmiştir. Bunun
hikmeti şudur: İnsanın zikirden (anıp hatırlamadan) istifadesi, ancak, zikir bu
şekilde yapıldığında tam ve mükemmel olur. Çünkü bu şekilde yapılacak zikir,
ihlasa ve tazarruya daha uygundur.
[250]
Allah Teâlâ,
peygamberine birtakım kayıtlara bağlı olarak zikretmesini emretmiştir:
Birinci kayıt:
"Rabbini içinden an" ayetinin ifade ettiğidir.
Allah'ı içinden
zikretmesinden murad, onun, lisanıyla söylediği zikirlerin manasını bilmesi,
(kalbinde, gönlünde) kemâl, izzet, yücelik, celâl ve azamet sıfatlarını
hatırlayıp, devamlı bulundurarak anmasıdır.. Bu böyledir, zira lisanıyla
zikirde bulunan kimsenin lisanı, kalben zikirden de uzak olursa, bu faydadan
hâil olur. Baksana fakîhler, bir kimse bu lafızların manasını bilmediği ve
onlardan hiçbirşey anlamadığı halde, "Aldım, sattım" âeûığmöe, bu
V.\n\sem olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. İşte burada da böyledir.
Bizim söylediğimiz bu hususa, birtakım hükümler bina edilip dayanmaktadır.
Birinci hüküm: Gönül
erbabı bazı büyüklerin şöyte dediklerini duymuştum: Bir şeyh, müridlerden
birisine halveti ve zikri emretmeyi istediğinde, o kimseye kırk gün halveti ve
zahirî ve batınî temizlenmeyi, tasfiyeyi emrederdi.. Daha sonra, bu müddet sona
erip tam bir temizlik teşekkül ettiğinde, müridine, Allah'ın doksandokuz ismini
okur ve o müride, "Bu isimleri duyduğunda, kalbinin durumunu gözet! Bu
isimleri dinlediğinde, kalbinde, bu isimlerden hangisinin tesiri daha kuvvetli
ve şevki de daha muazzam oluyorsa, bil ki, Allah Teâlâ sana ancak, bu muayyen
ismi zikredip anmaya devam etmen vesilesiyle mükâşefe ve gayb kapılarını
açar!.." der. Bu, bu babta, bu konuda güzel bir yol olup hoş bir metoddur.
[251]
İkinci hüküm: Kelâmcılar
şöyle demektedirler: Bu ayet, "kelâm-ı nefsî"nin mevcudiyetine
delâlet eder. Zira Cenâb-ı Hak, Resulüne, Rabbini içinden zikretmesini
emredince,nefsi zikrin bulunduğunun tahakkuk ettiğini itiraf etmek
gerekir.Kelam-ı nefsinin manası da sadece budur.
Buna göre şayet onlar
"Nefsi zikirden muradın, ilim ve marifet olması niçin caiz olmasın?"
derlerse, biz deriz ki:
Bu, geçersizdir. Çünkü
insan, bir şeyi doğrudan doğruya vasıtasız olarak bilemez.. Çünkü o insan, o
şeyin bilgisini, ya o şey mevcutken, yahut da mevcut değilken taleb eder..
Birincisi bâtıldır, çünkü bu, "hasılı tahsîl (var olanı yeniden elde etme)
demektir ki, bu imkânsızdır... İkincisi de geçersizdir, çünkü zihin, tasavvur
edilemeyen şeyin bilgisinden mahrumdur, gafildir... Bir şeyden habersiz ve
gafil olan kimsenin onu talep etmesi, araştırması imkânsızdır. Böylece,
insanın, "tasavvurâtı" elde edemiyeceği sabit olmuş olur. Bu sebeple
de, bunu emretmek imkânsız olmuş olur. Halbuki ayet, "ztkr-i nefsf'nin
emredildiğine delâlet etmektedir. Binâenaleyh, zikr-i nefsî'nin marifet, ilim
ve tasavvurdan başka bir şey, başka bir mana olması gerekir ki, işte elde
edilmek istenen netice de budur.
