EL-ENFAL SURESİ 3

1. Nüzul Sebebi: 3

2. "Enfalin Anlamı: 4

3. Enfâl (Ganimetten Ayrı Olarak Yapılacak Bağışlar) Nereden Verilir?. 4

4.  Ordudan Ayrılıp Ganimet Ele Geçiren Askeri Birliğin Durumu: 5

5. Savaştan Önce İmamın Nefel Vaadi: 5

6. Gazilere Nefel Olarak Neler Verilebilir: 6

7. Mü'min Olanlar Takvâlt Hareket Eder, Aralarını Düzeltir, Allah'a ve Rasûlüne İtaat Ederler; 6

1. Âyetin Anlamı ve "Korkmak" Fiilinin Arapça'da Kullanılışı: 6

2. Allah'tan Korkmak îmanın Kuvvetindendir: 7

3. İmanın Artışı: 7

1. Mahlukatın Şerefinin Kaynağı: 13

2.  Ganimet Elde Etmek Üzere Savaş Çağrısı: 13

3.  Ölümün Mahiyeti: 14

1. Savaştan Kaçmak: 15

2. Kâfirlerin Önünden Mü'minlerin Kaçmamalarının Şartları: 16

3. Savaştan Kaçma île İlgili Görüş Ayrılıkları: 16

4.  Savaştan Kaçanın Şahidliği ve Şerîatı Uygulamayan Yöneticilere Karşı Çıkmak: 17

5. Savaştan Kaçış Günahını İşleyenler: 17

6. Savaş Taktiği Gereği Düşmanın Önünden Çekilmek: 17

7. Savaştan Kaçışın Uhrevî Cezası: 18

1. Allah ve Rasûlü'nün Çağrısı: 21

2. Allah ve Rasûlünün Çağrışma Uymak Gereği: 21

3. Yüce Allah'ın Kalpler Üzerindeki Tasarrufu: 22

1. Kötülüklere Karşı Tepki Göstermemenin Cezası: 22

2. Mûnkerin İşlenmesi Dolayısıyla Azap Kimlere İsabet Eder: 24

1. İman, Küfrün Bağışlanmasına Sebeptir: 28

2. Küfürden Mutlaka Vazgeçilmelidir: 28

3. İslâm'a Giren Bir Kâfirin Kâfirken Yaptığı Tasarrufların Hükmü: 29

4. Tekrar İslâm'a Giren Mürted'in İrtidat Halindeki Tasarruflarının Hükmü: 29

5. Müslümanlarla Savaşa Geri Dönmenin Cezası: 30

1. Ganimet ve Fey': 30

2. Bu Âyeti Kerime İle Sûrenin Başındaki Ganimet Âyeti: 31

3. Ganimetlerin Genelinden İstisnâ Edilen Şeyler: 32

Seleb ve Fethedilen Topraklar: 32

4. Maktulün Selebi Ne Zaman Onu Öldüren Gazinin Hakkı Olur: 33

5. Selebden (Beytülmal'e) Beşte Bir Alınır mı: 35

6. Seleb Öldürene Hangi Hallerde Verilir: 35

7. Selebin Mahiyeti: 35

8. Âyet-i Kerime Nesh Edici Hüküm Taşıyor mu?. 35

9. Ganimetin Beşte Biri: 36

10.  Beşte Birin Taksim Ediliş Şekli: 36

11. Akrabaların Payı: 37

12. Zevi'l-Kurbû (Hz. Peygamberin Akrabaları) île İlgili Görüşler: 37

13. Gazilerin Ganimetten Payları: Beşte Dört: 38

14. Piyade İle Süvarinin Ganimetten Paylan: 39

15. Birden Fazla Atı Bulunan Süvarinin Ganimetteki Payı: 39

16. Ganimetten Pay Verilecek Atın Niteliği: 40

17. Zayıf Atın Hükmü: 40

18. Orduya Ücretli İş Yapmak Üzere Katılıp Savaş Kastı İle Bulunmayanların Hükmü: 40

19. Köle ve Kadınların Ganimetten Payları: 40

20. "İmamın İzni île Savaşa Katılan Kâfirin Ganimetten Pay Alması: 41

21. Köle ve Zımmilerin Daru'l-Harp Ehlinden Aldıkları: 41

22. Ganimetten Pay Haketmenin Sebebi: 41

23. Mazereti Dolayısıyla Savaşta Bulunmayanın Hükmü: 42

24. Hangi Hallerde Fiilen Savaşa Katılmayanlara Ganimetten Pay Verilir: 42

25. Allah'ın Hükmünü Kabul Etmek ve İman: 43

1. Âyetin Nüzul Sebebi: 48

2. Hainliğin Belirtileri ve Antlaşmayı Bozmak: 49

3. Hainliğin Ağır Vebali ve Yöneticilerin Hainliği: 50

1. Düşmana Karşı Güç Hazırlamak: 51

2. Cihad İçin At Beslemek: 52

3. Savaşta Atın Önemi: 52

4. At ve Silahların Vakfedilmesi; 53

5. Kalplerine Korku Salınacak Düşmanlar: 53

6. Allah Yolunda Harcamanın Mükâfatı: 53

1. Barışa Meyletmek: 53

2. Âyet-i Kerime Nesh Olmuş mudur ve Barış Teklifi: 54

1. Esirin Anlamı: 57

2. Âyetin Nüzul Sebebi, Bedir'de Alınan Esirlere Yapılan Uygulamalar: 57

3. Hz. Peygamberin. Esirleri Öldürmekle Fidye Almak Arasında Ashabı Kiramı Muhayyer Bıraktığına Dair Rivayet: 58

4. Hem Muhayyerlik, Hem Azar Birlikte Düşünülebilir mi; 58

5. Bedir Günü Alınan Esirler, Öldürülen Müşrikler ve Müslümanlardan Düşen. Şehîdler: 59

1. Allah'ın Geçmiş Yazısı: 59

2. Kişinin Kanaati İle Allah'ın Hükmü: 60

1. Esirlerden Alınan Fidye: 61

2. Bedir Esirlerinden Alınanlar ve Kalplerinde Hayır Bulunanlara Verilen Mükâfat: 62

Peygamber Efendimizin Kızı Hz. Zeyneb'in Hicreti: 62

3. Kâfirin İslâm'a Girmesi Hangi Şartlarda Kabul Edilir: 63

1. İman Edenler ve Etmeyenlerin Birbirlerine Karşı Durumları: 63

2. Din Hususunda Yardım Etmek: 64

3. Kâfirler de Birbirlerinin Dostudurlar: 64

4. Eğer Böyle Yapmazsanız... 64

5. Hudeybiye'den Sonra İman Edip Hicret Edenler: 65

6. Akrabaların Mirasçıhğı: 65

7. Zevi'l-Erhâm Diye Bilinen Akrabaların Mirasçılıklan: 65


EL-ENFAL SURESİ

 

Rahman ve Rahim Allah'ın Adı İte

(Medine'de İnmiştir, Yetmişbeş Âyettir).

el-Hasen, İkrime, Câbir ve Ata'nın görüşüne göre Medine'de, Bedir'de na­zil olmuştur. İbn Abbas da şöyle demiştin Bu sûre, yüce Allah'ın: "Hani bir zamanlar o kâfirler... senin için tuzak kuruyorlardı" (el-Enfal, 8/30) buyru­ğundan itibaren yedi âyetin sonuna kadar devam eden yedi âyet müstesna Medine'de inmiştir. [1]

 

1. Sana uenfâl"i soruyorlar. De ki: "Eniâl Allah'ın ve Rasûlünündür. O halde Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin. Eğer mü'minler İseniz Allah'a ve Rasûlüae itaat edin."

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: [2]

 

1. Nüzul Sebebi:

 

Ubâde b. es-Sâmit, rivayetle der ki: Rasulullah (sav) Bedir'e çıktı. Orada düşmanla karşılaştılar. Allah düşmanı hezimete uğratınca, müslümanlardan bir gurup peşlerine takılıp onlanfn arasından yakaladıklarını) öldürdüler. Bir kesim de Rasulullah (sav)'in etrafını çevirmişlerdi. Bir başka kesim ise karar­gâhın etrafını dolanmış ve talana koyulmuştu.

Allah, düşmanı uzaklaştırıp onları takip edenler döndüklerinde şöyle dediler: Nefel (ganimet) bizimdir. Çünkü düşmanı takip edenler bizler olduk. Allah bizim vasıtamızla onları uzaklaştırdı ve bozguna uğrattı.

Rasulullah (sav)'ın etrafını çevirenler de şöyle dedi: Bu ganimetteki hak­kınız bizden fazla değildir. Bilakis bu ganimet bizimdir. Rasulullalı (sav)'a düş­man ansızın herhangi bir zarar veremesin diye onun etrafını kuşatanlar biz­ler olduk.

Bu sefer askerlerin karargâhını arkadan dolananlar ve talanda bulunan­lar da şöyle dediler: Siz ona bizden daha bir hak sahibi değilsiniz. O bizim­dir. Çünkü onun etrafını kuşatan ve onu ele geçirenler bizler olduk.

Bunun üzerine yüce Allah: "Sana enfali soruyorlar de ki: Enfâl Allah'ın ve Rasûlünündür. O halde Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin. Eğer mü'mlnler iseniz Allah'a ve Rasûlüne itaat edin" buyruğunu indirdi. Rasû-lullah (sav) da aradan bir devenin iki sağımlığı arasındaki süre kadar bir za­man geçmeden ganimetleri aralarında paylaştırdı.[3]

Ebu Ömer der ki: "Bir devenin iki sağımlığı arası kadar bir süre geçme­den ganimetleri paylaştırdı" ifadesi çabucak bu ganimetleri paylaştırdığını an­latmaktadır. Dil bilginleri derler ki: "(Bu rivayette de geçen): el-Fuvâk" ke­limesi, dişi devenin iki sağımlığı arasındaki süre demektir. Mesela, onu bir dişi devenin iki sağımlığı arası kadar bir süre (fuvâk.) bekledi, denilir. Yani, onu bu kadar bir süre bekledi anlamındadır. Araplar bu kelimeyi "fuvak ve favak" şeklinde "fe" harfini ötreli ve üstün olarak kullanırlar.

Bu durum yüce Allah'ın: "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Rasulüne..." (el-Enfal, 8/41.) buyruğu inmeden ön­ce idi.

İlim adamlarına göre buyruğun anlamı şöyle gibidir; Yani, bunlar hakkın­da hüküm vermek ve ganimet hususunda yüce Allah'a yakınlaştırıcı uygula­mayı hükme bağlamak Allah'a ve Rasulüne aittir,

Muhammed b. İshâk der ki: Bana Abdurrahman b. el-Hâris ile arkadaş­larımızdan ondan başkaları Süleyman b, Musa e!-Eşdak'dan anlattılar. Süley­man Mekhul'den, o, Ebu Umame el-Bahilî'den dedi ki: Ben Ubade b. es-Sa-mk'e el-Enfal'e dair som sordum, bana şöyle dedi: Biz, Bedir ashabı hakkın­da enfal hakkında anlaşmazlığa düşüp de bu hususta kötü davranınca nazil oldu. Allah onu elimizden aldı ve Rasulünün eline teslim etti. Rasulullalı (sav) da onu eşit bir şekilde paylaştırdi. İşte Allah'tan korkmak (takva) ve Onun Rasulüne itaat etmek ile "aramızı düzeltmek" bu idi.

Sahih'de Sa'd b. Ebi Vakkas'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasu­lullalı (sav)'ın ashabı büyük bir ganimet ele geçirdi. Ganimetler arasında bir kılıç vardı. Onu alıp Peygamber (sav)'a götürerek şöyle dedim: Bu kılıcı ba­na nefel olarak (paylaştırılacak ganimetler arasına sokmadan) ver. Ben, durumunu bildiğin kimseyim, dedim. Rasulullah (sav): "Onu aldığın yere geri götür" dedi. Onu aldığım yere alınan ganimetler arasına bırakmak üzere ge­ri gittim, fakat bu sefer nefsim beni kınadı. Tekrar ona dönüp şöyle dedim. Onu bana ver. Bana karşı sesini yükselterek: "Onu aldığın yere geri götür" dedi. Ben de onu alınan ganimetler arasına geri bırakmak isteği i(e döndüm. Tekrar nefsim beni kınadı, yine ona dönüp bunu bana ver, dedirn: Yine ba­na yüksek bir sesle: "Onu aldığın yere geri götür" dedi. Bunun üzerine yü­ce Allah: "Sana enfali soruyorlar."[4] buyruğunu indirdi, Müslim'in Iaf2t İle hadis bu şekildedir.[5]

Bu husustaki rivayetler pek çoktur. Ancak bu zikrettiklerimiz yeterlidir. Hi­dayete erme başarısı Allah'tandır. [6]

 

2. "Enfalin Anlamı:

 

"Enfâl"in tekili "fe" harfi harekeli olarak " nefel "dir. Şair der ki:

"Şüphesiz Rabbimizden korkmamız (takva), en hayırlı bir bağıştır (nefel) Benim ağır hareket etmem de, acelem de Allah'ın izniyledir."

Burada şairin "nefel (bağış)"den kastı ganimettir, Nefl ise, yemin de­mektir. Nitekim; Yahudiler aralarından elli kişinin nefli (yemini) ile size karşt beri olsunlar (sorumluluktan kurtulsunlar)..."[7] hadisindeki "nefl" ifadesi de bu anlamdadır.

Nefl, nefyetmek, reddetmek manasına da gelir. Onun ço­cuğunu reddetti" anlamındaki hadiste geçen ifade de buradan gelmektedir.[8]

Nefel (san yonca) ise bilinen bir bitkidir. Nefl ise farz olandan fazla ya­pılan nafile tatavvu demektir. Oğlun oğlu da "nafile" diye adlandırılır. Çün­kü o da oğuldan ayrı bir ziyadedir.

Ganimete de "nafile" denilir. Çünkü ganimet, şanı yüce Allah'ın daha önceki ümmetlere haram kılındığı halde bu ümmete fazladan helal kıldığı şey­ler arasındadır. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Benden önceki pey­gamberlere altı husus ile üstün kılındım..." (Bunlar arasından birisi de): "Ve ganimetler bana helal kılındı."[9]

el-Enfâl ise ganimetlerin kendileridir. Antere der ki:

"Şüphesiz bizler savaş kızıştı mı taşırız mızrakları

Ama enfâl'in paylaştırılması sırasında da iffetli davranırız."

Burada "enfâl"den kastı ganimetlerdir. [10]

 

3. Enfâl (Ganimetten Ayrı Olarak Yapılacak Bağışlar) Nereden Verilir?

 

İlim adamları enfâlin nereden verileceği hususunda dört ayrı görüş orta­ya atmışlardır:

1- Birinci görüşe göre enfâl, kâfirlerden müslümanlara istisnaî olarak gelen yahut da savaşsız olarak ele geçirilen şeylerde sözkonusu olur.

2- Enfâl, ganimetin beşte birinden verilir.

3- Enfâl. beşte birin beşte birinden verilebilir.

4- Enfâl, imamın görüşüne uygun olarak ganimetin tümünden verilir.

Malik'in -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- görüşüne göre enfâl, imamın ken­di içtihadına uygun olarak beşte birden yapacağı bağışlardır. Yoksa, ganime­tin (gazilerin payı olan) beşte dördünden enfâl olarak kimseye birşey dağı­tılamaz. MaÜk'in, ganimetin genelinden enfâlin verilmesini uygun görmeyi-şi, ganimete hak kazanan kimselerin muayyen kimseler oluşundan dolayı­dır. Bunlar ise, at ve binek üzerinde savaşanlardır. Beşte bir ise, imamın iç­tihadına uygun olarak paylaştırılır. Ve bu beşte birin hak sahipleri muayyen kimseler değildir. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: "Allah'ın size feyy' olarak (ganimet olarak) verdiğinden benim hakkım ancak beşte birdir. Beşte bir ise size geri döndürülür,"'[11] Buna göre nafile olarak dağıtılacak şey­lerin herhangi bir kimsenin hakkından olmasına imkân yoktur. Bu, ancak Ra-sulullah (sav)'ın hakkı olan beşte birden verilebilir. Maliki mezhebinin bilinen görüşü budur. Yine ondan, enfâl olarak dağıtılacak şeylerin beşte birin beşte birinden olacağı görüşü de rivayet edilmiştir. Bu aynı zamanda İbnü'l-Müseyyeb, Şafiî ve Ebu Hanife'nin de görüşüdür.

Bu husustaki görüş ayrılığının sebebi, Malik tarafından rivayet edilen İbn Ömer hadisidir. İbn Ömer dedi ki: Rasulullah (sav) Necid taraflarına bir se-riyye gönderdi. Onlar da çok sayıda deve ganimet aldılar. CSeriyye'ye katı­lanların} paylan, ya onikişer deve, yahut onbirer deve idi. Ayrıca onlara na­file olarak birer deve de verildi, Bunu Malik bu şekilde Yahya'nın ondan yap­tığı rivayette (onbir mi, oniki mi hususunda) şüphe ederek rivayet etmiştir.[12]' Ayrıca bu hususta Muvatta'ın ravilerinden bir topluluk da Yahya'ya mütabaat etmişlerdir. Ancak el-Velid b, Müslim bu hadisi Malik'den, o, Nafi'den, o da İbn Ömer'den yoluyla rivayet etmiş ve bu rivayetinde şöyle demiştir: On­ların herbirisine düşen pay oniki deve idi, ayrıca onlara nafile olarak birer deve de verildi. el-Velid b. Müslim rivayetinde, (dağıtılan develerin sayısın­da) şüphe etmemektedir.[13]

Yine el-Velid b. Müslim ile el-Hakem b. Nafi1, Şuayb b, Ebi Hamza'dan, o, Nafi'den, o da İbn Ömer'den.şöyle dediğini zikretmektedir: Rasulullah (sav) bizleri Necid raraflanna bir ordu i]e birJiJcte gönderdi. -el-Velid'in rivayetin­de dörtbin kişilik bir ordu denilmektedir- Bu ordudan bir seriyye (askeri bir-

HVO ayrıca gönderildi. -cl-Velid'in rWay=tinsl=, Ijeu tle t.vı scrl-yyc acasmJa yı­kanlardan idim, denilmektedir- Ordunun (herbirisine) düşen pay onikişer de­ve idi. Ayrıca seriyyeye katılanlara da birer deve veriidi. Böylelikle onların payı onüç deveye çıkmış oldu. Bunu da Ebû Dâvûd zikretmektedir.[14]

İşte, nafile olarak verilecekler beşte birin genelinden verilir, diyenler bunu delil göstermişlerdir. Bunun açıklaması da şöyledir: Bu seriyyeye ay­rılanlar eğer mesela on kişi olmuş olsalardı ve yüzelli deve ganimet alınmış olsaydı, bu ganimetin beşte biri olan otuz deve bir kenara ayrılır, geriye on­lara yüzyirmi deve kalırdı. Bu yüzyirmi deve on kişiye pay edilecek olursa, onların herbirisine oniki deve isabet ederdi. Sonra da bunlara beşte birden ayrıca birer deve verilmiş oldu. Çünkü beşte bir olan otuz devenin bir da­ha beşte birini alacak olursak, sonuçta elimizde on deve kalmaz. Şimdi on kişiye isabet eden deve (ganimet + nafile olarak verilen deve) sayısını bil­miş olduğumuza göre, artık bunların yüz, bin veya daha fazla kişi olmaları halinde bunlara kaçar deve isabet etmesi gerektiğini de bilmiş oluruz.

Nafile olarak verilen develer, beşte birin beşte birindendir, diyenler de şu­nu delil gösterir: Alınan ganimetler arasında develerin dışında satılması mümkün elbiseler ve başka eşyalar da bulunabilir. Buna göre kendisine ye­tişmediği için deve verilemeyenlere devenin değeri bu diğer eşyalardan ve­rilir,

Bu görüşü destekleyen hususlardan birisi de Müslim'in bu hadisin bazı ri­vayet yollarında kaydettiği şu ifadelerdir: Ganimet olarak develer ve koyun­lar aldık...[15]

Muhamnıed b. İshâk da bu hadiste şunu zikretmektedir: Kumandan, ga­nimet paylaştırılmadan önce onlara nafileler verdi. Bu ise, nafile olarak ve­rilen payların ganimetin tümünden verilmiş olmasını gerektirmektedir. An­cak bu Malik'İn görüşüne muhaliftir. Bunun, (İbn İshâk rivayetinin) aksini ri­vayet edenlerin görüşü ise daha uygundur, çünkü onlar, hafız kimselerdir. Bu açıklamaları Ebu Ömer -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- yapmıştır.[16]

Mekhul ve Evzaî der ki: Üçte birden fazla nafile olarak dağıtılamaz. İlim adamlarının cumhurunun görüşü de budur. Evzaî der ki: Eğer onlara üçte bir­den fazla nafile vereceğini vadetmiş ise, onlara verdiği sözde dursun ve bu­nu beşte birden versin. Şafiî ise der ki: Nefel için imamın aşması sözkonu-su olmayan bir sınır bulunmamaktadır. [17]

 

4.  Ordudan Ayrılıp Ganimet Ele Geçiren Askeri Birliğin Durumu:

 

el-Velid ile el-Hakem'in Şuayb'dan, onun Nafi'den, onun da İbn Ömer'den yoluyla rivayet ettiği hadis-i şerif şunu göstermektedir: Seriyye ordudan ay­rılıp ganimet ele geçirecek olursa, diğer askerler de onların ganimetlerine or­taktır. Bu, hadis-i şerifte Şuayb'ın Nafi'den gelen rivayet yolundan başka bir yolda rivayet edilmemiş bir mesele ve bir hükümdür. Bununla birlikte bu hu­susta ilim adamlarının görüş ayrılığı da yoktur. Cenab-t Allah'a hamd olsun. [18]

 

5. Savaştan Önce İmamın Nefel Vaadi:

 

Savaştan Önce; "Kim kalenin şu kadar bir bölümünü yıksa onun için şu vardır. Kim filan yere ulaşırsa ona şu vardır. Kim filanın kafasını getirirse ona şu vardır. Kim bir esir getirirse ona şu vardır" diyerek mücahidleri savaşa teşşu vardır. Kim bir esir getirirse ona şu vardır" diyerek mücahidieri savaşa teş­vik etmek kastıyla savaştan önce İmamın bu tür vaadlerde bulunmasının hük­mü hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Malik'den, bunu mekruh gördüğüne ve bu, dünya için savaşmaktır, dediğine ve bunu caiz gör­mediğine dair rivayet gelmiştir. es-Sevrî ise der ki: Böyle bir şey caizdir ve bunda bir mahzur yoktur. Derim kb Bu anlamda merfu' olarak İbn Abbas yo­luyla rivayet ulaşmış bulunmaktadır. İbn Abbas der ki: Bedir günü Peygam­ber (sav) şöyle buyurdu: "Kim birisini öldürürse ona şu vardır. Kim bir esir alırsa ona da şu vardır..." diyerek hadisi uzun uzadiya nakletmiştir.[19]

İkrime'nin İbn Abbas'tan rivayetine göre de Peygamber (sav) şöyle buyur­muştur: "Kim şunu şunu yapar ve kim filan yere ulaşırsa ona şu vardır," Bu­nun üzerine gençler çabucak ileri atıldılar, yaşlılar ise sancaklarla beraber kal­dılar. Onlara zafer müyesser olunca gençler gelip kendileri İçin verileceği va-dolunan şeyleri istediler. Yaşlıların onlara: Onları siz kendi başınıza alıp gi­demezsiniz. Çünkü biz arkadan sizi destekliyorduk demeleri üzerine yüce Al­lah: "Ve aranızı düzeltin" buyruğunu indirdi.[20] Bunu, İsmail b. İshâk da zik­retmiştir. Ömer b. el-Hattab'dan da Şam'a gitmek istediği sırada kavmi ara­sından yanına gelen Cerir b, Abdullah el-Becelî'ye şöyle dediği rivayet edil­miştir: Kûfe'ye gidip zaptedilecek her bir araziden ve alınacak her bir esir ka­filesinden (kumandanın hakkı olan) beşte birden ayrı olarak üçte bir alma­ya ne dersin?[21]

el-Evzaî, Mekhul, İbn Hayve ve onlardan başka Şam'ın fukaha topluluğu da bu görüştedirler. Onların görüşüne göre beşte bir ganimetin genelinden verilir, nefel İse beşte birden sonra ayrtfır, ondan sonra da savaşa katılanlar arasında ganimet paylaştırılır. İshâk, Ahmed ve Ebu Ubeyd de bu görüştedir­ler. Ebu Ubeyd der ki: İnsanlar bugün beşte biri ayrılmadıkça ganimetten ne­fel alınmayacağı görüşünü kabul etmişlerdir.

Malik ise şöyle der: İmam'ın herhangi bir seriyyeye: Ne alırsanız üçte bi­ri sizindir demesi caiz olmaz. Sulınûn der ki: Bununla baştan beri böyle bir şey yapması caiz olmaz demek istemektedir. Ama böyle birşey olursa geçer­li olur ve geri kalanda da onlann payları verilir. Yine Suhnûn der ki: İmam (kumandan), bir seriyyeye: Sizin aldıklarınızdan beşte bir pay alınmayacak­tır, diyecek olursa bu caiz olmaz. Böyle birşey olsa, onun bu dediği uygu­lamaya konulmaz. Çünkü bu şaz bir hükümdür ve buna geçerlilik kazandı­rılması caiz değildir. [22]

 

6. Gazilere Nefel Olarak Neler Verilebilir:

 

Malik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun), imamın ancak, sarık, at, kılıç gi­bi görünür şeyleri nefel olarak vermesini müstehab görmüş, bununla birlik­te birtakım ilim adamları da imamın altın, gümüş, inci ve benzeri şeyleri ne­fel olarak vermesini kabul etmemişlerdir. Kimisi de nefel her şeyde caizdir demiştir. Hz. Ömer'in sözü ve âyet-İ kerimenin muktezası dolayısı ile sahih olan da budur.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [23]

 

7. Mü'min Olanlar Takvâlt Hareket Eder, Aralarını Düzeltir, Allah'a ve Rasûlüne İtaat Ederler;

 

Yüce Allah: "O halde Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin" buyruğu ile takvayı ve ıslâhı (arayı düzeltmeyi) emretmektedir. Yani, Allah'ım aramızı dü­zelt! diye dua etmek hususunda Allah'ın emri üzere birlik olun. Bir arada bu­lunacağınız halde olun (ayrılmayın).

İşte bu buyruk, aralarında bir anlaşmazlığın yahut da nefislerde bir ben­cillik eğiliminin ortaya çıktığını açıkça göstermektedir. Nitekim hadis-i şerif­te de bu husus ifade edilmiştir.

Takvanın anlamına dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/2. âye­tin son bölümü, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yani, söz ve davranışla­rınızda Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin, ganimetler ve benzeri hususlar­da "eğer mü'minler iseniz Allah'a ve Rasûlüne İtaat edin." Yani, mü'minin izleyeceği yol, sözünü ettiğimiz hususlara gereği gibi riayet etmesidir.

Buradaki İn sebeplilik belirten; anlamında olduğu da söylen­miştir, (O takdirde buyruğun anlamı şöyle olur: "Mü'minler olduğunuz için Allah'a ve Rasûlüne İtaat edin...". [24]

 

2. Gerçek mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı za­man kalpleri korkar. Âyetleri karşılarında okunduğu zaman (bu), onların imanını artırır. Ve onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler.

3- Onlar namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak ver­diğimizden de infak ederler.

4. İşte onlar gerçek mü'minlerin ta kendileridir. Onlar İçin Rab-leri katında dereceler, mağfiret ve bitmez tükenmez bir rızık var­dır.

Yüce Allah'ın: "Gerçek mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldı­ğı zaman kalpleri korkar. Âyetleri karşılarında okunduğu zaman (bu), on­ların İmanını artırır ve onlar, ancak Rablerlne dayanıp güvenirler buy­ruğuna dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [25]

 

1. Âyetin Anlamı ve "Korkmak" Fiilinin Arapça'da Kullanılışı:

 

İlim adamlan der ki: Bu âyet-i kerime Allah Rasulüne emretmiş olduğu şe­kilde o ganimetin paylaştırılması hususunda itaate bağlılığı teşvik etmekte­dir.

"Korkmak" demektir. Bu fiilin müstakbeli (geniş zamanı, muzari) dört şekilde kullanılır: "Korktu, korkar." Bunu Si-beveyh nakletmiştir.

Mastarı şekillerinde gelir. İsm-İ mekânı şeklindedir.

Bu fiilin muzari şeklini kullananlar "vav" harfini önceki harf üstün olduğundan dolayı "elife dönüştürmüşlerdir.

Kur'an-ı Kerim'de ise bu fiil "vav"lı olarak kullanılmıştır. "Korkma dediler." (el-Hicr, 15/53) "Ye" harfini esreli olarak; diyenler ise Esedoğulları şivesine göre böyle kullanırlar. Çünkü Esedoğullan, Korkarım, korkarız, korkarsın," diyerek hep ilk harfini esreli okurlar. diyen ise, bu şiveye göre bunu mebni olarak kul­lanmakla birlikte onların; Bilir fiilinde "ye" harfini üstün okudukları gibi, burada da "ye" harfini üstün olarak okur. Çünkü bu fiilde "ye" harfi üze­rinde esre ağır geldiğinden dolayı esreli okunmaz. Buna karşılık; de esreli gelişi "ye"lerden birinin okunuşunun, diğerinin okunuşunu kolaylaş­tırmasından dolayıdır. Bundan emir ise, "Kork" şeklinde gelir. Bura­da ise, "vav" harfi önceki harf esreli olduğundan dolayı "ye"ye dönüşmüş­tür. Buna karşılık mütekellim olarak; "Şüphesiz ben ondan korkanın," denilir. Müennes ism-i fail olarak; değil de "Korkan kadın" denilir.

Süfyan, es-Süddî'den, yüce Allah'ın: "Allah anıldığı zaman kalpleri kor­kar" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Böyle bir kimse bir hak­sızlıkta bulunmak istediğinde ona, Allah'tan kork denilir, o da bu haksızlı­ğından vazgeçer ve kalbi korkar. [26]

 

2. Allah'tan Korkmak îmanın Kuvvetindendir:

 

Yüce Allah bu âyet-i kerimede rnü'minleri, güzel adı anıldığı vakit kork­makla ve kalplerinin titremesiyle nitelendirmektedir. Buna sebep ise iman­larının kuvveti, Rabİerinin emirlerine itaatleri ve âdeta kendilerini O'nun hu-zurundaymtş gibi görmeleridir.

Bu âyetin bir benzeri de şu buyruklardır: "İtaatkâr ve alçak gönüllü olan­ları müjdele. Onlar ki, Allah anılsa kalpleri korku ile titrer,.," (el-Hac, 22/34-35) Bir başka yerde de şöyle denilmektedir: "Bunlar gönülleri Allah'ın zikri ile huzura kavuşanlardır..." (er-Ra'd, 13/28). Bu ise, Allah'ı bilmenin ke­maline ve kalbin sağlam bir şekilde güven duymasına bağlı bir şeydir.

Korkmak (vecel), Allah'ın azabından korkmak demektir. O bakımdan Ckorkmak ile kalbin huzur bulması arasında) bir çelişki sözkonusu değildir. Nitekim yüce Allah bu iki hususu da §u buyruğunda bir arada zikretmekte­dir: "Allah sözün en güzelini, müteşabih (birbirine benzer) ve tekrar tekrar okunan bir kitap halinde indirmiştir. Rablerinden korkanların derileri ondan dolayı ürperir. Sonra Allah'ın zikrine, derileri ve kalpleri yumuşar (huzur bulur).* (ez-Zümer, 39/23)

Yani, yüce Allah'a yakînleri bakımından -Allah'tan korkuyor olsalar dahi-ruhları huzur ve sükûn bulur. İşte bu, Allah'ı tanıyan, O'nun satvet ve ceza­sından korkanların halidir. Yoksa cahil avamın ve sıradan bîd'atçilerin yap­tıkları şekilde bağırıp çağırmak, eşeklerin anırmasını andıran sesler çıkarmak­la olmaz.

Bu gibi davranışları sürdüren, bunun vecd ve huşu' olduğunu iddia eden kimseye şöyle denir: Sen Allah'ı tanımak, O'ndan korkmak, O'nun celâl ve azametini bilmek noktasında hiçbir zaman ne Rasulün durumuna, ne asha­bının haline, eşit olamassın. Bununla birlikte onlar kendilerine öğüt verildi­ği hallerde Allah'tan gelen buyrukları iyice kavramaya çalışıyorlar ve Allah'tan korkmaları dolayısıyla ağladıkları görülüyordu.

Bundan dolayı yüce Allah, adının aralısını, kitabının okunuşunu İşittikle­ri esnada marifet ehlinin hallerini nitelendirirken şöyle buyurmaktadır: "Onlar, Peygambere indirileni dinledikleri vakit, hakkı bildiklerinden ötürü göz­lerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki: Rabbimiz, iman ettik. Ar­tık bizi şahid olanlarla beraber yaz." (el-Mâide, 5/83) İşte onların hallerinin niteliği budur, söyledikleri aktarılan sözler de bunlardır. Bu şekilde hareket etmeyen, hiçbir zaman onların hidayet yollarını izlemiş, onların izinden git­miş olamaz. Her kim sünnete bağianacaksa, onların yolundan gitsin. Her kim de delillerin hallerine ve deliliğe kendisini kaptıracak olursa bilsin ki, o da onlardan daha bayağı, daha aşağılıktır. Esasen delilik de türlü türlüdür.

Müslim'in, Enes b. Malik'ten rivayetine göre, insanlar, Peygamber (sav)'e onu usandıracak kadar çokça soru sordular. Birgün (evinden) çıktı ve min­bere çıkıp şöyle dedi: "Haydi bana sorunuz. Bugün bana neye dair soru so­rarsanız, ben bu yerimde bulunduğum sürece mutlaka onu size açıklayaca­ğım." Hazır bulunanlar sustular ve bu işin artık gerçekleşmesi yaklaşmış bir haiin (musibetin) öncesi olacağından çekindiler. Enes dedi ki: Sağıma solu­ma bakındım. Herkes elbisesini başına dolamış ağlıyordu... diye hadisin ge­ri katan kısmını zikretmektedir.[27]

Tirmizî de sahih olduğunu belirterek el-İrbâd b. Sâriye'den şöyle dediği­ni rivayet eder: Rasulultah (sav) bize, oldukça be!iğ (etkileyici) bir öğütte bu­lundu. Ondan dolayı gözler yaşardı ve kalpler korku ile titredi...[28]

Burada sahabi hiçbir şekilde "bağırıp çağırdık, kalkıp raksettik, rakseder-ken ayaklarımızı vurduk, ayağa kalktık" demiyor. [29]

 

3. İmanın Artışı:

 

Yüce Allah'ın: "Âyetleri karşılarında okunduğu zaman (bu), onların İma­nını artırır" buyruğu, tasdiklerini artırır, demektir. Şu andaki iman, dünün imanına bir ziyadedir. İkinci ve üçüncü defa tasdik eden bir kimsenin bu yap­tığı, daha önce geçenlere nisbette tasdikini bir artırmadır.

Şöyle de açıklanmıştır: İman artışından kasıt, âyetlerin ve delillerin çok­luğu ije kalpteki genişliğin artması demektir. Bu anlamdaki açıklamalar, da­ha önceden Âl-i İmran Sûresi'nde (3/173. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmak­tadır.

"Ve onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler" buyruğunda sözü edi­len Allah'a güvenip dayanmak (tevekkül)'e dair açıklamalar da yine önceden Âl-i İmran Sûresi'nde (3/122. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Onlar namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdîğimizdende infâk ederler" buyruğu (ve açıklaması) da el-Bakara Sûresİ'nin baş taraflarında (2/3. âyet, 4. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

"İşte onlar, gerçek mü'minlerin ta kendileridir." Yani, gerek zahirleri, gerek batınları imn bakımından eşit olan kimselerdir. Bu açıklamaya delil şudur: Her bir hakkın hakikati vardır. Hz. Peygamber de Hârise'ye: "Şüphe­siz ki her bir hakkın hakikati vardır" demiş ve: "Senin imanının hakikati ne­dir?" diye sormuştur.[30]

Bir adam da el-Hasen'e şöyle sormuş: Said'in babası sen mü'min misin? O da şu cevabı vermiş: İman iki türlüdür. Eğer sen bana Allah'a, melekleri­ne, kitaplarına, peygamberlerine, cennete, cehenneme, öldükten sonra di­rilişe ve hesaba imanı soruyor isen, ben bunlara iman eden bir kimseyim. Yok eğer şanı yüce Allah'ın: "Gerçek mü'minier ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri korkar...İşte onlar gerçe,k mü'minlerin ta kendi­leridir" buyruğu hakkında soruyorsan, Allah'a yemin ederim ki, bilemiyo­rum ben onlardan mıyım, değil miyim?

Ebu Bekr el-Vâsitî de der ki: Her kim ben gerçekten Allah'a iman eden bir kimseyim diyecek olursa, ona şöyle denir: Hakikat gözle görmeye, muttali olmaya ve kuşatıcılığa işaret eder. Her kim bundan mahrum ise, artık bu hu­sustaki iddiası da batıl otur. O bununla, ehl-İ sünnetin şu görüşüne işaret et­mek istiyor: Gerçek mü'min cennete gireceğine dair hüküm verilmiş olan mü'mindir. Bunu, şanı yüce Allah'ın hikmeti gereği gaybtnda gizlediği hik­meti arasından bir bilgi olarak Öğrenmemiş kimsenin, ben gerçekten mü'mi-nim, şeklindeki iddiası doğru bir iddia değildir. [31]

 

5.  Nitekim Rabbin seni hak uğrunda evinden çıkardığında gerçek­ten müminler den bir kesim İsteksizdiler.

Yüce Allah'ın: "Nitekim Rabbin seni hak uğrunda evinden çıkardığında..." buyruğu ile ilgili olarak ez-Zeccâc şöyle demektedir: "Nitekim" deki "kef" nasb mahallindedir.

Yani, Rabbin seni evinden hak ile çıkardığı gibi, enfâl de senin hakkın­da öylece sabittir. Bu da şu demektir: Rabbinin seni hak ile evinden çıkar­ması gibi enfal senin için bir hak olarak sabittir. Bu da şu anlama gelir: Sen, ganimetler hakkındaki emrint uygula ve onlar hoşlanmasalar dahi İstediğin kimseye nefel ver. Çünkü esir getiren herkese birşeyler verileceğini tesbit edince Rasulullah'a ashabtan bazıları şöyle demişlerdi: O takdirde insanla­rın çoğu hiçbir şey almamış olur.

Buna göre buradaki "kef harfi dediğimiz gibi mahallen rnansubtur. el-Fer-ra da böyle demiştir. Ebu Ubeyde der ki: Buradaki "kef bir kasemdir. Yani seni... çıkartan hakkı için anlamındadır. Buna göre "kef" kasem "vav"ı anla­mında; anlamındadır.

Said b. Mes'ade de şöyle demiştir: Buyruğun anlamı şudur: İşte bunlar, Rab­binin seni hak uğrunda evinden çıkarması gibi gerçek mü'minlerdir. Yine Sa­id der ki: Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: "Rabbin seni hak uğrunda na-sılki evinden çıkartmış ise" artık siz de Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin, demektir.

İkrime der ki: Buyruğun anlamı şudur: Rabbin seni... evinden çıkardığı gi­bi; siz de Allah'a ve Rasulüne itaat edin.

"Nitekim... çıkardığında" buyruğu, yüce Allah'ın: "Kableri katında de­receler... vardır" buyruğuna taalluk etmektedir. Yani: Onlar için Rableri nez-dinde dereceler, bir mağfiret ve bitmez tükenmez bir nzık vardır. Allah'ın mü'minlere bu vaadi, âhirette gerçekleşecek bir haktır. Tıpkı Rabbinin se­ni evinden onun için vacip olan hak ile çıkartması ve böylelikle sana va­adini gerçekleştirmesi, düşmanına karşı seni muzaffer kılması ve sana sö­zünü yerine getirmesi gibi. Çünkü yüce Allah daha sonra şöyle buyurmak­tadır: "Hani Allah size o iki taifeden birinin sizin olacağını uadediyordu" (el-Enfal, 8/7), Allah, dünyada bu vadini nasıl gerçekleştirmiş, yerine getir­miş ise, âhirette de size vadettiklerini aynı şekilde yerine getirecek, gerçek­leştirecektir. Bu, güzel bir açıklamadır, bunu en-Nehhas zikretmiş ve tercih etmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: "Nitekim" deki "kef benzetme edatıdır. Ve bu da karşılık ifade etmek üzere zikredilmiştir. Mesela, bir kimsenin kölesi­ne şöyle demesine benzer: Ben seni nasıl düşmanlarımın üzerine gönderdim, onların seni zayıf bulmaları üzerine benden yardım isteyince, ben de sana istediğin yardımı gönderip seni nasıl güçlendirdim ve senin bu eksik tarafı­nı tamamladımsa, haydi şimdi sen de onları yakala ve onları şöyle şöyle cezalandır. Ve nasıl ki ben sana elbise giydirdim, ihtiyacın olan erzakını ver-dimse, haydi şunu şunu yap. Sana nasıl ihsanda bulundumsa, sen de bun­dan dolayı bana teşekkür et. İşte yüce Allah da burada şöyle buyurmakta­dır: Rabbin seni evinden hak ile çıkartıp kendinden bir güvenlik olmak üze­re sizi o uyuklama nasıl bürüdüyse -bu sözleriyle hem Hz. Peygamberi hem de onunla birlikte olanları kastetmektedir- ve nasıl sizi onunla tertemiz et­mek için semadan su indirip yine semadan üzerinize peş peşe kafileler ha­linde melekler indirdiyse, haydi siz de onların boyunlarını vurun, onların her birinin parmaklarına darbeler indirin. Şöyle diyor gibidir: Ben sizin eksikle­rinizi giderdim, meleklerle size yardım gönderdim. Haydi siz de onların bu belirttiğim yerlerine darbeler indirin. Bunlar ise öldürücü darbelerin inece­ği yerlerdir. Tâ ki böylelikle Allah'ın muradı olan hakkı gerçekleştirmiş, ba­tılı da ortadan kaldırmış olasınız. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Gerçekten, müminlerden bir kesim isteksizdiler." Yani, onlar Mekke'yi, mallarını ve yurtlarını terketmekte istekli değillerdi. [32]

 

6. Hak apaçık meydana çıktıktan sonra, göre göre ölüme sürük-leniyorlarmış gibi, hakka dair seninle tartışıyorlardı.

"Hak apaçık meydana çıktıktan sonra... hakka dair seninle tartışıyor­lardı." Tartışmalarına sebep şuydu: Hz, Peygamber onları kervanı karşılama­ya teşvik ettiği sırada kervanı kaçırmalarından sonra, onlara savaşmayı em­rettiğinde beraberlerinde çokça hazırlık bulunmadığı için, bu iş onlara ağır gelmişti. Onlar da şöyle demişlerdi: Bize savaş yapılacağını haber vermiş ol­saydın, biz de bunun için gerekli hazırlığımızı yapardık.

Yüce Allah'ın: "Hakka dair" buyruğunun anlamı da savaşa dair seninle tar­tışıyorlardı demek olur. "Hak apaçık meydana çıktıktan sonra." Yani, on­lar senin Allah izin vermedikçe herhangi bir emri vermeyeceğini anladıktan sonra diye açıklandığı gibi: Yüce Allah'ın, kendilerine, ya kervanı ele geçir­mek yahut Mekkelilere karşı zafer kazanmayı vadetmiş olduğu açıkça orta­ya çıktıktan sonra diye de açıklanmıştır. Şimdi kervan elden kaçmış olduğu­na göre, o halde Mekke ehline karşı çıkmak ve onlara karşı muzaffer olmak­tan başka bir yol kalmıyor.

Buna göre âyet-i kerimedeki bu üslûbun anlamı, onların bu tartışmaları­nı olumsuz karşılamaktır. Mekkelilerle karşılaşmaktan hoşlanmadıklan için de "göre göre" yani, bu işin kaçınılmaz olarak başlarına geleceğini bilerek "seninle tartışıyorlardı." Buradaki *görme"nin bilmek anlamına gelmesi, yüce Allah'ın şu buyruğunda da yine "görme"nin bilmek anlamında kullanıl­mış olması gibidir: "O günde kişi iki elinin, önden yolladığına bakacak­tır..." (en-Nebe1, 78/40) Yani, neler işlemiş olduğunu bilecektir. [33]

 

7. Haili Allah size o iki taifeden birinin sizin olacağını va'dediyor-du. Siz ise kuvvet ve silahı bulunmayanın kendinizin olmasını arzu ediyordunuz. Allah da sözleriyle hakkı üstün kumayı ve kâ­firlerin arkasını kesmeyi istiyordu.

8. Tâ ki, hakkı devamlı üstün kılsın, batılı yok etsin. Günahkârlar hoş görmese de.

"Hani Allah size o iki taifeden birinin sizin olacağını va'dedîyordu" buy­ruğunda, "biri" anlamındaki; kelimesi, ikinci mePul olarak nasb mahallindedir, "O sizin... dir* buyruğu da yine; "Biri"nden bedel olmak üzere nasb mahal) indedir.

"Siz ise kuvvet ve silahı bulunmayanın kendinizin olmasını arzu edi­yordunuz" bunu seviyor ve istiyordunuz.

Ebu Ubeyde der ki: "Kuvvet ve silahı bulunmayan" tabiri, keskin âlet­leri bujunmayan demektir. "Şevket" ise, silah demektir. Şevk (diken) ise, kes­kin ve sivri tarafı olan bitkiye denilir. "Silahı keskin adam" tabiri de buradan gelmektedir. Diğer taraftan bu tabir, kalbedilerek; "Silahı dikenli (keskin)" tabiri kullanılır,

Buyruğun anlamı şudur: Yani siz, beraberinde silah bulunmayan ve ken­disiyle savaş j^pılmayacak olan gurubu (kervanı) ele geçirmeyi arzu ediyor­dunuz. Bu açıklama ez-Zeccâc'dan nakledilmiştir.

"Allah ise sözleriyle hakkı üstün kılmayı..." yani, İslâm'ı muzaffer kılmayı "istiyordu." Hak, ebediyyen haktır. Hak üstün kılınmayacak ve galip gel­meyecek olursa, batıla benzeyeceğinden, onun üstün kılınması hakkı hakk olarak ortaya çıkarmak ve bunu açıkça göstermek demektir.

"Sözleriyle" bunu yapması ise, bu konudaki va'di gereği gerçekleştirme­si demektir. Çünkü o, ed-Duhan Sûresi'nde Peygamberine şu vaadde bulun­muştur: "Şiddetle yakalayacağımız gün, muhakkak ki Biz intikam alıcıla­rız." (ed-Duhan, 44/16) Ebu Cehil ve arkadaşlarından intikam alacağız, de­mektir. Bir başka yerde de şöyte buyurmaktadır: "Çünkü onu bütün cinlere üstün kılacaktır." (es-Saf, 61/9)

Buradaki: "Sözleriyle" buyruğunun, size onlarla cihad etmenizi emretmek suretiyle... anlamına geldiği de söylenmiştir.

"Ve kâfirlerin arkasını kesmeyi" helak ederek onları kökten yok etme­yi "istiyordu."

"Tâ ki hakkı devamlı üstün kılsın." Yani, İslâm dinini galip ve aziz kıl­sın; "batılı yok etsin." Küfrü ortadan kaldırsın. Batılın iptal edilmesi (yok edil­mesi), onun ortadan kaldırılması demektir. Tıpkı, hakkın yerini bulmasının gerçekleştirilmesinin, onun üstün kılınması anlamına geldiği gibi, "Bilakis Biz, hakkı batılın üzerine bırakırız da, hak onun beynini darmadağın eder. Bakarsın ki o, can çekişmektedir." (el-Enbiya, 21/18)

"Günahkârlar hoş görmese de." [34]

 

9. Hani siz, Katibinizden imdat istiyordunuz da: "Muhakkak Ben »ize birbiri ardınca bin melek ile yardım ediyorum" diye duanı­za karşılık yermişti.

10. Allah bunu, ancak bir müjde olsun ve o sayede kalpleriniz tü­müyle rahatlasın diye yapmıştı. Yardım, yalnız Allah katındandır. Şüphe yok ki, Allah mutlak galiptir, Hakimdir.

Yüce Allah'ın: "Hani siz, Rabbinizden yardım istiyordunuz..." buyruğun-daki yardım İsteme anlamını veren "istiğâse" yardım ve imdada yetişme isteğinde bulunmak demektir. "Adam imdat istedi" tabiri; " İmdat diye bağırdı" demektir. İsmi, şeklinde gelir. İmdat istemek, yardım talep etmek ise,"Benden yardım diledi," şeklinde kullanılır. Bunun da ismi; şeklinde gelir. Bu açıklamalar el-Cevherî'den nakledilmiştir.

Müslim, Ömer b. el-Hattab (r.a)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Be­dir günü Rasulullah (sav), müşriklere baktı. Bin kişi olduklarını gördü. As­habı ise üçyüzonyedi kişi idiler. Bunun üzerine Allah'ın Peygamberi (Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun) kıbleye yöneldi, sonra ellerini uzattı. Rabbi-ne şöylece niyaz etmeye koyuldu:

"Allah'ım, bana va'dini gerçekleştir! Allah'ım bana va'dettiğini ver. Allah'ım, eğer sen İslâm ehlinden bu topluluğu helak edecek olursan, yeryüzünde sa­na ibadet olunmayacaktır." O, kıbleye yönelmiş, ellerini uzatmış halde, Rabbine, -ridası omuzlanndan düşünceye kadar- niyaza devam etti. Sonra Ebu Bekir yanına gitti, ridasını altp omuzlarına bıraktı. Arkasına durup şöyle de­di: Ey Allah'ın Peygamberi, Rabbine bu kadar seslenişin yeter. Şüphesiz ki O, sana verdiği sözünü gerçekleştirecektir. Bunun üzerine yüce Allah: "Ha­ni siz, Rabbİnİzden imdat İstiyordunuz da: Muhakkak Ben sîze birbiri ar­dınca bin melek ile yardım ediyorum dîye duanıza karşılık vermişti" buyruğunu indirdi ve Allah, melekleri yardımına gönderdi, diyerek hadisin geri kalan bölümlerini zikretti.[35]

"Birbiri ardınca" anlamındaki kelimesini Nâfî' "dâl" harfini üs­tün olarak; diye okumuştur. Diğerleri ise "dal" harfini esreli olarak ism-i fail şeklinde okumuşlardır. Yani, birbiri ardınca, arka arkaya gelen gu­ruplar demektir. Böylesi ise gözlere daha bir heybet ve korku verir.

"Dâl" harfinin üstün okunuşu İse, faili meçhul (ism-i mef'ul) sîgasıdır. Ya­ni, ardınızdan gönderilen melekler anlamındadır. Çünkü Bedir günü savaşan­ların ardından bin tane melek gönderilmişti. Yani, bu bin melek, kâfirlere kar­şı onlar*a yardım etmek üzere indirilmişti. Bu kıraate göre bu kelime "bin"İn sıfatı olur. Bunun, "Size... yardım ediyorum" buyruğundaki man-sub zamirden hal olduğu da söylenmiştir. Yani siz, birbirinizin ardınca savaş halindeyken, size bin melek ile yardım edeceğim. Mücahidin kabul ettiği gö­rüş budur.

Ebu Ubeyde'nin naklettiğine göre İle aynı anlamdadır. (İki­si de; arkamdan geldi, peşimden geldi anlamında). Ancak Ebu Ubeyd bun­ların aynı anlama gelmesini kabul etmemektedir. (Yani, birincisi arkamdan geldi, ikincisi ve hemze ziyadesi ile olanı ise, arkamdan gönderdi manasına­dır). Çünkü yüce Allah: "Arkasından onu râdife (ikinci üfürüş) izleyecek" (en-Naziât, 79/7) diye buyurmakta, buna karşılık; diye buyurmamaktadır.[36]

 en-Nehhâs, Mekkî ve başkaları derler ki: Burada "dal" harfinin esreli okunuşu daha uygundur. Çünkü te'vil bilginleri bu kıraate göre tefsir yap­maktadırlar. Yani melekler birbiri ardınca gelmişlerdir. Diğer taraftan bunda -Ebu Ubeyde'nin naklettiğine göre- "dal" harfinin üstün okunuşu manası da vardır. Bir başka sebep ise, kurra'nın çoğunlukla "dal" harfini esreli olarak okumuş olmalarıdır.

Sibeveyh der ki: Kimi kıraat âlimi; şeklinde "ra" harfi üstün, "dal" harfini de şeddeli olarak okumuşken, kimileri de; şeklinde "ra" harfini esreli okumuşlardır. Başkaları da "ra" harfini ötreli olarak; di­ye okumuşlardır. Her üç kıraatte de "dal" harfi hem esreli, hem de şeddeli­dir.

Sibeveyh'in bu açıklamasında belirttiği birinci kıraatin takdirine göre, ke­limenin aslı; şeklinde olup, "te" harfi "dal" harfine idğam edilmiş, ondan sonra "dal" harfinin harekesi -iki sakin yanyana gelmesin diye- "ra" harfine verilmiştir. İkinci kıraatte ise "ra" harfi iki sakin yanyana geldiğinden dolayı esreli okunmuştur. Üçüncü kıraatte ise "ra" harfinin ötreli okunuşu, "mim" harfinin ötreli okunuşuna İttiba dolayısıyladır. "Ey filan geri çevir," demek gibi.

Cafer b. Muhammed iie Asım el-Cahderî de "bin" anlamındaki kelimeyi şeklinde; binlerce anlamında; "bin" anlamındaki; 'in çoğulu olarak okumuştur. Tıpkı; Fels kelimesinin çoğulunun; diye kul­lanılması gibi. Yine Cafer ile Asım'dan bu kelimeyi; diye okudukları da rivayet edilmiştir.

Âl-i îmran Sûresi'nde meleklerin inişinden, onların alâmetlerinden ve savaşlarından söz edilmişti (bk. 3/123-125. âyetler, 3- başlık ve devamında). Yine Âl-i İmran Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Allah bunu ancak bir müjde ol­sun..." buyruğunun anlamı da geçmiş bulunmaktadır. (Bk. 3/126. âyetin tef­siri). Maksat, gönderilen yardımdır. Bununla ard arda gönderilen meleklerin kastedilmesi de mümkündür.

