Namaz, Allah İçin Harcamanın Kapısıdır
Mü'minler O Gün Çetin Bir Sınavdan Geçirilmişti
Mü'minler
Kendilerine Düşeni Yerine Getirdiklerinde Allah'ın Yardimi Tecelli Eder
Meleklerin Yardımcı Olarak Gönderilmesi
Allah'a Ve Resulüne Karşı Gelenler
Savaşta Düşmana Arka Döndürmek
Sorumluluk, İşittikten Sonra Başlar
Allah'ın Mü'minlere Olan Lütfü
İhanet (Güveni Kötüye Kullanmak)
Mal Ve Çocuk, Dünya Hayatının Zînetidir
Allah Korkusu
F:N Sağlam Kıstastır
Bu Tarihî Olayin Bir Başka Yönü Ve Yorumu
Küfür Diyarında İstiğfar Edenler
Kutsal Kabe'ye Lâyık Ve Ehil Olanlar
Allah Yolundan Alıkoymak İçin Mallarını Harcayanlar
İslâm Devletinin Dört Önemli Görevi
İslâm'ın Hoşgörü Ve İyi Niyeti
Tarafların Birbirlerini Az Görmesi
Savaşa Böbürlenerek Çikmak Hatalıdır
Melekler Kâfirlerin Canlarını Alırken
Tarih, Olayların Tekrarlandığı Bir Sahnedir
Allah'ı İnkâr, Seviyesizliğin En Kötüsüdür
Esir Konusu Savaşla Bağlantılıdır
Allah Âhireti Elde Etmenizi İstiyor
Savaşın Daha Büyük Hikmeti Vardır
Her Hâl Ü Kârda Allah'tan Korkmak
İnanmayan Müşrikler, Birbirlerinin Dostlarıdır
Kur'ân'ın sekizinci
süresidir. Daha çok savaş ve onunla ilgili konuları içerir; stratejik bilgiler
verir. Savaşta zafer elde etmenin maddî ve manevî nedenleri üzerinde durulur.
Karşı tarafın nasıl bir strateji uygulayacağı açıklanırken bu hususta
mü'minlere yol gösterilir.
Bu arada Bedir
savaşına, mü'minlerin ve müşriklerin tutumlarına; Allah'ın mü'minlere olan
yardımına geniş yer ayrılır ve o savaşın hikmet ve amacı yansıtılır. Uzun yıllardan
beri mü'minlerin hasretini çekip özlemini duyduğu Mekke'nin ve kutsal Kabe'nin
yakında fethinin müyesser olacağına işaretlerde bulunulur.
Savaşa yeterince
hazırlanmanın selâmet ve zaferin ilk basamağı olduğu hatırlatılır; sonra da
mü'minlere böyle bir hazırlık için hep tetikte olmaları telkin edilir.
Mü'minlerin yapılan
sözleşmelere sadık ve bağlı kalmaları övgü ile anlatılırken, müşriklerin bu
hususta da döneklik ve hıyanet içinde bulunduklarına atıflar yapılır. Böylece
mü'minlerin eninde sonunda muzaffer olacağı, düşmanlarının ise hezimete
uğrayacağı dolaylı şekilde ifâde edilir.
Enfâl, nefel'in
çoğuludur. Nefel ve nafile, sözlükte, birkaç mânâya gelir: Bahşiş, ganimet
malı, bir şey üzerine fazlalık, doyumluk bu cümledendir. Asıl üzerine fazla
olan şeye, meselâ oğlun oğluna nafile denir. Çünkü torun, oğul üzerine bir
fazlalıktır. O bakımdan farz ve vacip üzerine fazladan kılınan namazlara
nevâfil; mevcut mal üzerine bir fazlalık olarak ele geçirilen ganimet mallarına
«enfâl» denilmiştir.
Sûreye isim olarak
verilen «enfâl»dan maksat, savaşta elde edilen ganimettir.
Enfâl sûresi, yedi
âyeti dışında tamamı Medine'de, Bakara sûresinden sonra inmiştir. Mekke'de inen
yedi âyeti, 30. âyetten 37. âyete kadar olanıdır. Müfessirlerin bir kısmına
göre, sûrenin tamamı Medine'de inmiştir. Sahih olanı da budur.
Müfessir Alâuddin
el-Hâzin'e göre, 75 âyet, 1075 kelime ve 5080 harftir. Ibn Kesîr'e göre, 76
âyet, 1631 kelime ve 5249 harftir.
sağlamak için
savaşlarda elde edilen ganimetlerin beşte biri Hz. Peygam-ber'in (A.S.) emir ve
irâdesine terkediliyordu. Resûlüllah (A.S.) onu daha çok muhtaçlara dağıtmak
suretiyle toplum yapısında denge ve düzeni sağlıyordu. Resûlüllah'ın (A.S.)
vefatından sonra halîfenin sorumluluğu altında devlet hazinesine bırakılıyor ve
dinin lüzumlu gördüğü yerlere harcanıyordu.
Ganimetin beşte dördü
savaşa katılan mücahitlere, belirlenmiş bir kıstasa göre taksim edilir; evini,
işini yüzüstü bırakıp kendini Allah ve Peygamber yoluna vakfeden mü'minlerin
böylece geçimleri kısmen olsun karşılanır ve sıkıntılarının giderilmesi
sağlanırdı.
«Eğer cidden inanıyorsanız, Allah'tan korkup (tartışmayı bırakarak)
aranızı düzeltin..»
Savaşta mücahitlerin
ortaya koyduğu kahramanlık, fedakârlık ve fe-rağat-i nefs muhakkak ki hayli
farklılık arzeder; her kişi fizikî kuvvetine, imân derecesine, cesaretine ve
ölümü küçümseme duygusuna göre bir hizmet arzeder. Ancak biri diğerini
tamamladığı ve hepsinin hizmetleri bir-araya gelmekle zafere erişildiği
gerçeğini unutmamak gerekir. O halde sulh günlerinde olduğu gibi, savaş
günlerinde de benlik, senlik kavgasının yeri ve anlamı yoktur. Zafer ve başarı
-Allah'ın izni ve yardımıyla- hepsinindir. Allah çok âdildir, O, kullarını en
iyi görüp gözetendir. Ganimet taksiminde beyân buyurduğu ölçü ve kıstas, bütünüyle
dinin kuvvet bulmasına, Allah sözünün en yüee olmasına yönelik bir hikmet
taşımaktadır. Bazı fertlerin kişisel mantığı bu hikmeti kavrayamazsa, onun,
cumhurun mantığıyla tamamen uyum halinde bulunduğunu hatırlatmakta fayda vardır.
O bakımdan ganimet
taksimi, kumandanların arzu ve irâdesine bırakılmamış, bizzat Allah ve Resulü
tarafından belirlenerek sağlam ölçülere bağlanmıştır. Ne de olsa, insanın mala
karşı zaafı vardır. Açgözlük onun hilkat mayasına katılmıştır. Kanalize
edilmediği ve meşru sınırlar içine alınmadığı takdirde sürtüşme ve bölünmeye
neden olabilir. İslâmiyet ise, sürtüşme ve bölünmeye sebebiyet verecek her
şeyi yasaklamış ve gereken bütün önlemleri öneeden alıp belli bir programa göre
düzenlemiştir. Ganimet taksimi onlardan sadece biridir. Şüphesiz ki, bu
husustaki tedbir birtakım yersiz itirazları ve onların doğuracağı tartışma ve
hizipleşmeyi önleyerek ordunun birlik ve beraberlik şuuruyla savaşmasına en
güzel ortamı hazırlamıştır.
İşte «Allah'tan korkun,
aranızı düzeltin» emirleri, konulan kıstasın ve indirilen hükmün hedefine
ulaşmasını âmir manevî bir müeyyide niteliğindedir. [1]
Yukarıdaki âyette
takva ve imânın birer manevî müeyyide olarak gereğine dokunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle imân cevherine
erişen mü'minlerin beş önemli vasfı açıklanarak, o vasıflara sahip olanlar için
büyük ecirler hazırlandığı haber veriliyor. [2]
2— Gerçek mü'minler o kimselerdir ki, Allah
anıldığı zaman kalble-rı ürperir; karşılarında O'nun âyetleri okununca bu
onların imânını artırır ve onlar Rablarına güvenip dayanırlar.
