Mushaf'taki sıralamada
sekizinci, iniş sırasına göre seksen sekizinci sûredir. Bakara sûresinden
sonra, Âl-i îmrân'dan önce inmiştir.
Sûrenin 30-36.
âyetleri dışında kalan kısmının Medine'de indiğinde ittifak vardır. Bu yedi
âyet ise bazı müfessirlere göre Mekke'de nazil olmuştur. Sûre Medine'de,
Bakara'dan sonra ikinci sırada gelmeye başlamış, fakat araya başka sûrelerin
bazı âyetlerinin nüzulü de girmiştir.
Hicret gününün
üzerinden bir buçuk yıl geçip ramazan ayı gelince müslü-manlar Medine
yakınlarındaki Bedir mevkiinde, Mekkeli müşriklerle ilk önemli savaşlarını
yapmışlardı. Savaş müslümanlarm zaferiyle sonuçlanmış, düşmandan ganimet de
elde edilmişti. Ganimetlerin paylaşımı konusunda daha önceden uygulanarak
sabit olmuş îslâmî bir kural bulunmadığı için, doğrudan çarpışmaya katılanlarla
cephe gerisinde hizmet verenler, gençlerle yaşlılar, teşvik vb. maksatlarla
kendilerine ödül vaad edilmiş kimselerle buna razı olmayanlar arasında ihtilâf
çıkmıştı. Ayrıca bu savaşta kardeşini şehid vermiş olan Sa'd b. Ebû Vakkas da
müşriklerden Saîd b. Âsî'yi katletmiş, maktulün kılıcını alarak Resûlullah'a
gelmiş, bunun kendisine verilmesini istemişti. İşte bu olaylar ve talepler
üzerine daha Bedir'den ayrılmadan ve ganimetler paylaştırılmadan sûrenin ilk
âyeti nazil olmuştur. Bazı müfessirlere göre Hz. Peygamber'! ve müminleri
savaşa teşvik eden, iman cephesinin bire karşı on kişiyle savaşsalar bile galip
geleceklerini bildiren 64-65. âyetler savaştan önce gelmiştir. Şu halde sûrenin
Medine'de, Bedir Savaşı sırasında gelmeye başladığı kesinlik kazanmakta,
tamamlanmasının ise daha sonraki zamanlarda olduğu anlaşılmaktadır[1]
Sûre Bedir Savaşı
sırasında gelmeye başladığı ve Bedir de dahil olmak üzere savaşla ilgili bir
kısım hükümler taşıdığı için Bedir ismiyle de anılmıştır. Ancak meşhur olan ve
Mushaf'ta yazılı bulunan ismi Enfâl'dir. Bu isimle ilgili bir hadis
bulunmamakla beraber hem ilk âyetinde enfâl kelimesi geçtiği hem de sûrede kelimenin
ifade ettiği ganimetlerin hükümlerine temas edildiği için bu isimle anıldığı
anlaşılmaktadır.[2]
Kur'ân-ı Kerîm'in bir
özeti olan Fatiha sûresinde Allah'ın lütfuna mazhar olanlarla O'nun gazabına
uğrayanlardan ve doğru yoldan sapanlardan söz edilmiş, yalnız Allah'a kulluk
eden ve sadece O'ndan yardım dileyenlere doğru yoldan ayrılmamaları telkin
buyurulmuştu. Kulluk yolundan sapanların bir kısmı bu yolda sebat edenlere
düşman oldukları ve onlara hayat hakkı tanımadıkları için tarih boyunca hak
ile bâtılın mensupları arasında mücadele devam etmiştir. Bu mücadelenin bazan
kaçınılmaz hale gelen şekillerinden biri de savaştır. Sûrenin asıl konusu Bedir
örneğinden hareketle genel olarak savaşın amacı, barış, savaşta ele geçen esirler
ve ganimet ile ilgili hükümlerdir. Kur'an'ın temel amacı insanlara iman, ibadet
ve ahlâk değerlerini kazandırmak olduğu İçin sûrede yeri geldikçe bu doğrultuda
şu konulara yer verilmiştir:
1. Gerçek
bir müminde bulunması gereken nitelikler,
2. Hicret,
3. Allah'ın
ihlâslı ve fedakâr kullarına müstesna yardımları,
4. Allah ve
Resulü'ne itaatin gerekliliği ve sonuçlan,
5. Takva
ahlâkı ile hakkı bâtıldan ayırma bilinci arasındaki ilişki,
6. İnkârın
dünya ve âhiret hayatında insana getirdikleri,
7. Allah'ın lütuf, nimet ve cezasının, kulların
kendilerini değiştirme ve iyileştirme çabalarıyla bağlantısı,
8. Maddî ve
manevî değerleri koruyabilmek ve meşru savunmayı gerçekleştirebilmek için
gerekli bulunan stratejik donanım ve hazırlık,
9. Müminler arasındaki birlik ve dayanışma
ilişkisinin (velayet) şartları ile boyutları. [3]
Rahman ve rahim olan
Allah'ın adıyla... 1. Sana ganimetleri soruyorlar. Ganimetlerin Allah'a ve
Resulü'ne ait olduğunu söyle! O halde siz gerçek müminler iseniz Allah'a karşı saygısızlıktan
sakınınız, aranızı düzeltiniz, Allah ve Resulü'ne itaat ediniz. 2. Müminler o
kimselerdir ki, Allah'ın adı geçtiğinde yürekleri titrer, kendilerine Allah'ın
âyetleri okunduğunda bu onların imanlarım arttırır. Onlar yalnızca rablerine
güvenirler. 3. Namazlarını Özenle kılar, kendilerine verdiğimiz şeylerden bir
kısmını Allah yolunda harcarlar. 4. Gerçek müminler işte onlardır. Rableri
katında onlar için yüksek mevkiler, bağışlanma ve değerli rızık vardır. [4]
1.
"Ganimetler" diye çevrilen enfâl kelimesi, lügat mânası
"fazlalık, fazladan" demek olan "nefel"in çoğuludur.
Düşmandan elde edilen maddî değerler için fıkıhta üç terim kullanılmaktadır:
Nefel, ganimet, fey. Savaşarak elde edilene ganimet, savaşmadan ele geçirilene
fey denilmektedir. Nefel ise hem ganimet mânasında hem de ganimetin belli bir
parçasını ifade etmek için kullanılmıştır. Açıklamakta olduğumuz âyette enfâl,
ganimet mânasını ifade etmektedir. Ancak Hz. Peygamber'in gerekli gördüğü
hallerde bazı kimselere ganimetten bir şeyler verdiğini (tenfîl) bildiren
hadislerde[5] kelime
dört mânada kullanılmıştır: a) Bir düşman askerini Öldüren kimseye verilen
"maktulün üzerinden çıkan zatî eşyası" (seleb). Bunda tahmîs
uygulanmaz; yani beşte biri hazine için alınmazdı, b) Savaşa girip ganimet
elde etmiş bulunan bir kıtaya, tahmisten sonra ödül olarak verilen pay. c)
Ganimetin beşte birinden verilen Ödüller, yapılan yardımlar, d) Ganimetin
bütününden çobanlık, istihbarat, kılavuzluk gibi hizmetleri üstlenen kimselere
verilen pay[6] .
Hcdir Savaşı'nda ele
geçirilen ganimetlerin kimlere ait olacağı ve nasıl paylaştınlacağı konusunda,
bazı sahâbîler arasında tereddüt ve tartışma ortaya çıkınca Allah Teâlâ
ganimetin nasıl paylaştırılacağını belirlemeden önce, bu tavrın ahlâkî yönünün
yanı sıra eğitmeye yönelik telkinlerde bulunmayı murat etmiş; savaşta ve
barışta müminlerin asıl hedef ve vazifelerinin neler olduğunu, nelere öncelik,
vermeleri gerektiğini açıklamıştır. Buna göre her şey gibi ganimet de Allah'ındır.
O'nun Resulü vahyi tebliğ etme ve dini öğretme yanında örnek gösterme ve
uygulama vazifesi ile de yükümlü kılınmıştır. Tam manasıyla mülk olarak Allah'a
ait bulunan ganimetin kullarına nasıl paylaştırılacağını açıklama ve bunu
uygulama vazifesi de Resûlullah'a aittir. Müminler ganimet için savaşmamalı, ganimete
göz dikmemeli, bir şey verilirse almalı, verilmezse hak iddia etmemelidirler.
Mülkiyeti Allah'a, kullanım ve dağıtım şekillerindeki tasarruf hakkı da Resûlullah'a
ait bulunan bir madde üzerinde tartışan, bu arada birilerinin öfkelenmesine ve
incinmesine sebep olanlara düşen vazife ise hemen gönül almak, ilişkileri
yeniden normal çizgiye getirmek ve güzelleştirmektir. "Ganimetin Allah'a
ve Re-sulü'ne ait olması" böyle anlaşılınca ileride gelecek olan ve
ganimetlerin beşe bölüneceğini, beşte birinin Allah'a, Peygamber'e, onun
yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara ait olduğunu ifade eden âyetin
bunu neshettiğini, hükmü değiştirdiğini söylemenin anlamı kalmamaktadır. Bu
âyet konunun ahlâkî boyutunu, meseleye bir kul gibi yaklaşmanın örneğini
vermekte, 41, âyet ise Allah'ın kendine ait olanı nasıl dağıtmayı murat
ettiğini açıklamaktadır. Bazı tefsir ve fıkıh âlimlerine göre bu âyet, ganimet
ile ilgili hüküm ve uygulamanın ilk aşamasını açıklamaktadır. Hz. Peygamber
Bedir Savaşı'nda alınan ganimetlere bu âyetin hükmünü uygulamış, tamamı
kendisine bırakılmış bulunan ganimetin beşte birini (tah-mîs) ayırmadan hepsini
gazilere dağıtmıştır. Sonra ganimetin beşte birini ayırmasını, geri kalanı
savaşa katılanlara dağıtmasını bildiren 41. âyet gelmiş ve bu âyetin hükmünü
değiştirmiştir Burada neshi kabul etmeyen fakih ve müfessirlere göre İki
âyeti, yukarıda açıklandığı şekilde anlayıp birleştirmek, birlikte uygulamak
mümkündür, nesih söz konusu değildir, ayrıca Hz. Peygamber'in Bedir Savaşı'nda
tahmisi uygulamadığı yönünöski rivayet de sağlam bir rivayet zincirinden
yoksundur[7]
2-3. Dünya
bir imtihan yeri, dünya hayatı da imtihandır. İnsanlar çeşitli imkân ve
nimetleri kullanma, emirlere itaat, yasaklardan kaçınma, felâket, musibet ve
kayıplar karşısında tercih edilen tutum ve davranışlar bakımından imtihan edilmektedirler.
Sahâbîlerden bir kısmının savaş ganimeti konusundaki beklentileri, bu
beklentiler gerçekleşmeyince takındıkları tavır, kâmil iman it takva sahibi müminlere
yakışmadığı, imtihanda eksik puan almaya sebep olabileceği için "nr ve
kâmil müminlerin sahip olmaları gereken nitelikler" konusunda bir
açıklamayı gerekli kılmıştır.
Burada gerçek
müminlerin beş vasfı açıklanmış, arkasından da bunları gerçekleştiren ve
imtihanı kazananların elde edecekleri sonuç ve ödüller bildirilmiştir: 1.
Kâmil mânada mümin olanların imanlarıyla duygulan arasında bir etkileşim
vardır; Allah'ı andıklarında, kendilerine Allah'tan söz edildiğinde heyecan
duyarlar, gönüllerinde korku ile coşku karışımı duygular oluşur. 2. Allah'ın
âyetleri okundukça hem yeni bilgiler edinir ve bunlara da iman etmek suretiyle
inançlarını nicelik yönünden arttırırlar hem de her bir âyet, ihtiva ettiği
incelik, güzellik, hikmet ve bilgiler sebebiyle Kur'an'ın Allah'tan geldiğine
delil teşkil ettiği için nitelik yönünden imanlarını güçlendirirler. 3.
Müminler de mal, mülk, evlât, eş dost edinirler, fakat onların dayanıp
güvendikleri bu fâni varlıklar değil, her şeyi yaratan ve mülkün gerçek sahibi
olan Allah'tır. 4. Namaz, Allah ile kurulan bağın gerçekleştiği en uygun ve en
güzel vasıta olduğu için onu büyük bir özenle ifa etmeye çalışırlar. 5.
Allah'ın verdiği nzıktan kendileri yararlandıkları gibi yakından uzağa doğru
başkalarının da ondan yararlanmasına imkân verirler; nafaka, zekât ve sadaka
verme, vakıf kurma, ödünç verme ve kullandırma, ikram etme gibi malî vazife,
yardım ve iyilikleri ihmal etmezler.
İslâm düşüncesi
tarihinde imanın artma ve eksilme kabul edip etmeyeceği konusu tartışılmıştır.
İman terimine, haklı olarak "tasdik" (dini doğrulama, inanma) mânası
veren Sünnî kelâmcılara göre tasdik bölünmeye müsait olmadığı, inanılacak
konular da belirlenmiş ve sınırlanmış bulunduğu İçin bunların nicelik yönünden
artması veya eksilmesi mümkün değildir. Bu âyette olduğu gibi artma veya
eksilmeden söz eden metinleri şu şekillerde yorumlamak ve anlamak gerekir: a)
Dine toptan ve ilke olarak inananlar, âyetler geldikçe detayları öğrenir ve bunlara
da inanarak imanlarım arttırırlar, b) İman üzerinde devam ve sebat etmek de
süresi bakımından onun artması demektir, c) Mümin inancına göre yaşamaya devam
ettikçe ibadetleri ve güzel davranışları, imanın gönüllerde ve zihinlerde hâsıl
ettiği aydınlığı (nuru) arttırır[8]
4. Bu
vasıfları taşıyan kimseler gerçek ve kâmil mânada müminlerdir. Allah nezdinde,
iman ve amellerinin nicelik ve nitelik yönlerinden, yeterli olandan kâmil
olana, daha güzel ve mükemmel olana doğru farklılığına dayalı değerleri ve
dereceleri vardır. Allah'ın bu derecelere yerleştirdiği kullarına lütfedeceği
nimetler de birbirinden üstündür, çeşitlidir, zengindir, benzersizdir. Allah
onların günahlarını da bağışlayacak ve kendilerini ebedî mutlulukla
ödüllendirecektir. [9]
5. Bu olay,
müminlerden bir kısmı isteksiz oldukları halde rabbinin seni, doğru olarak
evinden savaşa çıkarmasına benzer. 6. Doğru olan apaçık ortaya çıktıktan
sonra, sanki gözleri göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi bu konuda seninle
tartışıyorlardı. 7. Hatırlayınız, Allah size "iki topluluktan biri
sizindir" diye vaad ediyordu, siz güçsüz olanın sizin olmasını istiyordunuz,
Allah ise iradesi ve sözleriyle hakkı hâkim kılmayı ve inkâr edenlerin kökünü
kesmeyi murat ediyordu. 8. Ki böylece günah yolunu tutanların hoşlarına
gitmese de hakkı hâkim, bâtılı ise geçersiz kılsın! 9. Rabbinizden yardım
dilediğiniz zamanı hatırlayınız, hemen size, "Meleklerden peşi peşine
gelen binlik kuvvetlerle ben size yardım edeceğim" diye cevap verdi. 10.
Bunu yalnızca size müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı.
Zaten yardım ancak Allah tarafındandır. Allah, kuşkusuz izzet ve hikmet
sahibidir, 11. O zaman katından bir güven olsun diye sizi hafif bir uykuyu
daldırıyordu. sizi onunla temizlemek, şeytanın pisliğini üzerinizden gidermek,
cesaretinizi arttırmak ye o sayede ayaklarınızı yere sağlam bastırmak için
gökten üzerinize su indiriyordu. 12.0 sırada rabbin meleklere şunu vahj
ediyordu: Şüphesiz ben sizinle beraberim, iman edenlere sebat iradesi
aşılayın. Ben inkâr edenlerin kalplerine korku salacağım, artık boyunlarının
üzerinden vurun, onların bütün parmaklarına vurun. 13. Şu sebeple ki, onlar
Allah ve Resulüne karşı geldiler; Allah ve Resulüne karşı gelenleri Allah
şiddetle cezalandırmaktadır. 14. İşte cezanız; tadın onu! İnkâr edenler için
kuşkusuz cehennem azabı da vardır. [10]
5.
Müminlerin bir kısmı Bedir Savaşı'nda ele geçirilen ganimetin kendilerine
verilmesini istemişler, bunun doğru ve haklarında hayırlı olduğunu düşünmüşlerdi.
Savaşa karar vermek üzere istişare (danışma) yapılırken de, savaşmak yerine
Mekkeliler'e ait kervanı vurmanın faydalı olacağmı ileri sürenler olmuştu.
Ayetler grubu bu iki tutum ve davranış biçimi arasındaki benzerliğe işaret
ederek başlıyor, sonra da Bedir Harbi'ni vesile edinerek müminler için evrensel
mesajlar veriyor.