Üçüncü hüküm: Allah
Teâlâ, "Rabbini içinden... an, zikret" buyurmuş, "İlahını ve
diğer isimleri zikret, an!.." dememiştir. Cenâb-ı Hak, kendisini bu
makamda "Rab" ismiyle adlandırmış ve zatını, Hz. Peygamber'e raci
olan zamire izafe ederek, Rabbe-ke (Rabbî-ni) demiştir. Bütün bunlar, Allah'ın
sonsuz rahmetine O'nun kurbiyyet ve yakınlığına, lütuf ve ihsanına delâlet
eder.. Cenâb-ı Hakk'ın bu tabirden maksadı, kulunun, bu ismi duyduğu zaman
sevinip neşelenmesidir.. Çünkü "Rab" lafzı, terbiye etmeyi, bakıp
büyütmeyi ve lütuf ve ihsanı ihsas ettirmektedir. Kul, bu ismi duyup
dinlediğinde, Allah'ın kendisine olan her türlü nimetlerini hatırlar.
Gerçekteyse, kulun aklı, Allah'ın nimetlerinin sonsuz kısımlarının en azına
dahi ulaşamaz. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'ın nimetlerini saymaya
kalkışsanız, mümkün değil, onları sayamazsınız.." (Nahi. 18) buyurmuştur. Kalbte,
bu ilahî makam inkişâf edince, ümit kuvvetlenir. Bundan sonra kul, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Yalvararak ve korkarak" ifadelerini duyunca, o zaman
haşyeti artar. Bu durumda da, kalbte, ümid ve korkuya, haşyete sebep olan
şeyler, meydana gelir. İşte o esnada, Hz. Peygamber'in de buyurduğu şu hadiste
olduğu gibi, iman mükemmelleşir: "Şayet, müminin korkusu ve ümidi
tartılacak olsaydı, onlar mutlaka denk gelir, eşit olurlardı."[252]
Ancak ne var ki burada bir incelik bulunmaktadır, o da şudur: "Rab"
sözünü duymak , ümide; "yalvarmak ve korku" ifadelerini duymak ise,
korkuya yol açar. Binâenaleyh, ümidi veren şey ile başlanıldığına göre, ümid
etme tarafının daha kuvvetli olması gerektiğini anlamış oluyoruz.
[253]
İkinci kayıt: Zikirde
nazar-t dikkate alınması gereken şartlardan birisi de, yalvarıp yakarmanın
bulunmasıdır. İşte, bu şarta Cenâb-ı Hak, tazarruan tabiriyle işaret etmiştir.
Bu kayıt nazar-ı dikkate alınması gereken bir kayıttır. Bunun böyle olduğuna,
hem naklî hem de aklî delil delâlet etmektedir...
Naklî delile gelince:
Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, En'âm süresindeki, "De ki: "Karanın ve denizin
karanlıkları içinden sizi kim kurtarıyor ki ona gizli yalvararak dua
edersiniz..." (En'âm, 63) ayetidir.
Aklî delil ise şudur:
Şüphesiz, insanın en mükemmel hali, kendisinde şu iki durumun inkişâf etmesiyle
meydana gelir:
a)
Rububiyyetin izzeti. Bu gaye, Hak Teâlâ'nın, "Rabbini içinden. ..an"
ifadesiyle tamamlanmış, kemâle ermiştir.
b) Ubûdiyyet
makamının zilletinin müşahade edilmesi.
Bu da, ancak Cenâb-ı Hakk'ın, uyalvararak" ifadesiyle kemâle
erer. Binâenaleyh, insanın içinden
yapmış olduğu zikirden, yalvarmaya, tazarrüya geçmesi, Miraç'tan inmeye;
tazarrûdan zikre geçmesi ise, Mirâc'a
yükselmeye benzer. İşte bu iki hal ile, kudsî ruhların, evliyâullahın Mirac'ı
tamamlanır.
Burada şöyle bir
incelik bulunmaktadır: Allah'ı tanıma ve bilmenin ayrılmaz vasfı, yalvarıp
yakarmak ve korkmak, haşyet duymaktır. Kalben yapılan zikrin, yalvarıp
yakarmadan ve haşyetten ayrı olması, ondan ayrı butunması imkânsızdır. O halde,
bu yalvarıp yakarmanın ve haşyetin, korkunun nazar-ı dikkate alınmasındaki
fayda nedir? Buna şu şekilde cevap verilebilir: Tazarrû ve korku, mutlak
manada, marifetullâh'ın ayrılmaz bir vasfı değildir. Zira, çoğu kez, insanın
aklında Allah Teâlâ'nın hiç kimseye azâb etmeyeceği inancı yer eder, kökleşir.
Çünkü ikâb başkasına eziyyet vermektir. Halbuki, Cenâb-ı Hakk'ın başkasına
eziyyet vermede, elde edeceği bir fayda söz konusu değildir. Durum böyle
olunca, hiç kimseye azâb etmeyeceği neticesi ortaya çıkar. Bunun böyle olduğuna
inanan kimsede, tazarrû ve haşyet, mükemmel bir surette bulunmaz. İşte bu
sebepten dolayı Allah, bu iki vasfın mutlaka beraberce bulunması gerektiğini
açıkça beyan etmiştir.