3— Hem onlar namazı dosdoğru kılarlar ve bizim
rızık olarak kendilerine sunduğumuzdan {Allah için) harcarlar.
İşte bunlar, gerçekten
mü'minler bunlardır. Rabları yanında onlar «Çin dereceler, mağfiret ve
güzel-şerefli rızık(lar) vardır.
Yapılan sahîh tesbite
göre, ashab-ı kiramdan Haris b. Mâlik el-Ansarî (R.A.), Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'e uğradığında, Efendimiz ona sordu:
— Ya Haris! nasıl sabahladın? O da şu cevabı
verdi :
— Hakikaten mü'min olarak sabahladım. Peygamber
(A.S.) -.
— Ne dediğine dikkat et! Çünkü her şeyin bir
hakikati vardır, senin imânının hakikati nedir? diye sordu. O da şu cevabı
verdi:
— Kendimi dünya'dan çekip aldım, ona sırt çevirdim;
gecemi daha çok uykusuz geçirdim; gündüzümü susuzluk içinde geçirip (oruç
tuttum).
Şu anda sanki Rabbımm
Arş'ına ayan-beyan bakıyor gibiyim; Cennet ehline de bakıyor gibiyim, onlar
birbirlerini ziyaret ediyorlar. Cehennemliklere de bakıyor gibiyim, aşağılanmış
bir halde çığrışarak inliyorlar.,
Peygamber (A.S.) ona :
— Ya Haris! imânın hakikatini biliyorsun, ona
gerekli ol., buyurdu ve bu sözünü üç defa tekrarladı. [3]
«Şüphesiz ki
{Cennet'te) yüce makamlarda bulunanları, kendilerinden derece bakımından
aşağıda olanlar, sizin göğün ufkunda sabit duran yıldızı gördüğünüz gibi,
görürler.»
Bunun üzerine denildi
ki: «Ey Allah'ın Peygamberi! sizin bahsettiğiniz ancak peygamberlerin makam ve
derecesidir ki başkaları oralara erişemez.» Peygamber (A.S.) şu cevabı verdi:
«Hayır, canımı kudret elinde bulunduran zata and olsun ki, onlar Allah'a îmân
edip, peygamberleri tasdik edenlerdir.» [4]
«Doğrusu Cennet ehli,
yüksek derecelere erişenleri, sizin göğün ufkunda yerinde duran yıldızı
gördüğünüz gibi görürler. Herhalde Ebû Bekir ile Ömer de onlardandır ve nimete
erişenlerdir.» [5]
«Şüphesiz Cennet'te yüz
derece vardır; her iki derece arası yüz yıldır.» [6][7]
«Gerçek mü'minler o
kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri ürperir....»
İman zevkini, akıl,
irâde, idrâk ve vicdan yoluyla alıp benliğine yediren mü'minin beş ana vasfı
vardır ki, diğer insanlarda bunların tamamı bir-arada bulunmaz:
1— Allah anıldığında kalbleri
ürperir. Bu, aşk derecesine
yükselen sevgidir ki, saygı ve tazimin üst kademesine tırmanan korkunun en açık
belirtisidir. Mecnûn'un yanında Leylâ anıldığında kalbi hoplar, rengi değişirdi.
Mecazî aşk bu ölçüde insanı çekip alırsa, hakikî aşk neler yapmaz?..
Artık böylesi Allah
ile görür, O'nunla işitir, O'nunla tutar ve O'nunla yürür..
2— Allah'ın âyetleri okununca, onların imânını
artırır. Öyle ki, her âyet bir tasdik ve bilgiye kapı açar; her
belge, ilâhî kudret ve sünnetullahı yansıtır. Her tasdîk ve yeni bilgi imâna
güç ve kuvvet verir; her belge imânın zevk ve heyecanını artırır.
Hani Hz. İbrahim
(A.S.), «Rabbım! ölüleri nasıl diriltirsin, bana göster?» demişti. Allah ona :
«Yoksa inanmadın mı?» buyurmuştu. O da: «Hayır, inandım (ve inanıyorum), fakat
kalbim iyice yatışsın diye (arzuluyorum)» demişti.[8]
İşte gerçek
mü'minlerin durumu da öyle.. İnen her âyet onların kalb-lerini yatıştırıyor;
zevk ve aşklarını artırıyor; arttıkça da Allah'a daha çok yaklaşıyor;
yaklaştıkça da O'nun inayetine daha fazla erişiyor ve o nis-bette dünya
kirlerinden arınıyorlar.
Bu iki maddede gaybden
şuhuda geçiş vardır. Tıpkı Allah'ın bir ışık suretinde ağaçta, bir ses
biçiminde bulutta Hz. Musa'ya tecellisi gibi..
Mü'min önoe gaybî
hakikate inanır; kalbde kök salınca da gaybî hakikat ona âyet ve belgelerle
tecelli eder. Kur'ân-ı Kerîm, bu âyet ve belgelerin tamamıdır,
3— Onlar Rablerine güvenip dayanırlar. Her şeyde
Allah'ın varlığının, birliğinin ve kudretinin eşsiz eserlerini gören; her varlığın ilâhî sünnete bağlı kalarak
varlığını sürdürdüğünü idrâk eden; kâinatın her zerresinde ilâhî ilmin,
kudretin ve rahmetin nâfız olduğunu anlayan mü'minin, hilkat kanununa ve bu
kanunun yegâne sahibine uyup her hâl-ü kârda O'na tevekkül etmesi kadar tabii
ne olabilir? O bakımdan bu düzeye kendini ge-tiremiyen kişinin Allah'a olan
güveni zayıf, itikadı sarsıktır.
4— Onlar
namazlarını dosdoğru kılarlar. Şüphesiz ki, yukarıda belirtilen üç sıfatı
kendinde toplayan bir mü'min için zevklerin en güzeli, Allah'a kulluğun en
anlamlı yanı olan, namaz kılmaktır. Çünkü namaz benzeri olmayan bir ibâdettir.
Allah ile konuşma şerefine erişmeye vasıtadır. O bakımdan bütün peygamberler
namaz ile emrolunmuşlardır. Aynı zamanda insanın Allah'a en yakın olduğu vakit,
secdeye kapandığı anlardır. O da namazın her rekâtında iki defa yapılarak kul
ile Rabbı. arasındaki yakınlığa yeni bir anlam kazandırmaktadır. Nitekim
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, geceleri kalkıp yalnız başına namaz kılarken
kıyamı uzattığı gibi, secdeleri de uzatırdı.
Şüphesiz ki, kulun
namaz ile eriştiği bu yüksek mertebe, bütünüyle edep, terbiye, nezaket, saygı
ve tazim mertebesidir. Beden bir bakıma ruh-laşır; ruh da aslına yönelip
gıdasını alır.
İşte onun içindir ki,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Namaz gözümün aydınlığı kılınmıştır.» Diğer bir
rivayette ise, «Gözümün aydınlığı namazdadır.» [9]
buyurmuş ve ayakları şişinceye kadar namazını uzatmıştır.
5— Rızık
olarak kendilerine sunduğumuzdan (Allah için Ailah yolunda) harcarlar.
Gerçekten yukarıdaki dört vasfı ruhunda taşıyan mü'min, mal ve makamı, servet
ve ihtişamı, şöhret ve bencilliği birer âdi araç olarak görür; bunların
hepsini gayeler gayesi olan ilâhî rızaya uygun şekilde kullanır. Öylesi malın
ve makamın bekçisi değil, mal ve makam onun hiz-metcisidir. Bu düzeye gelip
ruhunun kanatlarını açarak Hak'a doğru durmadan yükselen kimse her işinde
Allah'ı görürcesine hareket eder ve yaptığı iyilik ve işlediği hasenat
dolayısıyla fânilerden hiçbir şey beklemez.
İşte bu vasıflarla kendini
donatan mü'minler, gerçekten imân zevkini almış kişilerdir. Onlar için Allah
yanında yüksek dereceler, mağfiret ve rıdvanlar hazırlanmıştır. Ardı arkası
kesilmeyen sonsuz rızıklar da onlar içindir. [10]
«Allah anıldığı zaman
kalbleri ürperir.»
«Hakikat ehline göre,
korku iki kısımdır.»
