ENFAL SÜRESİ 2

Meal 2

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 2

İslamda Küfürleşmenin Hükmü. 6

Îmanın Artıp Eksilmesi 7

İmanda İstisna Meselesi 8

Meal 11

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 12

Meal 16

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 16

Peygamber'in Küreyş Üzerine Attığı Toprak. 16

O Toprak Ne Zaman Atıldı 17

Ebu Cehl'in Duası 18

Kader Ve Cebir 20

Zülüm Sadece Zalime Felaket Getirmiyor 21

Meal 22

DİRAYET VE RİVAYET Tefsîrt 22

Ebullubabe'nin Tevbesi 23

Mekkeliler Peygambere Nasıl Bir Ceza Vermek İstediler 24

Hicret 25

Hz. Peygamber Aranıyor 25

Medine'ye Varış. 27

Mekr «Tuzak» Kelimesi Allah İçin Kullanılır Mı?. 28

Meal 29

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 30

Meal 35

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 35

Ganimetin Hükmü Ve Paylaştırılması 36

Fey Nedir?. 37

Hz. Peygamber'in (S.A) Rüyası 40

Meal 41

Dirayet Ve Rivayet Tefsîrî 41

Meal 44

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 44

Cihad İçin Beslenen Atlar Hakkındaki Hadisler 47

Meal 48

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 48

Bedir Esirleriyle İlgili Öne Sürülen Görüşler 50

Meal 51

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 52


ENFAL SÜRESİ

 

Meal

 

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

1- Sana enfal   (ganimet   malların)dan   sorarlar.   De   kî: «Ganimetler Allah'ın ve Rasûlündür.» Allah'tan sakının. Aranız­daki  (anlaşmazlığı)   düzeltin. Eğer mümin iseniz Allah'a ve Ra-sûlü'ne itaat edin.

2- Müminler ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri  ürperir.  Kendilerine  Allah'ın ayetleri okunduğu zaman, bu onların  imanlarını artırır.  Onlar sadece  Rablerine tevekkül ederler.

3- O kimseler ki namazı  dosdoğru kılarlar  ve kendileri­ne nzık olarak verdiğimizden harcarlar.

4- İşte gerçek müminler onlardır. Rablerinin katında on­lar için yüksek mertebeler, mağfiret ve kerim bir nzık vardır.

5- Rabbin seni evinden hak (savaş) için çıkardığında mü­minlerden bir grup bundan hoşlanmamıştı.

6- Öyle ki hak belli olduktan sonra sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi seninle mücadele ediyorlardı.

7- (Hatırlat)  o zamanı ki Allah iki taifeden birinin sizin olacağını size vaadetmişti. Siz ise kuvvetsiz ve silahsız olan tai­fenin  (kervanın)  sizin olmasını istiyordunuz. Allah ise kelimele­riyle hakkı yerine  getirmek ve kafirlerin sesini kesmek istiyor­du.

 8- Bunun nedeni de mücrimler istemese de Hakk'ı yerleş­tirmek, Bâtılı yok etmektir.[1]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

Enfal suresi Medine'de, Hicret'ten sonra nazil olmuştur. Bu, Zeyd bin Sabit ve Abdullah bin Zübeyr'den rivayet olunduğu gibi ayrıca îbn Abbas'tan da rivayet olunmuştur. Ebu Şeyh'in Said bin Cübeyr'den naklettiğine göre o, îbn Abbas'a bu surenin ne zaman indiğini sorunca İbn Abbas kendisine «Bu, Bedir süresidir». (Baş­ka bir rivayette: Bu, Bedir hakkında inen bir suredir) demiştir.

Bazı müfessirler bu surenin 30. ayeti müstesna Medine'de in­diğini, 30. ayetin ise Mekki olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş Mu-katil'den gelen bir rivayet ile teyid edilmeye çalışılmışsa da red­dedilmiştir. Çünkü İbn Abbas'tan 30. ayetin Medine'de nazil ol­duğuna dair sahih bir rivayet gelmiştir.

Bazıları ise «Ey Peygamber! Allah sana yeter (...)» ayeti müs­tesna diğerleri Medenîdir, demişlerdir. Nitekim Kadı İbn'ul-Arabi bu görüşü desteklemiştir. îbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre o, «Bu ayet Hz. Ömer müslüman olduğunda nazil olmuştur» de­miştir. (Bezzar).

Enfal suresi Şamlıların sayımına göre 77, Basra ve Hicazlıla-nn sayımına göre 76, Kufelilerin sayımına göreyse 75 ayettir.

Enfal suresi ile A'raf suresi arasındaki ilişki şudur: A'raf su­resinde nasıl marufun emredümesiyle ilgili ayet varsa Enfal'de de bu türlü birçok emir vardır. A'raf'ta peygamberlerin kavimleriy­le aralarında geçen olaylara nasıl yer verilmişse Enfal suresinde de Hz. Peygamber (s.a) ile kavmi arasında cereyan eden olaylara yer verilmiştir. Ayrıca A'raf suresinde Firavun ve efradı ile benzerlerinin olayları ve başlarına gelenler ayrıntılı bir şekilde anlatılmış, ama Enfal suresinde daha kısa ve kapalı bir şekilde be­yan edilmiştir. Bundan başka A'raf suresinde kafirlerin Kur'an hakkındaki çirkin iddialarına da yer verilmiştir.

İbn Abbas'ın sorusu ile Hz. Osman'ın buna verdiği cevab bu konuda hüccet olmadığı gibi İmam Suyuti'nin sureler arasındaki münasebetler bağlamında ortaya koyduğu ilk yaklaşım, zahitte uygun değildir. Çünkü İbn Abbas'ın sorusundan anlaşıldığına gö­re «besmele»rû.n Tevbe suresinin başına konmayışı ictihadîdir. Oysa bunun tam tersinden istifade edilmektedir. Yunus suresinin yedi uzun surenin sonuncusu olduğunun söylenmesi hakkında da ittifak edilmiş değildir. Aksine bu sadece Mücahid ve İbn Cerir'in görüşüdür. Ayrıca bir de İbn Abbas'tan gelen bir rivayet vardır. Hakimin naklettiği bir başka rivayette uzun surelerin yedincisi olarak Kehf suresi gösterilmiştir. Suyuti'nin «Itkamnnda, belirtti­ğine göre bir cemaat uzun surelerin birincisinin Bakara, yedinci­sinin de Tevbe suresi olduğunu söylemiştir. İbn'ul-Esir, «Nihaye» sinde bu husus üzerinde durmuştur. Firuzabadi'nin «Kamus»un-da zikrettiğine göre bir grup da Enfal ile Tevbe surelerinin bir su­re olduğunu ve uzun surelerin yedincisini teşkil ettiklerini öne sürmüştür.  [2]

(1)   «Sana enfal (ganimet mallannjdan sorarlar...»

Bu Ayetin Tefsiri :

Enfal, «nefl»m çoğuludur ve ziyade, fazlalık, anlamındadır. Burada ise ganimet anlamında kullanılmıştır. Bununla müminle­rin imamının savaşçılara ganimetteki   paylarından   vermek üzere vaadettiği fazlalık kastedilmiştir. Mesela imamın «Düşmanın si­lahı, atî, elbiseleri ve topraklan onu öldüren kimsenindir» veya «Şöyle şöyle yapana ganimetten fazla olarak şu kadar verilecektir» demesi gibi.

Savaş alanında yararlı bir harekette bulunan kimseye imam tarafından verilen ödülün adıdır, Enfal. Ganimete de «Enfal» de­nilmesinin nedeni, Allah Teâlâ'nm vücubiyet olmaksızın onu müs-lümanlara vermesidir.

İmam, «Ganimete 'enfal' denir. Zira müslümanlar ganimet al­maları nedeniyle diğer ümmetlerden üstün tutulmuşlardır. Gani­met daha Önceki ümmetlere helal değildi» demiştir. Nitekim bir hadiste ganimetin Önceki ümmetlere haram olduğu ve Allah Teâlâ' nın onu bu ümmete ihsan ettiği bildirilmiştir.

Bazıları da ganimete «enfal» denilmesi, cihadın asıl, meşruiy-yet sebebinden fazla bir şey olması dolay ısıyladır, demişlerdir. Çünkü cihadın asıl meşruiyyet sebebi, Allah'ın kelimesini, İslâm' m mahremiyyetini ve topraklarını korumaktır. Ganimete gelince, işte o tüm bunlardan fazla olarak Allah tarafından müslümanlara verilmiştir.

Enfal ile ganimetlerin kastedildiği şeklindeki görüş İbn Ab-bas, Mücahid, Katade, Dahhak ve İbn Zeyd'den rivayet edilmiş ve b,unu sahabeden başkaları da nakletmiştir.

«Sorarlar», ile onların bilgi almak için sordukları kastedilmiş­tir. Nitekim müfessirlerden bir grup da bunu böyle yorumlamıştır.

a) İmam Ahmed'e göre, Tevbe suresinde «besmele» yoktur. O, tamamlayıcısı ve devamı olması amacıyla Enfal suresinden son­ra konulmuştur. Bu yüzden seleften bir grub; «onların ikisi bir suredir» demişlerdir.

b) Tevbe suresi uzun olduğundan dolayı, Enfal suresinin he­men sonrasına konmuştur. Çünkü daha önce geçen altı sureden sonra, en uzun sure Tevbe'dir. Bu da onun Enfal suresinin arka­sına konması için yeter bir sebeptir,

c) Şayet Ubey bin Ka*b'ın mushafında olduğu gibi, Enfal ve Tevbe sureleri tehir edilip Yunus suresi onlardan önceye konulup, Tevbe'den sonra da Hud suresi getirilseydi ve en sonunda da bu­nun yedi uzun surenin ardısıra gelmesi için yapıldığı iddia edil­seydi; işte o zaman Yunus suresine en uygun olanı kendisinden sonraki beş sure ile beraber gelmek olacaktı. Çünkü Yunus suresi sözkonusu beş sureyle peygamber kıssalarını içermek, «elif lam ra» ile başlamak, «el-Kitab» kelimesini ihtiva etmek ve ayrıca Hic­ret'ten önce nazil olmak bakımından ortak özellikler taşımakta* dır.

tmam Suyuti, bunları zikrettikten sonra şöyle demiştir: «îbn Mesud kendi mushafında, sırasıyla Bakara, Nisa, Alu İmran, A'raf, En'am, Maide ve son olarak da Yunus suresini getirmekle yedi uzun sureyi dikkate alarak en uzun olanını en öne koymuş ve ardından «yüzlük» denilen sureleri getirmiştir. Yine sırasıyla Tevbe, Nahl, Hud, Yusuf, Kehf surelerini koymuştur. Böylece en uzun sureyi öne alırken Enfal suresini Nur suresinden sonra ge­tirmiştir. Enfal ile Nur suresinin îbn Mesud mushafında yan yana gelmesi, her ikisinin de Medenî yani Hicret'ten sonra nazil olma­ları nedeniyledir. İkisi de ahkâm ayetlerini içermektedir. Nur su-resinde, «Sizden iman edip salih amel işleyenlere Allah, kendileri­ni yeryüzünde halife kılacağım vaadetmektedir.» ayeti bulunması­na karşın Enfal suresinde de «Hatırlayın o samanı ki sizler (sayı­ca) azdınız. Yeryüzünde eziliyordunuz (..,)» ayeti vardır. Bu iki ayet arasındaki alâka birincisinin va'dı içermesi, ikincisinin de bu­nu zikretmesi bakımından apaçıktır.

Alusİ, Suyuti'nin yukardaki görüşlerini böylece naklettikten sonra ardından şunları ekliyor: Onun Enfal Suresinin buraya ko­nulmasının tevkifi olmadığım söylemesi, oldukça uzak bir ihtimal­dir. Nitekim bu, daha önceki mukaddimede îbn Abbas'ın soru­sundan ve Hz. Osman'ın cevabından da anlaşılmaktadır.

«Sorarlar» ibaresinin hangi mânâlara geldiğinden daha önce kısaca bahsedilmişti. Bir grup müfessire göre; bununla bilgi al­mak kastedilmiştir. Nitekim «an» harf-i çeri ile tadiye olunması da bunu desteklemektedir. Ancak asıl olan tevile başvurmamaktır. Ayrıca nüzul sebebi sayılan ve Ahmed bin Hanbel tarafından Uba-de bin Samit'ten rivayet edilen şu hadis de bunu teyid etmektedir: «Müslümanlar Bedir ganimetleri hakkında ihtilafa düşerek Hz. Peygamberce ganimetin nasıl paylaştırılacağını, Ensar'a mı, muha­cirlere mi yoksa hepsine mi verileceğini sormuşlar ve bunun üze­rine ayet nazil olmuştur.»

Bazı müfessirler de «sana sorarlar» ifadesinin «Senden ister­ler» anlamına geldiğini, Enfal ile savaşçıfara paylarından fazla ola­rak verilen bölümün kastedildiğini ve ayetin nüzul sebebinin de zikredilenden başka olduğunu öne sürmüşlerdir.

Abdurrezzak (Musennef'inde) ve ayrıca Abd bin Humeyd ile îbn Merduveyh, İbn Abbas'tan şöyle bir rivayet nakletmişlerdir: «Hz. Peygamber (s.a) Bedir gününde, 'Bir kâfir öldürene şöyle şöyle, bir esir getirene de şöyle şöyle mükâfatlar var' diye buyu­rur. Daha sonra Ebu'1-Bişr bin Amr el-Ensarî iki" esir getirerek «Ey Allah'ın Rasûlü! Bize va'dde bulunmuştun» der. Bunun üze­rine ayağa kalkan Sa'd bin Ubade'riin «Ey Allah'ın Rasûlü! Eğer, va'dettiğini bu adamlara verirsen ashabına hiçbir şey kalmaz. Biz ecir istemediğimizden veya düşmandan korktuğumuzdan değil se­ni korumak ve düşmanın arkadan gelip sana zarar vermesini Ön­lemek için geride kaldık» demesi üzerine sahabe arasında tartışma başlar ve bu ayet nazil olur.

Ayeti bu şekilde yorumlayanlar «an» harf-i cer'inin zaid olduğunu söylemişlerdir. Delil olarak da tbn Mesud, Sad bin Ebi Vak-kas, Hz. Hüseyin, îmam Zeyd, İmam Muhammed Bakır, İmam Cafer-i Sadık ve Talha bin Musrefin «anvsız okuduklarını öne sürmüşlerdir. Ancak bu iddia şu şekilde cevablandınlabilir: Bu mesele hazf-u lsal [3] kabilindendir. Başka bir kıraatta sakıt oldu­ğunu öne sürerek mütevatir kıraatte sabit olan «an»m zaid oldu­ğunu söylemek, mütevatır kıraatta sabit olduğu için, başka kıra­atta onun mukadder olduğunu söylemekten daha evla değildir. Hatta bazı müfessirler «Ân'ı iskat eden kıraati, «an»m manen İra de edilmesine hamletmek daha uygundur. Zira harfi, zahirde haz­fedip manen irade etmek onu tekid için zaid kılmaktan daha ko­laydır» demişlerdir. Fakat «an»m. zaid olduğuna dair bu açıklama, «De ki; Ganimetler Allah'ın ve Rasûl'ündür» cevabına ters düşer. Çünkü bu cevab ile bu işin sorumluluk ve hükmünün Allah'a ve Rasûlün'e verilmesi kastedilmiştir. Peygamber, ganimetleri Al­lah'ın emrettiği gibi paylaştırır "e hiç kimse buna müdahele ede­mez. Zira hükmün temeli «Sormak istemek anlamındadır» gö­rüşüdür. Eğer başta sormak, istemek anlamında olsaydı, «Ve ki: Ganimetler Allah'ın ve Rasûl'ündür» cümlesi ona cevab olmazdı. Çünkü onlara şart koşulan hükmün Allah ve Resûl'e tahsis edil­mesi Hz. Peygamber'in onlara bundan vermesine ters düşmemek­le, aksine bunu tesbit etmektedir. Onlar şartın gerektirdiği şekilde, Hz. Peygamber'den (s.a) isterler. Bu şart da peygamberden Allah' in izniyle sadır olmuştur.

Sa'd bin Ebi Vakkas'tan şöyle rivayet edilmiştir: «Bedir gü­nünde kardeşim Umeyr şehid edildi ve ben de onun intikamım al­mak için Said bin As'i öldürdüm. Said'in kılıcını aldım. Hoşuma gitmişti. Bu yüzden Rasûlüllaha giderek «Allah bana fırsat vermektir.

suretiyle göğsümü, müşriklerin kininden şifaya kavuşturdu. (İn­tikamımı almış oldum). Bana bu kılıcı hibe et» dedim. O da «Bu kılıç ne benim ne de senindir. Onu ganimet mallarının arasına koy» diye cevab verdi. Ben de dediğini yaptım. İçimde Allah'tan başkasının bilemeyeceği bir kinle doluydum. Bu yüzden kardeşi­min öldürülmesinden (dolayı zaten üzgün iken) öldürdüğüm ki­şiden aldığım kılıcın elimden gitmesine çok içerlemiştim. Oradan biraz uzaklaşmıştım ki Enfal suresi nazil oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), «Ey Sa'd! Benden kılıç istediğinde o benim de­ğildi. (O yüzden vermedim). Ama şimdi benim oldu, git o kılıcı al» dedi.

İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, Bedir günü Hz. Pey­gamber (s.a) «Bir düşman öldürene veya bir esir getirene şu şu mükâfatlar vardır» dedi. Yaşlı sahabiler sancakların altmda ve Hz. Peygamber'in yanında durmuşlar, gençler ise kafirleri öldürmeye, ganimetleri almaya koşmuşlardı. Bunun üzerine yaşlı olanlar, gençlere: «Bizi de kendinize ortak yapın. Çünkü biz sizin arka-nızdaydık. Şayet sizlere bir şey olsaydı (kaçsaydınız) veya bir za­fiyet gösterseydiniz, bize sığınacaktınız» dediler. Ve meseleyi gidip Hz. Peygamber'e aktardılar. Hz. Peygamber de (s.a) ganimetleri onlar arasında eşit bir şekilde paylaştırdı. (İbn Ebi Şeybe, Ebu Davud, Nesei, İbn Cerir, Îbn'ul-Munzir, îbn Hibban, Ebu Şeyh, Beyhaki ve Hakim)

Ebu Umame'den rivayet olunduğuna göre o, Ubade bin Sa-mit'ten «Enfahnn ne anlama geldiğini sorar. Hz. Ubade ise şöyle cevab verir: «Bu ayet Bedir ashabı hakkında nazil olmuştur. Biz ganimet konusunda ihtilaf etmiştik ve o hususta ahlâkımız kötü­leşmişti Allah Teâlâ bu ayetle, ganimeti elimizden alıp Rasûlü'ne teslim etti. Rasûlü de ganimetleri müslümanlar arasında eşit bir şekilde paylaştırdı.» (İmam Ahmed, Abd bin Humeyd, İbn Cerir, Ebu Şeyh, îbn Merduveyh, Hakim ve Beyhaki)

Tüm bu rivayetler cezalandırmanın daha önce olduğuna delâ­let eder.

Hatib Şirbinî tefsirinde şunları söylemektedir: Müfessirlerin çoğu bu ayetin sebebi nüzulü olarak Bedir ganimetleri üzerinde sahabenin ihtilaf etmiş olmasını ve ganimetlerin nasıl paylaştırı­lacağı hususunda ortaya çıkan anlaşmazlığı göstermiştir. Yani gençler fiilen savaştıkları için ganimetin kendi haklan olduğunu, ihtiyarlar ise arkada bulunduklarını; zira kaçmaları halinde on­ların kendilerine sığınacaklarını, bu yüzden de kendilerinin de ga­nimette haklan olduğunu söyleyerek ihtilaf ettiler ve bu ayet na­zil oldu.

Bazı rivayetlere göre, bu ayet müşriklerden müslümanlara sa­vaş olmaksızın ele geçen köle, cariye ve ticarî mallar hakkında nazil olmuştur. Yani savaş olmaksızın müşriklerden alman bu tür şeylerde Hz. Peygamber dilediği şeküde davranır, dilediği yere ve­rirdi.

Bu ayetin nesh olup olmadığı hususunda da ihtüaf edilmiştir. Mücahid ve îkrime'ye göre bu ayet mensuhtur. Onu nesneden ise «Biliniz ki ganimet olarak elde ettiğiniz şeylerin beşte biri Allah ve Rasûlün'ündür.» ayetidir. Yani ganimetler o gün Hz. Peygam-ber'in olmuş ve Allah onu sonra beşte bir ayetiyle neshetmiştir.

Bazılan da bu ayetin bir yönden nâsih, bir yönden de men-suh olduğunu öne sürmüşlerdir. Şöyle ki: Ganimetler daha önceki ümmetlere, önceki peygamberlerin şeriatlarında haramdı. Bu ayet­le Allah Teâlâ ganimetleri Ümmet-i Muhammed'e helal kıldığı için önceki peygamberlerin bu konudaki şeriatlarım nesh etmiş oldu. Daha sonra da «beşte bir» hükmüyle bu ayet nesholundu.

Zeyd bin Eşlem, «Bu ayet sabittir, neshedilmemiştir. Ayet ga­nimetlerin Allah'ın ve Rasûlü'nün olduğuna ve Hz. Peygamber'in (s.a) onlan Allah'ın emrettiği yerlere sarfedeceğine işaret etmek­tedir. Nitekim Allah Teala, «Bilin ki ganimet olarak ele geçirdik­lerinizden beşte biri muhakkak Allah'ın ve Rasûlü'nündür.»   ayetiyle ganimetlerin nerelere sarfedileceğini beyan etmiştir» demek­tedir.

Allah ile Peygamber'in bir arada zikredilmesinin nedeni soru. labilir: Bunun nedeni ganimetin hükmünün Allah'a vö yine O'nun emriyle Hz. Peygamber'e mahsus olmasıdır. Hz. Peygamber (s.a) ganimeti Allah'ın hikmeti gereğince paylaştırır, O'nun emrini uy­gular ve bu hususta hiç kimsenin görüşüne başvurmaz.[4]  

Fahruddin Eazi, «enfal» ile ganimetlerin, ganimetler ile de kafirlerden ele geçirilen malların kastedildiğini söyler. Enfal ile başka anlamların kastedilmiş olması ihtimal dahilinde ise onun ganimet anlamına geldiği birkaç yünden sabittir:

1) Hz. Peygamber (s.a) Bedir Günü'nde ganimet olarak el­de ettiğini orada hazır bulunanlara ve bulunmayanlara da paylaş-tirmıştır. Üçü muhacirler'den, beşi de ensardan olmak üzere ora­da hazır bulunmayan sekiz kişi vardı. Muhacirlerden biri Hz. Os­man'dı. Hanımı  ki aynı zamanda Hz. Peygamber'in kızıydı— hasta olduğundan Medine'de bırakılmıştı. Diğer ikisi de Talha ile . Said bin Zeyd'di. Hz. Peygamber onları Kureyş kervanı hakkında bilgi toplamalan maksadıyla Şam tarafına göndermişti. Enşar'dan olan beş kişiye gelince, birincisi Hz. Peygamber'in (s.a) Medine' ye vali olarak tayin ettiği Ebu Lübabe, ikincisi yine Hz. Peygam­ber'in El-Aliye'ye idareci olarak tayin ettiği Asım, üçüncüsü Hz. Peygamber'in   Er-Rehava'dan   hakkında   kulağına  bilgiler   gelen Amr bin   Avf'a elçi olarak gönderdiği Hars bin Hatib, dördüncü­sü Er-Ravaha'da hastalandığı için Bedir'e katılamayan Hars bin Simme, beşincisi de Havat bin Cübeyr'dir. İşte bu kimseler Be-dir'de bulunmadıklan halde Hz. Peygamber kendilerine ganimet­ten pay vermiştir. Onların dışındaki sahabilerin arasında müna-zaâ\plması üzerine mezkur ayet inmiştir.

2) Enfal'in ganimet dışında başka bir anlama delâlet etmesi ihtimaline gelince, bu konuda birçok görüş öne sürülmüştür:

a) İbn Abbas'a göre, enfal ile müslümanlann müşriklerden savaş olmaksızın ele geçirdikleri hayvanlar, köleler ve ticari mal­lar kastedilmiştir. Onun hükmü Hz. Peygamber'e aittir. O, dile­diği yere bunları dağıtabilir.

b) Enfal ile Allah'ın humus ehline verdiği beşte bir kastedil­miştir. Bu görüş Mücahid'e aittir. O; «Humsun (beşte birin) so­rulması üzerine bu ayet nazil olmuştur» demektedir.

c) Enfal ile öldürülen düşmandan alman silah, para ve el­bise kastedilmiştir. Bu savaşa teşvik maksadıyla askerlere gani­metteki paylarından fazla olarak verilir. Mesela İmam, «Kim bir düşman öldürürse ondan ele geçirdiği mallar kendisinindir» veya bir müfrezeye «Ele geçirdiklerinizin hepsi veya yansı ya da üçte biri, dörtte biri v.s sizindir» diyebilir. Bu beşte bir, ikinci defa beşe taksim olunamaz.

Ayet yukardaki tüm şekillerde yorumlanabilir. Birini diğerine' tercih etmemizi sağlayacak bir delil yoktur. Şayet haberlerde bu ihtimallerden birini açıkça destekleyen bir karine varsa onunla hükmedilir. Aksi takdirde hepsi de muhtemeldir. Bunların her birinin olduğu gibi hepsinin birden kastedilmesi mümkündür. Aralarında herhangi bir tenakuz veya bir çelişki yoktur. Zihne en yakını, bununla Peygamber'in (s.a) ganimetin elde edilmesinden önce veya sonra, ganimetin tümünden başkalarına tayin ettiği pa­yın kastedilmesidir. Bu onun için caizdir ve tıpkı savaşın başın­da veyahut döğüş anında birisinin, var gücüyle çaba harcaması için katile öldürdüğü kimsenin üzerindekileri vermeyi veya orada bu­lunanlardan bazılarına kendine ait beşte birden bir kısmını va-dettiği gibi o da sahabileri böylece cihada teşvik, nefislerini tak­dirde «De ki: Ganimetler Allah'ın ve Rasûl'ündür» ayetiyle mücahidlerin haklarından fazla olan mallar kastedilmiş olmaktadır.[5]  

Alimler «en/aZ»in mahiyeti ve nereden   verileceği   hususunda dört görüş öne sürmüşlerdir:,

1) Enfal, kafirlerden müslümanlara kaçan hayvanlar, köle­ler veyahut savaş olmaksızın müşriklerden   ele geçen   mallardır. Yani enfal buralardan, verilir.

2) Enfal, ganimetin beşte birinden (hums) sağlanır.

3) Hums'un, humsu (beşte birin beşte biri) ile karşılanır.

4) Ganimetin aslından alınır. İmam dilediği şeküde ganimet­ten dilediği kadar alır ve dilediğine verir. İmam Malik, enfal'in îmam'ın (devlet başkanının)   içtihadına dayanarak   beşte birden vermiş olduğu mallar olduğunu, geri kalan beşte dört hakkında ise bir nefyin bulunmadığını söylemektedir. O buna, ganimetin as­lından nefl verilmeyeceğini, zira neflin sahibinin savaşçılar oldu­ğunun bilindiğini, İmam'ın ise beşte birden vermesinin kendi içti­hadına bağlı olduğunu eklemektedir. Beşte birin ehli ise bilinme­mektedir. Nitekim Hz.   Peygamber   (s.a),   «Allah'ın size ganimet olarak verdiği malda, benim beşte birden başka hakkım yoktur. Beşte bir ise size yeniden geri dönmüştür» buyurmuştur. Dolayı­sıyla nefl'de Hz. Peygamber'in (s.a> dışında başkasının hakkının olması mümkün değildir. O da zaten beşte birdir. İmam Malik'in mezhebinde tercih edilen görüş budur. Başka bir rivayette de beş­te birin beşte birinden nefl'in verilebileceği nakledilmiştir ki bu, Said bin Museyyeb, İmam Şafii ve İmam Hanife'nin görüşüdür.

İhtilaf İbn Ömer hadisinden neşet etmektedir. İmam Malik bu hadisi- şöyle rivayet ediyor: «Hz. Peygamber (s.a) Necid tara­fına bir askerî müfreze gönderdi. Onlar birçok deveyi ganimet olatak getirdiler ve paylarına onikişer veya onbirer deve düştü. On­lara nafile olarak birer deve daha verildi.» îmam Malik hadisi, görüldüğü gibi sayı bakımından şüpheli olarak (onbirer veya on­ikişer şeklinde) rivayet etmiştir. Bu şüphe Yahya'nın îmam Ma­likten olan rivayetinde vardır. Velid bin Müslim dışında Muvatta' in diğer ravileri bu konuda Yahya'ya tabi olmuşlardır. O, İmam Malik ve İbn Ömer kanalıyla şöyle rivayet ediyor: «Onların payla­rına onikişer deve düştü ve ayrıca onlara nafile olarak birer deve daha verildi.» Görüldüğü gibi bu rivayette «onikişer» veya «onbi­rer» şeklinde şüpheli bir ibare yoktur. Yine Velid bin Müslim, Ha-tem bin Nafi, Şuayb, JSTafi ve İbn Ömer kanalıyla şöyle bir rivayet­te bulunmaktadır: «Hz. Peygamber (s.a) bir askerî birlik içerisin­de beni de Necid'e gönderdi.» Velid'in rivayetinde bu birlikteki asker sayısı 4.000'dir. Aralarından bir müfreze ayrılıp gider. «îç-lerinde ben de vardım» diyor İbn Ömer. Askerlerinin her birinin payına on iki deve düşer. Ancak müfrezedekilere nafile olarak bi­rer deve daha verilir. Böylece onların paylan onüçer deve olmuş olur. (Ebu Davud). İşte «enfal»in humus'tan verildiğini söyleyen­ler bu hadisle istidlal etmişlerdir. Bunun açıklaması şu şekilde­dir: Şayet bu müfreze on kişi kabul edilirse yüzelli deve ganimet ele geçirilmiş demektir. Yüzelli'nin beşte biri otuz deve eder ve geriye yüz yirmi deve kalır. Bu on kişi arasında taksim edildiği za­man her birine onikişer deve düşer. Sonra da kendilerine hums' tan (otuz deve içinden) birer deve daha verilir. Çünkü otuzun beş­te biri on etmez. On kişi için sonucun bu olduğu bilindikten sonra yüz kişi, bin kişi ve daha fazlası için de ne olduğu bilinir.

Enfal'in, hums'un hums'undan verileceğini öne sürenler şöy­le demişlerdir: Orada develerin dışında, elbiseler ve satılacak ti­cari malların da olması mümkündür. Kendisine verilecek deve kalmayan kimselere devenin değeri ölçüsünde o mallardan veril­miştir. Bunu Müslim'deki bir hadis desteklemektedir: «Biz gani­met olarak deve ve koyunlar ele geçirdik.» Görüldüğü gibi gani­met içinde develerin dışında koyunlar da bulunmaktadır. İbn İshak bu hadis ile ilgili olarak Emir'in ganimetin paylaştırılmasın* dan önce «Enfal»i onlara verdiğini öne sürmektedir. Bu, enfal'in ganimetin aslından verilmiş olmasını gerektirir. Dolayısıyla da İmam Malik'in görüşünün aksinedir. Ebu Ömer bu görüşü, onu öne sürenlerin hadis hafızları olması nedeniyle daha tercihe şayan bulmaktadır.

Mekhul ve Evzai, ganimetin üçte birinden fazlasının nefl ola­rak verilemeyeceği görüşündedir. Bu ayni zamanda cumhuru ule­manın da görüşüdür. Evzai, savaşçılara ganimetin üçte birinden fazlasının va'dedilmesi durumunda, va'din yerine getirümesi ve bunun ganimetin beşte birinden ayrılıp verilmesi gerektiğini söy­lemiştir.

îbn Ömer hadisinin delâlet etmesinden anlaşıldığına göre, or­dudan ayrılan bir müfrezenin elde etmiş olduğu bir ganimet üze­rinde ordunun tüm fertleri ortaktır. Bu, Şuayb'ın Nafi'den riva­yet ettiği hadisten başka bir yerde zikredilmemiş bir mesele ve hükümdür. Bu hususta alimler ihtilaf etmemişlerdir.

İmam'm savaş öncesi «Kaleyi yıkana şu kadar, falan yere ula­şabilene şu kadar, birini öldürene şu kadar, bir esir getirene şu kadar verilebilir» v.s kabilinden teşviklerde bulunması hususunda ihtilaf edilmiştir. îmam Malik'e göre bu mensuhtur. Zira bu tak­dirde dünya uğrunda savaşılmış olmaktadır. Dünya uğrunda sa­vaşmak ise caiz değildir. Ancak İmam Sevri'ye göre caizdir. Nite­kim bu görüşü destekleyen bir merfu hadis İbn Abbas'tan rivayet-edilmiştir. «Hz. Peygamber (s.a) Bedir Günü, 'Bir kafir öldürene şu vardır, bir esir getirene'şu vardır' demiştir.»

Yine îkrime'nin îbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre Hz. Pey­gamber (s.a), «Kim şöyle şöyle yapar, şöyle şöyle bir yere ulaşa-bilirse ona şu kadar vardır» diye buyurur. Bunun üzerine gençler savaş meydanına hızla   dalarlar, yaşlılar da sancaklar ile birlikte geride kalırlar. Savaş zaferle sona erince, gençler gelip kendileri­ne vaadedilen şeyleri isterler. Yaşlılar ise kendilerine eOnu tama* men alıp bizi mahrum bırakmayın, zira biz de sizler için arkada bekledik' derler. Bunun üzerine Allah Teâlâ da «Aranızdaki (an­laşmazlığı) düzeltin» ayetini indirir. (İsmail bin îshak'tan da ri­vayet edilmiştir.)

Hz. Ömer'den rivayet edildiğine göre O, Şam'a gitmek niyetin­de olan Abdullah oğlu Cerir el-Beceli, kabilesi ile beraber geldi­ğinde, ona, «Kûfe'ye gidip de hums'tan sonra ganimetin üçte birini almak istiyor musun? Her araziden ve esirden bunu alacaksın» demiştir. Şam fakihleri bununla istidlal etmişlerdir. Evzai, Mek-huî, İbn Hayyeve ve diğerleri de bu görüşü desteklemişlerdir. On­lara göre hums ganimetin tümündendir. Nefl ise beşte birden son­radır. Bunun sonrasında ganimetler ordu arasında paylaştırılır. İshak bin Rahuveyh, İmam Ahmed ve Ebu Ubeyde bu görüştedir. Ebu Ubeyde ayrıca «Bugün insanlar, ganimette beşte bir almazdan önce nefl'in olmadığı kanaatindedir» demiştir. İmam Malik, bir devlet başkanına herhangi bir müfrezeye, «Gidin, ele geçirdiğini­zin üçte biri sizindir» demesinin caiz olmadığı görüşündedir. O aslında başda böyle demenin caiz olmadığını söylemek istemiştir. Buna rağmen eğer bırakırsa geçerli olur ve geri kalanda da onla­rın paylan vardır[6].  

 

İslamda Küfürleşmenin Hükmü

 

«Allah'tan sakının, aranızdaki anlaşmazlığı düzeltin» ifadesi­nin tefsirinde Süddi, buna «birbirinize sövmeyin» anlamı ver-mektedir. Ibn Kesir bunu naklettikten sonra Hafız Ebu Ya'la'nın Müsned'inde rivayet ettiği bir hadisi zikretmektedir: «Bir defasın­da Hz. Peygamberdin (s.a) otururken güldüğünü gördük, öyle gül­dü ki mübarek dişleri göründü. Ömer: «Ey Allah'ın Rasûlü! Anam babam sana feda olsun. Seni (bu kadar) güldüren nedir? diye sor­du. Hz. Peygamber (s.a), «Beni güldüren ümmetimden iki kişidir. İzzet sahibi olan Allah'ın huzurunda diz çöktüklerinde biri, 'Ey Rabbim! Senin için bana yapılan zulmün intikamını şu kardeşim, den al' der. Allah Teâlâ da o kimseye 'Bunun zulmünü ver' deyin­ce, o, 'Ya Rabbi! Benim hasenatımdan başka bir şeyim kalmadı ki vereyim?' der. Alacaklı, 'Ey Rabbim! O halde onun yerine be. nim günahlarımdan alsın' der. (Ravi bu sırada Hz. Peygamber'in gözyaşlarının akıp ağlamaya başladığım ve 'Kuşkusuz insanlar, kendilerinin yerine günahlarını yüklenenlere muhtaç olur' dediği­ni söylemektedir). Allah Teâlâ bunun üzerine hakkını isteyen ku­luna, 'Başını kaldır da cennetlere bir bak' der. O da bir bakar ve 'Ey Rabbim! Ben gümüşten yapılmış köşkler, altınlarla ve inciler­le süslenmiş şehirler görüyorum. Onlar hangi peygamber, hangi sıddık ve hangi şehidler içindir?' der. Allah Teâlâ da 'Bunların karşılığını kim verirse onun içindir' deyince, kul, 'Ey Rabbim! Onun karşılığını kim verebilir ki?' der. AllaK 'Sen verebilirsin' der. Kul onun karşılığını sorunca Allah Teâlâ da 'Kardeşini affet-mendir' diye cevab verir. Kul, 'Ey Rabbim! Ben onu affettim' der. Allah Teâlâ da 'O halde kardeşinin elinden tut ve ikiniz de cenne­te girin' der.» Hz. Peygamber daha sonra şöyle dedi: «Allah'tan korkun. Aranızdaki (anlaşmazlığı) düzeltin. Kuşkusuz Allah mü­minleri kıyamet gününde barıştıracaktır.»

(2-3)   «Müminler ancak o kimselerdir ki...»

Bu Ayetlerin Tefsiri

Ali bin Ebi Taîha, îbn Abbas'tan şöyle rivayet etmektedir: Münafıkların kalblerine Allah'ın zikrinden hiçbir şey girmez. Al­lah'ın farzları eda edildiğinde, onlar Allah'ın ayetlerinden hiçbir şeye iman etmezler. Allah'a tevekkül etmezler. Ortada olmadıkları zaman namaz kılmazlar. Zekât vermezler. Böylece Allah, onların mümin olmadıklarını belirtmektedir. Daha sonra da bu ayette mü­minlerin özelliklerini belirtmiştir. {(Müminler farzları eda ederler. Allah'ın ayetleri kendilerine okunduğunda imanları artar, Rable-rinden başka kimseden bir şey ummazlar.}

Mücahid, «vecilet» fiilini korkma, ürperme anlamında yorum­lamıştır. Süddi ve bazı müfessirler, bunun müminlerin sıfatların­dan olduğunu söylemişlerdir. Mümin kimsenin kalbi Allah anıldı­ğında ürperir ve böylece O'nun emirlerine uyar, yasaklarını terke-der. NiteKim Allah Teala, başka bir ayette «Onlar bir kötülük iş­lediklerinde veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar, giL nahlarının bağışlanmasını isterler. Allah'tan başka günahları affe­decek kim vardır? Yaptıkları günahlar üzerinde bile bile ısrar etmezler.» Bir diğer ayette de «Rabbinden korkan ve kendini he-vaya uymaktan meneden bir kimseye gelince cennet muhakkak onun için bir sığınaktır» buyurmaktadır. Süfyan'us-Sevri, «Süddi' nin bu ayet hakkında, 'Bu öyle bir kimsedir ki zulmü veya başka bir günahı işlemek istediğinde, kendisine Allah'tan kork denilir, O da korkarak yapmak istediği şeyden vazgeçer' dediğini işittim» demektedir.[7]

 

Îmanın Artıp Eksilmesi

 

İmam Buhari ve daha başka imamlar, bu ayet ve benzerleriy­le imanın artması ve kalpte fazlalaşması hususunda istidlal etmiş­lerdir. Nitekim Ümmet'in cumhurunun görüşü de böyledir. Hatta  îmam Şafii, İmam Ahmed bin Hanbel, Ebu Ubeyy gibi imamlar bu konuda icma etmişlerdir.

Alusi, Ruh'ul-Meani'de bu ayetin imanın artıp eksildiği görü­şünde olan kimselerin delillerinden biri olduğunu, fakihlerin, mu-haddis ve kelamcılarm çoğunun ve kendisinin de görüşünün bu olduğunu söylemektedir. Nitekim Kur'an ve Sünnet aklen bir mu- İtearızı olmaksızın açıkça buna delâlet eder. Hatta bazıları aklen de bunun sahih olduğuna delil getirmişlerdir. Şayet imanın hakikati birbirinden farklı olmazsa, ümmetin sıradan fertlerinin, hatta fısk u fücura dalanların imanıyla, peygamberlerin ve meleklerin ima­nı birbirine eşit olmuş olur. Bunun lazımı bâtıl olduğundan melzu-mu da bâtıldır.

İmam Nevevî, bu hususu açıklarken şunları söylemektedir : «Herkes kendi kalbinden bilir ki iman bazı zamanlarda daha ar­tar, yakın daha fazlalaştr. İhlas bazı zamanlarda daha fazla olur. İşte tasdik ve marifet, burhanların şümulü ve çokluğu hasebiyle-dir.»

İmam Nevevi'ye,, «Kişinin bunu kabul etmesi halinde şüphe meydana gelir. Şüphe de imandan çıkmaktadır» denilerek itiraz edilmiştir. O da bu itirazı, yakîn'in mertebelerinin farklı olduğu­nu, ilm'el-yakin, hakk'el-yakîn ve ayn'el-yakîn mertebelerinde ne şekkin ne de şüphenin bulunmadığım söyleyerek cevablandırmiş-tır.

Ebu Hanife ve birçok kelamcı imanın artıp ekşitmediğini öne sürmüşlerdir. Bu görüş İmam'ul-Harameyn tarafından da kabul edilmiştir. Onların delili, imanın yakın mertebesine varan tasdi­kin ismi olduğu ve böyle bir tasdikde de artmanın, eksilmenin dü­şünülemeyeceğidir. Tasdik sahibi taat veya günah işlediğinde, tas­diki bozulmaksızın aynı durumda kalır. Şayet iman, azlık-çokluk bakımından farklı taatlerin adı olsaydı (ki el-Kalemisi ve seleften, bir grup böyle demiştir) o zaman eksilir-artabilirdi.

Bu ikinci görüşü savunanların- delillerinden biri, Ebu'1-Leys Semerkandi'nin tefsirinde Ebu Hüreyre'den rivayet edilen şu ha-diştir: «Sakif heyeti Uz. Peygamber'e gelerek, «Ey Allah'ın Rasû-lü! îman artar, eksilir mi?»' diye sordu. Hz. Peygamber (s.a), «Ha­yır, iman kalpte tamdır. Onun ziyadesi ve noksanı küfürdür» de­di.»

Ayrıca bu son görüşün sahipleri, daha öncekilerin ileri sür­dükleri ayet ve hadisleri şöyle yorumlamışlardır: îmanın artması, devamlılık ve sabit olmak bakımindadır. Zaman ve saatlerin çok­luğu hasebiyledir. Bunun izahı İmam'ul-Haremeyn'nin şu söyle­diklerinde ifadesini bulmuştur: «Hz. Peygamber'in (s.a) tasdiki daimi olduğundan ve Allah'ın kendisini şüphelerin karışımından mahfuz bulundurduğundan dolayı diğerlerinin tasdikinden daha üstündür. Ayrıca tasdik araz'dır, iki zamanda aynı şahısta buluna­maz. Aksine emsallerinin yenilenmesine bağlıdır. Böylece tasdik ardı ardına oluşur ve Hz. Peygamber (s.a) için imandan birçok mertebeler sabit olabilir. Başkasında ise onların ancak bir kısmı sabit olabilir. Böylece Hz. Peygamber'in imanı diğerlerinin ima­nından daha fazla olur.»

Ancak İmam'ul-Harameyn'in bu sözlerine, «Bir şeyin yok ol­masından sonra benzerinin oluşması o şeyin artışı demek değil­dir» denilerek itiraz edilmiştir. İmam'ul-Harameyn de bu itirazı, «Kastedilen meydana gelen sayıların artışıdır. Daimiliğin yokluğu, buna ters düşmez» diyerek cevablamıştır.

İman'ın artışı, iman denilen noktanın artışı hasebiyledir. Sa­habe tümüyle iman etmişti. Şeriat tamamlanmamıştı. Hükümler yavaş yavaş inmekteydi. Onlar her yeni gelene iman ederlerdi. Hal­kın imanının, tafsilatın mülahazası bakımından azlık ve çokluk yö­nüyle farklı olduğuna şüphe yoktur. Bu ise, sadece Hz. Peygam­ber'in (s.a) dönemine mahsus değildir. Çünkü başka asırlarda da bunu görme imkânı vardır. Ayrıca imanın artmasından maksat, onun meyvesinin artması, nurunun kalbte ışıldamasıdır. Çünkü imanın, nuru taatle artar, günahla eksilir.

