Peygamber'in Küreyş Üzerine Attığı Toprak
Zülüm Sadece Zalime Felaket Getirmiyor
Mekkeliler Peygambere Nasıl Bir Ceza Vermek İstediler
Mekr «Tuzak» Kelimesi Allah İçin Kullanılır Mı?
Ganimetin Hükmü Ve Paylaştırılması
Cihad İçin Beslenen Atlar Hakkındaki Hadisler
Bedir Esirleriyle İlgili Öne Sürülen Görüşler
Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
1- Sana enfal (ganimet malların)dan sorarlar. De kî: «Ganimetler Allah'ın ve Rasûlündür.» Allah'tan sakının. Aranızdaki (anlaşmazlığı) düzeltin. Eğer mümin iseniz Allah'a ve Ra-sûlü'ne itaat edin.
2- Müminler ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğu zaman, bu onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler.
3- O kimseler ki namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine nzık olarak verdiğimizden harcarlar.
4- İşte gerçek müminler onlardır. Rablerinin katında onlar için yüksek mertebeler, mağfiret ve kerim bir nzık vardır.
5- Rabbin seni evinden hak (savaş) için çıkardığında müminlerden bir grup bundan hoşlanmamıştı.
6- Öyle ki hak belli olduktan sonra sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi seninle mücadele ediyorlardı.
7- (Hatırlat) o zamanı ki Allah iki taifeden birinin sizin
olacağını size vaadetmişti. Siz ise kuvvetsiz ve silahsız olan taifenin (kervanın)
sizin olmasını istiyordunuz. Allah ise kelimeleriyle hakkı yerine getirmek ve kafirlerin sesini kesmek istiyordu.
8- Bunun nedeni de mücrimler istemese de Hakk'ı yerleştirmek, Bâtılı yok etmektir.[1]
Enfal suresi Medine'de, Hicret'ten sonra nazil olmuştur. Bu, Zeyd bin Sabit ve Abdullah bin Zübeyr'den rivayet olunduğu gibi ayrıca îbn Abbas'tan da rivayet olunmuştur. Ebu Şeyh'in Said bin Cübeyr'den naklettiğine göre o, îbn Abbas'a bu surenin ne zaman indiğini sorunca İbn Abbas kendisine «Bu, Bedir süresidir». (Başka bir rivayette: Bu, Bedir hakkında inen bir suredir) demiştir.
Bazı müfessirler bu surenin 30. ayeti müstesna Medine'de indiğini, 30. ayetin ise Mekki olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş Mu-katil'den gelen bir rivayet ile teyid edilmeye çalışılmışsa da reddedilmiştir. Çünkü İbn Abbas'tan 30. ayetin Medine'de nazil olduğuna dair sahih bir rivayet gelmiştir.
Bazıları ise «Ey Peygamber! Allah sana yeter (...)» ayeti müstesna diğerleri Medenîdir, demişlerdir. Nitekim Kadı İbn'ul-Arabi bu görüşü desteklemiştir. îbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre o, «Bu ayet Hz. Ömer müslüman olduğunda nazil olmuştur» demiştir. (Bezzar).
Enfal suresi Şamlıların sayımına göre 77, Basra ve Hicazlıla-nn sayımına göre 76, Kufelilerin sayımına göreyse 75 ayettir.
Enfal suresi ile A'raf suresi arasındaki ilişki şudur: A'raf suresinde nasıl marufun emredümesiyle ilgili ayet varsa Enfal'de de bu türlü birçok emir vardır. A'raf'ta peygamberlerin kavimleriyle aralarında geçen olaylara nasıl yer verilmişse Enfal suresinde de Hz. Peygamber (s.a) ile kavmi arasında cereyan eden olaylara yer verilmiştir. Ayrıca A'raf suresinde Firavun ve efradı ile benzerlerinin olayları ve başlarına gelenler ayrıntılı bir şekilde anlatılmış, ama Enfal suresinde daha kısa ve kapalı bir şekilde beyan edilmiştir. Bundan başka A'raf suresinde kafirlerin Kur'an hakkındaki çirkin iddialarına da yer verilmiştir.
İbn Abbas'ın sorusu ile Hz. Osman'ın buna verdiği cevab bu konuda hüccet olmadığı gibi İmam Suyuti'nin sureler arasındaki münasebetler bağlamında ortaya koyduğu ilk yaklaşım, zahitte uygun değildir. Çünkü İbn Abbas'ın sorusundan anlaşıldığına göre «besmele»rû.n Tevbe suresinin başına konmayışı ictihadîdir. Oysa bunun tam tersinden istifade edilmektedir. Yunus suresinin yedi uzun surenin sonuncusu olduğunun söylenmesi hakkında da ittifak edilmiş değildir. Aksine bu sadece Mücahid ve İbn Cerir'in görüşüdür. Ayrıca bir de İbn Abbas'tan gelen bir rivayet vardır. Hakimin naklettiği bir başka rivayette uzun surelerin yedincisi olarak Kehf suresi gösterilmiştir. Suyuti'nin «Itkamnnda, belirttiğine göre bir cemaat uzun surelerin birincisinin Bakara, yedincisinin de Tevbe suresi olduğunu söylemiştir. İbn'ul-Esir, «Nihaye» sinde bu husus üzerinde durmuştur. Firuzabadi'nin «Kamus»un-da zikrettiğine göre bir grup da Enfal ile Tevbe surelerinin bir sure olduğunu ve uzun surelerin yedincisini teşkil ettiklerini öne sürmüştür. [2]
(1) «Sana enfal (ganimet mallannjdan
sorarlar...»
Bu Ayetin Tefsiri :
Enfal, «nefl»m çoğuludur ve ziyade, fazlalık, anlamındadır. Burada ise ganimet anlamında kullanılmıştır. Bununla müminlerin imamının savaşçılara ganimetteki paylarından vermek üzere vaadettiği fazlalık kastedilmiştir. Mesela imamın «Düşmanın silahı, atî, elbiseleri ve topraklan onu öldüren kimsenindir» veya «Şöyle şöyle yapana ganimetten fazla olarak şu kadar verilecektir» demesi gibi.
Savaş alanında yararlı bir harekette bulunan kimseye imam tarafından verilen ödülün adıdır, Enfal. Ganimete de «Enfal» denilmesinin nedeni, Allah Teâlâ'nm vücubiyet olmaksızın onu müs-lümanlara vermesidir.
İmam, «Ganimete 'enfal' denir. Zira müslümanlar ganimet almaları nedeniyle diğer ümmetlerden üstün tutulmuşlardır. Ganimet daha Önceki ümmetlere helal değildi» demiştir. Nitekim bir hadiste ganimetin Önceki ümmetlere haram olduğu ve Allah Teâlâ' nın onu bu ümmete ihsan ettiği bildirilmiştir.
Bazıları da ganimete «enfal» denilmesi, cihadın asıl, meşruiy-yet sebebinden fazla bir şey olması dolay ısıyladır, demişlerdir. Çünkü cihadın asıl meşruiyyet sebebi, Allah'ın kelimesini, İslâm' m mahremiyyetini ve topraklarını korumaktır. Ganimete gelince, işte o tüm bunlardan fazla olarak Allah tarafından müslümanlara verilmiştir.
Enfal ile ganimetlerin kastedildiği şeklindeki görüş İbn Ab-bas, Mücahid, Katade, Dahhak ve İbn Zeyd'den rivayet edilmiş ve b,unu sahabeden başkaları da nakletmiştir.
«Sorarlar», ile onların bilgi almak için sordukları kastedilmiştir. Nitekim müfessirlerden bir grup da bunu böyle yorumlamıştır.
a) İmam Ahmed'e göre, Tevbe suresinde «besmele» yoktur. O, tamamlayıcısı ve devamı olması amacıyla Enfal suresinden sonra konulmuştur. Bu yüzden seleften bir grub; «onların ikisi bir suredir» demişlerdir.
b) Tevbe suresi uzun olduğundan dolayı, Enfal suresinin hemen sonrasına konmuştur. Çünkü daha önce geçen altı sureden sonra, en uzun sure Tevbe'dir. Bu da onun Enfal suresinin arkasına konması için yeter bir sebeptir,
c) Şayet Ubey bin Ka*b'ın mushafında olduğu gibi, Enfal ve Tevbe sureleri tehir edilip Yunus suresi onlardan önceye konulup, Tevbe'den sonra da Hud suresi getirilseydi ve en sonunda da bunun yedi uzun surenin ardısıra gelmesi için yapıldığı iddia edilseydi; işte o zaman Yunus suresine en uygun olanı kendisinden sonraki beş sure ile beraber gelmek olacaktı. Çünkü Yunus suresi sözkonusu beş sureyle peygamber kıssalarını içermek, «elif lam ra» ile başlamak, «el-Kitab» kelimesini ihtiva etmek ve ayrıca Hicret'ten önce nazil olmak bakımından ortak özellikler taşımakta* dır.
tmam Suyuti, bunları zikrettikten sonra şöyle demiştir: «îbn Mesud kendi mushafında, sırasıyla Bakara, Nisa, Alu İmran, A'raf, En'am, Maide ve son olarak da Yunus suresini getirmekle yedi uzun sureyi dikkate alarak en uzun olanını en öne koymuş ve ardından «yüzlük» denilen sureleri getirmiştir. Yine sırasıyla Tevbe, Nahl, Hud, Yusuf, Kehf surelerini koymuştur. Böylece en uzun sureyi öne alırken Enfal suresini Nur suresinden sonra getirmiştir. Enfal ile Nur suresinin îbn Mesud mushafında yan yana gelmesi, her ikisinin de Medenî yani Hicret'ten sonra nazil olmaları nedeniyledir. İkisi de ahkâm ayetlerini içermektedir. Nur su-resinde, «Sizden iman edip salih amel işleyenlere Allah, kendilerini yeryüzünde halife kılacağım vaadetmektedir.» ayeti bulunmasına karşın Enfal suresinde de «Hatırlayın o samanı ki sizler (sayıca) azdınız. Yeryüzünde eziliyordunuz (..,)» ayeti vardır. Bu iki ayet arasındaki alâka birincisinin va'dı içermesi, ikincisinin de bunu zikretmesi bakımından apaçıktır.
Alusİ, Suyuti'nin yukardaki görüşlerini böylece naklettikten sonra ardından şunları ekliyor: Onun Enfal Suresinin buraya konulmasının tevkifi olmadığım söylemesi, oldukça uzak bir ihtimaldir. Nitekim bu, daha önceki mukaddimede îbn Abbas'ın sorusundan ve Hz. Osman'ın cevabından da anlaşılmaktadır.
«Sorarlar» ibaresinin hangi mânâlara geldiğinden daha önce kısaca bahsedilmişti. Bir grup müfessire göre; bununla bilgi almak kastedilmiştir. Nitekim «an» harf-i çeri ile tadiye olunması da bunu desteklemektedir. Ancak asıl olan tevile başvurmamaktır. Ayrıca nüzul sebebi sayılan ve Ahmed bin Hanbel tarafından Uba-de bin Samit'ten rivayet edilen şu hadis de bunu teyid etmektedir: «Müslümanlar Bedir ganimetleri hakkında ihtilafa düşerek Hz. Peygamberce ganimetin nasıl paylaştırılacağını, Ensar'a mı, muhacirlere mi yoksa hepsine mi verileceğini sormuşlar ve bunun üzerine ayet nazil olmuştur.»
Bazı müfessirler de «sana sorarlar» ifadesinin «Senden isterler» anlamına geldiğini, Enfal ile savaşçıfara paylarından fazla olarak verilen bölümün kastedildiğini ve ayetin nüzul sebebinin de zikredilenden başka olduğunu öne sürmüşlerdir.
Abdurrezzak (Musennef'inde) ve ayrıca Abd bin Humeyd ile îbn Merduveyh, İbn Abbas'tan şöyle bir rivayet nakletmişlerdir: «Hz. Peygamber (s.a) Bedir gününde, 'Bir kâfir öldürene şöyle şöyle, bir esir getirene de şöyle şöyle mükâfatlar var' diye buyurur. Daha sonra Ebu'1-Bişr bin Amr el-Ensarî iki" esir getirerek «Ey Allah'ın Rasûlü! Bize va'dde bulunmuştun» der. Bunun üzerine ayağa kalkan Sa'd bin Ubade'riin «Ey Allah'ın Rasûlü! Eğer, va'dettiğini bu adamlara verirsen ashabına hiçbir şey kalmaz. Biz ecir istemediğimizden veya düşmandan korktuğumuzdan değil seni korumak ve düşmanın arkadan gelip sana zarar vermesini Önlemek için geride kaldık» demesi üzerine sahabe arasında tartışma başlar ve bu ayet nazil olur.
Ayeti bu şekilde yorumlayanlar «an» harf-i cer'inin zaid olduğunu söylemişlerdir. Delil olarak da tbn Mesud, Sad bin Ebi Vak-kas, Hz. Hüseyin, îmam Zeyd, İmam Muhammed Bakır, İmam Cafer-i Sadık ve Talha bin Musrefin «anvsız okuduklarını öne sürmüşlerdir. Ancak bu iddia şu şekilde cevablandınlabilir: Bu mesele hazf-u lsal [3] kabilindendir. Başka bir kıraatta sakıt olduğunu öne sürerek mütevatir kıraatte sabit olan «an»m zaid olduğunu söylemek, mütevatır kıraatta sabit olduğu için, başka kıraatta onun mukadder olduğunu söylemekten daha evla değildir. Hatta bazı müfessirler «Ân'ı iskat eden kıraati, «an»m manen İra de edilmesine hamletmek daha uygundur. Zira harfi, zahirde hazfedip manen irade etmek onu tekid için zaid kılmaktan daha kolaydır» demişlerdir. Fakat «an»m. zaid olduğuna dair bu açıklama, «De ki; Ganimetler Allah'ın ve Rasûl'ündür» cevabına ters düşer. Çünkü bu cevab ile bu işin sorumluluk ve hükmünün Allah'a ve Rasûlün'e verilmesi kastedilmiştir. Peygamber, ganimetleri Allah'ın emrettiği gibi paylaştırır "e hiç kimse buna müdahele edemez. Zira hükmün temeli «Sormak istemek anlamındadır» görüşüdür. Eğer başta sormak, istemek anlamında olsaydı, «Ve ki: Ganimetler Allah'ın ve Rasûl'ündür» cümlesi ona cevab olmazdı. Çünkü onlara şart koşulan hükmün Allah ve Resûl'e tahsis edilmesi Hz. Peygamber'in onlara bundan vermesine ters düşmemekle, aksine bunu tesbit etmektedir. Onlar şartın gerektirdiği şekilde, Hz. Peygamber'den (s.a) isterler. Bu şart da peygamberden Allah' in izniyle sadır olmuştur.
Sa'd bin Ebi Vakkas'tan şöyle rivayet edilmiştir: «Bedir gününde kardeşim Umeyr şehid edildi ve ben de onun intikamım almak için Said bin As'i öldürdüm. Said'in kılıcını aldım. Hoşuma gitmişti. Bu yüzden Rasûlüllaha giderek «Allah bana fırsat vermektir.
suretiyle göğsümü, müşriklerin kininden şifaya kavuşturdu. (İntikamımı almış oldum). Bana bu kılıcı hibe et» dedim. O da «Bu kılıç ne benim ne de senindir. Onu ganimet mallarının arasına koy» diye cevab verdi. Ben de dediğini yaptım. İçimde Allah'tan başkasının bilemeyeceği bir kinle doluydum. Bu yüzden kardeşimin öldürülmesinden (dolayı zaten üzgün iken) öldürdüğüm kişiden aldığım kılıcın elimden gitmesine çok içerlemiştim. Oradan biraz uzaklaşmıştım ki Enfal suresi nazil oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), «Ey Sa'd! Benden kılıç istediğinde o benim değildi. (O yüzden vermedim). Ama şimdi benim oldu, git o kılıcı al» dedi.
İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, Bedir günü Hz. Peygamber (s.a) «Bir düşman öldürene veya bir esir getirene şu şu mükâfatlar vardır» dedi. Yaşlı sahabiler sancakların altmda ve Hz. Peygamber'in yanında durmuşlar, gençler ise kafirleri öldürmeye, ganimetleri almaya koşmuşlardı. Bunun üzerine yaşlı olanlar, gençlere: «Bizi de kendinize ortak yapın. Çünkü biz sizin arka-nızdaydık. Şayet sizlere bir şey olsaydı (kaçsaydınız) veya bir zafiyet gösterseydiniz, bize sığınacaktınız» dediler. Ve meseleyi gidip Hz. Peygamber'e aktardılar. Hz. Peygamber de (s.a) ganimetleri onlar arasında eşit bir şekilde paylaştırdı. (İbn Ebi Şeybe, Ebu Davud, Nesei, İbn Cerir, Îbn'ul-Munzir, îbn Hibban, Ebu Şeyh, Beyhaki ve Hakim)
Ebu Umame'den rivayet olunduğuna göre o, Ubade bin Sa-mit'ten «Enfahnn ne anlama geldiğini sorar. Hz. Ubade ise şöyle cevab verir: «Bu ayet Bedir ashabı hakkında nazil olmuştur. Biz ganimet konusunda ihtilaf etmiştik ve o hususta ahlâkımız kötüleşmişti Allah Teâlâ bu ayetle, ganimeti elimizden alıp Rasûlü'ne teslim etti. Rasûlü de ganimetleri müslümanlar arasında eşit bir şekilde paylaştırdı.» (İmam Ahmed, Abd bin Humeyd, İbn Cerir, Ebu Şeyh, îbn Merduveyh, Hakim ve Beyhaki)
Tüm bu rivayetler cezalandırmanın daha önce olduğuna delâlet eder.
Hatib Şirbinî tefsirinde şunları söylemektedir: Müfessirlerin çoğu bu ayetin sebebi nüzulü olarak Bedir ganimetleri üzerinde sahabenin ihtilaf etmiş olmasını ve ganimetlerin nasıl paylaştırılacağı hususunda ortaya çıkan anlaşmazlığı göstermiştir. Yani gençler fiilen savaştıkları için ganimetin kendi haklan olduğunu, ihtiyarlar ise arkada bulunduklarını; zira kaçmaları halinde onların kendilerine sığınacaklarını, bu yüzden de kendilerinin de ganimette haklan olduğunu söyleyerek ihtilaf ettiler ve bu ayet nazil oldu.
Bazı rivayetlere göre, bu ayet müşriklerden müslümanlara savaş olmaksızın ele geçen köle, cariye ve ticarî mallar hakkında nazil olmuştur. Yani savaş olmaksızın müşriklerden alman bu tür şeylerde Hz. Peygamber dilediği şeküde davranır, dilediği yere verirdi.
Bu ayetin nesh olup olmadığı hususunda da ihtüaf edilmiştir. Mücahid ve îkrime'ye göre bu ayet mensuhtur. Onu nesneden ise «Biliniz ki ganimet olarak elde ettiğiniz şeylerin beşte biri Allah ve Rasûlün'ündür.» ayetidir. Yani ganimetler o gün Hz. Peygam-ber'in olmuş ve Allah onu sonra beşte bir ayetiyle neshetmiştir.
Bazılan da bu ayetin bir yönden nâsih, bir yönden de men-suh olduğunu öne sürmüşlerdir. Şöyle ki: Ganimetler daha önceki ümmetlere, önceki peygamberlerin şeriatlarında haramdı. Bu ayetle Allah Teâlâ ganimetleri Ümmet-i Muhammed'e helal kıldığı için önceki peygamberlerin bu konudaki şeriatlarım nesh etmiş oldu. Daha sonra da «beşte bir» hükmüyle bu ayet nesholundu.
Zeyd bin Eşlem, «Bu ayet sabittir, neshedilmemiştir. Ayet ganimetlerin Allah'ın ve Rasûlü'nün olduğuna ve Hz. Peygamber'in (s.a) onlan Allah'ın emrettiği yerlere sarfedeceğine işaret etmektedir. Nitekim Allah Teala, «Bilin ki ganimet olarak ele geçirdiklerinizden beşte biri muhakkak Allah'ın ve Rasûlü'nündür.» ayetiyle ganimetlerin nerelere sarfedileceğini beyan etmiştir» demektedir.
Allah ile Peygamber'in bir arada zikredilmesinin nedeni soru. labilir: Bunun nedeni ganimetin hükmünün Allah'a vö yine O'nun emriyle Hz. Peygamber'e mahsus olmasıdır. Hz. Peygamber (s.a) ganimeti Allah'ın hikmeti gereğince paylaştırır, O'nun emrini uygular ve bu hususta hiç kimsenin görüşüne başvurmaz.[4]
Fahruddin Eazi, «enfal» ile ganimetlerin, ganimetler ile de kafirlerden ele geçirilen malların kastedildiğini söyler. Enfal ile başka anlamların kastedilmiş olması ihtimal dahilinde ise onun ganimet anlamına geldiği birkaç yünden sabittir:
1) Hz. Peygamber (s.a) Bedir Günü'nde ganimet olarak elde ettiğini orada hazır bulunanlara ve bulunmayanlara da paylaş-tirmıştır. Üçü muhacirler'den, beşi de ensardan olmak üzere orada hazır bulunmayan sekiz kişi vardı. Muhacirlerden biri Hz. Osman'dı. Hanımı ki aynı zamanda Hz. Peygamber'in kızıydı— hasta olduğundan Medine'de bırakılmıştı. Diğer ikisi de Talha ile . Said bin Zeyd'di. Hz. Peygamber onları Kureyş kervanı hakkında bilgi toplamalan maksadıyla Şam tarafına göndermişti. Enşar'dan olan beş kişiye gelince, birincisi Hz. Peygamber'in (s.a) Medine' ye vali olarak tayin ettiği Ebu Lübabe, ikincisi yine Hz. Peygamber'in El-Aliye'ye idareci olarak tayin ettiği Asım, üçüncüsü Hz. Peygamber'in Er-Rehava'dan hakkında kulağına bilgiler gelen Amr bin Avf'a elçi olarak gönderdiği Hars bin Hatib, dördüncüsü Er-Ravaha'da hastalandığı için Bedir'e katılamayan Hars bin Simme, beşincisi de Havat bin Cübeyr'dir. İşte bu kimseler Be-dir'de bulunmadıklan halde Hz. Peygamber kendilerine ganimetten pay vermiştir. Onların dışındaki sahabilerin arasında müna-zaâ\plması üzerine mezkur ayet inmiştir.
2) Enfal'in ganimet dışında başka bir anlama delâlet etmesi ihtimaline gelince, bu konuda birçok görüş öne sürülmüştür:
a) İbn Abbas'a göre, enfal ile müslümanlann müşriklerden savaş olmaksızın ele geçirdikleri hayvanlar, köleler ve ticari mallar kastedilmiştir. Onun hükmü Hz. Peygamber'e aittir. O, dilediği yere bunları dağıtabilir.
b) Enfal ile Allah'ın humus ehline verdiği beşte bir kastedilmiştir. Bu görüş Mücahid'e aittir. O; «Humsun (beşte birin) sorulması üzerine bu ayet nazil olmuştur» demektedir.
c) Enfal ile öldürülen düşmandan alman silah, para ve elbise kastedilmiştir. Bu savaşa teşvik maksadıyla askerlere ganimetteki paylarından fazla olarak verilir. Mesela İmam, «Kim bir düşman öldürürse ondan ele geçirdiği mallar kendisinindir» veya bir müfrezeye «Ele geçirdiklerinizin hepsi veya yansı ya da üçte biri, dörtte biri v.s sizindir» diyebilir. Bu beşte bir, ikinci defa beşe taksim olunamaz.
Ayet yukardaki tüm şekillerde yorumlanabilir. Birini diğerine' tercih etmemizi sağlayacak bir delil yoktur. Şayet haberlerde bu ihtimallerden birini açıkça destekleyen bir karine varsa onunla hükmedilir. Aksi takdirde hepsi de muhtemeldir. Bunların her birinin olduğu gibi hepsinin birden kastedilmesi mümkündür. Aralarında herhangi bir tenakuz veya bir çelişki yoktur. Zihne en yakını, bununla Peygamber'in (s.a) ganimetin elde edilmesinden önce veya sonra, ganimetin tümünden başkalarına tayin ettiği payın kastedilmesidir. Bu onun için caizdir ve tıpkı savaşın başında veyahut döğüş anında birisinin, var gücüyle çaba harcaması için katile öldürdüğü kimsenin üzerindekileri vermeyi veya orada bulunanlardan bazılarına kendine ait beşte birden bir kısmını va-dettiği gibi o da sahabileri böylece cihada teşvik, nefislerini takdirde «De ki: Ganimetler Allah'ın ve Rasûl'ündür» ayetiyle mücahidlerin haklarından fazla olan mallar kastedilmiş olmaktadır.[5]
Alimler «en/aZ»in mahiyeti ve nereden verileceği hususunda dört görüş öne sürmüşlerdir:,
1) Enfal, kafirlerden müslümanlara kaçan hayvanlar, köleler veyahut savaş olmaksızın müşriklerden ele geçen mallardır. Yani enfal buralardan, verilir.
2) Enfal, ganimetin beşte birinden (hums) sağlanır.
3) Hums'un, humsu (beşte birin beşte biri) ile karşılanır.
4) Ganimetin aslından alınır. İmam dilediği şeküde ganimetten dilediği kadar alır ve dilediğine verir. İmam Malik, enfal'in îmam'ın (devlet başkanının) içtihadına dayanarak beşte birden vermiş olduğu mallar olduğunu, geri kalan beşte dört hakkında ise bir nefyin bulunmadığını söylemektedir. O buna, ganimetin aslından nefl verilmeyeceğini, zira neflin sahibinin savaşçılar olduğunun bilindiğini, İmam'ın ise beşte birden vermesinin kendi içtihadına bağlı olduğunu eklemektedir. Beşte birin ehli ise bilinmemektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a), «Allah'ın size ganimet olarak verdiği malda, benim beşte birden başka hakkım yoktur. Beşte bir ise size yeniden geri dönmüştür» buyurmuştur. Dolayısıyla nefl'de Hz. Peygamber'in (s.a> dışında başkasının hakkının olması mümkün değildir. O da zaten beşte birdir. İmam Malik'in mezhebinde tercih edilen görüş budur. Başka bir rivayette de beşte birin beşte birinden nefl'in verilebileceği nakledilmiştir ki bu, Said bin Museyyeb, İmam Şafii ve İmam Hanife'nin görüşüdür.
İhtilaf İbn Ömer hadisinden neşet etmektedir. İmam Malik bu hadisi- şöyle rivayet ediyor: «Hz. Peygamber (s.a) Necid tarafına bir askerî müfreze gönderdi. Onlar birçok deveyi ganimet olatak getirdiler ve paylarına onikişer veya onbirer deve düştü. Onlara nafile olarak birer deve daha verildi.» îmam Malik hadisi, görüldüğü gibi sayı bakımından şüpheli olarak (onbirer veya onikişer şeklinde) rivayet etmiştir. Bu şüphe Yahya'nın îmam Malikten olan rivayetinde vardır. Velid bin Müslim dışında Muvatta' in diğer ravileri bu konuda Yahya'ya tabi olmuşlardır. O, İmam Malik ve İbn Ömer kanalıyla şöyle rivayet ediyor: «Onların paylarına onikişer deve düştü ve ayrıca onlara nafile olarak birer deve daha verildi.» Görüldüğü gibi bu rivayette «onikişer» veya «onbirer» şeklinde şüpheli bir ibare yoktur. Yine Velid bin Müslim, Ha-tem bin Nafi, Şuayb, JSTafi ve İbn Ömer kanalıyla şöyle bir rivayette bulunmaktadır: «Hz. Peygamber (s.a) bir askerî birlik içerisinde beni de Necid'e gönderdi.» Velid'in rivayetinde bu birlikteki asker sayısı 4.000'dir. Aralarından bir müfreze ayrılıp gider. «îç-lerinde ben de vardım» diyor İbn Ömer. Askerlerinin her birinin payına on iki deve düşer. Ancak müfrezedekilere nafile olarak birer deve daha verilir. Böylece onların paylan onüçer deve olmuş olur. (Ebu Davud). İşte «enfal»in humus'tan verildiğini söyleyenler bu hadisle istidlal etmişlerdir. Bunun açıklaması şu şekildedir: Şayet bu müfreze on kişi kabul edilirse yüzelli deve ganimet ele geçirilmiş demektir. Yüzelli'nin beşte biri otuz deve eder ve geriye yüz yirmi deve kalır. Bu on kişi arasında taksim edildiği zaman her birine onikişer deve düşer. Sonra da kendilerine hums' tan (otuz deve içinden) birer deve daha verilir. Çünkü otuzun beşte biri on etmez. On kişi için sonucun bu olduğu bilindikten sonra yüz kişi, bin kişi ve daha fazlası için de ne olduğu bilinir.
Enfal'in, hums'un hums'undan verileceğini öne sürenler şöyle demişlerdir: Orada develerin dışında, elbiseler ve satılacak ticari malların da olması mümkündür. Kendisine verilecek deve kalmayan kimselere devenin değeri ölçüsünde o mallardan verilmiştir. Bunu Müslim'deki bir hadis desteklemektedir: «Biz ganimet olarak deve ve koyunlar ele geçirdik.» Görüldüğü gibi ganimet içinde develerin dışında koyunlar da bulunmaktadır. İbn İshak bu hadis ile ilgili olarak Emir'in ganimetin paylaştırılmasın* dan önce «Enfal»i onlara verdiğini öne sürmektedir. Bu, enfal'in ganimetin aslından verilmiş olmasını gerektirir. Dolayısıyla da İmam Malik'in görüşünün aksinedir. Ebu Ömer bu görüşü, onu öne sürenlerin hadis hafızları olması nedeniyle daha tercihe şayan bulmaktadır.
Mekhul ve Evzai, ganimetin üçte birinden fazlasının nefl olarak verilemeyeceği görüşündedir. Bu ayni zamanda cumhuru ulemanın da görüşüdür. Evzai, savaşçılara ganimetin üçte birinden fazlasının va'dedilmesi durumunda, va'din yerine getirümesi ve bunun ganimetin beşte birinden ayrılıp verilmesi gerektiğini söylemiştir.
îbn Ömer hadisinin delâlet etmesinden anlaşıldığına göre, ordudan ayrılan bir müfrezenin elde etmiş olduğu bir ganimet üzerinde ordunun tüm fertleri ortaktır. Bu, Şuayb'ın Nafi'den rivayet ettiği hadisten başka bir yerde zikredilmemiş bir mesele ve hükümdür. Bu hususta alimler ihtilaf etmemişlerdir.
İmam'm savaş öncesi «Kaleyi yıkana şu kadar, falan yere ulaşabilene şu kadar, birini öldürene şu kadar, bir esir getirene şu kadar verilebilir» v.s kabilinden teşviklerde bulunması hususunda ihtilaf edilmiştir. îmam Malik'e göre bu mensuhtur. Zira bu takdirde dünya uğrunda savaşılmış olmaktadır. Dünya uğrunda savaşmak ise caiz değildir. Ancak İmam Sevri'ye göre caizdir. Nitekim bu görüşü destekleyen bir merfu hadis İbn Abbas'tan rivayet-edilmiştir. «Hz. Peygamber (s.a) Bedir Günü, 'Bir kafir öldürene şu vardır, bir esir getirene'şu vardır' demiştir.»
Yine îkrime'nin îbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a), «Kim şöyle şöyle yapar, şöyle şöyle bir yere ulaşa-bilirse ona şu kadar vardır» diye buyurur. Bunun üzerine gençler savaş meydanına hızla dalarlar, yaşlılar da sancaklar ile birlikte geride kalırlar. Savaş zaferle sona erince, gençler gelip kendilerine vaadedilen şeyleri isterler. Yaşlılar ise kendilerine eOnu tama* men alıp bizi mahrum bırakmayın, zira biz de sizler için arkada bekledik' derler. Bunun üzerine Allah Teâlâ da «Aranızdaki (anlaşmazlığı) düzeltin» ayetini indirir. (İsmail bin îshak'tan da rivayet edilmiştir.)
Hz. Ömer'den rivayet edildiğine göre O, Şam'a gitmek niyetinde olan Abdullah oğlu Cerir el-Beceli, kabilesi ile beraber geldiğinde, ona, «Kûfe'ye gidip de hums'tan sonra ganimetin üçte birini almak istiyor musun? Her araziden ve esirden bunu alacaksın» demiştir. Şam fakihleri bununla istidlal etmişlerdir. Evzai, Mek-huî, İbn Hayyeve ve diğerleri de bu görüşü desteklemişlerdir. Onlara göre hums ganimetin tümündendir. Nefl ise beşte birden sonradır. Bunun sonrasında ganimetler ordu arasında paylaştırılır. İshak bin Rahuveyh, İmam Ahmed ve Ebu Ubeyde bu görüştedir. Ebu Ubeyde ayrıca «Bugün insanlar, ganimette beşte bir almazdan önce nefl'in olmadığı kanaatindedir» demiştir. İmam Malik, bir devlet başkanına herhangi bir müfrezeye, «Gidin, ele geçirdiğinizin üçte biri sizindir» demesinin caiz olmadığı görüşündedir. O aslında başda böyle demenin caiz olmadığını söylemek istemiştir. Buna rağmen eğer bırakırsa geçerli olur ve geri kalanda da onların paylan vardır[6].
«Allah'tan sakının, aranızdaki anlaşmazlığı düzeltin» ifadesinin tefsirinde Süddi, buna «birbirinize sövmeyin» anlamı ver-mektedir. Ibn Kesir bunu naklettikten sonra Hafız Ebu Ya'la'nın Müsned'inde rivayet ettiği bir hadisi zikretmektedir: «Bir defasında Hz. Peygamberdin (s.a) otururken güldüğünü gördük, öyle güldü ki mübarek dişleri göründü. Ömer: «Ey Allah'ın Rasûlü! Anam babam sana feda olsun. Seni (bu kadar) güldüren nedir? diye sordu. Hz. Peygamber (s.a), «Beni güldüren ümmetimden iki kişidir. İzzet sahibi olan Allah'ın huzurunda diz çöktüklerinde biri, 'Ey Rabbim! Senin için bana yapılan zulmün intikamını şu kardeşim, den al' der. Allah Teâlâ da o kimseye 'Bunun zulmünü ver' deyince, o, 'Ya Rabbi! Benim hasenatımdan başka bir şeyim kalmadı ki vereyim?' der. Alacaklı, 'Ey Rabbim! O halde onun yerine be. nim günahlarımdan alsın' der. (Ravi bu sırada Hz. Peygamber'in gözyaşlarının akıp ağlamaya başladığım ve 'Kuşkusuz insanlar, kendilerinin yerine günahlarını yüklenenlere muhtaç olur' dediğini söylemektedir). Allah Teâlâ bunun üzerine hakkını isteyen kuluna, 'Başını kaldır da cennetlere bir bak' der. O da bir bakar ve 'Ey Rabbim! Ben gümüşten yapılmış köşkler, altınlarla ve incilerle süslenmiş şehirler görüyorum. Onlar hangi peygamber, hangi sıddık ve hangi şehidler içindir?' der. Allah Teâlâ da 'Bunların karşılığını kim verirse onun içindir' deyince, kul, 'Ey Rabbim! Onun karşılığını kim verebilir ki?' der. AllaK 'Sen verebilirsin' der. Kul onun karşılığını sorunca Allah Teâlâ da 'Kardeşini affet-mendir' diye cevab verir. Kul, 'Ey Rabbim! Ben onu affettim' der. Allah Teâlâ da 'O halde kardeşinin elinden tut ve ikiniz de cennete girin' der.» Hz. Peygamber daha sonra şöyle dedi: «Allah'tan korkun. Aranızdaki (anlaşmazlığı) düzeltin. Kuşkusuz Allah müminleri kıyamet gününde barıştıracaktır.»
(2-3) «Müminler ancak o kimselerdir ki...»
Bu Ayetlerin Tefsiri
Ali bin Ebi Taîha, îbn Abbas'tan şöyle rivayet etmektedir: Münafıkların kalblerine Allah'ın zikrinden hiçbir şey girmez. Allah'ın farzları eda edildiğinde, onlar Allah'ın ayetlerinden hiçbir şeye iman etmezler. Allah'a tevekkül etmezler. Ortada olmadıkları zaman namaz kılmazlar. Zekât vermezler. Böylece Allah, onların mümin olmadıklarını belirtmektedir. Daha sonra da bu ayette müminlerin özelliklerini belirtmiştir. {(Müminler farzları eda ederler. Allah'ın ayetleri kendilerine okunduğunda imanları artar, Rable-rinden başka kimseden bir şey ummazlar.}
Mücahid, «vecilet» fiilini korkma, ürperme anlamında yorumlamıştır. Süddi ve bazı müfessirler, bunun müminlerin sıfatlarından olduğunu söylemişlerdir. Mümin kimsenin kalbi Allah anıldığında ürperir ve böylece O'nun emirlerine uyar, yasaklarını terke-der. NiteKim Allah Teala, başka bir ayette «Onlar bir kötülük işlediklerinde veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar, giL nahlarının bağışlanmasını isterler. Allah'tan başka günahları affedecek kim vardır? Yaptıkları günahlar üzerinde bile bile ısrar etmezler.» Bir diğer ayette de «Rabbinden korkan ve kendini he-vaya uymaktan meneden bir kimseye gelince cennet muhakkak onun için bir sığınaktır» buyurmaktadır. Süfyan'us-Sevri, «Süddi' nin bu ayet hakkında, 'Bu öyle bir kimsedir ki zulmü veya başka bir günahı işlemek istediğinde, kendisine Allah'tan kork denilir, O da korkarak yapmak istediği şeyden vazgeçer' dediğini işittim» demektedir.[7]
İmam Buhari ve daha başka imamlar, bu ayet ve benzerleriyle imanın artması ve kalpte fazlalaşması hususunda istidlal etmişlerdir. Nitekim Ümmet'in cumhurunun görüşü de böyledir. Hatta îmam Şafii, İmam Ahmed bin Hanbel, Ebu Ubeyy gibi imamlar bu konuda icma etmişlerdir.
Alusi, Ruh'ul-Meani'de bu ayetin imanın artıp eksildiği görüşünde olan kimselerin delillerinden biri olduğunu, fakihlerin, mu-haddis ve kelamcılarm çoğunun ve kendisinin de görüşünün bu olduğunu söylemektedir. Nitekim Kur'an ve Sünnet aklen bir mu- İtearızı olmaksızın açıkça buna delâlet eder. Hatta bazıları aklen de bunun sahih olduğuna delil getirmişlerdir. Şayet imanın hakikati birbirinden farklı olmazsa, ümmetin sıradan fertlerinin, hatta fısk u fücura dalanların imanıyla, peygamberlerin ve meleklerin imanı birbirine eşit olmuş olur. Bunun lazımı bâtıl olduğundan melzu-mu da bâtıldır.
İmam Nevevî, bu hususu açıklarken şunları söylemektedir : «Herkes kendi kalbinden bilir ki iman bazı zamanlarda daha artar, yakın daha fazlalaştr. İhlas bazı zamanlarda daha fazla olur. İşte tasdik ve marifet, burhanların şümulü ve çokluğu hasebiyle-dir.»
İmam Nevevi'ye,, «Kişinin bunu kabul etmesi halinde şüphe meydana gelir. Şüphe de imandan çıkmaktadır» denilerek itiraz edilmiştir. O da bu itirazı, yakîn'in mertebelerinin farklı olduğunu, ilm'el-yakin, hakk'el-yakîn ve ayn'el-yakîn mertebelerinde ne şekkin ne de şüphenin bulunmadığım söyleyerek cevablandırmiş-tır.
Ebu Hanife ve birçok kelamcı imanın artıp ekşitmediğini öne sürmüşlerdir. Bu görüş İmam'ul-Harameyn tarafından da kabul edilmiştir. Onların delili, imanın yakın mertebesine varan tasdikin ismi olduğu ve böyle bir tasdikde de artmanın, eksilmenin düşünülemeyeceğidir. Tasdik sahibi taat veya günah işlediğinde, tasdiki bozulmaksızın aynı durumda kalır. Şayet iman, azlık-çokluk bakımından farklı taatlerin adı olsaydı (ki el-Kalemisi ve seleften, bir grup böyle demiştir) o zaman eksilir-artabilirdi.
Bu ikinci görüşü savunanların- delillerinden biri, Ebu'1-Leys Semerkandi'nin tefsirinde Ebu Hüreyre'den rivayet edilen şu ha-diştir: «Sakif heyeti Uz. Peygamber'e gelerek, «Ey Allah'ın Rasû-lü! îman artar, eksilir mi?»' diye sordu. Hz. Peygamber (s.a), «Hayır, iman kalpte tamdır. Onun ziyadesi ve noksanı küfürdür» dedi.»
Ayrıca bu son görüşün sahipleri, daha öncekilerin ileri sürdükleri ayet ve hadisleri şöyle yorumlamışlardır: îmanın artması, devamlılık ve sabit olmak bakımindadır. Zaman ve saatlerin çokluğu hasebiyledir. Bunun izahı İmam'ul-Haremeyn'nin şu söylediklerinde ifadesini bulmuştur: «Hz. Peygamber'in (s.a) tasdiki daimi olduğundan ve Allah'ın kendisini şüphelerin karışımından mahfuz bulundurduğundan dolayı diğerlerinin tasdikinden daha üstündür. Ayrıca tasdik araz'dır, iki zamanda aynı şahısta bulunamaz. Aksine emsallerinin yenilenmesine bağlıdır. Böylece tasdik ardı ardına oluşur ve Hz. Peygamber (s.a) için imandan birçok mertebeler sabit olabilir. Başkasında ise onların ancak bir kısmı sabit olabilir. Böylece Hz. Peygamber'in imanı diğerlerinin imanından daha fazla olur.»
Ancak İmam'ul-Harameyn'in bu sözlerine, «Bir şeyin yok olmasından sonra benzerinin oluşması o şeyin artışı demek değildir» denilerek itiraz edilmiştir. İmam'ul-Harameyn de bu itirazı, «Kastedilen meydana gelen sayıların artışıdır. Daimiliğin yokluğu, buna ters düşmez» diyerek cevablamıştır.
İman'ın artışı, iman denilen noktanın artışı hasebiyledir. Sahabe tümüyle iman etmişti. Şeriat tamamlanmamıştı. Hükümler yavaş yavaş inmekteydi. Onlar her yeni gelene iman ederlerdi. Halkın imanının, tafsilatın mülahazası bakımından azlık ve çokluk yönüyle farklı olduğuna şüphe yoktur. Bu ise, sadece Hz. Peygamber'in (s.a) dönemine mahsus değildir. Çünkü başka asırlarda da bunu görme imkânı vardır. Ayrıca imanın artmasından maksat, onun meyvesinin artması, nurunun kalbte ışıldamasıdır. Çünkü imanın, nuru taatle artar, günahla eksilir.
Îmam'ul-Harameyn'in birinci delilinin cevabı, bizim daha önce söylediklerimizden azade değildir. Ebu'l-Leys'in zikretmiş olduğu ikinci delilin cevabına gelince, o hadis muhaddislere göre asla güvenilir değüdir. O hadisin senedinde Ebu Muti'ye kadarki raviler meçhuldür. Ebu Muti'ye gelince, onun künyesi Hakem bin Abdullah bin Mesleme El-Belhi şeklindedir. Ahmed bin Hanbel, Yahya bin Main, Amr bin Ali bin Fellas, Buhari, Ebu Davud, Hatim Er-Bazi, Ebu Hatim Muhammed bin Habban'ul- Bustî, Ukaylî, İbn Adiyy ve Darekutni gibi muhaddisler onu zayıf saymışlardır. Ebu'l-Mahzerhi ise (künyesi Yezid bin Süfyan'dır) birçok muhaddis onu zayıf görmüştür. Şu'be bin Hacca onu tamamen bırakmıştır. Neseî ise, onun «münker» olduğunu söylemiştir. Şu'be onu hadis uydurmakla suçlayarak «İki kuruş verseler 70 hadis uydurur» demiştir. Hz. Peygamber'in (s.a) hadisleriyle ilgilenen bir kimse Ebu'1-Mah-zemi'den gelen o sözlerin hiçbir hadiste bulunmadığını bilir. İmam'ul-Harameyn'in zikrettiği görüş, arazlar yenilenmelerine ve iki zamanda aynı şahısta bulunmalarına rağmen zayıftır. Bu mesele pek ihtilaflıdır ve onun ispatı çok zordur.