Buna bir de şu şekilde
de cevap verilebilir: Korku, iki kısımdır:
a)
İkabtan dolayı olan korku olup, mübtedîlerin
(bu işe yeni başlayanların) makamıdır.
b) Celâl ve
azametten dolayı olan korku. Bu da, muhakkiklerin, hakikat erbabının
korkusudur. Bu korkunun sona ermesi imkânsızdır. Zira, Allah'ın celâlini bilip
tanıyan herkesin kalbinde bu korku, en mükemmel bir biçimde bulunur ve devam
eder.
Buna da şu şekilde
cevap verilebilir: Mükâşefe erbabının iki makamı vardır.
a)
Cemâl'in mükaşefesi.
b)
Celâl'ın mükaşefesi.Binâenaleyh, onlar
Cemâlullah'ı temaşa ettiklerinde hakiki manada yaşar, hayata ererler; Celâl
sıfatıyla mükaşefeye erdirildiklerindeyse, şaşırıp, akılları dolanır;
kendilerinden geçerek hedefe ulaşamazlar.
İşte, zikir makamında, bu iki tarafın da mutlaka nazar-ı dikkate
alınması gerekir.
[254]
Üçüncü kayıt: Bu,
hîfet-en lafzının ifade ettiği husustur. Bu kelime, bir başka kıraate göre,
hufyet-en (gizlice) şeklinde okunmuştur. Zeccâc, bu kelimenin (hîfet'en)
aslının, havfat-en şeklinde olduğunu; vavın, kendisinden önceki harfin harekesi
kesreli olduğu için yâ'ya çevrildiğini söylemiştir. Ben derim ki, bu korku
birkaç şekilde kendisini gösterir:
1)
Kişinin, amellerinde kusurlu davranmış olma
korkusu.
2) Neticenin
ne olacağı korkusu. Muhakkik, hak
erbabının korkusu, kişinin akıbeti hakkında önce geçmiş olan, sebkat etmiş olan
ilahî hükümden ötürüdür. Çünkü
neticede, ancak başlangıçta sebkat etmiş olan hüküm ortaya çıkacaktır. İşte
bundan
dolayı Hz. Peygamber
(s.a.s) "Kader, kalemi. Kıyamete kadar olacak olan şeyleri yazıp
bitirdi"[255] derdi.
3) Kişinin,
Allah'ın sonsuz ve sınırsız nimetlerine, noksan taatı ve kısır zikirleriyle
nasıl mukabele edebileceği korkusu... Şeyh Ebu Bekr el-Vâsıtî şöyle derdi:
"Şükür şirktir; sizler bana, bunun ne demek olduğunu sorarsanız, ben derim
ki: Allah en iyisini bilir ya, belki de bundan murad. Allah'ın çeşitli ihsan ve
lütuflarına, şükürle mukabelede bulanmaya çalışan kimsenin (bir nevi) müşrik
olmasıdır! Çünkü, bu durumda sanki kul, "Senden nimet, bendense
şükür" demiş gibi olur.. Bunun, (bir nevi) şirk olduğunda şüphe yoktur..
Ama insan, kusur işlemiş olduğu korkusu ve kendi zilletini ve boyun
eğmişliğini, kusurunu itiraf etmekle beraber, şükürde bulunmaya çalışırsa, işte
böylece yaptlan şükürde kulluk kokusu duyulur, hissedilir."
İkinci kıraate
gelince, ki bu hufyet-en kıraatidir. Bu hususta deriz ki: Mübtediler hakkında,
amelleri gizleme tavsiyesi, onların taatlannı riya ve şöhret şaibelerinden
korumak gayesiyledir. Yolun sonuna vasıl olmuş mukarreb kimselerin gizlemeleri
ise gayretten ileri gelir. Zira muhabbetullah mükemmelleştiğinde, gayret, yani
kıskançlık doğurur. Bu, muhabbetullaha dalma ve onda yok olma mükemmelleşip
iyice tahakkuk ettiğinde zikir, Hz. Peygamberin "Allah'ı bilip tanıyan
kimsenin dilinin derman kesilir" ifadesine binâen, gizli olarak yapılır..