Îmam'ul-Harameyn'in birinci delilinin cevabı, bizim daha ön­ce söylediklerimizden azade değildir. Ebu'l-Leys'in zikretmiş oldu­ğu ikinci delilin cevabına gelince, o hadis muhaddislere göre asla güvenilir değüdir. O hadisin senedinde Ebu Muti'ye kadarki raviler meçhuldür. Ebu Muti'ye gelince, onun künyesi Hakem bin Ab­dullah bin Mesleme El-Belhi şeklindedir. Ahmed bin Hanbel, Yah­ya bin Main, Amr bin Ali bin Fellas, Buhari, Ebu Davud, Hatim Er-Bazi, Ebu Hatim Muhammed bin Habban'ul- Bustî, Ukaylî, İbn Adiyy ve Darekutni gibi muhaddisler onu zayıf saymışlardır. Ebu'l-Mahzerhi ise (künyesi Yezid bin Süfyan'dır) birçok muhaddis onu zayıf görmüştür. Şu'be bin Hacca onu tamamen bırakmıştır. Neseî ise, onun «münker» olduğunu söylemiştir. Şu'be onu hadis uydur­makla suçlayarak «İki kuruş verseler 70 hadis uydurur» demiştir. Hz. Peygamber'in (s.a) hadisleriyle ilgilenen bir kimse Ebu'1-Mah-zemi'den gelen o sözlerin hiçbir hadiste bulunmadığını bilir. İmam'ul-Harameyn'in zikrettiği görüş, arazlar yenilenmelerine ve iki zamanda aynı şahısta bulunmalarına rağmen zayıftır. Bu me­sele pek ihtilaflıdır ve onun ispatı çok zordur.

Onların, «imanın artışı, kendisine inanılandan dolayıdır» de­meleri zahirin hilafına olmakla birlikte insaf sahiplerine göre bu­na ihtiyaç da yoktur. «Onlara insanlar, 'halk size karşı asker top­lamış, onlardan korkun' dediklerinde bu onların imanını artırdı.» (Alu İmran : 173) ayetiyle ilgili onların söyledikleri ise tümüyle kabul edilemez. Çünkü burada insanın kendisiyle hasıl olduğu meşru bir artma olmadığından «imanın artışı, kendisine inanılan­dan dolayıdır» denilemez. İkinci cevabın durumu da ortadadır.

İmam Razi ve (bir görüşe göre) İmam'ul-Haremeyn'in de da­hil olduğu bir grup, «İmanın artıp eksilmesi veya bunların olma­ması hususundaki ihtilaf lafzi'dir ve imanın yorumunun bir sonu­cudur. İmanı 'tasdik ile tefsir eden kimse, iman artmaz ve eksil­mez, der. Fakat imam tasdikle birlikte amelle tefsir eden kimse, iman artar ve eksilir, der» demişlerdir. Buhari'nin «Ben birçok beldede binden fazla alimle görüştüm. Onlardan birinin imanın söz ve amelden ibaret olduğundan artıp eksildiğinden şüphe etti­ğini görmedim» şeklindeki sözü de bu anlamda yorumlanır. Ibn Ömer'den rivayet edilen bir hadis te bu anlamda gelmiştir. «Biz Hz. Peygamber'e 'iman artar eksilir mi?' diye sorduğumuzda o, 'Evet, iman öyle artar ki sahibini cennete sokar, öyle eksilir ki\ sahibini cehenneme atar' dedi.»

Alusî, devamla: «îman, artma-eksilme kabul etmez» diyen Ebu Hanife'nin mezhebine bazı meselelerde muhalefet etmenin hiçbir zararı yoktur. Çünkü onun aksini ispat eden sayısız deliller mev­cuttur. Hakk'a tabi olmak ise her şeyden daha üstündür. Bu tür konularda taklid etmek, avamın işidir» demektedir.

İbn Cerir, İbn Ebi Hatim ve Ebu Şeyh'in Malik bin Enes'ten rivayet ettiklerine göre o, bu ayetteki imanı korku ile yorumlamış­tır. Çünkü korku «imamnn bir sonucudur. Ancak bu görüş de zahi­rin hilafınadır. Öyle ki bu tefsire göre ayet «Kuşkusuz kamil mü­minler o kimselerdir ki Allah anıldığında Allah'ın sıfat ve fiillerinde korkuyu gerektiren hiçbir şey olmaksızın onların kalbleri titrer. Onlara bu anlamları içeren ayetler okunduğunda o ürpermeleri daha da artar» anlamını kazanmaktadır.[8]  

«Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler» ifadesiyle onlann tüm işlerini başkasına değil sadece Rableri, idarecileri olan Allah'a havale ettikleri kastedilmektedir.

(4) «îşte gerçek müminler onlardır...»

Bu Ayetin Tefsiri :

Yani müminler bu güzel sıfatlara sahip olanlardır. Çünkü on­lar mümin olduklarını kesinlikle ispat etmişlerdir. İmanlarına amellerinin faziletlerini de eklemişlerdir.

Haris bin Malik el-Ensari'den rivayet olunduğuna göre O, Hz. Peygamber'in yanından geçerken Hz. Peygamber kendisine, «Ey Haris! Nasıl sabahladın?» diye sorar. O, «Gerçek mânâda mümin olarak sabahladım, ya Rasûlallah!» diye cevap verdim, demek­tedir. Hz. Peygamber de (s.a) ona «Ne dediğine dikkat et Kuşkusuz her şeyin bir gerçeği vardır. Senin imanının gerçeği ne­dir?» diye sorunca o, şöyle cevab verdiğini söyler: «Nefsimi dün­yadan uzaklaştırdım. Gecemi uykusuz, gündüzümü susuz olarak geçirdim. Sanki cennet ehline bakıyorum, orada birbirlerini ziya­ret ediyorlar. Ateşin ehline bakıyorum, orada bağırışıp duruyor­lar. » Bunun üzerine Hz. Peygamber, «Ey Haris! (Doğru) bildin. Ona sarıl, ey Haris! (Doğru) bildin, ona sarıl, ey Haris! (Doğru) bildin, ona sarıl» der. (Tabarani) [9]

 

İmanda İstisna Meselesi

 

Bazı alimler mezkur ayeti delil getirerek «Hiç kimse gerçek­ten müminim diye nefsini vasıf landırmamalıdır.» demişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ, bununla güzel sıfatlara sahip bir topluluğu va­sıf landırmıştır. Bu sıfatlar herkeste olmadığından doğru olanı «in-şaallah müminim» denmesidir.

Bazıları da bu delili, Sevri'den rivayet edilen bir sözle destek­lemişlerdir: «Gerçekten mümin olduğunu iddia ettikten sonra cen­net ehlinden olduğuna şahidlik eden kimse bu ayetin yarısına iman etmiş yarısına da iman etmemiş olur.» Sevri'nin bu sözü onun mez­hebinin istisna yanlısı olduğuna açıkça işaret etmektedir. Nitekim «inşaallah müminim» sözü İmam'm dediği gibi, İbn Mesud'un ve îbn Mesud'a tabi olan sahabe ve tabiinden bir çoğunun görüşü­dür. İmam Şafii de bu görüşü savunmuştur. Ayrıca bu görüş İmam Malik ve İmam Ahmed'e de nisbet edilmiştir. İmam Ebu Hanife ise bu görüşe karşı çıkmıştır. Ondan gelen bir rivayete göre Katade'ye, «İmanda niçin istisna yapıyor, 'inşaallah müminim' diyorsun?» diye sorduğunda Katade kendisine «Hz. İbrahim'in «Din gününde hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur» (Şu-ara: 82) sözünden dolayı» diye cevab verir. Bunun üzerine Ebu Hanife «Niçin Hz. ibrahim'e, o 'evet' dediğinde uymadın? Çünkü o, kendisine «Sen iman etmedin mi?» diye sorulduğunda «Evet» demişti» diye mukabele edince, Katade cevab veremez. Razi, Ka-tade Ebu Hanife'ye Hz. İbrahim'in 'evet' sözünden sonra, «Kal­bim mutmain olsun diye» sözünün itminanın fazlasını istemek için olduğunu ve imanda istisnanın caiz olduğuna delâlet ettiğini bil­dirmiştir, demektedir.  [10]

Kâşifte şöyle denilmiştir: «İmanda istisnayı caiz gören kişi, mutlak iman kendisine sorulduğunda caiz, diyor. Fakat, «Sen ka­dere iman ettin mi?» diye sorulduğunda onun «înşaallah mümi­nim» demesi caiz değildir. Zira burada istisnanın hiçbir anlamı yok. Birincisinde ahirette fayda veren kâmil iman kastedildiğin­den bereket bakımından Allah'ın dilemesine bağlanmak caiz gö­rülebilir. Çünkü «inşaallah» lafzı Arap ve Acemler arasında asıl mânâsından çıkarak örfün istediği anlamda kullanılmaya başla­mıştır. Bu bakımdan «inşaallah» 'Ben imanımdan şüpheliyim' de­mektir diyenlerin görüşü hiçbir şekilde muteber değildir. Aksine bu gerekli bir irtibattır. Çünkü asıl sebeb Allah Teâlâ'dır. Bu, işi kuldan Allah'a havale etmek demektir. Bu söz, «Dileme gaibdir, malum değildir. Bu yüzden imanda şüphe olur» şeklinde mütalaa edilmemelidir. Çünkü imanda şüpheye düşenin kafir olduğuna dair bir rivayet vardır.

Hasan Basri'den rivayet edilen şu söz ne kadar da güzeldir! Hasan Basri'ye «Sen mümin misin?» diye sorulduğunda, o, şöyle der: «İman iki kısımdır. Şayet Allah'a, meleklerine, kitablanna, peygamberlerine, ahiret gününe, cennet ve cehenneme, haşre olan imanımı soruyorsan, evet ben müminim. Yok eğer sen, «müminler o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir» diye baş­layan ayetten soruyorsan, vallahi onlardan olup olmadığımı bilmi­yorum.»

İşte Hasan Basri'nin bu sözü ve benzerleri, söz konusu ihtila­fı, lafzî bir ihtilafa dönüştüren sözlerdir. Müdekkiklerden bir kıs­mı da ihtilafın lafzî olduğunu söylemişlerdir.

«Rablerinin katında onlar için yüksek mertebeler, mağfiret ve kerim bir rızık vardır.» ifadesinde geçen «yüksek mertebeler» hu­susunda Ebu Hüreyre, Hz. Peygamber'den şöyle bir hadis nak­letmektedir: «Cennette yüz derece vardır. Şayet âlemlerin hepsi o yüz derecenin (birinde) bir araya gelse, yine onların hepsini iha­ta eder». Yani o kadar şümullüdür.

Rebi bin Enes'ten şöyle bir rivayet gelmiştir: «Cennette yet­miş derece vardır, İki derecenin arası tımarlı ve iyi beslenmiş bir atın yetmiş senede ancak katedebileceği kadardır.»

«Derecatin» kelimesindeki tenvin, tazim ifade eder. Yani bü­yük dereceler vardır, anlamına gelir. Şayet mevcut dereceler kas-tediliyorsa, keramet ve yüce makamların onlar için olduğuna işa­ret edilmektedir. Ebu'l-Beka'ya göre, dereceler «ecirler» anlamın­dadır.

«Mağfiretun» kelimesindeki tenvin de tazim içindir. Yani kul­lardan sadır olan eksiklikleri içerip de affetiren bir mağfiret var­dır.

«Kerim bir rızık» ile cennet nimetlerinden kullara hazırlanan rızıklar kastedilmektedir.

İbn Ebi Hatim, Muhammed bin Herevi'den şöyle rivayet edi-yor: «Allah'ın 'kerim rızık' dediğini işitirsen, bil ki o cennettir.»

Vahidi'den nakledildiğine göre «kerim»in kökü olan «kerem» kelimesi umulan ve güzel sayılan her şeyi içermektedir. Bu bakım­dan rızkın, kerim ile vasiflandırılması hakiki mânâyı ifade etmek­tedir.

Bazı müdekkikler «Kerim bir rızık» ifadesiyle rızkı verenin Kerim olduğuna işaret edilmektedir, demektedirler. Bu noktadan hareketle onu, çokluk ve tükenmemekle yorumlamışlardır. Çünkü Kerem, sayıyı çok vermek, verdiğini kesmemektir. Bu takdirde ((ekrem'ul-ekremin» olan Allah'ın keremi nasıl hesaplanacaktır?

Ayette «Yüksek mertebeler»in önce zikredilmesinin sebebi bunların Allah'ın katıksız fazlıyla kullara verileceğindendir. İkin­ci olarak «mağfiret» zikredilmiştir. Zira insanlara göre mağfiret, rızıktan daha önemlidir. Oysa mağfiret de rızık da bir şeyin kar­şılığında verilmek üzere ortaktırlar. Bunu İbn Ebi Hatim ve Ebu Şeyh'in İbn Zeyd'den rivayet ettikleri şu görüş desteklemektedir: îbn Zeyd, «Günahların terki ile mağrifet, salih amellerle de kerim bir rızık verilir» demiştir.

(5) «Rabbin seni evinden...»

Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayette sözü geçen «ev» ile ya Hz. Peygamberin Medine'de­ki evi ya da bizzat Medine kastedilmektedir. Çünkü Medine, Hz. Peygamber'in sığınağı olmuştur. Bazıları ise Mekke'nin kastedildi­ğini soylemişlerse de bu görüş herhangi bir delille desteklenme-miştir.

Ayette «çıkartma» fiilinin Allah'a isnad edilmesi Hz. Peygam­ber'in evinden çıkmasının vahye dayandığını gösterir.

«Rabbin» şeklinde «Rab» kelimesinin Hz. Peygamber'e raci olan bir zamire izafe edilmek suretiyle zikredilmesinde de bir le­tafet vardır. Biraz düşünenlere bu letafet hiç de gizli kalmaz. Aye­tin başındaki «k» harfi benzerliği (teşbihi) gerektirir. Oysa ayet­te kendisine benzetilen açıkça zikredilmemiştir. Bu bakımdan tef­sirler bunu açıklamada ihtilaf etmişlerdir. İrabında (terkib ve gramerinde) en çok ihtilaf edilen ayetlerden birisi budur.

Bazıları ayetin anlamının ganimet hususunda meydana gelen hoşnutsuzlukların, tıpkı Allah'ın, Hz. Peygamber'i evinden çıkar­masındaki hoşnutsuzluklar gibi olduğuna işaret ettiğini söylemiş­lerdir. Bazıları da ayetin anlamını «Aranızdaki (anlaşmazlıkları) düzeltin. Tıpkı Rabbin seni hak için evinden çıkarttığında olduğu gibi» şeklinde vermişlerdir. Bazıları «Rabbin seni kesin bir şekil­de hak için evinden çıkarttığı gibi, Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin» şeklinde ayete mânâ vermişlerdir. Başkaları da ayetin «Rabbin seni evinden hak için çıkarttığı gibi onlar da bir tevekkül ile Al­lah'a tevekkül ederler» anlamına geldiğini Öne sürmüşlerdir. Bazı­ları ise ayeti «Rabbin seni evinden hak için çıkarttığı gibi onlar sabit bir şekilde hoşnud değillerdir.» şeklinde yorumlamışlardır. «Kemandaki «tonin harfi cer olup «ma»nm da onunla mecrur kı­lındığını ve daha önceki ayette geçen «hakk» kelimesine sıfat oldu­ğunu söyleyenlere göre ayetin manası «Seni evinden hak için çı­karttığı gibi onlar gerçek mânâda müminlerin ta kendileridir» şek­lindedir.

Müminlerden bir grup savaşa hazırlıklı olmadığından veya ganimete meyilleri olduğundan ya da doğal isteksizliklerinden do­layı savaşa çıkmaya taraftar görünmüyorlardı. Bu insanın kud­ret ve isteği dışında bir mesele olduğundan bunun ashabın konu­muna uygun olmadığını söylemek yerinde bir itiraz sayılmama­lıdır.

Bu cümle hal-i mukadderdir. Çünkü hoşnutsuzluk çıkıştan sonra meydana gelmiştir. Nitekim bu husus inşaaliah ileride gö­rülecektir.

Olay, bir grubun rivayet ettiğine göre şöyle vuku bulmuştur:

Kureyş'in bir kervanı Şam'dan geri dönüyordu. Bu kervanda büyük bir ticaret malı ve yanında da 40 süvari bulunuyordu. Mek-keliler içinde Ebu Süfyan, Amr bin el-As ve Mekreme bin Mevtal da bulunuyordu. Cebrail bunu Hz. Peygamber'e (s.a) bildirdi. O da bunu müslümanlara duyurdu. Malın çokluğundan, koruyucu­larının azlığından dolayı kervanın önünü kesmek müslümanlarm çok hoşlarına gitmişti. Müslümanların Medine'den çıktıkları ha­beri hemen Mekkelüere ulaştı. Bunun üzerine Ebu Cehil, Mekkeli-lere «Her zorluğa rağmen kervanınızı ve mallarınızı kurtarın. Eğer Muhammed kervanınızı ele geçirirse artık bundan sonra ayakta kalamazsınız» diye hitab etti.

Hz. Peygamber'in halası Atike binti Abdulmuttalib o sıralar­da rüyasında bir süvarinin deve sırtında gelip el-Ebtah denilen yerde durduktan sonra «Ey gadre uğramışlar topluluğu! Öldürü­leceğiniz yere doğru çıkın» diye üç defa bağırdığını görür. (Rüya­sı şöyle devam eder) : «Daha sonra halk o süvarinin etrafında toplanır ve süvari Mescid'ul-Haram'a girer. Halk onun peşindedir. Onlar onun etrafını sardıkları bir anda o, devesiyle Kabe'nin üs­tüne çıkar. Daha önce bağırdığı gibi yine bağırır. Sonra devesiyle birlikte Ebu Kubeys dağında görünür ve yine daha önce bağırdığı gibi bağırır. Ebu Kubeys dağının üzerinden bir kaya alır ve onu yuvarlar. Kaya Ebu Kubeys dağından yuvarlanarak Mekke'nin ev­lerine doğru gider. Dağın tam eteğine geldiğinde ise parçalanır. Mekke'nin tüm evlerine o kayanın bir parçası girer.»

Atike bu rüyasını kardeşi Abbas'a söyler. Abbas da arasında bir dostluk bulunan Velid bin Utbe'ye bunu anlatır. Velid de bu rüyayı gider babası Utbe'ye nakleder. Böylece rüya Mekke'de ya­yılarak ta Ebu Cehil'in kulağına kadar gider. Ebu Cehil, Hz. Ab­bas'a, «Ey Abdulmuttaliboğulları! Erkeklerinizin peygamberliği si­ze yetmedi mi ki artık kadınlarınız da peygamberlik iddiasında bu­lunuyor» diyerek Atike'nin rüyasını ciddiye almaz. Sonra Ebu Cehil, yanına Mekkelileri alarak yola çıktı. Onları Bedir'e doğru götürdü. Bu esnada Hz. Peygamber, Zehran vadisinde bulunuyor­du. Cebrail iki gruptan birisinin verilme va'dini ona getirdi. Yani buna göre ya kervanı ele geçirecek ya da Kureyşlileri yenecekti. Bunun üzerine Hz. Peygamber ashabıyla istişare etti. Ashabtan

bazıları «Niçin bize savaş olacağım haber vermedin? O zaman biz de savaş için hazırlandık. Oysa biz kervan için yola çıktık» dedi­ler. Hz. Peygamber de onlara (s.a) kervanın kaçıp gittiğini ve Ebu Cehil'in Mekkelüerle birlikte üzerlerine doğru geldiğini bildir­di. Ashab, düşmanın bırakılıp kervanın peşine düşülmesini teklif etti. Bu teklife Hz. Peygamber'in (s.a) sinirlendiğini gören Hz. Ebubekir ile Hz Ömer kalkıp peygamberin emirlerine uymanın önemi hakkında güzel konuşmalar yaptılar. Daha sonra Mikdad bin Arar ayağa kalktı: «Ey Allah'ın Rasûlü! Dilediğin şekilde, Al­lah'ın sana emrettiğini yap. Biz de kesinlikle seninle beraberiz. Biz İsrailoğulları'nın Musa'ya 'Sen ve Rabbin gidin, savaşın. Biz burada bekliyoruz' dedikleri gibi demeyiz. Ancak biz 'sen ve Rab­bin gidin, savaşın. Biz de sizlerle'beraber savaşacağız' deriz» diye hitab etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber tebessüm ederek «Ey in­sanlar! Bana gerçeği gösterin» diye konuştu. Hz. Peygamber (s.a) bununla Ensar'ı kastetmişti. Çünkü gelenler onların düşmanları idiler. Ensar, Akabe'de Hz. Peygamber'e biat ederken o Medine'ye varıncaya kadar onu korumaktan beri olduklarını şart koşmuş­lardı. Hz. Peygamber onların kendisini ancak Medine'de düşman­larına karşı korumakla sınırlı tutacaklarından çekinmişti. Bunun üzerine Ensar'm ileri gelenlerinden Sa'd bin Muaz ayağa kalkarak «Ey Allah'ın Rasûlü! Bizi mi kastediyorsun?» deyince Hz. Peygam­ber «evet» diye cevab verdi. Sa'd da bunun üzerine şöyle bir ko­nuşma yaptı:

«Biz sana iman ettik, seni doğruladık ve senin getirdiğinin hakk olduğuna şahitlik ettik. Sonra da seni dinleyip itaat edeceği­mize dair sana ahid verdik. Ey Allah'ın Rasûlü! İstediğine doğru git. Seni Hak ile peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki eğer sen denize dalmak istersen biz de seninle beraber dalarız. Öyle ki bizden bir kişi bile geride kalmaz. Biz düşmanlarımızla karşılaşmaktan hoşnutsuz değiliz. Biz savaş sırasında sabreden­lerdeniz. Düşmanla karşılaşmada doğru olanlarız. Umulur ki Al­lah bizden senin gözlerini aydın edecek şeyleri sana gösterecektir. Allah'ın bereketleri üzerinde bizi yürüt.»

Sa'd'm bu konuşması Hz. Peyganıber'i sevindirdi ve O, «Al­lah'ın bereketi üzerinizde yürüyün. Kuşkusuz ki Allah bana iki ta­ifeden birini va'detti. Allah'a yemin ederim ki ben şu anda adeta onların tepelendikleri yerleri görür gibiyim» buyurdu. İşte bu olayla birlikte anlaşılan o ki müslümanlardan bir kısmı Bedir Sa-vaşı'm hoş karşılamamıştı. Ancak ayet çoğunun savaşı istediğine işaret etmektedir.

Bazı rivayetlerde Hz. Peygamber'e (s.a) Bedir Savaşı'nın biti- İfâ minden sonra «Kervana yetiş ey Allah'ın Rasulû! Artık kervana yetişmenize mani bir şey yok» denildiği kaydedilmiştir. Bu sözleri dinleyen ve esirler arasında bağlı bulunan Abbas, «Bu mümkün değil» diye bağırdı. Hz. Peygamber de niçin mümkün olmayaca­ğını sorunca, Abbas: «Çünkü Allah sana iki gruptan birini va'detti ve sana va'dettiğini vermiştir» dedi.                                                  

(6) «Öyle ki hak belli olduktan sonra...» Bu Ayetin Tefsiri :

Burada «hak» ile dini yücelten Bedir Savaşı kastedilmiştir. Bu tartışmayı yapanlar kervanı elde etmeyi savaşa tercih ediyor­lardı. Yani sen onlara «Galib geleceksiniz» demene ve bunun on­lara hak olarak görünmesine rağmen onlar seninle hâlâ tartışıp «Biz ancak kervanı ele geçirmek için evlerimizden çıktık. Bize ni­çin savaşacağımızı söylemedin? O zaman biz de savaş için hazırla­nırdık» diyorlardı. Ayette «sanki» ile karşıladığımız «keennema», onların Hz. Peygamber ile tartışmalarının nedeninin şiddetli kor­kularından ileri geldiğine işaret etmektedir. Çünkü kendilerinin Mikdad bin Esved ile Zübeyr bin Avvam'ın süvari olarak, diğerle­rinin yaya olmak üzere sayıları toplam 319 idi. Hatta Hz. Ali'den gelen bir rivayete göre Bedir gününde Mikdad'dan başka süvari yoktu. Müşrikler 1000 kişidir ve hepsi de savaş için yola çıktıkla­rından tam techizathdırlar.

(7) « (Hatırlat) o zamanı ki...»

Bu Ayetin Tefsiri :

Ayette geçen «iki taife»; Kervan ile Mekke'den Bedir'e doğru gelen Kureyş ordusudur. «Kuvvetsiz ve silahsız taife» ile kervan kastedilmektedir. Çünkü onun içinde ancak 40 süvari vardır. Bu takdirde ayetin anlamı şöyle olur: «Siz kervanın sizin olmasını te­menni ediyordunuz. Çünkü onların hiddet, şiddet ve koruyucuları yoktu. Diğer taifeyi ise istemiyordunuz. Oysa Allah sizlerin ikinci taifeye yönelmenizi istemişti. Ki böylelikle kelimeleriyle hakkı ye­rine getirsin ve kafirlerin kökünü kessin* Fakat siz malları ele ge­çirme tarafdan idiniz. Herhangi bir-sıkmtı ile karşı karşıya gelmek istemiyordunuz. Allah ise dininizin yücelmesini ve hakkın ortaya çıkmasını istemektedir. Sizin elinize geçecek olan da hem dünya hem de ahiret zaferidir.

(8) «Bunun nedeni de mücrimler...»

Bu Ayetin Tefsiri :

Mezkur ayet bir Önceki ayette verilen hükmün tekididir. Yani Allah Teâlâ yaptıklarını hakkı, İslâm'ı yerleştirmek, bâtılı, küfrü yoketmek için yapmıştır. Burada gereksiz bir tekrar sözkonusu de-ğildir. Çünkü birinci hüküm murad-ı ilâhî'nin beyanıdır. Allah'ın murad ve beyanı ile onların istekleri arasındaki farklılık ortaya konmaktadır. İkinci hüküm Hz. Peygamber'in silahlı ve kuvvetli olan taifeyi seçmesinin niçinini beyan etmektedir. Yani birinci hü­kümle Allah'ın va'dettiği yardım ve zaferin tesbiti, ikinciyle de Kur'an'ın ve dinin takviye edilip şeriatın nurlarının ortaya çıkma­sı beyan edilmektedir. Bedir Günü'nde (az olmalarına rağmen) müminlerin muzaffer olması, (çok olmalarına rağmen) kafirlerin mağlub olması, müminlerin güç kazanmasına neden olmuştur. Bu nedenle «bâtılı yok etmek» cümlesi «hakkı yerleştirmek» cümle­sinin peşinden gelmiştir.

Şayet «Hakk zatından dolayı hakktır. Bâtıl da aynı şekilde­dir. O halde hakkın yerleştirilmesinden, bâtılın yok edilmesinden maksat nedir?» diye sorulacak olursa şöyle cevab verebiliriz: «Hakkın yerleştirilmesinden maksad hakkın hakk olduğunun or­taya çıkması, bâtılın yok edilmesinden maksat da bâtılın bâtıl ol­duğunun ortaya çıkmasıdır. Bu da ancak hakkın delillerini açığa çıkarıp güçlendirmek, bâtılın da başını yok edip onu mahvetmek­le mümkün olabilir.» [11]

 

Meal

 

9- (Hatırlat) o zamanı ki Rabbinizden yardım istiyordu­nuz. O da «Ben size bin melekle ardısıra yardım ediciyim» diye duanızı kabul etmişti.

10- Allah  bunu  ancak size müjde olsun ve onunla kalbi­niz rahat etsin diye yapmıştı. Yardım ancak Allah kalındandır. Kuşkusuz ki Allah Galib ve Hakîm'dir.

11- (Hatırlat)  o zamanı ki O, tarafından bir emniyet ol­sun diye sizi hafif bir uykuya daldırmıştı. Sizi temizlemek, şey­tanın vesvesesini sizden kaldırmak, kalblerinizin üstünde   (lütfu-ha bağlılığınızı)  pekiştirmek ve onunla ayaklarınızı  (yerde)  sa­bit kılmak için size gökten su indirmişti.

12- (Hatırlat)   o zamanı ki, Rabbin meleklere: «Sizinle be­raberim. Siz müminler (in kalplerin)e sebat verin. Ben kafirle­rin kalplerine korku vereceğim. Vurun boyunlarının üstüne. Vu­run onların bütün parmaklarına» diye vahyetmişti.

13- Bunun nedeni, onların Allah'a ve Rasûlü'ne karşı gel­meleridir. Kim ki Allah'a ve Rasûlü'ne karşı koyarsa (bilsin ki) kuşkusuz Allah'ın azabı şiddetlidir.

14- İşte bu (azabımızı) tadın. Ayrıca kafirler için ateş aza­bı vardır.

15- Ey  iman edenler!  Toplu olarak kafirlerle karşılaştığı­nız zaman onlara arkanızı çevirip  (kaçmayın).

16- Tekrar savaş için bir tarafa çekilen veya öteki bir bö­lüğe katılmak için yol tutan kimselerin dışında kim onlara böy­le  bir günde arkasını çevirirse, kuşkusuz ki o,  Allah'tan gelen bir azaba uğramıştır. Onun yeri cehennemdir. Ne kötü bir barı­naktır o! [12]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(9-10) « (Hatırlat) o zamanı ki...»

Bu Ayetlerin Tefsiri

Yani, «Ey Muhammed! Hatırlat o zamanı ki, Rabbinize sığı­nıp O'ndan yardım istiyordunuz.» Yardım isteyenler hususunda iki görüş vardır. Birincisi, Zühri'ye göre yardımı Hz. Peygamber ile müslümanlar istemişlerdir. İkincisi, yardımı sadece Hz. Pey­gamber (s.a) istemiştir. Ancak Hz. Peygamber'i tazim için «isti­yordunuz» şeklinde çoğul kipi kullanılmıştır. Yani adeta Hz. Pey-gamber'in (s.a) istemesi, tüm müslümanların istemesidir.

İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, Hz. Ömer kendisine şöyle demiştir: Bedir Günü'nde Hz. Peygamber (s.a) müşriklerin 1000 kişi, sahabenin ise 310 küsur kişi olduğunu görünce kıbleye yöneldi. Ve ellerini açarak şöyle dua etti: «Ey Allahım! Bana va' dettiğini yerine getir. Ey Allahım!Bana va'dettiğini ver..Ey Allah' tm! İslâm ehlinden olan şu yegâne grubu helak edersen sana yer­yüzünde ibadet eden kalmaz.» Hz. Peygamber (s.a) iki elini göğe uzatmış bir halde sürekli dua ediyordu. Omuzundaki abasının düş­mesi üzerine Ebubekir, abasını yerden alıp yeniden onun omu-zuna koydu ve abayı onun sırtında tutarak, «Ey Allanın Rasûlü! Yakarman, Rabbine dua etmen sana kâfidir. O sana va'dettiğini yerine getirecektir» dedi. Allah Teâlâ da «{Hatırlat) o zamanı ki, Rabbinizden yardtm istiyordunuz» diye başlayan ayeti indirdi. (Müslim) «O da, «Ben size bin melekle ardısıra yardım ediciyim» diye cevab vermişti» cümlesiyle ilgili olarak Hazin, Allah'ın melekler­le Hz. Peygamber'e yardım gönderdiğini söylemektedir.

İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, O gün müslümanlar-dan bir kişi, müşriklerden birinin arkasında koşarken ağaçla vu­rulmuş sesleri işitti. Ve o sırada bir süvarinin «Ey Hayzun! İlerle!» dediğini duydu. Bu esnada koşmakta olan müşrik ise sırt üstü ye­re uzanmıştı. Ona dikkatle bakınca burnunun kırılmış ve yüzü­nün tıpkı kılıçla vurulmuşçasına parçalanmış olduğunu gördü/ Daha sonra o müslüman bu gördüklerini Hz. Peygamber'e anla­tınca, O da: «Doğru Söyledin. O ikinci semadan gelen yardımdan­dır» buyurdu. Müslümanlar o gün müşriklerden 70 kişiyi Öldür­müşler, 70 kişiyi de esir etmiş oldular.

«O da ben... diye cevap vermişti,» yani duanızı kabul etmiş-, ti.

Rivayet edildiğine göre, Cebrail 500 melekle, Mikail de 500 melekle gelmişti. İnsan kılığında ve doru atların sırtında idiler. Üstlerinde beyaz elbiseler, başlarında beyaz sarıklar vardı. Öyle ki sarıklarının ucunu omuzlarının arasından şarkı tanışlardı.

Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber dua ettiği bir sırada Hz. Ebubekir'in ona «Rabbin sana va'dettiğini muhakkak yerine getirecektir» dediğinde, Hz. Peygamber (s.a) gölgelikte olduğu halde hafif bir uykuya dalar. Sonra uyanır ve şöyle der: «Ey Ebu-bekir! Allah'ın yardımı geldi. İşte şu Cebraildir. Bir atın dizginini tutmuş, onu çekiyor. Atın ağzının kenarında ve dişlerinin üzerin­de köpükler var.»

Melekler Müminlerle Savaşa Katılır Mı?

İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) Bedir Günü'nde, «İşte şu gelen Cebrail'dir. Atının başını tutmuş, sırtında da savaş aletleri var» demiştir. (Buhari)

İbn Abbas, «Bedir Günü'nde meleklerin alameti, beyaz sarık­lar, Huneyn Günü'nde de yeşil sarıklar idi. Bedir hariç melekler hiçbir savaşa fiilen katılmamışlardı.» demiştir. Ancak meşhur olan, meleklerin her savaşta müminlere yardım etmiş olmasıdır.

Bedir'e katılanlardan biri olan Ebu Esed Malik bin Rabia, gözleri ama olduktan sonra, «Şayet bugün sizinle Bedir'de olsay­dık ve gözlerim de görseydi, size meleklerin çıkıp geldiği vadiyi gösterirdim» demiştir.

Bu mesele daha önce Alu İmran suresinde geçmişti. Melekle­rin de savaşıp savaşmadığına gelince, melekler Bedir Günü'nde savaşmışlardır. Nitekim îbn Abbas'm bu konudaki hadisi zikredil­miştir. Melekler Bedir'in dışında ise, yardımcı olarak gelmişler­dir.

Bazı müfessirlere göre melekler hiçbir zaman bizzat savaşma-mışlardır. Ancak müslümanların karartılarının (sayılarının) çok görünmesini temin için gelmişlerdir. Onlar müslümanlara gü­ven vermek, teşvik etmek için geliyorlardı. Nitekim, «Allah bunu size müjde olsun ve onunla kalbiniz-rahat etsin diye yaptı» ifado-si de bu hususu teyid eder. Yani meleklerin ardısıra gelmesi bir müjdedir ve müslümanların kalbinin yatışması içindir. [13]

Bedir Esirleri

Bedir esirleri hakkında Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali ile istişare eder. Hz. Ebubekir, «Ey Allah'ın Rasûlü! Bunlar bizim amcaoğullarımız, aşiretimiz ve kardeş ço­cuklarımızdır. Benim görüşüme göre, onlardan fidye al. Aldığımız mal kafirlere karşı bize kuvvet olur. Onları serbest bırakırsan bel­ki de ilerde Allah onlara hidayet nasib eder ve bize yardımcı olurlar» dedi. Bu sefer Hz. Peygamber (s.a), «Ya Hattdb'ın oğlu! Senin görüşün nedir?» diye sordu. Hz. Ömer, «Allah'a yemin ederim ki ben Ebubekir ile aynı görüşte değilim. Bana göre, beni falana (bir yakınım kastediyor) musallat, et. Onun boynunu vurayım. Ali'yi Akil'e musallat et. Onun boynunu da Ali vursun. Hamza'yı karde­şine musallat et, o da kardeşinin boynunu vursun. Böylece Allah kalbimizde müşriklere karşı bir meyi ve sevginin olmadığını bil­sin. Bu esirler müşriklerin başları, önderleri ve öncüleridir.» dedi. Onun bu sözlerini dinleyen Hz. Peygamber, Hz. Ebubekir'in görüşüne meyledip Hz. Ömer'in dediklerini tatbik etmedi. Fidye aldıktan sonra onları salıverdi. (Daha sonra onları Hz. Ömer şöy­le anlatıyor):

RasûlÜllah ile Ebubekir'in yanma gittiğimde her ikisi de ağ­lıyorlardı. Ben, «Ey Allah'ın Rasûlü! Seni ve arkadaşım ağlatan ne­dir? Ağlanacak bir husus varsa ben de ağlayayım. Yok ise ben de ağlıyormuş gibi yapayım» dedim. Hz. Peygamber (s.a), «Arkadaş, larının müşriklerden almış oldukları fidyeden dolayı başlarına ge­lecek olanlar beni ağlatıyor» dedi ve yakınında bulunan bir ağaca işaret ederek, «îşte şu ağaçtan daha yakın olan esire isabet eden bir azab bana gösterildi}) buyurdu. Allah şu ayeti indirdi: «Yeryü­zünde ağır basıp küfrün belini iyice kırıncaya kadar hiçbir pey­gambere esirler sahibi olması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Allah ise ahireti istiyor. Allah daima üstün ve hik­met sahibidir. (...) Artık ganimetten elde ettiğinizi helal ve temiz olarak yiyin, Allah'tan korkun. Kuşkusuz ki Allah bağışlayan ve merhamet edendir.» (Enfal: 67 ve 69)

Böylece Allah onlara ganimeti helal kıldı. Ertesi yıl Uhud'da da, Bedir'de almış oldukları fidye karşılığında cezalandırıldılar. Sahabe'den 70 kişi şehid düştü. Öyle ki sahabe Hz. Peygamber'i bırakıp sağa-sola dağılmıştı. Hz. Peygamber'in dişleri kırıldı. Ba­şındaki miğferi parçalandı, yüzü kana bulandı. Allah Teâlâ bu yüzden «Bir musibet size isabet edince, siz onun iki katım onların başına getirmiş olduğunuz halde yine 'Bu nereden?' dediniz. De ki: O, sizin kendinizdendir. Kuşkusuz Allah her şeye güç yeti-rendir.» (Alu İmran : 165). Yani bu musibet almış olduğunuz fid­yeden Ötürü size isabet etmiştir.  [14]

(11) « (Hatırlat) o zamanı ki...»

Bu Ayetin Tefsiri:

Sözkonusu uyku, düşmandan emin olmaları için Allah'ın on­lara sağladığı bir emniyetti.

İbn Mesud, «Savaş sırasında uyumak, Allah'tan bir emniyet, namaz sırasında uyumak ise şeytandandır» demiştir. Savaşta uy­kunun insanların emniyetine yol açması şu demektir: Korkan kim­se uyuyamaz. Uyuklama korku zamanında meydana gelmez. Uyuk­lama geldiğinde emniyet meydana gelmiş, korku ortadan kalkmış demektir. Çünkü sahabe, düşmanlarının sayıca ve silah bakımın­dan çok olduğunu, kendilerinin ise sayı, silah, araç ve gereçler bakımından az olduklarını görünce korkuya kapılmıştı. Bundan çok utanmışlardı. Allah uyku verince kendilerinde rahatlık mey­dana geldi. Yorgunluk ve susuzlukları giderildi. Böylece düşman­larıyla savaşmaya müsait hale gelmişlerdi. Bu uyku onlar için Al­lah tarafından bir nimetti. Bu uyku öyle hafifti ki düşman kendi­lerine saldıracak olsa, düşmanın kendilerine geldiğini, hemen anlı­yorlar ve onları püskürtmek konusunda kudret buluyorlardı.

Kurtubi tefsirinde, bu uykunun savaşın olacağı günün gecesin­de meydana geldiğini söylemektedir. Ashab önlerinde dehşetli bir olayın olacağını bildikleri halde hayret verici bir şekilde uykuya dalmışlardı. Allah Teâlâ onların meydana gelecek dehşetli manzara karşısında heyecana kapılmalarını önlemek amacıyla korkula­rını sükûnete çevirmişti.

Hz. Ali, «Bedir'de Mikdad'dan başka atlı- askerimiz yoktu. O da doru bir atın sırtındaydı. Ayrıca Hz. Peygamber hariç, aramız­da uyumayan kimse yoktu. Hz. Peygamber bir ağacın altında na­maz kılıyor ve sabaha kadar gözyaşı döküyordu.» demiştir (Bey-haki, Maverdi)

Allah Teâlâ'nın o gece sahabeye uyku vermesinin iki nedeni vardı:

a) Onların rahat bir gece geçirerek sabahlamasını sağlaya­rak onları savaşa müsait ve kuvvetli hale getirmek.

b) Kalplerinden böylece korkuyu gidererek onları emin kıl­mak.

Nitekim bir darb-ı meselde, «Eminlik uyutur, korku uyandı­rır» denilmiştir. Bazı müfessirlere göre bu uyku tam iki ordu kar­şı karşıya geldiğinden sahabeyi sarmıştır.[15]  

Ayetin zahirinden zamanı yağmurun yağmasından önce oldu­ğu anlaşılmaktadır, İbn Ebi Necin, yağmur uyuklamadan önceydi, demektedir.

Zeccac'ın rivayet ettiğine göre, kafirler Bedir Günü'nde müs-lümanlardan önce Bedir suyuna vardıkları için müslümanlar susuz kalmışlar ve kalpleri korkuya kapılmıştır. Susadıkları ve cünub-ol­dukları halde namazlarını kılarlar, ibadete yönelirler. Bazıları şey­tanın vesvesesiyle nefislerinde «Biz Allah'ın dostu olduğumuzu ve Allah'ın Rasûlü'nün aramızda bulunduğunu iddia etmemize rağ­men su ile ilgili olarak işte halimiz bu» diye düşünüyorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Bedir gecesinde (Ramazan ayının on ye­dinci gecesi) bir yağmur indirdi, dereler dolup taştı. Öyle ki saha­be yağmurun suyundan içti, yıkandı, hayvanlarını suladı. Ayak altında kayan kumlar, sıkışıp sertleştiğinden dolayı müslümanla-nn ayaklan savaş sırasında kuma batmaz oldu.

Bazılan, bunlann Bedir'e varmazdan önce olduğunu söylemiş­lerdir ki doğrusu da budur. Zeccac'ın görüşü ise zayıftır. Çünkü daha önce geçtiği gibi Hz. Peygamber ve sahabe, müşriklerden önce Bedir'e varmışlar ve düşmana en yakın olan kuyunun üze­rinde karargâh kurarak diğer kuyuları taşlarla doldurmuşlar ve böylece müşrikleri susuz bırakmışlardı.

Bera' bin Azib'ten rivayet olunduğuna göre Bedir gününde muhacirler 80 küsur, ensar da 240 küsur kişiydi (Buhari).

İstanbul'da medfun bulunan Ebu Eyyub el-Ensari'den rivayet edildiğine göre, o şöyle anlatmıştır: Biz Bedir'e doğru yola çıktık­tan bir iki gün sonra Hz. Peygamber sayılmamızı emretti. Sayım yaptığımızda 313 kişi olduğumuzu gördük ve bunu Hz. Peygam-ber'e bildirdik. Hz. Peygamber (s.a) bu duruma sevindi ve Allah'a hamdededek şöyle buyurdu : «Talut'un arkadaşlarının sayısı da bu kadardı.» (Beyhaki)

İmam Malik'ten gelen bir rivayete göre Cebrail, Allah'ın Ea-sûlü'ne, «Bedir'e katılan sahabiler nasıl kimselerdir?» diye sorar. O da, «Onlar bizim en hayırhlarımızdır» diye cevab verir. Cebrail de «Onlar biz melekler arasında da öyledirler» der.

Bu hadis, mahlukatın şerefinin zatından değil fiillerinden ol-

duğuna delâlet eder. Çünkü melekler için daimi teşbih üzerinde devam edecek fiiller vardır. Bizim için de ihlas ile taatte olan fiİl illerimiz vardır. Biz şeriatın üstün gördüğü taati üstün görüyoruz. Taatlerin en efdali ise cihaddır. Cihad'm en efdali, Bedir Savaşı' dır. Çünkü İslâm'ın binası bu savaş üzerine kurulmuştur. Hz, Peygamber'in Medine'den çıkıp Kureyş'in kervanını dağıtmaya gitme­si, düşmandan ganimet almak için olabilir. Zira ganimet helal­dir.

Enes bin Malik'ten rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber, Bedir Savası'nda öldürülen müşriklerin leşlerini üç gün bırakır ve sonra yanlarına gidip şöyle seslenir: «Ey Rabia'mn oğlu Utbe, ey Rabia'mn oğlu Şeybe! Acaba rabbinizin size vaadettiğini hak olarak buldunuz mu? Kesinlikle ben Rabbimin bana vaadettiğini hak olarak buldum.» Bunu duyan Hz. Ömer, «Ey Allah'ın Rasûlü! Onlar kokuşmuş leşler oldular. Senin sözlerini nasıl duyabilirler?» deyince Hz. Peygamber (s.a), «Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki siz benim dediklerimi onlardan daha iyi işitemezsiniz. Ancak onların cevap vermeye güçleri yoktur.» diye buyurdu ve sonra cesedlerinin Bedir kuyusuna atılmasını emretti. (Müslim)

Hz. Ömer'in, Rasûlüllah'a (s.a), «Onlar senin sözlerini nasıl duyabilirler?» şeklindeki sorusu adet hükmü gereğince cari ol­muştur. Çünkü adete göre ölü işitemez. Hz. Peygamber (s.a), on­ların tıpkı diriler gibi işittiklerini söylemekle, ölümün kesin bir yokluk olmadığını, ölümün sadece ruhla bedenin birbirinden ayrıl­ması olduğunu ve yine ölümün bir durumdan başka bir duruma geçmek, bir yurttan diğer bir yurda gitmek olduğunu söylemek is­temiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a), «Ölü, mezara konulduğunda ve arkadaşları kendisini bırakıp gideceği zaman, onların ayak ses­lerini işitir» diye buyurmuştur.

(12)  (Hatırla) o zamanı ki Rabbim meleklere...»

Bu Ayetin Tefsiri:

Allah Teâlâ, Peygambere ve ashabına yardım için göndermiş olduğu meleklere, «Ben yardım için sizinle beraberim» diye vahyetmiş, onlara müminlerin kalplerini kuvvetlendirmelerini söyle­miştir.