Onların, «imanın artışı, kendisine inanılandan dolayıdır» demeleri zahirin hilafına olmakla birlikte insaf sahiplerine göre buna ihtiyaç da yoktur. «Onlara insanlar, 'halk size karşı asker toplamış, onlardan korkun' dediklerinde bu onların imanını artırdı.» (Alu İmran : 173) ayetiyle ilgili onların söyledikleri ise tümüyle kabul edilemez. Çünkü burada insanın kendisiyle hasıl olduğu meşru bir artma olmadığından «imanın artışı, kendisine inanılandan dolayıdır» denilemez. İkinci cevabın durumu da ortadadır.
İmam Razi ve (bir görüşe göre) İmam'ul-Haremeyn'in de dahil olduğu bir grup, «İmanın artıp eksilmesi veya bunların olmaması hususundaki ihtilaf lafzi'dir ve imanın yorumunun bir sonucudur. İmanı 'tasdik ile tefsir eden kimse, iman artmaz ve eksilmez, der. Fakat imam tasdikle birlikte amelle tefsir eden kimse, iman artar ve eksilir, der» demişlerdir. Buhari'nin «Ben birçok beldede binden fazla alimle görüştüm. Onlardan birinin imanın söz ve amelden ibaret olduğundan artıp eksildiğinden şüphe ettiğini görmedim» şeklindeki sözü de bu anlamda yorumlanır. Ibn Ömer'den rivayet edilen bir hadis te bu anlamda gelmiştir. «Biz Hz. Peygamber'e 'iman artar eksilir mi?' diye sorduğumuzda o, 'Evet, iman öyle artar ki sahibini cennete sokar, öyle eksilir ki\ sahibini cehenneme atar' dedi.»
Alusî, devamla: «îman, artma-eksilme kabul etmez» diyen Ebu Hanife'nin mezhebine bazı meselelerde muhalefet etmenin hiçbir zararı yoktur. Çünkü onun aksini ispat eden sayısız deliller mevcuttur. Hakk'a tabi olmak ise her şeyden daha üstündür. Bu tür konularda taklid etmek, avamın işidir» demektedir.
İbn Cerir, İbn Ebi Hatim ve Ebu Şeyh'in Malik bin Enes'ten rivayet ettiklerine göre o, bu ayetteki imanı korku ile yorumlamıştır. Çünkü korku «imamnn bir sonucudur. Ancak bu görüş de zahirin hilafınadır. Öyle ki bu tefsire göre ayet «Kuşkusuz kamil müminler o kimselerdir ki Allah anıldığında Allah'ın sıfat ve fiillerinde korkuyu gerektiren hiçbir şey olmaksızın onların kalbleri titrer. Onlara bu anlamları içeren ayetler okunduğunda o ürpermeleri daha da artar» anlamını kazanmaktadır.[8]
«Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler» ifadesiyle onlann tüm işlerini başkasına değil sadece Rableri, idarecileri olan Allah'a havale ettikleri kastedilmektedir.
(4) «îşte
gerçek müminler onlardır...»
Bu Ayetin Tefsiri :
Yani müminler bu güzel sıfatlara sahip olanlardır. Çünkü onlar mümin olduklarını kesinlikle ispat etmişlerdir. İmanlarına amellerinin faziletlerini de eklemişlerdir.
Haris bin Malik el-Ensari'den rivayet olunduğuna göre O, Hz. Peygamber'in yanından geçerken Hz. Peygamber kendisine, «Ey Haris! Nasıl sabahladın?» diye sorar. O, «Gerçek mânâda mümin olarak sabahladım, ya Rasûlallah!» diye cevap verdim, demektedir. Hz. Peygamber de (s.a) ona «Ne dediğine dikkat et Kuşkusuz her şeyin bir gerçeği vardır. Senin imanının gerçeği nedir?» diye sorunca o, şöyle cevab verdiğini söyler: «Nefsimi dünyadan uzaklaştırdım. Gecemi uykusuz, gündüzümü susuz olarak geçirdim. Sanki cennet ehline bakıyorum, orada birbirlerini ziyaret ediyorlar. Ateşin ehline bakıyorum, orada bağırışıp duruyorlar. » Bunun üzerine Hz. Peygamber, «Ey Haris! (Doğru) bildin. Ona sarıl, ey Haris! (Doğru) bildin, ona sarıl, ey Haris! (Doğru) bildin, ona sarıl» der. (Tabarani) [9]
Bazı alimler mezkur ayeti delil getirerek «Hiç kimse gerçekten müminim diye nefsini vasıf landırmamalıdır.» demişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ, bununla güzel sıfatlara sahip bir topluluğu vasıf landırmıştır. Bu sıfatlar herkeste olmadığından doğru olanı «in-şaallah müminim» denmesidir.
Bazıları da bu delili, Sevri'den rivayet edilen bir sözle desteklemişlerdir: «Gerçekten mümin olduğunu iddia ettikten sonra cennet ehlinden olduğuna şahidlik eden kimse bu ayetin yarısına iman etmiş yarısına da iman etmemiş olur.» Sevri'nin bu sözü onun mezhebinin istisna yanlısı olduğuna açıkça işaret etmektedir. Nitekim «inşaallah müminim» sözü İmam'm dediği gibi, İbn Mesud'un ve îbn Mesud'a tabi olan sahabe ve tabiinden bir çoğunun görüşüdür. İmam Şafii de bu görüşü savunmuştur. Ayrıca bu görüş İmam Malik ve İmam Ahmed'e de nisbet edilmiştir. İmam Ebu Hanife ise bu görüşe karşı çıkmıştır. Ondan gelen bir rivayete göre Katade'ye, «İmanda niçin istisna yapıyor, 'inşaallah müminim' diyorsun?» diye sorduğunda Katade kendisine «Hz. İbrahim'in «Din gününde hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur» (Şu-ara: 82) sözünden dolayı» diye cevab verir. Bunun üzerine Ebu Hanife «Niçin Hz. ibrahim'e, o 'evet' dediğinde uymadın? Çünkü o, kendisine «Sen iman etmedin mi?» diye sorulduğunda «Evet» demişti» diye mukabele edince, Katade cevab veremez. Razi, Ka-tade Ebu Hanife'ye Hz. İbrahim'in 'evet' sözünden sonra, «Kalbim mutmain olsun diye» sözünün itminanın fazlasını istemek için olduğunu ve imanda istisnanın caiz olduğuna delâlet ettiğini bildirmiştir, demektedir. [10]
Kâşifte şöyle denilmiştir: «İmanda istisnayı caiz gören kişi, mutlak iman kendisine sorulduğunda caiz, diyor. Fakat, «Sen kadere iman ettin mi?» diye sorulduğunda onun «înşaallah müminim» demesi caiz değildir. Zira burada istisnanın hiçbir anlamı yok. Birincisinde ahirette fayda veren kâmil iman kastedildiğinden bereket bakımından Allah'ın dilemesine bağlanmak caiz görülebilir. Çünkü «inşaallah» lafzı Arap ve Acemler arasında asıl mânâsından çıkarak örfün istediği anlamda kullanılmaya başlamıştır. Bu bakımdan «inşaallah» 'Ben imanımdan şüpheliyim' demektir diyenlerin görüşü hiçbir şekilde muteber değildir. Aksine bu gerekli bir irtibattır. Çünkü asıl sebeb Allah Teâlâ'dır. Bu, işi kuldan Allah'a havale etmek demektir. Bu söz, «Dileme gaibdir, malum değildir. Bu yüzden imanda şüphe olur» şeklinde mütalaa edilmemelidir. Çünkü imanda şüpheye düşenin kafir olduğuna dair bir rivayet vardır.
Hasan Basri'den rivayet edilen şu söz ne kadar da güzeldir! Hasan Basri'ye «Sen mümin misin?» diye sorulduğunda, o, şöyle der: «İman iki kısımdır. Şayet Allah'a, meleklerine, kitablanna, peygamberlerine, ahiret gününe, cennet ve cehenneme, haşre olan imanımı soruyorsan, evet ben müminim. Yok eğer sen, «müminler o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir» diye başlayan ayetten soruyorsan, vallahi onlardan olup olmadığımı bilmiyorum.»
İşte Hasan Basri'nin bu sözü ve benzerleri, söz konusu ihtilafı, lafzî bir ihtilafa dönüştüren sözlerdir. Müdekkiklerden bir kısmı da ihtilafın lafzî olduğunu söylemişlerdir.
«Rablerinin katında onlar için yüksek mertebeler, mağfiret ve kerim bir rızık vardır.» ifadesinde geçen «yüksek mertebeler» hususunda Ebu Hüreyre, Hz. Peygamber'den şöyle bir hadis nakletmektedir: «Cennette yüz derece vardır. Şayet âlemlerin hepsi o yüz derecenin (birinde) bir araya gelse, yine onların hepsini ihata eder». Yani o kadar şümullüdür.
Rebi bin Enes'ten şöyle bir rivayet gelmiştir: «Cennette yetmiş derece vardır, İki derecenin arası tımarlı ve iyi beslenmiş bir atın yetmiş senede ancak katedebileceği kadardır.»
«Derecatin» kelimesindeki tenvin, tazim ifade eder. Yani büyük dereceler vardır, anlamına gelir. Şayet mevcut dereceler kas-tediliyorsa, keramet ve yüce makamların onlar için olduğuna işaret edilmektedir. Ebu'l-Beka'ya göre, dereceler «ecirler» anlamındadır.
«Mağfiretun» kelimesindeki tenvin de tazim içindir. Yani kullardan sadır olan eksiklikleri içerip de affetiren bir mağfiret vardır.
«Kerim bir rızık» ile cennet nimetlerinden kullara hazırlanan rızıklar kastedilmektedir.
İbn Ebi Hatim, Muhammed bin Herevi'den şöyle rivayet edi-yor: «Allah'ın 'kerim rızık' dediğini işitirsen, bil ki o cennettir.»
Vahidi'den nakledildiğine göre «kerim»in kökü olan «kerem» kelimesi umulan ve güzel sayılan her şeyi içermektedir. Bu bakımdan rızkın, kerim ile vasiflandırılması hakiki mânâyı ifade etmektedir.
Bazı müdekkikler «Kerim bir rızık» ifadesiyle rızkı verenin Kerim olduğuna işaret edilmektedir, demektedirler. Bu noktadan hareketle onu, çokluk ve tükenmemekle yorumlamışlardır. Çünkü Kerem, sayıyı çok vermek, verdiğini kesmemektir. Bu takdirde ((ekrem'ul-ekremin» olan Allah'ın keremi nasıl hesaplanacaktır?
Ayette «Yüksek mertebeler»in önce zikredilmesinin sebebi bunların Allah'ın katıksız fazlıyla kullara verileceğindendir. İkinci olarak «mağfiret» zikredilmiştir. Zira insanlara göre mağfiret, rızıktan daha önemlidir. Oysa mağfiret de rızık da bir şeyin karşılığında verilmek üzere ortaktırlar. Bunu İbn Ebi Hatim ve Ebu Şeyh'in İbn Zeyd'den rivayet ettikleri şu görüş desteklemektedir: îbn Zeyd, «Günahların terki ile mağrifet, salih amellerle de kerim bir rızık verilir» demiştir.
(5) «Rabbin
seni evinden...»
Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayette sözü geçen «ev» ile ya Hz. Peygamberin Medine'deki evi ya da bizzat Medine kastedilmektedir. Çünkü Medine, Hz. Peygamber'in sığınağı olmuştur. Bazıları ise Mekke'nin kastedildiğini soylemişlerse de bu görüş herhangi bir delille desteklenme-miştir.
Ayette «çıkartma» fiilinin Allah'a isnad edilmesi Hz. Peygamber'in evinden çıkmasının vahye dayandığını gösterir.
«Rabbin» şeklinde «Rab» kelimesinin Hz. Peygamber'e raci olan bir zamire izafe edilmek suretiyle zikredilmesinde de bir letafet vardır. Biraz düşünenlere bu letafet hiç de gizli kalmaz. Ayetin başındaki «k» harfi benzerliği (teşbihi) gerektirir. Oysa ayette kendisine benzetilen açıkça zikredilmemiştir. Bu bakımdan tefsirler bunu açıklamada ihtilaf etmişlerdir. İrabında (terkib ve gramerinde) en çok ihtilaf edilen ayetlerden birisi budur.
Bazıları ayetin anlamının ganimet hususunda meydana gelen hoşnutsuzlukların, tıpkı Allah'ın, Hz. Peygamber'i evinden çıkarmasındaki hoşnutsuzluklar gibi olduğuna işaret ettiğini söylemişlerdir. Bazıları da ayetin anlamını «Aranızdaki (anlaşmazlıkları) düzeltin. Tıpkı Rabbin seni hak için evinden çıkarttığında olduğu gibi» şeklinde vermişlerdir. Bazıları «Rabbin seni kesin bir şekilde hak için evinden çıkarttığı gibi, Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin» şeklinde ayete mânâ vermişlerdir. Başkaları da ayetin «Rabbin seni evinden hak için çıkarttığı gibi onlar da bir tevekkül ile Allah'a tevekkül ederler» anlamına geldiğini Öne sürmüşlerdir. Bazıları ise ayeti «Rabbin seni evinden hak için çıkarttığı gibi onlar sabit bir şekilde hoşnud değillerdir.» şeklinde yorumlamışlardır. «Kemandaki «tonin harfi cer olup «ma»nm da onunla mecrur kılındığını ve daha önceki ayette geçen «hakk» kelimesine sıfat olduğunu söyleyenlere göre ayetin manası «Seni evinden hak için çıkarttığı gibi onlar gerçek mânâda müminlerin ta kendileridir» şeklindedir.
Müminlerden bir grup savaşa hazırlıklı olmadığından veya ganimete meyilleri olduğundan ya da doğal isteksizliklerinden dolayı savaşa çıkmaya taraftar görünmüyorlardı. Bu insanın kudret ve isteği dışında bir mesele olduğundan bunun ashabın konumuna uygun olmadığını söylemek yerinde bir itiraz sayılmamalıdır.
Bu cümle hal-i mukadderdir. Çünkü hoşnutsuzluk çıkıştan sonra meydana gelmiştir. Nitekim bu husus inşaaliah ileride görülecektir.
Olay, bir grubun rivayet ettiğine göre şöyle vuku bulmuştur:
Kureyş'in bir kervanı Şam'dan geri dönüyordu. Bu kervanda büyük bir ticaret malı ve yanında da 40 süvari bulunuyordu. Mek-keliler içinde Ebu Süfyan, Amr bin el-As ve Mekreme bin Mevtal da bulunuyordu. Cebrail bunu Hz. Peygamber'e (s.a) bildirdi. O da bunu müslümanlara duyurdu. Malın çokluğundan, koruyucularının azlığından dolayı kervanın önünü kesmek müslümanlarm çok hoşlarına gitmişti. Müslümanların Medine'den çıktıkları haberi hemen Mekkelüere ulaştı. Bunun üzerine Ebu Cehil, Mekkeli-lere «Her zorluğa rağmen kervanınızı ve mallarınızı kurtarın. Eğer Muhammed kervanınızı ele geçirirse artık bundan sonra ayakta kalamazsınız» diye hitab etti.
Hz. Peygamber'in halası Atike binti Abdulmuttalib o sıralarda rüyasında bir süvarinin deve sırtında gelip el-Ebtah denilen yerde durduktan sonra «Ey gadre uğramışlar topluluğu! Öldürüleceğiniz yere doğru çıkın» diye üç defa bağırdığını görür. (Rüyası şöyle devam eder) : «Daha sonra halk o süvarinin etrafında toplanır ve süvari Mescid'ul-Haram'a girer. Halk onun peşindedir. Onlar onun etrafını sardıkları bir anda o, devesiyle Kabe'nin üstüne çıkar. Daha önce bağırdığı gibi yine bağırır. Sonra devesiyle birlikte Ebu Kubeys dağında görünür ve yine daha önce bağırdığı gibi bağırır. Ebu Kubeys dağının üzerinden bir kaya alır ve onu yuvarlar. Kaya Ebu Kubeys dağından yuvarlanarak Mekke'nin evlerine doğru gider. Dağın tam eteğine geldiğinde ise parçalanır. Mekke'nin tüm evlerine o kayanın bir parçası girer.»
Atike bu rüyasını kardeşi Abbas'a söyler. Abbas da arasında bir dostluk bulunan Velid bin Utbe'ye bunu anlatır. Velid de bu rüyayı gider babası Utbe'ye nakleder. Böylece rüya Mekke'de yayılarak ta Ebu Cehil'in kulağına kadar gider. Ebu Cehil, Hz. Abbas'a, «Ey Abdulmuttaliboğulları! Erkeklerinizin peygamberliği size yetmedi mi ki artık kadınlarınız da peygamberlik iddiasında bulunuyor» diyerek Atike'nin rüyasını ciddiye almaz. Sonra Ebu Cehil, yanına Mekkelileri alarak yola çıktı. Onları Bedir'e doğru götürdü. Bu esnada Hz. Peygamber, Zehran vadisinde bulunuyordu. Cebrail iki gruptan birisinin verilme va'dini ona getirdi. Yani buna göre ya kervanı ele geçirecek ya da Kureyşlileri yenecekti. Bunun üzerine Hz. Peygamber ashabıyla istişare etti. Ashabtan
bazıları «Niçin bize savaş olacağım haber vermedin? O zaman biz de savaş için hazırlandık. Oysa biz kervan için yola çıktık» dediler. Hz. Peygamber de onlara (s.a) kervanın kaçıp gittiğini ve Ebu Cehil'in Mekkelüerle birlikte üzerlerine doğru geldiğini bildirdi. Ashab, düşmanın bırakılıp kervanın peşine düşülmesini teklif etti. Bu teklife Hz. Peygamber'in (s.a) sinirlendiğini gören Hz. Ebubekir ile Hz Ömer kalkıp peygamberin emirlerine uymanın önemi hakkında güzel konuşmalar yaptılar. Daha sonra Mikdad bin Arar ayağa kalktı: «Ey Allah'ın Rasûlü! Dilediğin şekilde, Allah'ın sana emrettiğini yap. Biz de kesinlikle seninle beraberiz. Biz İsrailoğulları'nın Musa'ya 'Sen ve Rabbin gidin, savaşın. Biz burada bekliyoruz' dedikleri gibi demeyiz. Ancak biz 'sen ve Rabbin gidin, savaşın. Biz de sizlerle'beraber savaşacağız' deriz» diye hitab etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber tebessüm ederek «Ey insanlar! Bana gerçeği gösterin» diye konuştu. Hz. Peygamber (s.a) bununla Ensar'ı kastetmişti. Çünkü gelenler onların düşmanları idiler. Ensar, Akabe'de Hz. Peygamber'e biat ederken o Medine'ye varıncaya kadar onu korumaktan beri olduklarını şart koşmuşlardı. Hz. Peygamber onların kendisini ancak Medine'de düşmanlarına karşı korumakla sınırlı tutacaklarından çekinmişti. Bunun üzerine Ensar'm ileri gelenlerinden Sa'd bin Muaz ayağa kalkarak «Ey Allah'ın Rasûlü! Bizi mi kastediyorsun?» deyince Hz. Peygamber «evet» diye cevab verdi. Sa'd da bunun üzerine şöyle bir konuşma yaptı:
«Biz sana iman ettik, seni doğruladık ve senin getirdiğinin hakk olduğuna şahitlik ettik. Sonra da seni dinleyip itaat edeceğimize dair sana ahid verdik. Ey Allah'ın Rasûlü! İstediğine doğru git. Seni Hak ile peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki eğer sen denize dalmak istersen biz de seninle beraber dalarız. Öyle ki bizden bir kişi bile geride kalmaz. Biz düşmanlarımızla karşılaşmaktan hoşnutsuz değiliz. Biz savaş sırasında sabredenlerdeniz. Düşmanla karşılaşmada doğru olanlarız. Umulur ki Allah bizden senin gözlerini aydın edecek şeyleri sana gösterecektir. Allah'ın bereketleri üzerinde bizi yürüt.»
Sa'd'm bu konuşması Hz. Peyganıber'i sevindirdi ve O, «Allah'ın bereketi üzerinizde yürüyün. Kuşkusuz ki Allah bana iki taifeden birini va'detti. Allah'a yemin ederim ki ben şu anda adeta onların tepelendikleri yerleri görür gibiyim» buyurdu. İşte bu olayla birlikte anlaşılan o ki müslümanlardan bir kısmı Bedir Sa-vaşı'm hoş karşılamamıştı. Ancak ayet çoğunun savaşı istediğine işaret etmektedir.
Bazı rivayetlerde Hz. Peygamber'e (s.a) Bedir Savaşı'nın biti- İfâ minden sonra «Kervana yetiş ey Allah'ın Rasulû! Artık kervana yetişmenize mani bir şey yok» denildiği kaydedilmiştir. Bu sözleri dinleyen ve esirler arasında bağlı bulunan Abbas, «Bu mümkün değil» diye bağırdı. Hz. Peygamber de niçin mümkün olmayacağını sorunca, Abbas: «Çünkü Allah sana iki gruptan birini va'detti ve sana va'dettiğini vermiştir» dedi.
(6) «Öyle ki hak belli olduktan sonra...» Bu Ayetin Tefsiri :
Burada «hak» ile dini yücelten Bedir Savaşı kastedilmiştir. Bu tartışmayı yapanlar kervanı elde etmeyi savaşa tercih ediyorlardı. Yani sen onlara «Galib geleceksiniz» demene ve bunun onlara hak olarak görünmesine rağmen onlar seninle hâlâ tartışıp «Biz ancak kervanı ele geçirmek için evlerimizden çıktık. Bize niçin savaşacağımızı söylemedin? O zaman biz de savaş için hazırlanırdık» diyorlardı. Ayette «sanki» ile karşıladığımız «keennema», onların Hz. Peygamber ile tartışmalarının nedeninin şiddetli korkularından ileri geldiğine işaret etmektedir. Çünkü kendilerinin Mikdad bin Esved ile Zübeyr bin Avvam'ın süvari olarak, diğerlerinin yaya olmak üzere sayıları toplam 319 idi. Hatta Hz. Ali'den gelen bir rivayete göre Bedir gününde Mikdad'dan başka süvari yoktu. Müşrikler 1000 kişidir ve hepsi de savaş için yola çıktıklarından tam techizathdırlar.
(7) «
(Hatırlat) o zamanı ki...»
Bu Ayetin Tefsiri :
Ayette geçen «iki taife»; Kervan ile Mekke'den Bedir'e doğru gelen Kureyş ordusudur. «Kuvvetsiz ve silahsız taife» ile kervan kastedilmektedir. Çünkü onun içinde ancak 40 süvari vardır. Bu takdirde ayetin anlamı şöyle olur: «Siz kervanın sizin olmasını temenni ediyordunuz. Çünkü onların hiddet, şiddet ve koruyucuları yoktu. Diğer taifeyi ise istemiyordunuz. Oysa Allah sizlerin ikinci taifeye yönelmenizi istemişti. Ki böylelikle kelimeleriyle hakkı yerine getirsin ve kafirlerin kökünü kessin* Fakat siz malları ele geçirme tarafdan idiniz. Herhangi bir-sıkmtı ile karşı karşıya gelmek istemiyordunuz. Allah ise dininizin yücelmesini ve hakkın ortaya çıkmasını istemektedir. Sizin elinize geçecek olan da hem dünya hem de ahiret zaferidir.
(8) «Bunun
nedeni de mücrimler...»
Bu Ayetin Tefsiri :
Mezkur ayet bir Önceki ayette verilen hükmün tekididir. Yani Allah Teâlâ yaptıklarını hakkı, İslâm'ı yerleştirmek, bâtılı, küfrü yoketmek için yapmıştır. Burada gereksiz bir tekrar sözkonusu de-ğildir. Çünkü birinci hüküm murad-ı ilâhî'nin beyanıdır. Allah'ın murad ve beyanı ile onların istekleri arasındaki farklılık ortaya konmaktadır. İkinci hüküm Hz. Peygamber'in silahlı ve kuvvetli olan taifeyi seçmesinin niçinini beyan etmektedir. Yani birinci hükümle Allah'ın va'dettiği yardım ve zaferin tesbiti, ikinciyle de Kur'an'ın ve dinin takviye edilip şeriatın nurlarının ortaya çıkması beyan edilmektedir. Bedir Günü'nde (az olmalarına rağmen) müminlerin muzaffer olması, (çok olmalarına rağmen) kafirlerin mağlub olması, müminlerin güç kazanmasına neden olmuştur. Bu nedenle «bâtılı yok etmek» cümlesi «hakkı yerleştirmek» cümlesinin peşinden gelmiştir.
Şayet «Hakk zatından dolayı hakktır. Bâtıl da aynı şekildedir. O halde hakkın yerleştirilmesinden, bâtılın yok edilmesinden maksat nedir?» diye sorulacak olursa şöyle cevab verebiliriz: «Hakkın yerleştirilmesinden maksad hakkın hakk olduğunun ortaya çıkması, bâtılın yok edilmesinden maksat da bâtılın bâtıl olduğunun ortaya çıkmasıdır. Bu da ancak hakkın delillerini açığa çıkarıp güçlendirmek, bâtılın da başını yok edip onu mahvetmekle mümkün olabilir.» [11]
9- (Hatırlat) o zamanı ki Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da «Ben size bin melekle ardısıra yardım ediciyim» diye duanızı kabul etmişti.
10- Allah bunu ancak size müjde olsun ve onunla kalbiniz rahat etsin diye yapmıştı. Yardım ancak Allah kalındandır. Kuşkusuz ki Allah Galib ve Hakîm'dir.
11- (Hatırlat) o zamanı ki O, tarafından bir emniyet olsun diye sizi hafif bir uykuya daldırmıştı. Sizi temizlemek, şeytanın vesvesesini sizden kaldırmak, kalblerinizin üstünde (lütfu-ha bağlılığınızı) pekiştirmek ve onunla ayaklarınızı (yerde) sabit kılmak için size gökten su indirmişti.
12- (Hatırlat) o zamanı ki, Rabbin meleklere: «Sizinle beraberim. Siz müminler (in kalplerin)e sebat verin. Ben kafirlerin kalplerine korku vereceğim. Vurun boyunlarının üstüne. Vurun onların bütün parmaklarına» diye vahyetmişti.
13- Bunun nedeni, onların Allah'a ve Rasûlü'ne karşı gelmeleridir. Kim ki Allah'a ve Rasûlü'ne karşı koyarsa (bilsin ki) kuşkusuz Allah'ın azabı şiddetlidir.
14- İşte bu (azabımızı) tadın. Ayrıca kafirler için ateş azabı vardır.
15- Ey iman edenler! Toplu olarak kafirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı çevirip (kaçmayın).
16- Tekrar savaş için bir tarafa çekilen veya öteki bir bölüğe katılmak için yol tutan kimselerin dışında kim onlara böyle bir günde arkasını çevirirse, kuşkusuz ki o, Allah'tan gelen bir azaba uğramıştır. Onun yeri cehennemdir. Ne kötü bir barınaktır o! [12]
(9-10) « (Hatırlat) o zamanı ki...»
Bu Ayetlerin Tefsiri
Yani, «Ey Muhammed! Hatırlat o zamanı ki, Rabbinize sığınıp O'ndan yardım istiyordunuz.» Yardım isteyenler hususunda iki görüş vardır. Birincisi, Zühri'ye göre yardımı Hz. Peygamber ile müslümanlar istemişlerdir. İkincisi, yardımı sadece Hz. Peygamber (s.a) istemiştir. Ancak Hz. Peygamber'i tazim için «istiyordunuz» şeklinde çoğul kipi kullanılmıştır. Yani adeta Hz. Pey-gamber'in (s.a) istemesi, tüm müslümanların istemesidir.
İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, Hz. Ömer kendisine şöyle demiştir: Bedir Günü'nde Hz. Peygamber (s.a) müşriklerin 1000 kişi, sahabenin ise 310 küsur kişi olduğunu görünce kıbleye yöneldi. Ve ellerini açarak şöyle dua etti: «Ey Allahım! Bana va' dettiğini yerine getir. Ey Allahım!Bana va'dettiğini ver..Ey Allah' tm! İslâm ehlinden olan şu yegâne grubu helak edersen sana yeryüzünde ibadet eden kalmaz.» Hz. Peygamber (s.a) iki elini göğe uzatmış bir halde sürekli dua ediyordu. Omuzundaki abasının düşmesi üzerine Ebubekir, abasını yerden alıp yeniden onun omu-zuna koydu ve abayı onun sırtında tutarak, «Ey Allanın Rasûlü! Yakarman, Rabbine dua etmen sana kâfidir. O sana va'dettiğini yerine getirecektir» dedi. Allah Teâlâ da «{Hatırlat) o zamanı ki, Rabbinizden yardtm istiyordunuz» diye başlayan ayeti indirdi. (Müslim) «O da, «Ben size bin melekle ardısıra yardım ediciyim» diye cevab vermişti» cümlesiyle ilgili olarak Hazin, Allah'ın meleklerle Hz. Peygamber'e yardım gönderdiğini söylemektedir.
İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, O gün müslümanlar-dan bir kişi, müşriklerden birinin arkasında koşarken ağaçla vurulmuş sesleri işitti. Ve o sırada bir süvarinin «Ey Hayzun! İlerle!» dediğini duydu. Bu esnada koşmakta olan müşrik ise sırt üstü yere uzanmıştı. Ona dikkatle bakınca burnunun kırılmış ve yüzünün tıpkı kılıçla vurulmuşçasına parçalanmış olduğunu gördü/ Daha sonra o müslüman bu gördüklerini Hz. Peygamber'e anlatınca, O da: «Doğru Söyledin. O ikinci semadan gelen yardımdandır» buyurdu. Müslümanlar o gün müşriklerden 70 kişiyi Öldürmüşler, 70 kişiyi de esir etmiş oldular.
«O da ben... diye cevap vermişti,» yani duanızı kabul etmiş-, ti.
Rivayet edildiğine göre, Cebrail 500 melekle, Mikail de 500 melekle gelmişti. İnsan kılığında ve doru atların sırtında idiler. Üstlerinde beyaz elbiseler, başlarında beyaz sarıklar vardı. Öyle ki sarıklarının ucunu omuzlarının arasından şarkı tanışlardı.
Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber dua ettiği bir sırada Hz. Ebubekir'in ona «Rabbin sana va'dettiğini muhakkak yerine getirecektir» dediğinde, Hz. Peygamber (s.a) gölgelikte olduğu halde hafif bir uykuya dalar. Sonra uyanır ve şöyle der: «Ey Ebu-bekir! Allah'ın yardımı geldi. İşte şu Cebraildir. Bir atın dizginini tutmuş, onu çekiyor. Atın ağzının kenarında ve dişlerinin üzerinde köpükler var.»
Melekler Müminlerle Savaşa Katılır Mı?
İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) Bedir Günü'nde, «İşte şu gelen Cebrail'dir. Atının başını tutmuş, sırtında da savaş aletleri var» demiştir. (Buhari)
İbn Abbas, «Bedir Günü'nde meleklerin alameti, beyaz sarıklar, Huneyn Günü'nde de yeşil sarıklar idi. Bedir hariç melekler hiçbir savaşa fiilen katılmamışlardı.» demiştir. Ancak meşhur olan, meleklerin her savaşta müminlere yardım etmiş olmasıdır.
Bedir'e katılanlardan biri olan Ebu Esed Malik bin Rabia, gözleri ama olduktan sonra, «Şayet bugün sizinle Bedir'de olsaydık ve gözlerim de görseydi, size meleklerin çıkıp geldiği vadiyi gösterirdim» demiştir.
Bu mesele daha önce Alu İmran suresinde geçmişti. Meleklerin de savaşıp savaşmadığına gelince, melekler Bedir Günü'nde savaşmışlardır. Nitekim îbn Abbas'm bu konudaki hadisi zikredilmiştir. Melekler Bedir'in dışında ise, yardımcı olarak gelmişlerdir.
Bazı müfessirlere göre melekler hiçbir zaman bizzat savaşma-mışlardır. Ancak müslümanların karartılarının (sayılarının) çok görünmesini temin için gelmişlerdir. Onlar müslümanlara güven vermek, teşvik etmek için geliyorlardı. Nitekim, «Allah bunu size müjde olsun ve onunla kalbiniz-rahat etsin diye yaptı» ifado-si de bu hususu teyid eder. Yani meleklerin ardısıra gelmesi bir müjdedir ve müslümanların kalbinin yatışması içindir. [13]
Bedir Esirleri
Bedir esirleri hakkında Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali ile istişare eder. Hz. Ebubekir, «Ey Allah'ın Rasûlü! Bunlar bizim amcaoğullarımız, aşiretimiz ve kardeş çocuklarımızdır. Benim görüşüme göre, onlardan fidye al. Aldığımız mal kafirlere karşı bize kuvvet olur. Onları serbest bırakırsan belki de ilerde Allah onlara hidayet nasib eder ve bize yardımcı olurlar» dedi. Bu sefer Hz. Peygamber (s.a), «Ya Hattdb'ın oğlu! Senin görüşün nedir?» diye sordu. Hz. Ömer, «Allah'a yemin ederim ki ben Ebubekir ile aynı görüşte değilim. Bana göre, beni falana (bir yakınım kastediyor) musallat, et. Onun boynunu vurayım. Ali'yi Akil'e musallat et. Onun boynunu da Ali vursun. Hamza'yı kardeşine musallat et, o da kardeşinin boynunu vursun. Böylece Allah kalbimizde müşriklere karşı bir meyi ve sevginin olmadığını bilsin. Bu esirler müşriklerin başları, önderleri ve öncüleridir.» dedi. Onun bu sözlerini dinleyen Hz. Peygamber, Hz. Ebubekir'in görüşüne meyledip Hz. Ömer'in dediklerini tatbik etmedi. Fidye aldıktan sonra onları salıverdi. (Daha sonra onları Hz. Ömer şöyle anlatıyor):
RasûlÜllah ile Ebubekir'in yanma gittiğimde her ikisi de ağlıyorlardı. Ben, «Ey Allah'ın Rasûlü! Seni ve arkadaşım ağlatan nedir? Ağlanacak bir husus varsa ben de ağlayayım. Yok ise ben de ağlıyormuş gibi yapayım» dedim. Hz. Peygamber (s.a), «Arkadaş, larının müşriklerden almış oldukları fidyeden dolayı başlarına gelecek olanlar beni ağlatıyor» dedi ve yakınında bulunan bir ağaca işaret ederek, «îşte şu ağaçtan daha yakın olan esire isabet eden bir azab bana gösterildi}) buyurdu. Allah şu ayeti indirdi: «Yeryüzünde ağır basıp küfrün belini iyice kırıncaya kadar hiçbir peygambere esirler sahibi olması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Allah ise ahireti istiyor. Allah daima üstün ve hikmet sahibidir. (...) Artık ganimetten elde ettiğinizi helal ve temiz olarak yiyin, Allah'tan korkun. Kuşkusuz ki Allah bağışlayan ve merhamet edendir.» (Enfal: 67 ve 69)
Böylece Allah onlara ganimeti helal kıldı. Ertesi yıl Uhud'da da, Bedir'de almış oldukları fidye karşılığında cezalandırıldılar. Sahabe'den 70 kişi şehid düştü. Öyle ki sahabe Hz. Peygamber'i bırakıp sağa-sola dağılmıştı. Hz. Peygamber'in dişleri kırıldı. Başındaki miğferi parçalandı, yüzü kana bulandı. Allah Teâlâ bu yüzden «Bir musibet size isabet edince, siz onun iki katım onların başına getirmiş olduğunuz halde yine 'Bu nereden?' dediniz. De ki: O, sizin kendinizdendir. Kuşkusuz Allah her şeye güç yeti-rendir.» (Alu İmran : 165). Yani bu musibet almış olduğunuz fidyeden Ötürü size isabet etmiştir. [14]
(11) «
(Hatırlat) o zamanı ki...»
Bu Ayetin Tefsiri:
Sözkonusu uyku, düşmandan emin olmaları için Allah'ın onlara sağladığı bir emniyetti.
İbn Mesud, «Savaş sırasında uyumak, Allah'tan bir emniyet, namaz sırasında uyumak ise şeytandandır» demiştir. Savaşta uykunun insanların emniyetine yol açması şu demektir: Korkan kimse uyuyamaz. Uyuklama korku zamanında meydana gelmez. Uyuklama geldiğinde emniyet meydana gelmiş, korku ortadan kalkmış demektir. Çünkü sahabe, düşmanlarının sayıca ve silah bakımından çok olduğunu, kendilerinin ise sayı, silah, araç ve gereçler bakımından az olduklarını görünce korkuya kapılmıştı. Bundan çok utanmışlardı. Allah uyku verince kendilerinde rahatlık meydana geldi. Yorgunluk ve susuzlukları giderildi. Böylece düşmanlarıyla savaşmaya müsait hale gelmişlerdi. Bu uyku onlar için Allah tarafından bir nimetti. Bu uyku öyle hafifti ki düşman kendilerine saldıracak olsa, düşmanın kendilerine geldiğini, hemen anlıyorlar ve onları püskürtmek konusunda kudret buluyorlardı.
Kurtubi tefsirinde, bu uykunun savaşın olacağı günün gecesinde meydana geldiğini söylemektedir. Ashab önlerinde dehşetli bir olayın olacağını bildikleri halde hayret verici bir şekilde uykuya dalmışlardı. Allah Teâlâ onların meydana gelecek dehşetli manzara karşısında heyecana kapılmalarını önlemek amacıyla korkularını sükûnete çevirmişti.
Hz. Ali, «Bedir'de Mikdad'dan başka atlı- askerimiz yoktu. O da doru bir atın sırtındaydı. Ayrıca Hz. Peygamber hariç, aramızda uyumayan kimse yoktu. Hz. Peygamber bir ağacın altında namaz kılıyor ve sabaha kadar gözyaşı döküyordu.» demiştir (Bey-haki, Maverdi)
Allah Teâlâ'nın o gece sahabeye uyku vermesinin iki nedeni vardı:
a) Onların rahat bir gece geçirerek sabahlamasını sağlayarak onları savaşa müsait ve kuvvetli hale getirmek.
b) Kalplerinden böylece korkuyu gidererek onları emin kılmak.
Nitekim bir darb-ı meselde, «Eminlik uyutur, korku uyandırır» denilmiştir. Bazı müfessirlere göre bu uyku tam iki ordu karşı karşıya geldiğinden sahabeyi sarmıştır.[15]
Ayetin zahirinden zamanı yağmurun yağmasından önce olduğu anlaşılmaktadır, İbn Ebi Necin, yağmur uyuklamadan önceydi, demektedir.
Zeccac'ın rivayet ettiğine göre, kafirler Bedir Günü'nde müs-lümanlardan önce Bedir suyuna vardıkları için müslümanlar susuz kalmışlar ve kalpleri korkuya kapılmıştır. Susadıkları ve cünub-oldukları halde namazlarını kılarlar, ibadete yönelirler. Bazıları şeytanın vesvesesiyle nefislerinde «Biz Allah'ın dostu olduğumuzu ve Allah'ın Rasûlü'nün aramızda bulunduğunu iddia etmemize rağmen su ile ilgili olarak işte halimiz bu» diye düşünüyorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Bedir gecesinde (Ramazan ayının on yedinci gecesi) bir yağmur indirdi, dereler dolup taştı. Öyle ki sahabe yağmurun suyundan içti, yıkandı, hayvanlarını suladı. Ayak altında kayan kumlar, sıkışıp sertleştiğinden dolayı müslümanla-nn ayaklan savaş sırasında kuma batmaz oldu.
Bazılan, bunlann Bedir'e varmazdan önce olduğunu söylemişlerdir ki doğrusu da budur. Zeccac'ın görüşü ise zayıftır. Çünkü daha önce geçtiği gibi Hz. Peygamber ve sahabe, müşriklerden önce Bedir'e varmışlar ve düşmana en yakın olan kuyunun üzerinde karargâh kurarak diğer kuyuları taşlarla doldurmuşlar ve böylece müşrikleri susuz bırakmışlardı.
Bera' bin Azib'ten rivayet olunduğuna göre Bedir gününde muhacirler 80 küsur, ensar da 240 küsur kişiydi (Buhari).
İstanbul'da medfun bulunan Ebu Eyyub el-Ensari'den rivayet edildiğine göre, o şöyle anlatmıştır: Biz Bedir'e doğru yola çıktıktan bir iki gün sonra Hz. Peygamber sayılmamızı emretti. Sayım yaptığımızda 313 kişi olduğumuzu gördük ve bunu Hz. Peygam-ber'e bildirdik. Hz. Peygamber (s.a) bu duruma sevindi ve Allah'a hamdededek şöyle buyurdu : «Talut'un arkadaşlarının sayısı da bu kadardı.» (Beyhaki)
İmam Malik'ten gelen bir rivayete göre Cebrail, Allah'ın Ea-sûlü'ne, «Bedir'e katılan sahabiler nasıl kimselerdir?» diye sorar. O da, «Onlar bizim en hayırhlarımızdır» diye cevab verir. Cebrail de «Onlar biz melekler arasında da öyledirler» der.
Bu hadis, mahlukatın şerefinin zatından değil fiillerinden ol-
duğuna delâlet eder. Çünkü melekler için daimi teşbih üzerinde devam edecek fiiller vardır. Bizim için de ihlas ile taatte olan fiİl illerimiz vardır. Biz şeriatın üstün gördüğü taati üstün görüyoruz. Taatlerin en efdali ise cihaddır. Cihad'm en efdali, Bedir Savaşı' dır. Çünkü İslâm'ın binası bu savaş üzerine kurulmuştur. Hz, Peygamber'in Medine'den çıkıp Kureyş'in kervanını dağıtmaya gitmesi, düşmandan ganimet almak için olabilir. Zira ganimet helaldir.
Enes bin Malik'ten rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber, Bedir Savası'nda öldürülen müşriklerin leşlerini üç gün bırakır ve sonra yanlarına gidip şöyle seslenir: «Ey Rabia'mn oğlu Utbe, ey Rabia'mn oğlu Şeybe! Acaba rabbinizin size vaadettiğini hak olarak buldunuz mu? Kesinlikle ben Rabbimin bana vaadettiğini hak olarak buldum.» Bunu duyan Hz. Ömer, «Ey Allah'ın Rasûlü! Onlar kokuşmuş leşler oldular. Senin sözlerini nasıl duyabilirler?» deyince Hz. Peygamber (s.a), «Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki siz benim dediklerimi onlardan daha iyi işitemezsiniz. Ancak onların cevap vermeye güçleri yoktur.» diye buyurdu ve sonra cesedlerinin Bedir kuyusuna atılmasını emretti. (Müslim)
Hz. Ömer'in, Rasûlüllah'a (s.a), «Onlar senin sözlerini nasıl duyabilirler?» şeklindeki sorusu adet hükmü gereğince cari olmuştur. Çünkü adete göre ölü işitemez. Hz. Peygamber (s.a), onların tıpkı diriler gibi işittiklerini söylemekle, ölümün kesin bir yokluk olmadığını, ölümün sadece ruhla bedenin birbirinden ayrılması olduğunu ve yine ölümün bir durumdan başka bir duruma geçmek, bir yurttan diğer bir yurda gitmek olduğunu söylemek istemiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a), «Ölü, mezara konulduğunda ve arkadaşları kendisini bırakıp gideceği zaman, onların ayak seslerini işitir» diye buyurmuştur.
(12) (Hatırla) o zamanı ki Rabbim meleklere...»
Bu Ayetin Tefsiri:
Allah Teâlâ, Peygambere ve ashabına yardım için göndermiş olduğu meleklere, «Ben yardım için sizinle beraberim» diye vahyetmiş, onlara müminlerin kalplerini kuvvetlendirmelerini söylemiştir.
Bu takviyenin keyfiyeti hususunda ihtilaf edilmiştir. Bazılarına göre şeytan Ademoğlu'nun kalbine şer ve vesvese ilka ettiği gibi melekler de-aynı şekilde Ademoğlu'nun kalbine ilham verebilir, îşte buradaki takviye ve tespitin mahiyeti budur, demişlerdir.