Konuyu ve meselenin
gerçek yüzünü, hakiki anlam ve amacını, hikmet ve sırrını araştıranlara göre,
Allah'tan korkmak iki türlü olur: Biri, O'nun cdâleti gereği vereceği azaptan;
diğeri, O'nun sonsuz kudretinden, azamet ve celâlından korkmaktır. Birincisi,
günah içinde yüzüp zaman zaman ilâhî emirlere uymayanlara hastır. İkincisi,
Allah'ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini, âdet ve değişmeyen
kanunlarını eşyada müşahede edip plândaki yerini almaya çalışan ve bir hatâ
yaparım diye endişelenenlerin duyduğu korkudur.
Onun içindir ki,
Kur'ân'da bu iki zümreye seslenilirken bir yerde Allah'ın azabının şiddetinden
söz edilir ve arkasından hemen Allah'ın azamet ve celâlinden bahsedilir ve bu
iki sıfatın tecellisi en duyarlı bir anlatımla işlenir.
Beş sıfattan biri
bulunmazsa, diğerleri tehlikeye girebilir. Tıpkı beş kapılı bir kale misali,
kapılardan biri güvene alınmaz, muhafızsız bırakılırsa, diğer dört kapıyı ve
kalenin kendisini tehlikeye düşürür. O bakımdan mü'minde toplanan beş sıfat
birbirini tamamlar ve korur. Bütün peygamberler insanlar için lüzumlu olan o
beş sıfatı anlatmaya, kalb ve kafalara işlemeye ve bulundukları her yerde kendi
yaşayışlarıyla onların model ve misallerini vermeye çalışmışlardır. Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'in 23 yıllık risâlet devrinde bu beş sıfatın yeri cok büyük ve
o nisbette önemlidir.
Allah yolunda mallarıyla,
canlarıyla seve seve savaşanlar da ancak bu sıfatları kendinde toplayıp
birleştiren bahtiyarlardır. [11]
«Onlar namazı dosdoğru
kılarlar ve...»
Namaz dış görünüşüyle bedenî
bir ibâdettir; gerçekte ise, kalbi ve kafayı malî ibâdete hazırlayan ilâhî bir
iksirdir. Temelinde hakikî imân, çatısında gerçek tevekkül bulunan bir namaz,
insana bütün iyilik ve hayırların kapısını açar; bencillik ve ihtiras
damarlarını koparıp atar, merhamet ve cömertlik duygusunu geliştirir; insanı
kötülüklerden çekip uzaklaştırır. Allah için Allah yolunda harcama, namazın en
tabii ürünlerinden biri olarak içten dışa vurup filizlenir. O bakımdan Cenâb-ı
Hak, namazdan sonra ınfaktan söz etmiştir, [12]
Yukarıdaki âyetlerle,
savaşta elde edilen ganimetin taksimatının Allah ve Peygamberine ait bulunduğu
açıklanarak, bu hususta herhangi bir tartışmanın yeri olmadığı hatırlatıldı.
Sonra da gerçek mü'minlerin beş önemli sıfatı sıralanarak ortaya sağlam bir
kıstas konuldu.
Aşağıdaki âyetlerle, ganimet
hakkında tartışanlar bulunduğu gibi, Hz. Peygamberin (A.S.) aldığı emir üzerine
Bedir savaşına karar verip çıkmaya hazırlanırken mü'minlerden bir kısmının
bunu hoş karşılamadığı ve haklı bir karar hakkında Peygamberle tartıştıkları
konu ediliyor. Sonra da mü'minlerin ganimet ve savaş gibi iki olayla karşı
karşıya bulundukları, Allah'ın savaştan yana, mü'minlerin ganimetten yana
oldukları belirtiliyor. Böyleoe Bedir savaşının hikmeti açıklanmış oluyor. [13]
5— Nitekim Rabbın seni hak uğrunda (savaşmak
üzere) evinden çıkarmıştı da mü'minlerden bir kısmı bundan hoşlanmamış,
isteksizlik göstermişlerdi.
6— Hak besbelli olup ortaya çıktıktan sonra bite
seninle tartışıyorlar; sanki baka baka ölüme sürükleniyormuş gibi oluyorlardı.
7— Hani Allah iki taifeden birini size
va'dediyordu da siz ise güçsüz, silâhsız olanının size düşmesini arzu
ediyordunuz. Allah da sözleriyle hakkın yerine gelmesini ve kâfirlerin kökünü
kesmeyi diliyor.
8— Suçlular hoşlanmasa bile hakkı hak olarak
ortaya koymayı, bâ-tılı boşa çıkarıp hükümsüz kılmayı (murat ediyordu).
İbn Abbas (R.A.), Urve
b. Zübeyir (R.A.), Muhammed t. İshak ve mü-fessir Süddî'nin tesbitine göre,
Mekke'nin ileri gelenlerinden Ebû Süfyan b. Harb, beraberinde Kureyş
müşriklerinden kırk kadar kişi bulunduğu halde Şam'dan büyük bir ticaret
kervanıyla yola çıkmışlardı. Aralarında Amr b. Âs ve Mahreme b. Nevfel gibi
ünlüler de vardı. Bu kervan belli şahısların değil, Kureyş'ten birçok
kimselere ait idi. O bakımdan başlıbaşına bir servet sayılırdı. İleride bir güç
olarak bu büyük serveti İslâm'ın aleyhine kullanacakları kesindi. Kervan Bedir
yakınlarına gelince, Peygamber (A.S.) Efendimiz haber almış, gereken bilgiyi
toplamıştı. Vakit kaybetmeden ashabın ileri gelenlerini topladı; ileride ve
belki çok yakın bir gelecekte İslâm aleyhine kullanılacak malın büyük bir
yekûn tuttuğunu, kervanı sevk ve idare edenlerin ise, az kişilerden oluştuğunu
anlattı ve «Haydi, hazırlanıp kervanı karşılayın. Umarım ki, Allah size
bununla yarar sağlayacaktır.» buyurdu. Ashabdan kimi ağır, kimi hafif
teçhizatla yola çıktılar. Hiç kimse büyük bir savaş olacağını tahmin etmemişti.
Ebû Süfyan, baskına uğrayacaklarını vaktinde haber almış ve derhal Mekke'ye
haber göndererek savaşa hazırlanmalarını emretmiş ve bir yandan da belli
sınırı aşıp baskına uğramadan bütün imkânlarını kullanmıştı.
Mekke'ye gönderilen
haberci, vadinin ortasında gömleğini yırtarak, başına, dizlerine vurarak Kureyş
kabilesine şöyle seslenmişti: «Güzel kokular, nefis gıdalar, nadide kumaşlar
yüklü develeriniz Muhammed ile arkadaşları tarafından yağma edilmek üzeredir!
Yetişebileceğinizi pek ümit edemiyorum!.»
Başta Ebû Cehl olmak
üzere Kureyş ileri gelenleri derhal harekete geçtiler. Ebû Leheb dışında lider
durumunda olanların hepsi silahlandılar. Kendilerine göre güçlü bir ordu ile
kervanı kurtarmak ve gerektiğinde Muhammed (A.S.) ile kozlarını paylaşmak
üzere Medine cihetine hareket ettiler ve geceyi gündüze katarak Bedir yöresine
yaklaştılar. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz o sırada Zerfan veya Zekvân vadisinde
bulunuyordu. İki tarafın casusları saati saatına durumu tesbit edip gereken
bilgiyi zamanında ulaştırıyorlardı. Kervan ise epeyce uzaklaşmış durumda idi.
Tam bu sırada Melek Cebrail indi ve iki taifeden birinin, yani ya kervanın, ya
da
Mekke'den gelen
dokuzyüz küsur kişiye yakın bir ordunun Müslümanlara va'dedildiğini
müjdeliyordu. Ne var ki, ashab-ı kiram kervanı daha çok ar-zuluyordu. Durumu
iyice değerlendiren Resûlüüah (A.S.) Efendimiz, asha-bıyla istişare etmeğe
karar verdi. Çünkü daha önce Ansar ile yaptığı anlaşma ve biata göre,
Medine'ye saldıran olursa, Ansar savaşacaktı. Medine dışında meydana gelecek
savaşlar için bir söz verme yoktu.
Peygamber (A.S.)