Bedir Medine'nin 160
km. kadar güneybatısında, Kızıldeniz sahiline 30 km. uzaklıkta, Medine-Mekke
yolunun Suriye kervan yolu île birleştiği yerde bulunan küçük bir kasaba idi.
Hicretin 2. yılında (624) Kureyşliler'den birçok kimsenin katıldığı bir
ticaret kervanı Suriye'ye gitmişti. Hz. Peygamber çeşitli kanallardan kervan
hakkında bilgi aldıktan sonra ashabını topladı, kırk civarında muhafız tarafından
korunan kervanı Bedir'de kolayca ele geçirebileceklerini söyledi. Müzakere
sonunda harekete karar verildi ve 12 Ramazan'da (9 Mart 624) yola çıkıldı. Bu
sırada kervan Suriye'den Mekke'ye dönüyordu. Kervan yöneticisi Ebû Süfyân,
müslümanlann hareketi konusunda bilgi alınca, bir yandan Mekke'ye haber göndererek
yardım istedi, diğer yandan da yolunu değiştirdi, Bedir'den uzağa düşen ve
nadiren kullanılan sahil yoluna saptı. Savaşmak için değil, hem düşmana ekonomik
açıdan zarar vermek hem de her şeylerini Mekke'de bırakarak Medine'ye göçen
muhacirlerle onlara yardımcı olan ensarın maddî ihtiyaçlarını karşılamak için
yola çıkmış bulunan müslümanlann hazırlıkları bu amaca göre sınırlı tutulmuştu;
305 kişiden ibaret idiler, yalnızca yetmiş deve ve iki at vardı. Buna karşı
gerektiğinde savaşarak kervanı korumak amacıyla yola çıkan Mekke ordusunda
yaklaşık 1000 asker, 700 deve ve 100 at vardı. İslâm ve Peygamber düşmanı meşhur
Ebû Cehil kumandasında hareket eden ordu Bedir'e gelmeden kervanın yol
değiştirerek kurtulduğunu öğrendiği halde müslümanlara ve çevreye güçlerini ispat
etmek üzere yollarına devam ettiler. Müslümanlar Bedir'e geldiklerinde henüz
Mekke ordusunun hareket yönünü bilmiyorlardı. Hz. Peygamber Zübeyr, Sa'd ve Hz.
Ali'yi kervan hakkında bilgi toplamak için Bedir kuyularına göndermişti. Yakalanan
birkaç köleden, müşriklerin Bedir yakınlarına gelip konakladıkları öğrenildi,
bu durum müslümanların heyecanlanmasına sebep oldu. Peygamberimiz yeni durumu
ashabı ile müzakere etti, birçoğu çıkış amacını ve hazırlığın zayıflığını ileri
sürerek düşmanla savaşa girmeden, mümkün olursa kervanı vurmanın, aksi halde
Medine'ye dönmenin daha uygun olduğu görüşünü ileri sürdüler. Böyle bir
hareketin getireceği olumsuz sonuçlan takdir eden Hz. Peygamber ise düşmanla
karşılaşmak fikrinde İdi, Genel eğilimin onu üzdüğünü farkeden Sahabenin ileri
gelenlerinden birkaç kişi uygun konuşmalar yaparak Resûlullah'rn arkasında olduklarını,
o nasıl uygun görür ve dilerse öyle hareket edeceklerini, heyecanlı ve etkili
bir şekilde ifade ettiler. Siyer kitaplarının kaydettiğine göre Hz. Ebû Bekir
ve Ömer'in güzel sözlerinden sonra Mikdâd b. Amr söz almış ve şöyle demişti:
"Yâ Resûlallah! Allah'ın sana emrettiği yönde hareket et, biz seninle
beraberiz. İsrâilo-ğulları'nın Hz. Musa'ya dediği gibi 'Sen ve rabbin gidin
savaşın, biz burada oturup bekleyeceğiz' demiyoruz, fakat 'Sen ve rabbin gidin
savaşın, biz de sizinle beraber savaşacağız' diyoruz. Seni gönderene yemin
ederim ki bizi dünyanın öbür ucuna götürsen oraya varıncaya kadar seninle
beraber olup çaba gösteririz!" En-sar, Hz. Peygamber Mekke'deyken
Medine'ye geldiği takdirde kendisini koruyacaklarına dair söz vermişlerdi.
Şimdi ise onların kendisiyle birlikte şehir dışında bir harbe girmeleri
hususunda ne düşündüklerini bilmek istiyordu. Bunu farkeden Sa'd b. Muâz,
ensarı temsilen şunları söyledi: "Biz sana inandık, seni onayladık,
getirdiğin dinin hak olduğuna tanık olduk; bunun üzerine seni dinleyeceğimize,
itaat edeceğimize kuvvetli sözler verdik, yeminler ettik. Seni hak din ile
gönderene yemin ederim ki bize şu denizi hedef gösterip dalsan biz de seninle
dalarız, hiçbirimiz geride kalmaz. Yarın bizi de yanına alarak düşmanla
savaşmana bir itirazımız yoktur. Biz savaşta dayanıklı, vuruşmada işin hakkını
veren kimseleriz. Allah seni mutlu kılacak olan davranışlarımızı yakında sana
gösterecektir"[11]Bu
konuşmalar beklenen etkiyi yaptı, genel eğilim değişti, harekete karar
verildi. Gece olduğunda düşmanın baskın vermesi ihtimali uykuları kaçırmış,
tedbirler üzerinde düşünülmeye başlanmıştı. Müslümanların mevzilen-dikleri yer
kumlu olduğundan harekete elverişli değildi. Bu şurada gökten boşanan yağmur
düşmanın, kum iken harekete daha elverişli olan yerlerini çamur deryasına
döndürdü, kumlu bölgeyi de harekete uygun hale getirdi. Bu sayede endişe ortadan
kalktı, sakin ve huzurlu bir gece geçirildi. Ertesi gün yapılan savaşı
müslü-manlar kazandı. Bu onların ilk büyük zaferleriydi. Düşman, başta
kumandanları Ebû Cehil olmak üzere yetmiş kayıp vermişti, bir o kadar da asker
esir alınmıştı. Ayrıca ele geçirilen harp ganimetleri de vardı. Hz. Peygamber,
beşte birini belirli sarf yerleri İçin ayırdıktan sonra geri kalanı, savaşa
katılanlar arasında eşit olarak dağıttı.
İşin başında birçok
sahâbî, düşmanla karşılaşmak haklarında daha hayırlı olduğu ve Allah,
Peygamberini bunun için sefere çıkardığı halde savaşmak istememişler; savaş
karan alınıp zafer elde edildikten sonra ise ganimet taksimi konusunda haksız
talepler ileri sürmüşlerdi. İşte âyette bu iki tutum arasında bir benzerlik
kurulmuş, bu iki olayda kendi düşünce ve takdirlerinin değil, ilâhî takdirin
daha ziyade onların lehine olduğu bildirilmiştir. [12]
6-8. Allah
Teâlâ, müslümanlann ya kervanı ele geçireceklerini veya savaştıkları takdirde
düşmanı yeneceklerini, böylece İki kazançtan birinin müslümanla-ra ait
olacağını vaad etmiş, bunu Peygamber'ine bildirmiş, o da müminlere müjdelemişti.
Bedir'e geldiklerinde kervanın kaçıp kurtulduğunu, onu korumak üzere yola çıkan
düşman kuvvetinin de oraya geldiğini öğrendiler. İlâhî vaad ile bu bilgi yan
yana getirildiğinde ihtimal teke İnmiş, savaşıldığı takdirde zaferin Allah tarafından
garanti edilmiş bulunduğu açıkça ortaya çıkmıştı. Artık yenilgiye ve ölüme
sürülen kimselerin korku ve ümitsizlik psikolojisini yaşamak müminlere yakışmazdı;
onlara düşen büyük bir şevk ve heyecan, güçlü bir moral içinde düşmanın üzerine
yürümekti.
İnsanların can ve
mallarına düşkün olmaları ve bunları korumak için gerekeni yapmaları tabiidir.
Ancak can ve malın uğrunda feda edilebileceği başka değerler de vardır; din,
namus, vatan, kamu yaran, insan haklan bunlar arasındadır. Kolaya kaçarak,
bedel ödemeden değerleri korumak mümkün olmuyorsa zor olan, nefse hoş gelmeyen
hareket tarzı tercih edilecek, gereken maddî ve manevî bedel ödenecektir.
İslâm'ın hedefi, müslümanların haklı-haksız servet elde edip zillet ve adaletsizliğe
düşülse bile refah içinde yaşamaları değildir. Amaç kendi ülkelerinden
başlamak üzere bütün dünyada hakkın, hukukun ve erdemin hâkim olması, zulüm ve
baskının ortadan kalkması, dini yaşama ve tebliğ etme imkânının elde edilmesidir.
Bedir olaymda bu amaca uygun karar ve davranış ise kervanı kovalamak, olmazsa
düşmana arkasını dönüp Medine'ye gelmek değil, şeref ve şanla savaşmaktır.
Ancak bu takdirde Allah'ın muradı gerçekleşecek, bâtıl yıkılacak ve hak ayakta
kalacaktır. [13]
9-10. Bedir
Savaşı'nda müslümanlann hazırlık ve güçleri yetersizdi. Onlara nispetle nicelik
yönünden güçlü olan ve daha Mekke'den çıkarken savaşı göze al-mı$ bulunan
müşrikler karşısında galip gelebilmek için İlâhî yardıma ve moral güce ihtiyaç
vardı. Savaş kaçınılmaz hale gelince müminler iman ve tevekküllerinin gereği
olarak Allah'a sığındılar, O'ndan yardım dilediler. O gün Hz. Peygamber'in
rabbine nasıl yakardığını Hz. Ömer şöyle anlatıyor: "Bedir günü gelince
Allah Resulü, kendi arkadaşlarının 305, müşriklerin ise 1000 kişi kadar
olduğunu görerek hemen kıbleye döndü, ellerini kaldırdı ve rabbine yalvarmaya
başladı: 'Allahım, bana olan sözünü yerine getir, vaad ettiğini ver! Allahım
eğer şu bir avuç miislü-manı helak edersen yeryüzünde şirk koşmadan sana ibadet
eden kimse kalmayacak!' O, kıbleye dönük vaziyette ellerini her an biraz daha
semaya doğru uzatarak durmadan rabbine yalvanyordu; öyle ki sonunda abası
omzundan sıyrılıp yere düştü, Ebû Bekir gelip abasını yerden alarak omzuna
örttü, sonra onu kucakladı ve şöyle dedi: 'Ey Allah'ın Elçisi! Artık yeter, O
sana vaad ettiğini kesin olarak verecektir!' Bu hadise üzerine 9. âyet nazil
oldu"[14] Bu savaşta Allah'ın
vaadinin ve Peygamberimizin duasının neticesi hâsıl olmuş, yardıma gönderilen
meleklerin bizzat savaşa katılarak düşmana karşı neler yaptıkları bazı
sahâbîler tarafından görülerek nakledilmiştir.
[15]
Bedir Harbi'nde
meleklerin müslümanlara yardımı Âl-i İmrân sûresinin 124-125. âyetlerinde de
zikredilmiştir. Orada önce 3000 melekle yardım edileceği, bu yetmezse 2000
melek daha gönderileceği, yardımcı melek sayısının 5000'e çıkarılacağı
müjdelenmİştir. Açıklamakta olduğumuz 9. âyette ise yardıma gönderilen melek
sayısı "peşi peşine gelen binlik kuvvetle" şeklinde ifade edilmiştir.
Bu rakamlar arasında ilk bakışta bir uyumsuzluk var gibidir, Ancak Arapça'daki
ifade özelliği veya olayın tarihî bağlamı ve konusu göz önüne alındığında bir
uyumsuzluk bulunmadığı görülecektir. Araplar "birçok" yerine
"bin, binlerce" kelimelerini de kullanmaktadırlar. Buna göre mâna
"birçok melek ile..." demektir. Olaya tarihî tecrübe açısından
bakıldığında görülecektir ki savaşlarda takviye güçleri toptan değil, ihtiyaca
göre arka arkaya gönderilmekte, bu taktiğin düşman üzerindeki etkisi daha fazla
olmaktadır.
Allah bir şeyin olmasını
murat edince onun maddî plandaki sebebini de yaratır. Her şey O'nun iradesi ve
kudreti ile hâsıl olur. Sünnetullah diye de ifade edilen ilâhî âdete, kural ve
kanunlara göre sonuç, kulun irade ve fiiline de bağlanmışsa bu takdirde insan
üzerine düşeni yapacaktır. Bedir Harbi'nde müslümanlar kendilerine düşeni
yapmışlardır, Allah vaad ve murat ettiği için zafer kazanılacaktır. Bazılarınca
bunun hem kendileri hem de yardım konusunda etkileri görülen melekler
gönderilerek yapılmasının hikmeti, "zaferin müjdesi olsun ve bu sayede
kalpler yatışsın, sonuç hakkında güven oluşsun" diyedir. [16]
11. Savaşın
gün ışığında yapıldığı eski zamanlarda gece istirahata çekilen asker savaş
korkusu yüzünden uykusuz kalır, fizik ve moral yönden olumsuz etkilenirdi.
Bedir çarpışmasından önceki gecede Allah'ın, askere mucizevî bir uyku
lütfetmesi ilâhî yardımın bii başka şeklîni teşkil etmiştir. Yardım bununla da
kalmamış, etkili bir yağmur, askerlerin mevzilendiği araziler birbirinden
farklı olduğu için düşmanın hareket kabiliyetini sınırlamış, müslümanlann
arazide yürüyüşünü ise -yağış kumları sıkıştırdığı için- kolaylaştırmıştır;
"ayakları yere sağlam bastırmaktan maksat, yağmurun sağladığı bu hareket
kolaylığıdır. Yağmur kullanılacak su miktarını da arttırmış, gece uyurken
ihtilâm olan askerler uyanır uyanmaz -namazlarını geçirmeden- yıkanmış, abdest
almış, temizlenmişler, böylece ve bu mânada şeytanın pisliğini gidermiş,
cünüplüğün nıüslümanda hâsıl ettiği kirlilik duygusunu üzerlerinden
atmışlardır. Allah'ın bu savaşa katılanlara lütfettiği çeşitli destek ve
yardımlara bir de yağmur eklenince, maddî faydası yanında askerin moral
kazanmasını, cesaret ve zafer beklentilerinin artmasını da sağlamış, kalpleri
endişe ve heyecandan, zihinleri de dağınıklıktan kurtarmıştır. [17]
12.
Meleklerden oluşan takviye gücüne Allah Teâlâ bilgi ve talimat verirken
müslüman güçler için çok önemli olan bir manevî desteğini daha açıklamaktadır:
"İnkâr edenlerin kalplerine korku salmak." Psikolojik savaşın önemli
hedeflerinden biri düşmanı korkutmak, moralini bozmak ve gözünü yıldırmaktır.
Allah, müminler lehine bunu da sağlamış olmaktadır.
Meleklere yönelik
"vurun" emri, onların bu savaşa fiilen ve muharip olarak
katıldıklarını göstermektedir, [18]
13-14. İnkâr
edenlere karşı Allah'ın müminleri desteklemesi, inkarcıların köklerini
kazımalarını, "boyunlarının üzerinden vurmalarını, onların bütün parmaklarına
vurmalarını"; yani onları savaşamayacak derecede etkisiz hale getirmelerini[19] istemesi, inkâr günahının veya suçunun cezası
değildir; çünkü dünyada insanların İnanma ve inkâr etme hürriyetleri vardır.
Bu şiddetli mukabelenin sebebi inkarcıların, din ve vicdan hürriyetini
çiğnemeleri, Allah'ın dinîne, müminlerin dinî hayatlarına karşı cephe
oluşturmaları, baskı uygulamaları, savaş ilân etmeleridir. Yalnızca inkâr
etmenin, hak dine uymayan bir dünya görüşünü ve hayat tarzını benimsemenin
cezası ise âhirette verilecektir. [20]
15. Ey Müminler! İnkâr
edenlerle savaşta karşı karşıya gelince onlara arkanızı dönüp kaçmayın. 16. Kim
savaş için yer değiştirmek veya başka bir birliğe katılmak amacıyla olmaksızın
savaş sırasında düşmana arkasını dönüp kaçarsa Allah'ın öfkesine uğramış olur,
onun varacağı yer cehennemdir, ne kötü bir son! 17. Savaşta onları siz
öldürmediniz, onlan Allah öldürdü; attığında da sen atmadın, Allah attı; bunu
da müminlere kendinden güzel bir lütufta bulunmuş olmak için yaptı. Allah her
şeyi işitmekte, her şeyi bilmektedir. 18. İşte size lütfü! Allah inkâr
edenlerin tuzaklarını hep bozmaktadır. 19. Siz (ey putperestler), eğer zafer
peşinde iseniz kazandığınız zaferi gördünüz! Son verirseniz bu sizin için en
iyi olanıdır, tekrarlarsanız biz de tekrarlarız. Topluluğunuz çok da olsa
amacınıza ulaşmanıza yetmeyecektir; zira Allah müminlerle beraberdir. [21]
15-16. Bedir
Savaşı'ndan sonra ganimetlerin taksimi konusunda farklı beklenti ve görüşler
ortaya çıkması üzerine gelen âyetler arasında bulunan ve savaştan kaçmanın
sonuçlarını açıklayan bu âyetleri, savaştan önce inmiş kabul edenlerin tespit
ve yorumlan vakıaya uygun düşmemektedir. Bedir'den önce küçük akıncı
hareketleriyle başlayan çatışmalar bu savaştan sonra büyüyerek devam etmiştir.