Bazıları da, bu takviyeyi, meleklerim müminlerle birlikte savaşta hazır bulunmaları ve onlara yardım etmeleriyle açıklamaya çalışmışlardır. Yani ifade «Rabbin meleklere, müminlerle birlikte müşriklere karşı savaşarak onların kalplerini takviye edin demişti» şeklinde anlaşılmalıdır.
Bazıları ise, bunun, yani müminlere yardım ve zaferin müjdesinin verilmesi şeklinde yorumlamışlardır. Buna göre melekler insan şeklinde salfann önünde yürüyerek, «Ey müminler! Sise müjde olsun. Allah muhakkak düşmanlarınıza karşı sizlere yardım edecektir» demiş olmalıdırlar.
«Ben kafirlerin kalplerine korku vereceğim». Bu, Allah'ın müminlere bahşettiği bir nimetiydi. Çünkü kafirlerin kalplerine korku vermek suretiyle müminleri galib, kafirleri ise mağlub etmiştir.
«Vurun boyunlarının üstüne.» Bazı müfessirler bu hitabın müminlere olduğunu söylemişlerdir. Bu takdirde bu cümle ile önceki cümlenin araları ayrılmış olmaktadır.
Bazı müfessirler de bu hitabın meleklere olduğunu söylemişlerdir ki bu takdirde Önceki ile bu cümle birleşik olmaktadır.
Îbn'ul-Enbari, meleklerin Ademoğullan gibi savaşmayı bilmediklerini ama Allah'ın onlara bunu öğrettiğini söylemiştir.
îkrime, «boyunları» ifadesiyle, onların başlarının kastedildi, ğini, zira boynun üstünde başın olduğunu öne sürmüştür.
Vehhab, ifadenin «Boyunlarım vurunuz» anlamına geldiğini, «üstüne» kelimesinin zaid olduğunu söylemiştir.
Bazıları da, ifadenin «boyunlarının üzerine vurun» anlamına geldiğini, zira «fevka» (üstüne) kelimesinin «ala» (üzerine) anlamında kullanıldığını söylemişlerdir.
«Vurun onların tüm parmaklarına,» yani vurun onların tüm mafsallarına.
İbn Abbas, bu ifadeyi «Etraflarına vurunuz» şeklinde tefsir etmiştir. Çünkü «benan», «benana»nm çoğuludur. İki elin parmaklarının etrafı anlamındadır. İnsanoğlu yapmak istediği her şeyde parmaklarım kullandığı için bunlara «benan» denmiştir. Burada özellikle parmakların zikredilmesinin nedeni insanın onlarla savaşması, silahını onlarla tutmasındandır.
Bazıları boyunların üstüne vurulmasının nedenini insanın onda helaki olmasıyla, parmaklara vurulmasının nedenini de onda insanın davranışlarının takib edilmesiyle açıklamışlardır.
Bedir'de bulunanlardan el-Mazeni'den rivayet olunduğuna göre, o şöyle demiştir: «Müşriklerden birinin peşine düştüm. Ona vurmak istedim ama daha kılıcım başına değmeden önce başının koptuğunu gördüm. Anladım ki onu benden başkası (yani bir melek) öldürmüştür.» (Ebu Davud)
Sahi bin Hanif'ten şöyle rivayet edilmiştir: «Bedir Günü'nde birini gördüm. Bizden herhangi bir kişi kılıcıyla bir müşriğe hamlede bulunuyor ve kılıç daha ona dokunmadan onun kellesi bedeninden ayrılıyordu.»
İkrime, Hz. Peygamber'in azadlısı Ebu Rafi'den onun şöyle dediğini rivayet etmektedir: «Ben Abbas bin Muttalib'in hizmetkârıydım. İslâm dini biz hane halkının arasına girmiş, Abbas müs-lüman olmuştu. Ben de müslüman oldum. Abbas kavminden çekiniyordu. Onlarla karşı karşıya gelmeyi istemediği için müslüman olduğunu gizliyordu. Çqk zengindi ve serveti kavminin arasında dağınık bir durumdaydı. Allah'ın düşmanı Ebu Leheb, Bedir Sa-vaşı'na katılmamış, yerine As bin Hişam bin Muğire'yi göndermişti. Bedir'de öldürülenlerin haberi geldiğinde Allah onu rezil etmiş oldu. Biz de kendimizde kudret ve izzet hissetmiştik. Ben zayıf biriydim ve zemzem hücresinde yemin ederim ki bir gün oturup ok yapıyordum ve Hz. Abbas'ın hanımı Ümm'ül-Fazl da yanımda oturuyordu. O esnada fasık Ebu Leheb ayaklarını çeke çeke geldi, hücrenin kilimi üzerine oturdu. Sırtı sırtıma dayanmıştı. O otururken insanlar, «İşte Ebu Süjyan bin Hars bin Abdulmutta-Ub» dediler. Ebu Leheb, Ebu Süfyan'a, «Ey yeğenim! Kesin haber sendedir» dedi. Hars oğlu Ebu Süfyan, Ebu Leheb'in yanında durdu. Herkes ayaktaydı. Ebu Leheb, «Ey kardeşimin oğlu! Bana halkın durumu nasıldır, haber ver» dedi. Ebu Süfyan, «Bir şey yok. Allah'a yemin ederim. Onlarla karşılaştık ve sırtımızı onlara verdik. Onlar da bizi arkamızdan Öldürüyor ve esir ediyorlardı. Diledikleri şekilde hareket ediyorlardı. Allah'a yemin ederim ki, kim* şeyi kınamıyorum. Biz yer ile gök arasında doru atların arasında, beyaz elbiseli kimselerle karşılaştık. Vallahi hiç kimse onlara karşılık veremedi ve önlerinde duramadı» diye cevab verdi. Ebu Rafi şöyle diyor: «Ben hücremin perdesini kaldırdım ve vallahi onlar meleklerdir, dedim.» Bunun üzerine Ebu Leheb elini kaldırıp şiddetli bir şekilde yüzüme bir tokat indirdi. Ben ona karşılık vermeye kalkışınca beni kaldırıp yere vurdu. Sonra üzerime çullandı. Ben zaten zayıf biriydim. Bu sırada Ümmü'1-Pazl, elinde hücrenin direklerinden biri olduğu halde gelip hızla Ebu Leheb'e vurdu. Başı dehşetli bir şekilde yarılmıştı. Ümmü'1-Fazl ona, «Sen onun efendisi burada değil diye, onu zayıf görüp de zulüm mü etmek istiyorsun?» dedi. O da zelil bir şekilde kalkıp bize sırtını döndü. Son-
ra da yemin olsun ki o bu olaydan sonra yedi gün kadar yaşadı. Allah ona «adaşa» hastalığını musallat kıldı ve bu hastalık onu öldürdü.»
Maksen, İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmiştir: «Bedir'de Ab-bas'ı esir alan Ebu'1-Yusr Ka*b bin Amr'dır. O Benu Selim kabi-lesindendi. Kısa boylu biriydi. Abbas ise iri bir kimseydi. Hz. Peygamber (s.a), Ebu'l-Yusr'a Abbas'ı nasıl esir alabildiğini, yani bu kısacık boyuyla bu işi nasıl başarabildiğini sordu. O, «Ey Allah'ın Rasûlü!» dedi; «Ona karşı daha önce hiç görmediğim biri bana yardım etti .Şöyle şöyle biriydi.» Hz.Peygamber (s.a): «Sana kerim olan bir melek yardım etmiştir» buyurdu.
Daha önce de belirtildiği gibi, Bedir Savaşı Hicretin 3. yılında Ramazan ayının 17. gününde cuma sabahı olmuştur.
(13-14) «Bunun nedeni onların Allah'a...»
Bu Ayetlerin Tefsiri
«Zalike» kelimesindeki «k» harfi, Hz. Peygamber'e daha önce bahsi geçen meleklere, müminlere veya bu hitaba layık olan herkesedir.
İsm-i İşaret de, vurmaya, vurmayı emretmeye ya da bahsi geçen tüm olaylara işarettir. Yani Bedir Günü'ndeki ölüm ve esirlik durumlarının nedeni, onların Allah'a ve Rasûl'e muhalefet etmiş olmalarıdır. Allah'a karşı gelmek, O'nun dostlarına, dinine karşı gelmek demektir. Allah'a ve Rasûlü'ne karşı gelen kimseye de kuşkusuz Allah'ın azabı şiddetli olur.
(15) «Ey iman edenler! Toplu olarak.
Bu Ayetin Tefsiri :
«Zahfen» kelimesi çok anlamına gelir. Yani kafirler çokluklarından dolayı sanki emekleyen çocuklar gibi duruyorlardı. «Onlar çok olduğu için hemen sırtınızı dönüp kaçmayın. Hele sizin kadar veya sizden daha az olurlarsa hiç kaçmayın.»
En kuvvetli görüşe göre, bu ayet muhkemdir ve «müslüman-lan teşvik et» ayetiyle tahsis edilmiştir.
«Zahfen» kelimesi hem failin hem de mef'ulün hali olabilir. Yani «Onlarla yavaş yavaş, emekleyerek size doğru geldiklerinde ve sislerin de aynı şekilde üzerlerine doğru gittiğinizde karşılaşırsanız sakın kaçmayın». Bu kelime sadece failin hali olabilir. Yani «Ey iman edenler! Siz çok olduğunuz halde, kafirlerle karşı karşıya gelirseniz sakın geri dönüp kaçmayın.»
Bu ayet Huneyn Günü'nde 12.000'e yakın sayıdaki sahabenin az bir kafir topluluğundan kaçmasına işaret etmektedir.
(16) «Tekrar
savaş için bir tarafa...»
Bu Ayetin Tefsiri
Yani bir müslüman, harp ve savaş günlerinde ancak düşmanı aldatmak için ya da başka bir müslüman topluluğuna katılıp tekrar onlarla birlikte savaşa dönmek için kaçabilir. Katıldığı birliğin uzak veya yakın olmasında bir fark yoktur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) tarafından gönderilen bir müfrezenin içinde bulunan İbn Ömer'den gelen rivayette, şöyle buyurulmaktadır: «Biz kaçıp Medine'ye vardık. Ben Hz. Peygamber'e: «Ey Allahın Rasûlü! Biz kaçanlarız» dediğimde bana «Hayır, siz belki de taktik yapanlarsınız. Biz de sizin katılmak istediğiniz bölüğüz» dedi.
Müslümanlardan savaş anında bu iki durum dışında kaçan bir kimse Allah'tan gelen azaba uğramıştır. Bu hüküm düşman ordusunun iki katından fazla olmaması halinde geçerlidir.
Bazı müfessirlere göre bu ayet Bedir ehline veya Hz. Peygamber (s.a) ile birlikte savaşmış olanlara mahsustur.
Nafi, İbn Ömer'e, «Biz düşmanla savaştığımızda sebat etmeyen bir topluluğuz. Katılmak istediğimiz birliğin hangisi olduğunu bilmiyoruz. Acaba o imamımız mı, askerlerimiz mi olacak?» diye sorduğunda, İbn Ömer, «O birlik Hz. Peygamber'dit» diye buyurdu. Nafi bunun üzerine mezkur ayeti okuyunca İbn Ömer, «Bu ayet Bedir Günü hakkında nazil olmuştur. Ne ondan önce, ne de ondan sonradır» dedi. (İbn Ebi Hatim)
Burada zikredilen sebeblerden biri olmadıkça savaş meydanından kaçmak haramdır ve büyük günahlardandır. Nitekim Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a), «Sizi helak edici 7 şeyden sakının» diye buyurduğunda, kendisine bu 7 şeyin ne olduğu sorulur. Hz. Peygamber de, «Allah'a ortak koşmak, sihir yapmak, Allah'ın haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmek. Zina etmek, yetim mahnı yemek, savaş zamanında sırtım düşmana çevirip kaçmak ve mümin, hiç bir şeyden haberi olmayan, evli, namuslu kadınlara zina iftirasında bulunmak» diye ce-vab verir. (Buhari, Müslim)
Tabarani'nin Sevban kanalıyla Hz. Peygamber'den merfu olarak rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulnıuştur: «Üç şey vardır ki onlarla beraber hiç bir amelin yararı yoktur: Allah'a ortak koşmak, anne ve babaya karşı gelmek, savaştan kaçmak.»
Bazı alimlere göre, bu ayetin hükmü geneldir. Yani sevaştan kaçan herkesi içermektedir. Çünkü Allah Teâlâ, ayetin başında «Ey iman edenler» diye seslenmektedir. Bu hitab ise geneldir. Ayetin Bedir savaşı hakkında nazil olması da hükmü değiştirmez. Zira lafzın umumuna bakılır, sebebin hususuna değil.
Ata bin Rabah, bu ayetin, yine Enfal suresinin 66. ayetiyle neshedildiğini söylemiştir. Bu görüşe göre kendilerinin iki katı olan kafirler topluluğundan, hiç bir müslümanın kaçması caiz değildir. Ayet, yukarda belirtilen ayetle neshedilmişse de bu, sayı hususunda değildir.
îlim ehlinin çoğuna göre, müslümanlann kendilerinin iki katı olan düşmandan sırtlarım onlara çevirip kaçması caiz değildir. Ancak düşman kendilerinin iki katından fazla ise o takdirde kaçmak caiz olur. îbn Abbas, üç kişiden- kaçan bir kimsenin kaçmış sayılamıyacağını, iki kişiden kaçan kimsenin ise kaçmış kabul edileceğini söylemektedir [16]
17- Onları siz Öldürmediniz. Fakat onları Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmadın. Fakat Allah attı. Ki böylece müminleri kendinden gelen güzel bir imtihan ile imtihan etmiş olsun. Muhakkak ki Allah, (duanızı) işitici ve (niyetlerinizi) bilicidir.
18- İşte size böyle yaptı. Kuşkusuz ki Allah kafirlerin hilelerini zayıflatıcı (etkisiz kılıcı) dır.
19- Eğer fetih istiyorsanız, işte size fetih geldi. Eğer vazgeçerseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Fakat geri dönerseniz biz de geri döneriz. Topluluğunuz çok da olsa, hiç bir şey size yarar sağlayamaz. Çünkü Allah müminlerle beraberdir.
20- Ey iman edenler! Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin. Sakın işitip durduğunuz halde ondan yüzlerinizi çevirmeyin.
21- Sakın işitmedikleri halde işittik diyen (kafir) ler gibi olmayın.
22- Kuşkusuz ki Allah'ın katında yeryüzünde yürüyen canlıların en şerlisi, hiç bîr şekilde akıl erdiremeyen sağırlar ve dilsizlerdir.
23- Eğer Allah, onlarda bir haynn olduğunu bilseydi muhakkak onlara duyururdu. Fakat onlara duvursaydı bile, muhakkak onlar yüz çevirdikleri halde döner giderlerdi.
24- Ey iman edenler.' Peygamber sizi, size hayat bahşedene çağırdığında, Allah'a ve Rasûlü'ne icabet edin. Bilin ki Allah kişi ile onun kalbi arasına girer. Ve sizler kuşkusuz ki O'nun (huzuruna) götürülüp toplanacaksınız.
25- Sizlerden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayacak olan bir fitneden de korkup sakının. Bilin ki Allah'ın azabı pek şiddetlidir.[17]
(17) «Onlan siz öldürmediniz...»
Bu Ayetin Tefsiri
Kadı Beyzavi bu ayeti şöyle yorumlamaktadır: «Onlan siz kendi kuvvetinizle öldürmediniz. Ancak Allah size yardım etmek, sizi onlara musallat etmek ve kalplerine korku vermek suretiyle onlan öldürdü.» [18]
Rivayet edildiğine göre, Kureyşliler «Akankal» denilen yerden çıkıp gelince, Hz. Peygamber (s.a); «Bu gelenler Kureyşlilerdir. Gururlanyla, kibirleriyle gelmektedirler. Peygamberlerini yalanlamaktadırlar. Ey Allahım! Ben senin Zat-ı Uluhiyyetinden bana va'dettiğini istiyorum.» dedi. Bunun üzerine Cebrail, Hz.'Peygam-ber'e (s.a) gelip «Ey Allah'ın Rasûlü!» dedi; «Bir avuç toprak al, onlara doğru serp». Hz. Peygamber de (s.a) iki ordu karşı karşıya, geldiğinde yerden bir avuç kum aldı ve onlara doğru serperek «Yüzler perişan oldu ve .çirkinleşti» diye buyurdu.
Tüm müşriklerin gözüne bu tozdan girdi ve onlan oyaladı. Böylece kaçan müşriklerin ardından müslümanlar yetişerek onlan yakaladılar. Kimilerini öldürdüler, kimilerini de. esir ettiler. ettim» diyorlardı. Bunun üzerine mezkur ayet nazil oldu. îşte Müşrikler gittikten sonra bu sefer müslümanlar yaptıklanyla övünmeye başladılar. Öyle ki bazısı «Ben öldürdüm», bazısı «Ben esir ayet şöyle demek istemektedir: «Onları öldürmekle övünüyorsunuz. İyi bilin ki onlan kesinlikle sizler öldürmediniz. Ey Muhammedi Onların gözüne girecek şekilde o toprağı sen atmadın. Zira senin buna gücün yetmez. Görünüşte sen atmışsın gibiyse de aslında onu Allah attı. (Yani atmanın gayesini Ve sonucunu Allah takdir etti). O toprağı onların gözüne Allah iletti ve onlar gözleriyle oyalanıp dururlarken perişan oldular, dağılıp kaçtılar. Siz de onları takib edip kimilerini öldürdünüz, kimilerini de esir ettiniz.» [19]
«Attığın zaman sen atmadın. Fakat Allah attı» cümlesindeki «atış»ın ne zaman olduğu ile ilgili olarak üç görüş öne sürülmüştür: Birincisi, cumhur-u ulemaya göre bu atış Bedir'de olmuştur. Nitekim bu görüşü sahih hadisler de desteklemektedir. İkincisi, bu atış Huneyn'de olmuştur. Bu görüşün sahibi Et-Tayyibi'ye gö. re hadis alimleri bu atışın Bedir'de olduğunu söylememişlerdir. Ancak îmam Suyuti, Et-Tayyibi'ye şöyle itiraz etmiştir: «Bu iddiası et-Tayyibi'nin hadislere pek muttali olmadığını gösterir. Zira muhaddisler atışın hem Bedir'de, hem de Huneyn'de olduğunu söylemişlerdir. Ancak atışın Huneyn'de olduğunu iddia etmek için bir karine olmadığı gibi bu uzak bir ihtimaldir.» tüçüncüsü,-bu atış Uhud'da olmuştur. Nitekim Zühri ile Said bin Müseyyeb1 den rivayet edilen bir hadise göre, bu ayet Hz. Peygamber'in Uhud'daki atışma işarettir. Çünkü Ubey bin Halef denilen mel'un Hz. Peygamber'i öldürmek üzere saldınya geçtiğinde müslümanlardan bazılan onun önüne geçerek onu öldürmeyi kastettiler. Ancak Hz. Peygamber (s.a) müslümanlara «geri çekilin» dedi. Onlar da geri çekilince Hz. Peygamber (s.a) mızrağını eline alıp Ubey bin Halefe fırlattı ve mızrak onun boyun damarlarından birini parçaladı. (Başka bir rivayette) «boynunda bir yara açtı» denilmektedir.) Bunun üzerine o, ağır yaralı olarak
arkadaşlarının yanına kaçtı. Durmadan «Muhammed beni vurdu» diye bağırıyordu. Arkadaşları «Sende bir yara yok» dediklerinde, o, «Bendeki bu yara diğer insanlarda olsaydı muhakkak onları öldürürdü» diyordu. Sonunda Mekke'ye dönerken böğüre bö-ğüre Öldü.
Bir başka görüşe göre bu olay Hayber'de olmuştur. İbn Cebir, Abdurrahman bin Cübeyr'den şöyle bir rivayet nakletmektedir: «Hz. Peygamber, Hayber günü bir yay istedi ve kendisine uzun bir yay getirildi. Hz. Peygamber başka bir yay daha istedi. Bu sefer daha kısa bir yay getirildi. Hz. Peygamber (s.a) getirilen o yay'îa kaleye bir ok attı. Ok kaleye doğru havayı çize çize gidib kalenin içinde yatağında duran îbn Ebu'1-Akik adlı yahu-diyi Öldürdü ve o zaman mezkur ayet nazil oldu.
Bu görüşler içinde en sahihi birincisidir.
Ayette fiilin «mef'ulun bih»i zikredilmemiştir. Çünkü mak-sad, atışın olumsuz ve olumlu halinin beyan edilmesidir. Onun dağılıp çoğalmasına ve müşriklerin hepsinin gözüne girmesine neden olan, Hz. Peygamber'in atışıdır. Bu takdirde ayetin anlamı şöyle olur: «Ey Muhammed! Etkisi büyük olan bu atışı sen atmış göründün. Fakat onu atan aslında Allah'tır. Onu mükemmel şekilde dönüştürüp herkesin gözlerine kum tanelerini sokan O'dur.»
Bu ayetle kulların fiillerinin Allah'ın yaratmasıyla olduğuna delil getirilmiştir. Kullar ancak fiillerin işleyicisi ve icra edenidirler. Fiili yaratan ise Allah'tır.
tmama göre Allah bu ayette Hz. Peygamber'in (s.a) hem atan olduğunu hem de olmadığını beyan etmiştir. Yani o bir yönden atan, bir yönden de değildir. Ayetin şu mânâya hamledilmesi gerekir: Hz. Peygamber kesbi olarak atan, ama füli yaratmak bakımından değildir. Fiili yaratan ise Allah'tır.
Siyercüerin rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber Cs.a) ashabını savaşa teşvik ettikten sonra gelip Bedir'de konakladı. Ku-reyş'in sucuları su almak üzere Bedir'e gelmişlerdi. İçlerinde Be-nu Haccac'dan Esed adlı zenci bir köleyle Beni As bin Sa'd'm Ebu Yesar adlı bir kölesi bulunuyordu. Bu iki köle yakalanıp Hz. Peygamber'e getirildiler. Hz. Peygamber (s.a),-Kureyş'in ne halde olduğunu sorunca, onlar, «Şu gördüğün en uzak kum tepesinin arkasında duruyorlar» diye cevap verdiler. Hz. Peygamber Cs.a) kaç kişi olduklarını sorunca, çok olduklarını ama sayılarını bilmediklerini söylediler. Bu sefer onlara günde kaç deve kestiklerini sordu. Onlar bir gün on, bir gün dokuz deve kestiklerini söylediler. Hz. Peygamber, ashabına, «Kureyşliler 900 ile 1000 kişi arasındadırlar» dedi. Sonra o iki köleye, onların aralarında Ku-reyş eşrafından kimlerin bulunduğunu sordu. Onlar da, Şeybe bin Rebia, Ebu'l-Zuhfey bin Hişam, Hakim bin Hizan, Hars bin .Arar, Tu'me bin Adiy, Nadr bin Hars, Ebu Cehil, Ümeyye bin Halef, Rebi bin Haccac, Münebbih bin Haccac, Süheyl bin Amr'ın isimlerini saydılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), «İşte Mekke sizlerin önüne ciğerparelerini atmış bulunmaktadır» diye buyurdu. .
Kureyşliler Hz. Peygamber'in ordusuna yöneldiklerinde peygamber onları «Akankal» denilen kum tepesinden inerken görünce vadiye varıp ellerini kaldırdı ve «Ey Allahım! İşte Kureyş, kibir ve gururlanyla gelmektedir. Benimle mücadele ediyorlar. Senin peygamberini yalanladılar. Ey Rabbim! Bana vaadettiğin yardımını senden istiyorum» diye dua etti.
Bunun üzerine Cebrail, Hz. Peygamber'e gelip yerden bir avuç kum aldı ve bunu onların üzerine atmasını söyledi. İki ordu karşı karşıya geldiklerinde Hz, Peygamber üzerinde toprak bulunan bir avuç kumu yerden alarak müşriklerin üzerine fırlattı ve sonra «yüzler çirkinleşti» diye buyurdu. Gözüne, ağzına ve burnuna kum girmeyen hiç bir müşrik kalmamıştı. Böylece kaçmaya başladılar. Müslümanlar da peşlerine düşüp kimisini öldürdüler^ kimilerini de esir aldılar.
Katade kendilerine şöyle rivayet edildiğini nakletmektedir: «Allah Resulü Bedir Günü üç taş atmıştır. Birini Kureyş'in sağına, birini soluna, diğerini de tam ortalarına atmıştır. Sonra da 'yüzler çirkinleşti' demiştir. Bunun üzerine Kureyşlüer bozguna uğradılar. İşte «Attığın zaman sen atmadın. Fakat Allah attı» ayeti bunu anlatmaktadır. Çünkü hiçbir beşer böyle bir güce sahib değildir. Yani yerden bir avuç kum alıp atmakla orduda bulunan herkesin gözüne kumlan sokabilmek beşer gücünün üstündedir. Bu bakımdan atışın sureti peygamberden, etkisi Allah'tan sadır olmuştur. Buna göre ayetteki nefiy ve ispat sahihtir.
Bazı müfessirler ayete, «Attığında kum tanelerini onların gözüne sokamadın ama Allah senin atışınla kum tanelerini onların gözüne soktu» şeklinde, bazıları da «Attığında onların kalbine korku salamadın ama Allah attığında onların kalbine korku saldı» şeklinde mânâ vermişlerdir.
«Ki böylece müminleri kendinden gelen güzel bir imtihan ile imtihan etmiş olsun.» ifadesi, Allah Teâlâ'nın müminlere yardım ve ganimet, ecir ve sevab ve büyük nimetlerle yardım ettiğine işaret etmektedir. Çünkü tüm müfessirler buradaki «belâ» kelimesinin nimet karşılığında kullanıldığı hususunda görüş birliği etmişlerdir.
(18) «İşte
size böyle yaptı...»
Bu Ayetin Tefsiri
Ayetin başındaki «Zalikum» ism-i işareti «Güzel bir imtihan»& racidir. Yani kastedilen, müminleri güzelce denemek, kâfirlerin hilelerini bozup iptal etmektir.
Bazı müfessirlere göre ayetin başındaki ism-i işaret kati ve atmak fiillerine racidir. Yani mukadder bir mübtedanın haberidir. Yani yapılan kati ve atıştır. Bu takdirde, «Kuşkusuz ki Allah kâfirlerin hilelerini zayıflatıcı (etkisiz kılıcı)dır.» cümlesi hakkı beyandır. Bazıları da buradaki ism-i işaretin önceki olaylara işaret ettiğini söylemişlerdir. Bu ayet aynı zamanda ikinci bir müjdedir. Şöyle ki: Allah müslümanlara yardım ederek kafirlerin hilelerini etkisiz kılacağım onlara bildirmektedir. Yani gelecekte kafirlerin hileleri etkisiz hale getirilecek ve iptal edilecek, ellerinde, tasarrufları altında bulunan herşey helake uğrayacaktır. [20]
(19) «Eğer fetih istiyorsanız...»
Bu Ayetin Tefsiri
Ayetteki hitab Hz. Peygamber'le Bedir'de savaşan müşrikleredir. Çünkü müslümanlarla müşrikler Bedir Günü karşı karşıya geldiklerinde Ebu Cehil, «Ey Allahım! İkimizden (Muhammed ile kendisinden) hangisi facir ise ve sıla-i rahmi kesmişse onu bugün belaya uğrat ve helak et» diye dua etmiştir.
Bazı müfessirlere göre o, «Ey Allahım! Hangimiz senin katında daha hayırlıysa ona yardım et!» demişti.
Bazıları da onun, «Ey Allahım! Bu iki güruhtan hangisi doğru yoldaysa, hangisi daha hayırlıysa ve hangisi senin katında daha üstün ise o gruba yardım et. Ey Allahım! Hangisi facirse, hangisi akrabalık bağlarını koparmışsa, bugün onu belaya uğrat» diye dua ettiğini söylemişlerdir.
Ebu Cehl'in bu duası üzerine mezkur ayet nazil olmuştur. Bu takdirde ayet şöyle anlaşılır: «Şayet iki gruptan hangisi akrabalık bağlarını kestiyse, hangisi zalimse onun üzerinde Allah'ın hükmetmesini ve zalime karşı mazluma yardım etmesini bekliyorsanız kesinlikle bilin ki size Allah'ın hükmü gelmiş, mazluma zalime karşı yardım etmiş, Hakk'm taraftarını Bâtıl'm taraftarları üzerine galib kılmış, akrabalık bağlarını koparanlara karşı sıla-i rahim yapanları üstün kılmıştır.
Abdurrahman bin Avf'tan şöyle bir rivayet nakledilmektedir: Bedir Günü'nde safta duruyordum. Sağımda ve solumda ensar-dan iki gencin olduğunu gördüm. îkisi de çok gençti. O kadar hoşuma gitmişlerdi ki kaburgaları arasında olmayı istedim. Biri bana göz kırparak «Ey amca! Ebu Cehil'i tanıyor musun?» diye sordu. Ben de «Evet, tanıyorum. Ama senin onunla ne işin var?» diye cevab. verdim. O, «Duyduğuma göre o, Hz. Peygamber'e sö-vüyormuş. Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki eğer onu görürsem ikimizden ölüme en yakın olanı ortaya çıkmadıkça gölgem gölgesinden ayrılmayacaktır.» dedi. Onun bu sözlerine hayret etmiştim ki diğer genç de aynı sözleri tekrarladı. Biraz sonra Ebu Cehil'i insanların arasından gelirken gördüm ve o iki gence: «Şu (gururla) dolaşan adamı görüyor musunuz? İşte sorup aradığınız kimse odur» dedim. Onlar da kılıçlarıyla birlikte hızla Ebu CehiPe saldırdılar. Öldürene değin ona darbeler indirdiler. Sonra Hz. Peygamber'e (s.a) gidip bunu haber verdiler. Hz. Peygamber onu hangisinin öldürdüğünü sorunca ikisi de kendisinin öldürdüğünü söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) kılıçlarını silip silmediklerini sordu. Onlar silmediklerini söyleyince kılıçlarına baktı ve sonra «onu ikiniz birden öldürmüşsünüz» dedi. Ebu Cehü'in üzerindekilerin, adlan Muaz bin Amr bin Cenuh ve Muaz bin Afra olan bu iki gence verilmesini emretti.
Enes bin Malik'ten rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber Cs.a), «Ebu Cehil'in ne yaptığına bizim için kim bakar?» dedi. Bunun üzerine İbn Mesud gitti. Afra'nın iki oğlu tarafından vurulmuş olan Ebu Cehil'in cesedinin yerde yattığını gördü. Onun sakalından tuttu ve «Ebu Cehil sen misin?» (Veya «Sen ey Ebu Cehil», (Buharı) dedi. Bunun üzerine gözlerini açan Ebu Cehil,
«Siz vurduğunuz kimselerin üstüne mi çıkarsınız?» (Veya «Kavmi tarafından vurulan bir kişinin üzerine mi çıkıyorsun?») dedi. Başka bir rivayette, Ebu Cehil «Keşke beni bir köleden başkası öldüreydi» demiştir.
Süddi'nin rivayet ettiğine göre, müşrikler Mekke'den Bedir'e doğru yola çıkarken Kabe'nin perdelerine yapıştılar. Allah'tan yardım isteyip, «Ey Allahım! İki ordudan hangisi yüce, hangisi şerefli, hangisi daha hayırlı ise ona yardım et» dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, «Eğer fetih istiyorsanız, işte size fetih geldi» ayetini indirdi.
Bazı müfessirler ayetin nüzul sebebini şöyle anlatıyorlar: Hz, Peygamber (s.a) Bedir'de Allah'a, «îki gurubtan birini - vaadet-miştin. Onu bana ver» diye yalvardı ve cevaben mezkur ayet indi. Yani, «Eğer yardım (Allah'ın size vaadettiğini yerine getirmesini) istiyorsanız işte istediğiniz oldu. Allah'ın size verdiği nimete şükredin». Ayetin sebebi nüzulü hakkındaki bu görüş daha uygundur. Çünkü Allah'ın «Size fetih geldi» şeklinde müminlere seslenmesi daha makuldür. Tabii ki bu, fethin yardım ve zaferle yorumlanması halinde sözkonusudur. Fakat «feth», kaza ve hükümle yorumlanırsa hitabın kafirlere yönelik olması mümkündür [21]
«Eğer vazgeçerseniz bu sizin için daha hayırlıdır» hitabı ise kafirleredir. Yani, «Muhammed'i yalanlamaktan, ona savaş açmaktan vazgeçerseniz, bu sizin için hem dünyada hem de ahirette daha hayırlıdır.»
«Fakat geri dönerseniz biz de geri döneriz». Yani Muhammed İle savaşmaya, onu yalanlamaya geri dönerseniz biz de Muhammed'i size galib kılmak ve size karşı ona yardım etmek suretiyle geri döneriz.
«Topluluğunuz çok da olsa hiçbir şey size yarar sağlayamaz»; Çünkü Allah müminlere yardım etmek suretiyle onlara zafer gönderecektin
(20-21) «Ey
iman edenler! Allah'a ve Rasûlü'ne...»
Su Ayetlerin Tefsiri
Yani Allah'a ve Rasûlü'ne cihad hususunda itaat edin. Çünkü cihadda mal ve canın feda edilmesi sözkonusudur. Allah'ın Easûlü'nden yüz çevirmeyin, ona arkanızı dönmeyin, ona yardımdan kaçınmayın. Siz kendinize okunan Kur'an'ı dinliyorsunuz. Sakın iyice dinlemediği halde dinliyormuş gibi yapan kafir ve münafıklar gibi davranmayın. Çünkü onlar öğüt alacak şekilde dinlemedikleri için adeta hiç dinlememiş gibidirler.
(22-23) «Kuşkusuz
Allah'ın katında...»
Bu Ayetlerin Tefsiri
«Devvab» yeryüzünde
yürüyen canlılar demektir. Ayet iki şekilde anlaşılabilir:
a) Allah,
bilgisizlikleri ve yediklerinden yarar-lanamamalan açısından onları hayvanlara
benzetmiş ve kendilerini sağırlık ve dilsizlikle vasıflandırmıştır.
b) Burada bir benzetme (teşbih) yoktur. Allah onları layık oldukları bir şekilde vasıf -landırmıştır.
«Eğer Allah onlarda bir hayrın olduğunu bilseydi muhakkak onlara duyururdu». Allah Teâlâ'nın her şeyi bilmesi vacibtir. Allah'ın bümesi onlarda hayrın olmadığının gereklerindendir. Bu yüzden haddi zatında olmamasını Allah'ın bilmemesiyle ifade etmek daha güzel olmuştur. Yani eğer onlarda hayır olsaydı Allah onlara öğütleri delilleriyle dinletirdi. Ancak onlarda hayr olmadığını bildiği için onlar bu dinlemeden bir yarar görmezler ve bundan yüz çevirirlerdi.
Kafirler Hz. Peygamber'e (s.a), «Bize Kusay bin Kilab' gibi birini dirilt de o senin risaletinin doğru olduğunu bize haber versin» dediklerinde Allah bu ayeti indirmekle, «Eğer Allah o ve onun gibilerde hayrın olduğunu bilseydi (yani ölüleri diriltmekle onların sözlerinden yararlanacaklarını bilseydi) onları diriltirdi ki kafirler o ölülerin sözlerini dinlesinler (de gerçeği anlasınlar). Fakat Allah onların bu sözleri sadece inadlarından ve hakkı inkar etmek için söylediklerini bilmektedir. Şayet o ölüleri diriltip onların sözlerini bu kafirlere işittirseydi, onlara gerçeği ulaştırsay-di bile yine de bir yararı olmayacaktı.»
Mahlukat 4 kısma
ayrılır:
1) Tüm
mevcudat,
2) Tüm malumat,
3)
Mevcudattan her biri rriadum olsaydı eğer durumu ne olacaktı?
4) Mevcudattan her biri mevcut olsaydı eğer durumu ne olacaktı?
'Binaenaleyh tüm kısımlar onun yaratmasıyla, diğer (3 ve 4.) kısımlar ise onun ilmiyle bilinmiştir. Bu bakımdan, «Eğer Allah onlarda hayrın olduğunu bilseydi muhakkak onlara duyururdu» cümlesi ikinci kısma dahildir. Yani mukadderatı bilmek kabilin-dendir, yaradılışı bilmek kabilinden değil. Bu hususun bir benzeri Allah Teâlâ'nın münafıkların halini bildirdiği şu ayette anlatılmıştır:
«Eğer siz (yurdunuzdan) çıkarılır sanız, mutlaka biz de sizinle birlikte çıkarız. Sizin aleyhinizde hiç kimseye itaat etmeyiz. Sizinle savaşılırsa eğer muhakkak size yardım ederiz, derler. Oysa Allah onların yalancı olduklarına şahidlik eder. Andolsun, eğer onlar çıkarılsalar (bunlar) onlarla beraber çıkmazlar. Eğer onlarla savaşılsa onlara yardım etmezler. Yardım etseler bile arkalarına dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine de yardım edilmez.» (Haşr: 11-12)
Allah Teâlâ ayrıca onları diriltseydi bile yine onların haram şeylere geri döneceklerini bildiriyor ve mevcut olsaydı maduin olacaklarını haber veriyor.
(24) «Ey
iman edenler! Peygamber sizi...»
Bu Ayetin Tefsiri
«Hayat bahşeden»in kim olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Süddi, bunun «İman ve islâm» olduğunu, zira iman ve İslâm'da hayat bulunduğunu söylemiştir. Ona göre iman kalbin hayatı, küfr ise kalbin Ölümüdür. Bunun delili de «O diriyi ölüden çıkarır» ayetidir. .
Bazıları ise «Hayat bahşeden» ile Kur'an'ın kastedildiğini söylemektedirler. Yani
«Kur'ari'da olan hükümlere icabet edin» denmek istenmiştir. Çünkü Kur'an'da hayat (kurtuluş) ve ismet sıfatı vardır. Kur' an'm «hayat» sıfatıyla vasıflandırılmasmm nedeni, Kur'an'ın iman sebebi, imanın da hayatın sebebi oluşundandır. Bu bakımdan hayatın sebebi olan Kur'an'ı «hayat» ile vasıflandırmak caiz olmuştur.
Bir başka görüşe göre «hayat bahşeden» ile cihad kastedilmektedir. Cihad'ın hayat ile vasıflandınlmasınm bir çok nedeni vardır:
1) İki düşmandan birinin gevşeklik, göstermesi diğer taraf m hayatı anlamına gelir. Müslümanların durumları kafirlerle cihad etmeleri nedeniyle kuvvet (hayat) kazanır.
2) Cihad, şehadetin sebebidir. Şehadet ise daimi hayat demektir. Nitekim Allah Teâlâ «Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma. Aksine onlar diridirler. Rablerinin katında nzıkla-nırlar» (Alu îmran: 169)
3) Cihad Ölüme, ölüm ise ahirete götürür. Ahiret de hayatın cevheridir. Nitekim Allah, «Ahiret yurdu daimi hayatın tâ kendisidir» (Ankebut: 64) buyurmuştur.
Bir görüşe göre «hayat bahşeden» ile iyi amel ve itaat kastedilmiştir. Bu tefsire göre Kur'an, iman ve cihad, hepsi iyi amel ve taate dahil olmaktadır. Dolayısıyla Allah, «hayat bahşeden» ile daimi ve güzel hayatı kastetmektedir. Nitekim başka bir ayette, «Onu güzel bir hayatla hayatlandınrız» (Nahl: 97; diye buyurmuştur. [22]
«Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer.» ayetinin tefsirinde müfessirler cebr ve kader konusundaki ihtilafları nedeniyle değişik görüşler ileri sürmüşlerdir.
Cebr'in olduğunu savunanlar, Vahidi'nin İbn Abbas ve Dah-hak'tan naklettiği bir rivayete dayanmaktadırlar: «Allah hem kâfir ile onun taatinin arasına girer (onun itaat etmesine müsaade etmez), hem de muti ile günahının arasına girer. Bu yüzden said, Allah'ın saadete erdirdiği, şaki ise Allah'ın dalalete götürdüğü kimsedir. Kalbler Allah'ın kuçlret elindedir. Onları dilediği şekilde evirip çevirir. Allah iman etmesini istemediği kâfir kimsenin kalbiyle arasına girer. Küfrünü dilemediği mümin kimsenin ise kalbile kendi arasına girerek ona mani olur.»
Fahruddin Razi, bu hususun doğruluğuna dair delilleri daha önce de ortaya koymuştu.
Kelbî'ye göre haller ya itikadat, ya iradat ya da her ikisidir. İtikadata gelince, o ya ilim ya cehalettir. İnsanoğlu ilme onun ilim olduğunu bildikten sonra yönelir. Onun maluma uygunluğuna kanaat getirdikten sonra onu edinmeyi ister. Bu da ancak malumu bilmekle olur. Bu ise kendinin tahakkukunu gerekli kılar. Cehalete gelince, insanoğlu şüphesiz onu seçmez ve istemez. Ancak o, inanışın ilmi olduğunu zannettiğinden onu irade eder. İnsanoğlu önceki bilgisizliğinden dolayı bu zanna sahib olur. Bu da bir şeyin varlığının nedeninin nefsini tevafuk etmesini gerektirir. Devaî (isteyiciler) ile iradeye gelince, bunlar bir failleri olmadığı takdirde kendi kendilerine meydana gelmeleri icab eder. Eğer failleri varsa bu fail ya Allah Teâlâ ya da kuldur. Kul olması muhaldir. Çünkü aksi takdirde onun sebebi başka bir sebebe bağlanmış olmayı gerektirir ki bu da bâtıldır. Dolayısıyla bundan anlaşıldığına göre, akidenin, iradenin ve devaî'nin faili Allah'tır. Bu bakımdan Kur'an'm nassı, kalblerin hallerinin Allah'tan olduğuna delalet eder. Aklî deliller de bu hususu desteklediğinden sözlerimizin doğruluğu ispatlanmış olmaktadır.
Kederiye ise mezkur ayetten bu söylenenlerin kastedilmesinin caiz olmadığını şöyle açıklıyor:
a) Cübbai'ye göre Allah'ın, kendisiyle kalbi arasına girdiği kimse acizdir. Aciz kimseye emretmek ise akılsızlık ve ahmaklıktır. Bunun mümkün olması halinde Allah'ın göklere çıkmamızı emretmesi de caiz olurdu. Oysa topal bir kimsenin ayakta namaz kılmakla emrolunmayacaği iddia edilmiştir. O takdirde böyle bir emir Allah için nasıl caiz olabilir? Nitekim Kur'an'da «Allah kişiye taşıyamayacağı bir yükü teklif etmez» (Bakara: 286) buyurul-muştur.