[256]
Dördüncü kayıt:
Bu, "yüksek olmayan
bir sesle" Duyurmasıdır. Bu ifadeden maksat, zikrin, cehr ile
gizlilik arasında (orta karar) bir şekilde yapılmasıdır. Nitekim Cenâb-t Hak,
"Namazında pek bağırma, sesini o kadar da kısma. İkisinin arası bir yo!
tut,./' (isra. no) buyurmuştur. Yine, O, Zekeriyya (a.s)'dan naklen, "O,
Rabbine gizlice niyaz ettiği zaman..." (Meryem, 3) buyurmuştur. İbn Abbas,
şöyle demektedir: "Hak Teâlâ'nın, "yüksek olmayan bir sesle..."
kaydının manası, kişinin, Rabbisini kendi kendisi duyacak bir biçimde
zikretmesidir. Zira, bu tabirden maksad, lisân ile yapılan zikrin bulunmasıdır.
Lisân ile yapılan zikir, kişinin kendisinin duyacağı şekilde olduğu zaman, o
kimsenin hayali bu zikirden müteessir olur.. Kişinin hayalinin müteessir olması
ise, ruhanî ve kalbî zikirde, bir tür kuvvet meydana getirir. Bu, üç rükundan
her biri gittikçe kuvvetlenir ve bu zikirlerin nurları birbirine akseder; bu
yansımalar kuvvetin, ruhanî parlaklığın, inkişaf ve mükaşefenin ve cisimler
aleminin karanlıklarının basamaklarından, nur ve karanlığın müdebbiri olan
Cenâb-ı Hakk'ın ilahi nurlarına yükselmenin çoğalmasına ve ziyadeleşmesine
sebep olur.
[257]
Beşinci kayıt:
buyruğunun ifade ettiği husustur. Burada birkaç mesele vardır:
[258]
Gudüvv lafzıyla ilgili
iki görüş vardır: Birinci görüş: Bu kelime
masdardır. Nitekim, denilir, "Sabah gidişi, bir aylık yoldur"
(Sebe. 12) ayetinde de böyledir. Bu, "Onun sabah yolculuğu, bir aylık
mesafedir" demektir. Kuşluk (sabah) vakti sonra "gudüv" diye
ifade edilmiştir. "Vakti yaklaştı, vakti geldi" manasında da,
"sabah yaklaştı" ve "Akşam yaklaştı" denilir.
İkinci görüş: Bu
görüşe göre, "gudüvv" kelimesi, "gudve" kelimesinin
çoğuludur. Leys söyle der: Gudüvv kelimesi, tıpkı ğedevât gibi cemidir. Gedevât
kelimesinin müfredi, gudve'dir.
Ayetteki asal kelimesi
hakkında Ferrâ şöyle der: "Bunun müfredi, asi şeklindedir. Asi kelimesinin
Müfredi de, asîl kelimesidir. Nitekim, "Akşam üzen" manasında
"Onlara akşamleyin geldik" denilir. Asil kelimesinin, asi
kelimesinden alındığı da söylenmiştir. Gün, gecesiyle birlikte, ancak gecenin
evvelinden başlar. Gündüzün sonu da, ikinci günün başlangıcına bitişik olan her
gündür. Böylece gündüzün sonu, ikinci gün için asi (başlangıç) olan şeye
bitişik olduğu için asî!" diye adlandırılmıştır."
[259]
Bu "zikir", bilhassa sabah ve akşam
vaktine tahsis edilmiştir. Bunun hikmeti şudur: "İnsan sabah vakti, adetâ
ölüm demek olan uykudan, yine sanki bir hayat gibi olan uyanıklık haline geçer.
Âlem de, yokluk demek olan
karanlıktan, varlık
demek olan aydınlığa geçmiş olur. Akşamleyin ise durum bunun zıddına olur.
Çünkü insan o vakitte, hayattan ölüme; âlem de yine o vakitte sırf aydınlıktan,
sırf karanlığa geçer. İşte bu iki vakitte, bu hayranlık veren ve kahir iki
değişiklik meydana gelir ki, böylesi bir değiştirmeye ancak, apaçık bir hikmet
ve sonsuz bir kudret sahibi olan Allah kadir olabilir. İşte bu fevkalâde güzel,
hayranlık veren incelikten Ötürü, Allah Teâlâ, bilhassa bu iki vakitte
"zikir" yapılmasını (ibadet edilmesini) söylemiştir.
