3.
Enfâl (Ganimetten Ayrı Olarak Yapılacak Bağışlar) Nereden Verilir?
4. Ordudan Ayrılıp Ganimet Ele Geçiren Askeri
Birliğin Durumu:
5.
Savaştan Önce İmamın Nefel Vaadi:
6.
Gazilere Nefel Olarak Neler Verilebilir:
7.
Mü'min Olanlar Takvâlt Hareket Eder, Aralarını Düzeltir, Allah'a ve Rasûlüne
İtaat Ederler;
1.
Âyetin Anlamı ve "Korkmak" Fiilinin Arapça'da Kullanılışı:
2.
Allah'tan Korkmak îmanın Kuvvetindendir:
1.
Mahlukatın Şerefinin Kaynağı:
2. Ganimet Elde Etmek Üzere Savaş Çağrısı:
2.
Kâfirlerin Önünden Mü'minlerin Kaçmamalarının Şartları:
3.
Savaştan Kaçma île İlgili Görüş Ayrılıkları:
4. Savaştan Kaçanın Şahidliği ve Şerîatı
Uygulamayan Yöneticilere Karşı Çıkmak:
5.
Savaştan Kaçış Günahını İşleyenler:
6.
Savaş Taktiği Gereği Düşmanın Önünden Çekilmek:
7.
Savaştan Kaçışın Uhrevî Cezası:
1.
Allah ve Rasûlü'nün Çağrısı:
2.
Allah ve Rasûlünün Çağrışma Uymak Gereği:
3.
Yüce Allah'ın Kalpler Üzerindeki Tasarrufu:
1.
Kötülüklere Karşı Tepki Göstermemenin Cezası:
2. Mûnkerin
İşlenmesi Dolayısıyla Azap Kimlere İsabet Eder:
1.
İman, Küfrün Bağışlanmasına Sebeptir:
2.
Küfürden Mutlaka Vazgeçilmelidir:
3.
İslâm'a Giren Bir Kâfirin Kâfirken Yaptığı Tasarrufların Hükmü:
4.
Tekrar İslâm'a Giren Mürted'in İrtidat Halindeki Tasarruflarının Hükmü:
5.
Müslümanlarla Savaşa Geri Dönmenin Cezası:
2.
Bu Âyeti Kerime İle Sûrenin Başındaki Ganimet Âyeti:
3.
Ganimetlerin Genelinden İstisnâ Edilen Şeyler:
Seleb
ve Fethedilen Topraklar:
4.
Maktulün Selebi Ne Zaman Onu Öldüren Gazinin Hakkı Olur:
5. Selebden
(Beytülmal'e) Beşte Bir Alınır mı:
6.
Seleb Öldürene Hangi Hallerde Verilir:
8.
Âyet-i Kerime Nesh Edici Hüküm Taşıyor mu?
10. Beşte Birin Taksim Ediliş Şekli:
12.
Zevi'l-Kurbû (Hz. Peygamberin Akrabaları) île İlgili Görüşler:
13.
Gazilerin Ganimetten Payları: Beşte Dört:
14.
Piyade İle Süvarinin Ganimetten Paylan:
15.
Birden Fazla Atı Bulunan Süvarinin Ganimetteki Payı:
16.
Ganimetten Pay Verilecek Atın Niteliği:
18.
Orduya Ücretli İş Yapmak Üzere Katılıp Savaş Kastı İle Bulunmayanların Hükmü:
19.
Köle ve Kadınların Ganimetten Payları:
20.
"İmamın İzni île Savaşa Katılan Kâfirin Ganimetten Pay Alması:
21.
Köle ve Zımmilerin Daru'l-Harp Ehlinden Aldıkları:
22.
Ganimetten Pay Haketmenin Sebebi:
23.
Mazereti Dolayısıyla Savaşta Bulunmayanın Hükmü:
24.
Hangi Hallerde Fiilen Savaşa Katılmayanlara Ganimetten Pay Verilir:
25.
Allah'ın Hükmünü Kabul Etmek ve İman:
2.
Hainliğin Belirtileri ve Antlaşmayı Bozmak:
3.
Hainliğin Ağır Vebali ve Yöneticilerin Hainliği:
1.
Düşmana Karşı Güç Hazırlamak:
4.
At ve Silahların Vakfedilmesi;
5.
Kalplerine Korku Salınacak Düşmanlar:
6.
Allah Yolunda Harcamanın Mükâfatı:
2.
Âyet-i Kerime Nesh Olmuş mudur ve Barış Teklifi:
2.
Âyetin Nüzul Sebebi, Bedir'de Alınan Esirlere Yapılan Uygulamalar:
4.
Hem Muhayyerlik, Hem Azar Birlikte Düşünülebilir mi;
5.
Bedir Günü Alınan Esirler, Öldürülen Müşrikler ve Müslümanlardan Düşen.
Şehîdler:
2.
Kişinin Kanaati İle Allah'ın Hükmü:
2.
Bedir Esirlerinden Alınanlar ve Kalplerinde Hayır Bulunanlara Verilen Mükâfat:
Peygamber
Efendimizin Kızı Hz. Zeyneb'in Hicreti:
3.
Kâfirin İslâm'a Girmesi Hangi Şartlarda Kabul Edilir:
1.
İman Edenler ve Etmeyenlerin Birbirlerine Karşı Durumları:
2.
Din Hususunda Yardım Etmek:
3.
Kâfirler de Birbirlerinin Dostudurlar:
5.
Hudeybiye'den Sonra İman Edip Hicret Edenler:
7.
Zevi'l-Erhâm Diye Bilinen Akrabaların Mirasçılıklan:
Rahman ve Rahim
Allah'ın Adı İte
(Medine'de İnmiştir,
Yetmişbeş Âyettir).
el-Hasen,
İkrime, Câbir ve Ata'nın görüşüne göre Medine'de, Bedir'de nazil olmuştur. İbn
Abbas da şöyle demiştin Bu sûre, yüce Allah'ın: "Hani bir zamanlar o
kâfirler... senin için tuzak kuruyorlardı" (el-Enfal, 8/30) buyruğundan
itibaren yedi âyetin sonuna kadar devam eden yedi âyet müstesna Medine'de
inmiştir.
[1]
1. Sana uenfâl"i
soruyorlar. De ki: "Eniâl Allah'ın ve Rasûlünündür. O halde Allah'tan
korkun ve aranızı düzeltin. Eğer mü'minler İseniz Allah'a ve Rasûlüae itaat
edin."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:
[2]
Ubâde b. es-Sâmit,
rivayetle der ki: Rasulullah (sav) Bedir'e çıktı. Orada düşmanla karşılaştılar.
Allah düşmanı hezimete uğratınca, müslümanlardan bir gurup peşlerine takılıp
onlanfn arasından yakaladıklarını) öldürdüler. Bir kesim de Rasulullah (sav)'in
etrafını çevirmişlerdi. Bir başka kesim ise karargâhın etrafını dolanmış ve
talana koyulmuştu.
Allah, düşmanı
uzaklaştırıp onları takip edenler döndüklerinde şöyle dediler: Nefel (ganimet)
bizimdir. Çünkü düşmanı takip edenler bizler olduk. Allah bizim vasıtamızla
onları uzaklaştırdı ve bozguna uğrattı.
Rasulullah (sav)'ın
etrafını çevirenler de şöyle dedi: Bu ganimetteki hakkınız bizden fazla
değildir. Bilakis bu ganimet bizimdir. Rasulullalı (sav)'a düşman ansızın
herhangi bir zarar veremesin diye onun etrafını kuşatanlar bizler olduk.
Bu sefer askerlerin
karargâhını arkadan dolananlar ve talanda bulunanlar da şöyle dediler: Siz ona
bizden daha bir hak sahibi değilsiniz. O bizimdir. Çünkü onun etrafını kuşatan
ve onu ele geçirenler bizler olduk.
Bunun üzerine yüce
Allah: "Sana enfali soruyorlar de ki: Enfâl Allah'ın ve Rasûlünündür. O
halde Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin. Eğer mü'mlnler iseniz Allah'a ve
Rasûlüne itaat edin" buyruğunu indirdi. Rasû-lullah (sav) da aradan bir
devenin iki sağımlığı arasındaki süre kadar bir zaman geçmeden ganimetleri
aralarında paylaştırdı.[3]
Ebu Ömer der ki:
"Bir devenin iki sağımlığı arası kadar bir süre geçmeden ganimetleri
paylaştırdı" ifadesi çabucak bu ganimetleri paylaştırdığını anlatmaktadır.
Dil bilginleri derler ki: "(Bu rivayette de geçen): el-Fuvâk" kelimesi,
dişi devenin iki sağımlığı arasındaki süre demektir. Mesela, onu bir dişi
devenin iki sağımlığı arası kadar bir süre (fuvâk.) bekledi, denilir. Yani, onu
bu kadar bir süre bekledi anlamındadır. Araplar bu kelimeyi "fuvak ve
favak" şeklinde "fe" harfini ötreli ve üstün olarak kullanırlar.
Bu durum yüce
Allah'ın: "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte
biri Allah'a, Rasulüne..." (el-Enfal, 8/41.) buyruğu inmeden önce idi.
İlim adamlarına göre
buyruğun anlamı şöyle gibidir; Yani, bunlar hakkında hüküm vermek ve ganimet
hususunda yüce Allah'a yakınlaştırıcı uygulamayı hükme bağlamak Allah'a ve
Rasulüne aittir,
Muhammed b. İshâk der
ki: Bana Abdurrahman b. el-Hâris ile arkadaşlarımızdan ondan başkaları
Süleyman b, Musa e!-Eşdak'dan anlattılar. Süleyman Mekhul'den, o, Ebu Umame
el-Bahilî'den dedi ki: Ben Ubade b. es-Sa-mk'e el-Enfal'e dair som sordum, bana
şöyle dedi: Biz, Bedir ashabı hakkında enfal hakkında anlaşmazlığa düşüp de bu
hususta kötü davranınca nazil oldu. Allah onu elimizden aldı ve Rasulünün eline
teslim etti. Rasulullalı (sav) da onu eşit bir şekilde paylaştırdi. İşte
Allah'tan korkmak (takva) ve Onun Rasulüne itaat etmek ile "aramızı
düzeltmek" bu idi.
Sahih'de Sa'd b. Ebi
Vakkas'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullalı (sav)'ın ashabı
büyük bir ganimet ele geçirdi. Ganimetler arasında bir kılıç vardı. Onu alıp
Peygamber (sav)'a götürerek şöyle dedim: Bu kılıcı bana nefel olarak
(paylaştırılacak ganimetler arasına sokmadan) ver. Ben, durumunu bildiğin
kimseyim, dedim. Rasulullah (sav): "Onu aldığın yere geri götür"
dedi. Onu aldığım yere alınan ganimetler arasına bırakmak üzere geri gittim,
fakat bu sefer nefsim beni kınadı. Tekrar ona dönüp şöyle dedim. Onu bana ver.
Bana karşı sesini yükselterek: "Onu aldığın yere geri götür" dedi.
Ben de onu alınan ganimetler arasına geri bırakmak isteği i(e döndüm. Tekrar
nefsim beni kınadı, yine ona dönüp bunu bana ver, dedirn: Yine bana yüksek bir
sesle: "Onu aldığın yere geri götür" dedi. Bunun üzerine yüce Allah:
"Sana enfali soruyorlar."[4]
buyruğunu indirdi, Müslim'in Iaf2t İle hadis bu şekildedir.[5]
Bu husustaki
rivayetler pek çoktur. Ancak bu zikrettiklerimiz yeterlidir. Hidayete erme
başarısı Allah'tandır.
[6]
"Enfâl"in
tekili "fe" harfi harekeli olarak " nefel "dir. Şair der
ki:
"Şüphesiz
Rabbimizden korkmamız (takva), en hayırlı bir bağıştır (nefel) Benim ağır
hareket etmem de, acelem de Allah'ın izniyledir."
Burada şairin
"nefel (bağış)"den kastı ganimettir, Nefl ise, yemin demektir.
Nitekim; Yahudiler aralarından elli kişinin nefli (yemini) ile size karşt beri
olsunlar (sorumluluktan kurtulsunlar)..."[7]
hadisindeki "nefl" ifadesi de bu anlamdadır.
Nefl, nefyetmek,
reddetmek manasına da gelir. Onun çocuğunu reddetti" anlamındaki hadiste
geçen ifade de buradan gelmektedir.[8]
Nefel (san yonca) ise
bilinen bir bitkidir. Nefl ise farz olandan fazla yapılan nafile tatavvu
demektir. Oğlun oğlu da "nafile" diye adlandırılır. Çünkü o da
oğuldan ayrı bir ziyadedir.
Ganimete de
"nafile" denilir. Çünkü ganimet, şanı yüce Allah'ın daha önceki
ümmetlere haram kılındığı halde bu ümmete fazladan helal kıldığı şeyler
arasındadır. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Benden önceki peygamberlere
altı husus ile üstün kılındım..." (Bunlar arasından birisi de): "Ve
ganimetler bana helal kılındı."[9]
el-Enfâl ise
ganimetlerin kendileridir. Antere der ki:
"Şüphesiz bizler
savaş kızıştı mı taşırız mızrakları
Ama enfâl'in
paylaştırılması sırasında da iffetli davranırız."
Burada
"enfâl"den kastı ganimetlerdir.
[10]
İlim adamları enfâlin
nereden verileceği hususunda dört ayrı görüş ortaya atmışlardır:
1- Birinci
görüşe göre enfâl, kâfirlerden müslümanlara istisnaî olarak gelen yahut da
savaşsız olarak ele geçirilen şeylerde sözkonusu olur.
2- Enfâl,
ganimetin beşte birinden verilir.
3- Enfâl.
beşte birin beşte birinden verilebilir.
4- Enfâl,
imamın görüşüne uygun olarak ganimetin tümünden verilir.
Malik'in -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- görüşüne göre enfâl, imamın kendi içtihadına uygun
olarak beşte birden yapacağı bağışlardır. Yoksa, ganimetin (gazilerin payı
olan) beşte dördünden enfâl olarak kimseye birşey dağıtılamaz. MaÜk'in,
ganimetin genelinden enfâlin verilmesini uygun görmeyi-şi, ganimete hak kazanan
kimselerin muayyen kimseler oluşundan dolayıdır. Bunlar ise, at ve binek
üzerinde savaşanlardır. Beşte bir ise, imamın içtihadına uygun olarak
paylaştırılır. Ve bu beşte birin hak sahipleri muayyen kimseler değildir.
Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: "Allah'ın size feyy' olarak (ganimet
olarak) verdiğinden benim hakkım ancak beşte birdir. Beşte bir ise size geri
döndürülür,"'[11] Buna
göre nafile olarak dağıtılacak şeylerin herhangi bir kimsenin hakkından
olmasına imkân yoktur. Bu, ancak Ra-sulullah (sav)'ın hakkı olan beşte birden
verilebilir. Maliki mezhebinin bilinen görüşü budur. Yine ondan, enfâl olarak
dağıtılacak şeylerin beşte birin beşte birinden olacağı görüşü de rivayet
edilmiştir. Bu aynı zamanda İbnü'l-Müseyyeb, Şafiî ve Ebu Hanife'nin de
görüşüdür.
Bu husustaki görüş
ayrılığının sebebi, Malik tarafından rivayet edilen İbn Ömer hadisidir. İbn
Ömer dedi ki: Rasulullah (sav) Necid taraflarına bir se-riyye gönderdi. Onlar
da çok sayıda deve ganimet aldılar. CSeriyye'ye katılanların} paylan, ya
onikişer deve, yahut onbirer deve idi. Ayrıca onlara nafile olarak birer deve
de verildi, Bunu Malik bu şekilde Yahya'nın ondan yaptığı rivayette (onbir mi,
oniki mi hususunda) şüphe ederek rivayet etmiştir.[12]'
Ayrıca bu hususta Muvatta'ın ravilerinden bir topluluk da Yahya'ya mütabaat
etmişlerdir. Ancak el-Velid b, Müslim bu hadisi Malik'den, o, Nafi'den, o da
İbn Ömer'den yoluyla rivayet etmiş ve bu rivayetinde şöyle demiştir: Onların
herbirisine düşen pay oniki deve idi, ayrıca onlara nafile olarak birer deve de
verildi. el-Velid b. Müslim rivayetinde, (dağıtılan develerin sayısında) şüphe
etmemektedir.[13]
Yine el-Velid b.
Müslim ile el-Hakem b. Nafi1, Şuayb b, Ebi Hamza'dan, o, Nafi'den, o da İbn
Ömer'den.şöyle dediğini zikretmektedir: Rasulullah (sav) bizleri Necid
raraflanna bir ordu i]e birJiJcte gönderdi. -el-Velid'in rivayetinde dörtbin
kişilik bir ordu denilmektedir- Bu ordudan bir seriyye (askeri bir-
HVO ayrıca gönderildi.
-cl-Velid'in rWay=tinsl=, Ijeu tle t.vı scrl-yyc acasmJa yıkanlardan idim,
denilmektedir- Ordunun (herbirisine) düşen pay onikişer deve idi. Ayrıca
seriyyeye katılanlara da birer deve veriidi. Böylelikle onların payı onüç
deveye çıkmış oldu. Bunu da Ebû Dâvûd zikretmektedir.[14]
İşte, nafile olarak
verilecekler beşte birin genelinden verilir, diyenler bunu delil
göstermişlerdir. Bunun açıklaması da şöyledir: Bu seriyyeye ayrılanlar eğer
mesela on kişi olmuş olsalardı ve yüzelli deve ganimet alınmış olsaydı, bu
ganimetin beşte biri olan otuz deve bir kenara ayrılır, geriye onlara yüzyirmi
deve kalırdı. Bu yüzyirmi deve on kişiye pay edilecek olursa, onların
herbirisine oniki deve isabet ederdi. Sonra da bunlara beşte birden ayrıca
birer deve verilmiş oldu. Çünkü beşte bir olan otuz devenin bir daha beşte
birini alacak olursak, sonuçta elimizde on deve kalmaz. Şimdi on kişiye isabet
eden deve (ganimet + nafile olarak verilen deve) sayısını bilmiş olduğumuza
göre, artık bunların yüz, bin veya daha fazla kişi olmaları halinde bunlara
kaçar deve isabet etmesi gerektiğini de bilmiş oluruz.
Nafile olarak verilen
develer, beşte birin beşte birindendir, diyenler de şunu delil gösterir:
Alınan ganimetler arasında develerin dışında satılması mümkün elbiseler ve
başka eşyalar da bulunabilir. Buna göre kendisine yetişmediği için deve
verilemeyenlere devenin değeri bu diğer eşyalardan verilir,
Bu görüşü destekleyen
hususlardan birisi de Müslim'in bu hadisin bazı rivayet yollarında kaydettiği
şu ifadelerdir: Ganimet olarak develer ve koyunlar aldık...[15]
Muhamnıed b. İshâk da
bu hadiste şunu zikretmektedir: Kumandan, ganimet paylaştırılmadan önce onlara
nafileler verdi. Bu ise, nafile olarak verilen payların ganimetin tümünden
verilmiş olmasını gerektirmektedir. Ancak bu Malik'İn görüşüne muhaliftir.
Bunun, (İbn İshâk rivayetinin) aksini rivayet edenlerin görüşü ise daha
uygundur, çünkü onlar, hafız kimselerdir. Bu açıklamaları Ebu Ömer -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- yapmıştır.[16]
Mekhul ve Evzaî der
ki: Üçte birden fazla nafile olarak dağıtılamaz. İlim adamlarının cumhurunun
görüşü de budur. Evzaî der ki: Eğer onlara üçte birden fazla nafile vereceğini
vadetmiş ise, onlara verdiği sözde dursun ve bunu beşte birden versin. Şafiî
ise der ki: Nefel için imamın aşması sözkonu-su olmayan bir sınır
bulunmamaktadır.
[17]
el-Velid ile
el-Hakem'in Şuayb'dan, onun Nafi'den, onun da İbn Ömer'den yoluyla rivayet
ettiği hadis-i şerif şunu göstermektedir: Seriyye ordudan ayrılıp ganimet ele
geçirecek olursa, diğer askerler de onların ganimetlerine ortaktır. Bu,
hadis-i şerifte Şuayb'ın Nafi'den gelen rivayet yolundan başka bir yolda
rivayet edilmemiş bir mesele ve bir hükümdür. Bununla birlikte bu hususta ilim
adamlarının görüş ayrılığı da yoktur. Cenab-t Allah'a hamd olsun.
[18]
Savaştan Önce;
"Kim kalenin şu kadar bir bölümünü yıksa onun için şu vardır. Kim filan
yere ulaşırsa ona şu vardır. Kim filanın kafasını getirirse ona şu vardır. Kim
bir esir getirirse ona şu vardır" diyerek mücahidleri savaşa teşşu vardır.
Kim bir esir getirirse ona şu vardır" diyerek mücahidieri savaşa teşvik
etmek kastıyla savaştan önce İmamın bu tür vaadlerde bulunmasının hükmü
hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Malik'den, bunu mekruh
gördüğüne ve bu, dünya için savaşmaktır, dediğine ve bunu caiz görmediğine
dair rivayet gelmiştir. es-Sevrî ise der ki: Böyle bir şey caizdir ve bunda bir
mahzur yoktur. Derim kb Bu anlamda merfu' olarak İbn Abbas yoluyla rivayet
ulaşmış bulunmaktadır. İbn Abbas der ki: Bedir günü Peygamber (sav) şöyle
buyurdu: "Kim birisini öldürürse ona şu vardır. Kim bir esir alırsa ona da
şu vardır..." diyerek hadisi uzun uzadiya nakletmiştir.[19]
İkrime'nin İbn
Abbas'tan rivayetine göre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Kim şunu
şunu yapar ve kim filan yere ulaşırsa ona şu vardır," Bunun üzerine gençler
çabucak ileri atıldılar, yaşlılar ise sancaklarla beraber kaldılar. Onlara
zafer müyesser olunca gençler gelip kendileri İçin verileceği va-dolunan
şeyleri istediler. Yaşlıların onlara: Onları siz kendi başınıza alıp gidemezsiniz.
Çünkü biz arkadan sizi destekliyorduk demeleri üzerine yüce Allah: "Ve
aranızı düzeltin" buyruğunu indirdi.[20]
Bunu, İsmail b. İshâk da zikretmiştir. Ömer b. el-Hattab'dan da Şam'a gitmek
istediği sırada kavmi arasından yanına gelen Cerir b, Abdullah el-Becelî'ye
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kûfe'ye gidip zaptedilecek her bir araziden
ve alınacak her bir esir kafilesinden (kumandanın hakkı olan) beşte birden
ayrı olarak üçte bir almaya ne dersin?[21]
el-Evzaî, Mekhul, İbn
Hayve ve onlardan başka Şam'ın fukaha topluluğu da bu görüştedirler. Onların
görüşüne göre beşte bir ganimetin genelinden verilir, nefel İse beşte birden
sonra ayrtfır, ondan sonra da savaşa katılanlar arasında ganimet paylaştırılır.
İshâk, Ahmed ve Ebu Ubeyd de bu görüştedirler. Ebu Ubeyd der ki: İnsanlar
bugün beşte biri ayrılmadıkça ganimetten nefel alınmayacağı görüşünü kabul
etmişlerdir.
Malik ise şöyle der:
İmam'ın herhangi bir seriyyeye: Ne alırsanız üçte biri sizindir demesi caiz
olmaz. Sulınûn der ki: Bununla baştan beri böyle bir şey yapması caiz olmaz
demek istemektedir. Ama böyle birşey olursa geçerli olur ve geri kalanda da
onlann payları verilir. Yine Suhnûn der ki: İmam (kumandan), bir seriyyeye:
Sizin aldıklarınızdan beşte bir pay alınmayacaktır, diyecek olursa bu caiz
olmaz. Böyle birşey olsa, onun bu dediği uygulamaya konulmaz. Çünkü bu şaz bir
hükümdür ve buna geçerlilik kazandırılması caiz değildir.
[22]
Malik (Allah'ın
rahmeti üzerine olsun), imamın ancak, sarık, at, kılıç gibi görünür şeyleri
nefel olarak vermesini müstehab görmüş, bununla birlikte birtakım ilim
adamları da imamın altın, gümüş, inci ve benzeri şeyleri nefel olarak
vermesini kabul etmemişlerdir. Kimisi de nefel her şeyde caizdir demiştir. Hz.
Ömer'in sözü ve âyet-İ kerimenin muktezası dolayısı ile sahih olan da budur.
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[23]
Yüce Allah: "O
halde Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin" buyruğu ile takvayı ve ıslâhı
(arayı düzeltmeyi) emretmektedir. Yani, Allah'ım aramızı düzelt! diye dua
etmek hususunda Allah'ın emri üzere birlik olun. Bir arada bulunacağınız halde
olun (ayrılmayın).
İşte bu buyruk,
aralarında bir anlaşmazlığın yahut da nefislerde bir bencillik eğiliminin
ortaya çıktığını açıkça göstermektedir. Nitekim hadis-i şerifte de bu husus
ifade edilmiştir.
Takvanın anlamına dair
açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/2. âyetin son bölümü, 5. başlıkta)
geçmiş bulunmaktadır. Yani, söz ve davranışlarınızda Allah'tan korkun ve
aranızı düzeltin, ganimetler ve benzeri hususlarda "eğer mü'minler iseniz
Allah'a ve Rasûlüne İtaat edin." Yani, mü'minin izleyeceği yol, sözünü
ettiğimiz hususlara gereği gibi riayet etmesidir.
Buradaki İn sebeplilik
belirten; anlamında olduğu da söylenmiştir, (O takdirde buyruğun anlamı şöyle
olur: "Mü'minler olduğunuz için Allah'a ve Rasûlüne İtaat edin...".
[24]
2. Gerçek mü'minler
ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri korkar. Âyetleri
karşılarında okunduğu zaman (bu), onların imanını artırır. Ve onlar ancak
Rablerine dayanıp güvenirler.
3- Onlar namazı
dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infak ederler.
4. İşte onlar gerçek
mü'minlerin ta kendileridir. Onlar İçin Rab-leri katında dereceler, mağfiret ve
bitmez tükenmez bir rızık vardır.
Yüce Allah'ın:
"Gerçek mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri
korkar. Âyetleri karşılarında okunduğu zaman (bu), onların İmanını artırır ve
onlar, ancak Rablerlne dayanıp güvenirler buyruğuna dair açıklamalarımızı üç
başlık halinde sunacağız:
[25]
İlim adamlan der ki:
Bu âyet-i kerime Allah Rasulüne emretmiş olduğu şekilde o ganimetin
paylaştırılması hususunda itaate bağlılığı teşvik etmektedir.
"Korkmak"
demektir. Bu fiilin müstakbeli (geniş zamanı, muzari) dört şekilde kullanılır:
"Korktu, korkar." Bunu Si-beveyh nakletmiştir.
Mastarı şekillerinde
gelir. İsm-İ mekânı şeklindedir.
Bu fiilin muzari şeklini
kullananlar "vav" harfini önceki harf üstün olduğundan dolayı
"elife dönüştürmüşlerdir.
Kur'an-ı Kerim'de ise
bu fiil "vav"lı olarak kullanılmıştır. "Korkma dediler."
(el-Hicr, 15/53) "Ye" harfini esreli olarak; diyenler ise
Esedoğulları şivesine göre böyle kullanırlar. Çünkü Esedoğullan, Korkarım,
korkarız, korkarsın," diyerek hep ilk harfini esreli okurlar. diyen ise,
bu şiveye göre bunu mebni olarak kullanmakla birlikte onların; Bilir fiilinde
"ye" harfini üstün okudukları gibi, burada da "ye" harfini
üstün olarak okur. Çünkü bu fiilde "ye" harfi üzerinde esre ağır
geldiğinden dolayı esreli okunmaz. Buna karşılık; de esreli gelişi
"ye"lerden birinin okunuşunun, diğerinin okunuşunu kolaylaştırmasından
dolayıdır. Bundan emir ise, "Kork" şeklinde gelir. Burada ise,
"vav" harfi önceki harf esreli olduğundan dolayı "ye"ye
dönüşmüştür. Buna karşılık mütekellim olarak; "Şüphesiz ben ondan
korkanın," denilir. Müennes ism-i fail olarak; değil de "Korkan
kadın" denilir.
Süfyan, es-Süddî'den,
yüce Allah'ın: "Allah anıldığı zaman kalpleri korkar" buyruğu
hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Böyle bir kimse bir haksızlıkta bulunmak
istediğinde ona, Allah'tan kork denilir, o da bu haksızlığından vazgeçer ve
kalbi korkar.
[26]
Yüce Allah bu âyet-i
kerimede rnü'minleri, güzel adı anıldığı vakit korkmakla ve kalplerinin
titremesiyle nitelendirmektedir. Buna sebep ise imanlarının kuvveti,
Rabİerinin emirlerine itaatleri ve âdeta kendilerini O'nun hu-zurundaymtş gibi
görmeleridir.
Bu âyetin bir benzeri
de şu buyruklardır: "İtaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele. Onlar
ki, Allah anılsa kalpleri korku ile titrer,.," (el-Hac, 22/34-35) Bir
başka yerde de şöyle denilmektedir: "Bunlar gönülleri Allah'ın zikri ile
huzura kavuşanlardır..." (er-Ra'd, 13/28). Bu ise, Allah'ı bilmenin kemaline
ve kalbin sağlam bir şekilde güven duymasına bağlı bir şeydir.
Korkmak (vecel),
Allah'ın azabından korkmak demektir. O bakımdan Ckorkmak ile kalbin huzur
bulması arasında) bir çelişki sözkonusu değildir. Nitekim yüce Allah bu iki
hususu da §u buyruğunda bir arada zikretmektedir: "Allah sözün en
güzelini, müteşabih (birbirine benzer) ve tekrar tekrar okunan bir kitap
halinde indirmiştir. Rablerinden korkanların derileri ondan dolayı ürperir.
Sonra Allah'ın zikrine, derileri ve kalpleri yumuşar (huzur bulur).* (ez-Zümer,
39/23)
Yani, yüce Allah'a
yakînleri bakımından -Allah'tan korkuyor olsalar dahi-ruhları huzur ve sükûn
bulur. İşte bu, Allah'ı tanıyan, O'nun satvet ve cezasından korkanların
halidir. Yoksa cahil avamın ve sıradan bîd'atçilerin yaptıkları şekilde
bağırıp çağırmak, eşeklerin anırmasını andıran sesler çıkarmakla olmaz.
Bu gibi davranışları
sürdüren, bunun vecd ve huşu' olduğunu iddia eden kimseye şöyle denir: Sen
Allah'ı tanımak, O'ndan korkmak, O'nun celâl ve azametini bilmek noktasında
hiçbir zaman ne Rasulün durumuna, ne ashabının haline, eşit olamassın. Bununla
birlikte onlar kendilerine öğüt verildiği hallerde Allah'tan gelen buyrukları
iyice kavramaya çalışıyorlar ve Allah'tan korkmaları dolayısıyla ağladıkları
görülüyordu.
Bundan dolayı yüce
Allah, adının aralısını, kitabının okunuşunu İşittikleri esnada marifet
ehlinin hallerini nitelendirirken şöyle buyurmaktadır: "Onlar, Peygambere
indirileni dinledikleri vakit, hakkı bildiklerinden ötürü gözlerinin yaşla
dolup taştığını görürsün. Derler ki: Rabbimiz, iman ettik. Artık bizi şahid
olanlarla beraber yaz." (el-Mâide, 5/83) İşte onların hallerinin niteliği
budur, söyledikleri aktarılan sözler de bunlardır. Bu şekilde hareket etmeyen,
hiçbir zaman onların hidayet yollarını izlemiş, onların izinden gitmiş olamaz.
Her kim sünnete bağianacaksa, onların yolundan gitsin. Her kim de delillerin
hallerine ve deliliğe kendisini kaptıracak olursa bilsin ki, o da onlardan daha
bayağı, daha aşağılıktır. Esasen delilik de türlü türlüdür.
Müslim'in, Enes b.
Malik'ten rivayetine göre, insanlar, Peygamber (sav)'e onu usandıracak kadar
çokça soru sordular. Birgün (evinden) çıktı ve minbere çıkıp şöyle dedi:
"Haydi bana sorunuz. Bugün bana neye dair soru sorarsanız, ben bu yerimde
bulunduğum sürece mutlaka onu size açıklayacağım." Hazır bulunanlar
sustular ve bu işin artık gerçekleşmesi yaklaşmış bir haiin (musibetin) öncesi
olacağından çekindiler. Enes dedi ki: Sağıma soluma bakındım. Herkes
elbisesini başına dolamış ağlıyordu... diye hadisin geri katan kısmını
zikretmektedir.[27]
Tirmizî de sahih
olduğunu belirterek el-İrbâd b. Sâriye'den şöyle dediğini rivayet eder:
Rasulultah (sav) bize, oldukça be!iğ (etkileyici) bir öğütte bulundu. Ondan
dolayı gözler yaşardı ve kalpler korku ile titredi...[28]
Burada sahabi hiçbir
şekilde "bağırıp çağırdık, kalkıp raksettik, rakseder-ken ayaklarımızı
vurduk, ayağa kalktık" demiyor.
[29]
Yüce Allah'ın:
"Âyetleri karşılarında okunduğu zaman (bu), onların İmanını artırır"
buyruğu, tasdiklerini artırır, demektir. Şu andaki iman, dünün imanına bir
ziyadedir. İkinci ve üçüncü defa tasdik eden bir kimsenin bu yaptığı, daha
önce geçenlere nisbette tasdikini bir artırmadır.
Şöyle de açıklanmıştır:
İman artışından kasıt, âyetlerin ve delillerin çokluğu ije kalpteki genişliğin
artması demektir. Bu anlamdaki açıklamalar, daha önceden Âl-i İmran Sûresi'nde
(3/173. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Ve onlar ancak
Rablerine dayanıp güvenirler" buyruğunda sözü edilen Allah'a güvenip
dayanmak (tevekkül)'e dair açıklamalar da yine önceden Âl-i İmran Sûresi'nde
(3/122. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Onlar namazı
dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdîğimizdende infâk
ederler" buyruğu (ve açıklaması) da el-Bakara Sûresİ'nin baş taraflarında
(2/3. âyet, 4. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.
"İşte onlar,
gerçek mü'minlerin ta kendileridir." Yani, gerek zahirleri, gerek
batınları imn bakımından eşit olan kimselerdir. Bu açıklamaya delil şudur: Her
bir hakkın hakikati vardır. Hz. Peygamber de Hârise'ye: "Şüphesiz ki her
bir hakkın hakikati vardır" demiş ve: "Senin imanının hakikati nedir?"
diye sormuştur.[30]
Bir adam da el-Hasen'e
şöyle sormuş: Said'in babası sen mü'min misin? O da şu cevabı vermiş: İman iki
türlüdür. Eğer sen bana Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine,
cennete, cehenneme, öldükten sonra dirilişe ve hesaba imanı soruyor isen, ben
bunlara iman eden bir kimseyim. Yok eğer şanı yüce Allah'ın: "Gerçek
mü'minier ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri korkar...İşte
onlar gerçe,k mü'minlerin ta kendileridir" buyruğu hakkında soruyorsan,
Allah'a yemin ederim ki, bilemiyorum ben onlardan mıyım, değil miyim?
Ebu Bekr el-Vâsitî de
der ki: Her kim ben gerçekten Allah'a iman eden bir kimseyim diyecek olursa,
ona şöyle denir: Hakikat gözle görmeye, muttali olmaya ve kuşatıcılığa işaret
eder. Her kim bundan mahrum ise, artık bu husustaki iddiası da batıl otur. O
bununla, ehl-İ sünnetin şu görüşüne işaret etmek istiyor: Gerçek mü'min
cennete gireceğine dair hüküm verilmiş olan mü'mindir. Bunu, şanı yüce Allah'ın
hikmeti gereği gaybtnda gizlediği hikmeti arasından bir bilgi olarak
Öğrenmemiş kimsenin, ben gerçekten mü'mi-nim, şeklindeki iddiası doğru bir
iddia değildir.
[31]
5. Nitekim Rabbin seni hak uğrunda evinden
çıkardığında gerçekten müminler den bir kesim İsteksizdiler.
Yüce Allah'ın:
"Nitekim Rabbin seni hak uğrunda evinden çıkardığında..." buyruğu ile
ilgili olarak ez-Zeccâc şöyle demektedir: "Nitekim" deki
"kef" nasb mahallindedir.
Yani, Rabbin seni
evinden hak ile çıkardığı gibi, enfâl de senin hakkında öylece sabittir. Bu da
şu demektir: Rabbinin seni hak ile evinden çıkarması gibi enfal senin için bir
hak olarak sabittir. Bu da şu anlama gelir: Sen, ganimetler hakkındaki emrint
uygula ve onlar hoşlanmasalar dahi İstediğin kimseye nefel ver. Çünkü esir
getiren herkese birşeyler verileceğini tesbit edince Rasulullah'a ashabtan
bazıları şöyle demişlerdi: O takdirde insanların çoğu hiçbir şey almamış olur.
Buna göre buradaki
"kef harfi dediğimiz gibi mahallen rnansubtur. el-Fer-ra da böyle
demiştir. Ebu Ubeyde der ki: Buradaki "kef bir kasemdir. Yani seni...
çıkartan hakkı için anlamındadır. Buna göre "kef" kasem
"vav"ı anlamında; anlamındadır.
Said b. Mes'ade de
şöyle demiştir: Buyruğun anlamı şudur: İşte bunlar, Rabbinin seni hak uğrunda
evinden çıkarması gibi gerçek mü'minlerdir. Yine Said der ki: Kimi ilim adamı
da şöyle demiştir: "Rabbin seni hak uğrunda na-sılki evinden çıkartmış
ise" artık siz de Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin, demektir.
İkrime der ki:
Buyruğun anlamı şudur: Rabbin seni... evinden çıkardığı gibi; siz de Allah'a
ve Rasulüne itaat edin.
"Nitekim...
çıkardığında" buyruğu, yüce Allah'ın: "Kableri katında dereceler...
vardır" buyruğuna taalluk etmektedir. Yani: Onlar için Rableri nez-dinde
dereceler, bir mağfiret ve bitmez tükenmez bir nzık vardır. Allah'ın mü'minlere
bu vaadi, âhirette gerçekleşecek bir haktır. Tıpkı Rabbinin seni evinden onun
için vacip olan hak ile çıkartması ve böylelikle sana vaadini
gerçekleştirmesi, düşmanına karşı seni muzaffer kılması ve sana sözünü yerine
getirmesi gibi. Çünkü yüce Allah daha sonra şöyle buyurmaktadır: "Hani
Allah size o iki taifeden birinin sizin olacağını uadediyordu" (el-Enfal,
8/7), Allah, dünyada bu vadini nasıl gerçekleştirmiş, yerine getirmiş ise,
âhirette de size vadettiklerini aynı şekilde yerine getirecek, gerçekleştirecektir.
Bu, güzel bir açıklamadır, bunu en-Nehhas zikretmiş ve tercih etmiştir.
Şöyle de
açıklanmıştır: "Nitekim" deki "kef benzetme edatıdır. Ve bu da
karşılık ifade etmek üzere zikredilmiştir. Mesela, bir kimsenin kölesine şöyle
demesine benzer: Ben seni nasıl düşmanlarımın üzerine gönderdim, onların seni
zayıf bulmaları üzerine benden yardım isteyince, ben de sana istediğin yardımı
gönderip seni nasıl güçlendirdim ve senin bu eksik tarafını tamamladımsa,
haydi şimdi sen de onları yakala ve onları şöyle şöyle cezalandır. Ve nasıl ki
ben sana elbise giydirdim, ihtiyacın olan erzakını ver-dimse, haydi şunu şunu
yap. Sana nasıl ihsanda bulundumsa, sen de bundan dolayı bana teşekkür et.
İşte yüce Allah da burada şöyle buyurmaktadır: Rabbin seni evinden hak ile
çıkartıp kendinden bir güvenlik olmak üzere sizi o uyuklama nasıl bürüdüyse
-bu sözleriyle hem Hz. Peygamberi hem de onunla birlikte olanları
kastetmektedir- ve nasıl sizi onunla tertemiz etmek için semadan su indirip
yine semadan üzerinize peş peşe kafileler halinde melekler indirdiyse, haydi
siz de onların boyunlarını vurun, onların her birinin parmaklarına darbeler
indirin. Şöyle diyor gibidir: Ben sizin eksiklerinizi giderdim, meleklerle
size yardım gönderdim. Haydi siz de onların bu belirttiğim yerlerine darbeler
indirin. Bunlar ise öldürücü darbelerin ineceği yerlerdir. Tâ ki böylelikle
Allah'ın muradı olan hakkı gerçekleştirmiş, batılı da ortadan kaldırmış
olasınız. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Gerçekten,
müminlerden bir kesim isteksizdiler." Yani, onlar Mekke'yi, mallarını ve
yurtlarını terketmekte istekli değillerdi.
[32]
6. Hak apaçık meydana
çıktıktan sonra, göre göre ölüme sürük-leniyorlarmış gibi, hakka dair seninle
tartışıyorlardı.
"Hak apaçık
meydana çıktıktan sonra... hakka dair seninle tartışıyorlardı."
Tartışmalarına sebep şuydu: Hz, Peygamber onları kervanı karşılamaya teşvik
ettiği sırada kervanı kaçırmalarından sonra, onlara savaşmayı emrettiğinde
beraberlerinde çokça hazırlık bulunmadığı için, bu iş onlara ağır gelmişti.
Onlar da şöyle demişlerdi: Bize savaş yapılacağını haber vermiş olsaydın, biz
de bunun için gerekli hazırlığımızı yapardık.
Yüce Allah'ın:
"Hakka dair" buyruğunun anlamı da savaşa dair seninle tartışıyorlardı
demek olur. "Hak apaçık meydana çıktıktan sonra." Yani, onlar senin
Allah izin vermedikçe herhangi bir emri vermeyeceğini anladıktan sonra diye
açıklandığı gibi: Yüce Allah'ın, kendilerine, ya kervanı ele geçirmek yahut
Mekkelilere karşı zafer kazanmayı vadetmiş olduğu açıkça ortaya çıktıktan
sonra diye de açıklanmıştır. Şimdi kervan elden kaçmış olduğuna göre, o halde
Mekke ehline karşı çıkmak ve onlara karşı muzaffer olmaktan başka bir yol
kalmıyor.
Buna göre âyet-i
kerimedeki bu üslûbun anlamı, onların bu tartışmalarını olumsuz karşılamaktır.
Mekkelilerle karşılaşmaktan hoşlanmadıklan için de "göre göre" yani,
bu işin kaçınılmaz olarak başlarına geleceğini bilerek "seninle
tartışıyorlardı." Buradaki *görme"nin bilmek anlamına gelmesi, yüce
Allah'ın şu buyruğunda da yine "görme"nin bilmek anlamında kullanılmış
olması gibidir: "O günde kişi iki elinin, önden yolladığına bakacaktır..."
(en-Nebe1, 78/40) Yani, neler işlemiş olduğunu bilecektir.
[33]
7. Haili Allah size o
iki taifeden birinin sizin olacağını va'dediyor-du. Siz ise kuvvet ve silahı
bulunmayanın kendinizin olmasını arzu ediyordunuz. Allah da sözleriyle hakkı
üstün kumayı ve kâfirlerin arkasını kesmeyi istiyordu.
8. Tâ ki, hakkı
devamlı üstün kılsın, batılı yok etsin. Günahkârlar hoş görmese de.
"Hani Allah size
o iki taifeden birinin sizin olacağını va'dedîyordu" buyruğunda,
"biri" anlamındaki; kelimesi, ikinci mePul olarak nasb mahallindedir,
"O sizin... dir* buyruğu da yine; "Biri"nden bedel olmak üzere
nasb mahal) indedir.
"Siz ise kuvvet
ve silahı bulunmayanın kendinizin olmasını arzu ediyordunuz" bunu seviyor
ve istiyordunuz.
Ebu Ubeyde der ki:
"Kuvvet ve silahı bulunmayan" tabiri, keskin âletleri bujunmayan
demektir. "Şevket" ise, silah demektir. Şevk (diken) ise, keskin ve
sivri tarafı olan bitkiye denilir. "Silahı keskin adam" tabiri de
buradan gelmektedir. Diğer taraftan bu tabir, kalbedilerek; "Silahı
dikenli (keskin)" tabiri kullanılır,
Buyruğun anlamı şudur:
Yani siz, beraberinde silah bulunmayan ve kendisiyle savaş j^pılmayacak olan
gurubu (kervanı) ele geçirmeyi arzu ediyordunuz. Bu açıklama ez-Zeccâc'dan
nakledilmiştir.
"Allah ise sözleriyle
hakkı üstün kılmayı..." yani, İslâm'ı muzaffer kılmayı
"istiyordu." Hak, ebediyyen haktır. Hak üstün kılınmayacak ve galip
gelmeyecek olursa, batıla benzeyeceğinden, onun üstün kılınması hakkı hakk
olarak ortaya çıkarmak ve bunu açıkça göstermek demektir.
"Sözleriyle"
bunu yapması ise, bu konudaki va'di gereği gerçekleştirmesi demektir. Çünkü o,
ed-Duhan Sûresi'nde Peygamberine şu vaadde bulunmuştur: "Şiddetle
yakalayacağımız gün, muhakkak ki Biz intikam alıcılarız." (ed-Duhan,
44/16) Ebu Cehil ve arkadaşlarından intikam alacağız, demektir. Bir başka
yerde de şöyte buyurmaktadır: "Çünkü onu bütün cinlere üstün
kılacaktır." (es-Saf, 61/9)
Buradaki:
"Sözleriyle" buyruğunun, size onlarla cihad etmenizi emretmek
suretiyle... anlamına geldiği de söylenmiştir.
"Ve kâfirlerin
arkasını kesmeyi" helak ederek onları kökten yok etmeyi
"istiyordu."
"Tâ ki hakkı
devamlı üstün kılsın." Yani, İslâm dinini galip ve aziz kılsın;
"batılı yok etsin." Küfrü ortadan kaldırsın. Batılın iptal edilmesi
(yok edilmesi), onun ortadan kaldırılması demektir. Tıpkı, hakkın yerini
bulmasının gerçekleştirilmesinin, onun üstün kılınması anlamına geldiği gibi,
"Bilakis Biz, hakkı batılın üzerine bırakırız da, hak onun beynini
darmadağın eder. Bakarsın ki o, can çekişmektedir." (el-Enbiya, 21/18)
"Günahkârlar hoş
görmese de."
[34]
9. Hani siz,
Katibinizden imdat istiyordunuz da: "Muhakkak Ben »ize birbiri ardınca bin
melek ile yardım ediyorum" diye duanıza karşılık yermişti.
10. Allah bunu, ancak
bir müjde olsun ve o sayede kalpleriniz tümüyle rahatlasın diye yapmıştı.
Yardım, yalnız Allah katındandır. Şüphe yok ki, Allah mutlak galiptir,
Hakimdir.
Yüce Allah'ın:
"Hani siz, Rabbinizden yardım istiyordunuz..." buyruğun-daki yardım
İsteme anlamını veren "istiğâse" yardım ve imdada yetişme isteğinde
bulunmak demektir. "Adam imdat istedi" tabiri; " İmdat diye
bağırdı" demektir. İsmi, şeklinde gelir. İmdat istemek, yardım talep etmek
ise,"Benden yardım diledi," şeklinde kullanılır. Bunun da ismi;
şeklinde gelir. Bu açıklamalar el-Cevherî'den nakledilmiştir.
Müslim, Ömer b.
el-Hattab (r.a)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bedir günü Rasulullah
(sav), müşriklere baktı. Bin kişi olduklarını gördü. Ashabı ise üçyüzonyedi
kişi idiler. Bunun üzerine Allah'ın Peygamberi (Allah'ın salat ve selamı
üzerine olsun) kıbleye yöneldi, sonra ellerini uzattı. Rabbi-ne şöylece niyaz
etmeye koyuldu:
"Allah'ım, bana
va'dini gerçekleştir! Allah'ım bana va'dettiğini ver. Allah'ım, eğer sen İslâm
ehlinden bu topluluğu helak edecek olursan, yeryüzünde sana ibadet
olunmayacaktır." O, kıbleye yönelmiş, ellerini uzatmış halde, Rabbine,
-ridası omuzlanndan düşünceye kadar- niyaza devam etti. Sonra Ebu Bekir yanına
gitti, ridasını altp omuzlarına bıraktı. Arkasına durup şöyle dedi: Ey
Allah'ın Peygamberi, Rabbine bu kadar seslenişin yeter. Şüphesiz ki O, sana
verdiği sözünü gerçekleştirecektir. Bunun üzerine yüce Allah: "Hani siz,
Rabbİnİzden imdat İstiyordunuz da: Muhakkak Ben sîze birbiri ardınca bin melek
ile yardım ediyorum dîye duanıza karşılık vermişti" buyruğunu indirdi ve
Allah, melekleri yardımına gönderdi, diyerek hadisin geri kalan bölümlerini
zikretti.[35]
"Birbiri
ardınca" anlamındaki kelimesini Nâfî' "dâl" harfini üstün
olarak; diye okumuştur. Diğerleri ise "dal" harfini esreli olarak
ism-i fail şeklinde okumuşlardır. Yani, birbiri ardınca, arka arkaya gelen guruplar
demektir. Böylesi ise gözlere daha bir heybet ve korku verir.
"Dâl"
harfinin üstün okunuşu İse, faili meçhul (ism-i mef'ul) sîgasıdır. Yani,
ardınızdan gönderilen melekler anlamındadır. Çünkü Bedir günü savaşanların
ardından bin tane melek gönderilmişti. Yani, bu bin melek, kâfirlere karşı
onlar*a yardım etmek üzere indirilmişti. Bu kıraate göre bu kelime
"bin"İn sıfatı olur. Bunun, "Size... yardım ediyorum"
buyruğundaki man-sub zamirden hal olduğu da söylenmiştir. Yani siz,
birbirinizin ardınca savaş halindeyken, size bin melek ile yardım edeceğim.
Mücahidin kabul ettiği görüş budur.
Ebu Ubeyde'nin naklettiğine
göre İle aynı anlamdadır. (İkisi de; arkamdan geldi, peşimden geldi anlamında).
Ancak Ebu Ubeyd bunların aynı anlama gelmesini kabul etmemektedir. (Yani,
birincisi arkamdan geldi, ikincisi ve hemze ziyadesi ile olanı ise, arkamdan
gönderdi manasınadır). Çünkü yüce Allah: "Arkasından onu râdife (ikinci
üfürüş) izleyecek" (en-Naziât, 79/7) diye buyurmakta, buna karşılık; diye
buyurmamaktadır.[36]
en-Nehhâs, Mekkî ve başkaları derler ki:
Burada "dal" harfinin esreli okunuşu daha uygundur. Çünkü te'vil
bilginleri bu kıraate göre tefsir yapmaktadırlar. Yani melekler birbiri
ardınca gelmişlerdir. Diğer taraftan bunda -Ebu Ubeyde'nin naklettiğine göre-
"dal" harfinin üstün okunuşu manası da vardır. Bir başka sebep ise,
kurra'nın çoğunlukla "dal" harfini esreli olarak okumuş olmalarıdır.
Sibeveyh der ki: Kimi
kıraat âlimi; şeklinde "ra" harfi üstün, "dal" harfini de
şeddeli olarak okumuşken, kimileri de; şeklinde "ra" harfini esreli
okumuşlardır. Başkaları da "ra" harfini ötreli olarak; diye
okumuşlardır. Her üç kıraatte de "dal" harfi hem esreli, hem de
şeddelidir.
Sibeveyh'in bu açıklamasında
belirttiği birinci kıraatin takdirine göre, kelimenin aslı; şeklinde olup,
"te" harfi "dal" harfine idğam edilmiş, ondan sonra
"dal" harfinin harekesi -iki sakin yanyana gelmesin diye-
"ra" harfine verilmiştir. İkinci kıraatte ise "ra" harfi iki
sakin yanyana geldiğinden dolayı esreli okunmuştur. Üçüncü kıraatte ise
"ra" harfinin ötreli okunuşu, "mim" harfinin ötreli
okunuşuna İttiba dolayısıyladır. "Ey filan geri çevir," demek gibi.
Cafer b. Muhammed iie
Asım el-Cahderî de "bin" anlamındaki kelimeyi şeklinde; binlerce
anlamında; "bin" anlamındaki; 'in çoğulu olarak okumuştur. Tıpkı;
Fels kelimesinin çoğulunun; diye kullanılması gibi. Yine Cafer ile Asım'dan bu
kelimeyi; diye okudukları da rivayet edilmiştir.
Âl-i îmran Sûresi'nde
meleklerin inişinden, onların alâmetlerinden ve savaşlarından söz edilmişti
(bk. 3/123-125. âyetler, 3- başlık ve devamında). Yine Âl-i İmran Sûresi'nde
yüce Allah'ın: "Allah bunu ancak bir müjde olsun..." buyruğunun
anlamı da geçmiş bulunmaktadır. (Bk. 3/126. âyetin tefsiri). Maksat,
gönderilen yardımdır. Bununla ard arda gönderilen meleklerin kastedilmesi de
mümkündür.
"Yardımyalnız
Allah ka tındandır." Şanı yüce Allah bununla zafer ve yardımın
meleklerden değil, kendi katından geldiğine dikkat çekmektedir. Yani, eğer
O'nun yardımı olmasaydı, meleklerin sayılarının çokluğunun faydası görülmezdi.
Allah'tan gelen yardım ise, kthçla değil hüccet ile olur.
[37]
11. Hani O, kendi
katından bir emniyet olmak üzere sizi hafif bir uykuya biiründürüyordıı. Sizi
onunla tertemiz yapmak, sizden şeytanın pisliğini gidermek, kalplerinizi
pekiştirmek ve onunla ayaklara sebat vermek için de üstünüze gökten bir su
indiriyordu.
Yüce Allah'ın:
"Hani O... sizi hafif bir uykuya büründü-
rüyordu"
buyruğunda iki mef ul vardır. Bu da Medinelilerin kıraati olup fiilin yüce
Allah'a izafe edilmesi dolayısıyla güzel bir kıraattir. Çünkü daha önce yüce
Allah'ın ism-i şerifi: "Yardım yalnız Allah kalındandır" buyruğunda
geçmiş bulunmaktadır. Aynca bundan sonra da; "Üstünüze...
indiriyordu" buyruğu geçmektedir. Burada da fiil yüce Allah'a izafe
edilmektedir. Aynı şekilde uykuya büründürmek de ifadeler arasında uygunluk
(müşâkelet) ortaya çıkması İçin yüce Allah'a izafe edilir.