Bunun böyle olacağını bilen Allah Teâlâ, hem müminleri gerektiğinde savaşmaya
ve bunun getirdiği acılara, zorluklara katlanmaya teşvik etmek hem de savaştan
kaçmayı engelleyici müeyyide oluşturmak üzere bu âyetleri indirmiştir.
Hz. Peygamber'in
bizzat katıldığı savaşlarda kaçanların, savaş taktiği veya bir başka birliğe
katılmak gibi seçeneklerinin olamayacağı, halbuki başka zaman ve durumlarda
böyle meşru gerekçelerin bulunabileceği düşüncesinden yola çıkan bazı
müfessirler, âyetlerin şiddetli ifade ve hükümlerinin Hz. Peygamber zamanı na
ve onun bizzat katıldığı savaşlara mahsus olduğunu ileri sürmüşler, bu durumda
düşmanın sayısı ne olursa olsun savaşı bırakıp çekilmenin caiz olmadığını söylemislerdir.
Bu yorumu destekleyen şöyle bir örnek de vardır: Abdullah b. Ömer, Hz.
Peygamber'in bulunmadığı bir çatışmada sıkışınca bazı arkadaşlarıyla birlikte
geri çekilmişti. Sonradan kendi aralarında düşününce yaptıklarının, Allah'ın öfkesine
uğratan bir firar olduğu kanaatine vararak "Medine'ye gizlice girelim, Hz.
Peygamber'i görelim. Eğer tövbemiz kabul edilirse orada kalalım, edilmezse başımızı
alıp gidelim" dediler. Sabah namazından önce Peygamberimizi görerek durumu
arzettiler. O şöyle buyurdu: "Siz savaştan kaçanlar değil, tekrar savaşmak
üzere geri çekilenlersiniz." Bunun üzerine İbn Ömer ve arkadaşları
efendimizin elini Öpmüşler, o da sözlerine şunu eklemiştir: "Müslümanlar
geri çekildiklerinde takviye için geldikleri birlik benim"[22]
Savaştan kaçma fiilini
kebâir (büyük günahlar) arasında sayan meşhur hadis[23] yanında
iki âyet daha konumuzla doğrudan ilgilidir. Birincisi Uhud Savaşı ile ilgili
olup orada savaş meydanını terkeden-ler kınanmış ve Allah'ın affından söz
edilmiştir[24]. İkinci âyet de Huneyn
Savaşı'ndaki dağılma ve kaçma ile ilgilidir; orada da kaçanlar kınanmış, bir
kısmının affedildiği bildirilmiştir[25]. Bu
naslardan çıkan hüküm, savaş taktiği veya bir başka birliğe katılma amacı
dışında savaştan kaçmanın büyük bir suç ve günah olduğudur. İlgili âyet ve
hadisleri yorumlarken özelleştirme (tahsis) veya aralarında çelişki görüp bir
kısmının hükmünü kalkmış gösterme (nesih) yerine işin gereğini, tarihî şartlan
ve genel hükümleri göz önüne alarak sonuçlar çıkarmayı tercih ediyoruz. Buna
göre naslan şöyle yorumlamak mümkündür: Savaşılan düşman bire iki, bire on
bile olsa gerektiğinde müslümanlar, Allah'ın yardımına güvenerek savaşa girmeye
ve dayanmaya teşvik edilmiştir. Askerî birlikler fiilen çarpışırken bazı
askerlerin tek başlarına veya grup halinde, savaş gereği olmaksızın kaçmaları
hem diğerlerine zarar vereceği hem de harbi kazanma şansını azaltacağı için
şiddetle yasaklanmıştır. Ancak teke tek çarpışmalarda canı kurtarmak için gerektiğinde
kaçmak veya büyük bir düşman gücü karşısında zafer ihtimali bulunmadığı İçin
savaşa girmemek, keza büyük zayiat verilmesi hali ve ihtimali karşısında
kumanda ile ve düzenli bir şekilde çekilmek... savaştan kaçma veya bunun
kınanan, yasaklanan çeşitlerinden birisi olarak değerlendirilemez. İbn Ömer'le
ilgili olayda bir kaçma, arkasından pişmanlık, tövbe ve Hz. Peygamber'e gelip
başvurma, teslim olma durumu vardır. Bu hadise dayanarak "başka bir
birliği desteklemek için yer değiştirme" kavram ve kuralını, konunun
tabiatına ters düşecek şekilde sürdürmek ve genişletmek doğru değildir. İbn
Ömer ve arkadaşlarıyla ilgili olay bir kaçma, sonra pişmanlık duyup teslim olma
fiillerinden ibarettir. Hz. Peygamber bunları affetmiş, nelip kemlisine teslim
olmalarını, onlara teselli olsun diye, bir cepheden bir bıışkîi cepheye intikal
ve kendisinin bulunduğu birliğe iltihak olarak değerlendirmiştir. Şartlar uygun
düştüğünde her zaman, savaştan kaçan, sonra pişman olup yetkili makama teslim
olan askerlerin affedilip tekrar cepheye sevkedilmeleri mümkündür. [26]
17-18. Bu
âyetlerin inmesine sebep olarak Bedir, Huneyn gibi birkaç savaşta
Peygamberimizin, yerden bir avuç çakıllı toprak alarak düşmana doğru savurması,
tozun ve çakılların birçok savaşçıya isabet ederek onları saf dışı bırakması
olayı zikredilmiştir[27]. 17.
âyette öldürme fiili genel olarak müminlere, atma fiili de Hz. Peygamber'e
nispet edilmekle birlikte her ikisini de hakikatte onların değil, Allah'ın
gerçekleştirdiği belirtilmiştir. Tarihte cereyan etmiş savaş, fetih, barış,
şehir ve devlet kurma gibi millet ve devlet işleri anlatılırken yapan, eden
olarak liderin, devlet başkanının anılması gelenekleşmiş bir anlatım biçimidir.
Burada da İslâm ordusunun yaptıkları, aynı zamanda onların kumandam olan Hz.
Peygamber üzerinden anlatılmıştır. Atanın, öldürenin Allah olması İse, bu
savaşta meleklerin gönderilmesi, düşmanın kalbine korku salınması, tam
zamanında müslümanlara kolaylık, düşmana hareket zorluğu getiren yağmurun
yağdırılması gibi mucizeleri, olağan üstü ilâhî yardımları ifade etmektedir.
Kulun İrade ve gücünün bir şekilde etkili olduğu fiillerin de yaratıcısı
Allah'tır; ancak bunlar için "Allah yaptı" denilmez de "Kul yaptı,
verdi, öldürdü..." denir. Kulların İrade ve güçlerinin dahli bulunmayan
veya ilâhî müdahalenin olağan üstü olduğu durumlarda ise fiil doğrudan Allah'a
izafe edilir; bu ifade biçimi günlük dilde de yaygın olarak kullanılır.
Vahdet-i vücûd
(varlığın birliği) halini yaşayan bazı mutasavvıflarla bunu düşünce
sistemlerinin merkezine koymuş bulunan bir kısım düşünürler, açıklamakta
olduğumuz âyeti, hallerinin meşruiyetine ve iddialarının doğruluğuna delil
saymışlardır. Bize göre âyetin mânası açıktır, böyle bir delâlet söz konusu
değildir. Eğer vahdet-i vücûdcuların dediği gibi varlık âleminde Allah'tan
başkası mevcut olmayıp, var gibi görülenler O'nun, yokluk (adem) aynasında
görülmesinden (tecellî) ibaret olsaydı, baştan sona Kur'an'da bu gerçeğe uygun
açık ifadeler kullanılır, bu bilgi ve inanç imanın birinci esası olurdu.
Kur'ân-ı Kerîm'in şüpheye yer bırakmayan açık ifadesine göre Allah, mahiyeti ve
vasıfları bakımından kendine benzemeyen, kendi aralarında da ontolojik
boyutları farklı olan şuurlu varlıklar yaratmıştır, insan nevi de bunlardan biridir.
İnsanların bir kısmı Allah'ın rızâsı çerçevesinde bir hayat yolu seçerken
diğer kısmı ya O'nu hiç tanımamış yahut da rızâsına bağlı kalmamıştır. Bu
yüzdendir ki Allah, rızâsını gözetenleri desteklemiş, onların eliyle O atmış,
ötekileri Öldürmüştür. Yaratılmış ve mahiyeti farklı, hür irade sahibi
varlıklar olmaksızın Allah'ın bir tecellisinin diğerine düşman olması ve onu
öldürmesinin, yokluğun bir ayna (tecellîgâh) olarak böylesine köklü bir ayırıma
sebep (illet) teşkil etmesinin anlamı yoktur veya böylesine işlevleri olan bir
şeye yokluk denemez, mahlûk denir. Peşin hüküm, manevî sarhoşluk ve yabancı
felsefelerin etkisi ile açık âyetleri, lafzın ve konunun uzağından yakınından
geçmediği mânalara çekmenin de mâkul ve ilmî bir dayanağı mevcut değildir. [28]
19.Mekkeli
müşrik ordusu savaş gücünün nicelik yönünden fazlalığına güvenerek mutlaka
zaferi kazanacaklarını ve Medine'ye girerek müslümanlan yok edeceklerini
ummuştu. Nitelik niceliğe, Allah'ın yardımı, O'na karşı çıkan insanların
birbirine yaptıkları yardıma galip gelince Allah, müşriklerin bu tecrübeden
ibret alıp yanlış yoldan dönmelerini sağlamak üzere önce -kinayeli bir üslupla-
neyi umup neyi bulduklarına işaret etmiş ve âdeta şöyle demiştir: "Siz
zafer bekliyordunuz, işte size zafer; yani onun tersi olan yenilgi."
Sonra da musibetten ders alarak yanlış yoldan dönmemeleri, kendileri İçin
hayırlı olan hareketi reddetmeleri halinde başlarına gelecekler sıralanmıştır:
Tekrar saldınriarsa Allah'ın izni ve yardımı ile yine mağlûp olacaklar, sayıca
çokluğun onlara bir faydası olmayacak; çünkü Allah müminlerin yanındadır. [29]
20. Ey iman edenler!
Allah ve Resulü'ne itaat edin, söylediklerini işittiğiniz halde ondan yüz
çevirmeyin. 21. Duymadıkları halde "duyduk" diyenler gibi olmayın.
22. Allah katında canlıların en aşağı derecede olanları, sağır, dilsiz ve
düşünemez olanlarıdır. 23. Allah onlarda bir hayır görseydi elbette kendilerine
işittirildi, eğer işitn'rseydi yine reddederek yüz çevirirlerdi. 24. Ey iman
edenler! Sizi hayat verecek şeylere çağırdıklarında Allah ve Resu-lü'nün
çağrısına koşun ve şüphesiz bilin ki Allah kişi ile kalbinin araşma girer.
Unutmayın ki O'nun huzuruna götürüleceksiniz. 25. Sadece içinizden zulmedenlere
dokunmakla kalmayacak olan fitneden sakınınız ve biliniz ki Allah'ın cezası
şiddetlidir. 26. Bulunduğunuz yerde önemsenmeyecek kadar az olduğunuz,
insanların sizi kapıp götürmelerinden korkar halde bulunduğunuz zamam
hatırlayınız. O durumda Allah size sığınacak yer verdi, yardımıyla sizi
destekledi, size güzel ihsan etti; umulur ki şükredersiniz! 27. Ey iman
edenler! Allah ve Resulü'ne karşı hainlik etmeyiniz, emanetiniz-deki şeylere de
bilerek hıyanet etmeyiniz. 28. Mal ve çocuklarınızın sizin için birer imtihan
olduğunu ve büyük mükâfatın Allah katında bulunduğunu biliniz. 29. Ey iman
edenler! Allah'a saygıda kusur etmezseniz, O size bir temyiz kabiliyeti verir,
kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir. [30]
20-23. Bedir
Savaşı Allah ve Resulü'ne itaat etmenin hayırlı sonuçlarını göstermişti. Bu
vesile ile müminlere itaatin Önemi hatırlatılmakta, bilindiği ve duyulduğu
halde ilâhî emirlere uyulmamamn tehlikeli akıbetine dikkat çekilmektedir.
Yeryüzünde hareket
eden, dolaşan canlıların en aşağı derecede olanları sağır, dilsiz ve akılsız
olanlarıdır. Gözlerinin gördüğü, kulaklarının işittiği gerçekler üzerinde akıl
yormayan, yeterince düşünüp doğru kararlar ve davranışlar için bunlardan
yararlanmayan kimselerin, özellikle müşrikler ile münafıkların durumu sağır,
dilsiz ve akılsız olan hayvanların durumuna benzetilmiştir. Çünkü duyu
organları ve aklı olmayanlarla bunlara sahip bulundukları halde amaca uygun bir
şekilde kullanmayanlar arasında, elde edilen sonuç bakımından fark yoktur.
Kulların karar ve
fiilleri iki irade ve gücün birleşmesi sonucu vücuda gelmektedir; Biri
Allah'ın mutlak, ezelî, ebedî İradesi ve gücü, diğeri ise O'nun, kullara
bahşettiği, onları imtihana tâbi tutmak üzere diledikleri gibi kullanmalarına
izin verdiği beşerî irade ve güç. Kul, kullanımı kendisine bırakılmış bulunan
iradesiyle mümkün olan şıklardan birini tercih edince Allah da onu tercih
(mıııııl) etmekte; yaratıcı gücüyle, kulun gücünün etkisine imkân vermekte,
fiilin meydana gelmesini sağlamaktadır. Allah zaman ve mekân sınırlamasına
bağlı olmaksızın her şeyi bildiğine göre, zaman ve mekâna bağlı kulların bir
gün gelip belli bir kararı alacaklarını ve kararlarını fiile çevireceklerini
de bilmektedir. Ancak Allah'ın ezelde bilmesi, kullara mahsus zaman, mekân,
bilgi ve irade sınırları içinde karar almalarını ve yapıp etmelerini
belirlememekte, onları belli bir karara ve fiile mecbur kılmamaktadır. 23.
âyeti bu iman ve vahiy bilgisi çerçevesinde yorumlamak gerekirse şu sonuca
ulaşılabilir: Müşrikler, münafıklar ve diğer inkarcılar, kendi serbest
iradeleriyle Allah'a ve Resulü'ne muhalefet yolunu seçmişler, peygamberlerin
Allah'tan alıp tebliğ ettikleri gerçeklere kulak vermemişler, bunları duydukları
halde hiç duymamış gibi davranmışlardır. Allah da imtihan kuralının bir gereği
olarak onları zorlamamış, neyi yapmak istiyorlarsa ona imkân ve izin vermiştir.
"Onlarda bir hayır görseydi elbette kendilerine işittirirdi..." yani
onlar iyi ve doğru olanı benimsemek ve yapmak isteselerdi elbette Allah bunu
dileyecek, buna izin verecek, engellemeyecek ve üstelik bundan hoşnut da
olacaktı. Fakat onlar şirki, inkârı ve zulmü tercih ettiler; Allah, iradelerine
müdahale etmeden doğru ve iyi olanı işittirdiği halde böyle bir yolu seçtiler,
peygambere karşı çıktılar, kendi bildiklerini okudular. [31]
24. Sahabeden
Ebû Saîd el-Muallâ anlatıyor: "Mescidde namaz kılıyordum. Resulullah beni
çağırdı, ona cevap vermedim, namazımı bitirince yanına gittim ve 'Yâ
Resûlallah, namaz kılıyordum' dedim. 'Allah ve Resulü'nün çağrısına kulak
(cevap) verin buyruğunu işitmedin mi?' dedi, sonra elimden tuttu ve bana Fatiha
sûresini öğretti..." [32] .