Bazı alimler de şöyle
demişlerdir: "Cenab-ı Hak bu iki vakti zikretmiş ve bununla insanın ,
mümkün oldukça (her vakit) zikir ve ibadete devam etmesini dilemiştir*
İbn Abbas (r.a)'in,
"Onlar, ayakta iken, otururken ve yanlan üstünde (yatarken), hep Allah'ı
zikredip anarlar" <an hıran, 191) ayetini tetsir ederken: "Eğer
insan için, bu hallerin dışında dördüncü bir hal olsaydı, Allah Teâlâ mutlaka o
halde de zikri emrederdi" dediği rivayet edilmiştir. Bu sözden maksad,
Allah Teâlâ'nın, zikri devamlı olarak yapmayı emrettiğini göstermektir.
[260]
Altıncı kayıt: Bu,
ayetteki "Gafillerden olma"
ifadesinin anlattığı husustur. Buna göre ayetin manası şöyledir: Ayetteki
"sabah ve akşam" kaydı zikrin her vakit olması gerektiğine;
"gafillerden olma" kaydı da, kalben yapılan zikrin (anıp
hatırlamanın) devamlı olması ve insanın, beşeri güç ve kuvveti nisbetinde, bir
an dahi olsun, Allah Teâlâ'nın celâl ve kibriyastnı aklından çıkarmaması
gerektiğine delâlet eder. Sözün özü şudur: Ruh ile beden arasında, hayranlık
veren bir münasebet vardır. Çünkü ruh cevherinde meydana gelen her tesirden bir
tesir de bedene iner. Bedende meydana gelen her halden de, bazı tesirler ruha
yükselir. Baksana insan, ekşi birşeyi aklına getirip hatırladığında dişleri
kamaşır. Kötü bir şeyi ve kızgınlık veren bir hali düşünüp hatırladığında ise,
bedeni ısınır. Bütün bunlar, ruhdan bedene geçen birtakım tesirlerdir. Yine
insan, herhangi bir amele hep devam ettiği zaman, ruh cevherinde bundan dolayı,
köklü ve kuvvetli bir meleke (alışkanlık) meydana gelir. Bütün bu gibi şeyler
de, bedenden ruha geçen neticelerdir.
Bunu iyice anladığın
zaman biz deriz ki: İnsan, sadece kendisi duyacak bir şekilde, diliyle Allah'ı
zikre devam ettiğinde, dit ile yapılan bu zikirden dolayı, hayalde birtakım
tesirler doğar. Sonra hayaldeki bu tesirlerden, ruh cevherine daha fazla nur ve
parlaklık yükselir. Daha sonra ruha doğan bu nurlardan, lisana, oradan da
hayale tesirler yansır. Sonra da, bir başka defa da, bunlar akla yansır ve bu
aynaların birbirinden olan bu nurânî yansımaları devam eder, birbiriyle güç
kazanır ve birbiriyle mükemmelleşir. Her mertebedeki nurun artmasının bir
sınırı olmadığı için, bu yüce ve kutsî makamlardaki ariflerin yolculuğunun da
bir sonu ve sınırı yoktur. Bu, sahili olmayan bir okyanus ve sınırı olmayan bir
matlubtur.
Bil ki ayetteki,
"Rabbini içinden...an" buyruğu her nekadar zahiren Hz. Peygamber
(s.a.s.)'e yönelik bir hitab ise de, bütün mükelleflere yönelik umumî bir
ifadedir. Herkesin "nefs-i nâtıka"sının cevherinin istidadına göre,
belli bir derecesi ve mertebesi vardır. Nitekim Cenâb-ı Allah melekleri anlatırken,
(onların) şöyle dediklerini bildirmiştir: "Bizden, hiçbirimiz müstesna
olmamak üzere, herbirimiz için malûm birer makam vardır" (Saftât, ı«).[261]
"Şüphe yok ki
Rabbinin katmdakiler, O'na ibadet etmekten asla kibirlenmezler; O'nu tesbfh
ederler Ve yalnız O'na secde ederler." (A'râi, 206).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[262]
Allah Teâlâ,
peygamberini zikre ve ona devam etmeye teşvik edince, bunun peşinden, zikre
götüren sebebleri kuvvetlendiren
hususu da getirerek, "Şüphe yok ki Rabbinin katmdakiler,
O'na ibadet etmekten asla kibirlenmezler..." buyurmuştur. Bunun manası
şöyledir: Melekler, onca kıymetli, alabildiğine temiz ve şehvet, gazab
sebeblerinden, kin ve hased gibi şeylerden uzak ve berî olmalarına rağmen,
ibadete, secdeye, huşûya ve itaata devam ettiklerine göre, insanın, maddeler
âleminin zulmetlerine esir olmasından ve beşerî lezzetler ve insanî
hususiyetlerle donatılmış olmasından dolayı Allah'a kulluk ve itaata devam etmesi
daha evlâdır. İşte bundan dolayı Hz. İsa (a.s.), "(Allah) bana, hayatta
bulunduğum müddetçe, namazı ve zekatı emretö"(Meryem.3i)demiştir. Cenâb-ı
Allah Hz. Muhammed (s.a.s)'e de, "Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet
ef"(Hicr, 99) buyurmuştur.