İbn Kesir ve Ebû Amr
ise, fiili hafif uykuya izafe ederek; "O hafif uyku sizi buruyordu,"
şeklinde okumuşlardır. Bu kıraatin delili ise, "Bir emniyet ve bir
uyuklama indirdi ki, içinizden bir kısmını örtüp buruyordu" (Âl-i İmran,
3/154) buyruğudur.
Bu buyrukta
"bürümek" anlamını veren fiil, hem "ye" ile, hem de
"te" ile okunmuştur. Bu okuyuşlara göre de fiil, ya uykuya veya
güvenliğe izafe edilmiştir. Burada geçen güvenlik, bizzat hafif uykunun (ya da
uyuklamanın) kendisidir. Yüce Allah, bu uyuklamanın müslümanlan bürüyen şey
olduğunu haber vermektedir. Diğerleri ise; "Sizi... Mründürüyordu"
şeklinde "ğayn" harfini üstün, "şin" harfini de şeddeli
okumuşlar, "Hafif bir uykuya" kelimesini de nasb ile okumuşlardır. Bu
da Nâfi'in kıraatinin mana-
sına göre böyle
okunur. Bu iki okuyuş; "Bürüdü ve burundur-dü" anlamında iki ayrı
söyleyiştir. Nitekim yüce Allah (bu iki söyleyişin her birine örnek olmak
üzere) şöyle buyurmaktadır: "Onları(n gözlerini) örttük (bağladık)"
(Yasin, 36/9); Onu örttüğü şeyler ile örttü." (en-Necm, 53/54) Bir başka
yerde de şöyle buyurmaktadır: "Sanki yüzleri... büründürülmüş
gibidir." (Yunus, 10/27) Mekkî de der ki: Burada tercih edilen görüş,
"ya" harfinin ötreli ve şeddeli okunuşu, buna karşılık; Hafif bir uyku" kelimesinin nasb ile
okunmasidır. Çünkü ondan sonra gelen ifade: "Kendi katından bir emniyet
olmak üzere" şeklinde olup, Kendi kâtından" lafzındaki zamir,
Allah'a ractdir. Hafif uykuyu onlara büründü ren O'dur. Diğer taraftan çoğunluk
da bu şekilde okumuştur. Bunun: Düşmandan yana sîze güvenlik olmak üzere;
anlamına geldiği de söylenmiştir.
"Bir emniyet
olmak üzere" buyruğu mef ulun leh yahut mastardır. şeklindeki mastarların
hepsinin anlamı (güvenlik, emniyet demek olup) aynıdır.
"Hafif uyku (veya
uyuklama}", korkmayan ve güvenlik içerisinde bulunanın halidir, İşte bu
hafif uyku da ertesi gün savaşın yapılacağı gecede olmuştu. Önlerinde oldukça
önemli bir husus bulunmakla birlikte uyumaları hayret verici birşeydi. Fakat
Allah onların korkularını dindirmişti. Ali (r.a)'dan, dedi ki: Bedir günü
aramızda süvari olarak yalnızca el-Mİkdad vardı. Onun da siyah beyaz bir atı
vardı. Ben o savaşta bulunan bizlerden, kimi gördümse hep uyuyorduk. Ancak
Rasulullah (sav) bir ağacın altında sabaha kadar namaz kıldı ve ağladı. Bunu
el-Beyhakî zikretmiştir.[38]
el-Maverdî der ki: Bu
gecede yüce Allah'ın onlara gelen uykuyu hatırlatarak minnette bulunması iki
bakımdandır: Birisi onların ertesi gün savaşın yapılacağı gecede dinlenmelerini
sağlayarak onları güçlendirmesi, diğeri İse kalplerinden korkunun izale
edilmesiyle onlara güvenlik sağlamasıdır. Nitekim şöyle denmektedir: Güvenlik,
uyku getirir, korku ise uyutmaz.
Safların karşı karşıya
geldiği sırada onları uykuya büründürdüğü de söylenmiştir. Buna benzer bir
hususun, Uhud gününde sözkonusu olduğu Âli İmran Sûrest'nde (Bk. 3/154. âyetin
tefsiri) açıklanmıştı.
Yüce Allah'ın:
"Sîzi onunla tertemiz yapmak, sizden şeytanın pisliğini gidermek,
kalplerinizi pekiştirmek ve onunla ayaklarınıza sebat vermek İçin de üstünüze
gökten bir su indiriyordu" buyruğunun zahirinden anlaşıldığına göre;
Kur'an-ı Kerim bununla uyumanın yağmurdan önce olduğuna delâlet etmektedir.
İbn Ebi Necih İse der
ki: Yağmur, uykudan önce olmuştu. ez-Zeccac'ın naklettiğine göre, kâfirler
Bedir günü mü'minlerden önce Bedir suyunun başına varmışlar ve orada
konaklamışlardı. Mü'minter susuz kalmışlardı. Bu sefer korkuya kapıldılar,
susuzluk çekmeye başladılar, cünüp oldular ve hatta bu şekilde namaz kıldılar.
Kimileri kendi içinden şeytanın vesvesesinin etkisiyle şöyle demişti: Biz
Allah'ın dostları olduğumuzu iddia ediyoruz. Rasu-lullah da aramızda
bulunmaktadır. Halbuki biz bu durumda, müşrikler ise suyun başında
bulunuyorlar. Bunun üzerine yüce Allah, Bedir gecesi, Ramazanın onyedinci
günü, vadiler sel olup taşıncaya kadar yağmur yağdırdı Rny-lelîkle hem su
içtiler, hem temizlendiler, hem bineklerine de su verdiler. Kendileri ile
müşrikler arasında bulunan kıraç ve kaypak arazi sertleşti ve bunun sonucunda
müslümanların ayakları orada savaş sırasında sağlam bastı.
Şöyle de denilmiştir:
Bu haller, müsJümanların Bedir'e ulaşmalarından önce olmuştu. Bu görüş daha
sahihtir. İbn İshâk'ın Siret'inde ve başkalarının zikrettiği de budur. Kısaca
olay şöyle olmuştu: İbn Abbas der ki: Rasulullah (sav)'a Ebu Süfyan'in Şam'dan
dönmekte olduğu haberi ulaşınca, müslüman-lan onlara karşı çıkmaya teşvik edip
şöyle dedi: "İşte beraberinde mallar bulunan Kureyş'in kervanı. Haydi
onların önüne çıkınız. Olur ki Allah bu kervanın mallarını size nafile
(ganimet) olarak İhsan eder." Bunun üzerine elini çabuk tutup
hazırlanabilenler Hz. Peygamber ile yola koyuldu. Kimisi işi ağırdan tuttu ve
onunla çıkmaktan hoşlanmadı. Rasulullah (sav) ise, kendisinin mazeretli
olduğunu ortaya koyan hiçbir kimseye iltifat etmeksizin çabucak yola koyuldu.
Bineği bulunmayanı da beklemedi. Böylelikle o, Muhacir ve Ensar'dan oluşan
ashabından üçyüz onüç kişi ile yola koyuldu.
Buhârî'de ise el-Berâ
b. Âzib'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Muhacirler Bedir günü seksen küsur
kişi, Ensar ise ikiyüzkırk küsur kişi idiler.[39]
Yine Buhârî,
el-Bera'dan şöyle dediğini kaydetmektedir: Biz, kendi aramızda Muhammed
(sav)'ın ashabının Talut ile birlikte nehri aşan adamlarının sayısınca, üçyüz
on küsur kişi olduğunu söylerdik. Ki onunla birlikte mü'min olmayan kişi nehri
geçmemişti.[40]
Beyhakî de Ebu Eyyub
el-Ensarî'den şöyle dediğini kaydetmektedir: Biz,
"Bedir'e"
çıktık. Bir ya da iki gün yol aldıktan sonra Rasulullah (sav) bize sayımızı
tesbit etmemizi emretti. Biz de onun emrini yerine getirdik, üçyüz onüç kişi
olduğumuzu gördük. Peygamber (sav)'a sayımızı haber verince, o bundan dolayı
sevindi, yüce Allah'a hamd edip: "Tatut'un adamları sayısıncası-nız"
diye buyurdu.[41]
İbn İshâk der ki:
Herkes hep birlikte Rasulullah (sav)'ın herhangi bir savaş hali ile
karşılaşmayacağını sanmıştı. O bakımdan bu işe hazırlananlar çok olmadı. Ebu Süfyan
ise Hicaz bölgesine yaklaşınca, haberleri araştırmak üzere casuslar gönderir,
karşılaştığı kafilelere insanların mallarına zarar gelir korkusuyla durumu
soruştururdu. Nihayet kafilelerden birisinden: Muham-med (sav) insanları size
karşı çıkmak üzere sefere davet etti, diye bir haber aldı.
Bunun üzerine tedbir
aldı ve Gıfarlı Damdam b, Amr'ı ücretle tutarak Mekke'ye gönderdi, Ona,
Kureyşlilere gidip mallarını korumak üzere sefere çıkmalarını ve Muhammed
(sav)'ın ashabı ile birlikte kervanın karşısına çıkmak istediğini bildirmesini
istedi. Damdam, Ebu Süfyan'ın dediklerini yaptı. Mekkeliler de bin kişi veya o
civarda savaşçı ile yola çıktılar.
Peygamber (sav) da
ashabı ile çıktı ve kendisine Kureyşlilerin kervanlarını korumak üzere
Mekke'den çıktıklarına dair haber ulaştı. Peygamber (sav) beraberindekilerle
istişarede bulundu. Ebu Bekir kalktı, konuştu ve güzel konuştu. Daha sonra
Ömer kalktı, o da konuştu, güzel şeyler söyledi.
Daha sonra el-Mikdad
b. Amr ayağa kalkıp şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasu-lü, Allah'ın sana emrettiği ne
ise onun doğrultusunda yürü. Biz de seninle beraberiz. Allah'a yemin ederiz,
İsrailoğullarının: "Sen ve Rabbin gidiniz de ikiniz onlarla savaşın. Biz
de burada oturanlarız" (el-Maide, 5/24) dedikleri gibi demeyiz. Şunu
söyleriz: Sen ve Rabbin gidiniz, savaşınız. Biz de sizinle birlikte
savaşacağız. Seni hak ile gönderen hakkı için eğer sen Berk el-Ğimâd'a
-Habeşistan'daki bir şehiri kastediyor- yürüyecek olsan, şüphesiz biz de orada
seninle birlikte çarpışırız.
Rasulullah (sav)
bundan dolayı sevindi ve ona hayırla duada bulundu, sonra da şöyle buyurdu:
"Ey insanlar bana görüşlerinizi belirtiniz." Bununla En-sar'ı
kastediyordu. Çünkü-Ensar hazır bulunanların sayıca çoğunluğunu teşkil
ediyordu ve Akabe'de Hz, Peygamberle bey'ati eştikleri sırada, Ey Allah'ın
Rasulü demişlerdi. Şüphesiz bizler sen yurdumuza ulaşıncaya kadar başına
geleceklerden kendimizi sorumlu tutmayız. Ama bize ulaştın mı, artık sen bizim
himayemizdesin. Kendimizi, çoluk çocuğumuzu ve hanımlarımızı nasıl ve neden
koruyor isek, seni de öylece koruyacağız.
İşte Rasulullah (sav)
Ensar'ın Medine dışında kendisine yardım etmekle yükümlü olmadıkları görüşüne
sahip olmalarından ve kendisinin de onları şehirleri dışında bir düşmana karşı
götürme hakkına sahip olmadığı kanaatini taşıyacaklarından korkuyordu.
Rasulullah (sav) bu
sözlerini söyleyince, Sa'd b. Muaz -Sa'd b. Ubade de denilmektedir, o gün her
ikisinin de konuşmuş olmaları da mümkündür- şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü,
sanki sen bu sözlerinle biz Ensar topluluğunu kastediyor gibisin. Rasulullah
(sav) "evet" diye buyurunca, Sa'd şunları söyledi:
Şüphesiz biz sana iman
ettik. Sana uyduk. Allah sana neyi emrettiyse o yolda yürü. Seni hak ile
gönderene yemin ederiz ki, eğer sen bizimle birlikte şu denize dalacak olursan
ve sen de dalarsan şüphesiz seninle birlikte biz de ona dalarız.
Bunun üzerine
Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Allah'ın bereketi üzere yola koyulunuz.
Ben sanki ölü yıkılacak olanların yıkılacakları yerleri görür gibiyim."
Rasulullah (sav) yola koyuldu
ve Kureyşlilerden önce Bedir suyuna vardı. Allah'ın, Kureyşlilerin üzerine
indirmiş olduğu büyük bir yağmur, onların daha önce Bedir suyuna varmalarını
engelledi. Buna karşılık o yağmurdan müslümanlara ayakların gömüleceği kadar
yumuşak olan vadinin kumlarını sadece sertleştiren ve böylelikle yürümelerini
kolaylaştıran miktarı isabet etmişti.
Rasulullah (sav) Bedir
sulan arasında Medine'ye en yakın olan suyun yanı başında konakladı.
el-Hubab İbnü'l-Münzir
b. Amr b. el-Cemuh, Hz. Peygamber'e bu hususta başka bir görüş sunarak ona
şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, acaba bu Allah'ın sana konaklamanı emrettiği
ve bizim daha ilerisine de geçemeyeceğimiz, yahut gerisinde de kalamayacağımız
bir yer midir, yoksa bu konudaki görüşünüz savaş ve savaş taktiği gereği midir?
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, bu husustaki görüşümüz, savaş ve
taktik gereği burada konakladık" deyince, el-Hubab şöyle dedi: Ey
Allah'ın Rasulü, bu senin İçin uygun bir konaklama yeri değildir. Haydi bizi
onlara en yakın suyun başına götür, oraya konaklayalım ve onun gerisinde kalan
diğer kuyulan ise kapatalım. Sonra bizler bu suyun çevresinde bir havuz
yapalım, o havuzu su ile dolduralım. Biz bu sudan içerken, onlar içecek su
bulamasınlar.
Rasulullah (sav) onun
bu görüşünü güzef buldu ve dediği şekilde hareket etti. Daha sonra
müslumanlarla Kureyşliler karşı karşıya geldiler, Allah Peygamberine ve
müslümanlara zafer verdi. Müşriklerden yetmiş kişi öldürüldü, yetmiş kişi de
esir alındı. Mü'minlerin onlardan intikamını aldı. Allah, hem Rasulünün
göğsüne, hem de ashabının göğsüne onlara karşı duydukları öfkeden dolayı su
serpmiş oldu. İşte bu hususu dile getirmek üzere Hassan b. Sabit şu şiiri
söylemiştir:
"Kum tepesi
üzerindeki Zeynep yurdunu bilip tanıdım
Yeni, taze yaprak üzerindeki
yazı hattı gibi;
Rüzgârlar onu evirip
çeviriyor ve baharın
Bol bol yağmur
yağdıran her bir bulutu-
Artık orası yıkılıp
döküldü ve o sevgili orada sakinken,
Şimdi orası harabeye
döndü
Artık bırak hergün
hatırlamayı da
O kederli kalbe
hararetini geri ver
O kusuru bulunmayanı
haber ver bana
Doğrulukla; yalancının
haberi gibi olmasın
Bedir sabahı yüce
Allah'ın yaptıklarım
Bizim için o
müşriklerdeki hezimet payını
O sabah vakti ki,
adeta onların toplulukları
Batı tarafında
temelleri ortaya çıkmış (binayı) andırıyordu
Biz de onları bizden
bir toplulukla karşıladık
Orman arslanlan gibi
gencimizle, yaşlımızla
Muhammed'in önünde ona
karşı destek verdiler
Düşmana karşı savaşın
kızgınlığında
Ellerinde ince keskin
kılıçlar olup
Güçlü, şerefli ve
deneyimli herkesle beraber
O şerefli ve asil
Evaoğulları ile onları destekleyen
O sapasağlam dinde
Neccar oğulları da
Bbu Cehl'in yanından
yere yıkılmışken geçtik
Utbe'nin yanından da;
onları toprak üzerinde bırakarak
Şeybe'yi de nesebleri
sorulacak olursa,
Hatırı sayılır
ncseblere yiğitler arasında terkettik
Rasulullalı seslendi
onlara, onları yığınlar halinde kuyuya attığımız vakit
Benim söylediğim sözün
hak olduğunu görmediniz mi
Ve Allah'ın emri ta
kalplere işler
Konuşamadılar,
konuşsalardı diyeceklerdi ki:
İsabet ettin, sen
gerçekten isabetli görüşün sahibiydin."
Burada açıklamamız
gereken üç husus vardır:
[42]
Malik der ki: Bana
ulaştığına göre Cebrail Ca.s), Peygamber (sav)'a sormuş: Aranızda Bedir'e
katılanların durumu nedir? Hz. Peygamber: "Onlar bizim
ha-yırhlarımızdır" diye cevap verince Cebrail: "Bizim aramızda da
onlar böyledir" demiş.[43]
İşte bu, mahlukatın
şerefinin bizzat kişilerin şahsı İle ilgili olmadığını, yapılan işlerle ilgili
olduğunu göstermektedir. Meleklerin sürekli teşbihe devam etmek gibi şerefli
davranışları vardır. Bizim de İtaatte ihlaslı davranmak suretiyle yaptığımız
işlerimiz vardır.
İtaatlerin fazileti
şeriatın onları faziletli diye cesbit etmesiyle ortaya çıkar. Bu itaatlerin en
faziletlisi ise cihaddır. Cihadın en faziletlisi ise Bedir günüdür. Çünkü
İslâm'ın yapısı onun üzerinde yükselmiştir.
[44]
Peygamber (sav)'ın
kervanı karşılamak üzere çağrıda bulunması, ganimet elde etmek kastıyla savaşa
çağırmanın caiz oluşuna delildir. Çünkü ganimet helal bir kazançtır. Bu da
Malik'in, böyle bir şeyi mekruh görmesi şeklindeki kanaatini reddetmektedir.
Çünkü Malik şöyle der: Bu maksatla yapılacak savaş, dünyalık için bir savaştır.
Ayrıca, -ganimet için savaşanınki değil de-Allah'ın adt en üstün olsun diye
savaşanın savaşı, Allah'ın yolundadır, şeklindeki Peygamberi buyruk ile
kastedilen şudur: Eğer böyle bir kimsenin maksadı yalnızca ganimet elde etmek
olup dini hiçbir maksadı yoksa o ganimet için savaşmış olur.
İkrime, İbn Abbas'tan
şöyle dediğini rivayet eder: Bedir savaşı sona erdikten sonra Peygamber
(sav)'a, haydi artık kervana gidelim. Çünkü onu koruyacak birşey kalmadı,
dediler. Bu sefer esirler arasında bulunan el-Abbas ona şöyle seslendi: Bu
uygun birşey olmaz. Bunun üzerine Peygamber (sav) ona: "Neden"? diye
sorunca, şöyle dedi: Çünkü Allah sana iki taifeden birisini va-detmişti. İşte
Allah sana vadettiğini vermiş bulunuyor. Bunun üzerine Peygamber (sav):
"Doğru söyledin" diye buyurdu. Hz. Abbas ise bu bilgiyi Peygamber
(sav)'ın konuşmalarından ve Bedir ile ilgili açıklamalardan öğrenmiş, konuşma
esnasında bu hususu da işitmişti.
[45]
Müslim'in, Enes b.
Malik yoluyla gelen rivayetine göre, Rasulullah (sav) Bedir'de (müşriklerden)
öldürülenleri üç gün terkettikten sonra onların bulunduklan yerde ayakta olduğu
halde onlara seslenip şöyle dedi: "Ey Ebu Cehil b. Hişam, Ey Ümeyye b.
Halef, Ey Utbe b. Rabia, Ey Şeybe b. Rabia, Rab-binizin size va'dettiğini
gerçek olarak buldunuz değil rni? Şüphesiz ki ben, Rabbimin bana vadettiğinin
gerçek olduğunu gördüm."
H2. Ömer Peygamber
(sav)'ın sözünü işitince, Ey Allah'ın Rasulü dedi. Onlar nasıl işitebilirler
ve onlar kokmuş leşler haline geldikten sonra nasıl cevap verebilirler?
Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Nefsim elinde olana yemin ederim, sizler benim sözlerimi onlardan daha
iyi işitiyor değilsiniz. Şu kadar var ki onlar cevap veremiyorlar."
Daha sonra Hz.
Peygamberin emir vermesi üzerine sürüklendiler ve Bedir'deki kuyuya atıldılar.[46]
Hz. Ömer'in
"nasıl işitirler?" sözü, adet gereği böyle bir şeyi uzak gördüğünü
ifade eder. Peygamber (sav) de ona, onların da tıpkı canlılar gibi işittiklerini
söyledi. İşte bu, ölümün katıksız bir yokluk ve bir fena oluştan ibaret
olmadığını, aksine ölümün sadece ruhun beden ile ilişkisinin kesilip ondan
ayrılması ve ikisi arasına bir engel girerek bir hal değişikliği ve bir dünyadan
öbür yurda geçiş olduğunu göstermektedir. Nitekim Rasulullah (sav) şöyle
buyurmaktadır: "Şüphesiz ki, ölü kabrine konulup, sahipleri onu bırakıp
geriye döndüklerinde muhakkak o, onların ayak seslerini dahi işitir."[47] Bu
hadisi de Sahilı(i Buhar?) rivayet etmiştir.
Yüce Allah'ın:
"Onunla ayaklara sebat vermek" buyruğundaki "o" zamiri,
önceden de geçtiği üzere, ayakların gömüldüğü yumuşak kumlu vadinin
sertleşmesini sağlayan suya attir. Bu zamirin, kalplerin pekiştirilmesine ait
olduğu da söylenmiştir. Buna göre, ayaklara sebat verilmesi, savaş mahallinde
ilahi yardım ve zafer verilmesinden ibaret olur.
[48]
12. Hani Rabbin
meleklere: "Şüphesiz Ben sizinle beraberim. İman edenlere sebat verin.
Ben, kâfirlerin kalplerine korku salacağım. Artık onların boyunlarının üstüne
ve onların her parmağına vurun" diye vahyedlyordn.
Yüce Allah'ın:
"Hani Rabbin meleklere: Şüphesiz Ben sizinle beraberim... diye
vahyediyordu" buyruğunda yer alan ve "hani" anlamına gelen;
edatındaki âmil (bir önceki âyette geçen); "Sebat vermek" fiilidir.
Yani Allah, o vakitte bunun ile ayaklara sebat veriyordu. Âmilinin;
"Pekiştirmek İçin" fiili olduğu da söylenmiştir. Yani, "hani
Rabbin... pekiştirmek için vahyediyordu" demek olur. Buna göre ifadenin
takdiri şöyle olur: Sen, "Rabbinin meleklere, şüphesiz Ben sizinle
beraberim, diye vahyedişini" hatırla anlamındaki ifade de nasb mahallinde
olur. Buyruğun manası İse, ben sizinle zafer ve yardımım ile birlikte
beraberim şeklînde olur.
"Sizinle
beraber," ifadesi, "ayn" harfi üstün olarak okunursa zarftır.
"Ayn" harfini sakin olarak okuyanlara göre ise, bu bir harf
(edatjtir.
"İman edenlere
sebat verin" yani, onlara yardım ve zafer müjdesini verin, yahut onlarla
birlikte savaşın veya savaşmaksızın onlarla beraber hazır bulunun. Melek, bir
adam suretinde safın önünde yürür ve: Yürüyün, şüphesiz Allah size yardım ve
2afer verecektir, diyordu. Müslümanlar da onun kendilerinden olduğunu
sarsıyorlardı.
Daha önce Âl-i İmran
Sûresi'nde (3/323-125. âyetlerin tefsirinde) Meleklerin Bedir günü
savaştıklarına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. O günde ashab-ı kiram,
gözleriyle gördükleri bir vurucu olmaksızın, boyun bölgesinden kopan bir takım
başlar görüyorlardı. Bazıları da sözü işitildiği halde şahıs olarak görülmeyen
bir kişinin İlerle ey Hayzum! dediğini işitmişlerdi.
Şöyle de açıklanmışUr:
Bu şekilde sebat verme, Rasulullah (sav)'ın mü'min-lere meleklerin yardım etmek
üzere indiklerini zikretmesi suretinde olmuştu.
Yüce Allah'ın:
"Ben, kâfirlerin kalplerine korku salacağım" buyruğuna dair
açıklamalar da daha önce Âl-i İmran Sûresi'nde (3/151. âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır
"Artık onların
boyunlarının üstüne... vurun." Bu, meleklere verilen bir emirdi.
Mü'minlere verilen bir emir olduğu da söylenmiştir. Yani, siz boyunları
vurunuz. Buradaki"Üstüne" kelimesi zâiddir. Bunun zâid olduğunu
el-Ahfeş, ed-Dahhâk ve Atiyye ifade etmişlerdir.
el-Mes'udî rivayetiyle
dedi ki: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki ben, Allah'ın azabı
ile azaplandırmak üzere gönderilmedim. Ben, boyun-
lan vurmak ve düğüm
bağını sıkı tutmak (esir almak) ile emrolundum."
Muhammed b. Yezid der
ki: Bu görüş yanlıştır. Çünkü, "üstüne" kelimesi, belli bir anlam
ifade etmektedir. Dolayısıyla bunun zaid gelmesi sözko-nusu olamaz. Ancak,
bunun anlamı şöyledir: Onlara, yüzlere ve yüze yakın bölgelere vurmaları mübalı
kılınmıştır.
İbn Abbas da der ki:
Bundan kasıt, her tepe ve her kafayı vurun, demektir. Yani, boyun bölgesinden
yukarıda olanları vurun ki, bunlar da başlardır. Bu açıklamayı da İkrime
yapmıştır. Başa darbe vurmak ise daha etkileyici-dir. Çünkü, en basit bir darbe
beyine etki eder Bu kabilden bazı açıklamalar en-Nisa Sûresİ'nde de geçmiş
bulunmaktadır.
Ayrıca
"Üstüne" kelimesi de zaid değildir. Bu açıklamaları, yüce Allah'ın:
"Eğer kadınlar ikiden fazla iseler..." (en-Nisa, 4/11; 9. başlık)
buyruğunu açıklarken zikretmiş bulunuyoruz.
"Ve onların her
parmağına vurun." ez-Zeccâc der ki: "Parmaklar" kelimesinin
tekili; kelimesidir. Bu kelimenin buradaki anlamı parmak ve diğer azalardır. Bu
kelime, Arapların bir yere ikâmet eden kişinin durumunu anlatmak üzere
"Adam orada ikâmet etti," sözlerinden alınmıştır. Buna göre bu
kelime, ikâmet ve hayat ile ilgili anlamları ifade etmek için kullanılır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Burada bu kelimeden maksat, el ve ayaklann parmak uçlarıdır. Bu
ise, harpte sebatı ve darbe indirilecek yeri anlatmaktadır. Birisinin parmak
uçlarına darbe indirilecek olursa, bu sefer diğer organlardan farklı olarak bu
darbeleri alan kimse savaşamaz hale gelir. Şair Antere der ki:
"O, namus ve
şerefimizi koruyan bir savaş adamıydı
Ve sıkıntılı, zorlu
zamanlarda herbir parmak ucuna darbe indirendi."
Bu kelimenin 'parmak"
anlamını taşıdığını ortaya koyan beyitlerden birisi de yine Antere'nin şu
heyetidir:
"Ölüm benim
elimin emri altındadır.
Hint çeliğinden
yapılmış kılıcım parmaklarına vardı mı.?"
Arapların şiirinde bu
kelimenin "parmaklar" anlamına geldiğini ortaya koyan tanıklar pek
çoktur. İbn Fâris der ki: Bu kelime parmaklar anlamındadır. Sair azalar demek
olduğu da söylenmiştir. Bazılarının da naklettiğine göre bunlara bu ismin
veriliş sebebi, insanın kendileri vasıtasıyla karar kılabildiği ve durabildiği
hallerinin salahının bu organlara bağlı oluşundan dolayıdır. ed-Dahhâk da der
ki: Bu kelime her bir eklem yeri hakkında kullanılır.
[49]
13. Bunun sebebi
onların Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmeleridir. Kim Allah'a ve Rasûlüne karşı
gelirse, muhakkak Allah cezası çok şiddetli olandır.
14. Bu, şimdiki
azabınız. Onu tadın. Kafirler İçin bir de ateş azabı vardır.
Yüce Allah'ın:
"Bunun sebebi, onların, Allah'a ve Rasûlüne karsı gelmeleridir"
buyruğundaki; Bu", mübtedâ olarak ref mahallindedir. İfadenin takdirî de şudur:
Bu işin sebebi... yahut da bu iş, işte böyledir.
"Allah'a... karşı
gelmeleri", Allah'ın dostlarına karşı çıkmaları demektir. Karşı gelmek
(şikak) ise, herkesin vadinin bir tarafında yer alması demektir. Buna dair
açıklamalar, daha önceden (el-Bakara, 2/137. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
"Bu, şimdiki
azabınız. Onu tadın. Kafirler için bir de ateş azabı vardır."
ez-Zeccâc der ki:
Bu... nız"; İş veya olay" kelimelerinin takdiri ile ref
mahallindedir. Yani, sizin durumunuz işte budur, o halde onu tadınız. Bunun,
"Tadın" dolayısıyla nasb mahallinde olması da münlkündür. Mesela,
Zeyd'e vur," sözü de böyledir.
Bu ifadenin anlamı,
kâfirlere azarda bulunmaktır.
"Ve
muhakkak" Bu...nız'a atf ile ref mahallindedir.
el-Ferrâ der ki:
Bunun, Ve çünkü kâfirler için..." anlamında nasb mahallinde olması da
mümkündür. Yine el-Ferrâ der ki: Burada mah-zuf olarak "Ve bilin ki
muhakkak..." kâfirler için ifadesinin takdiri de mümkündür.
ez-Zeccâc der ki: Eğer
burada "ve bilin ki" İfâdesinin takdiri cai2 ise, elbette;
"Zeyd gitmektedir, Amr da oturuyor;" demek caiz olurdu. Hatta
mübteda olarak da; "( uu^, Lj >: ZeY^ gidiyor" (demek kastıyla)
de denilebilirdi. Çünkü lıaber veren, bir işi bildiren, demektir. Ancak, böyle
bir ifadenin kullanılabileceğini hiçbir nahivci söylememiştir.
[50]
15. Ey îman edenler,
toplu bir halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman, onlara arkanızı dönmeyiniz.
16. Savaşmak için
yahut yer tutmak veya başka bir bölüğe katılmak gayesiyle olmaksızın, o gün kim
onlara arkasını dönüp kaçarsa, muhakkak o, Allah'ın gazabına uğramış olur.
Onun yeri de cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:
[51]
-Mealde;
"karşılaşma" anlamı verilen kelimesi, azar azar yaklaşmak demektir.
Asıl anlamı, kalçalar üzerinde sürünmek demektir. Daha sonra savaş esnasında
bir başkasına doğru yürüyen herkese bu ad verilmeye başlanmıştır.
"Karşılıklı
olarak birbirine yaklaşmak, yakınlaşmak" anlamına gelir. Mesela;
"Düşman yaklaştı ve topluluklar yaklaştı" denilirken, biri diğerinin
üzerine yürüdü denmek istenir Şiirde "zihaf da buradan gelmektedir. Zihaf
ise, İki harf arasında bir harfin düşürülüp, o iki harfin birinin diğerine
ulanması (yürütülmesi) anlamınadır.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır Birbirinize yaklaşıp birbirinizi görecek olursanız, artık
onlardan kaçarak onlara arkalarınızı dönemezsiniz. Yüce Allah mü'minlere cihadı
ve kâfirlerle savaşı farz kıldığında bunu haram kıldı.
îbn Atiyye der ki:
"Arkalar" kelimesi, -arka anlamına gelen-"dubur"
kelimesinin çoğuludur. Bu âyet-i kerimede "dubur" kelimesinin
kullanılması ileri derecede bir fesahati ortaya koymaktadır. Çünkü, burada
kaçan için çok çirkin ve onun için yerilmeyi gerektiren bir ifade vardır.
[52]
Aziz ve Celil olan
Allah, bu âyet-i kerimede mü'minlere kâfirlerin önünden arkalarını dönüp
kaçmamalarını emretmektedir. Bu emir ise, mü'minlerin karşısındaki düşman
sayısının iki kat olmaması şeklinde nass ile bağfa-nan şart ile kayıtlıdır.
Dolayısıyla mü'minlerden bir kesim, mü'minlerin iki katı bulunan bir müşrik
topluluğu ile karşılaşacak olursa, farz olan onların önünden kaçmamaktır.
İkiye karşı bir halinde kaçan kişi savaş kaçkınıdır. Ancak, bire karşı üç
halinde kaçan kişi savaş kaçkını değildir ve tehdit, ona yönelik olmaz.
Savaştan kaçmak,
Kur'ân-ı Kerim'in zahiri gereğince ve imamlann çoğunluğunun ittifakı ile helak
edici büyük bir günahtır. Onlardan bazıları da -birileri de
"el-Vâdiha" da görüşünü ortaya koyan İbnü'l-Macişûn'dur- şöyle demektedir:
Bu hususta düşman sayısının kaç kat fazla olduğu, güç ve hazırlık, gözönünde
bulundurulur. Onların görüşlerine göre eğer müşriklerin sahip oldukları savaş
gücü ve kahramanlık, kendilerinin iki kat fazlası ise, yüz süvarinin yüz
süvariden kaçması caiz olur. Cumhurun görüşüne göre ise, yüz kişinin ancak
ikiyüz kişiden fazla düşman ile karşılaşması halinde kaçmaları helaldir.
Müslüman ne zamanki bire karşı ikiden fazla düşmanla karşılaşacak olsa, geri
dönüp kaçması caiz olur. Bununla birlikte sabretmek daha güzeldir. Nitekim Mûte
ordusu üçbin kişi olduklan halde, ikiyüzbin kişiye karşı sebat göstermişlerdi.
Ve bu ikiyüzbin kişinin de yüzbini Bizanslı, diğer yüz-bini ise Lalım ve Cüzam
kabilelerinden Müsta'reb araplardan oluşuyordu.
Derim ki: Endülüs
fethi tarihinde de gerçekleştiği gibi Musa b. Nusayr'ın azadlısı Tank,
binyediyüz kişi İle Endülüs'e çıktı. Bu, hicretin 93. yılı Receb ayında
gerçekleşmişti. Tarık, Endülüs kralt Rozrik (Rodrik) ile yetmiş bin süvariden
oluşan ordusuna karşı çıktı. Tarık üzerine yürüdü, ona karşı sabretti, Allah
da o azgın hükümdar Eodrik'i bozguna uğrattı ve fetih gerçekleşti.
İbn Vehb der ki: Ben,
Malik'e şöyle bir soru sorulurken dinledim: Müslümanlar sayıca az oldukları
halde düşman ile karşılaşır, yahut da gözetleyici-likte bulundukları ve
koruyuculuk yaptıkları sırada düşman üzerlerine gelecek olursa, az sayıdaki bu
müslüman asker çarpışırlar mı, yoksa geri dönüp arkadaşlarına mı haber
verirler? Şu cevabı verdi: Eğer onlara karşı savaşabilecek kuvvetleri varsa
onlarla savaşsınlar. Aksi takdirde arkadaşlarına gidip onları durumdan haberdar
ederler.
[53]
Savaş günü kaçışın,
Bedir gününe has mı, yoksa kıyamet gününe kadar yapılacak bütün savaşlarda mı
sözkonusu olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Ebu Said el-Hudrî'den gelen
rivayete göre bu hüküm Bedir gününe hastı. Nafi', el-Hasen, Katade, Yezid b.
Ebi Habib ve ed-Dahhâk bu görüşte olduğu gibi Ebu Hanife de bu görüştedir. Bu
görüşe göre hüküm Bedir'e katılanlara has idi. Onların geri çekilme hakları
yoktu. Eğer geri çekilecek olsalardı, müşriklere katılmış olurlardı.
Yeryüzünde o gün onlardan başka rnüsSüman yoktu. Müslümanların da geri kaçıp
katılacakları Peygamber (.sav)'dan başka herhangi bir gurupları da
bulunmamaktadır. Ondan sonra ise, müslümanların biri diğerinin gurubu oldu.
el-Kîyâ der ki: Ancak bu görüş, tartışılır bir görüştür. Çünkü, o sırada
Medine'de Ensar'dan pek çok kimse vardı. Peygamber (sav) onlara çıkmalarını emretmediği
gibi, onlar da savaş olacağını zannetmemîşlerdi. Sadece kervana karşı
çıkılacağını sanmışlardı. Ra-sulullah (sav) da kendisiyle birlikte çabucak
çıkabilenlerle çıktı.
İbn Abbas İle diğer
ilim adamlarından ise, âyet-i kerimenin kıyamet gününe kadar baki olduğu
şeklindeki görüşleri rivayet edilmektedir. Birinci kesim, az önce
aktardıklarımızı delil göstermekle birlikte yüce Allah'ın: "O gün"
kaydını da delil gösterir ve şöyle derler: İşte bu. Bedir gününe işaret etmektedir
ve bu âyetin hükmü, zaaf ile ilgili âyetle (bk. 8/66. âyet) nesh olunmuştur.
Geriye ise, savaştan kaçmanın hükmü, büyük bir günah olarak kalmamış olur.
Nitekim, Uhud günü savaşçılar kaçmış, Allah da onları affetmiş, Hu-neyn günü de
haklarında: "Nihayet arkanızı dönüp gitmiştiniz" (et-Tevbe, 9/25)
diye buyurmakta ve bundan dolayı herhangi bir azarlama sözkonusu olmamıştı.
İlim adamlarının
cumhuru ise şöyle demektedir: Bu buyruk ile, yüce Allah'ın: "Kâfirlerle
karşılaştığınız zaman" buyruğunun ihtiva ettiği savaş gününe işaret
edilmektedir. Âyetin hükmü ise kıyamet gününe kadar bakidir. Ancak, yüce
Allah'ın başka bir âyet-i kerimede açıklamış olduğu zaaf şartı aranır. Âyet-i
kerimede nesh sözkonsu değildir. Buna delil de şudur: Âyet-i kerime, savaştan
sonra savaşın sona erip, o gün içindeki bütün olaylarla bitip geride
kalmasından sonra inmiş olmasıdır. Malik, Şafiî ve ilim adamlarının çoğunluğu
bu görüştedir.
Müslim'in Sahih'inde
Ebu Hureyre'den gelen rivayete göre, Rasuhıllah (sav) şöyle buyurmuştur:
"Helak edici yedi büyük günahtan uzak durunuz... -bu hadiste- ve savaş
günü geri dönüp kaçmak" ifadesi de yer almaktadır.[54] Bu,
bu hususta açık bir nasstır. Uhud günü ise, insanlar kendilerinin iki katından
da fazla olan düşmandan kaçmış oldukları halde yine de azar-lanmışlardt. Huneyn
günü aynı şekilde kaçanlar da -ileride açıklaması geleceği üzere- kalabalık
düşmandan ötürü geri çekilmek zorunda kalmışlardı.
[55]
İbnü'l-Kasım der ki:
Savaştan kaçanın şahidliği caiz olmadığı gibi, imamları kaçacak olsa dahi
onların kaçmaları caiz değildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O
gün kim onlara arkasını çevirip kaçarsa." Yine der ki: Bununla birlikte
iki katlarından daha fazla düşmanla karşılaşacak olurlarsa, kaçış caiz olur.
Ancak bu, müslüman savaşçıların sayısı onikibini bulmuyorsa böyledir. Eğer
sayıları onikibini buluyor ise kaçmaları helal olamaz. İsterse müşriklerin
sayısı iki katlarından fazla olsurı. Çünkü Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur:
"Onikibin Oik bir müslüman ordusu) asla azlıktan dola-yt
yenilmezler."[56] İlim
ehlinin çoğunluğu bu sayıdaki orduyu âyeti kerimenin ifade ettiği umumi
anlamın dışında kabul edip tahsis etmişlerdir.
Derim ki: Bunu, Ebu
Bİşr İle Ebu Seleme el-Âmilî rivayet etmiştir ki, Ebu Seleme, el-Hakem b.
Abdullah b. Huttâf diye bilinir ve o metruk bir ravidir. İkisi şöyle
demişlerdir: Bize, ez-Zührî anlattı, O, En es b. Malik'den, O, Rasulullah
(sav)'dan dedi ki: "Ey Eksem b. el-Cevn, sen kavminden başkalarıyla gazaya
çık ki, huyun güzelleşsin ve arkadaşlarına ikramda bulunasın. Ey Eksem b.
el-Cevn, yol arkadaşlarının hayırlısı dörttür. Gözcü birliğin hayırlıları
kırktır. Seriyelerin hayırlıları dörtyüzdür. Ordulann hayırlıları dörtbindir ve
hiçbir zaman onikibin kişilik bir ordu azlıktan dolayı mağlup edilemez."[57]
İmam Malik'den de onun
bu görüşte olduğuna delâlet eden rivayetler nakledilmiştir. O da onun,
el-Umari el-Âbid'e söylediği sözüdür. el-Umari, kendisine: Sen ahkâmı
değiştiren ve onları tebdile uğratan kimselere karşı mücadele etmeyi
terkedebilir misin? Malik, şu cevabı vermiştir: Eğer beraberimde onikibin kişi
bulunuyor ise, bu hususta sana (yöneticilere karşı mücadeleyi terketmekte)
genişlik yoktur.
[58]
Eğer savaştan kaçarsa,
yüce Allah'tan mağfiret dilemelidir. Tırmizî, Bilal b. Yesar b. Zeyd'den şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Bana babam anlatti, o, dedem'den Peygamber (sav)'ı
şöyle buyururken dinlemiş: "Her kim; "Kendisinden başka ilah bulunmayan,
hayy ve kayyum olan Allah'tan mağfiret diler ve O'na tevbe ederim derse,
Allah, savaştan kaçmış olsa dahi orta mağfiret eder." Tirmizî der ki: Bu,
garip bir hadis olup, biz bunu bu yoldan başka bir yoldan bilmiyoruz.[59]
Yüce Allah'ın:
"Savaşmak için, yahut yer tutmak veya başka bir bölüğe katılmak gayesiyle
olmaksızın...'' buyruğunda sözü geçen ve "yer tutmak" ankmı verilen;
kelimesi, bulunulan cihetten ayrılmak demektir. Buna göre savaş taktiği gereği
bîr taraftan bir tarafa geçip yer değiştiren kişi bozguna uğrayıp kaçan bir
kimse değildir. Aynı şekilde müslüman bir topluluğa katılarak onların
yardımını alıp tekrar savaşa katılmak niyetiyle yerinden ayrılan kimse de
savaş kaçkını değildir.
Ebû Davud'un, Abdullah
b. Ömer yoluyla kaydettiği rivayetine göre, Abdullah b. Ömer Rasulullah
(sav)'ın gönderdiği seriyye (askeri birliklerden birisi arasında bulunuyordu.
Birlikte bulunanlar adeta geri dönercesirie bir tur attılar. Ben de bu şekilde
tur atanlar arasında idim. Fakat, bir kenara ayrıldığımız vakit, bu sefer: Biz
savaştan kaçtık ve gazaba uğradık. Artık ne yapacağız dedik. Dedik ki: Haydi
Medine'ye girelim, orada kendimize sağlam bir yer tutalım ve gittiğimiz vakit
de kimse bizi görmesin. Bunun üzerine Medine'ye girdik. Kendi aramızda: Keşke
Rasulullah (sav)'ın huzuruna çıksak, dedik. Eğer kabul edilecek bir tevbemiz
var ise, Medine'de kalmaya devam ederiz. Yok böyle birşey söz konusu
olmayacaksa geri gideriz. (İbn Ömer devamla) der ki: Sabah namazından önce
Rasulullah (sav)'ı gözetlemek üzere oturduk. Çıkıp gelince, ona doğru kalktık
ve: Biz kaçanlarız, dedik. O, bize yönelerek: "Hayır, aksine siz, dönüp
yeniden baskın yapmak üzere gerideki güçlere katılanlarsınız" dedi. Bu
sefer ona yaklaştık ve elini öptük. O: "Ben, müslümanlann kendisine
sığınıp katıldıkları bölüğüyüm."[60]
Sa'leb der ki:
(Kendisine katıldıkları birlik anlamı verilen) "el-akkârûn" geri
dönenler demektir. Başkası da şöyle açıklamıştır: Savaş esnasında geri kaçıp
sonra tekrar dönen kimseye böyle denilir.
Cerir ise, Mansur'dan,
o, İbrahim'den şöyle dediğini nakletmektedir: Ka-disiye'de bir adam geri dönüp
kaçtı ve Medine'ye Hz. Ömer'in yanına vardı ve şöyle dedi: Ey mü'minlerin
emiri, helak oldum. Savaştan kaçtım. Hz. Ömer: Ben, kendisine sığıntp yardımını
aldığın birliğinim, dedi.
Muhammed b. Şîrîn de
der ki: Ebu Ubeyde öldürüîüldüğünde[61],
öldürüldüğü haberi Hz. Ömer'e ulaşınca şöyle dedi: Eğer bana gelip sığınmış
olsaydı, ben onun yardımcı ve destekçi birliği olurdum. Ben her müslümanın yardımcı
ve destekçi birliğiyim.
Bu hadislere göre
savaştan kaçmak büyük günah olmamaktadır. Çünkü, burada yardımcı destek ve
birlik Medine'dir, İmamdır ve nerede olursa olsunlar müslüman cemattir.
Diğer görüşe göre ise,
kaçış büyük bir günahtır. Çünkü, orada sözü geçen yardımcı kuvvetler, savaş
için hazır bulunan insanlar topluluğudur. Bu da cumhurun: Savaştan kaçış büyük
bir günahtır, şeklindeki görüşüne göre böyledir. Onlar derler ki: Peygamber
(sav) ile Hz. Ömer'in bu sözleri, mü'minleri korumak, onlar için İhtiyatlı
olmak kabilindendi. Zira, o dönemde mü'minler, kendilerinden kat kat üstün
güçlere karşı sebat gösteriyorlardı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bununla
birlikte Hz. Peygamber'in: "Ve savaş günü kaçmak" ifadesi yeterli
olmalıdır.
[62]
Yüce Allah'ın: O,
Allah'ın gazabına uğramış olur." Yani, Allah'ın gazabını haketmiş olur.
"Uğramak" anlamı verilen, 'nın asıl anlamı dönmektir. Buna dair
açıklamalar daha önceden (2/61. âyetin tefsirinin sonlarına doğru) geçmiş
bulunmaktadır.
"Onun yeri de
cehennemdir." Yani, İkâmetgâhı. Bu da daha önceden birkaç yerde de
geçtiği gibi ebedi kalışa delil teşkil etmemektedir. Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: "Kim kendisinden başka hiçbir ilah olmayan hayy ve kayyûm
olan Allah'tan mağfiret dilerim, diyecek olursa, savaştan kaçmış olsa dahi
onun günahı bağışlanır."[63]
17. Onları siz
öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın. Ama
ancak Allah attı. Mü'minleri kendi nezdinden güzel bir İmtihan ile denemek
için (bunu yaptı). Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, herşeyi çok iyi
bilendir.
18. Sizin haliniz işte
budur. Şüphesiz Allah kâfirlerin düzenini zayıflatandır.
Yüce Allah'ın:
"Onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü" buyruğu ile
Bedir günü kastedilmektedir. Rivayete göre Rasulullah (sav)'ın ashabı,
Bedir'den geri döndüklerinde herbiri kendisinin yaptıklarını sözkonusu etmeye
başlayarak, ben şu kadar kişi öldürdüm, şunu yaptım, demeye koyuldu. İşte
onların bu ifadelerinden karşılıklı övünme ve benzeri haller ortaya çıktı.
Öldürenin de, herşeyi takdir edenin de yüce Allah olduğunu, kulun ise, bu işe
yalnızca kesbi ve kastı ile katıldığını bildirmek üzere bu âyet-i kerime nazil
oldu. Bu âyet-İ kerime aynı zamanda kulların fiilleri kullar tarafından yaratılmaktadır,
diyenlerin görüşlerini de reddetmektedir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Yani, onları siz öldürmediniz. Fakat Allah, onları sizin önünüze
sürüklemek ve sonunda onlara karşı size imkân vermek suretiyle onları öldürdü.
Bir diğer açıklama şekli de şöyle yapılmıştır: Fakat Allah size yardım olmak
üzere göndermiş olduğu melekler vasıtasıyla onlan öldürdü.
"Attığın zaman da
sen atmadın" buyruğu da onun gibidir. "Ama ancak Allah attı."
İlim adamları bu "atma" hususunda dört ayrı görüş ifade etmişlerdir:
1- Burada
atış Rasulullah (sav)'m Huneyn günü düşmanın yüzüne karşı âtmtş olduğu çakıl
taşlarıdır. Bunu, İbn Vehb, Malik'ten rivayet etmiştir. Malik der ki: O günde
bu çakıl taşlarından kendisine isabet etmedik hiçbir kimse kalmadı.
îbnü'l-Kasım da aynı şekilde Malik'ten böyle bir rivayet nakletmektedir.
2- Bu atış,
Ulıud gününde Ubey b. Halefin boynuna bir harbe atıldığı zamanı
kastetmektedir. Bunun üzerine Ubey, geri dönerek kaçmaya koyulmuştu. Müşrikler
ona: Allah'a yemin olsun ki sende korkulacak bîrşey yok, dedikleri halde, o
şöyle demişti: Allah'a yemin ederim, üzerime tükürecek olsa dahi elbette beni
öldürecek. Çünkü o: Hayır, onu ben
öldüreceğim dememiş miydin?
Ubey, Mekke'de iken,
Rasulullah (sav)'t öldürmekle tehdit etmiş, bunun üzerine Rasulullah (sav)
kendisine: "Hayır, seni ben öldüreceğim" demişti. Bunun üzerine o
Allah düşmanı, Mekke'den dönüşü sırasında Rasulullah
(sav)'ın Şerif denilen yerde kendisine vurduğu
bir darbe ile ölüp gitmişti.
Musa b. Ukbe, İbn
Şihab'dan naklen şöyle der: Uhud gününde Ubey, atı üzerinde demirlerle örtülmüş
(zırh giyinmiş) halde: Eğer Muhammed kurtu-lursa ben kurtulmayayım diyerek
geldi. Rasulullah (sav)'ı öldürmek kastıyla üzerine bir hamle yaptı. Musa b.
Ukbe der ki: Said b. el-Müseyyeb dedi ki: Mü'minlerden bir gurup yiğit, onun
karşısına çıkınca, Rasulullah'ın onlara verdiği emir üzere yolunu açtılar. Bu
sefer, Mus'ab b. Umeyr, Rasulullah (sav)'ı koruyarak onun karşısına çıktı.
Mus'ab b. Umeyr şehid edildi. Rasulullah (sav) da Ubey b. Halefin miğfer ile
zırhın arasında boğazını ortaya çıkartan bir boşluk gördü, elindeki harbesini
ona sapladı. Ubey, atından düştü ve bu aldığı yaradan da kan çıkmadı. Said
dedi ki: Kaburga kemiklerinden bir kemik de kırıldı. İşte yüce Allah'ın:
"Attığın zaman da sen atmadın. Ama, ancak Allah attı" buyruğu bunun
hakkında nazil olmuştur. Ancak, bu açıklama zayıftır. Çünkü âyet-i kerime Bedir
savaşı akabinde nazil olmuştur.
3- Bundan
kasıt, Rasulullah (sav)'tn Hayber kalesine atmış olduğu oktur. Bu ok, İbn
Ebi'i-Hukayk'a yatağı üzerinde bulunduğu halde isabet edinceye kadar havada
yol aldı. Bu da tutarsız bir görüştür. Çünkü, Hayber'in fethi Uhud'dan çok
sonra gerçekleşmiştir. Diğer taraftan İbn Ebi'l-Hukayk'ın öldürülüş şekli
hakkındaki sahih rivayet, onun başka bir şekilde öldürüldüğünü ortaya
koymaktadır.
4- Âyet-i
kerimenin sözkonusu eniği olay, Bedir günü cereyan etmiştir. Bunu da İbn İshâk
ifade etmiştir. Daha sahih olan budur. Çünkü bu sure Be-dir'e dair bir suredir.
Şöyle ki, Cebrail (a.s), Peygamber (sav)'e şöyle demişti: "Bir avuç
toprak al." Hz. Peygamber de bir avuç toprak alıp bunu yüzlerine karşı
fırlattı. Hz. Peygamberin attığı bu bir avuç topraktan gözlerine, burun
deliklerine, ağzına toprak isabet etmedik hiçbir müşrik kalmadı. İbn Ab-bas da
bunu ifade etmiştir, ileride gelecektir.
Sa'leb der ki: Sen,
çakıl taşlarını "attığın zaman da" kalplerine o korku ve dehşeti
"sen atmadın" ve böylelikle onlar bozguna uğradığında (onları sen
bozguna uğratmadın). "Ama ancak Allah attı" yani, sana yardım eden,
sana zafer veren O oldu. Araplar da; "Allah senin için atsın,
ifa-desini.kullanırlar ve bununla Allah sana yardımcı olsun, sana zafer versin,
senin lehine olacak işleri yapsın anlamını kastederler. Bunu, Ebu Ubeyde,
"Ki-tabu'l-Mecâz" (Mecâzu'l-Kur'ân) adlı eserinde zikretmiştir.
Muhammed b. Yezid de
der ki: Attığında sen kendi öz gücünle atmadın. Ama sen, Allah'ın gücü
sayesinde attın, demektir.
"Mü'minlerİ kendi
nezdinden güzel bir İmtihan ile denemek İçin (bunu yaptı)." Burada sözü
geçen imtihan (belâ), nimet anlamındadır. "Denemck için" anlamındaki
fiilin başında "için" anlamına gelen "lâm" ise, hazfedilmiş
bir ifadeye taalluk etmektedir, "Mü'minleri denemek için bunu yaptı,"
takdirindedir.
"Sizin haliniz
işte budur. Şüphesiz Allah, kâfirlerin düzenini zayıflatandır" buyruğu
Mekkeliler ve Medineliler ile Ebû Amr diye okurlar. Kûfeliler İse,
"Kâfirlerin düzenini zayıflatandır" diye okumuşlardır.