Efendimiz bütün bu hususları dikkate alarak onlara sordu : «Kervanı mı takip
etmek istersiniz, yoksa gelen Mekkelilerle savaşmayı mı arzu edersiniz?» Bu
soru üzerine Ebû Bekir (R.A.) ile Ömer (R.A.) ayağa kalkıp çok güzel sözler
söylediler. Onlardan hemen sonra Mikdad b. Amr kat-kıp, «Ey Allah'ın Resulü!
Allah'ın sana emrettiği şekilde hareket et; biz seninle beraberiz.
İsrâîloğulları'nın Musa Peygamber'e, (Senle FJabbın gidin de düşmanla savaşın;
biz burada oturacağız) dedikleri gibi demiyoruz, Biz, Sen Rabbınla beraber
(düşman ile) savaşın, biz de mutlaka beraberinizde (emrinizde) savaşacağız,
diyoruz. Seni hak peygamber olarak gönderene and olsun ki, bizi Habeş ülkesine
götürsen geliriz ve senin yanında yer alıp birlikte savaşırız.»
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
bu sözlere çok memnun oldu ve hepsine hayır ile duâ ettikten sonra şöyle
buyurdu : «Ey insanlar! görüşünüz nedir, onu söyleyin?» Bununla Ansan
kastediyordu. Çünkü onlar Akaba bia-tında şu sözü vermişlerdi : «Ey Allah'ın
Peygamberi! bizim yurdumuza gelinceye kadar sana yardımcı olamıyacağız; ama
yurdumuza gelip yerleştiğinizde artık senin yardımındayız; kendi ailemizden
savdığımız her kötülüğü senden savacağız.»
Cenâb-ı Peygamberin
(A.S.) bu tarihî seslenişini anlamakta gecikmeyen Ansar'ın ileri gelenlerinden
Sa'd b. Muâz (R.A.) şöyle söze başladı: «Vallahi sanırım ki, sen bizi
kastediyorsun, ey Allah'ın Resulü!» Peygamber de (A.S.) «Evet, öyle..» diyerek
cevap verdi. Bunun üzerine Sa'd b. Muâz (R.A.) dedi ki : «Biz sana inandık,
seni tasdik ettik; getirdiğin şeyin hak olduğuna şehadette bulunduk ve bunun
üzerine seni dinleyip itaat edeceğimize kesin söz verdik. Artık dilediğin
cihete hareket edebilirsin. Allah'a yemin ederim ki, bize şu denizi gösterip
dalacak olsan, biz de seninle birlikte dalarız. Bizden hiçbirimiz senden
geriye kalmayız. Senin ve bizim düşmanlarımızla karşılaşmayı yadırgamıyoruz.
Savaşta sabredeceğiz; sadakatimizi göstereceğiz.Umarım ki, Allah bizim de,
senin de gözlerimizi aydınlatacak iyi sonuçları irâde eder. Artık Allah'ın
bereketiyle hareket edebilirsin!.»
Bu çok samimi ve o
nisbette duygulandırıcı, güven verici sözler karşısında .Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz duygulandı ve : «Haydi hep birlikte Allah'ın bereketiyle yürüyün ve
size müjde veriyorum; çünkü Allah iki tai-
feden birini vermeyi
bize va'detti. Vallahi şu anda düşmanlarımızdan öldürülecek olanların
düşecekleri yerleri görüyorum!.» buyurdu.
Hz. Ömer (R.A.)den
yapılan sahîh rivayete göre, şöyle demiştir: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir
gün sonra Bedir'de öldürülecek olan müşriklerin düşecekleri yerleri bize
göstererek, şurası falanın, şurası falanın, burası da falanın düşeceği yerdir,
inşaallah.. buyurdu. Muhammed'i (A.S.) hak peygamber olarak gönderen kudrete
yemin ederim ki, Resûlüllah'ın (A.S.) gösterdiği yerlere' (müşriklerin cansız
cesetlerinin bir bir) düştüğünü gördük, hiçbir hatâ olmadı. Savaştan sonra
Resûlüilah'ın (A.S.) müşriklerden öldürülenlere yaklaşıp şöyle seslendiğini
işittim : «Allah ve Resulünün va'dettiğinin hak olduğunu gördünüz mü? Çünkü ben,
Allah'ın bana va'det-tiğini hak olarak gördüm.»
Bunun üzerine sordum :
«Ya Resûlellah! içinde ruhları bulunmayan cesetlere mi sesleniyorsun?» dedim.
Buyurdu ki : «Benim söylediklerimi sizler onlardan daha iyi işitiyor
değilsiniz. Ne var ki, onların cevap vermeğe kudretleri yoktur.»
Yine bu konuda Hz. Ömer'in
(R.A.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Bedir
savaşında müşriklere bakınca, sayılarının bine yaklaştığını, kendi ashabının
ise üçyüz küsur olduğunu gördü. Kıbleye yönelip ellerini kaldırarak şöyle
niyazda bulundu : «Allahım! bana va'det-tiğini yerine getir. Allahim! bana
va'dettiğini lütfet. Allahım! (yanımda bulunan) şu müslüman insanları yok
edecek olursan, yeryüzünde sana ibâdet edilmez olur.» Böylece Resûlüllah o
kadar duâ ve niyazda bulunup ellerini yükseltti ki, sırtındaki hırkası yere
düştü. Ebû Bekir (R.A.) koşup hırkayı alarak Efendimiz'in omuzlarına attı.
Sonra da arkasında durup, «Ey Allah'ın Peygamberi! bizden yana Rabbına yönelip
duâ etmen yeter; Rab-bın elbette sana olan va'dini yerine getirecektir»,
diyerek yardımcı olmaya çalıştı. [14]
Bunun üzerine şu âyetin indiği rivayet edilir: «Hani Rabbı-nızdan yalvarıp
yardım bekliyordunuz; o da ben sizi ardarda bin melekle destekleyip yardım
edeceğim, diye bildirmişti.» [15]
«Hak
besbelli olup ortaya çıktıktan sonra bile seninle tartışıyorlar; sanki
baka baka ölüme sürükleniyormuş gibi oluyorlardı.»
Şam'dan gelen ve İslâm
aleyhine kullanılacak olan ticaret kervanını ele geçirmek için evlerinden çıkan
ve düşünce bakımından yeterince savaş hazırlığı içinde bulunmayan ashab-ı
kiram, birden çetin bir savaş durumuyla karşılaştılar. Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz işin nezaketini ve mü'-minlerin büyük bir sınavdan geçirildiklerini
çok iyi biliyordu. Allah yolunda düşman ile savaşmak istemiyenler olursa, bu
onlar için sınavı kaybetmek demekti. Zaten dosdoğru inanmayanlarla hak uğrunda
savaşa girmek hatalı olurdu. O nedenle Resûlüllah (A.S.) Efendimiz aldığı
işaret üzerine ashabını, kervanı takip edip ele geçirmekle, Mekke'den gelen
orduyla savaşı başlatmak arasında serbest bıraktı. Ashabın, birkaç kişi
dışında hemen hepsi aldıkları köklü imân, yüksek terbiye gereği toparlanarak
Re-sûlüllah'a (A.S.) her hâl ü kârda uyacaklarını bildirdiler. Allah'ı,
Resulünü ve Âhiret saadetini, birkaç günlük dünya hayatına teroîh ettiler.
Allah da onları bin melekle destekledi, morallerini yükseltip imânlarını
artırdı. Müşrikleri ise hezimete uğratıp hakkı ihkak, bâtılı ibtâl sünneti yerini
buldu. [16]
İman ve ona bağlı
azim, beşer gücünün yettiği çizgiye ulaşmadıkça Allah'ın yardımı tecelli etmez.
Bu, ezelde belirlenen bir hükümdür ki, şaşmadan hedefine doğru ilerler. Bedir
savaşında, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Allah'ın bu ezelî hükmünü bildiği
için, bütün imkânlarını harekete geçirmiş, gereken bütün tedbirlere başvurmuş
ve öylece beşer imkânın erişebileceği çizgiye gelip dayanmıştı. Artık yapılacak
başka bir şey yoktu. Allah'a güvenip dayanmak ve Allah düşmanlarıyla savaşmak,
programın son halkasını oluşturuyordu.