"Yardımyalnız Allah ka tındandır." Şanı yüce Allah bununla zafer ve yar­dımın meleklerden değil, kendi katından geldiğine dikkat çekmektedir. Ya­ni, eğer O'nun yardımı olmasaydı, meleklerin sayılarının çokluğunun fayda­sı görülmezdi. Allah'tan gelen yardım ise, kthçla değil hüccet ile olur. [37]

 

11. Hani O, kendi katından bir emniyet olmak üzere sizi hafif bir uykuya biiründürüyordıı. Sizi onunla tertemiz yapmak, sizden şeytanın pisliğini gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve onun­la ayaklara sebat vermek için de üstünüze gökten bir su indiri­yordu.

Yüce Allah'ın: "Hani O... sizi hafif bir uykuya büründü-

rüyordu" buyruğunda iki mef ul vardır. Bu da Medinelilerin kıraati olup fi­ilin yüce Allah'a izafe edilmesi dolayısıyla güzel bir kıraattir. Çünkü daha ön­ce yüce Allah'ın ism-i şerifi: "Yardım yalnız Allah kalındandır" buyruğun­da geçmiş bulunmaktadır. Aynca bundan sonra da; "Üstünüze... indiriyordu" buyruğu geçmektedir. Burada da fiil yüce Allah'a izafe edilmek­tedir. Aynı şekilde uykuya büründürmek de ifadeler arasında uygunluk (müşâkelet) ortaya çıkması İçin yüce Allah'a izafe edilir.

İbn Kesir ve Ebû Amr ise, fiili hafif uykuya izafe ederek; "O hafif uyku sizi buruyordu," şeklinde okumuşlardır. Bu kıraatin delili ise, "Bir emniyet ve bir uyuklama indirdi ki, içinizden bir kısmı­nı örtüp buruyordu" (Âl-i İmran, 3/154) buyruğudur.

Bu buyrukta "bürümek" anlamını veren fiil, hem "ye" ile, hem de "te" ile okunmuştur. Bu okuyuşlara göre de fiil, ya uykuya veya güvenliğe izafe edil­miştir. Burada geçen güvenlik, bizzat hafif uykunun (ya da uyuklamanın) ken­disidir. Yüce Allah, bu uyuklamanın müslümanlan bürüyen şey olduğunu ha­ber vermektedir. Diğerleri ise; "Sizi... Mründürüyordu" şeklinde "ğayn" harfini üstün, "şin" harfini de şeddeli okumuşlar, "Hafif bir uykuya" kelimesini de nasb ile okumuşlardır. Bu da Nâfi'in kıraatinin mana-

sına göre böyle okunur. Bu iki okuyuş; "Bürüdü ve burundur-dü" anlamında iki ayrı söyleyiştir. Nitekim yüce Allah (bu iki söyleyişin her birine örnek olmak üzere) şöyle buyurmaktadır: "Onları(n göz­lerini) örttük (bağladık)" (Yasin, 36/9); Onu örttüğü şeyler ile örttü." (en-Necm, 53/54) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Sanki yüzleri... büründürülmüş gibidir." (Yunus, 10/27) Mekkî de der ki: Burada tercih edilen görüş, "ya" harfinin ötreli ve şed­deli okunuşu, buna karşılık;  Hafif bir uyku" kelimesinin nasb ile okunmasidır. Çünkü ondan sonra gelen ifade: "Kendi katından bir emniyet olmak üzere" şeklinde olup, Kendi kâtından" lafzındaki za­mir, Allah'a ractdir. Hafif uykuyu onlara büründü ren O'dur. Diğer taraftan ço­ğunluk da bu şekilde okumuştur. Bunun: Düşmandan yana sîze güvenlik ol­mak üzere; anlamına geldiği de söylenmiştir.

"Bir emniyet olmak üzere" buyruğu mef ulun leh yahut mastar­dır. şeklindeki mastarların hepsinin anlamı (güvenlik, emniyet demek olup) aynıdır.

"Hafif uyku (veya uyuklama}", korkmayan ve güvenlik içerisinde bulu­nanın halidir, İşte bu hafif uyku da ertesi gün savaşın yapılacağı gecede ol­muştu. Önlerinde oldukça önemli bir husus bulunmakla birlikte uyumaları hayret verici birşeydi. Fakat Allah onların korkularını dindirmişti. Ali (r.a)'dan, dedi ki: Bedir günü aramızda süvari olarak yalnızca el-Mİkdad vardı. Onun da siyah beyaz bir atı vardı. Ben o savaşta bulunan bizlerden, kimi gördüm­se hep uyuyorduk. Ancak Rasulullah (sav) bir ağacın altında sabaha kadar namaz kıldı ve ağladı. Bunu el-Beyhakî zikretmiştir.[38]

el-Maverdî der ki: Bu gecede yüce Allah'ın onlara gelen uykuyu hatırla­tarak minnette bulunması iki bakımdandır: Birisi onların ertesi gün savaşın yapılacağı gecede dinlenmelerini sağlayarak onları güçlendirmesi, diğeri İse kalplerinden korkunun izale edilmesiyle onlara güvenlik sağlamasıdır. Ni­tekim şöyle denmektedir: Güvenlik, uyku getirir, korku ise uyutmaz.

Safların karşı karşıya geldiği sırada onları uykuya büründürdüğü de söy­lenmiştir. Buna benzer bir hususun, Uhud gününde sözkonusu olduğu Âli İmran Sûrest'nde (Bk. 3/154. âyetin tefsiri) açıklanmıştı.

Yüce Allah'ın: "Sîzi onunla tertemiz yapmak, sizden şeytanın pisliğini gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve onunla ayaklarınıza sebat ver­mek İçin de üstünüze gökten bir su indiriyordu" buyruğunun zahirinden anlaşıldığına göre; Kur'an-ı Kerim bununla uyumanın yağmurdan önce oldu­ğuna delâlet etmektedir.

İbn Ebi Necih İse der ki: Yağmur, uykudan önce olmuştu. ez-Zeccac'ın nak­lettiğine göre, kâfirler Bedir günü mü'minlerden önce Bedir suyunun başı­na varmışlar ve orada konaklamışlardı. Mü'minter susuz kalmışlardı. Bu se­fer korkuya kapıldılar, susuzluk çekmeye başladılar, cünüp oldular ve hat­ta bu şekilde namaz kıldılar. Kimileri kendi içinden şeytanın vesvesesinin et­kisiyle şöyle demişti: Biz Allah'ın dostları olduğumuzu iddia ediyoruz. Rasu-lullah da aramızda bulunmaktadır. Halbuki biz bu durumda, müşrikler ise su­yun başında bulunuyorlar. Bunun üzerine yüce Allah, Bedir gecesi, Rama­zanın onyedinci günü, vadiler sel olup taşıncaya kadar yağmur yağdırdı Rny-lelîkle hem su içtiler, hem temizlendiler, hem bineklerine de su verdiler. Ken­dileri ile müşrikler arasında bulunan kıraç ve kaypak arazi sertleşti ve bunun sonucunda müslümanların ayakları orada savaş sırasında sağlam bastı.

Şöyle de denilmiştir: Bu haller, müsJümanların Bedir'e ulaşmalarından ön­ce olmuştu. Bu görüş daha sahihtir. İbn İshâk'ın Siret'inde ve başkalarının zik­rettiği de budur. Kısaca olay şöyle olmuştu: İbn Abbas der ki: Rasulullah (sav)'a Ebu Süfyan'in Şam'dan dönmekte olduğu haberi ulaşınca, müslüman-lan onlara karşı çıkmaya teşvik edip şöyle dedi: "İşte beraberinde mallar bu­lunan Kureyş'in kervanı. Haydi onların önüne çıkınız. Olur ki Allah bu ker­vanın mallarını size nafile (ganimet) olarak İhsan eder." Bunun üzerine eli­ni çabuk tutup hazırlanabilenler Hz. Peygamber ile yola koyuldu. Kimisi işi ağırdan tuttu ve onunla çıkmaktan hoşlanmadı. Rasulullah (sav) ise, kendi­sinin mazeretli olduğunu ortaya koyan hiçbir kimseye iltifat etmeksizin ça­bucak yola koyuldu. Bineği bulunmayanı da beklemedi. Böylelikle o, Mu­hacir ve Ensar'dan oluşan ashabından üçyüz onüç kişi ile yola koyuldu.

Buhârî'de ise el-Berâ b. Âzib'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Muha­cirler Bedir günü seksen küsur kişi, Ensar ise ikiyüzkırk küsur kişi idiler.[39]

Yine Buhârî, el-Bera'dan şöyle dediğini kaydetmektedir: Biz, kendi ara­mızda Muhammed (sav)'ın ashabının Talut ile birlikte nehri aşan adamları­nın sayısınca, üçyüz on küsur kişi olduğunu söylerdik. Ki onunla birlikte mü'min olmayan kişi nehri geçmemişti.[40]

Beyhakî de Ebu Eyyub el-Ensarî'den şöyle dediğini kaydetmektedir: Biz,

"Bedir'e" çıktık. Bir ya da iki gün yol aldıktan sonra Rasulullah (sav) bize sa­yımızı tesbit etmemizi emretti. Biz de onun emrini yerine getirdik, üçyüz onüç kişi olduğumuzu gördük. Peygamber (sav)'a sayımızı haber verince, o bun­dan dolayı sevindi, yüce Allah'a hamd edip: "Tatut'un adamları sayısıncası-nız" diye buyurdu.[41]

İbn İshâk der ki: Herkes hep birlikte Rasulullah (sav)'ın herhangi bir sa­vaş hali ile karşılaşmayacağını sanmıştı. O bakımdan bu işe hazırlananlar çok olmadı. Ebu Süfyan ise Hicaz bölgesine yaklaşınca, haberleri araştırmak üzere casuslar gönderir, karşılaştığı kafilelere insanların mallarına zarar ge­lir korkusuyla durumu soruştururdu. Nihayet kafilelerden birisinden: Muham-med (sav) insanları size karşı çıkmak üzere sefere davet etti, diye bir haber aldı.

Bunun üzerine tedbir aldı ve Gıfarlı Damdam b, Amr'ı ücretle tutarak Mek­ke'ye gönderdi, Ona, Kureyşlilere gidip mallarını korumak üzere sefere çıkmalarını ve Muhammed (sav)'ın ashabı ile birlikte kervanın karşısına çıkmak istediğini bildirmesini istedi. Damdam, Ebu Süfyan'ın dediklerini yap­tı. Mekkeliler de bin kişi veya o civarda savaşçı ile yola çıktılar.

Peygamber (sav) da ashabı ile çıktı ve kendisine Kureyşlilerin kervanla­rını korumak üzere Mekke'den çıktıklarına dair haber ulaştı. Peygamber (sav) beraberindekilerle istişarede bulundu. Ebu Bekir kalktı, konuştu ve güzel ko­nuştu. Daha sonra Ömer kalktı, o da konuştu, güzel şeyler söyledi.

Daha sonra el-Mikdad b. Amr ayağa kalkıp şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasu-lü, Allah'ın sana emrettiği ne ise onun doğrultusunda yürü. Biz de seninle beraberiz. Allah'a yemin ederiz, İsrailoğullarının: "Sen ve Rabbin gidiniz de ikiniz onlarla savaşın. Biz de burada oturanlarız" (el-Maide, 5/24) dedik­leri gibi demeyiz. Şunu söyleriz: Sen ve Rabbin gidiniz, savaşınız. Biz de si­zinle birlikte savaşacağız. Seni hak ile gönderen hakkı için eğer sen Berk el-Ğimâd'a -Habeşistan'daki bir şehiri kastediyor- yürüyecek olsan, şüphesiz biz de orada seninle birlikte çarpışırız.

Rasulullah (sav) bundan dolayı sevindi ve ona hayırla duada bulundu, son­ra da şöyle buyurdu: "Ey insanlar bana görüşlerinizi belirtiniz." Bununla En-sar'ı kastediyordu. Çünkü-Ensar hazır bulunanların sayıca çoğunluğunu teş­kil ediyordu ve Akabe'de Hz, Peygamberle bey'ati eştikleri sırada, Ey Allah'ın Rasulü demişlerdi. Şüphesiz bizler sen yurdumuza ulaşıncaya kadar başına geleceklerden kendimizi sorumlu tutmayız. Ama bize ulaştın mı, artık sen bi­zim himayemizdesin. Kendimizi, çoluk çocuğumuzu ve hanımlarımızı nasıl ve neden koruyor isek, seni de öylece koruyacağız.

İşte Rasulullah (sav) Ensar'ın Medine dışında kendisine yardım etmekle yükümlü olmadıkları görüşüne sahip olmalarından ve kendisinin de onları şehirleri dışında bir düşmana karşı götürme hakkına sahip olmadığı kanaati­ni taşıyacaklarından korkuyordu.

Rasulullah (sav) bu sözlerini söyleyince, Sa'd b. Muaz -Sa'd b. Ubade de denilmektedir, o gün her ikisinin de konuşmuş olmaları da mümkündür- şöy­le dedi: Ey Allah'ın Rasulü, sanki sen bu sözlerinle biz Ensar topluluğunu kas­tediyor gibisin. Rasulullah (sav) "evet" diye buyurunca, Sa'd şunları söyledi:

Şüphesiz biz sana iman ettik. Sana uyduk. Allah sana neyi emrettiyse o yolda yürü. Seni hak ile gönderene yemin ederiz ki, eğer sen bizimle birlik­te şu denize dalacak olursan ve sen de dalarsan şüphesiz seninle birlikte biz de ona dalarız.

Bunun üzerine Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Allah'ın bereketi üzere yola koyulunuz. Ben sanki ölü yıkılacak olanların yıkılacakları yerleri görür gibiyim."

Rasulullah (sav) yola koyuldu ve Kureyşlilerden önce Bedir suyuna var­dı. Allah'ın, Kureyşlilerin üzerine indirmiş olduğu büyük bir yağmur, onla­rın daha önce Bedir suyuna varmalarını engelledi. Buna karşılık o yağmur­dan müslümanlara ayakların gömüleceği kadar yumuşak olan vadinin kum­larını sadece sertleştiren ve böylelikle yürümelerini kolaylaştıran miktarı isa­bet etmişti.

Rasulullah (sav) Bedir sulan arasında Medine'ye en yakın olan suyun ya­nı başında konakladı.

el-Hubab İbnü'l-Münzir b. Amr b. el-Cemuh, Hz. Peygamber'e bu husus­ta başka bir görüş sunarak ona şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, acaba bu Al­lah'ın sana konaklamanı emrettiği ve bizim daha ilerisine de geçemeyeceği­miz, yahut gerisinde de kalamayacağımız bir yer midir, yoksa bu konudaki görüşünüz savaş ve savaş taktiği gereği midir? Hz. Peygamber şöyle buyur­du: "Hayır, bu husustaki görüşümüz, savaş ve taktik gereği burada konak­ladık" deyince, el-Hubab şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, bu senin İçin uygun bir konaklama yeri değildir. Haydi bizi onlara en yakın suyun başına götür, oraya konaklayalım ve onun gerisinde kalan diğer kuyulan ise kapatalım. Son­ra bizler bu suyun çevresinde bir havuz yapalım, o havuzu su ile doldura­lım. Biz bu sudan içerken, onlar içecek su bulamasınlar.

Rasulullah (sav) onun bu görüşünü güzef buldu ve dediği şekilde hare­ket etti. Daha sonra müslumanlarla Kureyşliler karşı karşıya geldiler, Allah Peygamberine ve müslümanlara zafer verdi. Müşriklerden yetmiş kişi öldü­rüldü, yetmiş kişi de esir alındı. Mü'minlerin onlardan intikamını aldı. Allah, hem Rasulünün göğsüne, hem de ashabının göğsüne onlara karşı duyduk­ları öfkeden dolayı su serpmiş oldu. İşte bu hususu dile getirmek üzere Has­san b. Sabit şu şiiri söylemiştir:

"Kum tepesi üzerindeki Zeynep yurdunu bilip tanıdım

Yeni, taze yaprak üzerindeki yazı hattı gibi;

Rüzgârlar onu evirip çeviriyor ve baharın

Bol bol yağmur yağdıran her bir bulutu-

Artık orası yıkılıp döküldü ve o sevgili orada sakinken,

Şimdi orası harabeye döndü

Artık bırak hergün hatırlamayı da

O kederli kalbe hararetini geri ver

O kusuru bulunmayanı haber ver bana

Doğrulukla; yalancının haberi gibi olmasın

Bedir sabahı yüce Allah'ın yaptıklarım

Bizim için o müşriklerdeki hezimet payını

O sabah vakti ki, adeta onların toplulukları

Batı tarafında temelleri ortaya çıkmış (binayı) andırıyordu

Biz de onları bizden bir toplulukla karşıladık

Orman arslanlan gibi gencimizle, yaşlımızla

Muhammed'in önünde ona karşı destek verdiler

Düşmana karşı savaşın kızgınlığında

Ellerinde ince keskin kılıçlar olup

Güçlü, şerefli ve deneyimli herkesle beraber

O şerefli ve asil Evaoğulları ile onları destekleyen

O sapasağlam dinde Neccar oğulları da

Bbu Cehl'in yanından yere yıkılmışken geçtik

Utbe'nin yanından da; onları toprak üzerinde bırakarak

Şeybe'yi de nesebleri sorulacak olursa,

Hatırı sayılır ncseblere yiğitler arasında terkettik

Rasulullalı seslendi onlara, onları yığınlar halinde kuyuya attığımız vakit

Benim söylediğim sözün hak olduğunu görmediniz mi

Ve Allah'ın emri ta kalplere işler

Konuşamadılar, konuşsalardı diyeceklerdi ki:

İsabet ettin, sen gerçekten isabetli görüşün sahibiydin."

Burada açıklamamız gereken üç husus vardır: [42]

 

1. Mahlukatın Şerefinin Kaynağı:

 

Malik der ki: Bana ulaştığına göre Cebrail Ca.s), Peygamber (sav)'a sormuş: Aranızda Bedir'e katılanların durumu nedir? Hz. Peygamber: "Onlar bizim ha-yırhlarımızdır" diye cevap verince Cebrail: "Bizim aramızda da onlar böyle­dir" demiş.[43]

İşte bu, mahlukatın şerefinin bizzat kişilerin şahsı İle ilgili olmadığını, ya­pılan işlerle ilgili olduğunu göstermektedir. Meleklerin sürekli teşbihe devam etmek gibi şerefli davranışları vardır. Bizim de İtaatte ihlaslı davranmak su­retiyle yaptığımız işlerimiz vardır.

İtaatlerin fazileti şeriatın onları faziletli diye cesbit etmesiyle ortaya çıkar. Bu itaatlerin en faziletlisi ise cihaddır. Cihadın en faziletlisi ise Bedir günü­dür. Çünkü İslâm'ın yapısı onun üzerinde yükselmiştir. [44]

 

2.  Ganimet Elde Etmek Üzere Savaş Çağrısı:

 

Peygamber (sav)'ın kervanı karşılamak üzere çağrıda bulunması, ganimet elde etmek kastıyla savaşa çağırmanın caiz oluşuna delildir. Çünkü ganimet helal bir kazançtır. Bu da Malik'in, böyle bir şeyi mekruh görmesi şeklinde­ki kanaatini reddetmektedir. Çünkü Malik şöyle der: Bu maksatla yapılacak savaş, dünyalık için bir savaştır. Ayrıca, -ganimet için savaşanınki değil de-Allah'ın adt en üstün olsun diye savaşanın savaşı, Allah'ın yolundadır, şek­lindeki Peygamberi buyruk ile kastedilen şudur: Eğer böyle bir kimsenin mak­sadı yalnızca ganimet elde etmek olup dini hiçbir maksadı yoksa o ganimet için savaşmış olur.

İkrime, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet eder: Bedir savaşı sona erdik­ten sonra Peygamber (sav)'a, haydi artık kervana gidelim. Çünkü onu koru­yacak birşey kalmadı, dediler. Bu sefer esirler arasında bulunan el-Abbas ona şöyle seslendi: Bu uygun birşey olmaz. Bunun üzerine Peygamber (sav) ona: "Neden"? diye sorunca, şöyle dedi: Çünkü Allah sana iki taifeden birisini va-detmişti. İşte Allah sana vadettiğini vermiş bulunuyor. Bunun üzerine Pey­gamber (sav): "Doğru söyledin" diye buyurdu. Hz. Abbas ise bu bilgiyi Peygamber (sav)'ın konuşmalarından ve Bedir ile ilgili açıklamalardan öğren­miş, konuşma esnasında bu hususu da işitmişti. [45]

 

3.  Ölümün Mahiyeti:

 

Müslim'in, Enes b. Malik yoluyla gelen rivayetine göre, Rasulullah (sav) Bedir'de (müşriklerden) öldürülenleri üç gün terkettikten sonra onların bulunduklan yerde ayakta olduğu halde onlara seslenip şöyle dedi: "Ey Ebu Ce­hil b. Hişam, Ey Ümeyye b. Halef, Ey Utbe b. Rabia, Ey Şeybe b. Rabia, Rab-binizin size va'dettiğini gerçek olarak buldunuz değil rni? Şüphesiz ki ben, Rabbimin bana vadettiğinin gerçek olduğunu gördüm."

H2. Ömer Peygamber (sav)'ın sözünü işitince, Ey Allah'ın Rasulü dedi. On­lar nasıl işitebilirler ve onlar kokmuş leşler haline geldikten sonra nasıl ce­vap verebilirler?

Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim, siz­ler benim sözlerimi onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz. Şu kadar var ki on­lar cevap veremiyorlar."

Daha sonra Hz. Peygamberin emir vermesi üzerine sürüklendiler ve Be­dir'deki kuyuya atıldılar.[46]

Hz. Ömer'in "nasıl işitirler?" sözü, adet gereği böyle bir şeyi uzak gördü­ğünü ifade eder. Peygamber (sav) de ona, onların da tıpkı canlılar gibi işit­tiklerini söyledi. İşte bu, ölümün katıksız bir yokluk ve bir fena oluştan iba­ret olmadığını, aksine ölümün sadece ruhun beden ile ilişkisinin kesilip on­dan ayrılması ve ikisi arasına bir engel girerek bir hal değişikliği ve bir dün­yadan öbür yurda geçiş olduğunu göstermektedir. Nitekim Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki, ölü kabrine konulup, sahipleri onu bıra­kıp geriye döndüklerinde muhakkak o, onların ayak seslerini dahi işitir."[47] Bu hadisi de Sahilı(i Buhar?) rivayet etmiştir.

Yüce Allah'ın: "Onunla ayaklara sebat vermek" buyruğundaki "o" zami­ri, önceden de geçtiği üzere, ayakların gömüldüğü yumuşak kumlu vadinin sertleşmesini sağlayan suya attir. Bu zamirin, kalplerin pekiştirilmesine ait ol­duğu da söylenmiştir. Buna göre, ayaklara sebat verilmesi, savaş mahallin­de ilahi yardım ve zafer verilmesinden ibaret olur. [48]

 

12. Hani Rabbin meleklere: "Şüphesiz Ben sizinle beraberim. İman edenlere sebat verin. Ben, kâfirlerin kalplerine korku salacağım. Artık onların boyunlarının üstüne ve onların her parmağına vu­run" diye vahyedlyordn.

Yüce Allah'ın: "Hani Rabbin meleklere: Şüphesiz Ben sizinle berabe­rim... diye vahyediyordu" buyruğunda yer alan ve "hani" anlamına gelen; edatındaki âmil (bir önceki âyette geçen); "Sebat vermek" fiili­dir. Yani Allah, o vakitte bunun ile ayaklara sebat veriyordu. Âmilinin; "Pekiştirmek İçin" fiili olduğu da söylenmiştir. Yani, "hani Rabbin... pekiştirmek için vahyediyordu" demek olur. Buna göre ifadenin takdiri şöy­le olur: Sen, "Rabbinin meleklere, şüphesiz Ben sizinle beraberim, diye vahyedişini" hatırla anlamındaki ifade de nasb mahallinde olur. Buyruğun ma­nası İse, ben sizinle zafer ve yardımım ile birlikte beraberim şeklînde olur.

"Sizinle beraber," ifadesi, "ayn" harfi üstün olarak okunursa zarf­tır. "Ayn" harfini sakin olarak okuyanlara göre ise, bu bir harf (edatjtir.

"İman edenlere sebat verin" yani, onlara yardım ve zafer müjdesini ve­rin, yahut onlarla birlikte savaşın veya savaşmaksızın onlarla beraber hazır bulunun. Melek, bir adam suretinde safın önünde yürür ve: Yürüyün, şüp­hesiz Allah size yardım ve 2afer verecektir, diyordu. Müslümanlar da onun kendilerinden olduğunu sarsıyorlardı.

Daha önce Âl-i İmran Sûresi'nde (3/323-125. âyetlerin tefsirinde) Melek­lerin Bedir günü savaştıklarına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. O gün­de ashab-ı kiram, gözleriyle gördükleri bir vurucu olmaksızın, boyun bölge­sinden kopan bir takım başlar görüyorlardı. Bazıları da sözü işitildiği halde şahıs olarak görülmeyen bir kişinin İlerle ey Hayzum! dediğini işitmişlerdi.

Şöyle de açıklanmışUr: Bu şekilde sebat verme, Rasulullah (sav)'ın mü'min-lere meleklerin yardım etmek üzere indiklerini zikretmesi suretinde olmuş­tu.

Yüce Allah'ın: "Ben, kâfirlerin kalplerine korku salacağım" buyruğuna dair açıklamalar da daha önce Âl-i İmran Sûresi'nde (3/151. âyetin tefsirin­de) geçmiş bulunmaktadır

"Artık onların boyunlarının üstüne... vurun." Bu, meleklere verilen bir emirdi. Mü'minlere verilen bir emir olduğu da söylenmiştir. Yani, siz boyun­ları vurunuz. Buradaki"Üstüne" kelimesi zâiddir. Bunun zâid olduğu­nu el-Ahfeş, ed-Dahhâk ve Atiyye ifade etmişlerdir.

el-Mes'udî rivayetiyle dedi ki: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki ben, Allah'ın azabı ile azaplandırmak üzere gönderilmedim. Ben, boyun-

lan vurmak ve düğüm bağını sıkı tutmak (esir almak) ile emrolundum."

Muhammed b. Yezid der ki: Bu görüş yanlıştır. Çünkü, "üstüne" kelime­si, belli bir anlam ifade etmektedir. Dolayısıyla bunun zaid gelmesi sözko-nusu olamaz. Ancak, bunun anlamı şöyledir: Onlara, yüzlere ve yüze yakın bölgelere vurmaları mübalı kılınmıştır.

İbn Abbas da der ki: Bundan kasıt, her tepe ve her kafayı vurun, demek­tir. Yani, boyun bölgesinden yukarıda olanları vurun ki, bunlar da başlardır. Bu açıklamayı da İkrime yapmıştır. Başa darbe vurmak ise daha etkileyici-dir. Çünkü, en basit bir darbe beyine etki eder Bu kabilden bazı açıklama­lar en-Nisa Sûresİ'nde de geçmiş bulunmaktadır.

Ayrıca "Üstüne" kelimesi de zaid değildir. Bu açıklamaları, yüce Al­lah'ın: "Eğer kadınlar ikiden fazla iseler..." (en-Nisa, 4/11; 9. başlık) buyru­ğunu açıklarken zikretmiş bulunuyoruz.

"Ve onların her parmağına vurun." ez-Zeccâc der ki: "Parmaklar" kelimesinin tekili; kelimesidir. Bu kelimenin buradaki anlamı parmak ve diğer azalardır. Bu kelime, Arapların bir yere ikâmet eden kişinin duru­munu anlatmak üzere "Adam orada ikâmet etti," sözlerinden alınmıştır. Buna göre bu kelime, ikâmet ve hayat ile ilgili anlamları ifade et­mek için kullanılır.

Şöyle de açıklanmıştır: Burada bu kelimeden maksat, el ve ayaklann parmak uçlarıdır. Bu ise, harpte sebatı ve darbe indirilecek yeri anlatmakta­dır. Birisinin parmak uçlarına darbe indirilecek olursa, bu sefer diğer organ­lardan farklı olarak bu darbeleri alan kimse savaşamaz hale gelir. Şair Antere der ki:

"O, namus ve şerefimizi koruyan bir savaş adamıydı

Ve sıkıntılı, zorlu zamanlarda herbir parmak ucuna darbe indirendi."

Bu kelimenin 'parmak" anlamını taşıdığını ortaya koyan beyitlerden bi­risi de yine Antere'nin şu heyetidir:

"Ölüm benim elimin emri altındadır.

Hint çeliğinden yapılmış kılıcım parmaklarına vardı mı.?"

Arapların şiirinde bu kelimenin "parmaklar" anlamına geldiğini ortaya ko­yan tanıklar pek çoktur. İbn Fâris der ki: Bu kelime parmaklar anlamında­dır. Sair azalar demek olduğu da söylenmiştir. Bazılarının da naklettiğine gö­re bunlara bu ismin veriliş sebebi, insanın kendileri vasıtasıyla karar kılabil­diği ve durabildiği hallerinin salahının bu organlara bağlı oluşundan dolayı­dır. ed-Dahhâk da der ki: Bu kelime her bir eklem yeri hakkında kullanılır. [49]

 

13. Bunun sebebi onların Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmeleridir. Kim Allah'a ve Rasûlüne karşı gelirse, muhakkak Allah cezası çok şiddetli olandır.

14. Bu, şimdiki azabınız. Onu tadın. Kafirler İçin bir de ateş azabı vardır.

Yüce Allah'ın: "Bunun sebebi, onların, Allah'a ve Rasûlüne karsı gelme­leridir" buyruğundaki; Bu", mübtedâ olarak ref mahallindedir. İfa­denin takdirî de şudur: Bu işin sebebi... yahut da bu iş, işte böyledir.

"Allah'a... karşı gelmeleri", Allah'ın dostlarına karşı çıkmaları demektir. Karşı gelmek (şikak) ise, herkesin vadinin bir tarafında yer alması demektir. Buna dair açıklamalar, daha önceden (el-Bakara, 2/137. âyetin tefsirinde) geç­miş bulunmaktadır.

"Bu, şimdiki azabınız. Onu tadın. Kafirler için bir de ateş azabı vardır."

ez-Zeccâc der ki: Bu... nız"; İş veya olay" kelimele­rinin takdiri ile ref mahallindedir. Yani, sizin durumunuz işte budur, o hal­de onu tadınız. Bunun, "Tadın" dolayısıyla nasb mahallinde olması da münlkündür. Mesela, Zeyd'e vur," sözü de böyledir.

Bu ifadenin anlamı, kâfirlere azarda bulunmaktır.

"Ve muhakkak" Bu...nız'a atf ile ref mahallindedir.

el-Ferrâ der ki: Bunun, Ve çünkü kâfirler için..." anlamın­da nasb mahallinde olması da mümkündür. Yine el-Ferrâ der ki: Burada mah-zuf olarak "Ve bilin ki muhakkak..." kâfirler için ifadesinin takdi­ri de mümkündür.

ez-Zeccâc der ki: Eğer burada "ve bilin ki" İfâdesinin takdiri cai2 ise, el­bette; "Zeyd gitmektedir, Amr da oturuyor;" demek ca­iz olurdu. Hatta mübteda olarak da; "( uu^, Lj >: ZeY^ gidiyor" (demek kas­tıyla) de denilebilirdi. Çünkü lıaber veren, bir işi bildiren, demektir. Ancak, böyle bir ifadenin kullanılabileceğini hiçbir nahivci söylememiştir. [50]

 

15. Ey îman edenler, toplu bir halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman, onlara arkanızı dönmeyiniz.

16. Savaşmak için yahut yer tutmak veya başka bir bölüğe katılmak gayesiyle olmaksızın, o gün kim onlara arkasını dönüp kaçar­sa, muhakkak o, Allah'ın gazabına uğramış olur. Onun yeri de cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: [51]

 

1. Savaştan Kaçmak:

 

-Mealde; "karşılaşma" anlamı verilen kelimesi, azar azar yaklaş­mak demektir. Asıl anlamı, kalçalar üzerinde sürünmek demektir. Daha sonra savaş esnasında bir başkasına doğru yürüyen herkese bu ad verilme­ye başlanmıştır.

"Karşılıklı olarak birbirine yaklaşmak, yakınlaşmak" anlamına ge­lir. Mesela; "Düşman yaklaştı ve topluluklar yaklaştı" denilirken, biri diğerinin üzerine yürüdü denmek istenir Şiirde "zi­haf da buradan gelmektedir. Zihaf ise, İki harf arasında bir harfin düşürü­lüp, o iki harfin birinin diğerine ulanması (yürütülmesi) anlamınadır.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır Birbirinize yaklaşıp birbirinizi görecek olur­sanız, artık onlardan kaçarak onlara arkalarınızı dönemezsiniz. Yüce Allah mü'minlere cihadı ve kâfirlerle savaşı farz kıldığında bunu haram kıldı.

îbn Atiyye der ki: "Arkalar" kelimesi, -arka anlamına gelen-"dubur" kelimesinin çoğuludur. Bu âyet-i kerimede "dubur" kelimesinin kullanılması ileri derecede bir fesahati ortaya koymaktadır. Çünkü, burada kaçan için çok çirkin ve onun için yerilmeyi gerektiren bir ifade vardır. [52]

 

2. Kâfirlerin Önünden Mü'minlerin Kaçmamalarının Şartları:

 

Aziz ve Celil olan Allah, bu âyet-i kerimede mü'minlere kâfirlerin önün­den arkalarını dönüp kaçmamalarını emretmektedir. Bu emir ise, mü'minle­rin karşısındaki düşman sayısının iki kat olmaması şeklinde nass ile bağfa-nan şart ile kayıtlıdır. Dolayısıyla mü'minlerden bir kesim, mü'minlerin iki ka­tı bulunan bir müşrik topluluğu ile karşılaşacak olursa, farz olan onların önün­den kaçmamaktır. İkiye karşı bir halinde kaçan kişi savaş kaçkınıdır. Ancak, bire karşı üç halinde kaçan kişi savaş kaçkını değildir ve tehdit, ona yöne­lik olmaz.

Savaştan kaçmak, Kur'ân-ı Kerim'in zahiri gereğince ve imamlann çoğun­luğunun ittifakı ile helak edici büyük bir günahtır. Onlardan bazıları da -bi­rileri de "el-Vâdiha" da görüşünü ortaya koyan İbnü'l-Macişûn'dur- şöyle de­mektedir: Bu hususta düşman sayısının kaç kat fazla olduğu, güç ve hazır­lık, gözönünde bulundurulur. Onların görüşlerine göre eğer müşriklerin sa­hip oldukları savaş gücü ve kahramanlık, kendilerinin iki kat fazlası ise, yüz süvarinin yüz süvariden kaçması caiz olur. Cumhurun görüşüne göre ise, yüz kişinin ancak ikiyüz kişiden fazla düşman ile karşılaşması halinde kaçmala­rı helaldir. Müslüman ne zamanki bire karşı ikiden fazla düşmanla karşıla­şacak olsa, geri dönüp kaçması caiz olur. Bununla birlikte sabretmek daha güzeldir. Nitekim Mûte ordusu üçbin kişi olduklan halde, ikiyüzbin kişiye kar­şı sebat göstermişlerdi. Ve bu ikiyüzbin kişinin de yüzbini Bizanslı, diğer yüz-bini ise Lalım ve Cüzam kabilelerinden Müsta'reb araplardan oluşuyordu.

Derim ki: Endülüs fethi tarihinde de gerçekleştiği gibi Musa b. Nusayr'ın azadlısı Tank, binyediyüz kişi İle Endülüs'e çıktı. Bu, hicretin 93. yılı Receb ayın­da gerçekleşmişti. Tarık, Endülüs kralt Rozrik (Rodrik) ile yetmiş bin süvari­den oluşan ordusuna karşı çıktı. Tarık üzerine yürüdü, ona karşı sabretti, Al­lah da o azgın hükümdar Eodrik'i bozguna uğrattı ve fetih gerçekleşti.

İbn Vehb der ki: Ben, Malik'e şöyle bir soru sorulurken dinledim: Müslü­manlar sayıca az oldukları halde düşman ile karşılaşır, yahut da gözetleyici-likte bulundukları ve koruyuculuk yaptıkları sırada düşman üzerlerine gele­cek olursa, az sayıdaki bu müslüman asker çarpışırlar mı, yoksa geri dönüp arkadaşlarına mı haber verirler? Şu cevabı verdi: Eğer onlara karşı savaşabi­lecek kuvvetleri varsa onlarla savaşsınlar. Aksi takdirde arkadaşlarına gidip onları durumdan haberdar ederler. [53]

 

3. Savaştan Kaçma île İlgili Görüş Ayrılıkları:

 

Savaş günü kaçışın, Bedir gününe has mı, yoksa kıyamet gününe kadar yapılacak bütün savaşlarda mı sözkonusu olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Ebu Said el-Hudrî'den gelen rivayete göre bu hüküm Bedir gününe hastı. Nafi', el-Hasen, Katade, Yezid b. Ebi Habib ve ed-Dahhâk bu görüşte olduğu gibi Ebu Hanife de bu görüştedir. Bu görüşe göre hüküm Bedir'e ka­tılanlara has idi. Onların geri çekilme hakları yoktu. Eğer geri çekilecek ol­salardı, müşriklere katılmış olurlardı. Yeryüzünde o gün onlardan başka rnüsSüman yoktu. Müslümanların da geri kaçıp katılacakları Peygamber (.sav)'dan başka herhangi bir gurupları da bulunmamaktadır. Ondan sonra ise, müslümanların biri diğerinin gurubu oldu. el-Kîyâ der ki: Ancak bu görüş, tartışılır bir görüştür. Çünkü, o sırada Medine'de Ensar'dan pek çok kimse var­dı. Peygamber (sav) onlara çıkmalarını emretmediği gibi, onlar da savaş ola­cağını zannetmemîşlerdi. Sadece kervana karşı çıkılacağını sanmışlardı. Ra-sulullah (sav) da kendisiyle birlikte çabucak çıkabilenlerle çıktı.

İbn Abbas İle diğer ilim adamlarından ise, âyet-i kerimenin kıyamet gü­nüne kadar baki olduğu şeklindeki görüşleri rivayet edilmektedir. Birinci ke­sim, az önce aktardıklarımızı delil göstermekle birlikte yüce Allah'ın: "O gün" kaydını da delil gösterir ve şöyle derler: İşte bu. Bedir gününe işaret etmek­tedir ve bu âyetin hükmü, zaaf ile ilgili âyetle (bk. 8/66. âyet) nesh olunmuş­tur. Geriye ise, savaştan kaçmanın hükmü, büyük bir günah olarak kalma­mış olur. Nitekim, Uhud günü savaşçılar kaçmış, Allah da onları affetmiş, Hu-neyn günü de haklarında: "Nihayet arkanızı dönüp gitmiştiniz" (et-Tevbe, 9/25) diye buyurmakta ve bundan dolayı herhangi bir azarlama sözkonusu olmamıştı.

İlim adamlarının cumhuru ise şöyle demektedir: Bu buyruk ile, yüce Al­lah'ın: "Kâfirlerle karşılaştığınız zaman" buyruğunun ihtiva ettiği savaş gü­nüne işaret edilmektedir. Âyetin hükmü ise kıyamet gününe kadar bakidir. Ancak, yüce Allah'ın başka bir âyet-i kerimede açıklamış olduğu zaaf şartı ara­nır. Âyet-i kerimede nesh sözkonsu değildir. Buna delil de şudur: Âyet-i ke­rime, savaştan sonra savaşın sona erip, o gün içindeki bütün olaylarla bitip geride kalmasından sonra inmiş olmasıdır. Malik, Şafiî ve ilim adamlarının ço­ğunluğu bu görüştedir.

Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre'den gelen rivayete göre, Rasuhıllah (sav) şöyle buyurmuştur: "Helak edici yedi büyük günahtan uzak duru­nuz... -bu hadiste- ve savaş günü geri dönüp kaçmak" ifadesi de yer almak­tadır.[54] Bu, bu hususta açık bir nasstır. Uhud günü ise, insanlar kendilerinin iki katından da fazla olan düşmandan kaçmış oldukları halde yine de azar-lanmışlardt. Huneyn günü aynı şekilde kaçanlar da -ileride açıklaması gele­ceği üzere- kalabalık düşmandan ötürü geri çekilmek zorunda kalmışlardı. [55]

 

4.  Savaştan Kaçanın Şahidliği ve Şerîatı Uygulamayan Yöneticilere Karşı Çıkmak:

 

İbnü'l-Kasım der ki: Savaştan kaçanın şahidliği caiz olmadığı gibi, imam­ları kaçacak olsa dahi onların kaçmaları caiz değildir. Çünkü yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: "O gün kim onlara arkasını çevirip kaçarsa." Yine der ki: Bununla birlikte iki katlarından daha fazla düşmanla karşılaşacak olurlar­sa, kaçış caiz olur. Ancak bu, müslüman savaşçıların sayısı onikibini bulmu­yorsa böyledir. Eğer sayıları onikibini buluyor ise kaçmaları helal olamaz. İs­terse müşriklerin sayısı iki katlarından fazla olsurı. Çünkü Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Onikibin Oik bir müslüman ordusu) asla azlıktan dola-yt yenilmezler."[56] İlim ehlinin çoğunluğu bu sayıdaki orduyu âyeti kerime­nin ifade ettiği umumi anlamın dışında kabul edip tahsis etmişlerdir.

Derim ki: Bunu, Ebu Bİşr İle Ebu Seleme el-Âmilî rivayet etmiştir ki, Ebu Seleme, el-Hakem b. Abdullah b. Huttâf diye bilinir ve o metruk bir ravidir. İkisi şöyle demişlerdir: Bize, ez-Zührî anlattı, O, En es b. Malik'den, O, Rasu­lullah (sav)'dan dedi ki: "Ey Eksem b. el-Cevn, sen kavminden başkalarıyla gazaya çık ki, huyun güzelleşsin ve arkadaşlarına ikramda bulunasın. Ey Ek­sem b. el-Cevn, yol arkadaşlarının hayırlısı dörttür. Gözcü birliğin hayırlıları kırktır. Seriyelerin hayırlıları dörtyüzdür. Ordulann hayırlıları dörtbindir ve hiç­bir zaman onikibin kişilik bir ordu azlıktan dolayı mağlup edilemez."[57]

İmam Malik'den de onun bu görüşte olduğuna delâlet eden rivayetler nak­ledilmiştir. O da onun, el-Umari el-Âbid'e söylediği sözüdür. el-Umari, ken­disine: Sen ahkâmı değiştiren ve onları tebdile uğratan kimselere karşı mü­cadele etmeyi terkedebilir misin? Malik, şu cevabı vermiştir: Eğer beraberim­de onikibin kişi bulunuyor ise, bu hususta sana (yöneticilere karşı mücade­leyi terketmekte) genişlik yoktur. [58]

 

5. Savaştan Kaçış Günahını İşleyenler:

 

Eğer savaştan kaçarsa, yüce Allah'tan mağfiret dilemelidir. Tırmizî, Bilal b. Yesar b. Zeyd'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bana babam anlatti, o, dedem'den Peygamber (sav)'ı şöyle buyururken dinlemiş: "Her kim; "Kendisinden başka ilah bulunma­yan, hayy ve kayyum olan Allah'tan mağfiret diler ve O'na tevbe ederim der­se, Allah, savaştan kaçmış olsa dahi orta mağfiret eder." Tirmizî der ki: Bu, garip bir hadis olup, biz bunu bu yoldan başka bir yoldan bilmiyoruz.[59]       

 

6. Savaş Taktiği Gereği Düşmanın Önünden Çekilmek:

 

Yüce Allah'ın: "Savaşmak için, yahut yer tutmak veya başka bir bölü­ğe katılmak gayesiyle olmaksızın...'' buyruğunda sözü geçen ve "yer tut­mak" ankmı verilen; kelimesi, bulunulan cihetten ayrılmak demek­tir. Buna göre savaş taktiği gereği bîr taraftan bir tarafa geçip yer değiştiren kişi bozguna uğrayıp kaçan bir kimse değildir. Aynı şekilde müslüman bir top­luluğa katılarak onların yardımını alıp tekrar savaşa katılmak niyetiyle yerin­den ayrılan kimse de savaş kaçkını değildir.

Ebû Davud'un, Abdullah b. Ömer yoluyla kaydettiği rivayetine göre, Ab­dullah b. Ömer Rasulullah (sav)'ın gönderdiği seriyye (askeri birliklerden birisi arasında bulunuyordu. Birlikte bulunanlar adeta geri dönercesirie bir tur attılar. Ben de bu şekilde tur atanlar arasında idim. Fakat, bir kenara ay­rıldığımız vakit, bu sefer: Biz savaştan kaçtık ve gazaba uğradık. Artık ne ya­pacağız dedik. Dedik ki: Haydi Medine'ye girelim, orada kendimize sağlam bir yer tutalım ve gittiğimiz vakit de kimse bizi görmesin. Bunun üzerine Me­dine'ye girdik. Kendi aramızda: Keşke Rasulullah (sav)'ın huzuruna çıksak, dedik. Eğer kabul edilecek bir tevbemiz var ise, Medine'de kalmaya devam ederiz. Yok böyle birşey söz konusu olmayacaksa geri gideriz. (İbn Ömer de­vamla) der ki: Sabah namazından önce Rasulullah (sav)'ı gözetlemek üzere oturduk. Çıkıp gelince, ona doğru kalktık ve: Biz kaçanlarız, dedik. O, bi­ze yönelerek: "Hayır, aksine siz, dönüp yeniden baskın yapmak üzere geri­deki güçlere katılanlarsınız" dedi. Bu sefer ona yaklaştık ve elini öptük. O: "Ben, müslümanlann kendisine sığınıp katıldıkları bölüğüyüm."[60]

Sa'leb der ki: (Kendisine katıldıkları birlik anlamı verilen) "el-akkârûn" ge­ri dönenler demektir. Başkası da şöyle açıklamıştır: Savaş esnasında geri ka­çıp sonra tekrar dönen kimseye böyle denilir.

Cerir ise, Mansur'dan, o, İbrahim'den şöyle dediğini nakletmektedir: Ka-disiye'de bir adam geri dönüp kaçtı ve Medine'ye Hz. Ömer'in yanına var­dı ve şöyle dedi: Ey mü'minlerin emiri, helak oldum. Savaştan kaçtım. Hz. Ömer: Ben, kendisine sığıntp yardımını aldığın birliğinim, dedi.

Muhammed b. Şîrîn de der ki: Ebu Ubeyde öldürüîüldüğünde[61], öldürül­düğü haberi Hz. Ömer'e ulaşınca şöyle dedi: Eğer bana gelip sığınmış olsay­dı, ben onun yardımcı ve destekçi birliği olurdum. Ben her müslümanın yar­dımcı ve destekçi birliğiyim.

Bu hadislere göre savaştan kaçmak büyük günah olmamaktadır. Çünkü, burada yardımcı destek ve birlik Medine'dir, İmamdır ve nerede olursa ol­sunlar müslüman cemattir.

Diğer görüşe göre ise, kaçış büyük bir günahtır. Çünkü, orada sözü ge­çen yardımcı kuvvetler, savaş için hazır bulunan insanlar topluluğudur. Bu da cumhurun: Savaştan kaçış büyük bir günahtır, şeklindeki görüşüne göre böyledir. Onlar derler ki: Peygamber (sav) ile Hz. Ömer'in bu sözleri, mü'minleri korumak, onlar için İhtiyatlı olmak kabilindendi. Zira, o dö­nemde mü'minler, kendilerinden kat kat üstün güçlere karşı sebat gösteriyor­lardı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bununla birlikte Hz. Peygamber'in: "Ve savaş günü kaçmak" ifadesi yeterli olmalıdır. [62]

 

7. Savaştan Kaçışın Uhrevî Cezası:

 

Yüce Allah'ın: O, Allah'ın gazabına uğramış olur." Yani, Allah'ın gaza­bını haketmiş olur. "Uğramak" anlamı verilen, 'nın asıl anlamı dönmek­tir. Buna dair açıklamalar daha önceden (2/61. âyetin tefsirinin sonlarına doğ­ru) geçmiş bulunmaktadır.

"Onun yeri de cehennemdir." Yani, İkâmetgâhı. Bu da daha önceden bir­kaç yerde de geçtiği gibi ebedi kalışa delil teşkil etmemektedir. Hz. Peygam­ber şöyle buyurmuştur: "Kim kendisinden başka hiçbir ilah olmayan hayy ve kayyûm olan Allah'tan mağfiret dilerim, diyecek olursa, savaştan kaçmış ol­sa dahi onun günahı bağışlanır."[63]

 

17. Onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın. Ama ancak Allah attı. Mü'minleri ken­di nezdinden güzel bir İmtihan ile denemek için (bunu yaptı). Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, herşeyi çok iyi bilendir.

18. Sizin haliniz işte budur. Şüphesiz Allah kâfirlerin düzenini za­yıflatandır.

Yüce Allah'ın: "Onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü" buy­ruğu ile Bedir günü kastedilmektedir. Rivayete göre Rasulullah (sav)'ın asha­bı, Bedir'den geri döndüklerinde herbiri kendisinin yaptıklarını sözkonusu et­meye başlayarak, ben şu kadar kişi öldürdüm, şunu yaptım, demeye koyul­du. İşte onların bu ifadelerinden karşılıklı övünme ve benzeri haller ortaya çık­tı. Öldürenin de, herşeyi takdir edenin de yüce Allah olduğunu, kulun ise, bu işe yalnızca kesbi ve kastı ile katıldığını bildirmek üzere bu âyet-i kerime na­zil oldu. Bu âyet-İ kerime aynı zamanda kulların fiilleri kullar tarafından ya­ratılmaktadır, diyenlerin görüşlerini de reddetmektedir.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani, onları siz öldürmediniz. Fakat Allah, onları sizin önünüze sürüklemek ve sonunda onlara karşı size imkân vermek su­retiyle onları öldürdü. Bir diğer açıklama şekli de şöyle yapılmıştır: Fakat Al­lah size yardım olmak üzere göndermiş olduğu melekler vasıtasıyla onlan öl­dürdü.

"Attığın zaman da sen atmadın" buyruğu da onun gibidir. "Ama ancak Allah attı." İlim adamları bu "atma" hususunda dört ayrı görüş ifade etmiş­lerdir:

1- Burada atış Rasulullah (sav)'m Huneyn günü düşmanın yüzüne karşı âtmtş olduğu çakıl taşlarıdır. Bunu, İbn Vehb, Malik'ten rivayet etmiştir. Ma­lik der ki: O günde bu çakıl taşlarından kendisine isabet etmedik hiçbir kim­se kalmadı. îbnü'l-Kasım da aynı şekilde Malik'ten böyle bir rivayet naklet­mektedir.

2- Bu atış, Ulıud gününde Ubey b. Halefin boynuna bir harbe atıldığı za­manı kastetmektedir. Bunun üzerine Ubey, geri dönerek kaçmaya koyulmuş­tu. Müşrikler ona: Allah'a yemin olsun ki sende korkulacak bîrşey yok, de­dikleri halde, o şöyle demişti: Allah'a yemin ederim, üzerime tükürecek ol­sa dahi elbette beni öldürecek. Çünkü o:  Hayır, onu ben öldüreceğim de­memiş miydin?

Ubey, Mekke'de iken, Rasulullah (sav)'t öldürmekle tehdit etmiş, bunun üzerine Rasulullah (sav) kendisine: "Hayır, seni ben öldüreceğim" demişti. Bunun üzerine o Allah düşmanı, Mekke'den dönüşü sırasında Rasulullah

 (sav)'ın Şerif denilen yerde kendisine vurduğu bir darbe ile ölüp gitmişti.

Musa b. Ukbe, İbn Şihab'dan naklen şöyle der: Uhud gününde Ubey, atı üzerinde demirlerle örtülmüş (zırh giyinmiş) halde: Eğer Muhammed kurtu-lursa ben kurtulmayayım diyerek geldi. Rasulullah (sav)'ı öldürmek kastıy­la üzerine bir hamle yaptı. Musa b. Ukbe der ki: Said b. el-Müseyyeb dedi ki: Mü'minlerden bir gurup yiğit, onun karşısına çıkınca, Rasulullah'ın onla­ra verdiği emir üzere yolunu açtılar. Bu sefer, Mus'ab b. Umeyr, Rasulullah (sav)'ı koruyarak onun karşısına çıktı. Mus'ab b. Umeyr şehid edildi. Rasu­lullah (sav) da Ubey b. Halefin miğfer ile zırhın arasında boğazını ortaya çı­kartan bir boşluk gördü, elindeki harbesini ona sapladı. Ubey, atından düş­tü ve bu aldığı yaradan da kan çıkmadı. Said dedi ki: Kaburga kemiklerin­den bir kemik de kırıldı. İşte yüce Allah'ın: "Attığın zaman da sen atmadın. Ama, ancak Allah attı" buyruğu bunun hakkında nazil olmuştur. Ancak, bu açıklama zayıftır. Çünkü âyet-i kerime Bedir savaşı akabinde nazil olmuştur.

3- Bundan kasıt, Rasulullah (sav)'tn Hayber kalesine atmış olduğu oktur. Bu ok, İbn Ebi'i-Hukayk'a yatağı üzerinde bulunduğu halde isabet edince­ye kadar havada yol aldı. Bu da tutarsız bir görüştür. Çünkü, Hayber'in fet­hi Uhud'dan çok sonra gerçekleşmiştir. Diğer taraftan İbn Ebi'l-Hukayk'ın öl­dürülüş şekli hakkındaki sahih rivayet, onun başka bir şekilde öldürüldüğü­nü ortaya koymaktadır.

4- Âyet-i kerimenin sözkonusu eniği olay, Bedir günü cereyan etmiştir. Bu­nu da İbn İshâk ifade etmiştir. Daha sahih olan budur. Çünkü bu sure Be-dir'e dair bir suredir. Şöyle ki, Cebrail (a.s), Peygamber (sav)'e şöyle demiş­ti: "Bir avuç toprak al." Hz. Peygamber de bir avuç toprak alıp bunu yüzle­rine karşı fırlattı. Hz. Peygamberin attığı bu bir avuç topraktan gözlerine, bu­run deliklerine, ağzına toprak isabet etmedik hiçbir müşrik kalmadı. İbn Ab-bas da bunu ifade etmiştir, ileride gelecektir.

Sa'leb der ki: Sen, çakıl taşlarını "attığın zaman da" kalplerine o korku ve dehşeti "sen atmadın" ve böylelikle onlar bozguna uğradığında (onları sen bozguna uğratmadın). "Ama ancak Allah attı" yani, sana yardım eden, sana zafer veren O oldu. Araplar da; "Allah senin için atsın, ifa-desini.kullanırlar ve bununla Allah sana yardımcı olsun, sana zafer versin, senin lehine olacak işleri yapsın anlamını kastederler. Bunu, Ebu Ubeyde, "Ki-tabu'l-Mecâz" (Mecâzu'l-Kur'ân) adlı eserinde zikretmiştir.

Muhammed b. Yezid de der ki: Attığında sen kendi öz gücünle atmadın. Ama sen, Allah'ın gücü sayesinde attın, demektir.