"Zayıflatan anlamındaki kelimedeki "he" harfinin şeddeli
okunuşu, mübalağa anlamını verir, el-Hasen'den (.vb diğer yedi kıraat
imamından) da Kûfeliler gibi okudukları rivayet edilmiştir. Yani, şüphesiz
yüce Allah, darmadağın oluncaya, toplulukları dağılıncaya, buna bağlı olarak
da zayıf düşünceye kadar onların kalplerine korku salacaktır.
"Düzen" anlamı verilen "el-Keyd": Hile, desise, tuzak gibi
anlamlara gelir. Buna dair açıklamalar daha önceden (en-Nisa, 4/76. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[64]
19. Eğer siz fetih
istemekteyseidz, işte size o fetih gelmiştir. Eğer vazgeçerseniz bu sizin için
daha hayırlıdır. Yok tekrar dönerseniz, Biz de döneriz. Topluluğunuz çok da
olsa size hiçbir faydası olmaz. Çünkü Allah mü'minlerle beraberdir.
Yüce Allah'ın:
"Eğer siz fetih istemekteyseniz, işte size o fetih gelmiştir"
anlamındaki buyruk, şart ve onun cevabını ilıtivâ etmektedir. Bu hususta Üç
farklı görüş vardır:
1- Bu,
kâfirlere bir hitaptı. Çünkü onlar, zafer ve fetih istemiş ve: Allah'ım,
bizden'akrabalık bağını daha çok kim kesiyor, kim ötekine daha çok zulmediyor
ise, Sen onu yenik düşür, diye dua etmişlerdi. Bu açıklamayı el-Hasen, Mücahid
ve başkaları yapmıştır. Onlar bu sözlerini kendi kervanlarına yardımcı olmak
üzere Mekke'den çıkışları sırasında söylemişlerdi.
Bunu, savaş esnasında
Ebu Celıil'in söylediği de söylenmiştir. en-Nadr b. el-Haris ise şöyle demişti:
Allah'ım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hak ise, üzerimize ya gökten taş
yağdır, yahut da bize acıklı bir azab gönder, en- Nadr da Bedir'de öldürülenler
arasında idi. "Fetih İstemek (istiftâh)", yardım dilemek demektir.
Yani, size işte fetih (yardım) gelmiştir. Fakat, bu yardım müslümanlara ve size
karşı gelmişti. Yani, işte size gerçeği açıkça ortaya çıkartan ve sizin için
hakkın ne olduğunu gösteren şey gelmiş bulunmaktadır, demek olur. "Eğer
vazgeçerseniz" yani, küfrü bırakacak olursanız, "bu sizin için daha
hayırlıdır. Yok tekrar dönerseniz" yani, tekrar böyle bir söz söyler ve
Mulıammed'le savaşmaya devam ederseniz, "Bizde döneriz." Mü'minlere
yardım ederiz. "Topluluğunuz" sayıca "çok da olsa" çokluğunuzun
"size hiçbir faydası olmaz."
İkinci görüşe göre bu
buyruk mü'minlere bir hitaptır. Yani, eğer siz Allah'tan yardım istediyseniz,
işte yardım size gelmiş bulunmaktadır. "Eğer" size bu hususta izin
verilmeden önce, ganimet ve esir almak gibi yaptığınız işlerin benzerine
dönmeyip "vazgeçerseniz, bu sizin k;İn daha hayırlıdır. Yok tekrar"
benzeri bir işi yapacak olursanız, "Biz de sizi" yine azarlamaya
"döneriz." Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer
Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınıza karşılık herhalde size büyük
bir azap dokunacaktı." (el-Enfal, 8/68)
Üçüncü görüş ise:
"Eğer siz fetih istemekteyseniz işte size o fetih gelmiştir"
buyruğu, mü'minlere, ondan sonrası ise kâfirlere hitabtır. Yani, eğer siz bir
daha savaşa dönecek olursanız, Biz de Bedir'de yaptıklarımızın benzerini
yaparız, el-Kuşeyrî der ki: Fakat sahih olan bunun kâfirlere hitab olduğudur.
Çünkü onlar, kervanlarının yardımına gitmek üzere yola çıktıklarında Kabe'nin
örtülerine yapışarak şöyle demişlerdi: Allah'ım, bu iki kesimden hangisi daha
hidayet üzere ise, bu iki dinden hangisi daha üsrün ise Sen ona yardım et.
el-Mehdevî der ki:
Müşriklerin zafer ümidiyle, yani yardım talep kastıyla Kabe örtülerini
beraberlerine alarak Bedir'e çıktıkları rivayet edilmiştir.
Derim ki: Bu ifadeler
arasında bir çelişki yoktur. Çünkü, Mekkelİ müşriklerin fıer iki işi de yapmış
olmaları muhtemeldir.
"Çünkü Allah
mü'minlerle beraberdir" buyruğundaki; "Çünkü, muhakkak" edatı,
istinaf olmak üzere hemze esreli olarak okunur. Üstün olarak okunur ise, yüce
Allah'ın: "Şüphesiz ki Allah, kâfirlerin düzenini zayıflatandır"
buyruğuna, yahut da: "Şüphesiz ben sizinle beraberim" (el-Enfal,
8/14) buyruğuna atfedilmiş olur. Manası da, çünkü muhakkak Allah mü'minlerle
beraberdir, takdirinde olur. Yani, Allah kime yardım ederse sayıca çok otsa
dahi, hiçbir kesim onu yenik düşüremez.
[65]
20. Ey iman
edenler, Allah'a ve Resûlüne itaat edin. İşitip durduğunuz halde ondan
yüzçevirmeyin.
Yüce Allah'ın:
"Ey İman edenler, Allah'a ve Resûlüne İtaat edin" buyruğu, tasdik
eden mü'minlere bir hitaptır. Münafıkları dışarıda tutup özel olarak müminlere
hitab etmesi, onların şanını tebcil içindir, Allah onlara, bir daha kendisine
ve Resûlüne itaat emrini yenilemekte ve yüz çevirmekten yasaklamaktadır. Cumhurun
görüşü budur.
Bir kesim, de şöyle
demiştir: Bu âyet-i kerimede hitab münafıklaradır. Yani, ey yalnızca
dilleriyle iman ettiklerini söyleyenler... demektir. İbn Atiyye der ki: Hitabın
böyle olması, uzaktan uzağa muhtemeldir, lakin oldukça zayıftır. Çünkü şanı
yüce Allah, bu âyet-i kerimede muhataplarını iman sahibi olmakla
nitelendirmiştir. îman ise tasdik demektir. Münafıkların asgari bir şekilde
dahi tasdik nitelikleri yoktur. Bundan uzak bir görüş de şöyle diyenlerin
görüşüdür: Burada hitap, İsrail oğullarınadır. Ancak, âyet-i kerimede hitabın
onlara olması ihtimali, oldukça uzaktır.
"ondan yüz
çevîrmeyin" buyruğundaki mastarı, yüz çevirmek demektir. Burada, ikisinden
denilmeyerek "ondan" diye buyrulması, Allah'ın Resûlüne itaatin,
Allah'a itaat olmasından dolayıdır. Bu da yüce Allah'ın şu buyruğunu
andırmaktadır: "Halbuki, Allah'ı ve Resulünü hoşnut etmek daha
doğrudur." (et-Tevbe, 9/62).
"İşitip
durduğunuz halde* anlamındaki buyruk; hal mahallinde mübtedâ ve haberdir. Yani:
Size karşı okunmakta bulunan Kur'ân-ı Kerîm'in bunca delil ve burhanlarını
dinleyip durduğunuz halde, ondan yüzçevirmeyin anlamındadır.[66]
21.
Kendileri işitmedikleri halde "işittik" diyenler gibi de olmayın.
22. Çünkü,
Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü akıl etmeyen sağır ve
dilsizlerdir.
Yüce Allah'ın:
"Kendileri işitmedikleri halde "işittik" diyenler gibi olmayın"
buyruğu yahudiler, münafıklar ya da müşrikler gibi olmayın, dernektir. Bu
buyrukta geçen "işitmek", kulakla işitmekten gelmektedir.
"Kendileri
işitmedikleri halde" ile kastedilen, işittiklerini iyice düşünmeyen, onun
hakkında tefekkür etmeyen kimselerdir. Böyleler! hiç işitmemiş ve haktan
yüzçeviren kimse durumundadırlar. Yüce Allah mü'minlere onlar gibi olmalarını
yasaklamaktadır.
Buna göre âyet-i
kerime, mü'min bir kimsenin; işittim ve itaat ettim demesinin, bu işitmesinin
etkisi, bunları yerine getirmek suretiyle ortaya çıkmadıkça hiçbir fayda
sağlamadığına delildir. Eğer, emirleri yerine getirmekte kusurlu hareket edip
ifa etmez, buna karşılık yasaklara yönelip onları işleyecek olursa, böyle bir
kimsenin buyrukları işittiği sözkonusu olur mu? Bunun, itaati nasıl bir
itaattir? Böyle bir kimse, o takdirde ancak imanını açığa vuran ve içten içe
küfrünü gizleyen bir münafık seviyesinde olur. İşte yüce Allah'ın:
"Kendileri İşitmedikleri halde "işittik" diyenler gibi de
olmayın" buyruğu da münafıkları, yahudileri, ya da müşrikleri az önce
geçtiği üzere-kastetmektedir.
Daha sonra şanı
yüce Allah, kâfirlerin , yeryüzünde hareket eden varlıkların en kötüleri
olduğunu haber vermektedir. Buhârî'de îbn Abbas'tan: "Çünkü Allah katında
yeryüzünde yürüyen canlıların eti kötüsü akıl etmeyen sağır ve
dilsizlerdir" buyruğu hakkında şöyle dediği nakledilmektedir: Burada
sözkonusu edilenler, Abdu'd-Dâroğullanndan bir topluluktur.[67]
"En kötü"
ifadesi, aslında; şeklindedir. Ancak, kullanım çokluğu dolayısıyla baştaki
hemze hazfedîlmiştir. "En hayırlı" kelimesi de böyle olup, bunun da
aslı şeklindedir.[68]
23. Eğer
Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi elbette onlara işittirirdi. Şayet
işittirmiş olsaydı, yine onlar muhakkak yüzçe-virerek arkalarına döner
giderlerdi.
Yüce Allah in:
"Eğer Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi elbette onlara
İşittirirdi" buyruğu, onlara delil ve belgeleri anlayıp kavramak ile sonuçlanan
bir şekilde işittirirdi, diye açıklanmıştır. Ancak, yüce Allah, ezelden beri
onların bedbahtlıklarını bilmiştir, (bundan dolayı onlara işittirmemiştir.)
“Şayet işittirmiş
olsaydı" yani, eğer onlara bu delil ve belgeleri kavratmış olsaydı dahi,
onların küfre sapacaklarına dair ezelî ilminden sonra artık onlar İman
etmeyeceklerdi.
Şu anlama geldiği
de'söylenmiştir: O takdirde onlara diriltilmelerini istedikleri ölülerin
sözlerini işittirirdi. Çünkü onlar, Muhammed (sav)'ın peygamberliğine tanıklık
etsinler diye Kusay b. Kilâb'ın ve diğerlerinin diriltilmesini istemişlerdi.
ez-Zeccâc der ki:
"Elbette onlara İşİttirİrdT buyruğu, onların istemiş oldukları herbir
şeye (teklif ettikleri herbir mucizeye) dair bir cevaptır. "Şayet
işittirmiş olsaydı, yine onlar muhakkak yüzçevirerek arkalarına döner
giderlerdi." Çünkü yüce Allah, onların iman etmeyeceklerini ezelden beri
bilmektedir.[69]
24. Ey iman
edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah ve Rasûlü'nün
çağrısına uyun. Bilin ki Allah, kişi İle kalbi arasına girer. Ve muhakkak
O'nun huzurunda toplanacaksınız.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[70]
Yüce Allah'ın:
"Ey iman edenler... Allah ve Rasûlü'nûn çağrısına uyun" buyruğunun
tasdik eden rnü'minlere hitab olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur.
"Çağrıya uymak" anlamını veren "isticâbet", icabet ile aynı
şeydir.
"Size. hayat
verecek" kelimesinin aslı; şeklinde
olup ikinci "yâ" harfi üzerindeki ötre ağır geldiğinden dolayı
hazfedilmiştir. Ancak burada (İki "ye"nin birbirine idğam edilmesi)
caiz değildir.
Ebu Ubeyde der ki:
"Çağrısına uyun" yani, icabet edin, cevap verin, demektir. Şu kadar
var ki, dildeki örfe göre; şekli, "lam" harfi ile teaddi (geçiş)
eder, ise "lam"sız teaddi eder. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruğu
böyledir;" Ey kavmimiz, Allah'ın davetçisinin çağrısına uyun."
(el-Ahkaf, 46/31) Bununla birlikte "lam"sız teaddi ettiği de olur.
Buna tanık da şairin şu beyitidir:
“Ve bir çağıran
çağırdı: Ey seslenişe karşılık yeren kişi! diye Ancak o vakit hiçbir karşılık
veren olmadı."
Onun çağrısını kabul
etti, isteğini yerine getirdi"; denilir. Bunun mastarı ismi de şeklinde
gibi gelir, yine: "Kötü işitti, kötü cevap verdi" denilir. Bu kelimenin
kullanılışı bu şekildedir. ise, karşılıklı konuşmak demektir. Yine O, cevabı güzel bir kimsedir" denilir.
"Size hayat
verecek şeylere" buyruğu "Çağrısına uyun" buyruğuna tealluk
etmektedir. Yani: Sizi çağırdığı vakit, size hayat verecek şeyler için O'nun
çağrısına uyun, demektir. Buradaki "lam" harfinin "e, a"
anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani, size hayat verecek şeye uyun. Bu da,
dininize hayat verecek ve size dininizi öğretecek şeylere uyun, anlamına gelir.
Yine bunun: Kendisi
vasıtasıyla kalplerinizi diriltecek ve böylelikle kendisini tevhid etmenize
sebep teşkil edecek şeylere uyun, anlamına geldiği de söylenmiştir. Buradaki
"hayat verme" ifadesi istiaredir. Çünkü, buradaki hayat, küfrün ve
cehaletin Ölümünden dirilişi kastetmektedir.
Mücahid ve cumhur
şöyle demişlerdir: Yani sizler, Allah'a itaat çağrısına ve Kur'ân-ı Kerim'in
ihtiva ettiği emir ve yasaklara uyunuz. Çünkü ebedî hayat, sonu gelmez nimet
bundadır.
Yüce Allah'ın:
"Size hayat verecek şeylere” buyruğunda kastedilenin ci-had olduğu da
söylenmiştir. Çünkü cihad, zahiren hayatın sebebidir. Zira düşmana gaza
yapılmayacak olursa, onlar müslümanlara gaza yapar. Düşmanın müslümanlara gaza
yaparak üzerlerine gelmesi ise ölümdür. Cihadda ölmek ise ebedi hayattır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah yolunda öldürülenleri sakın
ölüler sanma. Bilakis onlar Rabbleri katında diridir-İer..."(Âl-i İmran,
3/169)
Doğrusu buyruğun,
cumhurun belirttiği gibi umum ifade etniğidir.[71]
Buhârî, Ebu Said
el-Muallâ'dan, şöyle dediğini rivayet etmektedir: Mescid-de namaz kılıyordum.
Rasûlullah (sav) beni çağırdı, ben onun çağrısına uyup gitmedim. Daha sonra
yanına gittim ve: Ey Allah'ın Rasûlü, ben namaz kılıyordum, diyerek özür beyan
ettim. Şöyle buyurdu: Aziz ve celil olan Allah: "Size hayat verecek
şeylere sizi çağırdığı zaman Allah ve Rasûlünün çağrısına uyun” demiyor mu?
dedi ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti.[72] Sözkonusu bu hadis-i şerif daha önce
el-Fatiha Sûresi'nde (1- bölüm, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Şafiî-Allah'ın rahmeti
üzerine olsun- der ki: Bu hadis-i şerif, namazda bulunan bir kimse, farz olan
bir fiili işleyecek, yahut farz olan bir sözü söyleyecek olursa, namazının
bozulmayacağına delil teşkil etmektedir. Çünkü Rasûlullah (sav) namazda dahi
olsa çağrısına uyulmasını emretmektedir.
Derim ki: Yine bunda
el-Evzaîfnin şu görüşünün lehine de delil vardır: Namaz kılan bir kimse, bir
kuyuya düşmek üzere olan bir çocuğu görüp ona bağıracak ve yanına gidip onu
azarlayacak olursa, bunda bir mahzur yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[73]
Yüce Allah'ın;
"Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer..." buyruğu ile ilgili
olarak şöyle denilmiştir. Yüce Allah'ın bu nassı, O'nun, kulları hakkında küfrü
ve imanı hükmetmiş olmakla birlikte, kâfir kişi ile kendisine yerine
getirmesini emretmiş olduğu iman arasına girip, bunun sonucunda kâfire iman
etme kudretini vermediği takdirde o imanı kazanamayacağını, aksine, onun zıddı
olan küfre güç ve kudret verdiğini ortaya koymaktadır. Aynı şekilde mü'min
için de böyledir, onun ile küfür arasına engel olmaktadır. Bu nass ile şanı
yüce Allah'ın, hayrı ve şerri, kulun bütün amelini yaratan olduğu açıkça
ortaya çıkmaktadır. İşte Hz. Peygamberin: "Kalpleri evirip çeviren hakkı
için hayır..."[74] buyruğunun anlamı budur. Yüce Allah'ın bu fiili,
saptırdığı ve yardımından mahrum bıraktığı kimse hakkında adaletinin bir
tecellisidir. Zira Allah, onlardan kendilerine vermekle yükümlü olduğu bir
hakkı engellemiş olmuyor ki, O'nun adalet sıfatı zail olsun. O, kendilerine
lütuf olarak vermek imkânına sahip olduğu birşeyi vermemiştir. Yoksa, kendisinin
onlara vermesi gereken haklarını esirgemiş değildir.
es-Süddî der ki: Kişi
ile kalbi arasına girer ve böylelikle kişi O'nun izni olmaksızın iman edemez.
Yine O'nun izni, yani meşîeti olmaksızın küfre sapamaz. Kalp, düşüncenin
mahallidir. Buna dair açıklamalar, daha önce el Bakara Sûresi'nde (2/7. âyet,
3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Kalp Allah'ın elindedir. O, ne zaman dilerse kalbi akletmesin diye kul ile kalbi arasına
vereceği bir hastalık, yahut bir afet sebebiyle girer. Bunun da anlamı şudur: O
halde, aklınızın zail olması ile buna imkân bulamayacak hale gelmeden önce
Allah'ın ve Peygamberinin çağrısına uymakta elinizi çabuk tutunuz.
Mücahid de şöyle
demektedir: Yani, Allah, kişi İle onun kalbi arasına yaptığını bilemeyecek
hale gelene kadar girer. Nitekim Kur'an-ı Kerimde de şöyle buyurulmaktadtr:
"Muhakkakki bunda, kalbi olan... kimse için elbette bir öğüt vardır."
(Kaf, 50/37) Burada kalpten kasıt akıldır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Allah, kişi ile kalbi arasına ölüm ile girer ve bu durumda
artık geçmiş olanlarını telafi etme imkânı kalmaz. Bir diğer açıklama da
şöyledir: Müslümanlar, Bedir günü düşmanların çokluğundan korkuya kapıldı.
Şanı yüce Allah, kişi ile kalbi arasına girdiğini ve bunu da onların korkularını
güvenliğe değiştirmek suretiyle buna karşılık düşmanlarının güvenlik duygusunu
da korkuya dönüştürmek suretiyle gerçekleştirdiğini onlara bildirdi.
Şöyle de
açıklanmıştır. Yani, yüce Allah işleri bir halden bir başka hale evirip
çevirir. Bu da kapsamlı bir açıklamadır.
Taberînin tercih
ettiği açıklama şekli bunun, şanı yüce Allah'ın, kulların kalplerine kendisinin
onlardan daha çok hâkim olduğunu ve dilediği takdirde kendileri ile kalpleri
arasına girerek, yüce Allah'ın dilemesi müstesna insanın hiçbir şey idrâk
etmesine imkân vermeyeceğini haber vermektedir.
"Ve muhakkak
O'nun huzurunda toplanacaksınız" buyruğu, önceki buyruğa atfedilmiştir.
el-Ferrâ der ki: Eğer bu buyruk, istinaf (bir cümle başı) olarak okunursa; Ve
muhakkak..." buyruğundaki hemzenin esreli okunması gerekecektir. Ancak
üstün okunuşu da doğrudur.[75]
25. Bir de
İçinizden yalnızca zulmedenlere erişmekle kalmayan bir fitneden sakının. Hem
bilin ki Allah, şüphesiz azabı çetin okadır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[76]
îbn Abbas der ki: Yüce
Allah mü'minlere, aralarında münkerin yayılmasını kabul etmemelerini emretmekte,
aksi takdirde azabın onların tamamını kuşatacağını bildirmektedir. ez-Zübeyr
İbnü'l-Avvâm da bu buyruğu böylece te'vil etmiştir. Çünkü o, Cemel olayı günü
otuz altı yılında cereyan etmişti- şöyle demişti: Ben, bu âyet-i kerime ile
bizlerin kastedilmiş olduğunu ancak bugün öğrenmiş oldum. Ve ben, bu âyet-i
kerimenin yalnızca o dönemde muhatap alman kimseler hakkında olduğunu
zannediyordum. Hasan-ı Basrî, es-Süddî ve başkaları da âyeti böylece te'vil
etmişlerdir. es-Süddî der ki: Bu âyet-i kerime özel olarak Bedir'e katılanlar
hakkında nazil olmuştur. Cemel vakası günü fitne onlara isabet etti ve
birbirleriyle çarpıştılar.
İbn Abbas (r.a) da der
ki: Bu âyet-i kerime Rasûlullah (sav)'ın ashabı hakkında nazil olmuştur. İbn
Abbas devamla der ki: Yüce Allah mü'minlere kendi aralarında münkerin
yaşamasını kabul etmemelerini emretmektedir. O takdirde Allah onların hepsini
kuşatacak bir azap gönderir.
Huzeyfe b.
el-Yeman'dan da şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Ashabımdan bir gurup arasında fitne başgösterecektir. Allah, bana olan
sohbetleri sayesinde bunu kendilerine bağışlayacaktır. Fakat onlardan sonra bu
hususta bazı kimseler onların izinden gideceklerdir, Allah ise bu sebepten
dolayı onlan ateşe koyacaktır."[77]
Derim ki: Sahili
hadislerin desteklemiş olduğu teviller işte bunlardır. Müslim'in Sahihinde
Zeynep bint Cahş/dan gelen rivayete göre Rasûiullah (sav)'a şöyle sormuş: Ey
Allah'ın Rasûlü, salih kimseler aramızda bulunduğu halde helak edilir raiyiz?
Hz. Peygamber: "Evet, kötülük yaygınlaşacak olursa" diye cevap
vermişti.[78]
Tirmîzfnin Sahih
(Sünerû'inde de "İnsanlar, zalimi görüp de elini (zulümden) alıkoymayacak
olurlarsa, aradan fazla zaman geçmeden, Allah onların hepsini kendi nezdinden
göndereceği bir azaba duçar eder."[79] Bu hadis-i şerifler daha önceden geçmiş idi.
Buhârî'nin Sahih'i ile
Tirmizî'de en-Nu'man b. Beşir'den gelen rivayete göre Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: "Allah'ın hududu üzerinde duran (onları aşmayan) ite onların
içine düşen Caşan)ın misali, bîr gemi içinde (yerlerini) kur'a ile paylaşan bir
topluluğun misaline benzer. Onlardan kimisine geminin üst tarafı, kimisine de
alt tarafı düşer. Geminin alt tarafında kalanlar, su almak istediklerinde
üstlerinde bulunanların yanından geçtikleri için aralarında şöyle derler: Eğer
biz, kendi payımıza düşen bölümde bir delik açıp da yukarımızda duranlara
eziyet vermesek (daha uygun olmaz mı)? Şayet (üsttekiler), onlan istekleriyle
başbaşa bırakacak olurlarsa hep birlikte helak olurlar. Eğer onlara engel
olurlarsa, onlar da berikiler de hep beraber kurtulurlar.[80]
Bu hadis-i şeriften de
belli kimsenin günahları sebebiyle herkesin azaba duçar edileceği
anlaşılmaktadır. Yine bu hadis-i şeriften, emr bil maruf, ne-hy anil münkerin
terkedilmesi dolayısıyla cezaya hak kazanılacağı da anlaşılmaktadır.
İlim adarnlanmız
derler ki: Fitne eğer yaygın bir etki gösterecek olursa herkes helak olur. Bu
ise masiyetlerin açıkça ortaya çıkması, münkerin yayılma* sı ve bunların
değiştirilmemesi halinde sözkonusu olur. Eğer, münker değiştirilmeyecek
olursa, bu münkere kalpleriyle karşı çıkan mü'minlerin, o beldeden
uzaklaşmaları ve oradan kaçmaları îcabeder. İşte, bizden önceki ümmetler
hakkında da hüküm böyle idi. Nitekim, Cumartesi yasağını çiğneyenler ile
ilgili kıssada da onlar, isyankârları terkedip onlardan ayrılmış ve; biz
sizinle aynı yerde oturup kalkmayız, demişlerdi.
Selef -Allah onlardan
razı olsun- de bu görüşü ifade etmişlerdir. İbn Ve-hb, Malik'den şöyle dediğini
rivayet eder: Münker'in açıkça işlendiği yerden hicret edilir ve orada
kalınmaz. O, bu görüşüne açıktan açığa faiz işleyerek, altından bir maşrapanın
gerçek ağırlığından daha fazla bir miktara satılışına cevaz vermesi üzerine
Muaviye'nin bulunduğu bölgeden (Suriye'den) Ebu'd-Derdâ'nın çıkıp gitmesini[81] delil göstermektedir. Bunu, Sahih de rivayet
etmiştir, Buhârî de İbn Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Allah
bir kavme azap indirdi mi, azap, onlar arasında bulunanların hepsine isabet
eder, sonra da amelleri üzere diriltilirler."[82]
İşte bu, umumi helakin
kimisinin, mü'minler için bir arındırma ve temizlik, kimisinin de fasıklardan
intikam için gönderildiğine delil teşkil etmektedir.
Müslim'in Abdullah b.
ez-Zübeyr'den rivayetine göre, Âişe (r.anhâ) şöyle demiştir: Rasûlullah (sav)
uykuda iken bazı organları hareket etti. Ben, ey Allah'ın Rasûlü! Uykunda daha
önce yapmadığın bir şeyi yaptın dedim, şöyle buyurdu: "Hayret ettiğim şu
ki, ümmetimden bîr topluluk, Kureyş'ten bu Beyt'e sığınmış bîr adamı almak için
gelecekler. Nihayet el-Beydâ denilen yere vardıklarında onların hepsi yerin
dibine geçirilmiş olacaklar. Bunun üzerine biz: Ey Allah'ın Rasûlü dedik. Yol
dolayısıyla (çeşitli maksatlı) insanlar bir arada bulunabilir. Şöyle buyurdu:
"Evet, aralarından bu işe bilerek gelenler var, mecbur kaldığı için
gelenler var, yolcu olanlar var. Fakat onlar, tek bir kîşi imiş gibi helak
edilecekler, fakat değişik hallerde geleceklerdir. Yüce Allah onları
niyetlerine göre diriltecektir."[83]
Denilse ki: Yüce
Allah: "Günah yükü taşıyan hiçbir kimse bir başkasının günahını
yüklenmez” (elEn'âm,6/164,Fatır, 35/18); "Her bir kişi kazandıkları
karşılığında rehin alınmıştır" (el-Müddesİr, 74/38); "Kazandığı
iyilikler onun lehine, yaptığı kötülükler de aleyhinedir" (el-Bakara, 2/286)
diye buyurmuştur. Bunlar ise, herhangi bir kimsenin başka bir kimsenin günahından
dolayı sorumlu tutulmamasıni, cezanın yalnızca günahkâr kimse ile ilgili
olmasını gerektirmektedir.
Buna cevap şudur:
İnsanlar, açıktan açığa münker İşleyecek olurlarsa, onu gören herkesin o
münkeri değiştirmesi bir farzdır. Eğer buna ses çıkarmayacak olursa, hepsi de
isyankâr olur. Birisi, o münker fiilî işlemekle, diğeri de ona razı olmakla.
Yüce Allah ise, hükmü ve hikmeti gereği mûnkerin işlenmesine rıza göstereni
bizzat onu işleyen gibi değerlendirmiştir. O bakımdan, münkere razı olan da
işleyenin cezasına katılmış olur. Bu açıklamayı İbnü'l-Arabi yapmıştır. Bu ise,
belirttiğimiz gibi hadis-i şeriflerin muhtevâsıdır.
Âyet-i kerimenin
anlatmak istediği de şudur; Zalime isabet etmekle kalmayıp salih olana da
olmayana da isabet eden bir fitneden korkunuz, çekininiz.[84]
Nahiv bilginleri
"Erişmekle kalmayan" buyruğundaki "nûn" harfinin gelişini
farklı şekiide açıklamışlardır. El Ferrâ der ki: Burdaki ifade, senin
birisine; "Bineğin sırtından in, seni yere düşürmesin," demene
benzemektedir. Buna göre bu, nehiy lafzında emrin cevabıdır. Yani, eğer sen
bineğin sırtından inersen, o da seni yere yıkmayacaktır. Bunun bir benzeri de
yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Yuvalarınıza girin... sizi ;çiğneyip
ezmesin." (en-Neml, 27/18) Yuvalarınıza girecek olursanız, o da sizi
çiğneyip ezmez, demektir. Burada "nûn" ceza anlamı dolayısıyla gelmiştir.
Şöyle de açıklanmıştır:
Bu "nûn"un geliş sebebi, buyruğun kasem gibi bir mana ifade edişi
dolayısıyladır. Nûn ise, ancak nehiy fiili veya kasemin cevabı halinde gelir
Ebu'l-Abbas el-Müberred de der ki: Bu buyruk emirden sonra bir nehiydir, Yani,
buradaki nehiy, zalimlere yöneliktir. Bu da, siz zulme yaklaşmayınız
anlamındadır. Sibeveyh de; Seni burada kesinlikle görmemeliyim, ifadesinin
kullanıldığını nakletmektedir. Yani Burada bulunma, demektir. Çünkü ben,
burada kim varsa onu görürüm.
el-Cürcânî de der ki:
Buyruk, özel olarak zalimlere isabet eden bir fitneden (azaptan) sakının,
demektir. Buna göre "Erişmekle kalmayan" buyruğu, nekireye sıfat
mahallinde bir nehiydir ki, bunun da te'vili, zulmedenlere bu fitnenin isabet
edeceğini haber vermek şeklindedir.
Ali, Zeyd b. Sabit,
Ubey ve İbn Mes'ud ise elif siz olarak ve “Zulmedenlere erişecek bir
fitne..." anlamını verecek şekilde okumuşlardır, el-Mehdevî der ki: Bu
şekildeki okuyuşun, elifli okuyuşundan
elifin kasredilmiş ve; dan hazfedildiği gibi, bundan da hazf edilmiştir. O, mana
itibariyle "Ama hayır, Allah'a yemin ederimki mutlaka yapacağım,"
ifadelerinde ve benzerlerinde olduğu gibi.
Aynı şekilde bunun
cemaatin kıraatine mulıatif bir kıraat olması da mümkündür, o takdirde mana:
Bu fitne özel olarak zalim olanlara isabet eder, anlamını verir.[85]
26. Şunu da
hatırlayın ki, bir zamanlar yeryüzünde azlıktınız ve zayıf görülüyordunuz.
İnsanların sîzi tutup kapmasından kor-kuyordunuz da O sizi barındırdı. Sîzi
yardımıyla kuvvetlendirdi. Size en temiz ve en hoş şeylerden rızık verdi. Tâ
ki şükrede-stoiz.
Yüce Allah'ın:
"Şunu da hatırlayın ki, bir zamanlar yeryüzünde" yani Mekke
topraklarında "azlıktınız." el-Kelbî der ki: Bu âyet-i kerime Muhacirler
hakkında nazil olmuştur. Yani, hicretten Önce ve İslâm'ın ilk dönemlerindeki
hallerini vasfetmektedir. "Ve zayıf görülüyordunuz” buyruğu da onların sıfatıdır.
"İnsanların" anlamındaki kelimesi, fail olarak merfu'dur. "Sizi
tutup kapmasından" da nasb malıallindedîr. "Tutup kapmak",
sür'atle, hızlıca alıp yakalamak demektir.
"Korkuyordunuz"
buyruğu da onların nitelikleridir.
Katade ve İkrime
der ki: Tutup kapılmaları sözkonusu edilenler, Kureyg müşrikleridir. Vehb b.
Münebbih ise, İran ve Bizanslılardır diye açıklamıştır.
"O sizi
barındırdı." İbn Abbas der ki: Ensar'ın yanında barındırdı, demektir.
es-Süddî ise Medine'de barındırdı diye açıklamıştır ki, anlam birdir.
Onu kendisine kattı,
bağrına bastı, anlamındadır. "O, onun yanında barındı" manasına
gelir.
"Sizi
yardımıyla" desteği ile, bir görüşe göre Ensar ile, bir diğer görüşe göre
ise, Bedir günü melekler ile "kuvvetlendirdi" sizin gücünüze güç
kattı. "Size en temiz ve en hoş şeylerden” yani, ganimetleri "fizik
verdi, tâ ki şükredesiaiz." Bunun anlamına dair açıklamalar daha önceden
(el-Bakara, 2/52. âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.[86]
27. Ey İman
edenler, Allah'a ve Rasûlü'ne hainlik etmeyin. Bile bile emanetlerinize de
hainlik etmeyin.
Rivayet edildiğine
göre, bu âyet~i kerime, Ebû Lubâbe b. Abdü'l-Münzir'in Kurayzaoğullarına
kesileceklerini işaret edip bildirmesi üzerine nazil olmuştur. Ebû Lubâbe der
ki: Allah'a yemin ederim, ayaklarımı yerimden hareket ettirmeden ben Allah'a ve
Rasûlüne hainlik ettiğiftıi anladım. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil
oldu. Bu âyet-i kerime nazil olunca, Ebu Lubabe Mescidin direklerinden birisine
kendisini bağlayarak şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, ölünceye yahut da Allah
tevbemi kabul edinceye kadar ne bir şey yiyeceğim, ne de birşey içeceğim. Buna
dair haber meşhurdur. (Bk. et-Tevbe, 9/102. âyetin tefsiri)
İkrime'den şöyle dediği
rivayet edilmiştir: Kurayzahların (ahdi bozmaları) durumu ortaya çıkınca,
Peygamber (sav), Ali (r.a)'ı, huzurunda bulunan diğer insanlarla birlikte
gönderdi. Hz. Ali, Kurayzaoğullarının yanına varınca onlar Rasûlullah (sav)'ın
şahsiyetine diS uzattılar. Cebrail (a.s) da siyah-beyaz bir at üzerinde geldi.
Âişe (r.anha) dedi ki: Şu anda bile Rasûlullah (sav)'ı Cebrail'in yüzündeki
tozu silerken görür gibiyim. Dedim ki: Ey Allah'ın Ra-sûlü bu Dihye midir? Hz.
Peygamber: "Hayır, bu Cebrail (.a.s)dır" dedi. (Cebrail) dedi ki: Ey
Allah'ın Rasûlü, Kurayzaoğullarının üzerine gitmekten seni alıkoyan nedir?
Rasûlullah (sav): "Onların kalelerinin hakkından ben naşı'
gelebilirim?" deyince, Cebrail (a.s) şöyle dedi: Ben, bu atımı onların
üzerlerine (kalelerinden içeriye) süreceğim. Bunun üzerine Rasûlullah (sav)
eğersiz bir ata bindi. Ali (r.a) onu görünce, Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Onların
üzerine gitmesen de olur. Çünkü, onlar sana dil uzatıyorlar. Bu sefer Hz.
Peygamber: "Hayır, bu onlara bir selam vermek gibi olacaktır." Bunun
üzerine Peygamber (sav) üzerlerine gidip şöyle dedi. "Ey maymun ve
domuzların kardeşleri!" Onlar, Ey Ebu'l-Kasım sen çirkin söz söyleyen
birisi değildin, dediler. Daha sonra da biz Muhammed'in vereceği hükme razı
olarak inmeyiz, bunun yerine biz, Sa'd b. Muâz'm vereceği hükme göre ineriz,
dediler. Sa'd b. Muaz da bineğinin sırtından inip, haklarında
"savaşçılarının öldürülmesi, kadın ve çocuklarıntn da esir alınması"
hükmünü verdi. Rasûlullah (sav) da: "Seher vakti melek bana kapımı çalarak
durumun bu şekilde olacağını bildirmişti" dedi. Onların bu durumları
hakkında da: "Ey iman edenler, Allah'a ve Ra-sûlü'ne hainlik etmeyin. Bile
bile emanetlerinize de hainlik etmeyin" âyeti nazil oldu. Bu âyet-i
kerime Ebu Lubabe hakkında nazil olmuştu. Çünkü o, Kurayzaoğullan, biz Sa'd b.
Muaz'ın hükmünü kabul ederek ineriz dediklerinde, o, kendilerine böyle birşey
yapmayın, kesileceksiniz deyip boğazına işaret etmişti.
Bir diğer görüşe göre
âyet-i kerime, onların Peygamber (sav)'dan herhangi bir şeyi işitip bunu
müşriklere ulaştırmaları ve yaygınlaştırmaları üzerine nazil olmuştur.
Bir başka görüşe göre,
âyet-i kerime ganimetlerde'n çalmak hakkında nazil olmuştur. Bunun
(hainliğin.) Allah'a nisbet edilmesi ise, ganimetlerin paylaştırılmasını emredenin
O oluşundan dolayıdır. Rasûlullah (sav)'a nisbet edilmesi ise, yüce Allah'tan
aldığı emre göre hareket eden ve bu paylaştırma işini gerçekleştirenin o
olmasındandır.
Hıyanet, gadr etmek ve
birşeyi saklayıp gizlemek demektir. Nitekim yüce Allah'ın: "O, gözlerin
hain bakışını bilir" (el-Mu'min, 40/19) buyruğun-daki "hain"lik
de buradan gelmektedir. Peygamber (sav) da şöyle buyurmaktadır: Allah'ım, ben
açlıktan sana sığınırım. Çünkü o, kişi ile beraber oturup kalkanların en
kötüsüdür. Hainlikten de sana sığınırım. Çünkü o, en kötü bir sırdaştır."
Bu hadisi, Nesaî, Ebu Hureyre'den gelen bir rivayet olarak kaydetmiştir. Ebu
Hureyre: Rasûlullah (sav) şöyle diyordu... deyip hadisi zikretmiştir.[87]
"Bile bile"
yani, hainlikteki çirkinliği ve utancı bile bile. Bir diğer açıklamaya göre
onun emanet olduğunu bile bile "emanetlerinize de hainlik etmeyin."
Bu buyruktaki
"hainlik etmeyin" anlamındaki; kelimesi, birinci "hainlik
etmeyin" emrine uygun olarak cezm mahallindedir. Cevap olarak cezm olması
da mümkündür. Nitekim: “Balık yiyip, süt içme" demek gibi.
Emanetler ise,
Allah'ın kullara emanet olarak verdiği amellerdir. Bunlara emanet deniliş
sebebi ise, bu amellerin yapılması ile birlikte kişinin hakkının
engellenmeyeceğinden yana kendisini emniyet içerisinde görmesinden dolayıdır
ki, emanet kelimesi "emn: güvenlik"den alınmadır. Emanetlerin,
ve-dîalartn ve buna benzer hususların edâ edilip sahiplerine teslim edilmesine
dair açıklamalar, daha önce en-Nisa Sûresi'nde (4/58. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.[88]
28. Bilin
ki, mallarınız da, evlatlarınız da ancak birer imtihandır. Ve muhakkak Allah
katında büyük mükâfat vardır.
“Bilin ki,
mallarınız da, evlatlarınız da ancak birer imtihandır" buyruğuna gelince,
Ebu Lubâbe'nin Kurayzaoğullan arasında birtakım mallan vardı, çocukları da
aralarında bulunuyordu. İşte, onlara karşı onu yumuşak davranmaya iten durum da
bu olmuştu. İşte bu buyruk bu haline İşarettir."Birer İmtihandır"
denemedir. Allah onları, mallan ve çocukları ile denemişti. "Ve muhakkak
Allah katında büyük mükâfat vardır." O bakımdan siz de Allah'ın hakkını
kendi hakkınıza tercih edin, O'na öncelik tanıyın.[89]
29. Ey iman
edenler, eğer Allah'tan korkarsanız, O size bir furkan verir. Kötülüklerinizi
örter, size mağfiret eder. Allah büyük lütuf sahibidir.
Allah'tan korkma
(takvâ)'nın anlamı ile ilgili açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Allah, onların kendisinden korkup korkmadıklarını bilendir. Burada şart
lafzının zikredilmesi, O'nun kullara, kulların birbirlerine hitab ettikleri
uslub ile hitab etmesinden dolayıdır. Kul, Rabbinden korktu mu, -ki bu da O'nun
emirlerine uymak, yasaklarından da kaçınmak suretiyle olur- haramlara düşmek
korkusuyla da şüpheleri terk edip kalbini halis niyet ile doldurur, azalarını
salih amellerle uğraştırır, amellerinde Allah'tan başkasını gözeterek gizli ve
açtk şirkin şaibelerinden korunur; mala karşı iffetini koruyarak dünyaya
meyletmekten uzak durursa, Allah o kimse için hak ile batıl arasında bir furkan
(onları biribirinden ayırt edebilecek bir kavrayış) ihsan eder ve ayrıca
istediği hayırlardan ona rızıklar ihsan edip ona imkânlar verir.
İbn Vehb der ki: Ben,
Malik'e, şanı yüce Allah'ın: "Eğer Allah'tan korkar-satuz, O size bir
furkan verir" ne demektir? diye sordum, O, bir çıkış yolu gösterir diye
açıkladı, sonra da yüce Allah'ın: "Kim Allah'tan korkarsa ona bir çıkış
yolu gösterir" (et-Talâk, 65/2) buyruğunu okudu.
İbnü'l-Kasım ve Eşheb
de aynen onun gibi, Malik'ten bunu nakletmişler-dir. Malik'ten önce Mücahid de
bunu böylece açıklamıştır. Şair de şöyle demektedir:
"Önceleri bu
diyarda sakin iken yola koyulup uzaklaşmalarından sonra Artık sen uzayıp giden
bir kederden çıkış yolu bulamaz, kurtulamazsın."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Ölüm bani takıb
edip duruyorken nasıl ebedî kalmayı umabilirim? Ve ben, ölüm şarabını içmekten
kendimi kurtaramam."
İbn İshâk der ki:
Furkan, hak ile batılı birbirinden ayırd etmek demektir. İbn Zeyd de böyle
açıklamıştır. Es Süddî bunu kurtuluş, el-Ferrâ fetih ve zafer diye
açıklamıştır.
Bunun, ahirette
sözkonusu olacağı da söylenmiştir. Yani, Allah sizi cennete, kâfirleri de
cehenneme sokmakla birbirinizden ayırmış olacaktır.[90]
30. Hani o
kâfirler seni tutup bağlamak yahut öldürmek yahut seni çıkarmak için sana
tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı kurarlarken, Allah da bunun karşılığında
tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdtr.
Bu buyrukla,
müşriklerin Daru'n-Nedve'de Peygamber (sav)'a tuzak kurmak üzere yapüklan
toplantıyı haber vermektedir. Sonunda onu öldürmek üzere görüş birliğine
vardılar. O bakımdan, geceleyin gözetlemeye koyulup, evinin kapısından çıktığı
vakit onu öldürmek üzere gece boyunca gözetleyip durdular. Peygamber (sav) da
Ali b. Ebi Talİb'e yatağında uyumasını emretti. O da yüce Allah'a gittiği yerin
izini bulmamaları için dua etti, Allah da gözlerini görmez kıldı. Uyku onları
bürümüşken çıkıp başlarına toprak saçıp gitti. Sabah olunca Alî, evden dışarı
çıkıp evde kimse olmadığını onlara haber verince, Rasûlullah (sav)'ı
ellerinden kaçırmış olduklarını ve kurtulduğunu anladılar. Buna dair haber,
siyer kitaplarında ve başka yerlerde meşhurdur.
"Seni tutup
bağlamak" yani, seni alıkoymak, hapsetmek demektir. Bir kimseyi alıp
koymayı ifade etmek üzere;"Ben onu hapsettim, alıkoydum" denilir. Katade
de bunu, "seni bağlayarak alıkoymak" diye açıklamıştır. Yine ondan ve
Abdullah b. Kesir'den, seni hapsetmek, hapse koymak diye açıkladıkları
nakledilmiştir. Eban b. Tağlİb ile Ebu Hatim der ki: Seni, ağır bir şekilde
yaralayarak ve ileri derecede döverek yerinden kalkamaz hale getirmek için...
diye açıklamıştır. Şair şöyle demektedir:
"Onlara, vay
size, o elinizdeki sahifede ne yazmaktadır, dedim. Dediler ki, halife
ağrılarından yerinden kalkamaz oldu."
"Yahut seni
çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı" cümlesi, bir öncekine
atfedilmişür.
"Onlar bu tuzağı
kurarlarken" ise, yeni bir cümledir. ("Tuzak" anlamı verilen:)
el-Mekr: İşi gizlice düzenlemek, düzen kurmak demektir.
"Allah tuzak
kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır" buyruğu da mübteda ve
haberdir. Allah'ın tuzak kurması (mekri) ise, onların tuzak kurmalanna karşılık
farketmeyecekleri bir şekilde azap ile onları cezalandırması demektir.[91]
31. Onlara
âyetlerimiz okunduğu zaman: "İşittik, eğer dilersek, biz de bunun
benzerini elbette söylerdik. Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey
değildir* demişlerdi.
Bu âyet-i kerime,
en-Nadr b. el-Hâris hakkında nazil olmuştur. O, Hîre'ye ticaret maksadı ile
gitmiş, orada Kelile ve Dimne hikâyelerini Kisra ve Kayser ile ilgili
anlatılanları satın almıştı. Rasûlullah (sav) geçmiş kavimlere dair haberleri
kısa olarak okuyunca, en-Nadr da: İstesem elbette ben de bunun gibi söylerim
demişti. Ancak onun bu ifadesi, yalan ve yüzsüzlüktü.
Şöyle de denilmiştir:
Onlar, Musa (a.s)'ın dönemindeki sihirbazların mucizesine benzer sihir
yapacaklarını vehmettikleri gibi, Hz. Peygamberin getirdiği Kur'ân'in
benzerini getireceklerini vebmetmişlerdi. Daha sonra bu işi yapmaya
kalkıştıklarında acze düştüler ve inatla: Şüphesiz ki bu, öncekilerin
efsaneleri, masallarıdır, demişlerdi. Bu türden açıklamalar daha önceden
(el-En'âm, 6/25) geçmiş bulunmaktadır.[92]
32. Hani bir
zaman: "Ey Allah, eğer bu senin katından hakkın kendisi ise, durma bizim
üzerimize taş yağdır. Yahut bize acıklı bir azab gönder" demişlerdi.
"Bakk"
kelimesinin nasb üzere okunması; "İdi" nin haberi olarak geldiğinden
dolayıdır. Kendisi, kelimesi ise fasıl için girmiştir. O, hakkın kendisi...
diye merfu' okunması da mümkündür.
"Senin
katından." ez-Zeccâc der ki: Ben bunu (merfu' olarak) okuyanı bilmiyorum.
Ancak, nahivciler arasında merfu okumanın caiz olduğu hususunda görüş ayrılığı
yoktur. Şu kadar var ki, kıraatte sünnet esastır. Ve ancak kabul görmüş bir
şekilde okunur.
Bu sözleri söyleyenin
kira olduğu hususunda ise farklı görüşler vardır. Mü-cahid ile İbn Cübeyr, bu
sözleri söyleyen en-Nadr b. el-Hâris'tir demişlerdir.
Enes b. Malik ise,
bunu Ebu Cehil söylemiştir, demektedir. Bunu da Buhârî ve Müslim rivayet
etmektedir.[93]
Şöyle demek de
mümkündür: Onlar bu sözlerini içlerindeki bir şüphe dolayısıyla söylemiş
olabilirler. Yahut bunu, inat olsun diye ve kendilerinin basiret üzere
oldukları vehmini insanlara vermek kastıyla da söylemiş olabilirler. Sonra da
bu istedikleri şey, Bedir günü başlarına gelmişti.
Nakledildiğine göre,
yahudilerden birisi İbn Abbas ile karşılaşmış, yahudi: Sen kimlerdensin diye
sormuş, o da: Ben Kureyş'tenim deyince, yahudi: Sen: "Ey Allah, eğer bu
senin katından hakkın kendisi ise.., diyen kavimden misin?. Ne diye onlar,
onun yerine: Eğer bu senin katından gelen hakkın kendisi ise bizi ona hidayet
eyle demediler, bu sözü söyleyen topluluk cahil midir? Bunun üzerine İbn Abbas
ona şöyle demiş: Sen de ey İsrailoğullarından olan kişi, daha Firavun ve
kavminin boğulduğu denizden Musa ve kavminin kurtarılışından geçen kısa bir
süre içerisinde henüz ayaklan denizin ıslaklığından kurumamışken: "Ey
Musa, onların nasıl tanrıları varsa, sen de bize böyle bir tanrı yap"
diyen Musa'nın da kendilerine: "Siz gerçekten cahillik eden bir
topluluksunuz" (el-A'raf, 7/138) diye cevap verdiği bir kavimdensin.
Bunun üzerine yahudi, verecek cevap bulamayarak baştnı önüne eğdi,
"Yağdır”
anlamındaki buyrukta olduğu gibi kullanılışı, azab hakkında, hemzesiz olarak
kullanılışı ise rahmet hakkında kullanılır. Bu açıklama Ebu Ubeyde'den nakledilmiştir,
benzeri açıklamalar önceden geçmişti.[94]
33. Halbuki
sen içlerinde İken Allah onlara azab verecek değildir. Onlar istiğfar edip
dururken de Allah onları azablandıracak değildir.
Ebu Cehil: "Ey
Allah, eğer bu senin katından hakkın kendisi ise..." (el-Enfâl 8/ 32)
buyruğunda geçen sözlerini söyleyince, bunun üzerine: "Halbuki sen
içlerinde iken Allah onlara azab verecek değildir" buyruğu indi. Müslim'in
Sahihinde de bu böyledir.[95]
İbn Abbas der ki: Yüce
Allah hiçbir kasaba halkını peygamberleri oradan çıkıp emrolundukları yere
ulaşmadıkça azaba uğratmamıştır.
"Onlar istiğfar
edip dururken de Allah onları azablandıracak değildir." İbn Abbas der ki:
Onlar, tavaf esnasında "senden mağfiretini dileriz" diyorlardı.
Mağfiret dileği her ne kadar facir kimseler tarafından yapılsa dahi, onun
vasıtası ile bir takım kötülükler ve zararlar bertaraf edilir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Burada mağfiret istemek, aralarında bulunan müs-lümanlar
hakkındadır. Yani, Allah, aralarında müslüman olup mağfiret dileyen kimseler
bulunduğu sürece onları azaplandıracak değildir. Müslümanlar aralarından
çıktıktan sonra, Bedir gününde ve Başka zamanlarda onlan azaba uğrattı. Bu
açıklamaları ed-Dahhâk ve başkaları yapmıştır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Burada mağfiret dilemekten kasıt İslâm'dır. Yani: "Onlar
istiğfar edip dururken de" yani, onlar Allah'a teslim olup İslâm'a girecek
olurlarsa "Allah onları azaplandıracak değildir." Bu açıklamayı
Mücahid ve İkrime yapmıştır. Bir diğer açıklamaya göre, "onlar istiğfar
edip dururken" yani, onların sulblerinde Allah'tan mağfiret isteyecek
kimseler varken demektir. Bu da Mücahid'den rivayet edilmiştir.
"Onlar istiğfar
edip dururken", buyruğunun, mağfiret isteyecek olurlarsa takdirinde
olduğu da söylenmiştir. Yani, mağfiret isteyecek olurlarsa, onlara azab
edilmez. Bununla, onları mağfiret dilemeye davet etmektedir. Bu açıklamayı
Katade ve İbn Zeyd yapmıştır.
el-Medain, kimi ilim
adamından şöyle dediğini nakletmektedir: Peygamber (sav) döneminde, araplardan
kendi nefsi aleyhine günahta ileri giden ve günah işlemekten çekinmeyen birisi
vardı. Peygamber (sav) vefat edince, yünlü elbiseler giyindi ve
işlediklerinden geri döndü. Dine bağlılığını ve ibade-:e yöneldiğini dışa
vurmaya başladı. Ona: Eğer Peygamber (sav) hayatta iken sen bu şekilde yapmış
olsaydın, o senin bu durumuna sevinirdi denilince, şu cevabı verdi: Benim iki
emanım var idi. Onlardan birisi gitti, diğeri kaldı. Yüce Allah: "Halbuki
sen İçlerinde İken Allah onlara azab verecek değildir" diye buyurmaktadır.
İşte bu, iki emanın biri. İkincisi ise: "Onlar İstiğfar edip dururken de
Allah onları azaplandıracak değildir" buyruğundaki
[96]emandır.[97]
34. Onlar,
Mescid-İ Haram'dan alıkoyup durdukları halde Allah onlara ne diye azab etmesin
ki? Hem onlar, ona (hizmete) layık kimseler de değildirler. Ona gerçekten layık
olanlar ancak takva sahipleridir. Fakat onların pekçoğu bilmez.
"... Allah
onlara ne diye azab etmesin ki" buyruğu: Azab edilmelerine engel ne ki?
demektir. Yani onlar, pekçok çirkin işi ve azabı gerektiren sebepleri İşlemeleri
dolayısıyla azabı haketmiş kimselerdir. Şu kadar var ki, herbir işin yazılı bir
vadesi vardır. Allah, Peygamber (sav)'in aralarından çıkıp gitmesinden sonra
onları kılıç ile azaplandıracaktır. İşte yüce Allah'ın: "İsteyen biri
inecek azabı istedi" (eî-Mearic, 70/1.) buyruğu, bunun hakkında nazil
olmuştur. el-Ahfeş der ki: ...me...
deki; in zâid olduğunu söylemiştir. en-Nehhas ise şöyle der: Eğer el-Ahfeş'in
dediği gibi olsaydı, o takdirde; Onları
azaplandırması..." anlamındaki buyruğun da merfu' olması gerekirdi.