O bakımdan ilâhî inayet ve
nusret mü'minlerden yana tecelli etmeye başladı,- müşriklerin moralini bozan,
mü'minlerin imân ve cesaretini artıran melekler insan suretine temessül ederek
müstesna görüntüler sergilediler. [17]
Yukarıdaki âyetlerle,
İslâm'ın artık Allah düşmanlarıyla savaşacak bir düzeye geldiği, bundan böyle
mü'minlerin çok çetin sınavlardan geçirileceği, Bedir savaşının onun sadece
bir halkasını teşki! ettiği belirtildi. Allah yolunda her türlü maddî vg
manevî imkânlarını ortaya koyan müminlere Allah'ın yardımının tecelli
edeceğine işarette bulunuldu.
Aşağıdaki âyetler, meleklerin
yardıma gönderildiği, ancak bunun kâfirlerin cesaretini kırmaya, mü'minlerin
morallerini yükseltmeğe yönelik bulunduğu, meleklerin silâh kullanmayacakları,
adam öldürmeyecekleri kapalı bir anlatımla hatırlatılıyor. Böylece Allah'a
güvenip dayananların üstün geleceği müjdeleniyor. [18]
9— Hani Rabbinizden yalvarıp yardım
bekliyordunuz; O da, ben sizi ardarda bin melekle destekleyip yardım edeceğim,
diye bildirmişti.
10— Allah bu yardımı sırf müjde olması ve onunla
kalblerinizin iyice yatışması için yapmıştı. Yardım ancak Allah'tandır. Çünkü
Allah gerçekten çok güçlüdür, çok üstündür; yegâne hikmet sahibidir.
11— Hani kendi katından bir güven olsun diye sizi
hafif bir uykuya daldırmıştı ve sizi temizlemek, sizden şeytanın murdarlığını gidermek; kalblerinizi iyice
(Hakk'a) bağlayıp sağlamlaştırmak ve ayaklarınızı kaydır-mayıp sağlam tutmak
için gökten üzerinize su indirmişti.
12— Hani Rabbin meleklere : Muhakkak ben sizinle
beraberim; imân edenlerin (moral vererek) sebatlarını sağlayın, diye
vahyetmişti. İnkâr edip duranların kalblerine korku ve dehşet salacağım. Artık
(ey mü'minler,) vurun onların boyunlarına, vurun onların her bir parmağına!
13— Bu da onların Allah'a ve Peygamberine karşı
gelmelerindendir. Kim Allah'a ve Peygamberine karşı gelirse, şüphesiz ki
Allah'ın cezası çok şiddetlidir.
14— İşte bunu (bugünkü azabımızı) tadın. Doğrusu
kâfirlere bir de (Cehennem) ateşi azabı vardır.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, dua ve niyazda bulunduktan sonra bir ara kendinden geçer gibi oldu,
uyanınca şöyle buyurdu : «Ya Ebâ Bekir! Allah'ın yardımı sana geldi. İşte
Cebrail, atının dizginini tutarak ardından çekip getiriyor.» [19]
İbn Abbas (R.A.)dan yapılan
sahih rivayete göre. Bedir savaşında Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir ara şöyle
buyurdu : «İşte Cibril, atının başını tutup çekiyor, üzerinde de savaş aletleri
bulunuyor!» [20]
«Hani Rabbınızdan
yalvarıp yardım bekliyordunuz; O da, ben sîzi ardarda bin melekle destekleyip
yardım edeceğim, diye bildirmişti.»
İslâm henüz şehir devleti
kurma arifesinde bulunuyordu. Ne hazır bir askeri, ne vücut bulmuş bir
maliyesi, ne de savaşacak malzemesi vardı, Mekkeli'ler ise, gelecek günleri
hesaba katarak İslâm aleyhine büyük çapta ekonomik güç de hazırlamak amacıyla,
bir bakıma anonim şirket ölçüsünde ortaklaşa büyük bir ticarî kervan
oluşturmuşlardı. Savaş taktiğini ve Kureyş kabilesinin amacını cok iyi bilen
Peygamber (A.S.), sözünü ettiğimiz ekonomik gücü kırıp Mekkeli'leri maddi
destekten yoksun bırakmayı plânladı ve ona göre bütün tedbirleri alarak
kervanın önünü kesmeyi kararlaştırdı. Ne var ki, evdeki hesap carşıdakine
uymadı. Durumu zamanında haber alan Ebû Süfyan, hem Medine sınırlarından
süratle uzaklaşmaya çalıştı, hem de muhtemel bir saldırıyı durdurmak veya
cevap vermek için çok acele kaydıyla Mekke'den yardım istedi. Cok geçmeden yaklaşık
bin kişilik iyi teçhiz edilmiş bir kuvvet Bedir yöresine yaklaşmış oldu. Savaş
artık kaçınılmazdı. Müslümanlar 313 veya 310 kişiydi, Ne yeterince silâh, ne
de gıda maddesi bulunuyordu. Alınacak başka bir önlem de söz konusu değildi.
Çünkü Resûlüllah (A.S.J Efendimiz, mevcut imkânları ne varsa hepsini harekete
geçirmiş ve kendileriyle Allah arasındaki imkân ve irâde çizgisine gelip
dayanmışlardı. O bakımdan Allah'tan yardım ve inayet, nusrat ve zafer beklemek
gerekiyordu; zira o çizgiye gelinmeden ilâhî nusratın tecellisi pek
beklenemezdi. Allah Resulü (A.S.) nemli gözlerini, duâ kıblesi olan göğe
çevirerek ellerini kaldırdı ve Allah'tan yardım diledi. Böylece, Cenab-ı Hak,
her türlü imkân ve irâdesini kullanan mü'minleri manevî bir orduyla destekledi.
Cebrail ve Mikâü'in eşliğinde 1000 melek indi. Onlar mü'minlerin azmini,
cesaretini, imân ve irfanını artırıp moral vermek; kâfirlerin içine korku
salıp morallerini bozmakla görevlendirilmişlerdi. Sahih tesbitlere göre, beyaz
atlar üzerinde, beyaz üstlük ve sarıklar giyinerek tatlı, fakat heybetli bir
görünüm vererek inmişlerdir. [21]
«Allah bu
yardımı sırf müjde olması ve onunla kalblerinizin iyice yatışması için
yapmışt».»
İnen melekler
belirtildiği gibi, belli bir görevle gönderilmişlerdi. Düşman askerini öldürüp
yok etmek için değil, cesaretlerini kırıp morallerini bozmak göreviyle hareket
etmişlerdir. Zira, savaşlarda düşman askerini meleklerle öldürme hususunda
Allah'ın câri bir sünneti yoktur. Nitekim hem Âl-i İmran'da, hem de Enfâl
sûrelerinde bu İnceliğe işaret edilmekte ve gereken bilgi verilmektedir. Öyle
bir kanun veya sünnetullah olsaydı, birçok sakıncalar ortaya çıkardı. Onları
birkaç madde halinde özetliyecek olursak, daha iyi anlatma ve anlaşılma imkânı
sağlamış oluruz :
a) En büyük, aynı zamanda çok güçlü bir orduyu
imha etmek için 1000 tane meleğe ihtiyaç yoktur; bir melek -Allah'ın izniyle-
bu işi bir anda yerine getirme kudretine sahiptir. Nitekim Lût kavmini iki
meieğin yok ettiğini yine Kur'ân bize haber vermektedir.
b) Din düşmanlarıyla Allah savaşsaydı, yani
Allah'ın böyle bir eari kanunu olsaydı,
insan irâdesinin ve çalışmasının değeri kalmaz ve Allah'a dosdoğru imân edenler
atâlete, hareketsizliğe itilmiş olurlardı. Bu da insanın hilkat kanunundaki plân ve
programına ters düşerdi.
c) Allah'ın meleklerden oluşan ordusuyla
çarpışmayı, savaşıp vuruşmayı aklı başında hiçbir düşman göze alamaz; zulüm ve
azgınlığı devam ettirmenin aptallık olduğunu anlar da ister istemez bu büyük
mu'eize karşısında baş eğip imân ederdi. Böylece ne savaşan, ne savaşılan; ne
de inkâr eden kalırdı. Sonuç olarak atâlet, uyuşukluk, hareketsizlik bütün insanları
sarar, yeryüzünde medeniyet olmazdı. Oysa insan tam bir mücadeleci, durmadan
harekette bulunucu, üstünlük sağlama aşkıyla
çalışıp dünyayı bayındır hale getirici olarak yaratılmıştır.
d) Peygamber ve kitap göndermeye gerek kalmaz,
bütün meseleler melekler vasıtasıyla çözülürdü. O takdirde de insan araştırma,
ilim yapma, okuma ve okutma duygu ve düşüncesine sahip olmaz, bir bakıma sırf
ibâdetle meşgul olmak için yaratıldığı sonucu ortaya çıkardı. Halbuki sırf
ibâdet etmek ve ilâhî emirleri kusursuz yerine getirmek için melekler yaratılmıştır.