Bu takviyenin keyfiyeti hususunda ihtilaf edilmiştir. Bazıla­rına göre şeytan Ademoğlu'nun kalbine şer ve vesvese ilka ettiği gibi melekler de-aynı şekilde Ademoğlu'nun kalbine ilham verebi­lir, îşte buradaki takviye ve tespitin mahiyeti budur, demişlerdir.

Bazıları da, bu takviyeyi, meleklerim müminlerle birlikte sa­vaşta hazır bulunmaları ve onlara yardım etmeleriyle açıklamaya çalışmışlardır. Yani ifade «Rabbin meleklere, müminlerle birlik­te müşriklere karşı savaşarak onların kalplerini takviye edin de­mişti» şeklinde anlaşılmalıdır.

Bazıları ise, bunun, yani müminlere yardım ve zaferin müj­desinin verilmesi şeklinde yorumlamışlardır. Buna göre melekler insan şeklinde salfann önünde yürüyerek, «Ey müminler! Sise müjde olsun. Allah muhakkak düşmanlarınıza karşı sizlere yar­dım edecektir» demiş olmalıdırlar.

«Ben kafirlerin kalplerine korku vereceğim». Bu, Allah'ın mü­minlere bahşettiği bir nimetiydi. Çünkü kafirlerin kalplerine kor­ku vermek suretiyle müminleri galib, kafirleri ise mağlub etmiş­tir.

«Vurun boyunlarının üstüne.» Bazı müfessirler bu hitabın mü­minlere olduğunu söylemişlerdir. Bu takdirde bu cümle ile ön­ceki cümlenin araları ayrılmış olmaktadır.

Bazı müfessirler de bu hitabın meleklere olduğunu söylemiş­lerdir ki bu takdirde Önceki ile bu cümle birleşik olmaktadır.

Îbn'ul-Enbari, meleklerin Ademoğullan gibi savaşmayı bilme­diklerini ama Allah'ın onlara bunu öğrettiğini söylemiştir.

îkrime, «boyunları» ifadesiyle, onların başlarının kastedildi, ğini, zira boynun üstünde başın olduğunu öne sürmüştür.

Vehhab, ifadenin «Boyunlarım vurunuz» anlamına geldiğini, «üstüne» kelimesinin zaid olduğunu söylemiştir.

Bazıları da, ifadenin «boyunlarının üzerine vurun» anlamına geldiğini, zira «fevka» (üstüne) kelimesinin «ala» (üzerine) anla­mında kullanıldığını söylemişlerdir.

«Vurun onların tüm parmaklarına,» yani vurun onların tüm mafsallarına.

İbn Abbas, bu ifadeyi «Etraflarına vurunuz» şeklinde tefsir etmiştir. Çünkü «benan», «benana»nm çoğuludur. İki elin parmak­larının etrafı anlamındadır. İnsanoğlu yapmak istediği her şeyde parmaklarım kullandığı için bunlara «benan» denmiştir. Burada özellikle parmakların zikredilmesinin nedeni insanın onlarla sa­vaşması, silahını onlarla tutmasındandır.

Bazıları boyunların üstüne vurulmasının nedenini insanın on­da helaki olmasıyla, parmaklara vurulmasının nedenini de onda insanın davranışlarının takib edilmesiyle açıklamışlardır.

Bedir'de bulunanlardan el-Mazeni'den rivayet olunduğuna gö­re, o şöyle demiştir: «Müşriklerden birinin peşine düştüm. Ona vurmak istedim ama daha kılıcım başına değmeden önce başının koptuğunu gördüm. Anladım ki onu benden başkası (yani bir me­lek) öldürmüştür.» (Ebu Davud)

Sahi bin Hanif'ten şöyle rivayet edilmiştir: «Bedir Günü'nde birini gördüm. Bizden herhangi bir kişi kılıcıyla bir müşriğe ham­lede bulunuyor ve kılıç daha ona dokunmadan onun kellesi bede­ninden ayrılıyordu.»

İkrime, Hz. Peygamber'in azadlısı Ebu Rafi'den onun şöyle dediğini rivayet etmektedir: «Ben Abbas bin Muttalib'in hizmetkâ­rıydım. İslâm dini biz hane halkının arasına girmiş, Abbas müs-lüman olmuştu. Ben de müslüman oldum. Abbas kavminden çe­kiniyordu. Onlarla karşı karşıya gelmeyi istemediği için müslüman olduğunu gizliyordu. Çqk zengindi ve serveti kavminin arasında dağınık bir durumdaydı. Allah'ın düşmanı Ebu Leheb, Bedir Sa-vaşı'na katılmamış, yerine As bin Hişam bin Muğire'yi göndermiş­ti. Bedir'de öldürülenlerin haberi geldiğinde Allah onu rezil etmiş oldu. Biz de kendimizde kudret ve izzet hissetmiştik. Ben zayıf biriydim ve zemzem hücresinde yemin ederim ki bir gün oturup ok yapıyordum ve Hz. Abbas'ın hanımı Ümm'ül-Fazl da yanımda oturuyordu. O esnada fasık Ebu Leheb ayaklarını çeke çeke gel­di, hücrenin kilimi üzerine oturdu. Sırtı sırtıma dayanmıştı. O otururken insanlar, «İşte Ebu Süjyan bin Hars bin Abdulmutta-Ub» dediler. Ebu Leheb, Ebu Süfyan'a, «Ey yeğenim! Kesin haber sendedir» dedi. Hars oğlu Ebu Süfyan, Ebu Leheb'in yanında dur­du. Herkes ayaktaydı. Ebu Leheb, «Ey kardeşimin oğlu! Bana hal­kın durumu nasıldır, haber ver» dedi. Ebu Süfyan, «Bir şey yok. Allah'a yemin ederim. Onlarla karşılaştık ve sırtımızı onlara ver­dik. Onlar da bizi arkamızdan Öldürüyor ve esir ediyorlardı. Dile­dikleri şekilde hareket ediyorlardı. Allah'a yemin ederim ki, kim* şeyi kınamıyorum. Biz yer ile gök arasında doru atların arasın­da, beyaz elbiseli kimselerle karşılaştık. Vallahi hiç kimse onlara karşılık veremedi ve önlerinde duramadı» diye cevab verdi. Ebu Rafi şöyle diyor: «Ben hücremin perdesini kaldırdım ve vallahi on­lar meleklerdir, dedim.» Bunun üzerine Ebu Leheb elini kaldırıp şiddetli bir şekilde yüzüme bir tokat indirdi. Ben ona karşılık ver­meye kalkışınca beni kaldırıp yere vurdu. Sonra üzerime çullandı. Ben zaten zayıf biriydim. Bu sırada Ümmü'1-Pazl, elinde hücrenin direklerinden biri olduğu halde gelip hızla Ebu Leheb'e vurdu. Ba­şı dehşetli bir şekilde yarılmıştı. Ümmü'1-Fazl ona, «Sen onun efen­disi burada değil diye, onu zayıf görüp de zulüm mü etmek isti­yorsun?» dedi. O da zelil bir şekilde kalkıp bize sırtını döndü. Son-

ra da yemin olsun ki o bu olaydan sonra yedi gün kadar yaşadı. Allah ona «adaşa» hastalığını musallat kıldı ve bu hastalık onu öldürdü.»

Maksen, İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmiştir: «Bedir'de Ab-bas'ı esir alan Ebu'1-Yusr Ka*b bin Amr'dır. O Benu Selim kabi-lesindendi. Kısa boylu biriydi. Abbas ise iri bir kimseydi. Hz. Pey­gamber (s.a), Ebu'l-Yusr'a Abbas'ı nasıl esir alabildiğini, yani bu kısacık boyuyla bu işi nasıl başarabildiğini sordu. O, «Ey Allah'ın Rasûlü!» dedi; «Ona karşı daha önce hiç görmediğim biri bana yardım etti .Şöyle şöyle biriydi.» Hz.Peygamber (s.a): «Sana kerim olan bir melek yardım etmiştir» buyurdu.

Daha önce de belirtildiği gibi, Bedir Savaşı Hicretin 3. yılın­da Ramazan ayının 17. gününde cuma sabahı olmuştur.

(13-14) «Bunun nedeni onların Allah'a...»

Bu Ayetlerin Tefsiri

«Zalike» kelimesindeki «k» harfi, Hz. Peygamber'e daha ön­ce bahsi geçen meleklere, müminlere veya bu hitaba layık olan herkesedir.

İsm-i İşaret de, vurmaya, vurmayı emretmeye ya da bahsi ge­çen tüm olaylara işarettir. Yani Bedir Günü'ndeki ölüm ve esir­lik durumlarının nedeni, onların Allah'a ve Rasûl'e muhalefet et­miş olmalarıdır. Allah'a karşı gelmek, O'nun dostlarına, dinine karşı gelmek demektir. Allah'a ve Rasûlü'ne karşı gelen kimseye de kuşkusuz Allah'ın azabı şiddetli olur.

(15) «Ey iman edenler! Toplu olarak.

Bu Ayetin Tefsiri :

«Zahfen» kelimesi çok anlamına gelir. Yani kafirler çokluklarından dolayı sanki emekleyen çocuklar gibi duruyorlardı. «On­lar çok olduğu için hemen sırtınızı dönüp kaçmayın. Hele sizin kadar veya sizden daha az olurlarsa hiç kaçmayın.»

En kuvvetli görüşe göre, bu ayet muhkemdir ve «müslüman-lan teşvik et» ayetiyle tahsis edilmiştir.

«Zahfen» kelimesi hem failin hem de mef'ulün hali olabilir. Yani «Onlarla yavaş yavaş, emekleyerek size doğru geldiklerinde ve sislerin de aynı şekilde üzerlerine doğru gittiğinizde karşılaşır­sanız sakın kaçmayın». Bu kelime sadece failin hali olabilir. Ya­ni «Ey iman edenler! Siz çok olduğunuz halde, kafirlerle karşı karşıya gelirseniz sakın geri dönüp kaçmayın.»

Bu ayet Huneyn Günü'nde 12.000'e yakın sayıdaki sahabenin az bir kafir topluluğundan kaçmasına işaret etmektedir.

(16) «Tekrar savaş için bir tarafa...»

Bu Ayetin Tefsiri

Yani bir müslüman, harp ve savaş günlerinde ancak düşma­nı aldatmak için ya da başka bir müslüman topluluğuna katılıp tekrar onlarla birlikte savaşa dönmek için kaçabilir. Katıldığı bir­liğin uzak veya yakın olmasında bir fark yoktur. Çünkü Hz. Pey­gamber (s.a) tarafından gönderilen bir müfrezenin içinde bulu­nan İbn Ömer'den gelen rivayette, şöyle buyurulmaktadır: «Biz kaçıp Medine'ye vardık. Ben Hz. Peygamber'e: «Ey Allahın Rasû­lü! Biz kaçanlarız» dediğimde bana «Hayır, siz belki de taktik ya­panlarsınız. Biz de sizin katılmak istediğiniz bölüğüz» dedi.

Müslümanlardan savaş anında bu iki durum dışında kaçan bir kimse Allah'tan gelen azaba uğramıştır. Bu hüküm düşman ordusunun iki katından fazla olmaması halinde geçerlidir.

Bazı müfessirlere göre bu ayet Bedir ehline veya Hz. Pey­gamber (s.a) ile birlikte savaşmış olanlara mahsustur.

Nafi, İbn Ömer'e, «Biz düşmanla savaştığımızda sebat etme­yen bir topluluğuz. Katılmak istediğimiz birliğin hangisi olduğu­nu bilmiyoruz. Acaba o imamımız mı, askerlerimiz mi olacak?» diye sorduğunda, İbn Ömer, «O birlik Hz. Peygamber'dit» diye buyurdu. Nafi bunun üzerine mezkur ayeti okuyunca İbn Ömer, «Bu ayet Bedir Günü hakkında nazil olmuştur. Ne ondan önce, ne de ondan sonradır» dedi. (İbn Ebi Hatim)

Burada zikredilen sebeblerden biri olmadıkça savaş meyda­nından kaçmak haramdır ve büyük günahlardandır. Nitekim Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a), «Sizi helak edici 7 şeyden sakının» diye buyurduğunda, kendisine bu 7 şeyin ne olduğu sorulur. Hz. Peygamber de, «Allah'a ortak koş­mak, sihir yapmak, Allah'ın haram kıldığı nefsi haksız yere öldür­mek. Zina etmek, yetim mahnı yemek, savaş zamanında sırtım düşmana çevirip kaçmak ve mümin, hiç bir şeyden haberi olma­yan, evli, namuslu kadınlara zina iftirasında bulunmak» diye ce-vab verir. (Buhari, Müslim)

Tabarani'nin Sevban kanalıyla Hz. Peygamber'den merfu ola­rak rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulnıuştur: «Üç şey var­dır ki onlarla beraber hiç bir amelin yararı yoktur: Allah'a ortak koşmak, anne ve babaya karşı gelmek, savaştan kaçmak.»

Bazı alimlere göre, bu ayetin hükmü geneldir. Yani sevaştan kaçan herkesi içermektedir. Çünkü Allah Teâlâ, ayetin başında «Ey iman edenler» diye seslenmektedir. Bu hitab ise geneldir. Ayetin Bedir savaşı hakkında nazil olması da hükmü değiştirmez. Zira lafzın umumuna bakılır, sebebin hususuna değil.

Ata bin Rabah, bu ayetin, yine Enfal suresinin 66. ayetiyle neshedildiğini söylemiştir. Bu görüşe göre kendilerinin iki katı olan kafirler topluluğundan, hiç bir müslümanın kaçması caiz de­ğildir. Ayet, yukarda belirtilen ayetle neshedilmişse de bu, sayı hu­susunda değildir.

îlim ehlinin çoğuna göre, müslümanlann kendilerinin iki katı olan düşmandan sırtlarım onlara çevirip kaçması caiz değildir. Ancak düşman kendilerinin iki katından fazla ise o takdirde kaç­mak caiz olur. îbn Abbas, üç kişiden- kaçan bir kimsenin kaçmış sayılamıyacağını, iki kişiden kaçan kimsenin ise kaçmış kabul edileceğini söylemektedir  [16]

 

Meal

 

17- Onları siz  Öldürmediniz.  Fakat  onları   Allah   öldürdü. Attığın zaman sen atmadın. Fakat Allah attı. Ki böylece mümin­leri kendinden gelen güzel bir imtihan ile imtihan etmiş olsun. Muhakkak ki Allah,   (duanızı)  işitici ve  (niyetlerinizi)   bilicidir.

18- İşte size böyle yaptı. Kuşkusuz ki Allah kafirlerin hi­lelerini zayıflatıcı   (etkisiz kılıcı) dır.

19- Eğer fetih istiyorsanız, işte  size fetih geldi. Eğer vaz­geçerseniz bu   sizin için  daha  hayırlıdır.  Fakat geri  dönerseniz biz  de geri döneriz. Topluluğunuz çok da olsa, hiç bir şey size yarar sağlayamaz. Çünkü Allah müminlerle beraberdir.

20- Ey iman edenler!  Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin. Sa­kın işitip durduğunuz halde ondan yüzlerinizi çevirmeyin.

21- Sakın  işitmedikleri  halde   işittik  diyen   (kafir) ler  gibi olmayın.

22- Kuşkusuz   ki   Allah'ın     katında   yeryüzünde    yürüyen canlıların en şerlisi, hiç bîr şekilde akıl erdiremeyen sağırlar ve dilsizlerdir.

23- Eğer Allah, onlarda bir haynn olduğunu bilseydi mu­hakkak onlara duyururdu. Fakat onlara duvursaydı bile, muhak­kak onlar yüz çevirdikleri halde döner giderlerdi.

24- Ey iman edenler.' Peygamber sizi, size hayat bahşede­ne çağırdığında, Allah'a ve Rasûlü'ne icabet edin. Bilin ki Allah kişi ile onun kalbi arasına girer.  Ve sizler kuşkusuz ki O'nun (huzuruna)  götürülüp toplanacaksınız.

25- Sizlerden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalma­yacak olan bir fitneden de korkup sakının. Bilin ki Allah'ın aza­bı pek şiddetlidir.[17]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(17)   «Onlan siz öldürmediniz...»

Bu Ayetin Tefsiri

Kadı Beyzavi bu ayeti şöyle yorumlamaktadır: «Onlan siz kendi kuvvetinizle öldürmediniz. Ancak Allah size yardım etmek, sizi onlara musallat etmek ve kalplerine korku vermek suretiyle onlan öldürdü.» [18]

 

Peygamber'in Küreyş Üzerine Attığı Toprak

 

Rivayet edildiğine göre, Kureyşliler «Akankal» denilen yerden çıkıp gelince, Hz. Peygamber (s.a); «Bu gelenler Kureyşlilerdir. Gururlanyla, kibirleriyle gelmektedirler. Peygamberlerini yalan­lamaktadırlar. Ey Allahım! Ben senin Zat-ı Uluhiyyetinden bana va'dettiğini istiyorum.» dedi. Bunun üzerine Cebrail, Hz.'Peygam-ber'e (s.a) gelip «Ey Allah'ın Rasûlü!» dedi; «Bir avuç toprak al, onlara doğru serp». Hz. Peygamber de (s.a) iki ordu karşı kar­şıya, geldiğinde yerden bir avuç kum aldı ve onlara doğru serpe­rek «Yüzler perişan oldu ve .çirkinleşti» diye buyurdu.

Tüm müşriklerin gözüne bu tozdan girdi ve onlan oyaladı. Böylece kaçan müşriklerin ardından müslümanlar yetişerek on­lan yakaladılar. Kimilerini öldürdüler, kimilerini de. esir ettiler. ettim» diyorlardı. Bunun üzerine mezkur ayet nazil oldu. îşte Müşrikler gittikten sonra bu sefer müslümanlar yaptıklanyla övünmeye başladılar. Öyle ki bazısı «Ben öldürdüm», bazısı «Ben esir ayet şöyle demek istemektedir: «Onları öldürmekle övünüyorsu­nuz. İyi bilin ki onlan kesinlikle sizler öldürmediniz. Ey Muham­medi Onların gözüne girecek şekilde o toprağı sen atmadın. Zi­ra senin buna gücün yetmez. Görünüşte sen atmışsın gibiyse de aslında onu Allah attı. (Yani atmanın gayesini Ve sonucunu Al­lah takdir etti). O toprağı onların gözüne Allah iletti ve onlar gözleriyle oyalanıp dururlarken perişan oldular, dağılıp kaçtılar. Siz de onları takib edip kimilerini öldürdünüz, kimilerini de esir ettiniz.» [19]

 

O Toprak Ne Zaman Atıldı

 

«Attığın zaman sen atmadın. Fakat Allah attı» cümlesindeki «atış»ın ne zaman olduğu ile ilgili olarak üç görüş öne sürülmüş­tür: Birincisi, cumhur-u ulemaya göre bu atış Bedir'de olmuştur. Nitekim bu görüşü sahih hadisler de desteklemektedir. İkincisi, bu atış Huneyn'de olmuştur. Bu görüşün sahibi Et-Tayyibi'ye gö. re hadis alimleri bu atışın Bedir'de olduğunu söylememişlerdir. Ancak îmam Suyuti, Et-Tayyibi'ye şöyle itiraz etmiştir: «Bu iddi­ası et-Tayyibi'nin hadislere pek muttali olmadığını gösterir. Zi­ra muhaddisler atışın hem Bedir'de, hem de Huneyn'de olduğu­nu söylemişlerdir. Ancak atışın Huneyn'de olduğunu iddia etmek için bir karine olmadığı gibi bu uzak bir ihtimaldir.» tüçüncüsü,-bu atış Uhud'da olmuştur. Nitekim Zühri ile Said bin Müseyyeb1 den rivayet edilen bir hadise göre, bu ayet Hz. Peygamber'in Uhud'daki atışma işarettir. Çünkü Ubey bin Halef denilen mel'un Hz. Peygamber'i öldürmek üzere saldınya geçtiğinde müslümanlardan bazılan onun önüne geçerek onu öldürmeyi kas­tettiler. Ancak Hz. Peygamber (s.a) müslümanlara «geri çekilin» dedi. Onlar da geri çekilince Hz. Peygamber (s.a) mızrağını eli­ne alıp Ubey bin Halefe fırlattı ve mızrak onun boyun damar­larından birini parçaladı. (Başka bir rivayette) «boynunda bir yara açtı» denilmektedir.) Bunun üzerine o, ağır yaralı olarak

arkadaşlarının yanına kaçtı. Durmadan «Muhammed beni vur­du» diye bağırıyordu. Arkadaşları «Sende bir yara yok» dedikle­rinde, o, «Bendeki bu yara diğer insanlarda olsaydı muhakkak on­ları öldürürdü» diyordu. Sonunda Mekke'ye dönerken böğüre bö-ğüre Öldü.

Bir başka görüşe göre bu olay Hayber'de olmuştur. İbn Ce­bir, Abdurrahman bin Cübeyr'den şöyle bir rivayet nakletmek­tedir: «Hz. Peygamber, Hayber günü bir yay istedi ve kendisine uzun bir yay getirildi. Hz. Peygamber başka bir yay daha istedi. Bu sefer daha kısa bir yay getirildi. Hz. Peygamber (s.a) getiri­len o yay'îa kaleye bir ok attı. Ok kaleye doğru havayı çize çize gidib kalenin içinde yatağında duran îbn Ebu'1-Akik adlı yahu-diyi Öldürdü ve o zaman mezkur ayet nazil oldu.

Bu görüşler içinde en sahihi birincisidir.

Ayette fiilin «mef'ulun bih»i zikredilmemiştir. Çünkü mak-sad, atışın olumsuz ve olumlu halinin beyan edilmesidir. Onun dağılıp çoğalmasına ve müşriklerin hepsinin gözüne girmesine ne­den olan, Hz. Peygamber'in atışıdır. Bu takdirde ayetin anlamı şöyle olur: «Ey Muhammed! Etkisi büyük olan bu atışı sen at­mış göründün. Fakat onu atan aslında Allah'tır. Onu mükemmel şekilde dönüştürüp herkesin gözlerine kum tanelerini sokan O'dur.»

Bu ayetle kulların fiillerinin Allah'ın yaratmasıyla olduğuna delil getirilmiştir. Kullar ancak fiillerin işleyicisi ve icra edeni­dirler. Fiili yaratan ise Allah'tır.

tmama göre Allah bu ayette Hz. Peygamber'in (s.a) hem atan olduğunu hem de olmadığını beyan etmiştir. Yani o bir yönden atan, bir yönden de değildir. Ayetin şu mânâya hamledilmesi ge­rekir: Hz. Peygamber kesbi olarak atan, ama füli yaratmak ba­kımından değildir. Fiili yaratan ise Allah'tır.

Siyercüerin rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber Cs.a) asha­bını savaşa teşvik ettikten sonra gelip Bedir'de konakladı. Ku-reyş'in sucuları su almak üzere Bedir'e gelmişlerdi. İçlerinde Be-nu Haccac'dan Esed adlı zenci bir köleyle Beni As bin Sa'd'm Ebu Yesar adlı bir kölesi bulunuyordu. Bu iki köle yakalanıp Hz. Peygamber'e getirildiler. Hz. Peygamber (s.a),-Kureyş'in ne hal­de olduğunu sorunca, onlar, «Şu gördüğün en uzak kum tepesinin arkasında duruyorlar» diye cevap verdiler. Hz. Peygamber Cs.a) kaç kişi olduklarını sorunca, çok olduklarını ama sayılarını bil­mediklerini söylediler. Bu sefer onlara günde kaç deve kestikle­rini sordu. Onlar bir gün on, bir gün dokuz deve kestiklerini söy­lediler. Hz. Peygamber, ashabına, «Kureyşliler 900 ile 1000 kişi arasındadırlar» dedi. Sonra o iki köleye, onların aralarında Ku-reyş eşrafından kimlerin bulunduğunu sordu. Onlar da, Şeybe bin Rebia, Ebu'l-Zuhfey bin Hişam, Hakim bin Hizan, Hars bin .Arar, Tu'me bin Adiy, Nadr bin Hars, Ebu Cehil, Ümeyye bin Ha­lef, Rebi bin Haccac, Münebbih bin Haccac, Süheyl bin Amr'ın isimlerini saydılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), «İşte Mekke sizlerin önüne ciğerparelerini atmış bulunmaktadır» diye buyurdu.         .

Kureyşliler Hz. Peygamber'in ordusuna yöneldiklerinde pey­gamber onları «Akankal» denilen kum tepesinden inerken görün­ce vadiye varıp ellerini kaldırdı ve «Ey Allahım! İşte Kureyş, ki­bir ve gururlanyla gelmektedir. Benimle mücadele ediyorlar. Se­nin peygamberini yalanladılar. Ey Rabbim! Bana vaadettiğin yar­dımını senden istiyorum» diye dua etti.

Bunun üzerine Cebrail, Hz. Peygamber'e gelip yerden bir avuç kum aldı ve bunu onların üzerine atmasını söyledi. İki ordu kar­şı karşıya geldiklerinde Hz, Peygamber üzerinde toprak bulunan bir avuç kumu yerden alarak müşriklerin üzerine fırlattı ve son­ra «yüzler çirkinleşti» diye buyurdu. Gözüne, ağzına ve burnuna kum girmeyen hiç bir müşrik kalmamıştı. Böylece kaçmaya başladılar. Müslümanlar da peşlerine düşüp kimisini öldürdüler^ ki­milerini de esir aldılar.

Katade kendilerine şöyle rivayet edildiğini nakletmektedir: «Allah Resulü Bedir Günü üç taş atmıştır. Birini Kureyş'in sa­ğına, birini soluna, diğerini de tam ortalarına atmıştır. Sonra da 'yüzler çirkinleşti' demiştir. Bunun üzerine Kureyşlüer bozguna uğradılar. İşte «Attığın zaman sen atmadın. Fakat Allah attı» aye­ti bunu anlatmaktadır. Çünkü hiçbir beşer böyle bir güce sahib değildir. Yani yerden bir avuç kum alıp atmakla orduda bulunan herkesin gözüne kumlan sokabilmek beşer gücünün üstündedir. Bu bakımdan atışın sureti peygamberden, etkisi Allah'tan sadır olmuştur. Buna göre ayetteki nefiy ve ispat sahihtir.

Bazı müfessirler ayete, «Attığında kum tanelerini onların gö­züne sokamadın ama Allah senin atışınla kum tanelerini onların gözüne soktu» şeklinde, bazıları da «Attığında onların kalbine korku salamadın ama Allah attığında onların kalbine korku saldı» şeklinde mânâ vermişlerdir.

«Ki böylece müminleri kendinden gelen güzel bir imtihan ile imtihan etmiş olsun.» ifadesi, Allah Teâlâ'nın müminlere yardım ve ganimet, ecir ve sevab ve büyük nimetlerle yardım ettiğine işa­ret etmektedir. Çünkü tüm müfessirler buradaki «belâ» kelime­sinin nimet karşılığında kullanıldığı hususunda görüş birliği et­mişlerdir.

(18) «İşte size böyle yaptı...»

Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin başındaki «Zalikum» ism-i işareti «Güzel bir imtihan»& racidir. Yani kastedilen, müminleri güzelce denemek, kâfirlerin hilelerini bozup iptal etmektir.

Bazı müfessirlere göre ayetin başındaki ism-i işaret kati ve atmak fiillerine racidir. Yani mukadder bir mübtedanın haberidir. Yani yapılan kati ve atıştır. Bu takdirde, «Kuşkusuz ki Allah kâ­firlerin hilelerini zayıflatıcı (etkisiz kılıcı)dır.» cümlesi hakkı be­yandır. Bazıları da buradaki ism-i işaretin önceki olaylara işaret ettiğini söylemişlerdir. Bu ayet aynı zamanda ikinci bir müjde­dir. Şöyle ki: Allah müslümanlara yardım ederek kafirlerin hile­lerini etkisiz kılacağım onlara bildirmektedir. Yani gelecekte ka­firlerin hileleri etkisiz hale getirilecek ve iptal edilecek, ellerinde, tasarrufları altında bulunan herşey helake uğrayacaktır. [20]

 

Ebu Cehl'in Duası

 

(19) «Eğer fetih istiyorsanız...»

Bu Ayetin Tefsiri

Ayetteki hitab Hz. Peygamber'le Bedir'de savaşan müşrikle­redir. Çünkü müslümanlarla müşrikler Bedir Günü karşı karşı­ya geldiklerinde Ebu Cehil, «Ey Allahım! İkimizden (Muhammed ile kendisinden) hangisi facir ise ve sıla-i rahmi kesmişse onu bugün belaya uğrat ve helak et» diye dua etmiştir.

Bazı müfessirlere göre o, «Ey Allahım! Hangimiz senin ka­tında daha hayırlıysa ona yardım et!» demişti.

Bazıları da onun, «Ey Allahım! Bu iki güruhtan hangisi doğ­ru yoldaysa, hangisi daha hayırlıysa ve hangisi senin katında da­ha üstün ise o gruba yardım et. Ey Allahım! Hangisi facirse, han­gisi akrabalık bağlarını koparmışsa, bugün onu belaya uğrat» di­ye dua ettiğini söylemişlerdir.

Ebu Cehl'in bu duası üzerine mezkur ayet nazil olmuştur. Bu takdirde ayet şöyle anlaşılır: «Şayet iki gruptan hangisi ak­rabalık bağlarını kestiyse, hangisi zalimse onun üzerinde Allah'ın hükmetmesini ve zalime karşı mazluma yardım etmesini bekliyorsanız kesinlikle bilin ki size Allah'ın hükmü gelmiş, mazluma zalime karşı yardım etmiş, Hakk'm taraftarını Bâtıl'm taraftar­ları üzerine galib kılmış, akrabalık bağlarını koparanlara karşı sıla-i rahim yapanları üstün kılmıştır.

Abdurrahman bin Avf'tan şöyle bir rivayet nakledilmektedir: Bedir Günü'nde safta duruyordum. Sağımda ve solumda ensar-dan iki gencin olduğunu gördüm. îkisi de çok gençti. O kadar hoşuma gitmişlerdi ki kaburgaları arasında olmayı istedim. Biri bana göz kırparak «Ey amca! Ebu Cehil'i tanıyor musun?» diye sordu. Ben de «Evet, tanıyorum. Ama senin onunla ne işin var?» diye cevab. verdim. O, «Duyduğuma göre o, Hz. Peygamber'e sö-vüyormuş. Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki eğer onu görürsem ikimizden ölüme en yakın olanı ortaya çıkma­dıkça gölgem gölgesinden ayrılmayacaktır.» dedi. Onun bu sözle­rine hayret etmiştim ki diğer genç de aynı sözleri tekrarladı. Bi­raz sonra Ebu Cehil'i insanların arasından gelirken gördüm ve o iki gence: «Şu (gururla) dolaşan adamı görüyor musunuz? İşte sorup aradığınız kimse odur» dedim. Onlar da kılıçlarıyla birlik­te hızla Ebu CehiPe saldırdılar. Öldürene değin ona darbeler in­dirdiler. Sonra Hz. Peygamber'e (s.a) gidip bunu haber verdiler. Hz. Peygamber onu hangisinin öldürdüğünü sorunca ikisi de ken­disinin öldürdüğünü söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) kılıçlarını silip silmediklerini sordu. Onlar silmediklerini söyle­yince kılıçlarına baktı ve sonra «onu ikiniz birden öldürmüşsü­nüz» dedi. Ebu Cehü'in üzerindekilerin, adlan Muaz bin Amr bin Cenuh ve Muaz bin Afra olan bu iki gence verilmesini emretti.

Enes bin Malik'ten rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber Cs.a), «Ebu Cehil'in ne yaptığına bizim için kim bakar?» dedi. Bunun üzerine İbn Mesud gitti. Afra'nın iki oğlu tarafından vu­rulmuş olan Ebu Cehil'in cesedinin yerde yattığını gördü. Onun sakalından tuttu ve «Ebu Cehil sen misin?» (Veya «Sen ey Ebu Cehil», (Buharı) dedi. Bunun üzerine gözlerini açan Ebu Cehil,

«Siz vurduğunuz kimselerin üstüne mi çıkarsınız?» (Veya «Kav­mi tarafından vurulan bir kişinin üzerine mi çıkıyorsun?») dedi. Başka bir rivayette, Ebu Cehil «Keşke beni bir köleden başkası öldüreydi» demiştir.

Süddi'nin rivayet ettiğine göre, müşrikler Mekke'den Bedir'e doğru yola çıkarken Kabe'nin perdelerine yapıştılar. Allah'tan yardım isteyip, «Ey Allahım! İki ordudan hangisi yüce, hangisi şerefli, hangisi daha hayırlı ise ona yardım et» dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, «Eğer fetih istiyorsanız, işte size fetih geldi» ayetini indirdi.

Bazı müfessirler ayetin nüzul sebebini şöyle anlatıyorlar: Hz, Peygamber (s.a) Bedir'de Allah'a, «îki gurubtan birini - vaadet-miştin. Onu bana ver» diye yalvardı ve cevaben mezkur ayet indi. Yani, «Eğer yardım (Allah'ın size vaadettiğini yerine getirmesini) istiyorsanız işte istediğiniz oldu. Allah'ın size verdiği nimete şük­redin». Ayetin sebebi nüzulü hakkındaki bu görüş daha uygun­dur. Çünkü Allah'ın «Size fetih geldi» şeklinde müminlere seslen­mesi daha makuldür. Tabii ki bu, fethin yardım ve zaferle yorum­lanması halinde sözkonusudur. Fakat «feth», kaza ve hükümle yorumlanırsa hitabın kafirlere yönelik olması mümkündür  [21]

«Eğer vazgeçerseniz bu sizin için daha hayırlıdır» hitabı ise kafirleredir. Yani, «Muhammed'i yalanlamaktan, ona savaş aç­maktan vazgeçerseniz, bu sizin için hem dünyada hem de ahirette daha hayırlıdır.»

«Fakat geri dönerseniz biz de geri döneriz». Yani Muhammed İle savaşmaya, onu yalanlamaya geri dönerseniz biz de Muham­med'i size galib kılmak ve size karşı ona yardım etmek suretiyle geri döneriz.

«Topluluğunuz çok da olsa hiçbir şey size yarar sağlayamaz»; Çünkü Allah müminlere yardım etmek suretiyle onlara zafer gön­derecektin

(20-21) «Ey iman edenler! Allah'a ve Rasûlü'ne...»

Su Ayetlerin Tefsiri

Yani Allah'a ve Rasûlü'ne cihad hususunda itaat edin. Çün­kü cihadda mal ve canın feda edilmesi sözkonusudur. Allah'ın Easûlü'nden yüz çevirmeyin, ona arkanızı dönmeyin, ona yardım­dan kaçınmayın. Siz kendinize okunan Kur'an'ı dinliyorsunuz. Sa­kın iyice dinlemediği halde dinliyormuş gibi yapan kafir ve mü­nafıklar gibi davranmayın. Çünkü onlar öğüt alacak şekilde din­lemedikleri için adeta hiç dinlememiş gibidirler.

(22-23) «Kuşkusuz Allah'ın katında...»

Bu Ayetlerin Tefsiri

«Devvab» yeryüzünde yürüyen canlılar demektir. Ayet iki şe­kilde anlaşılabilir:

a) Allah, bilgisizlikleri ve yediklerinden yarar-lanamamalan açısından onları hayvanlara benzetmiş ve kendile­rini sağırlık ve dilsizlikle vasıflandırmıştır.

b) Burada bir benzet­me (teşbih) yoktur. Allah onları layık oldukları bir şekilde vasıf -landırmıştır.

«Eğer Allah onlarda bir hayrın olduğunu bilseydi muhakkak onlara duyururdu». Allah Teâlâ'nın her şeyi bilmesi vacibtir. Al­lah'ın bümesi onlarda hayrın olmadığının gereklerindendir. Bu yüzden haddi zatında olmamasını Allah'ın bilmemesiyle ifade et­mek daha güzel olmuştur. Yani eğer onlarda hayır olsaydı Allah onlara öğütleri delilleriyle dinletirdi. Ancak onlarda hayr olmadı­ğını bildiği için onlar bu dinlemeden bir yarar görmezler ve bun­dan yüz çevirirlerdi.

Kafirler Hz. Peygamber'e (s.a), «Bize Kusay bin Kilab' gibi birini dirilt de o senin risaletinin doğru olduğunu bize haber ver­sin» dediklerinde Allah bu ayeti indirmekle, «Eğer Allah o ve onun gibilerde hayrın olduğunu bilseydi (yani ölüleri diriltmekle on­ların sözlerinden yararlanacaklarını bilseydi) onları diriltirdi ki kafirler o ölülerin sözlerini dinlesinler (de gerçeği anlasınlar). Fa­kat Allah onların bu sözleri sadece inadlarından ve hakkı inkar etmek için söylediklerini bilmektedir. Şayet o ölüleri diriltip on­ların sözlerini bu kafirlere işittirseydi, onlara gerçeği ulaştırsay-di bile yine de bir yararı olmayacaktı.»

Mahlukat 4 kısma ayrılır:

1) Tüm mevcudat,

2) Tüm malu­mat,

3) Mevcudattan her biri rriadum olsaydı eğer durumu ne olacaktı?

4) Mevcudattan her biri mevcut olsaydı eğer durumu ne olacaktı?

'Binaenaleyh tüm kısımlar onun yaratmasıyla, diğer (3 ve 4.) kısımlar ise onun ilmiyle bilinmiştir. Bu bakımdan, «Eğer Allah onlarda hayrın olduğunu bilseydi muhakkak onlara duyururdu» cümlesi ikinci kısma dahildir. Yani mukadderatı bilmek kabilin-dendir, yaradılışı bilmek kabilinden değil. Bu hususun bir ben­zeri Allah Teâlâ'nın münafıkların halini bildirdiği şu ayette an­latılmıştır:

«Eğer siz (yurdunuzdan) çıkarılır sanız, mutlaka biz de sizin­le birlikte çıkarız. Sizin aleyhinizde hiç kimseye itaat etmeyiz. Si­zinle savaşılırsa eğer muhakkak size yardım ederiz, derler. Oysa Allah onların yalancı olduklarına şahidlik eder. Andolsun, eğer onlar çıkarılsalar (bunlar) onlarla beraber çıkmazlar. Eğer on­larla savaşılsa onlara yardım etmezler. Yardım etseler bile arka­larına dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine de yardım edilmez.» (Haşr: 11-12)

Allah Teâlâ ayrıca onları diriltseydi bile yine onların haram şeylere geri döneceklerini bildiriyor ve mevcut olsaydı maduin olacaklarını haber veriyor.

(24) «Ey iman edenler! Peygamber sizi...»

Bu Ayetin Tefsiri

«Hayat bahşeden»in kim olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Süddi, bunun «İman ve islâm» olduğunu, zira iman ve İslâm'da hayat bulunduğunu söylemiştir. Ona göre iman kalbin hayatı, küfr ise kalbin Ölümüdür. Bunun delili de «O diriyi ölüden çıkarır» ayetidir. .

Bazıları ise «Hayat bahşeden» ile Kur'an'ın kastedildiğini söy­lemektedirler. Yani

«Kur'ari'da olan hükümlere icabet edin» denmek istenmiştir. Çünkü Kur'an'da hayat (kurtuluş) ve ismet sıfatı vardır. Kur' an'm «hayat» sıfatıyla vasıflandırılmasmm nedeni, Kur'an'ın iman sebebi, imanın da hayatın sebebi oluşundandır. Bu bakımdan ha­yatın sebebi olan Kur'an'ı «hayat» ile vasıflandırmak caiz olmuş­tur.

Bir başka görüşe göre «hayat bahşeden» ile cihad kastedil­mektedir. Cihad'ın hayat ile vasıflandınlmasınm bir çok nedeni vardır:

1) İki düşmandan birinin gevşeklik, göstermesi diğer taraf m hayatı anlamına gelir. Müslümanların durumları kafirlerle cihad etmeleri nedeniyle kuvvet (hayat) kazanır.

2) Cihad, şehadetin sebebidir. Şehadet ise daimi hayat de­mektir. Nitekim Allah Teâlâ «Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma. Aksine onlar diridirler. Rablerinin katında nzıkla-nırlar» (Alu îmran:  169)

3) Cihad Ölüme, ölüm ise ahirete götürür. Ahiret de hayatın cevheridir. Nitekim Allah, «Ahiret yurdu daimi hayatın tâ ken­disidir» (Ankebut: 64) buyurmuştur.

Bir görüşe göre «hayat bahşeden» ile iyi amel ve itaat kas­tedilmiştir. Bu tefsire göre Kur'an, iman ve cihad, hepsi iyi amel ve taate dahil olmaktadır. Dolayısıyla Allah, «hayat bahşeden» ile daimi ve güzel hayatı kastetmektedir. Nitekim başka bir ayet­te, «Onu güzel bir hayatla hayatlandınrız» (Nahl: 97; diye bu­yurmuştur. [22]

 

Kader Ve Cebir                 

 

«Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer.» ayetinin tefsirin­de müfessirler cebr ve kader konusundaki ihtilafları nedeniyle de­ğişik görüşler ileri sürmüşlerdir.

Cebr'in olduğunu savunanlar, Vahidi'nin İbn Abbas ve Dah-hak'tan naklettiği bir rivayete dayanmaktadırlar: «Allah hem kâ­fir ile onun taatinin arasına girer (onun itaat etmesine müsaade etmez), hem de muti ile günahının arasına girer. Bu yüzden said, Allah'ın saadete erdirdiği, şaki ise Allah'ın dalalete götürdüğü kimsedir. Kalbler Allah'ın kuçlret elindedir. Onları dilediği şekil­de evirip çevirir. Allah iman etmesini istemediği kâfir kimsenin kalbiyle arasına girer. Küfrünü dilemediği mümin kimsenin ise kalbile kendi arasına girerek ona mani olur.»

Fahruddin Razi, bu hususun doğruluğuna dair delilleri daha önce de ortaya koymuştu.

Kelbî'ye göre haller ya itikadat, ya iradat ya da her ikisidir. İtikadata gelince, o ya ilim ya cehalettir. İnsanoğlu ilme onun ilim olduğunu bildikten sonra yönelir. Onun maluma uygunlu­ğuna kanaat getirdikten sonra onu edinmeyi ister. Bu da ancak malumu bilmekle olur. Bu ise kendinin tahakkukunu gerekli kılar. Cehalete gelince, insanoğlu şüphesiz onu seçmez ve istemez. Ancak o, inanışın ilmi olduğunu zannettiğinden onu irade eder. İnsanoğlu önceki bilgisizliğinden dolayı bu zanna sahib olur. Bu da bir şeyin varlığının nedeninin nefsini tevafuk etmesini gerek­tirir. Devaî (isteyiciler) ile iradeye gelince, bunlar bir failleri ol­madığı takdirde kendi kendilerine meydana gelmeleri icab eder. Eğer failleri varsa bu fail ya Allah Teâlâ ya da kuldur. Kul olması muhaldir. Çünkü aksi takdirde onun sebebi başka bir sebebe bağ­lanmış olmayı gerektirir ki bu da bâtıldır. Dolayısıyla bundan anlaşıldığına göre, akidenin, iradenin ve devaî'nin faili Allah'tır. Bu bakımdan Kur'an'm nassı, kalblerin hallerinin Allah'tan oldu­ğuna delalet eder. Aklî deliller de bu hususu desteklediğinden söz­lerimizin doğruluğu ispatlanmış olmaktadır.

Kederiye ise mezkur ayetten bu söylenenlerin kastedilmesinin caiz olmadığını şöyle açıklıyor:

a) Cübbai'ye göre Allah'ın, kendisiyle kalbi arasına girdiği kimse acizdir. Aciz kimseye emretmek ise akılsızlık ve ahmaklık­tır. Bunun mümkün olması halinde Allah'ın göklere çıkmamızı emretmesi de caiz olurdu. Oysa topal bir kimsenin ayakta namaz kılmakla emrolunmayacaği iddia edilmiştir. O takdirde böyle bir emir Allah için nasıl caiz olabilir? Nitekim Kur'an'da «Allah kişi­ye taşıyamayacağı bir yükü teklif etmez» (Bakara: 286) buyurul-muştur.