"Mü'minlerİ kendi nezdinden güzel bir İmtihan ile denemek İçin (bu­nu yaptı)." Burada sözü geçen imtihan (belâ), nimet anlamındadır. "Denemck için" anlamındaki fiilin başında "için" anlamına gelen "lâm" ise, hazfedilmiş bir ifadeye taalluk etmektedir, "Mü'minleri denemek için bunu yaptı," takdirindedir.

"Sizin haliniz işte budur. Şüphesiz Allah, kâfirlerin düzenini zayıflatan­dır" buyruğu Mekkeliler ve Medineliler ile Ebû Amr diye okurlar. Kûfeliler İse, "Kâfirlerin düzenini zayıflatandır" diye okumuşlardır. "Zayıflatan anlamın­daki kelimedeki "he" harfinin şeddeli okunuşu, mübalağa anlamını verir, el-Hasen'den (.vb diğer yedi kıraat imamından) da Kûfeliler gibi okudukları ri­vayet edilmiştir. Yani, şüphesiz yüce Allah, darmadağın oluncaya, topluluk­ları dağılıncaya, buna bağlı olarak da zayıf düşünceye kadar onların kalple­rine korku salacaktır. "Düzen" anlamı verilen "el-Keyd": Hile, desise, tuzak gibi anlamlara gelir. Buna dair açıklamalar daha önceden (en-Nisa, 4/76. âye­tin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [64]

 

19. Eğer siz fetih istemekteyseidz, işte size o fetih gelmiştir. Eğer vaz­geçerseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Yok tekrar dönerseniz, Biz de döneriz. Topluluğunuz çok da olsa size hiçbir faydası ol­maz. Çünkü Allah mü'minlerle beraberdir.

Yüce Allah'ın: "Eğer siz fetih istemekteyseniz, işte size o fetih gelmiş­tir" anlamındaki buyruk, şart ve onun cevabını ilıtivâ etmektedir. Bu husus­ta Üç farklı görüş vardır:

1- Bu, kâfirlere bir hitaptı. Çünkü onlar, zafer ve fetih istemiş ve: Allah'ım, bizden'akrabalık bağını daha çok kim kesiyor, kim ötekine daha çok zulme­diyor ise, Sen onu yenik düşür, diye dua etmişlerdi. Bu açıklamayı el-Hasen, Mücahid ve başkaları yapmıştır. Onlar bu sözlerini kendi kervanlarına yar­dımcı olmak üzere Mekke'den çıkışları sırasında söylemişlerdi.

Bunu, savaş esnasında Ebu Celıil'in söylediği de söylenmiştir. en-Nadr b. el-Haris ise şöyle demişti: Allah'ım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hak ise, üzerimize ya gökten taş yağdır, yahut da bize acıklı bir azab gönder, en- Nadr da Bedir'de öldürülenler arasında idi. "Fetih İstemek (istiftâh)", yardım dilemek demektir. Yani, size işte fetih (yardım) gelmiştir. Fakat, bu yardım müslümanlara ve size karşı gelmişti. Yani, işte size gerçeği açıkça ortaya çı­kartan ve sizin için hakkın ne olduğunu gösteren şey gelmiş bulunmaktadır, demek olur. "Eğer vazgeçerseniz" yani, küfrü bırakacak olursanız, "bu si­zin için daha hayırlıdır. Yok tekrar dönerseniz" yani, tekrar böyle bir söz söyler ve Mulıammed'le savaşmaya devam ederseniz, "Bizde döneriz." Mü'minlere yardım ederiz. "Topluluğunuz" sayıca "çok da olsa" çokluğunu­zun "size hiçbir faydası olmaz."

İkinci görüşe göre bu buyruk mü'minlere bir hitaptır. Yani, eğer siz Al­lah'tan yardım istediyseniz, işte yardım size gelmiş bulunmaktadır. "Eğer" si­ze bu hususta izin verilmeden önce, ganimet ve esir almak gibi yaptığınız iş­lerin benzerine dönmeyip "vazgeçerseniz, bu sizin k;İn daha hayırlıdır. Yok tekrar" benzeri bir işi yapacak olursanız, "Biz de sizi" yine azarlamaya "döneriz." Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınıza karşılık herhalde size büyük bir azap do­kunacaktı." (el-Enfal, 8/68)

Üçüncü görüş ise: "Eğer siz fetih istemekteyseniz işte size o fetih gel­miştir" buyruğu, mü'minlere, ondan sonrası ise kâfirlere hitabtır. Yani, eğer siz bir daha savaşa dönecek olursanız, Biz de Bedir'de yaptıklarımızın ben­zerini yaparız, el-Kuşeyrî der ki: Fakat sahih olan bunun kâfirlere hitab ol­duğudur. Çünkü onlar, kervanlarının yardımına gitmek üzere yola çıktıkla­rında Kabe'nin örtülerine yapışarak şöyle demişlerdi: Allah'ım, bu iki kesim­den hangisi daha hidayet üzere ise, bu iki dinden hangisi daha üsrün ise Sen ona yardım et.

el-Mehdevî der ki: Müşriklerin zafer ümidiyle, yani yardım talep kastıyla Kabe örtülerini beraberlerine alarak Bedir'e çıktıkları rivayet edilmiştir.

Derim ki: Bu ifadeler arasında bir çelişki yoktur. Çünkü, Mekkelİ müşrik­lerin fıer iki işi de yapmış olmaları muhtemeldir.

"Çünkü Allah mü'minlerle beraberdir" buyruğundaki; "Çünkü, mu­hakkak" edatı, istinaf olmak üzere hemze esreli olarak okunur. Üstün olarak okunur ise, yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki Allah, kâfir­lerin düzenini zayıflatandır" buyruğuna, yahut da: "Şüphesiz ben sizinle beraberim" (el-Enfal, 8/14) buyruğuna atfedilmiş olur. Manası da, çün­kü muhakkak Allah mü'minlerle beraberdir, takdirinde olur. Yani, Allah ki­me yardım ederse sayıca çok otsa dahi, hiçbir kesim onu yenik düşüremez. [65]

 

20. Ey iman edenler, Allah'a ve Resûlüne itaat edin. İşitip durduğu­nuz halde ondan yüzçevirmeyin.

Yüce Allah'ın: "Ey İman edenler, Allah'a ve Resûlüne İtaat edin" buyru­ğu, tasdik eden mü'minlere bir hitaptır. Münafıkları dışarıda tutup özel ola­rak müminlere hitab etmesi, onların şanını tebcil içindir, Allah onlara, bir da­ha kendisine ve Resûlüne itaat emrini yenilemekte ve yüz çevirmekten yasak­lamaktadır. Cumhurun görüşü budur.

Bir kesim, de şöyle demiştir: Bu âyet-i kerimede hitab münafıklaradır. Ya­ni, ey yalnızca dilleriyle iman ettiklerini söyleyenler... demektir. İbn Atiyye der ki: Hitabın böyle olması, uzaktan uzağa muhtemeldir, lakin oldukça za­yıftır. Çünkü şanı yüce Allah, bu âyet-i kerimede muhataplarını iman sahibi olmakla nitelendirmiştir. îman ise tasdik demektir. Münafıkların asgari bir şekilde dahi tasdik nitelikleri yoktur. Bundan uzak bir görüş de şöyle diyen­lerin görüşüdür: Burada hitap, İsrail oğullarınadır. Ancak, âyet-i kerimede hi­tabın onlara olması ihtimali, oldukça uzaktır.

"ondan yüz çevîrmeyin" buyruğundaki mastarı, yüz çevirmek demektir. Burada, ikisinden denilmeyerek "ondan" diye buyrulması, Allah'ın Resûlüne itaatin, Allah'a itaat olmasından dolayıdır. Bu da yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Halbuki, Allah'ı ve Resulünü hoşnut etmek daha doğrudur." (et-Tevbe, 9/62).

"İşitip durduğunuz halde* anlamındaki buyruk; hal mahallinde mübtedâ ve haberdir. Yani: Size karşı okunmakta bulunan Kur'ân-ı Kerîm'in bun­ca delil ve burhanlarını dinleyip durduğunuz halde, ondan yüzçevirmeyin anlamındadır.[66]

 

21. Kendileri işitmedikleri halde "işittik" diyenler gibi de olmayın.

22. Çünkü, Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en kötü­sü akıl etmeyen sağır ve dilsizlerdir.

Yüce Allah'ın: "Kendileri işitmedikleri halde "işittik" diyenler gibi ol­mayın" buyruğu yahudiler, münafıklar ya da müşrikler gibi olmayın, dernek­tir. Bu buyrukta geçen "işitmek", kulakla işitmekten gelmektedir.

"Kendileri işitmedikleri halde" ile kastedilen, işittiklerini iyice düşün­meyen, onun hakkında tefekkür etmeyen kimselerdir. Böyleler! hiç işitme­miş ve haktan yüzçeviren kimse durumundadırlar. Yüce Allah mü'minlere on­lar gibi olmalarını yasaklamaktadır.

Buna göre âyet-i kerime, mü'min bir kimsenin; işittim ve itaat ettim de­mesinin, bu işitmesinin etkisi, bunları yerine getirmek suretiyle ortaya çık­madıkça hiçbir fayda sağlamadığına delildir. Eğer, emirleri yerine getirmek­te kusurlu hareket edip ifa etmez, buna karşılık yasaklara yönelip onları iş­leyecek olursa, böyle bir kimsenin buyrukları işittiği sözkonusu olur mu? Bu­nun, itaati nasıl bir itaattir? Böyle bir kimse, o takdirde ancak imanını açığa vuran ve içten içe küfrünü gizleyen bir münafık seviyesinde olur. İşte yüce Allah'ın: "Kendileri İşitmedikleri halde "işittik" diyenler gibi de olmayın" buyruğu da münafıkları, yahudileri, ya da müşrikleri az önce geçtiği üzere-kastetmektedir.

Daha sonra şanı yüce Allah, kâfirlerin , yeryüzünde hareket eden varlık­ların en kötüleri olduğunu haber vermektedir. Buhârî'de îbn Abbas'tan: "Çünkü Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların eti kötüsü akıl et­meyen sağır ve dilsizlerdir" buyruğu hakkında şöyle dediği nakledilmek­tedir: Burada sözkonusu edilenler, Abdu'd-Dâroğullanndan bir topluluktur.[67]

"En kötü" ifadesi, aslında; şeklindedir. Ancak, kullanım çokluğu dolayısıyla baştaki hemze hazfedîlmiştir. "En hayırlı" kelime­si de böyle olup, bunun da aslı  şeklindedir.[68]

 

23. Eğer Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi elbette onlara işittirirdi. Şayet işittirmiş olsaydı, yine onlar muhakkak yüzçe-virerek arkalarına döner giderlerdi.

Yüce Allah in: "Eğer Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi elbette onlara İşittirirdi" buyruğu, onlara delil ve belgeleri anlayıp kavramak ile so­nuçlanan bir şekilde işittirirdi, diye açıklanmıştır. Ancak, yüce Allah, ezelden beri onların bedbahtlıklarını bilmiştir, (bundan dolayı onlara işittirmemiştir.)

“Şayet işittirmiş olsaydı" yani, eğer onlara bu delil ve belgeleri kavrat­mış olsaydı dahi, onların küfre sapacaklarına dair ezelî ilminden sonra artık onlar İman etmeyeceklerdi.

Şu anlama geldiği de'söylenmiştir: O takdirde onlara diriltilmelerini iste­dikleri ölülerin sözlerini işittirirdi. Çünkü onlar, Muhammed (sav)'ın peygam­berliğine tanıklık etsinler diye Kusay b. Kilâb'ın ve diğerlerinin diriltilmesi­ni istemişlerdi.

ez-Zeccâc der ki: "Elbette onlara İşİttirİrdT buyruğu, onların istemiş ol­dukları herbir şeye (teklif ettikleri herbir mucizeye) dair bir cevaptır. "Şayet işittirmiş olsaydı, yine onlar muhakkak yüzçevirerek arkalarına döner giderlerdi." Çünkü yüce Allah, onların iman etmeyeceklerini ezelden beri bil­mektedir.[69]

 

24. Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah ve Rasûlü'nün çağrısına uyun. Bilin ki Allah, kişi İle kal­bi arasına girer. Ve muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksı­nız.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[70]

 

1. Allah ve Rasûlü'nün Çağrısı:

 

Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler... Allah ve Rasûlü'nûn çağrısına uyun" buyruğunun tasdik eden rnü'minlere hitab olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. "Çağrıya uymak" anlamını veren "isticâbet", icabet ile aynı şeydir.

"Size. hayat verecek" kelimesinin aslı;  şeklinde olup ikin­ci "yâ" harfi üzerindeki ötre ağır geldiğinden dolayı hazfedilmiştir. Ancak bu­rada (İki "ye"nin birbirine idğam edilmesi) caiz değildir.

Ebu Ubeyde der ki: "Çağrısına uyun" yani, icabet edin, cevap verin, demektir. Şu kadar var ki, dildeki örfe göre; şekli, "lam" har­fi ile teaddi (geçiş) eder, ise "lam"sız teaddi eder. Nitekim yüce Al­lah'ın şu buyruğu böyledir;" Ey kavmimiz, Allah'ın davetçisinin çağrısına uyun." (el-Ahkaf, 46/31) Bununla birlikte "lam"sız teaddi ettiği de olur. Buna tanık da şairin şu beyitidir:

“Ve bir çağıran çağırdı: Ey seslenişe karşılık yeren kişi! diye Ancak o vakit hiçbir karşılık veren olmadı."

Onun çağrısını kabul etti, isteğini yerine getirdi"; denilir. Bunun mastarı ismi de şeklinde gibi gelir, yine: "Kötü işitti, kötü cevap verdi" denilir. Bu ke­limenin kullanılışı bu şekildedir. ise, karşılıklı konuşmak demektir. Yine  O, cevabı güzel bir kimsedir" denilir.

"Size hayat verecek şeylere" buyruğu "Çağrısına uyun" buyruğuna tealluk etmektedir. Yani: Sizi çağırdığı vakit, size hayat ve­recek şeyler için O'nun çağrısına uyun, demektir. Buradaki "lam" harfinin "e, a" anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani, size hayat verecek şe­ye uyun. Bu da, dininize hayat verecek ve size dininizi öğretecek şeylere uyun, anlamına gelir.

Yine bunun: Kendisi vasıtasıyla kalplerinizi diriltecek ve böylelikle ken­disini tevhid etmenize sebep teşkil edecek şeylere uyun, anlamına geldiği de söylenmiştir. Buradaki "hayat verme" ifadesi istiaredir. Çünkü, buradaki ha­yat, küfrün ve cehaletin Ölümünden dirilişi kastetmektedir.

Mücahid ve cumhur şöyle demişlerdir: Yani sizler, Allah'a itaat çağrısına ve Kur'ân-ı Kerim'in ihtiva ettiği emir ve yasaklara uyunuz. Çünkü ebedî ha­yat, sonu gelmez nimet bundadır.

Yüce Allah'ın: "Size hayat verecek şeylere” buyruğunda kastedilenin ci-had olduğu da söylenmiştir. Çünkü cihad, zahiren hayatın sebebidir. Zira düş­mana gaza yapılmayacak olursa, onlar müslümanlara gaza yapar. Düşmanın müslümanlara gaza yaparak üzerlerine gelmesi ise ölümdür. Cihadda ölmek ise ebedi hayattır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rabbleri katında diridir-İer..."(Âl-i İmran, 3/169)

Doğrusu buyruğun, cumhurun belirttiği gibi umum ifade etniğidir.[71]

 

2. Allah ve Rasûlünün Çağrışma Uymak Gereği:

 

Buhârî, Ebu Said el-Muallâ'dan, şöyle dediğini rivayet etmektedir: Mescid-de namaz kılıyordum. Rasûlullah (sav) beni çağırdı, ben onun çağrısına uyup gitmedim. Daha sonra yanına gittim ve: Ey Allah'ın Rasûlü, ben namaz kılıyordum, diyerek özür beyan ettim. Şöyle buyurdu: Aziz ve celil olan Al­lah: "Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah ve Rasûlünün çağrısına uyun” demiyor mu? dedi ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti.[72]  Sözkonusu bu hadis-i şerif daha önce el-Fatiha Sûresi'nde (1- bölüm, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Şafiî-Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Bu hadis-i şerif, namazda bu­lunan bir kimse, farz olan bir fiili işleyecek, yahut farz olan bir sözü söyle­yecek olursa, namazının bozulmayacağına delil teşkil etmektedir. Çünkü Ra­sûlullah (sav) namazda dahi olsa çağrısına uyulmasını emretmektedir.

Derim ki: Yine bunda el-Evzaîfnin şu görüşünün lehine de delil vardır: Na­maz kılan bir kimse, bir kuyuya düşmek üzere olan bir çocuğu görüp ona bağıracak ve yanına gidip onu azarlayacak olursa, bunda bir mahzur yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[73]

 

3. Yüce Allah'ın Kalpler Üzerindeki Tasarrufu:

 

Yüce Allah'ın; "Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer..." buyruğu ile ilgili olarak şöyle denilmiştir. Yüce Allah'ın bu nassı, O'nun, kulları hakkında küfrü ve imanı hükmetmiş olmakla birlikte, kâfir kişi ile kendisine yeri­ne getirmesini emretmiş olduğu iman arasına girip, bunun sonucunda kâfi­re iman etme kudretini vermediği takdirde o imanı kazanamayacağını, ak­sine, onun zıddı olan küfre güç ve kudret verdiğini ortaya koymaktadır. Ay­nı şekilde mü'min için de böyledir, onun ile küfür arasına engel olmaktadır. Bu nass ile şanı yüce Allah'ın, hayrı ve şerri, kulun bütün amelini yaratan ol­duğu açıkça ortaya çıkmaktadır. İşte Hz. Peygamberin: "Kalpleri evirip çe­viren hakkı için hayır..."[74]  buyruğunun anlamı budur. Yüce Allah'ın bu fii­li, saptırdığı ve yardımından mahrum bıraktığı kimse hakkında adaletinin bir tecellisidir. Zira Allah, onlardan kendilerine vermekle yükümlü olduğu bir hakkı engellemiş olmuyor ki, O'nun adalet sıfatı zail olsun. O, kendilerine lütuf olarak vermek imkânına sahip olduğu birşeyi vermemiştir. Yoksa, ken­disinin onlara vermesi gereken haklarını esirgemiş değildir.

es-Süddî der ki: Kişi ile kalbi arasına girer ve böylelikle kişi O'nun izni olmaksızın iman edemez. Yine O'nun izni, yani meşîeti olmaksızın küfre sapamaz. Kalp, düşüncenin mahallidir. Buna dair açıklamalar, daha önce el Bakara Sûresi'nde (2/7. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Kalp Allah'ın elindedir. O, ne zaman dilerse  kalbi akletmesin diye kul ile kalbi arasına vereceği bir hastalık, yahut bir afet sebebiyle girer. Bunun da anlamı şudur: O halde, aklınızın zail olması ile buna imkân bulamayacak hale gelmeden önce Allah'ın ve Peygamberinin çağrısına uymakta elinizi çabuk tutunuz.

Mücahid de şöyle demektedir: Yani, Allah, kişi İle onun kalbi arasına yap­tığını bilemeyecek hale gelene kadar girer. Nitekim Kur'an-ı Kerimde de şöy­le buyurulmaktadtr: "Muhakkakki bunda, kalbi olan... kimse için elbette bir öğüt vardır." (Kaf, 50/37) Burada kalpten kasıt akıldır.

Şöyle de açıklanmıştır: Allah, kişi ile kalbi arasına ölüm ile girer ve bu du­rumda artık geçmiş olanlarını telafi etme imkânı kalmaz. Bir diğer açıklama da şöyledir: Müslümanlar, Bedir günü düşmanların çokluğundan korkuya ka­pıldı. Şanı yüce Allah, kişi ile kalbi arasına girdiğini ve bunu da onların kor­kularını güvenliğe değiştirmek suretiyle buna karşılık düşmanlarının gü­venlik duygusunu da korkuya dönüştürmek suretiyle gerçekleştirdiğini on­lara bildirdi.

Şöyle de açıklanmıştır. Yani, yüce Allah işleri bir halden bir başka hale evi­rip çevirir. Bu da kapsamlı bir açıklamadır.

Taberînin tercih ettiği açıklama şekli bunun, şanı yüce Allah'ın, kulların kalplerine kendisinin onlardan daha çok hâkim olduğunu ve dilediği takdir­de kendileri ile kalpleri arasına girerek, yüce Allah'ın dilemesi müstesna insanın hiçbir şey idrâk etmesine imkân vermeyeceğini haber vermektedir.

"Ve muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksınız" buyruğu, önceki buyruğa atfedilmiştir. el-Ferrâ der ki: Eğer bu buyruk, istinaf (bir cümle ba­şı) olarak okunursa; Ve muhakkak..." buyruğundaki hemzenin esreli okunması gerekecektir. Ancak üstün okunuşu da doğrudur.[75]

 

25. Bir de İçinizden yalnızca zulmedenlere erişmekle kalmayan bir fitneden sakının. Hem bilin ki Allah, şüphesiz azabı çetin oka­dır.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[76]

 

1. Kötülüklere Karşı Tepki Göstermemenin Cezası:

 

îbn Abbas der ki: Yüce Allah mü'minlere, aralarında münkerin yayılma­sını kabul etmemelerini emretmekte, aksi takdirde azabın onların tamamını kuşatacağını bildirmektedir. ez-Zübeyr İbnü'l-Avvâm da bu buyruğu böyle­ce te'vil etmiştir. Çünkü o, Cemel olayı günü otuz altı yılında cereyan etmiş­ti- şöyle demişti: Ben, bu âyet-i kerime ile bizlerin kastedilmiş olduğunu an­cak bugün öğrenmiş oldum. Ve ben, bu âyet-i kerimenin yalnızca o dönem­de muhatap alman kimseler hakkında olduğunu zannediyordum. Hasan-ı Basrî, es-Süddî ve başkaları da âyeti böylece te'vil etmişlerdir. es-Süddî der ki: Bu âyet-i kerime özel olarak Bedir'e katılanlar hakkında nazil olmuştur. Ce­mel vakası günü fitne onlara isabet etti ve birbirleriyle çarpıştılar.

İbn Abbas (r.a) da der ki: Bu âyet-i kerime Rasûlullah (sav)'ın ashabı hak­kında nazil olmuştur. İbn Abbas devamla der ki: Yüce Allah mü'minlere ken­di aralarında münkerin yaşamasını kabul etmemelerini emretmektedir. O tak­dirde Allah onların hepsini kuşatacak bir azap gönderir.

Huzeyfe b. el-Yeman'dan da şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Ashabımdan bir gurup arasında fitne başgösterecektir. Al­lah, bana olan sohbetleri sayesinde bunu kendilerine bağışlayacaktır. Fakat onlardan sonra bu hususta bazı kimseler onların izinden gideceklerdir, Al­lah ise bu sebepten dolayı onlan ateşe koyacaktır."[77]

Derim ki: Sahili hadislerin desteklemiş olduğu teviller işte bunlardır. Müslim'in Sahihinde Zeynep bint Cahş/dan gelen rivayete göre Rasûiullah (sav)'a şöyle sormuş: Ey Allah'ın Rasûlü, salih kimseler aramızda bulundu­ğu halde helak edilir raiyiz? Hz. Peygamber: "Evet, kötülük yaygınlaşacak olur­sa" diye cevap vermişti.[78]

Tirmîzfnin Sahih (Sünerû'inde de "İnsanlar, zalimi görüp de elini (zulüm­den) alıkoymayacak olurlarsa, aradan fazla zaman geçmeden, Allah onların hepsini kendi nezdinden göndereceği bir azaba duçar eder."[79]  Bu hadis-i şe­rifler daha önceden geçmiş idi.

Buhârî'nin Sahih'i ile Tirmizî'de en-Nu'man b. Beşir'den gelen rivayete gö­re Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın hududu üzerinde duran (on­ları aşmayan) ite onların içine düşen Caşan)ın misali, bîr gemi içinde (yerlerini) kur'a ile paylaşan bir topluluğun misaline benzer. Onlardan kimisine ge­minin üst tarafı, kimisine de alt tarafı düşer. Geminin alt tarafında kalanlar, su almak istediklerinde üstlerinde bulunanların yanından geçtikleri için araların­da şöyle derler: Eğer biz, kendi payımıza düşen bölümde bir delik açıp da yu­karımızda duranlara eziyet vermesek (daha uygun olmaz mı)? Şayet (üstteki­ler), onlan istekleriyle başbaşa bırakacak olurlarsa hep birlikte helak olurlar. Eğer onlara engel olurlarsa, onlar da berikiler de hep beraber kurtulurlar.[80]

Bu hadis-i şeriften de belli kimsenin günahları sebebiyle herkesin azaba duçar edileceği anlaşılmaktadır. Yine bu hadis-i şeriften, emr bil maruf, ne-hy anil münkerin terkedilmesi dolayısıyla cezaya hak kazanılacağı da anlaşılmaktadır.

İlim adarnlanmız derler ki: Fitne eğer yaygın bir etki gösterecek olursa her­kes helak olur. Bu ise masiyetlerin açıkça ortaya çıkması, münkerin yayılma* sı ve bunların değiştirilmemesi halinde sözkonusu olur. Eğer, münker değiş­tirilmeyecek olursa, bu münkere kalpleriyle karşı çıkan mü'minlerin, o beldeden uzaklaşmaları ve oradan kaçmaları îcabeder. İşte, bizden önceki üm­metler hakkında da hüküm böyle idi. Nitekim, Cumartesi yasağını çiğneyen­ler ile ilgili kıssada da onlar, isyankârları terkedip onlardan ayrılmış ve; biz sizinle aynı yerde oturup kalkmayız, demişlerdi.

Selef -Allah onlardan razı olsun- de bu görüşü ifade etmişlerdir. İbn Ve-hb, Malik'den şöyle dediğini rivayet eder: Münker'in açıkça işlendiği yerden hicret edilir ve orada kalınmaz. O, bu görüşüne açıktan açığa faiz işleyerek, altından bir maşrapanın gerçek ağırlığından daha fazla bir miktara satılışına cevaz vermesi üzerine Muaviye'nin bulunduğu bölgeden (Suriye'den) Ebu'd-Derdâ'nın çıkıp gitmesini[81]  delil göstermektedir. Bunu, Sahih de rivayet et­miştir, Buhârî de İbn Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah  (sav) buyurdu ki: "Allah bir kavme azap indirdi mi, azap, onlar arasın­da bulunanların hepsine isabet eder, sonra da amelleri üzere diriltilirler."[82]

İşte bu, umumi helakin kimisinin, mü'minler için bir arındırma ve temiz­lik, kimisinin de fasıklardan intikam için gönderildiğine delil teşkil etmek­tedir.

Müslim'in Abdullah b. ez-Zübeyr'den rivayetine göre, Âişe (r.anhâ) şöy­le demiştir: Rasûlullah (sav) uykuda iken bazı organları hareket etti. Ben, ey Allah'ın Rasûlü! Uykunda daha önce yapmadığın bir şeyi yaptın dedim, şöyle buyurdu: "Hayret ettiğim şu ki, ümmetimden bîr topluluk, Kureyş'ten bu Beyt'e sığınmış bîr adamı almak için gelecekler. Nihayet el-Beydâ deni­len yere vardıklarında onların hepsi yerin dibine geçirilmiş olacaklar. Bunun üzerine biz: Ey Allah'ın Rasûlü dedik. Yol dolayısıyla (çeşitli maksatlı) insan­lar bir arada bulunabilir. Şöyle buyurdu: "Evet, aralarından bu işe bilerek ge­lenler var, mecbur kaldığı için gelenler var, yolcu olanlar var. Fakat onlar, tek bir kîşi imiş gibi helak edilecekler, fakat değişik hallerde geleceklerdir. Yü­ce Allah onları niyetlerine göre diriltecektir."[83]

Denilse ki: Yüce Allah: "Günah yükü taşıyan hiçbir kimse bir başkası­nın günahını yüklenmez” (elEn'âm,6/164,Fatır, 35/18); "Her bir kişi kazan­dıkları karşılığında rehin alınmıştır" (el-Müddesİr, 74/38); "Kazandığı iyilikler onun lehine, yaptığı kötülükler de aleyhinedir" (el-Bakara, 2/286) diye buyurmuştur. Bunlar ise, herhangi bir kimsenin başka bir kimsenin gü­nahından dolayı sorumlu tutulmamasıni, cezanın yalnızca günahkâr kimse ile ilgili olmasını gerektirmektedir.

Buna cevap şudur: İnsanlar, açıktan açığa münker İşleyecek olurlarsa, onu gören herkesin o münkeri değiştirmesi bir farzdır. Eğer buna ses çıkarmaya­cak olursa, hepsi de isyankâr olur. Birisi, o münker fiilî işlemekle, diğeri de ona razı olmakla. Yüce Allah ise, hükmü ve hikmeti gereği mûnkerin işlen­mesine rıza göstereni bizzat onu işleyen gibi değerlendirmiştir. O bakımdan, münkere razı olan da işleyenin cezasına katılmış olur. Bu açıklamayı İbnü'l-Arabi yapmıştır. Bu ise, belirttiğimiz gibi hadis-i şeriflerin muhtevâsıdır.

Âyet-i kerimenin anlatmak istediği de şudur; Zalime isabet etmekle kal­mayıp salih olana da olmayana da isabet eden bir fitneden korkunuz, çeki­niniz.[84]

 

2. Mûnkerin İşlenmesi Dolayısıyla Azap Kimlere İsabet Eder:

 

Nahiv bilginleri "Erişmekle kalmayan" buyruğundaki "nûn" har­finin gelişini farklı şekiide açıklamışlardır. El Ferrâ der ki: Burdaki ifade, se­nin birisine; "Bineğin sırtından in, seni yere düşürme­sin," demene benzemektedir. Buna göre bu, nehiy lafzında emrin cevabıdır. Yani, eğer sen bineğin sırtından inersen, o da seni yere yıkmayacaktır. Bu­nun bir benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Yuvalarınıza girin... sizi ;çiğneyip ezmesin." (en-Neml, 27/18) Yuvalarınıza girecek olursanız, o da si­zi çiğneyip ezmez, demektir. Burada "nûn" ceza anlamı dolayısıyla gelmiş­tir.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu "nûn"un geliş sebebi, buyruğun kasem gibi bir mana ifade edişi dolayısıyladır. Nûn ise, ancak nehiy fiili veya kasemin ce­vabı halinde gelir Ebu'l-Abbas el-Müberred de der ki: Bu buyruk emirden sonra bir nehiydir, Yani, buradaki nehiy, zalimlere yöneliktir. Bu da, siz zul­me yaklaşmayınız anlamındadır. Sibeveyh de; Seni burada ke­sinlikle görmemeliyim, ifadesinin kullanıldığını nakletmektedir. Yani Bura­da bulunma, demektir. Çünkü ben, burada kim varsa onu görürüm.

el-Cürcânî de der ki: Buyruk, özel olarak zalimlere isabet eden bir fitne­den (azaptan) sakının, demektir. Buna göre "Erişmekle kalmayan" buyruğu, nekireye sıfat mahallinde bir nehiydir ki, bunun da te'vili, zulme­denlere bu fitnenin isabet edeceğini haber vermek şeklindedir.

Ali, Zeyd b. Sabit, Ubey ve İbn Mes'ud ise elif siz olarak ve “Zul­medenlere erişecek bir fitne..." anlamını verecek şekilde okumuşlardır, el-Mehdevî der ki: Bu şekildeki okuyuşun, elifli  okuyuşundan elifin kasredilmiş ve; dan hazfedildiği gibi, bundan da hazf edilmiştir. O, ma­na itibariyle "Ama hayır, Allah'a yemin ederimki mutlaka ya­pacağım," ifadelerinde ve benzerlerinde olduğu gibi.

Aynı şekilde bunun cemaatin kıraatine mulıatif bir kıraat olması da müm­kündür, o takdirde mana: Bu fitne özel olarak zalim olanlara isabet eder, an­lamını verir.[85]

 

26. Şunu da hatırlayın ki, bir zamanlar yeryüzünde azlıktınız ve za­yıf görülüyordunuz. İnsanların sîzi tutup kapmasından kor-kuyordunuz da O sizi barındırdı. Sîzi yardımıyla kuvvetlendir­di. Size en temiz ve en hoş şeylerden rızık verdi. Tâ ki şükrede-stoiz.

Yüce Allah'ın: "Şunu da hatırlayın ki, bir zamanlar yeryüzünde" yani Mekke topraklarında "azlıktınız." el-Kelbî der ki: Bu âyet-i kerime Muhacir­ler hakkında nazil olmuştur. Yani, hicretten Önce ve İslâm'ın ilk dönemlerin­deki hallerini vasfetmektedir. "Ve zayıf görülüyordunuz”  buyruğu da onla­rın sıfatıdır. "İnsanların" anlamındaki kelimesi, fail olarak merfu'dur. "Sizi tutup kapmasından" da nasb malıallindedîr. "Tutup kapmak", sür'atle, hızlıca alıp yakalamak demektir.

"Korkuyordunuz" buyruğu da onların nitelikleridir.

Katade ve İkrime der ki: Tutup kapılmaları sözkonusu edilenler, Kureyg müşrikleridir. Vehb b. Münebbih ise, İran ve Bizanslılardır diye açıklamıştır.

"O sizi barındırdı." İbn Abbas der ki: Ensar'ın yanında barındırdı, demek­tir. es-Süddî ise Medine'de barındırdı diye açıklamıştır ki, anlam birdir.

Onu kendisine kattı, bağrına bastı, anlamındadır. "O, onun yanında barındı" manasına gelir.

"Sizi yardımıyla" desteği ile, bir görüşe göre Ensar ile, bir diğer görüşe göre ise, Bedir günü melekler ile "kuvvetlendirdi" sizin gücünüze güç kattı. "Size en temiz ve en hoş şeylerden” yani, ganimetleri "fizik verdi, tâ ki şükredesiaiz." Bunun anlamına dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/52. âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.[86]

 

27. Ey İman edenler, Allah'a ve Rasûlü'ne hainlik etmeyin. Bile bi­le emanetlerinize de hainlik etmeyin.

Rivayet edildiğine göre, bu âyet~i kerime, Ebû Lubâbe b. Abdü'l-Münzir'in Kurayzaoğullarına kesileceklerini işaret edip bildirmesi üzerine nazil ol­muştur. Ebû Lubâbe der ki: Allah'a yemin ederim, ayaklarımı yerimden hareket ettirmeden ben Allah'a ve Rasûlüne hainlik ettiğiftıi anladım. Bunun üze­rine bu âyet-i kerime nazil oldu. Bu âyet-i kerime nazil olunca, Ebu Lubabe Mescidin direklerinden birisine kendisini bağlayarak şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, ölünceye yahut da Allah tevbemi kabul edinceye kadar ne bir şey yiyeceğim, ne de birşey içeceğim. Buna dair haber meşhurdur. (Bk. et-Tevbe, 9/102. âyetin tefsiri)

İkrime'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kurayzahların (ahdi bozmala­rı) durumu ortaya çıkınca, Peygamber (sav), Ali (r.a)'ı, huzurunda bulunan diğer insanlarla birlikte gönderdi. Hz. Ali, Kurayzaoğullarının yanına varınca onlar Rasûlullah (sav)'ın şahsiyetine diS uzattılar. Cebrail (a.s) da siyah-beyaz bir at üzerinde geldi. Âişe (r.anha) dedi ki: Şu anda bile Rasûlullah (sav)'ı Cebrail'in yüzündeki tozu silerken görür gibiyim. Dedim ki: Ey Allah'ın Ra-sûlü bu Dihye midir? Hz. Peygamber: "Hayır, bu Cebrail (.a.s)dır" dedi. (Cebrail) dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, Kurayzaoğullarının üzerine gitmekten seni alıkoyan nedir? Rasûlullah (sav): "Onların kalelerinin hakkından ben na­şı' gelebilirim?" deyince, Cebrail (a.s) şöyle dedi: Ben, bu atımı onların üzerlerine (kalelerinden içeriye) süreceğim. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) eğersiz bir ata bindi. Ali (r.a) onu görünce, Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Onların üzerine gitmesen de olur. Çünkü, onlar sana dil uzatıyorlar. Bu sefer Hz. Peygamber: "Hayır, bu onlara bir selam vermek gibi olacaktır." Bunun üzerine Peygamber (sav) üzerlerine gidip şöyle dedi. "Ey maymun ve domuzların kar­deşleri!" Onlar, Ey Ebu'l-Kasım sen çirkin söz söyleyen birisi değildin, dedi­ler. Daha sonra da biz Muhammed'in vereceği hükme razı olarak inmeyiz, bunun yerine biz, Sa'd b. Muâz'm vereceği hükme göre ineriz, dediler. Sa'd b. Muaz da bineğinin sırtından inip, haklarında "savaşçılarının öldürülmesi, ka­dın ve çocuklarıntn da esir alınması" hükmünü verdi. Rasûlullah (sav) da: "Se­her vakti melek bana kapımı çalarak durumun bu şekilde olacağını bildirmiş­ti" dedi. Onların bu durumları hakkında da: "Ey iman edenler, Allah'a ve Ra-sûlü'ne hainlik etmeyin. Bile bile emanetlerinize de hainlik etmeyin" âye­ti nazil oldu. Bu âyet-i kerime Ebu Lubabe hakkında nazil olmuştu. Çünkü o, Kurayzaoğullan, biz Sa'd b. Muaz'ın hükmünü kabul ederek ineriz dedik­lerinde, o, kendilerine böyle birşey yapmayın, kesileceksiniz deyip boğazı­na işaret etmişti.

Bir diğer görüşe göre âyet-i kerime, onların Peygamber (sav)'dan herhan­gi bir şeyi işitip bunu müşriklere ulaştırmaları ve yaygınlaştırmaları üzerine nazil olmuştur.

Bir başka görüşe göre, âyet-i kerime ganimetlerde'n çalmak hakkında na­zil olmuştur. Bunun (hainliğin.) Allah'a nisbet edilmesi ise, ganimetlerin paylaştırılmasını emredenin O oluşundan dolayıdır. Rasûlullah (sav)'a nis­bet edilmesi ise, yüce Allah'tan aldığı emre göre hareket eden ve bu paylaş­tırma işini gerçekleştirenin o olmasındandır.

Hıyanet, gadr etmek ve birşeyi saklayıp gizlemek demektir. Nitekim yü­ce Allah'ın: "O, gözlerin hain bakışını bilir" (el-Mu'min, 40/19) buyruğun-daki "hain"lik de buradan gelmektedir. Peygamber (sav) da şöyle buyurmak­tadır: Al­lah'ım, ben açlıktan sana sığınırım. Çünkü o, kişi ile beraber oturup kalkan­ların en kötüsüdür. Hainlikten de sana sığınırım. Çünkü o, en kötü bir sır­daştır." Bu hadisi, Nesaî, Ebu Hureyre'den gelen bir rivayet olarak kaydet­miştir. Ebu Hureyre: Rasûlullah (sav) şöyle diyordu... deyip hadisi zikretmiş­tir.[87]

"Bile bile" yani, hainlikteki çirkinliği ve utancı bile bile. Bir diğer açık­lamaya göre onun emanet olduğunu bile bile "emanetlerinize de hainlik et­meyin."

Bu buyruktaki "hainlik etmeyin" anlamındaki; kelimesi, birin­ci "hainlik etmeyin" emrine uygun olarak cezm mahallindedir. Cevap ola­rak cezm olması da mümkündür. Nitekim: “Balık yi­yip, süt içme" demek gibi.

Emanetler ise, Allah'ın kullara emanet olarak verdiği amellerdir. Bunla­ra emanet deniliş sebebi ise, bu amellerin yapılması ile birlikte kişinin hak­kının engellenmeyeceğinden yana kendisini emniyet içerisinde görmesinden dolayıdır ki, emanet kelimesi "emn: güvenlik"den alınmadır. Emanetlerin, ve-dîalartn ve buna benzer hususların edâ edilip sahiplerine teslim edilmesine dair açıklamalar, daha önce en-Nisa Sûresi'nde (4/58. âyetin tefsirinde) geç­miş bulunmaktadır.[88]

 

28. Bilin ki, mallarınız da, evlatlarınız da ancak birer imtihandır. Ve muhakkak Allah katında büyük mükâfat vardır.

“Bilin ki, mallarınız da, evlatlarınız da ancak birer imtihandır" buyru­ğuna gelince, Ebu Lubâbe'nin Kurayzaoğullan arasında birtakım mallan vardı, çocukları da aralarında bulunuyordu. İşte, onlara karşı onu yumuşak davranmaya iten durum da bu olmuştu. İşte bu buyruk bu haline İşarettir."Bi­rer İmtihandır" denemedir. Allah onları, mallan ve çocukları ile denemiş­ti. "Ve muhakkak Allah katında büyük mükâfat vardır." O bakımdan siz de Allah'ın hakkını kendi hakkınıza tercih edin, O'na öncelik tanıyın.[89]

 

29. Ey iman edenler, eğer Allah'tan korkarsanız, O size bir furkan verir. Kötülüklerinizi örter, size mağfiret eder. Allah büyük lü­tuf sahibidir.

Allah'tan korkma (takvâ)'nın anlamı ile ilgili açıklamalar daha önceden geç­miş bulunmaktadır. Allah, onların kendisinden korkup korkmadıklarını bi­lendir. Burada şart lafzının zikredilmesi, O'nun kullara, kulların birbirlerine hitab ettikleri uslub ile hitab etmesinden dolayıdır. Kul, Rabbinden korktu mu, -ki bu da O'nun emirlerine uymak, yasaklarından da kaçınmak suretiy­le olur- haramlara düşmek korkusuyla da şüpheleri terk edip kalbini halis niyet ile doldurur, azalarını salih amellerle uğraştırır, amellerinde Allah'tan baş­kasını gözeterek gizli ve açtk şirkin şaibelerinden korunur; mala karşı iffe­tini koruyarak dünyaya meyletmekten uzak durursa, Allah o kimse için hak ile batıl arasında bir furkan (onları biribirinden ayırt edebilecek bir kavrayış) ihsan eder ve ayrıca istediği hayırlardan ona rızıklar ihsan edip ona imkân­lar verir.

İbn Vehb der ki: Ben, Malik'e, şanı yüce Allah'ın: "Eğer Allah'tan korkar-satuz, O size bir furkan verir" ne demektir? diye sordum, O, bir çıkış yolu gösterir diye açıkladı, sonra da yüce Allah'ın: "Kim Allah'tan korkarsa ona bir çıkış yolu gösterir" (et-Talâk, 65/2) buyruğunu okudu.

İbnü'l-Kasım ve Eşheb de aynen onun gibi, Malik'ten bunu nakletmişler-dir. Malik'ten önce Mücahid de bunu böylece açıklamıştır. Şair de şöyle de­mektedir:

"Önceleri bu diyarda sakin iken yola koyulup uzaklaşmalarından sonra Artık sen uzayıp giden bir kederden çıkış yolu bulamaz, kurtulamazsın."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ölüm bani takıb edip duruyorken nasıl ebedî kalmayı umabilirim? Ve ben, ölüm şarabını içmekten kendimi kurtaramam."

İbn İshâk der ki: Furkan, hak ile batılı birbirinden ayırd etmek demektir. İbn Zeyd de böyle açıklamıştır. Es Süddî bunu kurtuluş, el-Ferrâ fetih ve za­fer diye açıklamıştır.

Bunun, ahirette sözkonusu olacağı da söylenmiştir. Yani, Allah sizi cen­nete, kâfirleri de cehenneme sokmakla birbirinizden ayırmış olacaktır.[90]

 

30. Hani o kâfirler seni tutup bağlamak yahut öldürmek yahut se­ni çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı ku­rarlarken, Allah da bunun karşılığında tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdtr.

Bu buyrukla, müşriklerin Daru'n-Nedve'de Peygamber (sav)'a tuzak kur­mak üzere yapüklan toplantıyı haber vermektedir. Sonunda onu öldürmek üze­re görüş birliğine vardılar. O bakımdan, geceleyin gözetlemeye koyulup, evi­nin kapısından çıktığı vakit onu öldürmek üzere gece boyunca gözetleyip dur­dular. Peygamber (sav) da Ali b. Ebi Talİb'e yatağında uyumasını emretti. O da yüce Allah'a gittiği yerin izini bulmamaları için dua etti, Allah da gözleri­ni görmez kıldı. Uyku onları bürümüşken çıkıp başlarına toprak saçıp gitti. Sabah olunca Alî, evden dışarı çıkıp evde kimse olmadığını onlara haber ve­rince, Rasûlullah (sav)'ı ellerinden kaçırmış olduklarını ve kurtulduğunu an­ladılar. Buna dair haber, siyer kitaplarında ve başka yerlerde meşhurdur.

"Seni tutup bağlamak" yani, seni alıkoymak, hapsetmek demek­tir. Bir kimseyi alıp koymayı ifade etmek üzere;"Ben onu hapsettim, alıkoydum" denilir. Katade de bunu, "seni bağlayarak alıkoymak" diye açıklamıştır. Yine ondan ve Abdullah b. Kesir'den, seni hapsetmek, hapse koy­mak diye açıkladıkları nakledilmiştir. Eban b. Tağlİb ile Ebu Hatim der ki: Se­ni, ağır bir şekilde yaralayarak ve ileri derecede döverek yerinden kalkamaz hale getirmek için... diye açıklamıştır. Şair şöyle demektedir:

"Onlara, vay size, o elinizdeki sahifede ne yazmaktadır, dedim. Dediler ki, halife ağrılarından yerinden kalkamaz oldu."

"Yahut seni çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı" cümlesi, bir önce­kine atfedilmişür.

"Onlar bu tuzağı kurarlarken" ise, yeni bir cümledir. ("Tuzak" anlamı ve­rilen:) el-Mekr: İşi gizlice düzenlemek, düzen kurmak demektir.

"Allah tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır" buyruğu da mübteda ve haberdir. Allah'ın tuzak kurması (mekri) ise, onların tuzak kurmalanna karşılık farketmeyecekleri bir şekilde azap ile onları cezalandırma­sı demektir.[91]

 

31. Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman: "İşittik, eğer dilersek, biz de bunun benzerini elbette söylerdik. Bu, eskilerin efsane­lerinden başka bir şey değildir* demişlerdi.

Bu âyet-i kerime, en-Nadr b. el-Hâris hakkında nazil olmuştur. O, Hîre'ye ticaret maksadı ile gitmiş, orada Kelile ve Dimne hikâyelerini Kisra ve Kay­ser ile ilgili anlatılanları satın almıştı. Rasûlullah (sav) geçmiş kavimlere da­ir haberleri kısa olarak okuyunca, en-Nadr da: İstesem elbette ben de bunun gibi söylerim demişti. Ancak onun bu ifadesi, yalan ve yüzsüzlüktü.

Şöyle de denilmiştir: Onlar, Musa (a.s)'ın dönemindeki sihirbazların mu­cizesine benzer sihir yapacaklarını vehmettikleri gibi, Hz. Peygamberin ge­tirdiği Kur'ân'in benzerini getireceklerini vebmetmişlerdi. Daha sonra bu işi yapmaya kalkıştıklarında acze düştüler ve inatla: Şüphesiz ki bu, öncekile­rin efsaneleri, masallarıdır, demişlerdi. Bu türden açıklamalar daha önceden (el-En'âm, 6/25) geçmiş bulunmaktadır.[92]

 

32. Hani bir zaman: "Ey Allah, eğer bu senin katından hakkın ken­disi ise, durma bizim üzerimize taş yağdır. Yahut bize acıklı bir azab gönder" demişlerdi.

"Bakk" kelimesinin nasb üzere okunması; "İdi" nin habe­ri olarak geldiğinden dolayıdır. Kendisi, kelimesi ise fasıl için girmiş­tir. O, hakkın kendisi... diye merfu' okunması da mümkündür.

"Senin katından." ez-Zeccâc der ki: Ben bunu (merfu' olarak) okuyanı bilmiyorum. Ancak, nahivciler arasında merfu okumanın caiz olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Şu kadar var ki, kıraatte sünnet esastır. Ve an­cak kabul görmüş bir şekilde okunur.

Bu sözleri söyleyenin kira olduğu hususunda ise farklı görüşler vardır. Mü-cahid ile İbn Cübeyr, bu sözleri söyleyen en-Nadr b. el-Hâris'tir demişlerdir.

Enes b. Malik ise, bunu Ebu Cehil söylemiştir, demektedir. Bunu da Buhârî ve Müslim rivayet etmektedir.[93]

Şöyle demek de mümkündür: Onlar bu sözlerini içlerindeki bir şüphe do­layısıyla söylemiş olabilirler. Yahut bunu, inat olsun diye ve kendilerinin ba­siret üzere oldukları vehmini insanlara vermek kastıyla da söylemiş olabilir­ler. Sonra da bu istedikleri şey, Bedir günü başlarına gelmişti.

Nakledildiğine göre, yahudilerden birisi İbn Abbas ile karşılaşmış, yahudi: Sen kimlerdensin diye sormuş, o da: Ben Kureyş'tenim deyince, yahudi: Sen: "Ey Allah, eğer bu senin katından hakkın kendisi ise.., diyen kavim­den misin?. Ne diye onlar, onun yerine: Eğer bu senin katından gelen hak­kın kendisi ise bizi ona hidayet eyle demediler, bu sözü söyleyen topluluk cahil midir? Bunun üzerine İbn Abbas ona şöyle demiş: Sen de ey İsrailoğullarından olan kişi, daha Firavun ve kavminin boğulduğu denizden Musa ve kavminin kurtarılışından geçen kısa bir süre içerisinde henüz ayaklan deni­zin ıslaklığından kurumamışken: "Ey Musa, onların nasıl tanrıları varsa, sen de bize böyle bir tanrı yap" diyen Musa'nın da kendilerine: "Siz gerçekten cahillik eden bir topluluksunuz" (el-A'raf, 7/138) diye cevap verdiği bir ka­vimdensin. Bunun üzerine yahudi, verecek cevap bulamayarak baştnı önü­ne eğdi,

"Yağdır” anlamındaki buyrukta olduğu gibi kullanılışı, azab hak­kında, hemzesiz olarak kullanılışı ise rahmet hakkında kullanılır. Bu açıkla­ma Ebu Ubeyde'den nakledilmiştir, benzeri açıklamalar önceden geçmişti.[94]

 

33. Halbuki sen içlerinde İken Allah onlara azab verecek değildir. Onlar istiğfar edip dururken de Allah onları azablandıracak değildir.

Ebu Cehil: "Ey Allah, eğer bu senin katından hakkın kendisi ise..." (el-Enfâl 8/ 32) buyruğunda geçen sözlerini söyleyince, bunun üzerine: "Halbu­ki sen içlerinde iken Allah onlara azab verecek değildir" buyruğu indi. Müslim'in Sahihinde de bu böyledir.[95]

İbn Abbas der ki: Yüce Allah hiçbir kasaba halkını peygamberleri oradan çıkıp emrolundukları yere ulaşmadıkça azaba uğratmamıştır.

"Onlar istiğfar edip dururken de Allah onları azablandıracak değildir." İbn Abbas der ki: Onlar, tavaf esnasında "senden mağfiretini dileriz" diyor­lardı. Mağfiret dileği her ne kadar facir kimseler tarafından yapılsa dahi, onun vasıtası ile bir takım kötülükler ve zararlar bertaraf edilir.

Şöyle de açıklanmıştır: Burada mağfiret istemek, aralarında bulunan müs-lümanlar hakkındadır. Yani, Allah, aralarında müslüman olup mağfiret dile­yen kimseler bulunduğu sürece onları azaplandıracak değildir. Müslüman­lar aralarından çıktıktan sonra, Bedir gününde ve Başka zamanlarda onlan azaba uğrattı. Bu açıklamaları ed-Dahhâk ve başkaları yapmıştır.

Şöyle de açıklanmıştır: Burada mağfiret dilemekten kasıt İslâm'dır. Yani: "Onlar istiğfar edip dururken de" yani, onlar Allah'a teslim olup İslâm'a gi­recek olurlarsa "Allah onları azaplandıracak değildir." Bu açıklamayı Mücahid ve İkrime yapmıştır. Bir diğer açıklamaya göre, "onlar istiğfar edip du­rurken" yani, onların sulblerinde Allah'tan mağfiret isteyecek kimseler var­ken demektir. Bu da Mücahid'den rivayet edilmiştir.

"Onlar istiğfar edip dururken", buyruğunun, mağfiret isteyecek olurlar­sa takdirinde olduğu da söylenmiştir. Yani, mağfiret isteyecek olurlarsa, on­lara azab edilmez. Bununla, onları mağfiret dilemeye davet etmektedir. Bu açıklamayı Katade ve İbn Zeyd yapmıştır.

el-Medain, kimi ilim adamından şöyle dediğini nakletmektedir: Peygam­ber (sav) döneminde, araplardan kendi nefsi aleyhine günahta ileri giden ve günah işlemekten çekinmeyen birisi vardı. Peygamber (sav) vefat edince, yün­lü elbiseler giyindi ve işlediklerinden geri döndü. Dine bağlılığını ve ibade-:e yöneldiğini dışa vurmaya başladı. Ona: Eğer Peygamber (sav) hayatta iken sen bu şekilde yapmış olsaydın, o senin bu durumuna sevinirdi denilince, şu cevabı verdi: Benim iki emanım var idi. Onlardan birisi gitti, diğeri kaldı. Yü­ce Allah: "Halbuki sen İçlerinde İken Allah onlara azab verecek değildir" diye buyurmaktadır. İşte bu, iki emanın biri. İkincisi ise: "Onlar İstiğfar edip dururken de Allah onları azaplandıracak değildir" buyruğundaki [96]emandır.[97]

 

34. Onlar, Mescid-İ Haram'dan alıkoyup durdukları halde Allah onlara ne diye azab etmesin ki? Hem onlar, ona (hizmete) layık kimseler de değildirler. Ona gerçekten layık olanlar ancak tak­va sahipleridir. Fakat onların pekçoğu bilmez.

"... Allah onlara ne diye azab etmesin ki" buyruğu: Azab edilmelerine engel ne ki? demektir. Yani onlar, pekçok çirkin işi ve azabı gerektiren se­bepleri İşlemeleri dolayısıyla azabı haketmiş kimselerdir. Şu kadar var ki, herbir işin yazılı bir vadesi vardır. Allah, Peygamber (sav)'in aralarından çıkıp gitmesinden sonra onları kılıç ile azaplandıracaktır. İşte yüce Allah'ın: "İste­yen biri inecek azabı istedi" (eî-Mearic, 70/1.) buyruğu, bunun hakkında na­zil olmuştur. el-Ahfeş der ki:  ...me... deki; in zâid olduğunu söy­lemiştir. en-Nehhas ise şöyle der: Eğer el-Ahfeş'in dediği gibi olsaydı, o tak­dirde;  Onları azaplandırması..." anlamındaki buyruğun da merfu' olması gerekirdi. "Fakat onların p«kçoğu" ona layık olanların müttaki-ler olduğunu "bilmez."[98]

 

35. Onların Beyt'in yanında duaları, ıslık çalmaktan ve el çırp­maktan başka birşey değildi. Öyleyse, İnkârınızdan dolayı aza­bı tadın.