[263]
Müşebbihe, ayetteki,
"Rabbinin katmdakiler" tabirine tutunarak, "Bu ifadedeki
ind (katında-yanında) lafzt, bir
mekan ve bir yön
manasını ihsas ettirmektedir" demişlerdir. Buna şöyle cevap veririz:
"Biz bu sûrede (Araf, 54)ayetini tefsir ederken, Hak Teâlâ'nın bir mekan
ve cihette olmasının imkansız olduğuna dâir, pek çok aklî ve naklî delil
zikretmiştik. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz, "Bu ayeti te'vit etmek
gerekir" deriz. Bunu birkaç yönden izah ederiz:
1)
Allah Teâlâ bir başka ayetinde "O (Allah) sizinle beraberdir" (Hadid. i)
buyurmuştur. Şüphe yok ki bu beraberlik cihet ve mekan bakımından değil,
Allah'ın fazlı ve rahmetinin bizimle olması bakımındandır. İşte bu, tefsir
ettiğimiz ayette de böyledir. Hem sonra hadis-i kudsîlerde, Cenâb-ı Allah'ın,
"Ben, benim için kalbleri kırık (mahzun) olanların yanındayım"
buyurduğu rivayet edilmiştir. Buradaki, "yanındayım" ifadesinin,
mekan ve cihet bakımından bir yanında oluş manasında olmadığı hususunda bir
ihtilaf yoktur. İşte ayetteki "katında" ifadesinde de böyledir.
2)
Bu kelimeden maksad, şeref bakımından yakın
(yüksek) oluştur. Nitekim, "Vezirin, padişaha büyük bir yakınlığı
vardır" denilir. Bu tabirdeki "yakınlık" ile yer ve cihet
bakımından yakınlık kastedilmemiştir. Çünkü padişahın kapıcı ve odacıları
(hizmetkârları), yön ve mekan bakımından padişaha, vezirden daha yakındırlar.
Şu halde bu sözde, nazar-ı dikkate alınan yakınlığın, mekan ve cihet bakımından
olan değil, şeref bakımından yakınlık olduğunu anlıyoruz.
3) Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın, kendi (katına) izafe ederek, melekleri şereflendirmesidir.
Çünkü Hak Teâtâ onları, şerefli ve kıymetli bir yerde yerleştirmiş ve o yeri
nurların durağı, ruhların, taatların ve iyiliklerin yükseleceği bir yer
kılmıştır.
4)
Hak Teâlâ, melekleri anlatırken,
"Rabbinin katmdakiler..." buyurmuştur. Çünkü onlar, Allah'ın
mahlûkata gönderdiği elçileridir. Nitekim bir beldede dağınık olarak bulunsalar
bile, halifenin ordusu için, "Halifenin katında büyük bir ordusu vardır"
denilir. İşte burada da böyledir. Allah en iyi bilendir.
[264]
Ebu Bekr el-Esamm
(r.h), meleklerin, insanlardan efdal olduğunu isbat için bu ayete tutunmuş ve
"Çünkü Allah
Teâlâ, peygamberine
ibadet ve zikri emredince, "Şüphe yok ki Habbinin katmdakiler. O'na ibadet
etmekten asla kibirlenmezler" buyurmuştur. Bu, "Öyleyse senin ibadet
etmen için daha çok sebep vardır" demektir. Bu söz ancak, melekler ondan
üstün olduğu takdirde doğru olur" (demiştir).
[265]
Allah Teâlâ,
meleklerin taatlan arasında, ilk olarak, onların Allah'ı teşbih ediyor
oluşlarını zikretmiştir. Biliyorsun ki "teşbih", Allah'ı her türlü
kötülük ve eksiklikten tenzîh etmektir, Bu ise, çeşitli marifet ve ilimleri
bilmeye dayanır. Sonra Allah, onların tesbîh ettiklerini zikredince, bunun
peşisıra, secde ettiklerini bildirmiştir. Secde, uzuvlarla yapılan bir şeydir.