Zihar yemini eden kimseden, gücü yetmediği takdirde, oruç tutmasının farziyeti kaldırılarak altmış fakiri doyurması emredil­miştir.

b) Allah Teâlâ'nın, Allah ve Rasûlü'ne icabeti emretmesi, zi­kir ve tahzir kabilindendir. İcabeti terketmekten sakındırdı. Eğer bu sözle cebrilerin dediği irade edilmiş olsaydı icabetin terkinde kuvvetli bir özür bulunur ve icabetin terki yasaklanmış olmazdı.

c) Allah Teâlâ, Kur'an'ı, Rasûlü'ne kafirlere karşı delil ol­ması için indirmiştir. Kafirlerin elinde Rasûlü'ne karşı delil olması için indirmedi. Şayet cebrîlerin öne sürdüğü mânâ kastedilmiş ol­saydı bu ayet, kafirlerin ellerinde Hz. Peygambere karşı kuv­vetli bir delil olmaz mıydı? Kafirler bu sefer, «Allah bizi iman etmekten menetti. Peygamber bizim iman etmemizi nasıl emre­der?» demeyecekler miydi? İşte tüm bu nedenlerden dolayı ayete cebrîlerin dediği gibi mânâ vermek mümkün değildir.[23]  

Fahruddin Razi bunları aktardıktan sonra Cebriyye mezhebini destekler mahiyette şöyle diyor:

Bu ayetle ilgili olarak birçok şey daha söylenebilir:

a) Allah kişi ile onun   kalbinden   yararlanmasının   arasına ölüm sebebiyle girmektedir. Yani ölüm gelmeden önce size gerek­li olan taat, cihad ve diğer ibadetleri süratle yerine getiriniz. El-Kadı bu yüzden bu hükmün ardından «Ve sizler kuşkusuz ki O' nun (huzuruna)  götürülüp toplanacaksınız» ifadesinin  geldiğini söyleyerek bu ayet ile taate mani olacak ölüm gelmeden önce in­sanları teşvik etmenin kastedüdiğini öne sürmüştür.

b) Allah kişi ile onun kalbinin irade ettiğinin arasına girer. Çünkü ecel amelin önünü kesmektedir. Allah bu ayetle «Salih amel­leri geciktirmeden yapın, kalplerinize gelen uzun yaşama umudu­na güvenmeyin. Zira bu kesin değildir.» demektedir. İşte «kalp» ke­limesinin kalpte meydana gelen temennüere ıtlak edilmesi bu yüz­dendir. Nitekim mazrufu zarfının ismiyle tesmiye etmek caizdir. Mesela Araplar «Dere akıyor» derler. Oysa gerçekte akan dere de­ğil derenin içindeki sudur.

c) Müminler Bedir Günü'nde savaştan korkuyorlardı. Bu yüzden Allah onlara, «Taatte acele edin, kalblerinizdeki zaaf ve korkudan dolayı geri kalmayın. Kuşkusuz Allah bu halleri değiş, tirir. Zayıflığı kuvvete, korkuyu cesarete dönüştürür. Çünkü O, kalbleri evirip-çevirendir» demek istemiştir.

d) Mücahid, «Kalp ile akü kastediliyor» demektedir. Buna göre ayet şöyle anlaşılır: «Allah kişi ile onun kalbi arasına girer. Aklettiğiniz bir durumdayken aceleyle amellerinizi yerine getirin. Çünkü aklınızın gidip gitmeyeceğinden emin değilsiniz. Akil gitti­ğinde ise sorumluluk (teklif) kalkar.» Allah Teâlâ'nın burada ak­lı «kalb»e benzetmesi caizdir. Nitekim, «Kuşkusuz bunda kalbi (aklı) olan kimse için (...) bir öğüt (ibret) vardır.» (Kaf: 37) buyurulmuştur.

e) Hasan Basri, ayeti, «Kuşkusuz Allah, kişi ile kalbi arasın-da perdedir,» yani Allah'ın kuluna yakınlığı, kişinin kendi kalbine olan yakınlığından daha fazladır,    şeklinde    yorumlanmaktadır. Böylelikle Allah, kulun iç aleminde olan hiçbir şeyin kendisine gizli olmadığım kastetmektedir. Nitekim, «Biz insana şah damarın­dan daha yakınız» (Kaf : 16) diye buyurulmuştur.

Cebrîyye ve Kaderîyye'nin bu konudaki görüşleri bu kadardır,

«Kuşkusuz ki O'nun (huzuruna) götürülüp toplanacaksınız.» Yani başıboş ve muattal bırakılmayacaksınız. Bu ifade insanları tembellik ve gafletten kaçınmaya son derece teşvik ve terğib et­mektedir. [24]

 

Zülüm Sadece Zalime Felaket Getirmiyor

 

(25)    «Sizlerden yalnızca zulmedenlere...» .

Bu Ayetin Tefsiri:

Allah Teâlâ insanları kendisinin kişi ile. kalbi araşma girdiği­ni bildirerek uyardığı gibi bu fitneyi haber vererek de uyarmaktadır. Yani öyle bir fitneden korkun ki başınıza geldiğinde sa­dece içinizden zulmedenlere isabet etmez. Onları aşıp salibi de zalimi de, hepinizi kapsayacak, kasıp kavuracaktır.

Hasan Basri'den gelen bir rivayete göre bu ayet, Hz. Ali, Hz. Ammar bin Yasir, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr hakkında nazil olmuş­tur. Nitekim bu fitne Cemel Günü'nde  [25] vuku bulmuştur. Hz. Zübeyr, «Bu ayet bizim hakkımızda nazil olmuştur. Biz bu ayetin ehlinden olacağımızı sanmamıştık. Ama bir de gördük ki bu ayet bize işaret etmekteymiş» demiştir.

Suddi, bu ayetin Cemel Vâkası'ndz da döğüşen Bedir ashabı hakkında nazil olduğunu söylemiştir.

Rivayet edildiğine göre, Hz. Zübeyr, ile Hz. Peygamber (s.a) oturmuş sohbet ederlerken yanlarına Hz. Ali gelir. Hz. Zübeyr Hz. Ali'ye tebessümle bakar. Hz. Peygamber (s.a) kendisine: «Ali' yi sever misin?» diye sorar. O da, «Ey Allah'ın Rasûlü. Onu çocu­ğum gibi, hatta daha fazla severim» diye cevap verir. Bunun üze­rine Hz. Peygamber «Onunla savaşmak üzere üzerine saldırdığın­da durumun ne olacaktır?» diye buyurur.

 «Bilin ki Allah'ın azabı pek şiddetlidir» ifadesiyle Allah'ın aza- bı hatırlatılarak insanların doğru yola girmeleri istenmektedir. Allah Teâlâ, günah işleyenleri de işlemeyenleri de kaplayacak olan bir azapla insanları korkuttuğuna göre günah işlemeyen kimsele- ri azaba uğratmasının O'nun rahmetine nasıl uygun düşeceği dü­şünülebilir. Ancak Allah her şeyin sahibi olması hasebiyle O'nun yaptıkları, mülkünde tasarruf olduğundan dolayı hayırdır. Ve onun her yaptığında bir iyilik bulunur. [26]

 

Meal

 

26- Hatırlayın o zamanı ki sizler  (sayıca)  azdınız. Yeryü­zünde eziliyordunuz.     İnsanların  sizi kapıp    (esir almasından) korku yordun uz. Fakat Allah sizi barındırıp yardımıyla destekle­di- Sizi güzel şeylerden nzıklandırdı ki nimetlerine şükredesiniz.

27- Ey iman  edenler!  Allah'a  ve Rasûl'e ihanet etmeyin. Bu takdirde  (aranızda bulunan)  emanetlerinize bile bile ihanet etmiş olursunuz.

28- Bilin ki mallarınız ve  çocuklarınız ancak birer fitne­dirler. Yine bilin ki Allah katında büyük bir mükâfat vardır.

29- Ey iman edenler!  Şayet Allah  (azabın) dan  sakınırsa­nız o size ayirdedici bir anlayış (furkan) verir. Günahlarınızı sîz­den siler ve sizi affeder. Allah büyük bir fazilet sahibidir.

30- (Hatırla)  o zamanı ki küfre kayanlar sizi hapsetmek, Öldürmek, Mekke'den çıkarmak için tuzak kurup  duruyorlardı. Onlar tuzak kurarlarken Allah da (buna karşılık onlara)  tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranlann en hayırlısıdır.

31- Onlara  ayetlerimiz  okunduğunda  «Okunanları  işittik. Dil esc k biz de bunun gibisini söyleriz. Bu, eskilerin efsanelerin­den başka bir şey değildir» derler.

32- (Hatırlat)  o zamanı ki, «Ey AHahım! Eğer bu Kur'an senin katından gelen Hak ise üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem verici bir azab dokundur» demişlerdi.

33- Fakat  sen   (Ey Muhammed)   onların  arasında  bulun­dukça Allah onları azaba uğratacak değildi. Onlar af dilerlerken de Allah onlara azab edecek değildi. [27]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsîrt

 

(26)   {(Hatırlayın o zamanı ki sîzler...»

Bu Ayetin Tefsiri:                   .

Ayetteki hitap ya sadece muhacirlere, ya da tüm Arap-laradır. Yani «Sayıca az olduğunuz ve Mekke'de Kureyş kafirlerinin zulmü altında ezildiğiniz o günleri hatırlayın.» Hita­bın muhacirlere olması durumunda mânâ bu şekilde anlaşılır. Fa­kat hitab tüm Arapları kapsıyorsa bu takdirde mânâ, «İranlıların baskısı altında ezildiğiniz o günleri hatırlayın» şeklinde anlaşılır. Bu yorum Vehb bin Münebbih'ten rivayet edilmiştir. Ancak ko­num itibarıyla ve uzak bir tevil olduğu için tenkid edilmiştir. Ay­rıca İranlılar tüm Araplar üzerinde hakimiyet kurmamışlardır.

«İnsanların sizi kapıp (esir almasından) korkuyor dunuz» ifa­desinde geçen «insanlar», Kureyş müşrikleridir (ki bu en açık gö­rüştür). Veya İranlılardır.

îkrime'ye göre müşrik Araplar müslümanlara sürekli diş bi­liyorlardı.

Deylemi'nin îbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, Hz. Peygam-ber'e (s.a) buradaki «insanlar» ile kimin kastedildiği sorulduğu zaman o, bunların İranlılar olduğunu söylemiştir.

«Fakat Allah sizi barındırıp yardımıyla destekledi. Sîzi güzel şeylerden nzıklandırdı ki   nimetlerine   şükredesiniz»;   Yani size düşmanlarınızdan korunabileceğiniz bir barınak verdi. Sizi yar­dımıyla destekledi. Sizi Ensar ile destekledi. Bedir Günü'nde me­lekleri size yardım için gönderdi. Düşmanların kalbini adının du­yulmasıyla titreten Hz. Muhammed'i size peygamber olarak gön­derdi. Onun vasıtasıyla kuvvet ve kudretinizi artırdı. Size güzel şey. lerden, (helal) ganimetlerden nzıklar ihsan etti. Nitekim ganimet­ler sadece Ümmet-i Muhammed'e helal olmuştur. Daha önceki üm­metler ganimet malını yiyemezlerdi.

«Tayyibe», bazı müfessirlere göre Allah'ın müslümanlara ver­miş olduğu nimetlerin tümüdür.

(27) Ey iman edenler! Allah'a, Rasûlü'ne ve...»

Bu Ayetin Tefsiri:

«Tehûnû, «havn»dan türemiştir ve eksiltmek anlamına gelir. Nitekim «vefa» da aslında tamamlamak demektir. İhanet, emane­tin karşıtı olarak kullanılmıştır. Çünkü emanetin tam karşıtı ek­sikliğe yol açar. İhanet edilen şey yavaş yavaş azalır. Ragıb el-İs-fahanî'ye göre ihanet gizli yapılır. Ancak" burada ihanet, Allah'ın emri ve Rasûlü'nün sünnetiyle amel etmemek anlamındadır.

Îbn Cerir, îbn Abbas'tan, şöyle dediğini rivayet etmektedir: «Allah'a hainlik, farzlarını terketmek, Hz. Peygamber'e hainlik ise sünnetini terk etmekle ve günah işlemekle olur.»

Bazı müfessirler, «Buradaki ihanet ganimetlerde aşırı gitmek vp. ortaya koyduğundan fazlasını saklamaktır» demektedirler. Ebu Şeyh'in Yezid bin Ebi Habib'ten rivayet ettiğine göre, buradaki ihanet ile savaşta silahlan bozup, zarar vermek kastolunmuştur. [28]

 

Ebullubabe'nin Tevbesi

 

Zühri ve Kelbî şöyle rivayet etmektedirler:

Hz. Peygamber (s.a), Benu Kureyze yahudilerini 21 gün ku­şatma altında tuttuğunda onlar sonunda dayanamayıp banş yapma teklifinde bulundular. «Daha önce kardeşlerimiz Benu Nadr ile anlaşma (banş) yaptığın gibi bizlerle de anlaşma yap. Biz de kar­deşlerimizin yanına (Şam'a, Ezruat denilen yere) gidelim» dedi­ler. Ama Hz. Peygamber onlarla banş yapmaktan kaçındı ve «Sa'd bin Muaz'ın hakemliğine razı olup onun verdiği hüküm kabul edi­lirse anlaşma yaparız» dedi. Fakat bu teklifi kabul etmeyen Yahu­diler Ebu Lubabe Rifa' bin Abdulmunzir'in —ki bu kimse Beni Kureyza'nın danışmanlığını yapıyordu; onun malı, çoluk çocuğu Yahudilerin yanındaydı— kendilerine gönderilmesini istediler. Hz. Peygamber de (s.a) Ebu Lubabe'yi onlara gönderdi. Ebu Lubabe, Benu Kureyza'nın yanma gelince, kendisine, «Ne diyorsun, ya Ebu Lubabe? Sa'd bin Muaz'ın hükmüne razı olalım mı?» diye sordu­lar. Bunun üzerine Ebu Lubabe eliyle boğazını gösterdi. Yani, «Bu­nu kabul etmeniz ölümünüz dernektir. Sakın kabul etmeyin» de­mek istedi. (Ebu Lubabe şöyle anlatıyor): «Allah'a yemin ederim ki ayaklarım daha yerlerinden ayrılmadan Allah'a ve Rasûlü'ne ihanet ettiğimi anladım.». Daha sonra Ebu Lubabe, Hz. Peygam-ber'e uğramadan doğruca Medine'ye gitti. Mescidin direklerinden birisine kendisini bağladı ve «Vallahi, ne yemek yiyeceğim ne de su içeceğim. Ya ölürüm ya da Allah tevbemi kabul eder» dedi. Bu haber Hz. Peygamber'e (s.a) iletilince, «îyi bilin ki bana gelseydi eğer, muhakkak onun için af talebinde bulunurdum. Ama madem yapacağını yapmış, ben de Allah tevbesini kabul edinceye kadar onu bırakmam» dedi.

Böylece Ebu Lubabe yedi gün yemeden-içmeden öylece bağlı kaldı. Sonunda bayılmıştı. Allah Teâlâ tevbesini kabul ettiğinde bu ona büdirildi. Fakat o, «Allah'a yemin ederim ki Hz. Peygam­ber gelip beni çözmedikçe ben kendimi çözmem.» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber gelerek kendi eliyle Ebu Lubabe'nin ipini çözdü. Sonra Ebu Lubabe, «Tevbemin tamamen kabul olabilmesi; için de günah işlediğim Medine'den ve malımdan ayrılmamla mümkün olur» deyince Hz. Peygamber (s.a) «Malının üçte birini sa­daka olarak vermen yeterlidir» dedi ve Ebu Lubabe hakkında mez­kur ayet nazil oldu.

Ancak meşhur olanı, Ebu Lubabe'nin kendini Tebük Seferi'n-den geri kaldığı için bağladığıdır. İbn Abdilberr bu görüşün doğru olduğunu kabul etmiştir.

Süddi, «Sahabe, Hz. Peygamber'den (s.a) işittiği bir şeyi müşriklerin kulağına gidecek kadar yaydığı için bu ayetle Allah Teâlâ onları böyle bir ifşaattan menetmiştir.».diyor.

Ebu Şeyh, Cabir bin Abdullah'tan şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Süfyan Mekke'den çıktığında Cebrail Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek, «Ebu Süfyan falan falan yerdedir» dedi. Bunun üze­rine Hz. Peygamber (s.a) bu haberi sahabilerine iletti ve onlardan bu sözünü gizli tutmalarını istedi. Ancak münafıklardan biri Ebu Süfyan'a «Muhammed sizi hedefleyerek yola çıktı. Dikkatli olun!» diye haber gönderdi. Bunun üzerine de Allah Teâlâ «Bile bile ema­netlerinize ihanet etmeyin» cümlesini indirdi. Yani ne Allah'a ne Rasûl'e ne biriniz diğerine ihanet etmesin. (Veya) elinizde bulu­nan emanetlerin sahibine ihanet etmeyin.

İbn Abbas, «emanet» kelimesini Allah Teâlâ'nın kullarının üze­rinde emin kıldığı amellerle tefsir etmiştir. Bu takdirde cümle, «Allah'a karşı ibadetlerinizde hain davranmayın» anlamına gelir.

Mücahid, «emanat» kelimesini «emanet» şeklinde tekil olarak okumuştur.

(28) «Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız...»

Bu Ayetin Tefsiri:

Mal ve çocuklar insanın günaha girmesine ve ceza almasına

sebeb olmalarından dolayı fitnenin tâ kendisi sayılmışlardır. Yani «Mal ve çocuklar sizlere Allah tarafından verilen güçlüklerdir. Al­lah sizi onlarla deneyecektir. Sakın onlar sislere Ebu Lubabe'nin yaptığı hatayı tekrarlatmasın.» Maldaki fitne çocuktaki fitneden daha çok olduğu için önce «mallarınız,» sonra «çocuklarınız» de­nilmiştir.

îbn Mesud'dan gelen bir rivayette «sizden fitnenin kapsamı­na girmeyen kimse yoktur .Zira Allah'a sığınmak isteyen fitneye saptırandan O'na sığınsın» denilmiştir..Bunun bir benzeri Hz. Ali' den de rivayet edilmiştir.

(29) «Ey iman edenler! Şayet...»

Bu Ayetin Tefsiri:

Yani, ey iman edenler! Yaptıklarınızda ve yapmadıklarınızda Allah'ın azabından sakınırsanız o size, sakınmanızdan dolayı ayırd edici bir anlayış (furkan) verir.

«Furkan» (ayırdedici anlayış) hidayet ve kalblere yerleştiri­len nur anlamındadır. Onunla insanlar hakkı bâtıldan ayırd eder­ler. İbn Cüreyc ve İbn Zeyd'den de böyle rivayet edilmiştir.

Ferra'ya göre furkan, «yardım» anlamında kullanılmıştır. Al­lah onunla hakkın taraftarını bâtılın taraftarlarından ayırd eder, müslümanlan aziz, kafirleri zelil kılar.

Süddi'ye göre furkan, dünya ve ahirette kurtuluş demektir/

Mukatil ise furkan'm şüphelerden uzaklaşmak anlamına gel­diğini söylemiştir. Furkan, zuhur (açıklama, açıklık) manasına­dır. Yani işleri teşhir etmek, yaymak demektir. Nitekim îbn îs-hak'ın sözlerinden anlaşılan da budur.

Bu anlamların hepsi de iki şeyi ayırd edici demek olan «tefrik» kökünde birleşmektedir. Nitekim bazı müdekkikler bu mânâ­ların hepsinin de kastedilmiş olabileceğini söylemişlerdir.

«Günahlarınızı sizden siler ve sizi affeder.» Yani dünyada gü­nahlarınızı örter ve ahirette de onları bağışlamak ve ceza vermek­ten vazgeçmek suretiyle affeder.

Ayet, gelmiş gelecek günahların atfedilebileceğine işaret et­mektedir. Çünkü bu ayet Bedir Ashabı hakkında nazil olmuştur. Allah, Bedir Ashabı'nm gelmiş-geçmiş günahlarını affetmiştir. Ni­tekim bir hadiste «Allah'ın Bedir ehline tecelli ederek 'istediğinizi yapın, ben sizin için affediciyim' demesi umulur» buyurulmuştur. [29]

 

Mekkeliler Peygambere Nasıl Bir Ceza Vermek İstediler

 

(30) «(Hatırla) o zamanı ki küfre kayanlar...»

Bu Ayetin Tefsiri:

Bu ayet Hz. Peygamber'e mahsus olan bir nimeti zikretmek ve hatırlatmak maksadıyla nazil olmuştur.

Hasan Basri, Mücahid ve Katade'ye göre hapis, kişiyi iplerle bağlamakla yapılırdı. Eban, İbn Hatim ve Cübbai'den rivayet edil­diğine göre, onlar Hz. Peygamber'de derin yaralar açmak ve onu bir eve kapatarak hapsetmek istiyorlardı. (Bunu Ata ve Süddi ri­vayet etmiştir) Yani onlar Hz. Peygamber'i (s.a) iplerle bağlaya­rak bir evde hapsetmek veya ağır bir şekilde yaralayarak etkisiz hale getirmek ya da öldürmek veya Mekke'den sürmek suretiyle kendi akıllarınca —hâşâ— onun şerrinden emin olmak istiyorlar­dı.

îbn İshak şöyle rivayet ediyor: «Kureyş kabilesi, Hz. Peygam-ber'in dışarda yardımcılarının ve kendisinden başka daha arka­daşlarının bulunduğunu bildiklerinden, ashabının hicret edip Mekke'den ayrıldıklarını görünce, onlann başka bir beldeye gidip ora­daki insanların güvenini kazandıklarını anlamışlardı. Bu yüzden artık Hz. Peygamber'den (s.a) çekinmeye başlamışlardı. Hz. Mu-hammed'in kendileriyle kesinlikle savaşacağını tahmin ettiklerin­den Dar'un-Nedve'de toplandılar. Müşriklerin Hz. Peygamber (s.a) hakkında nasıl davranacaklarını istişare etmek üzere toplandıkları yer olan bu Dar'un-Nedve, Kusay bin Kilab'ın eviydi. Kureyşliler bir hüküm verecekleri veya bir istişare yapacakları zaman bura­da toplanırlardı.

İbn Abbas, o Mekkeli müşriklerin Dar'un-Nedve'de toplanıp istişare etmek için bir gün tayin ettiklerini ve bu güne «Zahmet Günü» denildiğini söylemiştir. Onlar toplantıya girerlerken İblis, bir pir-i fani şeklinde ve sırtında bir aba olduğu halde Dar'un-Ned-ve'nin kapısında görüldü. Onlar İblis'in kapıda durduğunu görün­ce «Bu ihtiyar da kimdir?» diye sordular, iblis, «Ben Necid halkın-danım. Sizlerin aranızda va'dettiğiniz olayı işittim ve sizinle bera­ber olmak istedim. Ki böylece görüşlerinizi dinlemiş olabileyim. Umulur ki belki ben de size yararlı bir nasihat verebilirim, bir görüş öne sürebilirim.» diye cevab verince onlar bunu hoş karşı­ladılar. Böylece İblis giriş iznini almış ve Darun-Nedve'ye girmiş­tir. Kureyş'in  tüm ileri  gelenleri  oradaydı. Bazıları diğerlerine «İşte bu kişinin işi, gördüğünüz noktaya ulaştı. Vallahi onun ne yapacağından emin değiliz» dediler. (İbn Abbas şöyle devam edi­yor):  İstişare ederken aralarında Ebu'l-Buhteri bin Hişam adlı biri, «Onu demirlerle bağlayın, üzerine kapıyı kapatıp hapsedin. Sonra kendisinin benzeri olan daha önceki Züheyr, Nabiğ gibi şa­irlere isabet edenin ona da isabet etmesini bekleyin» dedi. Necid-li ihtiyar, «Hayır! Allah'a yemin ederim ki bu düşünce doğru de­ğil. Andolsun eğer siz onu dediğiniz gibi hapsedersiniz, onun ha­beri demirleri üzerine kapatıp kilitlediğiniz kapının arkasından çıkarak arkadaşlarına ulaşır. Öyle ki arkadaşları size hücum eder­ler, onu sizlerin elinden kurtarırlar. Sonra onunla birlikte size karşı gelirler ve mağlub edinceye kadar sizinle döğüşürler. Bu doğru bir düşünce değildir. Bence başka bir fikir belirtilsin» diye müdahele etti.

Yine istişareye devam edildi. Aralarından Eb'ul- Esved bin Umeyr, «O halde onu içimizden çıkaralım, ülkeden sürelim. Biz­den ayrıldıktan sonra vallahi nereye giderse gitsin, bu bizi ilgilen­dirmez. Yeter ki bizden uzak olsun, ondan kurtulalım» dedi. Ne-cidli ihtiyar, yine,   ((Hayır!   Allah'a yemin ederim ki bu da sizin için çıkar yol değildir. Onun konuşmalarının güzelliğini, mantığı­nın genişliğini, getirdikleriyle birçok kişinin kalbini elde ettiğini görmüyor musunuz? Vallahi eğer böyle yaparsanız o,. Arap kabi­lelerinden birine gider, sözleriyle, konuşmasıyla onları ikna eder. Onlar da kendisine biat ederler. İşte o zaman o da onları arkasına takar, üzerinize gelir ve ülkenizde sizi çiğner, memleketinizi eli­nizden alarak dilediğini yapar. Onunla ilgili başka bir görüş söy­leyin» diye müdahale eder. Bunun üzerine Ebu Cehil, «Vallahi bir düşüncem var ki ondan sizin bile hoşlanmayacağınızı görür gibi­yim» dedi. Diğerleri,   «Ey Eb'ul-Hakem! Düşüncen nedir?»   diye sordular. Ebu Cehil, «Benim düşünceme göre, her kabileden güçlü soylu ve   neseb bakımından vasat olan gençler seçelim. Her biri­nin eline keskin bir kılıç verelim. Sonra da o gençlerin hepsi bir­den Muhammed'e saldırsınlar ve (tek bir darbe gibi) aynı anda kılıçlarını üzerine indirsinler. Böylece onu öldürsünler, biz de ra­hatlayalım. Gençler onu bu şekilde öldürdüklerinde kanı tüm ka­bilelere dağılmış olacağından kabilesi bizden diyet almaya razı olacaktır. Biz de onun diyetini vererek bu işten kurtulmuş olu­ruz» diye konuştu. (İbn Abbas şöyle devam ediyor): Necidli ihti­yar, «İşte söz bu kişinin sözüdür ve razı olduğum görüş bu görüştür» dedi ve bu karar üzerine Dar'un-Nedveden çıktılar. Cebrail, Hz. Peygamber'e gelerek o gece şimdi yatmakta olduğu yatağında yatmamasını söyledi. Gecenin saatleri ilerleyince Kureyşlilerin be­lirledikleri gençler Hz. Peygamber'in (s.a) evine yakın bir yerde toplandılar. Hepsi de saldırmak için Hz. Peygamber'in uyuyacağı zamanı bekliyorlardı. Hz. Peygamber (s.a), onların kendisini beklemek üzere yer­leştiğini görünce Hz. Ali'ye, «Benim yatağımda sen yat. Şu had-ramî ve yeşil kürkümü üzerine al ve öylece uyu. Onlardan hoşuna gitmeyecek hiçbir şey sana erişemez.» dedi. Çünkü Hz. Peygam­ber (s.a) uyumak istediğinde o kürkün altına girerdi. Böylece Hz. Peygamber'e hicret izni verilmiş oldu. Hz, Peygamber, arkadaşı Ebubekir ile beraber Mekke'den ayrılıp Sevr mağarasına gittiler. Hz. Ali, Allah'ın kendisine vermiş olduğu bu nimete işaret ederek şöyle bir şür okumuştur:

«Nefsimle, taşlara basan en hayırlı insanı korudum.

Beyt-i Atik'i ve İsmail hicrini ziyaret edenlerin en hayırlısını...

Allah'ın Rasûlü'nü korudum ki Kureyşlİlerin ona tuzak kurmasından çekmiyordum.

Nimet sahibi olan Rab onu bu tuzaktan kurtardı. Allah'ın Rasûlü mağarada güven içinde geceledi. Allah'ın koruması ve örtüsü altındaydı. Ben de onları gözeterek geceledim. Benim orada olabileceğimi sanmıyorlardı. Oysa ben nefsimi Ölüme ve esarete adamış, hazır hale getirmiştim. [30]

 

Hicret

 

Hz. Peygamber'in Medine'ye hicreti M. 622 yılında Rebi'ul-Ev-vel 12'de vukûbulmuştur. Hz. Peygamber evinin etrafını saran yüz kişinin arasından sıyrılarak eline bir avuç toprak aldı ve bu top­rağı Yasin suresini okuyup onların üzerine serpti. Onlar kendisi­ni görmeden aralarından savuşup gitti. Onlar gaflet halinden kurtulduklarında içeriye baktılar ve Hz. Ali'yi Hz. Peygamber'in yatağında yatıyor gördüler. Üzerinde Hz. Peygamber'in cübbesi bu­lunduğundan peygamber zannettikleri Ali'yi boşuna bekleyip dur­dular. Sabah olduğunda ona saldırmayı kararlaştırdılar. Fakat sa­bah yataktan Hz. Ali'nin kalktığını görünce ona arkadaşının nerede olduğunu sordular. Hz. Ali bilmediğini söyleyince Rasûlüllah'ın kaçıp kurtulduğunu anladılar. Hz. Ali, Peygamber'in yanında bu­lunan emanetleri sahihlerine iade etmek için Mekke'de kalmıştı.

Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ebubekir'in evine gidip Allah'ın kendisine hicret izni verdiğini söyler. Hz. Ebubekir, «Ben de seninle birlikte gelebilir miyim?» deyince, Hz. Peygamber bunu kabul eder, o da sevincinden ağlar. Hz. Ebubekir, Abdullah bin Ureykat Deylemi'yi kiralar. Bu kişi müslüman değildi ama kendi­lerine Medine yolunu göstermek üzere kiralanmıştı. Normal bili­nen yolun dışında başka bir yolla onları götürecekti. Hz. Peygam­ber'in (s.a) hicret edeceğini sadece Hz. Ebubekir, Hz. Ali ve Hz. Ebubekir'in ailesi biliyordu. Hz. Peygamber, Mekke'den perşem­be günü, Rebi'ul-Evvel'in ilk gününde ayrıldı. Medine'ye ise aynı ayın 12. gününde, pazartesi günü öğle vaktinde, vardı. Hz. Peygam­ber tam 53 yaşındaydı. Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber Mekke'den Medine'ye hicret etmek üzere yola çıkarken şöyle dua etmişti:

«Ey Allahım! Onların beni beldelerin en güzelinden çıkardık­larını biliyorsun. Beni senin katındaki beldelerin en güzeline yer­leştir.» (Hakim, Mustedrek)

Hz. Muhammed peygamber olduktan sonra Mekke'de 13 sene oturmuştu. Mekke'den hicret ettikten sonra arkadaşı Ebubekir ile Mekke'nin güneybatısında ve üç mil uzaklıktaki Sevr dağındaki mağaraya gelirler. Hz. Ebubekir, oğlu Abdullah'a, «Mekke'de hak­kımızda neler söylenir? Onları dinle, sonra da geceleyin bize ile­tirsin» diye tembihler. Kölesi Amr bin Fuheyre'ye de koyunlarını gündüzleyin otlatmasını, geceleyin de Mekke'ye gidiyormuş gibi yapıp mağaraya uğramasını söyler. Bunun nedeni ihtiyaçları olan sütü almaktı. Kızı Esma da onların yemeklerini getiriyordu. Böy­lece tam üç gün mağarada kaldılar . [31]

 

Hz. Peygamber Aranıyor

 

Kureyşlüer, Hz. Peygamber'in izini kaybettikleri için her yer­de onu arıyorlardı. Yanlarında izciler de vardı. Sonunda bir izci onların izini sürerek mağaranın yanma kadar geldi. Ve «izler bu­rada bitiyor» dedi. Onları bulmak ümidiyle mağaraya girmek is­tediler. Ama mağaranın kapısı örümcek ağıyla örülmüştü ve iki güvercin de mağaranın önünde yuvalarını yapmıştı. Oysa güver­cinler insanları hissettiklerinde kaçan hayvanlardı. Kureyş­lüer mağaranın içinde kimsenin olmadığına kanaat getirdiklerin­den Mekke'ye geri döndüler. Sonra da Muhammed'i getirene yüz deve mükâfat va'dettiler. Üç gün sonra hayat normale dönmüştü. Kılavuzları Hz. Peygamberle, Hz. Ebubekir'e iki deve getirdi. Bun­lardan birini, hicret sırasmda kendi malını ve canım ortaya koyup hicretin fazlını tam olarak elde etmek için Hz. Peygamber (s.a) parasıyla Hz. Ebubekir'den satın aldı. Daha sonra develerine bin­diler. Hz. Ebubekir yolda kendilerine hizmet etmesi için Amr bin Fuheyr'i yanına almıştı. Hz. Esma onlara bir torba getirdi. Keme­rini yarıp yansıyla onu bağladı. İşte bundan dolayı Hz. Esma'ya «İki Kemerli Kadın» denilmiştir. Hz. Ebubekir 6000 dirheme yakın olan servetini beraberinde götürmüştü. Hz. Peygamber ile Ebube­kir silahlan yanlarında değilken Süraka bin Malik bin Cüş'üm ta­rafından görüldüler. Süraka onları yakalayıp geri götürmek ve Kureyşlilerin koyduğu ödülü alabilmek için arkalarına takıldı. Ra-sûlüllah hemen onun hakkında beddua etti ve Süraka'nın atının ayaklan kupkuru toprağa gömülmeye başladı. Bunun üzerine o, «Ey Muhammedi Dua et de Allah beni kurtarsın. Bunun karşılı­ğında seni arayanları geri çevireceğim» dedi. Hz. Peygamber de (s.a) dua etti ve Süraka kurtuldu. Fakat yeniden takibe başlayın­ca' Rasûlüllah bir daha beddua etti. Bu sefer atının ayaklan daha çok gömüldü. Süraka, «Ey Muhammedi Anladım ki bu senin duan sebebiyledir. Allah'a dua et de içinde bulunduğum bu felaketten beni kurtarsın. Sana Allah adına söz veriyorum ki arkandan ge­lenleri geri çevireceğim.» diye yalvardı. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber (s.a) dua etti ve o da kurtuldu. Sonra da kendileriyle sa­vaşmamak ve onların haberlerini hiç kimseye bildirmemek üzere söz verdi. Üç gün, üç gece onlarla ilgili kimseye bir şey söylemeye­cekti. Böylece Süraka geri döndü ve onlan arayan kimi gördüyse, «Bu taraflarda yoklar. Baktım, bulamadım. O yüzden geri dönü­yorum» diyor ve onlan geri çeviriyordu.

Buhari, Hz. Aişe'den gelen bir rivayeti şöyle nakletmektedir:

Bir gün Öğle vaktinde Hz. Ebubekir'in. evinde oturuyordum ki o sırada biri Ebubekir'e, «İşte bak! Peygamber yüzünü-gözünü kapatmış olduğu halde geliyor» dedi. Rasûlüllah daha önce adeti olmayan veçhile ansızın değişik bir zamanda gelmişti. Ebubekir, «Anam babam ona feda olsun, vallahi o muhakkak önemli bir se­bepten dolayı bu saatte geliyordu» dedi. (Hz. Aişe diyor ki:) Hz. Peygamber gelip izin istedi. İçeri girmesi için izin verilince girdi ve Ebubekir'e yanındakileri dısan çıkarmasını söyledi. Ebubekir, «Ey Allah'ın Rasûlü! Anam-babam sana feda olsun. Onlar (Aişe ile annesi) senin ailendir» dedi. Hz. Peygamber (s.a), «Mekke'den çıkıp Medine'ye hicret etmem için izin verildi.» dedi. Ebubekir, «Ben de seninle gelecek miyim?» diye sordu. Hz. Peygamber (s.a) «evet» deyince, Ebubekir, «Ey Allah'ın Rasûlü! Anam-babam sana feda olsun. Şu iki deveden birini al» dedi. Hz. Peygamber ise an-cak parasıyla satınalabileceğini söyledi. (Hz. Aişe şöyle devam edi­yor.) Biz onlara yolculukta ihtiyaç duyacakları şeyleri hazırlayıp bir torba içine koyduk. Esma da kemerinden bir parçayı koparıp onunla torbanın ağzını bağladı. Bu yüzden . «İki Kemerli Kadın» lâkabım aldı. Hz. Ebubekir'in kızı Esma, Hz. Aişe'den daha büyük­tü. Anneleri ayrı babalan birdi. Abdullah ile Esma ise aynı anne­dendi.

Hz. Peygamber (s.a) ile Hz. Ebubekir, Sevr dağmdaki mağa­raya sığınıp orada üç gece kaldılar. Zeki bir genç ve süratli bir kavrayışı olan Hz. Ebubekir'in oğlu Abdullah geceleyin onların yanına gidiyor, sabah olmadan oradan ayrılıyor ve seher vaktinde Mekke'ye dönüyordu. Kureyşlilerle sabahlamakla sanki Mekke'de gecelemiş gibi görünüyordu. Onlar hakkında Mekke'de en ufak bir şey işitse ona kulak kabartır, geceleyin de aynı haberi Hz. Pey­gamber ile babasına iletirdi. Ebubekir'tn azadlısı Amr bin Fuheyr de koyunlarından bir kısmını geceleyin mağaranın yanından geçi­rirdi. Akşam olduktan sonra gelirdi. Onlar da sütlerini alırlardı. Her gece bu olay tekrarlanıyordu. Ayrıca Beni Abd bin Adiyy'den bir kişiyi kiralamışlardı. Yolu iyi biliyordu ve zeki bir kılavuzdu. As bin Vail es-Sehmi'nin aile efradıyla elini kan çanağına batırmış­tı. Yani onlarm mevlasıydı. Kureyş kafirlerinin dini üzerindeydi. Ancak Resulullah (s.a) ile Hz. Ebubekir onu güvenilir kabul et­mişti. Ona develerini verip üç gece sonra Sevr dağının mağarası­nın Önünde buluşma sözü verdiler. O, üçüncü gecenin sabahı deve-. lerini getirdi. Amr bin Fuheyr ve bir kılavuz ile yola çıktılar. Kıla­vuz onları sahil kenarından (Asfar'm alt tarafından) geçirdi. (Sü-raka bin Cüş'um diyor ki): «Kureyşlilerin elçileri bize geldiler. Muhammed ve Ebubekir üzerine ödül koymuşlardı. Bu ödül onla­rı öldürene veya esir edene verilecekti. Ben Beni Müdleç'in bir meclisinde otururken onlardan biri yanımıza gelerek «Ey Süraka!» de6i,«Biraz önce sahilde gölgeler gördüm. Zannederim onlar Mu­hammed ve arkadaşlarıdır.» Ben hemen gerçekten onlar olduğunu anladım. Fakat ona «Sen falan falan kimseleri görmüşsün. Onlar bizim yanımızdan ayrılıp gitmişlerdi.» dedim. Bir şey belli etme­mek için bir saat kadar oturdum. Sonra kalkıp evime gittim. Cari­yeme, «Atımı al, şu tepeciklerin arkasına götür ve orada beni bekle» dedim. Mızrağımı yanıma aldım ve gizlice evin arkasından çıktım. Öyle ki mızrağın ucu yere değiyordu. Görünmemesi için üst kısmını biraz alçattım. Sonra atıma bindim. Onlara yaklaşın­ca atım sürçtü. Ve attan düştüm. Ayağa kalkıp elimi okdanlığa soktum. Okdanlıktan fal okları olan zelemleri (ezlam) çıkardım. Onlara zarar verip veremeyeceğimi anlamak için fal açtım. Ancak hoşuma gitmeyen, üzerinde «hayır» yazılı ok çıktı. Buna rağmen atıma bindim. Onlara yaklaşınca fal oklarına isyan ettim. Sonunda o kadar yaklaştım ki Rasûlüllah'ın Kur'an okuduğunu işitiyor­dum. O hiç arkasına bakmıyordu. Ebubekir ise sık sık dönüp ar­kasına bakıyordu. O sırada atımın ön ayaklan dizlerine kadar ku­ma saplandı. Tekrar attan düştüm. Atı kurtarmak için ona «deh» dedim. At kalktı. Daha ayaklarını çıkarır çıkarmaz ayaklarının al­tından çıkıp göğe yükselen dumanları gördüm. Yeniden oklarla fal açtım. Fakat yine hoşuma gitmeyen ok çıkmıştı. O zaman onlara, «Artık güvendesiniz, benden size bir zarar gelmeyecektir» diye ba­ğırdım. Sesimi duymuşlardı. Atıma binip yanlarına gittim. Başıma gelenlerden sonra Hz. Peygamber'in emrinin galib geleceğini anla-dım. Ona, kavminin kendi hakkında ödül va'dettiğini, insanların bu yüzden onları aradığını söyleyip kendilerine yiyecek ve yol azı­ğı teklifinde bulundum. Onlar benden bir şey almadıkları gibi bir şey de istemediler. Fakat, «Bizi gördüğünü kimseye söyleme, ye­ter» dediler. Ben de Hz. Peygamber'e bana bir güven mektubu yaz­masını söyledim. O da bunun üzerine Amr bin Fuheyr'e bir deri parçasına güven mektubunu yazmasını ve bana vermesini emret­ti. O da emrolunduğunu yaptı.

Hz. Peygamber'in hicret sırasmda başına gelen olaylardan bi­risi de şudur: Yolda ticaretten donen Talha bin Ubeydullah ile karşılaşırlar. O kendilerine selam verir ve ikisine de beyaz elbise­ler hediye eder. Bazı rivayetlere göre Zübeyr de onlara rastlamış­tır. Belki de Zübeyr ile Talha birlikteyken onlara rastlamışlardı. Ya da bu olay arka arkaya vukubulmuştur. Hz. Peygamber ile Ebubekir kendilerine verilen bu elbiseleri giyerler.

Hz. Peygamber (s.a) kavmi kendisini alaya alıp onun daveti­ne kulak vermeyince ve atalarından tevarüs ettikleri inançlara sımsıkı sarılıp akıllarım çalıştırmamakta direnince, doğum yeri olan Mekke'den ayrılmıştır. Onlar akıllarını çalıştırmamışlar, put­lara tapmanın küfür olduğunu itiraf etmemişlerdir. Küfürden son­ra hangi günah, şirkten sonra hangi dalâlet olabilir? Nitekim Allah Teâlâ, «Kuşkusuz Allah şirki affetmez. Fakat ondan başka dilediği kimsenin günahlarını affeder.» (Nisa : 48) buyurmuştur.

Hz. Peygamber (s.a) Mekke'den üzüntülü olarak ayrılmıştı. Onların eziyet ve cefalarına tam on üç sene dayanarak cihad etmiş­ti. Uzun seneler onlarla mücadele eden o parlayan nur, geniş ilim, yüce himmet, o şerefli kişi, temiz ruh, o cezbedici ve sevilen şah­siyet, o daima gülen, pırıl pırıl parlayan yüz, o güzel ahlâk, o ha­yadan konuşmayan ağız, o emin rasul, o kendilerine doğru yolu gösteren nebi onlardan ayrılmıştır.

Şayet Kureyş hakikati idrak etseydi, taassubtan vazgeçseydi, muhakkak onun eteklerine sarılır, feyzinden avuçlar, onun hikmet okyanusundan içer, hidayeti ile doğru yolu bulur, ahlâkı ile ahlâk-lanır, hem dünya hem de ahiret nimetini elde ederdi. Allah'ın Ra-sûlü Muhammed (s.a) ayrılışıyla Mekke'yi kapkaranlıklar içinde bırakmış ve fakat Medine'ye vardığında nurları Medine'nin her ye­rinde parlamaya başlamıştı. Medineliler Hz. Peygamber'i (s.a) müjde ve sevgi ile karşılamaya çıktılar. Onun o güzel yüzünü gör­mek için koşuyorlar, adeta birbiriyle yanşıyorlardı. Öyle ki onun. la bereketleniyorlar, onun beliğ hikmetlerim daha yakından işite­bilmek için onu misafir etmek hususunda ellerinden geleni yapı­yorlar, didiniyorlardı. Bu yüzden «Bedr (dolunay) üzerimize doğ­du» demek suretiyle o parlayan nur hakkındaki bilinçlerinin dere­cesini ortaya koymuşlardı. [32]

 

Medine'ye Varış

 

Hz. Peygamber (s.a) Rebî'ul-Evvel ayının 12'sinde, pazartesi günü öğleye yakın saatlerde Medine'ye ulaştı. Küba'da Külsüm bin Hedim denilen ve Beni Amr bin Avf'ın büyüğü olan bir kişi­nin misafiri oldu. Beni Amr bin Avf, Evs'in bir boyu idi. Küba ise Medine'nin güneyine düşen ve ondan 2 mil uzakta bululnan bir köydür. Yeşillikler içinde olan Küba'da üzüm. hurma, incir ve nar bahçeleri vardı. Hz. Peygamber orada 4 gün (pazartesi, salı, çarşamba, perşembe) kaldı. Bu sırada Küba mescidini, yani ilk günden beri takva üzere kurulu mescidi inşa etti. Hz. Ebubekirde, Medine'nin mahallelerinden biri olan Senih'de Habib bin îs-hak'ıh misafiri oldu. Hz. Ali de daha sonra beraberinde Hz. Fatma, Ümmü Eymen, onun çocuğu Eymen ve mustazaf müslümanlardan bir grup ile birlikte Medine'ye ulaştı. Hz. Ali, Hz. Peygamber'in yarımdaki emanetleri sahiplerine verdikten sonra yola çıkmıştı. Me­dine'ye vardığında Hz. Peygamber'e uyarak Külsüm bin Hedim'in misafiri oldu. Yol boyunca geceleri yürüyüp gündüzleri gizlendiğin­den tabanlan patlamıştı. Geldiğinde onun boynuna sarılan Hz. Pey. gamber, onun bu halini görünce ona acıyarak ağladı. Sonra elleri­ne tükürerek onları Hz. Ali'nin şişmiş olan ayaklarına sürdü. Ve artık Hz. Ali ayaklarmdan şikâyet etmedi. Hz. Peygamber, cuma günü devesine binip Medine'ye doğru yola çıktı. Beni Salim bin Avı kabilesinin bulunduğu yere geldikleri sırada cuma vakti olmuş­tu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, beraberindeki 100 kadar müs-lüman ile derenin içinde bulunan mescidde cumayı kıldı. İşte bu, Hz. Peygamber'in kılmış olduğu ilk cumadır. O, ilk hutbesini de burada okumuştur. Daha sonra El-Kusva adlı devesine binen Hz. Peygamber Medine'ye doğru yola çıktı. Medine'ye geldiğinde deve­nin yularını gevşeterek tamamen bırakmıştı. Deve ensardan kimin evinin yanına giderse hepsi «Ey Allah'ın Rasûlü! Sayıya, silaha, kuvvete gel» diyorlar, devenin önüne çıkıyorlardı. Hz. Peygamber (s.a) «Onun yolunu açınız, o emralmıştır» diyordu. Böylece deve bugünkü mescidin yerinde çöktü. Bu yer Beni Neccar'dan Amr'ın oğulları olan Sehl ve Süheyl'e aitti. Bu kimseler yetimdi ve orayı hurma harmanı olarak kullanıyorlardı. Sonra deve yeniden kalkın­ca Hz. Peygamber onun dizginlerini serbest bıraktı. Durdurulması için de kimseye işaret etmedi. Deve kendiliğinden dönüp arkasına baktı ve yeniden ilk çöktüğü yere gelip tekrar oraya çöktü. Boy-' nunu da yere koydu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) deveden indi. Ebu Eyyub el-Ensari devenin üzerindeki eşyaları alıp evine götürdü. Hz. Peygamber (s.a) kendi odalarıyla, mescid inşa edi­lene kadar Hz. Ebu Eyyub'ün evinde misafir olarak kaldı. Hz. Pey­gamber (s.a), Sehl ile Süheyl'i çağırarak «Orayı itana satıntz. Mes­cid yapayım». deöi. Onlar, orayı satmayacaklarım ama kendisine hibe edeceklerini söyledilerse de Hz. Peygamber (s.a), bu teklifi kabul etmeyerek 10 dinar altına orayı onlardan satın aldı. Bu 10 dinar altını da Ebubekir Sıddık'ın malından almıştı. Sonra orayı mescid olarak bina etti. Mescidin yapımında Hz. Peygamber de diğerleriyle birlikte kerpiç taşımıştı. Kerpiç taşırken şunları söy­lüyordu :

«Bu yük Hayber'in yükü değildir ama;

Rabbinize yemin ederim, bu daha sevab, daha temizdir.»