Çünkü onlarda hem hayvanî ruh ve nefis yoktur, hem de hayatı sürdürme kaygısı
mevcut değildir.
Kur'ân'da bütün bu incelikler
iki cümleyle özetlenip meleklerin indi-rilmesindeki amaç, açık şekilde
belirtilmektedir: «Allah bu yardımı sırf müjde olması ve onunla kalblerinizin
iyice yatışması için yapmıştır.» [22]
«Yardım ancak
Allah'tandır.»
Âyetin sonunda bu
sözün yer alması çok anlamlıdır. İmân ve anlayış-
ları zayıf olanların
ileride kuvvet ve kudreti bütünüyle meleklere izafe edip onları
ilâhlaştırmalarım önlemek; kuvvet ve kudretin, yardım ve inayetin ilâhî irâde
ile tecelli ettiğini, meleklerin sadeee buna vasıta edildiklerini bildirmek
için, «yardım ancak Allah'tandır» buyurulmuştur.
Âl-i İmrân sûresinin 124,
125. âyetleriyle de Allah'ın bu yoldaki yardımı, meded-u inayeti söz konusu
edilmiştir. Ayrıca aynı sûrede meleklerin nişanlı, yani üzerlerinde belli
alâmet (üniforma) taşıdıkları belirtilmektedir. Bu, müslüman askerlerin
savaşlarda düşmana korku ve dehşet vermelerine, birbirlerini daha iyi
tanımalarına yardımcı olmaya ve disiplinli bir ordu meydana getirmelerini
gerçekleştirmeye yönelik bir tedbir ve taktiktir. [23]
«Hani kendi katından
bir güven olsun diye sizi hafif bir uykuya daldırmıştı..»
Bedir savaşında
düşmanın çokluğunu, savaş yerinin Müslümanlar aleyhine olduğunu gören İslâm
mücahitlerinin sinirleri iyice gerilmiş, az da olsa korku ve endişeye
kapılmışlardı. Günkü Medine'den çıkışları savaşmak için değil, İslâm aleyhine
kullanılacak bir kervanı ele geçirmekti. O bakımdan savaş çoğu için beklenmedik
bir olaydı. İşte böyle bir ortam gelişirken Cenâb-ı Hak kendi katından bir
güven olsun diye mü'minlere hafif bir uyku vermek suretiyle sinirlerini
yatıştırmayı, korku ve endişelerini gidermeyi murat etmiştir.
Bilindiği gibi, uyku
sırasında kaslar gevşer, sinir sistemi yatışır, tansiyon düşer, kalbin atışı
yavaşlar. Böylece uyuyan kimse hem dinlenir, hem toparlanır, hem de yeni bir
enerji kazanır. Kur'ân bu hususları «güven» tabiriyle özetlemiştir.
Nitekim Beyhakî Delâil
adlı eserinde Hz. Ali'nin (RA) şöyle dediğini rivayet etmiştir;
«Bedir günü aramızda tek
süvari Mikdad idi. O gün Peygamber hâriç hepimiz hafif bir uyku geçirdik.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ise, bir ağacın altında namaz kılıyordu.» [24]
«Ve sizi temizlemek, sizden şeytanın murdarlığını
gidermek; kalblerinizi iyice (Hakk'a) bağlayıp sağlamlaştırmak ve ayaklarınızı
kaydırmayıp sağlam tutmak için gökten üzerinize su İndirmiştir.»
Allah, sünneti gereği,
düşman kuvvetlerine oranla az ve silahsız sayılan İslâm mücahitlerinin bir
diğer sıkıntısını gidermek için yağmur yağdırmıştır. İbn Münzir'in İbn Cerîr
tarikiyla İbn Abbas'dan (R.A.) yaptığı rivayete göre. Bedir gününde müşrikler
erken davranıp kuyuyu ele geçirmişlerdi. O nedenle Müslümanlar arasında
susuzluk başlamış, ne içecek, ne de abdest alacak su kalmıştı. Bulundukları yer
de iyice kumsal bir araziydi. Geçe hoş bir yağmur yağdı, herkes kaplarını
iyice doldurdu, susuzluğunu giderdi, kumlar iyice basıldı ve büyük bir moral
içinde sabahladılar. Böylece savaşmak hususunda artık pek endişeleri
kalmamıştı. İşte Allah'ın onlara olan bu tür yardımı ve geniş inayeti ardarda
tecelli etmiştir.
Kur'ân'da, yağan
yağmurun o günkü yararları şöyle sıralanarak bizlere ana fikirler veriliyor:
1— Maddî ve mânevi temizliğin sağlanması,
2— Şeytanın durmadan moral bozar anlamda verdiği
sinyallerin kalb-lerde bıraktığı tesirin giderilmesi,
3— Allah'ın yardımlarının peşpeşe indiğine şahit
olup kalblerinin kuvvet kazanması,
4— Arazinin rahat hareket edilir duruma
getirilmesi, kumlara batıp istenilen
çevik harekette bulunamamanın önlenmesi gibi, en olumlu sonuçları doğurmuştur.
5— Ayrıca sıcak ve susuzluğun çevrenin süratle
kirlenmesine yol açması, o yüzden hastalık saçan mikropların üremesine en
uygun vasatın doğması önlenmiştir. [25]
«Kim Allah'a ve
Peygamberine karşı gelirse, şüphesiz ki Allah'ın cezası çok şiddetlidir.»
Allah'a karşı gelmek,
derin bir gafletin, karanlık bir cehaletin, katı bir inançsızlığın ürünüdür.
Hem O'nun mülkünde yaşamak, hem O'nun nimetini yiyip beslenmek, hem O'nun
verdiği güç ve kudretle ayakta durmak, hem de kalkıp ona baş kaldırmak, ne ile
yorumlanabilir?
Oysa insana, yaratanını
bilip anlama yeteneği verilmiş ve üstelik peygamber ve kitap da
gönderilmiştir. Bütün bu doğruya eriştirici, Hakk'ın sesini duyurucu, gerçeği
telkin edici vasıtaları bir tarafa itip hayat yuia-nnı nefis ve İblîs'in eline
vermek haksızlığın en kötüsü, nankörlüğün en berbatı değil midir?
Cenâb-ı Hak ise,
haksız ve nankör insanlara iki ayrı azap hazırlamıştır: Birincisi, dünyada,
ikincisi âhirette gerçekleşir. Dünyada, Allah'a dosdoğru inanıp kendi
aralarında birlik ve dirlik kurduktan sonra imkân ve irâde çizgisine gelmeyi
başaran müminlerin, o nankör zâlimlere karşı sağlayacağı kahredici zaferdir.
Âhiretteki azap ise, daha beterdir.
Azgın kâfirleri kahredecek
bir imân ordusu yoksa veya yetersizse, Cenâb-ı Hak denge kanununu harekete
geçirerek kâfiri kâfirle karşılaştırmak suretiyle haksızlık ve nankörlüğü
cezalandırır. Çünkü Allah, hükmünde yegâne galip ve üstündür; her şeyi yerli
yerince düzenleyip denge kuran yegâne Hakîm'dir. [26]
Yukarıdaki âyetlerle,
her türlü imkânını seferber edip düşmana karşı sadık bir niyetle çıkan
mü'minlere Allah'ın geniş yardımından söz edilerek Allah'ın ne zaman, kime
yardımda bulunacağı hakkında en sağlam bilgiler verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
belirtilen ilâhi kıstası unutarak düşmana sırt çevirmek suretiyle kaçan
mü'minlere Allah'ın gazabının ineceği haber veriliyor. [27]
15— Ey imân edenler! Toplu halde (savaş için
çıkıldığında) yavaş yavaş ilerlerken, kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara
arka çevirmeyin.