36. O kâfirler, şüphesiz mallarını Allah yolundan alıkoymak İçin harcarlar. Yakında da onları harcayacaklar; sonra bu, onlara bir yürek acısı olacaktır. Sonra da yenilgiye uğrayacaklardır. Kâflr olanlar, toplanıp cehenneme sürüleceklerdir.

37. Allah, murdarı temizden ayırt etsin, murdarı birbiri üstüne koyup hepsini yığsın da onları cehenneme atsın diye. İşte on­lar, zarara uğrayanların tâ kendileridir.

İbn Abbas der ki: Kureyşliler, Beyt'i çıplak tavaf ederler, ıslık çalıp alkış tutarlardı. Bu, onların kanaatine göre bir ibadetti.

Âyet-i kerimede geçen;"ıslık çalmak, "Alkış tutmak" de­mektir. Bu açıklamayı Mücahid, es-Süddî ve îbn Ömer  (r.anhum) yapmışlar­dır. Antere'nin şu beyiti de bu kabildendir:

"Ve nice kadının kocasını yere yıkılmış bıraktım Göğsünden boşanan kan, dudağı yarık devenin ağzından çıkardığı hırıltı gibi ıslıklı sea çıkartıyordu."

Seslice osuran bineğin durumunu anlatmak üzere kullanılan; tabiri de buradan gelmektedir. es-Süddî der ki: Islık çalmak demektir. Bu kelime Hicaz'da "el-Mükkâ" diye bilinen beyaz renkli bir kuşun ötüşünden hareketle bu manada kullanılır. Şair der ki:

"Eğer Mükkâ kuıju başka bir bahçede ötecek olursa, Koyun sahipleri ve eşek sahiplerinin vay haline."

Katade der ki: "Elleri birbirine çırpmak" demektir. "Ba­ğırmak, çağırmak" demektir.

Her iki açıklamaya göre de rakseden, ellerini çırpan, bağırıp çağıran ca­hil sufilerin yaptıkları reddedilmektedir. Bütün bunlar, aklı başında olan kimselerin kendilerini uzak tutmaya çalıştıkları bir münkerdir. Bu İşleri yapan kim-seier, Beytullah'ın yanında müşriklerin yaptıklarına kendi davranışlarını benzetmiş olurlar.

İbn Cüreyc ve İbn Ebi Necîh, Mücahid'den şöyle dediğini nakletmektedir­ler: parmaklanın ağızlarına sokmalarıdır. ise, ıslık çalmak de­mektir. Onlar, bu şekilde hareket etmekle, Muhammed (sav)'ı namazdan alı­koymak, başka şeylerle uğraştırmak İstiyorlardı.

en-Nehhas der ki: Bu kelimelerin sözlükte bilinen anlamlan, İbn Ömer'den rivayet edilen şekildedir. Ebu Ubeyd ve başkalarının naklettiğine göre de ıs­lık çalmayı anlatmak üzere; fiili; el çırpmayı anlatmak için de; fiili kullanılır. Amr b. el-İtnabe'nin şu beyiti de bu kabildendir:

"Hepsi de bir gürültü ile bekleyip durdular Beyt'in yanında el çırpmakla ve ıslık ile."

Said b. Cübeyr ve İbn Zeyd derler ki: Burada geçen ın anlamı, onların insanları Beytuîlalı'tan alıkoymalarıdır. Buna göre ifadenin aslı; şeklinde olmalıdır ve burada iki "dardan birisi "ya"ya dönüşmüştür.

"Allah murdarı temizden ayırt etsin" ise, mü'mini kâfirden ayırt etsin an­lamındadır, Bunun, her hususta, amellerde, harcamalarda ve bunun dışında kalan şeylerde umumî olduğu da söylenmiştir.[99]

 

38. Sen o kâfirlere de ki: "Eğer vazgeçerlerse onlara geçmiş (günah­ları) mağfiret olunur. Eğer yine (şirke) dönerlerse, kendilerinden öncekilerin sünneti muhakkak devam etmiş olur."

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:[100]

 

1. İman, Küfrün Bağışlanmasına Sebeptir:

 

Yüce Allah: "Sen, o kâfirlere de ki..." buyruğuyla Peygamber (sav)a, kâ­firlere bu anlamda sözler söylemesini emr etmektedir. Onlara, bu manayı biz­zat bu sözlerle söylemiş olmasıyla başka ifadelerle dile getirmiş olması ara­sında bir fark yoktur. İbn Atiyye der ki: Eğer bu buyruk, el-Kisaî'nin naklet­tiği şekilde Abdullah b. Mes'ud'un Mushafında; "Sen o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerseniz size mağfiret olunur" şeklinde ise, hiç şüphesiz risalet görevini ancak muayyen olarak bu lafızları onlara söyle­mekle yerine getirmiş olurdu. Bu lafızların gerektirdiği budur.[101]

 

2. Küfürden Mutlaka Vazgeçilmelidir:

 

"Eğer vazgeçerlerse" buyruğu İle küfürden vazgeçerlerse demek istemek­tedir. İbn Atîyye der ki: Zaten küfürden mutlaka vazgeçmek gerekir. Bunun böyle olmasını gerektiren ise, bu şartın cevabım teşkil eden: "Onlara, geç­miş mağfiret olunur" buyruğudur. Geçmişin mağfiret olması ise, ancak küfürden vazgeçen, küfrünü sona erdiren kişi hakkında sözkonusu olur. Şa­ir Ebu Said Alımed b. Muhammed ez-Zübeyri ne güzel söylemiş:

"Genç itiraf etti mi, artık affedilmeyi hakeder Sonra da yapıp ettiklerinden vazgeçerse. Çünkü şanı yüce Allah günahım itiraf eden kişi hakkında şöyle buyurmuş: 'Eğer vazgeçerlerse, onlara geçmiş mağfiret olunur.'

Müslim, Ebu Şumâse el-Mehrîfden şöyle dediğini rivayet eder: Biz, ölüm döşeğinde Amr b. el-As'ın yanında bulunuyorduk. Uzunca ağladı... deyip ha­disi nakletti. Sözü geçen bu hadiste şunlar da yer almaktadır: Peygamber (sav) buyurcju ki: "Bilmez misinki İslâm kendisinden öncekileri yıkar, hicret de ken­disinden öncekileri yıkar, hac da kendisinden öncekileri yıkar... "[102]

İbnü'l-Arabî der ki: Bu, şanı yüce Allah'ın, insanlara lütfedip ihsan buyur­duğu bir rahmettir. Çünkü kâfirler küfrü, çeşitli cürümleri işliyorlar, masiyet ve günahları irtikâb ediyorlar. Eğer bu onların sorgulanmalarını gerektirecek olsaydı (tevbelerine rağmen)ebediyen tevbe etmezler ve hiçbir şekilde

mağfirete dahil olamazlardı. Yüce Allah, yoluna dönmeleri halinde onların tevbelerini kolaylaştırmakta ve İslâm'a girmeleri sayesinde onlara mağfire­tini bol bol ihsan etmekte, geçmişte yaptıklarını yıkıp yok etmektedir. Tâ ki bu onların dine girmelerine bir sebep teşkil etsin, müslümanların söyledik­leri sözü kabui etmelerine teşvik edici olsun. Eğer onlar herhangi bir şekil­de sorgulanacaklarını görecek olsalar, hiçbir zaman ne tevbe ederler, ne de İslâm'a girerler.

Müslim'in Sahihinde şöyle denilmektedir: Sizden öncekilerden birisi doksan dokuz kişi öldürmüş idi. Daha sonra tevbe etmesinin mümkün olup olmadığını sordu. Âbid birisinin yanına vardı, ona, tevbestnin mümkün olup olmadığını sordu. Hayır, senin tevben kabul olunamaz deyince, onu da öldürdü, böylelikle öldürdüğü kimselerin sayısı yüze tamamlamış oldu.,. Ha­disin geri kaîan kısmı oradadır.[103]

Şimdi âbidin şu sözüne bakınız: Hayır senin tevben kabul olmaz Artık tevbesinin kabulünden ümidini kesmesine sebep teşkil edince, âbidi öldürdü. İşte bu, rahmetten ümit kesenin bir davranışıdır. O bakımdan nefret ettirmek, insanlar için ifsad edicidir. Kolaylaştırmak onlar için bir maslahattır.

İbn Abbas (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre ona, adam öldürmemiş bir kişi gelip de katilin tevbesi kabul olur mu diye sorarsa, hayır tevbesi kabul olunmaz, diyerek onu korkutmaya ve bu işten sakındırmaya çalışıyordu. Bu­na karşılık birisini öldürmüş bir kişi yanına gelip de katil kimsenin tevbesi kabul olur mu diye soracak olursa, ona kolaylık sağlamak ve onu ısındırmak için: Tevben kabul olunur derdi. Bu husus daha önceden geçmişti.[104]

 

3. İslâm'a Giren Bir Kâfirin Kâfirken Yaptığı Tasarrufların Hükmü:

 

İbnü'l-Kasım ve İbn Vehb, Malikten, müşrik iken hanımını boşadıktan son­ra İslâm'a giren kimsenin bu boşamasının hükümsüz olduğunu ifade ettiği­ni nakletmişlerdir. Aynı şekilde yemin edip yemininde durmayan ve sonra da İslâm'a girenin de bundan dolayı keftarette bulunması sözkonusu değildir. İşte bu gibi hususları yerine getirmesi gereken kimsenin günahı bağışlanır. Ama, bir müslümana iftira ettikten, yahut hırsızlık yaptıktan sonra İslâm'a gi­recek olsa, iftira ve hırsızlığı dolayısıyla ona had uygulanır. Şayet zina edip sonra İslâm'a girse, yahut müslüman bir kadına zorla tecavüz ettikten son­ra İslâm'a girse, haddi sakıt olur.

Eşheb, Malik'ten şöyle dediğini rivayet eder: Yüce Allah'ın önem verdi­ği İslâm'dan önce işlenen mal, kan veya benzeri herhangi bir hakka dair olan­dır. İbnü'l-Arabî der ki: İşte doğru olan da budur. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi, yüce Allah'ın: "Sen, o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse, on­lara geçmiş mağfiret olunur" buyruğu ile, Hz, Peygamber'in: "İslâm kendi­sinden önceki şeyleri yıkar" buyruğu ve buna dair açıkladığımız kolaylaştır­ma ve nefret ettirmeme hikmetleri bunun gerekçesidir.

Derim ki: Harbî olan kâfirin, kâfir iken ve daru'l-harpte yaptıklarının (ce­zasının) kaldırılacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ama, bizim yurdumu­za (dar-ı İslâm'a) eman ile girip müslüman bir kimseye iftirada bulunacak olur­sa, ona had uygulanır. Hırsızlık yapıp çalarsa, eli kesilir. Zımmi bir kimse de aynı şekilde iftirada bulunacak olursa, had olarak ona seksen sopa vurulur. Hırsızlık yaparsa eli kesilir, öldürürse, öldürülür. İslâm'a girmek İbnü'1-Kasım ve başkalarının rivayetine göre- kâfir iken ahdi bozduğundan dolayı onun hiçbir cezasını kaldırmaz.

İbnü'l-Münzİr der ki: Hıristiyan iken zina edip de müslümanlann kabul et­tiği şekilde hakkında şahidlik edilir de sonra İslâm'a giren hıristiyanın hük­mü hususunda fukahânın farklı görüşleri vardır. Şafiî'den, Irak'ta iken, riva­yet olunduğuna göre böyle bir hıristiyana had da uygulanmaz, sürgüne de gönderilmez. Çünkü, yüce Allah: "Sen o kâfirlere deki: Eğer vazgeçerler­se, onlara geçmiş mağfitet olunur" diye buyurmaktadır. İbnü'l-Münzir der ki: Bu, Malik'ten gelen rivayete de uygun düşmektedir. Ebu Sevr de şöyle de­mektedir: Müslümanken, kâfir olduğu dönemde zina etmiş olduğunu ikrar edecek olursa, ona had uygulanır. el-Kûfî'den ise ona had uygulanmayaca­ğı dediği nakledilmiştir.[105]

 

4. Tekrar İslâm'a Giren Mürted'in İrtidat Halindeki Tasarruflarının Hükmü:

 

Mürted, İslâm'a girecek olursa, eğer bir takım namazları geçmiş, bir takım cinayetler işlemiş, bir takım mallar telef etmiş ise, denildiğine göre böyle bi­risinin hükmü, aslî kâfirin müslüman olması halindeki hükmü ile aynıdır. Mürtedken yapmış olduğu suçlardan herhangi birisi dolayısıyla sorumlu tutulmaz. Şafiî, bu husustaki iki görüşünden birisinde şöyle der: İster Allah'ın, ister in­sanların bütün haklan ondan İstenir. Buna delil de, insanların haklarını ödemek zorunda olduğudur. O halde Allah'ın haklarını da yerine getirmesi icabeder.

Ebu Hanife der ki: Allah'a ait olan haklar sakıt olur, fakat insanlara ait olan haklar sakıt olmaz.

İbnü'l-Arabî der ki: Bizim mezhebimizin (Maliki) ilim adamlarının görü­şü de budur. Çünkü, yüce Allah kendi hakkından müstağnidir. Ona ihtiyacı yoktur. İnsanın ise hakkına ihtiyacı vardır. Nitekim çocuk, şanı yüce Allah'ın haklarını yerine getirmesi gerekli olmadığı halde insanların haklarını yerine getirmekte yükümlüdür. Yine bizim ilim adamlarımız derler ki: Yüce Allah'ın: "Sen, o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse onlara geçmiş mağfiret olunur" buyruğu, yüce Allah'ın bütün haklan hakkında umumîdir.[106]

 

5. Müslümanlarla Savaşa Geri Dönmenin Cezası:

 

Yüce Allah'ın: "Eğer yine dönerlerse" buyruğu ile savaşa dönmeleri kas­tedilmektedir. Çünkü  Döndü fiilî, mutlak olarak kullanılacak olur ise, İnsanın bırakmış olduğu önceki haline tekrar geri dönüşünü ihtiva eder. İbn Atiyye der ki: Bu âyet-i kerimede sözü geçen kâfirlerin zikrettiğimiz halle­rine benzer olarak savaşa dönmekten başka bir hallerini bulamamaktayız. Bu dönüşün küfür diye te'vil edilmesi mümkün değildir. Çünkü onlar zaten küfürden ayrılmış değillerdir. Bizim "dönmek" hakkmda mutlak olarak kul­lanıldığı takdirde bu şekilde açıklama yapmamız, şundan dolayıdır: Bu ke­lime Arapçada nıübteda ve haberin başına da getirilebilir. O takdirde bu; "Oldu ve bitti" anlamını verir. Nitekim "Zeyd hükümdar oldu," denilmek istenir. Şair Umeyye b. Ebi's-Salt'ın şu beyiti de bu kabil­dendir:

"Bu üstün özellikler iki süt kabı değildir.

Su katılıp da daha sonra sidiklere dönüşmüş."

Bu beyitte kullanılan fıiS, bundan Önce sözkonusu edilen bir duruma dö­nüşü ihtiva etmemektedir. O bakımdan bu fiil, haberi ile kayıtlıdır ve bun­dan başka türlü anlama gelmesi mümkün değildir. O halde bu fiilin anlamı, sonradan oldu, meydana geldi, şeklindedir.

Yüce Allah'ın: "Öncekilerin sünneti muhakkak devam etmiş olur" buy­ruğu geçmiş dönemlerde Allah'ın azabı ile helak edilmiş ümmetler örnek gös-teriîerek tehdidi ihtiva etmektedir.[107]

 

39. Hiçbir fitne kahnayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, muhakkak Allah ne yaptıklarını iyice görmektedir.

40. Ve eğer yüzçeviririerse, bilin ki Allah sizin mevlânızdır. O ne gü­zel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!

Yüce Allah'ın: "Hiçbir fitne kahnayıncaya kadar...onlarla savaşınız" buy­ruğunda sözü geçen "fitne" küfür anlamındadır. Âyetin diğer bölümlerinin de anlamı ve lafızlarına dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde (2/193.âyet­te) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamd olsun.[108]

 

41. Eğer Allah'a, Furkan günü olan iki ordunun birbirleriyle kar­şılaştıkları günde kulumuza indirdiğimize İnanmışsaniz, bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyhi beşte biri Allah'a, Kasûlüne, yalanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Al­lah herşeye gücü yetendir.

Yüce Allah'ın: "Eğer Allah'a... inanmışsanız bilin ki, ganimet olarak al­dığınız herhangi birşeyin beşte biri Allah'a, Rasûlüne, yakınlara, yetim­lere, yoksullara ve yolculara aittir" buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı yir­mi altı başlık[109]  halinde ele alacağız:[110]

 

1. Ganimet ve Fey':

 

Yüce Allah'ın: "Bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin..."

buyruğunda geçen ganimet, sözlükte kişinin ya da topluluğun bir çaba göstererek elde ettiği şey demektir. Şairin şu beyiti bu kabildendir:

'Uzak diyarlarda o kadar çok dolaşıp durdum ki sonunda Ganimet diye geri dönmeye razı oldum."

Bîr başka şair de şöyle demektedir:

"Ganimet alınan günde ganimetten nasibi olan, nereye yönelirse y önel sin mutlaka onu alır, Mahrum kalan da her halükârda mahrumdur."

"Mağnem" de "ganimet" ile aynı anlamdadır. "Kavim gani­met aldı, ganimet almak," denilir.

Şunu bil ki, yüce Allah'ın; "Ganimet olarak aldığınız herhangi bir şey" buyruğunda kast edilenin, müslümanların galip gelmek ve baskın suretiyle ele geçirdikleri, kâfirlerin malı olduğu üzerinde ittifak vardır. Ancak, sözlük anlamı, önceden de açıklamış olduğumuz üzere, böyle bir özel anlam ifade etmesini gerektirmemektedir. Ancak şer'i Örf, bu türden olan mal ile kayıt­lamıştır. Şeriat, kâfirlerden bize ulaşan mallara iki isim vermektedir: Ganimet ve Fey1. Müslümanların çalışıp çabalayarak, at ve deve sürerek düşmanların­dan elde ettikleri mala ganimet denilir. Bu isim, bu anlamdan ayrılmaz bir şe­kilde kullanılmaya devam etti ve nihayet bu bir örf oldu.

Fey' ise, dönmek anlamında olup den alınmıştır. Bu da savaşsız, at ve deve sürmeksizin müslümanların eline geçen her türlü maldır. Arazi­lerden alınan haraç, başlardan alınan cizye ve ganimetlerin beştebiri İşte Süfyan es Sevrî ve Ata b. es-Saib de buna benzer bir görüş ifade etmişlerdir. Bir diğer görüşe göre de ganimet ile fey' aynı şeylerdir. Her ikisinde de (beytül-malın payı olarak) beşte bir vardır. Bu görüş de Katade tarafından ifade edil­miştir. Bir diğer görüşe göre fey1, bir zorlama ve baskı olmaksızın müslüman­ların ellerine geçen her türlü mala denilir. Anlamlar birbirine yakındır.[111]

 

2. Bu Âyeti Kerime İle Sûrenin Başındaki Ganimet Âyeti:

 

Cumhurun görüşüne göre bu âyet-i kerime birincisini nesli etmektedir. İbn Abdi'1-berr ise, bu âyet-i kerîmenin, yüce Allah'ın: "Sana enfâti soruyorlar" (el-Enfâl, 8/1) âyetinden sonra indiği, ganimetin beşte dördünü ileride açıklanacağı şekilde ganimet alanlar arasında paylaştırılacağı ve yüce Allah'ın: "Sana enfâli soruyorlar" (elEnfâl,8/1.) buyruğunun, sûrenin baş tarafların­da geçtiği üzere- Bedir'e katılanların Bedir'de alınan ganimetler hususunda anlaşmazlıkları üzerine indiği hususunda icma olduğunu iddia etmiştir.

Derim ki: İbn Abdil-Berr'İn bu söylediklerinin doğruluğuna delil teşkil eden hususlardan birisi de İsmail b. İshak'ın zikrettiğidir. îbn İshâk dedi ki: Bize Muhammed b. Kesir anlattı, dedi ki: Bize Süfyan anlattı, dedi ki: Bana Muhammed b. es-Saİb anlattı, o, Ebu Salih'ten, o, îbn Abbas'tan dedi ki; Be­dir günü Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Her kim bir kişi öldürürse ona şu vardır, her kim bir kimseyi esir alırsa ona da şu vardır..." O gün ashab yet­miş kişi öldürmüş, yetmiş kişi de esir almışlardı. Ebu'l-Yesar b. Amr iki esir getirdi. Ey Allah'ın Rasulü dedi, sen bize kim birisini öldürürse ona şu var­dır, dedin. Ben de iki kişiyi esir alıp getirdim,

Sa'd ayağa kalkıp şöyle dedi: Bizi fazla ecir almaktan alıkoyan olmadığı gibi düşmandan da korkumuz olmadı. Ancak biz, müşriklerin bize dönüp sal­dırmaları korkusuyla bu şekilde davrandık, yerimizden ayrılmadık. Eğer sen bunlara (bu şekilde) verecek olursan, diğer ashabına herhangi birşey kal­mayacaktır. (İbn Abbas devamla) dedi ki: Bunlar da birşeyler söylemeye, be­rikiler de birşeyler söylemeye koyuldular. Bunun üzerine: "Sana enfâli so­ruyorlar. De ki: Enfal Allah'ın ve Rasûlünündür. O halde Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin..."(el-Enfâl, 8/1) âyeti nazil oldu. Böylelikle ganimeti Ra-sûlullah (sav)'a teslim ettiler. Daha sonra da "...bilin ki, ganimet olarak al­dığınız herhangi birşeyin beşte biri Allah'a...aittir" âyeti nazil oldu.[112]

Bu âyetin mensuh olmayıp muhkem olduğu, ganimetin de Rasûlullah (sav) 'a ait olup, ganimeti ele geçiren gaziler arasında paylaştırılmayacağt ve on­dan sonra gelen imamların (islâm devlet başkanlarının) da aynı durumda ol­dukları da söylenmiştir. el-Mazeri, bunu mezhebimize mensub birçok ilim ada­mından böylece nakletmiş ve imamın ganimeti gazilere vermemek imkânı­na sahip olduklarını ifade etmişlerdir. Bunlar da Mekke'nin fethi ve Huneyn'de cereyan eden olayları delil gösterirler. Ebu Ubeyd de şöyle derdi: Rasûlul­lah (sav) Mekke'yi kılıç zoruyla (anveten) fethetti, buna karşılık Mekke'lile-re lütufta bulunup onları esir almadı, Mekke'yi sahiplerine geri iade ederek orayı paylaştırmadı. Ve Mekke'yi fatihlere rey' (ganimet) kılmadı. Kimi ilim adamı da Hz. Peygamber'den sonra gelen imamların (islâm devlet başkan­ları) İçin böyle bir uygulamada bulunmasının caiz olduğu görüşündedir.

Derim ki: Buna göre yüce Allah'ın: "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız her­hangi bir şeyin beşte biri..." buyruğu, imama (beytülmale) ait beşte dördün,onun tasarrufunda bulunup dilerse bu beşte dördü alıkoyabileceği, dilerse de ganimet alanlar arasında paylaştırabileceği şeklinde anlaşılmalıdır. Ancak, sö­zünü ettiğimiz hususlar dolayısıyla bu görüşün ilmî hiçbir kıymeti yoktur. Çün­kü şanı yüce Allah, ganimeti ganimet alan (.gazi)lere izafe ederek: "...bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi birşey..." diye buyurmakta, daha sonra da beşte birinin, Kitab-ı keriminde sözünü ettiği kimselere muayyen ola­rak dağıtılacağını zikretmekte, geri kafan beşte dördün paylaştırılması husu­sunu sözkonusu etmemektedir. Tıpkı yüce Allah'ın: "Anne-babası ona miras­çı olursa, üçte biri annesinindir" (en-Nisa, 4/11) buyruğunda üçte ikiyi söz konusu etmeyip, ittifakla malın üçte ikisinin babasına ait olacağının kabul edil­mesi gibidir. İşte, beşte dördün de ganimet alanlara verileceği icma ile kabul edilmiştir. İbn el-Münzir, İbn Abdi'1-Berr, ed-Davudî ve yine el-Mazeri, Kadı İyad ve İbnü'I-Arabi'nin zikrettiklerine göre bu böyledir.

Bu anlamda gelmiş haberler birbirini desteklemektedir. Bunların bir bö­lümü de ileride gelecektir. Bu durumda yüce Allah'ın: "Sana enfâli soruyorlar"(el-Enfâl, 8/1) âyeti, imamın, ganimetin paylaştırmasından önce uygun göreceği maslahata göre dilediği kimselere nafile olarak vereceği şeyler hakkında demek olur.

Ata ve el-Hasen derler ki: Bu âyet-i kerime, müşriklerden müslümanlann eline istisnai olarak geçen köle, cariye, binek gibi şeyler hakkında özel bir hüküm ihtiva etmektedir. Bu gibi şeyler hakkında imam istediği şekilde hüküm verebilir.

Âyet-i kerime ile kastedilenlerin seriyyeler, yani seriyyelerde alınan gani­metler olduğu da söylenmiştir. İmam dilerse bu ganimetleri beşte bir ve beş­te dört diye taksim eder, dilerse bunların hepsini (seriyye'ye katılanlara) na­file olarak dağıtır. İbrahim en-Nehaî de, bir seriyye gönderip de ganimet el­de eden küçük birlikler hakkında şunları söylemektedir: İmam dilerse alınan bütün ganimetleri nafile olarak (gazilere) dağıtır, dilerse de beşte dördünü beytülmale (alır), geri kalanını gaziler arasında paylaştırır. Ebu Ömer bu görü­şü Mekhûl ve Ata'dan da nakletmîştir. Ali b. Sabit dedi kî: Ben, Mekhul ve Ata'ya ele geçirdikleri ganimetleri kendilerine nafile olarak (tamamiyle.) ve­ren, imamın durumunu sordum, böyle bir yetkileri vardır, dedi(ler). Ebu Ömer der ki; Bu görüşü kabul eden, şanı yüce Allah'ın: "Sana enfuli soruyor­lar. De ki: Enfâl, Allah'ın ve Rasûlünündür" (el-Enfâl, 8/1) buyruğunu, bu peygambere ait olup, o bunu dilediği gibi dağıtır, tasarruf eder diye yorum­lar ve bu âyet-i kerimenin yüce Allah'ın: "...bilin ki, ganimet olarak aldığı­nız herhangi bir şeyin beşte biri... aittir" buyruğu ile nesh edilmemiş oldu­ğu görüşündedirler. "el-Kabes, fi Şerhi Muvatta-i Malik İbn Enes" adlı ese­rimizde açıjdamış olduğumuz bundan başka görüşler de ileri sürülmüştür.

Bildiğim kadarıyla da yüce Allah'ın: "Sana enfâli soruyorlar" (el-Enfâl, 8/1) âyetini Onun: "...bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a... aittir" âyetini nesli ettiğini herhangi bir ilim adamı ile­ri sürmemiştir. Aksine cumhur, bizim belirttiğimiz gibi yüce Allah'ın: "...ga­nimet olarak aldığınız herhangi bir şey..." buyruğunun nesh edici olduğu görüşündedirler. Bunlar aleyhine, yüce Allah'ın Kitabını tahrif ve tebdil ettiklerini düşünmek mümkün değildir.

Mekke'nin fethedilmesine gelince; ilim adamlarının Mekke'nin fethi hu­susundaki farklı görüşleri dolayısıyla bunun delil olabilecek bir taraff yok­tur. Nitekim Ebu Ubeyd şöyle demiştir: Şu iki cihetten dolayı herhangi bir şeh­rin Mekke'ye benzediğini bilmiyoruz: Birincisi, Rasûlullah (sav)'a, yüce Al­lah, kendisinden başka hiçbir kimseye vermediği bir şekilde enfâli ve gani­metleri özel olarak tahsis etmişti. Çünkü yüce Allah'ın: "Sana enfâli soruyor­lar..." (el-Enfâl, 8/1) âyeti bunu gerektirmektedir. Burada bunun özel olarak ona verilmiş olduğunu görüyoruz. Diğer husus ise, şanı yüce Allah başka hiç­bir şehre ait bulunmayan özel hükümler koymuştur.

Huneyn vakasına gelince, Ensar'ın: Ganimetleri Kureyş'e dağıtıyor, bizi de kanlarının damladığı kılıçlarımızla başbaşa bırakıyor demeleri üzerine gani­metler yerine şu sözleriyle başka bir ihsana nail olduklarını ifade etmiştir: "İn-sanlann dünyalık ile dönerken, siz evlerinize Rasûlullah (sav) ile birlikte dön­meye razı olmaz mısınız?" Bu hadisi Müslim ve başkaları rivayet etmiştir.[113]

Böyle bir sözü ise ondan başka hiçbir kimse söylemek yetkisine sahip de­ğildir. Bununla birlikte bi2im İlim adamlarımızdan bazılarının da söyledikle­ri gibi bu gibi uygulamalar ona hastır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[114]

 

3. Ganimetlerin Genelinden İstisnâ Edilen Şeyler:

 

Seleb ve Fethedilen Topraklar:

 

Yüce Allah'ın: -...bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi birşey..."

buyruğunun umumî olmadığı ve bunu hususileştiren bir takım durumların söz-konusu olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. İc-ma ile tahsis ettikleri hususların bazısı şu sözlerle ifade edilmiştir: Eğer imam böyle bir şey ilan edecek olursa, öldürülenin selebi (üzerindeki silah ve teçhizat) onu öldürene aittir. Esir alınanların durumu da böyledir. Bu hu­susta -ileride açıklanacağı üzere- imamın istediği görüşü seçebileceği husu­sunda görüş ayrılığı yoktur. Yine arazi de bu ganimeti tahsis eden hususlar­dandır.

Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: Ganimet olarak ele geçirdiğiniz altın, gümüş, sair mal, eşya ve esir aldığınız kadın ve çocukların beşte biri... Toprak bu âyetin umumu kapsamına girmemektedir. Çünkü Ebû Dâvûd, Ömer b. el-Hattab'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Eğer sonradan ge­lecek olan insanlar oimasaydı, hangi kasabayı feth edersem mutlaka onu Ra-sûlullah (sav)'ın Hayber'i paylaştırdığı gibi paylaştmrdım."[115]

Bu görüşün doğruluğunu ortaya koyan hususlardan birisi de Ebu Hurey-re (r.a)'dan, Peygamber (sav)'ın söylediği rivayet edilen ve Sahihte yer alan şu buyruk da vardır: "Irak, Kafizini ve Dirhemini engelledi. Şam da Muddunu ve Dinarım engelledi... "[116]

Tahavi der ki: Buradaki "engelledi", engeliiyecektir demektir. İşte bu da buranın ganimet alanlara ait olmayacağına delildir. Zira, ganimet sahipleri­nin mülk edindikleri herhangi bir şeyde (devletin tahsil edeceği) ne bir kafîz, ne de dirhem sözkonusudur. Eğer toprak paylaştırılacak olsa, ganimet alanlardan sonra geleceklere herhangi birşey kalmazdı. Yüce Allah ise: "(Bu alınan fey') fakir muhacirler içindir" (el-Haşr, 59/7) buyruğuna atfede­rek: "Onlardan sonra gelenler de..." (el-Haşr, 59/10) diye buyurmaktadır. (Ta-havı devamla) der ki: Ancak bir yerden bir başka yere taşınabilen şeyler pay edilir.

Şafiî de der ki: Daru'1-harp ahalisinden elde edilen ganimetlerden, az ol­sun çok olsun ev, toprak, eşya, ya da başka birşey olsun hep pay edilirler.

Bundan tek istisna, baliğ olmuş erkeklerdir, tamam, bunlar hakkında on­ları karşılıksız serbest bırakmak, öldürmek, ya da esir almak yollarından bi­risini seçmekte muhayyerdir. Onlardan alınan mallar ile esir edilen kadın ve çocuklar (sebi') ise ganimet gibi uygulamaya tabı tutulur.

Şafiî bu görüşüne âyetin ifade ettiği umumî manayı delil göstermekte ve şöyle demektedir: Toprak da kaçınılmaz olarak ganimet alınan birşeydir, O halde toprağın da sair ganimetler gibi alınması gerekir. Nitekim RasûJullah (sav) da Hayber'den kılıç zoruyla (anveten) fethettiği yerleri paylaştırmış-tır. (Bu görüşü benimseyenler) derler ki: Eğer toprağın özel bir hükme sa­hip olduğu iddiası mümkün kabul edilecek olursa, toprağın dışındaki şey­ler hakkında da aynı iddiada bulunmak mümkün olur. Böylelikle âyetin hük­mü de ortadan kalkar. Haşr Sûresi'ndeki âyet-i kerimenin bu konuda detîl olacak bir tarafı yoktur. Çünkü o âyet-i kerime fey' hakkındadır, ganimet hakkında değildir. Yüce Allah'ın: "Onlardan sonra gelenler" buyruğu ise, kendilerinden önce geçen mü'minlere duaya dair yeni bir ifadedir, başka bir manası yoktur.

(Bu görüşün sahipleri) derler ki: Hz, Ömer'in toprağı vakfa dönüştürme­si şu iki ihtimalden birisine bağlıdır: Ya o toprak ganimet olarak ele alınan-larca gönül hoşluğu ile verilmiştir, böylelikle bu uygulama helal olmuş, o da buna binaen vakfetmiştir. Nitekim Cerîr de Hz. Ömer'in orayı ganimet alan sahiplerinin gönüllerini hoş ettiğini rivayet etmektedir. Rasûlullah (sav) He-vazinlilerden esir alınan kadın ve çocuklar hakkında da bu uygulamayı yapmıştır. Hevazinliler kendisine.geldiklerinde, ashabını elinde bulunanlar gönül hoşluğu ile serbest bırakmalan için razı etti. Yahut da Hz. Ömer'in vak­fettiği topraklar fey' olabilir, dolayısıyla bu durumda herhangi bir kimseyi ra­zı etmeye de ihtiyaç yoktur.

Kûfeliler ise, imamı, fethedilen arazîyi paylaştırmak ile onu sahiplerinin elinde bırakıp araziden haraç alınmasını tesbit etmesi ve böylelikle de bu ara­zinin sahiplerinin sulh arazisi gibi mülk haline dönüşmesini seçmekte mu­hayyer olduğu görüşündedirler. Hocamız Ebu'l-Abbas -Allah ondan razı ol­sun- der ki: Bu görüş sanki iki delili bir arada telif eden ve iki görüş arasın­da orta yolu izleyen bir görüşe benzemektedir. İşte Ömer (r.a)'ın kat'i ola­rak kavradığı, anladığı da budur. Bundan dolayı o: "Eğer sonradan gelecek insanlar olmasaydı..." diyerek, Peygamber (sav)'in bu uygulamasının nesh edildiğini, yahut da bu buyruklarla onun uygulamasının tahsis edildiğini ha­ber vermemiştir. Şu kadar var ki, Kûfeliler Hz. Ömer'in yaptıklarından faz­la birşeyler ortaya koymuşlardır. Hz. Ömer sadece araziyi müslürnanlann men­faatlerine olacak şekilde vakfettiği halde, sulh ehline orayı mülk olarak ver­memiştir. Ancak, imam dilerse o araziyi sulh ehline mülk olarak verebilir, di­yenler onlardır.[117]

 

4. Maktulün Selebi Ne Zaman Onu Öldüren Gazinin Hakkı Olur:

 

Malik, Ebu Hanife ve es-Sevrî, selebin katile ait olmadığı, onun ganimet hükmünde olduğu görüşündedirler. Ancak emir (kumandan): Kim birisini öl­dürürse selebi de ona ait olur diyecek olursa, o vakit katil, öldürdüğü kim­se üzerindeki selebi (silah, binek ve sair teçhizatı) alabilir.

el-teys, el-Evzaî, Şafiî, İshâk, Ebu Sevr, Ebu Ubeyd, Taberî ve İbnü'1-Munzir derler ki: Durum ne olursa olsun, imam ister böyle birsey söylemiş olsun, ister söylememiş olsun, seleb öldürene aittir. Ancak Şafiî -Allah ondan razı olsun- şöyle demektedir: Seleb, ancak öldürenin, üzerine gelen bir kimseyi öldürmesi halinde öldürene ait olur. Eğer öldürdüğü kişiyi kendisini bırakıp kaçarken öldürmüşse, selebi onun olmaz.

Şafiî mezhebi mensublarından Ebu'l-Abbas b. Sureye der ki: "Her kim birisini öldürürse setebi ona aittir"[118]  hadisi lafzından anlaşılan umum anlamı üzere değildir. Çünkü itim adamları icma İle şunu kabul etmişlerdir: Kim bir esir yahut bir kadın yada yaşlı birisini Öldürecek olursa, bunlardan herhan­gi birisinin selebi kendisinin olmaz. Aynı şekilde yaralanmış birisinin işini bi­tirenin, yahut elleri ya da ayaklan kesilmiş birisini öldürenin durumu da böy­ledir. Geri kaçarken kendisini koruyamayan ve meydandan kaçan kişinin du­rumu da böyledir. Böyle bir kimse, elleri kollan bağlanmış kişi durumunda­dır. İşte hadis-i şeriften, öldürülmesinin, farklı bir anlamı olan yada öldürül­mesinde fazilet bulunan bir husus dolayısıyla birisinin öldürülmesi halinde (selebin öldürene ait olduğunun) sözkonusu olduğu anlaşılmaktadır,.Bu da kişinin üzerine gelmekte olan birisini öldürmesi halidir. Zira böyle bir Öldür­me önemli bir yardım ve destektir. Ağır bir şekilde yaralanmış olanın işini bi­tirmek ise böyle değildir.

Taberî der ki; Seleb, katilin hakkıdır. Eğer meydan savaşında olursa, ister onu üzerine gelirken, ister arkasını dönmüşken, isterse kaçarken, isterse te­ke tek çarpışırken öldürmüş olsun farketmez. Ancak, Abdurrezzak ile Muham-med b. Bekr'in İbn Cüreyc'den naklettikleri şu rivayet bu görüşü reddetmek­tedir. İbn Cüreyc der ki: Ben, İbn Ömer'in azadhsı Nafi'i şöyle derken dinle­dim: Biz, müslümanlarla kâfirler birbirleriyle karşılaşacak olup da müslüman bir kimse kâfirlerden bir kişi öldürecek olursa, onun selebi müslümana ait­tir sözünü işitip duruyorduk. Ancak, savaşın kızışma hali bundan müstesna­dır. Çünkü böyle bir durumda kimin kimi öldürdüğü bilinemez. İşte bu riva­yetin zahiri Taberî1 nin görüşünü reddetmektedir. Çünkü bu rivayette selebin öldürene verilebilmesi için bunun özellikle meydandaki çarpışmada olması­nı şart koşmaktadır. Ebu Sevr ve İbnü'l-Münzir derler ki: Seleb, ister karşılık­lı meydan çarpışmasında olsun ister olmasın, ister üzerine gelirken oîsun, is­ter geri dönerken, kaçarken, isterse de şiddetle üzerine giderken bütün hal­lerde öldürene aittir. Çünkü Hz. Peygamberin: "Kim birisini öldürürse selebi ona aittir" şeklindeki buyruğunun umumî ifadesi bunu gerektirir.

Derim ki: Müslim, Seleme b. el-Ekva'dan şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Rasûlullah (sav) ile birlikte Hevazinlilere gazvede bulunduk. Bizler kuş­luk vakti Rasûlullah (sav) ile birlikte yemek yerken kırmızı bir deve üzerin­de bir adam geldi, devesini çöktürdü. Sonra da eğerinin arka tarafındaki tor­basından deriden bir ip çıkartarak onunla bağladı. Daha sonra yemek yiyen­lerle birlikte oturup yemek yemeye koyuldu, etrafına bakmaya başladı. Bizim zayıf, develerimizin de çelimsiz olduğunu, kimimizin de piyade olduğu­nu gördü. Bir kişi yola çıktı mı çabucak giderdi. Bunun üzerine adam deve­sine gidip onun bağını çözdü, sonra devesini çöktürdü, üzerine kurulduk­tan sonra devesini harekete geçirdi. Deve hızlıca yürümeye koyuldu. Bu se­fer bir başka adam siyaha yakın bir dişi deve üzerinde arkasından gitti. Se­leme dedi ki: Ben de hızlıca dışarı çıktım. Nihayet dişi devenin baldırının ya­nına vardım, sonra yine ileri geçtim ve nihayet devenin baldırının yanına vardım. Bir daha ileri geçtim ve o kaçan devenin yularını yakalayarak onu çök­tü rdüm. Deve dizlerini yere kovunca kılıcımı çekip o adamtn kafasını vur­dum. Kafası da yere düştü. Sonra da devenin üzerinde yükü ve adamın si­lahı bulunduğu halde deveyi yularından çekip getirdim. Rasûlutlah (sav) ve beraberindekiler beni karşılayarak: "Adamı kim öldürdü" diye sordu, onlar: İbnü'l-Ekva öldürdü dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Bütün selebi de onundur" diye buyurdu.[119]

İşte görüldüğü gibi Seleme, adamı üzerine gelirken değil, kaçarken öldür­düğü halde Hz. Peygamber ona adamın selebini vermiş bulunmaktadır. Ay­rıca bu hadis-i şerifte Malik'in şu görüşünün lehine bir delil vardır: Sel ebe, öldüren ancak imamın İzniyle hak kazanır. Zira bizatihi öldürmesi sebebiy­le bu selebin ona verilmesi vacib olsaydı, ayrıca bu sözünü tekrarlamasına gerek kalmazdı, Yine İmam Malik'in delillerinden birisi de Ebu Bekr b. Ebi Şeybe'nin zikrettiği şu rivayettir: Dedi ki: Bize Ebu'l-Ahvas anlattı, o, et-Es-ved b. Kays'dan, o, Bişr b. Atkame'den dedi ki: Kadisiye günü bir kişi ile te­ke tek çarpıştım. Onu öldürdüm ve selebini aldım. Bunun üzerine (kuman­dan olan) Sa'd (b. Ebi VakkasVın yanına vardım. Sa'd arkadaşlarına bir ko­nuşma yaptıktan sonra şöyle dedi: İşte bu Bişr b, Alkame'nin ele geçirdiği selebidir. Bu, onikibin dirhemden daha hayırlıdır. Ve biz bunu ona nafile ola­rak verdik.

Eğer seleb, Peygamber (sav)'ın vermiş olduğu hüküm gereği öldürenin hakkı olsaydı, ayrıca bu konuda meseleyi ictihadlanyla kendilerine izafe et­melerine gerek kalmazdı ve öldüren de onların emirlerine gerek olmaksızın o selebi alacaktı. Doğrusunu bilen Allah'tır.

Sahih'te de Muâz b. Amr b. el-Cemûh ile Muâz b. Afra'nın, Ebu Cehil'i öl­dü rünceye kadar kılıçlarıyla darbeler indirdikleri bildirilmektedir. Peygam­ber (sav)'e gittikleri vakit, O: "Onu hanginiz öldürdü?" diye sorunca, onla­rın herbirisi: Onu ben öldürdüm, dedi. Hz. Peygamber her İki kılıca da bak­tı ve: "İkiniz de onu öldürdünüz" diye buyurdu ve selebinİn Muâz b. Amr b. el-Cemûh'a verilmesine hükmetti.[120]

İşte bu, selebin öldürenin hakkı olmadığının açık bir delilidir. Zira seleb öldürene ait olsaydı, Peygamber (sav) o selebi iki Muâz arasında paylaştım-çaktı. Yine Sahih'te Avf b. Malik'ten şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, Mute gazvesinde Zeyd b. Harise ile savaşa çıkanlarla çıktım. Yemen'den gelen yardımcı kuvvetler arasından bir yardımcı da benimle birlikte yola çıktı... di­yerek hadisi zikretti. Bu hadiste şunlar da yer almaktadır: Avf dedi ki: Ey Ha-lid, Rasûlullah (sav)'ın selebin öldürene ait olduğu hükmünü verdiğini bil­miyor musun? O, evet; fakat ben bunun çok olduğunu gördüm, dedi.[121]

Bu hadisi Ebu Bekr el-Berkanî de Müslim'in rivayet ettiği aynı sened ile rivayet etmiş ve orada ayrıca şu açıklamayı da eklemiştir: Avf b. Malik dedi ki: Rasûlullah (sav) selebden beşte bir almıyordu. Gelen yardımcı kuvvetler­den birisi de Şam tarafındaki Mute gazvesinde onlarla birlikte idi. Karşı ta­raftan bir Bizanslı müslümanlar üzerine hızlıca gelmeye başladı. Kumral bir at ve altın yaldızlı bir eğer üzerinde kirlenmiş kuşaklı ve elinde altjn işleme­li bir kılıç vardı. Müslümanların üzerine geliyordu. Yemen1 den gelen yardım­cı kuvvetlerden birisi onu güzel bir şekilde gözetlemeye koyuldu. Nihayet yanından geçince, atının bileğini kesti, o da yere düştü. Kılıcıyla tepesine di­kilip onu öldürdü ve silahlarını aldı. Halid b. Velid, selebinin bir bölümünü ona verdi, bir bölümünü de alıkoydu. Avf dedi ki: Ben ona, hepsini ver, Sen Rasûlullah (sav)'ı: "Seleb öldürene aittir" derken duymadın mı? dedim, o, evet dedi. Fakat ben bunları çok gördüm diye cevap verdi. Avf dedi ki: Birbiri­mize ileri geri söz söyledik. Nihayet ona: Andolsun, Rasûlullah (sav)'a du­rumu bildireceğim, dedim.

Avf dedi ki: Rasûlullah (sav)'ın huzurunda bir araya gelince, Avf o duru­mu Rasûlullah (sav)a anlattı. Hz. Peygamber de: "Ne diye ona hepsini ver­medin" diye sorunca, Halid, bana çok göründü dedi. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber: "Hadi onları o adama ver" diye buyurdu. Ben de kendisine, nasıl (Ey Halid) sana verdiğim sözü yerine getirdin mi? diye sordum. Bu sefer Rasû­lullah (sav) kızdı ve şöyle buyurdu: "Ey Halid, onu o kişiye verme. Siz, ku­mandanlarımla beni başbaşa bırakmayacak mısınız?"[122]

İşte bu, gayet açık bir şekilde öldüren kimsenin selebe, bizzat öldürmek­le değil de imamm (devlet başkanı ya da kumandanın) görüş ve konuyu tet­kiki sonucu hak kazandığına açık bir delildir.

Ahmed b. Hanbel der ki: Selebin öldürene ait olması, özellikle mübâre-ze (teke tek çarpışma) halinde sözkonusudur.[123]

 

5. Selebden (Beytülmal'e) Beşte Bir Alınır mı:

 

İlim adamları, selebden beşte bir alınıp alınmayacağı hususunda farklı gö­rüşlere sahiptir. Şafiî der ki: Selebden beşte bir alınmaz. îshak da şöyle der: Eğer basit bir değeri varsa, öldürene aittir. Çok olursa beşte biri alınır. Nite­kim Ömer b. el-Hattab bunu el-Berâ b. Âzib'e, el-Merzuban ile teke tek çar­pışıp öldürmesi üzerine uygulamıştır. Çünkü, onun kuşağının ve bilezikle­rinin değeri, otuz bin (.dirhem) ederdi. O da bunun beşte birini aldı. Enes'in, el-Berâ b. Malik'ten naklettiğine göre o, müşriklerden bir kişiyi mübareze-de (teke tek çarpışmada) öldürmesi dışında yüz müşrik öldürmüş idi. ez-Za-re gazasına katılmaları sırasında da Zare Dihkanı (toprak ağası) çıkıp: Teke tek çarpışalım, dedi, Bunun üzerine el-Berâ karşısına çıktı. Karşılıklı olarak kılıç darbeleri oldu. Daha sonra birbirlerinin boyunlarına sarıldılar, el-Berâ onu çöktürdükten sonra göğsüne oturdu. Sonra da kılıcını alıp boğazını kes­ti. Onun silahını ve kuşağını alıp Hz. Ömer'e getirdi, üz. Ömer silalıı ona bağış olarak verdi. Kuşağına otuzbin (dirhem) değer biçti ve onun beşte birini alıp, bu büyükçe bir maldır, dedi.

el-Evzaî ve Mekhul derler ki: Seleb de bir ganimettir, onda da beşte bir vardır. Buna benzer bir görüş Ömer b. El Hattab'dan da rivayet edilmiştir. Şa­fiî'nin delili ise, Ebû Davud'un Eşcalı, Avf b. Malik ile Halid b. el-Velid'den rivayet ettiği, Rasûlullah (sav)'in: "Seleb öldürenindir" diye hüküm vermesi ve selebden beşte bir [124]alınmamasıdır.[125]

 

6. Seleb Öldürene Hangi Hallerde Verilir:

 

İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre seleb öldürene ancak onu öldürdüğüne dair delil getirmesi halinde verilir. Fukahânın çoğunluğu der ki: Ebu Kata de hadisine göre tek bir şahid yeterlidir. Ya iki şahid, yahut da bir şahid ve bir yemin gerekir de denilmiştir.

el-Evzaî der ki: Sadece onu öldürdüğünü iddia etmesi ile öldürdüğünün selebi ona verilir. Selebine hak kazanmak için delil getirmesi şartı yoktur. Bu­nunla birlikte eğer delil de getirilebilirse, aradaki anlaşmazlıkları ortadan kal­dırmak için daha uygundur. Nitekim Peygamber (sav) Ebu Katade'ye öldür­düğü kimsenin selebini herhangi bir şahid ve yemin olmaksızın vermiştir. Tek bir kişinin şahidliği yeterli olmaz ve yalnızca ona bağlı kalınarak herhangi bir hüküm de verilmez de denilmiştir. el-Leys b. Sa'd bu görüştedir.

Derim ki: Hocamız Hafız el-Münzirî, eş-Şafiî, Ebu Muhammed Abdu'l-A-zim'i şöyle derken dinledim: Hz. Peygamber ona (Ebu Katade'yi öldürdüğü­nün) selebini el-Esved b. Huzaî ile Abdullah b. Uneys'in şahidliğine dayanarak vermiştir. Buna göre bu husustaki anlaşmazlık ortadan kalkmakta, için­den çıkılamaz durum izale olunmakta ve hüküm de bu konuda diğerleriyle (şahadete dayalı meselelerle) uygun düşmektedir. Malikîlere gelince, onla­rın görüşlerine göre imamın bu hususta herhangi bir delile gereği yoktur. Çün­kü imam, böyle bir durumda kendiliğinden verecek olursa bu bir atiyye (ba­ğış) dir. Eğer bunu vermek için şahidliği şart koşarsa bu hakka da sahiptir. Böyle bir şart koşmayacak olursa, şalıidlik sözkonusu olmaksızın bu iddiada bulunana onu (maktulün selebini) vermesi caiz olur.[126]

 

7. Selebin Mahiyeti:

 

İlim adamları selebin mahiyeti hususunda farkh görüşlere sahiptirler. Si­lah ve savaş için gerek duyulan herbir şeyin selebden sayıldığı hususunda gö­rüş ayrılığı yoktur. Üzerinde çarpışırken öldüğü atı da böyledir. Ahmed at hak­kında, o selebden sayılmaz demiştir. Aynı şekilde para kesesinde yahut ku­şağında dinarlar veya mücevherat, ya da buna benzer değerli eşya bulunacak olursa, bunların selebden sayılmadığı hususunda da görüş ayrılığı yoktur.

Savaş için süs eşyası olarak kullanılan şeyler hususunda, görüş ayrılıkla­rı vardır. el-Evzaî der ki: Bütün bunlar selebdendir. Bir kesim bunların seleb­den olmadığını söylemiştir. Bu husus Suhnûn'dan Allah'ın rahmeti üzerine olsun- rivayet edilmiştir. Şu kadar var ki, Suhnûn'a göre kuşak, selebden sa­yılır. İbn Habib el-Vazıka'da; bilezikler de selebdendir, demiştir.[127]

 

8. Âyet-i Kerime Nesh Edici Hüküm Taşıyor mu?

 

Yüce Allah'ın: "Beşte biri Allah'a... aittir" buyruğu ile ilgili olarak Ebu Ubeyd şöyle demektedir: Bu, şanı yüce Allah'ın, sûrenin baş taraflarında yer alan: "De ki: Enfal, Allah'ın ve Rasulünündiir" (el-Enfâl, 8/1) buyruğunu nesh etmektedir. Rasûlullah (sav) Bedir'den alınan ganimetlerin beşte birini alma­mıştı. İşte bu buyruk ile Hz. Peygamberin ganimetlerin beşte birini almama hükmünü nesh etmektedir. Şu kadar var ki, Ali (rayın Sahihi Müslim'de yer alan şu İfadesinde Hz. Peygamberin ganimetin beşte birini aldığı açıkça an­laşılmaktadır: "Bedir günü alınan ganimetlerden benim payıma yaşlı bir di­şi deve düşmüştü. Rasûlullah (sav) o günde bana beşte birden de bir yaşlı dişi deve daha vermişti..."[128]  Eğer bu, böyle olmuş ise; Ebu Ubeyd'in görü­şü reddolunur.