İmam Şafiî ve Evzâî
gibi bazı müctehidler âyetin lafza bağlı yorumundan ve ilgili hadislerden yola
çıkarak namazda, farz ve gerekli olan bir hareketin veya fi-ilİn namazı
bozmayacağı sonucuna varmışlardır. Evzâî'nin verdiği örnek şöyledir: Bir kimse
namaz kılarken bir çukura veya kuyuya doğru İlerlemekte olan bir çocuk görüp
ona dönerek seslense ve uyarsa namazı bozulmaz[33] ;
çünkü bu uyan hayatı koruma vazifesi gereğidir, farzdır,
Allah ve Resulü'nün
çağrısına cevap verme ve gereğini yerine getirme vazifesini daha geniş ve
genel bir çerçeve içinde anlamak gerekir. Buna göre Hz. Peygamber zamanında
onun çağrısına uymak, yanında yer almak, emirlerini yerine getirmek nasıl
çağrıya uymaksa, ondan sonra gelenlerin Kur'an ve Sünnet'in buyruklarına
uyması, buna uygun bir hayat sürmesi de onların çağrısına uymaktır. Hk;ıwmi bu
çağrıya uymak yalnızca müminlerin değil, bütün insanların faydasınadır w
insanlımın nu'w*losiılir. (,'ilrıkü Allah ve Resulü'nün insanlara öğrettikleri
ve hayata geçirilmesini istedikten bilgi, inanç ve uygulamalar insanlara hayat
verecek mahiyette ve niteliktedir. Burada "hayat vermeyi, ihya
etmeyi" en geniş manasıyla almak gerekir. Dinin emirleri sağlıklı yaşamanın
kurallarını ihtiva ettiğinden, insan fıtratına uygun olduğundan, biyolojik
mânada hayat vermektedir. İnsanın ruh ve beden sağlığını tehdit eden stres,
yalnızlaşma, ümitsizlik ve çeşitli korkuların önemli sebeplerinden birisi
insanın madde dünyasında tutuklu kalıp, iman ve maneviyâtın huzur ve rahatlık
bahşeden geniş ufkundan mahrum olmasıdır. Allah ile beraber olma ve O'nun eşi
bulunmaz koruması altında bulunma şuurunun insana verdiği güç onu, psikolojik
olarak canlı tutmakta, ihya etmektedir. Dünyayı bir imtihan yeri olarak gören,
burada insanların bazı ödevlerinin bulunduğuna inanan, bu ödevlerin yerine
getirilmesi halinde kişinin iki cihanda mutlu olacağına iman eden bir kimseye
göre dinin emirleri, hayatın amacını gerçekleştirme çabasında ona rehberlik
ederek insanı ihya etmekte, hayatın boşa gitmemesini sağlamaktadır. İslâm
kelimesinin kök mânası "barış ve esenlik"tir, doğru anlaşıldığında
din olarak İslâm'ın da bir barış çağrısı olduğu anlaşılacaktır. Dinin talebi,
zulmün ve basbnın yer almadığı, hukuk ve adaletin hâkim olduğu bir dünya
düzenidir. Bu mânada Allah ve Resulü'nün çağrısı, bütün dünya insanları için
"banş içinde yaşama" çağrısıdır.
"İnsan ile
kalbinin arası" ifadesi bir deyim olup bundan insanın şuuru, aklı ve
duyguları kastedilmektedir. Buralarda bulunan hiçbir bilgiyi, kararı, eğilimi,
duyguyu Allah'tan gizlemek mümkün değildir. Allah'ın çağrısına içtenlikle
katılanlarla menfaati için öyle görünenleri Allah bilir ve aymr. Ayrıca hiçbir
beşerin giremeyeceği, bilemeyeceği ve müdahale edemeyeceği bu alanlara Allah
müdahale edebilir; inanç, bilgi ve duyguların değişmesini sağlayabilir. Bu
sebeple kullar rab-lerine sığınmalı; inanç, duygu ve düşüncelerini
güzelleştirmesi için O'na yakarma-lı, "Ey durumları değiştiren, gönülleri evirip
çeviren rabbim! Halimi ve gönlümü güzelleştir" diye niyazda bulunmalıdır[34]
25. Fitne
yani "toplum içinde İmanın bozulması, baskı, düzensizlik, kargaşa, hukukun
çiğnenmesi, hakka dayanmayan gücün hâkim olması ve böylece kulluk imtihanının
kaybedilmesi tehlikesi" ya el birliği ile engellenecek ya da bunun zararı
sınırlı kalmayacak, hak edenlerin yanında suçsuzlara da dokunacaktır. Çünkü
onlar da fitnenin ortadan kalkması için ellerinden geleni yapmadıkları,
haksızlığa karşı mücadele etmedikleri için kusurlu ve sorumludurlar. Bunların
İçinde hiçbir kusuru olmayan çok küçük bir grubun (âcizler) bulunması tabiidir.
Alluh bıınliirii, günahları ve kusurları olmadığı hatde başkaları yükünden acıların
karşılığını âhirette verecek, bu acılara değen, "keşke dünyaya tekrar dönsem
de buna benzer acılar yaşasam" dedirten ödül ve karşılıklar lütfedecektir,
O'nun sünneti (kanunu) böyledir.
Peygamber efendimiz
fitne konusunda ümmetini uyarmış, "Toplumda pislik çoğalırsa içlerinde
iyiler bulunsa bile helakten kurtulamazlar" buyurmuştur[35].
İyiyi toplumsal buyruk, kötüyü de ayıp ve yasak haline getirmedikçe toplumun
kötülüklerden sorumlu olacağını ve bunun bedelini ödeyeceğini bildiren birçok
hadis vardır[36]
26. Allah'a
ve Resulü'ne itaat etmek, ilâhî çağrıya katılmak, fitneyi engellemek İçin çaba
göstermek Islâmî erdemlerdir. Bunlar telkin edildikten sonra bir başka önemli
erdeme geçilmiş, nimetlerin unutulmaması ve bunlara şükredilmesi istenmiştir.
Bu âyetlerin geldiği günlerde müslümanlann en fazla hatırlayıp şükretmeleri
gereken nimetler, müşriklerin zulüm ve işkencelerinden kurtarılmalan,
kendilerine güvenli bir yurt bağışlanması, düşmanlarına karşı mucizevî
destekler sağlanması ve başta ganimet olmak üzere maddî sıkıntılarını gideren
imkânlar bahşedihnesidir. [37]
27. Hıyanet "emanete riayet etmemek,
genellikle sahibinin bilgisi dışında hak yemek, hukuku çiğnemek, ödev ve görevi
hakkıyla yapmamak"tır. Allah'a karşı kulluk ödevlerini yapmayanlar O'nun
hakkını çiğnemiş, kullarına emanet ettiği yükümlülüklere hıyanet etmiş
olurlar. Resul aynı zamanda ilk İslâm toplumunun lideri ve devletinin
başkanıdır. Onu hakkıyla desteklemeyenler, devlet sırlarını yabancılara
açanlar, şahsî menfaatlerini ümmetin menfaatine tercih edenler de ona hıyanet
etmiş sayılırlar. İnsanlar arasında güvene dayalı alış-veriş ve diğer
ilişkilerde güveni kötüye kullananlar, başkalarının bilmeme ve görmemelerinden
yararlanarak haklarını çiğneyenler de hemcinslerine hıyanet etmiş olurlar.
Hıyanet bir ahlâkî kusurdur, ayıptır, yerine göre günahtır ve İslâm'da şiddetle
yasaklanmıştır.
Yahudilerden
Kurayzaoğulları hicretin ilk yıllarında yapılan saldırmazlık ve dayanışma
antlaşmasını bozmuş, müslümanlan arkadan vurmaya kalkışmışlardı. Peygamberimiz
onların kalesini kuşatıp sıkıştırınca anlaşma istediler, fakat "Senin
hükmüne razı olmayız, Sa'd b. Muâz'ı hakem tayin ediyoruz" dediler.
Müslümanlan temsilen görüşmeye giden Ebû Lübâbe'nin bazı yahudilerle menfaat
ilişkisi ve nrada bir kısım aile fertleri vardı; bu sebeple onlara, yanlış
adamı hakem seçtiklerini söyledi, boğazını kesme işareti yaparak bunun
kendilerini ölüme götüreceğini il'iKİe etti. Sonra da bu yaptığını müslümanlara
hıyanet sayarak pişman oldu, kendini mescidin direğine bağladı ve
bağışlanmasına kadar açlık grevi yapacağını söyledi. Dokuz gün bağlı ve aç
yaşadı. Sonra Peygamberimiz onun bağışlandığını açıkladı, elleriyle çözdü. O da
kefaret olsun diye bütün malını dağıtmak istedi, Hz. Peygamber'in tavsiyesi
üzerine bunu üçte bire indirdi. Açıklanan âyetin bu veya buna benzer başka
olaylar üzerine nazil olduğuna dair rivayetler de vardır[38]
28. İslâm beş değerin korunmasına büyük önem
vermiş, bu maksatla Kur'an'da ve Sünnet' te birçok hüküm, talimat ve tavsiyeye
yer verilmiştir. Bu değerler hayat, din, mal, nesil ve akıldır. Mal ve nesil bir
yandan korunması dinin hedefleri arasına girmiş değerlerdir, diğer yandan da
müminler için imtihan araçlarıdır; müminler bu iki değerli varlıkla ilgili
ödev ve sorumlulukları, bunlarla olan ilişkilerinin kulluklarına müsbet veya
menfi etkisi bakımlarından sınanacaklar ve sonunda bu nimetlerin hesabını
vereceklerdir. Mal ve servetle ilgili âyetlerde bunların "dünya hayatının
ziyneti"[39] olduğu bildirilmiş,
"müminleri, mal ve çocukların Allah'ı anmaktan alıkoymaması istenmiş"[40],
"eşlerin ve çocukların bir kısmının İnsana düşman olabileceği"
gerçeği hatırlatılmış, bunun da bir imtihan aracı olduğu tekrarlanmıştır[41].
Müminler Allah sevgisi ile servet ve evlât sevgisi arasında gerekli dengeyi kurmak,
bunlara yönelik istek ve menfaatler ile Allah'ın emirleri çatıştığında O'na
itaat etmek durumundadırlar. İnsanın servet ve evlâda düşkünlüğü bazan ilâhî
emirlere uyma konusunda onu zor duruma düşürecek, her şeye rağmen Allah'a itaatte
sebat edenler İmtihanı kazanmış olacaklardır. [42]
29. Takva
Allah'ı saymak, O'nun rızâsına aykırı davranmaktan korunmak ve sakınmaktır.
Bakara sûresinin ikinci âyetinde açıkça ifade edildiğine göre Kur'ân-ı Kerîm,
takva ahlâkına bağlı olarak yaşamak isteyenlere yol göstermek için gönderilmiştir.
Bu âyette takvanın üç meyvesinden söz edilmektedir: İnsanda iyi, güzel ve
doğruyu kötü, çirkin ve yanlıştan ayırmasını sağlayan bir akıl, sezgi gücü ve
vicdan ölçütü hâsıl etmesi (Furkan), Allah Teâlâ'nın takva sahibi kullarının
günahlarını örtmesi ve onları bağışlaması.
İnsanın yaşama tarzının;
aldığı gıdaların miktar, cins ve kalitesinin, psikolojik temrinlerin
(alıştırmaların) ve ibadetlerle yapılan eğitimin bilgi kaynaklarını etkilediği,
ilham, keşif ve sezgi kapılarını açtığı konusunda tecrübeye dayalı bir genel kabul
vardır. İbadet ve bilginin imanı arttırması da, amelle zihin ve kalp arasında
bir etkileşimin bulunduğunu göstermektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de takvanın, insana
problemlerden çıkış yolu sunduğu, hayat yolunda yürürken önünü aydınlatan bir
nur oluşturduğu başka âyetlerde de ifade buyurulmuştur[43].
İnsanın akıl ve vicdanının işlevini amaca uygun bir şekilde yerine getirmesini
engelleyen maddî ve özellikle manevî faktörlere karşı takva ilâcının tavsiye
edilmiş bulunması müminler için eşi bulunmaz bir fırsat ve imkân teşkil
etmektedir. [44]
30. Hatırlar mısın?
İnkâr edenler seni etkisiz hale getirmek veya öldürmek ya da yurdundan
çıkarmak için tuzaklar kuruyorlardı; onlar tuzak kuruyorlardı Allah da
bozuyordu. Tuzak bozma işini en iyi yapan Allah'tır. 31. Kendilerine âyetlerimiz
okunduğunda "Duyduk duyduk! İstesek elbette bunun benzerini biz de
söyleriz, bu eskilerin masallarından başka bir şey değil" dediler. 32.
Hatırla, bir de şöyle diyorlardı: "Allahım! Eğer bu kitap senin katından
gelmiş bir hakikat ise gökten üzerimize taş yağdır veya bize acı veren bir azap
gönder!" 33. Sen içlerinde oldukça Allah onlara azap etmez, tövbe edip
dururken de Allah onlara yine azap etmeyecektir. 34. Onlar, hizmetine de ehil
olmadıkları halde Mescid-i Harâm'a müminleri sokmazken Allah onlara niye azap
etmesin? Mescidin hizmetine ehil olanlar gönüllerinde Allah korkusu
taşıyanlardır, fakat onların çoğu bunu bilmezler. 35. Beytullah'uı yanında
onların namazı ıslık çalmak ve alkış yapmaktan ibarettir. Madem Öyle, küfrünüze
karşılık azabı tadınız! 36. Hak dine inanmayanlar servetlerini, insanları
Allah'ın yolundan engellemek için harcarlar, yine harcayacaklar, sonra bu
onlara yürek acısı olacak, daha sonra da yenilecekler. İnkâra sapanlar sonunda
cehenneme sevkedilecekler. 37. Ta ki Allah pisi temizden ayırsın, pisleri üst
üste koyup hepsini bir araya toplasın, sonra da cehenneme atsın. Onlar ziyan
edenlerin ta kendileridir. 38. İnkâr edenlere söyle, eğer yaptıklarına son
verirlerse geçmiş günahları bağışlanacaktır. Yaptıklarına devam ederlerse, daha
öncekilere geçmişte ne yapıldığı bellidir. 39. Fitne ortadan kalkıncaya ve
dinin tamamı Allah için oluncaya kadar onlarla savaşınız. Vazgeçerlerse
kuşkusuz Allah yaptıklarını görmektedir. 40. Yüz çevirirlerse biliniz ki Allah
sizin mevlânızdır, O ne güzel mevlâdır, ne eşi bulunmaz yardımcıdır! [45]
30.
Medine'ye hicret izni verilince birçok müslümanın oraya göç ederek yeni bir
yurt edinmeleri, kendi kabilelerinden olmayan kimselerle birleşip bütünleşmeleri,
Hz. Peygamberin de Medine'ye giderek müslümanların başına geçmesi; Medine'de
güçlenerek kendilerine zulmeden Mekkeliler'e karşı savaşması ihtimali
müşrikleri korkuttu. Probleme bir çare bulmak üzere Dârünnedve denilen meclislerinde
toplandılar. İleri sürülen şu teklifleri sırasıyla müzakere ettiler: 1. Daha
önce gelip geçmiş ve içinde yaşadığı topluluğa ters düşmüş şairlerden Züheyr ve
Nâbiga'ya yapıldığı gibi bunu da hapsedelim, bağlayalım, yiyecek-içecek vermeyelim,
ölüp gitsin. 2. Sürgüne gönderelim, bizden uzaklara gitsin, gittiği yerde ne
yaparsa yapsın, bizi ilgilendirmez. 3. Her kabileden bir genç seçelim, birlikte
gidip onu öldürsünler. Katiller bu kadar çok ve çeşitli kabilelere mensup
olunca onun kabilesi bunların hepsine karşı intikam savaşı açamaz, diyete razı
olur, onu da öderiz. Bu sonuncu teklif Ebû Cehil'den gelmişti. Tarihçilerin
kaydettiğine göre Necidli bir ihtiyar kılığına girerek müzakereye katılan
şeytan, birinci teklifi,"Gelip kurtarırlar", ikinci teklifi
"Gittiği yerde insanları, çekici kişiliği ile etkiler, taraftarlarını
çoğaltır, sonra gelip sizi mağlûp eder ve dilediğini yapar" diyerek tenkit
ve reddetti. Ebû CehiTin teklifini ise beğendi ve kabul edilerek uygulanmasını
telkin etti. Şeytanca olduğu için şeytana nispet edildiği anlaşılan bu teklif
oy birliği ile benimsendi. Ancak durum Resûlullah'a bildirildiği için o da
tedbir aldı, yatağına Hz. Ali'yi yatırdı, kendisi de kuşatma altındaki evinden,
Allah'ın yardımı ile kimseye görünmeden çıktı, Hz. Ebû Bekir ile birlikte
Medine'ye hicret etti[46].
Müşrikler Peygamberimizi tesirsiz hale getirmek için tuzak kurdular, o da
Allah'ın izin ve irşadı ile onların tuzaklarını bozdu. [47]
31. Kur'ân-ı
Kerîm defalarca müşriklere meydan okumuş[48],
Kitabın Allah'tan geldiğine inanmıyorlarsa bir benzerini yapmalarını istemişti.
Hz. Peygamber'i durdurmanın en kısa yolu bu meydan okumaya cevap vermek ve
Kur'an benzeri bir kitap ortaya koymaktı. Müşrikler bunu yapamadılar, ancak gerçeği
kabul edip teslim olmak yerine "yapmak İsteseydik yapardık" tavrı
içine girdiler. İçlerinden biri, İran'a yaptığı seyahatlerinde Acem destan ve
masallarını öğrenmiş bulunan Nadr b. Haris, hem üslûbu hem de içeriği
bakımından Ktır'an'la karşılaştırılması bile abes olan Acem masallarını ileri
sürerek "İşte Kur'an benzeri kitap, o da geçmişlerin masalı, bu da!"
dedi. Ancak masallar masal olarak kaldı, Kur'an ise on dört asırdır
milyonlarca insanın yoluna ışık tuttu, İslâm medeniyetinin omurgasını teşkil
etti[49]
32-33.