"Fakat onların p«kçoğu" ona layık olanların müttaki-ler olduğunu
"bilmez."[98]
35.
Onların
Beyt'in yanında duaları, ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka birşey
değildi. Öyleyse, İnkârınızdan dolayı azabı tadın.
36. O
kâfirler, şüphesiz mallarını Allah yolundan alıkoymak İçin harcarlar. Yakında
da onları harcayacaklar; sonra bu, onlara bir yürek acısı olacaktır. Sonra da
yenilgiye uğrayacaklardır. Kâflr olanlar, toplanıp cehenneme sürüleceklerdir.
37. Allah,
murdarı temizden ayırt etsin, murdarı birbiri üstüne koyup hepsini yığsın da
onları cehenneme atsın diye. İşte onlar, zarara uğrayanların tâ kendileridir.
İbn Abbas der ki:
Kureyşliler, Beyt'i çıplak tavaf ederler, ıslık çalıp alkış tutarlardı. Bu,
onların kanaatine göre bir ibadetti.
Âyet-i kerimede
geçen;"ıslık çalmak, "Alkış tutmak" demektir. Bu açıklamayı
Mücahid, es-Süddî ve îbn Ömer (r.anhum)
yapmışlardır. Antere'nin şu beyiti de bu kabildendir:
"Ve nice kadının
kocasını yere yıkılmış bıraktım Göğsünden boşanan kan, dudağı yarık devenin
ağzından çıkardığı hırıltı gibi ıslıklı sea çıkartıyordu."
Seslice osuran bineğin
durumunu anlatmak üzere kullanılan; tabiri de buradan gelmektedir. es-Süddî der
ki: Islık çalmak demektir. Bu kelime Hicaz'da "el-Mükkâ" diye bilinen
beyaz renkli bir kuşun ötüşünden hareketle bu manada kullanılır. Şair der ki:
"Eğer Mükkâ kuıju
başka bir bahçede ötecek olursa, Koyun sahipleri ve eşek sahiplerinin vay
haline."
Katade der ki:
"Elleri birbirine çırpmak" demektir. "Bağırmak, çağırmak"
demektir.
Her iki açıklamaya
göre de rakseden, ellerini çırpan, bağırıp çağıran cahil sufilerin yaptıkları
reddedilmektedir. Bütün bunlar, aklı başında olan kimselerin kendilerini uzak
tutmaya çalıştıkları bir münkerdir. Bu İşleri yapan kim-seier, Beytullah'ın
yanında müşriklerin yaptıklarına kendi davranışlarını benzetmiş olurlar.
İbn Cüreyc ve İbn Ebi
Necîh, Mücahid'den şöyle dediğini nakletmektedirler: parmaklanın ağızlarına
sokmalarıdır. ise, ıslık çalmak demektir. Onlar, bu şekilde hareket etmekle,
Muhammed (sav)'ı namazdan alıkoymak, başka şeylerle uğraştırmak İstiyorlardı.
en-Nehhas der ki: Bu
kelimelerin sözlükte bilinen anlamlan, İbn Ömer'den rivayet edilen şekildedir.
Ebu Ubeyd ve başkalarının naklettiğine göre de ıslık çalmayı anlatmak üzere;
fiili; el çırpmayı anlatmak için de; fiili kullanılır. Amr b. el-İtnabe'nin şu
beyiti de bu kabildendir:
"Hepsi de bir
gürültü ile bekleyip durdular Beyt'in yanında el çırpmakla ve ıslık ile."
Said b. Cübeyr ve İbn
Zeyd derler ki: Burada geçen ın anlamı, onların insanları Beytuîlalı'tan
alıkoymalarıdır. Buna göre ifadenin aslı; şeklinde olmalıdır ve burada iki
"dardan birisi "ya"ya dönüşmüştür.
"Allah murdarı
temizden ayırt etsin" ise, mü'mini kâfirden ayırt etsin anlamındadır,
Bunun, her hususta, amellerde, harcamalarda ve bunun dışında kalan şeylerde
umumî olduğu da söylenmiştir.[99]
38. Sen o
kâfirlere de ki: "Eğer vazgeçerlerse onlara geçmiş (günahları) mağfiret
olunur. Eğer yine (şirke) dönerlerse, kendilerinden öncekilerin sünneti
muhakkak devam etmiş olur."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:[100]
Yüce Allah: "Sen,
o kâfirlere de ki..." buyruğuyla Peygamber (sav)a, kâfirlere bu anlamda
sözler söylemesini emr etmektedir. Onlara, bu manayı bizzat bu sözlerle
söylemiş olmasıyla başka ifadelerle dile getirmiş olması arasında bir fark
yoktur. İbn Atiyye der ki: Eğer bu buyruk, el-Kisaî'nin naklettiği şekilde
Abdullah b. Mes'ud'un Mushafında; "Sen o kâfirlere de ki: Eğer
vazgeçerseniz size mağfiret olunur" şeklinde ise, hiç şüphesiz risalet
görevini ancak muayyen olarak bu lafızları onlara söylemekle yerine getirmiş
olurdu. Bu lafızların gerektirdiği budur.[101]
"Eğer
vazgeçerlerse" buyruğu İle küfürden vazgeçerlerse demek istemektedir. İbn
Atîyye der ki: Zaten küfürden mutlaka vazgeçmek gerekir. Bunun böyle olmasını
gerektiren ise, bu şartın cevabım teşkil eden: "Onlara, geçmiş mağfiret
olunur" buyruğudur. Geçmişin mağfiret olması ise, ancak küfürden vazgeçen,
küfrünü sona erdiren kişi hakkında sözkonusu olur. Şair Ebu Said Alımed b.
Muhammed ez-Zübeyri ne güzel söylemiş:
"Genç itiraf etti
mi, artık affedilmeyi hakeder Sonra da yapıp ettiklerinden vazgeçerse. Çünkü
şanı yüce Allah günahım itiraf eden kişi hakkında şöyle buyurmuş: 'Eğer
vazgeçerlerse, onlara geçmiş mağfiret olunur.'
Müslim, Ebu Şumâse
el-Mehrîfden şöyle dediğini rivayet eder: Biz, ölüm döşeğinde Amr b. el-As'ın
yanında bulunuyorduk. Uzunca ağladı... deyip hadisi nakletti. Sözü geçen bu
hadiste şunlar da yer almaktadır: Peygamber (sav) buyurcju ki: "Bilmez
misinki İslâm kendisinden öncekileri yıkar, hicret de kendisinden öncekileri
yıkar, hac da kendisinden öncekileri yıkar... "[102]
İbnü'l-Arabî der ki:
Bu, şanı yüce Allah'ın, insanlara lütfedip ihsan buyurduğu bir rahmettir.
Çünkü kâfirler küfrü, çeşitli cürümleri işliyorlar, masiyet ve günahları
irtikâb ediyorlar. Eğer bu onların sorgulanmalarını gerektirecek olsaydı
(tevbelerine rağmen)ebediyen tevbe etmezler ve hiçbir şekilde
mağfirete dahil
olamazlardı. Yüce Allah, yoluna dönmeleri halinde onların tevbelerini
kolaylaştırmakta ve İslâm'a girmeleri sayesinde onlara mağfiretini bol bol
ihsan etmekte, geçmişte yaptıklarını yıkıp yok etmektedir. Tâ ki bu onların
dine girmelerine bir sebep teşkil etsin, müslümanların söyledikleri sözü kabui
etmelerine teşvik edici olsun. Eğer onlar herhangi bir şekilde
sorgulanacaklarını görecek olsalar, hiçbir zaman ne tevbe ederler, ne de
İslâm'a girerler.
Müslim'in Sahihinde
şöyle denilmektedir: Sizden öncekilerden birisi doksan dokuz kişi öldürmüş idi.
Daha sonra tevbe etmesinin mümkün olup olmadığını sordu. Âbid birisinin yanına
vardı, ona, tevbestnin mümkün olup olmadığını sordu. Hayır, senin tevben kabul
olunamaz deyince, onu da öldürdü, böylelikle öldürdüğü kimselerin sayısı yüze
tamamlamış oldu.,. Hadisin geri kaîan kısmı oradadır.[103]
Şimdi âbidin şu sözüne
bakınız: Hayır senin tevben kabul olmaz Artık tevbesinin kabulünden ümidini
kesmesine sebep teşkil edince, âbidi öldürdü. İşte bu, rahmetten ümit kesenin
bir davranışıdır. O bakımdan nefret ettirmek, insanlar için ifsad edicidir.
Kolaylaştırmak onlar için bir maslahattır.
İbn Abbas (r.a)'dan
rivayet olunduğuna göre ona, adam öldürmemiş bir kişi gelip de katilin tevbesi
kabul olur mu diye sorarsa, hayır tevbesi kabul olunmaz, diyerek onu korkutmaya
ve bu işten sakındırmaya çalışıyordu. Buna karşılık birisini öldürmüş bir kişi
yanına gelip de katil kimsenin tevbesi kabul olur mu diye soracak olursa, ona
kolaylık sağlamak ve onu ısındırmak için: Tevben kabul olunur derdi. Bu husus
daha önceden geçmişti.[104]
İbnü'l-Kasım ve İbn
Vehb, Malikten, müşrik iken hanımını boşadıktan sonra İslâm'a giren kimsenin
bu boşamasının hükümsüz olduğunu ifade ettiğini nakletmişlerdir. Aynı şekilde
yemin edip yemininde durmayan ve sonra da İslâm'a girenin de bundan dolayı
keftarette bulunması sözkonusu değildir. İşte bu gibi hususları yerine
getirmesi gereken kimsenin günahı bağışlanır. Ama, bir müslümana iftira
ettikten, yahut hırsızlık yaptıktan sonra İslâm'a girecek olsa, iftira ve
hırsızlığı dolayısıyla ona had uygulanır. Şayet zina edip sonra İslâm'a girse,
yahut müslüman bir kadına zorla tecavüz ettikten sonra İslâm'a girse, haddi
sakıt olur.
Eşheb, Malik'ten şöyle
dediğini rivayet eder: Yüce Allah'ın önem verdiği İslâm'dan önce işlenen mal,
kan veya benzeri herhangi bir hakka dair olandır. İbnü'l-Arabî der ki: İşte
doğru olan da budur. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi, yüce Allah'ın:
"Sen, o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse, onlara geçmiş mağfiret
olunur" buyruğu ile, Hz, Peygamber'in: "İslâm kendisinden önceki
şeyleri yıkar" buyruğu ve buna dair açıkladığımız kolaylaştırma ve nefret
ettirmeme hikmetleri bunun gerekçesidir.
Derim ki: Harbî olan
kâfirin, kâfir iken ve daru'l-harpte yaptıklarının (cezasının) kaldırılacağı
hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ama, bizim yurdumuza (dar-ı İslâm'a) eman ile
girip müslüman bir kimseye iftirada bulunacak olursa, ona had uygulanır.
Hırsızlık yapıp çalarsa, eli kesilir. Zımmi bir kimse de aynı şekilde iftirada
bulunacak olursa, had olarak ona seksen sopa vurulur. Hırsızlık yaparsa eli
kesilir, öldürürse, öldürülür. İslâm'a girmek İbnü'1-Kasım ve başkalarının
rivayetine göre- kâfir iken ahdi bozduğundan dolayı onun hiçbir cezasını
kaldırmaz.
İbnü'l-Münzİr der ki:
Hıristiyan iken zina edip de müslümanlann kabul ettiği şekilde hakkında
şahidlik edilir de sonra İslâm'a giren hıristiyanın hükmü hususunda fukahânın
farklı görüşleri vardır. Şafiî'den, Irak'ta iken, rivayet olunduğuna göre
böyle bir hıristiyana had da uygulanmaz, sürgüne de gönderilmez. Çünkü, yüce
Allah: "Sen o kâfirlere deki: Eğer vazgeçerlerse, onlara geçmiş mağfitet
olunur" diye buyurmaktadır. İbnü'l-Münzir der ki: Bu, Malik'ten gelen
rivayete de uygun düşmektedir. Ebu Sevr de şöyle demektedir: Müslümanken,
kâfir olduğu dönemde zina etmiş olduğunu ikrar edecek olursa, ona had
uygulanır. el-Kûfî'den ise ona had uygulanmayacağı dediği nakledilmiştir.[105]
Mürted, İslâm'a
girecek olursa, eğer bir takım namazları geçmiş, bir takım cinayetler işlemiş,
bir takım mallar telef etmiş ise, denildiğine göre böyle birisinin hükmü, aslî
kâfirin müslüman olması halindeki hükmü ile aynıdır. Mürtedken yapmış olduğu
suçlardan herhangi birisi dolayısıyla sorumlu tutulmaz. Şafiî, bu husustaki iki
görüşünden birisinde şöyle der: İster Allah'ın, ister insanların bütün haklan
ondan İstenir. Buna delil de, insanların haklarını ödemek zorunda olduğudur. O
halde Allah'ın haklarını da yerine getirmesi icabeder.
Ebu Hanife der ki:
Allah'a ait olan haklar sakıt olur, fakat insanlara ait olan haklar sakıt
olmaz.
İbnü'l-Arabî der ki:
Bizim mezhebimizin (Maliki) ilim adamlarının görüşü de budur. Çünkü, yüce
Allah kendi hakkından müstağnidir. Ona ihtiyacı yoktur. İnsanın ise hakkına
ihtiyacı vardır. Nitekim çocuk, şanı yüce Allah'ın haklarını yerine getirmesi
gerekli olmadığı halde insanların haklarını yerine getirmekte yükümlüdür. Yine
bizim ilim adamlarımız derler ki: Yüce Allah'ın: "Sen, o kâfirlere de ki:
Eğer vazgeçerlerse onlara geçmiş mağfiret olunur" buyruğu, yüce Allah'ın
bütün haklan hakkında umumîdir.[106]
Yüce Allah'ın:
"Eğer yine dönerlerse" buyruğu ile savaşa dönmeleri kastedilmektedir.
Çünkü Döndü fiilî, mutlak olarak
kullanılacak olur ise, İnsanın bırakmış olduğu önceki haline tekrar geri
dönüşünü ihtiva eder. İbn Atiyye der ki: Bu âyet-i kerimede sözü geçen
kâfirlerin zikrettiğimiz hallerine benzer olarak savaşa dönmekten başka bir
hallerini bulamamaktayız. Bu dönüşün küfür diye te'vil edilmesi mümkün
değildir. Çünkü onlar zaten küfürden ayrılmış değillerdir. Bizim
"dönmek" hakkmda mutlak olarak kullanıldığı takdirde bu şekilde
açıklama yapmamız, şundan dolayıdır: Bu kelime Arapçada nıübteda ve haberin
başına da getirilebilir. O takdirde bu; "Oldu ve bitti" anlamını
verir. Nitekim "Zeyd hükümdar oldu," denilmek istenir. Şair Umeyye b.
Ebi's-Salt'ın şu beyiti de bu kabildendir:
"Bu üstün
özellikler iki süt kabı değildir.
Su katılıp da daha
sonra sidiklere dönüşmüş."
Bu beyitte kullanılan
fıiS, bundan Önce sözkonusu edilen bir duruma dönüşü ihtiva etmemektedir. O
bakımdan bu fiil, haberi ile kayıtlıdır ve bundan başka türlü anlama gelmesi
mümkün değildir. O halde bu fiilin anlamı, sonradan oldu, meydana geldi,
şeklindedir.
Yüce Allah'ın:
"Öncekilerin sünneti muhakkak devam etmiş olur" buyruğu geçmiş
dönemlerde Allah'ın azabı ile helak edilmiş ümmetler örnek gös-teriîerek
tehdidi ihtiva etmektedir.[107]
39. Hiçbir
fitne kahnayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın.
Eğer vazgeçerlerse, muhakkak Allah ne yaptıklarını iyice görmektedir.
40. Ve eğer
yüzçeviririerse, bilin ki Allah sizin mevlânızdır. O ne güzel mevlâdır, ne
güzel yardımcıdır!
Yüce Allah'ın:
"Hiçbir fitne kahnayıncaya kadar...onlarla savaşınız" buyruğunda
sözü geçen "fitne" küfür anlamındadır. Âyetin diğer bölümlerinin de
anlamı ve lafızlarına dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde (2/193.âyette) ve
başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamd olsun.[108]
41. Eğer
Allah'a, Furkan günü olan iki ordunun birbirleriyle karşılaştıkları günde
kulumuza indirdiğimize İnanmışsaniz, bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi
bir şeyhi beşte biri Allah'a, Kasûlüne, yalanlara, yetimlere, yoksullara ve
yolculara aittir. Allah herşeye gücü yetendir.
Yüce Allah'ın:
"Eğer Allah'a... inanmışsanız bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi
birşeyin beşte biri Allah'a, Rasûlüne, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve
yolculara aittir" buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı yirmi altı başlık[109] halinde ele alacağız:[110]
Yüce Allah'ın:
"Bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin..."
buyruğunda geçen
ganimet, sözlükte kişinin ya da topluluğun bir çaba göstererek elde ettiği şey
demektir. Şairin şu beyiti bu kabildendir:
'Uzak diyarlarda o
kadar çok dolaşıp durdum ki sonunda Ganimet diye geri dönmeye razı oldum."
Bîr başka şair de
şöyle demektedir:
"Ganimet alınan
günde ganimetten nasibi olan, nereye yönelirse y önel sin mutlaka onu alır,
Mahrum kalan da her halükârda mahrumdur."
"Mağnem" de
"ganimet" ile aynı anlamdadır. "Kavim ganimet aldı, ganimet
almak," denilir.
Şunu bil ki, yüce
Allah'ın; "Ganimet olarak aldığınız herhangi bir şey" buyruğunda kast
edilenin, müslümanların galip gelmek ve baskın suretiyle ele geçirdikleri,
kâfirlerin malı olduğu üzerinde ittifak vardır. Ancak, sözlük anlamı, önceden
de açıklamış olduğumuz üzere, böyle bir özel anlam ifade etmesini
gerektirmemektedir. Ancak şer'i Örf, bu türden olan mal ile kayıtlamıştır.
Şeriat, kâfirlerden bize ulaşan mallara iki isim vermektedir: Ganimet ve Fey1.
Müslümanların çalışıp çabalayarak, at ve deve sürerek düşmanlarından elde
ettikleri mala ganimet denilir. Bu isim, bu anlamdan ayrılmaz bir şekilde
kullanılmaya devam etti ve nihayet bu bir örf oldu.
Fey' ise, dönmek
anlamında olup den alınmıştır. Bu da savaşsız, at ve deve sürmeksizin
müslümanların eline geçen her türlü maldır. Arazilerden alınan haraç,
başlardan alınan cizye ve ganimetlerin beştebiri İşte Süfyan es Sevrî ve Ata b.
es-Saib de buna benzer bir görüş ifade etmişlerdir. Bir diğer görüşe göre de
ganimet ile fey' aynı şeylerdir. Her ikisinde de (beytül-malın payı olarak)
beşte bir vardır. Bu görüş de Katade tarafından ifade edilmiştir. Bir diğer
görüşe göre fey1, bir zorlama ve baskı olmaksızın müslümanların ellerine geçen
her türlü mala denilir. Anlamlar birbirine yakındır.[111]
Cumhurun görüşüne göre
bu âyet-i kerime birincisini nesli etmektedir. İbn Abdi'1-berr ise, bu âyet-i
kerîmenin, yüce Allah'ın: "Sana enfâti soruyorlar" (el-Enfâl, 8/1)
âyetinden sonra indiği, ganimetin beşte dördünü ileride açıklanacağı şekilde
ganimet alanlar arasında paylaştırılacağı ve yüce Allah'ın: "Sana enfâli
soruyorlar" (elEnfâl,8/1.) buyruğunun, sûrenin baş taraflarında geçtiği
üzere- Bedir'e katılanların Bedir'de alınan ganimetler hususunda
anlaşmazlıkları üzerine indiği hususunda icma olduğunu iddia etmiştir.
Derim ki: İbn
Abdil-Berr'İn bu söylediklerinin doğruluğuna delil teşkil eden hususlardan
birisi de İsmail b. İshak'ın zikrettiğidir. îbn İshâk dedi ki: Bize Muhammed b.
Kesir anlattı, dedi ki: Bize Süfyan anlattı, dedi ki: Bana Muhammed b. es-Saİb
anlattı, o, Ebu Salih'ten, o, îbn Abbas'tan dedi ki; Bedir günü Peygamber
(sav) şöyle buyurdu: "Her kim bir kişi öldürürse ona şu vardır, her kim
bir kimseyi esir alırsa ona da şu vardır..." O gün ashab yetmiş kişi
öldürmüş, yetmiş kişi de esir almışlardı. Ebu'l-Yesar b. Amr iki esir getirdi.
Ey Allah'ın Rasulü dedi, sen bize kim birisini öldürürse ona şu vardır, dedin.
Ben de iki kişiyi esir alıp getirdim,
Sa'd ayağa kalkıp
şöyle dedi: Bizi fazla ecir almaktan alıkoyan olmadığı gibi düşmandan da
korkumuz olmadı. Ancak biz, müşriklerin bize dönüp saldırmaları korkusuyla bu
şekilde davrandık, yerimizden ayrılmadık. Eğer sen bunlara (bu şekilde) verecek
olursan, diğer ashabına herhangi birşey kalmayacaktır. (İbn Abbas devamla)
dedi ki: Bunlar da birşeyler söylemeye, berikiler de birşeyler söylemeye
koyuldular. Bunun üzerine: "Sana enfâli soruyorlar. De ki: Enfal Allah'ın
ve Rasûlünündür. O halde Allah'tan korkun ve aranızı
düzeltin..."(el-Enfâl, 8/1) âyeti nazil oldu. Böylelikle ganimeti
Ra-sûlullah (sav)'a teslim ettiler. Daha sonra da "...bilin ki, ganimet
olarak aldığınız herhangi birşeyin beşte biri Allah'a...aittir" âyeti
nazil oldu.[112]
Bu âyetin mensuh
olmayıp muhkem olduğu, ganimetin de Rasûlullah (sav) 'a ait olup, ganimeti ele
geçiren gaziler arasında paylaştırılmayacağt ve ondan sonra gelen imamların
(islâm devlet başkanlarının) da aynı durumda oldukları da söylenmiştir.
el-Mazeri, bunu mezhebimize mensub birçok ilim adamından böylece nakletmiş ve
imamın ganimeti gazilere vermemek imkânına sahip olduklarını ifade
etmişlerdir. Bunlar da Mekke'nin fethi ve Huneyn'de cereyan eden olayları delil
gösterirler. Ebu Ubeyd de şöyle derdi: Rasûlullah (sav) Mekke'yi kılıç zoruyla
(anveten) fethetti, buna karşılık Mekke'lile-re lütufta bulunup onları esir
almadı, Mekke'yi sahiplerine geri iade ederek orayı paylaştırmadı. Ve Mekke'yi
fatihlere rey' (ganimet) kılmadı. Kimi ilim adamı da Hz. Peygamber'den sonra
gelen imamların (islâm devlet başkanları) İçin böyle bir uygulamada
bulunmasının caiz olduğu görüşündedir.
Derim ki: Buna göre
yüce Allah'ın: "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin
beşte biri..." buyruğu, imama (beytülmale) ait beşte dördün,onun
tasarrufunda bulunup dilerse bu beşte dördü alıkoyabileceği, dilerse de ganimet
alanlar arasında paylaştırabileceği şeklinde anlaşılmalıdır. Ancak, sözünü
ettiğimiz hususlar dolayısıyla bu görüşün ilmî hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü
şanı yüce Allah, ganimeti ganimet alan (.gazi)lere izafe ederek: "...bilin
ki, ganimet olarak aldığınız herhangi birşey..." diye buyurmakta, daha
sonra da beşte birinin, Kitab-ı keriminde sözünü ettiği kimselere muayyen olarak
dağıtılacağını zikretmekte, geri kafan beşte dördün paylaştırılması hususunu
sözkonusu etmemektedir. Tıpkı yüce Allah'ın: "Anne-babası ona mirasçı
olursa, üçte biri annesinindir" (en-Nisa, 4/11) buyruğunda üçte ikiyi söz
konusu etmeyip, ittifakla malın üçte ikisinin babasına ait olacağının kabul
edilmesi gibidir. İşte, beşte dördün de ganimet alanlara verileceği icma ile
kabul edilmiştir. İbn el-Münzir, İbn Abdi'1-Berr, ed-Davudî ve yine el-Mazeri,
Kadı İyad ve İbnü'I-Arabi'nin zikrettiklerine göre bu böyledir.
Bu anlamda gelmiş
haberler birbirini desteklemektedir. Bunların bir bölümü de ileride
gelecektir. Bu durumda yüce Allah'ın: "Sana enfâli
soruyorlar"(el-Enfâl, 8/1) âyeti, imamın, ganimetin paylaştırmasından önce
uygun göreceği maslahata göre dilediği kimselere nafile olarak vereceği şeyler
hakkında demek olur.
Ata ve el-Hasen derler
ki: Bu âyet-i kerime, müşriklerden müslümanlann eline istisnai olarak geçen
köle, cariye, binek gibi şeyler hakkında özel bir hüküm ihtiva etmektedir. Bu
gibi şeyler hakkında imam istediği şekilde hüküm verebilir.
Âyet-i kerime ile
kastedilenlerin seriyyeler, yani seriyyelerde alınan ganimetler olduğu da
söylenmiştir. İmam dilerse bu ganimetleri beşte bir ve beşte dört diye taksim
eder, dilerse bunların hepsini (seriyye'ye katılanlara) nafile olarak dağıtır.
İbrahim en-Nehaî de, bir seriyye gönderip de ganimet elde eden küçük birlikler
hakkında şunları söylemektedir: İmam dilerse alınan bütün ganimetleri nafile
olarak (gazilere) dağıtır, dilerse de beşte dördünü beytülmale (alır), geri
kalanını gaziler arasında paylaştırır. Ebu Ömer bu görüşü Mekhûl ve Ata'dan da
nakletmîştir. Ali b. Sabit dedi kî: Ben, Mekhul ve Ata'ya ele geçirdikleri
ganimetleri kendilerine nafile olarak (tamamiyle.) veren, imamın durumunu
sordum, böyle bir yetkileri vardır, dedi(ler). Ebu Ömer der ki; Bu görüşü kabul
eden, şanı yüce Allah'ın: "Sana enfuli soruyorlar. De ki: Enfâl, Allah'ın
ve Rasûlünündür" (el-Enfâl, 8/1) buyruğunu, bu peygambere ait olup, o bunu
dilediği gibi dağıtır, tasarruf eder diye yorumlar ve bu âyet-i kerimenin yüce
Allah'ın: "...bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte
biri... aittir" buyruğu ile nesh edilmemiş olduğu görüşündedirler.
"el-Kabes, fi Şerhi Muvatta-i Malik İbn Enes" adlı eserimizde
açıjdamış olduğumuz bundan başka görüşler de ileri sürülmüştür.
Bildiğim kadarıyla da
yüce Allah'ın: "Sana enfâli soruyorlar" (el-Enfâl, 8/1) âyetini Onun:
"...bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri
Allah'a... aittir" âyetini nesli ettiğini herhangi bir ilim adamı ileri
sürmemiştir. Aksine cumhur, bizim belirttiğimiz gibi yüce Allah'ın: "...ganimet
olarak aldığınız herhangi bir şey..." buyruğunun nesh edici olduğu görüşündedirler.
Bunlar aleyhine, yüce Allah'ın Kitabını tahrif ve tebdil ettiklerini düşünmek
mümkün değildir.
Mekke'nin
fethedilmesine gelince; ilim adamlarının Mekke'nin fethi hususundaki farklı
görüşleri dolayısıyla bunun delil olabilecek bir taraff yoktur. Nitekim Ebu
Ubeyd şöyle demiştir: Şu iki cihetten dolayı herhangi bir şehrin Mekke'ye
benzediğini bilmiyoruz: Birincisi, Rasûlullah (sav)'a, yüce Allah, kendisinden
başka hiçbir kimseye vermediği bir şekilde enfâli ve ganimetleri özel olarak
tahsis etmişti. Çünkü yüce Allah'ın: "Sana enfâli soruyorlar..."
(el-Enfâl, 8/1) âyeti bunu gerektirmektedir. Burada bunun özel olarak ona
verilmiş olduğunu görüyoruz. Diğer husus ise, şanı yüce Allah başka hiçbir
şehre ait bulunmayan özel hükümler koymuştur.
Huneyn vakasına
gelince, Ensar'ın: Ganimetleri Kureyş'e dağıtıyor, bizi de kanlarının damladığı
kılıçlarımızla başbaşa bırakıyor demeleri üzerine ganimetler yerine şu
sözleriyle başka bir ihsana nail olduklarını ifade etmiştir: "İn-sanlann
dünyalık ile dönerken, siz evlerinize Rasûlullah (sav) ile birlikte dönmeye
razı olmaz mısınız?" Bu hadisi Müslim ve başkaları rivayet etmiştir.[113]
Böyle bir sözü ise
ondan başka hiçbir kimse söylemek yetkisine sahip değildir. Bununla birlikte
bi2im İlim adamlarımızdan bazılarının da söyledikleri gibi bu gibi uygulamalar
ona hastır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[114]
Yüce Allah'ın:
-...bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi birşey..."
buyruğunun umumî
olmadığı ve bunu hususileştiren bir takım durumların söz-konusu olduğu
hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. İc-ma ile tahsis
ettikleri hususların bazısı şu sözlerle ifade edilmiştir: Eğer imam böyle bir
şey ilan edecek olursa, öldürülenin selebi (üzerindeki silah ve teçhizat) onu
öldürene aittir. Esir alınanların durumu da böyledir. Bu hususta -ileride
açıklanacağı üzere- imamın istediği görüşü seçebileceği hususunda görüş
ayrılığı yoktur. Yine arazi de bu ganimeti tahsis eden hususlardandır.
Buna göre buyruğun
anlamı şöyle olur: Ganimet olarak ele geçirdiğiniz altın, gümüş, sair mal, eşya
ve esir aldığınız kadın ve çocukların beşte biri... Toprak bu âyetin umumu
kapsamına girmemektedir. Çünkü Ebû Dâvûd, Ömer b. el-Hattab'dan şöyle dediğini
rivayet etmektedir: "Eğer sonradan gelecek olan insanlar oimasaydı, hangi
kasabayı feth edersem mutlaka onu Ra-sûlullah (sav)'ın Hayber'i paylaştırdığı
gibi paylaştmrdım."[115]
Bu görüşün doğruluğunu
ortaya koyan hususlardan birisi de Ebu Hurey-re (r.a)'dan, Peygamber (sav)'ın
söylediği rivayet edilen ve Sahihte yer alan şu buyruk da vardır: "Irak,
Kafizini ve Dirhemini engelledi. Şam da Muddunu ve Dinarım engelledi... "[116]
Tahavi der ki:
Buradaki "engelledi", engeliiyecektir demektir. İşte bu da buranın
ganimet alanlara ait olmayacağına delildir. Zira, ganimet sahiplerinin mülk
edindikleri herhangi bir şeyde (devletin tahsil edeceği) ne bir kafîz, ne de
dirhem sözkonusudur. Eğer toprak paylaştırılacak olsa, ganimet alanlardan sonra
geleceklere herhangi birşey kalmazdı. Yüce Allah ise: "(Bu alınan fey')
fakir muhacirler içindir" (el-Haşr, 59/7) buyruğuna atfederek:
"Onlardan sonra gelenler de..." (el-Haşr, 59/10) diye buyurmaktadır.
(Ta-havı devamla) der ki: Ancak bir yerden bir başka yere taşınabilen şeyler
pay edilir.
Şafiî de der ki:
Daru'1-harp ahalisinden elde edilen ganimetlerden, az olsun çok olsun ev,
toprak, eşya, ya da başka birşey olsun hep pay edilirler.
Bundan tek istisna,
baliğ olmuş erkeklerdir, tamam, bunlar hakkında onları karşılıksız serbest
bırakmak, öldürmek, ya da esir almak yollarından birisini seçmekte
muhayyerdir. Onlardan alınan mallar ile esir edilen kadın ve çocuklar (sebi')
ise ganimet gibi uygulamaya tabı tutulur.
Şafiî bu görüşüne
âyetin ifade ettiği umumî manayı delil göstermekte ve şöyle demektedir: Toprak
da kaçınılmaz olarak ganimet alınan birşeydir, O halde toprağın da sair
ganimetler gibi alınması gerekir. Nitekim RasûJullah (sav) da Hayber'den kılıç
zoruyla (anveten) fethettiği yerleri paylaştırmış-tır. (Bu görüşü
benimseyenler) derler ki: Eğer toprağın özel bir hükme sahip olduğu iddiası
mümkün kabul edilecek olursa, toprağın dışındaki şeyler hakkında da aynı
iddiada bulunmak mümkün olur. Böylelikle âyetin hükmü de ortadan kalkar. Haşr
Sûresi'ndeki âyet-i kerimenin bu konuda detîl olacak bir tarafı yoktur. Çünkü o
âyet-i kerime fey' hakkındadır, ganimet hakkında değildir. Yüce Allah'ın:
"Onlardan sonra gelenler" buyruğu ise, kendilerinden önce geçen
mü'minlere duaya dair yeni bir ifadedir, başka bir manası yoktur.
(Bu görüşün sahipleri)
derler ki: Hz, Ömer'in toprağı vakfa dönüştürmesi şu iki ihtimalden birisine
bağlıdır: Ya o toprak ganimet olarak ele alınan-larca gönül hoşluğu ile
verilmiştir, böylelikle bu uygulama helal olmuş, o da buna binaen vakfetmiştir.
Nitekim Cerîr de Hz. Ömer'in orayı ganimet alan sahiplerinin gönüllerini hoş
ettiğini rivayet etmektedir. Rasûlullah (sav) He-vazinlilerden esir alınan
kadın ve çocuklar hakkında da bu uygulamayı yapmıştır. Hevazinliler
kendisine.geldiklerinde, ashabını elinde bulunanlar gönül hoşluğu ile serbest
bırakmalan için razı etti. Yahut da Hz. Ömer'in vakfettiği topraklar fey'
olabilir, dolayısıyla bu durumda herhangi bir kimseyi razı etmeye de ihtiyaç
yoktur.
Kûfeliler ise, imamı,
fethedilen arazîyi paylaştırmak ile onu sahiplerinin elinde bırakıp araziden
haraç alınmasını tesbit etmesi ve böylelikle de bu arazinin sahiplerinin sulh
arazisi gibi mülk haline dönüşmesini seçmekte muhayyer olduğu görüşündedirler.
Hocamız Ebu'l-Abbas -Allah ondan razı olsun- der ki: Bu görüş sanki iki delili
bir arada telif eden ve iki görüş arasında orta yolu izleyen bir görüşe
benzemektedir. İşte Ömer (r.a)'ın kat'i olarak kavradığı, anladığı da budur.
Bundan dolayı o: "Eğer sonradan gelecek insanlar olmasaydı..."
diyerek, Peygamber (sav)'in bu uygulamasının nesh edildiğini, yahut da bu
buyruklarla onun uygulamasının tahsis edildiğini haber vermemiştir. Şu kadar
var ki, Kûfeliler Hz. Ömer'in yaptıklarından fazla birşeyler ortaya
koymuşlardır. Hz. Ömer sadece araziyi müslürnanlann menfaatlerine olacak
şekilde vakfettiği halde, sulh ehline orayı mülk olarak vermemiştir. Ancak,
imam dilerse o araziyi sulh ehline mülk olarak verebilir, diyenler onlardır.[117]
Malik, Ebu Hanife ve
es-Sevrî, selebin katile ait olmadığı, onun ganimet hükmünde olduğu
görüşündedirler. Ancak emir (kumandan): Kim birisini öldürürse selebi de ona
ait olur diyecek olursa, o vakit katil, öldürdüğü kimse üzerindeki selebi
(silah, binek ve sair teçhizatı) alabilir.
el-teys, el-Evzaî,
Şafiî, İshâk, Ebu Sevr, Ebu Ubeyd, Taberî ve İbnü'1-Munzir derler ki: Durum ne
olursa olsun, imam ister böyle birsey söylemiş olsun, ister söylememiş olsun,
seleb öldürene aittir. Ancak Şafiî -Allah ondan razı olsun- şöyle demektedir:
Seleb, ancak öldürenin, üzerine gelen bir kimseyi öldürmesi halinde öldürene
ait olur. Eğer öldürdüğü kişiyi kendisini bırakıp kaçarken öldürmüşse, selebi
onun olmaz.
Şafiî mezhebi
mensublarından Ebu'l-Abbas b. Sureye der ki: "Her kim birisini öldürürse
setebi ona aittir"[118] hadisi lafzından anlaşılan umum anlamı üzere
değildir. Çünkü itim adamları icma İle şunu kabul etmişlerdir: Kim bir esir
yahut bir kadın yada yaşlı birisini Öldürecek olursa, bunlardan herhangi
birisinin selebi kendisinin olmaz. Aynı şekilde yaralanmış birisinin işini bitirenin,
yahut elleri ya da ayaklan kesilmiş birisini öldürenin durumu da böyledir.
Geri kaçarken kendisini koruyamayan ve meydandan kaçan kişinin durumu da
böyledir. Böyle bir kimse, elleri kollan bağlanmış kişi durumundadır. İşte
hadis-i şeriften, öldürülmesinin, farklı bir anlamı olan yada öldürülmesinde
fazilet bulunan bir husus dolayısıyla birisinin öldürülmesi halinde (selebin
öldürene ait olduğunun) sözkonusu olduğu anlaşılmaktadır,.Bu da kişinin üzerine
gelmekte olan birisini öldürmesi halidir. Zira böyle bir Öldürme önemli bir
yardım ve destektir. Ağır bir şekilde yaralanmış olanın işini bitirmek ise
böyle değildir.
Taberî der ki; Seleb,
katilin hakkıdır. Eğer meydan savaşında olursa, ister onu üzerine gelirken,
ister arkasını dönmüşken, isterse kaçarken, isterse teke tek çarpışırken
öldürmüş olsun farketmez. Ancak, Abdurrezzak ile Muham-med b. Bekr'in İbn
Cüreyc'den naklettikleri şu rivayet bu görüşü reddetmektedir. İbn Cüreyc der
ki: Ben, İbn Ömer'in azadhsı Nafi'i şöyle derken dinledim: Biz, müslümanlarla
kâfirler birbirleriyle karşılaşacak olup da müslüman bir kimse kâfirlerden bir
kişi öldürecek olursa, onun selebi müslümana aittir sözünü işitip duruyorduk.
Ancak, savaşın kızışma hali bundan müstesnadır. Çünkü böyle bir durumda kimin
kimi öldürdüğü bilinemez. İşte bu rivayetin zahiri Taberî1 nin görüşünü
reddetmektedir. Çünkü bu rivayette selebin öldürene verilebilmesi için bunun
özellikle meydandaki çarpışmada olmasını şart koşmaktadır. Ebu Sevr ve
İbnü'l-Münzir derler ki: Seleb, ister karşılıklı meydan çarpışmasında olsun
ister olmasın, ister üzerine gelirken oîsun, ister geri dönerken, kaçarken,
isterse de şiddetle üzerine giderken bütün hallerde öldürene aittir. Çünkü Hz.
Peygamberin: "Kim birisini öldürürse selebi ona aittir" şeklindeki
buyruğunun umumî ifadesi bunu gerektirir.
Derim ki: Müslim,
Seleme b. el-Ekva'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) ile
birlikte Hevazinlilere gazvede bulunduk. Bizler kuşluk vakti Rasûlullah (sav)
ile birlikte yemek yerken kırmızı bir deve üzerinde bir adam geldi, devesini
çöktürdü. Sonra da eğerinin arka tarafındaki torbasından deriden bir ip
çıkartarak onunla bağladı. Daha sonra yemek yiyenlerle birlikte oturup yemek
yemeye koyuldu, etrafına bakmaya başladı. Bizim zayıf, develerimizin de
çelimsiz olduğunu, kimimizin de piyade olduğunu gördü. Bir kişi yola çıktı mı
çabucak giderdi. Bunun üzerine adam devesine gidip onun bağını çözdü, sonra
devesini çöktürdü, üzerine kurulduktan sonra devesini harekete geçirdi. Deve
hızlıca yürümeye koyuldu. Bu sefer bir başka adam siyaha yakın bir dişi deve
üzerinde arkasından gitti. Seleme dedi ki: Ben de hızlıca dışarı çıktım.
Nihayet dişi devenin baldırının yanına vardım, sonra yine ileri geçtim ve
nihayet devenin baldırının yanına vardım. Bir daha ileri geçtim ve o kaçan
devenin yularını yakalayarak onu çöktü rdüm. Deve dizlerini yere kovunca
kılıcımı çekip o adamtn kafasını vurdum. Kafası da yere düştü. Sonra da devenin
üzerinde yükü ve adamın silahı bulunduğu halde deveyi yularından çekip
getirdim. Rasûlutlah (sav) ve beraberindekiler beni karşılayarak: "Adamı
kim öldürdü" diye sordu, onlar: İbnü'l-Ekva öldürdü dediler. Bunun üzerine
Hz. Peygamber: "Bütün selebi de onundur" diye buyurdu.[119]
İşte görüldüğü gibi
Seleme, adamı üzerine gelirken değil, kaçarken öldürdüğü halde Hz. Peygamber
ona adamın selebini vermiş bulunmaktadır. Ayrıca bu hadis-i şerifte Malik'in
şu görüşünün lehine bir delil vardır: Sel ebe, öldüren ancak imamın İzniyle hak
kazanır. Zira bizatihi öldürmesi sebebiyle bu selebin ona verilmesi vacib
olsaydı, ayrıca bu sözünü tekrarlamasına gerek kalmazdı, Yine İmam Malik'in
delillerinden birisi de Ebu Bekr b. Ebi Şeybe'nin zikrettiği şu rivayettir: Dedi
ki: Bize Ebu'l-Ahvas anlattı, o, et-Es-ved b. Kays'dan, o, Bişr b. Atkame'den
dedi ki: Kadisiye günü bir kişi ile teke tek çarpıştım. Onu öldürdüm ve
selebini aldım. Bunun üzerine (kumandan olan) Sa'd (b. Ebi VakkasVın yanına
vardım. Sa'd arkadaşlarına bir konuşma yaptıktan sonra şöyle dedi: İşte bu
Bişr b, Alkame'nin ele geçirdiği selebidir. Bu, onikibin dirhemden daha
hayırlıdır. Ve biz bunu ona nafile olarak verdik.
Eğer seleb, Peygamber
(sav)'ın vermiş olduğu hüküm gereği öldürenin hakkı olsaydı, ayrıca bu konuda
meseleyi ictihadlanyla kendilerine izafe etmelerine gerek kalmazdı ve öldüren
de onların emirlerine gerek olmaksızın o selebi alacaktı. Doğrusunu bilen
Allah'tır.
Sahih'te de Muâz b.
Amr b. el-Cemûh ile Muâz b. Afra'nın, Ebu Cehil'i öldü rünceye kadar
kılıçlarıyla darbeler indirdikleri bildirilmektedir. Peygamber (sav)'e
gittikleri vakit, O: "Onu hanginiz öldürdü?" diye sorunca, onların
herbirisi: Onu ben öldürdüm, dedi. Hz. Peygamber her İki kılıca da baktı ve:
"İkiniz de onu öldürdünüz" diye buyurdu ve selebinİn Muâz b. Amr b.
el-Cemûh'a verilmesine hükmetti.[120]
İşte bu, selebin
öldürenin hakkı olmadığının açık bir delilidir. Zira seleb öldürene ait
olsaydı, Peygamber (sav) o selebi iki Muâz arasında paylaştım-çaktı. Yine
Sahih'te Avf b. Malik'ten şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, Mute gazvesinde
Zeyd b. Harise ile savaşa çıkanlarla çıktım. Yemen'den gelen yardımcı kuvvetler
arasından bir yardımcı da benimle birlikte yola çıktı... diyerek hadisi
zikretti. Bu hadiste şunlar da yer almaktadır: Avf dedi ki: Ey Ha-lid,
Rasûlullah (sav)'ın selebin öldürene ait olduğu hükmünü verdiğini bilmiyor
musun? O, evet; fakat ben bunun çok olduğunu gördüm, dedi.[121]
Bu hadisi Ebu Bekr
el-Berkanî de Müslim'in rivayet ettiği aynı sened ile rivayet etmiş ve orada
ayrıca şu açıklamayı da eklemiştir: Avf b. Malik dedi ki: Rasûlullah (sav)
selebden beşte bir almıyordu. Gelen yardımcı kuvvetlerden birisi de Şam
tarafındaki Mute gazvesinde onlarla birlikte idi. Karşı taraftan bir Bizanslı
müslümanlar üzerine hızlıca gelmeye başladı. Kumral bir at ve altın yaldızlı
bir eğer üzerinde kirlenmiş kuşaklı ve elinde altjn işlemeli bir kılıç vardı.
Müslümanların üzerine geliyordu. Yemen1 den gelen yardımcı kuvvetlerden birisi
onu güzel bir şekilde gözetlemeye koyuldu. Nihayet yanından geçince, atının
bileğini kesti, o da yere düştü. Kılıcıyla tepesine dikilip onu öldürdü ve
silahlarını aldı. Halid b. Velid, selebinin bir bölümünü ona verdi, bir
bölümünü de alıkoydu. Avf dedi ki: Ben ona, hepsini ver, Sen Rasûlullah
(sav)'ı: "Seleb öldürene aittir" derken duymadın mı? dedim, o, evet
dedi. Fakat ben bunları çok gördüm diye cevap verdi. Avf dedi ki: Birbirimize
ileri geri söz söyledik. Nihayet ona: Andolsun, Rasûlullah (sav)'a durumu
bildireceğim, dedim.
Avf dedi ki:
Rasûlullah (sav)'ın huzurunda bir araya gelince, Avf o durumu Rasûlullah
(sav)a anlattı. Hz. Peygamber de: "Ne diye ona hepsini vermedin"
diye sorunca, Halid, bana çok göründü dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Hadi onları o adama ver" diye buyurdu. Ben de kendisine, nasıl (Ey
Halid) sana verdiğim sözü yerine getirdin mi? diye sordum. Bu sefer Rasûlullah
(sav) kızdı ve şöyle buyurdu: "Ey Halid, onu o kişiye verme. Siz, kumandanlarımla
beni başbaşa bırakmayacak mısınız?"[122]
İşte bu, gayet açık
bir şekilde öldüren kimsenin selebe, bizzat öldürmekle değil de imamm (devlet
başkanı ya da kumandanın) görüş ve konuyu tetkiki sonucu hak kazandığına açık
bir delildir.
Ahmed b. Hanbel der
ki: Selebin öldürene ait olması, özellikle mübâre-ze (teke tek çarpışma) halinde
sözkonusudur.[123]
İlim adamları,
selebden beşte bir alınıp alınmayacağı hususunda farklı görüşlere sahiptir.
Şafiî der ki: Selebden beşte bir alınmaz. îshak da şöyle der: Eğer basit bir
değeri varsa, öldürene aittir. Çok olursa beşte biri alınır. Nitekim Ömer b.
el-Hattab bunu el-Berâ b. Âzib'e, el-Merzuban ile teke tek çarpışıp öldürmesi
üzerine uygulamıştır. Çünkü, onun kuşağının ve bileziklerinin değeri, otuz bin
(.dirhem) ederdi. O da bunun beşte birini aldı. Enes'in, el-Berâ b. Malik'ten
naklettiğine göre o, müşriklerden bir kişiyi mübareze-de (teke tek çarpışmada)
öldürmesi dışında yüz müşrik öldürmüş idi. ez-Za-re gazasına katılmaları
sırasında da Zare Dihkanı (toprak ağası) çıkıp: Teke tek çarpışalım, dedi,
Bunun üzerine el-Berâ karşısına çıktı. Karşılıklı olarak kılıç darbeleri oldu.
Daha sonra birbirlerinin boyunlarına sarıldılar, el-Berâ onu çöktürdükten sonra
göğsüne oturdu. Sonra da kılıcını alıp boğazını kesti. Onun silahını ve
kuşağını alıp Hz. Ömer'e getirdi, üz. Ömer silalıı ona bağış olarak verdi.
Kuşağına otuzbin (dirhem) değer biçti ve onun beşte birini alıp, bu büyükçe bir
maldır, dedi.
el-Evzaî ve Mekhul
derler ki: Seleb de bir ganimettir, onda da beşte bir vardır. Buna benzer bir
görüş Ömer b. El Hattab'dan da rivayet edilmiştir. Şafiî'nin delili ise, Ebû
Davud'un Eşcalı, Avf b. Malik ile Halid b. el-Velid'den rivayet ettiği,
Rasûlullah (sav)'in: "Seleb öldürenindir" diye hüküm vermesi ve
selebden beşte bir
[124]alınmamasıdır.[125]
İlim adamlarının
çoğunluğunun görüşüne göre seleb öldürene ancak onu öldürdüğüne dair delil
getirmesi halinde verilir. Fukahânın çoğunluğu der ki: Ebu Kata de hadisine
göre tek bir şahid yeterlidir. Ya iki şahid, yahut da bir şahid ve bir yemin
gerekir de denilmiştir.
el-Evzaî der ki:
Sadece onu öldürdüğünü iddia etmesi ile öldürdüğünün selebi ona verilir.
Selebine hak kazanmak için delil getirmesi şartı yoktur. Bununla birlikte eğer
delil de getirilebilirse, aradaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak için daha
uygundur. Nitekim Peygamber (sav) Ebu Katade'ye öldürdüğü kimsenin selebini
herhangi bir şahid ve yemin olmaksızın vermiştir. Tek bir kişinin şahidliği
yeterli olmaz ve yalnızca ona bağlı kalınarak herhangi bir hüküm de verilmez de
denilmiştir. el-Leys b. Sa'd bu görüştedir.
Derim ki: Hocamız
Hafız el-Münzirî, eş-Şafiî, Ebu Muhammed Abdu'l-A-zim'i şöyle derken dinledim:
Hz. Peygamber ona (Ebu Katade'yi öldürdüğünün) selebini el-Esved b. Huzaî ile
Abdullah b. Uneys'in şahidliğine dayanarak vermiştir. Buna göre bu husustaki
anlaşmazlık ortadan kalkmakta, içinden çıkılamaz durum izale olunmakta ve
hüküm de bu konuda diğerleriyle (şahadete dayalı meselelerle) uygun
düşmektedir. Malikîlere gelince, onların görüşlerine göre imamın bu hususta
herhangi bir delile gereği yoktur. Çünkü imam, böyle bir durumda kendiliğinden
verecek olursa bu bir atiyye (bağış) dir. Eğer bunu vermek için şahidliği şart
koşarsa bu hakka da sahiptir. Böyle bir şart koşmayacak olursa, şalıidlik
sözkonusu olmaksızın bu iddiada bulunana onu (maktulün selebini) vermesi caiz
olur.[126]
İlim adamları selebin
mahiyeti hususunda farkh görüşlere sahiptirler. Silah ve savaş için gerek
duyulan herbir şeyin selebden sayıldığı hususunda görüş ayrılığı yoktur.
Üzerinde çarpışırken öldüğü atı da böyledir. Ahmed at hakkında, o selebden
sayılmaz demiştir. Aynı şekilde para kesesinde yahut kuşağında dinarlar veya
mücevherat, ya da buna benzer değerli eşya bulunacak olursa, bunların selebden
sayılmadığı hususunda da görüş ayrılığı yoktur.
Savaş için süs eşyası
olarak kullanılan şeyler hususunda, görüş ayrılıkları vardır. el-Evzaî der ki:
Bütün bunlar selebdendir. Bir kesim bunların selebden olmadığını söylemiştir.
Bu husus Suhnûn'dan Allah'ın rahmeti üzerine olsun- rivayet edilmiştir. Şu
kadar var ki, Suhnûn'a göre kuşak, selebden sayılır. İbn Habib el-Vazıka'da;
bilezikler de selebdendir, demiştir.[127]
Yüce Allah'ın:
"Beşte biri Allah'a... aittir" buyruğu ile ilgili olarak Ebu Ubeyd
şöyle demektedir: Bu, şanı yüce Allah'ın, sûrenin baş taraflarında yer alan:
"De ki: Enfal, Allah'ın ve Rasulünündiir" (el-Enfâl, 8/1) buyruğunu
nesh etmektedir. Rasûlullah (sav) Bedir'den alınan ganimetlerin beşte birini
almamıştı. İşte bu buyruk ile Hz. Peygamberin ganimetlerin beşte birini almama
hükmünü nesh etmektedir. Şu kadar var ki, Ali (rayın Sahihi Müslim'de yer alan
şu İfadesinde Hz. Peygamberin ganimetin beşte birini aldığı açıkça anlaşılmaktadır:
"Bedir günü alınan ganimetlerden benim payıma yaşlı bir dişi deve
düşmüştü. Rasûlullah (sav) o günde bana beşte birden de bir yaşlı dişi deve
daha vermişti..."[128] Eğer bu, böyle olmuş ise; Ebu Ubeyd'in görüşü
reddolunur.
İbn Atiyye der ki: Hz.
Ali'nin sözünü ettiği beşte birden kendisine verilen yaşlı dişi devenin, Bedir
ile Uhud arasında cereyan eden gazvelerden birisinden verilmiş olma ihtimali
vardır. Çünkü, Süleymoğullan gazvesi, Mustahkoğullan gazvesi ile Zu Emer
gazvesi ve Buhran gazveleri bu arada cereyan etmiş, bunlarda herhangi bir
çarpışma olduğu da bilinmemektedir. Bununla birlikte bunlardan birtakım
ganimetler alınmış olması imkânı da vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Derim ki: Ancak İbn
Atiyye'nin bu açıklamasını, Hz. Ali'nin kullandığı "o günde" lafzı
reddetmektedir. Ancak, eğer Bedir gazvesinde beşte bir alınmamış ise, Hz.
Ali'nin aldığı bu yaşlı dişi devenin, Abdullah b. Cahş Seriyyesin-de ele
geçirilen ganimetlerin beşte birinden olması ihtimali bulunabilir. Çünkü, İslâm
tarihinde alman ilk ganimet odur. Yine İslâm tarihinde İlk beşte bir de o
ganimetlerden ayrılmıştır. Daha sonra Kuran-ı Kerimin: "Bilin ki, ganimet
olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a... aittir" buyruğu
inmiştir. Böyle bir açıklama birinci açıklamadan daha uygundur. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.[129]
Yüce Allah'ın:
"Ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin" anlamındaki buyrukta
yer alan ve "herhangi bir şey" anlamı verilen; ism-i mevsulu,
anlamında olup, (İsm-i mevsule ait olan) "he" zamiri hazfedilmiştir.