Zihar yemini eden kimseden, gücü yetmediği takdirde, oruç tutmasının farziyeti kaldırılarak altmış fakiri doyurması emredilmiştir.
b) Allah Teâlâ'nın, Allah ve Rasûlü'ne icabeti emretmesi, zikir ve tahzir kabilindendir. İcabeti terketmekten sakındırdı. Eğer bu sözle cebrilerin dediği irade edilmiş olsaydı icabetin terkinde kuvvetli bir özür bulunur ve icabetin terki yasaklanmış olmazdı.
c) Allah Teâlâ, Kur'an'ı, Rasûlü'ne kafirlere karşı delil olması için indirmiştir. Kafirlerin elinde Rasûlü'ne karşı delil olması için indirmedi. Şayet cebrîlerin öne sürdüğü mânâ kastedilmiş olsaydı bu ayet, kafirlerin ellerinde Hz. Peygambere karşı kuvvetli bir delil olmaz mıydı? Kafirler bu sefer, «Allah bizi iman etmekten menetti. Peygamber bizim iman etmemizi nasıl emreder?» demeyecekler miydi? İşte tüm bu nedenlerden dolayı ayete cebrîlerin dediği gibi mânâ vermek mümkün değildir.[23]
Fahruddin Razi bunları aktardıktan sonra Cebriyye mezhebini destekler mahiyette şöyle diyor:
Bu ayetle ilgili olarak birçok şey daha söylenebilir:
a) Allah kişi ile onun kalbinden yararlanmasının arasına ölüm sebebiyle girmektedir. Yani ölüm gelmeden önce size gerekli olan taat, cihad ve diğer ibadetleri süratle yerine getiriniz. El-Kadı bu yüzden bu hükmün ardından «Ve sizler kuşkusuz ki O' nun (huzuruna) götürülüp toplanacaksınız» ifadesinin geldiğini söyleyerek bu ayet ile taate mani olacak ölüm gelmeden önce insanları teşvik etmenin kastedüdiğini öne sürmüştür.
b) Allah kişi ile onun kalbinin irade ettiğinin arasına girer. Çünkü ecel amelin önünü kesmektedir. Allah bu ayetle «Salih amelleri geciktirmeden yapın, kalplerinize gelen uzun yaşama umuduna güvenmeyin. Zira bu kesin değildir.» demektedir. İşte «kalp» kelimesinin kalpte meydana gelen temennüere ıtlak edilmesi bu yüzdendir. Nitekim mazrufu zarfının ismiyle tesmiye etmek caizdir. Mesela Araplar «Dere akıyor» derler. Oysa gerçekte akan dere değil derenin içindeki sudur.
c) Müminler Bedir Günü'nde savaştan korkuyorlardı. Bu yüzden Allah onlara, «Taatte acele edin, kalblerinizdeki zaaf ve korkudan dolayı geri kalmayın. Kuşkusuz Allah bu halleri değiş, tirir. Zayıflığı kuvvete, korkuyu cesarete dönüştürür. Çünkü O, kalbleri evirip-çevirendir» demek istemiştir.
d) Mücahid, «Kalp ile akü kastediliyor» demektedir. Buna göre ayet şöyle anlaşılır: «Allah kişi ile onun kalbi arasına girer. Aklettiğiniz bir durumdayken aceleyle amellerinizi yerine getirin. Çünkü aklınızın gidip gitmeyeceğinden emin değilsiniz. Akil gittiğinde ise sorumluluk (teklif) kalkar.» Allah Teâlâ'nın burada aklı «kalb»e benzetmesi caizdir. Nitekim, «Kuşkusuz bunda kalbi (aklı) olan kimse için (...) bir öğüt (ibret) vardır.» (Kaf: 37) buyurulmuştur.
e) Hasan Basri, ayeti, «Kuşkusuz Allah, kişi ile kalbi arasın-da perdedir,» yani Allah'ın kuluna yakınlığı, kişinin kendi kalbine olan yakınlığından daha fazladır, şeklinde yorumlanmaktadır. Böylelikle Allah, kulun iç aleminde olan hiçbir şeyin kendisine gizli olmadığım kastetmektedir. Nitekim, «Biz insana şah damarından daha yakınız» (Kaf : 16) diye buyurulmuştur.
Cebrîyye ve Kaderîyye'nin bu konudaki görüşleri bu kadardır,
«Kuşkusuz ki O'nun (huzuruna) götürülüp toplanacaksınız.» Yani başıboş ve muattal bırakılmayacaksınız. Bu ifade insanları tembellik ve gafletten kaçınmaya son derece teşvik ve terğib etmektedir. [24]
(25) «Sizlerden yalnızca zulmedenlere...» .
Bu Ayetin Tefsiri:
Allah Teâlâ insanları kendisinin kişi ile. kalbi araşma girdiğini bildirerek uyardığı gibi bu fitneyi haber vererek de uyarmaktadır. Yani öyle bir fitneden korkun ki başınıza geldiğinde sadece içinizden zulmedenlere isabet etmez. Onları aşıp salibi de zalimi de, hepinizi kapsayacak, kasıp kavuracaktır.
Hasan Basri'den gelen bir rivayete göre bu ayet, Hz. Ali, Hz. Ammar bin Yasir, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr hakkında nazil olmuştur. Nitekim bu fitne Cemel Günü'nde [25] vuku bulmuştur. Hz. Zübeyr, «Bu ayet bizim hakkımızda nazil olmuştur. Biz bu ayetin ehlinden olacağımızı sanmamıştık. Ama bir de gördük ki bu ayet bize işaret etmekteymiş» demiştir.
Suddi, bu ayetin Cemel Vâkası'ndz da döğüşen Bedir ashabı hakkında nazil olduğunu söylemiştir.
Rivayet edildiğine göre, Hz. Zübeyr, ile Hz. Peygamber (s.a) oturmuş sohbet ederlerken yanlarına Hz. Ali gelir. Hz. Zübeyr Hz. Ali'ye tebessümle bakar. Hz. Peygamber (s.a) kendisine: «Ali' yi sever misin?» diye sorar. O da, «Ey Allah'ın Rasûlü. Onu çocuğum gibi, hatta daha fazla severim» diye cevap verir. Bunun üzerine Hz. Peygamber «Onunla savaşmak üzere üzerine saldırdığında durumun ne olacaktır?» diye buyurur.
«Bilin ki Allah'ın azabı pek şiddetlidir» ifadesiyle Allah'ın aza- bı hatırlatılarak insanların doğru yola girmeleri istenmektedir. Allah Teâlâ, günah işleyenleri de işlemeyenleri de kaplayacak olan bir azapla insanları korkuttuğuna göre günah işlemeyen kimsele- ri azaba uğratmasının O'nun rahmetine nasıl uygun düşeceği düşünülebilir. Ancak Allah her şeyin sahibi olması hasebiyle O'nun yaptıkları, mülkünde tasarruf olduğundan dolayı hayırdır. Ve onun her yaptığında bir iyilik bulunur. [26]
26- Hatırlayın o zamanı ki sizler (sayıca) azdınız. Yeryüzünde eziliyordunuz. İnsanların sizi kapıp (esir almasından) korku yordun uz. Fakat Allah sizi barındırıp yardımıyla destekledi- Sizi güzel şeylerden nzıklandırdı ki nimetlerine şükredesiniz.
27- Ey iman edenler! Allah'a ve Rasûl'e ihanet etmeyin. Bu takdirde (aranızda bulunan) emanetlerinize bile bile ihanet etmiş olursunuz.
28- Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız ancak birer fitnedirler. Yine bilin ki Allah katında büyük bir mükâfat vardır.
29- Ey iman edenler! Şayet Allah (azabın) dan sakınırsanız o size ayirdedici bir anlayış (furkan) verir. Günahlarınızı sîzden siler ve sizi affeder. Allah büyük bir fazilet sahibidir.
30- (Hatırla) o zamanı ki küfre kayanlar sizi hapsetmek, Öldürmek, Mekke'den çıkarmak için tuzak kurup duruyorlardı. Onlar tuzak kurarlarken Allah da (buna karşılık onlara) tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranlann en hayırlısıdır.
31- Onlara ayetlerimiz okunduğunda «Okunanları işittik. Dil esc k biz de bunun gibisini söyleriz. Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir» derler.
32- (Hatırlat) o zamanı ki, «Ey AHahım! Eğer bu Kur'an senin katından gelen Hak ise üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem verici bir azab dokundur» demişlerdi.
33- Fakat sen (Ey Muhammed) onların arasında bulundukça Allah onları azaba uğratacak değildi. Onlar af dilerlerken de Allah onlara azab edecek değildi. [27]
(26) {(Hatırlayın o zamanı ki sîzler...»
Bu Ayetin Tefsiri: .
Ayetteki hitap ya sadece muhacirlere, ya da tüm Arap-laradır. Yani «Sayıca az olduğunuz ve Mekke'de Kureyş kafirlerinin zulmü altında ezildiğiniz o günleri hatırlayın.» Hitabın muhacirlere olması durumunda mânâ bu şekilde anlaşılır. Fakat hitab tüm Arapları kapsıyorsa bu takdirde mânâ, «İranlıların baskısı altında ezildiğiniz o günleri hatırlayın» şeklinde anlaşılır. Bu yorum Vehb bin Münebbih'ten rivayet edilmiştir. Ancak konum itibarıyla ve uzak bir tevil olduğu için tenkid edilmiştir. Ayrıca İranlılar tüm Araplar üzerinde hakimiyet kurmamışlardır.
«İnsanların sizi kapıp (esir almasından) korkuyor dunuz» ifadesinde geçen «insanlar», Kureyş müşrikleridir (ki bu en açık görüştür). Veya İranlılardır.
îkrime'ye göre müşrik Araplar müslümanlara sürekli diş biliyorlardı.
Deylemi'nin îbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, Hz. Peygam-ber'e (s.a) buradaki «insanlar» ile kimin kastedildiği sorulduğu zaman o, bunların İranlılar olduğunu söylemiştir.
«Fakat Allah sizi barındırıp yardımıyla destekledi. Sîzi güzel şeylerden nzıklandırdı ki nimetlerine şükredesiniz»; Yani size düşmanlarınızdan korunabileceğiniz bir barınak verdi. Sizi yardımıyla destekledi. Sizi Ensar ile destekledi. Bedir Günü'nde melekleri size yardım için gönderdi. Düşmanların kalbini adının duyulmasıyla titreten Hz. Muhammed'i size peygamber olarak gönderdi. Onun vasıtasıyla kuvvet ve kudretinizi artırdı. Size güzel şey. lerden, (helal) ganimetlerden nzıklar ihsan etti. Nitekim ganimetler sadece Ümmet-i Muhammed'e helal olmuştur. Daha önceki ümmetler ganimet malını yiyemezlerdi.
«Tayyibe», bazı müfessirlere göre Allah'ın müslümanlara vermiş olduğu nimetlerin tümüdür.
(27) Ey iman
edenler! Allah'a, Rasûlü'ne ve...»
Bu Ayetin Tefsiri:
«Tehûnû, «havn»dan türemiştir ve eksiltmek anlamına gelir. Nitekim «vefa» da aslında tamamlamak demektir. İhanet, emanetin karşıtı olarak kullanılmıştır. Çünkü emanetin tam karşıtı eksikliğe yol açar. İhanet edilen şey yavaş yavaş azalır. Ragıb el-İs-fahanî'ye göre ihanet gizli yapılır. Ancak" burada ihanet, Allah'ın emri ve Rasûlü'nün sünnetiyle amel etmemek anlamındadır.
Îbn Cerir, îbn Abbas'tan, şöyle dediğini rivayet etmektedir: «Allah'a hainlik, farzlarını terketmek, Hz. Peygamber'e hainlik ise sünnetini terk etmekle ve günah işlemekle olur.»
Bazı müfessirler, «Buradaki ihanet ganimetlerde aşırı gitmek vp. ortaya koyduğundan fazlasını saklamaktır» demektedirler. Ebu Şeyh'in Yezid bin Ebi Habib'ten rivayet ettiğine göre, buradaki ihanet ile savaşta silahlan bozup, zarar vermek kastolunmuştur. [28]
Zühri ve Kelbî şöyle rivayet etmektedirler:
Hz. Peygamber (s.a), Benu Kureyze yahudilerini 21 gün kuşatma altında tuttuğunda onlar sonunda dayanamayıp banş yapma teklifinde bulundular. «Daha önce kardeşlerimiz Benu Nadr ile anlaşma (banş) yaptığın gibi bizlerle de anlaşma yap. Biz de kardeşlerimizin yanına (Şam'a, Ezruat denilen yere) gidelim» dediler. Ama Hz. Peygamber onlarla banş yapmaktan kaçındı ve «Sa'd bin Muaz'ın hakemliğine razı olup onun verdiği hüküm kabul edilirse anlaşma yaparız» dedi. Fakat bu teklifi kabul etmeyen Yahudiler Ebu Lubabe Rifa' bin Abdulmunzir'in —ki bu kimse Beni Kureyza'nın danışmanlığını yapıyordu; onun malı, çoluk çocuğu Yahudilerin yanındaydı— kendilerine gönderilmesini istediler. Hz. Peygamber de (s.a) Ebu Lubabe'yi onlara gönderdi. Ebu Lubabe, Benu Kureyza'nın yanma gelince, kendisine, «Ne diyorsun, ya Ebu Lubabe? Sa'd bin Muaz'ın hükmüne razı olalım mı?» diye sordular. Bunun üzerine Ebu Lubabe eliyle boğazını gösterdi. Yani, «Bunu kabul etmeniz ölümünüz dernektir. Sakın kabul etmeyin» demek istedi. (Ebu Lubabe şöyle anlatıyor): «Allah'a yemin ederim ki ayaklarım daha yerlerinden ayrılmadan Allah'a ve Rasûlü'ne ihanet ettiğimi anladım.». Daha sonra Ebu Lubabe, Hz. Peygam-ber'e uğramadan doğruca Medine'ye gitti. Mescidin direklerinden birisine kendisini bağladı ve «Vallahi, ne yemek yiyeceğim ne de su içeceğim. Ya ölürüm ya da Allah tevbemi kabul eder» dedi. Bu haber Hz. Peygamber'e (s.a) iletilince, «îyi bilin ki bana gelseydi eğer, muhakkak onun için af talebinde bulunurdum. Ama madem yapacağını yapmış, ben de Allah tevbesini kabul edinceye kadar onu bırakmam» dedi.
Böylece Ebu Lubabe yedi gün yemeden-içmeden öylece bağlı kaldı. Sonunda bayılmıştı. Allah Teâlâ tevbesini kabul ettiğinde bu ona büdirildi. Fakat o, «Allah'a yemin ederim ki Hz. Peygamber gelip beni çözmedikçe ben kendimi çözmem.» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber gelerek kendi eliyle Ebu Lubabe'nin ipini çözdü. Sonra Ebu Lubabe, «Tevbemin tamamen kabul olabilmesi; için de günah işlediğim Medine'den ve malımdan ayrılmamla mümkün olur» deyince Hz. Peygamber (s.a) «Malının üçte birini sadaka olarak vermen yeterlidir» dedi ve Ebu Lubabe hakkında mezkur ayet nazil oldu.
Ancak meşhur olanı, Ebu Lubabe'nin kendini Tebük Seferi'n-den geri kaldığı için bağladığıdır. İbn Abdilberr bu görüşün doğru olduğunu kabul etmiştir.
Süddi, «Sahabe, Hz. Peygamber'den (s.a) işittiği bir şeyi müşriklerin kulağına gidecek kadar yaydığı için bu ayetle Allah Teâlâ onları böyle bir ifşaattan menetmiştir.».diyor.
Ebu Şeyh, Cabir bin Abdullah'tan şöyle rivayet etmiştir:
Ebu Süfyan Mekke'den çıktığında Cebrail Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek, «Ebu Süfyan falan falan yerdedir» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) bu haberi sahabilerine iletti ve onlardan bu sözünü gizli tutmalarını istedi. Ancak münafıklardan biri Ebu Süfyan'a «Muhammed sizi hedefleyerek yola çıktı. Dikkatli olun!» diye haber gönderdi. Bunun üzerine de Allah Teâlâ «Bile bile emanetlerinize ihanet etmeyin» cümlesini indirdi. Yani ne Allah'a ne Rasûl'e ne biriniz diğerine ihanet etmesin. (Veya) elinizde bulunan emanetlerin sahibine ihanet etmeyin.
İbn Abbas, «emanet» kelimesini Allah Teâlâ'nın kullarının üzerinde emin kıldığı amellerle tefsir etmiştir. Bu takdirde cümle, «Allah'a karşı ibadetlerinizde hain davranmayın» anlamına gelir.
Mücahid, «emanat» kelimesini «emanet» şeklinde tekil olarak okumuştur.
(28) «Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız...»
Bu Ayetin Tefsiri:
Mal ve çocuklar insanın günaha girmesine ve ceza almasına
sebeb olmalarından dolayı fitnenin tâ kendisi sayılmışlardır. Yani «Mal ve çocuklar sizlere Allah tarafından verilen güçlüklerdir. Allah sizi onlarla deneyecektir. Sakın onlar sislere Ebu Lubabe'nin yaptığı hatayı tekrarlatmasın.» Maldaki fitne çocuktaki fitneden daha çok olduğu için önce «mallarınız,» sonra «çocuklarınız» denilmiştir.
îbn Mesud'dan gelen bir rivayette «sizden fitnenin kapsamına girmeyen kimse yoktur .Zira Allah'a sığınmak isteyen fitneye saptırandan O'na sığınsın» denilmiştir..Bunun bir benzeri Hz. Ali' den de rivayet edilmiştir.
(29) «Ey
iman edenler! Şayet...»
Bu Ayetin Tefsiri:
Yani, ey iman edenler! Yaptıklarınızda ve yapmadıklarınızda Allah'ın azabından sakınırsanız o size, sakınmanızdan dolayı ayırd edici bir anlayış (furkan) verir.
«Furkan» (ayırdedici anlayış) hidayet ve kalblere yerleştirilen nur anlamındadır. Onunla insanlar hakkı bâtıldan ayırd ederler. İbn Cüreyc ve İbn Zeyd'den de böyle rivayet edilmiştir.
Ferra'ya göre furkan, «yardım» anlamında kullanılmıştır. Allah onunla hakkın taraftarını bâtılın taraftarlarından ayırd eder, müslümanlan aziz, kafirleri zelil kılar.
Süddi'ye göre furkan, dünya ve ahirette kurtuluş demektir/
Mukatil ise furkan'm şüphelerden uzaklaşmak anlamına geldiğini söylemiştir. Furkan, zuhur (açıklama, açıklık) manasınadır. Yani işleri teşhir etmek, yaymak demektir. Nitekim îbn îs-hak'ın sözlerinden anlaşılan da budur.
Bu anlamların hepsi de iki şeyi ayırd edici demek olan «tefrik» kökünde birleşmektedir. Nitekim bazı müdekkikler bu mânâların hepsinin de kastedilmiş olabileceğini söylemişlerdir.
«Günahlarınızı sizden siler ve sizi affeder.» Yani dünyada günahlarınızı örter ve ahirette de onları bağışlamak ve ceza vermekten vazgeçmek suretiyle affeder.
Ayet, gelmiş gelecek günahların atfedilebileceğine işaret etmektedir. Çünkü bu ayet Bedir Ashabı hakkında nazil olmuştur. Allah, Bedir Ashabı'nm gelmiş-geçmiş günahlarını affetmiştir. Nitekim bir hadiste «Allah'ın Bedir ehline tecelli ederek 'istediğinizi yapın, ben sizin için affediciyim' demesi umulur» buyurulmuştur. [29]
(30) «(Hatırla) o zamanı ki küfre kayanlar...»
Bu Ayetin Tefsiri:
Bu ayet Hz. Peygamber'e mahsus olan bir nimeti zikretmek ve hatırlatmak maksadıyla nazil olmuştur.
Hasan Basri, Mücahid ve Katade'ye göre hapis, kişiyi iplerle bağlamakla yapılırdı. Eban, İbn Hatim ve Cübbai'den rivayet edildiğine göre, onlar Hz. Peygamber'de derin yaralar açmak ve onu bir eve kapatarak hapsetmek istiyorlardı. (Bunu Ata ve Süddi rivayet etmiştir) Yani onlar Hz. Peygamber'i (s.a) iplerle bağlayarak bir evde hapsetmek veya ağır bir şekilde yaralayarak etkisiz hale getirmek ya da öldürmek veya Mekke'den sürmek suretiyle kendi akıllarınca —hâşâ— onun şerrinden emin olmak istiyorlardı.
îbn İshak şöyle rivayet ediyor: «Kureyş kabilesi, Hz. Peygam-ber'in dışarda yardımcılarının ve kendisinden başka daha arkadaşlarının bulunduğunu bildiklerinden, ashabının hicret edip Mekke'den ayrıldıklarını görünce, onlann başka bir beldeye gidip oradaki insanların güvenini kazandıklarını anlamışlardı. Bu yüzden artık Hz. Peygamber'den (s.a) çekinmeye başlamışlardı. Hz. Mu-hammed'in kendileriyle kesinlikle savaşacağını tahmin ettiklerinden Dar'un-Nedve'de toplandılar. Müşriklerin Hz. Peygamber (s.a) hakkında nasıl davranacaklarını istişare etmek üzere toplandıkları yer olan bu Dar'un-Nedve, Kusay bin Kilab'ın eviydi. Kureyşliler bir hüküm verecekleri veya bir istişare yapacakları zaman burada toplanırlardı.
İbn Abbas, o Mekkeli müşriklerin Dar'un-Nedve'de toplanıp istişare etmek için bir gün tayin ettiklerini ve bu güne «Zahmet Günü» denildiğini söylemiştir. Onlar toplantıya girerlerken İblis, bir pir-i fani şeklinde ve sırtında bir aba olduğu halde Dar'un-Ned-ve'nin kapısında görüldü. Onlar İblis'in kapıda durduğunu görünce «Bu ihtiyar da kimdir?» diye sordular, iblis, «Ben Necid halkın-danım. Sizlerin aranızda va'dettiğiniz olayı işittim ve sizinle beraber olmak istedim. Ki böylece görüşlerinizi dinlemiş olabileyim. Umulur ki belki ben de size yararlı bir nasihat verebilirim, bir görüş öne sürebilirim.» diye cevab verince onlar bunu hoş karşıladılar. Böylece İblis giriş iznini almış ve Darun-Nedve'ye girmiştir. Kureyş'in tüm ileri gelenleri oradaydı. Bazıları diğerlerine «İşte bu kişinin işi, gördüğünüz noktaya ulaştı. Vallahi onun ne yapacağından emin değiliz» dediler. (İbn Abbas şöyle devam ediyor): İstişare ederken aralarında Ebu'l-Buhteri bin Hişam adlı biri, «Onu demirlerle bağlayın, üzerine kapıyı kapatıp hapsedin. Sonra kendisinin benzeri olan daha önceki Züheyr, Nabiğ gibi şairlere isabet edenin ona da isabet etmesini bekleyin» dedi. Necid-li ihtiyar, «Hayır! Allah'a yemin ederim ki bu düşünce doğru değil. Andolsun eğer siz onu dediğiniz gibi hapsedersiniz, onun haberi demirleri üzerine kapatıp kilitlediğiniz kapının arkasından çıkarak arkadaşlarına ulaşır. Öyle ki arkadaşları size hücum ederler, onu sizlerin elinden kurtarırlar. Sonra onunla birlikte size karşı gelirler ve mağlub edinceye kadar sizinle döğüşürler. Bu doğru bir düşünce değildir. Bence başka bir fikir belirtilsin» diye müdahele etti.
Yine istişareye devam edildi. Aralarından Eb'ul- Esved bin Umeyr, «O halde onu içimizden çıkaralım, ülkeden sürelim. Bizden ayrıldıktan sonra vallahi nereye giderse gitsin, bu bizi ilgilendirmez. Yeter ki bizden uzak olsun, ondan kurtulalım» dedi. Ne-cidli ihtiyar, yine, ((Hayır! Allah'a yemin ederim ki bu da sizin için çıkar yol değildir. Onun konuşmalarının güzelliğini, mantığının genişliğini, getirdikleriyle birçok kişinin kalbini elde ettiğini görmüyor musunuz? Vallahi eğer böyle yaparsanız o,. Arap kabilelerinden birine gider, sözleriyle, konuşmasıyla onları ikna eder. Onlar da kendisine biat ederler. İşte o zaman o da onları arkasına takar, üzerinize gelir ve ülkenizde sizi çiğner, memleketinizi elinizden alarak dilediğini yapar. Onunla ilgili başka bir görüş söyleyin» diye müdahale eder. Bunun üzerine Ebu Cehil, «Vallahi bir düşüncem var ki ondan sizin bile hoşlanmayacağınızı görür gibiyim» dedi. Diğerleri, «Ey Eb'ul-Hakem! Düşüncen nedir?» diye sordular. Ebu Cehil, «Benim düşünceme göre, her kabileden güçlü soylu ve neseb bakımından vasat olan gençler seçelim. Her birinin eline keskin bir kılıç verelim. Sonra da o gençlerin hepsi birden Muhammed'e saldırsınlar ve (tek bir darbe gibi) aynı anda kılıçlarını üzerine indirsinler. Böylece onu öldürsünler, biz de rahatlayalım. Gençler onu bu şekilde öldürdüklerinde kanı tüm kabilelere dağılmış olacağından kabilesi bizden diyet almaya razı olacaktır. Biz de onun diyetini vererek bu işten kurtulmuş oluruz» diye konuştu. (İbn Abbas şöyle devam ediyor): Necidli ihtiyar, «İşte söz bu kişinin sözüdür ve razı olduğum görüş bu görüştür» dedi ve bu karar üzerine Dar'un-Nedveden çıktılar. Cebrail, Hz. Peygamber'e gelerek o gece şimdi yatmakta olduğu yatağında yatmamasını söyledi. Gecenin saatleri ilerleyince Kureyşlilerin belirledikleri gençler Hz. Peygamber'in (s.a) evine yakın bir yerde toplandılar. Hepsi de saldırmak için Hz. Peygamber'in uyuyacağı zamanı bekliyorlardı. Hz. Peygamber (s.a), onların kendisini beklemek üzere yerleştiğini görünce Hz. Ali'ye, «Benim yatağımda sen yat. Şu had-ramî ve yeşil kürkümü üzerine al ve öylece uyu. Onlardan hoşuna gitmeyecek hiçbir şey sana erişemez.» dedi. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) uyumak istediğinde o kürkün altına girerdi. Böylece Hz. Peygamber'e hicret izni verilmiş oldu. Hz, Peygamber, arkadaşı Ebubekir ile beraber Mekke'den ayrılıp Sevr mağarasına gittiler. Hz. Ali, Allah'ın kendisine vermiş olduğu bu nimete işaret ederek şöyle bir şür okumuştur:
«Nefsimle, taşlara basan en hayırlı insanı korudum.
Beyt-i Atik'i ve İsmail hicrini ziyaret edenlerin en hayırlısını...
Allah'ın Rasûlü'nü korudum ki Kureyşlİlerin ona tuzak kurmasından çekmiyordum.
Nimet sahibi olan Rab onu bu tuzaktan kurtardı. Allah'ın Rasûlü mağarada güven içinde geceledi. Allah'ın koruması ve örtüsü altındaydı. Ben de onları gözeterek geceledim. Benim orada olabileceğimi sanmıyorlardı. Oysa ben nefsimi Ölüme ve esarete adamış, hazır hale getirmiştim. [30]
Hz. Peygamber'in Medine'ye hicreti M. 622 yılında Rebi'ul-Ev-vel 12'de vukûbulmuştur. Hz. Peygamber evinin etrafını saran yüz kişinin arasından sıyrılarak eline bir avuç toprak aldı ve bu toprağı Yasin suresini okuyup onların üzerine serpti. Onlar kendisini görmeden aralarından savuşup gitti. Onlar gaflet halinden kurtulduklarında içeriye baktılar ve Hz. Ali'yi Hz. Peygamber'in yatağında yatıyor gördüler. Üzerinde Hz. Peygamber'in cübbesi bulunduğundan peygamber zannettikleri Ali'yi boşuna bekleyip durdular. Sabah olduğunda ona saldırmayı kararlaştırdılar. Fakat sabah yataktan Hz. Ali'nin kalktığını görünce ona arkadaşının nerede olduğunu sordular. Hz. Ali bilmediğini söyleyince Rasûlüllah'ın kaçıp kurtulduğunu anladılar. Hz. Ali, Peygamber'in yanında bulunan emanetleri sahihlerine iade etmek için Mekke'de kalmıştı.
Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ebubekir'in evine gidip Allah'ın kendisine hicret izni verdiğini söyler. Hz. Ebubekir, «Ben de seninle birlikte gelebilir miyim?» deyince, Hz. Peygamber bunu kabul eder, o da sevincinden ağlar. Hz. Ebubekir, Abdullah bin Ureykat Deylemi'yi kiralar. Bu kişi müslüman değildi ama kendilerine Medine yolunu göstermek üzere kiralanmıştı. Normal bilinen yolun dışında başka bir yolla onları götürecekti. Hz. Peygamber'in (s.a) hicret edeceğini sadece Hz. Ebubekir, Hz. Ali ve Hz. Ebubekir'in ailesi biliyordu. Hz. Peygamber, Mekke'den perşembe günü, Rebi'ul-Evvel'in ilk gününde ayrıldı. Medine'ye ise aynı ayın 12. gününde, pazartesi günü öğle vaktinde, vardı. Hz. Peygamber tam 53 yaşındaydı. Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber Mekke'den Medine'ye hicret etmek üzere yola çıkarken şöyle dua etmişti:
«Ey Allahım! Onların beni beldelerin en güzelinden çıkardıklarını biliyorsun. Beni senin katındaki beldelerin en güzeline yerleştir.» (Hakim, Mustedrek)
Hz. Muhammed peygamber olduktan sonra Mekke'de 13 sene oturmuştu. Mekke'den hicret ettikten sonra arkadaşı Ebubekir ile Mekke'nin güneybatısında ve üç mil uzaklıktaki Sevr dağındaki mağaraya gelirler. Hz. Ebubekir, oğlu Abdullah'a, «Mekke'de hakkımızda neler söylenir? Onları dinle, sonra da geceleyin bize iletirsin» diye tembihler. Kölesi Amr bin Fuheyre'ye de koyunlarını gündüzleyin otlatmasını, geceleyin de Mekke'ye gidiyormuş gibi yapıp mağaraya uğramasını söyler. Bunun nedeni ihtiyaçları olan sütü almaktı. Kızı Esma da onların yemeklerini getiriyordu. Böylece tam üç gün mağarada kaldılar . [31]
Kureyşlüer, Hz. Peygamber'in izini kaybettikleri için her yerde onu arıyorlardı. Yanlarında izciler de vardı. Sonunda bir izci onların izini sürerek mağaranın yanma kadar geldi. Ve «izler burada bitiyor» dedi. Onları bulmak ümidiyle mağaraya girmek istediler. Ama mağaranın kapısı örümcek ağıyla örülmüştü ve iki güvercin de mağaranın önünde yuvalarını yapmıştı. Oysa güvercinler insanları hissettiklerinde kaçan hayvanlardı. Kureyşlüer mağaranın içinde kimsenin olmadığına kanaat getirdiklerinden Mekke'ye geri döndüler. Sonra da Muhammed'i getirene yüz deve mükâfat va'dettiler. Üç gün sonra hayat normale dönmüştü. Kılavuzları Hz. Peygamberle, Hz. Ebubekir'e iki deve getirdi. Bunlardan birini, hicret sırasmda kendi malını ve canım ortaya koyup hicretin fazlını tam olarak elde etmek için Hz. Peygamber (s.a) parasıyla Hz. Ebubekir'den satın aldı. Daha sonra develerine bindiler. Hz. Ebubekir yolda kendilerine hizmet etmesi için Amr bin Fuheyr'i yanına almıştı. Hz. Esma onlara bir torba getirdi. Kemerini yarıp yansıyla onu bağladı. İşte bundan dolayı Hz. Esma'ya «İki Kemerli Kadın» denilmiştir. Hz. Ebubekir 6000 dirheme yakın olan servetini beraberinde götürmüştü. Hz. Peygamber ile Ebubekir silahlan yanlarında değilken Süraka bin Malik bin Cüş'üm tarafından görüldüler. Süraka onları yakalayıp geri götürmek ve Kureyşlilerin koyduğu ödülü alabilmek için arkalarına takıldı. Ra-sûlüllah hemen onun hakkında beddua etti ve Süraka'nın atının ayaklan kupkuru toprağa gömülmeye başladı. Bunun üzerine o, «Ey Muhammedi Dua et de Allah beni kurtarsın. Bunun karşılığında seni arayanları geri çevireceğim» dedi. Hz. Peygamber de (s.a) dua etti ve Süraka kurtuldu. Fakat yeniden takibe başlayınca' Rasûlüllah bir daha beddua etti. Bu sefer atının ayaklan daha çok gömüldü. Süraka, «Ey Muhammedi Anladım ki bu senin duan sebebiyledir. Allah'a dua et de içinde bulunduğum bu felaketten beni kurtarsın. Sana Allah adına söz veriyorum ki arkandan gelenleri geri çevireceğim.» diye yalvardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) dua etti ve o da kurtuldu. Sonra da kendileriyle savaşmamak ve onların haberlerini hiç kimseye bildirmemek üzere söz verdi. Üç gün, üç gece onlarla ilgili kimseye bir şey söylemeyecekti. Böylece Süraka geri döndü ve onlan arayan kimi gördüyse, «Bu taraflarda yoklar. Baktım, bulamadım. O yüzden geri dönüyorum» diyor ve onlan geri çeviriyordu.
Buhari, Hz. Aişe'den gelen bir rivayeti şöyle nakletmektedir:
Bir gün Öğle vaktinde Hz. Ebubekir'in. evinde oturuyordum ki o sırada biri Ebubekir'e, «İşte bak! Peygamber yüzünü-gözünü kapatmış olduğu halde geliyor» dedi. Rasûlüllah daha önce adeti olmayan veçhile ansızın değişik bir zamanda gelmişti. Ebubekir, «Anam babam ona feda olsun, vallahi o muhakkak önemli bir sebepten dolayı bu saatte geliyordu» dedi. (Hz. Aişe diyor ki:) Hz. Peygamber gelip izin istedi. İçeri girmesi için izin verilince girdi ve Ebubekir'e yanındakileri dısan çıkarmasını söyledi. Ebubekir, «Ey Allah'ın Rasûlü! Anam-babam sana feda olsun. Onlar (Aişe ile annesi) senin ailendir» dedi. Hz. Peygamber (s.a), «Mekke'den çıkıp Medine'ye hicret etmem için izin verildi.» dedi. Ebubekir, «Ben de seninle gelecek miyim?» diye sordu. Hz. Peygamber (s.a) «evet» deyince, Ebubekir, «Ey Allah'ın Rasûlü! Anam-babam sana feda olsun. Şu iki deveden birini al» dedi. Hz. Peygamber ise an-cak parasıyla satınalabileceğini söyledi. (Hz. Aişe şöyle devam ediyor.) Biz onlara yolculukta ihtiyaç duyacakları şeyleri hazırlayıp bir torba içine koyduk. Esma da kemerinden bir parçayı koparıp onunla torbanın ağzını bağladı. Bu yüzden . «İki Kemerli Kadın» lâkabım aldı. Hz. Ebubekir'in kızı Esma, Hz. Aişe'den daha büyüktü. Anneleri ayrı babalan birdi. Abdullah ile Esma ise aynı annedendi.
Hz. Peygamber (s.a) ile Hz. Ebubekir, Sevr dağmdaki mağaraya sığınıp orada üç gece kaldılar. Zeki bir genç ve süratli bir kavrayışı olan Hz. Ebubekir'in oğlu Abdullah geceleyin onların yanına gidiyor, sabah olmadan oradan ayrılıyor ve seher vaktinde Mekke'ye dönüyordu. Kureyşlilerle sabahlamakla sanki Mekke'de gecelemiş gibi görünüyordu. Onlar hakkında Mekke'de en ufak bir şey işitse ona kulak kabartır, geceleyin de aynı haberi Hz. Peygamber ile babasına iletirdi. Ebubekir'tn azadlısı Amr bin Fuheyr de koyunlarından bir kısmını geceleyin mağaranın yanından geçirirdi. Akşam olduktan sonra gelirdi. Onlar da sütlerini alırlardı. Her gece bu olay tekrarlanıyordu. Ayrıca Beni Abd bin Adiyy'den bir kişiyi kiralamışlardı. Yolu iyi biliyordu ve zeki bir kılavuzdu. As bin Vail es-Sehmi'nin aile efradıyla elini kan çanağına batırmıştı. Yani onlarm mevlasıydı. Kureyş kafirlerinin dini üzerindeydi. Ancak Resulullah (s.a) ile Hz. Ebubekir onu güvenilir kabul etmişti. Ona develerini verip üç gece sonra Sevr dağının mağarasının Önünde buluşma sözü verdiler. O, üçüncü gecenin sabahı deve-. lerini getirdi. Amr bin Fuheyr ve bir kılavuz ile yola çıktılar. Kılavuz onları sahil kenarından (Asfar'm alt tarafından) geçirdi. (Sü-raka bin Cüş'um diyor ki): «Kureyşlilerin elçileri bize geldiler. Muhammed ve Ebubekir üzerine ödül koymuşlardı. Bu ödül onları öldürene veya esir edene verilecekti. Ben Beni Müdleç'in bir meclisinde otururken onlardan biri yanımıza gelerek «Ey Süraka!» de6i,«Biraz önce sahilde gölgeler gördüm. Zannederim onlar Muhammed ve arkadaşlarıdır.» Ben hemen gerçekten onlar olduğunu anladım. Fakat ona «Sen falan falan kimseleri görmüşsün. Onlar bizim yanımızdan ayrılıp gitmişlerdi.» dedim. Bir şey belli etmemek için bir saat kadar oturdum. Sonra kalkıp evime gittim. Cariyeme, «Atımı al, şu tepeciklerin arkasına götür ve orada beni bekle» dedim. Mızrağımı yanıma aldım ve gizlice evin arkasından çıktım. Öyle ki mızrağın ucu yere değiyordu. Görünmemesi için üst kısmını biraz alçattım. Sonra atıma bindim. Onlara yaklaşınca atım sürçtü. Ve attan düştüm. Ayağa kalkıp elimi okdanlığa soktum. Okdanlıktan fal okları olan zelemleri (ezlam) çıkardım. Onlara zarar verip veremeyeceğimi anlamak için fal açtım. Ancak hoşuma gitmeyen, üzerinde «hayır» yazılı ok çıktı. Buna rağmen atıma bindim. Onlara yaklaşınca fal oklarına isyan ettim. Sonunda o kadar yaklaştım ki Rasûlüllah'ın Kur'an okuduğunu işitiyordum. O hiç arkasına bakmıyordu. Ebubekir ise sık sık dönüp arkasına bakıyordu. O sırada atımın ön ayaklan dizlerine kadar kuma saplandı. Tekrar attan düştüm. Atı kurtarmak için ona «deh» dedim. At kalktı. Daha ayaklarını çıkarır çıkarmaz ayaklarının altından çıkıp göğe yükselen dumanları gördüm. Yeniden oklarla fal açtım. Fakat yine hoşuma gitmeyen ok çıkmıştı. O zaman onlara, «Artık güvendesiniz, benden size bir zarar gelmeyecektir» diye bağırdım. Sesimi duymuşlardı. Atıma binip yanlarına gittim. Başıma gelenlerden sonra Hz. Peygamber'in emrinin galib geleceğini anla-dım. Ona, kavminin kendi hakkında ödül va'dettiğini, insanların bu yüzden onları aradığını söyleyip kendilerine yiyecek ve yol azığı teklifinde bulundum. Onlar benden bir şey almadıkları gibi bir şey de istemediler. Fakat, «Bizi gördüğünü kimseye söyleme, yeter» dediler. Ben de Hz. Peygamber'e bana bir güven mektubu yazmasını söyledim. O da bunun üzerine Amr bin Fuheyr'e bir deri parçasına güven mektubunu yazmasını ve bana vermesini emretti. O da emrolunduğunu yaptı.
Hz. Peygamber'in hicret sırasmda başına gelen olaylardan birisi de şudur: Yolda ticaretten donen Talha bin Ubeydullah ile karşılaşırlar. O kendilerine selam verir ve ikisine de beyaz elbiseler hediye eder. Bazı rivayetlere göre Zübeyr de onlara rastlamıştır. Belki de Zübeyr ile Talha birlikteyken onlara rastlamışlardı. Ya da bu olay arka arkaya vukubulmuştur. Hz. Peygamber ile Ebubekir kendilerine verilen bu elbiseleri giyerler.
Hz. Peygamber (s.a) kavmi kendisini alaya alıp onun davetine kulak vermeyince ve atalarından tevarüs ettikleri inançlara sımsıkı sarılıp akıllarım çalıştırmamakta direnince, doğum yeri olan Mekke'den ayrılmıştır. Onlar akıllarını çalıştırmamışlar, putlara tapmanın küfür olduğunu itiraf etmemişlerdir. Küfürden sonra hangi günah, şirkten sonra hangi dalâlet olabilir? Nitekim Allah Teâlâ, «Kuşkusuz Allah şirki affetmez. Fakat ondan başka dilediği kimsenin günahlarını affeder.» (Nisa : 48) buyurmuştur.
Hz. Peygamber (s.a) Mekke'den üzüntülü olarak ayrılmıştı. Onların eziyet ve cefalarına tam on üç sene dayanarak cihad etmişti. Uzun seneler onlarla mücadele eden o parlayan nur, geniş ilim, yüce himmet, o şerefli kişi, temiz ruh, o cezbedici ve sevilen şahsiyet, o daima gülen, pırıl pırıl parlayan yüz, o güzel ahlâk, o hayadan konuşmayan ağız, o emin rasul, o kendilerine doğru yolu gösteren nebi onlardan ayrılmıştır.
Şayet Kureyş hakikati idrak etseydi, taassubtan vazgeçseydi, muhakkak onun eteklerine sarılır, feyzinden avuçlar, onun hikmet okyanusundan içer, hidayeti ile doğru yolu bulur, ahlâkı ile ahlâk-lanır, hem dünya hem de ahiret nimetini elde ederdi. Allah'ın Ra-sûlü Muhammed (s.a) ayrılışıyla Mekke'yi kapkaranlıklar içinde bırakmış ve fakat Medine'ye vardığında nurları Medine'nin her yerinde parlamaya başlamıştı. Medineliler Hz. Peygamber'i (s.a) müjde ve sevgi ile karşılamaya çıktılar. Onun o güzel yüzünü görmek için koşuyorlar, adeta birbiriyle yanşıyorlardı. Öyle ki onun. la bereketleniyorlar, onun beliğ hikmetlerim daha yakından işitebilmek için onu misafir etmek hususunda ellerinden geleni yapıyorlar, didiniyorlardı. Bu yüzden «Bedr (dolunay) üzerimize doğdu» demek suretiyle o parlayan nur hakkındaki bilinçlerinin derecesini ortaya koymuşlardı. [32]
Hz. Peygamber (s.a) Rebî'ul-Evvel ayının 12'sinde, pazartesi günü öğleye yakın saatlerde Medine'ye ulaştı. Küba'da Külsüm bin Hedim denilen ve Beni Amr bin Avf'ın büyüğü olan bir kişinin misafiri oldu. Beni Amr bin Avf, Evs'in bir boyu idi. Küba ise Medine'nin güneyine düşen ve ondan 2 mil uzakta bululnan bir köydür. Yeşillikler içinde olan Küba'da üzüm. hurma, incir ve nar bahçeleri vardı. Hz. Peygamber orada 4 gün (pazartesi, salı, çarşamba, perşembe) kaldı. Bu sırada Küba mescidini, yani ilk günden beri takva üzere kurulu mescidi inşa etti. Hz. Ebubekirde, Medine'nin mahallelerinden biri olan Senih'de Habib bin îs-hak'ıh misafiri oldu. Hz. Ali de daha sonra beraberinde Hz. Fatma, Ümmü Eymen, onun çocuğu Eymen ve mustazaf müslümanlardan bir grup ile birlikte Medine'ye ulaştı. Hz. Ali, Hz. Peygamber'in yarımdaki emanetleri sahiplerine verdikten sonra yola çıkmıştı. Medine'ye vardığında Hz. Peygamber'e uyarak Külsüm bin Hedim'in misafiri oldu. Yol boyunca geceleri yürüyüp gündüzleri gizlendiğinden tabanlan patlamıştı. Geldiğinde onun boynuna sarılan Hz. Pey. gamber, onun bu halini görünce ona acıyarak ağladı. Sonra ellerine tükürerek onları Hz. Ali'nin şişmiş olan ayaklarına sürdü. Ve artık Hz. Ali ayaklarmdan şikâyet etmedi. Hz. Peygamber, cuma günü devesine binip Medine'ye doğru yola çıktı. Beni Salim bin Avı kabilesinin bulunduğu yere geldikleri sırada cuma vakti olmuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, beraberindeki 100 kadar müs-lüman ile derenin içinde bulunan mescidde cumayı kıldı. İşte bu, Hz. Peygamber'in kılmış olduğu ilk cumadır. O, ilk hutbesini de burada okumuştur. Daha sonra El-Kusva adlı devesine binen Hz. Peygamber Medine'ye doğru yola çıktı. Medine'ye geldiğinde devenin yularını gevşeterek tamamen bırakmıştı. Deve ensardan kimin evinin yanına giderse hepsi «Ey Allah'ın Rasûlü! Sayıya, silaha, kuvvete gel» diyorlar, devenin önüne çıkıyorlardı. Hz. Peygamber (s.a) «Onun yolunu açınız, o emralmıştır» diyordu. Böylece deve bugünkü mescidin yerinde çöktü. Bu yer Beni Neccar'dan Amr'ın oğulları olan Sehl ve Süheyl'e aitti. Bu kimseler yetimdi ve orayı hurma harmanı olarak kullanıyorlardı. Sonra deve yeniden kalkınca Hz. Peygamber onun dizginlerini serbest bıraktı. Durdurulması için de kimseye işaret etmedi. Deve kendiliğinden dönüp arkasına baktı ve yeniden ilk çöktüğü yere gelip tekrar oraya çöktü. Boy-' nunu da yere koydu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) deveden indi. Ebu Eyyub el-Ensari devenin üzerindeki eşyaları alıp evine götürdü. Hz. Peygamber (s.a) kendi odalarıyla, mescid inşa edilene kadar Hz. Ebu Eyyub'ün evinde misafir olarak kaldı. Hz. Peygamber (s.a), Sehl ile Süheyl'i çağırarak «Orayı itana satıntz. Mescid yapayım». deöi. Onlar, orayı satmayacaklarım ama kendisine hibe edeceklerini söyledilerse de Hz. Peygamber (s.a), bu teklifi kabul etmeyerek 10 dinar altına orayı onlardan satın aldı. Bu 10 dinar altını da Ebubekir Sıddık'ın malından almıştı. Sonra orayı mescid olarak bina etti. Mescidin yapımında Hz. Peygamber de diğerleriyle birlikte kerpiç taşımıştı. Kerpiç taşırken şunları söylüyordu :
«Bu yük Hayber'in yükü değildir ama;
Rabbinize yemin ederim, bu daha sevab, daha temizdir.»