Müşrikler Kur'an'm gerçek bir vahiy ürünü ve Allah'ın kitabı olmadığı
konusundaki iddialarını, kitabın dili, İçeriği veya -farzı muhal- varsa
hatalarını ortaya koyarak kanıtlamak yerine, Allah'ın kanunlarına ve âdetine
aykırı taleplerde bulunma yolunu seçtiler. Planlarına göre bu talepleri yerine
gelmezse kitabın Allah'tan gelmediği, dinin de hak olmadığı ortaya çıkmış
olacaktı.
Allah İslâm'ı,
kıyamete kadar bütün insanlığa son bir çağrı olarak göndermişti. İnsanların,
İnanmadıkları takdirde helak olma korkusundan değil, mâkul buldukları ve
ihtiyaçlarına cevap verdiği için ona iman etmelerini istemişti. Bu ilâhî İrade
müşriklerin isteklerine ters düşüyordu, dilekleri hemen kabul edilemezdi. Bu
genel ilke dışında kısmen veya toptan imha eden felâketlerle cezalandırmayı iki
şey daha engellemekteydi: 1. Hz. Peygamber'in içlerinde, aynı topluluk ve şehir
içinde olması. 2. Müşriklerin inatlarından vazgeçerek tövbe etmeleri, hak dini
kabul ederek bağışlanmayı dilemeleri. Hz. Peygamber'İn dünyadan ayrılmasından
sınıra da ya kâfirlerin imana gelip tövbe etmeleri veya bunlann çocuklarının
hidayete gelmesi ihtimali açık bulunduğundan âyetteki istiğfar, fiilen
yapılanın yanın-ıIji "devamlı olan istiğfar ihtimali" olarak da
anlaşılmış, bu doğrultudaki bazı rivayetlere dayanılarak felâketlerle
cezalandırmanın hiç olmayacağı ileri sürülmüştür[50]. Ancak
müşriklerin gökten taş yağması veya kendilerini toptan imha edecek bir felâket
gönderilmesi dışında kısmen imha edecek felâketlerle veya başka şekillerde
cezalandırılmaları hem bu âyete hem de ilâhî irade ve âdete aykırı değildir.
Peygamberimiz Medine'ye göç edince müşrikler birinci güvenceyi kaybetmiş
oldular. Geriye iman ve tövbe kaldı, buna sarılanlar kurtuldular; inkârlarında
ısrar edenler ise dünyada yenilerek, esir düşerek, yaralanıp ölerek
cezalandırıldılar, âhirette de cehenneme girerek ceza göreceklerdir.
Bütün bu açıklamalar
peşin hükümle zihinleri perdelenmemiş insanları şu sonuca götürmektedir:
Kur'an Allah katından gelmiştir, bunu ispat etmek için gökten taş yağdırmaya
gerek yoktur. [51]
34-35. Mekke
döneminde indiği de rivayet edilen bu iki âyette müşriklerin Kabe ile
ilişkileri, ibadetleri ve taassupları hakkında önemli açıklamalar yapılmaktadır.
Çok eski zamanlardan beri var olan bu kutsal mekân ve bina; İnsanları hem dinî
hem de ticarî sebeplerle kendine çekiyor, birçok İnsanî ilişkiye zemin teşkil
ediyordu. Her şeyden önce bir mâbed olan Beytullah'ı ziyarete gelenler burada
özel ibadetler yapıyorlar, müşrikler Kabe'nin içine koydukları putlarına
tapınıyorlar, adaklar adayıp bunu yerine getiriyorlardı. Hz. İbrahim için
olduğu kadar onun neslinden gelen Hz. Muhammed aleyhisselâm ve müslümanlar İçin
de kutsal ve mübarek bir mekân olan Kabe'de müslümanlar da namaz kılmak, dua
etmek istediler. Müşrikler, bu durumun insanları etkileyeceğini, müslüman
olmalarını teşvik ve telkin edeceğini düşünerek yasak koydular, Hz. Peygamber
dahil birçok müs-lümana burada ibadet ediyor diye İşkence ve hakaret ettiler.
Kabe'nin bakım ve yönetim sorumlusu (âyet metnindeki karşılığına göre velîsi)
olmak büyük bir mazhariyet ve şerefti; ancak İslâm'a göre buna lâyık ve ehil
olmanın şartı takva sahibi olmaktı, Allah'ın cezasından korkmak, O'nun
kullarına eziyet etmemek ve O'nun evinde kendisine ibadet edenlere mani
olmamaktı. Müşrikler Allah'tan korkmadan, O'nun rızâsını gözetmeden müminleri
ibadetten menederek Kabe'ye hizmet şerefine lâyık olmadıklarını ortaya
koydular.
Müşrikler, Kabe
mescidinde özellikle Hz. Peygamber ve müminler ibadet ederken ıslık çalıp el
çırparak Beytullah'ın çevresinde dolaşmaya başlıyorlar, kendileri de ibadet
yapıyorlarmış görüntüsü vererek müminlerin ibadetlerini sabote edip huzurlarını
bozuyorlardı. Benimsediğimiz bu yoruma göre onların yaptıkları ibadet değil,
ibadet görüntüsü içinde bir engelleme hareketi idi. Yine turihî rivayetlere
dayanan bir başka yoruma göre ise Kureyş kabilesi bir imtiyıaz alameti olarak
Kabe'yi çıplak tavaf edip ıslık çalıyor ve el çırpıyorlardı; bu onların samimi
ibadetleri idi[52]
36-37. Bedir
Savaşı 'nda, başlarında Ebû Cehil olmak üzere on Kureyş zengini bizzat harbe
katılmanın yanında her gün birer deve keserek savaşçılara ikrara ediyorlardı,
buna rağmen yenildiler. Uhud Harbi'nde intikam almak istediler; Ebû Siifyân,
taşradan gelip Mekke civarına yerleşen gariban takımından (ehâbîş) 2000 kişi
kiralayarak savaşa sürdü, ancak bu savaşta da istedikleri sonuca ulaşamadılar;
çünkü bu savaşta, kendilerine ulaşan bilginin aksine Hz. Peygamber, Ebû Bekir
ve Ömer ölmemişlerdi. Arkadan Hendek Savaşı oldu, bu savaşta da Medine'yi günlerce
kuşatma altında tuttular, fakat sonuç alamadan bırakıp gittiler. Müslümanların
bütün istedikleri Allah'ın gösterdiği yolda yürümek, O'nun rızâsına uygun bir
hayat düzeni kurmaktı. Müşrikler ise bunu onlara çok görüyor, yollarını kesmek
istiyor, bu maksatla büyük harcamalar yapıyor, mal ve canlarından oluyorlardı.
Bütün bu fedakârlık ve harcamaların sonu hüsran oldu, yenildiler ve acı çektiler.
Sonunda iyi ile kötü, pis ile temiz, doğru yolda olanla yanlış yolda olan
birbirinden ayrıldı, herkes hür iradesi ile seçtiği yolda yürüdü. Bu yolun
sonu iyiler İçin Allah rızâsı ve cennet, kötüler için ise Allah'ın gazabı ve
cehennem oldu, bu her zaman da böyle olacaktır. [53]
38. Başka
dinden olan, farklı inanç taşıyan düşmanlar, müminlere karşı birtakım suçlar
işlemiş, zararlar vermiş olabilirler. İnkâr halinde yaşayan insanlar İslâm'a
göre günah olan birçok fiil işlemiş, kendi sistemlerine göre geçerli olan hukukî
tasarruflarda bulunmuş olabilirler. Bir gün Allah onlara hidâyet nasip ederse
daha önceki yapıp etmeleri ne olacaktır? Âyet bu soruya cevap veriyor: Allah onların
kâfir iken yaptıklarını bağışlayacaktır, İslâm'a girdikleri andan itibaren sabıka
kayıtlan silinecek, kendileri için beyaz bir sayfa açılacaktır. Fıkıhçıların bu
âyeti, ilgili başka âyet, hadis ve ilkelerle birlikte değerlendirerek
ulaştıkları sonuç da şöyledir: Allah kendi haklarını bağışlar, geçmiş
günahlarının temeli ve âmili olan İnkâr hali ortadan kalktığı için hidâyete
ermiş olan kulunu daha önce yaptıklarından sorumlu tutmaz. Kul haklarına
gelince bunların maddî bakımdan telâfisi yoluna gidilir, zararlar tazmin
ettirilir, haksız yoldan elde edilen mallar sahiplerine iade edilir,
tüketilmiş olanlar tazmin ettirilir. Âyetteki genel ifadeye bakarak inkâr
halinde işlenen her suçun, yapılan her kötülüğün müslüman olduktan sonra bağışlanacağını
söyleyen âlimler de olmuştur[54].
İnkâr halinde işlenmiş suç ve günahların hidâyete erdikten sonra silinmesi ve
hidâyeti seçen kimsenin dünyada da bunlardan sorumlu tutulmaması hükmü
ihtidfıyı teşvik bakımından büyük bir önem taşımaktadır. [55]
39. Ebû Bekir İbnü'l-Arabi'nin de isabetle
kaydettiği gibi[56] âyetin "fitne
ortadan kalkıncaya ve dinin tamamı Allah için oluncaya kadar..." kısmını
iki şekilde anlamak mümkündür. 1. "Dünyada veya bölgede hiçbir müşrik
kalmayıncaya ve herkes müslüman oluncaya kadar." 2. "Din ve vicdan
hürriyeti yerleşinceye, herkesin serbestçe dinini yaşaması imkânı doğuncaya ve
böylece hak olsun bâtıl olsun din seçimi ve dinî hayat baskıya değil, samimi
İnanca dayamncaya kadar. Biz ikinci anlayışı tercih etmiş ve savunmuş bulunuyoruz[57]
40. Müslüman
olmayanlar müslümanlann dîn özgürlüklerine dokunmadıkça ve yurtlarına
saldırmadıkça onlarla barış içinde yaşanır, hatta İnsanlık için hayırlı olan
faaliyetlerde iş birliğine gidilir. Onlar barışı bozar, haksız çıkar veya dinî
taassup gibi sebeplerle savaşmayı tercih ederlerse müminler de hukuku,
dinlerini ve yurtlarını korumak İçin savaşacaklardır. Bu savaşı hak için,
hürriyet için, erdem için yola çıkanlar kazanacaklardır; çünkü onların sığmağı,
dayanağı, dostu, yardımcısı Allah'tır; O'ndan güzel dost, O'ndan güçlü
yardımcı, O'ndan güvenli destek de yoktur. [58]
41. Allah'a ve hak ile
batılın birbirinden ayrıldığı gün, yani iki topluluğun karşılaştığı gün
kulumuza indirdiğimize iman etmişseniz biliniz ki ganimet olarak ele
geçirdiğiniz her şeyin beşte biri Allah'a, Peygamber'e, yakınlara, yetimlere,
yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Allah her şeye kadirdir. 42. İki
birliğin karşılaştığı şurada siz vadinin (Medine) daha yakın yamacında idiniz,
onlar ise daha uzak olan yamaçta idiler, kervan da sizden daha aşağıda
bulunuyordu. Eğer siz karşılaşma yeri ve zamanı hususunda anlaşma yapmaya
çalışlaydınız aranızda ihtilâf çıkardı; fakat Allah, olmasını murat ettiği
şeyi gerçekleştirmek için böyle yaptı, ta ki ölenin niçin öldüğü, yaşayanın
niçin yaşadığı da apaçık ortaya çıksın. Kuşkusuz Allah her şeyi işitir, her şeyi
bilir. 43. Allah rüyanda onları sana az olarak göstermişti, eğer onları sana
çok gösterseydi korkup çekinirdiniz, savaşma konusunda görüşleriniz çelişirdi,
fakat Allah korudu. Şüphe yok ki O kalplerin gizlediğini eksiksiz bilmektedir.
44.0, karşılaştığınız sırada da sizin gözünüzde onları az gösteriyordu, onların
gözünde de sîzi az gösteriyordu ki, Allah olmasını murat ettiği şeyi
gerçekleştirsin; zaten bütün işler Allah'a döner. [59]
41. Ganimet,
fey ve nefel kelimelerinin terim olarak neleri İfade ettiği konusu sûrenin 1.
âyetinin tefsirinde açıklanmıştı. "Ganîmet ile nefel (çoğulu enfâl) aynı
mânaya gelmektedir. "Arapça'da, nefel kökünden türemiş olup ona sahip olmayı
ifade eden bir fiil bulunmadığından bu âyette ganimet kelimesinden türemiş fiil
tercih edilmiştir" diyen müfessîrlere göre (İbn Âşûr, X, 6) ortada
"iki âyeti uzlaştırma" gibi bir problem vardır; çünkü sûrenin 1.
âyetine göre tamamı Allah'a ve Resulü'ne ait kılınan ganimetin burada beşte
dördünün savaşçılara, beşte birinin ise Allah'a ve Resulü'ne... ait olduğu
ifade edilmektedir. Müfessirlerin çoğu problemi nesih metodu ile çözmüş, daha
sonra geldiğini iddia ettikleri bu âyetin, birinci âyetle gelen hükmü
değiştirdiğini ileri sürmüşlerdir. Buna karşılık Mâlikî-ler'den Mâzerî ve onun
gibi düşünen birçok âlim ise Huneyn Savaşı ve Mekke'nin fethi sonrasında
yapılanları delil göstererek neshi reddetmişler, 1. âyetin hükmünün yürürlükte
olduğunu, Allah'a ve Resulü'ne ait bulunan ganimetin ne yapılacağına, nereye
sarfedileceğine Peygamber aleyhisselâm ve ondan sonra da devlet başkanlarının
karar vereceklerini, bu âyetin, karar yetkisinin kullanılış şekillerinden
birine örnek teşkil ettiğini ifade etmişlerdir (Kurtubî, VIII, 2-3). Hz.
Ömer'in İrak ve Suriye (Sevâd) topraklarında uyguladığı şekii istisna edilirse
tarih boyunca uygulama, müctehidler çoğunluğunun benimsediği "beşte
birini ayırdıktan sonra kalanı savaşçılara dağıtma" şeklinde olmuştur. [60]
42. Ebû
Süfyân, müslümanlann kervanı vurmak üzere yola çıktıklarını haber alınca
Bedir'den geçerek Mekke'ye ulaşan yolu terketmiş, rakımı daha düşük olan sahil
yoluna kaymıştı. Müslümanların mevzilendikleri yer iki cihetten sakıncalı idi:
a) Deniz tarafında korumalarıyla birlikte düşman kervanı, karşı tarafta ise Ebû
Cehil kumandasındaki düşman askerleri vardı; buna göre İslâm askerleri iki düşman
gücü arasında kalmış oluyorlardı, b) Mekkeliler'in daha önce gelerek mevzilendikleri,
Medine'ye daha uzak bulunan yer hareket için daha uygun, kumsuz ve sağlam
zeminli bir mekân olduğu halde, müslümanların mecburen mevzilendikleri yer
kumlu idi, hareket kabiliyetini zorlaştınyordu. Allah Teâlâ'nın bu savaşta
müslümanlara olağan üstü yardımları cümlesinden olarak kumu pekiştiren, ihtiyaç
duyulan suyu çoğaltan yağmur yağdı; bu yağmur karşı tarafın mevzilendiği mekânda
çamur yaptığı İçin onların hareketleri zorlaştı. Bir diğer ilâhî lütuf olarak
düşmanlar, müslüraanlan araya aldıklarının farkında olamadılar ve bir kıskaç harekâtına
teşebbüs edemediler.
Mevzilere geliş zamanı
ve yerleşmeleri konusunda önceden yapılabilecek hesaplar tutmamış, olanlar
düşünülebileceklerden daha hayırlı olarak tecelli etmişti; çünkü Allah,
müslümanların bu savaşta galip gelmesini murat ediyordu, O'nun istediği
olacaktı. Bunlara kendi aralarında veya karşı taraf ile müzakere yoluyla karar
vermeye kalkışsalardı elbette her kafadan bir ses çıkacak ve belki de karar,
müs-lüman tarafın zafer şansı bakımından isabetli olmayacaktı. Bu savaşta
Allah'ın yardımı ve desteği çok açıktı, bu açıklık kimin doğru yolda olduğuna,
Allah'ın rızâsına uygun davrandığına, kimin de yanlış yolda, Allah'ın rızâsına
karşı yürüdüğüne güçlü bir delil teşkil ediyordu. Bunca açık delili gördükten
sonra hâlâ gafletten uyanmayan, yanlış yoldan dönmeyen kimseler için mazeret
kalmamıştı; hak yolda savaşan ve ölen bunu biliyordu, bâtıl bir dava uğruna
savaşan ve ölen de bunu biliyordu, bilmeleri gerekiyordu ve Allah yaptıklarını
bunun için yapmıştı. [61]
43-44. Allah
hem bu savaşın olmasını hem de müslümanların yenmelerini istediği için bunun
maddî, stratejik ve psikolojik sebeplerini de hazırlamış ve yaratmıştır.