"Ganimet aldığınız şey (ler)" demektir. Birinci nin başına
"fe" harfinin gelmesi ise, ifadede "mücazat" anlamının
bulunması dolayısıyladır. İkinci birincisini tekid içindir. Bununla birlikte
ikincisinin esreli okunuşu da caizdir. Ve bu, Ebu Amr'dan rivayet edilmiştir.
el-Hasen
(İbnü'l-Hanefİyye diye bilinen Muhammed b. Ali'nin oğludur) der ki: İşte bu,
(... Allah'a aittir, Allah'ındır) buyruğu, Allah'ın sözünün anahtarıdır. Dünya
da âhiret de esasen yalnız Allah'ındır. Bunu en-Nesâî zikretmiştir.[130]
Yüce Allah, fey'de ve ganimetin beşte biri hakkında öncelikle kendi adını
zikretmesi, bunların en şerefli kazanç yollan oluşundan dolayıdır. Sadakayı
(zekâtı) kendisine nisbet etmeyişi ise, insanların mallarının kiri oluşundan
dolayıdır.[131]
İlim adamları,
ganimetin beşte birinin ne şekilde taksim edileceği hususunda altı farklı
görüş ortaya atmışlardır:
1- Bir
kesimin görüşüne göre ganimetin beşte biri altıya bölünür. Bunun altıda biri
Kâ'be'ye harcanır. İşte Allah'ın olan pay odur. İkincisi Rasûlullah (sav)a aittir. Üçüncüsü akrabalara,
dördüncüsü yetimlere, beşincisi yoksullara, altıncısı da yolculara aittir. Bu
görüşü benimseyenlerden birisi de şöyle demiştin Allah'a ait olan pay
muhtaçlara verilir.
2-
Ebu'l-Âliye ile er-Rabi şöyle derler: Ganimet beşe bölünür. Bunun bir payı
ayrılır, geri kalan beşte dördü ilgililere paylaştırılır. Bundan sonra elini
bir kenara ayırdığı beşte bire atar. Eline ne geçirirse onu Kâ'be'ye ayırır.
Daha sonra da ayırmış olduğu payın geri kalanını beşe böler. Birisi Peygamber
(sav)'ın, birisi akrabalarının, birisi yetimlerin, birisi yoksulların, birisi
de yolcuların olmak üzere paylaştırılır.
3- el-Minhal
b. Amr der ki: Abdullah b. Muhammed b. Alî ile, Ali b. el-Huseyn'e hums'a dair
soru sordum, o bizimdir dedi (ler). Ben Ali'ye dedim ki: Yüce Allah:
"Yetimler, yoksullar ve yolcular" diye buyuruyor. O: Bunlar bizim
yetimlerimiz ve bizim yoksullarımızda, dedi.
4-
Şafiî,
beşte bir beşe bölünür, der. Onun görüşüne göre Allah'a ve Ra-sulüne ait olan
pay birdir. Bu da mü'minlerin ihtiyaçlarına harcanır. Beşte birin geri kalan
beşte dördü ise, âyet-i kerimede sözü geçen sınıflara harcanır.
5- Ebu
Hanife der kî: Üçe bölünür. Yetimler, yoksullar ve yolcular. Ona göre Rasûlullah
(sav)'ın vefatıyla kendi özpayının hükmü kalktığı gibi onun akrabalarının da
payının hükmü kalkmıştır[132] Haneliler derler ki: Beşte birden, işe
köprülerin tamir edilmesi, mescidlerin inşası, hakim ve askerlerin maaşları
vermekle başlanır. Buna yakın bîr görüş, Şafiî'den de rivayet edilmiştir.
6- Malik der
ki: Bu, imamın görüş ve içtihadına havale edilmiştir. O, belli bir miktar ile
tayini sözkonusu olmaksızın, beşte birden bir bölüm alır, yine İçtihadına göre
o paydan yakın akrabaya birşeyler verir, geri kalanını da müslümanların
maslahatına olan işlere harcar. Dört halife de böyle demiş ve böyle
uygulamışlardır. Hz. Peygamber'in: "Allah'ın size vermiş olduğu ganimetlerden
beşte birden başka bir payım yoktur. Zaten beşte bir de size geri
dönmektedir"[133] buyruğu buna delildir.
Hz, Peygamber bu beşte
biri ne beşe, ne de üçe bölmüştür. Âyet-i kerimede sözü geçenler ise, onlara
dikkat çekmek kastıyla anılmışlardır. Zira bunlar, kendilerine ödeme
yapılanların en önemlileridir. ez-Zeccâc, Malik'in lehine delil getirerek
şöyle demektedir: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sana neyi infak
edeceklerini soruyorlar. De ki: İnfak edeceğiniz hayır, anne ve babanın,
akrabaların, yetimlerin, yoksulların ve yolda kalmışlarındır.,."
(el-Bakara, 2/2150 Bir kimse eğer başkasını uygun görecek otursa, burada anılanların
dışında kalanlara da infak etmesinin caiz olduğu icma ile kabul edilmiştir.
Nesaî, Ata'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Allah'ın beşte biri ile
Ra-sulünün beşte biri aynı şeydir. Rasûlullah (sav) bu paydan yolda kalmışların
ihtiyaçlarını karşılar, bu paydan bağışlarda bulunur, bunu dilediği yere harcar
ve bunda dilediği gibi tasarrufta[134]
bulunurdu.[135]
Yüce Allah'ın:
"Yakınlara (akrabalara)" anlamındaki deki "lâm", hakkedişin
ve mülk edinmenin açıklanması kastıyla getirilen "lam" değildir. Bu
"lâm" harcama yerini ve mahalli beyan etmek içindir. Buna delil de
Müslim'in kaydettiği şu rivayettir: el-Fadl b. Abbas ile Rabia b.
Abdulmut-talib Peygamber (sav)'ın huzuruna geldi. Onlardan birisi dedi ki; Ey
Allah'ın Rasûlü, sen insanların en iyisi ve akrabalık bağını en çok
gözetenlerisin. Bizler, evlenme çağına geldik. Sana bizi zekâtların toplanması
için görevlendiresin diye geldik. Diğer insanlar sana nasıl getirip tahsil
ettikleri zekâtı ödüyorlarsa biz de ödeyeceğiz ve onlar nasıl bir pay
alıyorlarsa biz de o payı elde edeceğiz. Peygamber uzunca sustu. Nihayet biz
onunla konuşmak istedik. Bu arada Hz. Zeyneb bizlere perde arkasından onunla
konuşmayın, diye işaret ediyordu. Sonra şöyle buyurdu: "Sadaka (zekât)
Muhammed'in yakın akrabalarına helâl değildir. Çünkü zekât, ancak insanların
(mallarının) kiridir. Bana Mahmiye'yi -ganimetlerin beşte biri üzerinde
görevli idi- ve Nev-fcl b. el-Haris b. Abdulmuttalib'i çağırın." Her ikisi
de yanına gelince, Hz. Peygamber Mahmiye'ye şöyle dedi: "-et-Fadl b.
Abbas'ı kastederek- sen bu gence kızını nikahla" dedi, o da kızını ona
nikahladı. Nevfel b. el-Haris'e de: "-Rabia b. Abdulmuttalib'i kastederek
sen de bu gence kızını ver" diye buyurdu. Mahmiye'ye de: "Her ikisi
adına beşte birden şu kadar şu kadar mehir ver."[136]
Yine Hz. Peygamber:
"Allah'ın size vermiş olduğu ganimetlerden bana düşen pay beşte birden
başkası değildir. O beşte bir de size geri döndürülür" diye buyurmuştur.
Hz. Peygamber de kimi zaman bunun tamamını, kimi zaman bir bölümünü verdiği
gibi, müellefe-i kulübe (kalpleri İslâm'a ısındırılacaklara) da ondan
vermiştir. Halbuki, bunlar yüce Allah'ın kendilerine pay verilecekler arasında
zikredilmiş değillerdi. İşte bu da bizim sözünü ettiğimiz görüşün lehine
delildir. Başarıya ulaştıran Allah'tır.[137]
İlim adamları, âyet-i
kerimede geçen, yakın akrabaların kimlikleri hususunda üç ayn görüşe
sahiptirler:
1- Birinci
görüşe göre bunlar, bütün Kureyş kabilesidir. Seleften birisi böyle demiştir.
Çünkü Peygamber (sav) Safa tepesine çıktığında şöyle seslenmeye koyulmuştu.
"Ey filanoğulları, Ey Abdimenafoğulları, Ey Abdulmuttaliboğullan, Ey
Kâ'boğullan, Ey Murreoğullan, Ey Abdişemsoğulları, haydi kendinizi cehennem
ateşinden kurtarın" demişti. Bu lıadis-i şerif ileride eş-Şu-ara
Sûresi'nde (26/214. âyetin tefsirinde) gelecektir.[138]
2- Şafiî,
Ahmed, Ebu Sevr, Mücahid, Kata de, İbn Cüreyc ve Müslim b. Ha-lid derler ki: Bu
akrabalardan kasıt, Haşimoğulları ile Abdulmuttaliboğulla-ndır. Çünkü Peygamber
(sav) akrabaların payını Haşimoğulları ile Abdulmut-taliboğulları arasında
paylaştırmış ve: 'Bunlar, ne cahiliye döneminde, ne İslâm döneminde benden
ayrılmadılar. Haşimoğulları ile Muttaliboğulları aynı şeylerdir" deyip,
parmaklarını birbirine geçirdi. Bunu da Nesaî ve Buha-rî rivayet etmiştir.[139]
Buharî der ki: el-Leys dedi ki: Bana Yunus anlattı ve şunu ilave etti:
Peygamber (sav) ne Abdişemsoğullanna, ne de Nevfeloğulla-nna herhangi bir pay
ayırmadı.[140]
İbn îshâk der ki:
Abdişems, Haşim ve Muttalib anne bir kardeştirler. Anneleri ise Murre kızı
Âtike'dir. Nevfel de baba bir kardeşleri idi.
Nesaî der ki:
Peygamber (sav) yakın akrabalarına pay ayırmıştır. Bunlar ise Haşimoğulları ile
Muttaliboğullandır.[141]
Aralarında zengin de
fakir de vardı. Aralarından yalnızca fakire verilir, zengine verilmez de
denilmiştir. Yetimler ve yolcular gibi. Bana göre doğruya daha yakın olan görüş
de budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Yine küçük, büyük,
erkek, dişi arasında da fark gözetilmez. Çünkü yüce Allah bu payı onlara
vermiştir. Rasûlullah (sav) da bunu onlar arasında pay etmiştir. Hadis-i
şerifte Hz. Peygamberin onların kimini kimine üstün tuttuğuna dair da bir
işaret yoktur.
3- Akrabalar
özel olarak Haşimoğullarıdır. Bu görüş de Mücahid ile Ali b. el-Hüseyn'in
görüşüdür. Aynı zamanda Malik, es-Sevrî, el-Evzaî ve başkaları da bu
görüştedirler.[142]
Yüce Allah,
ganimetlerin beşte birinin paylaştırılmasını açıklayıp geri kalan beşte dördünü
sözkonusu etmemesi, bu beşte dördün, ganimeti alanların mülkü olduğuna
delildir. Peygamber (sav) da bunu şu buyruğuyla açıklamış bulunmaktadır:
"Herhangi bir kasaba (halkı) Allah'a ve Rasûlüne isyan edecek olursa, şüphesiz
onun beşte biri Allah'a ve Rasûlüne aittir. Ondan sonra o, sizindir."[143]
Bu ise, ümmet arasında
da, imamlar arasında da -İbnü'l-Arabî'nin Ahkâm (u'l-Kur'an) adlı eserinde de
başkalarının da naklettiklerine göre- görüş ay-rtiığı bulunmayan bir husustur.
Şu kadar var ki, eğer imam (İslâm devlet başkanı), esirleri karşılıksız
serbest bırakma görüşünü benimserse bunu yapabilir ve esirler üzerinde ganimet
alanların haklan ortadan kalkar. Nitekim Peygamber (sav) Sümame b. Usal'e ve
başkalarına böyle bir uygulamada bulunmuş ve şöyle buyurmuştur: "Eğer
el-Mut'im b. Adiy hayatta olup da sonra bu Bedir esirlerini kastederek- pisler
hakkında benimle konuşacak (onları serbest bırakmamı isteyecek) olsaydı, ben
de onları ona bırakırdım" diye buyurmuştur. Bu hadisi Buhârî rivayet
etmiştir.[144] Çünkü Hz. Peygamber
(Kureyş-lilerin müslümanlara Mekke'de iken boykot ilan ettiklerini belirten ve
bunu) boykotu kaldırması hususunda onun yaptıklarını mükâfatlandırmak istemişti.
İmam, bütün esirleri
öldürmek hakkına da sahiptir. Nitekim Rasûlullah (sav) esirler arasından Ukbe
b. Ebİ Muayt'ı öldürmüştür. en-Nadr b. el-Ha-ris'i de aynı şekilde es~Safra
(Bedir'e yakın bir yer) de öldürmüştür. Bu hususta görüş ayrılığı da yoktur.
Rasûlullah (savVın da
diğer ganimet alanlar gibi ganimetten bir payı vardı. Savaşta bulunsun yahut
bulunmasın o bu payım alırdı. Ayrıca safîy diye bilinen ganimetten kendisi için
seçtiği bir payı da vardı. Bir kılıç, bir ok, bir hizmetçi veya bir binek
seçerdi. Nitekim Huyey'in kızı Hz. Safiyye de Hay-ber ganimetleri arasından
seçtiği idi. Zülfükâr diye bilinen kılıcı da ganimetler arasından
seçtiklerindendi.
Bu; onun vefatı ile
sona ermiş bir paydır. Ancak, Ebu Sevr'in görüşüne göre bu pay, imamın payı
olarak kalmaya devam etmektedir. O bunu Peygamber (sav)'ın payını harcadığı
yere harcar. Böyle bir payın Hz. Peygamber'e verilişinde ki hikmet ise şudur:
Cahiliye dönemi insanları ganimetin dörtte birinin kumandana ait olduğu
görüşünde idiler. Öyle ki, şairlerinden birisi şöyle demektedir:
"Ondan (ganimetten)
dörtte bir de senindir, seçtiklerin (safiyMe senindir. Sen nasıl istersen öyle
hüküm verebilirsin. Yolda orduların karşılaşmasından önce ele geçirdiklerin de
senindir, Paylaştırma sonucu geriye kalıp da paylaştırılması mümkün olmayan
(deve ve at gibi
şeyler) da senindir."
Bir başkası da:
"Kabileler
arasında hatırı sayılır ve güçlü kişi qlup, Orduların (ganimetlerinin) dörtte
birini alan o kişi bizdendir."
Ordunun dörtte biri
(el-mirbâ") ise, ganimetin dörtte birini almak demektir. el-Esmaî der ki:
Cahiliyye döneminde kumandana ganimetlerin dörtte bîri verilirken, İslâm'da
beşte bir ayrılmıştır. Cahiliye döneminde kumandan herhangi bir şeriat ve dinî
Uükme dayanmaksızın ganimetin dörtte birini alır, yine ganimetten istediğini
seçer, istediğini seçtikten sonra da dilediği şeyde istediği gibi hüküm
verirdi. Artık bunlardan istisna olarak kalan ve geriye artan ev eşyası ve
diğer mallar da ona ait olurdu. Şanı yüce Allah ise: "Bilin İti, ganimet
olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a... aittir" buyruğu
ile dininin sağlam hükmünü ortaya koymuş, safiy (ganimetten belli birşeyi
seçme) payını Peygambere tanımış, ancak cahilivye'nin (.ganimetlere dair)
diğer hükümlerini kaldırmıştır.
Âmir eg-Şa'bî der ki:
Rasûlullah (sav)'ın, safiy diye bilinen bir payı vardı. Dilerse bir köle, bir
cariye, yahut da bir at alabilirdi. Ve o bunu, beşte bir ayrılmadan önce
seçerdi. Bunu Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.[145]
Ebu Hureyre'nin
rivayet ettiği hadiste de şöyle dediği nakledilmektedir: "Ey filan, ben sana
ikramda bulunmadım mı, ben seni önder kılmadım mı, seni evlendirmedim mi,
atları, develeri sana müsahhar kılmadım mı, ben senin başkanlık yapmana,
ganimetlerin dörtte birini almana imkân vermedim mi..." şeklindeki
ifadelerin geçtiği hadisi de Müslim rivayet etmiştir.[146]
Buradaki "dörtte
birini almak"dan kasıt, kavminin eline geçirdiği ganimet ve kazançların
dörtte birini almaktır.
Şafiî mezhebine mensub
kimi ilim adamı, beşte birin beşte birinin Peygamber (sav)'a ait olduğu ve Hz.
Peygamberin bunu çocuklarının ve hanımlarını n ihtiyaçlarını karşılamak için
harcadığı, yine bir yıllık İhtiyacını da bundan ayınp sakladığı, geri
kalanları ise, savaş İçin at ve silahlara harcadığı görüşündedir. Ancak, Hz.
Ömer'in rivayet ettiği şu husus bu kanaati reddetmektedir: Nadiroğullanndan
alınan mallar, yüce Allah'ın, müslümanlar tarafından onların üzerine herhangi
bîr at ve deve sürülmeksizin Rasûlüne vermiş olduğu feylerden (ganimetlerden)
idi. Bu ganimetler, özel olarak Peygamber (sav)'a ait idi. Bu feyden bir yıllık
harcamalarını ayırırdı. Geri kalanı ise, savaş için ata ve silaha, Allah
yolunda savaş hazırlığı olmak üzere harcardı. Bunu Müslim rivayet etmiştir.[147] Ayrıca Hz. Peygamber: "Beşte bir ise
size geri döner" diye buyurmuştur.[148]
Yüce Allah'ın
Kitab'ında süvarinin piyadeden daha fazla pay alacağına delâlet eden bir
buyruk yoktur. Aksine paylarının eşit olduğu hükmünü ihtiva eder. Çünkü yüce
Allah, ganimetlerin beşte dördünü savaşçılara ayırmış ve özel olarak ne
piyadeyi, ne de süvariyi sözkonusu etmiştir. Şayet Peygamber (sav)'dan varid
haberler olmasaydı, süvarinin payı da piyadeninki gibi, köleninki de hürünki
gibi, çocuğun da baliğ olan gibi olurdu.
Gerçek şu ki, ilim
adamları beşte dördün paylaştırılması hususunda farklı görüşlere sahiptir.
İbnü'l-Münzir'in ifade ettiğine göre, genel olarak ilim ehlinin kabul ettiği
görüş, süvariye iki pay, piyadeye de bir pay verileceği şeklindedir. Bu görüşü
kabul edenler arasında Malik b. Enes ile Medine ehlinden ona tabi olanlar da
vardır. El Evzaî ve ona muvafakat eden Şamlı ilim adamları da bu görüştedirler.
es-Sevrî ile İrak alimlerinden ona muvafakat edenlerin görüşü de budur. Bu,
el-Leys b. Sa'd'ın ve ona uyan Mısırlı ilim adamlarının da görüşüdür. Şafiî ve
arkadaşları da bu görüştedirler. Ahmed b. Hanbel, İshâk, Ebu Sevr, Yakub (Ebu
Yusuf) ve Muhammed de bu görüştedirler. İbnü'l-Münzir der ki: Biz, bu hususta
en-Nu'man (b. Sabit, Ebu Hani-fe)'den başka muhalefet eden bir kimse olduğunu
bilmiyoruz. O, bu hususta hem sünnete göre izlenen yola, hem de geçmişte de
sonrasında da ilim ehlinin büyük çoğunluğunun kabul ettiği kanaate muhalefet
ederek süvariye de ancak tek pay verilir, demiştir.[149]
Derim ki: Onu
(îbnü'l-Münzir'i), Ahmed b. Hanbel'in kanaati hakkında yanılgıya düşüren
husus, îbn Ömer'in Rasûlullah (sav)'ın atlıya iki, piyadeye de bir pay verdiği
şeklindeki hadisidir. Bunu Dârakutnî rivayet ettikten sonra şöyle der:
er-Remâdî dedi ki: İbn Numeyr böyle diyor. en-Neysaburî bize dedi ki: Bu, bana
göre İbn Ebi Şeybe'nİn, yahut da er-Remâdî'nin bir yanılmasıdır. Çünkü, Ahmed
b. Hanbel ile Abdurrahman b. Bişr ve başkaları bu hadisi İbn Ömer'den
(Dârakutnî'de fbn Numeyr'den) bundan farklı bir şekilde rivayet etmişlerdir. O
da Rasûlullah (sav)ın, birisi süvarinin kendisine, ikisi de atına ait olmak
üzere süvariye toplam üç pay verdiği şeklindedir.[150] Abdurrahman b. Bişr, Abdullah b. Numeyr'den,
o, Ubeydullah b. Umeyr'den, o, Nafi den, o da İbn Ömer'den böylece rivayet
etmiştir (diyerek) hadisi zikreder.
Buhârî'nin Sahih'inde
İbn Ömer'den rivayete göre Rasûlullah (sav) ata iki pay ve atın sahibine de bir
pay vermiştir.[151] Bu ise açık bir nastır.
Dârakutnî,
ez-Zübeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) Bedir günü
bana dört pay verdi. İkisini atıma, bircini bana, birisini de akrabaların
payından olmak üzere anneme bir pay verdi. Bir rivayette de: Annesine de
akrabalar payından olmak üzere bir pay verdi, denilmektedir.[152]
Yine Dârakutnî, Beşir
b. Amr b. Muhsan'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Rasûlullah (sav) iki atıma
dört pay, bana da bir pay verdi, böylelikle ben beş pay almış oldum.[153]
Bu paylaştırma
şeklinin kararının, imamın yetkisinde olduğu ve onun uygun gördüğünü
uygulamaya koyacağı da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.[154]
Süvariye piyadeden tek
bir at payından fazla pay verilmez. Şafiî bu görüştedir. Ebu Hanife ise der
ki: Birden çok ata da pay verilir. Çünkü böylesi daha çok yorucudur ve daha
fazla fayda sağlayıcıdır.[155] Mezhebimiz
ilim adamlarından İbnü'1-Cehm de bu görüştedir. Sulınûn da bunu İbn Vehb'den
rivayet etmiştir.
Ancak bizim delilimiz
şudur: Peygamber (sav)dan, bir attan fazlasına pay verileceğine dair bir
rivayet gelmemiştir. Ondan sonraki imamlar (Raşid halifeler )'den de böyle bir
rivayet gelmiş değildir. Zira, düşman ile ancak tek bir at sırtında savaşılır.
Bundan fazla olursa, bu bir refahtır ve fazladan bir araç hazırlamaktır. Bunun
da payların artışına bir etkisi olmaz. Bir kimsenin beraberinde fazladan kılıçların
yahut mızrakların olması gibi ayrıca, üçüncü ve dördüncü at için de pay
verilmeyeceği nazarı itibara alınmalıdır. Süleyman b. Musa'dan ise, birden çok
atı bulunan kimsenin her bir atma bir pay verileceği şeklinde bîr rivayet
nakledilmiştir.[156]
İleri atılması ve geri
çekilmesi özellikleri dolayısıyla ancak asil atlara pay verilir. Onun gibi
olabilen beygir ve melez atların durumu da böyledir. Ancak bu şekilde olmayan
atlara herhangi bir pay verilmez.
Şöyle de denilmiştir:
Eğer bu atların kullanılmasını imam uygun görürse, onlara da pay verilir.
Çünkü, bunlardan yararlanmak yerine göre değişir. Melez atlarla beygirler dağ
yollan ve dağlar gibi sarp yerlere uygundur. Asil atlar ise hücum ve geri
çekilmenin sözkonusu olduğu yerlere elverişlidir. O bakımdan bu, imamın
görüşüne bağlıdır.
Asil atlar arap atı,
melez ve beygirler ise Bizans atlandır.[157]
İlim adamlarımız,
zayıf atın hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Eşheb ile İbn Nâfi'
böyle bir ata pay verilmez, derler. Çünkü, böyle bir atın sırtında savaşmaya
imkân yoktur. O bakımdan, böyle bir at, hasta düşmüş, güçsüz kalmış ata benzer.
Bir görüşe göre de
iyileşmesi umulduğundan dolayı ona pay verilir, denilmiştir. Eğer, kendisinden
yararlanilamıyacak şekilde zayıf ve çelimsiz ise, hasta ata pay verilmediği
gibi ona da pay verilmez.
Atın toynağındaki
hafif rahatsızlık ile buna benzer attan maksat olarak gözetilen faydanın elde
edilmesini engellemeyen rahatsızlıkları bulunan atlara ise pay verilir. Ariyet
olarak ve ücretle tutulan ata da pay ayrılır. Gasbe-dilen atın durumu da
böyledir. Böyle bir atın payı sahibine ait olur.
Atlar, gemilerde
bulunsa ve ganimet, denizdeki çarpışma sonucu alınacak olsa dalii atlar paya
hak kazanırlar. Çünkü bu şekildeki atlar karaya inmek için hazırlanmıştır.[158]
Geçim kastıyla ücret
almak için ordu ile birlikte bulunan ücretle çalışanlar ve çeşitli sanat
erbabı gibi kimselerin ganimetlerde bir hakkı yoktur. Çünkü bunlar, savaşmak
kastı gütmedikleri gibi, mücahid olarak da çıkmamışlardır. Peygamber (sav)'ın:
"Ganimet vak'ada hazır bulunanların hakkıdır" şeklinde Buharı
tarafından rivayet edilen buyruğu[159]
dolayısıyla bunlara pay verileceği de söylenmiştir.
Ancak, bu buyrukta bu
görüşe delil olacak bir taraf yoktur, Çünkü, hadis-i şerif fiilen çarpışan ve
çarpışmak kastıyla savaşa çıkan kimselerin durumunu açıklamak üzere varid
olmuştur. Esasen yüce Allah'ın müslümanlart savaşanlar ile geçim için
savaşanlar diye ayırıp birbirini ayn ve her birisinin kendi durumuna uygun
hükmü bulunan iki kesim diye sözkonusu ederek şöyle buyurmuş olması bu hususta
delil olarak yeter: "Sizden hastalananlar olacağını, diğer bir kısmının
da Allah'ın lütfundan arıyarak yeryüzünde yol tepeceklerini, bir başka kısmının
da Allak yolunda çarpışacaklarını Allah bilmiştir,''(el-Müzemmil, 73/20)
Şu kadar var ki, bu
gibi kimseler eğer savaşa katılacak olurlarsa onların geçim için ücretli olarak
çıkmış olmalarının kendilerine bir zaran yoktur. Çünkü, ganimetten pay hakediş
sebepleri ortaya çıkmış olur.
Eşheb şöyle den
Çarpışacak olsa dahi böylelerinden herhangi bir kimse ganimetten pay almaya hak
kazanmaz. İbnü'l-Kassar da ücretle çalışmak üzere gelen hakkında böyle
demiştir. Çarpışacak olsa dahi ona pay verilmez. Ancak, Seleme b. el-Ekva'
yoluyla rivayet edilen hadis bu görüşü reddetmektedir. Seleme şöyle
demektedir: Talha b. Ubeydullah'ın ücretlisi olarak çalışıyordum. Atını
suluyor, onu kaşağılıyor, Talha'ya hizmet ediyor ve onun yemeğinden
yiyordum... Bu hadiste şu ifadeler de yer almaktadır: Daha sonra Rasûlutlah
(sav) bana İki pay verdi. Hem süvari payını, hem de piyade payını. Her iki
payı bir arada bana vermiş oldu, Bu hadisi de Müslim rivayet etmiştir.[160]
İbnü'l-Kassar ve onunla aynı görüşü paylaşanlar Abdurrahman b. Avf'ın
naklettiği ve Abdurrezzak'ın zikrettiği hadisi delil gösterirler. O hadiste
şöyle denmektedir: Rasûlullah (sav) Abdurrahman'a dedi ki: "Bu üç dinar
onun dünya işinde de ahiret işinde de bu savaşından elde edeceği kısmeti ve
payıdır."[161]
Köle ve kadınların
paylarına gelince; "el-Kitab"dakİ görüşe göre bunlara ne pay
verilir, ne de az dahi olsa herhangi bir şey (radh). Bunlara az miktarda
birşeyler (radh) verileceği de söylenmiştir. İlim adamlarının çoğunluğu
(cumhur) bu görüştedir.
el-Evzaî İse der ki:
Kadın çarpışacak olursa ona pay verilir. Rasûlullah (sav)'in Hayber günü
kadınlara pay verdiğini de iddia eder ve der ki: Müslümanlar bizde (bizim
bölgemizde) bu görüşü kabul etmişlerdir. Bizim mezhebimiz alimlerinden (Maliki
mezhebinden) İbn Habib de bu görüşe meyletmiştir. Müslim, îbn Abbas'dan
rivayet etliğine göre İbn Abbas'm (Haricilerin başı olan) Necde (b. Amir el-Hanefi)'ye
yazdığı mektubunda şu ifadeler de yer almaktadır: Bana Rasûlullah (sav)'ın
kadınları da beraberinde gazaya götürdüğünü soruyorsun. O, kadınları da
beraberinde gazaya götürüyor, kadınlar yaralıları tedavi ediyor, bununla
birlikte ganimetten onlara birşeyler de veriliyordu. Onlara tam bir pay
ayrılmazdı.[162]
Çocuklara gelince,
eğer çocuk savaşabilecek güçte ise, bize göre bu hususta üç görüş vardır; Bir
görüşe göre pay verilir, diğer bir görüşe göre ise baliğ oluncaya kadar ona pay
verilmez. Buna gerekçe ise İbn Ömer yoluyla rivayet edilen hadistir. Ebu
Hanife ve Şafiî de bu görüştedir.
Üçüncü görüş ise,
savaşması halinde ona pay verilmesi, savaşmaması halinde pay verilmemesi
şeklinde ayırım gözeten görüştür.
Doğrusu, birinci
görüştür. Çünkü Rasûlullah (sav) Kurayzaoğullan (esirleri) hakkında eteğinde
tüy bitmiş kimselerin öldürülmesini, tüy bitmemiş kimselerin ise serbest
bırakılmasını emretmiş idi. Bu ise, savaşa güç yetirebilme hususunu nazarı
itibara almaktır. Yoksa baliğ olmayı değil.
Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr), "elîsti'ab" adlı eserinde Semura b. Cün-dub'den şöyle
dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav)'a Ensar'dan çocuklar arz olunur, o da
onlardan yetişmiş olanlarını savaşa katardı. Bir yıl ben de ona arz edildim de
bir başka çocuğu savaşa kattı, beni de geri çevirdi. Bu sefer ben, Ey Allah'ın
Rasûtü, onu savaşçılar arasına kattın, beni ise geri çevirdin. Eğer benimle
güreşecek olursa ben onu yere yıkarım, dedim. Bunun üzerine o çocuk benimle
güreşti, ben de onu yere yıktım. Bunun üzerine beni de savaşçılar arasına
kattı.[163]
Kölelere gelince,
onlara da pay verilmez, ancak onlara az bir şeyler (radh) verilir.[164]
Kâfir, imamın izni ile
savaşta bulunup çarpışacak olursa, bizim mezhebimize göre ona pay verilmesi
hususunda üç farklı görüş vardır: Bir görüşe göre ona pay verilir, bir diğer
görüşe göre pay verilmez. Malik ve İbnü'l-Kasım bu görüştedir. İbn Habib de
ayrıca, kâfirlerin hiçbir payı yoktur, ilavesinde bulunur. Üçüncü görüş olan
Suhnûn'un görüşüne gelince, duruma göre hükümler arasında fark gözetir. Eğer
müslümanlar kâfirin yardımına muhtaç de-ğilseler kâfire pay verilmez. Şayet
onun yardımına ihtiyaç duyacak olurlarsa, ona pay verilir. Çarpışmayacak
olursa herhangi bir şey de haketmez. Hürlerle birlikte kölelerin durumu da
böyledir.
es-Sevrî ile el-Evzaî
derler ki: Zimmet ehlinin yardımı alınacak olursa onlara da pay verilir. Ebu
Hanife ve arkadaşları ise, onlara pay verilmez, onlara az birşeyler Cradh)
verilir, derler.
Şafiî -Allah ondan
razı olsun- da şöyle demektedir: İmam Cİslâm devlet başkanı) muayyen olarak
sahibi bulunmayan bir maldan ödenmek üzere onları ücretle tutar. Eğer bunu
yapmayacak olursa, Peygamber (sav)'in payından onlara verir. Bir başka yerde ise
şöyle demektedir: Müşrikler, müslümanlarla birlikte savaşacak olurlarsa, onlara
az birşey (radlı) verilir,
Ebu Ömer der ki:
Herkes kölenin -ki, emanı caiz olan kimselerdendir- eğer savaşacak olursa, ona
pay verilmeyeceğini, buna karşılık ona az birşey verileceğini ittifakla kabul
etmiştir. Kâfire hiçbir şekilde pay verilmemesi ise buna göre öncelikle
sözkonusudur.[165]
Köle ve zımmİ
kimseler, hırsız olarak daru'1-harp ahalisinin malından birşeyler alacak
olurlarsa, bu aldıkları kendilerinindir, bundan beşte bir alınmaz. Zira yüce
Allah'ın: "...bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi birşeyln beşte
biri Allah'a... aittir" buyruğunun genel kapsamı içerisine ne erkeklerinden,
ne de kadınlardan herhangi bir kimse girmemektedir. Kâfirlere ge-Hnce, onların
bu hususta herhangi bir ilgilerinin bulunmadığı konusunda görüş ayrılığı
yoktur. Sulınûn der ki: Kölenin ele geçirdiklerinin beşte biri alınmaz.
İbnü'l-Kasım ise beşte biri alınır, der. Zira, efendisinin kendisine savaşmak
üzere izin vermesi ve din için çarpışması mümkündür. Kâfir ise böyle değildir,
Eşheb ise "Kitabı Muhammed"Ğe şöyle demektedir: Köle ve zımmi ordudan
ayrılıp ganimet ele geçirecek olurlarsa, ele geçirdikleri bu ganimet prduya
ait olur, onların bunda bir paylan olmaz.[166]
Ganimetten pay
haketmenin sebebi, önceden de geçtiği gibi, müslü-manlara yardımcı olmak
maksadıyla savaşta hazır bulunmaktır. Eğer savaşın sonlarında bulunacak olursa,
yine ganimete hak kazanır. Çarpışmanın sona ermesinden sonra gelirse haketmez.
Geri çekilmek suretiyle savaşta bulunmayacak olursa, yine ganimete hak
kazanmaz. Eğer geri çekilmekle bir başka birliğe katılma maksadını güderse,
ganimetteki hakkı düşmez. Buharı ve Ebû Davud'un rivayetine göre Rasûlullaiı
(sav) Eban b. Said'i Medine'den Necid taraflarına bir seriyye başında kumandan
olarak göndermişti. Eban b. Said ve arkadaşları Hayber'in rethedilişinden sonra
Rasûlullaiı (sav)'ın huzuruna geldiler. Atlarının yularları hurma lifindendi.
Eban, Ey Allah'ın Rasûlü, bize de pay ver dedi. Ebu Hureyre dedi ki: Ben;
onlara pay verme Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Bunun üzerine Eban şöyle dedi: Ey
Sibr (Arabistan kirazı) ağacının başından yuvarlanıp gelen dağ kedisi, sen mi
bunu söylüyorsun? Bunun üzerine Rasûlullaiı (sav): "Otur ey Eban"
diye buyurdu ve onlara ganimetten bir pay
[167]vermedi.[168]
Savaşta bulunmak
maksadıyla çıkmakla birlikte hastalık gibi bir mazereti kendisini engellediğinden
dolayı savaşa çıkamayan kimse hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri
vardır, Böyle birisine ganimetten pay verilip verilmeyeceği hususunda üç görüş
vardır: Üçüncü görüşe göre -ki meşhur olan görüş odur- ayınm gözetilir. Bu
üçüncü görüşe göre eğer savaşta hazır bulunmamak savaştan önce ve düşmanlann
arazisine girişten sonra olmuşsa, buna pay verilir. Daha sahih olan görüş
budur. Bunu İbnu'l-Arabî ifade etmiştir.
Eğer düşman arazisine
girişten önce mazereti dolayısıyla ayrı Ursa da ganimet verilir. Mesela
kumandan ordu menfeatine bir iş için ordudan alıp gönderir de bu işini
görmesi, fiili savaşta hazır bulunmaktan kendisini ahkoyar-sa böyle birisine
pay verilir. Bu açıklamayı tbnu'l-Mevvaz yapmıştır. İbn Vehb ile tbn Nafi de
bunu Malik'ten rivayet etmişlerdir.
Böyle birisine pay
verilmeyip, aksine ona basit bir miktar (radh) verileceği de rivayet
edilmiştir. Çünkü, kendisi sebebiyle ganimet payını haketti-ği sebep ortada
yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Eşheb ise der ki: (Müslüman
ordu ile birlikte bulunup) demirden zincirlere bağlı bulunsa dahi esire pay
verilir. Ancak, sahih olan ona pay verilmeyeceğidir. Çünkü o (esir), savaş ile
mülkiyeti hak edilmiş bir mülktür. Savaşta bulunmayan, yahut da hasta olarak
bulunan kimse İse, savaşa katılmamış gibidir.[169]
Mutlak olarak savaşta
hazır bulunmayanlara ganimetten pay verilmez. Rasûlullah (sav) da Hayber günü
müstesna, savaşa katılmayan kimseye ganimetten pay vermiş değildir. Yalnız
Hayber günü alman ganimetlerden Hudeybiye'de bulunan salıabilere Hayber'de
bulunsun bulunmasın paylarını vermiştir, Buna sebep ise yüce Allah'ın:
"Allah size alacağınız çok ganimetler vadetti” (el-Feth, 48/20)
buyruğudur. Bu açıklamayı Musa b. Ukbe yapmıştır. Ayrıca seleften bir
topluluktan da bu görüş rivayet edilmiştir.
Bedir günü ise Bedir'e
katılmayan Hz. Osman ile Said b. Zeyd ve Talha (r.anhum)'a da ganimetten pay
ayırmıştı. Bu sebepten onlar da Bedir'de hazır bulunanlar gibidir.
Hz. Osman'ın Bedir'den
geri kalış sebebi, Rasûlullah (sav)'ın emri üzere kızı Hz. Rukiyye'nin
hastalığı dolayısıyla yanında kalması idi. Rasûlullah (sav) Hz. Osman'a hem
ganimetten payını vermiştir, hem de mükâiaatını alacağını ifade etmiştir. O bakımdan,
Hz. Osman da Bedirde fiilen hazır bulunanlar gibi idi.
Talha b. Ubeydullah
ise, ticaret maksadıyla Şam'da (Suriye taraflarında) bulunuyordu. Rasûlullah
(sav) da ona ganimetten payını verdiği gibi, mükâ-faatı hakettiğini de
belirtmiştir. Bundan dolayı o da Bedir'e katılanlardan sayılır.
Said b. Zeyd de yine
Şam taraflarında olduğu için Bedİrfe katılmamıştı. Rasûlullah (sav) ona da
ganimetten payını verdiği gibi, mükâfaatı hakettiğini de belirtmiştir. Bundan
dolayı o da Bedir'e katılanlar arasında sayılır,
İbnü'l-Arabî der ki:
Hudeybiye'de bulunanlara Hayber (ganimetlerinden) pay verilmesine gelince; bu,
şanı yüce Allah'ın verdiği bir söz gereği idi. Allah onlara özel olarak bu
sözü vermişti. O bakımdan başkaları bu hususta onlara ortak olamaz. Osman,
Said ve Talha (r.anhumVa gelince, Hz. Peygam-ber'in bunlara beşte birden pay
vermiş olması ihtimali de vardır. Çünkü ümmet, herhangi bir mazeret
dolayısıyla savaştan geri kalan kimseye pay verilmeyeceği hususu üzerinde icma
etmiştir.
Derim ki: Zahiren
görülen o ki, bu, Hz. Osman, Talha ve Said'e has bir özelliktir. Başkaları bu
konuda onlara kıyas edilemez. Onların payları da beşte birden değil de,
Bedir'e fiilen katılanlar gibi ganimetin kendisinden îdi. Hadislerden zahir
olarak anlaşılan budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Buharı İbn Ömer'den
şöyle dediğini rivayet eder: Osman (r.a)'ın Be-dir'de hazır bulunmayışının
sebebi şudur. O, Rasûlullah (sav)'ın kızı ile evli idi ve hasta idi. Peygamber
(sav) ona: "Senin için Bedir'de hazır bulunan bir kimsenin hem ecri, hem
de ganimetten payı vardır" diye
[170]buyurmuştu.[171]
Yüce Allah'ın:
"Eğer Allah'a... inanmışsanız* buyruğu ile ilgili olarak ez-Zeccâc bir
kesimden naklederek şöyle demektedir: Bunun anlamı şudur: Eğer siz inanmış
iseniz, bilin ki muhakkak Allah sizin mevlâruzdir. Buna göre, buradaki şart,
yüce Allah'ın bu va'di ile ilgilidir. Bir başka kesim ise şöyle demektedir:
Şart, yüce Allah'ın: "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir
şeyin..." buyruğu ile alakalıdır.
İbn Atiyye der ki:
Sahih olan da budur. Çünkü yüce Allah'ın: "Bilin ki" buyruğu,
ganimetlere dair emrine teslimiyet göstermek ve kayıtsız şartsız bağlanmak
emrini ihtiva etmektedir. Bu anlama göre şart, "bilin ki..." buyruğuna
taalluk eder. Yani, eğer sizler Allah'a iman eden kimseler iseniz, ganimetin
paylaştırılması ile ilgili Allah'ın size bildirmiş olduğu hususlarda onun emrine
uyunuz ve teslimiyet gösteriniz.
Yüce Allah'ın: Türkan
günü olan İki ordunun" buyruğundaki Allah'ın hizbi (taraftarları) ile
şeytan hizbinin "karşılaştıkları günde kulumuza indirdiğimize
İnanmışsanız..." buyruğunda yer alan "indirdiğimize" kelimesi
"Allah'a" lafzına atfedilmiş ve cer mahallindedir. "Furkan
günü" ise, hak ile batılı birbirinden ayırdığım gün demektir ki, bu da
Bedir günüdür. "Allah herşeye gücü yetendir."[172]
42. Hani
siz, vadinin yakın kenarında İdiniz. Onlar ise en uzak kıyısında idiler.
Kervan ise sizden daha aşağıda idi Eğer onlarla buluşmak üzere sözleşmiş
olsaydınız, muhakkak vakit tayininde anlaşmazlığa düşerdiniz. Fakat Allah
gerçekleşmesi gereken bir emri yerine getirmek için (sizi bir araya getirdi).
Tâ ki, helak olan kişi apaçık bir delil üzere helak olsun. Hayatta kalan kişi
de apaçık bir delil üzere yaşasın. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitendir,
herşeyi bilendir.
"Hani siz,
vadinin yakın kenarında idiniz. Onlar ise en uzak kıyısında idiler"
buyruğunun anlamı şudur: İşte siz, bu halde iken biz de kulumuza hükümlerimizi
indirmiştik. Yahut anlam: Siz, vadinin yakın kenarında olduğunuz zamanı
hatırlayınız... şeklinde de olabilir.
"Vadinin
kıyısı" demektir. “Ayn" harfi Ötreli ve esreli olarak da okunmuştur.
Ötreli okuyuşa göre çoğulu; şeklinde
gelir, esreli okuyuşa göre ise çoğulu;
şeklinde gelir.
"Yakın"
kelimesi nin müennesidir. "En uzak" kelimesi ise 'ın müennesi olup
bunlar sırasıyla, "Yaklaştı, yaklaşır" ile Uzaklaştı, uzaklaşırdan
gelmektedir.
"En uzak"
anlamındaki kelimenin aslı "vav"lı olmakla birlikte; şeklinde söylendiği de olur.
"Vav"lı söyleyişi Hicazhların söyleyişidir.
"Vadinin yakın'ı
Medine tarafında bulunuyordu. Uzak kıyısı ise Mekke tarafında idi. Yani sizler,
vadinin Medine'ye yakın olan kıyısında konaklamış, düşmanınız ise uzak olan
tarafında konaklamış bulunuyordu. "Kervan îse sizden daha aşağıda İdi."
Maksat Ebu Süfyan'ın ve diğerlerinin kervanıdır. Bu kervan, içinde bulunan
mallarla deniz kıyısında ve onlardan daha aşağılarda bir yerde idi,
Bir diğer görüşe göre
buradaki kervandan kasıt, onların (.rnüslümanların) eşyalarını taşıyan
develerdi. Bunlar, şanı yüce Allah'ın onlara muvafakiyeti dolayısı ile, kervana
gelebilecek herhangi bir zarardan emin bulundukları bir yerde idiler. Yüce
Allah, böylelikle onlara üzerindeki nimetlerini hatırlatmaktadır.
"Kervan"
kelimesi mübtedâdır. "Sizden daha aşağıda idi" ise, haber mevkiinde
zarftır. Sizden daha aşağı bir yerde bulunuyordu demektir. el-Ahfeş, el-Kisaî
ve el-Ferrâ da; Kervan İse sizden daha aşağıda İdi" ifadesinin Kervan
mevki olarak sizden daha aşağılarda bir yerdeydi anlamına geleceğini kabul
etmişlerdir.
Deveye binenler,
kervan" kelimesi; 'in çoğuludur. Araplar, ancak deveye binmiş topluluğa
bu ismi verirler. İbn es-Sikkît ve dil bilginlerinin çoğunluğu, ancak deveye
binmiş kimse ve kişilere denildiğini nakietmişlerdir. Ata yahut başka herhangi
bir bineğe binmiş olan kimseye ise,
denilmez. ancak develere binmiş kimseler hakkında kullanılır. Bu
açıklamalar İbn Fâris'ten nakledilmiştir.
"Eğer onlarla
buluşmak üzere sözleşmiş olsaydınız, muhakkak vakit tayininde anlaşmazlığa
düşerdiniz." Yani onların çokluğu, sizin de azlığınız dolayısıyla böyle
bir ittifak ve sözleşme sözkonusu olmamıştı. Çünkü sizler, onların çokluğunu
bilseydiniz, elbette geri kalırdınız. Yüce Allah ise bu şekilde sizleri karşı
karşıya getirdi.
"Fakat
Allah" mü'minleri zafere kavuşturmak ve dini galip kılmak gibi
"gerçekleşmesi gereken bir emri yerine getirmek için (sizi bir araya getirdi)."
"Yerine getirmek
için* buyruğundaki "lam" harfi, hazfedilmiş bir fiile taalluk
etmektedir. Yani, Allah böyle bir işi gerçekleştirmek İçin onları bir araya
topladı, demektir. Daha sonra İam"ı tekrar ederek "Ta ki... helak
olsun" diye buyurdu. Yani, onları belli birisi gerçekleştirmek için bir
araya topladı.
"Tâ ki, helak
olan kişi" buyruğundaki; "Kişi" ref (özne olarak) mahallindedir.
"Hayatta kalan" da "helak olan kişi" üzerine atf ile nasb
mahallindedir.
"Apaçık bir delil
(beyyine)" ise, belge ve burhan ortaya koymaktır. Yani, ölen kimse
kendisinin gördüğü apaçık bir delil,'müşahade ettiği ibret ve bunun sonucunda
da ona karşı kesin olarak delil ortaya konulmuş halde ölsün, hayatta kalan da
aynı şekilde hayatta kalsın. İbn İshâk der ki: Tâ ki, kendisine karşı delil
ortaya konulup ileri sürecek mazereti kalmadıktan sonra kâfir olan kâfir olsun
ve yine aynı esaslar üzere iman eden de iman etsin.
"Hayatta
kalan" ifadesi, aslına uygun olarak
diye İki yâ" ile de
okunmuştur, şeddeli bir "yâ" île de okunmuştur. Asla göre iki
"yâ" ile okuyuş, Medinelilerin, el-Bezzî ve Ebu Bekr'in kıraatidir.
(Şeddeli tek "yâ" ile okuyuş.) diğerlerinin kıraatidir. Ebu Ubeyd'in
tercih ettiği kıraat de budur. Çünkü, Mushafta böylece yazılmıştır.[173]
43.
Hani
Allah onları rüyanda sana az göstermişti. Eğer onları sana çok gösterseydi,
elbette korkuya kapılacaktınız ve İş hakkında çekîşecektiniz. Ama Allah
kurtardı. Şüphesiz O, kalplerde olanı hakkıyla bilendir.
Mücahid der ki:
Peygamber (sav) rüyasında onların çok az olduklarını görmüştü Bunu ashabına
anlattı, böylelikle Allah onlara sebat verdi.
Bir görüşe göre de:
"Rüya'dan kasıt, uykunun mahalli olan gözdür. Bu da; senin uyku mahallin
olan gözünde göstermişti, takdirindedir ki, bu takdiri ifadeler
hazfedilmiştir. Bu açıklamar el-Hasen'den nakledilmiştir. Ez Zeccâc der ki: Bu
güzel bir açıklama olmakla birlikte, birinci açıklama arapça kurallarına daha
uygundur. Çünkü, (bir sonraki âyette) şöyle buyurulmaktadır: "Hani siz,
karşılaştığınız zaman onları gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların
gözlerinde azaltıyordu." (el-Enfâl, 8/44) İşte bu, burada karşılaşma esnasındaki
görmenin sözkonusu edildiğini, öbürünün ise rüyadaki görmeyi sözkonusu ettiğini
göstermektedir.
"Elbette korkuya
kapılacaktınız" yani, savaştan korkardınız. "Ve iş hakkında
çekilecektiniz" anlaşmazlığa düşecektiniz. "Ama Allah kurtardı."
Sizi ayrılığa düşmekten korudu. İbn Abbas ise, korkaklıktan korudu, diye açıklamaktadır.
Her ikisinden de korudu anlamına gelme ihtimali de vardır. "Kurtardı*
anlamındaki; kelimesi, zafer ile müslümanlann işini tamama erdirdi diye de
açıklanmıştır.[174]
44.
Hani
siz, karşılaştığınız zaman onları gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların
gözlerinde azaltıyordu. Tâ ki, Allah, gerçekleşmesi gereken bir emri yerine
getirsin. Bütün işler ancak Allah'a döndürülür.
"Hani siz,
karşılaştığınız zaman onları gözlerinize az gösteriyordu" buyruğunda sözü
edilen bu durum, uyanıkken gösterme durumudur. Bununla birlikte eğer; uykudan
kasıt, uykunun ortaya çıktığı yer olan gözdür, denilecek olursa, birinci
göstermenin de uyanıkken gösterme diye anlaşılması mümkündür. Buna göre birinci
(bir önceki âyetteki) gösterme. Peygamber (sav)"a has bir gösterme olur,
burada sözü edilen ise herkes hakkında sözkonusu olur.
İbn Mes'ud der ki:
Bedir günü yanımda bulunan bir kimseye ne dersin, yetmiş kişi varlar mı diye
sordum, o, yüz kişiye yakındırlar, dedi. Biz, bir kişi esir aldık ve kaç kişi
idiniz diye sorduk, bin kişi idik diye cevap verdi.
"Sizi de onların
gözlerinde azaltıyordu." Bu da savaşın başlangıcında olmuştu. Öyle ki,
Ebu Cehil o gün: Bunlar, bir deve eti yemekle doyacak sayıdadırlar. Haydi
onları bir defada yakalayiverin ve iplere bağlayın, demişti. Savaşa
başlamaları ile birlikte müslümanlar gözlerinde büyüdü ve sayıları çok
görünmeye başladı. Nitekim, Âl-i İmran Sûresi'nde de açıklandığı üzere-,
"Onlar, öbürlerini gözleriyle kendilerinin iki katı olarak
görüyorlardı" (Âl-i İmran, 3/13) diye buyurmaktadır.
"Tâ ki, Allah,
gerçekleşmesi gereken bir emri yerine getirsin." Yüce Allah, bu buyruğu
burada da tekrarlamaktadır. Çünkü, (42. âyet-i kerimede geçen) birincisinde
anlam, karşılaşma ile ilgilidir. İkincisinde ise, müşriklerin öldürülmesi ve
dinin üstün kılınması ile ilgilidir. Bu da müslümanlar üzerindeki nimeti
tamamlamaktır. "Bütün işler ancak Allah'a döndürülür." Yani, bütün
işler sonunda O'na döner ve O'na varır.[175]
45. Ey iman
edenleri Bir topluluk ile karşılaşırsanız sebat edin. Allah'ı da çokça anın
ki, felah bulaşınız.
"Ey İman edenler!
Bir topluluk" bir cemaat "İle karşılaşırsanız sebat edin."
Kâfirlerle çarpışma esnasında sebat edip direnç göstermek emredü-mektedir,
Nitekim, bir önceki âyet-i kerimede de kâfirlerin önünden kaçmak
yasaklanmaktadır. Buna göre, emir ve yasak aynı anlamı ihtiva etmektedir. Bu
ise, düşmana karşı durmak ve ona karşı yiğitçe direnmeyi te'kiddir.
"Allah'ı da çokça
anın ki felah bulaşınız." İlim adamlarının burada sözü geçen Allah'ı anmak
(zikir) ile ilgili üç görüşü vardır:
1-
Kalplerinizin korkuya kapılması esnasında Allah'ı anınız. Çünkü sıkıntılı
hallerde O'nu anmak, sebata yardımcıdır,
2-
Kalplerinizle sebat edin, dillerinizle O'nu anın. Çünkü kalp, düşmanla
çarpışmak esnasında rahat olmaz, dil de ızdırap duyar. Yüce Allah, kendisini
anmayı emrederek kalbin yakîn üzere, dilin de zikir üzere sebat göstermesini ve
Talut ile birlikte bulunan savaşçıların söyledikleri şu sözleri söylemelerini
istemektedir: "Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımıza sebat ver.
Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et. "(elBakara, 2/250) Bu durum
ise, ancak yüce Allah'ı güçlü bîr şekilde tanımak ve keskin bir basî-reıe sahip
almak hali ile ortaya çıkar. İşte, insanlar arasında övülen kahramanlık da
budur.
3-
Canlarınızı satın almış olması ve canlarınıza vermiş olduğu değerler hususunda
Allah'ın size olan sözlerini hatırlayın.