İbn Atiyye der ki: Hz. Ali'nin sözünü ettiği beşte birden kendisine veri­len yaşlı dişi devenin, Bedir ile Uhud arasında cereyan eden gazvelerden birisinden verilmiş olma ihtimali vardır. Çünkü, Süleymoğullan gazvesi, Mustahkoğullan gazvesi ile Zu Emer gazvesi ve Buhran gazveleri bu arada ce­reyan etmiş, bunlarda herhangi bir çarpışma olduğu da bilinmemektedir. Bu­nunla birlikte bunlardan birtakım ganimetler alınmış olması imkânı da var­dır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Derim ki: Ancak İbn Atiyye'nin bu açıklamasını, Hz. Ali'nin kullandığı "o günde" lafzı reddetmektedir. Ancak, eğer Bedir gazvesinde beşte bir alınma­mış ise, Hz. Ali'nin aldığı bu yaşlı dişi devenin, Abdullah b. Cahş Seriyyesin-de ele geçirilen ganimetlerin beşte birinden olması ihtimali bulunabilir. Çünkü, İslâm tarihinde alman ilk ganimet odur. Yine İslâm tarihinde İlk beş­te bir de o ganimetlerden ayrılmıştır. Daha sonra Kuran-ı Kerimin: "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a... aittir" buy­ruğu inmiştir. Böyle bir açıklama birinci açıklamadan daha uygundur. Doğ­rusunu en iyi bilen Allah'tır.[129]

 

9. Ganimetin Beşte Biri:

 

Yüce Allah'ın: "Ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin" anlamın­daki buyrukta yer alan ve "herhangi bir şey" anlamı verilen; ism-i mevsulu, anlamında olup, (İsm-i mevsule ait olan) "he" zamiri hazfedilmiştir. "Ganimet aldığınız şey (ler)" demektir. Birinci nin başına "fe" harfinin gelmesi ise, ifadede "mücazat" anlamının bulunması dolayısıyladır. İkinci birincisini tekid içindir. Bununla birlikte ikincisinin esreli okunuşu da caizdir. Ve bu, Ebu Amr'dan rivayet edilmiştir.

el-Hasen (İbnü'l-Hanefİyye diye bilinen Muhammed b. Ali'nin oğludur) der ki: İşte bu, (... Allah'a aittir, Allah'ındır) buyruğu, Allah'ın sözünün anahtarıdır. Dünya da âhiret de esasen yalnız Allah'ındır. Bunu en-Nesâî zik­retmiştir.[130] Yüce Allah, fey'de ve ganimetin beşte biri hakkında öncelikle ken­di adını zikretmesi, bunların en şerefli kazanç yollan oluşundan dolayıdır. Sa­dakayı (zekâtı) kendisine nisbet etmeyişi ise, insanların mallarının kiri olu­şundan dolayıdır.[131]

 

10.  Beşte Birin Taksim Ediliş Şekli:

 

İlim adamları, ganimetin beşte birinin ne şekilde taksim edileceği husu­sunda altı farklı görüş ortaya atmışlardır:

1- Bir kesimin görüşüne göre ganimetin beşte biri altıya bölünür. Bunun altıda biri Kâ'be'ye harcanır. İşte Allah'ın olan pay odur. İkincisi Rasûlullah  (sav)a aittir. Üçüncüsü akrabalara, dördüncüsü yetimlere, beşincisi yoksul­lara, altıncısı da yolculara aittir. Bu görüşü benimseyenlerden birisi de şöy­le demiştin Allah'a ait olan pay muhtaçlara verilir.

2- Ebu'l-Âliye ile er-Rabi şöyle derler: Ganimet beşe bölünür. Bunun bir payı ayrılır, geri kalan beşte dördü ilgililere paylaştırılır. Bundan sonra eli­ni bir kenara ayırdığı beşte bire atar. Eline ne geçirirse onu Kâ'be'ye ayırır. Daha sonra da ayırmış olduğu payın geri kalanını beşe böler. Birisi Peygam­ber (sav)'ın, birisi akrabalarının, birisi yetimlerin, birisi yoksulların, birisi de yolcuların olmak üzere paylaştırılır.

3- el-Minhal b. Amr der ki: Abdullah b. Muhammed b. Alî ile, Ali b. el-Huseyn'e hums'a dair soru sordum, o bizimdir dedi (ler). Ben Ali'ye dedim ki: Yüce Allah: "Yetimler, yoksullar ve yolcular" diye buyuruyor. O: Bunlar bi­zim yetimlerimiz ve bizim yoksullarımızda, dedi.

4- Şafiî, beşte bir beşe bölünür, der. Onun görüşüne göre Allah'a ve Ra-sulüne ait olan pay birdir. Bu da mü'minlerin ihtiyaçlarına harcanır. Beşte bi­rin geri kalan beşte dördü ise, âyet-i kerimede sözü geçen sınıflara harcanır.

5- Ebu Hanife der kî: Üçe bölünür. Yetimler, yoksullar ve yolcular. Ona gö­re Rasûlullah (sav)'ın vefatıyla kendi özpayının hükmü kalktığı gibi onun ak­rabalarının da payının hükmü kalkmıştır[132]  Haneliler derler ki: Beşte birden, işe köprülerin tamir edilmesi, mescidlerin inşası, hakim ve askerlerin maaş­ları vermekle başlanır. Buna yakın bîr görüş, Şafiî'den de rivayet edilmiştir.

6- Malik der ki: Bu, imamın görüş ve içtihadına havale edilmiştir. O, bel­li bir miktar ile tayini sözkonusu olmaksızın, beşte birden bir bölüm alır, yi­ne İçtihadına göre o paydan yakın akrabaya birşeyler verir, geri kalanını da müslümanların maslahatına olan işlere harcar. Dört halife de böyle demiş ve böyle uygulamışlardır. Hz. Peygamber'in: "Allah'ın size vermiş olduğu gani­metlerden beşte birden başka bir payım yoktur. Zaten beşte bir de size ge­ri dönmektedir"[133]  buyruğu buna delildir.

Hz, Peygamber bu beşte biri ne beşe, ne de üçe bölmüştür. Âyet-i keri­mede sözü geçenler ise, onlara dikkat çekmek kastıyla anılmışlardır. Zira bun­lar, kendilerine ödeme yapılanların en önemlileridir. ez-Zeccâc, Malik'in le­hine delil getirerek şöyle demektedir: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sa­na neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: İnfak edeceğiniz hayır, anne ve babanın, akrabaların, yetimlerin, yoksulların ve yolda kalmışlarındır.,." (el-Bakara, 2/2150 Bir kimse eğer başkasını uygun görecek otursa, burada anı­lanların dışında kalanlara da infak etmesinin caiz olduğu icma ile kabul edil­miştir. Nesaî, Ata'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Allah'ın beşte biri ile Ra-sulünün beşte biri aynı şeydir. Rasûlullah (sav) bu paydan yolda kalmışların ihtiyaçlarını karşılar, bu paydan bağışlarda bulunur, bunu dilediği yere har­car ve bunda dilediği gibi tasarrufta[134] bulunurdu.[135]

 

11. Akrabaların Payı:

 

Yüce Allah'ın: "Yakınlara (akrabalara)" anlamındaki deki "lâm", hakkedişin ve mülk edinmenin açıklanması kastıyla getirilen "lam" de­ğildir. Bu "lâm" harcama yerini ve mahalli beyan etmek içindir. Buna delil de Müslim'in kaydettiği şu rivayettir: el-Fadl b. Abbas ile Rabia b. Abdulmut-talib Peygamber (sav)'ın huzuruna geldi. Onlardan birisi dedi ki; Ey Allah'ın Rasûlü, sen insanların en iyisi ve akrabalık bağını en çok gözetenlerisin. Biz­ler, evlenme çağına geldik. Sana bizi zekâtların toplanması için görevlendiresin diye geldik. Diğer insanlar sana nasıl getirip tahsil ettikleri zekâtı ödüyorlarsa biz de ödeyeceğiz ve onlar nasıl bir pay alıyorlarsa biz de o pa­yı elde edeceğiz. Peygamber uzunca sustu. Nihayet biz onunla konuşmak is­tedik. Bu arada Hz. Zeyneb bizlere perde arkasından onunla konuşmayın, diye işaret ediyordu. Sonra şöyle buyurdu: "Sadaka (zekât) Muhammed'in ya­kın akrabalarına helâl değildir. Çünkü zekât, ancak insanların (mallarının) ki­ridir. Bana Mahmiye'yi -ganimetlerin beşte biri üzerinde görevli idi- ve Nev-fcl b. el-Haris b. Abdulmuttalib'i çağırın." Her ikisi de yanına gelince, Hz. Pey­gamber Mahmiye'ye şöyle dedi: "-et-Fadl b. Abbas'ı kastederek- sen bu gence kızını nikahla" dedi, o da kızını ona nikahladı. Nevfel b. el-Haris'e de: "-Rabia b. Abdulmuttalib'i kastederek sen de bu gence kızını ver" diye bu­yurdu. Mahmiye'ye de: "Her ikisi adına beşte birden şu kadar şu kadar mehir ver."[136]

Yine Hz. Peygamber: "Allah'ın size vermiş olduğu ganimetlerden bana dü­şen pay beşte birden başkası değildir. O beşte bir de size geri döndürülür" diye buyurmuştur. Hz. Peygamber de kimi zaman bunun tamamını, kimi zaman bir bölümünü verdiği gibi, müellefe-i kulübe (kalpleri İslâm'a ısındırılacaklara) da ondan vermiştir. Halbuki, bunlar yüce Allah'ın kendilerine pay verilecekler arasında zikredilmiş değillerdi. İşte bu da bizim sözünü ettiği­miz görüşün lehine delildir. Başarıya ulaştıran Allah'tır.[137]

 

12. Zevi'l-Kurbû (Hz. Peygamberin Akrabaları) île İlgili Görüşler:

 

İlim adamları, âyet-i kerimede geçen, yakın akrabaların kimlikleri husu­sunda üç ayn görüşe sahiptirler:

1- Birinci görüşe göre bunlar, bütün Kureyş kabilesidir. Seleften birisi böy­le demiştir. Çünkü Peygamber (sav) Safa tepesine çıktığında şöyle seslenme­ye koyulmuştu. "Ey filanoğulları, Ey Abdimenafoğulları, Ey Abdulmuttaliboğullan, Ey Kâ'boğullan, Ey Murreoğullan, Ey Abdişemsoğulları, haydi ken­dinizi cehennem ateşinden kurtarın" demişti. Bu lıadis-i şerif ileride eş-Şu-ara Sûresi'nde (26/214. âyetin tefsirinde) gelecektir.[138]

2- Şafiî, Ahmed, Ebu Sevr, Mücahid, Kata de, İbn Cüreyc ve Müslim b. Ha-lid derler ki: Bu akrabalardan kasıt, Haşimoğulları ile Abdulmuttaliboğulla-ndır. Çünkü Peygamber (sav) akrabaların payını Haşimoğulları ile Abdulmut-taliboğulları arasında paylaştırmış ve: 'Bunlar, ne cahiliye döneminde, ne İs­lâm döneminde benden ayrılmadılar. Haşimoğulları ile Muttaliboğulları ay­nı şeylerdir" deyip, parmaklarını birbirine geçirdi. Bunu da Nesaî ve Buha-rî rivayet etmiştir.[139] Buharî der ki: el-Leys dedi ki: Bana Yunus anlattı ve şu­nu ilave etti: Peygamber (sav) ne Abdişemsoğullanna, ne de Nevfeloğulla-nna herhangi bir pay ayırmadı.[140]

İbn îshâk der ki: Abdişems, Haşim ve Muttalib anne bir kardeştirler. An­neleri ise Murre kızı Âtike'dir. Nevfel de baba bir kardeşleri idi.

Nesaî der ki: Peygamber (sav) yakın akrabalarına pay ayırmıştır. Bunlar ise Haşimoğulları ile Muttaliboğullandır.[141]

Aralarında zengin de fakir de vardı. Aralarından yalnızca fakire verilir, zen­gine verilmez de denilmiştir. Yetimler ve yolcular gibi. Bana göre doğruya daha yakın olan görüş de budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yine küçük, büyük, erkek, dişi arasında da fark gözetilmez. Çünkü yüce Allah bu payı onlara vermiştir. Rasûlullah (sav) da bunu onlar arasında pay etmiştir. Hadis-i şerifte Hz. Peygamberin onların kimini kimine üstün tuttu­ğuna dair da bir işaret yoktur.

3- Akrabalar özel olarak Haşimoğullarıdır. Bu görüş de Mücahid ile Ali b. el-Hüseyn'in görüşüdür. Aynı zamanda Malik, es-Sevrî, el-Evzaî ve başkala­rı da bu görüştedirler.[142]

 

13. Gazilerin Ganimetten Payları: Beşte Dört:

 

Yüce Allah, ganimetlerin beşte birinin paylaştırılmasını açıklayıp geri kalan beşte dördünü sözkonusu etmemesi, bu beşte dördün, ganimeti alan­ların mülkü olduğuna delildir. Peygamber (sav) da bunu şu buyruğuyla açıklamış bulunmaktadır: "Herhangi bir kasaba (halkı) Allah'a ve Rasûlüne isyan edecek olursa, şüphesiz onun beşte biri Allah'a ve Rasûlüne aittir. On­dan sonra o, sizindir."[143]

Bu ise, ümmet arasında da, imamlar arasında da -İbnü'l-Arabî'nin Ahkâm (u'l-Kur'an) adlı eserinde de başkalarının da naklettiklerine göre- görüş ay-rtiığı bulunmayan bir husustur. Şu kadar var ki, eğer imam (İslâm devlet baş­kanı), esirleri karşılıksız serbest bırakma görüşünü benimserse bunu yapa­bilir ve esirler üzerinde ganimet alanların haklan ortadan kalkar. Nitekim Pey­gamber (sav) Sümame b. Usal'e ve başkalarına böyle bir uygulamada bulun­muş ve şöyle buyurmuştur: "Eğer el-Mut'im b. Adiy hayatta olup da sonra bu Bedir esirlerini kastederek- pisler hakkında benimle konuşacak (onları ser­best bırakmamı isteyecek) olsaydı, ben de onları ona bırakırdım" diye buyur­muştur. Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir.[144] Çünkü Hz. Peygamber (Kureyş-lilerin müslümanlara Mekke'de iken boykot ilan ettiklerini belirten ve bunu) boykotu kaldırması hususunda onun yaptıklarını mükâfatlandırmak iste­mişti.

İmam, bütün esirleri öldürmek hakkına da sahiptir. Nitekim Rasûlullah (sav) esirler arasından Ukbe b. Ebİ Muayt'ı öldürmüştür. en-Nadr b. el-Ha-ris'i de aynı şekilde es~Safra (Bedir'e yakın bir yer) de öldürmüştür. Bu hu­susta görüş ayrılığı da yoktur.

Rasûlullah (savVın da diğer ganimet alanlar gibi ganimetten bir payı var­dı. Savaşta bulunsun yahut bulunmasın o bu payım alırdı. Ayrıca safîy diye bilinen ganimetten kendisi için seçtiği bir payı da vardı. Bir kılıç, bir ok, bir hizmetçi veya bir binek seçerdi. Nitekim Huyey'in kızı Hz. Safiyye de Hay-ber ganimetleri arasından seçtiği idi. Zülfükâr diye bilinen kılıcı da ganimet­ler arasından seçtiklerindendi.

Bu; onun vefatı ile sona ermiş bir paydır. Ancak, Ebu Sevr'in görüşüne gö­re bu pay, imamın payı olarak kalmaya devam etmektedir. O bunu Peygam­ber (sav)'ın payını harcadığı yere harcar. Böyle bir payın Hz. Peygamber'e verilişinde ki hikmet ise şudur: Cahiliye dönemi insanları ganimetin dörtte bi­rinin kumandana ait olduğu görüşünde idiler. Öyle ki, şairlerinden birisi şöy­le demektedir:

"Ondan (ganimetten) dörtte bir de senindir, seçtiklerin (safiyMe senindir. Sen nasıl istersen öyle hüküm verebilirsin. Yolda orduların karşılaşmasından önce ele geçirdiklerin de senindir, Paylaştırma sonucu geriye kalıp da paylaştırılması mümkün olmayan

(deve ve at gibi şeyler) da senindir."

Bir başkası da:

"Kabileler arasında hatırı sayılır ve güçlü kişi qlup, Orduların (ganimetlerinin) dörtte birini alan o kişi bizdendir."

Ordunun dörtte biri (el-mirbâ") ise, ganimetin dörtte birini almak demek­tir. el-Esmaî der ki: Cahiliyye döneminde kumandana ganimetlerin dörtte bî­ri verilirken, İslâm'da beşte bir ayrılmıştır. Cahiliye döneminde kumandan her­hangi bir şeriat ve dinî Uükme dayanmaksızın ganimetin dörtte birini alır, yi­ne ganimetten istediğini seçer, istediğini seçtikten sonra da dilediği şeyde is­tediği gibi hüküm verirdi. Artık bunlardan istisna olarak kalan ve geriye ar­tan ev eşyası ve diğer mallar da ona ait olurdu. Şanı yüce Allah ise: "Bilin İti, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a... aittir" buyruğu ile dininin sağlam hükmünü ortaya koymuş, safiy (ganimetten bel­li birşeyi seçme) payını Peygambere tanımış, ancak cahilivye'nin (.ganimet­lere dair) diğer hükümlerini kaldırmıştır.

Âmir eg-Şa'bî der ki: Rasûlullah (sav)'ın, safiy diye bilinen bir payı vardı. Dilerse bir köle, bir cariye, yahut da bir at alabilirdi. Ve o bunu, beşte bir ay­rılmadan önce seçerdi. Bunu Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.[145]

Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadiste de şöyle dediği nakledilmektedir: "Ey filan, ben sana ikramda bulunmadım mı, ben seni önder kılmadım mı, seni evlendirmedim mi, atları, develeri sana müsahhar kılmadım mı, ben se­nin başkanlık yapmana, ganimetlerin dörtte birini almana imkân vermedim mi..." şeklindeki ifadelerin geçtiği hadisi de Müslim rivayet etmiştir.[146]

Buradaki "dörtte birini almak"dan kasıt, kavminin eline geçirdiği ganimet ve kazançların dörtte birini almaktır.

Şafiî mezhebine mensub kimi ilim adamı, beşte birin beşte birinin Peygam­ber (sav)'a ait olduğu ve Hz. Peygamberin bunu çocuklarının ve hanımları­nı n ihtiyaçlarını karşılamak için harcadığı, yine bir yıllık İhtiyacını da bun­dan ayınp sakladığı, geri kalanları ise, savaş İçin at ve silahlara harcadığı gö­rüşündedir. Ancak, Hz. Ömer'in rivayet ettiği şu husus bu kanaati reddetmek­tedir: Nadiroğullanndan alınan mallar, yüce Allah'ın, müslümanlar tarafından onların üzerine herhangi bîr at ve deve sürülmeksizin Rasûlüne vermiş ol­duğu feylerden (ganimetlerden) idi. Bu ganimetler, özel olarak Peygamber (sav)'a ait idi. Bu feyden bir yıllık harcamalarını ayırırdı. Geri kalanı ise, sa­vaş için ata ve silaha, Allah yolunda savaş hazırlığı olmak üzere harcardı. Bu­nu Müslim rivayet etmiştir.[147]  Ayrıca Hz. Peygamber: "Beşte bir ise size geri döner" diye buyurmuştur.[148]

 

14. Piyade İle Süvarinin Ganimetten Paylan:

 

Yüce Allah'ın Kitab'ında süvarinin piyadeden daha fazla pay alacağına de­lâlet eden bir buyruk yoktur. Aksine paylarının eşit olduğu hükmünü ihtiva eder. Çünkü yüce Allah, ganimetlerin beşte dördünü savaşçılara ayırmış ve özel olarak ne piyadeyi, ne de süvariyi sözkonusu etmiştir. Şayet Peygam­ber (sav)'dan varid haberler olmasaydı, süvarinin payı da piyadeninki gibi, köleninki de hürünki gibi, çocuğun da baliğ olan gibi olurdu.

Gerçek şu ki, ilim adamları beşte dördün paylaştırılması hususunda fark­lı görüşlere sahiptir. İbnü'l-Münzir'in ifade ettiğine göre, genel olarak ilim eh­linin kabul ettiği görüş, süvariye iki pay, piyadeye de bir pay verileceği şek­lindedir. Bu görüşü kabul edenler arasında Malik b. Enes ile Medine ehlin­den ona tabi olanlar da vardır. El Evzaî ve ona muvafakat eden Şamlı ilim adamları da bu görüştedirler. es-Sevrî ile İrak alimlerinden ona muvafakat edenlerin görüşü de budur. Bu, el-Leys b. Sa'd'ın ve ona uyan Mısırlı ilim adamlarının da görüşüdür. Şafiî ve arkadaşları da bu görüştedirler. Ahmed b. Hanbel, İshâk, Ebu Sevr, Yakub (Ebu Yusuf) ve Muhammed de bu görüşte­dirler. İbnü'l-Münzir der ki: Biz, bu hususta en-Nu'man (b. Sabit, Ebu Hani-fe)'den başka muhalefet eden bir kimse olduğunu bilmiyoruz. O, bu husus­ta hem sünnete göre izlenen yola, hem de geçmişte de sonrasında da ilim eh­linin büyük çoğunluğunun kabul ettiği kanaate muhalefet ederek süvariye de ancak tek pay verilir, demiştir.[149]

Derim ki: Onu (îbnü'l-Münzir'i), Ahmed b. Hanbel'in kanaati hakkında ya­nılgıya düşüren husus, îbn Ömer'in Rasûlullah (sav)'ın atlıya iki, piyadeye de bir pay verdiği şeklindeki hadisidir. Bunu Dârakutnî rivayet ettikten sonra şöy­le der: er-Remâdî dedi ki: İbn Numeyr böyle diyor. en-Neysaburî bize dedi ki: Bu, bana göre İbn Ebi Şeybe'nİn, yahut da er-Remâdî'nin bir yanılmasıdır. Çünkü, Ahmed b. Hanbel ile Abdurrahman b. Bişr ve başkaları bu hadisi İbn Ömer'den (Dârakutnî'de fbn Numeyr'den) bundan farklı bir şekilde rivayet etmişlerdir. O da Rasûlullah (sav)ın, birisi süvarinin kendisine, ikisi de atına ait olmak üzere süvariye toplam üç pay verdiği şeklindedir.[150]  Abdurrahman b. Bişr, Abdullah b. Numeyr'den, o, Ubeydullah b. Umeyr'den, o, Nafi den, o da İbn Ömer'den böylece rivayet etmiştir (diyerek) hadisi zikreder.

Buhârî'nin Sahih'inde İbn Ömer'den rivayete göre Rasûlullah (sav) ata iki pay ve atın sahibine de bir pay vermiştir.[151]  Bu ise açık bir nastır.

Dârakutnî, ez-Zübeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) Bedir günü bana dört pay verdi. İkisini atıma, bircini bana, birisini de akrabaların payından olmak üzere anneme bir pay verdi. Bir rivayette de: An­nesine de akrabalar payından olmak üzere bir pay verdi, denilmektedir.[152]

Yine Dârakutnî, Beşir b. Amr b. Muhsan'dan şöyle dediğini nakletmekte­dir: Rasûlullah (sav) iki atıma dört pay, bana da bir pay verdi, böylelikle ben beş pay almış oldum.[153]

Bu paylaştırma şeklinin kararının, imamın yetkisinde olduğu ve onun uy­gun gördüğünü uygulamaya koyacağı da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bi­len Allahtır.[154]

 

15. Birden Fazla Atı Bulunan Süvarinin Ganimetteki Payı:

 

Süvariye piyadeden tek bir at payından fazla pay verilmez. Şafiî bu gö­rüştedir. Ebu Hanife ise der ki: Birden çok ata da pay verilir. Çünkü böyle­si daha çok yorucudur ve daha fazla fayda sağlayıcıdır.[155] Mezhebimiz ilim adamlarından İbnü'1-Cehm de bu görüştedir. Sulınûn da bunu İbn Vehb'den rivayet etmiştir.

Ancak bizim delilimiz şudur: Peygamber (sav)dan, bir attan fazlasına pay verileceğine dair bir rivayet gelmemiştir. Ondan sonraki imamlar (Raşid ha­lifeler )'den de böyle bir rivayet gelmiş değildir. Zira, düşman ile ancak tek bir at sırtında savaşılır. Bundan fazla olursa, bu bir refahtır ve fazladan bir araç hazırlamaktır. Bunun da payların artışına bir etkisi olmaz. Bir kimsenin beraberinde fazladan kılıçların yahut mızrakların olması gibi ayrıca, üçüncü ve dördüncü at için de pay verilmeyeceği nazarı itibara alınmalıdır. Süleyman b. Musa'dan ise, birden çok atı bulunan kimsenin her bir atma bir pay veri­leceği şeklinde bîr rivayet nakledilmiştir.[156]

 

16. Ganimetten Pay Verilecek Atın Niteliği:

 

İleri atılması ve geri çekilmesi özellikleri dolayısıyla ancak asil atlara pay verilir. Onun gibi olabilen beygir ve melez atların durumu da böyledir. An­cak bu şekilde olmayan atlara herhangi bir pay verilmez.

Şöyle de denilmiştir: Eğer bu atların kullanılmasını imam uygun görürse, onlara da pay verilir. Çünkü, bunlardan yararlanmak yerine göre değişir. Me­lez atlarla beygirler dağ yollan ve dağlar gibi sarp yerlere uygundur. Asil atlar ise hücum ve geri çekilmenin sözkonusu olduğu yerlere elverişlidir. O ba­kımdan bu, imamın görüşüne bağlıdır.

Asil atlar arap atı, melez ve beygirler ise Bizans atlandır.[157]

 

17. Zayıf Atın Hükmü:

 

İlim adamlarımız, zayıf atın hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Eşheb ile İbn Nâfi' böyle bir ata pay verilmez, derler. Çünkü, böyle bir atın sırtında savaşmaya imkân yoktur. O bakımdan, böyle bir at, hasta düşmüş, güçsüz kalmış ata benzer.

Bir görüşe göre de iyileşmesi umulduğundan dolayı ona pay verilir, de­nilmiştir. Eğer, kendisinden yararlanilamıyacak şekilde zayıf ve çelimsiz ise, hasta ata pay verilmediği gibi ona da pay verilmez.

Atın toynağındaki hafif rahatsızlık ile buna benzer attan maksat olarak gö­zetilen faydanın elde edilmesini engellemeyen rahatsızlıkları bulunan atla­ra ise pay verilir. Ariyet olarak ve ücretle tutulan ata da pay ayrılır. Gasbe-dilen atın durumu da böyledir. Böyle bir atın payı sahibine ait olur.

Atlar, gemilerde bulunsa ve ganimet, denizdeki çarpışma sonucu alınacak olsa dalii atlar paya hak kazanırlar. Çünkü bu şekildeki atlar karaya inmek için hazırlanmıştır.[158]

 

18. Orduya Ücretli İş Yapmak Üzere Katılıp Savaş Kastı İle Bulunmayanların Hükmü:

 

Geçim kastıyla ücret almak için ordu ile birlikte bulunan ücretle çalışan­lar ve çeşitli sanat erbabı gibi kimselerin ganimetlerde bir hakkı yoktur. Çünkü bunlar, savaşmak kastı gütmedikleri gibi, mücahid olarak da çıkmamışlardır. Peygamber (sav)'ın: "Ganimet vak'ada hazır bulunanların hakkıdır" şek­linde Buharı tarafından rivayet edilen buyruğu[159] dolayısıyla bunlara pay ve­rileceği de söylenmiştir.

Ancak, bu buyrukta bu görüşe delil olacak bir taraf yoktur, Çünkü, hadis-i şerif fiilen çarpışan ve çarpışmak kastıyla savaşa çıkan kimselerin durumu­nu açıklamak üzere varid olmuştur. Esasen yüce Allah'ın müslümanlart sa­vaşanlar ile geçim için savaşanlar diye ayırıp birbirini ayn ve her birisinin ken­di durumuna uygun hükmü bulunan iki kesim diye sözkonusu ederek şöy­le buyurmuş olması bu hususta delil olarak yeter: "Sizden hastalananlar ola­cağını, diğer bir kısmının da Allah'ın lütfundan arıyarak yeryüzünde yol tepeceklerini, bir başka kısmının da Allak yolunda çarpışacaklarını Allah bilmiştir,''(el-Müzemmil, 73/20)

Şu kadar var ki, bu gibi kimseler eğer savaşa katılacak olurlarsa onların geçim için ücretli olarak çıkmış olmalarının kendilerine bir zaran yoktur. Çün­kü, ganimetten pay hakediş sebepleri ortaya çıkmış olur.

Eşheb şöyle den Çarpışacak olsa dahi böylelerinden herhangi bir kimse ganimetten pay almaya hak kazanmaz. İbnü'l-Kassar da ücretle çalışmak üze­re gelen hakkında böyle demiştir. Çarpışacak olsa dahi ona pay verilmez. An­cak, Seleme b. el-Ekva' yoluyla rivayet edilen hadis bu görüşü reddetmek­tedir. Seleme şöyle demektedir: Talha b. Ubeydullah'ın ücretlisi olarak çalı­şıyordum. Atını suluyor, onu kaşağılıyor, Talha'ya hizmet ediyor ve onun ye­meğinden yiyordum... Bu hadiste şu ifadeler de yer almaktadır: Daha son­ra Rasûlutlah (sav) bana İki pay verdi. Hem süvari payını, hem de piyade pa­yını. Her iki payı bir arada bana vermiş oldu, Bu hadisi de Müslim rivayet et­miştir.[160] İbnü'l-Kassar ve onunla aynı görüşü paylaşanlar Abdurrahman b. Avf'ın naklettiği ve Abdurrezzak'ın zikrettiği hadisi delil gösterirler. O hadis­te şöyle denmektedir: Rasûlullah (sav) Abdurrahman'a dedi ki: "Bu üç dinar onun dünya işinde de ahiret işinde de bu savaşından elde edeceği kısmeti ve payıdır."[161]

 

19. Köle ve Kadınların Ganimetten Payları:

 

Köle ve kadınların paylarına gelince; "el-Kitab"dakİ görüşe göre bunla­ra ne pay verilir, ne de az dahi olsa herhangi bir şey (radh). Bunlara az mik­tarda birşeyler (radh) verileceği de söylenmiştir. İlim adamlarının çoğunlu­ğu (cumhur) bu görüştedir.

el-Evzaî İse der ki: Kadın çarpışacak olursa ona pay verilir. Rasûlullah (sav)'in Hayber günü kadınlara pay verdiğini de iddia eder ve der ki: Müs­lümanlar bizde (bizim bölgemizde) bu görüşü kabul etmişlerdir. Bizim mez­hebimiz alimlerinden (Maliki mezhebinden) İbn Habib de bu görüşe mey­letmiştir. Müslim, îbn Abbas'dan rivayet etliğine göre İbn Abbas'm (Harici­lerin başı olan) Necde (b. Amir el-Hanefi)'ye yazdığı mektubunda şu ifade­ler de yer almaktadır: Bana Rasûlullah (sav)'ın kadınları da beraberinde ga­zaya götürdüğünü soruyorsun. O, kadınları da beraberinde gazaya götürü­yor, kadınlar yaralıları tedavi ediyor, bununla birlikte ganimetten onlara birşeyler de veriliyordu. Onlara tam bir pay ayrılmazdı.[162]

Çocuklara gelince, eğer çocuk savaşabilecek güçte ise, bize göre bu hu­susta üç görüş vardır; Bir görüşe göre pay verilir, diğer bir görüşe göre ise baliğ oluncaya kadar ona pay verilmez. Buna gerekçe ise İbn Ömer yoluy­la rivayet edilen hadistir. Ebu Hanife ve Şafiî de bu görüştedir.

Üçüncü görüş ise, savaşması halinde ona pay verilmesi, savaşmaması ha­linde pay verilmemesi şeklinde ayırım gözeten görüştür.

Doğrusu, birinci görüştür. Çünkü Rasûlullah (sav) Kurayzaoğullan (esir­leri) hakkında eteğinde tüy bitmiş kimselerin öldürülmesini, tüy bitmemiş kim­selerin ise serbest bırakılmasını emretmiş idi. Bu ise, savaşa güç yetirebilme hususunu nazarı itibara almaktır. Yoksa baliğ olmayı değil.

Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr), "elîsti'ab" adlı eserinde Semura b. Cün-dub'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav)'a Ensar'dan çocuklar arz olunur, o da onlardan yetişmiş olanlarını savaşa katardı. Bir yıl ben de ona arz edildim de bir başka çocuğu savaşa kattı, beni de geri çevirdi. Bu sefer ben, Ey Allah'ın Rasûtü, onu savaşçılar arasına kattın, beni ise geri çevirdin. Eğer benimle güreşecek olursa ben onu yere yıkarım, dedim. Bunun üzeri­ne o çocuk benimle güreşti, ben de onu yere yıktım. Bunun üzerine beni de savaşçılar arasına kattı.[163]

Kölelere gelince, onlara da pay verilmez, ancak onlara az bir şeyler (radh) verilir.[164]

 

20. "İmamın İzni île Savaşa Katılan Kâfirin Ganimetten Pay Alması:

 

Kâfir, imamın izni ile savaşta bulunup çarpışacak olursa, bizim mezhebi­mize göre ona pay verilmesi hususunda üç farklı görüş vardır: Bir görüşe gö­re ona pay verilir, bir diğer görüşe göre pay verilmez. Malik ve İbnü'l-Kasım bu görüştedir. İbn Habib de ayrıca, kâfirlerin hiçbir payı yoktur, ilavesinde bulunur. Üçüncü görüş olan Suhnûn'un görüşüne gelince, duruma göre hü­kümler arasında fark gözetir. Eğer müslümanlar kâfirin yardımına muhtaç de-ğilseler kâfire pay verilmez. Şayet onun yardımına ihtiyaç duyacak olurlar­sa, ona pay verilir. Çarpışmayacak olursa herhangi bir şey de haketmez. Hür­lerle birlikte kölelerin durumu da böyledir.

es-Sevrî ile el-Evzaî derler ki: Zimmet ehlinin yardımı alınacak olursa on­lara da pay verilir. Ebu Hanife ve arkadaşları ise, onlara pay verilmez, on­lara az birşeyler Cradh) verilir, derler.

Şafiî -Allah ondan razı olsun- da şöyle demektedir: İmam Cİslâm devlet baş­kanı) muayyen olarak sahibi bulunmayan bir maldan ödenmek üzere onla­rı ücretle tutar. Eğer bunu yapmayacak olursa, Peygamber (sav)'in payından onlara verir. Bir başka yerde ise şöyle demektedir: Müşrikler, müslümanlarla birlikte savaşacak olurlarsa, onlara az birşey (radlı) verilir,

Ebu Ömer der ki: Herkes kölenin -ki, emanı caiz olan kimselerdendir- eğer savaşacak olursa, ona pay verilmeyeceğini, buna karşılık ona az birşey ve­rileceğini ittifakla kabul etmiştir. Kâfire hiçbir şekilde pay verilmemesi ise bu­na göre öncelikle sözkonusudur.[165]

 

21. Köle ve Zımmilerin Daru'l-Harp Ehlinden Aldıkları:

 

Köle ve zımmİ kimseler, hırsız olarak daru'1-harp ahalisinin malından bir­şeyler alacak olurlarsa, bu aldıkları kendilerinindir, bundan beşte bir alınmaz. Zira yüce Allah'ın: "...bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi birşeyln beşte biri Allah'a... aittir" buyruğunun genel kapsamı içerisine ne erkekle­rinden, ne de kadınlardan herhangi bir kimse girmemektedir. Kâfirlere ge-Hnce, onların bu hususta herhangi bir ilgilerinin bulunmadığı konusunda gö­rüş ayrılığı yoktur. Sulınûn der ki: Kölenin ele geçirdiklerinin beşte biri alınmaz. İbnü'l-Kasım ise beşte biri alınır, der. Zira, efendisinin kendisine sa­vaşmak üzere izin vermesi ve din için çarpışması mümkündür. Kâfir ise böy­le değildir, Eşheb ise "Kitabı Muhammed"Ğe şöyle demektedir: Köle ve zımmi ordudan ayrılıp ganimet ele geçirecek olurlarsa, ele geçirdikleri bu gani­met prduya ait olur, onların bunda bir paylan olmaz.[166]

 

22. Ganimetten Pay Haketmenin Sebebi:

 

Ganimetten pay haketmenin sebebi, önceden de geçtiği gibi, müslü-manlara yardımcı olmak maksadıyla savaşta hazır bulunmaktır. Eğer savaşın sonlarında bulunacak olursa, yine ganimete hak kazanır. Çarpışmanın sona ermesinden sonra gelirse haketmez. Geri çekilmek suretiyle savaşta bulun­mayacak olursa, yine ganimete hak kazanmaz. Eğer geri çekilmekle bir başka birliğe katılma maksadını güderse, ganimetteki hakkı düşmez. Buha­rı ve Ebû Davud'un rivayetine göre Rasûlullaiı (sav) Eban b. Said'i Medine'den Necid taraflarına bir seriyye başında kumandan olarak göndermişti. Eban b. Said ve arkadaşları Hayber'in rethedilişinden sonra Rasûlullaiı (sav)'ın huzu­runa geldiler. Atlarının yularları hurma lifindendi. Eban, Ey Allah'ın Rasûlü, bize de pay ver dedi. Ebu Hureyre dedi ki: Ben; onlara pay verme Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Bunun üzerine Eban şöyle dedi: Ey Sibr (Arabistan kirazı) ağa­cının başından yuvarlanıp gelen dağ kedisi, sen mi bunu söylüyorsun? Bu­nun üzerine Rasûlullaiı (sav): "Otur ey Eban" diye buyurdu ve onlara gani­metten bir pay [167]vermedi.[168]

 

23. Mazereti Dolayısıyla Savaşta Bulunmayanın Hükmü:

 

Savaşta bulunmak maksadıyla çıkmakla birlikte hastalık gibi bir mazereti kendisini engellediğinden dolayı savaşa çıkamayan kimse hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır, Böyle birisine ganimetten pay verilip veril­meyeceği hususunda üç görüş vardır: Üçüncü görüşe göre -ki meşhur olan gö­rüş odur- ayınm gözetilir. Bu üçüncü görüşe göre eğer savaşta hazır bulunma­mak savaştan önce ve düşmanlann arazisine girişten sonra olmuşsa, buna pay verilir. Daha sahih olan görüş budur. Bunu İbnu'l-Arabî ifade etmiştir.

Eğer düşman arazisine girişten önce mazereti dolayısıyla ayrı Ursa da ga­nimet verilir. Mesela kumandan ordu menfeatine bir iş için ordudan alıp gön­derir de bu işini görmesi, fiili savaşta hazır bulunmaktan kendisini ahkoyar-sa böyle birisine pay verilir. Bu açıklamayı tbnu'l-Mevvaz yapmıştır. İbn Vehb ile tbn Nafi de bunu Malik'ten rivayet etmişlerdir.

Böyle birisine pay verilmeyip, aksine ona basit bir miktar (radh) verile­ceği de rivayet edilmiştir. Çünkü, kendisi sebebiyle ganimet payını haketti-ği sebep ortada yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Eşheb ise der ki: (Müslüman ordu ile birlikte bulunup) demirden zincir­lere bağlı bulunsa dahi esire pay verilir. Ancak, sahih olan ona pay verilme­yeceğidir. Çünkü o (esir), savaş ile mülkiyeti hak edilmiş bir mülktür. Savaş­ta bulunmayan, yahut da hasta olarak bulunan kimse İse, savaşa katılmamış gibidir.[169]

 

24. Hangi Hallerde Fiilen Savaşa Katılmayanlara Ganimetten Pay Verilir:

 

Mutlak olarak savaşta hazır bulunmayanlara ganimetten pay verilmez. Rasûlullah (sav) da Hayber günü müstesna, savaşa katılmayan kimseye ganimetten pay vermiş değildir. Yalnız Hayber günü alman ganimetlerden Hudeybiye'de bulunan salıabilere Hayber'de bulunsun bulunmasın paylarını ver­miştir, Buna sebep ise yüce Allah'ın: "Allah size alacağınız çok ganimetler vadetti” (el-Feth, 48/20) buyruğudur. Bu açıklamayı Musa b. Ukbe yapmış­tır. Ayrıca seleften bir topluluktan da bu görüş rivayet edilmiştir.

Bedir günü ise Bedir'e katılmayan Hz. Osman ile Said b. Zeyd ve Talha (r.anhum)'a da ganimetten pay ayırmıştı. Bu sebepten onlar da Bedir'de ha­zır bulunanlar gibidir.

Hz. Osman'ın Bedir'den geri kalış sebebi, Rasûlullah (sav)'ın emri üzere kızı Hz. Rukiyye'nin hastalığı dolayısıyla yanında kalması idi. Rasûlullah (sav) Hz. Osman'a hem ganimetten payını vermiştir, hem de mükâiaatını alacağı­nı ifade etmiştir. O bakımdan, Hz. Osman da Bedirde fiilen hazır bulunan­lar gibi idi.

Talha b. Ubeydullah ise, ticaret maksadıyla Şam'da (Suriye taraflarında) bulunuyordu. Rasûlullah (sav) da ona ganimetten payını verdiği gibi, mükâ-faatı hakettiğini de belirtmiştir. Bundan dolayı o da Bedir'e katılanlardan sa­yılır.

Said b. Zeyd de yine Şam taraflarında olduğu için Bedİrfe katılmamıştı. Ra­sûlullah (sav) ona da ganimetten payını verdiği gibi, mükâfaatı hakettiğini de belirtmiştir. Bundan dolayı o da Bedir'e katılanlar arasında sayılır,

İbnü'l-Arabî der ki: Hudeybiye'de bulunanlara Hayber (ganimetlerinden) pay verilmesine gelince; bu, şanı yüce Allah'ın verdiği bir söz gereği idi. Al­lah onlara özel olarak bu sözü vermişti. O bakımdan başkaları bu hususta on­lara ortak olamaz. Osman, Said ve Talha (r.anhumVa gelince, Hz. Peygam-ber'in bunlara beşte birden pay vermiş olması ihtimali de vardır. Çünkü üm­met, herhangi bir mazeret dolayısıyla savaştan geri kalan kimseye pay veril­meyeceği hususu üzerinde icma etmiştir.

Derim ki: Zahiren görülen o ki, bu, Hz. Osman, Talha ve Said'e has bir özelliktir. Başkaları bu konuda onlara kıyas edilemez. Onların payları da beş­te birden değil de, Bedir'e fiilen katılanlar gibi ganimetin kendisinden îdi. Ha­dislerden zahir olarak anlaşılan budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Buharı İbn Ömer'den şöyle dediğini rivayet eder: Osman (r.a)'ın Be-dir'de hazır bulunmayışının sebebi şudur. O, Rasûlullah (sav)'ın kızı ile ev­li idi ve hasta idi. Peygamber (sav) ona: "Senin için Bedir'de hazır bulunan bir kimsenin hem ecri, hem de ganimetten payı vardır" diye [170]buyurmuştu.[171]

 

25. Allah'ın Hükmünü Kabul Etmek ve İman:

 

Yüce Allah'ın: "Eğer Allah'a... inanmışsanız* buyruğu ile ilgili olarak ez-Zeccâc bir kesimden naklederek şöyle demektedir: Bunun anlamı şudur: Eğer siz inanmış iseniz, bilin ki muhakkak Allah sizin mevlâruzdir. Buna göre, bu­radaki şart, yüce Allah'ın bu va'di ile ilgilidir. Bir başka kesim ise şöyle de­mektedir: Şart, yüce Allah'ın: "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin..." buyruğu ile alakalıdır.

İbn Atiyye der ki: Sahih olan da budur. Çünkü yüce Allah'ın: "Bilin ki" buyruğu, ganimetlere dair emrine teslimiyet göstermek ve kayıtsız şartsız bağ­lanmak emrini ihtiva etmektedir. Bu anlama göre şart, "bilin ki..." buyruğu­na taalluk eder. Yani, eğer sizler Allah'a iman eden kimseler iseniz, ganime­tin paylaştırılması ile ilgili Allah'ın size bildirmiş olduğu hususlarda onun em­rine uyunuz ve teslimiyet gösteriniz.

Yüce Allah'ın: Türkan günü olan İki ordunun" buyruğundaki Allah'ın hizbi (taraftarları) ile şeytan hizbinin "karşılaştıkları günde kulumuza in­dirdiğimize İnanmışsanız..." buyruğunda yer alan "indirdiğimize" kelime­si "Allah'a" lafzına atfedilmiş ve cer mahallindedir. "Furkan günü" ise, hak ile batılı birbirinden ayırdığım gün demektir ki, bu da Bedir günüdür. "Al­lah herşeye gücü yetendir."[172]

 

42. Hani siz, vadinin yakın kenarında İdiniz. Onlar ise en uzak kı­yısında idiler. Kervan ise sizden daha aşağıda idi Eğer onlarla buluşmak üzere sözleşmiş olsaydınız, muhakkak vakit tayinin­de anlaşmazlığa düşerdiniz. Fakat Allah gerçekleşmesi gere­ken bir emri yerine getirmek için (sizi bir araya getirdi). Tâ ki, he­lak olan kişi apaçık bir delil üzere helak olsun. Hayatta kalan kişi de apaçık bir delil üzere yaşasın. Şüphesiz ki Allah hakkıy­la işitendir, herşeyi bilendir.

"Hani siz, vadinin yakın kenarında idiniz. Onlar ise en uzak kıyısında idiler" buyruğunun anlamı şudur: İşte siz, bu halde iken biz de kulumuza hükümlerimizi indirmiştik. Yahut anlam: Siz, vadinin yakın kenarında oldu­ğunuz zamanı hatırlayınız... şeklinde de olabilir.

"Vadinin kıyısı" demektir. “Ayn" harfi Ötreli ve esreli olarak da okunmuştur. Ötreli okuyuşa göre çoğulu;  şeklinde gelir, esreli okuyu­şa göre ise çoğulu;  şeklinde gelir.

"Yakın" kelimesi nin müennesidir. "En uzak" ke­limesi ise 'ın müennesi olup bunlar sırasıyla, "Yaklaştı, yak­laşır" ile Uzaklaştı, uzaklaşırdan gelmektedir.

"En uzak" anlamındaki kelimenin aslı "vav"lı olmakla birlikte;  şek­linde söylendiği de olur. "Vav"lı söyleyişi Hicazhların söyleyişidir.

"Vadinin yakın'ı Medine tarafında bulunuyordu. Uzak kıyısı ise Mekke tarafında idi. Yani sizler, vadinin Medine'ye yakın olan kıyısında konaklamış, düşmanınız ise uzak olan tarafında konaklamış bulunuyordu. "Kervan îse siz­den daha aşağıda İdi." Maksat Ebu Süfyan'ın ve diğerlerinin kervanıdır. Bu kervan, içinde bulunan mallarla deniz kıyısında ve onlardan daha aşağılar­da bir yerde idi,

Bir diğer görüşe göre buradaki kervandan kasıt, onların (.rnüslümanların) eşyalarını taşıyan develerdi. Bunlar, şanı yüce Allah'ın onlara muvafakiyeti dolayısı ile, kervana gelebilecek herhangi bir zarardan emin bulundukları bir yerde idiler. Yüce Allah, böylelikle onlara üzerindeki nimetlerini hatırlatmak­tadır.

"Kervan" kelimesi mübtedâdır. "Sizden daha aşağı­da idi" ise, haber mevkiinde zarftır. Sizden daha aşağı bir yerde bulunuyor­du demektir. el-Ahfeş, el-Kisaî ve el-Ferrâ da; Kervan İse sizden daha aşağıda İdi" ifadesinin Kervan mevki olarak sizden daha aşağılarda bir yerdeydi anlamına geleceğini kabul etmişlerdir.

Deveye binenler, kervan" kelimesi; 'in çoğuludur. Arap­lar, ancak deveye binmiş topluluğa bu ismi verirler. İbn es-Sikkît ve dil bil­ginlerinin çoğunluğu, ancak deveye binmiş kimse ve kişilere de­nildiğini nakietmişlerdir. Ata yahut başka herhangi bir bineğe binmiş olan kim­seye ise,  denilmez. ancak develere binmiş kimseler hakkında kullanılır. Bu açıklamalar İbn Fâris'ten nakledilmiştir.

"Eğer onlarla buluşmak üzere sözleşmiş olsaydınız, muhakkak vakit ta­yininde anlaşmazlığa düşerdiniz." Yani onların çokluğu, sizin de azlığınız dolayısıyla böyle bir ittifak ve sözleşme sözkonusu olmamıştı. Çünkü sizler, onların çokluğunu bilseydiniz, elbette geri kalırdınız. Yüce Allah ise bu şekilde sizleri karşı karşıya getirdi.

"Fakat Allah" mü'minleri zafere kavuşturmak ve dini galip kılmak gibi "gerçekleşmesi gereken bir emri yerine getirmek için (sizi bir araya ge­tirdi)."

"Yerine getirmek için* buyruğundaki "lam" harfi, hazfedilmiş bir fiile taalluk etmektedir. Yani, Allah böyle bir işi gerçekleştirmek İçin onları bir araya topladı, demektir. Daha sonra İam"ı tekrar ederek "Ta ki... helak olsun" diye buyurdu. Yani, onları belli birisi gerçekleştirmek için bir araya topladı.

"Tâ ki, helak olan kişi" buyruğundaki; "Kişi" ref (özne olarak) mahallindedir. "Hayatta kalan" da "helak olan kişi" üzerine atf ile nasb mahallindedir.

"Apaçık bir delil (beyyine)" ise, belge ve burhan ortaya koymaktır. Ya­ni, ölen kimse kendisinin gördüğü apaçık bir delil,'müşahade ettiği ibret ve bunun sonucunda da ona karşı kesin olarak delil ortaya konulmuş halde öl­sün, hayatta kalan da aynı şekilde hayatta kalsın. İbn İshâk der ki: Tâ ki, ken­disine karşı delil ortaya konulup ileri sürecek mazereti kalmadıktan sonra kâ­fir olan kâfir olsun ve yine aynı esaslar üzere iman eden de iman etsin.

"Hayatta kalan" ifadesi, aslına uygun olarak  diye İki  yâ" ile de okunmuştur, şeddeli bir "yâ" île de okunmuştur. Asla göre iki "yâ" ile okuyuş, Medinelilerin, el-Bezzî ve Ebu Bekr'in kıraatidir. (Şeddeli tek "yâ" ile okuyuş.) diğerlerinin kıraatidir. Ebu Ubeyd'in tercih ettiği kıraat de budur. Çünkü, Mushafta böylece yazılmıştır.[173]

 

43. Hani Allah onları rüyanda sana az göstermişti. Eğer onları sa­na çok gösterseydi, elbette korkuya kapılacaktınız ve İş hakkın­da çekîşecektiniz. Ama Allah kurtardı. Şüphesiz O, kalplerde ola­nı hakkıyla bilendir.

Mücahid der ki: Peygamber (sav) rüyasında onların çok az olduklarını gör­müştü Bunu ashabına anlattı, böylelikle Allah onlara sebat verdi.

Bir görüşe göre de: "Rüya'dan kasıt, uykunun mahalli olan gözdür. Bu da; senin uyku mahallin olan gözünde göstermişti, takdirindedir ki, bu tak­diri ifadeler hazfedilmiştir. Bu açıklamar el-Hasen'den nakledilmiştir. Ez Zeccâc der ki: Bu güzel bir açıklama olmakla birlikte, birinci açıklama arapça ku­rallarına daha uygundur. Çünkü, (bir sonraki âyette) şöyle buyurulmaktadır: "Hani siz, karşılaştığınız zaman onları gözlerinize az gösteriyor, sizi de on­ların gözlerinde azaltıyordu." (el-Enfâl, 8/44) İşte bu, burada karşılaşma es­nasındaki görmenin sözkonusu edildiğini, öbürünün ise rüyadaki görmeyi sözkonusu ettiğini göstermektedir.

"Elbette korkuya kapılacaktınız" yani, savaştan korkardınız. "Ve iş hak­kında çekilecektiniz" anlaşmazlığa düşecektiniz. "Ama Allah kurtardı." Si­zi ayrılığa düşmekten korudu. İbn Abbas ise, korkaklıktan korudu, diye açık­lamaktadır. Her ikisinden de korudu anlamına gelme ihtimali de vardır. "Kurtardı* anlamındaki; kelimesi, zafer ile müslümanlann işini ta­mama erdirdi diye de açıklanmıştır.[174]

 

44. Hani siz, karşılaştığınız zaman onları gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Tâ ki, Allah, gerçekleş­mesi gereken bir emri yerine getirsin. Bütün işler ancak Allah'a döndürülür.

"Hani siz, karşılaştığınız zaman onları gözlerinize az gösteriyordu" buy­ruğunda sözü edilen bu durum, uyanıkken gösterme durumudur. Bununla birlikte eğer; uykudan kasıt, uykunun ortaya çıktığı yer olan gözdür, deni­lecek olursa, birinci göstermenin de uyanıkken gösterme diye anlaşılması mümkündür. Buna göre birinci (bir önceki âyetteki) gösterme. Peygamber (sav)"a has bir gösterme olur, burada sözü edilen ise herkes hakkında söz­konusu olur.

İbn Mes'ud der ki: Bedir günü yanımda bulunan bir kimseye ne dersin, yetmiş kişi varlar mı diye sordum, o, yüz kişiye yakındırlar, dedi. Biz, bir ki­şi esir aldık ve kaç kişi idiniz diye sorduk, bin kişi idik diye cevap verdi.

"Sizi de onların gözlerinde azaltıyordu." Bu da savaşın başlangıcında ol­muştu. Öyle ki, Ebu Cehil o gün: Bunlar, bir deve eti yemekle doyacak sayıdadırlar. Haydi onları bir defada yakalayiverin ve iplere bağlayın, demiş­ti. Savaşa başlamaları ile birlikte müslümanlar gözlerinde büyüdü ve sayıla­rı çok görünmeye başladı. Nitekim, Âl-i İmran Sûresi'nde de açıklandığı üze­re-, "Onlar, öbürlerini gözleriyle kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı" (Âl-i İmran, 3/13) diye buyurmaktadır.

"Tâ ki, Allah, gerçekleşmesi gereken bir emri yerine getirsin." Yüce Al­lah, bu buyruğu burada da tekrarlamaktadır. Çünkü, (42. âyet-i kerimede ge­çen) birincisinde anlam, karşılaşma ile ilgilidir. İkincisinde ise, müşriklerin öldürülmesi ve dinin üstün kılınması ile ilgilidir. Bu da müslümanlar üzerin­deki nimeti tamamlamaktır. "Bütün işler ancak Allah'a döndürülür." Yani, bütün işler sonunda O'na döner ve O'na varır.[175]

 

45. Ey iman edenleri Bir topluluk ile karşılaşırsanız sebat edin. Al­lah'ı da çokça anın ki, felah bulaşınız.

"Ey İman edenler! Bir topluluk" bir cemaat "İle karşılaşırsanız sebat edin." Kâfirlerle çarpışma esnasında sebat edip direnç göstermek emredü-mektedir, Nitekim, bir önceki âyet-i kerimede de kâfirlerin önünden kaçmak yasaklanmaktadır. Buna göre, emir ve yasak aynı anlamı ihtiva etmektedir. Bu ise, düşmana karşı durmak ve ona karşı yiğitçe direnmeyi te'kiddir.

"Allah'ı da çokça anın ki felah bulaşınız." İlim adamlarının burada sö­zü geçen Allah'ı anmak (zikir) ile ilgili üç görüşü vardır:

1- Kalplerinizin korkuya kapılması esnasında Allah'ı anınız. Çünkü sıkın­tılı hallerde O'nu anmak, sebata yardımcıdır,

2- Kalplerinizle sebat edin, dillerinizle O'nu anın. Çünkü kalp, düşman­la çarpışmak esnasında rahat olmaz, dil de ızdırap duyar. Yüce Allah, ken­disini anmayı emrederek kalbin yakîn üzere, dilin de zikir üzere sebat göstermesini ve Talut ile birlikte bulunan savaşçıların söyledikleri şu sözleri söy­lemelerini istemektedir: "Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımıza se­bat ver. Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et. "(elBakara, 2/250) Bu durum ise, ancak yüce Allah'ı güçlü bîr şekilde tanımak ve keskin bir basî-reıe sahip almak hali ile ortaya çıkar. İşte, insanlar arasında övülen kahra­manlık da budur.