Yani bu kerpiç yükleri Allah katında, Hayber'den getirilen üzüm ve hurma yüklerinden daha hayırlıdır. Bu şiir aslında sahabeden Abdullah bin Revaha'nmdır. Hz. Peygamber (s.a) onun şiiriyle misal getirmiştir. Hadislerde bu şiir dışında hiçbir şiirin tüm beyitleriyle Hz. Peygamber tarafından misal getirildiği görülmemiştir. Hz. Peygamberin (s.a) şiir irad etmesi yasaktır. Ama irad edilmiş bir şiiri tekrar etmesi yasak değildir.
Hz. Peygamber mescidin yapımında şu mısraları da okumuştur:
«Kuşkusuz mükâfat ancak ahiret mükâfatıdır. (Ey Allahım) ensar ve muhacirlere merhamet et»
Daha sonra Hz. Peygamber, Medine yahudileriyle bir barış antlaşması yapmıştır. Mescidin yapımı tamamlanmadan Beni Nec-car'ın naibi (vekili) olan Sa'd bin Zürare ölünce Beni Neccarlılar onun yerine kendilerine bir naib tayin etmesini Hz. Peygamber'den istediler. Ve Hz. Peygamber de «Sizin naibiniz oen olayım» dedi. Onların hiç birini bir diğerinden üstün tutmadı. Bu onların men-kıbelerindendir ve şeref konusunda hepsinin bir olduğuna işaret eder.
Mescid, Rebi'ul-Evvel'den Sefer ayma kadar bitti. Temelleri taştan, duvarları kerpiçten, tavanı ve direkleri ise hurma ağaçlarından basit bir mescid olmuştu. Mescidde süsten, nakıştan en ufak bir eser bile bulunmuyordu. Minber olmadığından Hz. Peygamber (s.a) ilk hutbesini minbersiz okumuştu.
Medineliler Hz. Peygamber'in (s.a) gelişinden o kadar memnun olmuşlardı ki onu güler yüzle, şiirler okuyarak karşılamışlardı. Kadınlar evlerin tavanlarına çıkıp onu alkışlamışlardı. (Hz. Aişe'den gelen bir rivayete göre) Hz. Peygamber, Medine'ye vardığında kadınlar, çocuklar oturdukları yerden bağıra bağıra, «Bugün dolunay Seniyyet'ul-Veda'dan üzerimize doğdu, içimizde Allah'a çağıran biri oldukça, şükür üzerimize vacib oldu. Ey bize gönderilen Peygamber! Sen itaat edilen bir emirle geldin» diyorlardı. Habeşliler sevinçten mızraklarıyla oynayıp, hareketler yaparlarken Ensar'ın erkekleri de kadınları da hediye vermek için ona yaklaşmaya çalışıyorlardı.
îbn Abbas, Hz. Peygamber'in pazartesi günü doğduğunu, pazartesi günü peygamber olduğunu, Hacer'ul-Esved'i pazartesi günü kaldırıp yerine koyduğunu ve pazartesi günü vefat ettiğini söylemektedir.
tslamda Takvim
îslâmda takvimler Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye hicretiyle başlar. Hicreti takvime başlangıç yapan Hz. Ömer'dir. Bunu hicretin 17. yılında yapmıştır. Ancak hicri takvim hicretten 2 ay önce başlar. Zira onlar takvimin başlangıcını o senenin muharrem ayı olarak tesbit etmişlerdir. Oysa Hz. Peygamber (s.a) daha bu ayda Mekke'de bulunuyordu. Hicret ise Rebiul-Evvel ayında olmuştu.
«Onlar tuzak kurarlarken Allah da (buna karşılık onlara) tu zak kuruyordu»; yani Allah onların tuzak ve hilelerini geri çevirmiş, yol açtıkları tehlikeyi kendilerine döndürmüştür. Tuzak kurmalarından ötürü Allah onları cezalandıracak ve onlara tuzak kuranlara verilen cezayı uygulayacaktır. O ceza ise şudur: Allah Te-âlâ onları Bedir'e çıkardığında müslümanları gözlerinde az gösterdi. Bunun üzerine onlar müslümanlara saldırınca çocukları ihtiyarlatan bir felaketle karşı karşıya kaldılar.
«Allak tuzak kuranların en hayırlısıdır». Çünkü Allah'ın kurduğu tuzağın yanında kulların tuzağı bir hiçtir.
Bazı müdekkikler bu izaf-i terkibin Allah'a sıfat olmasının O'nun tuzağının daha nafiz, daha etkili olduğunu bildirmesi yönünden üstünlük ifade ettiğini söylemişlerdir. Çünkü başkaları tarafından kurulan tuzakların da geçerliliği ve etkisi vardır. Ancak Allah'ın tuzağı daha etkilidir. Bu takdirde «hayr» kelimesi ism-i tafdil olarak kullanılmış olmaktadır. Burada müşareket meydana gelmektedir. Yani diğerlerinin tuzakları da geçerli ve etkili ise de Allah'ın tuzağı daha geçerli ve daha etkilidir. Fakat ifadenin Allah Teâlâ'nın hakkı indirerek tuzak kuranlara gereken cezayı verdiğine delalet ettiği düşünülecek olursa burada başkasının tuzağı sözkonusu olamaz. Müşareket olmadığından izafe sadece tahsis içindir.
Bazı müfessirlere göre bu terkib «Yaz kıştan daha sıcaktır» şeklindeki terkib kabilindendir. Yani Allah'ın tuzağının hayırlı oluşu, başkasının tuzağının şerli oluşundan daha etkilidir. [33]
«Mekr» (tuzak) kelimesinin müşakele olmaksızın Allah için kullanılamayacağım, zira «mefcr»in başkasına zarar vermek için yapılan hile anlamına geldiğini, bunun da Allah'ın hakkında caiz olmadığını öne sürenler vardır. Ancak bu iddia «mekr» kelimesinin Kur'an'da, Allah hakkında müşakele olmaksızın kullanıldığı söylenerek cevaplandırılmıştır: «Acaba onlar Allah'ın mekrinden emin mi oldular? Muhakkak zarar eden bir kavimden başkası Allah'ın mekrinden emin olmaz.» (A'raf: 99). Ancak buna da «Burada müşakele takdiridir» denilerek karşılık verilmiştir. Fakat, Hz Ali'den nakledilen bir söze göre, bu karşılık tenkid edilmiştir. Şöyle ki: {(Dünyada kendisine genişlik verilen ve bu genişliğin kendisi için bir mekr (tuzak) olduğunu bilmeyen kimseyi aklı aldatmıştır.» Görüldüğü gibi Hz. Ali'nin bu sözünde takdirî bir muşa-kelenin olma ihtimali oldukça uzaktır.
(31) «Onlara
ayetlerimiz okunduğunda...»
Bu Ayetin Tefsiri ;
Ayetteki mezkur iddia, tefsirlerin çoğuna göre, Beni Abdud-dar'dan Nadr bin Haris tarafından yapılmıştır. Bu, zaman zaman İran'a, Hire'ye gidip oranın insanlarının Rüstem, İsfendiyar ve ileri gelen İranlılar hakkında uydurmuş oldukları efsaneleri dinleyen bir kimsedir. Yahudi ve Hıristiyanların yanına gidip onlardan Tevrat ve İncil'deki kıssaları da dinlerdi.
«Kalû» (dediler) ifadesi bu lânetli kişinin onların reisi olması dolayısıyla ve onların bunun söz ve görüşlerine göre hareket ettikleri için kullanılmıştır.
Bazıları, bu sözü söyleyen kimselerin Dar'un-Nedve'de Hz. Peygamber (s.a) hakkında plan yapan kimseler olduğunu öne sürmüştür. Ancak kim söylerse söylesin, mezkûr söz hakkı inkâr noktasında inadın en doruk noktasıdır. Çünkü onlar böyle bir şeye güç yetirseydiler kendilerini bunu yapmaktan hangi şey alıkoyabilirdi? Oysa Hz. Peygamber (s.a) onlara meydan okuyor, senelerdir onları acz ile itham ediyordu. Daha sonra onlarla kılıçla savaşınca onlar da kılıçla savaştılar. Halbuki onlar edebiyat sahasında yenilmeyi hiçbir surette kabullenecek kimseler değildi. Çün-' kü kendileri bu sahanın kahramanlarıydılar ve yine bu sahanın güçlüsü kendileriydi. Kabe'nin kapısı üzerindeki meşhur yedi kasideyi onlar asmışlardı ve bununla edebiyat sahasında herkese meydan okuyorlardı.
«Bu eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir.» Onlar bu sözle «Bu Kutan sadece geçmişlerin yazmış oldukları kıssa ve hikâyelerdir. Allah'ın kelamı değildir.» demek istiyorlar ve bununla da «Dilesek biz de bunun gibisini söyleriz» şeklindeki sözlerini açıklamış oluyorlardı.
(32) «(Hatırlat)
o zamanı ki...»
Bu Ayetin
Tefsiri
Ayette geçen sözü söyleyen kimsenin yine Nadr bin Haris olduğu rivayet edilmiştir. Bazı rivayetlere göre, Nadr daha Önceki sözlerini söyleyince Hz. Peygamber (s.a) kendisine; «Ey azab olasıca! Bu, Allah'ın kelamıdır» der. Nadr da buna karşılık olarak yukardaki ayette geçen sözü söyler,
Enes bin Malik'ten rivayet edildiğine göre mezkur sözü Ebu Cehil sarf etmiştir. (Buhari, Beyhaki)
Yezid bin Numan ve Muhammed bin Kays'tan rivayet edildiğine göre Ktfreyşliler: «Allah aramızda Muhammedi mi şerefli kıldı? Ey Allahım! Eğer bu doğruysa üzerimize gökten taş yağdır, ya da bize elem verici bir azab getir.» derler. (İbn Cerir). Bu söz birincisinden daha şeni, daha korkunçtur. Çünkü onlar bu sözleriyle Kur'an'm Allah'ın kelamı oluşunu muhal saydıklarından, akıllı bir insanın isteyemeceği azabı Kur'an'm hak olmayışı zan-nına bağlı olarak talep etmişlerdir. Şayet Kur'an'm onların nazarında Allah'ın kelamı olması mümkün görülseydi onlar böyle bir azabın gelişini, onun gerçekliğine bağlamaya cesaret edemezlerdi.
(33) «Fakat sen (ey Muhammed) onların...»
Bu Ayetin Tefsiri
Bu, onların çirkin sözlerine bir cevaptır. Yani niçin bu sözlerinin gerektirdiği azaba duçar olmadıkları ve niçin kendilerine süre tanındığı böylelikle açıklanmaktadır.
Buradaki azap, tamamıyla yokedici bir azap anlamındadır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) aralarında iken kıtlığa duçar olduklarından, burada mutlak azabın kastedilmiş olması mümkün değildir. Bazı kimseler böyle bir kaydı gerektiren bir delilin olmadığını söylemişlerse de mânâ mahal itibariyle uygundur. Öyle ki onların sözlerini inceleyen bir kimse, niçin onların böyle bir azap istediklerini anlar. Böyle bir kaydın niçin konulduğuna gelince, bunun da delili vardır. Çünkü Hz. Peygamber aralarında iken onlara birtakım azaplar isabet etmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber aralarında iken kendilerine isabet etmeyen azap ile mutlak bir azap kastedilmiştir.
Af Dilemek Azaba Manidir
«Onlar af dilerlerken de Allah onlara azap edecek değildi» ifa-desindeki istiğfar, ya Hz. Peygamber hicret ettikten sonra, güçsüz olduklarından hicret edemeyecek Mekke'de kalan müslümanların istiğfarıdır ya da kafirlerin Allah'tan af dilemeleri (gufranekella-humme)dir. Çünkü af dileyen kafirler bile olsa, onların bu isteği, azaba mani olabilir.
Yezid bin Numan ve Muhammed bin Kays'ın rivayet ettiklerine göre Kureyşliler, «Eğer bu Kur'an senin katından gelen hak ise üzerimize gökten taş yağdır» şeklindeki sözlerinden pişman olarak Allah'tan af dilemişlerdir. Buradaki istiğfar onların küfründen veya başka şeylerden dönüş yapmaları, tevbe etmeleri demek de olabilir. Bu takdirde ayet şöyle anlaşılır: «Şayet onlar af dile-şeydiler, yani küfürden dönüp yaptıkları çirkinliklerden vazgeç şeydiler, azap görmezlerdi». Bu görüş Süddi'den rivayet edilmiş, tir. Katade ve İbn Zeyd de bu görüşe katılmıştır.
Bazı müfessirler ayetin, «Ey Muhammedi Eğer şen onların aralarında olsaydın veya istiğfar etselerdi azap görmezlerdin anlamında olduğunu söylemişlerdir. Bu, Bedir'deki azabın kendilerine, aralarında Rasûlüllah olmadığı veya istiğfar etmedikleri için isabet ettiğine işaret etmektedir. Çünkü onlar Hz. Peygamber'i (s.a) Mekke'den çıkmaya zorlamışlardı.
İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, buradaki istiğfar ile, Kureyş kafirlerinden iman eden kimselerin istiğfarı kastedilmiş-Yani Allah'ın iman ve istiğfar edeceğini bildiği kimseler onların arasmda oldukça Allah onlara azab etmez. Mesela Safvan bin Umeyye, İkrime bin Ebi Cehil, Süheyl bin Amr gibi...
Mücahid'den gelen bir rivayete göre, buradaki istiğfar ile, Kureyşli müşriklerin sulbünde bulunan ve Allah'ın iman edeceğini bildiği kimselerin istiğfarı kastedilmektedir. Ancak burada ayetin mânâsının, «Onların sulbünde istiğfar edecek kimselerin bulunduğunu bildiği sürece, Allah onlara azap etmez» şeklinde anlaşılmasının oldukça uzak bir ihtimal olduğuna dikkat edilmelidir. [34]
34- Onlar (müminleri) Mescid-i Haram'd an menettikleri ve onun velileri olmadıkları halde, neden Allah onlara azab etmesin? Onun velileri ancak Allah'tan sakınan kimselerdir. Ama çoğu bunu bilmez.
35- Onların Kabe yanındaki namazları ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibarettir. Artık küfre girmiş olmanıza karşılık azabı tadın!
36- Kuşkusuz kafir olanlar mallarını, (insanları) Allah'ın yolundan alıkoymak için harcarlar. Harcayacaklar da! Sonra o (harcadıkları mallar) kendilerine bir iç acısı olacaktır. Sonra da mağlub olacaklardır. Kâfirler cehenneme doğru sürülüp götürüleceklerdir.
37- Öyle ki Allah 'pis'i, 'temiz'den ayırır, kötüleri üstüste yığar ve hepsini birden cehenneme koyar. İşte hüsrana uğrayanların tâ kendisidir onlar!
38- Kafirlere de ki: Eğer (küfürden' veya savaştan) vazgeçerlerse geçmiş (günah) lan kendilerine bağışlanır. Eğer (yeniden) dönerlerse kuşkusuz ki öncekilerin kanunu geçmiştir.
39- Artık herhangi bir fitne kalmayıp din tamamen Allah1 in oluncaya dek, onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse kuşkusuz ki Allah, onların ne yaptıklarını görücüdür.
40- Eğer dönerlerse bilin ki Allah dostun uzdur. Ne güzel dosttur O ve ne güzel yardımcıdır! [35]
(34) «Onlar (müminleri) Mescid-i Haram'dan...»
Bu Ayetin Tefsiri
Yani azabı kendilerinden- uzaklaştırmaya güç yetiremezler. Onların böyle bir güce sahib olmadıkları ve muhakkak azap görecekleri kesindir.
Müşrikler, Umreye gelen Hz. Peygamber'i (s.a) ve müslüman-lan Hudeybiye yılında Mescid-i Haram'dan menetmişlerdi. Onların Kabe'yi ziyaret etmelerine izin vermemişlerdi. Müşrikler, Hz. Peygamber ve ashabına yaptıkları eziyetler sonucunda kendilerini hicrete mecbur etmekle asıl, onlan Mescid-i Haram'dan menetmiş oluyorlardı.
Eş-Şihab'ın Hasan'dan rivayet ettiğine göre bu ayet önceki ayeti neshetmiştir.
Durr'ul-Mensur'da İkrime ve Süddi'den gelen bir rivayete göre, «Onlar af dilerlerken de Allah onlara azap edecek değildi» ifadesi, bu ayetle neşhedilmiştir. Ancak haberde neshin olmaması muhakkaktır. Nesh ancak hükümlerde olur. Fakat haberin şer'î bir hükmü kapsaması durgununda nesh vukubulabilir. Burada mensuh olduğu iddia edilen ayetin böyle bir hükmü kapsayıp kapsamadığı hususu muğlaktır.
îbn îshak'a göre bu ayet öncekiyle birleşik olarak müşriklerin durumunu hikâye etmektedir. Çünkü müşrikler «Biz af talebinde bulunduğumuz halde Allah bize azap etmez. Allah, aralarında peygamberi bulunan bir topluluğa da azap etmez» diyorlardı. Allah Teâlâ da onların bu sözlerini diğer sözleriyle birlikte peygamberine hikâye etmiştir. Yani «(Hatırlat) o zamanı ki onlar: Ey Rab-bimiz! demişlerdi» ve «(Hatırla) o zamanı ki siz af talebinde bulunduğunuz halde 'Allah bize azab etmez' demişlerdi» şeklinde Allah onlarm bu sözlerini Peygamberi'ne naklettikten sonra onlara reddiye olarak «Onlar (müminleri) Mescid-i Haram'dan menet-tikleri ve onun velileri ^olmadıkları halde neden Allah onlara azap etmesin?» ayetini inzal etmiştir. Yani, sen onların aralarında bu-lunsan da, onlar istiğfar etseler de, bu çirkin davranışı yaptıktan sonra muhakkak Allah onları azaba uğratır.
Bu yorumu sahabelerden gelen birçok rivayet nakzetmektedir:
Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre, o şöyle demiştir: «Sizin içinizde iki emniyet sübabi vardı. Onlardan biri gitti (Pey-gamber'in vefatını kastediyor), diğeri kaldı (af talebinde bulunmayı kastediyor)». Bunları söyledikten sonra Ebu Hüreyre, mezkur ayeti okumuştur. (Ebu Şeyh, Hakim, Beyhaki) Bunun benzeri başka rivayetler İbn Abbas ve Ebu Musa el-Eşari'den de nakledilmiştir.
İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) zamanında bir keresinde güneş tutulur. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) namaza başlar. Öyle ki rükua gitmeyecekmişcesine uzun bir kıyam yapar. Sonra rükua gider. Eükuda sanki bir daha doğrulmayacak kadar uzun bir süre kalır. Sonra doğrulur. Yine secdeye gitmeyecekmişcesine uzun bir kıyam yapar. Sonra secdeye gider. Secdeden başım kaldırmayacak kadar secdeyi uzatır. Sonra başını kaldırır. İki secde arasında ikinci secdeyi yapmayacakmış gibi uzun bir süre oturur. Sonra secdeye varır. Yine neredeyse başım hiç kaldırmayacakmış gibi secdede uzun bir sure kalır. Sonra başını kaldırır. İkinci rekâtta da böyle yaptıktan sonra secde sonunda bir «ah» çekerek şöyle söyler: «Ey Rabbim! Sen bana, onların arasında bulunduğun sürece onlara azab vermeyeceğini va'detmedin mi? Ey Rabbim! Onlar istiğfar edince onlara azab etmeyeceğine dair bana va'dde bulunmadın mı? İşte senden af talebinde bulunuyoruz». Hz. Peygamber (s.a) namazını bitirdiğinde güneş tamamen açılmıştı. (Ebu Davud, Tirmizi ve Nesei)
Cübbai Önceki ayetteki azap ile dünya azabının, bu ayetteki azap ile de ahiret azabının kastedildiğini söylemiştir. Yani «Allah kuşkusuz ki onları ahirette azaba uğratacaktır». Ancak Cübbai'nin bu yorumu ayetin siyakına ters düşmektedir.
Onlar müşrik oldukları için Mescid-i Haram'ın velileri olamazlar. Zira Mescid-i Haram'ın velileri ancak şirkten kaçınanlar, orada Allah'tan başkasına kulluk yapmayanlar, yani müslümanlardır. Bu, takvanın ilk mertebesidir. «Evliyauhu» ifadesindeki «hu» zami-mirinin Cabir, Cafer ve Hasan Basri'den de rivayet edildiği gibi Mescid-i Haram'a raci olması akla gelen ilk ihtimaldir.
Bazılarına göre bu zamir Allah'a racidir. Yani onlar Allah'ın velileri değillerdir. Allah'ın velileri sadece ondan sakınanlar (mut-takiler) dir. Zamiri Allah'a raci olması durumunda istihkak kelimesine itibar etmeye de gerek yoktur. Yani «Onlar Allah'ın velisi olmaya müstahak değildirler» şeklinde bir tevile ihtiyaç yoktur. Çünkü onların Allah'a veliliği hiçbir zaman sabit olmamıştır. Ancak kastedilenin Mescid-i Haram'ın veliliği (bakıcılığı) olması halinde —ki ayet nazil olduğunda bakıcılık onların elindeydi— böyle bir tevile yine gerek olmaz. Zamirin Allah'a raci olması durumunda muttakiler, müslümanlar içinde daha özel vasıflara sahip kimseler olmuş olurlar. Çünkü Allah'ın velisi olabilmek için müslü-man olmak yeterli değildir. Belki bu takdirde Allah'ın velayetin-. de İslâm ile beraber takvanın ikinci mertebesi de gerekir. Şayet takvanın üçüncü mertebesi de olursa, o zaman buradaki velayet «Velayet-i Uzma» (en büyük velayet) demektir. İşte bizim şeriatın nasslarından, gecesi gündüzüne benzeyen, bembeyaz delil ve hüccetlerinden aniadığımız budur. Ancak günümüzde cahillerin çoğu velilerin mecnun, meczub kimseler olduklarını sanıyorlar. Doğrudur da. Yani onların Allah'ın hidayetinden uzaklaştırılmış oldukları hususunda doğru söylemektedirler. Bir kimse ne kadar saçmalarsa, ne kadar çok hezeyan içinde olursa, akıllı kimseler onun bu çirkin hallerini ne kadar çok görürlerse, cahillere göre o kimsenin veliliği o kadar üstün derecededir. Allah'ın müîkündeki tasarrufu o kadar mükemmeldir(!)
Bazıları velileri, bu tür vasıflara sahip olan, dinî ahkâmı ter-keden, Hz. Muhammed'in şeriatından çıkan, sufilerin hallerini yaşamadığı halde durmadan onların sözlerini tekrar eden, onların kisveleriyle kisvelenen fakat aslında onlardan olmayan kimseler olarak kabul etmişler ve ({Kim kendini hidayette görürse o mah-cubdur. Yani Allah'ın nuru ona kapanmıştır. Kim şeriata yapışırsa o zarar etmiştir. Bir «batın» vardır ki o «zahir»e muhaliftir. İn-. san batın'ı tanırsa düğümler çözülür, sorumluluk (teklif) ortadan kalkar, nefisler kemale erer» şeklinde konuşanlara veli demişler-dir. Üstelik bu hezeyanları sarfedenleri mürşid olarak vasıflandırırlar. Bu sözlerinde de doğrudurlar. Çünkü o mürşid zannettikleri kimseler insanları hakka değil ateşe doğru irşad ederler (cehenneme götürürler). Onlara «Şeyh» derler. Bu sözlerinde de doğrudurlar. Çünkü o «Şeyh» dedikleri,Necidli şeyhtir. Yani Kureyş-lilerle birlikte Dar'un-Nedve'ye giren İblis'tir. Onlara «Arif» derler. Bu hususta da haklıdırlar. Çünkü o «Arif» dedikleri, sadece dalâletin sıfatlarını bilir. Onların muvahhid olmaları da küfür ile imanı birleştirmelerinden ötürüdür. Nitekim İmam Gazali bu tür insanları küfür ve facirlikle suçlamıştır. Böyle bir zındıkın katli Allah katında yüz kafir öldürmekten daha efdaldır.[36]
(35) «Onların
kâbe yanındaki namazları...»
Bu Ayetin Tefsiri
Onlar müslümanları ziyaret etmekten, menettikleri Mescid-i Haramda ibadetle Allah'ı tazim edeceklerine orada ıslık çalıp, e] çırparlar.
Ayette geçen «salat» ile ya dua ya da onların «salat» adını verdikleri birtakım hareketler kastedilmiştir.
«Onların namazları el çırpmak ve ıslık çalmaktan ibarettir» ifadesi, onların namazlarında bir yararın ve mânânın bulunmadığı anlamındadır. Yani tıpkı kuşlann ötüşü ve oyuncuların el çırpması gibidir.
Bazı müfessirlere göre, bu ifadeyle, onların ıslık çalmak ile el çırpmayı Kabe'nin yanında yapılması uygun olan namazla değiştirdiklerine işaret edilmiştir.
Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) Kabe'nin yanın-| da namaz kılacağı zaman onlar ıslık çalmak ve el çırpmak suretiyle onu şaşırtmaya çalışırlar ve böylelikle kendüerinin namaz kıldıklarına kanaat getirirlerdi.
Başka bir rivayete göre müşrikler, erkek-kadın elele vererek ve parmaklarım birbirine geçirerek çıplak bir şekilde Kabe'yi ziyaret ederler ve bu ziyaret esnasında ıslık çalıp, el çırparlardı.
Bazıları ayette geçen «tasdiye» kelimesinin «s-d-y» kökünden geldiğini ve «menetmek» anlamında olduğunu söylemektedirler. i Bu takdirde ayetin anlamı, «Onlar Kur'an okumayı yasaklarlardı» I veya «Dinin icrasına mani olurlardı» şeklinde anlaşılır.
Bazıları da bu kelimenin gürültü yapmak anlamındaki «sad» kökünden geldiğini söylemişlerdir. Ancak İbn Abbas ve seleften bir cemaatten rivayet edilen görüş birincisidir.
îbn Cübeyr, «tasdiye» kelimesini insanları Mescid-i Haram' dan menetmek ile yorumlamıştır. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. İkrime'nin aynı kelimeyi «hayat» ile yorumlaması bundan daha da uzak bir ihtimaldir.
Azabı tatmaları ile de Bedir gününde öldürülmeleri ve esir edilmeleri kastedilmiştir. Bu yorum Hasan Basri ile Dahhak'a aittir. Bazı müfessirlere göre de bu azap ile ahiret azabı kastolunmuş-tur. Bu azabı tatmalarının nedeni kafir olmalarıdır.
(36) «Kuşkusuz kâfir olanlar...»
Bu Ayetin Tefsiri
Kelbi'den rivayet olunduğuna göre bu ayet Bedir Günü'nde müşriklerin ordusuna yemek yedirenler hakkında nazil olmuştur. Bunlar Ebu Cehil, Rabi'anın oğulları Utbe ve Şeybe, Haccac'm oğullan Büneyye ve Müneyye, Ebu'l-Buhteri bin Hişam, Nadr bin Haris, Hakim bin Hizan, TJbey bin Halef, Zem'a bin Esved, Hars bin Amr bin Nevfel ve Abbas bin Abdulmuttalib olup hepsi de Kureyşt'ten tam 12 kişiydi. Sırayla her biri bir günde 10 deve kesmişlerdi. Hezimet gününde sıra Abbas bin Muttalib'teydi.
İbn İshak'tan gelen rivayete göre bu ayet kervan sahipleri hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Kureyşliler Bedir Günü'nde aldıkları yenilgiden sonra Mekke'ye dönerler. Mekke'ye geldiklerinde Abdullah bin Ebi Rebia, Safvan bin Ümeyye ve İkrime bin Ebi Cehil, Bedir'de babalan, kardeşleri öldürülen veya esir edilenlerle birlik olup Ebu Sufyan'â ve o kervanda malı olan Kureyşlüere giderek şöyle derler: «Ey Kureyş Topluluğu! Muhammed sizi tuzağa düşürerek erkeklerinizi öldürdü.. Bu mallarla Muhammed'le savaşabümemiz için bize yardım edin. Umulur ki Muhammed'den öcümüzü alırız». Bunun üzerine mal sahipleri de mallarına bu işe tahsis ederler.
Said bin. Cübeyr ve Mücahid'den gelen bir rivayete göre bu ayet Ebu Süfyan hakkında nazil olmuştur. Uhud Günü'nde savaşmak üzere Habeşlüerden 2000 kişi kiralanmıştı. Bunların yanmda kışkırttığı araplar da vardı. Onlara da nafaka olarak 40 evkiye verilmişti. (O dönemde bir evkiye, 42 miskal altındı). Sa'd bin Malik onlar hakkında inşad ettiği uzun bir kasidesinde müşriklerin şairi Hubeyr bin Ebi Vehb'e cevaben şöyle der:
«Biz denizde bir dalgaya çarptık. Onların ortası Habeşlilerle doluydu. Kiminin başı açık, kiminin başında da miğfer vardı. Üç bin kişi kadarlardı, ...
Biz ise üç yüz, en fazla dört yüz kişilik bir topluluktuk.»
«Allah'ın yolundan» ifadesiyle müşriklerin insanlan Allah'ın dinine ve Hz. Muhammed'e tabi olmaktan menetmeleri kastedilmektedir. Adeta Allah Teâiâ bu ayetle müşriklerin mali ibadetle-| rine işaret etmektedir. Çünkü daha önce Kabe yanında ıslık çalıp el çırptıklarını beyan etmekle bedenî ibadetlerine işaret etmişti.
Yukardaki tüm yorumlara rağmen ayet umum ifade eder. Sebeb-i nüzul'ün hususi olması hükmün umumi olmasına mani değildir. Yani Allah Teâlâ kafirlerin insanlan hak yola tabi olmaktan menedebilmek için mallanm sarfettiklerini haber vermektedir. Bunu ileride de yapacaklardır. Sonra mallannın boşa gittiğini görüp bu yaptıklarından pişman olacaklardır. Çünkü ellerinde bir şey kalmayacaktır. Onlar Allah'ın nurunu söndürmek ve kendi sözlerinin Hakkın sözünden üstün olmasmı sağlamak isterler. Ancak kafirler istemese de Allah nurunu tamamlayacak, dinine yardım edecek ve kelimesini yüceltecektir. Bâtıl karşısında dinini ga-lib getirecektir. Kafirlere dünyada mahrumiyet, ahirette ise ateş azabı vardır. Onların içinde yaşayanlar, gözleriyle bunu görecek, kulaklarıyla da hoşlarına gitmeyen şeyler duyacaklardır. Ölen veya öldürülenleri ise ebedî bir rezalete, ebedî bir azaba duçar olacaklardır.[37]
(37) «Öyle
ki Allah pisi temizden ayırır...»
Bu Ayetin Tefsiri
Ali bin Ebi Talha'nın rivayet ettiğine göre İbn Abbas ayete «Saadet ehlini şekavet ehlinden ayırır» mânâsını vermiştir.
Silddi ise «Mümini kafirden ayırır» şeklinde bir mânâ vermiştir. Bu ayırma işinin ahirette vuku bulması muhtemeldir. Nitekim Allah Teâlâ «Kıyametin koptuğu gün ( müminler ile kafirler) birbirlerinden ayrılırlar.» (Rum: 14), «Ey mücrimler! Bugün (birbirinizden) ayrılın» (Yasin: 59) buyurmuştur. Bu ayrılma, onların davranışlarının müslümanlar tarafından anlaşılması şeklinde dünyada da vukubulabilir. Bu takdirde «lam» harfi Allah Teâlâ'mn yolundan menetmek maksadıyla infak edilecek malı kafirlere verme illeti olur. Yani Allah Teâlâ'mn onlara mallar vermesinin nedeni pis ile temizi, savaş meydanında savaşan ile kaçanı ayırmak içindir. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmuştur: «İki topluluğun karşılaştığı günde size isabet eden Allah'ın izniyle olmuştur ki böylelikle Allah iman edenleri bilsin ve münafıkları da bilsin. Onlara: «Gelin, Allah yolunda savaşın veya müdafaada bulunun» denildiği halde, onlar: «Eğer savaşı bilseydik size tâbi olurduk» dediler (...)» (Alu İmran : 166-167) Yine bir başka aytte; «Allah müminleri üzerinde bulunduğunuz halde bırakmaz ki pisi temizden ayırsın. Ve Allah sizi gaybe muttali kılmaz (...)» (Alu İmran : 179) buyurulmuştur. Bu yoruma göre ayetin mânâsı şöyle olur: «Sizi sizinle savaşan kafirlerle imtihan ettik. Bu hususta onları mallanm vermeye kudretli kıldık ki böylelikle pisi temizden ayırabilelim. Pisin bir kısmım diğer kısmının üzerine koyup cehennemde hepsini bir araya getirelim». Buradaki pis ile kafirler kastedilmektedir. Böylelikle onların mahşerdeki izdihamlarının yoğunluğu kastedilmiştir. Veya fesatlıktır. Yani Allah fesatlık çıkaranların bir kısmını diğerinin üzerine koyar ve fesatlık çıkaranların hepsini cehenneme gönderir. Hz. Peygamber'e düşmanlık için harcanan mallar da olabilir bu. Yani Allah onları birbirine yapıştırarak cehenneme koyar ki böylece onlar şiş olup bununla kafirlerin bacakları ve sırtları dağlanır.
Ancak mânânın kafirleri veya onların mallarını içermekten daha kapsamlı olması muhtemeldir. Yani Allah pis kafire pis ma-, hm katar, dünya üzüntüsünü ahiret üzüntüsüne ekler ve onunla azabını çoğaltır.
(38) Kafirlere
dedi ki: Eğer...»
Bu Ayetin Tefsiri
Yani, Ey Muhammedi Kafirlere de ki: Eğer küfür ve inaddan vazgeçip İslâm'a girerlerse önceki küfr, günah ve hataları kendilerine bağışlanacaktır.
İbn Mesud'dan rivayet olunan sahih bir hadiste Hz. Peygamber (s.a); «İslâm'da iyilik yapan kimse daha önce cahiliyyede yaptıklarından muaheze edilmez. İslâm'da iken kötülük yapan kimse de, hem daha önce yapmış olduğu kötülüğün cezasına hem de daha sonra yaptığının cezasına çarptırılır» buyurmuştur.
Yine sahih bir hadiste: «İslam ve tevbe kendisinden öncekileri silerler» buyrulmuştur.
«Eğer (yeniden) dönerlerse»; yani küfürlerinde ısrar etmeyi sürdürürlerse, «Kuşkusuz ki öncekilerin kanunu geçmiştir.» Yani onlar peygamberlerini yalanladıklarında, inadlanni sürdürdüklerinde Önceden aynı suçu işleyen kavimlere uygulanan azap ve ceza onlara da uygulanacaktır.
Mücahid, «Kuşkusuz ki öncekilerin kanunu geçmiştir» ifadesini Bedir'de ve diğer savaşlarda Kureyşlilere tatbik edilen ilâhi kanun ile yorumlamaktadır.
Süddi ve İbn îshak, Bedir'den önce geçenlere uygulanan kanunun kastedildiğini söylemişlerdir.
Bu ayet tüm kafirler hakkındadır ve imana teşvik eder mahiyettedir. Yani kafirler küfürlerinden vazgeçer ve müslüman olurlarsa önceki küfür ve günahları kendilerine bağışlanacaktır. Yağdan kılın çekildiği gibi onlar günahlarından sıyrılıp çıkarılırlar. Eğer irtidat edip yeniden küfre dönerlerse Allah da yeniden günahlarından ötürü kahrını onlara musallat eder.
Bu ayet İslâm'ın önceki şeyleri silip süpürdüğüne ve müslüman olan kimsenin geçirmiş olduğu namaz, zekât ve orucun, telef etmiş olduğu mal ve canın cezasına çarptmlmayacağına bir delil teşkil etmektedir.
İmam Malik'e göre mürted kimse tevbe ederse eğer onun hükmü de bu şekildedir. Zira ayet umum ifade eder.
Bazı alimler, kafir bir askerin müslüman olması durumunda artık hiçbir suç taşımayacağı ve zimmî kimsenin de Allah'ın haklarım kaza etmese de kulların haklarım vermesinin kendisine vacib olduğu görüşündedirler.
Hanefî mezhebinin mürted hakkındaki görüşünün, Maliki mezhebi ile aynı olduğu söylenmiştir. Yani mürted İslâm'a yeniden dönerse onun boynunda hiçbir hak kalmaz. Bu görüşe göre açıkça şöyle denmek isteniyor: Hayatı boyunca isyan eden kimse müslüman olursa eğer, onun boynunda hiçbir günah kalmaz.[38]
Bazı kimseler bu görüşü Ebu /Hanife'ye nisbet edip onun bu görüşünü ayetle teyid ettiğini öne sürmüşlerse de bu iddia gayet zayıftır. Çünkü ayette işaret edilen öncekiler ile kafirler, «geçmiştir» ifadesiyle de küfür dönemindeki zaman kastedilmiştir. Bu itiraz şöyle cevaplandırılmıştır: Ebu Hanife ve İmam Malik ayeti umum üzerinde bırakmışlardır. Çünkü hadiste, İslâm'ın kendinden öncekileri sildiği bildirilmiştir. Bu bakımdan onlar mür-tedin insanların haklarını vermesinin vacib olduğu ama Allah'ın haklarını kaza etmesinin vacib olmadığı görüşündedirler. Nitekim bu, İbn Abdulhakk'ın «Ahkâm'ul-Kur'an» adlı eserinde ispat edilmiştir.
İmam Şafii ise İmam Ebu Hanife ile İmam Malik'e muhalefet ederek mürtedin, kulların da Allah'ın da haklarını vermesinin vacib olduğunu söylemiştir.
Ancak benim kanaatime göre bazı alimlerin mürted hakkında Ebu Hanife'den yapmış oldukları rivayet pek gariptir. Çünkü Ha-nefîlerin kitaplarında buna muhalefet edilmiştir. Mesela el-Hane1-fiyye'de mürtedin namaz ve oruçlarının kazası varsa ve onları müslüman iken bırakmışsa irtidattan sonra müslüman olursa Şems'ul Eimme Hilvani'ye göre terkettiği namaz ve oruçları kaza etmesi gerektiği yazılıdır. Çünkü namaz ve orucun terki masiyettir ve irtidattan sonra da bakidir. Kadıhan aynı eserde mürtedin yeniden İslâm'a girmesi halinde kendisinden bazı şeylerin sakıt olduğunu da kaydetmiştir. Mürted hakkında burada uzun uzun bahsedilen ve konumuzla ilgisi olan meseleleri nakletmekte bir zarar görmüyoruz. Çünkü bunlar faydadan hali değildir.
Bir mal çalmış veya kısası gerektiren bir şey yapmış ya da kazf suçu işlemiş bir kimse müslüman olursa veyahut tüm bunları İslâm ülkesinde mürteci olarak yapıp sonra Dar'ul-Harb'e kaçmış, uzun bir zaman müslümanlara karşı savaşıp sonunda yeniden müslüman olarak geri dönmüşse böyle bir durumda olan kimse yaptıklarından sorumlu kabul edilir. Ancak Dar'ul-Harb'e mür-ted olarak gittikten sonra bu suçları işleyen ve sonra da müslüman olan kimseden bunların cezası sakıt olur. Hırsızlık ve yol kesmek gibi suçların cezasına çarptırıldıktan sonra bir müslüman irtidat ederse veya irtidat ettikten sonra bu suçları işleyip Dar'ul-Harb'e kaçar ve müslüman olarak geri dönerse tüm bu cezalar kendisinden sakıt olur. Ancak hırsızlık konusunda tazminat öder. Yolda gelirken bir kimsenin kanını akıtırsa, kendisine kısas uygulanır. Yol kesmek meselesinde irtidad etmeden önce yanlışlıkla birini öldürmüşse onun diyeti akrabaları arasında taksim edilir. Eğer olay irtidat ettikten sonra vuku bulmuşsa, kendisinden diyet alınmaz. İçki cezasına çarptırılması gereken bir müslüman irtidad ederse ve Dar'ul-Harb'e varmadan önce yeniden müslüman olursa, kendisine bu ceza uygulanmaz. Çünkü başta küfür cezasının vacib olmasına manidir. Arada arız olan küfür ise cezasının devamına manidir. Şayet mürted bir kişi, hapiste iken bir suç işlerse, içki cezası dışındaki cezalara çarptırılır. İmam'm elinde olması durumunda imam bu cezayı uygular. Aksi takdirde Dar'ul-Harb'e kaçmadan önce müslüman olursa ceza kendisinden sakıt olur. (Kadıhan'm sözleri burada bitmiştir.)
Bu sözlerden anlaşıldığına göre müfessirlerin ve fakihlerin «Mürted'e kul hakkını vermesi vacibür. Allah'ın haklan ise kendisinden sakıt olur» şeklindeki görüşleri mutlak değildir. Bu konu-ile ilgili kapsamlı bilgi füruat kitaplarında bulunmaktadır.
Bilindiği üzere ayetteki vecih makamın iktizâ ettiğine muhalif düşmektedir. Yine burada insanın aklına ilk gelen, öncekilerin küfrünün kastedilmiş olmasıdır. İslâm'ın kendisinden öncekileri temizlediği şeklindeki ibare, Müslim'in Arar bin As'tan rivayet ettiği hadisin bir parçasıdır. Hadisin tamamı şu şekildedir:
Rasûlüllah'a gidip «Sağ elini aç da sana biat edeyim» dediğimde o, mübarek elini açtı ve ben de elini tuttum. Rasûlullah «Ey Amr! Sana ne oldu? Niçin böyle yaptın?» dedi. Ben «Bir şart koşmayı istedim» deyince «Neyi şart koşacaksın?» diye sordu. Ben de «Günahlarımın affolunmasını şart koşuyorum» dedim. Hz. Peygamber (s.a) «Sen bilmiyor musun ki İslâm kendisinden öncekileri temizlemektedir. Hicret kendisinden Öncekileri temizlemektedir. Hacc kendisinden öncekileri temizlemektedir.» [39]
(39) «Artık
herhangi bir fitne kalmayıp...»