Derim ki: Daha zahir
olan, dilin kalbe uygun düşen zikridir. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî der ki:
Herhangi bir kimseye Allah'ı zikretmeyi terk hususunda ruhsat verilecek
olsaydı, elbette Zekeriyâ'ya ruhsat verilirdi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Senin alametin işaretle hariç insanlarla üç gün konuşamamandır. Rabbini
çokça zikret..." (ÂI-i İmran, 3/41) Aynı şekilde savaşta bulunan kimseye
de ruhsat vermesi gerekirdi. Oysa yüce Allah: "Bir topluluk İle
karşılaşırsanız sebat edin, Allah'ı da çokça anın..." diye buyurmaktadır,
Katade der ki: Yüce
Allah kılıçlarla vuruşma esnasında zikrin en hatıra gelmeyeceği bir yerde kullarına
kendisini anmalarını emretmiştir. Bu zikrin ise hafi (gizli) olması gerekir.
Çünkü, savaş esnasında sesi yükseltmek, eğer zikreden tek bir kişi ise, bayağı
bir iş ve mekruhtur. Eğer hamle esnasında ve hep-birlikte yapılacak olursa,
güzeldir. Çünkü bu, düşmanların gücünü dağıtır.
Ebû Dâvûd, Kays b.
Ubad'dan şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav)'ın ashabı savaş
esnasında ses çıkarmayı hoş görmüyorlardı.[176] Ebu
Burde de babasından, o Peygamber (sav)'dan buna benzer bir rivayet nakletmektedir.[177]
İbn Abbas der ki:
Savaş esnasında ağzı burnu kapatmak mekruhtur. İbn Atiyye de der ki: Murabıtlar
bu şekilde kendilerini korumakla birlikte savaş esnasında ağız ve yüzlerini
örtmeyi terk etmek suretiyle Alla hu alem buna uymuş olmalıdırlar.[178]
46. Allah'a
ve Rasûlüne İtaat edin. Birbirimizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız,
gücünüz gider. Bir de sabredin. Şüphesiz '
Allah sabredenlerle beraberdir.
"Allah'a ve
Rasûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin" anlamındaki bu buyruk,
onlara yapılan tavsiyelere devam ve Bedir ile ilgili hususlardaki
anlaşmazlıktan ve birbirleriyle çekişmeleri konusunda yaptıklarının engellenmesi
mahiyetindedir.
"Sonra korkuya
kapılırsınız" kelimesi, nehyin cevabı olarak başına gelen "fe"
harfi ile nasb mahallindedir. Sibeveyh ise, burada "fe" harfinin
hazfedilmesi ve meczum gelmesini uygun kabul etmezken, el-Kisaî bunu uygun
görmektedir. Bu kelimeşeklinde, "şin" harfi esreli olarak okunmuş ise
de böyle bir kullanış bilinmemektedir.
"Gücünüz gider”
kelimesindeki "rüzgâr" anlamındaki rih, güç ve yardım demek
olduğundan, gücünüz ve yardımınız, zaferiniz gider, anlamındadır. Nitekim bir
kimse bir işte galip ise; denilir. Şair
der ki:
"Senin
rüzgârların estiğinde (zafer elde ettiğinde) onu ganimet bil! Çünkü dalgalanan
herbir şeyin bir de durulması vardır."
Katade ve İbn Zeyd der
ki: Esip kâfirlerin yüzüne çarpan bir rüzgâr olmadan hiçbir zafer elde
edilmemiştir. Nitekim Hz. Peygamberin: "Bana doğu tarafından esen (sabâ)
rüzgârı ile yardım edildi. Âd kavmi ise, batıdan esen rüzgâr (debûr) ile helak
edildi"[179] buyruğu da bu kabildendir. el-Hakem der ki:
Burada "gücünüm (rüzgârınız) gider* buyruğu, doğudan esen (sabâ) rüzgârı
gider demektir. Zira Muhammad (sav) ve onun ümmeti bu rüzgâr ile yardıma
mazhar olmuştur. Mücahid de der ki: Muhammed (sav)'ın ashabının, Uhud günü
onunla çekişmeleri üzerine güçleri kaybolmuştur.
"Bir de sabredin.
Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir" buyruğu, sabrı emretmektedir.
Sabır ise her durumda özellikle savaş halinde övülen bir özelliktir. Bu da yüce
Allah'ın: "Ey iman edenler, bir topluluk ile karşılaşırsanız sebat edin'
(el-Enfal, 8/45) buyruğuna benzemektedir.[180]
47.
Yurtlarından çalım satarak İnsanlara gösteriş yaparak çıkan ve Allah yolundan
alıkoyanlar gibi olmayın. Allah yaptıklarını çepeçevre kuşatandır.
Bu buyruğunda yüce
Allah, Bedir günü kervanın yardımına gitmek üzere çıkan Ebu Cehil ve
arkadaşlarını kastetmektedir. Bunlar, cariyeler, şarkıcılar ve çalgı aletleri
ile birlikte çıkmışlardı. el-Cuhfe'ye vardıkları sırada Ebu Cehil'in arkadaşı
olan Kinaneli HuM, oğullarından birisi ile Ebu Cehil'e bazı hediyeler
göndermiş ve: Dilersen sana savaşçılarla yardım edeyim, dilersen de kavmimden
çabucak yola koyulabilecek kimselerle bizzat senin yardımına geleyim, demişti.
Ebu Cehil şu cevabı vermişti: Eğer Mulıammed'in iddia ettiği gibi biz Allah ile
savaşıyor isek, Allah'a andolsun ki, bizim Allah'a karşı koyacak gücümüz olmaz.
Eğer insanlarla savaşacak olursak, Allah'a an-dolsunki, insanlara gücümüz
yeter. Ailah'a yemin olsun, Bedir'e varıp orada şaraplar içmedikçe, cariyeler
bize çalgılar çalmadıkça Muhammed ile savaşmaktan dönmeyeceğiz. Çünkü Bedir,
arap panayırlarından bir panayır, pazarlarından bir pazardır. Böylelikle
araplar, bizim bu çıkışımızı işitsin ve ebediyete kadar bizden korkup
çekinsin. Sonra Bedir'e geldiler. Fakat başlarına gelen geldi ve helak
oldular.
Çalım satmak, sözlükte
yüce Allah'ın nimetleriyle sahip olduğu gücü ve ihsan etmiş olduğu afiyeti,
masiyetlere karşı güç kazanmak için kullanmak demektir. Bu kelime burada hal
mevkiinde mastardır. Yani onlar, azgınlaşmış halde gösteriş yapanlar ve
Allah'ın yolundan alıkoyanlar olarak çıkmışlardı, demektir. Onların
alıkoymaları, insanları saptırmaları demektir.[181]
48. Hani
şeytan onlara yaptıklarını süslemiş ve şöyle demişti: "Bugün İnsanlardan
siki yenebilecek yoktur. Ben de muhakkak sizin yarduncuımm." İki ordu
birbirini görünce, iki topuğu üstüne gerisin geri kaçarak: "Benim sizinle
hiçbir ilişkim yok. Gerçekten ben sizin göremeyeceğinizi görüyorum. Ben, muhakkak
Allah'tan korkarım. Allah, cezası çok şiddetli olandır" demişti.
Rivayete göre şeytan o
gün onlara, Sürâka b. Malik b. Cu'şum suretinde görünmüştü. Sürâka ise Bekr b,
Kinaneoğullarından idi. Kureyşliler, Bekr oğullannın arka taraflarından gelip
kendilerine saldıracağından korkuyorlardı. Çünkü, Bekroğullanndan birini
öldürmüşlerdi. Şeytan onlara görününce: "Bugün insanlardan sizi
yenebilecek yoktur” şeklinde âyet-i kerimedeki sözlerini söyledi. ed-Dalıhak
der ki: Bedir günü İblis onlara sancağı ve askerleriyle geldi. Kalplerine asla
yenilmeyecekleri ve atalarının dini üzerine çarpıştıkları telkinlerini verdi.
İbn Abbas'tan da şöyle
dediği nakledilmektedir: Yüce Allah, Peygamberi Muhammed (sav)'a ve mü'minlere
bin melek yardımcı göndermiş idi. Cebrail (a.s.) beşyüz melek ile bir kanatta,
Mikail de beşyüz melek ile öbür kanatta idi. İblis de MudlİcoğulIarından bir
takım kimseler suretinde, beraberinde sancak bulunduğu halde şeytanlardan bir
ordu ile geldi. Şeytan, Sürâka b. Malik b. Cu'şum suretinde İdi. Müşriklere:
"Bugün İnsanlardan sizi yenecek kimse yoktur," demişti.
Taraflar saf tutunca,
Ebu Cehil: Allah'ım, bizim hangimiz hakka daha yakınsa Sen ona zafer ver
demişti. Rasûlullah (sav) da elini kaldırıp şöyle dua etmişti: "Rabbim
eğer Sen bu topluluğu helak edecek olursan, yeryüzünde ebediyen Sana ibadet
olunmayacaktır."
Cebrail: "Bir
avuç toprak al" deyince, Hz. Peygamber bir avuç toprak alarak yüzlerine
doğru fırlattı. Gözüne, burnuna, ağzına bu topraktan isabet etmedik bir müşrik
kalmadı. Geri dönerek kaçtılar. Cebrail (a.s) da İblis'in üzerine gitti.
İblis, onu gördüğünde, eli müşriklerden birisinin elinde idi. Hemen elini ondan
çekti ve taraftarlarıyla birlikte arkasını dönüp kaçtı. Adam ona: Ey Sürâka,
bize yardım edeceğini iddia etmiyor muydun? deyince, şeytan şöyle dedi:
"Ben sizden uzağım. Ben sizin görmediğiniz şeyleri görüyorum." Bunu
Beyhakî ve başkaları zikretmektedir.
Mâlik'in Muvatta'ında
da İbrahim b, Ebi Able'den, o, Talha b. Ubeydul-lah b. Kerîz'den naklettiğine
göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Şeytan, arafe günü kendisini
küçük, hakir, kovulmuş ve öfkeli gördüğü kadar hiçbir gün görmüş değildir.
Bunun sebebi ise, ilahi rahmetin sağanak sağanak inişini, Allah'ın da büyük
günahları bağışlamasını görmesinden başkası değildir. Bundan tek istisna Bedir
günü gördükleridir." Ey Allah'ın Rasulü, Bedir günü ne gördü ki?
denilince, şöyle buyurdu: "O, Cebraili, melekleri savaş için düzene
koyarken gördü."[182]
"Gerisin geri
kaçtı"; Süleym şivesinde geri döndü demektir. Bu açıklama Müerric ve
başkalarından nakledilmiştir. Şair de şöyle demektedir:
"Gerisin geri
dönüp kaçmak şeref değildir,
Hiç şüphesiz şeref,
mızrak ve okların üzerine gitmektir."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Geride
kalanların dönüp kaçmalarının kendilerine bir faydası olmaz. Önden gidenlere de
ileri atılmaları zarar vermedi."
Ancak, burada geri
dönüp kaçmak değil, bırakıp kaçmak kastedilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber:
"Şeytan, ezanı işitti mi, seslice yellenerek arkasını döner kaçar"[183] diye buyurmaktadır.
"Ben muhakkak
Allah'tan korkarım.'' Denildiğine göre İblis, Bedir günü kendisine mühlet
verilen gün olacağından korktu. Bir diğer görüşe göre İblis: "Ben
muhakkak Allah'tan korkarım" derken yalan söylemişti. Ama yardım edecek
gücü olmadığını da bilmişti.
Himaye eden, yardımcı,
komşu kelimesinin çoğulu; şeklinde gelir. Bunun azlık çoğulu ise; şeklindedir.[184]
49- O zaman
münafıklarla kalplerinde hastalık olanlar: "Bunları dinleri aldattı"
diyordu. Halbuki kim Allah'a dayanıp güvenirse, hiç şüphesiz Allah, mutlak
galiptir, Hakimdir.
Denildiğine göre
münafıklardan kasıt, iman ettiklerini açığa vurmakla birlikte küfürlerini
gizleyen kimselerdir. Kalplerinde hastalık bulunanlar ise, münafıklardan ayrı
şüphe içerisinde bulunanlardır. Çünkü bunlar henüz İslâm'a yeni girmiş ve
nisbeten kalplerinde zaaf bulunan kimselerdi. Savaşa çıkmaları ve iki saftın
karşı karşıya gelmesi esnasında "bunları dinleri aldattı" demişlerdi.
Bir diğer görüşe göre
ise, burada münafıklar da kalplerinde hastalık bulunanlar da aynı kimselerdir.
Daha uygun olanı da budur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar
ki, gayba inanırlar" dedikten sonra: "Onlar, sana indirilene iman
ederler" (el-Bakara, 2/3-4) diye buyurmaktadır. Halbuki, bunların ikisi
de aynıdır.[185]
50.
Meleklerin, o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura ve: "O yakıcı
azabı tadın” diye diye canlarını alırken bir görseydin.
51."Bu,
ellerinizin daha önce yaptıkları yüzündendir. Ve biç şüphesiz Allah'ın
kullarına zulmedicl olmadığındandır."
Denildiğine göre,
bununla yüce Allah, Bedir günü öldürülmeyip geriye kalan kimseleri
kastetmektedir. Bir diğer görüşe göre bu, Bedir günü öldürülen kâfirler
hakkındadır.
"...Se,
...sa" şart edatının cevabı muhzuftur. Takdiri de: ... görseydin, sen çok
büyük bir iş görmüş olacaktın, şeklindedir. Mücahid ve Said b. Cü-beyr'e göre,
"Yüzlerine ve arkalarına” buyruğundaki "arkalarından kasıt, kinaye
yoluyla onların kıçlarıdır. el-Hasen'e göre ise sırtlarıdır. "Vura vura”
anlamındaki kelime de hal mevkiindedir. el-Hasen ayrıca şöyle demektedir: Bir
adam, Rasûlullah (sav)'a: Ey Allah'ın Rasulü dedi. Ben, Ebu CehiPin sırtında
ayakkabı bağı gibi birşey gördüm. Hz. Peygamber: "İşte o, meleklerin
vurmasıdır* buyurdu.
Şöyle de denilmiştir:
Buradaki vurmak ölüm esnasında olur. Kıyamet gününde ateşe götürülecekleri
vakit olması da muhtemeldir. "O yakıcı azabı tadın" buyruğu ile
ilgili olarak el-Ferrâ şöyle demektedir: Yani, "melekler... tadın,
derler" takdirinde olup, bu "derler" fiili lıazfedilmiştir.
el-Hasen der ki:
Bu söz kıyamet günü söylenecektir. Cehennem bekçileri onlara: Yakıcı (ateş)
azabı(m) tadın diyeceklerdir. Rivayete göre, kimi tefsirlerde şöyle
kaydedilmektedir: Melekler ile birlikte demirden tokmaklar vardı. Onlar, darbe
indirdiler mi, yaralarında ateş alev alırdı. İşte yüce Allah'ın: "O yakıcı
azabı tadın" buyruğu ile anlatılan budur.
Tatmak: zevk" hem
hissen, hem de manen olur. Bu tabir ibtilâ ve deneme yerine de kullanılır.
Mesela; Bu ata bin ve onu tat (dene)" denildiği gibi, "Filana bak ve
onun yanında bulunanın tadına bak (dene, sına)" da denilir. Şair
eş-Şemmâh da bîr atı vasfeder-ken şöyle demektedir:
"Tadına baktı. O
da ona bir parça yumuşaklık gösterdi d kadar. Bununla birlikte ona ok
batırılacak olsa, bunu engeller."
(Yani, bu atın huyu
yerine göre yumuşak, yerine göre serttir).
Bu kelime aslında ağız
yoluyla tatmaktan gelmektedir.
"Bu" ref
mahallindedir. Durum işte böyledir, anlamındadır. Yahut da "bu" sizin
cezanız, "ellerinizin daha önce yaptıkları" kazandığı günahları
''yüzündendir ve hiç şüphesiz Allah'ın kullarına zulmedici olmadığındandır."
Çünkü, yüce Allah doğru yolu açıklamış ve peygamberler göndermişti. Ne diye
muhalefet ettiniz?
" ... ve hiç
şüphesiz" "Yaptıkları
şeyler"e atf ile cer mahallindedir. Bununla birlikte; anlamında,
"be" hazfedilmiş olarak nasb mahallinde de kabul edilebilir. Yahut
da; "Ve bu hiç şüphesiz Allah'ın..." anlamında da olabilir, Bu"
edatına atf-ı nesak olarak ref mahallinde de olabilir.[186]
52. Tıpkı
Firavun hanedanı İle onlardan öncekilerin gidişi gibi. Onlar Allah'ın âyetlerini
inkâr etmişlerdi de, Allah da kendilerini günahları sebebiyle yakalamıştı.
Şüphesiz kî Allah güçlüdür, cezası çetin olandır.
"Gidiş",
âdet demektir. Buna dair açıklamalar Âl-i İmran Sûresi'nde (3/11. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yani, ruhlarının kabzedilmesi ile, kabirlerde
bunlara azab etmekteki âdet, Firavun hanedanınınki gibidir.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Firavun hanedanı suda boğulmak suretiyle cezalandırıldığı
gibi, bunlar da öldürülmek ve çoluk çocukları esir alınmakla cezalandırıldılar.
Yani, bunlara azap etmekteki âdet, Firavun hanedanına yapılanı andırmaktadır.[187]
53. Bunun
sebebi şudur: Bir kavim nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah onlara ihsan
ettiği nimeti değiştirici değildir. Ve şüphesiz ki Allah herşeyi İşitendir,
bilendir.
Bu buyruk, (azap için)
gerekçe mahiyetindedir. Yani, bu şekilde cezalandırma, onların Allah'ın
nimetini değiştirmeleri, tebdil etmeleridir. Kureyş içine Allah'ın nimeti;
verimlilik ve bolluktur; güvenlik ve afiyettir: "Görmedilermi ki Biz
onlara güvenilir bir haram (belde) kıldık. Bununla birlikte onların etrafındaki
insanlarda kapılıp alınmaktadırlar..." (el-Ankebût, 29/67) es-Süddî der
ki: Allah'ın onlara nimeti Muhammed (sav)'dır. Ancak onu inkâr ettiler. O
bakımdan o da Medine'ye göç etti, ilâhî ceza da müşrikleri buldu.[188]
54. Tıpkı
Firavun hanedanı ile onlardan öncekilerin gidişi gibi. Onlar, Rabblerinin
âyetlerini yalanlamışlardı. Biz de günahları yüzünden onları helak etmiş,
Firavun hanedanını da suda boğmuştuk. Hepsi de zâlimdiler.
Bu buyruk bir tekrar
değildir. Çünkü, birincisi yalanlamaktaki âdet ve gidişi anlatmakta, ikincisi
ise değiştirmekteki âdeti dile getirmektedir. Âyetin geri kalan bölümleri İse
açıktır.[189]
55.
Yeryüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü kâfirlerdir. Artık onlar
iman etmezler.
56. Onlar,
kendilerinden birtakım kimselerle antlaşma yaptığın her seferinde, ardından
ahidlerini bozanlardır. Onlar sakınmazlar da.
"Yeryüzünde
yürüyen* hareket eden "canlıların* canlı varlıkların arasından
"Allah katında" Allah'ın ilim ve hükmü gereğince "en kötüsü
kâfirlerdir. Altık onlar İman etmezler." Yüce Allah'ın: "Çünkü Allah
katında yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü, akıl etmeyen sağır ve
dilsizlerdir* (el-Enfal, 8/22) buyruğu da buna benzemektedir.
Daha sonra yüce Allah
bunların niteliklerini de belirterek şöyle buyurmaktadır: "Onlar,
kendilerinden birtakım kimselerle antlaşma yaptığın her seferinde, ardından
ahidlerini bozanlardır. Onlar sakınmazlar da." Yani, İn-tikâm
alınacağından korkmazlar da.
"( fi1;.):
Kendilerinden'' buyruğundaki, "...den" anlamını veren; teb'îz (kısmîlik) içindir. Çünkü antlaşma
onların ileri gelenleri ile yapılır ve onlar da bunu bozarlar.
Burada kastedilenler,
Mücahid ve başkalarının görüşüne göre Kurayza ve Nadiroğullarıdır. Bunlar,
antlaşmayı bozarak Mekke müşriklerine silah yardımında bulundular. Sonra da
özür beyan ederek; unuttuk dediler. Hz. Peygamber onlarla ikinci bir defa daha
antlaşma yaptı, bunu da Hendek günü bozdular.[190]
57. Eğer
bunları savaşta yakalarsan, onlara yaptıklarınla arkalanndakileri dağıt da
ibret alsınlar.
Bu buyruk, şart ve
onun cevabını ihtiva etmektedir. Başa geldiğinden te'kid için "nün"
gelmiştir. Basra'lı nahivcilerin görüşü budur. Kûfeliler ise şöyle derler:
Şeddeli ve şeddesiz "nûn" ile
birlikte şart ve ceza cümlesinde fiilde yer alır. Böylelikle şartın cevabı olan
ceza ve muhayyerliğin arasındaki fark ortaya çıkmış olur. "Bunları
yakalarsan'ın anlamı ise, onları esir edip bağlayacak olursan, yahut da onları
kendilerine güç yetirip yenik düşürecek ve zaaf hallerinde bulacak olursan...
demektir. Bu anlam, lafızdan anlaşılan manadır. Çünkü, burada
"savaşta" ifadesi de yer almaktadır.
Kimileri de şöyle
açıklamıştır: Onlara rastlar ve onlarla karşılaşırsan... Nitekim; "Onu
buldum" demektir. ise, ele geçirmek istediği ve yapmak İstediği şeyi
çabucak gerçekleştiren kişi demektir. Ancak, açıklamış olduğumuz gibi, âyet-i
kerimeye uygun düşmesi dolayısıyla birinci görüş daha uygundur. Bir kimse ile
rastlaşan kişinin galip gelerek, bu suretle başkalarını dağıtması mümkün
olabileceği gibi, galip gelemeyebilir de. sözlükte, içi boş mızrağın ve benzeri
şeylerin kendisi ile bağlandığı bağ demektir. Nâbiğa'nın şu beyiti de bu
anlamdadır:
"Sen, Kuaynhları
(yardıma) çağırıyorsun. Halbuki onlara vurulan zincirler, Mızrakların ucuna
bağlanmış bağlar gibi (bileklerinde) iz bırakmıştır."
"Onlara
yaptıklarınla arkalarındakileri dağıt." Said b. Cübeyr der ki: Yani,
onlara yaptıklarınla arkalarında bulunanları korkutup uyar. Ebu Ubeyd der ki:
Bu kelime, Kureyşlilerin kullandıkları bir kelime olup onlara yaptıklarını
başkaları da işitsin demektir. ed-Dahhak, onları ibretli bir şekilde cezalandır
diye açıklarken, ez-Zeccac da, onları öldür ki, geriye kalanları bundan dolayı
darmadağın olsunlar, diye açıklamıştır.
Sözlükte
"Dağıtmak ve ayırıp birbirinden uzaklaştırmak" demektir. Mesela
ifadesi, onları yerlerinden kopardım ve ayrılmak zorunda bırakacak şekilde
fılanoğullan oradan kovdum, demektir. Tek kişi hakkında da aynı anlamda
kullanılır. Mesela, "Ben onu vatanından ve akrabalarından ayrı ve uzak
koydum," demek olur. Huzeylliterden bir şair de şöyle demektedir:
"Hergün
(Mekke'nin) vadilerinde dolaşıp dururum (Beyinsizleri yakalamakla görevli)
Hakim (adlı kişi) beni duyar da beni uzaklaştırıp kovar korkusuyla."
Sahibinden ayrılıp
uzaklaşması halinde, deve ve binek için kullanılan, tabiri de buradan
gelmektedir. Âyet-i kerimedeki; "Kimse, kimseler," anlamındadır. Bu
açıklamayı el-Kîsaî yapmıştır.
İbn Mes'ud'dan da bu
kelimeyi noktalı "zel" ile; ( vü) şeklinde okuduğu rivayet
edilmiştir ki, (dâl İle okunuşu ile birlikte) iki ayrı söyleyiştir. Kut-rub ise
şöyle demektedir: "Zel" İle okuyuş, ibretli bir şekilde
cezalandırmak. "Dâl" ile okuyuş ise, darmadağın etmek demektir. Bu
açıklamayı da es-Sa'le-bî nakletmiştir. el-Mehdevî ise der ki: "Zel"
ile okuyuşun açıklanabilir bîr tarafı yoktur. Ancak birbirlerine yakınlıkları
dolayısıyla "dâl" harfinin yerine kullanılmış oiması hali müstesna.
Çünkü dilde, "zel" harfi ile bu kelimenin kullanıldığı
bilinmemektedir,
"Arkalarındakiler"
anlamındaki kelime; "Arkalarından" (anlamında) "mim ile
fe" harfi esreli olarak da okunmuştur. "... da ibret alsınlar."
Yani, senin onlara vermiş olduğun sözü hatırlasınlar.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bu, dağıtılan kimselerin arkalarında bulunanlar ile alakalıdır.
Çünkü, öldürülen kimsenin herhangi bir şekilde ibret alması söz-konusu
olmayacağına göre anlamı, o halde sen bunlara yaptıklarınla onlar gibi davranan
ve gerilerinde bulunan kimseleri dağıt, demektir.[191]
58. Eğer bir
kavmin hainliğinden endişeye düşersen, sen adalet üzere kendilerine
antlaşmalarını bozduğunu bildir. Çünkü Allah hainlik edenleri sevmez.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[192]
"Eğer bir kavmin
hainliğinden" onların aldatacaklarından ve ahîdlerini bozacaklarından
"endişeye düşersen, adalet üzere kendilerine antlaşmalarını bozduğunu
bildir."
Bu âyet-i kerime
Kurayzaoğulları ile Nadiroğulları hakkında inmiştir. Ta-berî bunu Mücahid'den
nakletmektedir.
İbn Aüyye de der ki:
Kur'an-ı Kerim'İn lafızlarından anlaşılan şu ki, Kurayzaoğullan hakkındaki
açıklamalar, yüce Allah'ın: "... arkalarındakileri dağıt da ibret
alsınlar" buyruğu ile sona ermiştir. Bundan sonra şanı yüce Allah, bu
âyet-i kerime ile, gelecekte hainlik edeceğinden korkacağı kimselere yapacağı
uygulamalar lıakkında emir vermektedir. İşte bu gibi kimseler hakkında bu
âyet-i kerimenin hükmü gereğince uygulama yapılacaktır. Kurayzaoğulları ise,
öyle hainliklerinden endişe edilecek durumda değillerdi. Onların hainlikleri
açık ve bilinen bir husustu.[193]
İbnü'l-Arabî der ki:
Hainlikten korkmak halinde ahdin bozulması nasıl caiz olabilir? Halbuki
korkmak zandır, yakin ile birlikte bulunması sözkonusu değildir. Yakin olan
antlaşma, hainlik zannı ile birlikte nasıl ortadan kalkar, denilecek olursa,
buna iki şekilde cevap verilebilir:
1- Recâ
(ummak), yüce Allah'ın: "Size ne oluyor "da Allah'tan gelecek bir
azabı ummuyorsunuz?" (Nuh, 71/13) buyruğunda olduğu gibi, kesin bilgi manasına
kullanıldığı gibi, "korkmak" da kafi bilgi (yakin) anlamında kullanılmıştır.
2- Hainliğin
etkileri ortaya çıkıp bunun da delilleri ispatlanacak olursa, artık antlaşmayı
devam ettirmek, yok oluşa götürmemek için onu bozmak ica-beder. Böyle bir durumda
zaruretten ötürü kafi olarak bilinen şeyi (antlaşmayı) hükümsüz kılmak
caizdir. Şayet (antlaşmanın) kafi olarak bozulduğu bilinecek olursa, zaten
onlara bunun bildirilmesine de gerek kalmaz. Nite* kim Peygamber (sav)
Mekke'nin fethi sırasında Mekke halkının ahdi bozdukları yaygın bir şekilde
anlaşılıp bilinmesi sonucunda, onlara ahidlerini bozduğunu bildirmeksizin
üzerlerine yürümüştür.
Atmak ve reddetmek
demektir. (Mealde: Atmak anlamı ile karşılanmıştır.) el-Ezlıerî der ki: Sen
bir kavim ile antlaşma yapıp da onların antlaşmayı bozduklanni bilecek
olursan, onlara antlaşmayı ve banşı bozduğunu bildirmeden önce, onlara herhangi
bir hücum tertipleme. Böylelikle her iki taraf antlaşmanın bozulduğu hususunda
birbirine eşit olsunlar. Bu eşitlikten sonra onlara hücum edebilirsin.
en-Nehhâs da der ki:
Bu, kısalığına rağmen pek çok anlam ihtiva etmesi açısından insanların sözleri
arasında benzeri bulunmayan Kur'an-ı Kerim'in mucize ifadelerindendir. Buyruğun
anlamı şudur: Seninle kendileri arasında bir antlaşma bulunan bir topluluğun
hainlik edeceğinden korkacak olursan, onlara antlaşmalarını geri at. Yani
onlara, antlaşmanızı yüzünüze çarpıyorum. Ben sizinle savaşacağım, de.
Böylelikle onlar bunu bilsinler ve bu husustaki bilgi bakımından onlar da
seninle eşit olsunlar. Onlar, sana güvenip seninle aralarında bir antlaşma
varken onlarla savaşma. Çünkü bu bir hainlik ve ahdi bozmak olur. Daha sonra
yüce Allah bunu: "Çünkü Allah hainlik edenleri sevmez" buyruğu ile
beyan etmektedir.
Derim ki: el-Ezherî
ile en-Nehhâs'ın sözünü ettiği antlaşmanın bozulduğunu bilmekle birlikte
antlaşmanın bozulduğunu bildirme gereğini Peygamber (savcın Mekke fethindeki
uygulamaları reddetmektedir. Çünkü onlar antlaşmayı bozunca, Hz. Peygamber
onlara bu hususta herhangi bir bilgi tevcih etmeyip aksine: "Allah'ım,
benim haberimi onlara ulaştırma" diye dua etmiş ve onlara gaza
düzenlemiştir. Âyetin anlamı da budur. Çünkü onlar tarafından bilerek
antlaşmanın bozulup sona erdirilmesi ile onlann da antlaşmayı bozduklarına
dair bilgileri olmakta ve bu hususta onlarla eşit olunmaktadır. Eğer onlar,
antlaşmayı bozduklarını bilmiyor iseler, o takdirde (habersiz hücum) helal
değildir, caiz de olmaz.
Tirmizî ve Ebû Dâvûd,
Süleym b. Âmir’den şöyle dediğini rivayet ederler: Muaviye ile Bizanslılar
arasında bir antlaşma vardı. O da antlaşma süresi dolar dolmaz onlara gaza
yapmak için sınırlarına yakın olmak kastıyla şehirlerine yakın yerde yürürdü.
Adamın birisi bir arap atı veya bir kadana üzerinde: Allahu ekber Allahu ekber
alide vefa gerekir, bozmaktan sakınmak gerekir, diyerek ona geldi. Dönüp
baktıklarında gelenin Amr b. Anbase olduğunu anladılar. Muaviye ona bir elçi
göndererek durumu ona sorunca şöyle dedi: Ben Rasûlullah (sav)'ı şöyle
buyururken dinledim: "Her kimin kendisiyle başka bir kavim arasında bir
antlaşma varsa, o antlaşmanın süresi dolmadan yahut da eşit bir şekilde onlara
antlaşmayı bozduğunu bildirmeden herhangi bir düğümü bağlamasın ve
çözmesin." Bunun üzerine Muaviye, beraberindekilerle geri döndü. Tirmizî
der ki: Bu, hasen, sahih bir hadistir.[194]
"Adalet" ise
eşitlik ve dengelilik (itidal) demektir. Recez vezninde şair şöyle demektedir:
"Ahidleri bozan
düşmanların yüzlerini vur Tâ ki, sana âdil bir şekilde karşılık
versinler."
el-Kisaî der ki:
"adalet" demektir. Bu kelime orta, düzlük, (vasat) anlamına da
gelebilir. Yüce Allah'ın: Cehennemin ortasında" (es-Sâffât, 37/55)
buyruğunda da bu anlamdadır. Hassan'ın şu beyiti de bu türdendir;
"Vay Peygamberin
ashabı ve onun yakınlarına Lahdin ortasında üzerinin kapatılmasından
sonra!"
el-Ferrâ der ki:
"Adalet özere kendilerine antlaşmalarım bozduğunu bildir"
buyruğunun, gizlice değil, açıkça bildir, anlamına geldiği de söylenmektedir.[195]
Müslim, Ebu Said
el-Hudrî'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Hainlik eden herbir kimse için Kıyamet gününde hainliği mik-tannca onun
için yükseltilecek bir sancağı olacaktır Şunu bilin ki, kamu emirinden daha
büyük hainlik edecek bir hain bulunmaz."[196]
İlim adamlanmız
Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- derler ki; İmamın (devlet başkanının)
hainliğinin, diğerlerine göre daha büyük ve daha çirkin olmasına sebep, onun
hainliğinin sebep olduğu fesattan dolayıdır. Çünkü, yöneticiler hainlik edecek,
sözlerinde durmayacak ve bu durumlan da bilinmekle birlikte, onlar ahdi
bozduklarını âdil bir şekilde bildirmeyecek olurlarsa, düşman hiçbir şekilde
onlarla yapılan herhangi bir antlaşma ya da barışa güvenmez. O bakımdan
düşmanın silah gücü artar, vereceği zarar da büyür.
Ayrıca böyle bir şey,
insanların İslâm'a girmekten uzak durmalarına ve müslüman yöneticilerin de
yerilmesine sebep teşkil eder. Ancak, düşmanın herhangi bir antlaşması
bulunmuyor ise, ona karşı hertürlü hileye başvurmak ve ona karşı hertürlü
aldatmanın yapılması gerekir. İşte Hz. Peygamberin: "Harp hiledir"[197] buyruğu buna göre yorumlanmalıdır.
İlim adamları,
antlaşmasını bozan imam ile birlikte cihad edilip edilmeyeceği hususunda İki
farklı görüşe sahiptirler. Çoğunluk (başka türlü) emanete ve benzeri şeylere
hainlik eden ve fasıkın hilafına; böyle bir kimse ile cihada çıkılmayacağı
kanaatindedir. Kimisi de böyle birisi ile cihada çıkılacağı görüşündedir. Her
iki görüş de bizim mezhebimizde (Maliki mezhebinde) kabul görmüştür.[198]
59- O İnkâr
edenler öne geçtiklerini asla sanmasınlar. Onlar, asla âciz bırakamazlar.
Yüce Allah:
"O İnkâr edenler öne geçtiklerini asla sanmasınlar." Yani, Bedir
vakasında ölümden kurtulanlar, hayatta kalarak kurtulacaklarını zannetmesinler,
diye buyurduktan sonra: "Onlar asla aciz bırakamazlar" diye
buyurmaktadır. Yani, Allah onlara karşı sana zafer verinceye kadar dünyada
onlar aciz bırakamazlar. Bunun, ahirette aciz bırakmayı kastettiği de
söylenmiştir. Bu, el-Hasen'in görüşüdür.
İbn Âmir, Hafs ve
Hamza "Asla sanmasınlar" şeklinde "ye" ile okumuşlardır.
Diğerleri ise öznenin zamiri fiilde olmak üzere "te" ile okumuşlardır.
(O takdirde mana: Sanmayasın, şeklinde olur). Buna karşılık "O inkâr
edenler" de birinci meful, "Öne geçtiklerini" de ikinci mefu
olur. (Bu okuyuşa göte mana şöyle olur: Sen, o kâfirlerin öne geçtiklerini
asla sanmayasın.)
"Ye" ile
okuyuşa gelince, aralarında Ebu Hatim'in de bulunduğu nahiv-cilerden bir
topluluk, bu şekilde okuyuşun helal olmayacak kadar bir lahn (yanlışlık)
olduğunu ve i'rabı bilen, yahut ona bildirilen kimsenin bu şekilde
okuyamayacağını iddia etmişlerdir.
Ebû Hatim der ki;
Çünkü,"Sanmasınlar" fiili, tek bir mef ulle gelmez. Onun İki mefule
ihtiyacı vardır.
en-Nehhas ise şöyle
demektedir: Bu, oldukça ağır bir iddiadır. Bu şekilde okuyuş caizdir ve anlam
şöyle olur: "Onlardan geride kalanlar o kâfirlerin öne geçtiklerini asla
sanmasınlar." Bu durumda zamir, daha önce geçen (âyet-i kerimede
kendilerinden sözedilen-ler)e ait olur. Şu kadar varki, "te" ile
okuyuş daha anlaşılır bir okuyuştur, el-Mehdevî der ki: "Ye" ile
okuyanın kıraatinin şu anlama gelme ihtimali vardır: Bu fiilde Peygamber
(sav)'a ait bir zamir vardır, buna karşılık bu fiil için gerekli iki meful
olur. (Buna göre anlam şöyledir: Peygamber, kâfirlerin ileri geçtiklerini
sanmasın). Bununla birlikte; "İnkâr edenler"in fail, birinci mef'ulün
de hazfedilmiş olması mümkündür. Buna göre anlam şöyle olur: Kâfirler,
kendilerini ileri geçtiler diye sanmasınlar. (Meal de buna yakındır).
Mekkî de der ki;
Bununla;" Öne geçtikleri" ile;
takdiri de mümkündür. O vakit bu, iki meful yerini tutar, İfadenin
takdiri şöyle olur: O inkâr edenler, öne geçtiler diye asla sanmasınlar. Bu da
yüce Allah'ın: "İnsanlar... bırakılacaklarını mı sandılar?"
(el-Ankebut, 29/2) buyruğunda yer alan e benzer. Burada; iki mefulün yerini
tutmaktadır.
İbn Âmir şeklinde "hemze"yi üstün olarak
okumuştur. Ancak, Ebu Hatim ile Ebu Ubeyd bu kıraati uzak bir İhtimal olarak
kabul etmiştir. Ebu Ubeyd der ki: Bunun, bu şekilde okunması, ancak anlamın;
"O inkâr edenlerin muhakkak aciz bırakmayacaklarını sanmayasin"
şeklinde olması halinde mümkün olur. (Bu ise mana bakımından imkânsızdır,
biraz sonra açıklaması gelecektir).
en-Nehhâs der ki: Ebu
Ubeyd'in sözünü ettiği bu açıklama, Basralı nahiv-cilere göre mümkün değildir.
Çünkü "Ben Zeyd'i çıkmaktadır sandım" şeklindeki bir kullanım ancak
hemzenin esreli okunması halinde caiz olabilir. Bunun bu şekilde
kullanılmasının mümkün olmaması, müb-teda mahallinde oluşundan dolayıdır.
Nitekim; "Zeyd'in babastnı çıkıyor sandım," denilebilir. Eğer hemze
üstün okunacak olursa, bu sefer anlarnı, “Ben, Zeyd'in çıkışını zannettim"
şeklinde olur ki, böyle bir mana imkânsızdır. Diğer taraftan Ebu Ubeyd'in
söylediğinin sağlıklı bir anlam ifade etmesi de sözkonusu değildir. O bakımdan
bu şekilde bir açıklama uzak bir ihtimaldir. Şu kadar var ki, olumsuzluk edatını zaid kabul etmesi hali
müstesnadır. Şanı yüce Allah'ın Kitabında yer alan bir harfin kabul edilmesi
gerekli bir yeli olmaksızın böyle gelişi
güzel açıklamaya konu edilmesi de mümkün değildir. Bunun anlamının;
"Çünkü onlar âciz bırakamazlar" şeklinde olması halinde kıraat uygun
ve güzel bir kıraat olur.
Mekkî der ki:
Kâfirlerin bizzat kendileri kurtuldular diye sanmasınlar. Çünkü onlar, asla
aciz bırakamazlar. Yani, kurtulamazlar, demektir. Buna göre; { Öt) başına
gelmesi gereken "lam" harfinin hazfı sebebiyle nasb mahallin-dedir.
Ya da ( ît) ile birlikte olması halinde "lam" harfi çokça
hazfedildiğinden dolayı amel ettiği kabul edilerek, cer mahallinde kabul edilir.
Böyle bir açıklama el-Halil ve el-Kisaî'den de rivayet edilmektedir.
Diğerleri ise, yeni
bir cümle başı ve öncekinden ayrı olarak; in hemzesini esreli olarak
okumuşlardır ki, tercih olunan da budur, çünkü hem bu okuyuşta te'kid anlamı
vardır, hem de cemaat (büyük çoğunluk) bu şekilde okumuştur, İbn Muhaysın'dan
"cim" harfi şeddeli ve "nun" harfi esreli olarak; Beni
hiçbir şekilde âciz bırakamazlar," şeklinde okuduğu da rivayet
edilmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu, iki bakımdan hatadır. Evvela, "Onu âciz
bıraktı," ifadesinin anlamı; onu ve işini zayıf düşürdü, şeklindedir
Diğeri ise, o takdirde burada tek "nun" değil, iki "nun"un
gelmesi gerekirdi. "Onu âciz bıraktı" fiili ise, önüne geçti ve
kedisine güç yetiremeyecek şekilde onu geride bıraktı, manasınadır.[199]
60. Siz de
onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar
hazırlayın ki, bununla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunlardan başka
sizlerin bilmeyip de Allah'ın bildiği diğerlerini korkutasınız. Allah yolunda
ne harcarsanız, size eksiksiz ödenir ve size asta zulmedilmez.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:[200]
Yüce Allah'ın:
"Sizde onlara karşı hazırlayın" buyruğu ile mü'minle-re takvaya
öncelik tanımayı te'kid ettikten sonra, düşmanlara karşı güç hazırlamayı
emretmektedir. Şüphesiz ki, yüce Allah dileseydi sözle, yüzlerine tükürmekle,
bir avuç toprakla -Rasülullah (sav)'ın yaptığı gibi- onları bozguna uğratırdı.
Ancak O, ezelî ilmi ve geçerli olan hükmü gereğince, insanların kinlisini
kimisi ile sınamak istemiştir.
Arkadaşın için hayır
türünden, düşmanın için de şer türünden her neyi hazırlarsan, işte o senin
hazırladığın şeyler arasında yer alır. İbn Abbas der ki: Buradaki
u'güç"ten kasıt, silah ve yaylardır. Müslim'in Sahih'inde de Ukbe b. Âmir1
den şöyle dediği nakledilmektedir: Rasülullah (sav)'ı minber üzerinde şöyle
buyururken dinledim: "Onlara gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın. Şunu
bilin ki kuvvet atmaktır, şunu bilin ki kuvvet atmaktır, şunu bilin ki kuvvet
atmaktır."[201]
îşte bu, Ebu Ali
Sumâme b. Şufeyy el-Hemedânrnin, Ukbe'den rivayet ettiği açık bir nastır. Onun
(Ebu Ali'nin) Sahih-i Müslim'de bundan başka bir rivayeti yoktur.
Atmaya dair yine
Ukbe'den bir başka hadis de şöyledir: Ukbe dedi ki: Rasûlullah (sav)'ı şöyle
buyururken dinledim: "Sizin tarafınızdan bir takım bölgelerin
fethedilmesi (ni Allah size) müyesser kılınacaktır. Allah size (ihtiyaçlarınızın
karşılanmasında) kâfi gelir. O bakımdan, sizden herhangi bir kimse okları ile
oyalanmaktan acze düşürmesin."[202] Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Kişinin kendisi ile oyalandığı herbir şey batıldır. Yayıyla ok atması,
atını eğitmesi ve hanımı ile oynaşması müstesna. Çünkü bunlar hak
cümlesindendir."[203]
Bunun anlamı doğrusunu
en İyi Allah bilir ya- şöyledir: Kişinin dünyada olsun, âhiretinde olsun
kendisine herhangi bir fayda sağlamayan kendisini oyalayan her birsey
batıldır, böyle bir şeyden yüzçevirmek daha uygundur. Bu üç hususla, kişi
hernekadar onlarla oyalanmak ve hoşça vakit geçirmek için uğraşırsa da
bunların faydalı olabilecek şeylerle İlişkileri dolayısıyla bunlar haktır.
Yayıyla ok atmak ve atını eğitmek, savaşa yardımcı olan hususlardandır.
Kişinin hanımı ile oynaşması ise Allah'ı tevhid edip Allah'a ibadet edecek bir
çocuğun doğmasına sebep teşkil edebilir. İşte bundan dolayı bu üç husus hak
şeyler arasında yer alır. Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesaî'nİn Sünen'lerinde de Ukbe
b. Âmir'den, Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu nakledilmektedir:
"Şüphesiz ki yüce Allah tek bir ok sebebiyle üç kişiyi cennetine koyar.
Onu yaparken hayrı Allah'tan uman ok yapıcısına, onu atana ve atılan oku
hedeften alıp getirene (ya da, atıcıya atmak üzere ok uzatana)."[204]
Ok atmanın fazileti
büyük, müslümanlara faydası pek çoktur. Kâfirlere karşı zararı da oldukça
ağırdır. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Ey İsma-iîoğullan ok atınız.
Çünkü şüphesiz atanız (İsmail -a.s-) ok atıcısı idi."[205]
Ata binmeyi ve
silahlan kullanmayı öğrenmek farz-ı kifayedir, farz-ı ayn olabileceği zamanlar
da olur.[206]
Yüce Allah'ın:
"Bağlanıp beslenen atlar" buyruğunu, el-Hasen, Amr b. Dinar ve Ebu
Havye "ve" ile "be" harflerini ötreli olarak;
şeklinde;
"Bağ" kelimesinin çoğulu olarak okumuşlardır. Ebu Hatim, İbn
Zeyd'din naklen der ki: Bağlanıp beslenen at, beş ve daha fazlası hakkında
kullanılır. Bunun çoğulu da; şeklinde gelir. Bağlanıp beslenen atlar demektir.
Bundan fiil ve mastar şeklinde gelir.
"İrtibat" da bu köktendir. İse, atların düşmana karşı gözetlemek
üzere hazır bulundurulmasıdır. Şair der ki:
"Yüce Allah
savaşta düşmanları için onların bağlanıp beslenmelerini emretti. Şüphesiz Allah
en hayırlı başarılar ihsan edendir."
Meklıûl b. Abdullah da
der ki:
"Sen, aail atları
bağlayıp beslemek, onları tutmak sebebiyle kınıyorsun Halbuki Allah, bunu
Peygamber Muhammed'e tavsiye etmiştir."
At beslemenin fazileti
büyük ve bu İşin şerefi de yüksektir. Urve el-Bâri-kînin cihad için hazırlanmış
yetmiş tane atı vardı. Bunların dişilerini (kısraklarını) beslemek ise
müstehaptır. Bunu İkrime ve bir topluluk ifade etmiştir. Doğrudur. Çünkü,
kısrağın karnı hazine, sırtı da kuvvettir. Hz. Cebrail'in atı da dişi idi.
Hadis imamları, Ebu Hureyre'den Rasûlullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
ederler: "At üç kişi içindir. Birisi İçin ecir, birisi İçin örtü ve birisi
için de vebal yüküdür. "[207]
Bu hadiste Hz.
Peygamber özel olarak erkek ya da dişiden söz etmemektedir. Bu atların daha
asil olanının ecri de daha büyük, faydası da daha çoktur. Rasûlullah (sav)'a
da: (Azad edilmek istenen) kölelerin hangileri daha faziletlidir diye sorunca,
Hz. Peygamber de: "Değerce daha pahalı, sahipleri nezdinde de daha nefis
kabul edilenleridir"[208] diye buyurmuştur,
Nesaî de Ebu Vehb
el-Cüşemî'den ki sahabedendir şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav)
buyurdu ki: "Peygamberlerin isimlerini isim olarak alınız. Aziz ve celil
olan Allah nezdinde isimlerin en sevileni ise Abdullah ile Abdurrahmandır.
Atlan bağlayıp besleyiniz, alınlarını ve sağrılarını sıvazlayınız. Onların
boyunlarına (nazara karşı) yay asmayınız. Rengi siyaha çalan kırmızı, alnında
beyazlık bulunan, ayaklan da beyaz olan yahut da kırmızı, alnında beyazlık ve
ayakları beyaz olan, ya da siyah, alnı beyaz ve ayakları beyaz at sahibi
olmaya bakın."[209]
Tirmizî'nm de Ebu
Katade'den rivayetine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Atların
hayırlıları siyah renkli, alnında az bir beyazlık, burnunda ve üst dudağında
da beyazlık bulunan, sonra alnında az beyazlık ve sağ ayağı müstesna diğer
ayaklarında beyazlık bulunan attır. Eğer siyah at olmazsa, hiç olmazsa bu
özellikte siyaha çalan kırmızı renkli at olsun."[210] Bunu Da-rimi de Ebu Katade'den rivayet
etmektedir. Buna göre bir adam Ey Allah'ın Rasûlü diye sormuş. Ben bir at atmak
istiyorum. Hangisini satın alayım. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Siyah
renkli, burnunda ye üst dudağında beyazlık buİunan, sağ ön ayağı beyaz
olmayıp, diğerleri beyaz olanını al. Yahut da bu özellikte siyaha çalan kırmızı
at al. Hem ganimet elde edersin, hem esenliğe kavuşursun."[211]
Hz. Peygamber, atın
sağ arka ayağı ile sol ön ayağında, yahut da sağ ön ayağı ile sol arka ayağında
beyazlığın bulunmasını mekruh görürdü. Bunu da Müslim Ebu Hureyre'den rivayet
etmiştir.[212] Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyn'in -Allah
ikisinden de razı olsun- üzerinde öldürüldüğü atın bu şekilde olduğu nakledilmektedir.[213]
Yüce Allah'ın:
"Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet... hazırlayın"
buyruğu yeterli idi. Neden özellikle (hadiste Hz. Peygamber) atıcılıktan
(Kur'an'da yüce Allah) attan bahsetmiştir? denilecek olursa, şöyle cevap
verilir: Çünkü at, savaşların esası, perçemlerine hayrın düğümlenmiş olduğu en
önemli silahıdır. Atlar en büyük güç, en sağlam hazırlık ve silahtır
süvarilerin kaleleridir. Onlar sırtında savaş alanında gidilip gelinir. Yüce
Allah şerefine işaret etmek üzere özel olarak onu zikretmiş, onun değerini
artırmak kastı ile de savaş alanlarında çıkarttığı toza yemin ederek:
"Harıl harıl koşan atlara" (el-Âdiyât, 100/1) diye buyurmuştur. Oklar
da savaş esnasında kullanılan en etkili araç, düşmana en ağır kayıplar
verdiren ve canları en çok çıkartabilen silahlar olduğundan dolayı, Rasûlullah
(sav)da özellikle ok atmaya dikkat çekmiş ve onların önemine işaret etmiştir.
Kur'an-ı Ke-rtm'de: "Cebraüe ve Mikaile..." (el-Bakara, 2/98) buyruğu
da (bu yönüyle) buna benzemektedir, bu kabilden buyruklar pek çoktur.[214]
Mezhebimize mensub
kimi İlim adamımız, bu âyet-i kerimeyi, at ve silahı vakfetmenin caiz oluşuna,
düşmanlara karşı bir hazırlık olmak üzere bunlar için gerekli barınak ve
görevlilerini edinmeye delil göstermişlerdir.
İlim adamları, at ve
deve gibi hayvanların vakfedilmesinin caiz olup olmadığı hususunda iki farklı
görüşe sahiptir. Bir görüşe göre caiz değildir, Ebu Hanif'e bu görüştedir. Bir
görüşe göre de sahihtir. Şafiî de bu görüştedir. Bu âyet-i kerime dolayısıyla
daha sahih olan görüş budur. Yine îbn Ömer'in, Allah yolunda bindiği at ile
Hz. Peygamber'in Halid'e dair söylediği: "Halid'e gelince; siz, Halid'e
zulmediyorsunuz. Çünkü 6, zırhlarını bütün savaş araç, gereçlerini ve
bineklerini Allah yolunda vakfetmiş bulunuyor"[215] hadisi dolayısıyla bunun caiz olacağını
kabul eden görüş daha doğrudur.
Diğer taraftan bir
kadının bir deveyi Allah yolunda vakfettiği, kocası da haccetmek isteyince,
Rasûlullah (sav)'a durumu sorunca, Hz. Peygamber'in: "O deveyi üzerinde
haccetmek üzere ona ver. Çünkü hac da Allah yolunda yapılan işlerdendir"
diye buyurması da[216] bunu göstermektedir. Çünkü bunlar, Allah'a
yakınlaştırıcı birer surette kendilerinden yararlanılan bir maldu. O bakımdan
diğer taşınmazlar gibi bunların da vakfedilmeleri caizdir. Es Süheylî, bu
âyet-i kerimeyi açıklarken Peygamber (sav)'ın atlarının ve savaş araçlarının
adlarım da zikretmektedir. Bunları öğrenmek isteyen onun; "İ’lam[217] adlı eserinde bunları bulabilir.[218]
"Bununla Allah'ın
düşmanı ve sizin düşmanınızı" yani, bu şekilde hazırlık yapmakla Allah'ın
düşmanlarını, sizin de yahudilerden, Kureyşlilerden, Arap kâfirlerinden
düşmanlarınızı "ve bunlardan başka" es-Süddî'nin açıklamasına göre
Fars ve Bizanslılardan "diğerlerini korkutasınız."
"Bunlardan
başka" buyruğu ile cinlerin kastedildiği de söylenmiştir. Taberî'nin
tercihi budur. Bundan kastın, düşmanlıkları bilinmeyen herkes olduğu da
söylenmiştir. es-Süheytî der ki: Bunların Kurayzahlar oldukları söylendiği
gibi, bunlar, cinlerdendir de denilmiştir. Başka şeyler de söylenmiştir.
Ancak, bunlar hakkında herhangi birşey söylemeye gerek yoktur. Çünkü yüce
Allah: "Ve bunlardan başka sizlerin bilmeyîp de Allah'ın bildiği"
diye buyurmaktadır. Nasıl herhangi bir kimse onları bildiğini iddia edebilir?