Yani bu kerpiç yükleri Allah katında, Hayber'den getirilen üzüm ve hurma yüklerinden daha hayırlıdır. Bu şiir aslında saha­beden Abdullah bin Revaha'nmdır. Hz. Peygamber (s.a) onun şiiriyle misal getirmiştir. Hadislerde bu şiir dışında hiçbir şiirin tüm beyitleriyle Hz. Peygamber tarafından misal getirildiği görül­memiştir. Hz. Peygamberin (s.a) şiir irad etmesi yasaktır. Ama irad edilmiş bir şiiri tekrar etmesi yasak değildir.

Hz. Peygamber mescidin yapımında şu mısraları da okumuş­tur:

«Kuşkusuz mükâfat ancak ahiret mükâfatıdır. (Ey Allahım) ensar ve muhacirlere merhamet et»

Daha sonra Hz. Peygamber, Medine yahudileriyle bir barış antlaşması yapmıştır. Mescidin yapımı tamamlanmadan Beni Nec-car'ın naibi (vekili) olan Sa'd bin Zürare ölünce Beni Neccarlılar onun yerine kendilerine bir naib tayin etmesini Hz. Peygamber'den istediler. Ve Hz. Peygamber de «Sizin naibiniz oen olayım» dedi. Onların hiç birini bir diğerinden üstün tutmadı. Bu onların men-kıbelerindendir ve şeref konusunda hepsinin bir olduğuna işaret eder.

Mescid, Rebi'ul-Evvel'den Sefer ayma kadar bitti. Temelleri taştan, duvarları kerpiçten, tavanı ve direkleri ise hurma ağaçla­rından basit bir mescid olmuştu. Mescidde süsten, nakıştan en ufak bir eser bile bulunmuyordu. Minber olmadığından Hz. Pey­gamber (s.a) ilk hutbesini minbersiz okumuştu.

Medineliler Hz. Peygamber'in (s.a) gelişinden o kadar mem­nun olmuşlardı ki onu güler yüzle, şiirler okuyarak karşılamışlar­dı. Kadınlar evlerin tavanlarına çıkıp onu alkışlamışlardı. (Hz. Aişe'den gelen bir rivayete göre) Hz. Peygamber, Medine'ye var­dığında kadınlar, çocuklar oturdukları yerden bağıra bağıra, «Bu­gün dolunay Seniyyet'ul-Veda'dan üzerimize doğdu, içimizde Al­lah'a çağıran biri oldukça, şükür üzerimize vacib oldu. Ey bize gönderilen Peygamber! Sen itaat edilen bir emirle geldin» diyor­lardı. Habeşliler sevinçten mızraklarıyla oynayıp, hareketler ya­parlarken Ensar'ın erkekleri de kadınları da hediye vermek için ona yaklaşmaya çalışıyorlardı.

îbn Abbas, Hz. Peygamber'in pazartesi günü doğduğunu, pa­zartesi günü peygamber olduğunu, Hacer'ul-Esved'i pazartesi gü­nü kaldırıp yerine koyduğunu ve pazartesi günü vefat ettiğini söy­lemektedir.

tslamda Takvim

îslâmda takvimler Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye hicretiyle başlar. Hicreti takvime başlangıç yapan Hz. Ömer'dir. Bunu hicretin 17. yılında yapmıştır. Ancak hicri takvim hicretten 2 ay önce başlar. Zira onlar takvimin başlangıcını o senenin mu­harrem ayı olarak tesbit etmişlerdir. Oysa Hz. Peygamber (s.a) daha bu ayda Mekke'de bulunuyordu. Hicret ise Rebiul-Evvel ayında olmuştu.

«Onlar tuzak kurarlarken Allah da (buna karşılık onlara) tu zak kuruyordu»; yani Allah onların tuzak ve hilelerini geri çevir­miş, yol açtıkları tehlikeyi kendilerine döndürmüştür. Tuzak kurmalarından ötürü Allah onları cezalandıracak ve onlara tuzak ku­ranlara verilen cezayı uygulayacaktır. O ceza ise şudur: Allah Te-âlâ onları Bedir'e çıkardığında müslümanları gözlerinde az gös­terdi. Bunun üzerine onlar müslümanlara saldırınca çocukları ih­tiyarlatan bir felaketle karşı karşıya kaldılar.

«Allak tuzak kuranların en hayırlısıdır». Çünkü Allah'ın kur­duğu tuzağın yanında kulların tuzağı bir hiçtir.

Bazı müdekkikler bu izaf-i terkibin Allah'a sıfat olmasının O'nun tuzağının daha nafiz, daha etkili olduğunu bildirmesi yönün­den üstünlük ifade ettiğini söylemişlerdir. Çünkü başkaları tara­fından kurulan tuzakların da geçerliliği ve etkisi vardır. Ancak Allah'ın tuzağı daha etkilidir. Bu takdirde «hayr» kelimesi ism-i tafdil olarak kullanılmış olmaktadır. Burada müşareket meydana gelmektedir. Yani diğerlerinin tuzakları da geçerli ve etkili ise de Allah'ın tuzağı daha geçerli ve daha etkilidir. Fakat ifadenin Allah Teâlâ'nın hakkı indirerek tuzak kuranlara gereken cezayı verdiğine delalet ettiği düşünülecek olursa burada başkasının tu­zağı sözkonusu olamaz. Müşareket olmadığından izafe sadece tahsis içindir.

Bazı müfessirlere göre bu terkib «Yaz kıştan daha sıcaktır» şeklindeki terkib kabilindendir. Yani Allah'ın tuzağının hayırlı oluşu, başkasının tuzağının şerli oluşundan daha etkilidir. [33]

 

Mekr «Tuzak» Kelimesi Allah İçin Kullanılır Mı?

 

«Mekr» (tuzak) kelimesinin müşakele olmaksızın Allah için kullanılamayacağım, zira «mefcr»in başkasına zarar vermek için yapılan hile anlamına geldiğini, bunun da Allah'ın hakkında caiz olmadığını öne sürenler vardır. Ancak bu iddia «mekr» kelimesi­nin Kur'an'da, Allah hakkında müşakele olmaksızın kullanıldığı söylenerek cevaplandırılmıştır: «Acaba onlar Allah'ın mekrinden emin mi oldular? Muhakkak zarar eden bir kavimden başkası Allah'ın mekrinden emin olmaz.» (A'raf: 99). Ancak buna da «Bu­rada müşakele takdiridir» denilerek karşılık verilmiştir. Fakat, Hz Ali'den nakledilen bir söze göre, bu karşılık tenkid edilmiştir. Şöyle ki: {(Dünyada kendisine genişlik verilen ve bu genişliğin ken­disi için bir mekr (tuzak) olduğunu bilmeyen kimseyi aklı aldat­mıştır.» Görüldüğü gibi Hz. Ali'nin bu sözünde takdirî bir muşa-kelenin olma ihtimali oldukça uzaktır.

(31) «Onlara ayetlerimiz okunduğunda...»

Bu Ayetin Tefsiri ;

Ayetteki mezkur iddia, tefsirlerin çoğuna göre, Beni Abdud-dar'dan Nadr bin Haris tarafından yapılmıştır. Bu, zaman zaman İran'a, Hire'ye gidip oranın insanlarının Rüstem, İsfendiyar ve ileri gelen İranlılar hakkında uydurmuş oldukları efsaneleri dinle­yen bir kimsedir. Yahudi ve Hıristiyanların yanına gidip onlardan Tevrat ve İncil'deki kıssaları da dinlerdi.

«Kalû» (dediler) ifadesi bu lânetli kişinin onların reisi olma­sı dolayısıyla ve onların bunun söz ve görüşlerine göre hareket et­tikleri için kullanılmıştır.

Bazıları, bu sözü söyleyen kimselerin Dar'un-Nedve'de Hz. Peygamber (s.a) hakkında plan yapan kimseler olduğunu öne sür­müştür. Ancak kim söylerse söylesin, mezkûr söz hakkı inkâr nok­tasında inadın en doruk noktasıdır. Çünkü onlar böyle bir şeye güç yetirseydiler kendilerini bunu yapmaktan hangi şey alıkoya­bilirdi? Oysa Hz. Peygamber (s.a) onlara meydan okuyor, seneler­dir onları acz ile itham ediyordu. Daha sonra onlarla kılıçla sa­vaşınca onlar da kılıçla savaştılar. Halbuki onlar edebiyat saha­sında yenilmeyi hiçbir surette kabullenecek kimseler değildi. Çün-' kü kendileri bu sahanın kahramanlarıydılar ve yine bu sahanın güçlüsü kendileriydi. Kabe'nin kapısı üzerindeki meşhur yedi kasideyi onlar asmışlardı ve bununla edebiyat sahasında herkese meydan okuyorlardı.

«Bu eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir.» Onlar bu sözle «Bu Kutan sadece geçmişlerin yazmış oldukları kıssa ve hikâyelerdir. Allah'ın kelamı değildir.» demek istiyorlar ve bunun­la da «Dilesek biz de bunun gibisini söyleriz» şeklindeki sözlerini açıklamış oluyorlardı.

(32) «(Hatırlat) o zamanı ki...»

 Bu Ayetin Tefsiri

Ayette geçen sözü söyleyen kimsenin yine Nadr bin Haris ol­duğu rivayet edilmiştir. Bazı rivayetlere göre, Nadr daha Önceki sözlerini söyleyince Hz. Peygamber (s.a) kendisine; «Ey azab ola­sıca! Bu, Allah'ın kelamıdır» der. Nadr da buna karşılık olarak yukardaki ayette geçen sözü söyler,

Enes bin Malik'ten rivayet edildiğine göre mezkur sözü Ebu Cehil sarf etmiştir. (Buhari, Beyhaki)

Yezid bin Numan ve Muhammed bin Kays'tan rivayet edildi­ğine göre Ktfreyşliler: «Allah aramızda Muhammedi mi şerefli kıl­dı? Ey Allahım! Eğer bu doğruysa üzerimize gökten taş yağdır, ya da bize elem verici bir azab getir.» derler. (İbn Cerir). Bu söz birincisinden daha şeni, daha korkunçtur. Çünkü onlar bu sözle­riyle Kur'an'm Allah'ın kelamı oluşunu muhal saydıklarından, akıllı bir insanın isteyemeceği azabı Kur'an'm hak olmayışı zan-nına bağlı olarak talep etmişlerdir. Şayet Kur'an'm onların na­zarında Allah'ın kelamı olması mümkün görülseydi onlar böyle bir azabın gelişini, onun gerçekliğine bağlamaya cesaret edemez­lerdi.

(33) «Fakat sen (ey Muhammed) onların...»

Bu Ayetin Tefsiri

Bu, onların çirkin sözlerine bir cevaptır. Yani niçin bu sözle­rinin gerektirdiği azaba duçar olmadıkları ve niçin kendilerine süre tanındığı böylelikle açıklanmaktadır.

Buradaki azap, tamamıyla yokedici bir azap anlamındadır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) aralarında iken kıtlığa duçar olduk­larından, burada mutlak azabın kastedilmiş olması mümkün de­ğildir. Bazı kimseler böyle bir kaydı gerektiren bir delilin olma­dığını söylemişlerse de mânâ mahal itibariyle uygundur. Öyle ki onların sözlerini inceleyen bir kimse, niçin onların böyle bir azap istediklerini anlar. Böyle bir kaydın niçin konulduğuna gelince, bunun da delili vardır. Çünkü Hz. Peygamber aralarında iken on­lara birtakım azaplar isabet etmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber aralarında iken kendilerine isabet etmeyen azap ile mutlak bir azap kastedilmiştir.

Af Dilemek Azaba Manidir

«Onlar af dilerlerken de Allah onlara azap edecek değildi» ifa-desindeki istiğfar, ya Hz. Peygamber hicret ettikten sonra, güçsüz olduklarından hicret edemeyecek Mekke'de kalan müslümanların istiğfarıdır ya da kafirlerin Allah'tan af dilemeleri (gufranekella-humme)dir. Çünkü af dileyen kafirler bile olsa, onların bu isteği, azaba mani olabilir.

Yezid bin Numan ve Muhammed bin Kays'ın rivayet ettikleri­ne göre Kureyşliler, «Eğer bu Kur'an senin katından gelen hak ise üzerimize gökten taş yağdır» şeklindeki sözlerinden pişman olarak Allah'tan af dilemişlerdir. Buradaki istiğfar onların küfrün­den veya başka şeylerden dönüş yapmaları, tevbe etmeleri demek de olabilir. Bu takdirde ayet şöyle anlaşılır: «Şayet onlar af dile-şeydiler, yani küfürden dönüp yaptıkları çirkinliklerden vazgeç şeydiler, azap görmezlerdi». Bu görüş Süddi'den rivayet edilmiş, tir. Katade ve İbn Zeyd de bu görüşe katılmıştır.

Bazı müfessirler ayetin, «Ey Muhammedi Eğer şen onların aralarında olsaydın veya istiğfar etselerdi azap görmezlerdin an­lamında olduğunu söylemişlerdir. Bu, Bedir'deki azabın kendile­rine, aralarında Rasûlüllah olmadığı veya istiğfar etmedikleri için isabet ettiğine işaret etmektedir. Çünkü onlar Hz. Peygamber'i (s.a) Mekke'den çıkmaya zorlamışlardı.

İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, buradaki istiğfar ile, Kureyş kafirlerinden iman eden kimselerin istiğfarı kastedilmiş-Yani Allah'ın iman ve istiğfar edeceğini bildiği kimseler onların arasmda oldukça Allah onlara azab etmez. Mesela Safvan bin Umeyye, İkrime bin Ebi Cehil, Süheyl bin Amr gibi...

Mücahid'den gelen bir rivayete göre, buradaki istiğfar ile, Kureyşli müşriklerin sulbünde bulunan ve Allah'ın iman edeceğini bildiği kimselerin istiğfarı kastedilmektedir. Ancak burada aye­tin mânâsının, «Onların sulbünde istiğfar edecek kimselerin bu­lunduğunu bildiği sürece, Allah onlara azap etmez» şeklinde an­laşılmasının oldukça uzak bir ihtimal olduğuna dikkat edilmeli­dir. [34]

 

Meal

 

34- Onlar (müminleri) Mescid-i Haram'd an menettikleri ve onun  velileri olmadıkları halde, neden Allah onlara azab etme­sin? Onun velileri ancak Allah'tan sakınan kimselerdir. Ama ço­ğu bunu bilmez.

35- Onların Kabe yanındaki namazları ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibarettir. Artık küfre girmiş olmanıza karşılık azabı tadın!

36- Kuşkusuz kafir olanlar mallarını,   (insanları)   Allah'ın yolundan alıkoymak için harcarlar. Harcayacaklar da!  Sonra o (harcadıkları mallar)  kendilerine bir iç acısı olacaktır. Sonra da mağlub olacaklardır. Kâfirler cehenneme doğru sürülüp götürü­leceklerdir.

37- Öyle ki Allah 'pis'i,  'temiz'den ayırır, kötüleri üstüste yığar ve hepsini birden cehenneme koyar. İşte hüsrana uğrayan­ların tâ kendisidir onlar!

38- Kafirlere de ki: Eğer (küfürden' veya savaştan) vazge­çerlerse  geçmiş   (günah) lan  kendilerine   bağışlanır.  Eğer   (yeni­den) dönerlerse kuşkusuz ki öncekilerin kanunu geçmiştir.

39- Artık herhangi bir fitne kalmayıp din tamamen Allah1 in oluncaya dek, onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse kuşkusuz ki Allah, onların ne yaptıklarını görücüdür.

40- Eğer dönerlerse  bilin  ki Allah dostun uzdur.  Ne güzel dosttur O ve ne güzel yardımcıdır! [35]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(34)  «Onlar (müminleri) Mescid-i Haram'dan...»

Bu Ayetin Tefsiri

Yani azabı kendilerinden- uzaklaştırmaya güç yetiremezler. Onların böyle bir güce sahib olmadıkları ve muhakkak azap göre­cekleri kesindir.

Müşrikler, Umreye gelen Hz. Peygamber'i (s.a) ve müslüman-lan Hudeybiye yılında Mescid-i Haram'dan menetmişlerdi. Onla­rın Kabe'yi ziyaret etmelerine izin vermemişlerdi. Müşrikler, Hz. Peygamber ve ashabına yaptıkları eziyetler sonucunda kendilerini hicrete mecbur etmekle asıl, onlan Mescid-i Haram'dan menetmiş oluyorlardı.

Eş-Şihab'ın Hasan'dan rivayet ettiğine göre bu ayet önceki ayeti neshetmiştir.

Durr'ul-Mensur'da İkrime ve Süddi'den gelen bir rivayete gö­re, «Onlar af dilerlerken de Allah onlara azap edecek değildi» ifa­desi, bu ayetle neşhedilmiştir. Ancak haberde neshin olmaması muhakkaktır. Nesh ancak hükümlerde olur. Fakat haberin şer'î bir hükmü kapsaması durgununda nesh vukubulabilir. Burada mensuh olduğu iddia edilen ayetin böyle bir hükmü kapsayıp kap­samadığı hususu muğlaktır.

îbn îshak'a göre bu ayet öncekiyle birleşik olarak müşriklerin durumunu hikâye etmektedir. Çünkü müşrikler «Biz af talebinde bulunduğumuz halde Allah bize azap etmez. Allah, aralarında pey­gamberi bulunan bir topluluğa da azap etmez» diyorlardı. Allah Teâlâ da onların bu sözlerini diğer sözleriyle birlikte peygambe­rine hikâye etmiştir. Yani «(Hatırlat) o zamanı ki onlar: Ey Rab-bimiz! demişlerdi» ve «(Hatırla) o zamanı ki siz af talebinde bu­lunduğunuz halde 'Allah bize azab etmez' demişlerdi» şeklinde Al­lah onlarm bu sözlerini Peygamberi'ne naklettikten sonra onlara reddiye olarak «Onlar (müminleri) Mescid-i Haram'dan menet-tikleri ve onun velileri ^olmadıkları halde neden Allah onlara azap etmesin?» ayetini inzal etmiştir. Yani, sen onların aralarında bu-lunsan da, onlar istiğfar etseler de, bu çirkin davranışı yaptıktan sonra muhakkak Allah onları azaba uğratır.

Bu yorumu sahabelerden gelen birçok rivayet nakzetmekte­dir:

Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre, o şöyle demiştir: «Sizin içinizde iki emniyet sübabi vardı. Onlardan biri gitti (Pey-gamber'in vefatını kastediyor), diğeri kaldı (af talebinde bulun­mayı kastediyor)». Bunları söyledikten sonra Ebu Hüreyre, mez­kur ayeti okumuştur. (Ebu Şeyh, Hakim, Beyhaki) Bunun benze­ri başka rivayetler İbn Abbas ve Ebu Musa el-Eşari'den de nakledil­miştir.

İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) za­manında bir keresinde güneş tutulur. Bunun üzerine Hz. Peygam­ber (s.a) namaza başlar. Öyle ki rükua gitmeyecekmişcesine uzun bir kıyam yapar. Sonra rükua gider. Eükuda sanki bir daha doğrul­mayacak kadar uzun bir süre kalır. Sonra doğrulur. Yine secdeye gitmeyecekmişcesine uzun bir kıyam yapar. Sonra secdeye gider. Secdeden başım kaldırmayacak kadar secdeyi uzatır. Sonra başını kaldırır. İki secde arasında ikinci secdeyi yapmayacakmış gibi uzun bir süre oturur. Sonra secdeye varır. Yine neredeyse başım hiç kaldırmayacakmış gibi secdede uzun bir sure kalır. Sonra başını kaldırır. İkinci rekâtta da böyle yaptıktan sonra secde sonunda bir «ah» çekerek şöyle söyler: «Ey Rabbim! Sen bana, onların ara­sında bulunduğun sürece onlara azab vermeyeceğini va'detmedin mi? Ey Rabbim! Onlar istiğfar edince onlara azab etmeyeceğine dair bana va'dde bulunmadın mı? İşte senden af talebinde bulu­nuyoruz». Hz. Peygamber (s.a) namazını bitirdiğinde güneş tama­men açılmıştı. (Ebu Davud, Tirmizi ve Nesei)

Cübbai Önceki ayetteki azap ile dünya azabının, bu ayetteki azap ile de ahiret azabının kastedildiğini söylemiştir. Yani «Allah kuşkusuz ki onları ahirette azaba uğratacaktır». Ancak Cübbai'nin bu yorumu ayetin siyakına ters düşmektedir.

Onlar müşrik oldukları için Mescid-i Haram'ın velileri olamaz­lar. Zira Mescid-i Haram'ın velileri ancak şirkten kaçınanlar, ora­da Allah'tan başkasına kulluk yapmayanlar, yani müslümanlardır. Bu, takvanın ilk mertebesidir. «Evliyauhu» ifadesindeki «hu» zami-mirinin Cabir, Cafer ve Hasan Basri'den de rivayet edildiği gibi Mescid-i Haram'a raci olması akla gelen ilk ihtimaldir.

Bazılarına göre bu zamir Allah'a racidir. Yani onlar Allah'ın velileri değillerdir. Allah'ın velileri sadece ondan sakınanlar (mut-takiler) dir. Zamiri Allah'a raci olması durumunda istihkak keli­mesine itibar etmeye de gerek yoktur. Yani «Onlar Allah'ın velisi olmaya müstahak değildirler» şeklinde bir tevile ihtiyaç yoktur. Çünkü onların Allah'a veliliği hiçbir zaman sabit olmamıştır. An­cak kastedilenin Mescid-i Haram'ın veliliği (bakıcılığı) olması ha­linde —ki ayet nazil olduğunda bakıcılık onların elindeydi— böyle bir tevile yine gerek olmaz. Zamirin Allah'a raci olması durumun­da muttakiler, müslümanlar içinde daha özel vasıflara sahip kim­seler olmuş olurlar. Çünkü Allah'ın velisi olabilmek için müslü-man olmak yeterli değildir. Belki bu takdirde Allah'ın velayetin-.  de İslâm ile beraber takvanın ikinci mertebesi de gerekir. Şayet takvanın üçüncü mertebesi de olursa, o zaman buradaki velayet «Velayet-i Uzma» (en büyük velayet) demektir. İşte bizim şeriatın nasslarından, gecesi gündüzüne benzeyen, bembeyaz delil ve hüc­cetlerinden aniadığımız budur. Ancak günümüzde cahillerin çoğu velilerin mecnun, meczub kimseler olduklarını sanıyorlar. Doğru­dur da. Yani onların Allah'ın hidayetinden uzaklaştırılmış olduk­ları hususunda doğru söylemektedirler. Bir kimse ne kadar saç­malarsa, ne kadar çok hezeyan içinde olursa, akıllı kimseler onun bu çirkin hallerini ne kadar çok görürlerse, cahillere göre o kim­senin veliliği o kadar üstün derecededir. Allah'ın müîkündeki ta­sarrufu o kadar mükemmeldir(!)

Bazıları velileri, bu tür vasıflara sahip olan, dinî ahkâmı ter-keden, Hz. Muhammed'in şeriatından çıkan, sufilerin hallerini ya­şamadığı halde durmadan onların sözlerini tekrar eden, onların kisveleriyle kisvelenen fakat aslında onlardan olmayan kimseler olarak kabul etmişler ve ({Kim kendini hidayette görürse o mah-cubdur. Yani Allah'ın nuru ona kapanmıştır. Kim şeriata yapışır­sa o zarar etmiştir. Bir «batın» vardır ki o «zahir»e muhaliftir. İn-. san batın'ı tanırsa düğümler çözülür, sorumluluk (teklif) ortadan kalkar, nefisler kemale erer» şeklinde konuşanlara veli demişler-dir. Üstelik bu hezeyanları sarfedenleri mürşid olarak vasıflandı­rırlar. Bu sözlerinde de doğrudurlar. Çünkü o mürşid zannettik­leri kimseler insanları hakka değil ateşe doğru irşad ederler (ce­henneme götürürler). Onlara «Şeyh» derler. Bu sözlerinde de doğ­rudurlar. Çünkü o «Şeyh» dedikleri,Necidli şeyhtir. Yani Kureyş-lilerle birlikte Dar'un-Nedve'ye giren İblis'tir. Onlara «Arif» der­ler. Bu hususta da haklıdırlar. Çünkü o «Arif» dedikleri, sadece dalâletin sıfatlarını bilir. Onların muvahhid olmaları da küfür ile imanı birleştirmelerinden ötürüdür. Nitekim İmam Gazali bu tür insanları küfür ve facirlikle suçlamıştır. Böyle bir zındıkın kat­li Allah katında yüz kafir öldürmekten daha efdaldır.[36]

(35) «Onların kâbe yanındaki namazları...»

Bu Ayetin Tefsiri

Onlar müslümanları ziyaret etmekten, menettikleri Mescid-i Haramda ibadetle Allah'ı tazim edeceklerine orada ıslık çalıp, e] çırparlar.

Ayette geçen «salat» ile ya dua ya da onların «salat» adını verdikleri birtakım hareketler kastedilmiştir.

«Onların namazları el çırpmak ve ıslık çalmaktan ibarettir» ifadesi, onların namazlarında bir yararın ve mânânın bulunmadığı anlamındadır. Yani tıpkı kuşlann ötüşü ve oyuncuların el çırpma­sı gibidir.

Bazı müfessirlere göre, bu ifadeyle, onların ıslık çalmak ile el çırpmayı Kabe'nin yanında yapılması uygun olan namazla de­ğiştirdiklerine işaret edilmiştir.

Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) Kabe'nin yanın-|       da namaz kılacağı zaman onlar ıslık çalmak ve el çırpmak sure­tiyle onu şaşırtmaya çalışırlar ve böylelikle kendüerinin namaz kıldıklarına kanaat getirirlerdi.

Başka bir rivayete göre müşrikler, erkek-kadın elele vererek ve parmaklarım birbirine geçirerek çıplak bir şekilde Kabe'yi zi­yaret ederler ve bu ziyaret esnasında ıslık çalıp, el çırparlardı.

Bazıları ayette geçen «tasdiye» kelimesinin «s-d-y» kökünden geldiğini ve «menetmek» anlamında olduğunu söylemektedirler. i Bu takdirde ayetin anlamı, «Onlar Kur'an okumayı yasaklarlardı» I       veya «Dinin icrasına mani olurlardı» şeklinde anlaşılır.

Bazıları da bu kelimenin gürültü yapmak anlamındaki «sad» kökünden geldiğini söylemişlerdir. Ancak İbn Abbas ve seleften bir cemaatten rivayet edilen görüş birincisidir.

îbn Cübeyr, «tasdiye» kelimesini insanları Mescid-i Haram' dan menetmek ile yorumlamıştır. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. İkrime'nin aynı kelimeyi «hayat» ile yorumlaması bundan daha da uzak bir ihtimaldir.

Azabı tatmaları ile de Bedir gününde öldürülmeleri ve esir edilmeleri kastedilmiştir. Bu yorum Hasan Basri ile Dahhak'a ait­tir. Bazı müfessirlere göre de bu azap ile ahiret azabı kastolunmuş-tur. Bu azabı tatmalarının nedeni kafir olmalarıdır.

(36)  «Kuşkusuz kâfir olanlar...»

Bu Ayetin Tefsiri

Kelbi'den rivayet olunduğuna göre bu ayet Bedir Günü'nde müşriklerin ordusuna yemek yedirenler hakkında nazil olmuştur. Bunlar Ebu Cehil, Rabi'anın oğulları Utbe ve Şeybe, Haccac'm oğullan Büneyye ve Müneyye, Ebu'l-Buhteri bin Hişam, Nadr bin Haris, Hakim bin Hizan, TJbey bin Halef, Zem'a bin Esved, Hars bin Amr bin Nevfel ve Abbas bin Abdulmuttalib olup hepsi de Kureyşt'ten tam 12 kişiydi. Sırayla her biri bir günde 10 deve kes­mişlerdi. Hezimet gününde sıra Abbas bin Muttalib'teydi.

İbn İshak'tan gelen rivayete göre bu ayet kervan sahipleri hak­kında nazil olmuştur. Şöyle ki: Kureyşliler Bedir Günü'nde aldık­ları yenilgiden sonra Mekke'ye dönerler. Mekke'ye geldiklerinde Abdullah bin Ebi Rebia, Safvan bin Ümeyye ve İkrime bin Ebi Cehil, Bedir'de babalan, kardeşleri öldürülen veya esir edilenler­le birlik olup Ebu Sufyan'â ve o kervanda malı olan Kureyşlüere giderek şöyle derler: «Ey Kureyş Topluluğu! Muhammed sizi tu­zağa düşürerek erkeklerinizi öldürdü.. Bu mallarla Muhammed'le savaşabümemiz için bize yardım edin. Umulur ki Muhammed'den öcümüzü alırız». Bunun üzerine mal sahipleri de mallarına bu işe tahsis ederler.

Said bin. Cübeyr ve Mücahid'den gelen bir rivayete göre bu ayet Ebu Süfyan hakkında nazil olmuştur. Uhud Günü'nde savaş­mak üzere Habeşlüerden 2000 kişi kiralanmıştı. Bunların yanmda kışkırttığı araplar da vardı. Onlara da nafaka olarak 40 evkiye verilmişti. (O dönemde bir evkiye, 42 miskal altındı). Sa'd bin Malik onlar hakkında inşad ettiği uzun bir kasidesinde müşrikle­rin şairi Hubeyr bin Ebi Vehb'e cevaben şöyle der:

«Biz denizde bir dalgaya çarptık. Onların ortası Habeşlilerle doluydu. Kiminin başı açık, kiminin başında da miğfer vardı. Üç bin kişi kadarlardı, ...

Biz ise üç yüz, en fazla dört yüz kişilik bir topluluktuk.»

«Allah'ın yolundan» ifadesiyle müşriklerin insanlan Allah'ın dinine ve Hz. Muhammed'e tabi olmaktan menetmeleri kastedil­mektedir. Adeta Allah Teâiâ bu ayetle müşriklerin mali ibadetle-|      rine işaret etmektedir. Çünkü daha önce Kabe yanında ıslık çalıp el çırptıklarını beyan etmekle bedenî ibadetlerine işaret etmişti.

Yukardaki tüm yorumlara rağmen ayet umum ifade eder. Sebeb-i nüzul'ün hususi olması hükmün umumi olmasına mani değildir. Yani Allah Teâlâ kafirlerin insanlan hak yola tabi olmak­tan menedebilmek için mallanm sarfettiklerini haber vermektedir. Bunu ileride de yapacaklardır. Sonra mallannın boşa gittiğini görüp bu yaptıklarından pişman olacaklardır. Çünkü ellerinde bir şey kalmayacaktır. Onlar Allah'ın nurunu söndürmek ve kendi sözlerinin Hakkın sözünden üstün olmasmı sağlamak isterler. An­cak kafirler istemese de Allah nurunu tamamlayacak, dinine yardım edecek ve kelimesini yüceltecektir. Bâtıl karşısında dinini ga-lib getirecektir. Kafirlere dünyada mahrumiyet,   ahirette ise   ateş azabı vardır. Onların içinde yaşayanlar, gözleriyle bunu görecek, kulaklarıyla da hoşlarına gitmeyen şeyler duyacaklardır. Ölen ve­ya öldürülenleri ise ebedî bir rezalete, ebedî bir azaba duçar ola­caklardır.[37]  

(37) «Öyle ki Allah pisi temizden ayırır...»

Bu Ayetin Tefsiri

Ali bin Ebi Talha'nın rivayet ettiğine göre İbn Abbas ayete «Saadet ehlini şekavet ehlinden ayırır» mânâsını vermiştir.

Silddi ise «Mümini kafirden ayırır» şeklinde bir mânâ vermiş­tir. Bu ayırma işinin ahirette vuku bulması muhtemeldir. Nitekim Allah Teâlâ «Kıyametin koptuğu gün ( müminler ile kafirler) bir­birlerinden ayrılırlar.» (Rum: 14), «Ey mücrimler! Bugün (birbi­rinizden) ayrılın» (Yasin: 59) buyurmuştur. Bu ayrılma, onların davranışlarının müslümanlar tarafından anlaşılması şeklinde dün­yada da vukubulabilir. Bu takdirde «lam» harfi Allah Teâlâ'mn yolundan menetmek maksadıyla infak edilecek malı kafirlere ver­me illeti olur. Yani Allah Teâlâ'mn onlara mallar vermesinin nede­ni pis ile temizi, savaş meydanında savaşan ile kaçanı ayırmak için­dir. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmuştur: «İki topluluğun kar­şılaştığı günde size isabet eden Allah'ın izniyle olmuştur ki böy­lelikle Allah iman edenleri bilsin ve münafıkları da bilsin. Onla­ra: «Gelin, Allah yolunda savaşın veya müdafaada bulunun» denil­diği halde, onlar: «Eğer savaşı bilseydik size tâbi olurduk» dedi­ler (...)» (Alu İmran : 166-167) Yine bir başka aytte; «Allah mü­minleri üzerinde bulunduğunuz halde bırakmaz ki pisi temizden ayırsın. Ve Allah sizi gaybe muttali kılmaz (...)» (Alu İmran : 179) buyurulmuştur. Bu yoruma göre ayetin mânâsı şöyle olur: «Sizi si­zinle savaşan kafirlerle imtihan ettik. Bu hususta onları mallanm vermeye kudretli kıldık ki böylelikle pisi temizden ayırabile­lim. Pisin bir kısmım diğer kısmının üzerine koyup cehennemde hepsini bir araya getirelim». Buradaki pis ile kafirler kastedilmek­tedir. Böylelikle onların mahşerdeki izdihamlarının yoğunluğu kastedilmiştir. Veya fesatlıktır. Yani Allah fesatlık çıkaranların bir kısmını diğerinin üzerine koyar ve fesatlık çıkaranların hepsini ce­henneme gönderir. Hz. Peygamber'e düşmanlık için harcanan mal­lar da olabilir bu. Yani Allah onları birbirine yapıştırarak cehen­neme koyar ki böylece onlar şiş olup bununla kafirlerin bacakları ve sırtları dağlanır.

Ancak mânânın kafirleri veya onların mallarını içermekten daha kapsamlı olması muhtemeldir. Yani Allah pis kafire pis ma-, hm katar, dünya üzüntüsünü ahiret üzüntüsüne ekler ve onunla azabını çoğaltır.

(38) Kafirlere dedi ki: Eğer...»

Bu Ayetin Tefsiri

Yani, Ey Muhammedi Kafirlere de ki: Eğer küfür ve inaddan vazgeçip İslâm'a girerlerse önceki küfr, günah ve hataları kendi­lerine bağışlanacaktır.

İbn Mesud'dan rivayet olunan sahih bir hadiste Hz. Peygam­ber (s.a); «İslâm'da iyilik yapan kimse daha önce cahiliyyede yap­tıklarından muaheze edilmez. İslâm'da iken kötülük yapan kimse de, hem daha önce yapmış olduğu kötülüğün cezasına hem de da­ha sonra yaptığının cezasına çarptırılır» buyurmuştur.

Yine sahih bir hadiste: «İslam ve tevbe kendisinden önceki­leri silerler» buyrulmuştur.

«Eğer (yeniden) dönerlerse»; yani küfürlerinde ısrar etmeyi sürdürürlerse, «Kuşkusuz ki öncekilerin kanunu geçmiştir.» Yani onlar peygamberlerini yalanladıklarında, inadlanni sürdürdük­lerinde Önceden aynı suçu işleyen kavimlere uygulanan azap ve ceza onlara da uygulanacaktır.

Mücahid, «Kuşkusuz ki öncekilerin kanunu geçmiştir» ifade­sini Bedir'de ve diğer savaşlarda Kureyşlilere tatbik edilen ilâhi kanun ile yorumlamaktadır.

Süddi ve İbn îshak, Bedir'den önce geçenlere uygulanan kanu­nun kastedildiğini söylemişlerdir.

Bu ayet tüm kafirler hakkındadır ve imana teşvik eder mahi­yettedir. Yani kafirler küfürlerinden vazgeçer ve müslüman olur­larsa önceki küfür ve günahları kendilerine bağışlanacaktır. Yağ­dan kılın çekildiği gibi onlar günahlarından sıyrılıp çıkarılırlar. Eğer irtidat edip yeniden küfre dönerlerse Allah da yeniden gü­nahlarından ötürü kahrını onlara musallat eder.

Bu ayet İslâm'ın önceki şeyleri silip süpürdüğüne ve müslü­man olan kimsenin geçirmiş olduğu namaz, zekât ve orucun, telef etmiş olduğu mal ve canın cezasına çarptmlmayacağına bir delil teşkil etmektedir.

İmam Malik'e göre mürted kimse tevbe ederse eğer onun hük­mü de bu şekildedir. Zira ayet umum ifade eder.

Bazı alimler, kafir bir askerin müslüman olması durumunda artık hiçbir suç taşımayacağı ve zimmî kimsenin de Allah'ın hakla­rım kaza etmese de kulların haklarım vermesinin kendisine vacib olduğu görüşündedirler.

Hanefî mezhebinin mürted hakkındaki görüşünün, Maliki mezhebi ile aynı olduğu söylenmiştir. Yani mürted İslâm'a yeniden dönerse onun boynunda hiçbir hak kalmaz. Bu görüşe göre açıkça şöyle denmek isteniyor: Hayatı boyunca isyan eden kimse müs­lüman olursa eğer, onun boynunda hiçbir günah kalmaz.[38]  

Bazı kimseler bu görüşü Ebu /Hanife'ye nisbet edip onun bu görüşünü ayetle teyid ettiğini öne sürmüşlerse de bu iddia gayet zayıftır. Çünkü ayette işaret edilen öncekiler ile kafirler, «geçmiş­tir» ifadesiyle de küfür dönemindeki zaman kastedilmiştir. Bu itiraz şöyle cevaplandırılmıştır: Ebu Hanife ve İmam Malik aye­ti umum üzerinde bırakmışlardır. Çünkü hadiste, İslâm'ın ken­dinden öncekileri sildiği bildirilmiştir. Bu bakımdan onlar mür-tedin insanların haklarını vermesinin vacib olduğu ama Allah'ın haklarını kaza etmesinin vacib olmadığı görüşündedirler. Nitekim bu, İbn Abdulhakk'ın «Ahkâm'ul-Kur'an» adlı eserinde ispat edil­miştir.

İmam Şafii ise İmam Ebu Hanife ile İmam Malik'e muhale­fet ederek mürtedin, kulların da Allah'ın da haklarını vermesinin vacib olduğunu söylemiştir.

Ancak benim kanaatime göre bazı alimlerin mürted hakkında Ebu Hanife'den yapmış oldukları rivayet pek gariptir. Çünkü Ha-nefîlerin kitaplarında buna muhalefet edilmiştir. Mesela el-Hane1-fiyye'de mürtedin namaz ve oruçlarının kazası varsa ve onları müs­lüman iken bırakmışsa irtidattan sonra müslüman olursa Şems'ul Eimme Hilvani'ye göre terkettiği namaz ve oruçları kaza etmesi gerektiği yazılıdır. Çünkü namaz ve orucun terki masiyettir ve ir­tidattan sonra da bakidir. Kadıhan aynı eserde mürtedin yeniden İslâm'a girmesi halinde kendisinden bazı şeylerin sakıt olduğunu da kaydetmiştir. Mürted hakkında burada uzun uzun bahsedilen ve konumuzla ilgisi olan meseleleri nakletmekte bir zarar görmü­yoruz. Çünkü bunlar faydadan hali değildir.

Bir mal çalmış veya kısası gerektiren bir şey yapmış ya da kazf suçu işlemiş bir kimse müslüman olursa veyahut tüm bun­ları İslâm ülkesinde mürteci olarak yapıp sonra Dar'ul-Harb'e kaç­mış, uzun bir zaman müslümanlara karşı savaşıp sonunda yeni­den müslüman olarak geri dönmüşse böyle bir durumda olan kim­se yaptıklarından sorumlu kabul edilir. Ancak Dar'ul-Harb'e mür-ted olarak gittikten sonra bu suçları işleyen ve sonra da müslü­man olan kimseden bunların cezası sakıt olur. Hırsızlık ve yol kesmek gibi suçların cezasına çarptırıldıktan sonra bir müslüman irtidat ederse veya irtidat ettikten sonra bu suçları işleyip Dar'ul-Harb'e kaçar ve müslüman olarak geri dönerse tüm bu cezalar kendisinden sakıt olur. Ancak hırsızlık konusunda tazminat öder. Yolda gelirken bir kimsenin kanını akıtırsa, kendisine kısas uy­gulanır. Yol kesmek meselesinde irtidad etmeden önce yanlışlıkla birini öldürmüşse onun diyeti akrabaları arasında taksim edilir. Eğer olay irtidat ettikten sonra vuku bulmuşsa, kendisinden diyet alınmaz. İçki cezasına çarptırılması gereken bir müslüman irtidad ederse ve Dar'ul-Harb'e varmadan önce yeniden müslüman olur­sa, kendisine bu ceza uygulanmaz. Çünkü başta küfür cezasının vacib olmasına manidir. Arada arız olan küfür ise cezasının deva­mına manidir. Şayet mürted bir kişi, hapiste iken bir suç işlerse, içki cezası dışındaki cezalara çarptırılır. İmam'm elinde olması durumunda imam bu cezayı uygular. Aksi takdirde Dar'ul-Harb'e kaçmadan önce müslüman olursa ceza kendisinden sakıt olur. (Kadıhan'm sözleri burada bitmiştir.)

Bu sözlerden anlaşıldığına göre müfessirlerin ve fakihlerin «Mürted'e kul hakkını vermesi vacibür. Allah'ın haklan ise kendi­sinden sakıt olur» şeklindeki görüşleri mutlak değildir. Bu konu-ile ilgili kapsamlı bilgi füruat kitaplarında bulunmaktadır.

Bilindiği üzere ayetteki vecih makamın iktizâ ettiğine muha­lif düşmektedir. Yine burada insanın aklına ilk gelen, öncekilerin küfrünün kastedilmiş olmasıdır. İslâm'ın kendisinden öncekileri temizlediği şeklindeki ibare, Müslim'in Arar bin As'tan rivayet et­tiği hadisin bir parçasıdır. Hadisin tamamı şu şekildedir:

Rasûlüllah'a gidip «Sağ elini aç da sana biat edeyim» dedi­ğimde o, mübarek elini açtı ve ben de elini tuttum. Rasûlullah «Ey Amr! Sana ne oldu? Niçin böyle yaptın?» dedi. Ben «Bir şart koşmayı istedim» deyince «Neyi şart koşacaksın?» diye sordu. Ben de «Günahlarımın affolunmasını şart koşuyorum» dedim. Hz. Peygamber (s.a) «Sen bilmiyor musun ki İslâm kendisinden önce­kileri temizlemektedir. Hicret kendisinden Öncekileri temizlemek­tedir. Hacc kendisinden öncekileri temizlemektedir.»  [39]

(39) «Artık herhangi bir fitne kalmayıp...»