Bu Ayetin Tefsiri
İbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre bir defasında kendisine bir şahıs gelerek «Ey Eba Abdurrahman! Allah'ın kitabında söylediğini niçin yapmıyorsun? Allah «Müminlerden iki grup savaşırsa zalim olana karşı onlar Allah'ın hükmüne razı oluncaya kadar savaşın» diye buyurmasına rağmen sen Allah'ın Kitabı'nda buyurduğu şekilde niçin savaşmıyorsun?» dedi. İbn Ömer, «Ey kardeşimin oğlu! Savaşmadığım için bu ayetle kınanmam; 'Bir mümini kasten öldürenin cezası cehennemdir' ayetiyle kınanmaktan daha evladır.» diye cevab verir. O şahıs, İbn Ömer'e: «Allah fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın» diye buyurdu, dediğinde ise İbn Ömer: «Biz bunu Rasûlullah'ın zamanında yaptık. O zaman müslümanların sayısı azdı. Kişi dininde fitnelendiriliyor-du. Müslümanları'ya Öldürüyorlar ya da esir ediyorlardı. Bu, müs-lümanlar çoğalıncaya kadar sürdü. Sonra fitne ortadan kalktı» demiştir. İbn Ömer'in kendisine uymadığını gören o şahıs bu sefer onun Hz. Ali ile Hz. Osman hakkındaki görüşlerini sorar. İbn Ömer, «Allah Osman'ı affetmiştir. Ama sizler Allah'ın onu affetmesini hoş karşılamıyorsunuz. Ali'ye gelince, o Rasûlullah'ın amcasının oğlu ve damadıdır.» der ve eliyle işaret ederek «İşte bu gördüğünüz yerde onun kızı gömülüdür» diye cevap verir. (Buha-ri) Ubeydullah, Nafi'den, o da İbn Ömer'den şöyle rivayet etmektedir:
İbn Zübeyr dönemindeki fitne olaylarında iki kişi İbn Ömer'e gelerek, «İnsanlar bildiklerini yaptılar. Sen ki Ömer bin Hattab'ın oğlu ve Rasûlullah'ın sahabisi iken niçin hiçbir ses çıkarmıyorsun?» derler. İbn Ömer, «Müslüman kardeşimin kanının bana haram olması, bir şey yapmama mani oluyor» diye cevap verir. Gelenler, «Peki, Allah fitne kalmayıp din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşümasım emretmiyor mu?» derler. İbn Ömer, «Biz herhangi bir fitne kalmayıncaya kadar savaştık ve din Allah' in oldu. Ancak sizler herhangi bir din kalmayıncaya ve dinin de Allah'tan başkasının oluncaya kadar onlarla savaşmak istiyorsunuz» diye cevap verir.
Dahhak, İbn Abbas'm «Bu ayetteki fitne ile şirk kastedilmiştir» dediğini rivayet etmektedir. Nitekim Ebul-Aliye, Mücâhid, Hasan, Katade, Rebi bin Enes, Süddi, Mukatü ve Zeyd bin Eşlem de bu görüştedirler.
İbn îshak, Zühri'den, o da İbn Zübeyr'den, buradaki fitnenin herhangi bir müslümamn dininden kuşkuya düşürülüp caydırılması anlamına geldiğini rivayet etmiştir.
«Din tamamen Allah'ın oluncaya dek» ifadesinin tefsirinde Dahhak, İbn Abbas'm bunu «Tevhid tamamen ve halisen Allah'ın oluncaya dek» şeklinde yorumladığını rivayet etmektedir.
Hasan Basri, Katade, İbn Cüreyc, «Din tamamen Allah'ın oluncaya dek» ifadesiyle, «LailaheUlallah hakim oluncaya ve Allah'ın birliğinde şüphe kalmayıncaya dek» şeklinde bir anlamın kastedildiğini Öne sürmüşlerdir.
İbn İshak ise bunun «Tevhid halisen Allah'ın oluncaya ve onda herhangi bir şirk kalmayıncaya, Allah'tan başka her şey silininceye ve sadece Allah'a kulluk edilinceye dek onlarla savaşın» anlamında olduğunu söylemiştir.
Zeyd bin Eşlem ise bu ifadenin din ile birlikte başka bir düşüncenin kalmayacağı bir zamana kadar savaşılmasma işaret ettiğini söylemiştir. Bu yorum şu hadisle desteklenmektedir :
«Ben insanlarla LailaheUlallah diyecekleri zamana kadar sa-vaşmakla emrolundum. Ne zaman LailaheUlallah derlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak İslâm'ın hakkı mukabili müstesna. İnsanların hesabları Allah'a aittir.» (Buhari, Müslim)
Ebu Musa el Eş'ari'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygam ber (s.a) kahramanlık veya gayretkeşlik ya da riyakârlık sebebiyle savaşan kimselerden hangisinin Allah yolunda olduğu sorulduğunda, O, «Allah'ın kelimesini yüceltmek için savaşanlar sadece Allah yolundadır» diye buyurmuştur.
(40) «Eğer
dönerlerse bilin ki...»
Bu Ayetin Tefsiri
Yani kendileriyle savaşmanız sonucunda küfürden dönüp fitne çıkarmaktan vazgeçerlerse, kalblerinde ne olduğunu bilmeseniz bile, Allah'ın onların yaptıklarını görücü olduğunu ve mutlaka kendilerinden hesab soracağını unutmayın.
Sahih bir hadiste şöyle rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber'e (s.a) Usame'nin LailaheUlallah dediği halde bir kişiyi öldürdüğü bildirildiğinde Hz. Peygamber Usanıe'ye, «O LailaheUlallah dediği halde mi onu Öldürdün? Peki, kıyamet gününde ne yapacaksın?» diye sordu. Usame, o kişinin canını kurtarmak amacıyla bunu söylediğini ileri sürdüyse de Hz. Peygamber (s.a), «Ey Usame! Sen onun kalbini mi yardın?» dedi ve şu sözünü birkaç kez tekrar etti: «Kıyamet gününde senin yakam Lailaheülallah'tan kim kurtarabilir?» Usame diyor ki: «Ben sonunda daha önce değil de o gün müslüman olmayı temenni ettim.»
«Bilin ki Allah dostunuzdur. Ne güzel dosttur o ve ne güzel yardımcıdır!»; Yani onlar size karşı ileri geri konuşurlarsa, sizlerle savaşırlarsa bilin ki Allah sizin dostunuz ve yardımcınızdır. Düşmanlarınıza karşı sizi galib getirecektir. Allah ne güzel bir dost, ne güzel bir yardımcıdır!..
İbn Cerir, Urve'den şöyle rivayet ediyor:
Halife Abdulmelik bin Mervan, Urve'ye bir mektup yazarak birtakım hususlarda sorular sordu. Urve de cevab olarak şunları söyledi:
Selam üzerine olsun! Huzurunda kendisinden başka ilah olmayan Allah'a hamdederim. Sen Rasûlullah'm Mekke'den Medine'ye olan hicretini soruyorsun. Onu sana haber vereceğim. Kuvvet ancak Allah iledir. Rasûlullah'm Mekke'den çıkışının durumu şöyle idi: Allah, Muhammed'e (s.a) peygamberlik vermişti. O ne güzel bir peygamber, ne güzel efendi ve ne güzel aşiretti. Allah onu hayırla mükâfatlandırsın. Cennette onun yüzünü bize göstersin. Bizi onun dininin üzerine tutsun. Öldürsün ve hasretsin. Mu-hammed (s.a), kavmini, Allah'ın kendisine vermiş olduğu hidayet ve nura davet ettiğinde onlar ilk önce ondan uzaklaşmadılar, onu dinlediler. Ancak O, onların tağutlanndan bahsedince ve Taif'e gitmiş olan bazı zengin Kureyşlüer geri dönünce bazı kimseler onun sözlerine karşı çıktılar ve bu hususta katı davrandılar. Onun sözlerinden hoşlanmamışlardı. Sözlerini geçirebildikleri kimseleri Hz. Peygamber'in (s.a) aleyhinde kışkırtarak halkın çoğunu ondan uzaklaştırmış oldular. Allah'ın muhafaza ettiği az sayıdaki kimseler dışında herkes Hz. Peygamber'i (s.a) terketti. Bu durum böylece Allah'ın dilediği zamana kadar sürdü. Sonra Kurey-şin üeri gelenleri Hz. Muhammed'e tabi olanları dinlerinden döndürmek istediler. Yani çocuklarını, kardeşlerini ve kabilelerini bu dinden caydırmak istediler. İşte şiddetli sarsıntısı olan fitne bu zamanda koptu. Fitneye kapılanlar kapıldı. Allah'ın diledikleri de fitneden korundular. Müslümanların başına bu gelince Ha. Peygamber (s.a) onlara Habeşistan'a hicret etmeleri iznini verdi. O dönemde Habeşistan'da kendisine Necaşi denilen salih bir kral vardı. Onun ülkesinde kimse zulme uğramazdı. Herkes ondan memnundu. Habeşistan Kureyşlilerin ticaret yaptığı bir bölgeydi. Kureyşlüer orada ticaret yaparlar, tüccarları orada kalırlardı. Orada bol rızık, emniyet bulurlar, kârlı ticaret yaparlardı.
Hz. Peygamber (s.a) ashabına emredince onların çoğu Habeşistan'a hicret etti. Zira Mekke'de oldukça zulüm görmekteydiler. Dinlerinden döndürülmeleri korkusu vardı. Fakat Hz. Peygamber (s.a) Mekke'de kaldı. İşkence Mekke'de uzun süre devam etti. Ku-reyş'in müşrikleri müslüman olan Mekkelilere şiddet kullanıyorlardı. Sonraları İslâm, Mekke'de yayıldı. İslâm dinine Mekke'nin eşrafından olan kimseler de girmişlerdi. Bu durumu gören müşrikler Hz. Peygamber'e ve eshabına karşı biraz daha yumuşak ve gevşek davranmaya başlamışlardı. Böylece birinci fitne (bazı sa-habilerin korkup Habeşistan'a hicret etmelerine neden olan fitne) vukûbulmuş oldu. Ancak Mekke'deki müslümanlara karşı gevşek davranıldığı ve bazı ileri gelen müşriklerin İslâm'a girdikleri öğrenilip, Habeşistan'da bahis konusu edilince bazı sahabilerin bundan haberi oldu. Döndükleri takdirde fitneye uğramayacaklarını sandıklan için Mekke'ye döndüler. Nerdeyse Mekke onlar için güvenilir bir yer haline gelmişti. Sayıları her geçen gün artıyordu. Medine'den bazı kimseler de müslüman olmuştu. İslâm, Medine' de de yayıldı. Öyle ki hemen hemen tüm Medine halkı Mekke'de bulunan Hz. Peygamber'e iman etmişlerdi. Kureyşlüer bu manzarayı görünce müslümanları yeniden sıkıştırmak hususunda aralarında karar aldılar. Onları dinlerinden döndürmek için ellerinden geleni yaptılar. Böylece sahabilere yeniden büyük bir felaket isabet etmişti. İlk fitneden sonra son fitne de bu olmuştu. Birincisinde Hz. Peygamber'in izniyle sahabiler Habeşistan'a hicret edip gitmişlerdi. İkinci fitne de sahabilerin Mekke'ye dönmeleriyle meydana gelmişti. Paha sonra Medine'den Hz. Peygamber'e müslü-manların ileri gelenlerinden 70 nakib (vekil) hac mevsiminde Mekke'ye geldi. Akabe'de Rasûlullah'a biat ettiler, söz verdiler ve «Biz senden, sen de bizdensin. Sen ve ashabın yanımıza geldiğinizde kendimizi koruduğumuz gibi sizleri de koruruz» dediler.
Kureyş de diğer taraftan sahabeyi sıktıkça sıkıyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) ashabına Medine'ye hicret emrini verdi. Bu, Hz. Peygamber'in ve eshabmm Medine'ye gitmelerine sebeb olan son fitneydi. İşte bunun hakkında Allah Teâlâ, «Artık herhangi bir fitne kalmayıp din tamamen Allah'ın oluncaya dek onlarla savaşın» ayetini indirmiştir. [40]
Bazı müfessirlere göre ayetin mânâsı şöyledir: «Artık herhangi bir mümin dininden döndürülemeyeceği ve tüm bâtıl dinler yok. olup gidinceye dek onlarla savaşın.» Yani ya bâtıl dinlerin ehli tamamen ortadan kalkacaktır ya da ölüm korkusuyla dinlerinden vazgeçerek İslâm'a gireceklerdir.
Bazı müfessirlere göre de bu ayetin yorumu daha gelmemiştir. Bu ayet Mehdi zuhur ettiğinde tahakkuk edecektir. Çünkü o zaman yeryüzünde hiçbir müşrik kalmayacaktır. [41]
41- İyi bilin ki ganimet olarak ele geçirdiğinizin beşte biri Allah'a, Rasûlü'ne, Rasûl'ün akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcu(lar)a aittir. Eğer Allah'a ve Ayırdedici günde iki topluluğun karşılaştığı (Bedir) gününde kulumuz (Muhammed) e indirdiğimiz (ayetler)e iman ettinizse (buna kani olunuz). Allah herşeye hakkıyla kadirdir.
42- (Hatırlayın) o günü ki siz vadinin en yakın kenann-daydınız. Onlar ise en uzak kenarın dalardı. Kervan da sizden daha aşağıdaydı. Şayet sözleşmiş olsaydınız bile (anlaştığınız vakitte ihtilafa düşer) öyle buluşamazdınız. Fakat yapılması kesinleşen bir işi yerine getirmek için Allah (sizi böyle buluşturdu) ki helak olan açık bir delille helak olsun, yaşayan da açık bir delille yaşasın. Kuşkusuz ki Allah işiten ve bilendir.
43- (Hatırla) o zamanı ki Allah uykunda onları sana az gösteriyordu. Eğer onları sana çok gösterseydi çekinirdiniz ve (bu) işde çekişirdiniz. Fakat Allah (sizi) kurtardı. Çünkü O (Allah) göğüslerin özünü bilir.
44- (Hatırlayın) o zamanı ki, karşılaştığınızda onları sizin gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu ki böylece yapılmış bir işi yerine getirsin. Tüm işler Allah'a döndürülecektir.
45- Ey iman edenler! Bir toplulukla karşılaştığınızda sebat gösterin ve Allah'ı çokça anın. Umulur ki felaha erişirsiniz. [42]
(41) «İyi
bilin ki ganimet olarak...»
Bu Ayetin Tefsiri
Alimler 'ganimet' ile 'fey'in aynı şey olup olmadıkları husu-
sunda ihtilaf etmişlerdir. Ata bin Said'e göre ganimet, müslüman ların kafirlerden zorla almış oldukları mal, fey ise zorla alınan araziler (gayri menkulleridir. [43]
Süfyan-ı Sevri; «Ganimet, müslümanlarm kafirlerin malından | savaş yoluyla almış oldukları maldır. Onda humus (beşte bir) var-| dır. Bu beşte bir Allah'ın Rasûlü'ne verilir. O da onu akrabalarına, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara paylaştırır. Geriye kalan beşte dört ise savaşan kimseler arasında paylaştırılır. Fey ise savaş yapılmadan ele geçen maldır. Bunda humus yoktur. Allah onu kime verrrüşse o onundur» demiştir.
Bazı müfessirler, ganimetin kafirlerden zorla, kahr ve galebe çalmak suretiyle alman mallar, fey'in ise at koşturulmaksızın, herhangi bir binek kullanılmadan öşür ve araçlar gibi antlaşma, ateşkes karşılığı ele geçen mallar olduğunu söylemişlerdir.
Mezkûr ayette Allah Teala, ganimetin hükmünü beyan etmiştir. Müfessirler buradaki «Allah'ın (...)» ifadesinin teberrüken zikredildiğini; zira ganimete hükmeden ve onu dilediği gibi paylaştıranın zaten Allah'ın kendisi olduğunu söylemişlerdir. Bu bakımdan söz konusu ifadeyle ganimetin bir bölümünün Allah'a verileceği kastedilmiş değildir. Çünkü dünya da ahirette, hepsi Allah'ın mülküdür. Hasan Basri, Katade, Ata ve İbrahim en Nehai tarafından öne sürülen bu görüşe göre Allah'ın ve Eesulü'nün paylan birdir. Ganimet beşe bölünür. Dört pay fiilen savaşa katılan ve ganimeti ele geçiren askerlere, beşte biri ise Hz. Peygamber'e, onun akrabalarına, yetimlere, fakirlere ve yolda kalmış olan kimselere aittir.
Eb'ul-Aliye, ganimetten alman başte birin altı paya ayrılıp bir payın Allah'a, yani Kabe'ye, (Kabe'nin masraflarına) sarfedilmesi gerektiği görüşündedir. Ancak önceki görüş bundan daha doğrudur. Yani ganimetin beşte biri beş paya ayrılır. Bir pay Hz. Peygamber'e (s.a) aittir. Hayatta iken Hz. Peygamber'e (s.a) verilen bu pay, bugün meşru yerlere, müslümanlann kuvvet bulacağı yerlere sarfedilir. Nitekim İmam Şafii ve İmam Ahmed bu görüştedir.
A'meş'in İbrahim'den rivayet ettiğine göre, Ebubekir ve Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in payını cihad için at ve silah almak hususunda harcarlardı.
Katade'ye göre bu pay zamanın halifesine (devlet başkanına) verilmelidir.
Ebu Hanife ise «Hz. Peygamber'in (s.a) payı, onun ölümünden sonra beşte birin içine katılır. O beşte bir de dört sınıfa, yani akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar» sarfedilir» demiştir.
Beşte birin bir payı da Hz. Peygamber'in akrabalarına verilir. Hz. Peygamber'in akrabalarının kim oldukları hususunda da ihtilaf edilmiştir. Bir görüşe göre bu sınıf Kureyşlilerdir. Bir görüşe göre de bu sırnf, zekât almanın kendilerine helal olmadığı kimselerdir.
Mücahid ve Ali bin Hüseyin bununla Beni Haşim'in kastedil-lerdir.
İmam Şafii bu sınıfın Beni Haşim ve Beni Muttalib olduğunu ve Abduşşems ile Nevfel oğullarına akraba olsalar da Hz. Peygamber'in akrabalarına verilen paydan bir şey verilmeyeceğini söylemiştir. Nitekim Zübeyr bin Utbe'den rivayet edilen bir hadise göre o, Hz. Osman'la birlikte Rasûlüllah'a gittiklerini ve «Ey Allah'ın Rasûlü! Sen Muttalib oğullar ı'na bir pay verdiğin halde onlarla aynı derecede olmamıza rağmen bize bir şey vermedin» dediklerini, Hz. Peygamber'in de buna karşılık «Haşimoğulları ile Muttalib' oğulları birdir» diye cevap verdiğini nakleder.
Başka bir rivayette, «Sen Muttaliboğullan'na beşte birin beşte birini verdiğin halde bizi bıraktın» dedikleri kayıtlıdır. Yine başka bir rivayette Zübeyr, Hz. Peygamber'in Abduşşems ile Nev-feloğullarma bir şey vermediğini söyler (Buharı).
Zübeyr bin Mut'im ile Osman bin Affan Hz. Peygamber ile Beni Haşim ve Beni Muttalib'e verilen beşte birin beşte biri hakkında görüştüler. Zübeyr, «Ey Allah'ın Rasûlü! Muttaliboğulları'n-dan olan kardeşlerimize, yakınlık bakımından aramızda bir fark olmamasına rağmen, pay verdin. Ama bize bir şey vermedin.» dediğinde, Hz. Peygamber (s.a), «Beni Haşim ile Beni Muttalib birdir, farklı değillerdir» dedi. (Ebu Davud).
Hayber'de Hz. Peygamber akrabalarının payım Beni Haşim ile Beni Muttalib arasında paylaştırdı. Abduşşems ile Nevfeloğullan' na ise bir şey vermedi. Ben (Zübeyr) ve Osman bin Affan birlikte Hz. Peygamber'e giderek şöyle dedik: «Ey Allah'ın Rasûlü! Beni Haşim'in faziletini inkâr etmiyoruz. Zira Allah Teâlâ seni onların arasından gönderdi. Ancak Beni Muttalib'e niçin verdin de bizleri taksimatın dışında tuttun? Oysa onlarla akrabalık derecemiz aynıdır.» Bunun üzerine Hz. Peygamber Cs.a), «Biz ve Beni Muttalib ne cahiliyye ne de İslâm'da ayrılmadık. Biz ve onlar biriz.)> dedi ve bunu göstermek için parmaklarını birbirine geçirdi. (Nesei)
Alimler Hz. Peygâmber'in akrabalarına verilen payın bugün için de geçerliliğini koruyup korumadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Çoğu aynı payın bugün için de sozkonusu olduğunu ve Hz. Peygâmber'in akrabalarının fakir ve zenginlerine beşte birin beşte biri, erkeklerine de iki kadına verilen kadar verilmesi gerektiğini öne sürmüşlerdir. Ebu Hanife'ye ve ashab-ı rey'e göre ise böyle bir payın hükmü kalmamıştır. İlk görüş İmam Malik ile İmam Şafii'ye aittir. Ashab-ı Rey, «Hz. Peygâmber'in payı ile akrabalarının payı beşte bire dahil edilir ve böylece ganimetin beşte birlik bölümü yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar olmak üzere üç kısma paylaştırılır» demiştir. Şayet akrabaların yetimleri, yoksulları ve yolda kalmışları bulunuyorsa onlar bu sınıflara dahil olurlar; ama zenginleri dahil olmazlar.
İmam Malik ve İmam Şafii'nin delilleri, Kur'an ve Sünnetin Hz. Peygâmber'in akrabalarının payı olduğuna delâlet etmesi ve Hz. Peygamber'den sonra halifelerinin de onun akrabalarına pay vermeleridir. Fakire zenginden daha fazla verilmemişti. Çünkü zengin olmasına rağmen Hz. Peygamber (s.a) Beni Muttalib'den amcası Abbas'a da pay vermişti. Daha sonra halifeler de Abbas'a pay vermişlerdir.
İmam Malik ganimetin beşte birini mirasa ilhak etmiştir. Akrabalık yoluyla insanlar buna hak kazanırlar. Ancak onlar hem yakın, hem de uzak akrabaya ganimetin beşte birini, erkeğe iki pay, kadına bir pay veriyorlardı.
Ganimetin beşte birinin bir payı da yetimlere aittir. Beşte birin beşte birinde payı olan yetimler, babaları vefat etmiş çocuklardır .Yani bugünkü yetimhanelerde harmanlar...
Ganimetin beşte birinin diğer bir payı da yoksullara, ihtiyaç sahibi müslümanlara aittir.
Yine ganimetin beşte birinin bir payı da malından uzakta kalmış bulunan yolculara aittir. İhtiyacı olması durumunda yolda kalmış kimselere ganimetin beşte birinden bir pay verilir.
Ganimetten geri kalan dört paylık bölümü bizzat savaşanlar arasında paylaştırılır.
İmam Şafii'ye göre iki payı at'ına ait olmak üzere süvariye üç pay verilir. Piyadeye ise bir pay verilir. Nitekim İbn Ömer'den ri-. vayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) «nefl»den (ganimetten alınan beşte bir paydan) süvariye iki pay, piyadeye ise bir pay vermiştir. Başka bir rivayette nefl lafzı zikredilmemiştir. (Buhari, Müslim) Bir başka rivayette, Hz. Peygâmber'in (s.a) iki pay atına olmak üzere süvariye üç pay verdiği kayıtlıdır. (Ebu Davud). Bu görüş, alimlerin çoğunun, Sevri, Evzai, Malik, İbn Mübarek, İmam Şafii, İmam Ahmed ve İshak bin Rahuveyh'in görüşüdür. [44]
Ebu Hanife süvariye iki pay, piyadeye ise bir pay verileceği görüşündedir. Savaştaki kadın, köle ve çocuklara da bir şeyler verilir. Müslümanların elde ettikleri taşınmaz mallar ise taşınır mallar gibi onlar arasında paylaştırılır. Ebu Hanife'ye göre İmam (devlet başkanı) taşınmaz mallar (gayri menkul) hususunda muhayyerdir. İsterse askerler arasında sarfeder, isterse müslüman-ların umumi menfaatleri doğrultusunda sarfetmek üzere vakfeder.
Ayetin zahirinden menkul mallarla gayrimenkul malların ganimet olmak bakımından durumlarının aynı olduğu anlaşılıyor. Bir kafiri öldüren müslüman, onun üzerindekilere sahip olur. Yani ganimet paylaştırılmadan önce o kâfirin silahı, atı ve üzerindeki her şey onu öldüren kimseye verilir. Nitekim Ebu Katade'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) «Bir kimse, ispatladığı takdirde, öldürdüğü kafirin üzerindeki eşyaların sahibi olur» diye buyurmuştur. (Buharı, Müslim, Tirmizi). Öldürülen kafirin üzerindeki eşyalar ile onun elbisesi, silahı ve atı kastolunmuştur.
îmam, ganimetteki paylan dışında, bazı askerlere, savaşta gösterdikleri kahramanlık ve fedakârlıklarını Ödüllendirmek maksadıyla fazladan bir şeyler verebilir.
îbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) göndermiş olduğu müfrezelerin bazılarına ganimetten ayrı, özel olarak bir şeyler va'detmiştir.
Alimler, savaşta kahramanlık ve fedakârlık gösterenlere verilecek olan payın kaynağını araştırmışlardır. Said bin Müseyyeb' in görüşüne göre ganimetin beşte birinin beşte birinden —ki bu, Hz. Peygamberin kendi payıdır— verilir. îmam Şafii de bu görüştedir. Nitekim Ubade bin Samit'ten rivayet olunduğuna göre o, Hz. Peygamber'in Hayber günü'nde bir devenin böğründen bir tüy kopararak, «Ey insanlar! Bilin ki Allah'ın size ganimet olarak vermiş olduklarından bana bu tüy kadarı bile helal değildir. Bana sadece beşte birin beşte biri verlimiştır ki o da zaten size geri veriliyor.» demiştir. Yani kahramanlık gösterenlerinize ödül olarak geri veriliyor, denmek istenmiştir.
İmam Ahmed ve îshak bin Rehuveyh'e göre ganimetten beşte bir ayrıldıktan sonra kahramanlık gösterenlerin payı o geri kalan dört paydan verilir.
Başka bir görüşe göre de bu ödül beşte bir alınmadan önce ganimetlerin tamamından ayrılır. Tıpkı kafirin üzerindeki eşyaların onu öldüren kimseye verildiği gibi. [45]
Fey ise müslümanların savaş etmeksizin antlaşma yoluyla kafirlerden aldıkları,mallardır. Cizye de tıpkı böyledir. Yine İslâm topraklarına ticaret için gelen gayrimüslimlerden almanlar da böyledir. Bir kafir İslâm topraklarında ölürse ve varisi de yoksa onun mallan fey kabul edilir. Hz. Peygamber (s.a) hayatta iken fey'in tamamı ona aitti. Hz. Ömer, «Allah, Peygamber'ini fey meselesinde Öyle bir şeyle tahsis etmiştir ki bu özelliği kendisinden başka hiç kimseye vermemiştir.» dedikten sonra fey ile ilgili ayeti okumuştur. İşte bu fey sadece Hz. Peygamber'e aittir. O, bundan aile efradının bir senelik nafakasını ayırdıktan sonra geri kalanını da Allah'ın malı olarak savaş araç ve gereçlerine (silah, binek v.s) sarfediyordu.
Hz. Peygamber'in (s.a) vefatından sonra fey malının kimlere verileceği, kimlere verilmeyeceği hususunda ihtilaf çıkmıştır.
Bir görüşe göre bu pay Rasûlullah'tan sonra Devlet Başkanı' na aittir.
îmam Şafii'den ise bu konuda iki görüş nakledilmiştir. Birincisi, fey, isimleri cihad defterine yazılmış olan savaşçılarındır. Çünkü onlar Allah'ın Rasûlü'nün yerine kaim olarak düşmana karşı çıkmada onun vekilidirler. İkincisi, fey müslümanlann genel yarar-lanna, yani yol, köprü, çeşme v.b. yerlere sarfedilir. Önce savaşçılardan başlanır. Onlara yetecek miktarda nafakalan buradan veril dikten sonra kalan en önemlisi gözetilmek suretiyle genel hizmetlere sarfedilir.[46]
Fey'in beş paya ayrılması hususunda alimler ihtilaf etmişlerdir. İmam Şafii, «Fey de ganimet gibi beşe paylaştırılır. Beşte biri, ganimetin beşte biri kimlere verilmişse onlara verilir. Beşte dördü de sadece savaşçılar ile müslümanların genel maslahatlarına tahsis edilir» demiştir.
Ulemanın çoğunluğuna göre fey beşte bire paylaştırılmaz. Fey' in tamamı birden sarfedilir. Çünkü onda tüm müslümanların hakkı vardır.
Enes bin Malik'ten rivayet edildiğine göre Hz. Ömer fey hakkında şöyle demiştir: «Ben fey hususunda sizden daha önde değilim. Hiç birimiz diğerinden daha fazla ona müstahak değildir. Biz sadece Allah'ın Kitabı'nın bize vermiş olduğu derecelerimiz üzerindeyiz. Allah Rasûlü'nün taksiminde, kişinin daha önce İslâm'a girmesi, fedakârlığı, aile efradı ve ihtiyaç derecesi gözetümiştir.» (Ebu Davud)
Begavi'nin Enes bin Malik'ten rivayet ettiğine göre o, Hz. Ömer'in şöyle dediğini işitmiştir: «Yeryüzündeki her müslümanın fey malında payı vardır. Ancak ellerinizin kazandığı müstesna.» [47]
Hz. Peygamber'in (s.a) vefatından sonra onun zırh, kılıç ve cariye gibi şeylerden olup «es-Saffi» diye adlandırılan payı sakıt olmuştur. Hz. Peygamber (s.a) bunları risaleti sebebiyle alıyordu. Ancak kendisinden sonra peygamber olmadığından bu payların verileceği kimseler de kalmamıştır.
Ayette geçeri «ayırd edici gün» ile Bedir Günü kastedilmiştir. «İki topluluk» ile de müminlerle kafirlere işaret edilmiştir.
«O günde kulumuz (Muhammed)e indirdiğimiz» şeklindeki ifadeyle ise ayetler, melekler ve Allah'ın yardımı kastolunmakta-dır.
(42) «
(Hatırlayın) o günü ki siz...»
Bu Ayetin Tefsiri
«El-Udve,» vadinin kenarı demektir. «Ed-dünya» kelimesi ise «el - edna»nm müennesidir ve en yakın anlamına gelir. Yani «Sizler vadinin Medine'ye en yakın bulunan kıyısında, müşrikler de Medine'den en uzak bulunan kıyısında konaklamıştı. Ebu Süf-yan ve arkadaşları da (Kureyş Kervanı) sizin bulunduğunuz yerin daha aşağısında, deniz sahilinde idiler.»
Bu ayetle ilgili olarak Zemahşeri şöyle demektedir: «Bu ayette vaktin, iki grubun bulundukları yerin ve kervanın, müslüman. lardan daha aşağı bir yerde olduğunun zikredilmesinin nedeni, düşmanlarının güçlü ve hazırlıklı olmalarına karşılık müslümanların zayıf bir konumda bulunduklarını belirtmektir. Ancak buna rağmen müslümanlar lutf-u ilâhi sayesinde galip gelmişlerdir. Tüm bunlar bunun sadece Allah'ın kuvvet ve kudretiyle meydana gelen işlerden olduğuna delâlet eder. Çünkü düşmanın konakladığı yer olan vadinin en uzak kenarı suyun bulunduğu yerdir. Ve zemin çok gevşek değildir. Vadinin en yakın kenarında ise su yoktur ve bununla birlikte zemin, ayakların gömüleceği kadar kumluktur. Kervan düşmanın tam arkasındaydı ve düşmanın sayısı da çoktu. Kervanı korumak onların gayretini daha fazla kamçılamış, onları savaşmaya daha çok teşvik etmişti. Bu, onların yerlerinden ayrılmamalarını ve bulundukları yeri terketmemelerini, var güçleriyle savunmada bulunup ellerinden gelenin en son noktasına kadar karşı koymalarını gerektiriyordu. Buna rağmen Allah, müslümanları galip getirdi. İşte bu Allah'ın kudret ve kuvvetiyle meydana gelmişti.» [48]
«Şayet sözleşmiş olsaydınız bile (anlaştığınız vakitte ihtilafa düşer) Öyle buluşamazdınız.» Yani sizler kafirlerle savaş hususunda sözleşseydiniz ,siz onların durumunu, onlar da sizinkini bilselerdi bile onları yenmeyi ummadığınızdan verdiğiniz sözü yerine getiremezdiniz. .
Ayeti bu şekilde yorumlayıp birinci zamiri her iki gruba irca edip ikinci zamiri sadece müslümanlara irca etmek makam itibarıyla en uygunudur. Çünkü burada asıl kastedilen, müslümanlarm durumunu beyan etmek, bununla birlikte Allah'ın onlara yardım ettiğini ortaya koymaktır.
Zemahşeri, iki yerde de zamirlerin her iki gruba birden raci olduğunu, zira böylelikle zamirlerin aynı tarzda gelip zamirlerin tefrikine gerek olmayacağını söylemektedir. Bu takdirde ayetin mânâsı şöyle olur : «Şayet siz (Mekkelilerle) sözleşmiş olsaydınız bile kiminiz diğerine muhalefet edecek ve kendi azlığınız, on-larınsa çokluğu sözünüzü yerine getirmekten sizleri alıkoyacaktı. Diğer yandan onları da, Rasûlüllah'ın ve müminlerin onların kalb-lerinde meydana getirdiği korku alıkoyacak ve onlar da sözleştik-leri zamanda gelemeyeceklerdi. Böylelikle Allah'ın sizleri 'karşı karşıya getirmesi gibi, sizlerin kendiliğinizden karşılaşmanız nasib olmayacaktı.»
Ancak sizler sözleşmediğiniz halde karşı karşıya geldiniz ki böylece Allah'ın müslümanlara yardımı ve onların düşmanlarını kahrı tahakkuk etsin. Yapılması vacib olanı veya ezelde takdir edilmiş bulunanı yerine getirsin ki Ölen, gördüğü bir beyyine, müşahede ettiği bir ibret ve üzerinde kaim olan bir delilden dolayı ölsün. Diğer grup da yine gördüğü bir beyyine, müşahede ettiği bir idrak ve üzerinde kaim olan bir delilden dolayı yaşasın.
İbn İshak şöyle diyor: «Kâfir, aleyhinde kaim olan bir delilden sonra kafir olsun. İman eden de yine böyle bir delilden sonra iman etsin. Çünkü helak küfür, hayat ise imandır.» Nitekim Ka-tade de aynı şekilde bir söz söylemiştir: «Sapıklığa giden delille gitsin. Doğru yola gelen de delille gelsin. Kuşkusuz ki Allah dualarınızı işitici, niyetlerinizi bilicidir. O'na hiçbir duygu gizli değildir.»
(43) «
(Hatırla) o zamanı ki Allah...»
Bu Ayetin Tefsiri
Yani, uEy Muhammedi Allah'ın senin üzerinde olan nimetini, aynı müşrikleri sana uykunda az gösterdiğini hatnla.»
Mücahid, Allah onları Hz. Peygamber'e kendisi uyku halinde iken az göstermiştir. O da bu durumu ashabına haber verdi. İşte bu sahabenin sabit kalmalarına vesile oldu, demektedir.
İbn İshak ise, Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber'e (s.a) o rüyada iken du durumu göstermesinin, O'nun müslümanlara verdiği büyük nimetlerinden biri olduğunu söylemektedir. Nitekim böylelikle Allah o gün müslümanları düşmanları karşısında cesaret sahibi kılmış, onlann korkularım bertaraf etmiştir.
Bazı müfessirler şöyle demektedirler : Allah, Rasûlü'ne uykusu sırasında Kureyş kafirlerini az gösterdiğinde,. Hz. Peygamber bunu ashabına söyledi. Sahabiler de «Rasûlüllah'ın rüyası haktır» dediler ve bu rüya onların cesaretlenmesine, düşmana karşı gelmesine ve kalplerinin kuvvetli olmasına vesile oldu.
Hasan Basri, bu gösterme işinin uyanıklık halinde olduğu görüşündedir. Çünkü ona göre, uyku ile göz kastedilmiştir, çünkü göz uyku mahallidir.
«Eğer onları sana çok gösterseydi çekinirdiniz ve (bu) işde çekişir diniz»; Yani korkardınız ve ileri gidip-gitmemek hususunda ihtilafa düşerdiniz.
Bazıları bu işteki çekişmenin, teklifler, mücadele ve ağız kavgası şeklinde cereyan eden tartışmalar olduğunu söylemektedir. Bu görüşe göre ayet, «İşiniz sallantıya girecekken ve fikirleriniz çatışıp, birbirinize düşecekken Allah sizi birbirinizle boş yere tartışmaktan ve çekişmekten korudu» şeklinde anlaşılır.
«Çünkü o Allah göğüslerin özünü bilir.» Yani göğüslerdeki cesaret, sabır, korku, sabırsızlık v.s. hepsini bilir.
İbn Abbas'a göre bu ifade, «O, göğüslerdeki Allah sevgisinin ne denli olduğunu bilir» şeklinde anlaşılmalıdır.
(44) « (Hatırlayın) o zamanı ki...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani Allah müminlerin gözünde düşmanları olan müşriklerin sayışım azalttı. Savaşmak, üzere karşı karşıya geldiklerinde müminler onları az görüyorlardı. Ki Rasûlüllah'ın uykudayken gördüğü, uyanıkken de tahakkuk etsin ve Rasûlüllah'ın ashabına vermiş olduğu haber kesinlik kazansın.
İbn Mesud, «Onlar bizim gözümüzde azaltıldılar. Hatta ben yanımdaki bir arkadaşıma 'Onları yetmiş kişi olarak mı görüyorsun?' diye sorduğumda o, 'Onları yüz kişi olarak görüyorum' demişti. Daha sonra müşriklerden esir ettiğimiz birine kaç kişi olduklarını sorduğumuzda, bin kişi olduklarını söyledi» demiştir.
Ayet şunu demek istiyor: «Ey müminler! Allah sizleri müşriklerin gözünde, onları da sizin gözünüzde az gösterdi.»
Süddi şöyle rivayet etmektedir: Müşriklerden bazıları «Kervanımız Muhammed'in elinden kurtuldu. Artık Mekke'ye dönelim» dedilerse de Ebu Cehil, «Şimdi mi? Oysa Muhammed ve arkadaşları karşınızda durmaktadır. Hayır, onların kökünü kazımadıkça geri dönmeyiz. Muhammed ve arkadaşları bir devenin eti kadar kolay yutulur bir lokmadırlar» diye onların bu tekliflerine karşı çıktı. Çünkü müslümanlar onun gözünde oldukça az görünmüşlerdi. Daha sonra Ebu Cehil, «Ey Mekkeliler. Onları Öldürmeyin, sadece iplerle bağlayın, yeter» diye bağırmaya başladı. Zira kendinden kesinlikle emindi.[49]
Müminlerin gözünde müşriklerin sayısının azaltjlmasındaki hikmet, Hz. Peygamber'in (s.a) rüyasının tasdikidir. Bu, müminlerin kalbi kuvvet bulsun, cesaretleri artsın ve savaşsınlar da kaçmasınlar diyedir. . .
Müşriklerin gözünde müminlerin sayısının az gösterilmesinin nedeni ise müşriklerin kaçmamalarını sağlamaktı. Çünkü onlar müminlerin az olduğunu zannettikleri zaman artık savaşa daha fazla hazırlık yapmaya gerek duymayacaklardı. Bu da müminlerin galip gelmesini sağlardı.
Burada azın çoğaltılmasının, çoğun azalmasının nasıl olduğu düşünülebilir. Bu, Allah'ın kudretine göre mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ dilediğine kadirdir ve bu aynı zamanda Hz. Peygamber'in (s.a) bir mucizesidir. Mucize ise tüm yasaları delip geçen bir olaydır. Yani mucize, yürürlükteki yasaları aşan bir olaydır ve inkâr edilemez.
«Ki yapılmış bir işi yerine getirsin» ifadesinin yeniden tekrar edilmesinin nedeni, sebebi olduğu fiilin değişmiş olmasıdır. Buradaki söz konusu iş, İslâm'ı ve müslümanlan aziz, şirki ve müşrikleri zelil kılmak veya hikâye edilen olayla iktifa etmek şeklin. de anlaşılabilir.
«Ancak tüm işler Allah'a döndürülecektir» cümlesi ahirette tüm işlerin Allah'a döndürüleceği anlamındadır. Böylece Allah her çalışanı, çalışması oranında mükâfatlandırır. Yani iyilik yapana mükâfat, kötülük yapana da ceza verir.
(45) «Ey iman edenler! Bir toplulukla...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani kafir bir toplulukla karşı karşıya geldiğinizde onlarla savaşmak konusunda sebat gösterin. Düşmana veya düşmanla savaşmaya karşı metanetli olun. Sırtınızı dönüp kaçmayı asla düşünmeyin. Düşman ile karşı karşıya geldiğinizde kalp ve dillerinizle Allah'ı çokça anınız.
Allah mümin ve salih kullarından en şiddetli durumlarda bile kendisini anmalarını istemektedir. Burada bir müslümanın hiçbir zaman dilini ve kalbini Allah'ın zikrinden boş bırakmaması gerektiği vurgulanmaktadır.
Bazıları buradaki zikr ile zafer için yapılan duanın kastedildiği görüşündedir. Bu da ancak Allah'ın yardımıyla mümkün olur. Allah Teâlâ kullarına, savaş anında düşmanlarına karşı galip gelmeleri için kendisine yalvarmalarını emretmiştir. Bu yüzden ayetin sonunda, kurtuluş ve zafer ümidi içinde olunması bildirilmiştir.
Ayetin zahirinin her halükârda sebatın gerekliliğine delâlet ettiği ve bunun da insanın aklına, daha önce savaş taktiği gereği kaçmanın veya başka bir bölüğe katılmak için ayrılmanın men-suh kılınmış olabileceği ihtimalini getirdiği öne sürülebilir. Ancak sebat ile kastedilen, savaş anındaki sebattır. Taktik olarak kaçmak veya başka bir birliğe katılmak üzere ayrılmak, böyle bir sebatı etkilemez. Aksine bazı zamanlar sebat, ancak bu taktikleri kullanmak yoluyla meydana gelebilir.
Birçok alim, ayetin işaret ettiği olayın büyük bir mucize olduğu kanaatindedir. Çünkü göz her ne kadar bazan çoğu az, az'ı çok görse de ayette işaret edilen vakıa böyle değildir. Şartlar eşit olduğu halde bu sınıra varmak için gözün bazı şeyleri görmesi, bazı şeyleri de görmemesi gerekir.
Zemahşeri, tefsirinde bu olay ile ilgili iki ihtimal öne sürüyor:
Allah Teâlâ görülenlerin bazılarını bir perde ile örtmüş veya bakanların gözünde çoğu az gösteren bir şey yaratmıştır. Tıpkı şaşı kimselerin gözlerinde azı, çok gösterecek bir özellik yarattığı gibi. Şaşılar bir'i iki görürler. İşte müşriklerin müminleri kendilerinin iki katı olarak görmeleri de böyledir. Şayet onları kendilerinin iki katı olarak görmeleri sayı bakımından ise bu daha büyük bir mucizedir. Yorum bu şekilde yapıldığı takdirde meleklerin müminlerle birlikte görülmüş olduklarını bildiren hadiseye gerek kalmaz.
«El'îtisaf» adlı eserde Allah Teâlâ'nın yakmîık olmaksızın, perdeler kaldırılmaksızın veya herhangi bir sebep olmadığı halde de gözde idrak özelliğini yaratmış olduğuna dair deliller serdedil-miştir. Çünkü bu sayılan zahiri sebepler eğer görmenin gerekleri iseler müminlerden veya müşriklerden' bazılarının karşısmdakiler-den gizlenmesi mümkün olmaz. Fakat onlar bazılarını görmüşler, bazılarını da görmemişlerdir. Oysa göıülenlerle görünmeyenler arasındaki gerekli sebep birdir. Buna binaen Allah Teâlâ'nın sebepler olmadan da gözde idraki yaratabileceği ortaya çıkmaktadır. Yine bundan, sebeplerin hepsi mevcut olsa da idrak etmeyi de yaratabileceği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Allah Teâlâ'nın takdirinde görmek ile (görmenin) sebebleri arasında bir bağlantı bulunmamaktadır.
Bu ayet Kaderiyye mezhebinin aleyhinde bir hüccet teşkil eder.
Çünkü onlar bir benzeri olmadığı için Allah Teâlâ'nın gözle görülmesinin mümkün olmayacağını savunmaktadırlar. Dolayısıyla mezkur ayet onların bu görüşlerini reddetmiş olmaktadır. Ancak onlar bu ayeti sadece okuyup geçiyorlar. Bu gerçeğin farkında bile değildirler. [50]
Hz. Peygamber'in (s.a) rüyası, ashabın müşrikleri görmeleri tarzmda olmuştur. Bazı muhakkikler bu rüyanın olayları açıklamak şeklinde olduğunu ve vukûbulanın hilafına olmasının gerekmeyeceğini söylemişlerdir. Azlık, mağlubiyetle yorumlanmıştır. Onlara göre rüyada görülenin bir kısmı aynısıyla, bir kısmı da tabir ve teville oluşmaktadır.