3- Canlarınızı satın almış olması ve canlarınıza vermiş olduğu değerler hu­susunda Allah'ın size olan sözlerini hatırlayın.

Derim ki: Daha zahir olan, dilin kalbe uygun düşen zikridir. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî der ki: Herhangi bir kimseye Allah'ı zikretmeyi terk husu­sunda ruhsat verilecek olsaydı, elbette Zekeriyâ'ya ruhsat verilirdi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Senin alametin işaretle hariç insanlarla üç gün konuşamamandır. Rabbini çokça zikret..." (ÂI-i İmran, 3/41) Aynı şekilde sa­vaşta bulunan kimseye de ruhsat vermesi gerekirdi. Oysa yüce Allah: "Bir topluluk İle karşılaşırsanız sebat edin, Allah'ı da çokça anın..." diye bu­yurmaktadır,

Katade der ki: Yüce Allah kılıçlarla vuruşma esnasında zikrin en hatıra gel­meyeceği bir yerde kullarına kendisini anmalarını emretmiştir. Bu zikrin ise ha­fi (gizli) olması gerekir. Çünkü, savaş esnasında sesi yükseltmek, eğer zikre­den tek bir kişi ise, bayağı bir iş ve mekruhtur. Eğer hamle esnasında ve hep-birlikte yapılacak olursa, güzeldir. Çünkü bu, düşmanların gücünü dağıtır.

Ebû Dâvûd, Kays b. Ubad'dan şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav)'ın ashabı savaş esnasında ses çıkarmayı hoş görmüyorlardı.[176] Ebu Burde de babasından, o Peygamber (sav)'dan buna benzer bir rivayet nak­letmektedir.[177]

İbn Abbas der ki: Savaş esnasında ağzı burnu kapatmak mekruhtur. İbn Atiyye de der ki: Murabıtlar bu şekilde kendilerini korumakla birlikte savaş esnasında ağız ve yüzlerini örtmeyi terk etmek suretiyle Alla hu alem buna uymuş olmalıdırlar.[178]

 

46. Allah'a ve Rasûlüne İtaat edin. Birbirimizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız, gücünüz gider. Bir de sabredin. Şüphesiz '    Allah sabredenlerle beraberdir.

"Allah'a ve Rasûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin" anlamındaki bu buyruk, onlara yapılan tavsiyelere devam ve Bedir ile ilgili hususlarda­ki anlaşmazlıktan ve birbirleriyle çekişmeleri konusunda yaptıklarının engel­lenmesi mahiyetindedir.

"Sonra korkuya kapılırsınız" kelimesi, nehyin cevabı olarak ba­şına gelen "fe" harfi ile nasb mahallindedir. Sibeveyh ise, burada "fe" harfi­nin hazfedilmesi ve meczum gelmesini uygun kabul etmezken, el-Kisaî bu­nu uygun görmektedir. Bu kelimeşeklinde, "şin" harfi esreli olarak okunmuş ise de böyle bir kullanış bilinmemektedir.

"Gücünüz gider” kelimesindeki "rüzgâr" anlamındaki rih, güç ve yardım demek olduğundan, gücünüz ve yardımınız, zaferiniz gider, an­lamındadır. Nitekim bir kimse bir işte galip ise;  denilir. Şair der ki:

"Senin rüzgârların estiğinde (zafer elde ettiğinde) onu ganimet bil! Çünkü dalgalanan herbir şeyin bir de durulması vardır."

Katade ve İbn Zeyd der ki: Esip kâfirlerin yüzüne çarpan bir rüzgâr olma­dan hiçbir zafer elde edilmemiştir. Nitekim Hz. Peygamberin: "Bana doğu ta­rafından esen (sabâ) rüzgârı ile yardım edildi. Âd kavmi ise, batıdan esen rüz­gâr (debûr) ile helak edildi"[179]  buyruğu da bu kabildendir. el-Hakem der ki: Burada "gücünüm (rüzgârınız) gider* buyruğu, doğudan esen (sabâ) rüzgâ­rı gider demektir. Zira Muhammad (sav) ve onun ümmeti bu rüzgâr ile yar­dıma mazhar olmuştur. Mücahid de der ki: Muhammed (sav)'ın ashabının, Uhud günü onunla çekişmeleri üzerine güçleri kaybolmuştur.

"Bir de sabredin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir" buyruğu, sabrı emretmektedir. Sabır ise her durumda özellikle savaş halinde övülen bir özelliktir. Bu da yüce Allah'ın: "Ey iman edenler, bir topluluk ile karşılaşırsanız sebat edin' (el-Enfal, 8/45) buyruğuna benzemektedir.[180]

 

47. Yurtlarından çalım satarak İnsanlara gösteriş yaparak çıkan ve Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayın. Allah yaptıklarını çepeçevre kuşatandır.

Bu buyruğunda yüce Allah, Bedir günü kervanın yardımına gitmek üze­re çıkan Ebu Cehil ve arkadaşlarını kastetmektedir. Bunlar, cariyeler, şarkı­cılar ve çalgı aletleri ile birlikte çıkmışlardı. el-Cuhfe'ye vardıkları sırada Ebu Cehil'in arkadaşı olan Kinaneli HuM, oğullarından birisi ile Ebu Cehil'e ba­zı hediyeler göndermiş ve: Dilersen sana savaşçılarla yardım edeyim, diler­sen de kavmimden çabucak yola koyulabilecek kimselerle bizzat senin yar­dımına geleyim, demişti. Ebu Cehil şu cevabı vermişti: Eğer Mulıammed'in iddia ettiği gibi biz Allah ile savaşıyor isek, Allah'a andolsun ki, bizim Allah'a karşı koyacak gücümüz olmaz. Eğer insanlarla savaşacak olursak, Allah'a an-dolsunki, insanlara gücümüz yeter. Ailah'a yemin olsun, Bedir'e varıp ora­da şaraplar içmedikçe, cariyeler bize çalgılar çalmadıkça Muhammed ile sa­vaşmaktan dönmeyeceğiz. Çünkü Bedir, arap panayırlarından bir panayır, pa­zarlarından bir pazardır. Böylelikle araplar, bizim bu çıkışımızı işitsin ve ebe­diyete kadar bizden korkup çekinsin. Sonra Bedir'e geldiler. Fakat başları­na gelen geldi ve helak oldular.

Çalım satmak, sözlükte yüce Allah'ın nimetleriyle sahip olduğu gücü ve ihsan etmiş olduğu afiyeti, masiyetlere karşı güç kazanmak için kul­lanmak demektir. Bu kelime burada hal mevkiinde mastardır. Yani onlar, azgınlaşmış halde gösteriş yapanlar ve Allah'ın yolundan alıkoyanlar olarak çık­mışlardı, demektir. Onların alıkoymaları, insanları saptırmaları demektir.[181]

 

48. Hani şeytan onlara yaptıklarını süslemiş ve şöyle demişti: "Bu­gün İnsanlardan siki yenebilecek yoktur. Ben de muhakkak si­zin yarduncuımm." İki ordu birbirini görünce, iki topuğu üs­tüne gerisin geri kaçarak: "Benim sizinle hiçbir ilişkim yok. Ger­çekten ben sizin göremeyeceğinizi görüyorum. Ben, muhakkak Allah'tan korkarım. Allah, cezası çok şiddetli olandır" demişti.

Rivayete göre şeytan o gün onlara, Sürâka b. Malik b. Cu'şum suretinde görünmüştü. Sürâka ise Bekr b, Kinaneoğullarından idi. Kureyşliler, Bekr oğullannın arka taraflarından gelip kendilerine saldıracağından korkuyorlardı. Çünkü, Bekroğullanndan birini öldürmüşlerdi. Şeytan onlara görününce: "Bugün insanlardan sizi yenebilecek yoktur” şeklinde âyet-i kerimedeki sözlerini söyledi. ed-Dalıhak der ki: Bedir günü İblis onlara sancağı ve askerleriyle gel­di. Kalplerine asla yenilmeyecekleri ve atalarının dini üzerine çarpıştıkları tel­kinlerini verdi.

İbn Abbas'tan da şöyle dediği nakledilmektedir: Yüce Allah, Peygambe­ri Muhammed (sav)'a ve mü'minlere bin melek yardımcı göndermiş idi. Cebrail (a.s.) beşyüz melek ile bir kanatta, Mikail de beşyüz melek ile öbür kanatta idi. İblis de MudlİcoğulIarından bir takım kimseler suretinde, bera­berinde sancak bulunduğu halde şeytanlardan bir ordu ile geldi. Şeytan, Sürâka b. Malik b. Cu'şum suretinde İdi. Müşriklere: "Bugün İnsanlardan sizi ye­necek kimse yoktur," demişti.

Taraflar saf tutunca, Ebu Cehil: Allah'ım, bizim hangimiz hakka daha ya­kınsa Sen ona zafer ver demişti. Rasûlullah (sav) da elini kaldırıp şöyle dua etmişti: "Rabbim eğer Sen bu topluluğu helak edecek olursan, yeryüzünde ebediyen Sana ibadet olunmayacaktır."

Cebrail: "Bir avuç toprak al" deyince, Hz. Peygamber bir avuç toprak ala­rak yüzlerine doğru fırlattı. Gözüne, burnuna, ağzına bu topraktan isabet et­medik bir müşrik kalmadı. Geri dönerek kaçtılar. Cebrail (a.s) da İblis'in üze­rine gitti. İblis, onu gördüğünde, eli müşriklerden birisinin elinde idi. Hemen elini ondan çekti ve taraftarlarıyla birlikte arkasını dönüp kaçtı. Adam ona: Ey Sürâka, bize yardım edeceğini iddia etmiyor muydun? deyince, şeytan şöy­le dedi: "Ben sizden uzağım. Ben sizin görmediğiniz şeyleri görüyorum." Bu­nu Beyhakî ve başkaları zikretmektedir.

Mâlik'in Muvatta'ında da İbrahim b, Ebi Able'den, o, Talha b. Ubeydul-lah b. Kerîz'den naklettiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Şey­tan, arafe günü kendisini küçük, hakir, kovulmuş ve öfkeli gördüğü kadar hiçbir gün görmüş değildir. Bunun sebebi ise, ilahi rahmetin sağanak sağa­nak inişini, Allah'ın da büyük günahları bağışlamasını görmesinden başka­sı değildir. Bundan tek istisna Bedir günü gördükleridir." Ey Allah'ın Rasulü, Bedir günü ne gördü ki? denilince, şöyle buyurdu: "O, Cebraili, melek­leri savaş için düzene koyarken gördü."[182]

"Gerisin geri kaçtı"; Süleym şivesinde geri döndü demektir. Bu açıklama Müerric ve başkalarından nakledilmiştir. Şair de şöyle demektedir:

"Gerisin geri dönüp kaçmak şeref değildir,

Hiç şüphesiz şeref, mızrak ve okların üzerine gitmektir."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Geride kalanların dönüp kaçmalarının kendilerine bir faydası olmaz. Önden gidenlere de ileri atılmaları zarar vermedi."

Ancak, burada geri dönüp kaçmak değil, bırakıp kaçmak kastedilmekte­dir. Nitekim Hz. Peygamber: "Şeytan, ezanı işitti mi, seslice yellenerek arka­sını döner kaçar"[183]  diye buyurmaktadır.

"Ben muhakkak Allah'tan korkarım.'' Denildiğine göre İblis, Bedir gü­nü kendisine mühlet verilen gün olacağından korktu. Bir diğer görüşe gö­re İblis: "Ben muhakkak Allah'tan korkarım" derken yalan söylemişti. Ama yardım edecek gücü olmadığını da bilmişti.

Himaye eden, yardımcı, komşu kelimesinin çoğulu; şeklinde gelir. Bunun azlık çoğulu ise;  şeklindedir.[184]

 

49- O zaman münafıklarla kalplerinde hastalık olanlar: "Bunları din­leri aldattı" diyordu. Halbuki kim Allah'a dayanıp güvenirse, hiç şüphesiz Allah, mutlak galiptir, Hakimdir.

Denildiğine göre münafıklardan kasıt, iman ettiklerini açığa vurmakla bir­likte küfürlerini gizleyen kimselerdir. Kalplerinde hastalık bulunanlar ise, mü­nafıklardan ayrı şüphe içerisinde bulunanlardır. Çünkü bunlar henüz İslâm'a yeni girmiş ve nisbeten kalplerinde zaaf bulunan kimselerdi. Savaşa çıkma­ları ve iki saftın karşı karşıya gelmesi esnasında "bunları dinleri aldattı" de­mişlerdi.

Bir diğer görüşe göre ise, burada münafıklar da kalplerinde hastalık bu­lunanlar da aynı kimselerdir. Daha uygun olanı da budur. Nitekim yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Onlar ki, gayba inanırlar" dedikten sonra: "On­lar, sana indirilene iman ederler" (el-Bakara, 2/3-4) diye buyurmaktadır. Hal­buki, bunların ikisi de aynıdır.[185]

 

50. Meleklerin, o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura ve: "O yakıcı azabı tadın” diye diye canlarını alırken bir görseydin.

51."Bu, ellerinizin daha önce yaptıkları yüzündendir. Ve biç şüp­hesiz Allah'ın kullarına zulmedicl olmadığındandır."

Denildiğine göre, bununla yüce Allah, Bedir günü öldürülmeyip geriye ka­lan kimseleri kastetmektedir. Bir diğer görüşe göre bu, Bedir günü öldürü­len kâfirler hakkındadır.

"...Se, ...sa" şart edatının cevabı muhzuftur. Takdiri de: ... görseydin, sen çok büyük bir iş görmüş olacaktın, şeklindedir. Mücahid ve Said b. Cü-beyr'e göre, "Yüzlerine ve arkalarına” buyruğundaki "arkalarından kasıt, kinaye yoluyla onların kıçlarıdır. el-Hasen'e göre ise sırtlarıdır. "Vura vura” anlamındaki kelime de hal mevkiindedir. el-Hasen ayrıca şöyle demektedir: Bir adam, Rasûlullah (sav)'a: Ey Allah'ın Rasulü dedi. Ben, Ebu CehiPin sır­tında ayakkabı bağı gibi birşey gördüm. Hz. Peygamber: "İşte o, meleklerin vurmasıdır* buyurdu.

Şöyle de denilmiştir: Buradaki vurmak ölüm esnasında olur. Kıyamet gününde ateşe götürülecekleri vakit olması da muhtemeldir. "O yakıcı aza­bı tadın" buyruğu ile ilgili olarak el-Ferrâ şöyle demektedir: Yani, "melek­ler... tadın, derler" takdirinde olup, bu "derler" fiili lıazfedilmiştir.

el-Hasen der ki: Bu söz kıyamet günü söylenecektir. Cehennem bekçile­ri onlara: Yakıcı (ateş) azabı(m) tadın diyeceklerdir. Rivayete göre, kimi tef­sirlerde şöyle kaydedilmektedir: Melekler ile birlikte demirden tokmaklar var­dı. Onlar, darbe indirdiler mi, yaralarında ateş alev alırdı. İşte yüce Allah'ın: "O yakıcı azabı tadın" buyruğu ile anlatılan budur.

Tatmak: zevk" hem hissen, hem de manen olur. Bu tabir ibtilâ ve dene­me yerine de kullanılır. Mesela; Bu ata bin ve onu tat (de­ne)" denildiği gibi, "Filana bak ve onun yanında bulu­nanın tadına bak (dene, sına)" da denilir. Şair eş-Şemmâh da bîr atı vasfeder-ken şöyle demektedir:

"Tadına baktı. O da ona bir parça yumuşaklık gösterdi d kadar. Bununla birlikte ona ok batırılacak olsa, bunu engeller."

(Yani, bu atın huyu yerine göre yumuşak, yerine göre serttir).

Bu kelime aslında ağız yoluyla tatmaktan gelmektedir.

"Bu" ref mahallindedir. Durum işte böyledir, anlamındadır. Yahut da "bu" sizin cezanız, "ellerinizin daha önce yaptıkları" kazandığı günah­ları ''yüzündendir ve hiç şüphesiz Allah'ın kullarına zulmedici olmadığın­dandır." Çünkü, yüce Allah doğru yolu açıklamış ve peygamberler gönder­mişti. Ne diye muhalefet ettiniz?

" ... ve hiç şüphesiz"  "Yaptıkları şeyler"e atf ile cer mahallin­dedir. Bununla birlikte; anlamında, "be" hazfedilmiş olarak nasb mahal­linde de kabul edilebilir. Yahut da; "Ve bu hiç şüphesiz Allah'ın..." anlamında da olabilir, Bu" edatına atf-ı nesak olarak ref mahallinde de olabilir.[186]

 

52. Tıpkı Firavun hanedanı İle onlardan öncekilerin gidişi gibi. On­lar Allah'ın âyetlerini inkâr etmişlerdi de, Allah da kendilerini günahları sebebiyle yakalamıştı. Şüphesiz kî Allah güçlüdür, cezası çetin olandır.

"Gidiş", âdet demektir. Buna dair açıklamalar Âl-i İmran Sûresi'nde (3/11. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yani, ruhlarının kabzedilmesi ile, kabirlerde bunlara azab etmekteki âdet, Firavun hanedanınınki gibidir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Firavun hanedanı suda boğulmak suretiyle cezalandırıldığı gibi, bunlar da öldürülmek ve çoluk çocukları esir alınmakla cezalandırıldılar. Yani, bunlara azap etmekteki âdet, Firavun ha­nedanına yapılanı andırmaktadır.[187]

 

53. Bunun sebebi şudur: Bir kavim nefislerinde olanı değiştirme­dikçe Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirici değildir. Ve şüp­hesiz ki Allah herşeyi İşitendir, bilendir.

Bu buyruk, (azap için) gerekçe mahiyetindedir. Yani, bu şekilde cezalan­dırma, onların Allah'ın nimetini değiştirmeleri, tebdil etmeleridir. Kureyş içine Allah'ın nimeti; verimlilik ve bolluktur; güvenlik ve afiyettir: "Görmedilermi ki Biz onlara güvenilir bir haram (belde) kıldık. Bununla birlikte onların etrafındaki insanlarda kapılıp alınmaktadırlar..." (el-Ankebût, 29/67) es-Süddî der ki: Allah'ın onlara nimeti Muhammed (sav)'dır. Ancak onu inkâr ettiler. O bakımdan o da Medine'ye göç etti, ilâhî ceza da müşrikleri buldu.[188]

 

54. Tıpkı Firavun hanedanı ile onlardan öncekilerin gidişi gibi. On­lar, Rabblerinin âyetlerini yalanlamışlardı. Biz de günahları yüzünden onları helak etmiş, Firavun hanedanını da suda boğ­muştuk. Hepsi de zâlimdiler.

Bu buyruk bir tekrar değildir. Çünkü, birincisi yalanlamaktaki âdet ve gi­dişi anlatmakta, ikincisi ise değiştirmekteki âdeti dile getirmektedir. Âyetin geri kalan bölümleri İse açıktır.[189]

 

55. Yeryüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü kâfir­lerdir. Artık onlar iman etmezler.

56. Onlar, kendilerinden birtakım kimselerle antlaşma yaptığın her seferinde, ardından ahidlerini bozanlardır. Onlar sakınmaz­lar da.

"Yeryüzünde yürüyen* hareket eden "canlıların* canlı varlıkların arasın­dan "Allah katında" Allah'ın ilim ve hükmü gereğince "en kötüsü kâfirler­dir. Altık onlar İman etmezler." Yüce Allah'ın: "Çünkü Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü, akıl etmeyen sağır ve dilsizlerdir* (el-Enfal, 8/22) buyruğu da buna benzemektedir.

Daha sonra yüce Allah bunların niteliklerini de belirterek şöyle buyurmak­tadır: "Onlar, kendilerinden birtakım kimselerle antlaşma yaptığın her se­ferinde, ardından ahidlerini bozanlardır. Onlar sakınmazlar da." Yani, İn-tikâm alınacağından korkmazlar da.

"( fi1;.): Kendilerinden'' buyruğundaki, "...den" anlamını veren;  teb'îz (kısmîlik) içindir. Çünkü antlaşma onların ileri gelenleri ile yapılır ve onlar da bunu bozarlar.

Burada kastedilenler, Mücahid ve başkalarının görüşüne göre Kurayza ve Nadiroğullarıdır. Bunlar, antlaşmayı bozarak Mekke müşriklerine silah yar­dımında bulundular. Sonra da özür beyan ederek; unuttuk dediler. Hz. Pey­gamber onlarla ikinci bir defa daha antlaşma yaptı, bunu da Hendek günü bozdular.[190]

 

57. Eğer bunları savaşta yakalarsan, onlara yaptıklarınla arkalanndakileri dağıt da ibret alsınlar.

Bu buyruk, şart ve onun cevabını ihtiva etmektedir. Başa geldiğinden te'kid için "nün" gelmiştir. Basra'lı nahivcilerin görüşü budur. Kûfeliler ise şöyle derler: Şeddeli ve şeddesiz "nûn"  ile birlikte şart ve ceza cümlesinde fiilde yer alır. Böylelikle şartın cevabı olan ceza ve muhayyerliğin arasında­ki fark ortaya çıkmış olur. "Bunları yakalarsan'ın anlamı ise, onla­rı esir edip bağlayacak olursan, yahut da onları kendilerine güç yetirip yenik düşürecek ve zaaf hallerinde bulacak olursan... demektir. Bu anlam, lafızdan anlaşılan manadır. Çünkü, burada "savaşta" ifadesi de yer almaktadır.

Kimileri de şöyle açıklamıştır: Onlara rastlar ve onlarla karşılaşırsan... Ni­tekim; "Onu buldum" demektir. ise, ele geçir­mek istediği ve yapmak İstediği şeyi çabucak gerçekleştiren kişi demektir. An­cak, açıklamış olduğumuz gibi, âyet-i kerimeye uygun düşmesi dolayısıyla birinci görüş daha uygundur. Bir kimse ile rastlaşan kişinin galip gelerek, bu suretle başkalarını dağıtması mümkün olabileceği gibi, galip gelemeyebilir de. sözlükte, içi boş mızrağın ve benzeri şeylerin kendisi ile bağlan­dığı bağ demektir. Nâbiğa'nın şu beyiti de bu anlamdadır:

"Sen, Kuaynhları (yardıma) çağırıyorsun. Halbuki onlara vurulan zincirler, Mızrakların ucuna bağlanmış bağlar gibi (bileklerinde) iz bırakmıştır."

"Onlara yaptıklarınla arkalarındakileri dağıt." Said b. Cübeyr der ki: Ya­ni, onlara yaptıklarınla arkalarında bulunanları korkutup uyar. Ebu Ubeyd der ki: Bu kelime, Kureyşlilerin kullandıkları bir kelime olup onlara yaptıklarını başkaları da işitsin demektir. ed-Dahhak, onları ibretli bir şekilde cezalandır diye açıklarken, ez-Zeccac da, onları öldür ki, geriye kalanları bundan dola­yı darmadağın olsunlar, diye açıklamıştır.

Sözlükte "Dağıtmak ve ayırıp birbirinden uzaklaştırmak" de­mektir. Mesela ifadesi, onları yerlerinden kopardım ve ayrıl­mak zorunda bırakacak şekilde fılanoğullan oradan kovdum, demektir. Tek kişi hakkında da aynı anlamda kullanılır. Mesela, "Ben onu vatanından ve akrabalarından ayrı ve uzak koydum," demek olur. Huzeylliterden bir şair de şöyle demektedir:

"Hergün (Mekke'nin) vadilerinde dolaşıp dururum (Beyinsizleri yakalamakla görevli) Hakim (adlı kişi) beni duyar da beni uzaklaştırıp kovar korkusuyla."

Sahibinden ayrılıp uzaklaşması halinde, deve ve binek için kullanılan, tabiri de buradan gelmektedir. Âyet-i kerimedeki; "Kimse, kimseler," anlamındadır. Bu açıklamayı el-Kîsaî yapmıştır.

İbn Mes'ud'dan da bu kelimeyi noktalı "zel" ile; ( vü) şeklinde okudu­ğu rivayet edilmiştir ki, (dâl İle okunuşu ile birlikte) iki ayrı söyleyiştir. Kut-rub ise şöyle demektedir: "Zel" İle okuyuş, ibretli bir şekilde cezalandırmak. "Dâl" ile okuyuş ise, darmadağın etmek demektir. Bu açıklamayı da es-Sa'le-bî nakletmiştir. el-Mehdevî ise der ki: "Zel" ile okuyuşun açıklanabilir bîr ta­rafı yoktur. Ancak birbirlerine yakınlıkları dolayısıyla "dâl" harfinin yerine kullanılmış oiması hali müstesna. Çünkü dilde, "zel" harfi ile bu kelimenin kullanıldığı bilinmemektedir,

"Arkalarındakiler" anlamındaki kelime; "Arkalarından" (an­lamında) "mim ile fe" harfi esreli olarak da okunmuştur. "... da ibret alsın­lar." Yani, senin onlara vermiş olduğun sözü hatırlasınlar.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu, dağıtılan kimselerin arkalarında bulunanlar ile alakalıdır. Çünkü, öldürülen kimsenin herhangi bir şekilde ibret alması söz-konusu olmayacağına göre anlamı, o halde sen bunlara yaptıklarınla onlar gibi davranan ve gerilerinde bulunan kimseleri dağıt, demektir.[191]

 

58. Eğer bir kavmin hainliğinden endişeye düşersen, sen adalet üze­re kendilerine antlaşmalarını bozduğunu bildir. Çünkü Allah ha­inlik edenleri sevmez.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[192]

 

1. Âyetin Nüzul Sebebi:

 

"Eğer bir kavmin hainliğinden" onların aldatacaklarından ve ahîdlerini bozacaklarından "endişeye düşersen, adalet üzere kendilerine antlaşma­larını bozduğunu bildir."

Bu âyet-i kerime Kurayzaoğulları ile Nadiroğulları hakkında inmiştir. Ta-berî bunu Mücahid'den nakletmektedir.

İbn Aüyye de der ki: Kur'an-ı Kerim'İn lafızlarından anlaşılan şu ki, Kurayzaoğullan hakkındaki açıklamalar, yüce Allah'ın: "... arkalarındakileri da­ğıt da ibret alsınlar" buyruğu ile sona ermiştir. Bundan sonra şanı yüce Allah, bu âyet-i kerime ile, gelecekte hainlik edeceğinden korkacağı kimsele­re yapacağı uygulamalar lıakkında emir vermektedir. İşte bu gibi kimseler hak­kında bu âyet-i kerimenin hükmü gereğince uygulama yapılacaktır. Kurayzaoğulları ise, öyle hainliklerinden endişe edilecek durumda değillerdi. On­ların hainlikleri açık ve bilinen bir husustu.[193]

 

2. Hainliğin Belirtileri ve Antlaşmayı Bozmak:

 

İbnü'l-Arabî der ki: Hainlikten korkmak halinde ahdin bozulması nasıl ca­iz olabilir? Halbuki korkmak zandır, yakin ile birlikte bulunması sözkonusu değildir. Yakin olan antlaşma, hainlik zannı ile birlikte nasıl ortadan kalkar, denilecek olursa, buna iki şekilde cevap verilebilir:

1- Recâ (ummak), yüce Allah'ın: "Size ne oluyor "da Allah'tan gelecek bir azabı ummuyorsunuz?" (Nuh, 71/13) buyruğunda olduğu gibi, kesin bilgi ma­nasına kullanıldığı gibi, "korkmak" da kafi bilgi (yakin) anlamında kulla­nılmıştır.

2- Hainliğin etkileri ortaya çıkıp bunun da delilleri ispatlanacak olursa, ar­tık antlaşmayı devam ettirmek, yok oluşa götürmemek için onu bozmak ica-beder. Böyle bir durumda zaruretten ötürü kafi olarak bilinen şeyi (antlaş­mayı) hükümsüz kılmak caizdir. Şayet (antlaşmanın) kafi olarak bozulduğu bilinecek olursa, zaten onlara bunun bildirilmesine de gerek kalmaz. Nite* kim Peygamber (sav) Mekke'nin fethi sırasında Mekke halkının ahdi bozduk­ları yaygın bir şekilde anlaşılıp bilinmesi sonucunda, onlara ahidlerini boz­duğunu bildirmeksizin üzerlerine yürümüştür.

Atmak ve reddetmek demektir. (Mealde: Atmak anlamı ile karşılan­mıştır.) el-Ezlıerî der ki: Sen bir kavim ile antlaşma yapıp da onların antlaş­mayı bozduklanni bilecek olursan, onlara antlaşmayı ve banşı bozduğunu bildirmeden önce, onlara herhangi bir hücum tertipleme. Böylelikle her iki ta­raf antlaşmanın bozulduğu hususunda birbirine eşit olsunlar. Bu eşitlikten son­ra onlara hücum edebilirsin.

en-Nehhâs da der ki: Bu, kısalığına rağmen pek çok anlam ihtiva etme­si açısından insanların sözleri arasında benzeri bulunmayan Kur'an-ı Kerim'in mucize ifadelerindendir. Buyruğun anlamı şudur: Seninle kendileri arasında bir antlaşma bulunan bir topluluğun hainlik edeceğinden korkacak olursan, onlara antlaşmalarını geri at. Yani onlara, antlaşmanızı yüzünüze çarpıyorum. Ben sizinle savaşacağım, de. Böylelikle onlar bunu bilsinler ve bu hususta­ki bilgi bakımından onlar da seninle eşit olsunlar. Onlar, sana güvenip seninle aralarında bir antlaşma varken onlarla savaşma. Çünkü bu bir hainlik ve ahdi bozmak olur. Daha sonra yüce Allah bunu: "Çünkü Allah hainlik edenleri sevmez" buyruğu ile beyan etmektedir.

Derim ki: el-Ezherî ile en-Nehhâs'ın sözünü ettiği antlaşmanın bozuldu­ğunu bilmekle birlikte antlaşmanın bozulduğunu bildirme gereğini Pey­gamber (savcın Mekke fethindeki uygulamaları reddetmektedir. Çünkü on­lar antlaşmayı bozunca, Hz. Peygamber onlara bu hususta herhangi bir bil­gi tevcih etmeyip aksine: "Allah'ım, benim haberimi onlara ulaştırma" diye dua etmiş ve onlara gaza düzenlemiştir. Âyetin anlamı da budur. Çünkü on­lar tarafından bilerek antlaşmanın bozulup sona erdirilmesi ile onlann da ant­laşmayı bozduklarına dair bilgileri olmakta ve bu hususta onlarla eşit olun­maktadır. Eğer onlar, antlaşmayı bozduklarını bilmiyor iseler, o takdirde (ha­bersiz hücum) helal değildir, caiz de olmaz.

Tirmizî ve Ebû Dâvûd, Süleym b. Âmir’den şöyle dediğini rivayet ederler: Muaviye ile Bizanslılar arasında bir antlaşma vardı. O da antlaşma süresi do­lar dolmaz onlara gaza yapmak için sınırlarına yakın olmak kastıyla şehirle­rine yakın yerde yürürdü. Adamın birisi bir arap atı veya bir kadana üzerin­de: Allahu ekber Allahu ekber alide vefa gerekir, bozmaktan sakınmak ge­rekir, diyerek ona geldi. Dönüp baktıklarında gelenin Amr b. Anbase oldu­ğunu anladılar. Muaviye ona bir elçi göndererek durumu ona sorunca şöy­le dedi: Ben Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kimin ken­disiyle başka bir kavim arasında bir antlaşma varsa, o antlaşmanın süresi dol­madan yahut da eşit bir şekilde onlara antlaşmayı bozduğunu bildirmeden herhangi bir düğümü bağlamasın ve çözmesin." Bunun üzerine Muaviye, be­raberindekilerle geri döndü. Tirmizî der ki: Bu, hasen, sahih bir hadistir.[194]

"Adalet" ise eşitlik ve dengelilik (itidal) demektir. Recez veznin­de şair şöyle demektedir:

"Ahidleri bozan düşmanların yüzlerini vur Tâ ki, sana âdil bir şekilde karşılık versinler."

el-Kisaî der ki: "adalet" demektir. Bu kelime orta, düzlük, (vasat) anlamına da gelebilir. Yüce Allah'ın: Cehennemin ortasın­da" (es-Sâffât, 37/55) buyruğunda da bu anlamdadır. Hassan'ın şu beyiti de bu türdendir;

"Vay Peygamberin ashabı ve onun yakınlarına Lahdin ortasında üzerinin kapatılmasından sonra!"

el-Ferrâ der ki: "Adalet özere kendilerine antlaşmalarım bozduğunu bil­dir" buyruğunun, gizlice değil, açıkça bildir, anlamına geldiği de söylenmek­tedir.[195]

 

3. Hainliğin Ağır Vebali ve Yöneticilerin Hainliği:

 

Müslim, Ebu Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Hainlik eden herbir kimse için Kıyamet gününde hainliği mik-tannca onun için yükseltilecek bir sancağı olacaktır Şunu bilin ki, kamu emirinden daha büyük hainlik edecek bir hain bulunmaz."[196]

İlim adamlanmız Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- derler ki; İmamın (dev­let başkanının) hainliğinin, diğerlerine göre daha büyük ve daha çirkin ol­masına sebep, onun hainliğinin sebep olduğu fesattan dolayıdır. Çünkü, yöneticiler hainlik edecek, sözlerinde durmayacak ve bu durumlan da bilinmek­le birlikte, onlar ahdi bozduklarını âdil bir şekilde bildirmeyecek olurlarsa, düşman hiçbir şekilde onlarla yapılan herhangi bir antlaşma ya da barışa gü­venmez. O bakımdan düşmanın silah gücü artar, vereceği zarar da büyür.

Ayrıca böyle bir şey, insanların İslâm'a girmekten uzak durmalarına ve müslüman yöneticilerin de yerilmesine sebep teşkil eder. Ancak, düşmanın herhangi bir antlaşması bulunmuyor ise, ona karşı hertürlü hileye başvurmak ve ona karşı hertürlü aldatmanın yapılması gerekir. İşte Hz. Peygamberin: "Harp hiledir"[197]  buyruğu buna göre yorumlanmalıdır.

İlim adamları, antlaşmasını bozan imam ile birlikte cihad edilip edilme­yeceği hususunda İki farklı görüşe sahiptirler. Çoğunluk (başka türlü) ema­nete ve benzeri şeylere hainlik eden ve fasıkın hilafına; böyle bir kimse ile cihada çıkılmayacağı kanaatindedir. Kimisi de böyle birisi ile cihada çıkıla­cağı görüşündedir. Her iki görüş de bizim mezhebimizde (Maliki mezhebin­de) kabul görmüştür.[198]

 

59- O İnkâr edenler öne geçtiklerini asla sanmasınlar. Onlar, asla âciz bırakamazlar.

Yüce Allah: "O İnkâr edenler öne geçtiklerini asla sanmasınlar." Yani, Bedir vakasında ölümden kurtulanlar, hayatta kalarak kurtulacaklarını zan­netmesinler, diye buyurduktan sonra: "Onlar asla aciz bırakamazlar" diye buyurmaktadır. Yani, Allah onlara karşı sana zafer verinceye kadar dünya­da onlar aciz bırakamazlar. Bunun, ahirette aciz bırakmayı kastettiği de söylenmiştir. Bu, el-Hasen'in görüşüdür.

İbn Âmir, Hafs ve Hamza "Asla sanmasınlar" şeklinde "ye" ile okumuşlardır. Diğerleri ise öznenin zamiri fiilde olmak üzere "te" ile okumuş­lardır. (O takdirde mana: Sanmayasın, şeklinde olur). Buna karşılık "O inkâr edenler" de birinci meful, "Öne geçtikleri­ni" de ikinci mefu olur. (Bu okuyuşa göte mana şöyle olur: Sen, o kâfirle­rin öne geçtiklerini asla sanmayasın.)

"Ye" ile okuyuşa gelince, aralarında Ebu Hatim'in de bulunduğu nahiv-cilerden bir topluluk, bu şekilde okuyuşun helal olmayacak kadar bir lahn (yanlışlık) olduğunu ve i'rabı bilen, yahut ona bildirilen kimsenin bu şekil­de okuyamayacağını iddia etmişlerdir.

Ebû Hatim der ki; Çünkü,"Sanmasınlar" fiili, tek bir mef ulle gel­mez. Onun İki mefule ihtiyacı vardır.

en-Nehhas ise şöyle demektedir: Bu, oldukça ağır bir iddiadır. Bu şekil­de okuyuş caizdir ve anlam şöyle olur: "Onlardan geride kalanlar o kâfirlerin öne geçtiklerini asla sanmasınlar." Bu durumda zamir, daha önce geçen (âyet-i kerimede kendilerinden sözedilen-ler)e ait olur. Şu kadar varki, "te" ile okuyuş daha anlaşılır bir okuyuştur, el-Mehdevî der ki: "Ye" ile okuyanın kıraatinin şu anlama gelme ihtimali var­dır: Bu fiilde Peygamber (sav)'a ait bir zamir vardır, buna karşılık bu fiil için gerekli iki meful olur. (Buna göre anlam şöyle­dir: Peygamber, kâfirlerin ileri geçtiklerini sanmasın). Bununla birlikte; "İnkâr edenler"in fail, birinci mef'ulün de hazfedilmiş olması mümkündür. Buna göre anlam şöyle olur: Kâfirler, kendilerini ileri geçtiler diye sanmasınlar. (Meal de buna yakındır).

Mekkî de der ki; Bununla;" Öne geçtikleri" ile;  takdiri de mümkündür. O vakit bu, iki meful yerini tutar, İfadenin takdiri şöyle olur: O in­kâr edenler, öne geçtiler diye asla sanmasınlar. Bu da yüce Allah'ın: "İnsan­lar... bırakılacaklarını mı sandılar?" (el-Ankebut, 29/2) buyruğunda yer alan e benzer. Burada; iki mefulün yerini tutmaktadır.

İbn Âmir  şeklinde "hemze"yi üstün olarak okumuştur. An­cak, Ebu Hatim ile Ebu Ubeyd bu kıraati uzak bir İhtimal olarak kabul etmiş­tir. Ebu Ubeyd der ki: Bunun, bu şekilde okunması, ancak anlamın; "O inkâr edenlerin muhakkak aciz bırakma­yacaklarını sanmayasin" şeklinde olması halinde mümkün olur. (Bu ise ma­na bakımından imkânsızdır, biraz sonra açıklaması gelecektir).

en-Nehhâs der ki: Ebu Ubeyd'in sözünü ettiği bu açıklama, Basralı nahiv-cilere göre mümkün değildir. Çünkü "Ben Zeyd'i çıkmak­tadır sandım" şeklindeki bir kullanım ancak hemzenin esreli okunması halin­de caiz olabilir. Bunun bu şekilde kullanılmasının mümkün olmaması, müb-teda mahallinde oluşundan dolayıdır. Nitekim; "Zeyd'in babastnı çıkıyor sandım," denilebilir. Eğer hemze üstün okunacak olursa, bu sefer anlarnı, “Ben, Zeyd'in çıkışını zannettim" şeklinde olur ki, böyle bir mana imkânsızdır. Diğer taraftan Ebu Ubeyd'in söylediğinin sağ­lıklı bir anlam ifade etmesi de sözkonusu değildir. O bakımdan bu şekilde bir açıklama uzak bir ihtimaldir. Şu kadar var ki,  olumsuzluk edatını zaid ka­bul etmesi hali müstesnadır. Şanı yüce Allah'ın Kitabında yer alan bir harfin kabul edilmesi gerekli bir yeli  olmaksızın böyle gelişi güzel açıklamaya ko­nu edilmesi de mümkün değildir. Bunun anlamının; "Çünkü onlar âciz bırakamazlar" şeklinde olması halinde kıraat uygun ve güzel bir kı­raat olur.

Mekkî der ki: Kâfirlerin bizzat kendileri kurtuldular diye sanmasınlar. Çün­kü onlar, asla aciz bırakamazlar. Yani, kurtulamazlar, demektir. Buna göre; { Öt) başına gelmesi gereken "lam" harfinin hazfı sebebiyle nasb mahallin-dedir. Ya da ( ît) ile birlikte olması halinde "lam" harfi çokça hazfedildiğinden dolayı amel ettiği kabul edilerek, cer mahallinde kabul edilir. Böyle bir açıklama el-Halil ve el-Kisaî'den de rivayet edilmektedir.

Diğerleri ise, yeni bir cümle başı ve öncekinden ayrı olarak; in hemzesini esreli olarak okumuşlardır ki, tercih olunan da budur, çünkü hem bu okuyuşta te'kid anlamı vardır, hem de cemaat (büyük çoğunluk) bu şekilde okumuştur, İbn Muhaysın'dan "cim" harfi şeddeli ve "nun" harfi es­reli olarak; Beni hiçbir şekilde âciz bırakamazlar," şeklinde oku­duğu da rivayet edilmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu, iki bakımdan hatadır. Ev­vela, "Onu âciz bıraktı," ifadesinin anlamı; onu ve işini zayıf düşür­dü, şeklindedir Diğeri ise, o takdirde burada tek "nun" değil, iki "nun"un gelmesi gerekirdi. "Onu âciz bıraktı" fiili ise, önüne geçti ve kedisine güç yetiremeyecek şekilde onu geride bıraktı, manasınadır.[199]

 

60. Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki, bununla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizlerin bilmeyip de Allah'ın bildiği diğerlerini korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, size eksiksiz ödenir ve size asta zulmedilmez.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:[200]

 

1. Düşmana Karşı Güç Hazırlamak:

 

Yüce Allah'ın: "Sizde onlara karşı hazırlayın" buyruğu ile mü'minle-re takvaya öncelik tanımayı te'kid ettikten sonra, düşmanlara karşı güç ha­zırlamayı emretmektedir. Şüphesiz ki, yüce Allah dileseydi sözle, yüzlerine tükürmekle, bir avuç toprakla -Rasülullah (sav)'ın yaptığı gibi- onları bozgu­na uğratırdı. Ancak O, ezelî ilmi ve geçerli olan hükmü gereğince, insanla­rın kinlisini kimisi ile sınamak istemiştir.

Arkadaşın için hayır türünden, düşmanın için de şer türünden her neyi ha­zırlarsan, işte o senin hazırladığın şeyler arasında yer alır. İbn Abbas der ki: Buradaki u'güç"ten kasıt, silah ve yaylardır. Müslim'in Sahih'inde de Ukbe b. Âmir1 den şöyle dediği nakledilmektedir: Rasülullah (sav)'ı minber üzerinde şöyle buyururken dinledim: "Onlara gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın. Şunu bilin ki kuvvet atmaktır, şunu bilin ki kuvvet atmaktır, şunu bilin ki kuv­vet atmaktır."[201]

îşte bu, Ebu Ali Sumâme b. Şufeyy el-Hemedânrnin, Ukbe'den rivayet ettiği açık bir nastır. Onun (Ebu Ali'nin) Sahih-i Müslim'de bundan başka bir rivayeti yoktur.

Atmaya dair yine Ukbe'den bir başka hadis de şöyledir: Ukbe dedi ki: Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Sizin tarafınızdan bir takım böl­gelerin fethedilmesi (ni Allah size) müyesser kılınacaktır. Allah size (ihtiyaç­larınızın karşılanmasında) kâfi gelir. O bakımdan, sizden herhangi bir kim­se okları ile oyalanmaktan acze düşürmesin."[202]  Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Kişinin kendisi ile oyalandığı herbir şey batıldır. Yayıyla ok atması, atını eğitmesi ve hanımı ile oynaşması müstesna. Çünkü bunlar hak cümlesindendir."[203]

Bunun anlamı doğrusunu en İyi Allah bilir ya- şöyledir: Kişinin dünya­da olsun, âhiretinde olsun kendisine herhangi bir fayda sağlamayan kendi­sini oyalayan her birsey batıldır, böyle bir şeyden yüzçevirmek daha uygundur. Bu üç hususla, kişi hernekadar onlarla oyalanmak ve hoşça vakit geçir­mek için uğraşırsa da bunların faydalı olabilecek şeylerle İlişkileri dolayısıy­la bunlar haktır. Yayıyla ok atmak ve atını eğitmek, savaşa yardımcı olan hu­suslardandır. Kişinin hanımı ile oynaşması ise Allah'ı tevhid edip Allah'a iba­det edecek bir çocuğun doğmasına sebep teşkil edebilir. İşte bundan dola­yı bu üç husus hak şeyler arasında yer alır. Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesaî'nİn Sünen'lerinde de Ukbe b. Âmir'den, Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu nak­ledilmektedir: "Şüphesiz ki yüce Allah tek bir ok sebebiyle üç kişiyi cenne­tine koyar. Onu yaparken hayrı Allah'tan uman ok yapıcısına, onu atana ve atılan oku hedeften alıp getirene (ya da, atıcıya atmak üzere ok uzatana)."[204]

Ok atmanın fazileti büyük, müslümanlara faydası pek çoktur. Kâfirlere kar­şı zararı da oldukça ağırdır. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Ey İsma-iîoğullan ok atınız. Çünkü şüphesiz atanız (İsmail -a.s-) ok atıcısı idi."[205]

Ata binmeyi ve silahlan kullanmayı öğrenmek farz-ı kifayedir, farz-ı ayn olabileceği zamanlar da olur.[206]

 

2. Cihad İçin At Beslemek:

 

Yüce Allah'ın: "Bağlanıp beslenen atlar" buyruğunu, el-Hasen, Amr b. Dinar ve Ebu Havye "ve" ile "be" harflerini ötreli olarak;

şeklinde; "Bağ" kelimesinin çoğulu olarak okumuşlar­dır. Ebu Hatim, İbn Zeyd'din naklen der ki: Bağlanıp beslenen at, beş ve da­ha fazlası hakkında kullanılır. Bunun çoğulu da; şeklinde gelir. Bağ­lanıp beslenen atlar demektir. Bundan fiil ve mastar  şeklinde gelir. "İrtibat" da bu köktendir. İse, atların düşmana kar­şı gözetlemek üzere hazır bulundurulmasıdır. Şair der ki:

"Yüce Allah savaşta düşmanları için onların bağlanıp beslenmelerini emretti. Şüphesiz Allah en hayırlı başarılar ihsan edendir."

Meklıûl b. Abdullah da der ki:

"Sen, aail atları bağlayıp beslemek, onları tutmak sebebiyle kınıyorsun Halbuki Allah, bunu Peygamber Muhammed'e tavsiye etmiştir."

At beslemenin fazileti büyük ve bu İşin şerefi de yüksektir. Urve el-Bâri-kînin cihad için hazırlanmış yetmiş tane atı vardı. Bunların dişilerini (kısrak­larını) beslemek ise müstehaptır. Bunu İkrime ve bir topluluk ifade etmiştir. Doğrudur. Çünkü, kısrağın karnı hazine, sırtı da kuvvettir. Hz. Cebrail'in atı da dişi idi. Hadis imamları, Ebu Hureyre'den Rasûlullah (sav)'ın şöyle buyur­duğunu rivayet ederler: "At üç kişi içindir. Birisi İçin ecir, birisi İçin örtü ve birisi için de vebal yüküdür. "[207]

Bu hadiste Hz. Peygamber özel olarak erkek ya da dişiden söz etmemek­tedir. Bu atların daha asil olanının ecri de daha büyük, faydası da daha çok­tur. Rasûlullah (sav)'a da: (Azad edilmek istenen) kölelerin hangileri daha faziletlidir diye sorunca, Hz. Peygamber de: "Değerce daha pahalı, sahipleri nezdinde de daha nefis kabul edilenleridir"[208]  diye buyurmuştur,

Nesaî de Ebu Vehb el-Cüşemî'den ki sahabedendir şöyle dediğini riva­yet eder: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Peygamberlerin isimlerini isim olarak alınız. Aziz ve celil olan Allah nezdinde isimlerin en sevileni ise Abdul­lah ile Abdurrahmandır. Atlan bağlayıp besleyiniz, alınlarını ve sağrılarını sı­vazlayınız. Onların boyunlarına (nazara karşı) yay asmayınız. Rengi siyaha çalan kırmızı, alnında beyazlık bulunan, ayaklan da beyaz olan yahut da kır­mızı, alnında beyazlık ve ayakları beyaz olan, ya da siyah, alnı beyaz ve ayak­ları beyaz at sahibi olmaya bakın."[209]

Tirmizî'nm de Ebu Katade'den rivayetine göre Peygamber (sav) şöyle bu­yurmuştur: "Atların hayırlıları siyah renkli, alnında az bir beyazlık, burnun­da ve üst dudağında da beyazlık bulunan, sonra alnında az beyazlık ve sağ ayağı müstesna diğer ayaklarında beyazlık bulunan attır. Eğer siyah at olmaz­sa, hiç olmazsa bu özellikte siyaha çalan kırmızı renkli at olsun."[210]  Bunu Da-rimi de Ebu Katade'den rivayet etmektedir. Buna göre bir adam Ey Allah'ın Rasûlü diye sormuş. Ben bir at atmak istiyorum. Hangisini satın alayım. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Siyah renkli, burnunda ye üst dudağında beyaz­lık buİunan, sağ ön ayağı beyaz olmayıp, diğerleri beyaz olanını al. Yahut da bu özellikte siyaha çalan kırmızı at al. Hem ganimet elde edersin, hem esenliğe kavuşursun."[211]

Hz. Peygamber, atın sağ arka ayağı ile sol ön ayağında, yahut da sağ ön ayağı ile sol arka ayağında beyazlığın bulunmasını mekruh görürdü. Bunu da Müslim Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir.[212]  Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyn'in -Allah ikisinden de razı olsun- üzerinde öldürüldüğü atın bu şekilde oldu­ğu nakledilmektedir.[213]

 

3. Savaşta Atın Önemi:

 

Yüce Allah'ın: "Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet... ha­zırlayın" buyruğu yeterli idi. Neden özellikle (hadiste Hz. Peygamber) atı­cılıktan (Kur'an'da yüce Allah) attan bahsetmiştir? denilecek olursa, şöyle ce­vap verilir: Çünkü at, savaşların esası, perçemlerine hayrın düğümlenmiş ol­duğu en önemli silahıdır. Atlar en büyük güç, en sağlam hazırlık ve silahtır süvarilerin kaleleridir. Onlar sırtında savaş alanında gidilip gelinir. Yüce Allah şerefine işaret etmek üzere özel olarak onu zikretmiş, onun değerini artırmak kastı ile de savaş alanlarında çıkarttığı toza yemin ederek: "Harıl harıl koşan atlara" (el-Âdiyât, 100/1) diye buyurmuştur. Oklar da savaş es­nasında kullanılan en etkili araç, düşmana en ağır kayıplar verdiren ve can­ları en çok çıkartabilen silahlar olduğundan dolayı, Rasûlullah (sav)da özellikle ok atmaya dikkat çekmiş ve onların önemine işaret etmiştir. Kur'an-ı Ke-rtm'de: "Cebraüe ve Mikaile..." (el-Bakara, 2/98) buyruğu da (bu yönüyle) buna benzemektedir, bu kabilden buyruklar pek çoktur.[214]

 

4. At ve Silahların Vakfedilmesi;

 

Mezhebimize mensub kimi İlim adamımız, bu âyet-i kerimeyi, at ve sila­hı vakfetmenin caiz oluşuna, düşmanlara karşı bir hazırlık olmak üzere bun­lar için gerekli barınak ve görevlilerini edinmeye delil göstermişlerdir.

İlim adamları, at ve deve gibi hayvanların vakfedilmesinin caiz olup ol­madığı hususunda iki farklı görüşe sahiptir. Bir görüşe göre caiz değildir, Ebu Hanif'e bu görüştedir. Bir görüşe göre de sahihtir. Şafiî de bu görüştedir. Bu âyet-i kerime dolayısıyla daha sahih olan görüş budur. Yine îbn Ömer'in, Al­lah yolunda bindiği at ile Hz. Peygamber'in Halid'e dair söylediği: "Halid'e gelince; siz, Halid'e zulmediyorsunuz. Çünkü 6, zırhlarını bütün savaş araç, gereçlerini ve bineklerini Allah yolunda vakfetmiş bulunuyor"[215]  hadisi do­layısıyla bunun caiz olacağını kabul eden görüş daha doğrudur.

Diğer taraftan bir kadının bir deveyi Allah yolunda vakfettiği, kocası da haccetmek isteyince, Rasûlullah (sav)'a durumu sorunca, Hz. Peygamber'in: "O deveyi üzerinde haccetmek üzere ona ver. Çünkü hac da Allah yolunda yapılan işlerdendir" diye buyurması da[216]  bunu göstermektedir. Çünkü bun­lar, Allah'a yakınlaştırıcı birer surette kendilerinden yararlanılan bir maldu. O bakımdan diğer taşınmazlar gibi bunların da vakfedilmeleri caizdir. Es Süheylî, bu âyet-i kerimeyi açıklarken Peygamber (sav)'ın atlarının ve savaş araç­larının adlarım da zikretmektedir. Bunları öğrenmek isteyen onun; "İ’lam[217]  adlı eserinde bunları bulabilir.[218]

 

5. Kalplerine Korku Salınacak Düşmanlar:

 

"Bununla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı" yani, bu şekilde ha­zırlık yapmakla Allah'ın düşmanlarını, sizin de yahudilerden, Kureyşlilerden, Arap kâfirlerinden düşmanlarınızı "ve bunlardan başka" es-Süddî'nin açıklamasına göre Fars ve Bizanslılardan "diğerlerini korkutasınız."