İşte bu sıra, taat ve kullukta asıl olanın, kalbe âit ameller olduğuna;
uzuvların amellerinin, kalbin amellerine varıp dayandığına delâlet eder.
Ayetteki, "Yalnız O'na secde ederler" tabiri, hasr manası ifade eder.
Bu, "Onlar, Altah'dan başkasına secde etmezler" demektir. Buna göre
eğer, "Ayetteki bu ifade ile, "Bunun üzerine meleklerin hepsi secde
ett/"(Hicr, 30) ayeti nasıl bağdaşttrılabilir? Çünkü bu ayette meleklerin,
Hz. Adem (a.s)'e secde ettikleri anlatılmaktadır" denilirse, şöyle cevap
verilir: Allame Gazâlî: "Hz. Adem'e secde eden melekler, yeryüzü
melekleridir. Ama gökyüzündeki büyük melekler Hz. Adem'e secde
etmemişlerdir" demiştir. Bu hususta şu da söylenebil İr:" Ayette ki,
"Yalnız O'na secde ederler" ifadesi, meleklerin Allah'dan başkasına
secde etmediklerini anlatır. Bu da, umûmî bir ifadedir. Ama, "Meleklerin
hepsi (Adem'e) secde ettiler"(Hıcr.so)ayeti, hâs bir ifâdedir. Hâs ifâde,
âmm (umûmî) olan ifâdeden önce nazar-ı itibara alınır." Bil ki meleklerin,
Allah'a kulluğa iyice dalmış olduklarını gösteren ayetler pek çoktur. Nitekim
Cenâb-ı Hakk'ın. meleklerin sözü olarak naklettiği, "Biziz, o saf saf
dizilenler, mutlak biz. Biziz o teşbih edenler biz"(Satfât, 165-166) ayeti
ile "Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile teşbih ederek Arş'm
etrafını kuşatmışlardır" (Zümer, 75) ayetinde olduğu gibi... Allah en iyi
bilendir.
Allah, ümmi peygamber
Hz. Muhammed efendimize, onun âl ve ashabına bol bol salat-ü selâm eylesin
(Amin).[266]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/5.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/5-6.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/6-7.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/7-8.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/8-9.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/9.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/9.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/9-10.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/10.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/10-11.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/11-12.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/12.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/12-13.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/13.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/13-14.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/14.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/14-15.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/15-18.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/18.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/18.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/18-20.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/20-21.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 11/21.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/21.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/22.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/23-24.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/24.
[28] Buhart, Enbiya, 19.
[29] Tercümeye esas aldığımız matbu nüshada bu cümle
şeklindedir.
Daha Önceki İstanbul, 1294 tab'ında da böyledir. Fakat müstakim bir mana
çıkmadığından bir değişiklik olması gerektiğini düşündük, ihtimali üzerinde
durduk. Yazmalara baktığımızda Damat İbrahim Paşa, 138 numarada kayıtlı (V.
614/b) nüsha ile Fatih, 307 numarada kayıtlı nüshada (v. 692/b) bu şekilde la
naktau olduğunu, İbrahim Ef. 83 numaralı nüshada ise matbu nüshalardaki gibi
otduğunu gördük. Tercümede la naktau ifadesini esas alıyoruz. (Ç.)
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/25.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/25.-26.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/26-27.
[33] Buna zecr ve lyafe adını verirlerdi. (Ç.)
[34] Buhâri Tıb, 19; Müslim, Selâm, 101-103 (4/1742-1743);
İbn Mace, Mukaddime, 10 (1/34).
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/27-28.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/29.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/29
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/30-32.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/32-33.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/33.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/33-35.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/35-36.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/37.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/37-38.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/38.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/39-40.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/40-41.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/41.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/41-42.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/42-43.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/44.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/44.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/44.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/45.
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/45-46.
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/46-47.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/47.
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/48-49.
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/49.
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/49.
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 11/49-50.
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/50-54.
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/55.
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/55-57.
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/57.
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/57-58.
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/58-59.
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/60.
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/60-61.
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/61-62.
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/63-64.
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/64.
[73] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/65-66.
[74] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/66-67.
[75] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/67.
[76] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/68.
[77] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/68-69.
[78] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/68-69.
[79] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/69.
[80] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/69-70.
[81] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/70-72.
[82] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/73-75.
[83] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/76-77.
[84] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/77.
[85] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/77-78.