16— Kim o gün -savaşmak için bir tarafa çekilmek
veya diğer bir fırkaya ulaşıp mevzilenmek dışında- onlara arkasını döndürürse,
şüphesiz ki Allah'ın gazabına uğrar ve onun yurdu Cehennem'dir; orası ne kötü
uğraktır.
17— Onları
(hakikatte) siz öldürmediniz,
ama Allah onları öldürdü. Onlara attığın vakit sen
atmadın, ama Allah attı. Bu da Allah'ın güzel bir denemeyle mü'minleri denemesi
içindi. Şüphesiz ki Allah her şeyi işiten ve bilendir.
18— İşte bu böyledir; Allah kâfirlerin hile ve
dolanını (iyice) gevşetip işe yaramaz hale getirir.
19— (Ey Mekkeliler!) Siz zafer istiyordunuz, işte
size zafer gelmiştir, (mü'minler elde ettikleri zaferle sizi kahretmişlerdir).
Vazgeçerseniz bu sizin için hayırlıdır. Dönerseniz biz de döneriz.
Topluluğunuz ne kadar çok olsa da sizi hiçbir şey ile doygun (müstağni) kılamaz
(sizi hezimete uğramaktan kurtaramaz). Çünkü Allah gerçekten inananlarla
beraberdir.
«Helak edici yedi
şeyden sakınınız:
1— Allah'a ortak koşmak,
2— Sihir (ve büyü) yapmak,
3— Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı kimseyi
haksız yere öldürmek,
4— Faiz yemek,
5— (Haksız yere) yetim malı yemek,
6— Düşmanla karşılaşıldığında sırt çevirip
(savaştan) kaçmak,
7— Namuslu, iffetli, zinadan beri evli kadına
zina isnat etmek.» [28]
«Uç şey var ki, onlarla
beraber hiçbir amel yarar sağlamaz:
1— Allah'a ortak koşmak,
2— Ana-babaya karşı gelmek,
3— Savaşta düşmanla karşılaşıldığında arka
çevirip kaçmak..» [29]
«Bedir günü Peygamber
(A.S,) Efendimiz kendine ait gölgelikte gereken duâ ve niyazda bulunduktan
sonra yerden bir avuç kum alıp müşriklere doğru serpti ve «Şâhati'l-vücuh =
yüzler çirkinleşti» yani müşriklerin yüzleri çirkinleşip hezimete uğrasın,
buyurdu. Rivayete göre, Peygamberin (A.S.) attığı kumlar müşriklerden
istisnasız hepsinin gözüne kaçtı. [30]
Süddî'nin tesbitine
göre. Bedir günü Resûlüllah (A.S } Efendimiz, Ali b. Ebî Tâlib'e, «bana bir
avuç toprak ver» diye buyurdu. Hz. Ali (R.A.) de yerden bir avuç toprak alıp
takdîm edince. Efendimiz onu müşriklere doğru atıp saçmıştı.
Savaştan bir gün önce ise,
Ebû Cehl şöyle bedduada bulunmuştur: «Allahım! Muhammed akrabalık bağlarımızı
kesti, bilmediğimiz şeyi bize getirdi. Yarın onu dert ve mihnetle karşılaştır.»
[31]
«Ey imân edenler!
Toplu halde yavaş yavaş ilerlerken, kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara
arka döndürmeyin,»
Âyetin zahirinden,
yani dış anlatım şeklinden, iki ordu savaş için karşılaştıkları zaman,
mü'minlerin sırt çevirip kaçmasının haram ve büyük günah olduğu anlaşılıyor.
Ancak savaşa devam için başka bir cenaha çekilmek veya diğer bir bölüğe ulaşıp
yer almak için arka döndürenler bu genellemenin dışındadırlar.
Âyette kuvvetler
arasındaki dengeden söz edilmemiş, bunun açıklanması hadîslere ve olayların
sergilediği örneklere bırakılmıştır. Zaten meselelerin ve konuların çoğunu
icmalî biçimde, yani öz ve özet olarak vermek Kur'ân'da uygulanan ilâhî
metotlardan biridir. Bunun sebebi ise, çok açık ve belirgindir: Her konu ve
mesele detaylı şekilde açıklanıp kesin sonuçlar verilseydi, içtihada, ilmî
araştırmalara, aklı kullanmaya pek gerek kalmazdı. Bu da hareketsizliği
doğurur, ilim adamı yetişmesini zayıflatırdı. Diğer yandan Kur'ân'ın bir cilt
değil, beş, altı, hattâ on, onbeş cilt olması gerekirdi. Her iki durumda da.
birtakım sakıncalar ortaya çıkardı.
İlim adamlarının
sözünü etiğimiz âyetin yorumundaki görüşleri farklıdır:
a) Hz. Ömer,
Abdullah b. Ömer, İbn Abbas, Ebû Hüreyre, Ebû Saîd el-Hudrî, Ebû Nadre, İkrime,
Nâfi", el-Hasan, Katade ve Dahhak'a göre, âyetteki tahrîm, Bedir gününe
mahsustur. Zira o gün mü'minlerden geri çekilip kaçan kimsenin Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'den başka gideceği yer, sığınacağı mekânı yoktu; o bakımdan
düşmana arka çevirip kaçan ancak düşman saflarında yer alabilirdi.
İmam Ebû Hanîfe de
aynı görüştedir.
Savaşlarda ölüm
tehlikesi karşısında kalan ashab-ı kiramdan bir kısmı arkasını döndürmek
zorunda kalmışlardı. Allah onların bu davranışını bağışladı.
b) Cumhura göre, âyet muhkemdir, umumidir, hükmü
kıyamete kadar bakidir. Çünkü Bedir savaşından sonra inmiştir. O bakımdan
sadece Bedir savaşıyla ilgili değildir.
c) Diğer bazı ilim adamlarına göre, bu âyetin
hükmü aynı sûrenin 66. âyetiyle kaldırılmıştır. Bu yorum ve görüş pek itibar
görmemiştir.
d) Müslümanlar sayı ve teçhizat bakımından
yetersiz kalır da kendilerinde bir zayıflık hissederlerse, o takdirde ikiye
karşı bir nisbetinde iseler, yine de savaşmaları gerekir. Üce veya daha
fazlasına karşı bir nis-betde olurlarsa, o takdirde düşmana arkalarını
dönmelerinde bir sakınca yoktur.
İmam Şafiî ile İmâm
Mâlik de aynı görüştedirler. Sahîh-i Müslim'deki hadîsin de yorumu bu anlamda
yapılmıştır.
e) İbn Kasım'a göre, savaşta arka çevirip
kaçanın şahitliği makbul değildir. Ancak düşman birkaç kat fazla olursa, geri
çekilmek caizdir. O da Müslüman askerinin 12.000'den aşağı olduğu takdirde
böyledir. Bu sayıyı veya daha fazlasını bulan bir birliğin geri çekilmesi yine
caiz değildir. Çünkü Resûlüllah (A,S.) Efendimiz : «On iki bin kişi elbette
yenilmez.» buyurmuştur. [32]
«Onları (hakikatte) siz
öldürmediniz, ama Allah onları öldürdü.»
Kur'ân'da ilâhî
sünnetin tecellisi, plânının gereği belirtilip Bedir savaşında gecen olayların
iç yüzü Allah'a nisbet edilerek, «Onları (hakikatte) sen öldürmedin, ama Allah
onları öldürdü. Onlara attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı.»
buyurulmaktadir. Varlık âleminde her olay birtakım sebeplere bağlanır ve buna
sebeplilik kanunu denir. O halde ilâhî plân değişmez, sünnetullah şaşmadan
hedefine doğru ilerler. Uyanlar başarıya erişirler, uymayanlar perişan olurlar.
Allah'ın savaşla
ilgili sünnetini şöyle açıklayabiliriz : Hangi taraf bütün imkânlarını
kullanıp şerri ve azgınlığı defetmek, zulüm ve haksızlığı kaldırmak niyetiyle
yola çıkar ve gereken bütün tedbirleri aldıktan sonra âlemlerin Rabbı Allah'a
güvenip dayanırsa, ilâhî destek onlardan yana harekete geçip tecelli eder ve
böylece zafer kapıları açılır.