îmam Gazali, «Beni rüyasında gören mutlaka beni görmüştür» hadisinin açıklamasında şunları söylemektedir:
«Nefis, kendine benzeyen hayalinin gayrisidir. Dolayısıyla görülen şekil, Hz. Peygamber'in ruhu veya sureti değildir. Kesinlikle onun benzeridir. Allah'ı uyku halinde görmek de böyledir. Çünkü Allah'ın zatı şekil ve suretten münezzehtir. Allah'ın zatının tarifleri ise ancak nur veya başka şeylerden bir misal vasıtasıyla kula ulaşır. O tarif de vasıta olan bir araçtır. Bu bakımdan 'Ben Allah'ı gördüm' diyen kimse Allah'ın zatını görmüş demek değildir. Yine aynı şekilde «Ben Rasûlüîlah'ı gördüm» diyen kimse Rasûlüllah' m Medine'deki ravzasında bulunan şahsının hakikatini gördüğünü söylemek istemiş değildir. Aksine onun bir benzerini görmüştür. Bu onun mukaddes ruhunun bir misalidir. Bazıları kelamcılarm görüşüne yapılan itirazı şu şekilde cevablamıştır: Rüya âleminde görülen nefs'ulemirde sabit olan bir hakikat değildir. Nitekim uyanıklık (yakaza) âleminde görülen de böyledir. Bu bir hayal gibidir. Allah onu rüya âleminde kişiye gösterir. Tıpkı ölümünden sonra gaybî olaylar! kişiye gösterdiği gibi. Bundan dolayı ölüm ile rüya kardeştir. Kelamcılarm {(Rüyalar bâtıl hayallerdir» şeklindeki sözleri, Şair Lebib'in «Allah'tan başka her şey bâtıldır» demesine benzer. Burada bâtıl ile ezeli olmayan ve fâni olan şeyler kastedilmiştir.»
İmam Gazali'nin bu yorumunu kendi mezhebinin (Şafii) alimleri bile ittifakla kabul etmemişlerdir. Bir grup «Hz. Peygamber'i (s.a) bilinen vasıflarıyla görmek, hakiki şekliyle görmektir» derken bir grup da «Hz. Peygamber'i (s.a) başka vasıflarıyla görmek, onun bir benzerini görmektir» demiştir.
Ancak tüm bu yorumlarına rağmen kelamcılarm sözlerinin Kur'an ve sünnete muhaliı oldukları anlaşılıyor. Ne kadar tevil edilirse edilsin bu görüşler tenkidden kurtulamamıştır.
Kısaca rüya olayım mutlak bir şekilde inkâr etmenin doğru olmadığını söylemeliyiz. Zaten nasıl inkâr edilebilir ki? Rüya ile ilgili rivayet edilmiş birçok hadis bulunmaktadır. Mesela bir hadiste. «Ey insanlar! Peygamberliğin müjdelerinden ancak salih rüyalar kalmıştır. O salih rüyaları müslüman bir kimse görür (ya da o salih rüyalar bir müslümana görünür)» Duyurulmaktadır. (Müslim),
Rivayetlerin çoğunda rüyanın peygamberliğin 46 cüzünden biri olduğu kaydedilmiştir ki bu şu demektir: Hz. Peygamber vahyin başlangıcında altı ay rüya ile amel etmiştir. Daha sonra 23 yıl ona vahy gelmiştir. Bazı rivayetlerde rüyanın peygamberliğin 45, bazı rivayetlerde 70, bazılarında da 76 cüzünden biri olduğu kayıtlıdır. Ancak tüm bunlar zayıf rivayetlerdir. «26 cüzünden bir cüzdür» rivayetini İbn Abdilberr, «24 cüzünden bir cüzdür» rivayetini de Nevevî nakletmiştir. En doğrusunu Allah bilir. [51]
46- Allah'a ve Resulüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Aksi takdirde korkuya kapılır, rüzgârınız (gücünüz) gider. Sabredin. Kuşkusuz ki Allah sabredenlerle beraberdir.
47- Yurtlarından halka gösteriş ve çalım satmak için çıkan ve Allah'ın yolundan meneden kimseler gibi olmayın. Allah onların yaptıklarım (ilmiyle) ihata etmiştir.
48- (Hatırlayınız) o zamanı ki şeytan onların amellerini kendilerine süslü gösterip «Bugün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur. Ben sizi koruyucuyum» demişti. Fakat iki topluluk birbirini gördüğünde (bu sefer) şeytan topukları üzerine dönüp «Ben sizden uzağım. Ben sizin görmediğinizi görüyorum. Kuşkusuz ki ben Allah'tan korkarım. Çünkü Allah'ın cezası şiddetlidir» demişti.
49- (Hatırla) o zamanı ki münafıklarla kalplerinde hastalık olan kimseler, «Bunları (müslümanlan) dinleri aldatmış» diyorlardı. Oysa Allah'a tevekkül ederek ona güvenen (mahrum olmaz). Kuşkusuz ki Allah Galib'dir ve Hikmet Sahibi'dir.
50- Meleklerin o kafirlerin yüzlerine ve arkalarına vurup, «Cehennem azabını tadın» diyerek canlarını aldıklarını bir gör-şeydin.
51- Bunun nedeni ellerinizin takdim ettikleridir. Çünkü Allah kullara zulmetmez.
52- (Onların tavırları) Firavun'un efradının ve onlardan öncekilerin tavırları gibidir. Onlar Allah'ın ayetlerini inkâr ettiler. Ondan dolayı da Allah kendilerini günahlanyla yakaladı. Kuşkusuz ki Allah kuvvetlidir, O'nun azabı şiddetlidir.[52]
(46) «Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin...» Bu Ayetin Tefsiri
«Rüzgârınız» kelimesi kuvvetiniz, hiddetiniz ve gücünüz anla mında kullanılmıştır.
«Sabredin. Kuşkusuz ki Allah sabredenlerle beraberdir» ayetinin son cümlesi, ashabın ve kıyamete kadar gelecek olan tüm müslümanlarm musibetler anında nasıl davranacaklarını göstermektedir. Hz. Peygamber'in (ş.a) ashabı cesaret konusunda Allah'ın ve Rasûlü'riün emirlerini yerine getirmede hiçbir nesle, hiçbir ümmete nasip olmayan bir dereceye çıkmıştı. Onlardan sonra onların erişmiş oldukları dereceye hiç kimse çıkamayacaktır. Çünkü onlar Hz. Peygamber'in bereketiyle ve emrettiği hususlarda ona itaat etmekle hem kalpleri hem de doğudan batıya kadar birçok ülkeyi kısa zamanda fethetmişlerdi, Bizanslıların, İranlıların, Türklerin, Berberilerin, Habeşlilerin, Kiptilerin ve Zencilerin orduları karşısında onlar oldukça az sayıdalardı. Ancak yine de tümünü dize getirdiler ve böylece Allah'ın kelimesi yüceldi. Allah'ın dini, diğer dinleri mağlub etti. İslâm topraklan yeryüzünün doğusuna ve batısına doğru hem de 30 yıldan az bir sürede uzayıp gitti. Allah onların hepsinden razı olsun. Ve onları da kendinden razı kılsın. Bizi onlarla birlikte hasretsin. Allah, kerim ve çokça nimet verendir. [53]
(47) «Yurtlarından halka gösteriş ve...»
Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet Kureyş kafirleri hakkında nazil olmuştur. Çünkü on. lar Bedir'e doğru çıktıklarında böbürleniyorlardı. Hz. Peygamber (s.a) onlar için, «Ey Allahıml İşte bu kibirleriyle, gururlarıyla gelenler Kur ey şliler dir. Senin Rasûlünü yalanlıyorlar. Onunla mücadele ediyorlar. Ey Allahım! Bana vaadettiğin yardımı ihsan et» diye buyurmuştur.
İbn Abbas şöyle rivayet eder: Ebu Süfyan, kervanının kurtulduğunu görünce Kureyşlilere haber göndererek «Siz kervanınızı ve mallarınızı düşmanınızdan kurtarmak için yola çıkmıştınız. İşte Allah sizin kervanınızı kurtardı. Artık Mekke'ye dönebilirsiniz» dedi. Fakat Ebu Cehil, «Vallahi [54] biz geri dönmeyiz. Bedir'e gideceğiz, orada her yıl kurulan panayıra katılacağız. Bedir'de üç gün kalıp halka yedireceğiz, içireceğiz ve cariyeler bizim için şarkılar söyleyecekler. Araplar da bizim bu olayımızı duyacaklar. Aksi takdirde ise Araplar bizden kopacaklar. Bu yüzden yolumuza devam etmeliyiz» diyerek Bedir'e gitmekte ısrar etti.
(İbn Abbas şöyle devam ediyor)
Kureyşliler Bedir'e vardıklarında orada içki yerine ölüm ka-dehleriyle ölümü tattılar. Şarkıcılar yerine matemciler onların ar-kasından ağıt yaktılar. Allah mümin kullarının onlar gibi olmalarını şiddetle yasaklamıştır. Bu takdirde ayetin mânâsı şöyle olur:
«Ey iman edenler! Sakın işlerinizi riya ve gösteriş veya halktan bir şeyler umduğunuz için yapmayın. Siz niyetinizi Allah için halis kılın. Dininize yardım için, Allah'a güvenerek çarpışın.' Peygarriberinizi desteklemek, ona arka çıkmak için savaşın. Siz sadece bunun için yapın, ne yapacaksanız. Başka bir şey istemeyin.»
(48-49) «Hatırlayınız) o zamanı ki şeytan...»
Bu Ayetlerin Tefsiri
Ayette şeytanın onlara söylediği belirtilen söz, nefsani bir sözdür. Şeytan böylelikle onlara Bedir'e kadar gelmelerine neden olan sebepleri güzel gösterdi. «Bugün insanlardan hiç kimse size galib gelemez» diyerek onların heveslerini daha da artırdı. Kendisinden çekindikleri düşman kabile Beni Bekir'den hiç kimsenin onlara sadlırmak için gelmeyeceğini ve kendisinin de onlara yardımcı olacağım söyledi. Şeytan onlara Şüreka bin Malik bir Cü'şüm şeklinde görünmüştü. (Bu zat daha sonraları müslüman olan Beni Müdlec kabilesinin reisiydi)
İbn Cüreyc, İbn Abbas kanalıyla şunları rivayet ediyor: Bedir Günü İblis, bayrağı ve askerleriyle birlikte müşriklerin yanında yürüdü. Onların kalblerine «Bugün hiç kimse sizi mağlub edemez» fikrini ilka etti. Onlara, «Ben sizin yardımcınızım)> dedi. Müşriklerle müslümanlar karşı karşıya geldiklerinde İblis, meleklerin müslümanlara yardıma koştuklarını görünce hemen topuklarının üzerinde geri dönerek «Ben. sizin görmediğinizi görüyorum» dedi.
Ali bin Ebi Talha, İbn Abbastan şöyle rivayet ediyor: Bedir Günü İblis, şeytanlardan meydana gelen bir ordu ile geldi. Yanında bayrağı da vardı. Beni Müdlec kabilesinin reisi Süraka bin Malik bin Cü'sum'un suretine bürünmüştü. Şeytan, müşriklere, «Bugün insanlardan hiç kimse sizi yenemez, ben sizin arkanızdayım» dedi. Halk savaş için saf tuttuğunda Hz. Peygamber (s.a) yerden bir avuç toprak alarak müşriklerin üzerine doğru serpti. Onlar da arkalarını dönüp kaçmaya başladılar. Cebrail, İblis'e doğru yöneldi. İblis, Cebrail'i gördüğünde ki bu sırada eli müşriklerden birinin 'elindeydi hemen elini ondan çekerek askerleriyle birlik-te geriye doğru kaçmaya başladı. İblisin elini tutan o şahıs bunun üzerine, «Ey Süraka! Hani «Bugün ben sizin yardımcınızım» diyordun. Şimdi niye kaçıyorsun?» diye bağırınca İblis, «Ben sizin görmediğinizi görüyorum. Ben Allah'tan korkuyorum. Allah'ın cezası şiddetlidir» dedi. O bu sözü melekleri gördüğü zaman söylemişti.
İbn İshak, Kelbi'den, o Ebu Salih'ten, o da İbn Abbas'tan şöyle rivayet etti: İblis, Süraka bin Malik bin Cü'şüm şeklinde Ku-reyşlilerle birlikte Bedir'e geldi. Savaşa hazırlandığı bir sırada melekleri gördü ve topuklarının üzerinde gerisin geriye dönerekffBen sizden uzağım» dedi. Onun eteğine Haris bin Hişam yapıştı. O, Ha-ris'in yüzüne haykırmca, Haris bayılarak yere düştü. Haris, «Ey Süraka! Ey azap olasıca! Bizi bu durumda bırakıyor, bize yardım etmekten kaçıyor musun?» deyince, İblis, «Ben sizden uzağım. Sizin görmediğinizi görüyorum. Şüphesiz ki Allah'tan korkuyorum. Allah'ın azabı şiddetlidir» diye cevap verdi.
Vakidî, İbn Abbas kanalıyla şöyle bir rivayet nakletmektedir: Bedir'de ordular karşı karşıya geldiğinde Hz. Peygamber (s.a) bir saate yakın düşünceye daldı. Sonra başını kaldırıp halka, Cebrail' in meleklerden bir ordu ile gelip sağ tarafta; Mikail'in de yine bir ordu ile gelip sol tarafta durduğunu, İsrafil'in de bin melekle geldiğini müjdeledi. Aynı gün İblis de Süraka bin Cü'şüm'ün suretine girmişti. Müşriklerin işlerini yönetiyor ve onlara bazı haberler veriyor, «Bugün sizi kimse yenemez» diyordu. Fakat Allah'ın düşmanı, melekleri görür .görmez topukları üzerinde geriye döndü ve Kureyşlilere, «Ben sizden uzağım. Sizin göremediklerinizi görüyorum.» dedi. Haris bin Hişam onun sözlerini işitebildiği için onu Süraka sanmıştı ve bu yüzden eteklerine yapıştı. İblis de bunun üzerine onun göğsüne vurdu. Haris yere düştü. İblis, Bedir'in yakınındaki Kızıldeniz'e düşüp eteklerini toplayacak kadar geriye kaçtı. Sonra da, «Ey Rabbim! Bana va'dettiğin o zaman daha gelmedi mi? Yoksa beni helak mı edeceksin?» diye Allah'a yalvardı. İbn İshak, Yezid bin Numan'dan, o da Urve bin Zübeyr'den şöyle rivayet etmektedir:
Kureyşliler Bedir'e gitmek istediklerinde kendileriyle Beni Bekr arasında düşmanlığı hatırladılar. Öyle ki neredeyse Beni Bekr'den korktukları için Bedir'e gitmekten vazgeçeceklerdi. Bu sırada İblis, Süraka bin Malik şeklinde onlara göründü. Süraka, Beni Kinane eşrafından olduğundan, onlara, «Ben size Beni Kina-ne'den bir kötülük gelmeyeceğine dair söz veriyorum» dedi. Bunun üzerine Kureyşliler de Bedir'e doğru süratle yola çıktılar.
İbn İshak şöyle rivayet etmektedir: Kureyşliler her konakladıkları yerde şeytanı Süraka bin Malik şeklinde görüyorlardı ve onun Süraka olduğundan hiç şüphe etmiyorlardı. Bedir Günü gelinceye kadar bu böyle sürdü. O gün ordular karşı karşıya geldiklerinde, Haris bin Hişam (veya Umeyr bin Vehb), İblis'in kaçışını gördü ve «Süraka nerede? Süraka nerede?» diye bağırmaya başladı. Ancak Allah'ın düşmanı geri dönüp gitmişti bile. Böylece onları tehlikenin ortasında bırakarak kendisi kurtulmuştu. Onun kaçmasının nedeni, Allah'ın ordusu olan meleklerin Hz. Peygam-ber'e ve müminlere yardım ile gelmesidir. O zaman, «Ben sizden uzağım. Sizlerin görmediğinizi görüyorum» demişti. Ve o Allah'ın düşmanı böyle demekle doğruyu söylemişti. Sonra da «Ben Allah' tan korkuyorum. Allah'ın azabı şiddetlidir» diye ekledi.
Kureyşliler Bedir'de verdikleri zayiattan sonra Mekke'ye döndüklerinde «Halkı Süraka kaçırdı» dediler. Onların bu sözleri Sü-raka'nın kulağına gidince o, «Vallahi, sizin hezimetinizin haberi bana gelene kadar ben Bedir'e gittiğinizden bile haberdar değildim» dedi. Onlar müslüman olduklarında o gün kendilerine Süraka şeklinde görünenin şeytan olduğunu anlamışlardı.[55]
Talha bin Ubeydüllah'tan rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Şeytan A'raf gününde görüldüğü gibi hiçbir günde rengi daha sararmış, daha kavrulmuş, daha tahkir edilmiş, daha öfkeli olarak görülmemiştir. A'raf ta böyle görünmesi, rahmetin müslümanlar üzerine inmesindendir. Allah'ın büyük günahlardan vazgeçtiğini gördüğü için böyle olmuştur. Ancak Bedir Günü'nde A'raf Günü'nden daha perişan görünmüştür. Çünkü o gün Cebrail'in melekleri savaşa hazırladığını görmüştür.» (Muvatta)
Burada îblis'in insan suretine girmeye nasıl güç yetirebildiği ve insan suretine girdiği takdirde ise ona nasıl «İblis» denilebileceği düşünülebilir. Bu Allah'ın ona insan suretine, girebilme kuvveti vermesi dolayısıyla mümkün olmaktadır. Tıpkı meleklere de aynı kuvveti verip onlara da insan suretine girme. özelliği ihsan ettiği gibi. Ancak bu, özün değişmesini gerektirmez. Meleğin özü melek olarak, şeytanın özü de şeytan olarak kalır. Şeklin değişmesi özün değişmesini de gerektirmez. [56]
İblis melekleri görüp topukları üzerine gerisin geriye dönün, ce, «Ben sizden uzağım. Sizin görmediklerinizi görüyorum» dedi. İşte bu sırada o Süraka suretinde görünüyordu. Ebu Cehil bunun üzerine Kureyşlilere «Süraka'nın savaş alanım terketmesi sakın sizleri korkutmsaın. Çünkü o el altından Muhammed ve arkadaşlarıyla anlaşma yapmıştır, hat ve Uzza'ya yemin ederim ki Mu-hammed ve arkadaşları yüklerde bağlı kalmadıkça Bedir'den dönmeyeceğiz. Sakın onları öldürmeyin. Onları sağ olarak ele geçirmeye çalışın» diye seslendi. Ebu Cehil'in bu sözleri tıpkı Firavun' un iman eden sihirbazlara söylediği, «Kuşkusuz bu bir hiledir. Siz bu hileyi halkını şehirden çıkarmak için yapmışsınız. Kuşkusuz o size sihir öğreten büyüğünüzdür.» sözüne benzemektedir. Fakat bu söz bir iftiradır. Bu yüzden de Ebu Cehil bu ümmetin Firavunu olmuştur. [57]
(50-51)«Meleklerin,
o kâfirlerin...»
Bu Ayetlerin Tefsiri
Yani, Ey Muhammedi Melekler kafirlerin ruhlarını Ölecekleri anda alırlar bir görseydin, büyük bir şey görmüş ve korkunç bir manzara ile karşılaşmış olurdun. Melekler onların yüzlerine ve arkalarına vururlarken onlara uygulanan şiddetli azaba şahid olurdun.
Bu vaktin tayini hususunda müfessirler ihtilaf etmişlerdir. Bu vakit kimilerine göre ölüm anıdır. O sırada melekler ellerinde bulunan ateşten kamçılarla kafirlerin dizlerine ve arkalarına vururlar. Kimi müfessire göre de bu ayet Bedir'de öldürülen müşrikler hakkında nazil olduğundan «Yüzlerine ve arkalarına vurulan kafirler de» Bedir'deki kafirlerdir. İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, onlar müslümanlara saldırdıklarında melekler onların yüzlerine ve arkalarına vuruyorlardı. İbn Cüreyc ayeti, melekler onların bedenlerinin her tarafına, yani hem önlerine hem de arkalarına vururlardı, şeklinde yorumlamıştır. Melekler onlara ölüm veya öldürme anında, «Cehennem azabım tadın» diyorlardı.
Bazı müfessirlere göre, meleklerin ellerinde ateşte kızdırılmış demirden yapılma kamçılar varmış. Onlar bu kamçılarla kafirlere vurduklarında, kafirlerin açılan yaralarından ateşler fışkırıyormuş.
İbn Abbas, «Melekler, 'cehennem azabım tadın' sözünü kafirlere, onlar ölüm anındayken söylüyorlardı» demektedir.
Hasan Basri ise, bu sözün Kıyamet Günü'nde zebaniler tarafından kafirlere söyleneceği görüşündedir.
«Bunun nedeni ellerinizin takdim ettikleridir.» Yani bu, elleriyle kazanmış oldukları küfür ve isyandan dolayı onların başlan, na gelmiştir.
«Ebrin «küfr»ün mahalli olmadığı, onun yerinin kalp olduğu düşünülebilir. Çünkü küfr bir inançtır. İnancın yeri ise kalptir.
Oysa ayetin zahiri küfrün failinin «el» olduğuna işaret etmektedir. Fakat eZ'in böyle bir yeteneği yoktur. Ancak burada «el», kudret anlamındadır. Çünkü el, amellerde kullanılan bir vasıtadır. Asıl etki yapan ise kudrettir. Bu bakımdan «el», burada kudretten kinaye olarak kullanılmıştır.
«Çünkü Allah kullara zulmetmez» cümlesi, Allah Teâlâ'nm mahlukatmdan herhangi birini azaba duçar ederken bunu mutlaka o kimsenin işlemiş olduğu bir zulümden dolayı yaptığına işaret eder. Çünkü Allah kullara zulmetmez. Bu ayetle, Allah Teâlâ, kendisinin zulümden beri olduğunu beyan etmektedir. Allah Teâlâ' nm, küfründen dolayı kafire, isyanından dolayı asiye azap etmesi, bir zulüm değildir. Allah Teâlâ mülkünde dilediği gibi tasarruf yetkisine sahiptir. Bu vasıftaki Zat'a zulüm isnad etmek muhaldir.
Kimse, «Allah kafirin küfrünü yaratmış, sonra da yarattığı şey üzerinde kafire azab uyguluyor. Bu bir zulüm değil midir?» demesin diye Allah Teâlâ burada, «Allah kullara zulmetme» cümlesini beyan etmiştir. Çünkü onlar Allah'ın mülkünde ve kudretinin altındadır. O, dilediği şekilde onların üzerinde tasarruf edebilme hakkına sahiptir.
Kadı Beyzavi, «Ve Allah» diye başlayan cümlenin daha önce geçen ve mecrur olan «ma» üzerine atıf olduğunu söylemektedir. Böylelikle takı, sebebiyetin bunların ikisinin birleşimine bağlı olduğunu ifade eder. İkinci cümle birincisiyle birlikte sebeptir. Çün-, kü bu sebep olmasa Allah Teâlâ onlara günahsız bir şekilde de azap edebilirdi. Oysa Allah'ın onlara günahlarından ötürü azap etmeyeceği diye bir şey sözkonusu değildir. Çünkü azabı hak etmiş bir kimsenin azabını terketmek şer'an ve aklen zulüm değildir ki zulmün uzaklaştırılması azaba sebep olsun? Ayette geçen «zallam» kelimesi mübağala ifade eder. Çünkü akabinde cem'i (çoğul) olarak «abiyd» kelimesi gelmiştir. [58]
(52) «
(Onların tavırları) Firav'tn efradının...»
Bu Ayetin Tefsiri
«Deab» kelimesi, tavır, davranış, adet anlamındadır. Medarik de bu ayet hakkında, «Onların adet ve davranışları Firavun'un efradının adet ve davranışları gibiydi. Onların daha önce yürüdükleri bu yolda bunlar da yürüdüler. Böylece Firavun ve efradı Ki-zıldeniz'de boğulmak suretiyle nasıl cezalandırıldılarsa bunlar da Bedir'de öldürülmek ve esir edilmek suretiyle cezalandırıldılar» denmiştir.[59]
Hazin ise «deab» kelimesinin lugatta amellerin sürdürülmesi anlamına geldiğini söylemektedir. Sonraları bu kelime adet karşılığında kullanılmıştır. Çünkü insanoğlu adet üzerinde devam . eder. [60]
İbn Abbas şöyle diyor: Firavun'un efradı, Hz. Musa'nın Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğuna kesinlikle inanıyorlardı. Fakat buna rağmen onu yalanlamışlardı. Kureyş kafirleri de aynı şekildeydi. Hz. Muhammed (s.a), kendilerine gerçekleri, doğruları getirdiğinde onu yalanladılar. Firavun'un efradına musibet geldiği gibi onlara da aynı şekilde musibet geldi.
«Onlardan öncekilerinin» ifadesindeki zamir Hazin'e göre Firavun'un efradına racidir. Nesefi'ye göre Kureyşlilere ve Firavun' un efradına, Kadı Beyzavi'ye göre de sadece Firavun'un efradına racidir.
Gerek peygamberi yalanlayanlardan gerekse Allah'ı inkâr edenlerden intikam almak bakımından Allah'ın azabı çok şiddetlidir. O'nun azabını defetmek hususunda hiç kimse Allah'a mani olmaya güç yetiremez. [61]
53- Şunun için ki, Allah bir kavme verdiği nimeti o kavim (ahlâkını) bozmadıkça onlardan geri almaz. Muhakkak ki Allah onların (sözlerini) işitici, (yaptıklarını tamamıyla) bilicidir.
54- Firavun'un efradı ve onlardan öncekilerin adet (ve gidişat) lan gibi, Rablerinin ayetlerini yalanladılar. Biz de onları günahlarından ötürü helak ettik. Firavun'un efradını da (denizde) boğduk. Onların hepsi de zalim idiler.
55- Kuşkusuz Allah'ın katında (yeryüzündeki) canlıların en kötüsü kafirlerdir. Artık onlar iman etmezler.
56- Onlar kendileriyle antlaşma yaptığın halde, her defasında hiç çekinmeden antlaşmayı bozarlar.
57- Savaşta onları yakalarsan, onlara (vereceğin ceza ile) arkalarında kalanları da dağıt ki böylece hatırlayıp (ibret alsınlar)
58- Bir kavmin ihanetinden çekinirsen (andlaşmayi bozmak hususunda onların yaptığı gibi) sen de antlaşmayı onlara at. Kuşkusuz ki Allah hainleri sevmez.
59- Sakın kafirler (kaza ve kaderimizden kurtulup) geçtiklerini sanmasınlar. Kuşkusuz ki onlar (bizi) aciz bırakamazlar.
60- Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlardan hazırlayın. Onunla Allah'ın ve kendinizin düşmanlarını ve onlardan başka sizin bilmediğiniz ama Allah'ın bildiği kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız o size ödenir. Hiç de zulme uğramazsınız.
61- Eğer onlar barışa meylederlerse sen de banşa yanaş. Allah'a tevekkül et. Kuşkusuz ki Allah işiten ve bilendir. [62]
Bu dokuz ayette şu konular işlenmektedir:
a) Allah bir kavme verdiği nimeti sebepsiz yere geri almaz.
b) Allah, bir kavmi helak ederse, mutlaka günahlarından dolayı helak eder. Tıpkı Firavun ve efradını helak ettiği gibi.
c) Küfür, kötü vasıfların en çirkini ve en iğrencidir.
d) Antlaşmasına riayet etmeyen bir topluluğun antlaşma dolayısıyla sahip olduğu güven garantisi ortadan kalkar. Savaşta ele geçtikleri takdirde kendilerine ibret dersi verilir.
e) İhanet etmesinden korkulan bir kavme, «Aramızdaki antlaşmayı biz de bozuyoruz» diye ilanda bulunmak gerekmektedir. Onları gafil avlamak caiz değildir.
f) Hiçbir kurnaz, hiçbir sahtekâr ve hiçbir tedbir sahibi, Allah'ın kaza ve kaderini çiğneyemez.
g) Savaşta
herkesin elinden geleni yapması gerekir.
(53) «Şunun için ki, Allah bir...»
Bu Ayetin Tefsiri
«Zatike» kelimesi kavmin daha önce başına gelmiş olan azaba işarettir. Bu azaba duçar olmalarının nedeni kötü bir duruma düşmeleridir. Bu yüzden Allah onlardan nimetini almış ve onlara | azabuıı göndermiştir.
Bir toplumun kendi durumunu değiştirmediği sürece Allah'ın onların durumunu değiştirmeyeceği yasası Kur'an'ın koyduğu ge. f nel yasalardandır.
Süddi, ayetteki «nimet» kelimesiyle Hz. Peygamber'in kastedildiğini söylemiştir. Yani Allah onu Kureyşlilere bir nimet olarak vermiştir. Ancak Kureyşliler onu inkar edip yalanladılar. Allah [g Teâlâ da onu kendilerinden alıp Medinelilere verdi.
Muhakkak ki Allah onların (sözlerini) işitici, (yaptıklarını) bilicidir» cümlesi önceki hükmün sebebi mesabesindedir. Yani Al-lah Teâlâ mahlukatın tüm sözlerini işitmektedir. Onların konuşmalarında Allah'a gizli kalan bir taraf yoktur. Onların göğüslerinde bulunanı gerek hayr, gerekse şer olsun, bilir. O herkese yaptık- §| larına göre ceza verecektir.
(54) «Firavun'un efradı ve onlardan öncekilerin...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani Mekke'li müşrikler, tıpkı daha önce Firavun ile kavminin ve onlardan öncekilerin kitapları, peygamberleri yalanladıkları gibi Hz. Peygamber'! ve Kur'an-ı Kerim'i inkâr ettiler ve yalanladılar.
k Bu ayetin tekrar edilmesinin yararları şunlardır:
a) İkinci ayet birincisinin açıklamasıdır. Çünkü birinci ayette sadece Allah Teâlâ'nın onları muaheze etmesi zikredilirken ikin ayette onların denizde boğuldukları bildirilerek birinci ayet
açıklanmaktadır.
b)Birinci ayette onların Allah'ın ayetlerini inkâr ettikleri zikredilirken ikinci ayette onların Rablerinin ayetlerini yalanladıkları zikredilmiştir. Böylelikle birinci ayette onların ayetleri inkâr ettiklerine işaret edilirken ikinci ayette de inkârla birlikte yalanladıklarına işaret edilmiştir.
c) Bu kıssa birinci kıssanın tertibi olması için tekrar edilmiştir. Çünkü «Onlar Rablerinin ayetlerini yalanladılar» cümlesi küfran-ı nimete, hakkı inkâra daha çok delâlet ederken, boğulmalarının zikredilmesinde günahlarından ötürü muaheze edildiklerinin açıklaması vardır.
(55-56) «Kuşkusuz
ki Allah'ın katında...»
Bu Ayetlerin Tefsiri
55. ayetin son cümlesi olan «Artık onlar iman etmezler» ifadesi, Allah katında kesinlikle kafir olarak ölecekleri bilinen kimseler hakkındadır.
Bu ayet Beni Kureyza Yahudileri hakkında nazil olmuştur. Onlar Hz. Peygamber (s.a) ile kendisiyle savaşmamak ve Hz. Pey-gamber'e savaş açanlara yardımcı olmamak üzere antlaşma yaptıkları halde antlaşmalarını bozmuşlardı. Mekke müşriklerine silah vermek suretiyle peygamber ve ashabı aleyhinde savaş açılmasına yardımcı oldular. Hz. Peygamber (s.a) kendilerine bunun sebebini sorunca da unuttuklarını, hata ettiklerini söylediler.
îkinci bir anlaşma yapıldığında onu da bozdular. Hendek Sa-vaşı'nda kafirleri Peygamber'e karşı kışkırttılar. Hatta reisleri Ka'b bin Eşref, Mekke'yüe giderek Hz. Peygamber'e düşmanlık hususunda onlarla anlaşma bile yapmıştır.
«Hiç çekinmeden,» yani Allah'tan- hiç korkmadan antlaşmayı bozarlar. Antlaşmayı bozduklarından dolayı utanmazlar, kınanacaklarından da çekinmezler. Din sahibi, akıl ve tedbir sahibi bir kimsenin halkın onun sözüne güvenebilmesi, doğruluğunu görebilmesi için yaptığı antlaşmalarına riayet etmelidir. Allah Teâlâ burada kafir olmakla birlikte ayrıca antlaşmayı bozan kimselerin şerlilerin en şerlisi olduğunu ortaya koymaktadır.
(57) «Savaşta
onları yakalarsan...»
Bu Ayetin Tefsiri
Yani antlaşmalarını bozan bu kimseleri savaşta eline geçirir-sen onlara öyle bir ceza ver ki arkalarında kalanlar bundan ibret alarak bir daha antlaşmalarını bozmaktan çekinsinler.
Said bin Cübeyr'e göre ayet, geride kalanların uygulanacak ceza ile korkutulmalarını beyan etmektedir.
«Şarrid,» teşrid kökünden gelir ve ızdırapla birlikte ayırıp, parçalamak anlamındadır. Yani antlaşmaları bozan o kafirleri yakaladığında onlara öyle bir ceza uygula ve onları öyle bir şekilde cezalandırarak öldür ki antlaşmalarını bozan her topluluğu böylece parçalayıp dağıtabilesin. Onlardan sonra gelen Mekkeliler akıllarını başlarına toplasmlar ve korkarak bir daha bu tür davranışlara kalkışmasınlar.
(58) «Bir
kavmin ihanetinden çekinir sen...»
Bu Ayetin Tefsiri
Yani kendileriyle antlaşma yaptığın bir kavmin anlaşmaları bozacaklarını anlarsan onlara antlaşmayı iptal ettiğini adil bir şekilde bildir. Böyle yapmadan önce şakırı onlara savaş açma. Zira böyle yapmak hainliktik. Allah ise hainleri sevmez.
Hazin, «alâ sevain» tabirini «açık bir yol, eşit bir yol üzerine» şeklinde yorumlamaktadır. Yani onlara, savaş öncesinde kendileriyle yaptığın antlaşmayı feshettiğini bildir ki anlaşmanın sona erdiği hususundaki bilgileriniz eşit olsun.
Süleyman bin Amr'dan ve Hinıyer kabilesine mensub birinden şöyle rivayet edilmektedir:
Muaviye ile Rumlar arasında bir antlaşma bulunmasına rağmen, Muaviye onların ülkelerine doğru gitti ki onlara yaklaştıklarında onlar antlaşmayı bozsunlar ve böylece kendilerine savaş açabilsin. Bu esnada bir süvari Muaviye'ye gelerek, «AUahu Ekber! AUahu Ekber.' Antlaşmaya riayet etmeli. Hile'ye lüzum yok» demeye başladı. Gelenin Amr bin A'nbese olduğunun anlaşılması üzerine, Muaviye onu yanına çağırarak ona ne yapmak istediğini sordu. Amr bin A'nbese adlı sahabi ise Muaviye'ye, «Hz. Peygamberdin (s.a) bir kavim ile arasında bir antlaşma bulunan kimse o antlaşma sonuçlanmadıkça düğümü ne çözmeli, ne de düğüm-lemelidir. Eşit bir şekilde onlar antlaşmayı bozmadıkça da bunu yapmamalıdır, dediğini işittim» diye cevap verdi. Bunun üzerine Muaviye yaptığı seferden geri döndü. (Ebu Davud. Bu hadisi Tir-mizi, Süleyman bin Amr'dan senedinde «Himyer kabilesine mensub biri» şeklinde bir fazlalık olmadan rivayet etmiştir. Ayrıca Tirmizi'nin rivayetinde «AUahu Ekber» diye bir kez tekbir getirilmiştir).
Alimler ayetten şöyle bir hüküm çıkarmaktadtrlar: İmamın, kendilerinden kuşkulandığı müşriklerin çok açık bir şekilde antlaşmayı bozduklarına dair kesin işaretler ortaya çıkınca, İmam'ın onlara, «Antlaşmayı ben de bozdum» diye haber göndermek, «size savaş açıyorum» diye ilan etmek zorunluluğu yoktur. Ancak ihanet etmeleri endişesinin çok açık değil de bazı kesin olmayan belirtiler şeklinde tezahür etmesi durumunda, İmam'ın sözleşmeyi bozduğunu ve savaş açtığını açıkça kendilerine bildirmesi bir zorunluluktur.
Nitekim Beni Kureyza Yahudileri Hz. Peygamberle antlaşma yaptıktan sonra onun aleyhine Ebu Süfyan ve müşriklerle onlara yardımcı olmak üzere antlaşma yapmışlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) onların kendisine ve ashabına ihanet etmelerinden endişe edip, İmam'a gerekli olan eşit bir şekilde antlaşmayı feshettiğini ve savaş açtığını ilan etmek zorunda kaldı. Düşmanın antlaşmayı bozduğunun kesin bir şekilde açıklık kazanması durumunda îmam'ın antlaşmayı kendisinin de feshettiğini bildirme zorunluluğu yoktur. Bu takdirde imam, tıpkı Hz. Peygamber'in (s.a) Mekkelilere davrandığı gibi davranır. Çünkü Mekkeliler Hz, Peygamber'in müttefiki olan Huzaa kabilesinden birini öldürdüklerinde Hz. Peygamber (s.a) onlara hiçbir haber vermeden ansızın Mekkeden 4 fersah ötedeki «Merruz-Zahran»da ordusunu kurmuştur.
(59) «Sakın kafirler (kaza ve kaderimizden)...>> Bu Ayetin Tefsiri
Bedir sonrasında Hz. Peygamber (s.a) açıkça kaçıp giden müşriklerden intikam almadığına üzülmüştü. Onlar da Allah'ın kaza ve kaderinin pençesinden kurtulduklarını sanmışlardı. Bunun, üzerine Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'e, Bedir'de kaçıp kurtulanların Allah'ı aciz bırakacaklarını, onun kendilerinden intikam almayacağını zannettiklerini ama onlardan ya dünyada öldürülmekle ya ada ahirette ateş azabıyla mutlaka intikam alınacağını bildirmiştir.
(60) «Onlara
karşı gücünüz yettiği kadar...»
Bu Ayetin Tefsiri
((Onlara» zamiri ile antlaşmalarını bozan kimseler, tüm kafirler, İslâm düşmanları kastedilmektedir.
«Kuvvet» kelimesinin mahiyeti hususunda birçok görüş öne : sürülmüştür:
a) Savaşta kullanılacak her türlü silah, savaş aletleri, araç ve gereçler. Yani «Düşmana karşı savaşta size kuvvet sağlayacak her türlü silah, araç ve gereci daha önceden hazırlayın.»
b) Kaleler, mevziler, sığmaklar. Yani, «Savaş öncesi bu sığınakları, kaleleri, mevzi ve tabyaları hazırlayın.»
ç) Silahların kullanılması, eğitimin yapılması ve silahların atışa hazır tutulması. Bu yorum, Akabe bin Amr'ın Hz. Peygam-ber'den (s.a) rivayet ettiği bir hadise dayanır: Hz. Peygamber'den (s.a) dinledim. Minberde «Onlara karşı gücünüz yettiğince kuvvet hazırlayın» (...) ayetini okuduğunda, ayetteki «kuvvet» kelimesinin silahların atışa hazır tutulması demek olduğunu söyledi.» (Müslim)[63]
d) Savaşta güç veren, yardımcı olan her türlü alettir. Ayette bunların daha önceden hazırlanması emredilmektedir. Hz. Peygamber'in «kuvvet» kelimesini «atış»la. tefsir etmesi bu yorumla çelişmez. Tıpkı «Hac arefedir,» yani Arefe'de vakfe durmak, hac-cın en canlı noktalarından biridir veya «Pişmanlık tevbedir,» yani pişmanlık tevbenin en canlı noktalarından biridir gibi.
Alusi bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir:
Hz. Peygamber «kuvvet» kelimesini silahın kullanılması, atış ile tefsir etmiştir. Ayrıca birçok hadiste de silah kullanılmasının öğrenilmesini emretmiştir. Hz. Peygamber, «Dünya oyunlarının şu üç şey dışında hepsi bâtıldır: Okla oynaman (atıcılık yapman), atını eğitmen ve eşinle oynaşman. Bunlar haktır» diye buyurmuştur.
Hz. Peygamber (s'a), «Allah'ın zikri olmayan her şey lehvfboş iş) ve leib (oyun) kapsamındadır. Ancak şu dördü müstesna: Kisinin iki hedef arasında koşması, atını eğitmesi, ailesiyle oynaşması ve çocuklarına yüzmeyi öğretmesi» diye buyurmuştur. (Nesei) Yine Hz. Peygamber (s.a) başka bir hadisinde, «Ok atmayı, ata binmeyi Öğrenin. Ok atmanız benim katımda daha sevimlidir. Allah Teâlâ bir okla üç kişiye cenneti nasib eder: Allah'ın rızası için ok yapanı, o okla İslâm'a yardım edeni ve onu Allah yolunda atam» diye buyurmuştur.
Bilindiği gibi günümüzde ok kullanmanın bir kıymeti kalmamıştır. Çünkü düşmanlar gülleler ve toplar yapmışlardır. Bu gibi silahların yanında ok atmak nedir ki? Düşmana aynı silahla karşılık verilmedikten sonra öldürücü hastalık yayılır, günahı da pek şiddetli olur. Yeryüzü kafirlerin ve sapıkların eline geçer. Geleceği ancak Allah bilir ama kanaatimce bu silahların yapımı müslümanların boynuna farzdır. Yine müslüman liderlerin günümüzdeki silahların aynılarını yapmaları boyunlarına borçtur. Bu takdirde, Hz. Peygamber'in övdüğü ok atmanın faziletinin, gülle ve top atışlarına da şamil olması umulur. Çünkü bu silahlar İslâm'ın şerefini korumak hususunda onların yerini almışlardır. Bu güllelerin kullanılması, cenneti elde etmenin vesilelerinden olmuştur. Bu silahların kullanılması, «Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın» ayetinin umumuna dahildir.[64]
«Ribat» kelimesi Allah yolunda bağlanıp beslenen atlar manasında kullanılmıştır.
Hazin, «ribatam at edinmek ve Allah yolunda beslemek oıdu-ğu; zira ribat'ın at bağlamak anlamındaki «rabt»t&n geldiği görüşündedir.
Cihad için at beslemenin Allah'ın dinine yapılan en büyük yardımlardan olduğunun söylenmesi, Kur'an'm indiği çağın bunu gerektirmesi nedeniyledir.
İbn Sirin'den rivayet edildiğine göre, kendisine, malının üçte birinin sınırlardaki kalelere sarfedilmesini vasiyet eden bir şahsın durumu sorulduğunda, o bu mal ile atların satın alınıp Allah yolunda beslenmesi gerektiğini söylemiştir.
İkrime, ayette geçen «kuvvet» kelimesiyle kalelerin, »ribat» ile kısrakların, kastedildiğini; zira Arapların yavru almak için kısrakları evlerde beslediklerini söylemiştir.
Rivayet edildiğine göre İslâm'ın meşhur komutanlarından Ha-lid bin Velid, az ses çıkardıkları için kısraklardan başkasına binmezdi.