"Bunlardan başka" buyruğu ile cinlerin kastedildiği de söylenmiştir. Taberî'nin tercihi budur. Bundan kastın, düşmanlıkları bilinmeyen herkes ol­duğu da söylenmiştir. es-Süheytî der ki: Bunların Kurayzahlar oldukları söy­lendiği gibi, bunlar, cinlerdendir de denilmiştir. Başka şeyler de söylenmiş­tir. Ancak, bunlar hakkında herhangi birşey söylemeye gerek yoktur. Çün­kü yüce Allah: "Ve bunlardan başka sizlerin bilmeyîp de Allah'ın bildiği" diye buyurmaktadır. Nasıl herhangi bir kimse onları bildiğini iddia edebilir? Böyle bir iddia, ancak bu hususta Rasûlullah (sav)'dan gelmiş bir hadise da­yanılarak yapılırsa doğru olur. Bu ayet hakkında, "bunlar cinlerdir" demek de işte böyle bir İddiadır. Diğer taraftan Rasûlullah (.sav) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz içinde asil bir atın bulunduğu bir evde, şeytan herhangi bir kim­senin aklını etkileyemez" diye buyurmuştur.[219]

Burada asîl at (atik) denilmesi, asıl arap atının melez olmamasından do­layıdır. Bu hadis-i şerifi el-Haris b. Ebi Usame, İbnu'I-Muleykî'den, o, baba­sından, o dedesinden, o da Rasûlullah (sav)'dan senediyle rivayet etmiştir. Yine rivayet olunduğuna göre cinler, içinde atın bulunduğu bir eve yaklaşa-mazlar ve atın kişnemesinden ürküp kaçarlar.[220]

 

6. Allah Yolunda Harcamanın Mükâfatı:

 

"Allah yolunda ne harcarsanız" sadaka olarak ne verirseniz; kendinize yahut atlarınıza ne harcarsanız diye de açıklanmıştır, "size eksiksiz ödenir" âhirette bir iyilik on misliyle ve yediyüz katına kadar ve daha pekçok kat faz­lası İle mükâfat görecektir. "Ve size asla zulmedilmez."[221]

 

61. Onlar barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş. Ve Allah'a güvenip dayan. Çünkü O, her şeyi işitendir, bilendir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[222]

 

1. Barışa Meyletmek:

 

Yüce Allah: "Onlar barışa yanaşırlarsa, sende ona yanaş" buyruğunda, "ona" anlamındaki; de zamirin müennes gelmesi, "barış" anlamında­ki (. (JLJl) kelimesinin de müennes oluşundan dolayıdır. Buradaki müennes-liğin "meyletmek işi" dolayısıyla sözkonusu olması da mümkündür.  ise, meyletmek demektir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Eğer onlar -yani, kendilerine antlaşma îanm bozduğunu bildirdiğin kimseler- barışa meyledecek olurlarsa, sen de ona meylet. "Biri diğerine meyletti," demektir. Kabur­ga kemikleri de bağırsaklar üzerinde eğimli bir şekilde bulundukları için on­lara;  denilmesi de bundan dolayıdır. Develer yürüyüş esnasında bo­yunları eğildiği vakit; denilir. Şair Zu'r-Rimme der ki:

"Deve üzerinde ölecek oluraa canını diriltirim onun

Seni anmak suretiyle ve o, kolaylıkla yürüyen beyaz develerin göğüsleri yere doğru eğilmişken."

Şair Nâbiğa da şöyle demektedir:

"Ve iki ordu karşılaştıkları vakitte onun ordusunun İlk galip geleceğine inandıkları halde aşağı doğru meyledenler."

Şair burada (.meyledenlerle) kuşları kastetmektedir. Gece bastırıp ayaklarını kazıklar gibi yere doğru meylettirmeye başlaması halinde de, de­nilir.

ile  aynı şey olup sulh, banş demektir. el-A'meş, Ebu Bekr, İbn Muhaystn ve el-Mufaddal bu kelimeyi "sin" harfi esreli olarak diye okumuşlardır. Bunun anlamı ile ilgili yeterli açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/208. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Selam, barış kelimesi,  kökünden geliyor olabilir.

Cumhur "Sen de yanaş" kelimesini "nün" harfi üstün olarak oku­muşlar ve Temimlilerin şivesi böyledir. el-Eşheb el-Ukayli ise bunu "nun" harfini ötreli olarak okumuş olup Kayshlar böyle kullanırlar. İbn Cinnî der ki: Bu söyleyiş kıyasa uygun olandır.[223]

 

2. Âyet-i Kerime Nesh Olmuş mudur ve Barış Teklifi:

 

Bu âyet-i kerimenin nesh olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Katade ve tkrime der ki: Bu âyet yüce Allah'ın: "Müşrikleri nerede bulursa­nız öldürünüz" (et-Tevbe, 9/5) île; "Bütün müşriklerle savaşanız" (etTevbe,9/36) âyetleri ile nesh edilmiştir. Katade ve İkrİme aynca derler ki: Be-rae (et-Tevbe) Sûresi, "lâ ilahe İllallah" demedikçe müşriklerle yapılmış her-türlü barış antlaşmasını nesh etmiştir. İbn Abbas der ki: Bu buyruk: "Bu se­beple gevşeklik göstermeyin ve sizler üstün iken barışa çağırmayın" (Muham-med, 47/35) âyeti ile nesh edilmiştir.

Ancak bunun mensuh olmadığı da söylenmiştir. Aksine, yüce Allah bu­nunla cizye alınabilecek kimselerden cizyeyi kabul etmesini kastetmektedir. Rasûlullah (sav)'ın ashabı da Ömer b. el-Hattab (r.a) döneminde de, ondan sonra gelen yöneticiler döneminde de onlardan aldıkları cizye kargılığında arap olmayan birçok ülke halkıyla barış antlaşması yapmış ve onları kendi hallerine bırakmışlardır, Oysa onları toptan imha edebilecek güçleri de var­dı. Aynı şekilde Rasûlullah (sav) da çeşitli belde ahalileri ile ödeyecekleri bir mal mukabilinde barış yapmıştır. Hayber bunlardandır. O, Hayberlileri mağ­lup ettikten sonra onları Hayber'de çalışmak ve mahsullerinin yarısını öde­mek üzere Hayber'de bırakmıştır.

İbn İshak der ki: Mücahid, bu âyet-i kerime ile Kurayzaoğulları kas­tedilmiştir der. Çünkü, onlardan cizye kabul edilir. Müşriklerden ise herhan­gi birşey kabul edilmez. es-Süddî ve İbn Zeyd de şöyle derler: Âyetin anla­mı şöyledir: Eğer onlar seni barış yapmaya çağıracak olurlarsa, onların bu is­teklerini kabul et. Ve âyette nesih sözkonusu değildir.

İbnü'l-Arabî der ki: İşte bu durumda buna karşı verilecek olan cevap da farktı olur. Zaten yüce Allah: "Bu sebeple gevşeklik göstermeyin. Sizler üs­tün iken barışa çağırmayın. Allah sizinledir" (Muhammed, 47/35) diye bu­yurmaktadır. Müslümanlar, eğer güç, kuvvet ve kendilerini savunacak duru­ma sahip olup sayıca kalabalık ve çetin savaş gücüne sahip bulunuyorlarsa, barış sözkonusu olmaz. Nitekim şair şöyle demektedir:

"Atlar mızraklarla dürtülüp öldürülmedikçe, Kelleler de keskin kılıçlarla vurulmadıkça barış olamaz."

Şayet barışta elde edecekleri herhangi bir menfaat, yahut bertaraf edecek­leri bir zarar dolayısıyla müslümanların maslahatı varsa, müslümanların bu­na ihtiyaç duymaları halinde, barış isteğinde öncelikle bulunmalarında da bir mahzur yoktur. Nitekim Rasûlullah (.sav) daha sonra bozdukları bir takım şart­lar üzere Hayberlilerle barış yapmıştır. Onlar, şartlarını bozunca, barışları da bozulmuş oldu. (Mahşîb. Amr) ed-Damrî, Düme'li Ukeydir (b,Abdul Melik) ve Necranlılarla da barış yaptığı gibi, KureyşlÜerle de onlar antlaşmayı bo-zuncaya kadar on yıllık bir süreyle bir ateşkes antlaşması yapmıştı. Halife­ler de, ashab-ı kiram da bizim açıkladığımız bu yolu izlemeye devam ettiler, anlattığımız bu yollan füten uygulamaya koydular.

el-Kuşeyrî der ki: Eğer güçlü olan taraf müslümanlar ise, yapılan ateşkes antlaşmasının bir seneyi bulmaması gerekir. Şayet güçlü olan taraf kâfirler ise, o takdirde on yıllık bir süreyle onlarla ateşkes antlaşması yapılabilir, daha faz­lası caiz değildir. Rasûlullah (sav) da Mekkelilerle on yıllık bir süreyle barış antlaşması yapmıştı.

İbnü'l-Münzir der ki: İlim adamları Rasûlullah (sav) ile Mekkelüer arasın­da Hudeybiye barışında yapılan savaşmama süresi hususunda farkh görüş­lere sahiptirler. Urve, bu süre dört yıldı derken, İbn Cüreyc üç yıldı demek­tedir. İbn İslıâk ise on yıldı der. Şafiî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Müşriklerle -Rasûlullah (sav)'ın Hudeybiye yılında yaptığına banşa uygun ola­rak- on yıldan fazla ateşkes antlaşması yapmak caiz değildir. Eğer, müşrik­lerle bundan fazla bir süre barış antlaşması yapılacak olursa, bu antlaşma hü­kümsüzdür. Çünkü, aslolan iman edinceye, ya da cizyeyi ödeyinceye kadar müşriklerle savaşmanın farz olduğudur.

İbn Habib de Malik (r.a)'dan şöyte dediğini nakletmektedir: Müşriklerle, bir yıllığına, iki yıllığına, üç yıllığına ve belirli bir süre söz konusu olmaksı­zın ateşkes antlaşmaları caizdir. el-Mühelleb der ki: Peygamber (sav)'ın za­hiri itibariyle müslümanların aleyhine bir gevşeklik arzeden bu antlaşmayı yapmasınm sebebi, Mekke'ye doğru gitmek isterken, Rasûlullah (sav)'ın devesini yüce Allah'ın yol almaktan alıkoyup çökmesinden dolayıdır. Nitekim Hz. Peygamber de Buharı'nin el-Misver b. Mahreme yoluyla rivayet et­tiği hadisine göre: "Fili ilerlemekten alıkoyan bunu da alıkoydu"[224]  diye bu­yurmuştur.

İmam, eğer bunu uygun bir yol olarak görecek olursa, müşriklerle onlar­dan herhangi bir mal alınmaksızın barış ve ateşkes antlaşmasının yapılaca­ğına da delil teşkil etmektedir. Müslümanların ihtiyaç duymaları halinde düşmana verecekleri bir mal karşılığında barış akdi yapmak da caizdir. Çün­kü Peygamber (sav), Uyeyne b. Hısn el-Fezarî ve Haris b. Avf el-Murrî ile Ahzab (Hendek) günü onlara Medine mahsullerinin üçte birini vermek karşı­lığında beraberlerinde bulunan Gatafanlılarla çekilip Kureyşi yardımsız bırakmaları ve kavimlerini alarak geri dönmelerini teklif etmişti. Hz. Peygam­ber bu sözleri onlara gönüllerini hoş etmek ve konuyu düşünmeleri için söy­lemişti. Bu bir ahid değildi. Rasûlullah (sav) bu ikisinin de böyle bir şeyi ka­bul eniklerini ve buna razı olduklarını görünce, Sa'd b. Muaz ile Sa'd b. Uba-de ile danıştı, onlar: da Ey Allah'ın Rasûlü dediler, bu senin arzuladığın ve senin için yapacağımız bir iş midir yoksa Allah'ın sana emrettiği, bizim de din­leyip itaat etmemiz gereken bir husus mudur, yoksa senin bizim lehimize yap­mak istediğin bir iş midir? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, ben bu işi sizin lehinize yapmak istiyorum. Çünkü, araplar hepbirlikte size karşı söz-birliği halinde ve adeta tek yaydan size ok atmaktadırlar." Bunun üzerine Sa'd b. Muaz ona şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a yemin ederim, bizler de bunlar da şirk üzere idik, putlara tapıyor, Allah'a ibadet etmiyor, O'nu tanı­mıyorduk. Fakat bir gün olsun ya satın almak yahut da misafir olarak ağır­lanmaları hali dışında, bizden tek bir hurma elde edebilecekleri umuduna ka­pılmadılar. Şimdi Allah bizi İslamla şereflendirmiş, ona iletmiş, seninle de bi­zi aziz kılmışken mi onlara mallarımızı vereceğiz? Allah'a andolsun ki, Allah bizimle onlar arasında hükmünü verinceye kadar kılıçtan başka onlara ve­recek birşeyimiz yoktur. Rasûlullah (sav) bundan çok memnun oldu ve: "Ma­dem böyle İstiyorsunuz, böyle olsun" diye buyurdu. Uyeyne ile el-Haris'e de: "Haydi gidiniz, bizim size kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yoktur" diye bu­yurdu. Sa'd (antlaşmanın yazılacağı) sahifeyi aldı, üzerinde la ilahe illallah şehâdetinden başka birşey yoktu ve bunu [225]sildi.[226]

 

62. Eğer seni aldatmak İsterlerse, muhakkak Allah sana yeter. O, se­ni yardımıyla ve mü'minlerle destekleyendir;

63.Ve gönüllerini kaynaştırandır. Sen, yeryüzünde olan herşeyi top­tan harcasaydın yine de kalplerini kaynaştıramazdın. Fakat Allah aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, Azizdir, Hakimdir.

"Eğer seni" sana barışa yanaşmak istediklerini izhar etmekle birlikte iç­lerinde ahdi bozmak ve hainlik etmeyi de gizlemek suretiyle "aldatmak is­terlerse" yine de barışa meylet. Onların kötü niyetlerinin sana bir zararı ol­maz. Çünkü, "muhakkak Allah sana yeter." Yani O, sana onlara karşı yeter­li gelmeyi ve seni korumayı üzerine almıştır. Şair der ki:

"Savaş başgösterince birlik dağılıp parçalanırsa Sana da Dahhâk'e de keskin bir Hint kılıcı yeter."

"O seni yardımıyla ve mü'minlerle destekleyendir." Yani, Bedir günü yardımıyla seni güçlendirendir. en-Nu'man b. Beşir, "mü'minler" buyruğu­nun Ensar hakkında indiğini ifade etmiştir. "Ve gönüllerini kaynaştırandır" yani, Evs ve Hazreclilerin kalplerini bir araya getirendir.

Araplar arasında İleri derecede kabilecilik taassubuna rağmen kalple­rin birbirlerine kaynaştırılması, Peygamber (sav)'ın peygamberliğinin bel­gelerinden ve mucizelerindendi. Çünkü, onlardan birisine bir tokat dahi vurulacak olsa, onun kısasını yapıncaya kadar çarpışır dururlardı. Al­lah'ın yarattıkları arasında en ileri derecede taassuba sahip kimselerdi. Al­lah iman ile kalplerini birbirine kaynaştırdı. Öyle ki, kişi din sebebiyle ba­basıyla, kardeşiyle savaştı. Burada Muhacirlerle Ensar'ın birbirine kaynaştırılmasının söylendiği de söylenmiştir. Her iki açıklamanın da manası bir­birine yakındır.[227]

 

64. Ey Peygamber, sana da sana uyan mü'minlcre de Allah yeter.

Burada tekrar yoktur, Çünkü bir önceki âyet-i kerimede: "Eğer seni aldat­mak isterlerse muhakkak Allah sana yeter" diye buyurulmuştur. Bu âyet-i kerimede ise, özel olarak Allah'ın yettiği sözkonusu edilmektedir. "Ey Peygamber sana da... Allah yeter" buyruğunda genellik kastedilmiştir. Her ha­lükârda Allah sana yeter, demektir.

İbn Abbas der ki: Bu âyet-i kerime Ömer (r.a)'ın müslüman olması hakkında inmiştir. Peygamber (sav) ile birlikte otuzüç erkek ve altı kadın İsla­ma girmişti. Ömer (r.a) müslürnan olmakla kırk kişi oldular, Âyet-i kerime Mekke'de inmiştir, Rasûlullalı (sav)'ın emriyle Medine'de İnmiş bir sûrede ya­zılmıştır. Bu rivayeti el-Kuşeyrî zikretmektedir.

Derim ki: İbn Abbas'ın, Ömer (r.a)'ın müslüman oluşu ife ilgili olarak söy­ledikleri ile Sîrette nakledilenler arasında fark vardır. Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediği nakledilmektedir. Ömer müslüman oluncaya kadar Kâ'be'nin ya­kınında namaz kılamıyorduk: Ömer İslâm'a girince, o da onunla birlikte biz de Kâ'be'nin yakınında namaz kılıncaya kadar, Kureyşle çarpışıp durdu. Ömer'in İslâm'a girişi ise, Rasûlullalı (sav)'ın ashabından bir grubun Habe­şistan'a hicret etmek üzere Mekke'den çıkışından sonra olmuştur. İbn İshâk der ki: Müslümanlar arasından Habeşistan'a hicret edip oraya ulaşanların top­lam sayısı -küçük yaşta beraberlerinde aldıkları ve orada doğan çocukları müs­tesna- seksenüç erkek idiler. -Ammar b. Yasir onlardan sayılırsa bu rakamı bulurlar. Çünkü onun Habeşistan'a hicret edenler arasında olup olmadığı hu­susunda onun (İbn İshak'ın) şüphesi vardır.

el-Kelbî de der ki: Âyet-i kerime Bedir gazvesinde savaştan önce el-Beyda denilen yerde inmiştir.

Yüce Allah'ın: "Sana da sana uyan mü'minlere de" buyruğu ile ilgili ola­rak şöyle denilmiştir: Yani, Allah sana yeter. Ve aynı zamanda Muhacirlerle Ensar sana yeter. Bir diğer görüşe göre mana şudur: Allah hem sana yeter, hem de sana uyanlara yeter. Bu açıklamayı da eş-Şâbî ve İbn Zeyd yapmış­tır. Birinci açıklama el-Hasen'den nakledilmiştir, en-Nehhâs ve başkaları da bunu tercih etmişlerdir. Buna göre "...onlar." Birinci görüşe göre yü­ce Allah'ın ismine atfedilerek reP mahallindedir. Yani, Allah ve sana uyan mü'minler sana yeter demektir.

İkinci görüşe göre ise takdir vardır. (Yani, O sana uyanlara da yeter, an­lamına gelecek şekilde "yeter", kelimesini karşılayan bir takdire gidilir), Hz. Peygamber'in şu ifadesi de buna benzemektedir: "Ona karşı Allah bana yeter ve Kayleoğullarma da (Allah yeter)."

Şöyle de denilmiştir: Buyruğun: "Sana uyan mü'minlere" gelince Allah onlara yeter şeklinde de olabilir. Bu durumda "Allah onlara yeter" anlamın­daki haber takdir edilir. Diğer taraftan  Vin nasb mahallinde ve: "Allah sana da yeter, sana uyanlara da yeter" anla­mında olması da mümkündür.[228]

 

65- Ey Peygamber, mü'nı inleri savaşa teşvik et. Sizden sabırlı yir­mi kişî bulunursa ikiyüz kişiye galip gelirler. Sizden yüz kişi olursa kâfirlerden bin kişiyi mağlup eder. Çünkü onlar anlamaz bir topluluktur.

66. Şimdi Allah, zaafınız olduğunu bildiğinden sizden (yükü) hafif­letti. O halde, eğer sizden sabırlı yüz kişi olursa, ikiyüz kişiyi ye-nerler. Eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle ütibine ga­lip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.

"Ey Peygamber, mü'minleri savaşa teşvik et” buyruğunda; "Teş­vik et, arzu uyandır", anlamındadır. "İşi şevkle yaptı, devam etti" gibi aynı anlamlan ifade eder.ise, helak olma kertesine gelmiş kişi demektir.

Nitekim yüce Allah: "Sonunda eriyip gideceksin" (Yusuf, 12/85) yani, kederinden eriyip gideceksin, böylelikle helak olmak noktası­na gelecek ve sonunda helak olanlardan olacaksın demektir.

"Sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, İkiyüz kişiye galip gelirler." Lafız itibariyle haber cümlesi olmakla birlikte muhtevası içerisinde şarta bağlı bir vaad vardır. Çünkü buyruğun anlamı şudur: Eğer sizden sabırlı yirmi kişi sab­redecek olurlarsa, ikiyüz kişiye galip gelirler."Yirmi, otuz ve kırk" sayılarının her birisi bu sayıları anlatmak üzere çoğul şeklinde kul­lanılmış birer isimdirler. Bu isimlerin lıerbirisi (sonlarındaki çoğul takısı iti­bariyle), "Filistin" kelimesi gibi kullanılırlar.

Denilse ki: Yirmi kelimesinin İlk harfi esreli olmakla birlikte ondan sonra gelen; Otuz ve seksene kadar olan ondalıklı sayıların ilk harfleri; Altmış müstesna niçin üstün gelmiştir?

Sibeveyh'e göre bunun cevabı şudur: Yirmi kelimesinin  On kelimesine göre konumu; İki kelimesinin Bir kelimesine göre olan konumuna benzer. O bakımdan iki anlamına gelen kelimenin ilk harfinin esreli geldiği gibi "yirmi" anlamındaki kelimenin ilk harfi de esreli gelmiştir. Buna delil ise Arapların;  Altmış, doksan diyerek ilk harflerini esreli okumalarıdır. Nitekim bunların birerlileri olan  Al­tı ve dokuz İsimleri de böyledir.

Ebû Dâvûd, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yüce Allah'ın: "Sizden sabırlı yirmi ki§i bulunursa İklyüz kişiye galip gelirler" âyeti nazil olup, yüce Allah bir kişinin on kişiden kaçmamasını farz kılınca, mü'minlere bu ağır geldi. Daha sonra, hafifletici buyruk gelerek: "Şimdi Al­lah... sizden (yükü) hafifletti" buyurdu. (Hadisin ravilerinden) Ebu Tevbe, "Sizden sabırlı yüz kişi otursa, ikiyüz kişiyi yenerler" buyruğuna kadar oku­du. Şanı yüce Allah, sayı bakımından hafifletince, onlardan hafiflettiği kada­rıyla da sabırdan azalttı.[229]

İbnü'l-Arabî der ki: Bazıları bu husus Bedir günü olmuştu ve neshedildi, derler. Ancak bu görüşü söylemek hatalıdır. Hiç bir zaman müşriklerin bu ka­dar kat kar fazlasıyla müslümanlara karşı saf tuttuklarına dair bir nakil gel­miş değildir, Ancak, yüce Allah önceleri bunu onlara farz kıldı ve bu farz kı­lışı da siz ne için çarpıştığınızın farkındasınız. Bu ise sevap ve mükâfaattır. Onlar ise ne için çarpıştıkları m bilmiyorlar, gerekçesine bağlamıştır.

Derim ki: tbn Abbas'ın naklettiği hadis-i şerif de önce bunun farz oldu­ğuna delildir. Sonra bu onlara ağır gelince, farz, bir kişinin iki kişiye karşı sebat göstermesi noktasına indirildi. Allah onların yüklerini hafifletti ve yüz kişinin ikiyüz kişiden kaçmaması hükmünü farz kıldı. Bu görüşe göre buy­rukta nesh değil, hafifletme vardır; bu açıklama da güzel bir açıklamadır. Ka­dı İbnü't-Tayyib de, eğer hükmün bir kısmı yahut niteliklerinin bir kısmı nesh edilecek yahut da sayısı değiştirilecek olursa, onun nesh olduğunu söylemek caizdir, demektedir. Çünkü, ikinci durum birincisinin aynısı değildir, ondan başkasıdır. Bu hususta bir takım görüş ayrılıklarını da zikretmiştir.[230]

 

67. Yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması hiçbir peygambere yaraşmaz. Sizler geçici dünya malını ar­zu ediyorsunuz. Halbuki Allah âhiretî ister. Allah Azizdir, Ha kîmdir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:[231]

 

1. Esirin Anlamı:

 

"Esirler" kelimesi "esîr" kelimesinin çoğuludur. Yine esîri'n ço­ğulu olarak "usârâ" ve "esârâ" da kullanılır. Ancak bu son şekil o kadar iyi bir kullanım değildir. Araplar "isâr" diye bilinen deriden kesilmiş iplerle esi­ri bağlarlardı. O bakımdan bir kimse isârâ bağlanmayacak olsa dahi alınıp ya­kalanan herkese esîr denilmiştir. El A'şâ der ki:.

"Şiir, beytine öyle bağladı ki beni

Yükün önündeki ve terkiye binen kadının tuttuğu îsar ile bağlayanların eşeği(n yükünü) bağladığı gibi."

Bu beyit ve buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/85. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Ebu Amr b. el-Alâ der ki: "Esra: esirler" yakalayanlar yanında zincire vu­rulmamış, bağlanmamış kimselerdir. Usârâ ise bağlanmış kimselerdir. Ebu Ha­tim de bu açıklamayı Araplardan işittiğini nakletmektedir.[232]

 

2. Âyetin Nüzul Sebebi, Bedir'de Alınan Esirlere Yapılan Uygulamalar:

 

Bu âyet-i kerime yüce Allah tarafından Peygamber (sav)'ın ashabına ser­zenişte bulunmak üzere Bedir günü indirilmiştir. Âyetin manası şudur: Kâ­firler öldürülüp de iyice zayıf düşürülmeksizin Peygamber'in esir almasına sebeb olan böyle bir davranışa girmemeniz gerekirdi. Yüce Allah'ın: "Sizler geçici dünya malını arzu ediyorsunuz" buyruğu onların durumunu haber vermektedir. Peygamber (sav) İse savaş esnasında savaşçıların hayatta bıra­kılmasını emretmediği gibi, dünya malını hiçbir şekilde de arzu etmedi. Bunu ancak savaşa fiilen katılanlann çoğunluğu yapmıştı. O halde azarlama ve sitem Peygamber (sav')'a fidyenin alınması görüşünü açıklayanlar sebebiy­le yöneltilmişti. Müiessirlerin çoğunun görüşü budur ve başka görüşler de doğru değildir. Âyet-i kerimede Peygamber (sav)'in sözkonusu edilmesi ise, savaş meydanında bulunduğu gölgelikte esir almayı gördüğünde yasaklama-yışından dolayıdır. Çünkü, Sa'd b. Muâz, Ömer b. el-Hattab ve Abdullah b. Revâha esir almaktan hoşlanmamalardı. Ancak Peygamber (sav)'in ani bir du­rumla karşılaşması ve zaferin gerçekleşmesi ile uğraşması dolayısıyla esir alı­nanların hayatta bırakılmasını yasaklamamıştı. İşte bundan dolayı bu âyet-i kerime İndiği sırada o ve Ebu Bekir ağlamışlardı. Doğrusunu en iyi bilen Al­lah'tır. Müslim'de yer alan ve baştaraflan Âl-i İmran Sûresi'nde (3/123-125. âyet­ler 1. başlıkta) geçen Ömer b. el-Hattab'ın rivayet ettiği hadisin geri kalan bö­lümlerinde şöyle denilmektedir: Ebu Zümeyl dedi ki: İbn Abbas dedi ki: Esir­leri alıp bağladıklannda Rasûlullah (sav), Ebu Bekir ve Ömer'e: "Bu esirler hak­kındaki görüşünüz nedir?" diye sordu. Hz. Ebu Bekir: Ey Allah'ın Rasûlü, de­di. Bunlar amca çocuklarımız, aşiretimizin çocuklarıdjr. Onlardan fidye alma­nı uygun görüyorum. Bu bizim için kâfirlere karşı da bir güç sebebi olur. Urau-lurki Allah onları İslama hidayet eder. Bunun üzerine Rasûlullah (sav): "Ey Hat-tab'ın oğlu senin görüşün nedir?" diye sorunca, ben, (Ömer b. el-Hattab) de­dim ki: Allah'a yemin ederim ki hayır, ben Ebu Bekir'in görüşünde değilim. Ben, bize boyunlarını vurma imkânını vermen görüşündeyim, Ali'ye imkân ver Akil'in boynunu vursun. Bana da imkân ver filanın -Ömer'in bir akrabasının adını vererek boynunu vurayım. Şüphesiz bunlar kâfirlerin önderleri ve elebaşlandır, Rasûlullah (sav) Ebu Bekir'in dediğini beğendi, benim dediği­mi uygun görmedi. Ertesi gün geldiğimde Rasûlullah (sav) İle Ebu Bekir otur­muş ağlıyorlardı. Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Bana bildir sen ve arkadaşın ne diye ağlıyorsunuz? Eğer ben de ağlıya bil irs em ağlarım. Ağlayamayacak olur­sam, siz ağladığınız için ağlar gibi yaparım. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Senin arkadaşların bana bunlardan fidye almayı teklif ettik­leri için ağlıyorum. Bana bunların azapları şu ağaçtan daha yakın bir yerde gösterildi," Hz. Peygamber bu sırada kendisine yakın bir ağacı kastetmişti. Aziz ve celil olan Allah da: "Yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanınca-ya kadar esirler alması hiç bir peygambere yaraşmaz" buyruğundan itiba­ren: "Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve hoş yiyin" buyruğuna kadar olan bölümleri indirdi ve böylelikle ganimetleri onlara helal kıldı.[233]

Yezid b. Harun rivayetle dedi ki: Bize Yahya haber verdi, dedi ki: Bize Ebu Muaviye, el-A'meş'ten anlattı. O, Amr b. Murre'den, o, Ebu Ubeyde'den, o, Abdullah'tan dedi ki: Bedir günü esirler getirildiğinde aralarında Hz. Abbas da vardı, Rasûlullah (sav): "Bu esirler hakkındaki görüşünüz nedir?" diye sordu. Ebu Bekir şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, bunlar senin kavmin, senin ak­rabalarındır. Onları hayatta tut. Olur ki Allah onlara tevbe etmeyi müyesser kılar. Ömer şöyle dedi: Bunlar seni yalanladı. Seni (yurdundan) çıkardı. Se­ninle çarpıştılar. Onları önüne kat ve boyunlarını vur. Abdullah b. Revâha da şöyle dedi: Odunu bol bir vadi bul ve onlar içindeyken onu ateşe ver.

Uz.. Abbas bunları işitiyordu. Şöyle dedi: Sen akrabalık bağını kopardın. Derken, Rasûlulîah (sav) onlara hiçbir cevap vermeden içeri girdi. Bazıları Ebu Bekr (r.a)'ın görüşünü kabul edecek derken, bazıları da Ömer'in dediğini kabul edecek dedi, başkaları da Abdullah b. Revâha'nın dediğini kabul edecek dedi,

Rasûlulîah (sav) dışarı çıktı ve şöyle buyurdu: "Allah bir takım kimsele­rin kalplerini kendi rızası İçin sütten daha yumuşak oluncaya kadar yumu­şatır. Yine kendi rızası için bir takım kimselerin kalplerini taştan daha katı olacak kadar katılaştınr. Senin örneğin Ey Ebu Bekir: "Kim bana uyarsa, şüphesiz ki o bendendir. Kim de bana karşı gelirse şüphesiz ki Sen çok bağış­layansın, Rahimsin" (İbrahim, 14/36) diyen ibrahim'e benzersin. Yine, Ey Ebu Bekir sen: "Şayet onları azab edersen, şüphesiz ki onlar Senin kulla­rındır. Eğer onlara mağfiret buyurursan, şüphesiz ki Sen Azizsin, Hakim­sin" (el-Maide, 5/118) diyen İsa'ya benzersin. Sen de Ey Ömer: "Rabbim, yer­yüzünde kâfirlerden dönüp dolaşacak kimse bırakma" (Nuh, 71/26) diyen Nuh'a benzersin. Yine, Ey Ömer sen, "Rabbimiz, mallarını yok et. Kalple­rini şiddetle mühürle ve sık. Çünkü onlar, o can yakıcı azabı görünceye ka­dar iman etmeyeceklerdir" (Yunus, 10/88) diyen Musa'ya benzersin. Siz, mad­di bakımdan ihtiyaç içerisindesiniz. O bakımdan hiçbir kimse fidye ödeme­den kurtulamayacaktır, yahut da boynu vurulacaktır. Bunun üzerine Abdul­lah (b. Mes'ud) dedi ki: Süheyl b. Beydâ müstesna olsun. Çünkü ben onun İslamdan söz ettiğini işitmiştim. Bunun üzerine Rasûlulîah (sav) ses çıkarma­dı. (Abdullah b. Mes'ud) dedi ki: O gün, semadan üzerime taş düşeceğinden korktuğum kadar başka birgün korkmuş değilim. Şanı yüce Allah da: "Yer yüzünde çokça savaşıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması hiçbir peygambere yaraşmaz" buyruğundan itibaren sonraki iki âyetin sonuna ka­dar olan bölümü indirdi.[234]

Bir rivayette de Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Hattab'ın oğluna mu­halefet ettiğimiz için nerdeyse bize azap isabet edecekti. Ve eğer azap inmiş olsaydı, Ömer müstesna hiç kimse kurtulamayacaktı."<2)

Ebû Dâvûd da Hz. Ömer'in şöyle dediğini rivayet eder: Bedir günü -Ra-sûiullah (sav)'ı kastederek- fidye alınca, yüce Allah da: "Yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması hiçbir peygambere yaraşmaz... aldığınıza -yani fidyeye- karşılık herhalde size büyük bir azap do­kunacaktı'' buyruğuna kadar olan bölümleri indirdi. Daha sonra da ganimet­leri helal kıldı.[235]

el-Kuşeyrî'nin naklettiğine göre Sa'd b. Muâz şöyle demiş; Ey Allah'ın Ra-sûlü, bu, bizim müşriklerle ilk savaşımızda1. O bakımdan onları alabildiğine öldürmenizi ben daha çok arzu ederdim.

Âyet-i kerimede işaret olunan  Mücâhid ve başkaları tarafından çok kişinin öldürülmesi diye açıklanmıştır. Yani, müşrikleri öldürmekte İle­ri gitmek demektir. Araplar da bir kimse herhangi bir işte aşırıya kaçacak olur­sa; "Filan kişi bu işte aşırıya gitti, mübalağa gösterdi," denilir. Kimisi de bunu onlan kahredip onlardan çok kişi öldürmedikçe... di­ye de açıklamıştır. el-Mufaddal da şöyle bir beyit nakleder:

"Kuşluk namazını kılar, fakat ömrü bili ah ibadet etmez; Küfrü itibariyle Firavun'ım küfrünü de aşımş, geride bırakmıştır."

"(Mealde:) çokça savaşıp zaferler kazamncaya kadar" onla­ra karşı imkân elde edinceye kadar, diye de açıklanmıştır. Bunun, güç kuv­vet sahibi oluncaya kadar, anlamına geldiği de söylenmiştir.

Şanı yüce Allah, Bedir'de fidye karşılığında kurtulan esirlerin öldürülme­lerinin, onlardan fidye almaktan daha uygun olduğunu bildirmektedir. İbn Abbas (r.a) der ki: Bu, Bedir günü olmuştu ve o günde müslümanlar sayıca azdı. Müslümanlar sayıca çoğalıp güçleri artınca, aziz ve celil olan Allah, bun­dan sonra esirler hakkında: "Sonra ya (onları) karşılıksız serbest bırakın, ya­hut fidye (alın)" (Muhammed, 47/4) buyruğunu indirdi. İleride yüce Allah'ın izniyle Kıtal (Muhammed) Sûresi'nde açıklaması gelecektir.

Şöyle de denilmiştir: Bunlara sitem edilmesinin sebebi, Bedir olayının Ku-reyş'in elebaşları, eşraf), ileri gelenleri ve malları hakkında öldürmek, esir al­mak ve mülk edinmek şeklindeki tasarruflann oldukça büyük ve önemli olu­şundan dolayıdır. Bütün bunlar gerçekten büyük bir öneme sahipti. O ba­kımdan onların vahyi beklemeleri, acele etmemeleri uygun düşerdi. Acele edip beklemedikleri için onlara yöneltilen sitemler yöneltildi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[236]

 

3. Hz. Peygamberin. Esirleri Öldürmekle Fidye Almak Arasında Ashabı Kiramı Muhayyer Bıraktığına Dair Rivayet:

 

Taberî ve başkaları senedini kaydederek Rasûlullah (savVin ashab-ı kira­ma: "Dilerseniz esirlerin fidyesini alırsınız, buna karşılık onların sayısı olan yetmiş kişi de sizden savaşta öldürülür, dilerseniz de onlar öldürülür ve siz de esenliğe kavuşursunuz" dediği, onların da: Fidye alalım, bizden de yet­miş kişi şehid olsun dediklerini bildirmektedir. Abd b. Humeyd de senedi­ni kaydederek, Hz. Cebrail'in Peygamber (sav)'a insanları bu şekilde muhay­yer bırakması emri ile vahiy indirdiğini nakletmektedir. Buna dair açıklama­lar, Âl-i İmran Sûresi'nde (3/165. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Abîde es-Selmânî der ki: Onlar, her iki hususta da hayırlı olanı istediler ve Ulıud günü onlardan yetmiş kişi öldürüldü. Ancak burada açıklanması ge­reken bir husus ortaya çıkmaktadır ki, o da bir sonraki başlığın konusunu teş­kil etmektedir:[237]

 

4. Hem Muhayyerlik, Hem Azar Birlikte Düşünülebilir mi;

 

Eğer: Onlar bu şekilde muhayyer bırakılmışsa nasıl olur da yüce Allah'ın: "Herhalde büyük bir azap dokunacaktı" diye azarda bulunuldu? denilecek olursa, şöyle cevap verilir: Azar, önce onların fidye almaktaki hırsları dolayı­sıyla yapıldı. Bundan sonra ise, muhayyer bırakıldılar. Buna delil teşkil eden hususlardan birisi de şudur: Rasûlullah (sav) Ukbe b. Ebi Muayt'ın öldürül­mesini emredince, el-Mikdad: O benim esirimdir Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Mus'ab b. Umeyr de kardeşini esir alan kişiye: Onu sıkı tut. Çünkü onun zen­gin bir annesi vardır, demişti. Buna benzer başlarından geçen birtakım olay­lar ve fidye almaya dair tutkunluklarını ifade eden başka hususlar da vardı. Esirler ele geçirilip Medine'ye götürülüp Rasûlullah (sav); Nadr, Ukbe ve di­ğerlerine ölüm cezasını uygulayıp diğer esirler hakkında ise ashabın görüş­lerini isteyince, yüce Allah da onlan muhayyer bırakan hükmünü indirdi. îş-te o vakit Rasûlullah (sav) ashabı ile istişare etti. Hz. Ömer, Öldürülmeleri şek­lindeki ilk görüşünde ısrar etti, Ebu Bekir (r.a) da fidye olarak alınacak mal­larla müslümaniarın güçlenmesinde maslahat olduğu görüşünü ortaya koydu. Rasûlullah (sav) da Ebu Bekir'in görüşüne meyletti. Her iki görüş de muhay­yer bırakıldıktan sonraki bir içtihaddır. İşte bundan sonra da onlara ağır ge­lecek herhangi bir hüküm inmemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[238]

 

5. Bedir Günü Alınan Esirler, Öldürülen Müşrikler ve Müslümanlardan Düşen. Şehîdler:

 

İbn Vehb dedi ki: Malik dedi ki: Bedir'de müşrik esirler alınmıştı. İşte bun­dan dolayı yüce Allah; "Yeryüzünde çok savaşıp zaferler, kazaıuncaya kadar esirler alması hiçbir Peygambere yaraşmaz" buyruğunu indirdi. O gün alınan bu esirler müşrik idiler, fidye verip geri döndüler. Eğer müslüman ol­salardı, Medine'de kalır ve geri dönmezlerdi. Onlardan öldürülenlerin sayısı kırkdört idi. Bir o kadar da onlardan esir alınmıştı, Şehidlerin sayısı ise azdı.

el-Amr b, el-Alâ der ki: Öldürülenler yetmiş kişi idiler. Esir alınanlar da o kadardı. İbn Abbas, Îbnü'l-Müseyyeb ve başkalan da böyle demişlerdir. Müs­lim'in Sahih'inde de belirtildiği gibi sahih olan da budur. O gün müslüman-lar yetmiş kişi öldürmüş ve yetmiş kişi de esir almışlardı.[239]

el-Beyhakî'nin naklettiğine göre şöyle demişlerdi: Başlarında Rasûlullah (sav)'m azadlısı Şükran bulunduğu halde esirler getirildi. İsmen sayıları bi­linenler kırk dokuz kişidir. Aslında ise yetmiş kişidirler. Bu hususta görüş bir­liği vardır ve bunda bir şüphe yoktur.

İbnü'l-Arabî der ki: Malik'in "müşrik idiler" demesi, müfessirlerin Hz. Ab­bas'in Peygamber (sav)'a, Ben müslümanun dediğini rivayet etmelerinden ötü­rüdür. Bir rivayette de esirler, Peygamber (sav)'a biz sana iman ettik, demiş­lerdir. İşte Malik bütün bunları zayıf bir görüş olarak kabul etmekte ve bu görüşü çürütmek için onların Mekke'ye geri dönüşlerini delil göstermekte­dir. Buna ayrıca onlann Uhud gazvesinde bulunduklarını da ilave edelim.

Ebu Ömer b. Abdi'1-Berr der ki: Hz. Abbas'ın İslama girdiği vakit husu­sunda (ilim adamları) farklı görüşlere sahiptirler. Onun, Bedir gününden ön­ce İslama girdiği söylenmiştir. Bundan dolayı Hz. Peygamber şöyle buyur­muştur: "Kim Abbas'ı görecek olursa onu öldürmesin. Çünkü o istemeyerek savaşa çıkartılmıştır." İbn Abbas'tan rivayete göre de Rasûlullah (sav) Bedir günü şöyle buyurmuştu: "Şüphesiz Haşimoğullanndan ve diğerlerinden bir takım kimseler bizimle savaşmaya ihtiyaçları olmaksızın, istemeyerek (müş­riklerle birlikte) savaşa çıkartıldılar. Sizden her kim Haşimoğullanndan her­hangi bir kimse ile karşılaşacak olursa onu öldürmesin. Kim Ebu'l-Bahterî ile karşılaşırsa onu öldürmesin, kim Abbas ile karşılaşırsa onu öldürmesin. Çünkü Abbas istemeyerek ordu ile birlikte çıkartılmıştır" deyip hadisin ge­ri kalan bölümünü zikretmektedir. Hz. Abbas'ın Bedir günü esir alındığı va­kit İslama girdiği de söylenmiştir, Hayber günü İslama girdiği de bildirilmiş­tir. Hz. Abbas Rasûlullah (sav)'a müşriklere dair haberleri yazılı olarak bil­dirir ve hicret etmeyi arzu ederdi. Rasûlullah (sav) da kendisine: "Sen Mek­ke'de kalmaya devam et. Senin orada kalman bizim için daha faydalıdır" di­ye yazdığı da [240]nakledilmektedir.[241]

 

68. Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aktığınıza karşılık her­halde size büyük bir azap dokunacaktı.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[242]

 

1. Allah'ın Geçmiş Yazısı:

 

"Eğer Allah'ın" herhangi bir kavmi, kendilerine sakınacakları şeyleri açıklamadıkça azap etmeyeceği hususuna dair "geçmiş bir yazısı olma­saydı..."

Bu buyrukta sözü geçen "Allah'ın geçmiş yazısı" hakkında insanlar farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunların en sahih olanı, ganimetlerin he­lal kılınacağına dair geçmiş hüküm, şeklindeki görüştür. Çünkü ganimetler bizden öncekilere haram kılınmıştı. Bedir gününde ise, savaşa katılanlar ga­nimet toplamakta acele davrandılar. Bunun üzerine yüce Allah da: "Eğer Al­lah'ın" ganimetleri helal kılmaya dair "geçmiş bir yazısı olmasaydı..." buyruğunu indirdi.

Ebü Dâvûd et-Tayalİsî, Müsned'inde şu rivayeti kaydetmektedir: Bize, Sel-lâm, el-A'meş'ten anlattı, o, Ebu Salih'ten, o, Ebu Hureyre'den dedi ki: Be­dir gününde (savaşa katılan} insanlar ganimet elde etmekte ellerini çabuk tut­tular ve ganimeti ele geçirdiler. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle buyur­du: "Şüphesiz ganimetler sizden başka başıkara hiçbir kimseye (insana) he­lal değildi." (Sizden önce) bir peygamber ve ashabı her hangi bir ganimet ele geçirecek olurlarsa, onu bir araya toplarlar ve semâdan bir ateş iner, onu ya­kardı. Bunun üzerine yüce Allah (bu ümmete): "Eğer Allah'ın geçmiş bir ya­zısı olmasaydı" buyruğundan itibaren iki âyetin sonuna kadar olan bölümü­nü indirdi.[243]  Bu hadisi Tirmizî de rivayet etmiş olup hasen, sahih bir hadis­tir demiştir.[244]

Mücahid ve el-Hasen de bu şekilde açıklamışlardır. Yine onlardan gelen rivayette Mücahid ve el-Hasen ile Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: Burada sözü geçen "geçmiş yazı", yüce Allah'ın, Bedir'e katılanların geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamış olmasıdır.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: "Geçmiş yazı"dan kasıt, şant yüce Allah'ın, muayyen olarak bu günahlarını affetmesidir. Ancak bunun genel kap­samlı olması daha sahihtir. Çünkü Rasûlullah (sav) Bedîr'c katılanlar hakkın­da söylediği: "Yüce Allah'ın Bedir ehline muttali olarak: Dilediğinizi yapınız. Ben size bağışladım demediğini ne biliyorsun?" buyruğu bunu gerektirmek­tedir. Bu hadisi de Müslim rivayet etmiştir.[245]

"Geçmiş yazı'nın, yüce Allah'ın, Muhammed (sav) aralarında bulunduğu sürece onlara azab etmeyeceği hükmü olduğu da söylendiği gibi bunun, kas­tı olarak işlemedikçe bîr kimsenin bilmeksizin işlediği bir günah dolayısıy­la ona azab etmemesi olduğu da söylenmiştir. Bir diğer kesim de şöyle de­mektedir: Geçmiş yazıdan kasıt, yüce Allah'ın, büyük günahlardan sakınıl­ması suretiyle küçük günahları sileceğine dair hükmüdür.

Taberî de bütün bu hususların âyetin lafzının kapsamı içerisinde olup laf­zın bunların hepsini kapsadığı görüşünü benimsemiş ve herhangi bir husu­sun bu buyrukta kastedildiğini tayin etme yoluna gitmemiştir.[246]

 

2. Kişinin Kanaati İle Allah'ın Hükmü:

 

İbnü'l-Arabî der ki: Bu âyet-i kerimede şuna delil vardır: Eğer bu, yüce Al­lah'ın ilminde kendisi İçin helal olan bir şeyin haram olduğuna inanıp o işi yapacak otursa, ondan dolayı bir ceza sözkonusu değildir. Mesela oruçlu bir kimse, bugün benim sefere çıkacağım gündür. O halde şimdiden orucumu açayım. Yahut da kadın, bugün ben ay hali olacağım, şimdiden oruç açayım deyip bu şekilde oruçlarını açacak olurlarsa ve gerçekten de oruç açmayı ge­rekli kılan yolculuk ve ay hali vukua gelirse, Malikî mezhebinde meşhur olan görüşe göre bundan dolayı keffaret gerekir. Şafiî de bu görüştedir. Ebu Ha-nife ise buna keffaret yoktur, der. Mezhebimizdeki diğer rivayet de budur.

Birinci rivayetin açıklaması şöyledir: Oruç açmayı mubah kılan hususun ortaya çıkması, çiğnenmesi haram olan bir hususun cezasına mazeret teşkil etmez. Tıpkı bir kimsenin önce bir kadın ile zina etmesi, sonra da o kadını nikahlaması gibidir. İkinci rivayet de şöyle açıklanır: O günün (oruç tutma­nın bozulması şeklindeki) hurumiyeti yüce Allah nezdinde sözkonusu değil­dir. Dolayısıyla bu (zahiri) hurumiyetin çiğnenmesi, yüce Allah'ın ilminde öy­le bir hurumiyetinin olmaması haline rastgelmiştir. Bu da bir kimse; bu se­nin hanımındır denilerek, kendisi kendi hanımı olduğuna inanmamakla bir­likte bu kadın ile ilişki kuracak olursa, onun gerçekten onun hanımı olduğunu anlaması haline benzer. Daha sahih olan görüş de budur.

Birinci gerekçe ise, böyle bir hüküm vermeyi gerektirmez. Çünkü şanı yü­ce Allah'ın ilmi ile bizim ilmimiz o hususun haramlığı hakkında uyum halin­dedir. Diğer meselede ise, bizim ilmimiz İle Allah'ın ilmi farklı farklıdır. O ba­kımdan hükme esas yüce Allah'ın İlmidir. Nitekim: "Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınıza karşılık herhalde size büyük bir azap doku­nacaktı" diye buyurmaktadır.[247]

 

69. Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş yiyin ve Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah günahları bağışlayandır, çokça rah­met edendir.

Bu buyruğun zahiri, ganimetin tamamının ganimeti ele geçirenlere ait ol­masını ve onların ganimette eşit şekilde ortak olmalarım gerektirmektedir. An­cak, yüce Allah'ın: "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beş­te biri Allah'a... aittir" (el-Enfal, 8/41) âyet-i kerimesi, ganimetin beşte bi­rini ayırıp sözü geçen yerlere harcamanın vücubunu açıklamaktadır. Bu hu­susa dair yeterli açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.[248]

 

70. Ey Peygamber, elinizdeki esirlere de ki "Eğer Allah'ın ilmine gö­re kalplerinizde bir hayır varsa O, size, sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah günahları bağışlayandır. Çokça rahmet edendir."

71. Şayet sana hainlik etmek isterlerse, onlar zaten daha evvel Al­lah'a hainlik etmişlerdi de O da bundan ötürü onlara karşı (sa­na) İmkân vermişti. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[249]

 

1. Esirlerden Alınan Fidye:

 

Yüce Allah'ın: "Ey Peygamber, elinizdeki esirlere de ki:..." buyruğun-daki hitabının, Peygamber fsav)'a ve ashabına olduğu söylendiği gibi, yal­nızca Peygambere olduğu da söylenmiştir.

İbn Abbas (r.a) dedi ki: Bu âyet-i kerimede sözü geçen esirler, Abbas ve arkadaştandır. Peygamber (sav)'a: Biz senin getirdiğine iman ettik. Senin, Al­lah'ın Rasûlü olduğuna da şahidlik ediyoruz. Andolsun ki, kavmine karşt se­nin lehine samimi davranacağız, demişlerdi. Bunun üzerine bu âyet-i keri­me nazil oldu.

Böyle bir iddianın tutarsızlığına dair İmam Malik'in görüşü önceden geç­miş bulunmaktadır. Ebû Davud'un Musannef inde İbn Abbas (r.a)'dan riva­yete göre, Peygamber (sav) Bedir günü cahiliye mensubu insanların fidye­sini dörtyüz (dirhem) olarak tesbit etrnişti.[250]

İbn İshak'dan: Kureyşliler Rasûlullah (say)'a esirlerinin fidye karşılığı ser­best bırakılması için haber gönderdi. O gün herbir esiri akrabaları onların (müslümanların razı) olacakları bir fidye karşılığında serbest bıraktı, Hz. Ab­bas, Ey Allah'ın Rasûlü ben müslumandım, dedi. Rasûlullah (sav) da şöyle buyurdu: "Senin müslüman olup olmadığını en iyi bilen Allah'tır. Eğer de­diğin gibi ise, Allah bunun karşılığını sana verecektir. Ancak, zahiren senin durumunda görülen, bizim aleyhimize olduğundur. Haydi kendinin ve iki kardeşinin oğullan Nevfel b. el-Haris b. Abdulmuttalib ile Akil b. Ebi Talib'in ve senin antlaşmalm olan Haris b. Fihroğullanna mensub Utbe b. Amr'ın da fidyelerini öde." Hz. Abbas, Ey Allah'ın Rasûlü bende bu kadar fidye öde­yecek para yok deyince, şöyle buyurdu; "Um el-Fadl ile birlikte gömüp sak­ladığın mal nerede? Sen ona şöyle demiştin: Eğer bu yolculuğumda bana bir-şey olursa, işte bu mal çocuklarım Fadl'a, Abdullah'a ve Kusem'e kalsın, de­miştin." Hz. Abbas, Ey Allah'ın Rasûlü, gerçekten ben, senin Allah'ın Rasûlü olduğunu biliyorum. Şüphesiz ki bu, benden ve Um el-Fadl'dan başka kimsenin bilmediği bir husustur. Haydi Ey Allah'ın Rasûlü, beraberinde bulunan ve ganimet olarak benden aldığınız yirmi Ukiyelik malımdan bu­nu düş deyince, Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Hayır o, Allah'ın senden bize vermiş olduğu bir şeydir." Bunun üzerine Hz. Abbas fidye ödeyerek ken­disini, iki yeğenini ve antlaşmalısını kurtardı. Yüce Allah da onun hakkın­da: "Ey Peygamber, elinizdeki esirlere de ki..." âyetini indirdi. İbn İslıak (devamla) der ki: Esirler arasında fidyesi en çok olan kişi Abdulmuttalib'in oğlu Abbas'dı. Çünkü varlıklı bir kimse idi. O, kendisini yüz Ukiyye altın fid­ye vererek kurtarmıştı.[251]Buhârî'de de şöyle denilmektedir: Musa b. Ukbe dedi ki: İbn Şihab dedi ki: Bana Enes b. Malik'in anlattığına göre, Ensardan bir takım kimseler Rasûlullah (sav)'dan izin alarak şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasûlü bize izin ver de ki2 kardeşimizin oğlu Abbas'ın fidyesini almayalım. Hz. Peygamber: "Hayır, Allah'a yemin ederim bir dirhem dahi bırakmaya­caksınız" diye buyurdu.[252]

en-Nekkâş ve başkalarının naklettiklerine göre, Bedir esirlerinden herbiri-sintn fidyesi kırk Ukiyye idi. Ancak Abbas müstesna. Çünkü Peygamber (sav) şöyle buyurmuştu: " Abbas'tan fidyeyi iki kat alınız." Aynca, iki yeğeni Akil b, Ebi Talİb ile Nevfel b. el-Haris'in fidyelerini ödemekle de mükellef tutmuştu, o da bu iki kişi adına seksen Ukiyye, kendisi adına da seksen Ukiyye ödemiş, ayrıca savaş esnasında da ondan yirmi Ukiyye ganimet alınmıştı. Bunun böy­le olmasının sebebine gelince; O, Bedir'e katılan savaşçıların yemeğini karşı­lamayı taahhüd eden on kişiden birisi idi. Bedir günü yemek yedirme sırası ken­disine gelmişti. Yemek yedirmeden önce taraflar savaşa tutuştu, beraberinde yirmi Ukiyye kalmış, savaş sırasında da bu miktar ondan ganimet olarak alın­mıştı. Böylelikle o gün Hz. Abbas'tan toplam yüzseksen Ukiyye alınmış oldu. Bunun üzerine Hz. Abbas Peygamber (sav)'a şöyle demişti: Andolsun ki, sen beni öyle bir halde bıraktın ki hayatım boyunca Kureyşlilere el açıp dilenece­ğim. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Hanımın Um el-Fadl'ın yanında bıraktığın altınlar nerede?" Hz. Abbas: Ne altınından söz ediyorsun de­yince, Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Sen hanımına şöyle demiştin: Bu se­ferimde başıma ne geleceğini bilemiyorum. Şayet başıma birşey gelirse bu al­tınlar senin ve çocuklannın olsun, demiştin." Hz. Abbas: Kardeşimin oğlu, bu­nu sana kim haber verdi deyince, Hz. Peygamber (sav): "Bana Allah haber ver­di" diye buyurdu. Hz. Abbas bu sefer şöyle dedi: Şahadet ederim ki sen doğ­ru söylüyorsun. Ben, ancak bugün senin Allah'ın Rasûlü olduğunu öğrendim. Ve bildim ki, bu gibi şeyleri ancak gizlilikleri bilen kimse sana bildirebilir. Şa­hadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve sen O'nun kulu ve Rasûlüsün. O'nun dışındakilerin hepsini inkâr ediyorum. Hz. Abbas, yeğenlerine de emir verdi,, onlar da müsiüman oldular. Yüce Allah: "Ey Peygamber, elinizdeki esir­lere de ki..." âyetini indirdi. Hz. Abbas'ı esir alan kişi Seiimeoğullanndan Ebu'l-Yesel Kâ'b b. Amr idi. Ebu'l-Yesâr kısa boylu, Hz. Abbas ise uzun boylu ve iri yan idi. Peygamber (sav) Hz. Abbas'ı esir olarak getirince ona: "Andolsun ona karşı sana bir melek yardımcı olmuştur" diye buyurdu.[253]

 

2. Bedir Esirlerinden Alınanlar ve Kalplerinde Hayır Bulunanlara Verilen Mükâfat:

 

"Eğer Allah'ın ilmine göre kalplerinizde bir hayır" yani, İslâm varsa, "O sizden alınandan" yani verdiğiniz fidyeden "daha hayırlısını size verir." Bu verilecek daha hayırlı şeyin dünyada verileceği söylendiği gibi, âhirette ve­rileceği de söylenmiştir.