Böyle bir iddia, ancak bu hususta Rasûlullah (sav)'dan gelmiş bir hadise dayanılarak
yapılırsa doğru olur. Bu ayet hakkında, "bunlar cinlerdir" demek de
işte böyle bir İddiadır. Diğer taraftan Rasûlullah (.sav) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz içinde asil bir atın bulunduğu bir evde, şeytan herhangi bir kimsenin
aklını etkileyemez" diye buyurmuştur.[219]
Burada asîl at (atik)
denilmesi, asıl arap atının melez olmamasından dolayıdır. Bu hadis-i şerifi
el-Haris b. Ebi Usame, İbnu'I-Muleykî'den, o, babasından, o dedesinden, o da
Rasûlullah (sav)'dan senediyle rivayet etmiştir. Yine rivayet olunduğuna göre
cinler, içinde atın bulunduğu bir eve yaklaşa-mazlar ve atın kişnemesinden
ürküp kaçarlar.[220]
"Allah yolunda ne
harcarsanız" sadaka olarak ne verirseniz; kendinize yahut atlarınıza ne
harcarsanız diye de açıklanmıştır, "size eksiksiz ödenir" âhirette
bir iyilik on misliyle ve yediyüz katına kadar ve daha pekçok kat fazlası İle
mükâfat görecektir. "Ve size asla zulmedilmez."[221]
61. Onlar
barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş. Ve Allah'a güvenip dayan. Çünkü O, her
şeyi işitendir, bilendir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[222]
Yüce Allah:
"Onlar barışa yanaşırlarsa, sende ona yanaş" buyruğunda,
"ona" anlamındaki; de zamirin müennes gelmesi, "barış"
anlamındaki (. (JLJl) kelimesinin de müennes oluşundan dolayıdır. Buradaki
müennes-liğin "meyletmek işi" dolayısıyla sözkonusu olması da
mümkündür. ise, meyletmek demektir.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: Eğer onlar -yani, kendilerine antlaşma îanm bozduğunu
bildirdiğin kimseler- barışa meyledecek olurlarsa, sen de ona meylet.
"Biri diğerine meyletti," demektir. Kaburga kemikleri de bağırsaklar
üzerinde eğimli bir şekilde bulundukları için onlara; denilmesi de bundan dolayıdır. Develer
yürüyüş esnasında boyunları eğildiği vakit; denilir. Şair Zu'r-Rimme der ki:
"Deve üzerinde
ölecek oluraa canını diriltirim onun
Seni anmak suretiyle
ve o, kolaylıkla yürüyen beyaz develerin göğüsleri yere doğru eğilmişken."
Şair Nâbiğa da şöyle
demektedir:
"Ve iki ordu
karşılaştıkları vakitte onun ordusunun İlk galip geleceğine inandıkları halde
aşağı doğru meyledenler."
Şair burada
(.meyledenlerle) kuşları kastetmektedir. Gece bastırıp ayaklarını kazıklar gibi
yere doğru meylettirmeye başlaması halinde de, denilir.
ile aynı şey olup sulh, banş demektir. el-A'meş,
Ebu Bekr, İbn Muhaystn ve el-Mufaddal bu kelimeyi "sin" harfi esreli
olarak diye okumuşlardır. Bunun anlamı ile ilgili yeterli açıklamalar daha önce
el-Bakara Sûresi'nde (2/208. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Selam, barış
kelimesi, kökünden geliyor olabilir.
Cumhur "Sen de
yanaş" kelimesini "nün" harfi üstün olarak okumuşlar ve
Temimlilerin şivesi böyledir. el-Eşheb el-Ukayli ise bunu "nun"
harfini ötreli olarak okumuş olup Kayshlar böyle kullanırlar. İbn Cinnî der ki:
Bu söyleyiş kıyasa uygun olandır.[223]
Bu âyet-i kerimenin
nesh olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Katade ve tkrime der ki: Bu
âyet yüce Allah'ın: "Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz"
(et-Tevbe, 9/5) île; "Bütün müşriklerle savaşanız" (etTevbe,9/36)
âyetleri ile nesh edilmiştir. Katade ve İkrİme aynca derler ki: Be-rae
(et-Tevbe) Sûresi, "lâ ilahe İllallah" demedikçe müşriklerle yapılmış
her-türlü barış antlaşmasını nesh etmiştir. İbn Abbas der ki: Bu buyruk:
"Bu sebeple gevşeklik göstermeyin ve sizler üstün iken barışa
çağırmayın" (Muham-med, 47/35) âyeti ile nesh edilmiştir.
Ancak bunun mensuh
olmadığı da söylenmiştir. Aksine, yüce Allah bununla cizye alınabilecek
kimselerden cizyeyi kabul etmesini kastetmektedir. Rasûlullah (sav)'ın ashabı
da Ömer b. el-Hattab (r.a) döneminde de, ondan sonra gelen yöneticiler
döneminde de onlardan aldıkları cizye kargılığında arap olmayan birçok ülke
halkıyla barış antlaşması yapmış ve onları kendi hallerine bırakmışlardır, Oysa
onları toptan imha edebilecek güçleri de vardı. Aynı şekilde Rasûlullah (sav)
da çeşitli belde ahalileri ile ödeyecekleri bir mal mukabilinde barış
yapmıştır. Hayber bunlardandır. O, Hayberlileri mağlup ettikten sonra onları
Hayber'de çalışmak ve mahsullerinin yarısını ödemek üzere Hayber'de
bırakmıştır.
İbn İshak der ki:
Mücahid, bu âyet-i kerime ile Kurayzaoğulları kastedilmiştir der. Çünkü,
onlardan cizye kabul edilir. Müşriklerden ise herhangi birşey kabul edilmez.
es-Süddî ve İbn Zeyd de şöyle derler: Âyetin anlamı şöyledir: Eğer onlar seni
barış yapmaya çağıracak olurlarsa, onların bu isteklerini kabul et. Ve âyette
nesih sözkonusu değildir.
İbnü'l-Arabî der ki:
İşte bu durumda buna karşı verilecek olan cevap da farktı olur. Zaten yüce
Allah: "Bu sebeple gevşeklik göstermeyin. Sizler üstün iken barışa
çağırmayın. Allah sizinledir" (Muhammed, 47/35) diye buyurmaktadır.
Müslümanlar, eğer güç, kuvvet ve kendilerini savunacak duruma sahip olup
sayıca kalabalık ve çetin savaş gücüne sahip bulunuyorlarsa, barış sözkonusu
olmaz. Nitekim şair şöyle demektedir:
"Atlar
mızraklarla dürtülüp öldürülmedikçe, Kelleler de keskin kılıçlarla vurulmadıkça
barış olamaz."
Şayet barışta elde
edecekleri herhangi bir menfaat, yahut bertaraf edecekleri bir zarar
dolayısıyla müslümanların maslahatı varsa, müslümanların buna ihtiyaç
duymaları halinde, barış isteğinde öncelikle bulunmalarında da bir mahzur
yoktur. Nitekim Rasûlullah (.sav) daha sonra bozdukları bir takım şartlar
üzere Hayberlilerle barış yapmıştır. Onlar, şartlarını bozunca, barışları da
bozulmuş oldu. (Mahşîb. Amr) ed-Damrî, Düme'li Ukeydir (b,Abdul Melik) ve
Necranlılarla da barış yaptığı gibi, KureyşlÜerle de onlar antlaşmayı
bo-zuncaya kadar on yıllık bir süreyle bir ateşkes antlaşması yapmıştı. Halifeler
de, ashab-ı kiram da bizim açıkladığımız bu yolu izlemeye devam ettiler,
anlattığımız bu yollan füten uygulamaya koydular.
el-Kuşeyrî der ki:
Eğer güçlü olan taraf müslümanlar ise, yapılan ateşkes antlaşmasının bir seneyi
bulmaması gerekir. Şayet güçlü olan taraf kâfirler ise, o takdirde on yıllık bir
süreyle onlarla ateşkes antlaşması yapılabilir, daha fazlası caiz değildir.
Rasûlullah (sav) da Mekkelilerle on yıllık bir süreyle barış antlaşması
yapmıştı.
İbnü'l-Münzir der ki:
İlim adamları Rasûlullah (sav) ile Mekkelüer arasında Hudeybiye barışında
yapılan savaşmama süresi hususunda farkh görüşlere sahiptirler. Urve, bu süre
dört yıldı derken, İbn Cüreyc üç yıldı demektedir. İbn İslıâk ise on yıldı
der. Şafiî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Müşriklerle -Rasûlullah
(sav)'ın Hudeybiye yılında yaptığına banşa uygun olarak- on yıldan fazla
ateşkes antlaşması yapmak caiz değildir. Eğer, müşriklerle bundan fazla bir
süre barış antlaşması yapılacak olursa, bu antlaşma hükümsüzdür. Çünkü,
aslolan iman edinceye, ya da cizyeyi ödeyinceye kadar müşriklerle savaşmanın
farz olduğudur.
İbn Habib de Malik
(r.a)'dan şöyte dediğini nakletmektedir: Müşriklerle, bir yıllığına, iki
yıllığına, üç yıllığına ve belirli bir süre söz konusu olmaksızın ateşkes
antlaşmaları caizdir. el-Mühelleb der ki: Peygamber (sav)'ın zahiri itibariyle
müslümanların aleyhine bir gevşeklik arzeden bu antlaşmayı yapmasınm sebebi,
Mekke'ye doğru gitmek isterken, Rasûlullah (sav)'ın devesini yüce Allah'ın yol
almaktan alıkoyup çökmesinden dolayıdır. Nitekim Hz. Peygamber de Buharı'nin
el-Misver b. Mahreme yoluyla rivayet ettiği hadisine göre: "Fili
ilerlemekten alıkoyan bunu da alıkoydu"[224] diye buyurmuştur.
İmam, eğer bunu uygun
bir yol olarak görecek olursa, müşriklerle onlardan herhangi bir mal
alınmaksızın barış ve ateşkes antlaşmasının yapılacağına da delil teşkil
etmektedir. Müslümanların ihtiyaç duymaları halinde düşmana verecekleri bir mal
karşılığında barış akdi yapmak da caizdir. Çünkü Peygamber (sav), Uyeyne b.
Hısn el-Fezarî ve Haris b. Avf el-Murrî ile Ahzab (Hendek) günü onlara Medine
mahsullerinin üçte birini vermek karşılığında beraberlerinde bulunan
Gatafanlılarla çekilip Kureyşi yardımsız bırakmaları ve kavimlerini alarak geri
dönmelerini teklif etmişti. Hz. Peygamber bu sözleri onlara gönüllerini hoş
etmek ve konuyu düşünmeleri için söylemişti. Bu bir ahid değildi. Rasûlullah
(sav) bu ikisinin de böyle bir şeyi kabul eniklerini ve buna razı olduklarını
görünce, Sa'd b. Muaz ile Sa'd b. Uba-de ile danıştı, onlar: da Ey Allah'ın
Rasûlü dediler, bu senin arzuladığın ve senin için yapacağımız bir iş midir
yoksa Allah'ın sana emrettiği, bizim de dinleyip itaat etmemiz gereken bir
husus mudur, yoksa senin bizim lehimize yapmak istediğin bir iş midir? Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, ben bu işi sizin lehinize yapmak
istiyorum. Çünkü, araplar hepbirlikte size karşı söz-birliği halinde ve adeta
tek yaydan size ok atmaktadırlar." Bunun üzerine Sa'd b. Muaz ona şöyle
dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a yemin ederim, bizler de bunlar da şirk üzere
idik, putlara tapıyor, Allah'a ibadet etmiyor, O'nu tanımıyorduk. Fakat bir
gün olsun ya satın almak yahut da misafir olarak ağırlanmaları hali dışında,
bizden tek bir hurma elde edebilecekleri umuduna kapılmadılar. Şimdi Allah
bizi İslamla şereflendirmiş, ona iletmiş, seninle de bizi aziz kılmışken mi
onlara mallarımızı vereceğiz? Allah'a andolsun ki, Allah bizimle onlar arasında
hükmünü verinceye kadar kılıçtan başka onlara verecek birşeyimiz yoktur.
Rasûlullah (sav) bundan çok memnun oldu ve: "Madem böyle İstiyorsunuz,
böyle olsun" diye buyurdu. Uyeyne ile el-Haris'e de: "Haydi gidiniz,
bizim size kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yoktur" diye buyurdu. Sa'd
(antlaşmanın yazılacağı) sahifeyi aldı, üzerinde la ilahe illallah şehâdetinden
başka birşey yoktu ve bunu
[225]sildi.[226]
62. Eğer
seni aldatmak İsterlerse, muhakkak Allah sana yeter. O, seni yardımıyla ve
mü'minlerle destekleyendir;
63.Ve
gönüllerini kaynaştırandır. Sen, yeryüzünde olan herşeyi toptan harcasaydın
yine de kalplerini kaynaştıramazdın. Fakat Allah aralarını bulup kaynaştırdı.
Çünkü O, Azizdir, Hakimdir.
"Eğer seni"
sana barışa yanaşmak istediklerini izhar etmekle birlikte içlerinde ahdi
bozmak ve hainlik etmeyi de gizlemek suretiyle "aldatmak isterlerse"
yine de barışa meylet. Onların kötü niyetlerinin sana bir zararı olmaz. Çünkü,
"muhakkak Allah sana yeter." Yani O, sana onlara karşı yeterli
gelmeyi ve seni korumayı üzerine almıştır. Şair der ki:
"Savaş
başgösterince birlik dağılıp parçalanırsa Sana da Dahhâk'e de keskin bir Hint
kılıcı yeter."
"O seni
yardımıyla ve mü'minlerle destekleyendir." Yani, Bedir günü yardımıyla
seni güçlendirendir. en-Nu'man b. Beşir, "mü'minler" buyruğunun
Ensar hakkında indiğini ifade etmiştir. "Ve gönüllerini
kaynaştırandır" yani, Evs ve Hazreclilerin kalplerini bir araya
getirendir.
Araplar arasında İleri
derecede kabilecilik taassubuna rağmen kalplerin birbirlerine kaynaştırılması,
Peygamber (sav)'ın peygamberliğinin belgelerinden ve mucizelerindendi. Çünkü,
onlardan birisine bir tokat dahi vurulacak olsa, onun kısasını yapıncaya kadar
çarpışır dururlardı. Allah'ın yarattıkları arasında en ileri derecede taassuba
sahip kimselerdi. Allah iman ile kalplerini birbirine kaynaştırdı. Öyle ki,
kişi din sebebiyle babasıyla, kardeşiyle savaştı. Burada Muhacirlerle Ensar'ın
birbirine kaynaştırılmasının söylendiği de söylenmiştir. Her iki açıklamanın da
manası birbirine yakındır.[227]
64. Ey
Peygamber, sana da sana uyan mü'minlcre de Allah yeter.
Burada tekrar
yoktur, Çünkü bir önceki âyet-i kerimede: "Eğer seni aldatmak isterlerse
muhakkak Allah sana yeter" diye buyurulmuştur. Bu âyet-i kerimede ise,
özel olarak Allah'ın yettiği sözkonusu edilmektedir. "Ey Peygamber sana
da... Allah yeter" buyruğunda genellik kastedilmiştir. Her halükârda
Allah sana yeter, demektir.
İbn Abbas der ki: Bu
âyet-i kerime Ömer (r.a)'ın müslüman olması hakkında inmiştir. Peygamber (sav)
ile birlikte otuzüç erkek ve altı kadın İslama girmişti. Ömer (r.a) müslürnan
olmakla kırk kişi oldular, Âyet-i kerime Mekke'de inmiştir, Rasûlullalı
(sav)'ın emriyle Medine'de İnmiş bir sûrede yazılmıştır. Bu rivayeti
el-Kuşeyrî zikretmektedir.
Derim ki: İbn
Abbas'ın, Ömer (r.a)'ın müslüman oluşu ife ilgili olarak söyledikleri ile
Sîrette nakledilenler arasında fark vardır. Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediği
nakledilmektedir. Ömer müslüman oluncaya kadar Kâ'be'nin yakınında namaz
kılamıyorduk: Ömer İslâm'a girince, o da onunla birlikte biz de Kâ'be'nin
yakınında namaz kılıncaya kadar, Kureyşle çarpışıp durdu. Ömer'in İslâm'a
girişi ise, Rasûlullalı (sav)'ın ashabından bir grubun Habeşistan'a hicret
etmek üzere Mekke'den çıkışından sonra olmuştur. İbn İshâk der ki: Müslümanlar
arasından Habeşistan'a hicret edip oraya ulaşanların toplam sayısı -küçük
yaşta beraberlerinde aldıkları ve orada doğan çocukları müstesna- seksenüç
erkek idiler. -Ammar b. Yasir onlardan sayılırsa bu rakamı bulurlar. Çünkü onun
Habeşistan'a hicret edenler arasında olup olmadığı hususunda onun (İbn
İshak'ın) şüphesi vardır.
el-Kelbî de der ki:
Âyet-i kerime Bedir gazvesinde savaştan önce el-Beyda denilen yerde inmiştir.
Yüce Allah'ın:
"Sana da sana uyan mü'minlere de" buyruğu ile ilgili olarak şöyle
denilmiştir: Yani, Allah sana yeter. Ve aynı zamanda Muhacirlerle Ensar sana
yeter. Bir diğer görüşe göre mana şudur: Allah hem sana yeter, hem de sana
uyanlara yeter. Bu açıklamayı da eş-Şâbî ve İbn Zeyd yapmıştır. Birinci
açıklama el-Hasen'den nakledilmiştir, en-Nehhâs ve başkaları da bunu tercih
etmişlerdir. Buna göre "...onlar." Birinci görüşe göre yüce Allah'ın
ismine atfedilerek reP mahallindedir. Yani, Allah ve sana uyan mü'minler sana
yeter demektir.
İkinci görüşe göre ise
takdir vardır. (Yani, O sana uyanlara da yeter, anlamına gelecek şekilde
"yeter", kelimesini karşılayan bir takdire gidilir), Hz. Peygamber'in
şu ifadesi de buna benzemektedir: "Ona karşı Allah bana yeter ve
Kayleoğullarma da (Allah yeter)."
Şöyle de denilmiştir:
Buyruğun: "Sana uyan mü'minlere" gelince Allah onlara yeter şeklinde
de olabilir. Bu durumda "Allah onlara yeter" anlamındaki haber
takdir edilir. Diğer taraftan Vin nasb
mahallinde ve: "Allah sana da yeter, sana uyanlara da yeter" anlamında
olması da mümkündür.[228]
65- Ey
Peygamber, mü'nı inleri savaşa teşvik et. Sizden sabırlı yirmi kişî bulunursa
ikiyüz kişiye galip gelirler. Sizden yüz kişi olursa kâfirlerden bin kişiyi
mağlup eder. Çünkü onlar anlamaz bir topluluktur.
66. Şimdi
Allah, zaafınız olduğunu bildiğinden sizden (yükü) hafifletti. O halde, eğer
sizden sabırlı yüz kişi olursa, ikiyüz kişiyi ye-nerler. Eğer sizden bin kişi
olursa, Allah'ın izniyle ütibine galip gelirler. Allah sabredenlerle
beraberdir.
"Ey
Peygamber, mü'minleri savaşa teşvik et” buyruğunda; "Teşvik et, arzu
uyandır", anlamındadır. "İşi şevkle yaptı, devam etti" gibi aynı
anlamlan ifade eder.ise, helak olma kertesine gelmiş kişi demektir.
Nitekim yüce Allah:
"Sonunda eriyip gideceksin" (Yusuf, 12/85) yani, kederinden eriyip
gideceksin, böylelikle helak olmak noktasına gelecek ve sonunda helak
olanlardan olacaksın demektir.
"Sizden sabırlı
yirmi kişi bulunursa, İkiyüz kişiye galip gelirler." Lafız itibariyle
haber cümlesi olmakla birlikte muhtevası içerisinde şarta bağlı bir vaad
vardır. Çünkü buyruğun anlamı şudur: Eğer sizden sabırlı yirmi kişi sabredecek
olurlarsa, ikiyüz kişiye galip gelirler."Yirmi, otuz ve kırk"
sayılarının her birisi bu sayıları anlatmak üzere çoğul şeklinde kullanılmış
birer isimdirler. Bu isimlerin lıerbirisi (sonlarındaki çoğul takısı itibariyle),
"Filistin" kelimesi gibi kullanılırlar.
Denilse ki: Yirmi
kelimesinin İlk harfi esreli olmakla birlikte ondan sonra gelen; Otuz ve
seksene kadar olan ondalıklı sayıların ilk harfleri; Altmış müstesna niçin
üstün gelmiştir?
Sibeveyh'e göre bunun
cevabı şudur: Yirmi kelimesinin On
kelimesine göre konumu; İki kelimesinin Bir kelimesine göre olan konumuna benzer.
O bakımdan iki anlamına gelen kelimenin ilk harfinin esreli geldiği gibi
"yirmi" anlamındaki kelimenin ilk harfi de esreli gelmiştir. Buna
delil ise Arapların; Altmış, doksan
diyerek ilk harflerini esreli okumalarıdır. Nitekim bunların birerlileri olan Altı ve dokuz İsimleri de böyledir.
Ebû Dâvûd, İbn
Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yüce Allah'ın: "Sizden
sabırlı yirmi ki§i bulunursa İklyüz kişiye galip gelirler" âyeti nazil
olup, yüce Allah bir kişinin on kişiden kaçmamasını farz kılınca, mü'minlere bu
ağır geldi. Daha sonra, hafifletici buyruk gelerek: "Şimdi Allah...
sizden (yükü) hafifletti" buyurdu. (Hadisin ravilerinden) Ebu Tevbe,
"Sizden sabırlı yüz kişi otursa, ikiyüz kişiyi yenerler" buyruğuna
kadar okudu. Şanı yüce Allah, sayı bakımından hafifletince, onlardan
hafiflettiği kadarıyla da sabırdan azalttı.[229]
İbnü'l-Arabî der ki:
Bazıları bu husus Bedir günü olmuştu ve neshedildi, derler. Ancak bu görüşü
söylemek hatalıdır. Hiç bir zaman müşriklerin bu kadar kat kar fazlasıyla müslümanlara
karşı saf tuttuklarına dair bir nakil gelmiş değildir, Ancak, yüce Allah
önceleri bunu onlara farz kıldı ve bu farz kılışı da siz ne için
çarpıştığınızın farkındasınız. Bu ise sevap ve mükâfaattır. Onlar ise ne için
çarpıştıkları m bilmiyorlar, gerekçesine bağlamıştır.
Derim ki: tbn Abbas'ın
naklettiği hadis-i şerif de önce bunun farz olduğuna delildir. Sonra bu onlara
ağır gelince, farz, bir kişinin iki kişiye karşı sebat göstermesi noktasına
indirildi. Allah onların yüklerini hafifletti ve yüz kişinin ikiyüz kişiden
kaçmaması hükmünü farz kıldı. Bu görüşe göre buyrukta nesh değil, hafifletme
vardır; bu açıklama da güzel bir açıklamadır. Kadı İbnü't-Tayyib de, eğer
hükmün bir kısmı yahut niteliklerinin bir kısmı nesh edilecek yahut da sayısı
değiştirilecek olursa, onun nesh olduğunu söylemek caizdir, demektedir. Çünkü,
ikinci durum birincisinin aynısı değildir, ondan başkasıdır. Bu hususta bir
takım görüş ayrılıklarını da zikretmiştir.[230]
67.
Yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması hiçbir
peygambere yaraşmaz. Sizler geçici dünya malını arzu ediyorsunuz. Halbuki
Allah âhiretî ister. Allah Azizdir, Ha kîmdir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:[231]
"Esirler"
kelimesi "esîr" kelimesinin çoğuludur. Yine esîri'n çoğulu olarak
"usârâ" ve "esârâ" da kullanılır. Ancak bu son şekil o
kadar iyi bir kullanım değildir. Araplar "isâr" diye bilinen deriden
kesilmiş iplerle esiri bağlarlardı. O bakımdan bir kimse isârâ bağlanmayacak
olsa dahi alınıp yakalanan herkese esîr denilmiştir. El A'şâ der ki:.
"Şiir, beytine
öyle bağladı ki beni
Yükün önündeki ve
terkiye binen kadının tuttuğu îsar ile bağlayanların eşeği(n yükünü) bağladığı
gibi."
Bu beyit ve buna dair
açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/85. âyet, 1. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır.
Ebu Amr b. el-Alâ der
ki: "Esra: esirler" yakalayanlar yanında zincire vurulmamış,
bağlanmamış kimselerdir. Usârâ ise bağlanmış kimselerdir. Ebu Hatim de bu
açıklamayı Araplardan işittiğini nakletmektedir.[232]
Bu âyet-i kerime yüce
Allah tarafından Peygamber (sav)'ın ashabına serzenişte bulunmak üzere Bedir
günü indirilmiştir. Âyetin manası şudur: Kâfirler öldürülüp de iyice zayıf
düşürülmeksizin Peygamber'in esir almasına sebeb olan böyle bir davranışa
girmemeniz gerekirdi. Yüce Allah'ın: "Sizler geçici dünya malını arzu
ediyorsunuz" buyruğu onların durumunu haber vermektedir. Peygamber (sav)
İse savaş esnasında savaşçıların hayatta bırakılmasını emretmediği gibi, dünya
malını hiçbir şekilde de arzu etmedi. Bunu ancak savaşa fiilen katılanlann
çoğunluğu yapmıştı. O halde azarlama ve sitem Peygamber (sav')'a fidyenin
alınması görüşünü açıklayanlar sebebiyle yöneltilmişti. Müiessirlerin çoğunun
görüşü budur ve başka görüşler de doğru değildir. Âyet-i kerimede Peygamber
(sav)'in sözkonusu edilmesi ise, savaş meydanında bulunduğu gölgelikte esir
almayı gördüğünde yasaklama-yışından dolayıdır. Çünkü, Sa'd b. Muâz, Ömer b.
el-Hattab ve Abdullah b. Revâha esir almaktan hoşlanmamalardı. Ancak Peygamber
(sav)'in ani bir durumla karşılaşması ve zaferin gerçekleşmesi ile uğraşması
dolayısıyla esir alınanların hayatta bırakılmasını yasaklamamıştı. İşte bundan
dolayı bu âyet-i kerime İndiği sırada o ve Ebu Bekir ağlamışlardı. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır. Müslim'de yer alan ve baştaraflan Âl-i İmran Sûresi'nde
(3/123-125. âyetler 1. başlıkta) geçen Ömer b. el-Hattab'ın rivayet ettiği
hadisin geri kalan bölümlerinde şöyle denilmektedir: Ebu Zümeyl dedi ki: İbn
Abbas dedi ki: Esirleri alıp bağladıklannda Rasûlullah (sav), Ebu Bekir ve
Ömer'e: "Bu esirler hakkındaki görüşünüz nedir?" diye sordu. Hz. Ebu
Bekir: Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Bunlar amca çocuklarımız, aşiretimizin çocuklarıdjr.
Onlardan fidye almanı uygun görüyorum. Bu bizim için kâfirlere karşı da bir
güç sebebi olur. Urau-lurki Allah onları İslama hidayet eder. Bunun üzerine
Rasûlullah (sav): "Ey Hat-tab'ın oğlu senin görüşün nedir?" diye
sorunca, ben, (Ömer b. el-Hattab) dedim ki: Allah'a yemin ederim ki hayır, ben
Ebu Bekir'in görüşünde değilim. Ben, bize boyunlarını vurma imkânını vermen
görüşündeyim, Ali'ye imkân ver Akil'in boynunu vursun. Bana da imkân ver
filanın -Ömer'in bir akrabasının adını vererek boynunu vurayım. Şüphesiz bunlar
kâfirlerin önderleri ve elebaşlandır, Rasûlullah (sav) Ebu Bekir'in dediğini
beğendi, benim dediğimi uygun görmedi. Ertesi gün geldiğimde Rasûlullah (sav)
İle Ebu Bekir oturmuş ağlıyorlardı. Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Bana bildir sen
ve arkadaşın ne diye ağlıyorsunuz? Eğer ben de ağlıya bil irs em ağlarım.
Ağlayamayacak olursam, siz ağladığınız için ağlar gibi yaparım. Bunun üzerine
Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Senin arkadaşların bana bunlardan fidye
almayı teklif ettikleri için ağlıyorum. Bana bunların azapları şu ağaçtan daha
yakın bir yerde gösterildi," Hz. Peygamber bu sırada kendisine yakın bir
ağacı kastetmişti. Aziz ve celil olan Allah da: "Yeryüzünde çokça savaşıp
zaferler kazanınca-ya kadar esirler alması hiç bir peygambere yaraşmaz"
buyruğundan itibaren: "Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve hoş
yiyin" buyruğuna kadar olan bölümleri indirdi ve böylelikle ganimetleri
onlara helal kıldı.[233]
Yezid b. Harun
rivayetle dedi ki: Bize Yahya haber verdi, dedi ki: Bize Ebu Muaviye,
el-A'meş'ten anlattı. O, Amr b. Murre'den, o, Ebu Ubeyde'den, o, Abdullah'tan
dedi ki: Bedir günü esirler getirildiğinde aralarında Hz. Abbas da vardı,
Rasûlullah (sav): "Bu esirler hakkındaki görüşünüz nedir?" diye
sordu. Ebu Bekir şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, bunlar senin kavmin, senin akrabalarındır.
Onları hayatta tut. Olur ki Allah onlara tevbe etmeyi müyesser kılar. Ömer
şöyle dedi: Bunlar seni yalanladı. Seni (yurdundan) çıkardı. Seninle
çarpıştılar. Onları önüne kat ve boyunlarını vur. Abdullah b. Revâha da şöyle
dedi: Odunu bol bir vadi bul ve onlar içindeyken onu ateşe ver.
Uz.. Abbas bunları
işitiyordu. Şöyle dedi: Sen akrabalık bağını kopardın. Derken, Rasûlulîah (sav)
onlara hiçbir cevap vermeden içeri girdi. Bazıları Ebu Bekr (r.a)'ın görüşünü
kabul edecek derken, bazıları da Ömer'in dediğini kabul edecek dedi, başkaları
da Abdullah b. Revâha'nın dediğini kabul edecek dedi,
Rasûlulîah (sav)
dışarı çıktı ve şöyle buyurdu: "Allah bir takım kimselerin kalplerini
kendi rızası İçin sütten daha yumuşak oluncaya kadar yumuşatır. Yine kendi
rızası için bir takım kimselerin kalplerini taştan daha katı olacak kadar
katılaştınr. Senin örneğin Ey Ebu Bekir: "Kim bana uyarsa, şüphesiz ki o
bendendir. Kim de bana karşı gelirse şüphesiz ki Sen çok bağışlayansın,
Rahimsin" (İbrahim, 14/36) diyen ibrahim'e benzersin. Yine, Ey Ebu Bekir
sen: "Şayet onları azab edersen, şüphesiz ki onlar Senin kullarındır.
Eğer onlara mağfiret buyurursan, şüphesiz ki Sen Azizsin, Hakimsin"
(el-Maide, 5/118) diyen İsa'ya benzersin. Sen de Ey Ömer: "Rabbim, yeryüzünde
kâfirlerden dönüp dolaşacak kimse bırakma" (Nuh, 71/26) diyen Nuh'a
benzersin. Yine, Ey Ömer sen, "Rabbimiz, mallarını yok et. Kalplerini
şiddetle mühürle ve sık. Çünkü onlar, o can yakıcı azabı görünceye kadar iman
etmeyeceklerdir" (Yunus, 10/88) diyen Musa'ya benzersin. Siz, maddi
bakımdan ihtiyaç içerisindesiniz. O bakımdan hiçbir kimse fidye ödemeden
kurtulamayacaktır, yahut da boynu vurulacaktır. Bunun üzerine Abdullah (b.
Mes'ud) dedi ki: Süheyl b. Beydâ müstesna olsun. Çünkü ben onun İslamdan söz
ettiğini işitmiştim. Bunun üzerine Rasûlulîah (sav) ses çıkarmadı. (Abdullah
b. Mes'ud) dedi ki: O gün, semadan üzerime taş düşeceğinden korktuğum kadar
başka birgün korkmuş değilim. Şanı yüce Allah da: "Yer yüzünde çokça
savaşıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması hiçbir peygambere
yaraşmaz" buyruğundan itibaren sonraki iki âyetin sonuna kadar olan
bölümü indirdi.[234]
Bir rivayette de
Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Hattab'ın oğluna muhalefet ettiğimiz
için nerdeyse bize azap isabet edecekti. Ve eğer azap inmiş olsaydı, Ömer
müstesna hiç kimse kurtulamayacaktı."<2)
Ebû Dâvûd da Hz.
Ömer'in şöyle dediğini rivayet eder: Bedir günü -Ra-sûiullah (sav)'ı
kastederek- fidye alınca, yüce Allah da: "Yeryüzünde çokça savaşıp
zaferler kazanıncaya kadar esirler alması hiçbir peygambere yaraşmaz...
aldığınıza -yani fidyeye- karşılık herhalde size büyük bir azap dokunacaktı''
buyruğuna kadar olan bölümleri indirdi. Daha sonra da ganimetleri helal kıldı.[235]
el-Kuşeyrî'nin
naklettiğine göre Sa'd b. Muâz şöyle demiş; Ey Allah'ın Ra-sûlü, bu, bizim
müşriklerle ilk savaşımızda1. O bakımdan onları alabildiğine öldürmenizi ben
daha çok arzu ederdim.
Âyet-i kerimede işaret
olunan Mücâhid ve başkaları tarafından
çok kişinin öldürülmesi diye açıklanmıştır. Yani, müşrikleri öldürmekte İleri
gitmek demektir. Araplar da bir kimse herhangi bir işte aşırıya kaçacak olursa;
"Filan kişi bu işte aşırıya gitti, mübalağa gösterdi," denilir.
Kimisi de bunu onlan kahredip onlardan çok kişi öldürmedikçe... diye de
açıklamıştır. el-Mufaddal da şöyle bir beyit nakleder:
"Kuşluk namazını
kılar, fakat ömrü bili ah ibadet etmez; Küfrü itibariyle Firavun'ım küfrünü de
aşımş, geride bırakmıştır."
"(Mealde:) çokça
savaşıp zaferler kazamncaya kadar" onlara karşı imkân elde edinceye
kadar, diye de açıklanmıştır. Bunun, güç kuvvet sahibi oluncaya kadar,
anlamına geldiği de söylenmiştir.
Şanı yüce Allah,
Bedir'de fidye karşılığında kurtulan esirlerin öldürülmelerinin, onlardan
fidye almaktan daha uygun olduğunu bildirmektedir. İbn Abbas (r.a) der ki: Bu,
Bedir günü olmuştu ve o günde müslümanlar sayıca azdı. Müslümanlar sayıca
çoğalıp güçleri artınca, aziz ve celil olan Allah, bundan sonra esirler
hakkında: "Sonra ya (onları) karşılıksız serbest bırakın, yahut fidye
(alın)" (Muhammed, 47/4) buyruğunu indirdi. İleride yüce Allah'ın izniyle
Kıtal (Muhammed) Sûresi'nde açıklaması gelecektir.
Şöyle de denilmiştir:
Bunlara sitem edilmesinin sebebi, Bedir olayının Ku-reyş'in elebaşları, eşraf),
ileri gelenleri ve malları hakkında öldürmek, esir almak ve mülk edinmek
şeklindeki tasarruflann oldukça büyük ve önemli oluşundan dolayıdır. Bütün
bunlar gerçekten büyük bir öneme sahipti. O bakımdan onların vahyi
beklemeleri, acele etmemeleri uygun düşerdi. Acele edip beklemedikleri için
onlara yöneltilen sitemler yöneltildi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[236]
Taberî ve başkaları
senedini kaydederek Rasûlullah (savVin ashab-ı kirama: "Dilerseniz
esirlerin fidyesini alırsınız, buna karşılık onların sayısı olan yetmiş kişi de
sizden savaşta öldürülür, dilerseniz de onlar öldürülür ve siz de esenliğe
kavuşursunuz" dediği, onların da: Fidye alalım, bizden de yetmiş kişi
şehid olsun dediklerini bildirmektedir. Abd b. Humeyd de senedini kaydederek,
Hz. Cebrail'in Peygamber (sav)'a insanları bu şekilde muhayyer bırakması emri
ile vahiy indirdiğini nakletmektedir. Buna dair açıklamalar, Âl-i İmran
Sûresi'nde (3/165. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Abîde es-Selmânî der
ki: Onlar, her iki hususta da hayırlı olanı istediler ve Ulıud günü onlardan
yetmiş kişi öldürüldü. Ancak burada açıklanması gereken bir husus ortaya
çıkmaktadır ki, o da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir:[237]
Eğer: Onlar bu şekilde
muhayyer bırakılmışsa nasıl olur da yüce Allah'ın: "Herhalde büyük bir
azap dokunacaktı" diye azarda bulunuldu? denilecek olursa, şöyle cevap
verilir: Azar, önce onların fidye almaktaki hırsları dolayısıyla yapıldı.
Bundan sonra ise, muhayyer bırakıldılar. Buna delil teşkil eden hususlardan
birisi de şudur: Rasûlullah (sav) Ukbe b. Ebi Muayt'ın öldürülmesini
emredince, el-Mikdad: O benim esirimdir Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Mus'ab b.
Umeyr de kardeşini esir alan kişiye: Onu sıkı tut. Çünkü onun zengin bir
annesi vardır, demişti. Buna benzer başlarından geçen birtakım olaylar ve
fidye almaya dair tutkunluklarını ifade eden başka hususlar da vardı. Esirler
ele geçirilip Medine'ye götürülüp Rasûlullah (sav); Nadr, Ukbe ve diğerlerine
ölüm cezasını uygulayıp diğer esirler hakkında ise ashabın görüşlerini
isteyince, yüce Allah da onlan muhayyer bırakan hükmünü indirdi. îş-te o vakit
Rasûlullah (sav) ashabı ile istişare etti. Hz. Ömer, Öldürülmeleri şeklindeki
ilk görüşünde ısrar etti, Ebu Bekir (r.a) da fidye olarak alınacak mallarla
müslümaniarın güçlenmesinde maslahat olduğu görüşünü ortaya koydu. Rasûlullah
(sav) da Ebu Bekir'in görüşüne meyletti. Her iki görüş de muhayyer
bırakıldıktan sonraki bir içtihaddır. İşte bundan sonra da onlara ağır gelecek
herhangi bir hüküm inmemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[238]
İbn Vehb dedi ki:
Malik dedi ki: Bedir'de müşrik esirler alınmıştı. İşte bundan dolayı yüce
Allah; "Yeryüzünde çok savaşıp zaferler, kazaıuncaya kadar esirler alması
hiçbir Peygambere yaraşmaz" buyruğunu indirdi. O gün alınan bu esirler
müşrik idiler, fidye verip geri döndüler. Eğer müslüman olsalardı, Medine'de
kalır ve geri dönmezlerdi. Onlardan öldürülenlerin sayısı kırkdört idi. Bir o
kadar da onlardan esir alınmıştı, Şehidlerin sayısı ise azdı.
el-Amr b, el-Alâ der
ki: Öldürülenler yetmiş kişi idiler. Esir alınanlar da o kadardı. İbn Abbas,
Îbnü'l-Müseyyeb ve başkalan da böyle demişlerdir. Müslim'in Sahih'inde de
belirtildiği gibi sahih olan da budur. O gün müslüman-lar yetmiş kişi öldürmüş
ve yetmiş kişi de esir almışlardı.[239]
el-Beyhakî'nin
naklettiğine göre şöyle demişlerdi: Başlarında Rasûlullah (sav)'m azadlısı
Şükran bulunduğu halde esirler getirildi. İsmen sayıları bilinenler kırk dokuz
kişidir. Aslında ise yetmiş kişidirler. Bu hususta görüş birliği vardır ve
bunda bir şüphe yoktur.
İbnü'l-Arabî der ki:
Malik'in "müşrik idiler" demesi, müfessirlerin Hz. Abbas'in
Peygamber (sav)'a, Ben müslümanun dediğini rivayet etmelerinden ötürüdür. Bir
rivayette de esirler, Peygamber (sav)'a biz sana iman ettik, demişlerdir. İşte
Malik bütün bunları zayıf bir görüş olarak kabul etmekte ve bu görüşü çürütmek
için onların Mekke'ye geri dönüşlerini delil göstermektedir. Buna ayrıca
onlann Uhud gazvesinde bulunduklarını da ilave edelim.
Ebu Ömer b.
Abdi'1-Berr der ki: Hz. Abbas'ın İslama girdiği vakit hususunda (ilim
adamları) farklı görüşlere sahiptirler. Onun, Bedir gününden önce İslama
girdiği söylenmiştir. Bundan dolayı Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim
Abbas'ı görecek olursa onu öldürmesin. Çünkü o istemeyerek savaşa çıkartılmıştır."
İbn Abbas'tan rivayete göre de Rasûlullah (sav) Bedir günü şöyle buyurmuştu:
"Şüphesiz Haşimoğullanndan ve diğerlerinden bir takım kimseler bizimle
savaşmaya ihtiyaçları olmaksızın, istemeyerek (müşriklerle birlikte) savaşa
çıkartıldılar. Sizden her kim Haşimoğullanndan herhangi bir kimse ile
karşılaşacak olursa onu öldürmesin. Kim Ebu'l-Bahterî ile karşılaşırsa onu
öldürmesin, kim Abbas ile karşılaşırsa onu öldürmesin. Çünkü Abbas istemeyerek
ordu ile birlikte çıkartılmıştır" deyip hadisin geri kalan bölümünü
zikretmektedir. Hz. Abbas'ın Bedir günü esir alındığı vakit İslama girdiği de
söylenmiştir, Hayber günü İslama girdiği de bildirilmiştir. Hz. Abbas
Rasûlullah (sav)'a müşriklere dair haberleri yazılı olarak bildirir ve hicret
etmeyi arzu ederdi. Rasûlullah (sav) da kendisine: "Sen Mekke'de kalmaya
devam et. Senin orada kalman bizim için daha faydalıdır" diye yazdığı da
[240]nakledilmektedir.[241]
68. Eğer
Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aktığınıza karşılık herhalde size büyük
bir azap dokunacaktı.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[242]
"Eğer
Allah'ın" herhangi bir kavmi, kendilerine sakınacakları şeyleri
açıklamadıkça azap etmeyeceği hususuna dair "geçmiş bir yazısı olmasaydı..."
Bu buyrukta sözü geçen
"Allah'ın geçmiş yazısı" hakkında insanlar farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. Bunların en sahih olanı, ganimetlerin helal kılınacağına dair
geçmiş hüküm, şeklindeki görüştür. Çünkü ganimetler bizden öncekilere haram
kılınmıştı. Bedir gününde ise, savaşa katılanlar ganimet toplamakta acele
davrandılar. Bunun üzerine yüce Allah da: "Eğer Allah'ın"
ganimetleri helal kılmaya dair "geçmiş bir yazısı olmasaydı..."
buyruğunu indirdi.
Ebü Dâvûd et-Tayalİsî,
Müsned'inde şu rivayeti kaydetmektedir: Bize, Sel-lâm, el-A'meş'ten anlattı, o,
Ebu Salih'ten, o, Ebu Hureyre'den dedi ki: Bedir gününde (savaşa katılan}
insanlar ganimet elde etmekte ellerini çabuk tuttular ve ganimeti ele
geçirdiler. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Şüphesiz
ganimetler sizden başka başıkara hiçbir kimseye (insana) helal değildi."
(Sizden önce) bir peygamber ve ashabı her hangi bir ganimet ele geçirecek
olurlarsa, onu bir araya toplarlar ve semâdan bir ateş iner, onu yakardı.
Bunun üzerine yüce Allah (bu ümmete): "Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı
olmasaydı" buyruğundan itibaren iki âyetin sonuna kadar olan bölümünü
indirdi.[243] Bu hadisi Tirmizî de rivayet etmiş olup
hasen, sahih bir hadistir demiştir.[244]
Mücahid ve el-Hasen de
bu şekilde açıklamışlardır. Yine onlardan gelen rivayette Mücahid ve el-Hasen
ile Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: Burada sözü geçen "geçmiş
yazı", yüce Allah'ın, Bedir'e katılanların geçmiş ve gelecek günahlarını
bağışlamış olmasıdır.
Bir başka kesim de
şöyle demektedir: "Geçmiş yazı"dan kasıt, şant yüce Allah'ın, muayyen
olarak bu günahlarını affetmesidir. Ancak bunun genel kapsamlı olması daha
sahihtir. Çünkü Rasûlullah (sav) Bedîr'c katılanlar hakkında söylediği:
"Yüce Allah'ın Bedir ehline muttali olarak: Dilediğinizi yapınız. Ben size
bağışladım demediğini ne biliyorsun?" buyruğu bunu gerektirmektedir. Bu
hadisi de Müslim rivayet etmiştir.[245]
"Geçmiş yazı'nın,
yüce Allah'ın, Muhammed (sav) aralarında bulunduğu sürece onlara azab
etmeyeceği hükmü olduğu da söylendiği gibi bunun, kastı olarak işlemedikçe bîr
kimsenin bilmeksizin işlediği bir günah dolayısıyla ona azab etmemesi olduğu
da söylenmiştir. Bir diğer kesim de şöyle demektedir: Geçmiş yazıdan kasıt,
yüce Allah'ın, büyük günahlardan sakınılması suretiyle küçük günahları
sileceğine dair hükmüdür.
Taberî de bütün bu
hususların âyetin lafzının kapsamı içerisinde olup lafzın bunların hepsini
kapsadığı görüşünü benimsemiş ve herhangi bir hususun bu buyrukta
kastedildiğini tayin etme yoluna gitmemiştir.[246]
İbnü'l-Arabî der ki:
Bu âyet-i kerimede şuna delil vardır: Eğer bu, yüce Allah'ın ilminde kendisi
İçin helal olan bir şeyin haram olduğuna inanıp o işi yapacak otursa, ondan
dolayı bir ceza sözkonusu değildir. Mesela oruçlu bir kimse, bugün benim sefere
çıkacağım gündür. O halde şimdiden orucumu açayım. Yahut da kadın, bugün ben ay
hali olacağım, şimdiden oruç açayım deyip bu şekilde oruçlarını açacak
olurlarsa ve gerçekten de oruç açmayı gerekli kılan yolculuk ve ay hali vukua
gelirse, Malikî mezhebinde meşhur olan görüşe göre bundan dolayı keffaret
gerekir. Şafiî de bu görüştedir. Ebu Ha-nife ise buna keffaret yoktur, der.
Mezhebimizdeki diğer rivayet de budur.
Birinci rivayetin
açıklaması şöyledir: Oruç açmayı mubah kılan hususun ortaya çıkması, çiğnenmesi
haram olan bir hususun cezasına mazeret teşkil etmez. Tıpkı bir kimsenin önce
bir kadın ile zina etmesi, sonra da o kadını nikahlaması gibidir. İkinci
rivayet de şöyle açıklanır: O günün (oruç tutmanın bozulması şeklindeki) hurumiyeti
yüce Allah nezdinde sözkonusu değildir. Dolayısıyla bu (zahiri) hurumiyetin
çiğnenmesi, yüce Allah'ın ilminde öyle bir hurumiyetinin olmaması haline
rastgelmiştir. Bu da bir kimse; bu senin hanımındır denilerek, kendisi kendi
hanımı olduğuna inanmamakla birlikte bu kadın ile ilişki kuracak olursa, onun
gerçekten onun hanımı olduğunu anlaması haline benzer. Daha sahih olan görüş de
budur.
Birinci gerekçe ise,
böyle bir hüküm vermeyi gerektirmez. Çünkü şanı yüce Allah'ın ilmi ile bizim
ilmimiz o hususun haramlığı hakkında uyum halindedir. Diğer meselede ise,
bizim ilmimiz İle Allah'ın ilmi farklı farklıdır. O bakımdan hükme esas yüce
Allah'ın İlmidir. Nitekim: "Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı,
aldığınıza karşılık herhalde size büyük bir azap dokunacaktı" diye
buyurmaktadır.[247]
69.
Artık
elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş yiyin ve Allah'tan korkun. Şüphesiz ki
Allah günahları bağışlayandır, çokça rahmet edendir.
Bu buyruğun zahiri,
ganimetin tamamının ganimeti ele geçirenlere ait olmasını ve onların ganimette
eşit şekilde ortak olmalarım gerektirmektedir. Ancak, yüce Allah'ın:
"Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri
Allah'a... aittir" (el-Enfal, 8/41) âyet-i kerimesi, ganimetin beşte birini
ayırıp sözü geçen yerlere harcamanın vücubunu açıklamaktadır. Bu hususa dair
yeterli açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.[248]
70. Ey
Peygamber, elinizdeki esirlere de ki "Eğer Allah'ın ilmine göre
kalplerinizde bir hayır varsa O, size, sizden alınandan daha hayırlısını verir
ve sizi bağışlar. Allah günahları bağışlayandır. Çokça rahmet edendir."
71. Şayet
sana hainlik etmek isterlerse, onlar zaten daha evvel Allah'a hainlik
etmişlerdi de O da bundan ötürü onlara karşı (sana) İmkân vermişti. Allah çok
iyi bilendir, hikmet sahibidir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[249]
Yüce Allah'ın:
"Ey Peygamber, elinizdeki esirlere de ki:..." buyruğun-daki
hitabının, Peygamber fsav)'a ve ashabına olduğu söylendiği gibi, yalnızca
Peygambere olduğu da söylenmiştir.
İbn Abbas (r.a) dedi
ki: Bu âyet-i kerimede sözü geçen esirler, Abbas ve arkadaştandır. Peygamber
(sav)'a: Biz senin getirdiğine iman ettik. Senin, Allah'ın Rasûlü olduğuna da
şahidlik ediyoruz. Andolsun ki, kavmine karşt senin lehine samimi
davranacağız, demişlerdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.
Böyle bir iddianın
tutarsızlığına dair İmam Malik'in görüşü önceden geçmiş bulunmaktadır. Ebû
Davud'un Musannef inde İbn Abbas (r.a)'dan rivayete göre, Peygamber (sav)
Bedir günü cahiliye mensubu insanların fidyesini dörtyüz (dirhem) olarak
tesbit etrnişti.[250]
İbn İshak'dan:
Kureyşliler Rasûlullah (say)'a esirlerinin fidye karşılığı serbest bırakılması
için haber gönderdi. O gün herbir esiri akrabaları onların (müslümanların razı)
olacakları bir fidye karşılığında serbest bıraktı, Hz. Abbas, Ey Allah'ın
Rasûlü ben müslumandım, dedi. Rasûlullah (sav) da şöyle buyurdu: "Senin
müslüman olup olmadığını en iyi bilen Allah'tır. Eğer dediğin gibi ise, Allah
bunun karşılığını sana verecektir. Ancak, zahiren senin durumunda görülen,
bizim aleyhimize olduğundur. Haydi kendinin ve iki kardeşinin oğullan Nevfel b.
el-Haris b. Abdulmuttalib ile Akil b. Ebi Talib'in ve senin antlaşmalm olan
Haris b. Fihroğullanna mensub Utbe b. Amr'ın da fidyelerini öde." Hz.
Abbas, Ey Allah'ın Rasûlü bende bu kadar fidye ödeyecek para yok deyince,
şöyle buyurdu; "Um el-Fadl ile birlikte gömüp sakladığın mal nerede? Sen
ona şöyle demiştin: Eğer bu yolculuğumda bana bir-şey olursa, işte bu mal
çocuklarım Fadl'a, Abdullah'a ve Kusem'e kalsın, demiştin." Hz. Abbas, Ey
Allah'ın Rasûlü, gerçekten ben, senin Allah'ın Rasûlü olduğunu biliyorum.
Şüphesiz ki bu, benden ve Um el-Fadl'dan başka kimsenin bilmediği bir husustur.
Haydi Ey Allah'ın Rasûlü, beraberinde bulunan ve ganimet olarak benden
aldığınız yirmi Ukiyelik malımdan bunu düş deyince, Rasûlullah (sav) şöyle
buyurdu: "Hayır o, Allah'ın senden bize vermiş olduğu bir şeydir."
Bunun üzerine Hz. Abbas fidye ödeyerek kendisini, iki yeğenini ve
antlaşmalısını kurtardı. Yüce Allah da onun hakkında: "Ey Peygamber,
elinizdeki esirlere de ki..." âyetini indirdi. İbn İslıak (devamla) der
ki: Esirler arasında fidyesi en çok olan kişi Abdulmuttalib'in oğlu Abbas'dı.
Çünkü varlıklı bir kimse idi. O, kendisini yüz Ukiyye altın fidye vererek
kurtarmıştı.[251]Buhârî'de de şöyle
denilmektedir: Musa b. Ukbe dedi ki: İbn Şihab dedi ki: Bana Enes b. Malik'in
anlattığına göre, Ensardan bir takım kimseler Rasûlullah (sav)'dan izin alarak
şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasûlü bize izin ver de ki2 kardeşimizin oğlu
Abbas'ın fidyesini almayalım. Hz. Peygamber: "Hayır, Allah'a yemin ederim
bir dirhem dahi bırakmayacaksınız" diye buyurdu.[252]
en-Nekkâş ve
başkalarının naklettiklerine göre, Bedir esirlerinden herbiri-sintn fidyesi
kırk Ukiyye idi. Ancak Abbas müstesna. Çünkü Peygamber (sav) şöyle buyurmuştu:
" Abbas'tan fidyeyi iki kat alınız." Aynca, iki yeğeni Akil b, Ebi
Talİb ile Nevfel b. el-Haris'in fidyelerini ödemekle de mükellef tutmuştu, o da
bu iki kişi adına seksen Ukiyye, kendisi adına da seksen Ukiyye ödemiş, ayrıca
savaş esnasında da ondan yirmi Ukiyye ganimet alınmıştı. Bunun böyle olmasının
sebebine gelince; O, Bedir'e katılan savaşçıların yemeğini karşılamayı taahhüd
eden on kişiden birisi idi. Bedir günü yemek yedirme sırası kendisine
gelmişti. Yemek yedirmeden önce taraflar savaşa tutuştu, beraberinde yirmi
Ukiyye kalmış, savaş sırasında da bu miktar ondan ganimet olarak alınmıştı.