[86] Merhum Razi burada hadiste toarş^öaşka yerdffn almış elup, matbu nüshadaki şekliyle hacHş yarm lxfakrtmfş»H< Mafttımn «araimıımit^jeKtec^ akiktehama l«fcöm«i şöyledir:'.İşitmek, gdzte görmek gibi değOdir; ÂHato buzs^ı rt»wwwıda kBKfrSnin ne yapöğm» (Tur^) Musa'ya btlsfinüğicde efindeto levhaları btrakmamışlı, vataa kî ne yapttklârOT flözteriyfe gördü, o zaman »vhalan Hinden atu." (el-Mûstedrek, II, 231) (Zehebi de muvafakat etmiştir.)
[87] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/78-79.
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/79-81.
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/81-83.
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/83.
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/83-84.
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/84.
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/84-85.
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/86.
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/86.
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/86-87.
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/87-88.
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/88.
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/88-89.
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/89-90.
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/91.
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/91.
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/91-92.
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/92.
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/92-93.
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/93-94.
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/94-96.
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/97.
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/97.
[110] Buhâri, Büyü, 113: Müslim, Müsâkât, 41 (3/1199).
(Benzer hadis).
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/98-101.
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/101.
[113] Müsned, 1/313; Keşfu'l-Hafâ, 2/365
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/101-102.
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/103.
[116] Buhâri, Hudûd. 22; Tirmizt, Hudud, 1 (4/32); İbn Mace,
Talak, 15 (1/658-659).
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/103-105.
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/105-107.
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/107-108.
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/109-110.
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/111-112.
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/112-114.
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/114-115
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/115-117
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/118
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/118
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/119
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/119-120
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/121-122
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/12-124
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/124
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/125
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/125-126
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/126-127
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/127-129
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/129-130
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/130-131
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/131
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/132-133
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/133-134
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/135
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/135-137
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/137-142
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/142-143
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/143-145
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/146
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/146-147
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/147
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/147-148
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/149-150
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/150-152
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/152
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/152-153
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/153
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/153
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/154-155
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/155-156
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/156-160
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/160
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/160-162
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/162-163
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/164
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/164
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/164-165
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/165-166
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/166
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/166-167
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/167
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/167-168
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/168-169
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/169-170
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/170
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/170-171
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/171
[175] Burada Asım yerine Halef olması gerekir. {Ç.)
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/171-172
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/172-173
[178] Benzeri bir hadis için bkz: Buhari, Tevhid, 29; Nesai,
Hayl, 1
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/173-174
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/174-175
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/175
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/175-177
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/177-178
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/178-179
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/179
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/179-180
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/180-181
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/181
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/182-183
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/183-184
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/184
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/184-185
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/185
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/185
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/185
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 11/186
[197] Buharı, İman. 37; Müslim, İman, 1, s (1/37).
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/186-187
[199] Aynı manada bir hadis içm bkz: Buharı, Rikak, 40.
Fahruddin Er-Râzi,
Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/187-188
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/188-189
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/189
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/189-190
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/190
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/190-191
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/191-192
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/192-193
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/194
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/194
[209] Müslim. Zuhd. 46 (4/2289)
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/195-199
[211] İbn Mâce, Taharet, 41 (1/140); Ebu Dâvud, Taharet. 48
(1/25)
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/199-201
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/201
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/201-202
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/202-204
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/204-205
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/205-206
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/206-207
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/207
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/207-209
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/209-211
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/211
[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/211
[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/211-212
[225] Bu duadan maksad. Sad, 35 ayetinde Hz. Süleyman
(a.s.)'dan nakledilen "Ya Rabbi, beni affet, nand öyle bir hakimiyet ver
ki benden sonra hiç kimsede olmasın" duasıdır. Hadis için bkz: Buharı,
"esr (Sad Suresi) (Ç.)
[226] Müslim, Zikir, 41 (4/2075), "yüz defa..."
şeklinde...
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/212-213
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/213
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/213
[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/213
[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/214
[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/214
[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/21-215
[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/215-216
[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/216
[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/217
[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/217
[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/217
[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/217-218
[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/218-219
[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/219-220
[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/220
[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/220
[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/220
[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/221
[246] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/221
[247] Tirmizi, Mevakit, 183(2/25)
[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/221-224
[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/225
[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/225
[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/225-226
[252] Keşfu'l-Hafa, (2/166).
[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/226-227
[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/227-228
[255] Keşfu'l-Hafâ, 1/332.
[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/228-229
[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/229-230
[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/230
[259] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/230
[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/230-231
[261] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/231-232
[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/232
[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/232
[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/232-233
[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/233
[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/233-234