Bu Ayetin Tefsiri

İbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre bir defasında kendisi­ne bir şahıs gelerek «Ey Eba Abdurrahman! Allah'ın kitabında söylediğini niçin yapmıyorsun? Allah «Müminlerden iki grup sa­vaşırsa zalim olana karşı onlar Allah'ın hükmüne razı oluncaya kadar savaşın» diye buyurmasına rağmen sen Allah'ın Kitabı'nda buyurduğu şekilde niçin savaşmıyorsun?» dedi. İbn Ömer, «Ey kardeşimin oğlu! Savaşmadığım için bu ayetle kınanmam; 'Bir mümini kasten öldürenin cezası cehennemdir' ayetiyle kınanmak­tan daha evladır.» diye cevab verir. O şahıs, İbn Ömer'e: «Allah fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın» diye buyurdu, dediğin­de ise İbn Ömer: «Biz bunu Rasûlullah'ın zamanında yaptık. O zaman müslümanların sayısı azdı. Kişi dininde fitnelendiriliyor-du. Müslümanları'ya Öldürüyorlar ya da esir ediyorlardı. Bu, müs-lümanlar çoğalıncaya kadar sürdü. Sonra fitne ortadan kalktı» demiştir. İbn Ömer'in kendisine uymadığını gören o şahıs bu se­fer onun Hz. Ali ile Hz. Osman hakkındaki görüşlerini sorar. İbn Ömer, «Allah Osman'ı affetmiştir. Ama sizler Allah'ın onu affet­mesini hoş karşılamıyorsunuz. Ali'ye gelince, o Rasûlullah'ın am­casının oğlu ve damadıdır.» der ve eliyle işaret ederek «İşte bu gördüğünüz yerde onun kızı gömülüdür» diye cevap verir. (Buha-ri) Ubeydullah, Nafi'den, o da İbn Ömer'den şöyle rivayet etmek­tedir:

İbn Zübeyr dönemindeki fitne olaylarında iki kişi İbn Ömer'e gelerek, «İnsanlar bildiklerini yaptılar. Sen ki Ömer bin Hattab'ın oğlu ve Rasûlullah'ın sahabisi iken niçin hiçbir ses çıkarmıyor­sun?» derler. İbn Ömer, «Müslüman kardeşimin kanının bana ha­ram olması, bir şey yapmama mani oluyor» diye cevap verir. Ge­lenler, «Peki, Allah fitne kalmayıp din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşümasım emretmiyor mu?» derler. İbn Ömer, «Biz herhangi bir fitne kalmayıncaya kadar savaştık ve din Allah' in oldu. Ancak sizler herhangi bir din kalmayıncaya ve dinin de Allah'tan başkasının oluncaya kadar onlarla savaşmak istiyorsu­nuz» diye cevap verir.

Dahhak, İbn Abbas'm «Bu ayetteki fitne ile şirk kastedilmiş­tir» dediğini rivayet etmektedir. Nitekim Ebul-Aliye, Mücâhid, Ha­san, Katade, Rebi bin Enes, Süddi, Mukatü ve Zeyd bin Eşlem de bu görüştedirler.

İbn îshak, Zühri'den, o da İbn Zübeyr'den, buradaki fitnenin herhangi bir müslümamn dininden kuşkuya düşürülüp caydırıl­ması anlamına geldiğini rivayet etmiştir.

«Din tamamen Allah'ın oluncaya dek» ifadesinin tefsirinde Dahhak, İbn Abbas'm bunu «Tevhid tamamen ve halisen Allah'ın oluncaya dek» şeklinde yorumladığını rivayet etmektedir.

Hasan Basri, Katade, İbn Cüreyc, «Din tamamen Allah'ın oluncaya dek» ifadesiyle, «LailaheUlallah hakim oluncaya ve Al­lah'ın birliğinde şüphe kalmayıncaya dek» şeklinde bir anlamın kastedildiğini Öne sürmüşlerdir.

İbn İshak ise bunun «Tevhid halisen Allah'ın oluncaya ve on­da herhangi bir şirk kalmayıncaya, Allah'tan başka her şey silinin­ceye ve sadece Allah'a kulluk edilinceye dek onlarla savaşın» an­lamında olduğunu söylemiştir.

Zeyd bin Eşlem ise bu ifadenin din ile birlikte başka bir dü­şüncenin kalmayacağı bir zamana kadar savaşılmasma işaret et­tiğini söylemiştir. Bu yorum şu hadisle desteklenmektedir :

«Ben insanlarla LailaheUlallah diyecekleri zamana kadar sa-vaşmakla emrolundum. Ne zaman LailaheUlallah derlerse kanla­rını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak İslâm'ın hakkı mukabili müstesna. İnsanların hesabları Allah'a aittir.» (Buhari, Müslim)

Ebu Musa el Eş'ari'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygam ber (s.a) kahramanlık veya gayretkeşlik ya da riyakârlık sebebiy­le savaşan kimselerden hangisinin Allah yolunda olduğu soruldu­ğunda, O, «Allah'ın kelimesini yüceltmek için savaşanlar sadece Allah yolundadır» diye buyurmuştur.

(40) «Eğer dönerlerse bilin ki...»

Bu Ayetin Tefsiri

Yani kendileriyle savaşmanız sonucunda küfürden dönüp fit­ne çıkarmaktan vazgeçerlerse, kalblerinde ne olduğunu bilmese­niz bile, Allah'ın onların yaptıklarını görücü olduğunu ve mutlaka kendilerinden hesab soracağını unutmayın.

Sahih bir hadiste şöyle rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber'e (s.a) Usame'nin LailaheUlallah dediği halde bir kişiyi öldürdüğü bildirildiğinde Hz. Peygamber Usanıe'ye, «O LailaheUlallah dediği halde mi onu Öldürdün? Peki, kıyamet gününde ne yapacaksın?» diye sordu. Usame, o kişinin canını kurtarmak amacıyla bunu söylediğini ileri sürdüyse de Hz. Peygamber (s.a), «Ey Usame! Sen onun kalbini mi yardın?» dedi ve şu sözünü birkaç kez tekrar et­ti: «Kıyamet gününde senin yakam Lailaheülallah'tan kim kurtara­bilir?» Usame diyor ki: «Ben sonunda daha önce değil de o gün müslüman olmayı temenni ettim.»

«Bilin ki Allah dostunuzdur. Ne güzel dosttur o ve ne güzel yardımcıdır!»; Yani onlar size karşı ileri geri konuşurlarsa, siz­lerle savaşırlarsa bilin ki Allah sizin dostunuz ve yardımcınızdır. Düşmanlarınıza karşı sizi galib getirecektir. Allah ne güzel bir dost, ne güzel bir yardımcıdır!..

İbn Cerir, Urve'den şöyle rivayet ediyor:

Halife Abdulmelik bin Mervan, Urve'ye bir mektup yazarak birtakım hususlarda sorular sordu. Urve de cevab olarak şunları söyledi:

Selam üzerine olsun! Huzurunda kendisinden başka ilah ol­mayan Allah'a hamdederim. Sen Rasûlullah'm Mekke'den Medi­ne'ye olan hicretini soruyorsun. Onu sana haber vereceğim. Kuv­vet ancak Allah iledir. Rasûlullah'm Mekke'den çıkışının durumu şöyle idi: Allah, Muhammed'e (s.a) peygamberlik vermişti. O ne güzel bir peygamber, ne güzel efendi ve ne güzel aşiretti. Allah onu hayırla mükâfatlandırsın. Cennette onun yüzünü bize göster­sin. Bizi onun dininin üzerine tutsun. Öldürsün ve hasretsin. Mu-hammed (s.a), kavmini, Allah'ın kendisine vermiş olduğu hidayet ve nura davet ettiğinde onlar ilk önce ondan uzaklaşmadılar, onu dinlediler. Ancak O, onların tağutlanndan bahsedince ve Taif'e gitmiş olan bazı zengin Kureyşlüer geri dönünce bazı kimseler onun sözlerine karşı çıktılar ve bu hususta katı davrandılar. Onun sözlerinden hoşlanmamışlardı. Sözlerini geçirebildikleri kimseleri Hz. Peygamber'in (s.a) aleyhinde kışkırtarak halkın çoğunu on­dan uzaklaştırmış oldular. Allah'ın muhafaza ettiği az sayıdaki kimseler dışında herkes Hz. Peygamber'i (s.a) terketti. Bu du­rum böylece Allah'ın dilediği zamana kadar sürdü. Sonra Kurey-şin üeri gelenleri Hz. Muhammed'e tabi olanları dinlerinden döndürmek istediler. Yani çocuklarını, kardeşlerini ve kabilelerini bu dinden caydırmak istediler. İşte şiddetli sarsıntısı olan fitne bu zamanda koptu. Fitneye kapılanlar kapıldı. Allah'ın diledikleri de fitneden korundular. Müslümanların başına bu gelince Ha. Peygamber (s.a) onlara Habeşistan'a hicret etmeleri iznini ver­di. O dönemde Habeşistan'da kendisine Necaşi denilen salih bir kral vardı. Onun ülkesinde kimse zulme uğramazdı. Herkes on­dan memnundu. Habeşistan Kureyşlilerin ticaret yaptığı bir böl­geydi. Kureyşlüer orada ticaret yaparlar, tüccarları orada kalır­lardı. Orada bol rızık, emniyet bulurlar, kârlı ticaret yaparlar­dı.

Hz. Peygamber (s.a) ashabına emredince onların çoğu Habe­şistan'a hicret etti. Zira Mekke'de oldukça zulüm görmekteydiler. Dinlerinden döndürülmeleri korkusu vardı. Fakat Hz. Peygamber (s.a) Mekke'de kaldı. İşkence Mekke'de uzun süre devam etti. Ku-reyş'in müşrikleri müslüman olan Mekkelilere şiddet kullanıyorlar­dı. Sonraları İslâm, Mekke'de yayıldı. İslâm dinine Mekke'nin eş­rafından olan kimseler de girmişlerdi. Bu durumu gören müşrik­ler Hz. Peygamber'e ve eshabına karşı biraz daha yumuşak ve gevşek davranmaya başlamışlardı. Böylece birinci fitne (bazı sa-habilerin korkup Habeşistan'a hicret etmelerine neden olan fitne) vukûbulmuş oldu. Ancak Mekke'deki müslümanlara karşı gevşek davranıldığı ve bazı ileri gelen müşriklerin İslâm'a girdikleri öğre­nilip, Habeşistan'da bahis konusu edilince bazı sahabilerin bun­dan haberi oldu. Döndükleri takdirde fitneye uğramayacaklarını sandıklan için Mekke'ye döndüler. Nerdeyse Mekke onlar için gü­venilir bir yer haline gelmişti. Sayıları her geçen gün artıyordu. Medine'den bazı kimseler de müslüman olmuştu. İslâm, Medine' de de yayıldı. Öyle ki hemen hemen tüm Medine halkı Mekke'de bulunan Hz. Peygamber'e iman etmişlerdi. Kureyşlüer bu manzarayı görünce müslümanları yeniden sıkıştırmak hususunda arala­rında karar aldılar. Onları dinlerinden döndürmek için ellerinden geleni yaptılar. Böylece sahabilere yeniden büyük bir felaket isa­bet etmişti. İlk fitneden sonra son fitne de bu olmuştu. Birincisin­de Hz. Peygamber'in izniyle sahabiler Habeşistan'a hicret edip git­mişlerdi. İkinci fitne de sahabilerin Mekke'ye dönmeleriyle mey­dana gelmişti. Paha sonra Medine'den Hz. Peygamber'e müslü-manların ileri gelenlerinden 70 nakib (vekil) hac mevsiminde Mek­ke'ye geldi. Akabe'de Rasûlullah'a biat ettiler, söz verdiler ve «Biz senden, sen de bizdensin. Sen ve ashabın yanımıza geldiğinizde kendimizi koruduğumuz gibi sizleri de koruruz» dediler.

Kureyş de diğer taraftan sahabeyi sıktıkça sıkıyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) ashabına Medine'ye hicret emrini verdi. Bu, Hz. Peygamber'in ve eshabmm Medine'ye gitmelerine sebeb olan son fitneydi. İşte bunun hakkında Allah Teâlâ, «Artık herhangi bir fitne kalmayıp din tamamen Allah'ın oluncaya dek onlarla savaşın» ayetini indirmiştir.  [40]

Bazı müfessirlere göre ayetin mânâsı şöyledir: «Artık herhan­gi bir mümin dininden döndürülemeyeceği ve tüm bâtıl dinler yok. olup gidinceye dek onlarla savaşın.» Yani ya bâtıl dinlerin ehli ta­mamen ortadan kalkacaktır ya da ölüm korkusuyla dinlerinden vazgeçerek İslâm'a gireceklerdir.

Bazı müfessirlere göre de bu ayetin yorumu daha gelmemiş­tir. Bu ayet Mehdi zuhur ettiğinde tahakkuk edecektir. Çünkü o zaman yeryüzünde hiçbir müşrik kalmayacaktır. [41]

 

Meal

 

41- İyi bilin ki ganimet olarak ele geçirdiğinizin beşte biri Allah'a, Rasûlü'ne, Rasûl'ün  akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcu(lar)a aittir. Eğer Allah'a ve Ayırdedici günde iki toplu­luğun karşılaştığı   (Bedir)  gününde kulumuz  (Muhammed) e in­dirdiğimiz   (ayetler)e iman ettinizse   (buna  kani  olunuz). Allah herşeye hakkıyla kadirdir.

42- (Hatırlayın)   o günü ki siz vadinin en yakın kenann-daydınız. Onlar ise en uzak kenarın dalardı. Kervan da sizden da­ha aşağıdaydı. Şayet sözleşmiş olsaydınız bile (anlaştığınız vakit­te ihtilafa düşer)   öyle buluşamazdınız. Fakat yapılması kesinle­şen bir işi yerine getirmek için Allah  (sizi böyle buluşturdu)  ki helak olan açık bir delille helak olsun, yaşayan da açık bir delille yaşasın. Kuşkusuz ki Allah işiten ve bilendir.

43- (Hatırla)   o zamanı ki Allah uykunda  onları sana az gösteriyordu. Eğer onları sana çok gösterseydi çekinirdiniz ve (bu) işde çekişirdiniz. Fakat Allah   (sizi)  kurtardı. Çünkü O   (Allah) göğüslerin özünü bilir.

44- (Hatırlayın)  o zamanı ki, karşılaştığınızda onları sizin gözlerinizde az gösteriyor,  sizi de onların gözlerinde  azaltıyordu ki böylece yapılmış bir işi yerine getirsin. Tüm işler Allah'a dön­dürülecektir.

45- Ey   iman  edenler!   Bir toplulukla  karşılaştığınızda  se­bat gösterin ve Allah'ı çokça anın. Umulur ki felaha erişirsiniz. [42]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(41) «İyi bilin ki ganimet olarak...»

Bu Ayetin Tefsiri

Alimler 'ganimet' ile 'fey'in aynı şey olup olmadıkları husu-

sunda ihtilaf etmişlerdir. Ata bin Said'e göre ganimet, müslüman ların kafirlerden zorla almış oldukları mal, fey ise zorla alınan araziler (gayri menkulleridir. [43]

 

Ganimetin Hükmü Ve Paylaştırılması

 

Süfyan-ı Sevri; «Ganimet, müslümanlarm kafirlerin malından | savaş yoluyla almış oldukları maldır. Onda humus (beşte bir) var-| dır. Bu beşte bir Allah'ın Rasûlü'ne verilir. O da onu akrabalarına, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara paylaştırır. Geriye kalan beşte dört ise savaşan kimseler arasında paylaştırılır. Fey ise sa­vaş yapılmadan ele geçen maldır. Bunda humus yoktur. Allah onu  kime verrrüşse o onundur» demiştir.

Bazı müfessirler, ganimetin kafirlerden zorla, kahr ve galebe çalmak suretiyle alman mallar, fey'in ise at koşturulmaksızın, her­hangi bir binek kullanılmadan öşür ve araçlar gibi antlaşma, ateş­kes karşılığı ele geçen mallar olduğunu söylemişlerdir.

Mezkûr ayette Allah Teala, ganimetin hükmünü beyan etmiş­tir. Müfessirler buradaki «Allah'ın (...)» ifadesinin teberrüken zikredildiğini; zira ganimete hükmeden ve onu dilediği gibi paylaştıranın zaten Allah'ın kendisi olduğunu söylemişlerdir. Bu ba­kımdan söz konusu ifadeyle ganimetin bir bölümünün Allah'a ve­rileceği kastedilmiş değildir. Çünkü dünya da ahirette, hepsi Al­lah'ın mülküdür. Hasan Basri, Katade, Ata ve İbrahim en Nehai tarafından öne sürülen bu görüşe göre Allah'ın ve Eesulü'nün pay­lan birdir. Ganimet beşe bölünür. Dört pay fiilen savaşa katılan ve ganimeti ele geçiren askerlere, beşte biri ise Hz. Peygamber'e, onun akrabalarına, yetimlere, fakirlere ve yolda kalmış olan kim­selere aittir.

Eb'ul-Aliye, ganimetten alman başte birin altı paya ayrılıp bir payın Allah'a, yani Kabe'ye, (Kabe'nin masraflarına) sarfedilmesi gerektiği görüşündedir. Ancak önceki görüş bundan daha doğru­dur. Yani ganimetin beşte biri beş paya ayrılır. Bir pay Hz. Pey­gamber'e (s.a) aittir. Hayatta iken Hz. Peygamber'e (s.a) verilen bu pay, bugün meşru yerlere, müslümanlann kuvvet bulacağı yer­lere sarfedilir. Nitekim İmam Şafii ve İmam Ahmed bu görüşte­dir.

A'meş'in İbrahim'den rivayet ettiğine göre, Ebubekir ve Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in payını cihad için at ve silah almak husu­sunda harcarlardı.

Katade'ye göre bu pay zamanın halifesine (devlet başkanına) verilmelidir.

Ebu Hanife ise «Hz. Peygamber'in (s.a) payı, onun ölümün­den sonra beşte birin içine katılır. O beşte bir de dört sınıfa, yani akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar» sarfedilir» de­miştir.

Beşte birin bir payı da Hz. Peygamber'in akrabalarına verilir. Hz. Peygamber'in akrabalarının kim oldukları hususunda da ihti­laf edilmiştir. Bir görüşe göre bu sınıf Kureyşlilerdir. Bir görüşe göre de bu sırnf, zekât almanın kendilerine helal olmadığı kimse­lerdir.

Mücahid ve Ali bin Hüseyin bununla Beni Haşim'in kastedil-lerdir.

İmam Şafii bu sınıfın Beni Haşim ve Beni Muttalib olduğunu ve Abduşşems ile Nevfel oğullarına akraba olsalar da Hz. Peygam­ber'in akrabalarına verilen paydan bir şey verilmeyeceğini söyle­miştir. Nitekim Zübeyr bin Utbe'den rivayet edilen bir hadise gö­re o, Hz. Osman'la birlikte Rasûlüllah'a gittiklerini ve «Ey Allah'ın Rasûlü! Sen Muttalib oğullar ı'na bir pay verdiğin halde onlarla aynı derecede olmamıza rağmen bize bir şey vermedin» dedikleri­ni, Hz. Peygamber'in de buna karşılık «Haşimoğulları ile Muttalib' oğulları birdir» diye cevap verdiğini nakleder.

Başka bir rivayette, «Sen Muttaliboğullan'na beşte birin beş­te birini verdiğin halde bizi bıraktın» dedikleri kayıtlıdır. Yine başka bir rivayette Zübeyr, Hz. Peygamber'in Abduşşems ile Nev-feloğullarma bir şey vermediğini söyler (Buharı).

Zübeyr bin Mut'im ile Osman bin Affan Hz. Peygamber ile Beni Haşim ve Beni Muttalib'e verilen beşte birin beşte biri hak­kında görüştüler. Zübeyr, «Ey Allah'ın Rasûlü! Muttaliboğulları'n-dan olan kardeşlerimize, yakınlık bakımından aramızda bir fark olmamasına rağmen, pay verdin. Ama bize bir şey vermedin.» de­diğinde, Hz. Peygamber (s.a), «Beni Haşim ile Beni Muttalib bir­dir, farklı değillerdir» dedi. (Ebu Davud).

Hayber'de Hz. Peygamber akrabalarının payım Beni Haşim ile Beni Muttalib arasında paylaştırdı. Abduşşems ile Nevfeloğullan' na ise bir şey vermedi. Ben (Zübeyr) ve Osman bin Affan birlikte Hz. Peygamber'e giderek şöyle dedik: «Ey Allah'ın Rasûlü! Beni Haşim'in faziletini inkâr etmiyoruz. Zira Allah Teâlâ seni onların arasından gönderdi. Ancak Beni Muttalib'e niçin verdin de bizleri taksimatın dışında tuttun? Oysa onlarla akrabalık derecemiz ay­nıdır.» Bunun üzerine Hz. Peygamber Cs.a), «Biz ve Beni Muttalib ne cahiliyye ne de İslâm'da ayrılmadık. Biz ve onlar biriz.)> dedi ve bunu göstermek için parmaklarını birbirine geçirdi. (Nesei)

Alimler Hz. Peygâmber'in akrabalarına verilen payın bugün için de geçerliliğini koruyup korumadığı hususunda ihtilaf etmiş­lerdir. Çoğu aynı payın bugün için de sozkonusu olduğunu ve Hz. Peygâmber'in akrabalarının fakir ve zenginlerine beşte birin beş­te biri, erkeklerine de iki kadına verilen kadar verilmesi gerektiğini öne sürmüşlerdir. Ebu Hanife'ye ve ashab-ı rey'e göre ise böyle bir payın hükmü kalmamıştır. İlk görüş İmam Malik ile İmam Şafii'ye aittir. Ashab-ı Rey, «Hz. Peygâmber'in payı ile akrabala­rının payı beşte bire dahil edilir ve böylece ganimetin beşte birlik bölümü yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar olmak üzere üç kıs­ma paylaştırılır» demiştir. Şayet akrabaların yetimleri, yoksulları ve yolda kalmışları bulunuyorsa onlar bu sınıflara dahil olurlar; ama zenginleri dahil olmazlar.

İmam Malik ve İmam Şafii'nin delilleri, Kur'an ve Sünnetin Hz. Peygâmber'in akrabalarının payı olduğuna delâlet etmesi ve Hz. Peygamber'den sonra halifelerinin de onun akrabalarına pay vermeleridir. Fakire zenginden daha fazla verilmemişti. Çünkü zengin olmasına rağmen Hz. Peygamber (s.a) Beni Muttalib'den amcası Abbas'a da pay vermişti. Daha sonra halifeler de Abbas'a pay vermişlerdir.

İmam Malik ganimetin beşte birini mirasa ilhak etmiştir. Ak­rabalık yoluyla insanlar buna hak kazanırlar. Ancak onlar hem yakın, hem de uzak akrabaya ganimetin beşte birini, erkeğe iki pay, kadına bir pay veriyorlardı.

Ganimetin beşte birinin bir payı da yetimlere aittir. Beşte birin beşte birinde payı olan yetimler, babaları vefat etmiş çocuklar­dır .Yani bugünkü yetimhanelerde harmanlar...

Ganimetin beşte birinin diğer bir payı da yoksullara, ihtiyaç sahibi müslümanlara aittir.

Yine ganimetin beşte birinin bir payı da malından uzakta kal­mış bulunan yolculara aittir. İhtiyacı olması durumunda yolda kalmış kimselere ganimetin beşte birinden bir pay verilir.

Ganimetten geri kalan dört paylık bölümü bizzat savaşanlar arasında paylaştırılır.

İmam Şafii'ye göre iki payı at'ına ait olmak üzere süvariye üç pay verilir. Piyadeye ise bir pay verilir. Nitekim İbn Ömer'den ri-. vayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) «nefl»den (ganimet­ten alınan beşte bir paydan) süvariye iki pay, piyadeye ise bir pay vermiştir. Başka bir rivayette nefl lafzı zikredilmemiştir. (Buhari, Müslim) Bir başka rivayette, Hz. Peygâmber'in (s.a) iki pay atı­na olmak üzere süvariye üç pay verdiği kayıtlıdır. (Ebu Davud). Bu görüş, alimlerin çoğunun, Sevri, Evzai, Malik, İbn Mübarek, İmam Şafii, İmam Ahmed ve İshak bin Rahuveyh'in görüşü­dür.  [44]

Ebu Hanife süvariye iki pay, piyadeye ise bir pay verileceği görüşündedir. Savaştaki kadın, köle ve çocuklara da bir şeyler verilir. Müslümanların elde ettikleri taşınmaz mallar ise taşınır mal­lar gibi onlar arasında paylaştırılır. Ebu Hanife'ye göre İmam (devlet başkanı) taşınmaz mallar (gayri menkul) hususunda mu­hayyerdir. İsterse askerler arasında sarfeder, isterse müslüman-ların umumi menfaatleri doğrultusunda sarfetmek üzere vakfe­der.

Ayetin zahirinden menkul mallarla gayrimenkul malların ga­nimet olmak bakımından durumlarının aynı olduğu anlaşılıyor. Bir kafiri öldüren müslüman, onun üzerindekilere sahip olur. Yani ganimet paylaştırılmadan önce o kâfirin silahı, atı ve üzerindeki her şey onu öldüren kimseye verilir. Nitekim Ebu Katade'den ri­vayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) «Bir kimse, ispatla­dığı takdirde, öldürdüğü kafirin üzerindeki eşyaların sahibi olur» diye buyurmuştur. (Buharı, Müslim, Tirmizi). Öldürülen kafirin üzerindeki eşyalar ile onun elbisesi, silahı ve atı kastolunmuştur.

îmam, ganimetteki paylan dışında, bazı askerlere, savaşta gösterdikleri kahramanlık ve fedakârlıklarını Ödüllendirmek mak­sadıyla fazladan bir şeyler verebilir.

îbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) göndermiş olduğu müfrezelerin bazılarına ganimetten ayrı, özel olarak bir şeyler va'detmiştir.

Alimler, savaşta kahramanlık ve fedakârlık gösterenlere ve­rilecek olan payın kaynağını araştırmışlardır. Said bin Müseyyeb' in görüşüne göre ganimetin beşte birinin beşte birinden —ki bu, Hz. Peygamberin kendi payıdır— verilir. îmam Şafii de bu gö­rüştedir. Nitekim Ubade bin Samit'ten rivayet olunduğuna göre o, Hz. Peygamber'in Hayber günü'nde bir devenin böğründen bir tüy kopararak, «Ey insanlar! Bilin ki Allah'ın size ganimet olarak vermiş olduklarından bana bu tüy kadarı bile helal değildir. Bana sadece beşte birin beşte biri verlimiştır ki o da zaten size geri veriliyor.» demiştir. Yani kahramanlık gösterenlerinize ödül ola­rak geri veriliyor, denmek istenmiştir.

İmam Ahmed ve îshak bin Rehuveyh'e göre ganimetten beşte bir ayrıldıktan sonra kahramanlık gösterenlerin payı o geri kalan dört paydan verilir.

Başka bir görüşe göre de bu ödül beşte bir alınmadan önce ganimetlerin tamamından ayrılır. Tıpkı kafirin üzerindeki eşya­ların onu öldüren kimseye verildiği gibi. [45]

 

Fey Nedir?

 

Fey ise müslümanların savaş etmeksizin antlaşma yoluyla ka­firlerden aldıkları,mallardır. Cizye de tıpkı böyledir. Yine İslâm topraklarına ticaret için gelen gayrimüslimlerden almanlar da böy­ledir. Bir kafir İslâm topraklarında ölürse ve varisi de yoksa onun mallan fey kabul edilir. Hz. Peygamber (s.a) hayatta iken fey'in tamamı ona aitti. Hz. Ömer, «Allah, Peygamber'ini fey meselesin­de Öyle bir şeyle tahsis etmiştir ki bu özelliği kendisinden başka hiç kimseye vermemiştir.» dedikten sonra fey ile ilgili ayeti oku­muştur. İşte bu fey sadece Hz. Peygamber'e aittir. O, bundan aile efradının bir senelik nafakasını ayırdıktan sonra geri kalanını da Allah'ın malı olarak savaş araç ve gereçlerine (silah, binek v.s) sarfediyordu.

Hz. Peygamber'in (s.a) vefatından sonra fey malının kimle­re verileceği, kimlere verilmeyeceği hususunda ihtilaf çıkmıştır.

Bir görüşe göre bu pay Rasûlullah'tan sonra Devlet Başkanı' na aittir.

îmam Şafii'den ise bu konuda iki görüş nakledilmiştir. Birin­cisi, fey, isimleri cihad defterine yazılmış olan savaşçılarındır. Çün­kü onlar Allah'ın Rasûlü'nün yerine kaim olarak düşmana karşı çıkmada onun vekilidirler. İkincisi, fey müslümanlann genel yarar-lanna, yani yol, köprü, çeşme v.b. yerlere sarfedilir. Önce savaşçı­lardan başlanır. Onlara yetecek miktarda nafakalan buradan veril dikten sonra kalan en önemlisi gözetilmek suretiyle genel hizmet­lere sarfedilir.[46]  

Fey'in beş paya ayrılması hususunda alimler ihtilaf etmişler­dir. İmam Şafii, «Fey de ganimet gibi beşe paylaştırılır. Beşte biri, ganimetin beşte biri kimlere verilmişse onlara verilir. Beşte dör­dü de sadece savaşçılar ile müslümanların genel maslahatlarına tahsis edilir» demiştir.

Ulemanın çoğunluğuna göre fey beşte bire paylaştırılmaz. Fey' in tamamı birden sarfedilir. Çünkü onda tüm müslümanların hak­kı vardır.

Enes bin Malik'ten rivayet edildiğine göre Hz. Ömer fey hak­kında şöyle demiştir: «Ben fey hususunda sizden daha önde deği­lim. Hiç birimiz diğerinden daha fazla ona müstahak değildir. Biz sadece Allah'ın Kitabı'nın bize vermiş olduğu derecelerimiz üze­rindeyiz. Allah Rasûlü'nün taksiminde, kişinin daha önce İslâm'a girmesi, fedakârlığı, aile efradı ve ihtiyaç derecesi gözetümiştir.» (Ebu Davud)

Begavi'nin Enes bin Malik'ten rivayet ettiğine göre o, Hz. Ömer'in şöyle dediğini işitmiştir: «Yeryüzündeki her müslümanın fey malında payı vardır. Ancak ellerinizin kazandığı müstesna.»  [47]

Hz. Peygamber'in (s.a) vefatından sonra onun zırh, kılıç ve cariye gibi şeylerden olup «es-Saffi» diye adlandırılan payı sakıt olmuştur. Hz. Peygamber (s.a) bunları risaleti sebebiyle alıyordu. Ancak kendisinden sonra peygamber olmadığından bu payların verileceği kimseler de kalmamıştır.

Ayette geçeri «ayırd edici gün» ile Bedir Günü kastedilmiştir. «İki topluluk» ile de müminlerle kafirlere işaret edilmiştir.

«O günde kulumuz  (Muhammed)e indirdiğimiz» şeklindeki ifadeyle ise ayetler, melekler ve Allah'ın yardımı kastolunmakta-dır.

(42) « (Hatırlayın) o günü ki siz...»

Bu Ayetin Tefsiri

«El-Udve,» vadinin kenarı demektir. «Ed-dünya» kelimesi ise «el - edna»nm müennesidir ve en yakın anlamına gelir. Yani «Sizler vadinin Medine'ye en yakın bulunan kıyısında, müşrikler de Medine'den en uzak bulunan kıyısında konaklamıştı. Ebu Süf-yan ve arkadaşları da (Kureyş Kervanı) sizin bulunduğunuz ye­rin daha aşağısında, deniz sahilinde idiler.»

Bu ayetle ilgili olarak Zemahşeri şöyle demektedir: «Bu ayet­te vaktin, iki grubun bulundukları yerin ve kervanın, müslüman. lardan daha aşağı bir yerde olduğunun zikredilmesinin nedeni, düşmanlarının güçlü ve hazırlıklı olmalarına karşılık müslüman­ların zayıf bir konumda bulunduklarını belirtmektir. Ancak buna rağmen müslümanlar lutf-u ilâhi sayesinde galip gelmişlerdir. Tüm bunlar bunun sadece Allah'ın kuvvet ve kudretiyle meydana ge­len işlerden olduğuna delâlet eder. Çünkü düşmanın konakladığı yer olan vadinin en uzak kenarı suyun bulunduğu yerdir. Ve ze­min çok gevşek değildir. Vadinin en yakın kenarında ise su yok­tur ve bununla birlikte zemin, ayakların gömüleceği kadar kum­luktur. Kervan düşmanın tam arkasındaydı ve düşmanın sayısı da çoktu. Kervanı korumak onların gayretini daha fazla kamçıla­mış, onları savaşmaya daha çok teşvik etmişti. Bu, onların yer­lerinden ayrılmamalarını ve bulundukları yeri terketmemelerini, var güçleriyle savunmada bulunup ellerinden gelenin en son nokta­sına kadar karşı koymalarını gerektiriyordu. Buna rağmen Allah, müslümanları galip getirdi. İşte bu Allah'ın kudret ve kuvvetiyle meydana gelmişti.»  [48]

«Şayet sözleşmiş olsaydınız bile (anlaştığınız vakitte ihtilafa düşer) Öyle buluşamazdınız.» Yani sizler kafirlerle savaş hususun­da sözleşseydiniz ,siz onların durumunu, onlar da sizinkini bilse­lerdi bile onları yenmeyi ummadığınızdan verdiğiniz sözü yerine getiremezdiniz. .

Ayeti bu şekilde yorumlayıp birinci zamiri her iki gruba irca edip ikinci zamiri sadece müslümanlara irca etmek makam itiba­rıyla en uygunudur. Çünkü burada asıl kastedilen, müslümanlarm durumunu beyan etmek, bununla birlikte Allah'ın onlara yardım ettiğini ortaya koymaktır.

Zemahşeri, iki yerde de zamirlerin her iki gruba birden raci olduğunu, zira böylelikle zamirlerin aynı tarzda gelip zamirlerin tefrikine gerek olmayacağını söylemektedir. Bu takdirde ayetin mânâsı şöyle olur : «Şayet siz (Mekkelilerle) sözleşmiş olsaydı­nız bile kiminiz diğerine muhalefet edecek ve kendi azlığınız, on-larınsa çokluğu sözünüzü yerine getirmekten sizleri alıkoyacaktı. Diğer yandan onları da, Rasûlüllah'ın ve müminlerin onların kalb-lerinde meydana getirdiği korku alıkoyacak ve onlar da sözleştik-leri zamanda gelemeyeceklerdi. Böylelikle Allah'ın sizleri 'karşı karşıya getirmesi gibi, sizlerin kendiliğinizden karşılaşma­nız nasib olmayacaktı.»

Ancak sizler sözleşmediğiniz halde karşı karşıya geldiniz ki böylece Allah'ın müslümanlara yardımı ve onların düşmanlarını kahrı tahakkuk etsin. Yapılması vacib olanı veya ezelde takdir edilmiş bulunanı yerine getirsin ki Ölen, gördüğü bir beyyine, mü­şahede ettiği bir ibret ve üzerinde kaim olan bir delilden dolayı ölsün. Diğer grup da yine gördüğü bir beyyine, müşahede ettiği bir idrak ve üzerinde kaim olan bir delilden dolayı yaşasın.

İbn İshak şöyle diyor: «Kâfir, aleyhinde kaim olan bir delil­den sonra kafir olsun. İman eden de yine böyle bir delilden sonra iman etsin. Çünkü helak küfür, hayat ise imandır.» Nitekim Ka-tade de aynı şekilde bir söz söylemiştir: «Sapıklığa giden delille gitsin. Doğru yola gelen de delille gelsin. Kuşkusuz ki Allah dua­larınızı işitici, niyetlerinizi bilicidir. O'na hiçbir duygu gizli değil­dir.»

(43) « (Hatırla) o zamanı ki Allah...»

Bu Ayetin Tefsiri

Yani, uEy Muhammedi Allah'ın senin üzerinde olan nimetini, aynı müşrikleri sana uykunda az gösterdiğini hatnla.»

Mücahid, Allah onları Hz. Peygamber'e kendisi uyku halinde iken az göstermiştir. O da bu durumu ashabına haber verdi. İşte bu sahabenin sabit kalmalarına vesile oldu, demektedir.

İbn İshak ise, Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber'e (s.a) o rüya­da iken du durumu göstermesinin, O'nun müslümanlara verdiği büyük nimetlerinden biri olduğunu söylemektedir. Nitekim böy­lelikle Allah o gün müslümanları düşmanları karşısında cesaret sahibi kılmış, onlann korkularım bertaraf etmiştir.

Bazı müfessirler şöyle demektedirler : Allah, Rasûlü'ne uy­kusu sırasında Kureyş kafirlerini az gösterdiğinde,. Hz. Peygam­ber bunu ashabına söyledi. Sahabiler de «Rasûlüllah'ın rüyası hak­tır» dediler ve bu rüya onların cesaretlenmesine, düşmana karşı gelmesine ve kalplerinin kuvvetli olmasına vesile oldu.

Hasan Basri, bu gösterme işinin uyanıklık halinde olduğu gö­rüşündedir. Çünkü ona göre, uyku ile göz kastedilmiştir, çünkü göz uyku mahallidir.

«Eğer onları sana çok gösterseydi çekinirdiniz ve (bu) işde çekişir diniz»; Yani korkardınız ve ileri gidip-gitmemek hususun­da ihtilafa düşerdiniz.

Bazıları bu işteki çekişmenin, teklifler, mücadele ve ağız kav­gası şeklinde cereyan eden tartışmalar olduğunu söylemektedir. Bu görüşe göre ayet, «İşiniz sallantıya girecekken ve fikirleriniz çatışıp, birbirinize düşecekken Allah sizi birbirinizle boş yere tar­tışmaktan ve çekişmekten korudu» şeklinde anlaşılır.

«Çünkü o Allah göğüslerin özünü bilir.» Yani göğüslerdeki ce­saret, sabır, korku, sabırsızlık v.s. hepsini bilir.

İbn Abbas'a göre bu ifade, «O, göğüslerdeki Allah sevgisinin ne denli olduğunu bilir» şeklinde anlaşılmalıdır.

(44) « (Hatırlayın) o zamanı ki...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani Allah müminlerin gözünde düşmanları olan müşriklerin sayışım azalttı. Savaşmak, üzere karşı karşıya geldiklerinde mü­minler onları az görüyorlardı. Ki Rasûlüllah'ın uykudayken gör­düğü, uyanıkken de tahakkuk etsin ve Rasûlüllah'ın ashabına ver­miş olduğu haber kesinlik kazansın.

İbn Mesud, «Onlar bizim gözümüzde azaltıldılar. Hatta ben yanımdaki bir arkadaşıma 'Onları yetmiş kişi olarak mı görüyor­sun?' diye sorduğumda o, 'Onları yüz kişi olarak görüyorum' de­mişti. Daha sonra müşriklerden esir ettiğimiz birine kaç kişi ol­duklarını sorduğumuzda, bin kişi olduklarını söyledi» demiştir.

Ayet şunu demek istiyor: «Ey müminler! Allah sizleri müşrik­lerin gözünde, onları da sizin gözünüzde az gösterdi.»

Süddi şöyle rivayet etmektedir: Müşriklerden bazıları «Kerva­nımız Muhammed'in elinden kurtuldu. Artık Mekke'ye dönelim» dedilerse de Ebu Cehil, «Şimdi mi? Oysa Muhammed ve arkadaş­ları karşınızda durmaktadır. Hayır, onların kökünü kazımadıkça geri dönmeyiz. Muhammed ve arkadaşları bir devenin eti kadar kolay yutulur bir lokmadırlar» diye onların bu tekliflerine karşı çıktı. Çünkü müslümanlar onun gözünde oldukça az görünmüş­lerdi. Daha sonra Ebu Cehil, «Ey Mekkeliler. Onları Öldürmeyin, sadece iplerle bağlayın, yeter» diye bağırmaya başladı. Zira ken­dinden kesinlikle emindi.[49]

Müminlerin gözünde müşriklerin sayısının azaltjlmasındaki hikmet, Hz. Peygamber'in (s.a) rüyasının tasdikidir. Bu, mümin­lerin kalbi kuvvet bulsun, cesaretleri artsın ve savaşsınlar da kaç­masınlar diyedir. .    .

Müşriklerin gözünde müminlerin sayısının az gösterilmesinin nedeni ise müşriklerin kaçmamalarını sağlamaktı. Çünkü onlar müminlerin az olduğunu zannettikleri zaman artık savaşa daha fazla hazırlık yapmaya gerek duymayacaklardı. Bu da müminlerin galip gelmesini sağlardı.

Burada azın çoğaltılmasının, çoğun azalmasının nasıl oldu­ğu düşünülebilir. Bu, Allah'ın kudretine göre mümkündür. Çün­kü Allah Teâlâ dilediğine kadirdir ve bu aynı zamanda Hz. Pey­gamber'in (s.a) bir mucizesidir. Mucize ise tüm yasaları delip ge­çen bir olaydır. Yani mucize, yürürlükteki yasaları aşan bir olay­dır ve inkâr edilemez.

«Ki yapılmış bir işi yerine getirsin» ifadesinin yeniden tekrar edilmesinin nedeni, sebebi olduğu fiilin değişmiş olmasıdır. Bu­radaki söz konusu iş, İslâm'ı ve müslümanlan aziz, şirki ve müş­rikleri zelil kılmak veya hikâye edilen olayla iktifa etmek şeklin. de anlaşılabilir.

«Ancak tüm işler Allah'a döndürülecektir» cümlesi ahirette tüm işlerin Allah'a döndürüleceği anlamındadır. Böylece Allah her çalışanı, çalışması oranında mükâfatlandırır. Yani iyilik yapana mükâfat, kötülük yapana da ceza verir.

(45) «Ey iman edenler! Bir toplulukla...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani kafir bir toplulukla karşı karşıya geldiğinizde onlarla savaşmak konusunda sebat gösterin. Düşmana veya düşmanla sa­vaşmaya karşı metanetli olun. Sırtınızı dönüp kaçmayı asla dü­şünmeyin. Düşman ile karşı karşıya geldiğinizde kalp ve dilleri­nizle Allah'ı çokça anınız.

Allah mümin ve salih kullarından en şiddetli durumlarda bi­le kendisini anmalarını istemektedir. Burada bir müslümanın hiç­bir zaman dilini ve kalbini Allah'ın zikrinden boş bırakmaması ge­rektiği vurgulanmaktadır.

Bazıları buradaki zikr ile zafer için yapılan duanın kastedil­diği görüşündedir. Bu da ancak Allah'ın yardımıyla mümkün olur. Allah Teâlâ kullarına, savaş anında düşmanlarına karşı galip gel­meleri için kendisine yalvarmalarını emretmiştir. Bu yüzden aye­tin sonunda, kurtuluş ve zafer ümidi içinde olunması bildirilmiş­tir.

Ayetin zahirinin her halükârda sebatın gerekliliğine delâlet et­tiği ve bunun da insanın aklına, daha önce savaş taktiği gereği kaçmanın veya başka bir bölüğe katılmak için ayrılmanın men-suh kılınmış olabileceği ihtimalini getirdiği öne sürülebilir. Ancak sebat ile kastedilen, savaş anındaki sebattır. Taktik olarak kaç­mak veya başka bir birliğe katılmak üzere ayrılmak, böyle bir sebatı etkilemez. Aksine bazı zamanlar sebat, ancak bu taktik­leri kullanmak yoluyla meydana gelebilir.

Birçok alim, ayetin işaret ettiği olayın büyük bir mucize olduğu kanaatindedir. Çünkü göz her ne kadar bazan çoğu az, az'ı çok görse de ayette işaret edilen vakıa böyle değildir. Şartlar eşit olduğu halde bu sınıra varmak için gözün bazı şeyleri görmesi, bazı şeyleri de görmemesi gerekir.

Zemahşeri, tefsirinde bu olay ile ilgili iki ihtimal öne sürü­yor:

Allah Teâlâ görülenlerin bazılarını bir perde ile örtmüş veya bakanların gözünde çoğu az gösteren bir şey yaratmıştır. Tıpkı şaşı kimselerin gözlerinde azı, çok gösterecek bir özellik yarattı­ğı gibi. Şaşılar bir'i iki görürler. İşte müşriklerin müminleri ken­dilerinin iki katı olarak görmeleri de böyledir. Şayet onları kendi­lerinin iki katı olarak görmeleri sayı bakımından ise bu daha büyük bir mucizedir. Yorum bu şekilde yapıldığı takdirde melek­lerin müminlerle birlikte görülmüş olduklarını bildiren hadiseye gerek kalmaz.

«El'îtisaf» adlı eserde Allah Teâlâ'nın yakmîık olmaksızın, perdeler kaldırılmaksızın veya herhangi bir sebep olmadığı halde de gözde idrak özelliğini yaratmış olduğuna dair deliller serdedil-miştir. Çünkü bu sayılan zahiri sebepler eğer görmenin gerekleri iseler müminlerden veya müşriklerden' bazılarının karşısmdakiler-den gizlenmesi mümkün olmaz. Fakat onlar bazılarını görmüşler, bazılarını da görmemişlerdir. Oysa göıülenlerle görünmeyenler arasındaki gerekli sebep birdir. Buna binaen Allah Teâlâ'nın se­bepler olmadan da gözde idraki yaratabileceği ortaya çıkmakta­dır. Yine bundan, sebeplerin hepsi mevcut olsa da idrak etmeyi de yaratabileceği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Allah Teâlâ'nın tak­dirinde görmek ile (görmenin) sebebleri arasında bir bağlantı bu­lunmamaktadır.

Bu ayet Kaderiyye mezhebinin aleyhinde bir hüccet teşkil eder.