İbn Muhayris, sahabenin savaşta saf tuttukları zaman erkek atları, saldırı sırasında da kısrakları tercih ettiklerini söylemektedir. [65]
Urve'den şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: «Kıyamet gününe kadar atların alınlarında hayr, ecir ve ganimet bağlıdır.» (Bu-hari, Müslim)
İbn Ömer şöyle bir hadis rivayet etmiştir: .«Kıyamete kadar atların alınlarında hayr bağlıdır.» (Buhari, Müslim)
Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Allah'a inanıp O'nun va'dini tasdik ederek Allah yolunda kim bir at besleyip bağlarsa, o atın yemi, suyu, dışkısı, sidiği Kıyamet gününde o kimsenin mizanında olacaktır. (Yani ecirlere dönüşecektir.)» (Buhari, Müslim)
Ebu Hüreyre'den şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: «Üç çeşit at vardır: Sahibi için ecir olan at, sahibi için örtü olan at, sahibi için günah olan at. At, onu Allah yolunda besleyip yetiştiren kimse için ecirdir.» (Bu hadis başka bir rivayette şöyle devam eder):
«Sahibi atı müslümanlann yaran için besler. Çayırda veya bahçede onun ipini salıverir ve at da o uzun iple çayırdan veya bahçeden ne yerse onlar sahibi için hasenelerdir. Şayet at ipini koparır veya bir iki tur koşarsa onun bıraktığı izler ve dışkısı, sahibi için hasenelerdir. At bir derenin yanından geçerken oradan içmek isterse ve sahibi de ona içirirse o da onun için hasenelerdir. İşte bu at sahibi için ecir olan attır. Bir başka kişi de zengin olmak ve dilenmemek maksadıyla bir at beslerse, Allah o atîn boy. nundaki ve sırtındaki hakkını unutmaz. İşte bu at, sahibi için örtü olan yani sahibini dilenmekten koruyan attır. Üçüncüsü de kibir, riya için ve müslümanlara düşmanlık olsun diye beslenen attır. İşte bu at, sahibi için günah olan attır.» (Müslim, Buhari)
Hz. Peygamber'e merkebler hususunda sorulduğunda, «Allah onlar hakkında bana bir hüküm indirmemiştir. Ancak «Zerre miktarı hayr işleyen onu görür, zerre miktarı şer işleyen de onu görür» şeklinde ihata edici bir ayet vardım diye buyurmuştur.
Hz. Peygamber atların bazı cinslerini diğerlerinden üstün tutmuştur. Mesela Ebu Ubeyde, Sadi'den şöyle bir hadis nakletmektedir: «İhtiyaçlarınızı, üst dudağı ve sağ ayağı dışındaki diğer ayakları beyaz olan doru atların sırtında arayınız.»
İbn Abbas'tan şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: «Hz. Peygamber, atlardan «şaftal» olanını seçmezdi.» (Müslim)
tbn'ul-Esir'in «Nihaye»sinde şaftal olan at, bir ayağı dışındaki diğer üç ayağı beyaz olan attır. Bazılarına göre de çaprazlamasına bir ön ayağı ile bir arka ayağı beyaz olan ata şaftal at denir.
Hz. Peygamberin bu cins atlardan hoşlanmamasının nedeni, o cins bir atı deneyip onda bir asalet görmemiş olması olabilir. Müslim de Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadis, Nihaye'deki gibi yorumlandığı takdirde, daha önce Şabi'den rivayet edilen hadisle çelişir. Ancak bu hadisin önceki hadisin umum ifade eden hükmünü tahis ettiği söylenebilir.
«Uğursuzluk; at, kadın ve evdedir» (Buhari, Müslim). Bu sayılanlarda şeriata ve tabiata bir aykırılık olması durumunda ke-rahet vardır. Nitekim evin uğursuzluğu (bereketsizliği), dar olmasından ve komşularının kötülüğündendir. Kadımnki ise kısırlığından ve geveze olmasındandır. Atın uğursuzluğuna gelince, sırtında savaşılmamasındandır, denilmiştir.
«Ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, fakat Allah'ın bildiği
kimseleri korkutursunuz» cümlesi hakkında müfessirler ihtilaf etmişlerdir.
Bazı müfessirler, ifadeyi, «Bunlardan başka diğer kafirleri de korkutabilmeniz için kuvvet hazırlayın» şeklinde yorumlamışlardır.
Mücahid, bunların «Beni Kureyza Yahudileri,» Mukatil ve İbn Zeyd, «münafıklar,» Süddi ise «O günki ateşe tapan İranlılar» olduğunu söylemişlerdir.
Zeyd bin Abdullah'tan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a), «Bunlar cinlerdir, tivinde Arap atı bulunan kimseye şeytan musallat olmaz» diye buyurmuştur. (Taberani, Ebu Şeyh, İbn Munzir, İbn Merduveyh ve İbn Asakir) .İbn Cerir et-Taberi, İbn Abbas'tan da rivayet edilen bu yorumu tercih etmiştir. Bu hadisin sahih olması durumunda bundan başka yorumlan tercih etmek doğru değildir.
«Sizin bilmediğiniz»; yani kim olduklarım bilmediğiniz. Onların kim olduğunu ancak Allah bilir. Bazı kimseler tanımak (marifet) tabirinin Allah hakkında kullanılmasının caiz olmadığını söylemişlerdir. Yani «Allah'ın bildiği» yerine «Allah'ın tanıdığt» denilemez. Bazıları da caiz olduğunu söyleyerek buradaki bilmenin irfan anlamında değil, kendi asıl mânâsında olduğunu söylemişlerdir.
«La ta'lemunehum» ifadesinin ikinci mefulü hazfedilmiştir. Yani bu takdirde mânâ; «Sizin düşman ve savaşçı olduklarım bil-mdeğnniz ama Allah'ın (onların böyle olduğunu) bildiği kimseleri (,..)» şeklinde olur. Ancak bu bir zorlamadır. Dolayısıyla bu yoruma dikkat etmek gerekir.
Bazıları da bu ifadeyi, «Sizin hangi hususta düşman olduklarını bilmediğiniz ama Allah'ın (tamamıyla bildiği kimselerin (...) şeklinde yorumlamışlardır.
«Allah yolunda ne harcarsanız o size ödenir» ifadesinde geçen «Allah yolu» tabiri hayr ve taat yoludur. Yani hayr ve taat yolunda ne harcarsanız o size ödenir. Savaş için at beslemek, top v.s. silahlar edinmek gibi savaş araç ve gereçlerinin hepsi bu kapsama girer ve hepsi Allah yoludur.
(62) «Eğer
onlar barışa meylederlerse...»
Bu Ayetin Tefsiri .
Mücahid bu ayetin ehli kitab ile ilgili olduğunu söylemiştir. Süddi ise, bu ayetin Beni Kureyza Yahudileri hakk'nda nazil olduğu görüşündedir. Çünkü daha önce de onlar sözkonusu edilmişlerdir. Kendileriyle antlaşma yapılan veya kendilerine karşı kuvvet hazırlanması emredilen kimseler Beni Kureyza Yahudile-ridir.
Bazıları da ayetin umum ifade ettiğini ve tüm kafirleri kapsadığını, ancak «seyf ayeti» (cihad izni veren ayet) ile nesh olunduğunu öne sürmüşlerdir. Çünkü Arap müşrikleri için İslâm'dan başka bir seçenek yoktur. Aksi takdirde onlar için kılıç vardır. Fakat ehli kitap böyle değildir. Onlann cizyeleri kabul edilir.
Mezkur ayetin «seyf ayeti» ile neshedildiği şeklindeki görüş, İbn Abbas, Katade ve Mücahid'den rivayet edilmiştir. Ayetin kendilerinden cizye kabul edilen kafirler (ehli kitap) hakkında nazil olduğu görüşü daha sahih bulunmuştur. Cizye, îmam'ın, İslâm'ın ve müslümanların maslahatı için uygun gördüğü yerlerde kabul olunur. Kafirlerle ne sürekli savaşmak, ne de sürekli şekilde onlardan cizye alıp barış halinde yaşamak zorunluluğu (farziyeti) vardır. İmam dilediği şekilde davranır.
Bazı alimlere göre, İmam'ın on seneden uzun barış antlaşması yapması caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber, Mekkelilerle on yıllık bir dönem için barış antlaşması imzalamıştır. Ancak daha on yıl tamamlanmadan önce Mekkeliler antlaşmayı bozmuşlardır [66]
«Allah'a tevekkül et;» yani işini Allah'a havale et. Onlar zahirde seninle antlaşma yapıyorlar. İçlerinden bir hile düşünmeleri hususunda hiç çekinme. «Kuşkusuz ki Allah işiten ve bilendir.» Onlann gizlediklerini de, aldatmak hususunda yapmak istediklerini de Allah işitmekte ve bilmektedir. [67]
62- Eğer sana hile yapmak isterlerse Allah sana yeter. O Allah ki yardımıyla ve müminlerle seni destekledi.
63- (O Allah ki) onların kalblerinin arasını uzlaştırdı. Eğer sen yeryüzündeki tüm servetleri verseydin yine de onların kalplerinin arasını bulamazdın. Fakat Allah onların arasını buldu. Çünkü o üstündür ve hikmet sahibidir.
64- Ey Peygamber! Sana da, sana tabî olan müminlere de Allah yeter.
65- Ey peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabreden yirmi kişi bulunursa ikiyüz kişiyi mağlub ederler. Ve eğer içinizde yüz sabırlı kişi bulunursa bunlar da kafirlerden bin kişiyi yenerler. Çünkü onlar anlamaz bir topluluktur.
66- Şimdi Allah sizden yükünüzü hafifletti ve sizde bir zaaf olduğunu bildi. Sîzden yüz sabırlı kişi bulunursa kafirlerden iki-yüzünü bozguna uğratır. Eğer sizden bin kişi bulunursa Allah'ın izniyle kafirlerin iki bin ini yener. Allah sabredenlerle beraberdir.
67- (Kafirlere karşı) yeryüzünde kesin bir zafer elde edinceye kadar hiç bir peygambere esirler alması yakışmaz. Siz dünyanın geçici menfaatlerini istiyorsunuz. Oysa Allah sizin için ahi-reti istemektedir. Allah üstün ve hikmet sahibidir.
68- Eğer Allah'tan bir yazı geçmemiş olsaydı aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azab dokunurdu.
69- Artık ganimet olarak elde ettiklerinizden helal ve temiz olarak yeyin ve Allah'tan korkup sakının. Kuşkusuz Allah bağışlayan, merhamet edendir. [68]
Bu sekiz ayet genel olarak şu hususları ihtiva etmektedir:
a) Kafirlerin ihanetinden çekinip de barışa yanaşmamak yanlıştır.
b) Gerçek yardım Allah'a ve Rasûl'e tabi olan müminlerden gelir.
c) Müslümanları gerektiğinde savaşa teşvik etmek bir zorunluluktur ve bu hususta sabrın rolü büyüktür.
d) Bir mümin iki kafire karşı koymak zorundadır. İkiden daha fazla olan düşman karşısında ise kaçmak caizdir.
e) Bir peygambere yeryüzünde hakimiyetini kurmadan önce kafirlerden esirler edinmesi, yani düşman askerlerini Öldürmeyip esir etmesi yanlış bir davranıştır.
Ganimetler müslümanlara helal edilmiştir.
(62 «Eğer
sana hile yapmak isterlerse..m
Bu Ayetin Tefsiri
«... müminlerle seni destekledi» ifadesinde geçen «üminler» ile ya tüm müminler ya da sadece ensar kastedilmiştir.
Allah'ın yardımı sözkonusu olduktan sonra müminlerin yardımına nasıl ihtiyaç duyulabileceği düşünülebilir. Burada müminlerin yardımı sadece teyid için zikredilmiştir. Çünkü yardımın temelinde sadece Allah vardır. Fakat bu, iki şekilde tahakkuk eder: Birincisi, bilinmeyen batini sebeplerle; ikincisi, bilinen zahiri sebeplerle... «O Allah ki seni yardımıyla destekledi» ifadesi burada sebepler bilinmediği için birinci şıkka, «Seni müminlerle destekledi» ifadesi de sebeplerin yaratıcısı Allah Teâlâ olduğundan dolayı ikinci şıkka işaret etmektedir.
(63) «(O
Allah ki) onların kalblerinin arasım...»
Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet Asr-ı Saadetteki Arapların ne denli azametli, ne denli gururlu, mutaassıp ve kindar olduklarını ortaya koymaktadır. O dönemde Araplar küçük bir.şeyden hemen alınırlardı. Hatta bir kimseye bir tokat atıldığında hemen o kimsenin intikamını almak için onun tüm kabilesi seferber olurdu. Öyle ki anlaşan iki kimseye rastlamak hemen hemen mümkün değildi. Ancak Hz. Mu-hammed (s.a) peygamber olarak gönderildiğinde ona iman edip tâbi olan kimselerde o serseri taasub yerini sevgiye ve anlayışa bıraktı. İnsanları Allah'a itaatte ve O'nun Rasûlü'ne yardımda birleştirdi. .
Şayet ayette kastedilen Ensar ise, burada Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki tarihî sürtüşmeye işaret olunuyor demektir. Hz. Peygamber'in büyük bir mucizesi olarak o sürtüşmeler yerini sevgiye, hoşgörüye bıraktı [69]
(64) «Ey
Peygamber! Sana da, sana tâbi olan..:»
Bu Ayetin Tefsiri
Ayette geçen «men» kelimesi ya Allah lafzına atıftır ki bu takdirde mânâ «Ey Peygamber! Allah ve müminlerden sana tabi olan kimseler sana yeter» şeklinde olur, ya 6a,«vav» harfi «ma» anlamında gelmiştir ki bu takdirde de mana «Allah sana ve sana tabi olan müminlere yeter» olur.
Said bin Cübeyr, İbn Abbas'tan bu ayetin Hz. Ömer'in müslü-man olması hakkında indiğini ve o zamana kadar 33 erkek ile 6 kadının müslüman olduğunu rivayet etmektedir. Bu yoruma göre mezkur ayet Mekkîdir ve Medenî bir sure içinde yer almıştır. Ayrıca bir görüşe göre bu ayet Bedir Savaşı'ndan önce El-Beyda adlı yerde inmiştir.
(65-66) «Ey
Peygamber! Müminleri savaşa...»
Bu Ayetlerin Tefsiri
«Harrid.» ısrarlı bir şekilde teşvik et, anlamındadır. Bazı kı-raatlarda «harris» diye okunmuştur ki bu takdirde «hırs» kökün, den gelmiş olur.
İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre bu ayet nazil olduğunda, sözkonusu oran müslümanlara çok ağır geldi. Çünkü ayet bir kişiye 10 kişiden kaçmaması gerektiği hükmünü vazediyordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ, «Şimdi Allah sizden yükünüzü hafifletti (...)» ayetini nazil etti. (EbuDavud), Yani Önceki ayetin hükmü, nü neshetti.
Bazı alimler de müslümanların sayılarının az olduğu zamanda nazil olduğunu, ama sayılan arttığında hükmün değiştiğini söylemişlerdir.
Ayette bahsi geçen «zaaf» ile ya bedenî zayıflık ya da basiretsizlik zaafı kastedilmektedir. Bu zaafın çeşitli durumları vardı. Allah'ın hafifletmesi oranında müslümanların sabırları azaldı.
İbn'ul-Arabi, bir'e yirmi oranında Bedir'de olup sonradan neshedildiğini Öne sürenlerin yanıldığını söylemektedir. Çünkü hiçbir rivayette müslümanların müşriklerle bire yirmi oranında karşılaştığı nakledilmemiştir. Allah Teâlâ bu oranı niçin daha önce farz kıldığını, müslümanların ne uğruna savaştıklarını bilmelerine karşın onların bilmemeleriyle izah etmiştir. Daha sonra bu hükmü lütfü keremiyle değiştirip bire iki oranını getirmiştir. [70]
(67 «(Kafirlere karşı) yeryüzünde.:.» Bu Ayetin Tefsiri
«Esra,» esir'in çoğuludur. Ve Ebu Amr'a göre, «esrd» bağlanmamış esirler için, «esarâ» ise bağlanmış esirler için kullanılır.
Bu ayet Bedir Günü hakkında nazil olmuştur ve Hz. Peygam-ber'in ashabına bir azardır. Yani, «Ey Ashab! Kafirleri çokça öldürüp onlara bıkkınlık vermedikten sonra esir almayı gerektiren bu davranışınız hiç te uygun değildir.»
«Siz dünyanın geçici menfaatlerini istiyorsunuz» ifadesi ashaba yapılmış bir hitaptır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) müşriklerin öldürülmeyip esir edlimesini emretmemiş, dünyanın geçici menfaatine iltifat etmemişti. Bu işi savaşan sahabiler yapmıştı. Dolayısıyla bu kınama Hz. Peygamber'e fidyeyi almasını telkin eden kimseleredir. Bu görüş müfessirlerin çoğu tarafından öne sürülmüştür ve en sahih görüştür. [71]
Hz. Peygamber'in (s.a) sözkonusu edilmesinin nedeni bu davranışlarını gördüğünde onları bundan menetmemiş olmasıdır. Bu durum Sa'd bin Muaz, Ömer bin Hattab ve Abdullah bin Revana tarafından hatırlatılınca işin ansızın olması ve Allah'dan yardım gelmiş bulunması Hz. Peygamber'i (s.a) meşgul ettiğinden bir türlü esirlerin öldürülmesini emretmeyi düşünemedi. Bu yüzden me-z kur ayet indiğinde hem kendisi hem de Hz. Ebubekir birlikte ağlamışlardır.
Ebu Zümeyl, İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmiştir:
Esirler getirildiklerinde Hz. Ebubekir, «ya Rasûllüllah! Bunlar bizim amca çocuklarımızdır ve aşiretlerimize mensup kişilerdir. Ben fidyenin alınıp kafirlerle olan mücadelemizde kullanılmasının daha hayırlı olacağı kanaatindeyim. Böylece bu kimselerin ileride müslüman olmaları da muhtemeldir» dedi. Hz. Peygamber (s.a); «Ey Hattab'ın oğlu Ömer! Sen ne diyorsun?» diye sorunca Hz. ömer, «Ey Allah'ın Rasûlü! Ben Ebubekir'in görüşüne katılmıyorum: Bence izin. ver hepsini kılıçtan geçirelim. Ali'ye kardeşi Akili, bana da falanı öldürme imkânım ver. Bunlar küfrün ileri gelen, önder durumundaki kimseleridir» diye cevap verdi. Ancak Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ebubekir'in görüşünü kabul etti. (Hz. Ömer şöyle devam ediyor): «Ertesi.gün olduğunda Rasûlüllah ile Ebubekir'in ağladıklarını gördüm. «Ey Allah'ın Rasûlü.', dedim; «Seni ve arkadaşını ağlatan nedir? Şayet ağlayabilir s em ben de ağlayayım. Yoksa ağlar gözükeyivı.» Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) yakınında bulunan bir ağaca işaret ederek, «Arkadaşlarının fidye almış olmalarına ağlıyorum. Onların azabı bana şu ağaçtan daha yakın olarak gösterildi» dedi. [72]
İçlerinde Hz. Abbas'ın da bulunduğu esirler, bağlı olarak Hz. Peygamber'in (s.a) huzuruna getirildiklerinde, Hz. Peygamber (s.a) ashabının, onlar hakkında- ne yapılması gerektiği hususundaki görüşlerini almak istedi.
Hz. Ebubekir, «Ey Allah'ın Rasûlüf Onlar senin kavminden ve halkındandırlar. Onları öldürme. Belki de Allah onlara hidayet verir» dedi.
Hz. Ömer, «Sem
yalanladılar, yurdundan çıkardılar ve seninle savaştılar. Getir onları ortaya
ve boyunlarım vurdur» dedi.
Abdullah bin Revana, «Odunu çok olan bir vadi bul. Onları oraya attıktan sonra orayı ateşe ver» dedi.
Bunun üzerine esirler arasında bulunan Hz. Abbas, «Sen akrabalık bağlarım koparıyorsun» dedi. Hz. Peygamber fs.a) hiçbirine cevap vermeden çadırına girdi. Bazıları tahminlerde bulunarak «Ebubekir'in görüşünü tercih eder», bazıları, «Ömer'in görüşünü tercih eder» v.b. dediler. En sonunda Hz. .Peygamber Cs.a) çadırından çıkarak şöyle buyurdu: «Allah kendi yolunda bazıları-nın kalplerini öyle yumuşatır ki sütten, daha yumuşak olur. Bazılarının kalplerini de öyle katılaştınr ki taştan daha katı olur. Ey Ebubekir! Sen tıpkı İbrahim gibisin. Çünkü O, «Kim bana tabi. olursa bendendir, kim de bana isyan ederse kuşkusuz ki sen gafur ve rahimsin» {İbrahim: 36) diye buyurmuştu. Yine ey Ebubekir! Sen tıpkı İsa gibisin. O da, «Eğer onları azaba duçar edersen kuşkusuz ki onlar senin kullarındır. Yok eğer onları affedersen kuşkusuz ki sen Aziz ve Hakimsin» (Maide: 1Î8J diye buyurmuştu. Ey Ömer! Sen de tıpkı Nuh gibisin. Çünkü O, «Ey Rabbim! Yeryüzünde kafirlerden tek kişi bırakma» (Nuh: 26) diye buyurmuştu. Yine ey Ömer! Sen tıpkı Musa gibisin. O da şöyle demişti: «Ey Rabbimiz! Onların mallarım yoket. Kalplerini sık ki elem verici azabı görünceye kadar iman etmesinler» (Yunus: 88) Ey Ashabım! Sizler üstün ve galib olanlarsınız. Esirlerden hiçbirini fidye almadan veya boynunu vurmadan bırakmayın.»
Hz. Peygamber'in bu sözleri üzerine Abdullah biri Revahâ, bu hükümden Süheyl bin Beyda'nin istisna tutulmasını; zira onun İslâm'ı zikrettiğini işittiğini söyledi. Hz. Peygamber sustu. Gök-ten üzerime taş düşmesinden hiçbir zaman o gün korktuğum kadar korkmadım. İşte o zaman bu ayet nazil oldu.
Bir rivayette Hz. Peygamber'in şöyle dediği kaydedilmiştir: «Neredeyse Hattab'ın Oğlu'nun görüşüne karşı çıkmamız bize azabın gelmesine sebep olacaktı. Eğer azap gelseydi Ömer bin Hattab' dan başkası kurtulamazdı.»
Kuşeyr'inin rivayetine göre Sa'd bin Muaz, «Ey Allah'ın Rasû-lül Bu savaş müşriklerle aramızdaki ilk savaştır. îshan (çokça öldürme) bana daha sevimli geliyor» demiştir.
Kısaca Allah Teâlâ, Bedir esirlerinin öldürülmesinin onların fidye karşılığı olarak bırakılmasından daha uygun olacağını söylemiştir.
İbn Abbas, «Bu hüküm Bedir'de ve müslümanların az olduğu bir dönemde geçerliydi. Müslümanların sayısı artınca esirler hakkında şu ayet gelmiştir: «Onların iplerini sıkıca bağlayın. İleride ya minnet edip veya fidye alıp bırakırsınız» demiştir.
İbn Vehb, Malik'ten, Bedir'de müşriklerden 44 kişi öldürüldüğünü ve o kadar da esir edildiğini rivayet etmiştir.
Ebu Amr, Bedir'de öldürülenlerin 70 kişi olduğunu söylemiştir. İbn Abbas ile Said bin Müseyyeb de bu görüşe katılmışlardır. Nitekim bu, Müslim'den de aynı şekilde gelmiştir.
İmam Malik, Bedir esirlerinin müşrik olduğunu söylemiştir. Çünkü müfessirler, Hz. Abbas'ın Hz. Peygamber'e müslüman olduğunu söylediğini rivayet etmişlerdir. Bir rivayette,- Bedir esirlerinin iman ettiklerini söyledikleri bile kaydedilmiştir. Ancak İmam Malik tüm bu rivayetlerin zayıf olduğunu, zira hepsinin Mekke'ye dönüp bir dahaki sene Uhud'a katıldıklarını söylemektedir.
İbn Abdilberr, Hz. Abbas'ın ne zaman müslüman olduğunda ihtilaf edildiğini söylemiştir. Bir görüşe göre Hz. Abbas, Bedir Günü müslüman olmuştur. Çünkü Rasûlüllah (s.a), «Abbas'a rastlayan onu öldürmesin. Zira o, savaşa istemeyerek katılmıştır» diye buyurmuştur.
İbn Abbas, Hz. Peygamber'in (s.a) Bedir Günü şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir : «Kuşkusuz ki beni Haşim ve diğer boylardan bazı kimseler savaşa zorla getirilmişlerdir. Bizimle savaşmaya niyetleri yoktu. Beni Haşim'den birine rastlayan onu öldürmesin. Ebu'ul-Buhteri'ye veya Abbas'a rastlayan onları öldürmesin. Çünkü Abbas savaşa istemeyerek katılmıştır.»
Bir rivayete göre Hz. Abbas esir düştüğünde, bir rivayete göre Hayber yolunda müslüman olmuştur. O, Mekke'de müşriklerin durumlarını gizlice Hz. Peygamber'e iletiyordu. Bir defasında hicret etmek için izin istediğinde Hz. Peygamber (s.a) kendisine izin vermemiş, Mekke'de kalıp kendisine bilgi vermesinin daha doğru olduğunu söylemiştir[73].
(68) «Eğer
Allah'tan bir yazı geçmemiş...»
Bu Ayetin Tefsiri
Ayetteki^Kitab» (yazı) lafzı hakkında ihtilaf edilmiştir. En sahih olanı, bu lafzın daha Önce sözü geçen ganimetlerin helâl edilmesi meselesiyle ilgili olmasıdır. Çünkü önceki ümmetlere ganimet haramdı. Bedir Günü müslümanlar ganimetlere daldığında Allah Teâlâ bu ayeti indirmiştir.
Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Bedir'de halk ganimetleri alma huşunda acele ettiler ve topladılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), «Siz hariç, başı siyah olan hiç kimseye ganimet helal değildi» diye buyurdu. Çünkü daha önceki Ümmetlerin peygamberleri eshabıyla birlikte ganimetleri biraraya toplar ve yakarlardı. (Ebu Davud Tayalisi, Müsned. Aynca bu hadisi rivayet eden Tirmizi, hadis için hasendir, demiştir).
Mücahid, Hasan Basri ve Said bin Cübeyr, «kitap» ile Bedir'e katılanların hem geçmiş hem de gelecek günahlarının affedilmiş olmasının kastedildiğini söylemişlerdir.
Bazıları da bu kelimeyle Bedir ashabının bu ganimet olayındaki günahlarının bağışlanmasının kastedildiğini söylemişlerdir. Ancak lafzın umum ifade etmesi daha doğrudur. Çünkü Hz. Peygamber, Bedir ashabı hakkında, Allah'ın Bedir ehline tecelli edip Ey Bedir ehli! Dilediğinizi yapın. Kuşkusuz ki Allah sizlerin günahlarınızı affetmiştir' demiştir.» (Hadis'in tamamı Sahih-i Müslim'de kayıtlıdır).
Bir görüşe göre bu kelimeyle Hz. Peygamber'in aralarında bulunması süresince, onlara azap verilmeyeceği kastedilmiştir. Bazılarına göre de kastedilen, bilgisizliklerinden ötürü bir günah iş-leyinceye kadar ve Allah'ın onun günah olduğunu kendilerine bildirinceye değin onlara azap etmeyeceğini bildirmiş olmasıdır.
Bir grup ise bununla «Büyük günahlardan korunmakla küçük günahların silinmesi kastedilmektedir» demiştir."
Taberi, tüm bu mânâların lafzın umum ifade etmesi durumunda, çıkarılabileceğini söylemiştir.
Bu ayette kulun haram sanıp yaptığının Allah katında helal olması halinde onun ceza görmeyeceğine delil vardır. Mesela kendisine takdim edilen kadının hanımı olmadığını sanan kişi, (daha sonra onun hanımı olduğunun anlaşılması üzerine) aslında helal olup zahirde haram gözüken bu davranışından dolayı muaheze edilemez [74]
(69) «Artık ganimet olarak elde ettiklerinizden...a
Bu Ayetin Tefsiri
Ayetin zahiri, tüm ganimetin" savaşçılara ait olduğunu ve o malda eşit olarak pay sahibi bulunduklarını ortaya koyar. Ancak bu surenin 41. ayeti ganimetten «humus»un (beşte birin) ayrılmasının vucubiyetini göstermektedir. [75]
70- Ey Peygamber! Elinizde bulunan esirlere de ki: «Allah kalblerinizde bir hayrın bulunduğunu bilirse sizden alınandan daha hayırlısını size verir, Sizi bağışlar. Allah çokça bağışlayan, çokça merhamet edendir.
71- Eğer sana hainlik yapmayı kastederlerse daha önce Allah'a da hainlik yapmışlardı. Bundan dolayı Allah onlardan (intikamını) aldırdı. Allah bilendir, hikmet sahibidir.
72- Kuşkusuz ki iman edip hicret edenler, mallan ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler, barındıran ve yardım edenler var ya! İşte onlar birbirlerinin velileri (dost ve yardimcıla-n)dirler. İman ettikleri halde hicret etmeyen kimseler hicret edinceye kadar, onların velayetinden sizlere hiç bir şey yoktur. Eğer din hususunda sizden yardım isterlerse o takdirde yardım etmeniz gerekir. Ancak aranızda antlaşma bulunan bir kavme harsı (yardım isterlerse yardım etmeyin). Allah yaptıklarınızı görmektedir.
73- Kafirler birbirlerinin velisidirler. Eğer bunu yapmazsanız (birbirinize destek olmazsanız) yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad olur.
74- İman edip hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler, barındıran ve yardım edenler var ya! İşte onlar gerçek müminlerdir. Onlara bağışlama ve kerim bir nzık vardır.
75- Sonradan iman eden, hicret edip sizinle cihad eden o kimseler sizdendirler. Rahim sahibleri Allah'ın Kitabı'nda birbirlerine daha yakındırlar. Kuşkusuz ki Allah herseyi bilendir. [76]
Bu son beş ayet genel olarak şu hususları kapsamaktadır:
a) Her halükârda tebliğ ihmal edilemez.
b) Gelecekte vukubulması muhtemel olan olaylar halihazırda hoşgörü gösterilmesini engelleyemez.
c) Müminler ancak birbirlerinin dostudurlar. Bile bile küfür ülkesinden hicret etmeyen bir nıüslümamn müdafaası diğer müs-lümanların boynuna borç değildir.
d) Hicret etmeyen bir müslümanla İslâm devletinin antlaş-malı olduğu bir ülkenin sürtüşmesi durumunda o müslümana yar. dım edilemez. Çünkü toplumun zararı söz konusudur.
e) Kafirlerin birbirlerinin dostu oldukları idrak edilmediği ve onlara karşı müminlerin yardımına koşulmadığı takdirde büyük bir fitne ve fesadın çıkmasına sebebiyet verilmiş olunur.
f) Gerçek müminlerin vasıfları imanda sabit olma, gerektiğinde hicret etmek, cihad etmek ve ihtiyaç anında müminleri barındırıp onlara yardımcı olmaktır.
(70) «Ey Peygamber! Elinizde bulunan...»
Bu Ayetin Tefsiri
«Elinizde...» şeklindeki ifade mülk ve istiladan kinayedir. Yani «mülkünüzde bulunan esirlere de ki.»
Kalblerdeki «hayr» ile iman ve îslâmın doğrulanması, «esirlerden alınan» ile de fidye kastolunmaktadır.
îbn Sa'd ve İbn Asakir, bu ayetin tüm Bedir esirleri için nazil olduğunu rivayet etmektedirler. Hz. Abbas'm esaretten kurtulmak için verdiği fidye 40 evkiye, diğer esirierinki ise yirmişer ev-kiye idi.
İbn Sirin'den gelen bir rivayete göre elde edilen tüm fidyenin tutarı 100 evkiye idi. O zaman bir evkiye, kırk dirhem veya altı dinar değerindeydi.
Bir rivayete göre bu ayet Hz. Abbas hakkında nazil olmuştur. Çünkü kendisi, «Ben müslümandım. Beni savaşa zorla getirdiler» deyince Hz. Peygamber (s.a), «Eğer sözlerin doğruysa Allah senin mükâfatım verir. Ancak zahirde bizim aleyhimizde görünüyorsun. Kendin ve_ yeğenlerin Nevfel bin Hars, Akil bin Ebi Talib ve mev-lanUtbe bin Amr'ın fidyelerini ver» der. (Hz. Abbas, kendisi, şöyle devam ediyor): «Ey Allah'ın Rasûlü! Bu kadar param yok» dedim. O dat<(Hammın Ümmü'l-Fazl ile birlikte gömdüğünüz o mallar ne rede?» diye karşılık verince, bu sefer ben; «Bu yolculuğumda başıma ne geleceğini bilemiyorum. Şayet bir şey olursa o mal senin, Abdullah'ın, Ubeydullah'ın ve Kusem'in olsun» dedikten sonra o malın olduğunu nereden bildiğini sordum. O da, «Bana Rabbim haber verdi» diye cevap verince, «Şehadet ederim ki sen doğrusun. Şehadet ederim, Allah'tan başka ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki sen Allah'ın Rasûlü'sün. Çünkü o malın nerede olduğunu ancak Allah bilebilirdi. O malı Ümmü'l-Fazl'a gece karanlığında vermiştim» dedim.
Hz. Abbas'tan rivayet edildiğini göre şöyle demiştir: «Allah . bir zaman sonra bana o verdiğim fidyeden daha hayırlısını ihsan etti. Şu anda 20 tane kölem var. En zayıfı 20 bine gider. Allah bana Zemzem suyunu verdi. Onu tüm Mekkelilerin servetine değişmem. Son olarak da Rabbimden affedilmemi bekliyorum.»
(71) «Eğer sana hainlik yapmayı...»
Bu ayetin Tefsiri
Şayet esirler fidyeyi göndermemek, savaşmayacaklarına ve müşriklere yardım etmeyeceklerine dair verdikleri sözde durmamak şeklinde sana hainlik yapmayı kastederlerse hiç üzülme! Çünkü daha Önce de herkesten alınan ahdi (misakı) bozmak ve küfre girmek suretiyle Allah'a karşı hainlik yapmışlardı. Allah seni onlara (Bedir'de olduğu gibi) güç yetirecek raddeye getirdi. Eğer yeniden hainlik yaparlarsa Allah yine seni onlara musallat eder ve onları sana ezdirir.
(72) «Kuşkusuz
ki iman edip hicret edenler...»
Bu Ayetin Tefsiri
Sözkonusu muhacirler ile Allah'a iman ettikleri için kafirler tarafından ezilen ve yurtlarını Allah'ın düşmanlarına (Mekkeİüe-re) bırakmak zorunda kalan kimseler kastedilmektedir.
Malla cihad etmenin çeşitli biçimleri vardır. Hz. Peygamber' in döneminde silah, at, deve v\s. binekler alınırdı. Günümüzde ise bunların yerine gelişmiş muazzam propaganda araçları bulunmaktadır. Şuurlu müslümanlar İslâm uğruna mallarını bu araçların elde edilmesi için sarfetmelidirler. 2000 yılma girdiğimiz şu yıllarda bile çağın en korkunç silahı basm-yayındır. Gelişmiş ülkelerin hepsi bütçelerinin önemli bir kısmını bu sahaya tahsis etmek suretiyle en saçma düşünceleri bile yayma fırsatı elde etmektedirler.
Ayetteki atıflar vukubulan şeylerin sırasıyladır. Çünkü önce iman, sonra hicret sonra savaşa hazırlık maksadıyla malî cihad daha sonra da canlarla cihad meydana gelmiştir.
«Barındıranlar» ile «Ensar» kastedilmektedir. Onlar ki muhacirlere kucaklarını açmışlar, evlerini onlara vermişler, onları kendilerine tercih ederek onlara yardım etmişlerdir.
«îşte onlar birbirlerinin velileridirler» ifadesinde sözkonusu edilen velayet miras hususundadır. Nitekim İbn Abbas'tan, Hasan Basri, Mücahid ve Katade'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) muhacirlerle ensarı kardeş yapmıştır. Öyle ki muhacirlerden birinin velisi Medine'de bulunmadığı halde vefat ederse, Ensar'dan olan kardeşi onun mirasçısı olurdu. Muhacir olmayan akrabası ise ona varis olmazdı. Bu durum Mekke fethine kadar böyle sürdü. Fakat Fetih'ten sonra veraset artık nesebe bağlandı. Fetihten sonra da hicret yoktur. Bu yoruma göre velayet, hükmî yakınlıktan gelen veraset anlamında kullanılmıştır.
«İman ettikleri halde hicret etmeyen kimseler hicret edinceye kadar, onların velayetinden sizlere hiçbir şey yoktur.» Yani iman ettiği halde hicret etmeyen kimselere mirasta velilik yapamazsmız. En yakın akrabanız bile olsa onların mirasçıları olamazsınız.
«Velayet» kelimesini «vilayet» şeklinde okuyanlar da vardır. Bu masdar her iki okunuşta da aynı manayı, hissî, manevî yakınlık manasını içerir.
Ebu Ubeyde'ye göre velayet soydan gelen, vilayet ise sultandan gelen vazifedir.
Zeccac da velayetin yardım ve soy, vilayetin ise emirlik olduğunu söylemiştir.
Hicret etmeyen müslümanlar diğer müslümanlara yardım ettikleri takdirde müşriklere karşı onlara yardım etmek vacib-tir. [77]
(73) «Kafirler birbirlerinin velisidirler..
Bu Ayetin Tefsiri
İbn Abbas'a göre kafirler de bir diğerine mirasta velidir.
Katade ve İbn İshak buradaki veliliğin yardımlaşma hususunda olduğunu söylemişlerdir.
Bu ayet, müslümanlarla kafirler arasında karşılıklı yardımın, verasetin olmadığına delâlet eder. Yakın akrabalık da bu hükmü değiştirmez.
Kafir, müslümana kesinlikle mirasçı olamaz. Ancak müslüma-nın kafire mirasçı olabileceği şeklindeki görüş cumhur'u ulemanın görüşüne ters düştüğünden bir değer taşımaz.
«Eğer bunu yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesad olur» ifadesinde geçen «bunu» şeklindeki zamir daha önceki iki ayette geçen hükme racidir. Misaka, misakı korumaya, yardıma, yardım istemeye de raci olması mümkündür.
«Fitne», düşüncelerin çarpışması, imanın azalması ve küfrün ortaya çıkması, «büyük bir fesad» ise kanların akıtılması demektir. Bu görüş Hasan Basri'ye aittir.
(74-75) «İman edip hicret edenler, Allah yolunda...»
Bu Ayetlerin Tefsiri
Burada sözü edilen kimseler Hudeybiye sulhundan sonra hicret eden müslümanlardir ki bu hicrete ikinci hicret denilir.
«Sonradan,» yani ayetin inişinden veya Bedir Savaşı'ndan sonra iman eden, hicret edip sizinle cihad eden o kimseler «sizdendir,» ey Muhacir ve Ensar!
Bu ifade, daha önce hicret edenlerin mertebe bakımından önde olduklarına, sonradan hicret edenlerle aynı seviyede olmadıklarına delâlet etmektedir. Nitekim hitabın onlara yönelik olması da bu yorumu desteklemektedir. Bu taksime göre müminler dört sınıfa ayrılırlar ve veraset sadece önceki iki kısım arasında söz-konusudur,
«Rahim sahihleri Allah'ın kitabında birbirlerine daha yakındırlar» ifadesi neseb bakımından yakın olanların, verasette yabancı olanlardan daha evla olduğuna delâlet eder.
«Allah'ın Kitab'ı, ya Allah'ın hükmü veya Levh-i Mahfuz'dur.
İbn Merduveyh, İbn Abbas'tan, hicretten sonra müslümanla-nn Medine'de birbirlerine mirasçı olduklarını ama sonradan bu. hükmün mezkur ayetle neshedildiğini rivayet etmektedir.
«Rahim sahihleri» feraiz .alimlerine göre birbirlerine mirasçıdırlar. Bu ayetle hicretten sonra ortaya çıkan veraset hükmü kaldırılmıştır. Yakınlığın olup olmadığı ayırdedilmeden genel bir ifade kullanılmakla adları verilmeyenlerin de bu yakınlık içine girmesi sağlanmış olmaktadır.
îbn Mesud, bu ayetten, azad edilmiş köleden (mevladan) asıl akrabaların daha evla olduğu hükmünü çıkarmıştır. Ancak İbn Abbas, İbn Mesud'un bu fetvasını işittiğinde, «Ne kadar uzaklara gitmiş! Mirası birbirlerinden muhacirler alırlardı, göçebeler değil. Sonra da bu ayet inmiştir» diyerek ona muhalefet etmiştir. İbn Abbas'tan başka İbn Mesud'un bu fetvasına muhalefet eden başka sahabiler de bulunmaktadır.
«Allah'ın Kitabı» sözcüğü ile Nisa süresindeki miras ayetlerinin kastedilmesi durumunda, Rahim sahiblerinin mirasçı kılınmalarını destekleyen bir ayet olur. [78]
ENFAL SURESİNİN SONU
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/370.
[2] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 9, sh: 158-159
[3] Bu terim gramatik bir terimdir. Yani Cer harfi
düşüriilür onun mecruru direk daha önceki fiile meful [nesne] olur. Böylece
konumuz olan «Yeseluneke ânilenfali» ayeti, «Yeselunekel-Enfale» tarzında
okunur.
Hazf: Harf-i Cer'in
düşmesi, isalde; mecrur'un daha önceki kelimeye bağlanması demek
[4] Hatib Şirbini, Es Sirac'ul-Münir, cilt: 1, sh: 551-552
[5] Fahreddin Razi, Mefatih'uİ-Gayb, cilt: 1, sh: 551-552
[6] Kurtubi, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 7, sh: 362-364
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/371-384.
[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/384-386.
[8] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 9, sh: 166-167
[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/386-391.
[10] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 9, sh: 167
[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/391-400.
[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/402.
[13] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt:3, sh: 14-15
[14] İbn Kesir, Tefsir'uI-Kur'an'iî-Azİm, cilt: 3, sh: 285
[15] Kurtubi, Ahkam-ul-Kur'an, cilt: 7, sh; 372
[16] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 21
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/403-417.
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/419.
[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/420.
[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/420-421.
[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/421-425.
[21] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 24-25.
[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/425-431.
[23] Fahruddin Razi, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 4, sh: 533-534
[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/431-434.
[25] Cemel Vakası Hz. Ali ile Hz. Aişe arasında Basra'da
meydana gelmiştir. Savaşı Hz. Ali'nin ordusu kazanırken Aşere-i Mübeşşere'den
olan Hz. Talha ve Hz Zübeyr bu savaşta
öldürülmüşlerdir. Muharebe Hz. Aişe'nin e devesinin bulunduğu yerde
şiddetlendiğinden, bu olaya Cemel Vakası adı verilmiştir
[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/434-435.
[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/437.
[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/438-439.
[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/439-443.
[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/443-446.
[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/446-447.
[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/447-452.
[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/452-456.
[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/456-460.
[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/462.
[36] Alusi, Ruh'ul-Meani, Cilt: 9, sh: 202-203.
[37] îbn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, Cilt: 3, sh: 315
[38] Alusi, Ruh'ul-Meani, Cilt: 9, sh: 206
[39] AIusi, Ruh'ul-Meani. Cilt: 9, sh: 207
[40] Ibn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh:
319-320
[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/464-480.
[42] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/482.
[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/483.
[44] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 46
[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/483-489.
[46] Hazin, Mecma'ut Tefasir, cilt: 3, sh: 47-48.
[47] Hazin, Mecmau't Tefasir, cilt: 3. sh: 48
[48] Zemahşeri, Keşşaf, cilt: 2, sh: 169
[49] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 51
[50] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/489-498.
[51] Alusi, Ruh'ul-Meani. cilt: 10, sh: 10-13
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/498-499.
[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/501..
[53] İbn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh:
330-331
[54] Kureyşliler Allah'a inanıyorlardı. Ancak putlara
kendilerini Allah'a daha çok yaklaştırmaları için ibadet ettiklerini
söylüyorlardı
[55] İbn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh: 55
[56] Hazin, Mecma'ut-Tefsir, cilt: 3, sh: 56
[57] îbn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh: 234
[58] Kadı Beyzavi, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 57
[59] Nesefi, Mecma'ut-Tefasir, cil: 3, sh: 57
[60] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3. sh: 58
[61] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/502-510.
[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/412.
[63] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 61
[64] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 10, Sh: 25
[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/413-521.
[66] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 64
[67] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/521-525.
[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/527.
[69] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh:
65
[70] Kurtubi, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8, sh: 45
[71] Kurtubi, Ahkam'ul Kur'an, cilt: 8, sh: 46
[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/528-532.
[73] Kurtubî, Ahkâm'ul-Kur'an, cilt: 8, sh: 50
[74] Kurtubî, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8, sh: 50-51
[75] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/532-537.
[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/539.
[77] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 10, sh: 38.
[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/540-544.