Müslim'in Sahih'indeki rivayete göre Peygamber (say)'a Bahreyn'den bir miktar mal gelince, Hz. Abbas ona şöyle demişti: Ben (Bedir'de) hem ken­dimin hem de Akil'in fidyesini verdim. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) Ona: "Al" diye buyurdu. O da elbisesini açtı ve taşıyabileceği kadarını aldı.[254]Ha­dis kısaca böyledir. Sahih'in dışındaki kaynaklarda da şöyle denilmektedir: Bunun üzerine Hz. Abbas Ona: Bu, vaktiyle benden alınandan daha hayır­lıdır. Ayrıca ben, Allah'ın bana mağfiret edeceğini de umuyorum. Hz. Abbas dedi ki: Bana Zemzem kuyusunu verdi. Buna karşılık bütün Mekke'lilerin ma­lı benim olsun istemem.

Taberî de Hz. Abbas'a varan senediyle, onun şöyle dediğini nakleder: Rasûlullah (sav)'a müslüman olduğumu bildirip fidyemin ödenmesinden önce benden ganimet olarak alınan yirmi Ukiyye'yi hesabımdan düşmesini isteyip de o: "Hayır o, ganimettir" deyip kabul etmemesi üzerine bu âyet-i kerime benim hakkımda nazil oldu. O yirmi Ukiyye yerine, yüce Allah ba­na, hepsi de benim malımla ticaret yapan yirmi köle ihsan [255]etti.[256]

 

Peygamber Efendimizin Kızı Hz. Zeyneb'in Hicreti:

 

Ebû Davud'un Musannef'inde Âişe (r.a)'dan şöyle dediği nakledilmekte­dir: Mekkeliler esirlerini fidye karşılığı kurtarmak üzere mal gönderince, Zey-neb de (esir düşen kocası) Ebu'l-Âs'ın fidyesi olmak üzere bir miktar mal gön­dermişti. Bu mal arasında Hadice'ye ait ve kızı Zeyneb'i Ebul-Âs'a gelin ola­rak gönderince ona hediye etmiş olduğu bir gerdanlığı da göndermişti. Rasûlullah (sav) bu gerdanlığı görünce oldukça duygulandı ve şöyle buyur­du: "Eğer uygun görürseniz Zeyneb'in esirini serbest bırakınız ve gönderdi­ği bu malını da ona geri veriniz." Onlar da; Peki dediler. Peygamber (sav) da Ebu'l-Âs'dan kendisine gelmek üzere kızı Zeyneb'i serbest bırakmasına da­ir söz armıştı. Rasûlullah (sav) Zeyd b. Harise ile Ensardan bir kişiyi gönder­miş ve: "Zeyneb yanınıza gelinceye kadar siz de (Mekke yakınlarındaki) Ye'cec vadisinde bulununuz. Onu alıp buraya getiriniz."[257]

İbn İshak dedi ki: Bu, Bediiden bir ay sonra olmuştu. Abdullah b. Ebi Bekr dedi ki: Bana Rasûlullah (sav)'ın kızı Zeyneb'den nakledildiğine göre o şöyle demiş: Ebu'l-Âs Mekke'ye gelince bana, hazırlan babanın yanına git, dedi. Bunun üzerine ben de hazırlığımı yapmak üzere çıktım. Utbe kızı Hind kar­şıma çıktı bana: Muhammed'in kızı dedi. Senin babana gitmek istediğine da­ir bir haber ulaştı bana sahi mi? Ben ona: Öyle bir isteğim yok dedim. O: Öy­le olsun amca kızı. Böyle birşey yapma. Ben, varlıklı bir kadınım. Senin ge­rek duyacağın mallarım var. Eğer istediğin herhangi bir mal varsa, onu sana satarım. Yahut da herhangi bir harcamaya ihtiyacın varsa sana borç verebili­rim. Zaten erkekler arasına giren şeyler kadınlar arasında görülmemelidir, de­di. Hz. Zeyneb dedi ki: Allah'a yemin ederim, görüşüme göre o bu sözlerini ancak gereğini yapmak kastıyla söylemişti. O bakımdan, ben de ondan kork­tum ve niyetimi gizleyerek: Hayır böyle birşey de istemiyorum, dedim.

Nihayet Zeyneb Cr.anha) hazırlıklarını bitirince, bineğine bindi ve kayın­pederi Kinane b. er-Rabî, gündüzün onun devesini çekerek yola koyuldu. Mek-keliler bunu haber aldılar. Hebbar b. el-Esved ile Fihroğullarından Nafv b. Ab-dulkays onu takibe çıktılar. Hz. Zeyneb'in yanına ilk yaklaşan kişi Hebbar ol­du. Hebbar, mızrağıyla hevdecinde bulunan Hz. Zeyneb'i korkuttu.

Kinane b. er-Rabi' diz çöktü ve okların» saçarak yayını alıp: Allah'a yemin ederim ki, bana kim yaklaşırsa ona bir ok saplayacağım dedi. Bu sefer Ebu Süfyan, Kureyşlilerin ileri gelenleri ile birlikte yanına gelip şöyle dedi: Be adam, bize ok atmaktan vazgeç ki, seninle konuşabilelim. Ebu Süfyan, ya­nına gelip durdu ve şöyle dedi: Sen kötü bir şey yapmış değilsin. Fakat her­kesin gözü önünde bu kadını alıp çıktın. Bedir'de başımıza gelen musibeti biliyorsun. Bu sefer Araplar senin herkesin gözü önünde aramızdan o ada­mın kızını alıp çıktığın için bizim zaafa düştüğümüzü, gevşediğimizi söyle­yip duracaklar. O bakımdan sen bu kadını geri getir, birkaç gün onunla be­raber Mekke'de kal. Sonra da geceleyin kimsenin farketmeyeceği bir şekil­de gizlice onu al ve babasına gönder. Yemin olsun ki, onun babasının yanı­na gitmemesine bizim ihtiyacımız yok. Fakat şu anda da başımıza gelen bu musibetten dolayı bu yolla intikam almak istiyor değiliz.

Kinane, Ebu Süfyan'ın dediğini yaptı. İki veya üç gün geçtikten sonra, giz­lice Hz. Zeyneb'i Mekke'nin dışına çıkardı. Hz. Zeyneb de Rasûlullah (say)'ın yanına vardı. Naklettiklerine göre, Hz. Zeyneb, Hebbar b. Um Dirhem ken­disini korkutunca, dehşetinden dolayı karnındaki yavrusunu düşürmüştü.[258]

 

3. Kâfirin İslâm'a Girmesi Hangi Şartlarda Kabul Edilir:

 

 İbnü'l-Arabî der ki: Müşriklerden bazı kimseler esir alınınca, onların bir kısmı İslam olduklarını söylediler, ancak bu konuda herhangi bir kararlılık da ortaya koymadıkları gibi, İslâm'ı kabul ettiklerini kafi bir şekilde de iti­raf etmemişlerdi. Muhtemeldir ki onlar bu davranışlarıyla müslümanlara yaklaşmak, müşriklerden de uzaklaşmamak istemişlerdi. Bizim (Maliki mez­hebine mensub) ilim adamlarımız derler ki: Kâfir, kalbinde ve dilinde imanı zikretmekle birlikte bu hususta azimli olduğunu ortaya koymayacak olur­sa mü'min olmaz. Ancak, benzeri bir durum mü'minden görülecek olursa, mü'min kâfir olur. Kişinin önlemeye gücü bulunmayan vesvese türünden olan şeyler müstesnadır. Çünkü Allah, böyle bir vesveseyi affetmiş ve onu hüküm­süz bırakmıştır. Yüce Allah da Rasûlüne (Bedir esirlerinin) gerçek yüzlerini beyan ederek: "Şayet sana hainlik etmek İsterlerse..." diye buyurmuştur. Yani, eğer onlar müslüman olduklarına dair bu sözleriyle sana hainlik etmek ve seni aldatmak istemişlerse "onlar zaten daha evvel" küfürleri, sana tuzak kurmaları ve seninle savaşmalan suretiyle, "Allah'a hainlik etmişlerdi." Şa­yet onlar bu sözlerini hayır yapmak (iman etmek) suretiyle söylemişlerse, Al­lah bunu biliyor ve onların bu hayırlarını kabul edecektir. Onlardan alınan­dan daha hayırlısını kendilerine verecektir ve bundan önceki küfürlerini, ha­inliklerini ve hilelerini de onlara bağışlıyacaktır.

": Hainlik"in çoğulu şeklinde gelir. Ancak, bunun; şeklinde çoğul yapılması gerekirdi. Çünkü bu kelime, aslen "vav"lıdır. Şu ka­dar var ki, onlar bu kelime ile ": Kötü maksat" kelimesinin çoğulu ara­sında fark gözetmek istediklerinden böyle demişlerdir. Ayrıca ": Hain" kelimesinin çoğulu;) şekillerinde gelir.[259]

 

72. İman edip hicret eden, Allah yolunda mallan ve canlarıyla ci-had edenlerle (onları) barındırıp yardım edenler, işte onlar bir­birlerinin velileridirler. İman edip de hicret etmeyenler ise, hic­ret edene kadar sizin onlarla hiçbir velayetiniz yoktur. Eğer on­lar din hususunda sizden yardım İsterlerse, size yardım etmek düşer. Ancak sizinle aralarında muahede bulunan bir kavme kar-şı değil. Allah yaptıklarınızı görendir.

73- Kâflr olanlar da birbirinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsa­nız, yeryüzünde bir fitne ve büyük hu* fesad olur.

74. İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda clhad edenlerle barındırıp yardım edenler, işte gerçek mü'min olanlar bunlar­dır. Onlar için mağfiret ve bitmez tükenmez bir rızık vardır.

75. Sonraları iman ve hicret edip de sizinle beraber cihad edenle­re gelince, onlar da sizdendir. Akrabalar, Allah'ın Kitabınca birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz Allah herşeyi hakkıyla bilendir.

Bu buyruklara dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:[260]

 

1. İman Edenler ve Etmeyenlerin Birbirlerine Karşı Durumları:

 

Yüce Allah: 'İman edip hicret eden..." buyruğu ile sûreyi veli edinme (dost edinmeTyi söz konusu ederek sona erdirmektedir ki, herbir kesim, yar­dımını isteyeceği velisinin kim olduğunu bilsin diye.

Hicret ve cihadın sözlük ve terim anlamlarına dair açıklamalar daha Ön­ceden (el-Bakara, 2/217-218. âyetler, 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"Barındırıp yardım edenler* buyruğu da bir Öncekine atfedilmiştir. Bunlar ise hicret edenlerden önce (Medine'yi) yurt edinen ve iman eden Pey­gamber (sav)'ın ve Muhacirlerin kendilerine katıldığı Ensar'dır.

"İşte onlar" anlamındaki buyruk, mübtedâ olarak merfu'dur. "Birbirle­rinin" anlamındaki buyruk da İkinci mübtedadır, "velileridirler" ise, onun haberidir. Bu buyrukların tümü (yani, işte onlardan itibaren) de; "( ol ): Mu­hakkak ki"nin haberidirler.

İbn Âbbas; "Birbirlerinin velileridirler* buyruğunu mirasta birbirlerinin velîleridirler, diye açıklamıştır. Önceleri lıicret sebebiyle birbirlerine mirasçı olur­lardı. İman edip hicret etmeyen kimse hicret edene mirasçı olamıyordu. Yü­ce Allah bunu: "Akrabalar Allah'ın Kitabınca birbirlerine daha yakındırlar" buyruğu ile nesh etti. Bunu Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.[261]Böylelikle miras mü'minler arasından akraba olanlara verilmiş oldu. İki ayrı din mensubu ise birbirinden herhangi bir miras alamazlar. Daha sonra da Hz. Peygamberin bun­dan önce miras âyetlerine dair açıklamalarda geçtiği üzere: "Farz hisseleri sa­hiplerine veriniz" diye buyurdu.[262] Burada nesh olmadığı bunun, yardımcı ol­mak ve destek vermek manasına olduğu da söylenmiştir. Nitekim daha önce, en-Nisa Sûresi'nde (4/11-14. âyetler, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"İman edip de" anlamındaki buyruk mübtedâdır. "... sizin onlarla hiçbir velayetiniz yoktur" ise onun haberidir. Yahya b. Ves-sâb, el-A'meş ve Hamza, "vav" harfini esreli olarak; Onlarla ve­layet..." şeklinde okumuştur. Bunun bir söyleyiş olduğu söylendiği gibi, bir şeye yakın ve bitişik olmak anlamına gelen; 'den geldiği de söy­lenmiştir. Mesela ": Velayeti (dostluğu ve yakınlı­ğı) apaçık bir dost" denilir. Ancak burada "velayet" kelimesinde "vav" har­finin üstün olması daha açık ve daha güzeldir. Çünkü buradaki anlamı yar­dımcı olmak ve neseb bağı ile bağlanmak şeklindedir. Aynı şekilde "vilâyet ve velayet", emirlik, yöneticilik anlamına da kullanılır.[263]

 

2. Din Hususunda Yardım Etmek:

 

"Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse..." buyruğu ile yüce Allah şunu kastetmektedir: Eğer daru'l harpte kalıp hicret etmeyen bu mü'minler kendilerini kurtarmanız için asker, yahut malî bakımdan yardım­cı olmak üzere çağrıda bulunacak olurlarsa, siz de onlara yardımcı olunuz. Bu sizin için bir farzdır, onlan yardımsız bırakmamalısınız. Ancak, onlar siz­den, sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan kâfir bir kavim aleyhine yar­dım isteyecek olurlarsa, o kâfirlere karşı onlara yardımcı olmayın ve süresi bitinceye kadar da antlaşmayı bozmayın.

İbnü'l-Arabî der ki: Ancak, o sizden yardım isteyen mü'minler esir ve mus-taz'af kimselerse, şüphesiz ki onlarla dostluk hâlâ dimdik ayaktadır, onlara yardımcı olmak vacibtir. Eğer gücümüz buna yeterli ise onları kurtarmak mak­sadıyla cihada çıkmadık kırpan tek bir gözümüz kalmayıncaya, yahut da hiç­bir kimsenin elinde tek bir dirhem kalmamacasına onları esaretten kurtarmak için bütün malımızı harcayıncaya kadar onlara yardımcı olmamız vaciptir, on­lar ile aramızdaki dostluk bağı dimdik ayaktadır. Malik de, bütün ilim adam­ları da böyle derler. Ellerinde hazinelerle servet bulunmakla, ihtiyaç fazlası mallan olmakla, güçleri, sayılan, kudretleri ve savaşma güçleri yeterli olmak­la birlikte, kardeşlerini düşmanlarının esaretinde bırakmalarından ötürü, in­sanların karşı karşıya bulundukları bu musibetler dolayısıyla inna lillah ve innâ ileyhi raciun'dan başka birşey diyemiyoruz.

ez-Zeccâc der ki: " Size yardım etmek düşer" buyruğunun "ra" harfini yardıma teşvik (iğra) manası vermek üzere nasb ile okunması da mümkündür.[264]

 

3. Kâfirler de Birbirlerinin Dostudurlar:

 

Yüce Allah: "Kâfir olanlar da birbirlerinin dostudur" buyruğu ile kâfir­lerle mü'minler arasındaki dostluk (velayet) bağını kopararak mü'minleri birbirlerinin velileri, kâfirleri de birbirlerinin velileri olarak tesbit etmiştir. Bun­lar, dinleri gereği birbirlerine yardımcı olurlar ve akidelerine uygun olarak ilişkilere girerler.

Müslüman bir erkek kardeşi bulunan kâfir bir kadın hakkında ilim adam­larımız şöyle demişlerdir: Böyle bir erkek bu kâfir kızkardeşini başkasıyla ev­lendirmez. Çünkü aralarında velayet bağı yoktur. Q kızı onun dinine mensub olanlar evlendirir. Tıpkı müslüman bir kadını nasıl müslüman bir yakını ev-lendirebiliyorsa, kâfir bir kadını da ancak ona yakın kâfir bir erkek yahut bir papaz -evlendireceği kişi müslüman olsa dahi- evlendirebilir. Ancak bu ka­dın azad edilmiş bir cariye ise bundan müstesnadır. Eğer azad edilmemiş olan kâfir kadın müslüman birisi tarafından evlendirilmiş ise, bu akdi feshedilir. Hi-ristiyan yapmış ise ona dokunulmaz. Ancak, Esbağ hayır, müslümanın akdi daha evlâ ve daha üstün olduğundan dolayı feshedilmez, dernektedir.[265]

 

4. Eğer Böyle Yapmazsanız...

 

"Eğer siz bunu yapmazsanız..." buyruğundaki zamir, mirasçılığa ve bu husustaki kaidelere bağlılığa aittir. Yani eğer önceden miras aldıkları gibi bu şekilde birbirlerine miras almalarına imkân vermeyecek olursanız... demek­tir. Bu açıklama İbn Zeyd'e aittir. Zamirin karşılıklı yardımlaşma, destek ver­me, dayanışma ve elbirlik olmaya ait olduğu da söylenmiştir.

İbn Cüreyc ve başkaları derler ki: İşte bu yapılmayacak olursa, pek yakın­da bundan dolayı bir fitne başgösterir. O halde bu, birincisinden daha ke­sin ve pekiştirilmiş bir ifadedir. Tirmizî de Abdullah b. Müslim b. Hür­müz'den, o, Ubeyd'in oğulları Muhammed ve Sa'd'dan, onlar, Ebu Hatim el-Muzenî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki; "Dinine bağlılığını ve ahlâkını beğendiğiniz bir kimse size (kızınıza talib ola­rak) gelecek olursa, ona nikahlayınız. Böyle yapmayacak olursanız, yeryü­zünde bir fitne ve büyük bir fesat başgösterir." Ey Allah'ın Rasûlü, ya onda (bazı kusurlar) bulunursa? Hz. Peygamber: "Dinine bağlılığını ve ahlakını be­ğeneceğiniz bir kimse size gelecek olursa, ona nikahlayınız" diye üç defa tek­rarladı. Tirmizî: Bu garip bir hadistir, dedi.[266]

Zamirin, yüce Allah'ın: "Ancak sizinle aralarında muahede bulunan bir kavme karşı değil" buyruğunun ihtiva ettiği ahid ve antlaşmaları koru­maya ait olduğu da söylenmiştir. İşte böyle bir şey yapılmayacak olursa, bu fitnenin tâ kendisidir. Zamirin, din hususunda müslumanlara yardımcı olma­ya ait olduğu da söylenmiştir. Bu da bu husustaki ikinci görüşle aynı anla­ma gelir.

îbn İshak der ki: Yüce Allah, Muhacirlerle Ensarı yalnızca onları din hu­susunda birbirlerine veli (yardımcı ve destek) olmaya ehil kimseler olarak ta­yin etmiş, kâfirleri de birbirlerinin velileri olarak tesbit etmiştir. Daha sonra yüce Allah: "Eğer siz bunu yapmazsanız" diye buyurmaktadır ki bu da, mü'minleri bir kenara bırakarak kâfiri veli edinmesiyle olur. "Yeryüzünde bir fitne" yani, savaş sebebiyle mihnete duçar olmak; onunla birlikte ortaya çı­kan talan, sürgün ve esaretler başgösterir "ve büyük bir fesat olur." Büyük fesat ise şirkin ortaya çıkması, üstün gelmesidir.

el-Kisaî der ki: Yüce Allah'ın: ". Bir fitne...olur" buyruğunun si­zin bu yaptığınız o vakit bir fitne ve büyük bir fesat olur, anlamında nasb ile gelmesi de mümkündür.

"İşte gerçek nıü'minler olanlar bunlardır" buyruğundaki ": Gerçek" kelimesi mastardır. Yani işte onlar hicret ve yardımcı olmak suretiyle iman­larını gerçekleştirmiş kimselerdir. Allah da: "Onlar için mağfiret ve bitmez tükenmez bir rtzık vardır." Yani cennette çok büyük bir mükâfat vardır; müj­desi ile onların imanlarının gerçek olduğunu, gerçekten bir imana sahib ol­duklarını ifade buyurmaktadır.[267]

 

5. Hudeybiye'den Sonra İman Edip Hicret Edenler:

 

"Sonraları İman ve hicret edip de..." buyruğu ile Hudeybiye'den ve Rıd­van bey'atinden sonra iman edip hicret edenleri kastetmektedir. Çünkü bu tarihten sonra yapılan hicret, ilk hicretten rütbe itibariyle daha aşağıdadır. İkin­ci hicret ise, hakkında barışın bulunduğu, artık savaş ağırlıklarının bırakıl­dığı, yaklaşık iki yıl kadar devam eden bir süredir. Bundan sonra ise Mek­ke fethedilmiştir. Bundan dolayı Hz. Peygamber: "Fetih'den sonra hicret yok­tur"[268] diye buyurmuştur.

(Yüce Allah) böylelikle daha sonraları iman edip hicret edenlerin de onlara katılmış olacaklannı beyan etmektedir. "Sizdendir" de, yardımlaşmak ve veli olmak bakımından sizin gibidirler, demektir.[269]

 

6. Akrabaların Mirasçıhğı:

 

": Akrabalar" anlamındaki buyruk mübtedadır. Ra­him, akrabalık bağı müennestir. Çoğulu  şeklinde gelir. Burada kastedi­lenler, erkeğin ölene akrabalık nisbetinde araya kadın girmeyen kişi demek olan babası, oğullan, babası dolayısıyla akrabaları gibi (akrabaların kastedil­diği) asabelerdir.[270]Burada geçen "rahim" kalimesiyle asabenin kastedildiği­ni açıklayan hususlardan birisi de arapların ": Seni akrabalık ba­ğı bağladı," ifadelerinde anne vasıtasıyla akrabalığı kast etmemeleridir. en-Nadr b. el-Haris'în kızkardeşi -ki, İbn Hİşam böyle demiştir.- es Süheylî ise der ki: Doğrusu, bunun Nadr'ın kızkardeşi değil, kızı olduğudur. ed-Delâü'de de böy­le zikredilmektedir. Peygamber (savyin onun babasını Safra denilen yerde öl-dürtmesi üzerine yazdığı mersiyesinde şunları söylemektedir:

 "Ey deve binicisi, şüphesiz ki Üseyl denilen yere Başarılı olasın dilerim- beşinci günün sabahında varacağımızı zannederim.[271]

"Ey kavmi arasında en hayırlı ve şerefli akraba olan

Ve şeref ve kereminde köklü olan Muhammed,

Eğer karşılıksız s alıver şeydin bir zararın olmazdı.

Kişi bazan öfke ve kinine rağmen serbest bırakabilir lutf ile

Şayet fidye kabul etseydin, elbette fidyesini verirdim

Fidye olarak verilen ve harcanan en değerli şeyleri vererek

Nadr, senin esir aldığın akrabaların en yakınıdır. 

Eğer azad sözkonuau olsaydı, azadı en çok hak edendi.

Fakat babalarının çocuklarının kılıçları üzerine inip kalkıyordu

İşte orada parçalanan Allah'ın takdir ettiği rahim (asabe akrabalıkları) vardı

Elleri bağlı yorgun bir şekilde ölüme sürükleniyordu

Zincire vurulmuş bir esir olarak bağlanmış kişinin yürüyüşüyle."[272]

 

7. Zevi'l-Erhâm Diye Bilinen Akrabaların Mirasçılıklan:

 

Selef de onlardan sonra gelenler de Zevi'l-Erhâm diye bilinen Allah'ın Ki­tabında paylan bulunmayıp asabe de olmayan ölünün akrabalarının miras-çtlıklan hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bunlar da kız çocukların çocukları, kız kardeşlerin çocukları, erkek kardeşin kızları, hala, teyze, baba­nın anne bir kardeşi olan amca, baba tarafından anne bir dede, anne anne ve bunlar vasıtasıyla akrabalar Zevi'l-Erhâm'dırlar.

Kimileri Zevi'l-Erhâm'dan farz (belli) hissesi bulunmayan kimse mirasçı olamaz demektedir. Bu görüş, Ebu Bekr es-Sıddik, Zeyd b. Sabit ve İbn Ömer'den rivayet edilmiştir. Hz. Ali'den gelen bir rivayet de böyledir. Medînelilerin görüşü de budur. Bu, Mekhul ve el-Evzaî'den de rivayet edilmiş olup, Şafiî -Allah ondan razı olsun- de böyle demiştir.

Buna karşılık Ömer b. el-Hattab, İbn Mes'ud, Muâz, Ebu'd-Derdâ, Âişe ve bir rivayete göre de Hz. Ali, mirasçı olacaklarını söylemişlerdir. Kûfelilerin, Ahmed ve îshâk'ın görüşü de budur. Bunlar, âyet-i kerimeyi delil göstererek şöyle derler: Zevil-Erham denilen bu akrabalarda biri akrabalık, diğeri de müslümanlık olmak üzere iki sebep toplanmış bulunmaktadır. Dolayısıyla bunlar, mirasçıhğın sebeplerinden birisi olan İslâmın dışında bir sebebi bu­lunmayanlara göre önceliklidirler.

Birincilerin buna cevabı şöyledir: Bu âyet-i kerime mücmel ve toplayıcı bir âyet-i kerimedir. Yakın ya da uzak olsun, her bir akraba bu ayetin zahi­rinden anlaşılmaktadır. Mirasa dair âyet-i kerimeler ise müfessirdir. Müfessir (açıklayıcı) olan âyet-i kerimeler ise mücmel ve mübeyyen hakkında hüküm verirler. Derler ki: Peygamber (sav) velayı mirasçı olmanın sabit bir sebebi kabul etmiş ve mevlayı (bir kimseyi kölelikten azad edeni) bu hususta ase-be gibi değerlendirerek: "Velâ azad eden kimseye aittir"[273]diye buyurmuş, veiâ hakkının satılmasını hibe yoluyla bağışlanmasını da yasaklamıştır.

Diğerleri ise Ebû Dâvûd ve Dârakutnî'nin el-Mikdâm'dan yaptıkları şu ri­vayeti delil gösterirler Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Kim bakıma muh­taç birisini terkedecek olursa, o(nun bakımı) bana aittir. -Bazan da: Allah'a ve Rasûlüne aittir diye buyurmuştur-, kim de bir mal bırakacak olursa, o da mirasçılarına aittir. Ben, mirasçısı olmayanın mirasçısıyım. Onun yerine di­yet öderim, onun mirasını alırım. Dayı da mirasçı olmayanın mirasçısıdır, onun yerine diyet öder ve ona mirasçı olur."[274]

Dârakutnî de Tavus'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Âişe (r.anhâ) dedi ki: "Allah, mevlâsı olmayanın mevtastdır. Dayı da mirasçı olmayanın mi-rasçısıdır."[275] Bu hadis, mevkuldur (Hz. Peygambere nîsbet edilmemektedir}. Ebu Hureyre (r.a)'dan rivayet edildiğine göre de, Rasûlullah (sav): "Dayı mi­rasçıdır" diye buyurmuştur.[276]

Yine Ebu Hureyre'den şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (savVa, hala ve teyzenin mirası hususunda soru soruldu, o da: "Bilemiyorum, bana Cebrail gelinceye kadar (birşey diyemem)" diye buyurdu. Daha sonra da şöf-le buyurdu; "Hala teyzenin mirasına dair soru soran nerede?" Bunun üzeri­ne adam gelince, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Cebrail bana, ikisine mi­rastan birşey olmadığını bildirdi." Dârakutnî dedi ki: Bu hadisi Muhammed b. Amr'dan müsned olarak yalnızca Mes'ade, rivayet etmiştir ve zayii" bir ra-vidir. Doğrusu bu hadisin mürsei olduğudur.[277]

Şa'bî'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ziyâd b. Ebi Süfyan, yanında oturan birisine dedi ki: Ömer'in hala ve teyze (nin mirasçıhğı) hususunda na­sıl hüküm verdiğini biliyor musun? Adam: Hayır deyince, o şöyle dedi: Ben, Ömer'in bu ikisi (nin mirası) hususunda nasıl hüküm verdiğini Allah'ın ya­rattıkları arasında en iyi bilenim. O, teyzeyi anne gibi, halayı da baba gibi de­ğerlendirmişti.

el-Enr'âl Sûresi'nin tefsiri burada sona ermektedir. Cenab-ı Allah'a hamd olsun.[278]



[1] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/575.

[2] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/575.

[3] Müsned, V, 324; el-HâkimT elMiistedrek, II, 326.

[4] Bu sebebe göre: Ganimetler arasında paylaştırılınoyâ sokulmadan senden nefel istiyor­lar anlamına gelir."

[5] Müslim, Fedâilu's-Salıâbe 43; aynı muhtevada değişik lafızlarla: Müslim, Cihâd 34; Bbû Dâvûd, Cihad 145; Tirmizt, Tefsir 8. sûre 1; Müsned, I, 178, 181, 186.

[6] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/575-577.

[7] BuhÂrî, Diyât22.

[8] İbnu'I-Estr. en-Nihâye, V, 100.

[9] Müslim, Mesâcid 5; Tirmizî, Siyer 5; Müsned, II, 412.

[10] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/577-578.

[11] Ebû Dâvûd, Cihâd 121, 149; Nesöî, Kasmu'1-Fey' 6-8; Muvatta, Cihâd 22; Müsned, IV, 128, V, 316, 319.

[12] Buhâri, Fnrdu'l-Htımus 15, MeğSzi 57; Müslim, Cihâd 35, 36; Ebû Ddvâd, Cihâd 145; Dârimî, Siyer 41; Muvatta, Cihâd 15; Müsned, II, 10, 55, 62, 80, 151, 156.

[13] Muvatta, Cihâd 15.

[14] Ebû Dâvûd, Cihâd 145. Yukarıda bu olayın yer aldığı kaynaklar arasında tereddütsüz olarak isabet eden payın onbir deve ile bir deve olduğunu, tereddüt ile onbir mi oni­ki ini olduğunu ve tereddütsüz olarak isabet eden payların oniki deve ve ek olarak bi­rer deve verildiğini belirtenler vardır. Tereddüt edenler de genelde tabiin ve sonraki dö­nemlerdeki nıvilerdir. Ancak bütün rivayetlerin ittifak ettikleri nokta; her birisine en az onbir deve ganimet payı, birer deve de nefl olarak verildiğidir.

[15] Müslim, Cihâd 37.

[16] İbn Abdi'l-Berr, el-îsciîkar, XIV, 101 v.d.

[17] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/578-580.

[18] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/580.

[19] Ebû Dâvûd, Cihâd 144.

[20] Ebû Dâvûd, Cihâcl 144.

[21] İbn Abdi'1-Berr, el-htUkâr, XIV, 107.

[22] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/580-581.

[23] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/582.

[24] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/582.

[25] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/583.

[26] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/583-584.

[27] Buhârl, Fiten 15; Müslim, Fedâil 137; Müsned, III, 177.

[28] Ebû Dâvûd, SÜnne 5; Tirmizî, İlm 16; Müsned, IV, 126, 127.

[29] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/584-585.

[30] Ebu'd-Derdâ'dan rivayete göre Peygamber (sav) şöye buyurmuştur: "Her şeyin bir haki­kati vardır. Hiç bîr kul, kendisine isabet eden bir şeyin gelip çatmamasının; isabet etme­yen şeyin de kendisini gelip bulmamasının imkânsız olduğunu bilmeden imanın hakika­tine erişmez." (Miisneâ, VI, 441-442; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 197de belirtildiğine göre bunu Taberanrde et-Evsat'ıa zikretmiş olup, senedindeki râvileri de sikadırlar.)

[31] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/585-586.

[32] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/586-588.

[33] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/588-589.

[34] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/589-590.

[35] Müslim, Cihâd 58; Tirmizl, Tefsir 8. süre 3; Müsned, I, 30, 32.

[36] Buyurmadığını söylediği şekil ise hemze zîyacieli olan fiilden ism-i faildir. Bununla, heın-zeli kullanılış ile hemzesiz kullanılış arasında anlam farklılığına işaret etmektedir.

[37] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/590-593.

[38] İbn Kesir, II, 562'de Hafız EM Ya'lâ ta rafından kaydedildiğini bildirmektedir. el-Hey-semî, Mecmau'z-Zevaİd, VI, 69'dîi İbn Abbas'tan gelen rivayete göre su taşımak için kul­lan jlfın yüz deveden başka, iki atın bulunduğu ve bunlara sıra ile binildiğiTcaydedilmek-tedir.

[39] Buhârî, Meğâzî 6.

[40] Buhârî, Meğâzî 6.

[41] Bu anlamdaki birkaç rivayeti Buhûrî, Meğnzîö'da zikretmektedir.

[42] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/593-598.

[43] Buhârl, Meğâzî 12.

[44] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/599.

[45] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/599.

[46] Müslim, Cennet 77; Nesaî, Cenâiz 117; Müsned, IH, 104, 219-220, 263.

[47] Buhârt, Cenâiz 68, 87; Müslim, Cennet 70; Ebû Dâvûd, Cenâİî 74, Sürene 24; Nesaî, Cenâiz 108-110; Müsned, III, 126.

[48] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/599-600.

[49] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/601-603.

[50] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/603-604.

[51] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/604.

[52] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/604-605.

[53] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/605.

[54] Buhârî, Vesâyâ 23, Hııdûd 44; Müslim, İman 145: Bbû Düvûd, Vesâyâ 10; Nesâi, Ve-sâyâ 12; Müsned, II, 362.

[55] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/606-607.

[56] Hadis, hemen sonro senediyle birlikte kaydedilecek ve kaynakları ilgili notta gösteri­lecektir.

[57] İbn Mâce, Cihâd 25. Ebû Seleme'nin metruk bir ravî oîııp bu hadisinin bâtıl olduğu (İbn Hacer, Tehzibu't-Tehzib, XII, 130) bilhassa belirtilmiştir.

[58] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/607.

[59] Ebû Dâvûd, Vitr 26; Tirmizî, Deavât 117.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/607-608.

[60] Ebû Dâvûd, Cihâcl 96; Tirmizî, Cihâd 36: Müsned, II, 58, 70, 99. 100, 111.

[61] Ebü Ubeyde b. el-Cerrah, savaşta öldürülmedi. Amevâs Taun diye bilinen veba salgı­nı sırasında (h, 18 yılında) veba'dan şelıicl düşmüştür. (İbnu'S-Esir, Usdu'l-Gâbe, II, 24-26, V, 205-206) Buna göre Hz. Ömerbıı sözlerini başka birisi hakkında söylemiş olma­lıdır.

[62] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/608-609.

[63] Az önce geçti. Kaynakları da arada gösterilmiştir.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/609.

[64] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/610-612.

[65] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/612-613.

[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/7-8.

[67] Buhârl, Tefsir 8. sûre 1.

[68] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/8-9.

[69] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/9.

[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/10.

[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/10-11.

[72] Buhari, Tefsir 1. sûre 1, 8. süre 2, Fedâilu'l-Kur'ân 9; Ebû Dâvûd, Vjtr 15; Nesaî, İftitâh 26; Dârimi, Salât 172, FedSilıı'i-Kur'ân 12; Müsned, III, 450, IV, 211. Tirmizl, Fe-dâilu'l-Kur'ân l'de benzeri bir olayı Ubeyy b. Ka'b'ın başından geçmiş olarak kayd et­tikten sonra; "Bu hususta Enes'ten ve Ebû Sâid b. el-Muallâ'dan gelmiş rivayetler de var­dır" diyerek bu hadise de işaret etmektedir.

[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/11.

[74] Buhârî. Kader 14, Tevhid 11; Tirmizi, Nüzûr 13; Nesai, Eymân 1; Darimî, Nüzûr 12; Muvatta; Nüzûr 15; Müsned, II, 26, 67, 68, 127.

[75] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/12-13.

[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/13.

[77] Aynı manada nisbeten farklı lafızlarla: el-Heysemî, Mecmau'z-Zeuûid, VII, 233-234, "se­nedinde münker rivayetleri bulunan İbrahim b. Ebi'l-Feyyâd'ın bulunduğu” kaydıyla.

[78] Buhâri, Enbiyâ 7, Fiten 4, 28; Müslim, Fiten 1, 2; Tirmizi, Fiten 21, 23; tbn Mâce, Fl-ten 9; Muvatta, Kelâm 22; Müsned, VI, 428, 429.

[79] Tirmizî, Fiten 8, Tefsir 5. sûre 17; Ebû Dâvûd, Helakim 17; İbn Mâce, Fiten, 20; Müsned, I, 25"

[80] Buhâri, Fiten 6; Tirmizi, Fiten 12; Müsned, IV, 268, 269, 270.

[81] Nesai, Buyu' 47; Muvatta', Bııyû' 33- Muvatta'Ğa kaydedildiği üzere olay kısaca şöy­ledir: Muâviye, belirtilen şekilde bir alış-verişi yapınca Ebu'd-Derda Allah RasûhTnün böyle bir alış-verişi yasaklamış olduğunu bildirir. Mııaviye bunda bir sakınca olmadı­ğını belirtir Ebu'd-Derdâ da ona: "Senin bulunduğun bir yerde ben olmam” diyerek, Hz, Ömer'e gider, durumu ona bildirir, Hz. Öıner de Muâviyeye bu tur bir alış-veriş yap­mamasını söyler.

[82] Buhârî, Ficen 19; Afüsned, II, 110.

[83] Buhâri, Buyu’ 49; Müslim, Fiten 4, 8; Ebû Dâvûd, Mehdi 11; Tirmizl, Fiten 10; İbn Mâce, Zühd 26; Müsned, VI, 105.

[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/13-16.

[85] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/16-17.

[86] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/17-18.

[87] Ebû Davûd, Vitr 32; Nesaî, İstiaze 19, 20; îbn Mâce, Et'ime 53.

[88] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/18-20.

[89] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/20.

[90] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/20-21.

[91] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/22.

[92] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/23.

[93] Buhâri, Tefsir 8. sûre 3; Müslim, Sıfatu'l-Münâfikûn 37.

[94] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/23-24.

[95] Müslim. Sıfâtu'1-Münâfikîn 37; Buhâri, Tefsir 8. sûre 3, 4; Tirmizi, 8. sûre 4.

[96] Ebû Mûsâ (ra); "Rasülullah (sav) döneminde iki eman vardı. Bunlardan biri kaldırıldı, diğeri kaldı" dedikten sonnt bu âyetin mağfiret dilemek ile ilgili bölümünü okudu, (Müsned, IV, 403).

[97] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/24-25.

[98] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/26.

[99] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/26-28.

[100] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/28.

[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/29.

[102] Müslim, İman 192; Müsned, IV, 199.

[103] Müslim, Tevbe 46; Buhâri, Enbiyâ 54.

[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/29-30.

[105] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/30-31.

[106] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/31-32.

[107] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/32.

[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/32-33.

[109] Görüleceği gibi başlıklar yirmialtı değil, yirmibeştir.

[110] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/33.

[111] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/33-34.

[112] Ebû. Dâvûd, Cihad 144-145 (yakın ifadelerle).

[113] Buhâri, Menâkıbu'l-Ensar 1, Meğazî 56; Müslim, Zekât 133-135; Tirmizî, Menâkıb 65; Müsned, III, 57, 76 77, 89, 169, 188, 246, 249, 275, 280, IV, 42.

[114] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/34-37.

[115] Buhâri, Fardu'l-Hıuns 9, Hars 14: Ebû Dâvûd, Hane 23-24.

[116] Müslim, Fiten 33; Ebû Dâvûd, Hnrâc 29; Müsned, II, 262.

[117] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/37-39.

[118] Buhâri, Fardu'l-Hums 18, Meğâzî 54; Müslim, Cihâd 41; Ebû Dâvüd, Cihad 136; Tirmizi, Siyer 13; İbn Mâce, Cihad 29; Muvatta', Cihâd 18; Müsned, V, 12, 295, 306. An­cak İbn Mâce ile Müsned, V, 12'deki rivayetlerin dışındakilerde; "...ve bunu dair bir de delil ortaya koyarsa..." kaydı da yer almaktadır.

[119] Müslim, Cihad 45; EbûDâvûd, Cihad 100.

[120] Buhârî, Fardu'l-Hums 18; Müslim, Cihad 42; Müsned, I, 193.

[121] Müslim, Cihâd 44.

[122] Ebû Dâvûd, Cihad 137; Müsned, IV, 26, 27, 28.

[123] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/39-42.

[124] Ebü Dâvud, Cİhâd 138; Müsned, IV, 90, VI, 26.

[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/43.

[126] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/43-44.

[127] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/44.

[128] Bukâri, Buyu' 28, Fardu'l-Hums 1. Meğazî 12; Müslim, Eşribe 2.

[129] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/44-45.

[130] Nesai, Kasmu'l-Fey" 11.

[131] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/45.

[132] Hanefîlerin bu husustaki diğer görüşleri ile dayandıkları deliller için -meselâ- bk. el-ihtiyâr, IV, 131-132.

[133] Ebû Dâvûd, Cihâd 121,149; Nesaî, Kasınu'1-Fey" 5; Muvatta', Cihâd 22; Müsned, 7V, 128, V, 316, 319, 326.

[134] Nesai, Kasmu'1-Fey' 10.

[135] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/45-47.

[136] Müslim, Zek3t 167; Ebû Dâvûd, Haraç 20; Müsned, IV, 166.

[137] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/47.

[138] Müslim, İman 348; Tirmizî, Tefsir 26, sûre 2; Nesai, Vesayâ 6; Müsned, II, 333, 360, 519.

[139] Nesaî, Kasmu'1-Fey' 5, 6; Müsned, IV, 81; Buhari, Faidu'l-Humus 17.

[140] Buhârî, Meğâzî 38.

[141] Nesai, Kasmu'1-Fey1 5.

[142] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/48.

[143] Müslim, Cihad 47; Ebû Dâvûd, Harâc 29; Müsned, II, 317.

[144] Buhâri, Fardu'l-Hums 16; Ebû Dâvûd, Cihâd 120: Müsned, IV 80.

[145] Ebû Davûd, Harâc 21.

[146] Müslim, Zühd 16.

[147] Buhâri, Cihâd 30; Müslim, Cihâd 48; Nesai, Kasınu'1-Fey’ 8; Müsned, I, 25, 48.

[148] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/49-51.

[149] Bk. el-İhtiyar, IV, 129-130.

[150] Dârakutnî, IV, 106.

[151] Buhari, Cihad 51, Meğazî 38: Müslim, Cihâd 57; Ebû Dâvûd, Cihad 143; Tirmizi, Siyer 6; İbn Mâce, Cihâd 36; Dârimî, Siyer 33; Muvatta, Cihâd 21; Müsned, II, 2, 62, 72. 80.

[152] Dârakutni, IV, 109-111.

[153] Darakutnî, IV, 104. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihad 143.

[154] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/51-52.

[155] Ancak bu, Ebû Yûsufun görüşüdür. Ebıı Hanife ile Muhammedin görüşüne göre an­cak tek ata pay verilir. (Bk el-İhtiyâr. IV, 130; ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-îslâmi, 1, 463).

[156] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/52-53.

[157] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/53.

[158] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/53.

[159] Buhâri, Fardu'1-Hums 9- babın başlığı olarak.

[160] Müslim, Cihâd 32.

[161] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/53-54.

[162] Müslim, Cihâd 137; Ebû Dâvud, Cihâd 141; Ttrmizi, Siyer 8.

[163] Ibn Hacer, el-lsâbe, III, 150.

[164] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/54-55.

[165] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/55-56.

[166] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/56.

[167] Buhari, Meğâzî 38; Ebû Davud, Cihad 140.

[168] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/56-57.

[169] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/57.

[170] Buhârî, Fardu'1-Hums 14, Fedailu Ashâbi'n-Nebiyy 7, Meğâzî 19; Tirmizi, Menâkıb 18.

[171] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/57-58.

[172] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/59.

[173] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/59-61.

[174] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/61-62.

[175] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/62-63.

[176] Ebû Dâvûd. Cihad 102.

[177] Ebû Dâvûd, Cihad 102.

[178] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/63-64.

[179] Buharî, İstiskaa 26, Meğ3zî 29, Bed’uI-Halk 5; Müslim, Salâtu'l-lstiskaa 17; Müsned, I, 223, 228...

[180] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/64-65.

[181] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/65-66.

[182] Muvatta', Hacc 245.

[183] Buhâri, Ezan 4, el-Amel fl's-Salat 18, Sehv 6, Bed'u'1-Halk 11; Müslim, Salât 19, Me-sücid 83; Ebû Davûd, Salât 11, 174; Muvatta', Nida 6; Müsned, II, 313, 398, 460...

[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/66-68.

[185] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/68-69.

[186] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/69-70.

[187] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/70-71.

[188] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/71.

[189] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/71.

[190] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/72.

[191] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/72-74.

[192] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/74.

[193] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/74-75.

[194] Ebu Dâvûd, Cihâd, 152; Tirmizi, Siyer 27; Müsned, IV, 111, 113, 386. Ancak belirrilen kaynaklarda snhabî'nin adı Amr b. Anbese değil, Amr b. Abse'dir. Doğrusu da budur.

[195] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/75-77.

[196] Müslim, Cihad 16; Müsned, II, 70, (İbn Ömer'den), III, 46, 61, 70.

[197] Buhâri, Cihad 157, Menakıb 25, İstitübeti'l-Mürteddin 6; Müslim, Zekât 153, Cihâd 17, 18; Ebû Dâvûd, Cihad 92, Sünne 28; Tirmizl, Cihaâd 5; İbn Mâce, Cihad 28; Müsned, I, 81, 90...,  312, 314, III, 224, 297, 308, VI, 387, 459.

[198] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/77.

[199] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/78-80.

[200] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/80.

[201] Müslim, İmâre 167; Ebû Dâvûd, Cihad 23; Tirmizi, Tefsir 8. sûre 5; îbn Afâee, Cihâd 19; Dâriınt, Cihâd 14: Müsned, IV 157.

[202] Müslim, İmâre 168; Tirmizî, Tefsir 8.  sûre 5; Müsned, IV, 157.

[203] Ebâ Davûd, Cihâd 23; Tirmizi, Feda İhı'1-Cihâd 11; Nem, Cihâd 8; İbn Mâce, Cihâd 19; Dârimî, Cilıâd 14; Müsned, IV, 144, 148.

[204] Ebu Davûd, Cihâd 23; Tirmizi, Fedâîlul-Cihad 11; Nesal, Cihâd 8; İbn Mâce, Cihâd 19; Dârîmî, Cihâd 14; Müsned, IV, 144, 148.

[205] Buhârî, Cihâd 78, Enbiyâ 12, Menâkıb 4; İbn Mâce, Cihad 19; Müsned, I, 364, IV, 50.

[206] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/80-81.

[207] Buhari, Cihâd 48, Musakaat 12, Menâkıb 28, Tefsir 99. sûre 1, İ'tisâın 24; Müslim, Ze­kât 24, 25; Tirmizi, Cihâd 10; Nesal, Hayl 1; Ibn Mâce, Cihâd 14; Muvatta', Cihâd 3; Müsned, I, 295, II, 262, 283.

[208] Buhârî, İtk 2; İbnMâce, Itk 4; Muvatta', İtk 15; Müsned, II, 383, V, 150, 171, 265.

[209] Ebû Dâvûd, Cihâd 45 (kısmen); Nesaî, Hayl 73; Müsned, IV, 345.

[210] Tirmizi, Cihâd 20; îbn Mâce, Cihâd 14.

[211] Dârimî, Cihâd 35.

[212] Müslim, İmâre 101, 102;  Nesaî, Hay! 4; Müsned II, 250.

[213] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/81-83.

[214] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/83-84.

[215] Buhârî, Cihâd 89, Zekât 49; Müslim, Zekât 11; Ebû Dâvûd, Zekât 22; Nesat, Zekât 15; Müsned, II, 322.

[216] Ebû Dâvûd, Menâsik 79. Ancak devesini vakfeden şahıs, Ebû Mîi'kil'dİr, hanımı değil­dir. Hanımı, kocası Ebû Ma'kll'den kendisini hacca götürmesini isteyince, imkânı ol­madığını söylemiş. Devesini ona hatırlatınca, Ebıı Ma'kil onu vakfettiğini söylemiş.

[217] Arapça baskıyı hazırlayanın notuna göre kitabın tam adı: "et-Ta'rifve'l-İ'lâmfimâ Ub-hime fî'l-Kur'âni mine'l-Esmail-A'lâm" olup Kahire kütüphanesinde "232 ve 439 Tef­sir" de kayıtlı bir yazmadır.

[218] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/84.

[219] İbn Kesir, IV, 26'da bu hadisi kaydettikten sonra; "Bu hadis fflünkesîrdir, senedi de met­ni de sahih değildir" demektedir.

[220] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/84-85.

[221] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/85.

[222] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/85.

[223] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/85-86.

[224] Buhâri, Şürût 15; Ebû Dâvûd, Cihâd 156; Müsned, IV, 323, 329.

[225] Bk. Ibn Sa'd Tabakat II, 73.

[226] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/87-89.

[227] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/89-90.

[228] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/90-91.

[229] Buharî, Tefsir 8. sûre 7; Ebû Dâvûd, Cihâd 96.

[230] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/92-93.

[231] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/93-94.

[232] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/94.

[233] Müslim, Cihâd 58; Müsned, I, 31, 32, 33; ayrıca bk. Ebû Dâvüd, Cihâd 121; Tirmizt, Tef­sir 8. sûre 3, 6.

[234] Tirmizİ, Tefsir 8. sûre 6; Müsned, I, 383, 384. (2) Ebû Dâvûd, Cihad 121.

[235] Tirmizl, Siyer 18.

[236] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/94-97.

[237] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/98.

[238] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/98.

[239] Müslim, Cihâd 58.

[240] İbnu'1-Esir, Usdu't-Ğabe, III, 60 v.d.; tbn Hacer, el-babe, III, 5U-512.

[241] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/98-99.

[242] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/100.

[243] Ahıned Abdıırrahman el-Benna, Minhatu'l-Ma'büd fi tertibi Müsnedi't-Teyâlist Ebü Dâ-vûd, II, 19; Tirmizt, Tefsir 8. sûre 7; Müsned, II, 252.

[244] Tirmizi, Tefsir S. sûre 7.

[245] Buhâri, Cihad 141, Meğflzî, 9, 46, Tefsir 60, sûre 1, Edeb 74, Îstit3beuri-Musteddin 9; Müslim, Fedâilu's-Sahabe 161; Ebû Dâvûd, Cihad 98; Tlrnuzî, Tefsir 60, sûre 1; Dâri-ml, Rikaak 48; Müsned, I, 80, 105, 331, II, 109, III, 350.

[246] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/100-101.

[247] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/101-102.

[248] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/102.

[249] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/102-103.

[250] Ebâ Davûd, Cihâd 121.

[251] Bk. İbn îshâk, Stre, Konya 1401/1981, s, 287; Tahkik Muhammed Hamidullah; Ebû Ha­tlın el-Bustî ea-Siretu'n-Nebeviyye, Beyrut 1407/1987, s. 184; el-Vâkidî, EshâbuNuzû-li'l-Kur'an, s.245; Suyuiî, ed-Durru'l-Mensur, III, 111-112.

[252] Buhûrf, Meğazî 12, Cihâd 172, Itk 11.

Buhûrf, Meğazî 12, Cihâd 172, Itk 11.

[253] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/103-104.

[254] Buharî, Salat 42, Cikâd 172, Cizye 4.

[255] Suyûtî, ed-Durru't-Mensûr, III, 112.

[256] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/105.

[257] Ebû Dâvud, Cihâd 121.

[258] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/105-106.

[259] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/106-107.

[260] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/107-108.

[261] Ebû Dâvûd, Feraiz 16; Buhârl, Tefsir 4. sûre 7.

[262] Buhârî, Ferâiz 5, 7, 9, 15; Müslim, Ferâiz 2, 3; Tirmizî, Feraiz 8; Dârimî, Ferâiz 28,

[263] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/108-109.

[264] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/109-110.

[265] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/110.

[266] Tirmizt, Nikâh 3.

[267] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/110-111.

[268] Buhârt, Sayd 10, Cihâd 1, 27, 194, Menâkıbu'l-EnsSr 45, Meğâzî 53; Müslim, İmâre 85; Tirmizt, Siyer 33; Nesaî, Bey'at 15; Müsntd, I, 226, 2!S6..., II, 215, III, 22, 401..., V, 71, 187, VI, 466.

[269] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/111.

[270] Asabe: Akrabalıklarının ölene ıılaşınnsında arada dişi bulunmayan ölenin erkek akra­balarına denir (Dr. ez-Zuhaylî, el-Fıkku'l-İslâmi, VIII, 332)

[271] Merhun ınüfessirimiz bu mersiyenin on beyi tin i kaydetmiş bulunmaktadır. Biz ilk bey­it ve konu ile doğrudan ilgisi bulunan diğer altı beyit ile yetiniyoruz.

[272] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/112.

[273] Hadis, el-Mâide, 5/103. âyet, 7. başlığın sonlarında geçmişti. Kaynakları için oraya ba­kılabilir.

[274] Ebû Dâvûd, Ferâiz 8; İbn Mâee, Ferâiz 9; Dürakutni, IV, 85-86.

[275] Dârakutnî, IV, 85.

[276] "Dayı, mirasçısı olmayanın nıirasçısıciır" şeklinde; Dârakutni, IV7 86.

[277] Dârakutnî, IV. 99.

[278] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/113-114.