Çünkü onlar bir benzeri olmadığı için Allah Teâlâ'nın gözle görül­mesinin mümkün olmayacağını savunmaktadırlar. Dolayısıyla mezkur ayet onların bu görüşlerini reddetmiş olmaktadır. Ancak onlar bu ayeti sadece okuyup geçiyorlar. Bu gerçeğin farkında bi­le değildirler. [50]

 

Hz. Peygamber'in (S.A) Rüyası

 

Hz. Peygamber'in (s.a) rüyası, ashabın müşrikleri görmeleri tarzmda olmuştur. Bazı muhakkikler bu rüyanın olayları açıkla­mak şeklinde olduğunu ve vukûbulanın hilafına olmasının gerek­meyeceğini söylemişlerdir. Azlık, mağlubiyetle yorumlanmıştır. Onlara göre rüyada görülenin bir kısmı aynısıyla, bir kısmı da ta­bir ve teville oluşmaktadır.

îmam Gazali, «Beni rüyasında gören mutlaka beni görmüş­tür» hadisinin açıklamasında şunları söylemektedir:

«Nefis, kendine benzeyen hayalinin gayrisidir. Dolayısıyla gö­rülen şekil, Hz. Peygamber'in ruhu veya sureti değildir. Kesinlikle onun benzeridir. Allah'ı uyku halinde görmek de böyledir. Çünkü Allah'ın zatı şekil ve suretten münezzehtir. Allah'ın zatının tarif­leri ise ancak nur veya başka şeylerden bir misal vasıtasıyla kula ulaşır. O tarif de vasıta olan bir araçtır. Bu bakımdan 'Ben Allah'ı gördüm' diyen kimse Allah'ın zatını görmüş demek değildir. Yine aynı şekilde «Ben Rasûlüîlah'ı gördüm» diyen kimse Rasûlüllah' m Medine'deki ravzasında bulunan şahsının hakikatini gördüğünü söylemek istemiş değildir. Aksine onun bir benzerini görmüştür. Bu onun mukaddes ruhunun bir misalidir. Bazıları kelamcılarm görüşüne yapılan itirazı şu şekilde cevablamıştır: Rüya âleminde görülen nefs'ulemirde sabit olan bir hakikat değildir. Nitekim uya­nıklık (yakaza) âleminde görülen de böyledir. Bu bir hayal gibi­dir. Allah onu rüya âleminde kişiye gösterir. Tıpkı ölümünden sonra gaybî olaylar! kişiye gösterdiği gibi. Bundan dolayı ölüm ile rüya kardeştir. Kelamcılarm {(Rüyalar bâtıl hayallerdir» şeklin­deki sözleri, Şair Lebib'in «Allah'tan başka her şey bâtıldır» de­mesine benzer. Burada bâtıl ile ezeli olmayan ve fâni olan şeyler kastedilmiştir.»

İmam Gazali'nin bu yorumunu kendi mezhebinin (Şafii) alim­leri bile ittifakla kabul etmemişlerdir. Bir grup «Hz. Peygamber'i (s.a) bilinen vasıflarıyla görmek, hakiki şekliyle görmektir» der­ken bir grup da «Hz. Peygamber'i (s.a) başka vasıflarıyla görmek, onun bir benzerini görmektir» demiştir.

Ancak tüm bu yorumlarına rağmen kelamcılarm sözlerinin Kur'an ve sünnete muhaliı oldukları anlaşılıyor. Ne kadar tevil edilirse edilsin bu görüşler tenkidden kurtulamamıştır.

Kısaca rüya olayım mutlak bir şekilde inkâr etmenin doğru olmadığını söylemeliyiz. Zaten nasıl inkâr edilebilir ki? Rüya ile ilgili rivayet edilmiş birçok hadis bulunmaktadır. Mesela bir ha­diste. «Ey insanlar! Peygamberliğin müjdelerinden ancak salih rüyalar kalmıştır. O salih rüyaları müslüman bir kimse görür (ya da o salih rüyalar bir müslümana görünür)» Duyurulmaktadır. (Müslim),

Rivayetlerin çoğunda rüyanın peygamberliğin 46 cüzünden bi­ri olduğu kaydedilmiştir ki bu şu demektir: Hz. Peygamber vahyin başlangıcında altı ay rüya ile amel etmiştir. Daha sonra 23 yıl ona vahy gelmiştir. Bazı rivayetlerde rüyanın peygamberliğin 45, bazı rivayetlerde 70, bazılarında da 76 cüzünden biri olduğu ka­yıtlıdır. Ancak tüm bunlar zayıf rivayetlerdir. «26 cüzünden bir cüzdür» rivayetini İbn Abdilberr, «24 cüzünden bir cüzdür» riva­yetini de Nevevî nakletmiştir. En doğrusunu Allah bilir.  [51]

 

Meal

 

46- Allah'a ve Resulüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Aksi takdirde korkuya kapılır, rüzgârınız (gücünüz) gider. Sabre­din. Kuşkusuz ki Allah sabredenlerle beraberdir.

47- Yurtlarından halka gösteriş ve çalım satmak için çıkan ve Allah'ın yolundan meneden kimseler gibi olmayın. Allah onla­rın yaptıklarım (ilmiyle) ihata etmiştir.

48- (Hatırlayınız)   o   zamanı   ki  şeytan  onların  amellerini kendilerine süslü gösterip «Bugün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur. Ben sizi koruyucuyum» demişti. Fakat iki topluluk birbirini gördüğünde  (bu sefer)   şeytan topukları üzerine dönüp «Ben sizden uzağım. Ben sizin görmediğinizi görüyorum. Kuşku­suz ki ben Allah'tan korkarım. Çünkü Allah'ın cezası şiddetlidir» demişti.

49- (Hatırla)  o zamanı ki münafıklarla kalplerinde hasta­lık olan kimseler, «Bunları  (müslümanlan) dinleri aldatmış» di­yorlardı. Oysa Allah'a tevekkül ederek ona güvenen (mahrum ol­maz). Kuşkusuz ki Allah Galib'dir ve Hikmet Sahibi'dir.

50- Meleklerin o kafirlerin yüzlerine ve arkalarına vurup, «Cehennem azabını tadın» diyerek canlarını aldıklarını bir gör-şeydin.

51- Bunun nedeni ellerinizin takdim ettikleridir. Çünkü Al­lah kullara zulmetmez.

52- (Onların  tavırları)  Firavun'un  efradının ve  onlardan öncekilerin tavırları gibidir. Onlar Allah'ın ayetlerini inkâr ettiler. Ondan dolayı da Allah kendilerini günahlanyla yakaladı. Kuş­kusuz ki Allah kuvvetlidir, O'nun azabı şiddetlidir.[52]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsîrî

 

(46) «Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin...» Bu Ayetin Tefsiri

«Rüzgârınız» kelimesi kuvvetiniz, hiddetiniz ve gücünüz anla mında kullanılmıştır.

«Sabredin. Kuşkusuz ki Allah sabredenlerle beraberdir» aye­tinin son cümlesi, ashabın ve kıyamete kadar gelecek olan tüm müslümanlarm musibetler anında nasıl davranacaklarını gös­termektedir. Hz. Peygamber'in (ş.a) ashabı cesaret konusunda Allah'ın ve Rasûlü'riün emirlerini yerine getirmede hiçbir nesle, hiçbir ümmete nasip olmayan bir dereceye çıkmıştı. Onlardan son­ra onların erişmiş oldukları dereceye hiç kimse çıkamayacaktır. Çünkü onlar Hz. Peygamber'in bereketiyle ve emrettiği hususlar­da ona itaat etmekle hem kalpleri hem de doğudan batıya kadar birçok ülkeyi kısa zamanda fethetmişlerdi, Bizanslıların, İranlı­ların, Türklerin, Berberilerin, Habeşlilerin, Kiptilerin ve Zenci­lerin orduları karşısında onlar oldukça az sayıdalardı. Ancak yine de tümünü dize getirdiler ve böylece Allah'ın kelimesi yüceldi. Al­lah'ın dini, diğer dinleri mağlub etti. İslâm topraklan yeryüzünün doğusuna ve batısına doğru hem de 30 yıldan az bir sürede uzayıp gitti. Allah onların hepsinden razı olsun. Ve onları da kendinden razı kılsın. Bizi onlarla birlikte hasretsin. Allah, kerim ve çokça nimet verendir.  [53]

(47)  «Yurtlarından halka gösteriş ve...»

Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet Kureyş kafirleri hakkında nazil olmuştur. Çünkü on. lar Bedir'e doğru çıktıklarında böbürleniyorlardı. Hz. Peygamber (s.a) onlar için, «Ey Allahıml İşte bu kibirleriyle, gururlarıyla ge­lenler Kur ey şliler dir. Senin Rasûlünü yalanlıyorlar. Onunla mü­cadele ediyorlar. Ey Allahım! Bana vaadettiğin yardımı ihsan et» diye buyurmuştur.

İbn Abbas şöyle rivayet eder: Ebu Süfyan, kervanının kurtul­duğunu görünce Kureyşlilere haber göndererek «Siz kervanınızı ve mallarınızı düşmanınızdan kurtarmak için yola çıkmıştınız. İş­te Allah sizin kervanınızı kurtardı. Artık Mekke'ye dönebilirsiniz» dedi. Fakat Ebu Cehil, «Vallahi  [54] biz geri dönmeyiz. Bedir'e gi­deceğiz, orada her yıl kurulan panayıra katılacağız. Bedir'de üç gün kalıp halka yedireceğiz, içireceğiz ve cariyeler bizim için şar­kılar söyleyecekler. Araplar da bizim bu olayımızı duyacaklar. Aksi takdirde ise Araplar bizden kopacaklar. Bu yüzden yolumu­za devam etmeliyiz» diyerek Bedir'e gitmekte ısrar etti.

(İbn Abbas şöyle devam ediyor)

Kureyşliler Bedir'e vardıklarında orada içki yerine ölüm ka-dehleriyle ölümü tattılar. Şarkıcılar yerine matemciler onların ar-kasından ağıt yaktılar. Allah mümin kullarının onlar gibi olma­larını şiddetle yasaklamıştır. Bu takdirde ayetin mânâsı şöyle olur:

«Ey iman edenler! Sakın işlerinizi riya ve gösteriş veya halk­tan bir şeyler umduğunuz için yapmayın. Siz niyetinizi Allah için halis kılın. Dininize yardım için, Allah'a güvenerek çarpışın.' Peygarriberinizi desteklemek, ona arka çıkmak için savaşın. Siz sade­ce bunun için yapın, ne yapacaksanız. Başka bir şey istemeyin.»

(48-49)  «Hatırlayınız) o zamanı ki şeytan...»

Bu Ayetlerin Tefsiri

Ayette şeytanın onlara söylediği belirtilen söz, nefsani bir söz­dür. Şeytan böylelikle onlara Bedir'e kadar gelmelerine neden olan sebepleri güzel gösterdi. «Bugün insanlardan hiç kimse size galib gelemez» diyerek onların heveslerini daha da artırdı. Kendisin­den çekindikleri düşman kabile Beni Bekir'den hiç kimsenin on­lara sadlırmak için gelmeyeceğini ve kendisinin de onlara yardım­cı olacağım söyledi. Şeytan onlara Şüreka bin Malik bir Cü'şüm şeklinde görünmüştü. (Bu zat daha sonraları müslüman olan Be­ni Müdlec kabilesinin reisiydi)

İbn Cüreyc, İbn Abbas kanalıyla şunları rivayet ediyor: Bedir Günü İblis, bayrağı ve askerleriyle birlikte müşriklerin yanında yürüdü. Onların kalblerine «Bugün hiç kimse sizi mağlub edemez» fikrini ilka etti. Onlara, «Ben sizin yardımcınızım)> dedi. Müşrik­lerle müslümanlar karşı karşıya geldiklerinde İblis, meleklerin müslümanlara yardıma koştuklarını görünce hemen topuklarının üzerinde geri dönerek «Ben. sizin görmediğinizi görüyorum» dedi.

Ali bin Ebi Talha, İbn Abbastan şöyle rivayet ediyor: Bedir Günü İblis, şeytanlardan meydana gelen bir ordu ile geldi. Yanın­da bayrağı da vardı. Beni Müdlec kabilesinin reisi Süraka bin Ma­lik bin Cü'sum'un suretine bürünmüştü. Şeytan, müşriklere, «Bu­gün insanlardan hiç kimse sizi yenemez, ben sizin arkanızdayım» dedi. Halk savaş için saf tuttuğunda Hz. Peygamber (s.a) yerden bir avuç toprak alarak müşriklerin üzerine doğru serpti. Onlar da arkalarını dönüp kaçmaya başladılar. Cebrail, İblis'e doğru yö­neldi. İblis, Cebrail'i gördüğünde  ki bu sırada eli müşriklerden birinin 'elindeydi  hemen elini ondan çekerek askerleriyle birlik-te geriye doğru kaçmaya başladı. İblisin elini tutan o şahıs bunun üzerine, «Ey Süraka! Hani «Bugün ben sizin yardımcınızım» diyor­dun. Şimdi niye kaçıyorsun?» diye bağırınca İblis, «Ben sizin gör­mediğinizi görüyorum. Ben Allah'tan korkuyorum. Allah'ın cezası şiddetlidir» dedi. O bu sözü melekleri gördüğü zaman söylemişti.

İbn İshak, Kelbi'den, o Ebu Salih'ten, o da İbn Abbas'tan şöyle rivayet etti: İblis, Süraka bin Malik bin Cü'şüm şeklinde Ku-reyşlilerle birlikte Bedir'e geldi. Savaşa hazırlandığı bir sırada me­lekleri gördü ve topuklarının üzerinde gerisin geriye dönerekffBen sizden uzağım» dedi. Onun eteğine Haris bin Hişam yapıştı. O, Ha-ris'in yüzüne haykırmca, Haris bayılarak yere düştü. Haris, «Ey Süraka! Ey azap olasıca! Bizi bu durumda bırakıyor, bize yardım etmekten kaçıyor musun?» deyince, İblis, «Ben sizden uzağım. Si­zin görmediğinizi görüyorum. Şüphesiz ki Allah'tan korkuyorum. Allah'ın azabı şiddetlidir» diye cevap verdi.

Vakidî, İbn Abbas kanalıyla şöyle bir rivayet nakletmektedir: Bedir'de ordular karşı karşıya geldiğinde Hz. Peygamber (s.a) bir saate yakın düşünceye daldı. Sonra başını kaldırıp halka, Cebrail' in meleklerden bir ordu ile gelip sağ tarafta; Mikail'in de yine bir ordu ile gelip sol tarafta durduğunu, İsrafil'in de bin melekle gel­diğini müjdeledi. Aynı gün İblis de Süraka bin Cü'şüm'ün suretine girmişti. Müşriklerin işlerini yönetiyor ve onlara bazı haberler veriyor, «Bugün sizi kimse yenemez» diyordu. Fakat Allah'ın düş­manı, melekleri görür .görmez topukları üzerinde geriye döndü ve Kureyşlilere, «Ben sizden uzağım. Sizin göremediklerinizi görü­yorum.» dedi. Haris bin Hişam onun sözlerini işitebildiği için onu Süraka sanmıştı ve bu yüzden eteklerine yapıştı. İblis de bunun üzerine onun göğsüne vurdu. Haris yere düştü. İblis, Bedir'in ya­kınındaki Kızıldeniz'e düşüp eteklerini toplayacak kadar geriye kaçtı. Sonra da, «Ey Rabbim! Bana va'dettiğin o zaman daha gel­medi mi? Yoksa beni helak mı edeceksin?» diye Allah'a yalvardı. İbn İshak, Yezid bin Numan'dan, o da Urve bin Zübeyr'den şöyle rivayet etmektedir:

Kureyşliler Bedir'e gitmek istediklerinde kendileriyle Beni Bekr arasında düşmanlığı hatırladılar. Öyle ki neredeyse Beni Bekr'den korktukları için Bedir'e gitmekten vazgeçeceklerdi. Bu sırada İblis, Süraka bin Malik şeklinde onlara göründü. Süraka, Beni Kinane eşrafından olduğundan, onlara, «Ben size Beni Kina-ne'den bir kötülük gelmeyeceğine dair söz veriyorum» dedi. Bu­nun üzerine Kureyşliler de Bedir'e doğru süratle yola çıktılar.

İbn İshak şöyle rivayet etmektedir: Kureyşliler her konakla­dıkları yerde şeytanı Süraka bin Malik şeklinde görüyorlardı ve onun Süraka olduğundan hiç şüphe etmiyorlardı. Bedir Günü ge­linceye kadar bu böyle sürdü. O gün ordular karşı karşıya gel­diklerinde, Haris bin Hişam (veya Umeyr bin Vehb), İblis'in ka­çışını gördü ve «Süraka nerede? Süraka nerede?» diye bağırmaya başladı. Ancak Allah'ın düşmanı geri dönüp gitmişti bile. Böylece onları tehlikenin ortasında bırakarak kendisi kurtulmuştu. Onun kaçmasının nedeni, Allah'ın ordusu olan meleklerin Hz. Peygam-ber'e ve müminlere yardım ile gelmesidir. O zaman, «Ben sizden uzağım. Sizlerin görmediğinizi görüyorum» demişti. Ve o Allah'ın düşmanı böyle demekle doğruyu söylemişti. Sonra da «Ben Allah' tan korkuyorum. Allah'ın azabı şiddetlidir» diye ekledi.

Kureyşliler Bedir'de verdikleri zayiattan sonra Mekke'ye dön­düklerinde «Halkı Süraka kaçırdı» dediler. Onların bu sözleri Sü-raka'nın kulağına gidince o, «Vallahi, sizin hezimetinizin haberi bana gelene kadar ben Bedir'e gittiğinizden bile haberdar değil­dim» dedi. Onlar müslüman olduklarında o gün kendilerine Sü­raka şeklinde görünenin şeytan olduğunu anlamışlardı.[55]  

Talha bin Ubeydüllah'tan rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Şeytan A'raf gününde görüldüğü gi­bi hiçbir günde rengi daha sararmış, daha kavrulmuş, daha tahkir edilmiş, daha öfkeli olarak görülmemiştir. A'raf ta böyle görünme­si, rahmetin müslümanlar üzerine inmesindendir. Allah'ın büyük günahlardan vazgeçtiğini gördüğü için böyle olmuştur. Ancak Be­dir Günü'nde A'raf Günü'nden daha perişan görünmüştür. Çün­kü o gün Cebrail'in melekleri savaşa hazırladığını görmüştür.» (Muvatta)

Burada îblis'in insan suretine girmeye nasıl güç yetirebildiği ve insan suretine girdiği takdirde ise ona nasıl «İblis» denilebile­ceği düşünülebilir. Bu Allah'ın ona insan suretine, girebilme kuv­veti vermesi dolayısıyla mümkün olmaktadır. Tıpkı meleklere de aynı kuvveti verip onlara da insan suretine girme. özelliği ihsan ettiği gibi. Ancak bu, özün değişmesini gerektirmez. Meleğin özü melek olarak, şeytanın özü de şeytan olarak kalır. Şeklin değiş­mesi özün değişmesini de gerektirmez.  [56]

İblis melekleri görüp topukları üzerine gerisin geriye dönün, ce, «Ben sizden uzağım. Sizin görmediklerinizi görüyorum» dedi. İşte bu sırada o Süraka suretinde görünüyordu. Ebu Cehil bunun üzerine Kureyşlilere «Süraka'nın savaş alanım terketmesi sakın sizleri korkutmsaın. Çünkü o el altından Muhammed ve arkadaş­larıyla anlaşma yapmıştır, hat ve Uzza'ya yemin ederim ki Mu-hammed ve arkadaşları yüklerde bağlı kalmadıkça Bedir'den dön­meyeceğiz. Sakın onları öldürmeyin. Onları sağ olarak ele geçir­meye çalışın» diye seslendi. Ebu Cehil'in bu sözleri tıpkı Firavun' un iman eden sihirbazlara söylediği, «Kuşkusuz bu bir hiledir. Siz bu hileyi halkını şehirden çıkarmak için yapmışsınız. Kuşkusuz o size sihir öğreten büyüğünüzdür.» sözüne benzemektedir. Fakat bu söz bir iftiradır. Bu yüzden de Ebu Cehil bu ümmetin Fira­vunu olmuştur.  [57]

(50-51)«Meleklerin, o kâfirlerin...»

Bu Ayetlerin Tefsiri

Yani, Ey Muhammedi Melekler kafirlerin ruhlarını Ölecekleri anda alırlar bir görseydin, büyük bir şey görmüş ve korkunç bir manzara ile karşılaşmış olurdun. Melekler onların yüzlerine ve ar­kalarına vururlarken onlara uygulanan şiddetli azaba şahid olur­dun.

Bu vaktin tayini hususunda müfessirler ihtilaf etmişlerdir. Bu vakit kimilerine göre ölüm anıdır. O sırada melekler ellerinde bu­lunan ateşten kamçılarla kafirlerin dizlerine ve arkalarına vurur­lar. Kimi müfessire göre de bu ayet Bedir'de öldürülen müşrik­ler hakkında nazil olduğundan «Yüzlerine ve arkalarına vurulan kafirler de» Bedir'deki kafirlerdir. İbn Abbas'tan rivayet olundu­ğuna göre, onlar müslümanlara saldırdıklarında melekler onların yüzlerine ve arkalarına vuruyorlardı. İbn Cüreyc ayeti, melekler onların bedenlerinin her tarafına, yani hem önlerine hem de ar­kalarına vururlardı, şeklinde yorumlamıştır. Melekler onlara ölüm veya öldürme anında, «Cehennem azabım tadın» diyorlardı.

Bazı müfessirlere göre, meleklerin ellerinde ateşte kızdırılmış demirden yapılma kamçılar varmış. Onlar bu kamçılarla kafirlere vurduklarında, kafirlerin açılan yaralarından ateşler fışkırıyor­muş.

İbn Abbas, «Melekler, 'cehennem azabım tadın' sözünü kafir­lere, onlar ölüm anındayken söylüyorlardı» demektedir.

Hasan Basri ise, bu sözün Kıyamet Günü'nde zebaniler tara­fından kafirlere söyleneceği görüşündedir.

«Bunun nedeni ellerinizin takdim ettikleridir.» Yani bu, elle­riyle kazanmış oldukları küfür ve isyandan dolayı onların başlan, na gelmiştir.

«Ebrin «küfr»ün mahalli olmadığı, onun yerinin kalp olduğu düşünülebilir. Çünkü küfr bir inançtır. İnancın yeri ise kalptir.

Oysa ayetin zahiri küfrün failinin «el» olduğuna işaret etmektedir. Fakat eZ'in böyle bir yeteneği yoktur. Ancak burada «el», kudret anlamındadır. Çünkü el, amellerde kullanılan bir vasıtadır. Asıl etki yapan ise kudrettir. Bu bakımdan «el», burada kudretten ki­naye olarak kullanılmıştır.

«Çünkü Allah kullara zulmetmez» cümlesi, Allah Teâlâ'nm mahlukatmdan herhangi birini azaba duçar ederken bunu mutla­ka o kimsenin işlemiş olduğu bir zulümden dolayı yaptığına işa­ret eder. Çünkü Allah kullara zulmetmez. Bu ayetle, Allah Teâlâ, kendisinin zulümden beri olduğunu beyan etmektedir. Allah Teâlâ' nm, küfründen dolayı kafire, isyanından dolayı asiye azap etmesi, bir zulüm değildir. Allah Teâlâ mülkünde dilediği gibi tasarruf yet­kisine sahiptir. Bu vasıftaki Zat'a zulüm isnad etmek muhaldir.

Kimse, «Allah kafirin küfrünü yaratmış, sonra da yarattığı şey üzerinde kafire azab uyguluyor. Bu bir zulüm değil midir?» demesin diye Allah Teâlâ burada, «Allah kullara zulmetme» cüm­lesini beyan etmiştir. Çünkü onlar Allah'ın mülkünde ve kudreti­nin altındadır. O, dilediği şekilde onların üzerinde tasarruf edebil­me hakkına sahiptir.

Kadı Beyzavi, «Ve Allah» diye başlayan cümlenin daha önce geçen ve mecrur olan «ma» üzerine atıf olduğunu söylemektedir. Böylelikle takı, sebebiyetin bunların ikisinin birleşimine bağlı ol­duğunu ifade eder. İkinci cümle birincisiyle birlikte sebeptir. Çün-, kü bu sebep olmasa Allah Teâlâ onlara günahsız bir şekilde de azap edebilirdi. Oysa Allah'ın onlara günahlarından ötürü azap et­meyeceği diye bir şey sözkonusu değildir. Çünkü azabı hak etmiş bir kimsenin azabını terketmek şer'an ve aklen zulüm değildir ki zulmün uzaklaştırılması azaba sebep olsun? Ayette geçen «zallam» kelimesi mübağala ifade eder. Çünkü akabinde cem'i (çoğul) ola­rak «abiyd» kelimesi gelmiştir.  [58]

(52) « (Onların tavırları) Firav'tn efradının...»

Bu Ayetin Tefsiri

«Deab» kelimesi, tavır, davranış, adet anlamındadır. Medarik de bu ayet hakkında, «Onların adet ve davranışları Firavun'un ef­radının adet ve davranışları gibiydi. Onların daha önce yürüdük­leri bu yolda bunlar da yürüdüler. Böylece Firavun ve efradı Ki-zıldeniz'de boğulmak suretiyle nasıl cezalandırıldılarsa bunlar da Bedir'de öldürülmek ve esir edilmek suretiyle cezalandırıldılar» denmiştir.[59]  

Hazin ise «deab» kelimesinin lugatta amellerin sürdürülmesi anlamına geldiğini söylemektedir. Sonraları bu kelime adet karşı­lığında   kullanılmıştır.   Çünkü   insanoğlu   adet   üzerinde   devam . eder.  [60]

İbn Abbas şöyle diyor: Firavun'un efradı, Hz. Musa'nın Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğuna kesinlikle inanı­yorlardı. Fakat buna rağmen onu yalanlamışlardı. Kureyş kafirle­ri de aynı şekildeydi. Hz. Muhammed (s.a), kendilerine gerçekle­ri, doğruları getirdiğinde onu yalanladılar. Firavun'un efradına musibet geldiği gibi onlara da aynı şekilde musibet geldi.

«Onlardan öncekilerinin» ifadesindeki zamir Hazin'e göre Fi­ravun'un efradına racidir. Nesefi'ye göre Kureyşlilere ve Firavun' un efradına, Kadı Beyzavi'ye göre de sadece Firavun'un efradına racidir.

Gerek peygamberi yalanlayanlardan gerekse Allah'ı inkâr edenlerden intikam almak bakımından Allah'ın azabı çok şiddet­lidir. O'nun azabını defetmek hususunda hiç kimse Allah'a mani olmaya güç yetiremez. [61]

 

Meal

 

53- Şunun için ki, Allah bir kavme verdiği nimeti o kavim (ahlâkını)  bozmadıkça onlardan geri almaz. Muhakkak ki Allah onların   (sözlerini)  işitici,   (yaptıklarını tamamıyla)  bilicidir.

54- Firavun'un efradı ve onlardan öncekilerin adet   (ve gi­dişat) lan  gibi,  Rablerinin ayetlerini  yalanladılar.  Biz  de  onları günahlarından ötürü helak ettik. Firavun'un efradını da (deniz­de) boğduk. Onların hepsi de zalim idiler.

55- Kuşkusuz  Allah'ın  katında    (yeryüzündeki)    canlıların en kötüsü kafirlerdir. Artık onlar iman etmezler.

56- Onlar kendileriyle antlaşma yaptığın  halde, her  defa­sında hiç çekinmeden antlaşmayı bozarlar.

57- Savaşta onları yakalarsan,  onlara   (vereceğin  ceza ile) arkalarında kalanları da dağıt ki böylece hatırlayıp  (ibret alsın­lar)

58- Bir kavmin ihanetinden  çekinirsen    (andlaşmayi   boz­mak hususunda onların yaptığı gibi)   sen de  antlaşmayı onlara at. Kuşkusuz ki Allah hainleri sevmez.

59- Sakın   kafirler   (kaza  ve   kaderimizden  kurtulup)   geç­tiklerini sanmasınlar. Kuşkusuz ki onlar (bizi) aciz bırakamazlar.

60- Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlardan hazırlayın. Onunla Allah'ın ve kendi­nizin düşmanlarını ve onlardan başka sizin bilmediğiniz ama Al­lah'ın bildiği kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcar­sanız o size ödenir. Hiç de zulme uğramazsınız.

61- Eğer  onlar barışa meylederlerse   sen  de  banşa yanaş. Allah'a tevekkül et. Kuşkusuz ki Allah işiten ve bilendir. [62]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

Bu dokuz ayette şu konular işlenmektedir:

a) Allah bir kavme verdiği nimeti sebepsiz yere geri almaz.

b) Allah, bir kavmi helak ederse, mutlaka günahlarından do­layı helak eder. Tıpkı Firavun ve efradını helak ettiği gibi.

c) Küfür, kötü vasıfların en çirkini ve en iğrencidir.

d) Antlaşmasına riayet etmeyen bir topluluğun antlaşma do­layısıyla sahip olduğu güven garantisi ortadan kalkar. Savaşta ele geçtikleri takdirde kendilerine ibret dersi verilir.

e) İhanet etmesinden korkulan bir kavme, «Aramızdaki ant­laşmayı biz de bozuyoruz» diye ilanda bulunmak gerekmektedir. Onları gafil avlamak caiz değildir.

f) Hiçbir kurnaz, hiçbir sahtekâr ve hiçbir tedbir sahibi, Al­lah'ın kaza ve kaderini çiğneyemez.

g) Savaşta herkesin elinden geleni yapması gerekir.

(53)    «Şunun için ki, Allah bir...»

Bu Ayetin Tefsiri

«Zatike» kelimesi kavmin daha önce başına gelmiş olan aza­ba işarettir. Bu azaba duçar olmalarının nedeni kötü bir duruma düşmeleridir. Bu yüzden Allah onlardan nimetini almış ve onlara      | azabuıı göndermiştir.

Bir toplumun kendi durumunu değiştirmediği sürece Allah'ın onların durumunu değiştirmeyeceği yasası Kur'an'ın koyduğu ge.     f nel yasalardandır.

Süddi, ayetteki «nimet» kelimesiyle Hz. Peygamber'in kaste­dildiğini söylemiştir. Yani Allah onu Kureyşlilere bir nimet olarak vermiştir. Ancak Kureyşliler onu inkar edip yalanladılar. Allah     [g Teâlâ da onu kendilerinden alıp Medinelilere verdi.

Muhakkak ki Allah onların (sözlerini) işitici, (yaptıklarını) bilicidir» cümlesi önceki hükmün sebebi mesabesindedir. Yani Al-lah Teâlâ mahlukatın tüm sözlerini işitmektedir. Onların konuş­malarında Allah'a gizli kalan bir taraf yoktur. Onların göğüslerin­de bulunanı gerek hayr, gerekse şer olsun, bilir. O herkese yaptık-    §| larına göre ceza verecektir.

(54) «Firavun'un efradı ve onlardan öncekilerin...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani Mekke'li müşrikler, tıpkı daha önce Firavun ile kavmi­nin ve onlardan öncekilerin kitapları, peygamberleri yalanladıkla­rı gibi Hz. Peygamber'! ve Kur'an-ı Kerim'i inkâr ettiler ve yalan­ladılar.

k Bu ayetin tekrar edilmesinin yararları şunlardır:

a) İkinci ayet birincisinin açıklamasıdır. Çünkü birinci ayette sadece Allah Teâlâ'nın onları muaheze etmesi zikredilirken ikin ayette onların denizde boğuldukları bildirilerek birinci ayet

açıklanmaktadır.

b)Birinci ayette onların Allah'ın ayetlerini inkâr ettikleri zikredilirken ikinci ayette onların Rablerinin ayetlerini yalanladık­ları zikredilmiştir. Böylelikle birinci ayette onların ayetleri inkâr ettiklerine işaret edilirken ikinci ayette de inkârla birlikte yalan­ladıklarına işaret edilmiştir.

c) Bu kıssa birinci kıssanın tertibi olması için tekrar edil­miştir. Çünkü «Onlar Rablerinin ayetlerini yalanladılar» cümlesi küfran-ı nimete, hakkı inkâra daha çok delâlet ederken, boğulma­larının zikredilmesinde günahlarından ötürü muaheze edildikleri­nin açıklaması vardır.

(55-56) «Kuşkusuz ki Allah'ın katında...»

Bu Ayetlerin Tefsiri

55. ayetin son cümlesi olan «Artık onlar iman etmezler» ifa­desi, Allah katında kesinlikle kafir olarak ölecekleri bilinen kim­seler hakkındadır.

Bu ayet Beni Kureyza Yahudileri hakkında nazil olmuştur. Onlar Hz. Peygamber (s.a) ile kendisiyle savaşmamak ve Hz. Pey-gamber'e savaş açanlara yardımcı olmamak üzere antlaşma yap­tıkları halde antlaşmalarını bozmuşlardı. Mekke müşriklerine si­lah vermek suretiyle peygamber ve ashabı aleyhinde savaş açıl­masına yardımcı oldular. Hz. Peygamber (s.a) kendilerine bunun sebebini sorunca da unuttuklarını, hata ettiklerini söylediler.

îkinci bir anlaşma yapıldığında onu da bozdular. Hendek Sa-vaşı'nda kafirleri Peygamber'e karşı kışkırttılar. Hatta reisleri Ka'b bin Eşref, Mekke'yüe giderek Hz. Peygamber'e düşmanlık hususunda onlarla anlaşma bile yapmıştır.

«Hiç çekinmeden,» yani Allah'tan- hiç korkmadan antlaşmayı bozarlar. Antlaşmayı bozduklarından dolayı utanmazlar, kınana­caklarından da çekinmezler. Din sahibi, akıl ve tedbir sahibi bir kimsenin halkın onun sözüne güvenebilmesi, doğruluğunu görebil­mesi için yaptığı antlaşmalarına riayet etmelidir. Allah Teâlâ bu­rada kafir olmakla birlikte ayrıca antlaşmayı bozan kimselerin şerlilerin en şerlisi olduğunu ortaya koymaktadır.

(57) «Savaşta onları yakalarsan...»

Bu Ayetin Tefsiri

Yani antlaşmalarını bozan bu kimseleri savaşta eline geçirir-sen onlara öyle bir ceza ver ki arkalarında kalanlar bundan ibret alarak bir daha antlaşmalarını bozmaktan çekinsinler.

Said bin Cübeyr'e göre ayet, geride kalanların uygulanacak ceza ile korkutulmalarını beyan etmektedir.

«Şarrid,» teşrid kökünden gelir ve ızdırapla birlikte ayırıp, parçalamak anlamındadır. Yani antlaşmaları bozan o kafirleri ya­kaladığında onlara öyle bir ceza uygula ve onları öyle bir şekilde cezalandırarak öldür ki antlaşmalarını bozan her topluluğu böylece parçalayıp dağıtabilesin. Onlardan sonra gelen Mekkeliler akılla­rını başlarına toplasmlar ve korkarak bir daha bu tür davranış­lara kalkışmasınlar.

(58) «Bir kavmin ihanetinden çekinir sen...»

Bu Ayetin Tefsiri

Yani kendileriyle antlaşma yaptığın bir kavmin anlaşmaları bozacaklarını anlarsan onlara antlaşmayı iptal ettiğini adil bir şe­kilde bildir. Böyle yapmadan önce şakırı onlara savaş açma. Zira böyle yapmak hainliktik. Allah ise hainleri sevmez.

Hazin, «alâ sevain» tabirini «açık bir yol, eşit bir yol üzerine» şeklinde yorumlamaktadır.   Yani onlara,   savaş öncesinde   kendileriyle yaptığın antlaşmayı feshettiğini bildir ki anlaşmanın sona erdiği hususundaki bilgileriniz eşit olsun.

Süleyman bin Amr'dan ve Hinıyer kabilesine mensub birin­den şöyle rivayet edilmektedir:

Muaviye ile Rumlar arasında bir antlaşma bulunmasına rağ­men, Muaviye onların ülkelerine doğru gitti ki onlara yaklaştıkla­rında onlar antlaşmayı bozsunlar ve böylece kendilerine savaş açabilsin. Bu esnada bir süvari Muaviye'ye gelerek, «AUahu Ek­ber! AUahu Ekber.' Antlaşmaya riayet etmeli. Hile'ye lüzum yok» demeye başladı. Gelenin Amr bin A'nbese olduğunun anlaşılması üzerine, Muaviye onu yanına çağırarak ona ne yapmak istediğini sordu. Amr bin A'nbese adlı sahabi ise Muaviye'ye, «Hz. Peygam­berdin (s.a) bir kavim ile arasında bir antlaşma bulunan kimse o antlaşma sonuçlanmadıkça düğümü ne çözmeli, ne de düğüm-lemelidir. Eşit bir şekilde onlar antlaşmayı bozmadıkça da bunu yapmamalıdır, dediğini işittim» diye cevap verdi. Bunun üzerine Muaviye yaptığı seferden geri döndü. (Ebu Davud. Bu hadisi Tir-mizi, Süleyman bin Amr'dan senedinde «Himyer kabilesine men­sub biri» şeklinde bir fazlalık olmadan rivayet etmiştir. Ayrıca Tirmizi'nin rivayetinde «AUahu Ekber» diye bir kez tekbir getiril­miştir).

Alimler ayetten şöyle bir hüküm çıkarmaktadtrlar: İmamın, kendilerinden kuşkulandığı müşriklerin çok açık bir şekilde ant­laşmayı bozduklarına dair kesin işaretler ortaya çıkınca, İmam'ın onlara, «Antlaşmayı ben de bozdum» diye haber göndermek, «size savaş açıyorum» diye ilan etmek zorunluluğu yoktur. Ancak iha­net etmeleri endişesinin çok açık değil de bazı kesin olmayan be­lirtiler şeklinde tezahür etmesi durumunda, İmam'ın sözleşmeyi bozduğunu ve savaş açtığını açıkça kendilerine bildirmesi bir zo­runluluktur.

Nitekim Beni Kureyza Yahudileri Hz. Peygamberle antlaşma yaptıktan sonra onun aleyhine Ebu Süfyan ve müşriklerle onlara yardımcı olmak üzere antlaşma yapmışlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) onların kendisine ve ashabına ihanet etmelerin­den endişe edip, İmam'a gerekli olan eşit bir şekilde antlaşmayı feshettiğini ve savaş açtığını ilan etmek zorunda kaldı. Düşmanın antlaşmayı bozduğunun kesin bir şekilde açıklık kazanması du­rumunda îmam'ın antlaşmayı kendisinin de feshettiğini bildirme zorunluluğu yoktur. Bu takdirde imam, tıpkı Hz. Peygamber'in (s.a) Mekkelilere davrandığı gibi davranır. Çünkü Mekkeliler Hz, Peygamber'in müttefiki olan Huzaa kabilesinden birini öldürdük­lerinde Hz. Peygamber (s.a) onlara hiçbir haber vermeden ansı­zın Mekkeden 4 fersah ötedeki «Merruz-Zahran»da ordusunu kur­muştur.

(59)  «Sakın kafirler  (kaza ve kaderimizden)...>> Bu Ayetin Tefsiri

Bedir sonrasında Hz. Peygamber (s.a) açıkça kaçıp giden müşriklerden intikam almadığına üzülmüştü. Onlar da Allah'ın kaza ve kaderinin pençesinden kurtulduklarını sanmışlardı. Bu­nun, üzerine Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'e, Bedir'de kaçıp kurtu­lanların Allah'ı aciz bırakacaklarını, onun kendilerinden intikam almayacağını zannettiklerini ama onlardan ya dünyada öldürül­mekle ya ada ahirette ateş azabıyla mutlaka intikam alınacağını bildirmiştir.

(60) «Onlara karşı gücünüz yettiği kadar...»

Bu Ayetin Tefsiri

((Onlara» zamiri ile antlaşmalarını bozan kimseler, tüm kafir­ler, İslâm düşmanları kastedilmektedir.

«Kuvvet» kelimesinin mahiyeti hususunda birçok görüş öne : sürülmüştür:

a) Savaşta kullanılacak her türlü silah, savaş aletleri, araç ve gereçler. Yani «Düşmana karşı savaşta size kuvvet sağlayacak her türlü silah, araç ve gereci daha önceden hazırlayın.»

b) Kaleler, mevziler, sığmaklar. Yani, «Savaş öncesi bu sı­ğınakları, kaleleri, mevzi ve tabyaları hazırlayın.»

ç) Silahların kullanılması, eğitimin yapılması ve silahların atışa hazır tutulması. Bu yorum, Akabe bin Amr'ın Hz. Peygam-ber'den (s.a) rivayet ettiği bir hadise dayanır: Hz. Peygamber'den (s.a) dinledim. Minberde «Onlara karşı gücünüz yettiğince kuvvet hazırlayın» (...) ayetini okuduğunda, ayetteki «kuvvet» kelimesinin silahların atışa hazır tutulması demek olduğunu söyledi.» (Müs­lim)[63]    

d) Savaşta güç veren, yardımcı olan her türlü alettir. Ayet­te bunların daha önceden hazırlanması emredilmektedir. Hz. Pey­gamber'in «kuvvet» kelimesini «atış»la. tefsir etmesi bu yorumla çelişmez. Tıpkı «Hac arefedir,» yani Arefe'de vakfe durmak, hac-cın en canlı noktalarından biridir veya «Pişmanlık tevbedir,» yani pişmanlık tevbenin en canlı noktalarından biridir gibi.

Alusi bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir:

Hz. Peygamber «kuvvet» kelimesini silahın kullanılması, atış ile tefsir etmiştir. Ayrıca birçok hadiste de silah kullanılmasının öğrenilmesini emretmiştir. Hz. Peygamber, «Dünya oyunlarının şu üç şey dışında hepsi bâtıldır: Okla oynaman (atıcılık yapman), atını eğitmen ve eşinle oynaşman. Bunlar haktır» diye buyurmuş­tur.

Hz. Peygamber (s'a), «Allah'ın zikri olmayan her şey lehvfboş iş) ve leib (oyun) kapsamındadır. Ancak şu dördü müstesna: Kisinin iki hedef arasında koşması, atını eğitmesi, ailesiyle oynaşma­sı ve çocuklarına yüzmeyi öğretmesi» diye buyurmuştur. (Nesei) Yine Hz. Peygamber (s.a) başka bir hadisinde, «Ok atmayı, ata binmeyi Öğrenin. Ok atmanız benim katımda daha sevimlidir. Allah Teâlâ bir okla üç kişiye cenneti nasib eder: Allah'ın rızası için ok yapanı, o okla İslâm'a yardım edeni ve onu Allah yolunda atam» diye buyurmuştur.

Bilindiği gibi günümüzde ok kullanmanın bir kıymeti kalma­mıştır. Çünkü düşmanlar gülleler ve toplar yapmışlardır. Bu gibi silahların yanında ok atmak nedir ki? Düşmana aynı silahla kar­şılık verilmedikten sonra öldürücü hastalık yayılır, günahı da pek şiddetli olur. Yeryüzü kafirlerin ve sapıkların eline ge­çer. Geleceği ancak Allah bilir ama kanaatimce bu silahların yapı­mı müslümanların boynuna farzdır. Yine müslüman liderlerin gü­nümüzdeki silahların aynılarını yapmaları boyunlarına borçtur. Bu takdirde, Hz. Peygamber'in övdüğü ok atmanın faziletinin, gülle ve top atışlarına da şamil olması umulur. Çünkü bu silahlar İs­lâm'ın şerefini korumak hususunda onların yerini almışlardır. Bu güllelerin kullanılması, cenneti elde etmenin vesilelerinden olmuş­tur. Bu silahların kullanılması, «Onlara karşı gücünüz yettiği ka­dar kuvvet hazırlayın» ayetinin umumuna dahildir.[64]

«Ribat» kelimesi Allah yolunda bağlanıp beslenen atlar ma­nasında kullanılmıştır.

Hazin, «ribatam at edinmek ve Allah yolunda beslemek oıdu-ğu; zira ribat'ın at bağlamak anlamındaki «rabt»t&n geldiği görü­şündedir.

Cihad için at beslemenin Allah'ın dinine yapılan en büyük yar­dımlardan olduğunun söylenmesi, Kur'an'm indiği çağın bunu ge­rektirmesi nedeniyledir.

İbn Sirin'den rivayet edildiğine göre, kendisine, malının üçte birinin sınırlardaki kalelere sarfedilmesini vasiyet eden bir şahsın durumu sorulduğunda, o bu mal ile atların satın alınıp Allah yo­lunda beslenmesi gerektiğini söylemiştir.

İkrime, ayette geçen «kuvvet» kelimesiyle kalelerin, »ribat» ile kısrakların, kastedildiğini; zira Arapların yavru almak için kıs­rakları evlerde beslediklerini söylemiştir.

Rivayet edildiğine göre İslâm'ın meşhur komutanlarından Ha-lid bin Velid, az ses çıkardıkları için kısraklardan başkasına bin­mezdi.