Savaştan önce Resûlullah rüyasında düşman askerlerin sayısının az olduğunu
müşahede etmişti. Rüyasım müslümanlara anlattı, fakat yorumlamadı. Dinleyenler
anlatılanı olduğu gibi, açık bir bilgi olarak değerlendirdiler ve düşmanın sayısının
az olduğunu anlayarak cesaret kazandılar. Halbuki rüya sembolik idi, yorumlanması
gerekiyordu. Rüyadaki azlık, sayıca azlığa değil, zayıflık ve moralsizliğe
delâlet ediyordu, ama Hz. Peygamber siyaseten rüyasını yorumlamadı.
Düşmanla fiilen
karşılaşma gerçekleşince İki mucizevî görüntü daha hâsıl ol du; bu defa
gerçekte sayılan çok olan düşman askerleri müminlere az göründü, mı yılan 300
civarında olan müslümanlar da müşriklere daha az gösterildi. Bu karşı lıklı
yanlış tespitler, gerçek dışı görüntüler, Allah'ın murat ettiği sonucun leşmesîne
yönelik bulunuyordu; müminleri olduklarından da az gören müşrikler savaşı
ciddiye almıyor, işe gerektiği gibi sarılmıyorlardı. 1000 kişilik tam donanımlı
müşrik ordusunu olduğundan daha az ve zayıf gören müminlerin de moralleri
güçleniyordu, hem imanları hem de gördükleri zulümden dolayı müşriklere
nispetle daha ziyade olan motivasyonları bir kat daha artıyordu.
Bütün bunlar Allah
murat ettiği için böyle oluyor; yani fevkalade hallerle müminlerin, ellerinden
geleni eksiksiz yapmalarına rağmen, yine de yardıma ihtiyaçları olduğunda,
tabii olguların üstünde ve onların yapıp yaratıcısı olan ilâhî irade,
insanların algılarını da sonucu etkilemeye elverişli olacak şekilde
değiştiriyordu. Böyle oluyordu; çünkü bütün işler O'na ait, O'na râci idi;
kendi başına olup biten hiçbir şey yoktu. [62]
45. Ey iman edenler!
Bir düşman birliği ile çatıştığınız vakit sebat ediniz ve Allah'ı çokça anınız
ki zafer sizin olsun. 46. Allah ve Resulü'ne itaat ediniz, birbirinize
düşmeyiniz, sonra zayıflarsınız ve zaferi elden kaçırırsınız. Sabrediniz,
kuşkusuz Allah sabredenleri sever. 47. Taşkınlık ve gösteriş yaparak insanları
Allah yolundan engellemek üzere yurtlarından çıkanlar gibi olmayınız; Allah
onların yaptıklarını kuşatmıştır. 48. O vakit şeytan onlara yaptıklarını güzel
göstermiş ve "Bugün insanlar arasında sizi yenecek kimse yoktur, ben de
sizin yanınızdayım" demişti. Ardından iki güç birbirini görünce hemen dönüş
yaptı ve "Şüphesiz ben sizden beriyim, kuşkusuz sizin görmediğinizi
görüyorum ve elbette Allah'tan korkuyorum, Allah'ın cezası çetindir"
dedi. 49.0 sıra münafık ve kalpleri çürük olanlar "Bunları dinleri aldattı"
diyorlardı. Oysa her kim Allah'a güvenir ve dayanırsa bilir ki O izzet ve
hikmet sahibidir. 50. Melekler, inkâr edenlerin suratlarına, arkalarına vura
vura "Tadın bakalım yangın azabım!" diyerek canlarını alırken bir görseydiniz!
51. İşte bu, ellerinizle yapıp ettikleriniz yüzündendir ve kuşkusuz Allah
kullara asla zulmedici değildir. 52. Firavun hanedanıyla onlardan öncekilerin
âdet haline getirdikleri gibi Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler, Allah da
onları günahları yüzünden yakalayıp cezalandırdı, Allah güçlüdür, azabı
çetindir. 53. Bu durum ise Allah'ın, bir topluluğa lütfettiği nimetini, onlar
kendilerini değiştirmedikçe değiştirmez olmasından ve Allah'ın her şeyi işitip
bilmesinden dolayı böyledir. 54. Firavun hanedanıyla onlardan öncekilerin
yapageldikleri gibi bunlar da rablerinin âyetlerini yalanladılar, biz de günahları
yüzünden onları helak ettik. Firavun hanedanını da suya gömdük. Bunların hepsi
hak hukuk tanımaz kimselerdi. [63]
45-46.
Bedir'de Allah'ın olağan dışı yardımlarıyla zafer kazanılmıştı; çünkü bu ilk
savaşta müslümanlann yenilmesi, İslâm'ın da tarih sahnesinden silinmesi
demekti. Müminlerin basan ve zaferleri böyle mucize yardımlarla sürüp gidemezdi.
İlâhî kural ve kanunlara (âdetullah); yani başarının objektif, herkes için
geçerli yol ve yöntemine göre hareket etmeleri gerekiyordu. Başarının altın
kuralları, bütün müminlere hitap eden bu âyetle ileride gelecek olan 60. âyette
şöyle sıralanmaktadır: Harekette sebat ve istikrar, Allah'ı devamlı anmak ve
asla unutmamak, Allah ve Resulü'ne itaat, birlik ve beraberliği korumak,
düşmana karşı caydırıcı güç edinmek, başarının gerektirdiği kadar hazırlıklı ve
sabırlı olmak. [64]
47. Müminler
için savaşıp yenmenin, çalışıp çabalayıp başarmanın saik ve gaye bakımından da
hukukî-ahlâkî sınırları vardır. Mümin neyi niçin yaptığını, kendi kazancının
kimden geldiğini, karşı tarafın kaybının meşru olup almadığını düşünmek, bilmek
ve buna göre hareket etmek durumundadır, Allah'a iman eden, İslâm ahlâkını
özümsemiş bulunan bir fert ve toplum, hak bâtıl, iyi kötü, adalet zulüm ayırımı
yapmadan ötekileri taklit edemez, onlara benzeyemez. Müşriklerin Bedir'e doğru
hareket etmeleri mallarını koruma zaruretine, dolayısıyla meşru savunma
hakkına dayanmıyordu; çünkü Cuhfe'ye geldiklerinde Ebû Süfyân'ın yol
değiştirdiği ve kervanı kurtardığı bilgisini almışlardı. Ebû Cehi] şımarıklık
ve kendini beğenmişlik psikoiojisiyle şöyle diyordu: "Bedir'e varıp orada
şarap içmeden, cariyelerin müzik icralarını dinlemeden, Muhammed'i yendiğimizi
duyurup yaymak üzere çevrede yaşayan Araplar'a, keseceğimiz develerle
ziyafetler vermeden dönmeyeceğiz"[65]. Ebû
Cehil kumandasında hareket eden müşriklerin müslümanları yenmek, varlıklarına
son vermek istemeleri, müminlerden kaynaklanan bir insanlık suçuna veya hak
tecavüzüne dayanmıyordu; müminler "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri,
inandıkları gibi yaşamak istedikleri İçin zulüm görüyorlar, işkence
çekiyorlardı; istenen onları Allah yolundan döndürmekti, tevhide giden yolu
tıkamaktı. Müminler böyle böbürlenme, şımarma, çalım satma, gösteriş ve
taşkınlık yapma gibi ham ve erdem dışı duygu ve saiklerle çalışamaz ve
savaşamazlardı, onların savaşlarının hedefi de ancak herkes için hakkın, adaletin,
din ve vicdan hürriyetinin gerçekleşmesi olabilirdi. [66]
48,
Müşrikler Kinâne kabilesi ile savaş halindeydiler, müslümanlara karşı da bir
savaş açtıklarında onlar tarafından arkadan vurulma tehlikesi vardı, bu sebeple
tereddüt içinde kalmışlardı. Kervanı kurtarmak üzere yola çıktıklarında bu korkuyu
yaşıyorlardı. Yolda aynı kabilenin ileri gelenlerinden Sürâka b. Mâlik ve
adamları ile karşılaştılar. Sürâka kendilerine "Bugün sizi yenecek bir güç
yoktur, Kinâne adına da ben size teminat veriyor ve yanınızda yer
alıyorum" dedi. Bu söz üzerine cesaretleri artan müşrikler Bedir'e doğru
sefere devam ettiler. Müslümanlara yaklaşıp kuvvetler birbirini görünce
Sürâka, gördüklerinden ve daha önce verdiği bir sözü hatırlamasından dolayı
korktu, pişman oldu; -o zamanki şeref ve himaye sözleşmesine sadakat anlayışı
böyle gerektirdiği için- açıklama yaparak müşrikleri terketti. Şöyle ki:
Sürâka, hicret esnasında Hz. Peygamber'in başına konan 100 develik ödülü
kazanmak İçin onu yakalayıp müşriklere teslim etmek üze-u1 yola çıkan, başına
gelenlerden sonra bundan vazgeçen kişi idi. Hicret yolcula-rma yaklaştığı
sırada bir mucize meydana gelmiş, önce atı tökezlemiş ve kendisi ılr düşmüş.,
ısrar edince atın ayakları kuma gömülmüş, bunun üzerine korkuya ka pılarak Hz.
Peygamber ile karşılıklı bir himaye ve sadakat sözleşmesine razı olmuştu.
Sürâka'nın müşriklerden desteğini çekmesinde bu sözleşmeyi hatırlaması da
etkili olmuştur. Sürâka daha sonra, Mekke'nin fethinde İslâm'la müşerref olmuştur[67].
Sürâka'nın yaptıklarının, bu savaşta Allah'ın müstesna yardımları
doğrultusunda iki önemli tesiri olmuştur: a) Müşriklerin Bedir'e yönelme konusundaki
tereddütlerini gidermiş, dönmelerini engellemiştir, b) Savaş kaçınılmaz hale
geldikten sonra da geri çekİ-terek düşmanın moralini bozmuştur.
Müfessirlerin bir
kısmı, İbn Abbas'ın yorumuna dayanarak bu olayın doğrudan ve gerçek mânada
faili olarak şeytanı göstermişler, "Şeytan Sürâka suretine girerek bunları
yaptı" demişlerdir. Bu da mümkün olmakla beraber bize göre burada mecazî
bir anlatım vardır. Şeytanın insanları etkilemesi için insan suretine girmesi
gerekmemektedir. Onun hem insanlar arasında temsilcileri vardır hem de -deyim
yerindeyse- her insanın içinde bir melek ve bir şeytan mevcuttur. Şeytan önce
Sürâka'yı etkileyerek müşriklere destek vermeye sevketmiş, sonra bu savaşta
Allah'ın müstesna yardımlarını görünce kendisinin de bundan zarar görebileceğini
anlamış, korkup çekilmiş, bu sırada Sürâka da aklım başına devşirmiştİr. [68]
49.
Münafıklarla kalpleri çürük, hastalıklı olanlar aynı kişiler değildir. Burada
kalbin çürük olup olmaması iman ile ilgilidir. Münafık, içinden samimi olarak
inanmayan, kâfir olan kimsedir, böyle olanlara kalbi iman bakımından çürük, hastalıklı
denemez. Kalbi çürük olanlar, inkârları zayıflamış olmakla beraber iman da
edememiş bulunan, ikilemde kalmış olan kimselerdir. İşte müminlerin çevresinde
bulunan bu iki grup, güçlü müşrik ordusuna karşı savaşmaya kalkıştıklarını
görüp işitince onları kınamış, eleştirmiş, "dinlerinin kendilerine yaptığı
telkine uyarak ölüme atıldıklarını" söylemişlerdi. Bunlar Allah'ın gücünü,
olağan dışı yardımım, O'na güvenenlerden esirgemediği desteğini bilmiyorlardı.
Asıl sapık ve gevşek inancın aldattığı kimseler kendileriydi. [69]
50-51. Hak
dîni İnkâr edenlerin cezası kısmen dünyada, sonra can verirken ölüm
meleklerinin elinde, nihayet kıyametten sonra ateşe atılarak cehennemde verilmektedir,
"...bir görseydin!" ifadesi, olup bitenlerin dehşetine, görenleri
şaşkınlık içinde bırakacak cinsten olaylar olduğuna işaret etmektedir. Bu
cezaların hiçbiri, kulun mazeretsiz kusuru, suçu ve günahı olmadan Allah'ın
verdiği cezalar değildi, hepsi hak edilmişti, Çünkü Allah zulümden
münezzehtir; uyarmadan, kendini düzeltme imkânı vermeden hiçbir kulunu
cezalandırmaz. [70]
52,
Müşriklerin Allah'ın âyetlerini inkâr ettikleri, hak hukuk tanımadıkları,
hasılı serbest iradeleriyle yaptıkları yüzünden cezalandırılmaları yeni ve
onlarıı mahsus bir olay da değildir. Firavun hanedanı ve ondan önce gelip
geçenler de[71] aynı şekilde
davrandıkları için cezalarını görmüşlerdir. [72]
53. Yukarıda geçen uygulama örneklerinden sonra burada
genel bir kural, ilâhî bir âdet açıklanıyor: Allah'ın kullarına sayısız
nimetleri vardır, bunları baştan vermesinin veya esirgemesinin de ilâhî adalet
ilkesiyle çelişmeyen hikmet ve sebepleri mevcuttur. Ancak Allah verdiği bir
nimeti durup dururken, nimete maz-har olan kulda bir değişiklik meydana
gelmeden geri almaz, zıddı İle değiştirmez. Önce insanlar, Allah'ın hoşnut
olmadığı bir şekilde değişirler, öz değerlerine yabancılaşırlar, ellerindeki
nimetin şükrünü yerine getirmez, onu gerektiği yerde, gerektiği gibi
kullanmazlar, şımarırlar, nimetlerin Allah'ın lütfü ile ilişkisini unutur,
kerameti kendilerine mal ederler; güç, servet, ilim, iktidar gibi ilâhî
nimetleri zulüm için kullanırlar... İşte böyle de|işen ve bozulan insanların
elinden nimet, onu veren Allah tarafından almır ve yerine zıddı (felâket,
mahrumiyet, sıkıntı) verilir. [73]
54. Yukarıda
(52. âyet) müşriklere yönelik bir uygulamanın tarihî örneği verilmişti. Bu
âyet ise genel kuralın, ilâhî âdetin, tarihte olup biten bazı Örnek ve uygulamalarını
hatırlatmaktadır.
Âyetlerden
anlaşıldığına göre sosyal değişim daima düz bir çizgide ve ileriye veya önce
ileriye sonra geriye doğru seyretmez. Allah'ın sünnetine (koyduğu kanunlara)
göre değişimin belirleyici âmili ne tarihtir ne de insan İradesi dışında bir
başka sebeptir. Fert ve toplum olarak insanlar kendi iradeleriyle inanç, ahlâk
ve zihniyet bakımından değişirler. Bu değişme üst yapıda, kültür ve medeniyette
de değişmeler meydana getirir, değişim kemale doğru da zevale doğru da
olabilir, değişimin ilâhî kanunu ve kuralı budur. [74]
55. Allah katında
canlıların en kötüsü, inkâr eden ve bir daha da imana gelmeyenlerdir; 56.
Kendileriyle antlaşma yapıldığı halde, her defasında Allah'tan korkmadan
yaptıkları antlaşmayı bozanlardır. 57. Savaş esnasında eline düşerlerse onlara
yaptığınızla geridekileri ürküt ki belki akıllarını başlarına devşirirler. 58.
Eğer bir topluluğun antlaşmayı bozacağından endişe edersen antlaşmayı derhal
sona erdirdiğini onlara açıkça bildir. Allah ahdini bozanları asla sevmez. 59.
İnkâra sapanlar sakın yakayı kurtardık sanmasınlar; çünkü ne yapsalar
kurtulamayacaklardır. 60. Allah'ın ve sizin düşmanlarınızı ve onların
gerisinde olnp sizin bilmediğiniz, ama Allah'ın bildiklerini korkutup caydırmak
Üzere, onlara karşı elinizden geldiği kadar güç ve savaş atları hazırlayın.
Allah yolunda harcadığınız her şeyin karşılığı, zerrece haksızlığa
uğratılmadan size tastamam ödenecektir. [75]
55-57.
Allah'a göre iyi veya kötü fiilleri olan canlıların en kötüsü, en âdi ve
aşağılık olanı, İnkâr eden, bu şekilde yaşayan ve bir türlü imana gelmeyen,
yaptıkları antlaşmaya, verdikleri söze sadık, kalmayan, hiçbir şeyden
çekinmeyerek her defasında sözünden dönen kimselerdir.