Böylelikle o gün Hz. Abbas'tan toplam yüzseksen Ukiyye alınmış oldu. Bunun
üzerine Hz. Abbas Peygamber (sav)'a şöyle demişti: Andolsun ki, sen beni öyle
bir halde bıraktın ki hayatım boyunca Kureyşlilere el açıp dileneceğim. Bunun
üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Hanımın Um el-Fadl'ın yanında
bıraktığın altınlar nerede?" Hz. Abbas: Ne altınından söz ediyorsun deyince,
Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Sen hanımına şöyle demiştin: Bu seferimde
başıma ne geleceğini bilemiyorum. Şayet başıma birşey gelirse bu altınlar
senin ve çocuklannın olsun, demiştin." Hz. Abbas: Kardeşimin oğlu, bunu
sana kim haber verdi deyince, Hz. Peygamber (sav): "Bana Allah haber verdi"
diye buyurdu. Hz. Abbas bu sefer şöyle dedi: Şahadet ederim ki sen doğru
söylüyorsun. Ben, ancak bugün senin Allah'ın Rasûlü olduğunu öğrendim. Ve
bildim ki, bu gibi şeyleri ancak gizlilikleri bilen kimse sana bildirebilir. Şahadet
ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve sen O'nun kulu ve Rasûlüsün. O'nun
dışındakilerin hepsini inkâr ediyorum. Hz. Abbas, yeğenlerine de emir verdi,,
onlar da müsiüman oldular. Yüce Allah: "Ey Peygamber, elinizdeki esirlere
de ki..." âyetini indirdi. Hz. Abbas'ı esir alan kişi Seiimeoğullanndan
Ebu'l-Yesel Kâ'b b. Amr idi. Ebu'l-Yesâr kısa boylu, Hz. Abbas ise uzun boylu
ve iri yan idi. Peygamber (sav) Hz. Abbas'ı esir olarak getirince ona:
"Andolsun ona karşı sana bir melek yardımcı olmuştur" diye buyurdu.[253]
"Eğer Allah'ın
ilmine göre kalplerinizde bir hayır" yani, İslâm varsa, "O sizden
alınandan" yani verdiğiniz fidyeden "daha hayırlısını size
verir." Bu verilecek daha hayırlı şeyin dünyada verileceği söylendiği
gibi, âhirette verileceği de söylenmiştir.
Müslim'in Sahih'indeki
rivayete göre Peygamber (say)'a Bahreyn'den bir miktar mal gelince, Hz. Abbas
ona şöyle demişti: Ben (Bedir'de) hem kendimin hem de Akil'in fidyesini
verdim. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) Ona: "Al" diye buyurdu. O da
elbisesini açtı ve taşıyabileceği kadarını aldı.[254]Hadis
kısaca böyledir. Sahih'in dışındaki kaynaklarda da şöyle denilmektedir: Bunun
üzerine Hz. Abbas Ona: Bu, vaktiyle benden alınandan daha hayırlıdır. Ayrıca
ben, Allah'ın bana mağfiret edeceğini de umuyorum. Hz. Abbas dedi ki: Bana
Zemzem kuyusunu verdi. Buna karşılık bütün Mekke'lilerin malı benim olsun
istemem.
Taberî de Hz. Abbas'a
varan senediyle, onun şöyle dediğini nakleder: Rasûlullah (sav)'a müslüman
olduğumu bildirip fidyemin ödenmesinden önce benden ganimet olarak alınan yirmi
Ukiyye'yi hesabımdan düşmesini isteyip de o: "Hayır o, ganimettir" deyip
kabul etmemesi üzerine bu âyet-i kerime benim hakkımda nazil oldu. O yirmi
Ukiyye yerine, yüce Allah bana, hepsi de benim malımla ticaret yapan yirmi
köle ihsan
[255]etti.[256]
Ebû Davud'un
Musannef'inde Âişe (r.a)'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Mekkeliler
esirlerini fidye karşılığı kurtarmak üzere mal gönderince, Zey-neb de (esir
düşen kocası) Ebu'l-Âs'ın fidyesi olmak üzere bir miktar mal göndermişti. Bu
mal arasında Hadice'ye ait ve kızı Zeyneb'i Ebul-Âs'a gelin olarak gönderince
ona hediye etmiş olduğu bir gerdanlığı da göndermişti. Rasûlullah (sav) bu
gerdanlığı görünce oldukça duygulandı ve şöyle buyurdu: "Eğer uygun
görürseniz Zeyneb'in esirini serbest bırakınız ve gönderdiği bu malını da ona geri
veriniz." Onlar da; Peki dediler. Peygamber (sav) da Ebu'l-Âs'dan
kendisine gelmek üzere kızı Zeyneb'i serbest bırakmasına dair söz armıştı.
Rasûlullah (sav) Zeyd b. Harise ile Ensardan bir kişiyi göndermiş ve:
"Zeyneb yanınıza gelinceye kadar siz de (Mekke yakınlarındaki) Ye'cec
vadisinde bulununuz. Onu alıp buraya getiriniz."[257]
İbn İshak dedi ki:
Bu, Bediiden bir ay sonra olmuştu. Abdullah b. Ebi Bekr dedi ki: Bana
Rasûlullah (sav)'ın kızı Zeyneb'den nakledildiğine göre o şöyle demiş: Ebu'l-Âs
Mekke'ye gelince bana, hazırlan babanın yanına git, dedi. Bunun üzerine ben de
hazırlığımı yapmak üzere çıktım. Utbe kızı Hind karşıma çıktı bana:
Muhammed'in kızı dedi. Senin babana gitmek istediğine dair bir haber ulaştı
bana sahi mi? Ben ona: Öyle bir isteğim yok dedim. O: Öyle olsun amca kızı.
Böyle birşey yapma. Ben, varlıklı bir kadınım. Senin gerek duyacağın mallarım
var. Eğer istediğin herhangi bir mal varsa, onu sana satarım. Yahut da herhangi
bir harcamaya ihtiyacın varsa sana borç verebilirim. Zaten erkekler arasına
giren şeyler kadınlar arasında görülmemelidir, dedi. Hz. Zeyneb dedi ki:
Allah'a yemin ederim, görüşüme göre o bu sözlerini ancak gereğini yapmak
kastıyla söylemişti. O bakımdan, ben de ondan korktum ve niyetimi gizleyerek:
Hayır böyle birşey de istemiyorum, dedim.
Nihayet Zeyneb
Cr.anha) hazırlıklarını bitirince, bineğine bindi ve kayınpederi Kinane b.
er-Rabî, gündüzün onun devesini çekerek yola koyuldu. Mek-keliler bunu haber
aldılar. Hebbar b. el-Esved ile Fihroğullarından Nafv b. Ab-dulkays onu takibe
çıktılar. Hz. Zeyneb'in yanına ilk yaklaşan kişi Hebbar oldu. Hebbar,
mızrağıyla hevdecinde bulunan Hz. Zeyneb'i korkuttu.
Kinane b. er-Rabi' diz
çöktü ve okların» saçarak yayını alıp: Allah'a yemin ederim ki, bana kim
yaklaşırsa ona bir ok saplayacağım dedi. Bu sefer Ebu Süfyan, Kureyşlilerin
ileri gelenleri ile birlikte yanına gelip şöyle dedi: Be adam, bize ok atmaktan
vazgeç ki, seninle konuşabilelim. Ebu Süfyan, yanına gelip durdu ve şöyle
dedi: Sen kötü bir şey yapmış değilsin. Fakat herkesin gözü önünde bu kadını
alıp çıktın. Bedir'de başımıza gelen musibeti biliyorsun. Bu sefer Araplar
senin herkesin gözü önünde aramızdan o adamın kızını alıp çıktığın için bizim
zaafa düştüğümüzü, gevşediğimizi söyleyip duracaklar. O bakımdan sen bu kadını
geri getir, birkaç gün onunla beraber Mekke'de kal. Sonra da geceleyin
kimsenin farketmeyeceği bir şekilde gizlice onu al ve babasına gönder. Yemin
olsun ki, onun babasının yanına gitmemesine bizim ihtiyacımız yok. Fakat şu
anda da başımıza gelen bu musibetten dolayı bu yolla intikam almak istiyor
değiliz.
Kinane, Ebu Süfyan'ın
dediğini yaptı. İki veya üç gün geçtikten sonra, gizlice Hz. Zeyneb'i
Mekke'nin dışına çıkardı. Hz. Zeyneb de Rasûlullah (say)'ın yanına vardı.
Naklettiklerine göre, Hz. Zeyneb, Hebbar b. Um Dirhem kendisini korkutunca,
dehşetinden dolayı karnındaki yavrusunu düşürmüştü.[258]
İbnü'l-Arabî der ki: Müşriklerden bazı
kimseler esir alınınca, onların bir kısmı İslam olduklarını söylediler, ancak
bu konuda herhangi bir kararlılık da ortaya koymadıkları gibi, İslâm'ı kabul
ettiklerini kafi bir şekilde de itiraf etmemişlerdi. Muhtemeldir ki onlar bu
davranışlarıyla müslümanlara yaklaşmak, müşriklerden de uzaklaşmamak
istemişlerdi. Bizim (Maliki mezhebine mensub) ilim adamlarımız derler ki:
Kâfir, kalbinde ve dilinde imanı zikretmekle birlikte bu hususta azimli
olduğunu ortaya koymayacak olursa mü'min olmaz. Ancak, benzeri bir durum
mü'minden görülecek olursa, mü'min kâfir olur. Kişinin önlemeye gücü bulunmayan
vesvese türünden olan şeyler müstesnadır. Çünkü Allah, böyle bir vesveseyi
affetmiş ve onu hükümsüz bırakmıştır. Yüce Allah da Rasûlüne (Bedir
esirlerinin) gerçek yüzlerini beyan ederek: "Şayet sana hainlik etmek
İsterlerse..." diye buyurmuştur. Yani, eğer onlar müslüman olduklarına
dair bu sözleriyle sana hainlik etmek ve seni aldatmak istemişlerse "onlar
zaten daha evvel" küfürleri, sana tuzak kurmaları ve seninle savaşmalan
suretiyle, "Allah'a hainlik etmişlerdi." Şayet onlar bu sözlerini
hayır yapmak (iman etmek) suretiyle söylemişlerse, Allah bunu biliyor ve
onların bu hayırlarını kabul edecektir. Onlardan alınandan daha hayırlısını
kendilerine verecektir ve bundan önceki küfürlerini, hainliklerini ve
hilelerini de onlara bağışlıyacaktır.
":
Hainlik"in çoğulu şeklinde gelir. Ancak, bunun; şeklinde çoğul yapılması
gerekirdi. Çünkü bu kelime, aslen "vav"lıdır. Şu kadar var ki, onlar
bu kelime ile ": Kötü maksat" kelimesinin çoğulu arasında fark
gözetmek istediklerinden böyle demişlerdir. Ayrıca ": Hain"
kelimesinin çoğulu;) şekillerinde gelir.[259]
72. İman
edip hicret eden, Allah yolunda mallan ve canlarıyla ci-had edenlerle (onları)
barındırıp yardım edenler, işte onlar birbirlerinin velileridirler. İman edip
de hicret etmeyenler ise, hicret edene kadar sizin onlarla hiçbir velayetiniz
yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım İsterlerse, size yardım etmek
düşer. Ancak sizinle aralarında muahede bulunan bir kavme kar-şı değil. Allah
yaptıklarınızı görendir.
73- Kâflr
olanlar da birbirinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir
fitne ve büyük hu* fesad olur.
74. İman
edip de hicret edenler ve Allah yolunda clhad edenlerle barındırıp yardım
edenler, işte gerçek mü'min olanlar bunlardır. Onlar için mağfiret ve bitmez
tükenmez bir rızık vardır.
75.
Sonraları iman ve hicret edip de sizinle beraber cihad edenlere gelince, onlar
da sizdendir. Akrabalar, Allah'ın Kitabınca birbirlerine daha yakındırlar.
Şüphesiz Allah herşeyi hakkıyla bilendir.
Bu buyruklara dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:[260]
Yüce Allah: 'İman edip
hicret eden..." buyruğu ile sûreyi veli edinme (dost edinmeTyi söz konusu
ederek sona erdirmektedir ki, herbir kesim, yardımını isteyeceği velisinin kim
olduğunu bilsin diye.
Hicret ve cihadın
sözlük ve terim anlamlarına dair açıklamalar daha Önceden (el-Bakara,
2/217-218. âyetler, 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Barındırıp
yardım edenler* buyruğu da bir Öncekine atfedilmiştir. Bunlar ise hicret
edenlerden önce (Medine'yi) yurt edinen ve iman eden Peygamber (sav)'ın ve
Muhacirlerin kendilerine katıldığı Ensar'dır.
"İşte onlar"
anlamındaki buyruk, mübtedâ olarak merfu'dur. "Birbirlerinin" anlamındaki
buyruk da İkinci mübtedadır, "velileridirler" ise, onun haberidir. Bu
buyrukların tümü (yani, işte onlardan itibaren) de; "( ol ): Muhakkak
ki"nin haberidirler.
İbn Âbbas;
"Birbirlerinin velileridirler* buyruğunu mirasta birbirlerinin velîleridirler,
diye açıklamıştır. Önceleri lıicret sebebiyle birbirlerine mirasçı olurlardı.
İman edip hicret etmeyen kimse hicret edene mirasçı olamıyordu. Yüce Allah
bunu: "Akrabalar Allah'ın Kitabınca birbirlerine daha yakındırlar"
buyruğu ile nesh etti. Bunu Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.[261]Böylelikle
miras mü'minler arasından akraba olanlara verilmiş oldu. İki ayrı din mensubu
ise birbirinden herhangi bir miras alamazlar. Daha sonra da Hz. Peygamberin bundan
önce miras âyetlerine dair açıklamalarda geçtiği üzere: "Farz hisseleri sahiplerine
veriniz" diye buyurdu.[262]
Burada nesh olmadığı bunun, yardımcı olmak ve destek vermek manasına olduğu da
söylenmiştir. Nitekim daha önce, en-Nisa Sûresi'nde (4/11-14. âyetler, 6.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"İman edip
de" anlamındaki buyruk mübtedâdır. "... sizin onlarla hiçbir
velayetiniz yoktur" ise onun haberidir. Yahya b. Ves-sâb, el-A'meş ve
Hamza, "vav" harfini esreli olarak; Onlarla velayet..."
şeklinde okumuştur. Bunun bir söyleyiş olduğu söylendiği gibi, bir şeye yakın
ve bitişik olmak anlamına gelen; 'den geldiği de söylenmiştir. Mesela ":
Velayeti (dostluğu ve yakınlığı) apaçık bir dost" denilir. Ancak burada
"velayet" kelimesinde "vav" harfinin üstün olması daha
açık ve daha güzeldir. Çünkü buradaki anlamı yardımcı olmak ve neseb bağı ile
bağlanmak şeklindedir. Aynı şekilde "vilâyet ve velayet", emirlik,
yöneticilik anlamına da kullanılır.[263]
"Eğer onlar din
hususunda sizden yardım isterlerse..." buyruğu ile yüce Allah şunu kastetmektedir:
Eğer daru'l harpte kalıp hicret etmeyen bu mü'minler kendilerini kurtarmanız
için asker, yahut malî bakımdan yardımcı olmak üzere çağrıda bulunacak
olurlarsa, siz de onlara yardımcı olunuz. Bu sizin için bir farzdır, onlan
yardımsız bırakmamalısınız. Ancak, onlar sizden, sizinle kendileri arasında
antlaşma bulunan kâfir bir kavim aleyhine yardım isteyecek olurlarsa, o
kâfirlere karşı onlara yardımcı olmayın ve süresi bitinceye kadar da antlaşmayı
bozmayın.
İbnü'l-Arabî der ki:
Ancak, o sizden yardım isteyen mü'minler esir ve mus-taz'af kimselerse,
şüphesiz ki onlarla dostluk hâlâ dimdik ayaktadır, onlara yardımcı olmak
vacibtir. Eğer gücümüz buna yeterli ise onları kurtarmak maksadıyla cihada
çıkmadık kırpan tek bir gözümüz kalmayıncaya, yahut da hiçbir kimsenin elinde
tek bir dirhem kalmamacasına onları esaretten kurtarmak için bütün malımızı
harcayıncaya kadar onlara yardımcı olmamız vaciptir, onlar ile aramızdaki
dostluk bağı dimdik ayaktadır. Malik de, bütün ilim adamları da böyle derler.
Ellerinde hazinelerle servet bulunmakla, ihtiyaç fazlası mallan olmakla,
güçleri, sayılan, kudretleri ve savaşma güçleri yeterli olmakla birlikte,
kardeşlerini düşmanlarının esaretinde bırakmalarından ötürü, insanların karşı
karşıya bulundukları bu musibetler dolayısıyla inna lillah ve innâ ileyhi
raciun'dan başka birşey diyemiyoruz.
ez-Zeccâc der ki:
" Size yardım etmek düşer" buyruğunun "ra" harfini yardıma
teşvik (iğra) manası vermek üzere nasb ile okunması da mümkündür.[264]
Yüce Allah:
"Kâfir olanlar da birbirlerinin dostudur" buyruğu ile kâfirlerle
mü'minler arasındaki dostluk (velayet) bağını kopararak mü'minleri
birbirlerinin velileri, kâfirleri de birbirlerinin velileri olarak tesbit
etmiştir. Bunlar, dinleri gereği birbirlerine yardımcı olurlar ve akidelerine
uygun olarak ilişkilere girerler.
Müslüman bir erkek
kardeşi bulunan kâfir bir kadın hakkında ilim adamlarımız şöyle demişlerdir:
Böyle bir erkek bu kâfir kızkardeşini başkasıyla evlendirmez. Çünkü aralarında
velayet bağı yoktur. Q kızı onun dinine mensub olanlar evlendirir. Tıpkı
müslüman bir kadını nasıl müslüman bir yakını ev-lendirebiliyorsa, kâfir bir
kadını da ancak ona yakın kâfir bir erkek yahut bir papaz -evlendireceği kişi
müslüman olsa dahi- evlendirebilir. Ancak bu kadın azad edilmiş bir cariye ise
bundan müstesnadır. Eğer azad edilmemiş olan kâfir kadın müslüman birisi
tarafından evlendirilmiş ise, bu akdi feshedilir. Hi-ristiyan yapmış ise ona
dokunulmaz. Ancak, Esbağ hayır, müslümanın akdi daha evlâ ve daha üstün
olduğundan dolayı feshedilmez, dernektedir.[265]
"Eğer siz bunu
yapmazsanız..." buyruğundaki zamir, mirasçılığa ve bu husustaki kaidelere
bağlılığa aittir. Yani eğer önceden miras aldıkları gibi bu şekilde
birbirlerine miras almalarına imkân vermeyecek olursanız... demektir. Bu
açıklama İbn Zeyd'e aittir. Zamirin karşılıklı yardımlaşma, destek verme,
dayanışma ve elbirlik olmaya ait olduğu da söylenmiştir.
İbn Cüreyc ve
başkaları derler ki: İşte bu yapılmayacak olursa, pek yakında bundan dolayı
bir fitne başgösterir. O halde bu, birincisinden daha kesin ve pekiştirilmiş
bir ifadedir. Tirmizî de Abdullah b. Müslim b. Hürmüz'den, o, Ubeyd'in
oğulları Muhammed ve Sa'd'dan, onlar, Ebu Hatim el-Muzenî'den şöyle dediğini
nakletmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki; "Dinine bağlılığını ve
ahlâkını beğendiğiniz bir kimse size (kızınıza talib olarak) gelecek olursa,
ona nikahlayınız. Böyle yapmayacak olursanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük
bir fesat başgösterir." Ey Allah'ın Rasûlü, ya onda (bazı kusurlar)
bulunursa? Hz. Peygamber: "Dinine bağlılığını ve ahlakını beğeneceğiniz
bir kimse size gelecek olursa, ona nikahlayınız" diye üç defa tekrarladı.
Tirmizî: Bu garip bir hadistir, dedi.[266]
Zamirin, yüce
Allah'ın: "Ancak sizinle aralarında muahede bulunan bir kavme karşı
değil" buyruğunun ihtiva ettiği ahid ve antlaşmaları korumaya ait olduğu
da söylenmiştir. İşte böyle bir şey yapılmayacak olursa, bu fitnenin tâ
kendisidir. Zamirin, din hususunda müslumanlara yardımcı olmaya ait olduğu da
söylenmiştir. Bu da bu husustaki ikinci görüşle aynı anlama gelir.
îbn İshak der ki: Yüce
Allah, Muhacirlerle Ensarı yalnızca onları din hususunda birbirlerine veli
(yardımcı ve destek) olmaya ehil kimseler olarak tayin etmiş, kâfirleri de
birbirlerinin velileri olarak tesbit etmiştir. Daha sonra yüce Allah:
"Eğer siz bunu yapmazsanız" diye buyurmaktadır ki bu da, mü'minleri
bir kenara bırakarak kâfiri veli edinmesiyle olur. "Yeryüzünde bir fitne"
yani, savaş sebebiyle mihnete duçar olmak; onunla birlikte ortaya çıkan talan,
sürgün ve esaretler başgösterir "ve büyük bir fesat olur." Büyük
fesat ise şirkin ortaya çıkması, üstün gelmesidir.
el-Kisaî der ki: Yüce
Allah'ın: ". Bir fitne...olur" buyruğunun sizin bu yaptığınız o
vakit bir fitne ve büyük bir fesat olur, anlamında nasb ile gelmesi de
mümkündür.
"İşte gerçek
nıü'minler olanlar bunlardır" buyruğundaki ": Gerçek" kelimesi
mastardır. Yani işte onlar hicret ve yardımcı olmak suretiyle imanlarını
gerçekleştirmiş kimselerdir. Allah da: "Onlar için mağfiret ve bitmez
tükenmez bir rtzık vardır." Yani cennette çok büyük bir mükâfat vardır;
müjdesi ile onların imanlarının gerçek olduğunu, gerçekten bir imana sahib olduklarını
ifade buyurmaktadır.[267]
"Sonraları İman
ve hicret edip de..." buyruğu ile Hudeybiye'den ve Rıdvan bey'atinden
sonra iman edip hicret edenleri kastetmektedir. Çünkü bu tarihten sonra yapılan
hicret, ilk hicretten rütbe itibariyle daha aşağıdadır. İkinci hicret ise,
hakkında barışın bulunduğu, artık savaş ağırlıklarının bırakıldığı, yaklaşık
iki yıl kadar devam eden bir süredir. Bundan sonra ise Mekke fethedilmiştir.
Bundan dolayı Hz. Peygamber: "Fetih'den sonra hicret yoktur"[268]
diye buyurmuştur.
(Yüce Allah)
böylelikle daha sonraları iman edip hicret edenlerin de onlara katılmış
olacaklannı beyan etmektedir. "Sizdendir" de, yardımlaşmak ve veli
olmak bakımından sizin gibidirler, demektir.[269]
":
Akrabalar" anlamındaki buyruk mübtedadır. Rahim, akrabalık bağı
müennestir. Çoğulu şeklinde gelir.
Burada kastedilenler, erkeğin ölene akrabalık nisbetinde araya kadın girmeyen
kişi demek olan babası, oğullan, babası dolayısıyla akrabaları gibi
(akrabaların kastedildiği) asabelerdir.[270]Burada
geçen "rahim" kalimesiyle asabenin kastedildiğini açıklayan
hususlardan birisi de arapların ": Seni akrabalık bağı bağladı,"
ifadelerinde anne vasıtasıyla akrabalığı kast etmemeleridir. en-Nadr b.
el-Haris'în kızkardeşi -ki, İbn Hİşam böyle demiştir.- es Süheylî ise der ki:
Doğrusu, bunun Nadr'ın kızkardeşi değil, kızı olduğudur. ed-Delâü'de de böyle
zikredilmektedir. Peygamber (savyin onun babasını Safra denilen yerde
öl-dürtmesi üzerine yazdığı mersiyesinde şunları söylemektedir:
"Ey deve binicisi, şüphesiz ki Üseyl
denilen yere Başarılı olasın dilerim- beşinci günün sabahında varacağımızı
zannederim.[271]
"Ey kavmi
arasında en hayırlı ve şerefli akraba olan
Ve şeref ve kereminde
köklü olan Muhammed,
Eğer karşılıksız s
alıver şeydin bir zararın olmazdı.
Kişi bazan öfke ve
kinine rağmen serbest bırakabilir lutf ile
Şayet fidye kabul
etseydin, elbette fidyesini verirdim
Fidye olarak verilen
ve harcanan en değerli şeyleri vererek
Nadr, senin esir
aldığın akrabaların en yakınıdır.
Eğer azad sözkonuau
olsaydı, azadı en çok hak edendi.
Fakat babalarının
çocuklarının kılıçları üzerine inip kalkıyordu
İşte orada parçalanan
Allah'ın takdir ettiği rahim (asabe akrabalıkları) vardı
Elleri bağlı yorgun
bir şekilde ölüme sürükleniyordu
Zincire vurulmuş bir
esir olarak bağlanmış kişinin yürüyüşüyle."[272]
Selef de onlardan
sonra gelenler de Zevi'l-Erhâm diye bilinen Allah'ın Kitabında paylan
bulunmayıp asabe de olmayan ölünün akrabalarının miras-çtlıklan hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Bunlar da kız çocukların çocukları, kız
kardeşlerin çocukları, erkek kardeşin kızları, hala, teyze, babanın anne bir
kardeşi olan amca, baba tarafından anne bir dede, anne anne ve bunlar
vasıtasıyla akrabalar Zevi'l-Erhâm'dırlar.
Kimileri
Zevi'l-Erhâm'dan farz (belli) hissesi bulunmayan kimse mirasçı olamaz
demektedir. Bu görüş, Ebu Bekr es-Sıddik, Zeyd b. Sabit ve İbn Ömer'den rivayet
edilmiştir. Hz. Ali'den gelen bir rivayet de böyledir. Medînelilerin görüşü de
budur. Bu, Mekhul ve el-Evzaî'den de rivayet edilmiş olup, Şafiî -Allah ondan
razı olsun- de böyle demiştir.
Buna karşılık Ömer b.
el-Hattab, İbn Mes'ud, Muâz, Ebu'd-Derdâ, Âişe ve bir rivayete göre de Hz. Ali,
mirasçı olacaklarını söylemişlerdir. Kûfelilerin, Ahmed ve îshâk'ın görüşü de
budur. Bunlar, âyet-i kerimeyi delil göstererek şöyle derler: Zevil-Erham
denilen bu akrabalarda biri akrabalık, diğeri de müslümanlık olmak üzere iki
sebep toplanmış bulunmaktadır. Dolayısıyla bunlar, mirasçıhğın sebeplerinden
birisi olan İslâmın dışında bir sebebi bulunmayanlara göre önceliklidirler.
Birincilerin buna
cevabı şöyledir: Bu âyet-i kerime mücmel ve toplayıcı bir âyet-i kerimedir.
Yakın ya da uzak olsun, her bir akraba bu ayetin zahirinden anlaşılmaktadır.
Mirasa dair âyet-i kerimeler ise müfessirdir. Müfessir (açıklayıcı) olan âyet-i
kerimeler ise mücmel ve mübeyyen hakkında hüküm verirler. Derler ki: Peygamber
(sav) velayı mirasçı olmanın sabit bir sebebi kabul etmiş ve mevlayı (bir
kimseyi kölelikten azad edeni) bu hususta ase-be gibi değerlendirerek:
"Velâ azad eden kimseye aittir"[273]diye
buyurmuş, veiâ hakkının satılmasını hibe yoluyla bağışlanmasını da
yasaklamıştır.
Diğerleri ise Ebû
Dâvûd ve Dârakutnî'nin el-Mikdâm'dan yaptıkları şu rivayeti delil gösterirler
Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Kim bakıma muhtaç birisini
terkedecek olursa, o(nun bakımı) bana aittir. -Bazan da: Allah'a ve Rasûlüne
aittir diye buyurmuştur-, kim de bir mal bırakacak olursa, o da mirasçılarına
aittir. Ben, mirasçısı olmayanın mirasçısıyım. Onun yerine diyet öderim, onun
mirasını alırım. Dayı da mirasçı olmayanın mirasçısıdır, onun yerine diyet öder
ve ona mirasçı olur."[274]
Dârakutnî de Tavus'dan
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Âişe (r.anhâ) dedi ki: "Allah, mevlâsı
olmayanın mevtastdır. Dayı da mirasçı olmayanın mi-rasçısıdır."[275] Bu
hadis, mevkuldur (Hz. Peygambere nîsbet edilmemektedir}. Ebu Hureyre (r.a)'dan
rivayet edildiğine göre de, Rasûlullah (sav): "Dayı mirasçıdır" diye
buyurmuştur.[276]
Yine Ebu Hureyre'den
şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (savVa, hala ve teyzenin mirası
hususunda soru soruldu, o da: "Bilemiyorum, bana Cebrail gelinceye kadar
(birşey diyemem)" diye buyurdu. Daha sonra da şöf-le buyurdu; "Hala
teyzenin mirasına dair soru soran nerede?" Bunun üzerine adam gelince,
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Cebrail bana, ikisine mirastan birşey
olmadığını bildirdi." Dârakutnî dedi ki: Bu hadisi Muhammed b. Amr'dan
müsned olarak yalnızca Mes'ade, rivayet etmiştir ve zayii" bir ra-vidir.
Doğrusu bu hadisin mürsei olduğudur.[277]
Şa'bî'den de şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Ziyâd b. Ebi Süfyan, yanında oturan birisine dedi
ki: Ömer'in hala ve teyze (nin mirasçıhğı) hususunda nasıl hüküm verdiğini
biliyor musun? Adam: Hayır deyince, o şöyle dedi: Ben, Ömer'in bu ikisi (nin
mirası) hususunda nasıl hüküm verdiğini Allah'ın yarattıkları arasında en iyi
bilenim. O, teyzeyi anne gibi, halayı da baba gibi değerlendirmişti.
el-Enr'âl
Sûresi'nin tefsiri burada sona ermektedir. Cenab-ı Allah'a hamd olsun.[278]
[1] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/575.
[2] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/575.
[3] Müsned, V, 324; el-HâkimT elMiistedrek, II, 326.
[4] Bu sebebe göre: Ganimetler arasında paylaştırılınoyâ
sokulmadan senden nefel istiyorlar anlamına gelir."
[5] Müslim, Fedâilu's-Salıâbe 43; aynı muhtevada değişik
lafızlarla: Müslim, Cihâd 34; Bbû Dâvûd, Cihad 145; Tirmizt, Tefsir 8. sûre 1;
Müsned, I, 178, 181, 186.
[6] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/575-577.
[7] BuhÂrî, Diyât22.
[8] İbnu'I-Estr. en-Nihâye,
V, 100.
[9] Müslim, Mesâcid 5; Tirmizî, Siyer 5; Müsned, II, 412.
[10] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/577-578.
[11] Ebû Dâvûd, Cihâd 121, 149; Nesöî, Kasmu'1-Fey' 6-8;
Muvatta, Cihâd 22; Müsned, IV, 128, V, 316, 319.
[12] Buhâri, Fnrdu'l-Htımus 15, MeğSzi 57; Müslim, Cihâd
35, 36; Ebû Ddvâd, Cihâd 145; Dârimî, Siyer 41; Muvatta, Cihâd 15; Müsned, II,
10, 55, 62, 80, 151, 156.
[13] Muvatta, Cihâd 15.
[14] Ebû Dâvûd, Cihâd 145. Yukarıda bu olayın yer aldığı
kaynaklar arasında tereddütsüz olarak isabet eden payın onbir deve ile bir deve
olduğunu, tereddüt ile onbir mi oniki ini olduğunu ve tereddütsüz olarak
isabet eden payların oniki deve ve ek olarak birer deve verildiğini
belirtenler vardır. Tereddüt edenler de genelde tabiin ve sonraki dönemlerdeki
nıvilerdir. Ancak bütün rivayetlerin ittifak ettikleri nokta; her birisine en
az onbir deve ganimet payı, birer deve de nefl olarak verildiğidir.
[15] Müslim, Cihâd 37.
[16] İbn Abdi'l-Berr, el-îsciîkar, XIV, 101 v.d.
[17] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/578-580.
[18] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/580.
[19] Ebû Dâvûd, Cihâd 144.
[20] Ebû Dâvûd, Cihâcl 144.
[21] İbn Abdi'1-Berr, el-htUkâr,
XIV, 107.
[22] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/580-581.
[23] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/582.
[24] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/582.
[25] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/583.
[26] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/583-584.
[27] Buhârl, Fiten 15; Müslim, Fedâil 137; Müsned,
III,
177.
[28] Ebû Dâvûd, SÜnne 5; Tirmizî, İlm 16; Müsned, IV, 126,
127.
[29] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/584-585.
[30] Ebu'd-Derdâ'dan rivayete göre Peygamber (sav) şöye
buyurmuştur: "Her şeyin bir hakikati vardır. Hiç bîr kul, kendisine
isabet eden bir şeyin gelip çatmamasının; isabet etmeyen şeyin de kendisini
gelip bulmamasının imkânsız olduğunu bilmeden imanın hakikatine erişmez."
(Miisneâ, VI, 441-442; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 197de belirtildiğine
göre bunu Taberanrde et-Evsat'ıa zikretmiş olup, senedindeki râvileri de
sikadırlar.)
[31] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/585-586.
[32] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/586-588.
[33] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/588-589.
[34] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/589-590.
[35] Müslim, Cihâd 58; Tirmizl, Tefsir 8. süre 3; Müsned,
I, 30, 32.
[36] Buyurmadığını söylediği şekil ise hemze zîyacieli olan
fiilden ism-i faildir. Bununla, heın-zeli kullanılış ile hemzesiz kullanılış
arasında anlam farklılığına işaret etmektedir.
[37] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/590-593.
[38] İbn Kesir, II, 562'de Hafız EM Ya'lâ ta rafından
kaydedildiğini bildirmektedir. el-Hey-semî, Mecmau'z-Zevaİd, VI, 69'dîi İbn
Abbas'tan gelen rivayete göre su taşımak için kullan jlfın yüz deveden başka,
iki atın bulunduğu ve bunlara sıra ile binildiğiTcaydedilmek-tedir.
[39] Buhârî, Meğâzî 6.
[40] Buhârî, Meğâzî 6.
[41] Bu anlamdaki birkaç rivayeti Buhûrî, Meğnzîö'da
zikretmektedir.
[42] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/593-598.
[43] Buhârl, Meğâzî 12.
[44] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/599.
[45] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/599.
[46] Müslim, Cennet 77; Nesaî, Cenâiz 117; Müsned, IH, 104,
219-220, 263.
[47] Buhârt, Cenâiz 68, 87; Müslim, Cennet 70; Ebû Dâvûd,
Cenâİî 74, Sürene 24; Nesaî, Cenâiz 108-110; Müsned, III, 126.
[48] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/599-600.
[49] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/601-603.
[50] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/603-604.
[51] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/604.
[52] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/604-605.
[53] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/605.
[54] Buhârî, Vesâyâ 23, Hııdûd 44; Müslim, İman 145: Bbû
Düvûd, Vesâyâ 10; Nesâi, Ve-sâyâ 12; Müsned, II, 362.
[55] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/606-607.
[56] Hadis, hemen sonro senediyle birlikte kaydedilecek ve
kaynakları ilgili notta gösterilecektir.
[57] İbn Mâce, Cihâd 25. Ebû Seleme'nin metruk bir ravî
oîııp bu hadisinin bâtıl olduğu (İbn Hacer, Tehzibu't-Tehzib, XII, 130)
bilhassa belirtilmiştir.
[58] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/607.
[59] Ebû Dâvûd, Vitr 26; Tirmizî, Deavât 117.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/607-608.
[60] Ebû Dâvûd, Cihâcl 96; Tirmizî, Cihâd 36: Müsned, II,
58, 70, 99. 100, 111.
[61] Ebü Ubeyde b. el-Cerrah, savaşta öldürülmedi. Amevâs
Taun diye bilinen veba salgını sırasında (h, 18 yılında) veba'dan şelıicl
düşmüştür. (İbnu'S-Esir, Usdu'l-Gâbe, II, 24-26, V, 205-206) Buna göre Hz.
Ömerbıı sözlerini başka birisi hakkında söylemiş olmalıdır.
[62] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/608-609.
[63] Az önce geçti. Kaynakları da arada gösterilmiştir.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/609.
[64] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/610-612.
[65] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/612-613.
[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/7-8.
[67] Buhârl, Tefsir 8. sûre 1.
[68] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/8-9.
[69] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/9.
[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/10.
[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/10-11.
[72] Buhari, Tefsir 1. sûre 1, 8. süre 2, Fedâilu'l-Kur'ân
9; Ebû Dâvûd, Vjtr 15; Nesaî, İftitâh 26; Dârimi, Salât 172, FedSilıı'i-Kur'ân
12; Müsned, III, 450, IV, 211. Tirmizl, Fe-dâilu'l-Kur'ân l'de benzeri bir
olayı Ubeyy b. Ka'b'ın başından geçmiş olarak kayd ettikten sonra; "Bu
hususta Enes'ten ve Ebû Sâid b. el-Muallâ'dan gelmiş rivayetler de vardır"
diyerek bu hadise de işaret etmektedir.
[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/11.
[74] Buhârî. Kader 14, Tevhid 11; Tirmizi, Nüzûr 13; Nesai,
Eymân 1; Darimî, Nüzûr 12; Muvatta; Nüzûr 15; Müsned, II, 26, 67, 68, 127.
[75] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/12-13.
[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/13.
[77] Aynı manada nisbeten farklı lafızlarla: el-Heysemî,
Mecmau'z-Zeuûid, VII, 233-234, "senedinde münker rivayetleri bulunan
İbrahim b. Ebi'l-Feyyâd'ın bulunduğu” kaydıyla.
[78] Buhâri, Enbiyâ 7, Fiten 4, 28; Müslim, Fiten 1, 2;
Tirmizi, Fiten 21, 23; tbn Mâce, Fl-ten 9; Muvatta, Kelâm 22; Müsned, VI, 428,
429.
[79] Tirmizî, Fiten 8, Tefsir 5. sûre 17; Ebû Dâvûd,
Helakim 17; İbn Mâce, Fiten, 20; Müsned, I, 25"
[80] Buhâri, Fiten 6; Tirmizi, Fiten 12; Müsned,
IV,
268, 269, 270.
[81] Nesai, Buyu' 47; Muvatta', Bııyû' 33- Muvatta'Ğa
kaydedildiği üzere olay kısaca şöyledir: Muâviye, belirtilen şekilde bir
alış-verişi yapınca Ebu'd-Derda Allah RasûhTnün böyle bir alış-verişi
yasaklamış olduğunu bildirir. Mııaviye bunda bir sakınca olmadığını belirtir
Ebu'd-Derdâ da ona: "Senin bulunduğun bir yerde ben olmam” diyerek, Hz,
Ömer'e gider, durumu ona bildirir, Hz. Öıner de Muâviyeye bu tur bir alış-veriş
yapmamasını söyler.
[82] Buhârî, Ficen 19; Afüsned, II, 110.
[83] Buhâri, Buyu’ 49; Müslim, Fiten 4, 8; Ebû Dâvûd, Mehdi
11; Tirmizl, Fiten 10; İbn Mâce, Zühd 26; Müsned, VI, 105.
[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/13-16.
[85] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/16-17.
[86] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/17-18.
[87] Ebû Davûd, Vitr 32; Nesaî, İstiaze 19, 20; îbn Mâce,
Et'ime 53.
[88] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/18-20.
[89] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/20.
[90] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/20-21.
[91] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/22.
[92] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/23.
[93] Buhâri, Tefsir 8. sûre 3; Müslim, Sıfatu'l-Münâfikûn
37.
[94] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/23-24.
[95] Müslim. Sıfâtu'1-Münâfikîn 37; Buhâri, Tefsir 8. sûre
3, 4; Tirmizi, 8. sûre 4.
[96] Ebû Mûsâ (ra); "Rasülullah (sav) döneminde iki
eman vardı. Bunlardan biri kaldırıldı, diğeri kaldı" dedikten sonnt bu
âyetin mağfiret dilemek ile ilgili bölümünü okudu, (Müsned, IV, 403).
[97] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/24-25.
[98] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/26.
[99] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/26-28.
[100] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/28.
[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/29.
[102] Müslim, İman 192; Müsned, IV, 199.
[103] Müslim, Tevbe 46; Buhâri, Enbiyâ 54.
[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/29-30.
[105] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/30-31.
[106] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/31-32.
[107] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/32.
[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/32-33.
[109] Görüleceği gibi başlıklar yirmialtı değil,
yirmibeştir.
[110] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/33.
[111] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/33-34.
[112] Ebû. Dâvûd, Cihad 144-145 (yakın ifadelerle).
[113] Buhâri, Menâkıbu'l-Ensar 1, Meğazî 56; Müslim, Zekât
133-135; Tirmizî, Menâkıb 65; Müsned, III, 57, 76 77, 89, 169, 188, 246, 249,
275, 280, IV, 42.
[114] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/34-37.
[115] Buhâri, Fardu'l-Hıuns 9, Hars 14: Ebû Dâvûd, Hane
23-24.
[116] Müslim, Fiten 33; Ebû Dâvûd, Hnrâc 29; Müsned, II,
262.
[117] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/37-39.
[118] Buhâri, Fardu'l-Hums 18, Meğâzî 54; Müslim, Cihâd 41;
Ebû Dâvüd, Cihad 136; Tirmizi, Siyer 13; İbn Mâce, Cihad 29; Muvatta', Cihâd
18; Müsned, V, 12, 295, 306. Ancak İbn Mâce ile Müsned, V, 12'deki
rivayetlerin dışındakilerde; "...ve bunu dair bir de delil ortaya
koyarsa..." kaydı da yer almaktadır.
[119] Müslim, Cihad 45; EbûDâvûd, Cihad 100.
[120] Buhârî, Fardu'l-Hums 18; Müslim, Cihad 42; Müsned, I,
193.
[121] Müslim, Cihâd 44.
[122] Ebû Dâvûd, Cihad 137; Müsned, IV, 26, 27, 28.
[123] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/39-42.
[124] Ebü Dâvud, Cİhâd 138; Müsned, IV, 90, VI, 26.
[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/43.
[126] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/43-44.
[127] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/44.
[128] Bukâri, Buyu' 28, Fardu'l-Hums 1. Meğazî 12; Müslim,
Eşribe 2.
[129] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/44-45.
[130] Nesai, Kasmu'l-Fey" 11.
[131] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/45.
[132] Hanefîlerin bu husustaki diğer görüşleri ile
dayandıkları deliller için -meselâ- bk. el-ihtiyâr, IV, 131-132.
[133] Ebû Dâvûd, Cihâd 121,149; Nesaî, Kasınu'1-Fey" 5;
Muvatta', Cihâd 22; Müsned, 7V, 128, V, 316, 319, 326.
[134] Nesai, Kasmu'1-Fey' 10.
[135] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/45-47.
[136] Müslim, Zek3t 167; Ebû Dâvûd, Haraç 20; Müsned, IV,
166.
[137] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/47.
[138] Müslim, İman 348; Tirmizî, Tefsir 26, sûre 2; Nesai,
Vesayâ 6; Müsned, II, 333, 360, 519.
[139] Nesaî, Kasmu'1-Fey' 5, 6; Müsned, IV, 81; Buhari,
Faidu'l-Humus 17.
[140] Buhârî, Meğâzî 38.
[141] Nesai, Kasmu'1-Fey1 5.
[142] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/48.
[143] Müslim, Cihad 47; Ebû Dâvûd, Harâc 29; Müsned, II,
317.
[144] Buhâri, Fardu'l-Hums 16; Ebû Dâvûd, Cihâd 120: Müsned,
IV 80.
[145] Ebû Davûd, Harâc 21.
[146] Müslim, Zühd 16.
[147] Buhâri, Cihâd 30; Müslim, Cihâd 48; Nesai,
Kasınu'1-Fey’ 8; Müsned, I, 25, 48.
[148] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/49-51.
[149] Bk. el-İhtiyar, IV, 129-130.
[150] Dârakutnî, IV, 106.
[151] Buhari, Cihad 51, Meğazî 38: Müslim, Cihâd 57; Ebû
Dâvûd, Cihad 143; Tirmizi, Siyer 6; İbn Mâce, Cihâd 36; Dârimî, Siyer 33;
Muvatta, Cihâd 21; Müsned, II, 2, 62, 72. 80.
[152] Dârakutni, IV, 109-111.
[153] Darakutnî, IV, 104. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihad 143.
[154] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/51-52.
[155] Ancak bu, Ebû Yûsufun görüşüdür. Ebıı Hanife ile
Muhammedin görüşüne göre ancak tek ata pay verilir. (Bk el-İhtiyâr. IV, 130;
ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-îslâmi, 1, 463).
[156] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/52-53.
[157] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/53.
[158] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/53.
[159] Buhâri, Fardu'1-Hums 9- babın başlığı olarak.
[160] Müslim, Cihâd 32.
[161] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/53-54.
[162] Müslim, Cihâd 137; Ebû Dâvud, Cihâd 141; Ttrmizi,
Siyer 8.
[163] Ibn Hacer, el-lsâbe, III, 150.
[164] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/54-55.
[165] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/55-56.
[166] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/56.
[167] Buhari, Meğâzî 38; Ebû Davud, Cihad 140.
[168] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/56-57.
[169] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/57.
[170] Buhârî, Fardu'1-Hums 14, Fedailu Ashâbi'n-Nebiyy 7,
Meğâzî 19; Tirmizi, Menâkıb 18.
[171] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/57-58.
[172] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/59.
[173] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/59-61.
[174] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/61-62.
[175] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/62-63.
[176] Ebû Dâvûd. Cihad 102.
[177] Ebû Dâvûd, Cihad 102.
[178] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/63-64.
[179] Buharî, İstiskaa 26, Meğ3zî 29, Bed’uI-Halk 5; Müslim,
Salâtu'l-lstiskaa 17; Müsned, I, 223, 228...
[180] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/64-65.
[181] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/65-66.
[182] Muvatta', Hacc 245.
[183] Buhâri, Ezan 4, el-Amel fl's-Salat 18, Sehv 6,
Bed'u'1-Halk 11; Müslim, Salât 19, Me-sücid 83; Ebû Davûd, Salât 11, 174;
Muvatta', Nida 6; Müsned, II, 313, 398, 460...
[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/66-68.
[185] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/68-69.
[186] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/69-70.
[187] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/70-71.
[188] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/71.
[189] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/71.
[190] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/72.
[191] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/72-74.
[192] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/74.
[193] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/74-75.
[194] Ebu Dâvûd, Cihâd, 152; Tirmizi, Siyer 27; Müsned, IV,
111, 113, 386. Ancak belirrilen kaynaklarda snhabî'nin adı Amr b. Anbese değil,
Amr b. Abse'dir. Doğrusu da budur.
[195] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/75-77.
[196] Müslim, Cihad 16; Müsned, II, 70, (İbn Ömer'den), III,
46, 61, 70.
[197] Buhâri, Cihad 157, Menakıb 25, İstitübeti'l-Mürteddin
6; Müslim, Zekât 153, Cihâd 17, 18; Ebû Dâvûd, Cihad 92, Sünne 28; Tirmizl,
Cihaâd 5; İbn Mâce, Cihad 28; Müsned, I, 81, 90..., 312, 314, III, 224, 297, 308, VI, 387, 459.
[198] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/77.
[199] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/78-80.
[200] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/80.
[201] Müslim, İmâre 167; Ebû Dâvûd, Cihad 23; Tirmizi,
Tefsir 8. sûre 5; îbn Afâee, Cihâd 19; Dâriınt, Cihâd 14: Müsned, IV 157.
[202] Müslim, İmâre 168; Tirmizî, Tefsir 8. sûre 5; Müsned, IV, 157.
[203] Ebâ Davûd, Cihâd 23; Tirmizi, Feda İhı'1-Cihâd 11;
Nem, Cihâd 8; İbn Mâce, Cihâd 19; Dârimî, Cilıâd 14; Müsned, IV, 144, 148.
[204] Ebu Davûd, Cihâd 23; Tirmizi, Fedâîlul-Cihad 11;
Nesal, Cihâd 8; İbn Mâce, Cihâd 19; Dârîmî, Cihâd 14; Müsned, IV, 144, 148.
[205] Buhârî, Cihâd 78, Enbiyâ 12, Menâkıb 4; İbn Mâce,
Cihad 19; Müsned, I, 364, IV, 50.
[206] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/80-81.
[207] Buhari, Cihâd 48, Musakaat 12, Menâkıb 28, Tefsir 99.
sûre 1, İ'tisâın 24; Müslim, Zekât 24, 25; Tirmizi, Cihâd 10; Nesal, Hayl 1;
Ibn Mâce, Cihâd 14; Muvatta', Cihâd 3; Müsned, I, 295, II, 262, 283.
[208] Buhârî, İtk 2; İbnMâce, Itk 4; Muvatta', İtk 15;
Müsned, II, 383, V, 150, 171, 265.
[209] Ebû Dâvûd, Cihâd 45 (kısmen); Nesaî, Hayl 73; Müsned,
IV, 345.
[210] Tirmizi, Cihâd 20; îbn Mâce, Cihâd 14.
[211] Dârimî, Cihâd 35.
[212] Müslim, İmâre 101, 102; Nesaî, Hay! 4; Müsned II, 250.
[213] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
8/81-83.
[214] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/83-84.
[215] Buhârî, Cihâd 89, Zekât 49; Müslim, Zekât 11; Ebû
Dâvûd, Zekât 22; Nesat, Zekât 15; Müsned, II, 322.
[216] Ebû Dâvûd, Menâsik 79. Ancak devesini vakfeden şahıs,
Ebû Mîi'kil'dİr, hanımı değildir. Hanımı, kocası Ebû Ma'kll'den kendisini
hacca götürmesini isteyince, imkânı olmadığını söylemiş. Devesini ona
hatırlatınca, Ebıı Ma'kil onu vakfettiğini söylemiş.
[217] Arapça baskıyı hazırlayanın notuna göre kitabın tam
adı: "et-Ta'rifve'l-İ'lâmfimâ Ub-hime fî'l-Kur'âni
mine'l-Esmail-A'lâm" olup Kahire kütüphanesinde "232 ve 439 Tefsir"
de kayıtlı bir yazmadır.
[218] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/84.
[219] İbn Kesir, IV, 26'da bu hadisi kaydettikten sonra; "Bu
hadis fflünkesîrdir, senedi de metni de sahih değildir" demektedir.
[220] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/84-85.
[221] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/85.
[222] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/85.
[223] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/85-86.
[224] Buhâri, Şürût 15; Ebû Dâvûd, Cihâd 156; Müsned, IV,
323, 329.
[225] Bk. Ibn Sa'd Tabakat II, 73.
[226] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/87-89.
[227] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/89-90.
[228] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/90-91.
[229] Buharî, Tefsir 8. sûre 7; Ebû Dâvûd, Cihâd 96.
[230] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
8/92-93.
[231] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/93-94.
[232] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/94.
[233] Müslim, Cihâd 58; Müsned, I, 31, 32, 33; ayrıca bk.
Ebû Dâvüd, Cihâd 121; Tirmizt, Tefsir 8. sûre 3, 6.
[234] Tirmizİ, Tefsir 8. sûre 6; Müsned, I, 383, 384. (2)
Ebû Dâvûd, Cihad 121.
[235] Tirmizl, Siyer 18.
[236] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/94-97.
[237] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/98.
[238] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/98.
[239] Müslim, Cihâd 58.
[240] İbnu'1-Esir, Usdu't-Ğabe, III, 60 v.d.; tbn Hacer,
el-babe, III, 5U-512.
[241] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/98-99.
[242] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/100.
[243] Ahıned Abdıırrahman el-Benna, Minhatu'l-Ma'büd fi
tertibi Müsnedi't-Teyâlist Ebü Dâ-vûd, II, 19; Tirmizt, Tefsir 8. sûre 7;
Müsned, II, 252.
[244] Tirmizi, Tefsir S. sûre 7.
[245] Buhâri, Cihad 141, Meğflzî, 9, 46, Tefsir 60, sûre 1,
Edeb 74, Îstit3beuri-Musteddin 9; Müslim, Fedâilu's-Sahabe 161; Ebû Dâvûd,
Cihad 98; Tlrnuzî, Tefsir 60, sûre 1; Dâri-ml, Rikaak 48; Müsned, I, 80, 105,
331, II, 109, III, 350.
[246] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/100-101.
[247] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/101-102.
[248] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/102.
[249] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/102-103.
[250] Ebâ Davûd, Cihâd 121.
[251] Bk. İbn îshâk, Stre, Konya 1401/1981, s, 287; Tahkik
Muhammed Hamidullah; Ebû Hatlın el-Bustî ea-Siretu'n-Nebeviyye, Beyrut
1407/1987, s. 184; el-Vâkidî, EshâbuNuzû-li'l-Kur'an, s.245; Suyuiî,
ed-Durru'l-Mensur, III, 111-112.
[252] Buhûrf, Meğazî 12, Cihâd 172, Itk 11.
Buhûrf, Meğazî 12,
Cihâd 172, Itk 11.
[253] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/103-104.
[254] Buharî, Salat 42, Cikâd 172, Cizye 4.
[255] Suyûtî, ed-Durru't-Mensûr, III, 112.
[256] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
8/105.
[257] Ebû Dâvud, Cihâd 121.
[258] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/105-106.
[259] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/106-107.
[260] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/107-108.
[261] Ebû Dâvûd, Feraiz 16; Buhârl, Tefsir 4. sûre 7.
[262] Buhârî, Ferâiz 5, 7, 9, 15; Müslim, Ferâiz 2, 3;
Tirmizî, Feraiz 8; Dârimî, Ferâiz 28,
[263] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/108-109.
[264] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/109-110.
[265] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/110.
[266] Tirmizt, Nikâh 3.
[267] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/110-111.
[268] Buhârt, Sayd 10, Cihâd 1, 27, 194, Menâkıbu'l-EnsSr 45,
Meğâzî 53; Müslim, İmâre 85; Tirmizt, Siyer 33; Nesaî, Bey'at 15; Müsntd, I,
226, 2!S6..., II, 215, III, 22, 401..., V, 71, 187, VI, 466.
[269] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/111.
[270] Asabe: Akrabalıklarının
ölene ıılaşınnsında arada dişi bulunmayan ölenin erkek akrabalarına denir (Dr.
ez-Zuhaylî, el-Fıkku'l-İslâmi, VIII, 332)
[271] Merhun ınüfessirimiz bu mersiyenin on beyi tin i
kaydetmiş bulunmaktadır. Biz ilk beyit ve konu ile doğrudan ilgisi bulunan
diğer altı beyit ile yetiniyoruz.
[272] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/112.
[273] Hadis, el-Mâide, 5/103. âyet, 7. başlığın sonlarında
geçmişti. Kaynakları için oraya bakılabilir.
[274] Ebû Dâvûd, Ferâiz 8; İbn Mâee, Ferâiz 9; Dürakutni,
IV, 85-86.
[275] Dârakutnî, IV, 85.
[276] "Dayı, mirasçısı olmayanın nıirasçısıciır"
şeklinde; Dârakutni, IV7 86.
[277] Dârakutnî, IV. 99.
[278] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 8/113-114.