İbn Muhayris, sahabenin savaşta saf tuttukları zaman erkek atları, saldırı sırasında da kısrakları tercih ettiklerini söylemekte­dir. [65]

 

Cihad İçin Beslenen Atlar Hakkındaki Hadisler

 

Urve'den şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: «Kıyamet günü­ne kadar atların alınlarında hayr, ecir ve ganimet bağlıdır.» (Bu-hari, Müslim)

İbn Ömer şöyle bir hadis rivayet etmiştir: .«Kıyamete kadar atların alınlarında hayr bağlıdır.» (Buhari, Müslim)

Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Allah'a inanıp O'nun va'dini tasdik ede­rek Allah yolunda kim bir at besleyip bağlarsa, o atın yemi, suyu, dışkısı, sidiği Kıyamet gününde o kimsenin mizanında olacaktır. (Yani ecirlere dönüşecektir.)» (Buhari, Müslim)

Ebu Hüreyre'den şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: «Üç çeşit at vardır: Sahibi için ecir olan at, sahibi için örtü olan at, sahibi için günah olan at. At, onu Allah yolunda besleyip yetiştiren kim­se için ecirdir.» (Bu hadis başka bir rivayette şöyle devam eder):

«Sahibi atı müslümanlann yaran için besler. Çayırda veya bah­çede onun ipini salıverir ve at da o uzun iple çayırdan veya bah­çeden ne yerse onlar sahibi için hasenelerdir. Şayet at ipini kopa­rır veya bir iki tur koşarsa onun bıraktığı izler ve dışkısı, sahibi için hasenelerdir. At bir derenin yanından geçerken oradan iç­mek isterse ve sahibi de ona içirirse o da onun için hasenelerdir. İşte bu at sahibi için ecir olan attır. Bir başka kişi de zengin ol­mak ve dilenmemek maksadıyla bir at beslerse, Allah o atîn boy. nundaki ve sırtındaki hakkını unutmaz. İşte bu at, sahibi için örtü olan yani sahibini dilenmekten koruyan attır. Üçüncüsü de kibir, riya için ve müslümanlara düşmanlık olsun diye beslenen attır. İşte bu at, sahibi için günah olan attır.» (Müslim, Buhari)

Hz. Peygamber'e merkebler hususunda sorulduğunda, «Allah onlar hakkında bana bir hüküm indirmemiştir. Ancak «Zerre mik­tarı hayr işleyen onu görür, zerre miktarı şer işleyen de onu gö­rür» şeklinde ihata edici bir ayet vardım diye buyurmuştur.

Hz. Peygamber atların bazı cinslerini diğerlerinden üstün tut­muştur. Mesela Ebu Ubeyde, Sadi'den şöyle bir hadis nakletmek­tedir: «İhtiyaçlarınızı, üst dudağı ve sağ ayağı dışındaki diğer ayakları beyaz olan doru atların sırtında arayınız.»

İbn Abbas'tan şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: «Hz. Pey­gamber, atlardan «şaftal» olanını seçmezdi.» (Müslim)

tbn'ul-Esir'in «Nihaye»sinde şaftal olan at, bir ayağı dışındaki diğer üç ayağı beyaz olan attır. Bazılarına göre de çaprazlamasına bir ön ayağı ile bir arka ayağı beyaz olan ata şaftal at denir.

Hz. Peygamberin bu cins atlardan hoşlanmamasının nedeni, o cins bir atı deneyip onda bir asalet görmemiş olması olabilir. Müslim de Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadis, Nihaye'deki gibi yorumlandığı takdirde, daha önce Şabi'den rivayet edilen hadisle çelişir. Ancak bu hadisin önceki hadisin umum ifade eden hük­münü tahis ettiği söylenebilir.

«Uğursuzluk; at, kadın ve evdedir» (Buhari, Müslim). Bu sa­yılanlarda şeriata ve tabiata bir aykırılık olması durumunda ke-rahet vardır. Nitekim evin uğursuzluğu (bereketsizliği), dar ol­masından ve komşularının kötülüğündendir. Kadımnki ise kısır­lığından ve geveze olmasındandır. Atın uğursuzluğuna gelince, sır­tında savaşılmamasındandır, denilmiştir.

«Ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, fakat Allah'ın bildiği

kimseleri korkutursunuz» cümlesi hakkında müfessirler ihtilaf et­mişlerdir.

Bazı müfessirler, ifadeyi, «Bunlardan başka diğer kafirleri de korkutabilmeniz için kuvvet hazırlayın» şeklinde yorumlamışlar­dır.

Mücahid, bunların «Beni Kureyza Yahudileri,» Mukatil ve İbn Zeyd, «münafıklar,» Süddi ise «O günki ateşe tapan İranlılar» ol­duğunu söylemişlerdir.

Zeyd bin Abdullah'tan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygam­ber (s.a), «Bunlar cinlerdir, tivinde Arap atı bulunan kimseye şey­tan musallat olmaz» diye buyurmuştur. (Taberani, Ebu Şeyh, İbn Munzir, İbn Merduveyh ve İbn Asakir) .İbn Cerir et-Taberi, İbn Abbas'tan da rivayet edilen bu yorumu tercih etmiştir. Bu hadisin sahih olması durumunda bundan başka yorumlan tercih etmek doğru değildir.

«Sizin bilmediğiniz»; yani kim olduklarım bilmediğiniz. Onla­rın kim olduğunu ancak Allah bilir. Bazı kimseler tanımak (mari­fet) tabirinin Allah hakkında kullanılmasının caiz olmadığını söy­lemişlerdir. Yani «Allah'ın bildiği» yerine «Allah'ın tanıdığt» denilemez. Bazıları da caiz olduğunu söyleyerek buradaki bilmenin irfan anlamında değil, kendi asıl mânâsında olduğunu söylemiş­lerdir.

«La ta'lemunehum» ifadesinin ikinci mefulü hazfedilmiştir. Yani bu takdirde mânâ; «Sizin düşman ve savaşçı olduklarım bil-mdeğnniz ama Allah'ın (onların böyle olduğunu) bildiği kimsele­ri (,..)» şeklinde olur. Ancak bu bir zorlamadır. Dolayısıyla bu yoruma dikkat etmek gerekir.

Bazıları da bu ifadeyi, «Sizin hangi hususta düşman olduk­larını bilmediğiniz ama Allah'ın (tamamıyla bildiği kimsele­rin (...) şeklinde yorumlamışlardır.

«Allah yolunda ne harcarsanız o size ödenir» ifadesinde ge­çen «Allah yolu» tabiri hayr ve taat yoludur. Yani hayr ve taat yolunda ne harcarsanız o size ödenir. Savaş için at beslemek, top v.s. silahlar edinmek gibi savaş araç ve gereçlerinin hepsi bu kap­sama girer ve hepsi Allah yoludur.

(62) «Eğer onlar barışa meylederlerse...»

Bu Ayetin Tefsiri                   .

Mücahid bu ayetin ehli kitab ile ilgili olduğunu söylemiştir. Süddi ise, bu ayetin Beni Kureyza Yahudileri hakk'nda nazil ol­duğu görüşündedir. Çünkü daha önce de onlar sözkonusu edil­mişlerdir. Kendileriyle antlaşma yapılan veya kendilerine karşı kuvvet hazırlanması emredilen kimseler Beni Kureyza Yahudile-ridir.

Bazıları da ayetin umum ifade ettiğini ve tüm kafirleri kap­sadığını, ancak «seyf ayeti» (cihad izni veren ayet) ile nesh olun­duğunu öne sürmüşlerdir. Çünkü Arap müşrikleri için İslâm'dan başka bir seçenek yoktur. Aksi takdirde onlar için kılıç vardır. Fa­kat ehli kitap böyle değildir. Onlann cizyeleri kabul edilir.

Mezkur ayetin «seyf ayeti» ile neshedildiği şeklindeki görüş, İbn Abbas, Katade ve Mücahid'den rivayet edilmiştir. Ayetin ken­dilerinden cizye kabul edilen kafirler (ehli kitap) hakkında nazil olduğu görüşü daha sahih bulunmuştur. Cizye, îmam'ın, İslâm'ın ve müslümanların maslahatı için uygun gördüğü yerlerde kabul olunur. Kafirlerle ne sürekli savaşmak, ne de sürekli şekilde on­lardan cizye alıp barış halinde yaşamak zorunluluğu (farziyeti) vardır. İmam dilediği şekilde davranır.

Bazı alimlere göre, İmam'ın on seneden uzun barış antlaşma­sı yapması caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber, Mekkelilerle on yıllık bir dönem için barış antlaşması imzalamıştır. Ancak daha on yıl tamamlanmadan önce Mekkeliler antlaşmayı bozmuşlar­dır [66]

«Allah'a tevekkül et;» yani işini Allah'a havale et. Onlar zahir­de seninle antlaşma yapıyorlar. İçlerinden bir hile düşünmeleri hususunda hiç çekinme. «Kuşkusuz ki Allah işiten ve bilendir.» Onlann gizlediklerini de, aldatmak hususunda yapmak istedikle­rini de Allah işitmekte ve bilmektedir. [67]

 

Meal

 

62- Eğer sana hile yapmak isterlerse Allah sana yeter. O Allah ki yardımıyla ve müminlerle seni destekledi.

63- (O Allah ki) onların kalblerinin arasını uzlaştırdı. Eğer sen yeryüzündeki tüm servetleri verseydin yine de onların kalple­rinin arasını bulamazdın. Fakat Allah onların arasını buldu. Çün­kü o üstündür ve hikmet sahibidir.

64- Ey Peygamber! Sana da, sana tabî olan müminlere de Allah yeter.

65- Ey  peygamber!  Müminleri  savaşa  teşvik et.   Eğer içi­nizde sabreden yirmi kişi bulunursa ikiyüz kişiyi mağlub ederler. Ve eğer içinizde yüz sabırlı kişi bulunursa bunlar da kafirlerden bin kişiyi yenerler. Çünkü onlar anlamaz bir topluluktur.

66- Şimdi Allah sizden yükünüzü hafifletti ve sizde bir zaaf olduğunu bildi. Sîzden yüz sabırlı kişi bulunursa kafirlerden iki-yüzünü bozguna uğratır. Eğer sizden bin kişi bulunursa Allah'ın izniyle kafirlerin iki bin ini yener. Allah sabredenlerle beraberdir.

67- (Kafirlere karşı) yeryüzünde kesin bir zafer elde edin­ceye kadar hiç bir peygambere esirler alması yakışmaz. Siz dün­yanın geçici menfaatlerini istiyorsunuz. Oysa Allah sizin için ahi-reti istemektedir. Allah üstün ve hikmet sahibidir.

68- Eğer Allah'tan bir yazı geçmemiş olsaydı aldığınız fid­yeden dolayı size mutlaka büyük bir azab dokunurdu.

69- Artık ganimet olarak elde ettiklerinizden helal ve temiz olarak yeyin ve Allah'tan korkup sakının. Kuşkusuz Allah bağış­layan, merhamet edendir. [68]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

Bu sekiz ayet genel olarak şu hususları ihtiva etmektedir:

a) Kafirlerin  ihanetinden  çekinip  de  barışa  yanaşmamak yanlıştır.

b) Gerçek yardım Allah'a ve Rasûl'e tabi olan müminlerden gelir.

c) Müslümanları   gerektiğinde   savaşa teşvik   etmek bir zo­runluluktur ve bu hususta sabrın rolü büyüktür.

d) Bir mümin iki kafire karşı koymak zorundadır. İkiden daha fazla olan düşman karşısında ise kaçmak caizdir.

e) Bir peygambere yeryüzünde hakimiyetini kurmadan önce kafirlerden esirler edinmesi, yani düşman askerlerini Öldürmeyip esir etmesi yanlış bir davranıştır.

Ganimetler müslümanlara helal edilmiştir.

(62 «Eğer sana hile yapmak isterlerse..m

Bu Ayetin Tefsiri

«... müminlerle seni destekledi» ifadesinde geçen «üminler» ile ya tüm müminler ya da sadece ensar kastedilmiştir.

Allah'ın yardımı sözkonusu olduktan sonra müminlerin yar­dımına nasıl ihtiyaç duyulabileceği düşünülebilir. Burada mümin­lerin yardımı sadece teyid için zikredilmiştir. Çünkü yardımın temelinde sadece Allah vardır. Fakat bu, iki şekilde tahakkuk eder: Birincisi, bilinmeyen batini sebeplerle; ikincisi, bilinen zahiri se­beplerle... «O Allah ki seni yardımıyla destekledi» ifadesi burada sebepler bilinmediği için birinci şıkka, «Seni müminlerle destek­ledi» ifadesi de sebeplerin yaratıcısı Allah Teâlâ olduğundan do­layı ikinci şıkka işaret etmektedir.

(63) «(O Allah ki) onların kalblerinin arasım...»

Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet Asr-ı Saadetteki Arapların ne denli azametli, ne den­li gururlu, mutaassıp ve kindar olduklarını ortaya koymaktadır. O dönemde Araplar küçük bir.şeyden hemen alınırlardı. Hatta bir kimseye bir tokat atıldığında hemen o kimsenin intikamını almak için onun tüm kabilesi seferber olurdu. Öyle ki anlaşan iki kim­seye rastlamak hemen hemen mümkün değildi. Ancak Hz. Mu-hammed (s.a) peygamber olarak gönderildiğinde ona iman edip tâbi olan kimselerde o serseri taasub yerini sevgiye ve anlayışa bıraktı. İnsanları Allah'a itaatte ve O'nun Rasûlü'ne yardımda bir­leştirdi.                        .

Şayet ayette kastedilen Ensar ise, burada Evs ve Hazreç kabi­leleri arasındaki tarihî sürtüşmeye işaret olunuyor demektir. Hz. Peygamber'in büyük bir mucizesi olarak o sürtüşmeler yerini sev­giye, hoşgörüye bıraktı [69]

(64) «Ey Peygamber! Sana da, sana tâbi olan..:»

Bu Ayetin Tefsiri

Ayette geçen «men» kelimesi ya Allah lafzına atıftır ki bu takdirde mânâ «Ey Peygamber! Allah ve müminlerden sana tabi olan kimseler sana yeter» şeklinde olur, ya 6a,«vav» harfi «ma» anla­mında gelmiştir ki bu takdirde de mana «Allah sana ve sana tabi olan müminlere yeter» olur.

Said bin Cübeyr, İbn Abbas'tan bu ayetin Hz. Ömer'in müslü-man olması hakkında indiğini ve o zamana kadar 33 erkek ile 6 kadının müslüman olduğunu rivayet etmektedir. Bu yoruma göre mezkur ayet Mekkîdir ve Medenî bir sure içinde yer almıştır. Ay­rıca bir görüşe göre bu ayet Bedir Savaşı'ndan önce El-Beyda adlı yerde inmiştir.

(65-66) «Ey Peygamber! Müminleri savaşa...»

Bu Ayetlerin Tefsiri

«Harrid.» ısrarlı bir şekilde teşvik et, anlamındadır. Bazı kı-raatlarda «harris» diye okunmuştur ki bu takdirde «hırs» kökün, den gelmiş olur.

İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre bu ayet nazil olduğun­da, sözkonusu oran müslümanlara çok ağır geldi. Çünkü ayet bir kişiye 10 kişiden kaçmaması gerektiği hükmünü vazediyordu. Bu­nun üzerine Allah Teâlâ, «Şimdi Allah sizden yükünüzü hafiflet­ti (...)» ayetini nazil etti. (EbuDavud), Yani Önceki ayetin hükmü, nü neshetti.

Bazı alimler de müslümanların sayılarının az olduğu zaman­da nazil olduğunu, ama sayılan arttığında hükmün değiştiğini söylemişlerdir.

Ayette bahsi geçen «zaaf» ile ya bedenî zayıflık ya da basiret­sizlik zaafı kastedilmektedir. Bu zaafın çeşitli durumları vardı. Allah'ın hafifletmesi oranında müslümanların sabırları azaldı.

İbn'ul-Arabi, bir'e yirmi oranında Bedir'de olup sonradan neshedildiğini Öne sürenlerin yanıldığını söylemektedir. Çünkü hiçbir rivayette müslümanların müşriklerle bire yirmi oranında karşılaştığı nakledilmemiştir. Allah Teâlâ bu oranı niçin daha ön­ce farz kıldığını, müslümanların ne uğruna savaştıklarını bilmele­rine karşın onların bilmemeleriyle izah etmiştir. Daha sonra bu hükmü lütfü keremiyle değiştirip bire iki oranını getirmiştir.  [70]

(67 «(Kafirlere karşı) yeryüzünde.:.» Bu Ayetin Tefsiri

«Esra,» esir'in çoğuludur. Ve Ebu Amr'a göre, «esrd» bağlan­mamış esirler için, «esarâ» ise bağlanmış esirler için kullanılır.

Bu ayet Bedir Günü hakkında nazil olmuştur ve Hz. Peygam-ber'in ashabına bir azardır. Yani, «Ey Ashab! Kafirleri çokça öldü­rüp onlara bıkkınlık vermedikten sonra esir almayı gerektiren bu davranışınız hiç te uygun değildir.»

«Siz dünyanın geçici menfaatlerini istiyorsunuz» ifadesi asha­ba yapılmış bir hitaptır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) müşriklerin öldürülmeyip esir edlimesini emretmemiş, dünyanın geçici men­faatine iltifat etmemişti. Bu işi savaşan sahabiler yapmıştı. Dola­yısıyla bu kınama Hz. Peygamber'e fidyeyi almasını telkin eden kimseleredir. Bu görüş müfessirlerin çoğu tarafından öne sürül­müştür ve en sahih görüştür.  [71]

Hz. Peygamber'in (s.a) sözkonusu edilmesinin nedeni bu dav­ranışlarını gördüğünde onları bundan menetmemiş olmasıdır. Bu durum Sa'd bin Muaz, Ömer bin Hattab ve Abdullah bin Revana tarafından hatırlatılınca işin ansızın olması ve Allah'dan yardım gelmiş bulunması Hz. Peygamber'i (s.a) meşgul ettiğinden bir tür­lü esirlerin öldürülmesini emretmeyi düşünemedi. Bu yüzden me-z kur ayet indiğinde hem kendisi hem de Hz. Ebubekir birlikte ağ­lamışlardır.

Ebu Zümeyl, İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmiştir:

Esirler getirildiklerinde Hz. Ebubekir, «ya Rasûllüllah! Bun­lar bizim amca çocuklarımızdır ve aşiretlerimize mensup kişiler­dir. Ben fidyenin alınıp kafirlerle olan mücadelemizde kullanılma­sının daha hayırlı olacağı kanaatindeyim. Böylece bu kimselerin ileride müslüman olmaları da muhtemeldir» dedi. Hz. Peygamber (s.a); «Ey Hattab'ın oğlu Ömer! Sen ne diyorsun?» diye sorunca Hz. ömer, «Ey Allah'ın Rasûlü! Ben Ebubekir'in görüşüne katılmı­yorum: Bence izin. ver hepsini kılıçtan geçirelim. Ali'ye kardeşi Akili, bana da falanı öldürme imkânım ver. Bunlar küfrün ileri gelen, önder durumundaki kimseleridir» diye cevap verdi. Ancak Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ebubekir'in görüşünü kabul etti. (Hz. Ömer şöyle devam ediyor): «Ertesi.gün olduğunda Rasûlüllah ile Ebubekir'in ağladıklarını gördüm. «Ey Allah'ın Rasûlü.', dedim; «Seni ve arkadaşını ağlatan nedir? Şayet ağlayabilir s em ben de ağlayayım. Yoksa ağlar gözükeyivı.» Bunun üzerine Hz. Peygam­ber (s.a) yakınında bulunan bir ağaca işaret ederek, «Arkadaşları­nın fidye almış olmalarına ağlıyorum. Onların azabı bana şu ağaç­tan daha yakın olarak gösterildi» dedi. [72]

 

Bedir Esirleriyle İlgili Öne Sürülen Görüşler

 

İçlerinde Hz. Abbas'ın da bulunduğu esirler, bağlı olarak Hz. Peygamber'in (s.a) huzuruna getirildiklerinde, Hz. Peygamber (s.a) ashabının, onlar hakkında- ne yapılması gerektiği hususun­daki görüşlerini almak istedi.

Hz. Ebubekir, «Ey Allah'ın Rasûlüf Onlar senin kavminden ve halkındandırlar. Onları öldürme. Belki de Allah onlara hidayet ve­rir» dedi.

Hz. Ömer, «Sem yalanladılar, yurdundan çıkardılar ve senin­le savaştılar. Getir onları ortaya ve boyunlarım vurdur» dedi.

Abdullah bin Revana, «Odunu çok olan bir vadi bul. Onları oraya attıktan sonra orayı ateşe ver» dedi.

Bunun üzerine esirler arasında bulunan Hz. Abbas, «Sen ak­rabalık bağlarım koparıyorsun» dedi. Hz. Peygamber fs.a) hiçbi­rine cevap vermeden çadırına girdi. Bazıları tahminlerde bulu­narak «Ebubekir'in görüşünü tercih eder», bazıları, «Ömer'in gö­rüşünü tercih eder» v.b. dediler. En sonunda Hz. .Peygamber Cs.a) çadırından çıkarak şöyle buyurdu: «Allah kendi yolunda bazıları-nın kalplerini öyle yumuşatır ki sütten, daha yumuşak olur. Bazı­larının kalplerini de öyle katılaştınr ki taştan daha katı olur. Ey Ebubekir! Sen tıpkı İbrahim gibisin. Çünkü O, «Kim bana tabi. olursa bendendir, kim de bana isyan ederse kuşkusuz ki sen gafur ve rahimsin» {İbrahim: 36) diye buyurmuştu. Yine ey Ebubekir! Sen tıpkı İsa gibisin. O da, «Eğer onları azaba duçar edersen kuş­kusuz ki onlar senin kullarındır. Yok eğer onları affedersen kuş­kusuz ki sen Aziz ve Hakimsin» (Maide: 1Î8J diye buyurmuştu. Ey Ömer! Sen de tıpkı Nuh gibisin. Çünkü O, «Ey Rabbim! Yer­yüzünde kafirlerden tek kişi bırakma» (Nuh: 26) diye buyurmuş­tu. Yine ey Ömer! Sen tıpkı Musa gibisin. O da şöyle demişti: «Ey Rabbimiz! Onların mallarım yoket. Kalplerini sık ki elem verici azabı görünceye kadar iman etmesinler» (Yunus: 88) Ey Asha­bım! Sizler üstün ve galib olanlarsınız. Esirlerden hiçbirini fidye almadan veya boynunu vurmadan bırakmayın.»

Hz. Peygamber'in bu sözleri üzerine Abdullah biri Revahâ, bu hükümden Süheyl bin Beyda'nin istisna tutulmasını; zira onun İslâm'ı zikrettiğini işittiğini söyledi. Hz. Peygamber sustu. Gök-ten üzerime taş düşmesinden hiçbir zaman o gün korktuğum ka­dar korkmadım. İşte o zaman bu ayet nazil oldu.

Bir rivayette Hz. Peygamber'in şöyle dediği kaydedilmiştir: «Neredeyse Hattab'ın Oğlu'nun görüşüne karşı çıkmamız bize aza­bın gelmesine sebep olacaktı. Eğer azap gelseydi Ömer bin Hattab' dan başkası kurtulamazdı.»

Kuşeyr'inin rivayetine göre Sa'd bin Muaz, «Ey Allah'ın Rasû-lül Bu savaş müşriklerle aramızdaki ilk savaştır. îshan (çokça öl­dürme) bana daha sevimli geliyor» demiştir.

Kısaca Allah Teâlâ, Bedir esirlerinin öldürülmesinin onların fidye karşılığı olarak bırakılmasından daha uygun olacağını söy­lemiştir.

İbn Abbas, «Bu hüküm Bedir'de ve müslümanların az olduğu bir dönemde geçerliydi. Müslümanların sayısı artınca esirler hak­kında şu ayet gelmiştir: «Onların iplerini sıkıca bağlayın. İleride ya minnet edip veya fidye alıp bırakırsınız» demiştir.

İbn Vehb, Malik'ten, Bedir'de müşriklerden 44 kişi öldürül­düğünü ve o kadar da esir edildiğini rivayet etmiştir.

Ebu Amr, Bedir'de öldürülenlerin 70 kişi olduğunu söylemiş­tir. İbn Abbas ile Said bin Müseyyeb de bu görüşe katılmışlardır. Nitekim bu, Müslim'den de aynı şekilde gelmiştir.

İmam Malik, Bedir esirlerinin müşrik olduğunu söylemiştir. Çünkü müfessirler, Hz. Abbas'ın Hz. Peygamber'e müslüman oldu­ğunu söylediğini rivayet etmişlerdir. Bir rivayette,- Bedir esirleri­nin iman ettiklerini söyledikleri bile kaydedilmiştir. Ancak İmam Malik tüm bu rivayetlerin zayıf olduğunu, zira hepsinin Mekke'ye dönüp bir dahaki sene Uhud'a katıldıklarını söylemektedir.

İbn Abdilberr, Hz. Abbas'ın ne zaman müslüman olduğunda ihtilaf edildiğini söylemiştir. Bir görüşe göre Hz. Abbas, Bedir Gü­nü müslüman olmuştur. Çünkü Rasûlüllah (s.a), «Abbas'a rastla­yan onu öldürmesin. Zira o, savaşa istemeyerek katılmıştır» diye buyurmuştur.

İbn Abbas, Hz. Peygamber'in (s.a) Bedir Günü şöyle buyur­duğunu rivayet etmektedir : «Kuşkusuz ki beni Haşim ve diğer boylardan bazı kimseler savaşa zorla getirilmişlerdir. Bizimle sa­vaşmaya niyetleri yoktu. Beni Haşim'den birine rastlayan onu öl­dürmesin. Ebu'ul-Buhteri'ye veya Abbas'a rastlayan onları öldür­mesin. Çünkü Abbas savaşa istemeyerek katılmıştır.»

Bir rivayete göre Hz. Abbas esir düştüğünde, bir rivayete gö­re Hayber yolunda müslüman olmuştur. O, Mekke'de müşriklerin durumlarını gizlice Hz. Peygamber'e iletiyordu. Bir defasında hic­ret etmek için izin istediğinde Hz. Peygamber (s.a) kendisine izin vermemiş, Mekke'de kalıp kendisine bilgi vermesinin daha doğru olduğunu söylemiştir[73].  

(68) «Eğer Allah'tan bir yazı geçmemiş...»

Bu Ayetin Tefsiri

Ayetteki^Kitab» (yazı) lafzı hakkında ihtilaf edilmiştir. En sahih olanı, bu lafzın daha Önce sözü geçen ganimetlerin helâl edilmesi meselesiyle ilgili olmasıdır. Çünkü önceki ümmetlere ga­nimet haramdı. Bedir Günü müslümanlar ganimetlere daldığında Allah Teâlâ bu ayeti indirmiştir.

Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Bedir'de halk ga­nimetleri alma huşunda acele ettiler ve topladılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), «Siz hariç, başı siyah olan hiç kimseye ganimet helal değildi» diye buyurdu. Çünkü daha önceki Ümmetlerin peygamberleri eshabıyla birlikte ganimetleri biraraya toplar ve yakarlardı. (Ebu Davud Tayalisi, Müsned. Aynca bu hadisi rivayet eden Tirmizi, hadis için hasendir, demiştir).

Mücahid, Hasan Basri ve Said bin Cübeyr, «kitap» ile Bedir'e katılanların hem geçmiş hem de gelecek günahlarının affedilmiş olmasının kastedildiğini söylemişlerdir.

Bazıları da bu kelimeyle Bedir ashabının bu ganimet olayın­daki günahlarının bağışlanmasının kastedildiğini söylemişlerdir. Ancak lafzın umum ifade etmesi daha doğrudur. Çünkü Hz. Pey­gamber, Bedir ashabı hakkında, Allah'ın Bedir ehline tecelli edip Ey Bedir ehli! Dilediğinizi yapın. Kuşkusuz ki Allah sizlerin gü­nahlarınızı affetmiştir' demiştir.» (Hadis'in tamamı Sahih-i Müs­lim'de kayıtlıdır).

Bir görüşe göre bu kelimeyle Hz. Peygamber'in aralarında bu­lunması süresince, onlara azap verilmeyeceği kastedilmiştir. Ba­zılarına göre de kastedilen, bilgisizliklerinden ötürü bir günah iş-leyinceye kadar ve Allah'ın onun günah olduğunu kendilerine bil­dirinceye değin onlara azap etmeyeceğini bildirmiş olmasıdır.

Bir grup ise bununla «Büyük günahlardan korunmakla küçük günahların silinmesi kastedilmektedir» demiştir."

Taberi, tüm bu mânâların lafzın umum ifade etmesi duru­munda, çıkarılabileceğini söylemiştir.

Bu ayette kulun haram sanıp yaptığının Allah katında helal olması halinde onun ceza görmeyeceğine delil vardır. Mesela ken­disine takdim edilen kadının hanımı olmadığını sanan kişi, (daha sonra onun hanımı olduğunun anlaşılması üzerine) aslında helal olup zahirde haram gözüken bu davranışından dolayı muaheze edilemez [74]

(69) «Artık ganimet olarak elde ettiklerinizden...a

Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin zahiri, tüm ganimetin" savaşçılara ait olduğunu ve o malda eşit olarak pay sahibi bulunduklarını ortaya koyar. Ancak bu surenin 41. ayeti ganimetten «humus»un (beşte birin) ayrılma­sının vucubiyetini göstermektedir. [75]

 

Meal

 

70- Ey Peygamber!  Elinizde bulunan esirlere de ki:  «Allah kalblerinizde  bir hayrın  bulunduğunu  bilirse   sizden  alınandan daha hayırlısını size verir, Sizi bağışlar. Allah çokça bağışlayan, çokça merhamet edendir.

71- Eğer sana hainlik yapmayı kastederlerse daha önce Al­lah'a da hainlik yapmışlardı. Bundan dolayı Allah onlardan (in­tikamını)  aldırdı. Allah bilendir, hikmet sahibidir.

72- Kuşkusuz ki iman edip hicret edenler, mallan ve can­larıyla Allah yolunda cihad edenler, barındıran ve yardım eden­ler var ya!   İşte onlar birbirlerinin velileri  (dost ve yardimcıla-n)dirler. İman ettikleri halde hicret etmeyen kimseler hicret edin­ceye kadar, onların velayetinden sizlere hiç bir şey yoktur. Eğer din hususunda sizden yardım isterlerse o takdirde yardım etme­niz gerekir. Ancak aranızda antlaşma bulunan bir kavme harsı (yardım isterlerse yardım etmeyin). Allah yaptıklarınızı görmek­tedir.

73- Kafirler birbirlerinin velisidirler. Eğer bunu yapmazsa­nız (birbirinize destek olmazsanız) yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad olur.

74- İman edip hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler, barındıran ve yardım edenler var ya!  İşte onlar gerçek mümin­lerdir. Onlara bağışlama ve kerim bir nzık vardır.

75- Sonradan iman eden, hicret edip sizinle cihad eden o kimseler sizdendirler. Rahim sahibleri Allah'ın Kitabı'nda birbir­lerine daha yakındırlar. Kuşkusuz ki Allah herseyi bilendir. [76]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

Bu son beş ayet genel olarak şu hususları kapsamaktadır:

a) Her halükârda tebliğ ihmal edilemez.

b) Gelecekte vukubulması muhtemel olan olaylar halihazır­da hoşgörü gösterilmesini engelleyemez.

c) Müminler ancak birbirlerinin dostudurlar. Bile bile küfür ülkesinden hicret etmeyen bir nıüslümamn müdafaası diğer müs-lümanların boynuna borç değildir.

d) Hicret etmeyen bir müslümanla İslâm devletinin antlaş-malı olduğu bir ülkenin sürtüşmesi durumunda o müslümana yar. dım edilemez. Çünkü toplumun zararı söz konusudur.

e) Kafirlerin birbirlerinin dostu oldukları idrak edilmediği ve onlara karşı müminlerin yardımına koşulmadığı takdirde bü­yük bir fitne ve fesadın çıkmasına sebebiyet verilmiş olunur.

f) Gerçek müminlerin vasıfları imanda sabit olma, gerekti­ğinde hicret etmek, cihad etmek ve ihtiyaç anında müminleri ba­rındırıp onlara yardımcı olmaktır.

(70) «Ey Peygamber! Elinizde bulunan...»

Bu Ayetin Tefsiri

«Elinizde...» şeklindeki ifade mülk ve istiladan kinayedir. Ya­ni «mülkünüzde bulunan esirlere de ki.»

Kalblerdeki «hayr» ile iman ve îslâmın doğrulanması, «esir­lerden alınan» ile de fidye kastolunmaktadır.

îbn Sa'd ve İbn Asakir, bu ayetin tüm Bedir esirleri için na­zil olduğunu rivayet etmektedirler. Hz. Abbas'm esaretten kurtul­mak için verdiği fidye 40 evkiye, diğer esirierinki ise yirmişer ev-kiye idi.

İbn Sirin'den gelen bir rivayete göre elde edilen tüm fidyenin tutarı 100 evkiye idi. O zaman bir evkiye, kırk dirhem veya altı dinar değerindeydi.

Bir rivayete göre bu ayet Hz. Abbas hakkında nazil olmuştur. Çünkü kendisi, «Ben müslümandım. Beni savaşa zorla getirdiler» deyince Hz. Peygamber (s.a), «Eğer sözlerin doğruysa Allah senin mükâfatım verir. Ancak zahirde bizim aleyhimizde görünüyorsun. Kendin ve_ yeğenlerin Nevfel bin Hars, Akil bin Ebi Talib ve mev-lanUtbe bin Amr'ın fidyelerini ver» der. (Hz. Abbas, kendisi, şöyle devam ediyor): «Ey Allah'ın Rasûlü! Bu kadar param yok» dedim. O dat<(Hammın Ümmü'l-Fazl ile birlikte gömdüğünüz o mallar ne rede?» diye karşılık verince, bu sefer ben; «Bu yolculuğumda ba­şıma ne geleceğini bilemiyorum. Şayet bir şey olursa o mal senin, Abdullah'ın, Ubeydullah'ın ve Kusem'in olsun» dedikten sonra o malın olduğunu nereden bildiğini sordum. O da, «Bana Rabbim haber verdi» diye cevap verince, «Şehadet ederim ki sen doğrusun. Şehadet ederim, Allah'tan başka ilah yoktur ve yine şehadet ede­rim ki sen Allah'ın Rasûlü'sün. Çünkü o malın nerede olduğunu ancak Allah bilebilirdi. O malı Ümmü'l-Fazl'a gece karanlığında vermiştim» dedim.

Hz. Abbas'tan rivayet edildiğini göre şöyle demiştir: «Allah . bir zaman sonra bana o verdiğim fidyeden daha hayırlısını ihsan etti. Şu anda 20 tane kölem var. En zayıfı 20 bine gider. Allah ba­na Zemzem suyunu verdi. Onu tüm Mekkelilerin servetine değiş­mem. Son olarak da Rabbimden affedilmemi bekliyorum.»

(71) «Eğer sana hainlik yapmayı...»

Bu ayetin Tefsiri

Şayet esirler fidyeyi göndermemek, savaşmayacaklarına ve müşriklere yardım etmeyeceklerine dair verdikleri sözde dur­mamak şeklinde sana hainlik yapmayı kastederlerse hiç üzülme! Çünkü daha Önce de herkesten alınan ahdi (misakı) bozmak ve küfre girmek suretiyle Allah'a karşı hainlik yapmışlardı. Allah se­ni onlara (Bedir'de olduğu gibi) güç yetirecek raddeye getirdi. Eğer yeniden hainlik yaparlarsa Allah yine seni onlara musallat eder ve onları sana ezdirir.

(72) «Kuşkusuz ki iman edip hicret edenler...»

Bu Ayetin Tefsiri

Sözkonusu muhacirler ile Allah'a iman ettikleri için kafirler tarafından ezilen ve yurtlarını Allah'ın düşmanlarına (Mekkeİüe-re) bırakmak zorunda kalan kimseler kastedilmektedir.

Malla cihad etmenin çeşitli biçimleri vardır. Hz. Peygamber' in döneminde silah, at, deve v\s. binekler alınırdı. Günümüzde ise bunların yerine gelişmiş muazzam propaganda araçları bulunmak­tadır. Şuurlu müslümanlar İslâm uğruna mallarını bu araçların elde edilmesi için sarfetmelidirler. 2000 yılma girdiğimiz şu yıllar­da bile çağın en korkunç silahı basm-yayındır. Gelişmiş ülkelerin hepsi bütçelerinin önemli bir kısmını bu sahaya tahsis etmek su­retiyle en saçma düşünceleri bile yayma fırsatı elde etmektedir­ler.

Ayetteki atıflar vukubulan şeylerin sırasıyladır. Çünkü önce iman, sonra hicret sonra savaşa hazırlık maksadıyla malî cihad daha sonra da canlarla cihad meydana gelmiştir.

«Barındıranlar» ile «Ensar» kastedilmektedir. Onlar ki mu­hacirlere kucaklarını açmışlar, evlerini onlara vermişler, onları kendilerine tercih ederek onlara yardım etmişlerdir.

«îşte onlar birbirlerinin velileridirler» ifadesinde sözkonusu edilen velayet miras hususundadır. Nitekim İbn Abbas'tan, Ha­san Basri, Mücahid ve Katade'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) muhacirlerle ensarı kardeş yapmıştır. Öyle ki muhacirlerden birinin velisi Medine'de bulunmadığı halde vefat ederse, Ensar'dan olan kardeşi onun mirasçısı olurdu. Muhacir olmayan akrabası ise ona varis olmazdı. Bu durum Mekke fethine kadar böyle sürdü. Fakat Fetih'ten sonra veraset artık nesebe bağ­landı. Fetihten sonra da hicret yoktur. Bu yoruma göre velayet, hükmî yakınlıktan gelen veraset anlamında kullanılmıştır.

«İman ettikleri halde hicret etmeyen kimseler hicret edince­ye kadar, onların velayetinden sizlere hiçbir şey yoktur.» Yani iman ettiği halde hicret etmeyen kimselere mirasta velilik yapamazsmız. En yakın akrabanız bile olsa onların mirasçıları olamaz­sınız.

«Velayet» kelimesini «vilayet» şeklinde okuyanlar da vardır. Bu masdar her iki okunuşta da aynı manayı, hissî, manevî yakın­lık manasını içerir.

Ebu Ubeyde'ye göre velayet soydan gelen, vilayet ise sultan­dan gelen vazifedir.

Zeccac da velayetin yardım ve soy, vilayetin ise emirlik oldu­ğunu söylemiştir.

Hicret etmeyen müslümanlar diğer müslümanlara yardım et­tikleri takdirde müşriklere karşı onlara yardım etmek vacib-tir.  [77]

(73)  «Kafirler birbirlerinin velisidirler..

Bu Ayetin Tefsiri

İbn Abbas'a göre kafirler de bir diğerine mirasta velidir.

Katade ve İbn İshak buradaki veliliğin yardımlaşma husu­sunda olduğunu söylemişlerdir.

Bu ayet, müslümanlarla kafirler arasında karşılıklı yardımın, verasetin olmadığına delâlet eder. Yakın akrabalık da bu hükmü değiştirmez.

Kafir, müslümana kesinlikle mirasçı olamaz. Ancak müslüma-nın kafire mirasçı olabileceği şeklindeki görüş cumhur'u ulema­nın görüşüne ters düştüğünden bir değer taşımaz.

«Eğer bunu yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesad olur» ifadesinde geçen «bunu» şeklindeki zamir daha önce­ki iki ayette geçen hükme racidir. Misaka, misakı korumaya, yar­dıma, yardım istemeye de raci olması mümkündür.

«Fitne», düşüncelerin çarpışması, imanın azalması ve küfrün ortaya çıkması, «büyük bir fesad» ise kanların akıtılması demek­tir. Bu görüş Hasan Basri'ye aittir.

(74-75) «İman edip hicret edenler, Allah yolunda...»

Bu Ayetlerin Tefsiri

Burada sözü edilen kimseler Hudeybiye sulhundan sonra hic­ret eden müslümanlardir ki bu hicrete ikinci hicret denilir.

«Sonradan,» yani ayetin inişinden veya Bedir Savaşı'ndan son­ra iman eden, hicret edip sizinle cihad eden o kimseler «sizden­dir,» ey Muhacir ve Ensar!

Bu ifade, daha önce hicret edenlerin mertebe bakımından ön­de olduklarına, sonradan hicret edenlerle aynı seviyede olmadık­larına delâlet etmektedir. Nitekim hitabın onlara yönelik olması da bu yorumu desteklemektedir. Bu taksime göre müminler dört sınıfa ayrılırlar ve veraset sadece önceki iki kısım arasında söz-konusudur,

«Rahim sahihleri Allah'ın kitabında birbirlerine daha yakın­dırlar» ifadesi neseb bakımından yakın olanların, verasette ya­bancı olanlardan daha evla olduğuna delâlet eder.

«Allah'ın Kitab'ı, ya Allah'ın hükmü veya Levh-i Mahfuz'dur.

İbn Merduveyh, İbn Abbas'tan, hicretten sonra müslümanla-nn Medine'de birbirlerine mirasçı olduklarını ama sonradan bu. hükmün mezkur ayetle neshedildiğini rivayet etmektedir.

«Rahim sahihleri» feraiz .alimlerine göre birbirlerine mirasçı­dırlar. Bu ayetle hicretten sonra ortaya çıkan veraset hükmü kal­dırılmıştır. Yakınlığın olup olmadığı ayırdedilmeden genel bir ifa­de kullanılmakla adları verilmeyenlerin de bu yakınlık içine gir­mesi sağlanmış olmaktadır.

îbn Mesud, bu ayetten, azad edilmiş köleden (mevladan) asıl akrabaların daha evla olduğu hükmünü çıkarmıştır. Ancak İbn Abbas, İbn Mesud'un bu fetvasını işittiğinde, «Ne kadar uzaklara gitmiş! Mirası birbirlerinden muhacirler alırlardı, göçebeler değil. Sonra da bu ayet inmiştir» diyerek ona muhalefet etmiştir. İbn Abbas'tan başka İbn Mesud'un bu fetvasına muhalefet eden baş­ka sahabiler de bulunmaktadır.

«Allah'ın Kitabı» sözcüğü ile Nisa süresindeki miras ayetleri­nin kastedilmesi durumunda, Rahim sahiblerinin mirasçı kılınma­larını destekleyen bir ayet olur. [78]

ENFAL SURESİNİN SONU

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/370.

[2] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 9, sh: 158-159

[3] Bu terim gramatik bir terimdir. Yani Cer harfi düşüriilür onun mecruru direk daha önceki fiile meful [nesne] olur. Böylece konumuz olan «Yeseluneke ânilenfali» ayeti, «Yeselunekel-Enfale» tarzında okunur.

Hazf: Harf-i Cer'in düşmesi, isalde; mecrur'un daha önceki kelimeye bağlanması demek

[4] Hatib Şirbini, Es Sirac'ul-Münir, cilt: 1, sh: 551-552

[5] Fahreddin Razi, Mefatih'uİ-Gayb, cilt: 1, sh: 551-552

[6] Kurtubi, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 7, sh: 362-364

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/371-384.

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/384-386.

[8] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 9, sh:  166-167

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/386-391.

[10] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 9, sh: 167

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/391-400.

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/402.

[13] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt:3, sh: 14-15

[14] İbn Kesir, Tefsir'uI-Kur'an'iî-Azİm, cilt: 3, sh: 285

[15] Kurtubi, Ahkam-ul-Kur'an, cilt: 7, sh; 372

[16] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 21

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/403-417.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/419.

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/420.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/420-421.

[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/421-425.

[21] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 24-25.

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/425-431.

[23] Fahruddin Razi, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 4, sh: 533-534

[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/431-434.

[25] Cemel Vakası Hz. Ali ile Hz. Aişe arasında Basra'da meydana gel­miştir. Savaşı Hz. Ali'nin ordusu kazanırken Aşere-i Mübeşşere'den olan Hz. Talha ve Hz   Zübeyr bu savaşta öldürülmüşlerdir. Muharebe Hz. Aişe'nin e devesinin bulunduğu yerde şiddetlendiğinden, bu olaya Cemel Vakası adı verilmiştir

[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/434-435.

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/437.

[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/438-439.

[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/439-443.

[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/443-446.

[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/446-447.

[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/447-452.

[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/452-456.

[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/456-460.

[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/462.

[36] Alusi, Ruh'ul-Meani, Cilt: 9, sh: 202-203.

[37] îbn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, Cilt: 3, sh: 315

[38] Alusi, Ruh'ul-Meani, Cilt: 9, sh: 206

[39] AIusi, Ruh'ul-Meani. Cilt: 9, sh: 207

[40] Ibn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh: 319-320

[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/464-480.

[42] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/482.

[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/483.

[44] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 46

[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/483-489.

[46] Hazin, Mecma'ut Tefasir, cilt: 3, sh: 47-48.

[47] Hazin, Mecmau't Tefasir, cilt: 3. sh: 48

[48] Zemahşeri, Keşşaf, cilt: 2, sh: 169

[49] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 51

[50] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/489-498.

[51] Alusi, Ruh'ul-Meani. cilt: 10, sh: 10-13

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/498-499.

[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/501..

[53] İbn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh: 330-331

[54] Kureyşliler Allah'a inanıyorlardı. Ancak putlara kendilerini Allah'a daha çok yaklaştırmaları için ibadet ettiklerini söylüyorlardı

[55] İbn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh: 55

[56] Hazin, Mecma'ut-Tefsir, cilt: 3, sh: 56

[57] îbn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 3, sh: 234

[58] Kadı Beyzavi, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 57

[59] Nesefi, Mecma'ut-Tefasir, cil: 3, sh: 57

[60] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3. sh: 58

[61] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/502-510.

[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/412.

[63] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 61

[64] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt:  10, Sh: 25

[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/413-521.

[66] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 3, sh: 64

[67] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/521-525.

[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/527.

[69] Hazin, Mecma'ut-Tefasir, cilt:  3, sh:  65

[70] Kurtubi, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8, sh: 45

[71] Kurtubi, Ahkam'ul Kur'an, cilt: 8, sh: 46

[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/528-532.

[73] Kurtubî, Ahkâm'ul-Kur'an, cilt: 8, sh: 50

[74] Kurtubî, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8, sh: 50-51

[75] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/532-537.

[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/539.

[77] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt:  10, sh: 38.

[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/540-544.