Müşrik, münafık ve
yahudilerden bazı grup ve kabileler Hz. Peygamber'le saldırmazlık, hak ve
hukuka saygı, düşmanla iş birliği yapmama gibi konularda antlaşmalar yapıyoT,
sonra da bunu bozuyorlardı. Meselâ yahudilerden Benî Kay-nuka, antlaşmaya
aykırı olarak, bölgelerinde alış-veriş yapmaya gelen bir müslü-man kadına
tacizde bulunmuşlar, kadın yere düşüp mahrem yerleri açılınca da gülüşüp
eğlenmişlerdi. Orada bulunan bir müslüman sataşan yahudiyi öldürdü, diğerleri
de müslümanı öldürdüler. Bedir'le Uhud savaşları arasında meydana gelen bu olay
üzerine müslumanlar, Benî Kaynuka'ya karşı harekete geçtiler. Yine münafıkların
reisi Abdullah b. Übey adamlarıyla beraber Uhud Harbi'nde müslüman-ların
safında yer almış, sonra askerlerin üçte bîrini teşkil eden gücünü geri çekerek
müslümanlara zarar vermişti[76]. Allah'tan
korkmayanları cezalandırmak ve geride kalanlar için de caydırıcı bir örnek
oluşturmak üzere sert tedbirler alınmış, savaşta yakalanmaları halinde aman
verilmemesi istenmiştir. [77]
58. Bir
topluluğun sözleşmeyi bozarak müslümanlara karşı hareket etmeleri ihtimali her
zaman mevcuttur. Yalnızca bu ihtimal sebebiyle sözleşmeyi bozmak gerekmez.
"Endişe edersen" şeklinde çevirdiğimiz fiilin kökü olan havf
"korkmak" demektir ve burada korkudan maksat, zayıf ihtimale, delilsiz
zanna, kuruntuya bağlı korku değil, gerçek haber ve istihbarata dayanan
korkudur, gerçekleşme ihtimali çok güçlü olan tehlikedir. Böyle bir durumda
düşmanın sözleşmeyi bozarak saldırmalarım beklemek zararlı olabileceği için
müslümanlann önce davranarak antlaşmayı bozmalarına izin verilmiş, ancak bu da
bir şarta bağlanmıştır. Mealde "apaçık" diye tercüme edilen şart,
"adalete riayet ederek, belli bir süre vererek" şeklinde de
anlaşılmıştır[78]
60. Allah'ın
âdet ve kanunlarına göre zafer ve başarının şartlarını açıklayan âyetler
(45-46) içinde bu âyete de işaret edilmişti. İslâm'a göre savaş gücüne sahip
olmaktan, savaş için hazırlanmaktan maksat, dinleri başka da olsa Fiilen savaşarak
insanları öldürmek olmayıp onların maddî ve mânevi olarak kendilerine ve
başkalarına zarar vermelerini engellemektir. Bu da, düşmandan daha güçlü olmakla
mümkündür. Sağduyusunu yitirmemiş olan topluluklar, ortada zaruret bulunmaksızın
kendilerinden daha güçlü bir topluluğa saldırmazlar. "Hazır ol cenge eğer
ister isen sulhu salâh" şeklinde manzumlaştınlmış bulunan bu İlke, barışın
ancak, bunu isteyenlerin caydırıcı güce sahip olmaları sayesinde
gerçekleşebileceğini ifade etmektedir. Âyetin bu kısmı evrensel bir gerçeği
dile getirmektedir. Buradaki "Savaş atlan" ve bazı sahih hadislerde[79] teşvik
edilmiş bulunan okçuluk ve atıcılık İse tarihî şartlar içinde yapılmış bir
tavsiyedir, bir semboldür. Bunun günümüze yansıyan anlamı ise "en uygun,
maksadı gerçekleştirmede en etkili olan silahlar ile diğer araç gereçler,
askerî eğitim, savunma ve savaş stratejisi gibi savunma ve zafer için gerekli
olan her türlü askerî güç ve imkanlar" demektir. [80]
61. Eğer barışa
yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah'a güven; O her şeyi işitendir ve bilendir.
62. Seni oyuna getirmeye kalkışırlarsa kuşkusuz Allah sana yeter; yardımıyla ve
müminlerle seni destekleyen O'dur. 63. Müminlerin gönüllerini birleştiren de
O'dur. Dünyanın bütün servetini harcasaydıniz onların gönüllerini
birleştiremezdiniz, fakat Allah onların aralarını düzeltti. O i/zet ve hikmet
sahibidir. [81]
61. İslâm'ın
savaştan amacının ne olduğu bir de bu âyet vesilesiyle açıklanmış olmaktadır:
Zulmü ve saldın ihtimalini ortadan kaldırmak, meşru savunmada bulunmak. Bu
zaruretler yüzünden başvurulan savaş, karşı tarafın zulüm ve saldırıdan
vazgeçerek barışa yönelmesiyle gereksiz hale geleceği için buna olumlu cevap
verilmesi, barışmak isteyenle banşılması emrolunmuştur. 39. âyetin tefsirinde
de açıklandığı üzere savaş ve barışla ilgili âyetleri bîr bütün halinde
değerlendirerek genel bir sonuç çıkarma konusunda müfessirler görüş ve söz
birliğine ulaşamamışlardır. Savaşın amacını, dünyada müşrik kalmaması veya
müminlerin dünyaya hâkim olmaları olarak anlayanlara göre bu ve benzeri
âyetlerin hükmü, sonradan gelen şu âyetlerle kaldırılmıştır: Müşriklerin
yakalandıkları yerde öldürülmelerini (et-Tevbe 9/5) veya Ehl-i kitaba karşı,
onlar İslâm'ı kabul edinceye ya da İslâm devletine boyun eğerek cizye ve haraç
vermeye razı oluncaya kadar savaşümasını (et-Tevbe 9/29) isteyen âyetlerle,
keza "Siz üstün durumda iken düşmanı barışa çağırarak gevşeklik
göstermeyin" (Muhammed 47/35) mealindeki âyetle neshedil-miştir. Bu
anlayışa karşı Ebû Bekir İbnü'l-Arabî'nin (II, 875 vd.) ve Cessâs'ın (III, 68)
dile getirdikleri görüş şöyledir: Nerede bulunurlarsa öldürülecek olan müşrikler
Arabistan kıtasında o zaman yaşayan ve müslümanlann kökünü kazımaya azmetmiş
bulunan müşriklerdir. Âyetlerin devamlı olan hükümlerinin bunlarla alâkası
yoktur. Savaş ve barış müslümanlann güçlerine, menfaatlerine ve dinin amaçlarına
bağlıdır. Buna göre savaşmak, teklif ederek veya karşı tarafın teklifini kabul
ederek barış yapmak, barış karşılığında bir şey almak veya vermek caizdir.
Ayetler birbirini neshetmemiş, duruma göre nasıl hareket edileceğini
göstermiştir. Nitekim Peygamberimiz de buna göre davranarak Medine'ye
geldiğinde bazı yahudi ve müşrik gruplarla barış antlaşması yapmıştır; keza
Mekke müşrikleriyle Hudeybiye Antlaşmasını yapmış, karşı tarafın antlaşmayı
bozarak -müslümanlarla ortak savunma antlaşması yapmış bulunan- Huzâa
kabilesine savaş açmalarına kadar barışa sadık kalınmıştır. Yine, Necran
hıristiyanlanyla barış antlaşması imzalamıştır. Müslümanlar Ehl-i kitaba ya
İslâm ya cizye, yanmada müşriklerine ise "ya İslâm ya bölgeyi terk veya
Ölüm" teklif etmişlerdir. "Savaş ve bansın güç, fayda ve amaç
esaslarına göre yürütülmesi, bu konuda Ehl-İ kitap müşrik farkının
gözetilmemesi" hükmünün uygulamasına ilk halifeler döneminde de devam
edilmiştir. [82]
62-63.
Düşmanın iyi niyetli ve samimi olmaması, bir oyun, bir taktik olarak banş
istemesi de mümkündür. Buna rağmen şartlar uygun düştüğünde banşa yanaşmak,
oyun ihtimali karşısında da Allah'a güvenmek gerekmektedir. Burada Allah'a
güvenmek, bilerek oyuna gelmek mânasını içermiyor, şartlar gerekli ve faydalı
kıldığında barışa karar verirken zayıf olan, vehim derecesinde kalan olumsuz
ihtimallere kulak asmadan Allah'ın izin ve emrine dayanıp güvenmeyi ifade ediyor.
Bu güven duygusunu geliştirmek üzere de iki ilâhî lütuf hatırlatılıyor: a) Allah'ın
hicret esnasında, Bedir'de vb. durumlarda vâki mucizevî yardımları; b) Medine'de
yaşayan ve daha önce birbirine düşman olan Evs ve Hazrec kabileleri müslüman
olunca onların gönüllerindeki düşmanlık, kin ve intikam duygularını gidererek
yerine sevgi, dayanışma ve kardeşlik duygularını ikame etmesi. [83]
64. Ey Peygamber! Sana
tâbi olan müminlerle beraber Allah sana yeter. 65. Ey Peygamber! Müminleri
savaşa teşvik et! Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa inkâr edenlerden iki
yüz kişiyi yener, sizden yüz kişi olursa bin kişiyi yener; çünkü onlar
yaptıklarının bilincinde olmayan bir topluluktur. 66. Allah sizde bir zayıflık
olduğunu bildi de şu andan itibaren yükünüzü hafifletti. Artık sizden sabırlı
yüz kişi olursa Allah'ın izniyle iki yüz kişiyi yener, sizden bin kişi olursa
iki bin kişiyi yener. Allah sabredenlerle beraberdir. 67. O yerde gerekli
temizliği yapıp hâkimiyetini kuruncaya kadar bir peygamberin esirlerinin
olması uygun değildir. Siz geçici dünya varlığını istiyorsunuz,
oysa Alkili »ilinti
isliyor; Allah izzet ve hikmet sahibidir. 68. Allah'ın daha önceden yazılını!}
bir hükmü olmasaydı elde ettiğiniz menfaat sebebiyle size büyük bir azap
dokunurdu. 69. Artık aldığınız ganimetten helâl ve hoş olarak yiyiniz, Allah'a
itaatsizlikten sakınınız, Allah son derecede bağışlayıcı ve esirgeyicidir. 70.
Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere şöyle de: "Eğer Allah sizin
kalplerinizde bir düzelme görürse sizden alınandan daha iyisini size verir ve
sizi bağışlar." Allah engin rahmet ve mağfiret sahibidir. 71. Eğer sana
hıyanet etmek istiyorlarsa biliniz ki onlar, daha önce de hainlik ettiler,
Allah da onları elinize düşürdü; O yaptığını bilerek ve yerinde yapmaktadır. [84]
64.
"Allah'ın yeter olması" 62. âyette Peygamberimize Özel, burada ise
onunla birlikte ümmete genel olarak zikredilmiş, bu yeterlilikle Allah'ın
yardımına güven duygusunun genelleştirilmesi murat edilmiştir.
".,. Müminlerle
beraber Allah sana yeter" İfadesi iki türlü anlamaya müsaittir: a) Allah
sana da onlara da yeter, b) Müminler ve Allah sana yeter. Her iki mânaya göre
de Allah, Hz. Peygamber ve ashabına moral ve güvence vermekte, Allah'ın nzâsı
yolunda savaştıkları sürece zaferin kendilerinde olacağını müjdelemektedir. [85]
65-66.
Savaşın amacı ne kadar meşru, hatta kutsal olursa olsun yine de istenmeyen,
korkulan, acı ve ıstıraplara sebep olan bir harekettir; bu sebeple savaşanların
maddî-manevî teşvike ihtiyaçları vardır. Peygamberimiz savaşlarda bunu yapmış,
Allah'ın gazilere, şehidlere vaad ettiği muhteşem ödülleri hatırlatarak askerlerine
şevk vermiştir. Bu sünnet o günden bugüne bütün İslâm ordularında uygulanmış,
kumandanlar askeri coşturmak için mehter gibi mûsiki dahil değişik yöntemlere
başvurmuşlardır.
Tefsirlerde bire on
savaşma yükümlülüğünün bire iki nispetine indirilmesi konusunda Bedir Savaşı
gibi bazı olaylara atıf yapılmış ve 66. âyetin bir öncekini neshettİğinden söz
edilmiştir. İbn Abbas'm bir yorumuna[86] dayanan
Ebû Bekir İbnü'l-Arabî'ye göre (II, 877), Bedir dahil hiçbir zaman sahabe bire
on savaşmamıştır. Bu âyet bir olaya bağlı olmaksızın bir mümine, on düşmana
karşı olsa da savaşmasını, bu şart içinde dahi savaştan kaçmamasını farz kılmış,
sonra farz olma hükmü kaldırılmıştır (savaştan kaçmanın hükmü için bk. 16.
âyetin açıklaması). Kurtubî'rün şu açıklaması, İslâm âlimlerinin nesih
anlayışları bakımından da ilgi çekicidir: "İbn Abbas'tan gelen rivayet
bunun farz olduğunu gösteriyor. Sonra bunun müminlere ağır geldiği sabit olunca
farz, bir kişinin iki kişi karşısında sebat etmesi yükümlülüğüne indirildi.
Böylece müminlerin yükleri hafifletildi, yüz kişinin iki yüz kişi karşısında
kaçmaması farz kılındı. Buna göre, yapılan bir hafifletmedir, nesih değildir ve
bu anlayış güzeldir. Maamafih Kadı İb-nü't-Tayyib, 'Bir hüküm tamamen ortadan
kaldırılmasa bile aslında veya niteliklerinde bir değiştirme yapılmasına da
nesih denebilir; çünkü bu takdirde ikincisi, birincinin aynı değildir'
demiştir" (VIII, 45). Bize göre bu iki âyet ortaklaşa şunu ifade
etmektedir: Gerektiği ve kaçınılmaz hale geldiği zaman bire on bile
savaşı-labilir; karşı tarafı savaşa iten sebep ve saiklerle müminlerinki farklı
olduğu için bu bilinç farkı gücü ve dayanmayı (sabrı) etkiler, Allah rızâsı
için savaşan ve şe-hid olduğu takdirde kendisini dünyadakİnden daha mutlu bir
hayatın beklediğine inanan müminlerin gücü on katına çıkar ve Allah'ın İzniyle
zafer kazanılabilir. Bu iman ve bilinç zayıfladıkça güç de azalır. Ancak
müminlerle kâfirlerin, hak yolunda savaşanlarla ona karşı savaşanların, maddî
güce eklenen manevî güçleri bire ikiden aşağı düşme/., Müminler güç dengesi
hesabını yaparken terazinin kefesine bu moral güç farkını da koymalıdırlar. [87]
67-69, Bedir
Sııvaşı'nda yeinıiş kadar düşman savaşçısı esir alınmıştı. Bunlar İslâm'ın
düşmanı ve tmıın mensuplarını yok etmeyi amaç edinmiş kimselerdi. Savaşta
öldürülmeleri İmlimle yapabilecekleri kötülükler engellenmiş, İslâm düşmanlarının
sayısı azaltılmış nliiaıktı. Ilıma rağmen müslüman savaşçılar onları
öl-dürmeyip esir aldılar. İbn Hişânı'ın verdiği bilgiye göre (Stre, II, 269)
Peygamberimiz, amcası Abbas, Ebü'l-Buhtürî gibi ba/.ı isimleri sayarak
bunların istemeden Bedir'e geldiklerini bildirmiş ve öldürül memelerini
istemişti. Bazı sahâbîlerin düşmanı öldürmek yerine esir almalarında bu işleğin
de etkili olduğu anlaşılmaktadır. Harp bitip ganimet ve esirlerin ne yapılmağı
konusunun görüşülmesi başlayınca esirler hakkında iki görüş ortaya çıktı.
Meselenin bundan sonrasını Müslim'in naklettiği bir hadisten takip edelim. Hz.
Ömer anlatıyor: "Hz. Peygamber, Ebû Bekir'e ve bana, 'Bu esirler hakkında
düşünceniz nedir?' diye sordu. Ebû Bekir, 'Bunlar amca ve akraba çocuklarıdır,
onlardan fidye almanı uygun görüyorum. Böylece fidye kâfirlere karşı bize güç
olur, belki Allah'ın hidayetiyle ileride müslüman da olurlar' dedi... Ben de,
'Doğrusu ben Ebû Bekir gibi düşünmüyorum. Bana göre, kellelerini uçurmamız için
bize izin vermelisin; Ali, Akil'İn, ben de filan yakınımın kafasını keselim,
çünkü bunlar kâfirlerin öncüleri ve ileri gelenleridir' dedim. Resûlullah,
benim değil de Ebû Bekir'in görüşünü tercih etti. Ertesi gün yanlarına geldiğimde
ikisini de oturmuş ağlar halde buldum ve 'İkiniz niçin ağlıyorsunuz?'; diye
sorduğumda Resûlullah, 'Arkadaşlarının, fidye alarak başıma getirdikleri
yüzünden!' dedi ve (yakındaki bir ağacı göstererek) 'Cezayı kendilerine şu
ağaç kadar yaklaşmış gördüm' buyurdu" (Müslim, "Cihâd", 58),Esir
alınmadan bütün düşmanların öldürülmesi hükmü şüphe yok ki tarihî şartlara
bağlı bir zaruretten, İslâm'ı koruma amacından kaynaklanıyordu, yoksa Allah'ın
devamlı hükmü bu değildi. Savaşta gerekirse esir de alınacaktı, sonra bunlara
adalete uygun şekilde İşlem yapılacaktı (Muhammed 47/4). Allah'ın devamlı ve
yazılı hükmü (metne göre kitabı) bu idi. Nitekim 69, âyet bu genel hükmü İfade
ediyor, aldıkları ganimeti gönül rahatlığı ile yiyebileceklerini bildiriyordu.
Müslümanları uyarmasının, hatta kınamasının sebebi, bu savaşa mahsus olmak
üzere gerekeni yapmamaları ve belki içlerinden bazılarının geçici dünya
varlığım isteyerek, yani akrabalık bağının verdiği duyguların etkisinde kalarak
veya esir edinmenin sağlayacağı nüfuz ve hakimiyet arzusuna kapılarak dinlerini
ve canlarını tehlikeye atmalarıydı. Bu hatalarına rağmen ceza görmemeleri hem
genel geçer hükmün böyle olacağından ileri geliyordu hem de Allah'ın âdetine
göre "kanunsuz, uyarısız suç ve ceza yoktu". Ayrıca Bedir Savaşı'na
katılanların bütün günahlarını bağışlayacağını da vaad etmişti. [88]
70. Peygamberimizin amcası Abbas gibi bir kısım
esirler gizlice müslüman olmuşlardı, bir kısmının İslâm'a meyli vardı. Bazıları
savaşa razı değildi, ar veya zor belâsı gelmişlerdi, bazıları da amansız İslâm
düşmanıydılar, söz verseler bile buna sadık kalmayacak, ilk fırsatta yine
müslümanlara karşı hareket edeceklerdi. Bağlı olarak Medine'ye getirilen,
içlerinde Hz. Peygamber'in, sabaha kadar iniltisini duyduğu için uyuyanıadığı
amcasının da bulunduğu esirler perişandı. İç dünyaları bakımından hepsi aynı
muameleyi hak etmiyordu; dışa vuran halleri, savaşçı konumlan bahmmdansa
hepsine eşit davranmak gerekiyordu. Fidye karşılığı salınmalarına karar
verilince Resûlullah, amcası Abbas'a kendisinin ve bazı yakınlarının
fidyelerini vermesini teklif etti. Amcası bu kadar meblağa gücünün yetmeyeceğini,
verirse yoksul, dilenci durumuna düşeceğini ileri sürünce ona yakında başka
servetlere kavuşacağı müjdesini verdi ve âyetin "sizden alınandan daha
iyisini size verir ve sizi bağışlar" şeklinde çevrilen kısmını okudu. Hz.
Abbas müslüman olduktan sonra bu olaya atıf yaparak "Allah bana maddî
olarak, ödediğim fidyeden daha fazlasını lütfetti; ikinci vaadi günahlarımı
bağışlamaktı, onu da umuyorum" demiştir[89]. Bu
yoruma göre Allah'ın vereceği daha hayırlı karşılık mal ve bağışlama
olmaktadır. Bu karşılığı iman olarak anlayan müfessİrler de vardır. Gizli iman
taşıyanlar bakımından Allah'ın vereceğini, dünyada mal, âhirette ödül olarak
anlamak da mümkündür. [90]
71. Esirler
salınırken kendilerinden, bir daha müslümanlar aleyhine hareket etmeyeceklerine
dair söz alınırdı. Erdemli kişilerin sözlerinde durma ihtirmıli yük sek olduğu
için bunun da bir faydası vardı, Ancak bir kısmının yine müslümanlar aleyhine
mücadele vermesi ihtimali yok değildi. Gerçekleşmediği halde böyle bir ihtimal
var diye ele geçen esirleri öldürmek, "Allah'a kulluk ve O'nun
yarattıklarına şefkat" dini olan İslâm'a yakışır mıydı! Kur'an'ın bu
soruya verdiği cevap açıktır: Vehim ve ihtimale dayanılarak insan hakları
çiğne-nemez. Yaşama hakta bunların başında gelir. Hıyanet ihtimali
gerçekleşirse hainler er geç yine yakalanır ve hak ettikleri cezayı görürler. [91]
72. İman edip de
hicret edenler, malları ve canlarıyla Allah yolunda ci-had edenlerle onları
bağırlarına basıp yardım edenler birbirlerinin yâr ve yakınıdır. İman edip de
hicret etmeyenlere gelince, göç edinceye kadar onlara karşı, yakınlık sebebiyle
hiçbir sorumluluğunuz yoktur. Sizden, dinlerini korumak için yardım
isterlerse, aranızda antlaşma bulunan bir topluluğa karşı olmamak üzere yardım
etmeniz gerekir. Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir. 73. İnkâr edenler de
birbirlerinin yakın ve yardımcılarıdır. İlişkilerinizi böyle kurmazsanız
yeryüzünde bir fitne, büyük bir bozulma olur. 74. İman edip de hicret edenler,
Allah yolunda cihad edenlerle onları bağırlarına basanlar ve yardım edenler
var ya işte gerçek müminler onlardır; bağışlanma onlar için, büyük lütuf onlar
içindir. 75. Daha sonra iman edenler, hicret edip sizinle beraber cihad
edenler, işte bunlar da sizdendir. Aralarında rahim bağı bulunanlar Allah'ın
hükmüne göre birbirlerine daha yakındır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir. [92]
72-73.
Hıırada "yâr ve yakınlar"7 diye tercüme edilen evliya kelimesi
"vely" mastarından gelen velî isminin çoğuludur. Bu kökten gelen
"vilâyet" şeklindeki okunuşun yönetim ilişkisini, "velayet"
şeklindeki okunuşun ise fert ve gruplar arasındaki yakınlık, dayanışma, taraf
ve yardımcı olmayı ifade ettiği hususunda daha önce birkaç yerde açıklama
yapılmıştı[93]. Bazı müfessirler burada
açıklanan velayet ilişkisinin mirasla alâkalı olduğunu ileri sürmüşlerse de
âyetlerin geniş kapsamlı olduğu açıktır. Çeşitli asırlarda, kültürlerde
coğrafya ve topluluklarda toplumu birleştiren, kaynaşma ve dayanışmayı sağlayan
temel bağlar farklı olmuştur. Bunlar arasında klan ve totem, din, bölge veya
yerleşim alanı, ırk, akrabalık, vatandaşlık Öne çıkmaktadır. İslâm'a göre
akrabalığa ve yerleşim yakınlığına da (komşuluğa, aynı köy veya şehirde
oturma) bazı hak ve İmtiyazlar tanınmış olmakla beraber temel, belirleyici,
baskın siyasî ve sosyal birlik ve dayanışma bağı (velayet) dine dayanmaktadır,
fert ve grupların aynı dine bağlı bulunmasıdır. Bu sebepledir ki, yakın akraba
olsalar bile, dinleri farklı olanlar arasında miras ilişkisi yürümemektedir.
Din bağına dayalı
yardımlaşma ve dayanışmanın kâmil mânada gerçekleşmesinin -en azından o çağda
ve bölgedeki- şartı, müminlerin bir arada bulunmaları, belli bir toprak parçası
üzerinde bir sosyal ve siyasî "bağımsız birlik" oluşturmalarıdır.
Hz, Peygamber ve Mekke'deki müslümanlar, dinlerini seçme ve yaşama hürriyeti
tehlikeye düşünce Medine'ye hicret ettiler. Bu muhacirleri, Yesrib'in (Medine)
müslümanlan topraklarına ve evlerine yerleştirdiler, mallarına ortak ettiler,
ellerinden gelen bütün yardımı yaptılar ve bu sebeple "yardımcılar"
mânasında ensar diye anıldılar. Bu bağın daha da güçlenmesi için Peygamberimiz,
muhacirlerle en-san bire bir kardeş yaptı, bu kardeşlerin birbirine vâris
olmaya vanneaya kadar dayanışmalarını sağladı. Muhacirlerle ensar arasında hem
genel hem de özel mânada (birbirine vâris olmaları anlamında) kurulan ve
işleyen velayet ilişkisinin, başka topluluklar içinde yaşayan müslümanlara da
aynıyla uygulanması mümkün değildi, uygun da görülmedi. Ancak onlar da temel
bağ olan dini paylaşıyorlardı, bunun dayanışma ve yardımlaşma bakımından bir
etkisi olmalıydı. Bu etki, bir şarta bağlı olarak, temel bağ olan dinin, dinî
hayatın, din özgürlüğünün tehlikeye düşmesine özgü kılındı; o şart da,
kendilerine karşı müslümanlara yardım edilerek savaşılacak toplulukla müslüman
topluluk (devlet) arasında bir saldırmazlık antlaşmasının bulunmamasıdır.
Böyle bir antlaşmanın bulunması halinde buna sadık kalınacak, göç etmeyip
başkalarının arasında azınlık olarak yaşamayı tercih eden müminlere yardım
edilemeyecek, yani velayet ilişkisi bu noktada işlerliğini kaybedecektir.
Medine dönemi sosyal
yapısında görüldüğü şekliyle velayet ilişkisinin dine bağlı olarak yürümesi
müslüman olmayan topluluklar için de geçerlidir; yani onlar da kendi dinlerine
mensup olanlara öncelik verirler, birbirlerini korurlar, aralarında
yardımladırlar. İnsan tabiatına ve sosyal realiteye uygun bulunan bu kural
değiştirilir de, dini farklı olan kimselerle velayet ilişkisi kurulursa, âyette
bundan iki kötü sonuç doğacağı bildirilmektedir: Fitne ve fesat. Fitne kişinin
dinî ve ahlâkî hayatının bozulması, kirlenmesi, değişmesi tehlikesidir. Fesat
ise din birliğine dayalı dayanışma düzeninin değişmesi, dinleri farklı
kimselerle yardtmlaşan grupların ortaya çıkması sonucu sosyal düzenin
bozulması, asayişin sarsıl ması, hatta iç karışıklılann çıkmasıdır. [94]
74-75. İman
zihinde ve kalpte olan psikolojik bir durum olduğu için dışa vuran işaretleri,
delil ve belirtileri olmadan bir kimsede var olup olmadığı bilinemez.
İnsanların inanmadıkları halde inanıyormuş gibi görünmeleri mümkündür. Ancak
öyle belirti ve deliller vardır ki, bunların bulunması halinde imanın gerçek
olduğuna hükmedilir. İnancına göre yaşayabilmek için yurdunu yuvasını bırakıp
bir başka ülkeye göç etmek, orada müslümanların safına katılarak düşmanla savaşmak,
muhacirlere kucak açarak her şeylerini onlarla paylaşmak samimi imanın dışa
vuran güçlü belirtileridir; bunlar bir kimsede görüldüğünde onun mümin olduğuna
hükmeden kişi, objektif delillere dayanmış olmaktadır. Ayette geçen "gerçek"
niteliği, diğerlerinin, meselâ hicret etmeyenlerin imanlarının asılsız veya geçersiz
olduğunu değil, objektif delillerle sabit olmadığını, başka bir deyişle gerçekte
var olsa biie, başkalarına göre varlığının sabit olmadığını veya şüpheli bulunduğunu
ifade etmektedir. Arkadan gelen âyet ise bu eksiğin nasıl giderilebileceğinin
yolunu göstermektedir. Gizli iman da Allah ile kul arasında muteber olmakla
beraber müminlerin kuracakları İlişki bakımından bunun söz veya fiil ile
açıklanması gerekmektedir. İmanını objektif delillerle ortaya koyan herkese mümin
muamelesi yapılır, şartlarını yerine getiren herkes velayet hakkından istifade
eder ve böyle kimseler bütün müminlerin kardeşidir.
Son âyetin son
cümlesi, genel olan iman bağına ek olarak, bulunması halinde kandan ve
doğumdan yakınlığın, akrabalığın ayn bir yeri ve değeri bulunduğunu, bu
ilişkinin hukukî sonuçlarının da bulunabileceğini ifade etmektedir. Bütün fakih
ve miifessirler, akrabadan olan müminlerin ilgi, yardım ve dayanışmada
önceliği bulunduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Bu yakınlığın miras hukukuna
etkisi konusunda ise görüş ayrılığı vardır. "Mirasla alakası yoktur;
buradaki velayet önceliği, genel yardımlaşma ve dayanışma ile ilgilidir"
diyenlere karşı, içlerinde Ebû Hanîfe'nİn de bulunduğu bir gruba göre bu cümle
miras hukukunda da önceliği ifade etmektedir, miras âyetlerine yeni bir kayıt
getirmekte, hicretin ilk yıllarında uygulanan "muhacir-ensar
kardeşlemesine" dayalı miras hakkını kaldırmaktadır. Bu anlayış ve yoruma
dayalı olarak Ebû Hanîfe'nin dahil bulunduğu birçok müctehide göre
"zevi'l-erhâm" diye bilinen, kızın ve kız kardeşin çocuktan, dayı,
teyze gibi "kızdan ve anadan olma yakın akraba", asabe ve belli pay
sahibi vârisler (eshâbu'l-ferâiz) bulunmadığında vâris olurlar[95]. Bu
hüküm, miras hukuku bakımından akraba olan müminlere, diğerlerine nispetle bir
öncelik bahsedildiğini göstermekte, açıklamakta olduğumuz âyetin de bir
uygulamasını teşkil etmektedir. [96]
[1] İbn Kesîr, III, 545; İbn Âşûr, IX, 245-246.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/519.
[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/520.
[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/520.
[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/521.
[5] Müslim, "Fezâilü's-sahâbe", 44
[6] Ebû Ubeyd, el-Emvâl, s. 430.
[7] İbn Kesîr, III, 549-550.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/521-522.
[8] Nesefî, Tebsıratü'l-edÜle, I, 809 vd.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/522-523.
[9] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/523.
[10] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/524-525.
[11] İbn Hi-şâm, Sîre, II, 254
[12] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/525-527.
[13] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/527.
[14] Müslim, "Cihâd", 58.
[15] Müslim, "Cihâd", 58
[16] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/527-528.
[17] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/528-529
[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/529.
[19] bk. Şevkânî, E, 333.
[20] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/529.
[21] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/530.
[22] Ebû Dâvûd, "Cihâd", 106
[23] Buhârî, "Vesâyâ", 23; Müslim,
"îmân", 145.
[24] Âl-i tmrân 3/155.
[25] et-Tevbe 9/25-26.
[26] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/530-532.
[27] İbn Hişâm, Sîre, II, 268-269; İbn Kesîr, III, 570-572.
[28] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/532-533.
[29] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/533.
[30] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/534.
[31] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/534-535
[32] Buhârî, "Tefsir", 1/1.
[33] Kurtubî, VII, 390.
[34] Hz. Peygamber'İn duası için bk. Müsned, IV, 182; VI,
91
Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin
Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/535-536.
[35] Bu-hârî, "Fiten", 4,28.
[36] Müslim, "Zühd", 51; Ebû Dâvûd, "Fiten,
1-5"; "Fitne" kavramı hakkında bilgi için bk. Bakara 2/191-193.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/536-537.
[37] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/537.
[38] Kurtu-bî, VII, 395; İbn Kesîr, III, 581.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/537-538.
[39] el-Kehf 18/46.
[40] el-Münâfikun 63/9.
[41] et-Teğabün 64/14-15.
[42] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/538.
[43] et-Talâk 65/2; el-Hadîd57/28.
[44] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/538-539.
[45] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/539-540.
[46] İbn Hİşâm, Sîre, II, 95.
[47] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/540-541.
[48] el-Bakara 2/23.
[49] masallar konusu için bk. el-En'âm 6/25.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/541.
[50] İbn Kesîr, in, 589-590; Elmaklı, IH, 2398-9.
[51] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: II/541-542.
[52] İbn Kesîr, İÜ, 593-594.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş,
Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/542-543.
[53] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/543.
[54] Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, n, 851 vd.; İbn Âşûr, IX, 344.
[55] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/543.
[56] Ahkâmü'l-Kur'ân, II, 854.
[57] ayrıca bk. el-Bakara 2/193; en-Nisâ 4/ 75-76.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/544
[58] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/544.
[59] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/544-545.
[60] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/545.
[61] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/545-546.
[62] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/546-547.
[63] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/548.
[64] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/548
[65] İbn Hişâm, Sîre, II, 258.
[66] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/548-549.
[67] İbn Kesîr, IV, 17-18; İbn Hişâm, Sîre, 11,102-104.
[68] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/549-550.
[69] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/550.
[70] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/550.
[71] Nuh, Âd, Semûd ve onlardan sonraki bazı kavimler;
el-Mii'min 40/31.
[72] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/550-551.
[73] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/551.
[74] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/551.
[75] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/552.
[76] İbn Hişâm, Sîre, II, 426; İbn Âşûr, X, 48.
[77] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/552
[78] Ebû Bekir Îbnü'l-Arabî, II, 872.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/552-553.
[79] Müslim, "tmâre", 167.
[80] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/553.
[81] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/553.
[82] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/554.
[83] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/554-555.
[84] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/555-556.
[85] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/556.
[86] Buharı, "Tefsîr", 8/6.
[87] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/556-557.
[88] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/557-558.
[89] İbn Kesîr, IV, 35-36; Zemahşerî, II, 186.
[90] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/558.
[91] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/558-559.
[92] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/559.
[93] el-Bakara 2/257; en-Nisâ 4/2, 138-140, 144; el-En'âm
6/14.
[94] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/560-561.
[95] bk. Ces-sâs, III, 76.
[96] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/561-562