Onun için diyoruz ki :
Kendi imkânlarını belli sınıra .getirip Allah'a güvenip dayanan, O'nun
yardımın! dileyen mü'minler, sünnetullah'a uydukları için Cenâb-ı Hak onlara
destek sağlamış, meleklerini göndererek onlara mora! verirken, kâfirlere korku
ve dehşet salmıştır. Bu yoruma göre, azgın kâfirleri hakikatte Allah
öldürmüştür, mü'minler sadece O'nun plânına uyarak arada vasıta
kılınmışlardır.
ı «Onlara attığın
zaman sen atmadın, ama Allah attı.»
İnsana verilen az bir
kuvvet ve kudretle bir avuç kumu iki-üç kilometre, hattâ beşyüz, altıyüz metre
ileriye atmak pek mümkün değildir. Ayrıca atılan kumların müşriklerin
gözlerine, ağız ve burunlarına dokunması ise, beşer kudretinin dışındadır.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in şerefli ruhları her dem ilâhî inayete mazhar
bulunuyor ve O'nun sonsuz ve sınırsız kudretinden nasibini alıyordu. Gösterdiği
olağanüstü haller hep bu inayetten kaynaklanıyordu. O halde kumu serpip
atarken kutsî kuvvet ve ilâhî inayet onda tecelli etmiş bulunuyordu. Ruhunun
aldığı yüksek kudret, o kum taneciklerini istenilen yere ulaştırabiliyordu.
Görevli melekler, yağmur ve kar taneciklerini bir bir indirdikleri gibi, kum
taneciklerini de bir bir alıp hedefine ulaştırıyorlardı. O nedenle hakikatte
onu Allah'ın inayet ve kudreti atmış bulunuyordu. Resûlüllah (A.S.)-Efendimiz
ise, bu kudretin tecelligâhı olarak yer alıyordu.
Son olarak Mekkeliler
uyarılıyor, hakka karşı çiKmak niyetiyle tekrar dönüp saldırırlarsa, ilâhî
inayetin kusursuz tecelli edeceği ve böylece tekrar hükmünü yürüteceği
hatırlatılıyor; Hz. IVluhammed'e (A.S.) kin ve düşmanlıkla saldırmalarının,
hem dünyalarını, hem de âhiretlerini yıkacağına işarette bulunularak ilâhî
ihtar yapılıyor. Mü'minlere ferahlatıcı müjde, inkarcılara sıkıcı haber
veriliyor. [33]
Yukarıdaki âyetlerle
Bedir savaşının hikmeti üzerinde duruldu. Zaferi sağlayan kudrete dikkatler
çekilerek sünnetullah'ın şaşmadan hedefine doğru ilerlediği hatırlatıldı. Hakka
karşı gelenlerin eninde-sonunda hüsrana uğrayacaklarına Örnek verildi.
Aşağıdaki âyetlerle, imânın
mutlak itaat ve inkiyad, istediği belirtiliyor. Kalbi ve vicdanı köreimiş,
basîreti kapanmış canlılar gibi, sağırlar ve körler derekesine kendilerini
düşürmemeleri bildirilerek, o gibilere neden Hak'ın sesinin duyurulmadığı üzerinde durularak hikmeti açıklanıyor. [34]
20— Ey imân
edenler! Allah'a ve Peygamberine itaat edin. (Allah sözünü) işittiğiniz halde
ondan yüzçevirmeyin.
21 İşitmedikleri halde, «işittik» diyenler
gibî olmayın.
22- Şüphesiz ki (yerVüzünde) yürüyüp hareket eden
hayvanların Alan yanında en kötüsü, akletmeyen o sağır ve dilsiz olanlardır.
23— Allah
onlarda (hakkı, gerçeği, doğruyu akledip kabullenecek) bir hayır görseydi,
herhalde onlara (hakkı) duyururdu. Duyurmuş olsa bile yüzçevirirlerdi. Zaten
onlar hep yüzçeviren kimselerdir.
«(Allah'ın sözünü)
işittiğiniz halde ondan yüzçevirmeyin.»
Biri kulak ile, diğeri
kalb ile iki türlü işitme söz konusudur. İlgili âyette bu iki işitme
kastediliyor. Kulak, küçük hava basıncını, değişimlerini elektrik uyarılarına
çevirerek içerdikleri bilgiyi beyne ulaştırır. Kalb ise, imân kulağıyla ilâhî
beyanı alıp hücrelere kadar ulaştırır. Kulak her zaman kalbe vasıta olur, kalb
de onu hep dikkatli dinleme düzeyinde tutmaya çalışır. O bakımdan bir sesi,
bir daveti iyice anlayabilmemiz için kulakla birlikte dikkatimizi o sesin neyi
anlattığına çevirip teksif etmemiz gerekir. Ruhumuza gıda veren bir hakikati
beraberinde taşıyorsa, kalbimizi ve ruhumuzu bütünüyle ona hazır duruma
getirmemiz de oldukça önemlidir. Aksi halde beynimizin ilgili merkezi başka
şeyle meşgul bulunduğundan gelen sesin neyi kapsayıp taşıdığını tefrik edemeyiz.
O yüzden kalb gaflete boğulur, ruh letafetini kullanamaz olur.
Yukarıdaki âyetlerle,
özellikle bu gerçeğe atıflar yapılmakta ve işitip anlamanın önemi üzerinde
durulmaktadır. [35]
«İşitmedikleri halde,
işittik diyenler gibi olmayın.»
Mealindeki âyetle
Allah'a ve Peygamber'e inanıp uymanın ilâhî buyrukları işitmekle
gerçekleşebileceğine ve bu açıdan değerlendirilince, sorumluluğun da onunla
başlayacağına işarette bulunuluyor. Peygamber'in (A.S.) yaptığı tebligatı,
getirdiği Kur'ân'ı işittikten sonra yüzçevirmenin büyük bir gaflet olduğu, bir
bakıma akletmeyen dilsizler ve sağırlar seviyesine düşmeğe benzediği çok
duyarlı bir anlatımla belirtiliyor.
Hayvanlarda akıl
nimeti yok denecek kadar az olduğu, zekâ nimeti belli bir nisbette bulunduğu
halde seslere kulak verip bazı şeyleri rahatlıkla anladıkları, hele
eğitildikleri takdirde ihtiyaçlarını birtakım ses ve hareketlerle anlatmaya
çalıştıkları bir gerçektir. Oysa canlılar arasında
her yönüyle mükemmel
denecek bir kıvam ve evsafta yaratılan; üstelik Allah'ın sayısız lütuf ve
nimetlerine lâyık görülen insanlardan öylesi var ki, kulağı var, hakkı duymaz;
dili var, gerçeği söylemez; aklı var, doğru olanı idrâk etmez. Kendi eliyle
yapıp şekillendirdiği eşyaya, ya da kendisi gibi bir faniye tapar.
Kur'ân-ı Kerîm'de,
böylelerinin hayvanların en basitinden daha basit olduğu kapalı bir benzetmeyle
belirtiliyor.
Kalbi küfürle
tıkanmış, vicdanı maddeyle köreltmiş, aklı şehvetle sıvanmış, beyni inkârla
yıkanmış kişilere hakkın sesini duyurmak çok zordur. Çünkü işitmezler,
akıllarını yüce amaçlara doğru çevirmezler; âdi işler peşine takılıp bir ömür
tüketirler,
Cenâb-ı Hak, bu
tiplerin karakter yapısını bir cümleyle açıklıyor; «Allah onlarda (hakkı,
gerçeği, doğruyu akiedip kabullenecek) bir hayır görseydi, elbette onlara
(hakkı) duyururdu. Duyurmuş olsa bile yüzçevirirlerdi.» Çünkü yüz çevirmek
onların sanatı ve değişmeyen âdetidir. Oysa insanoğlu düşünen ve konuşan,
konuştuğunu anlayan, anladığını akleden bir canlıdır.
İşitmedikleri halde «işittik»
diyen beyinsizlerden de olmayın; ne o hayvanlar gibi akletmeyen sağırlar ve
dilsizler gibi olun, ne de hakkın çağrısına ve emirlerine ilgisiz kalıp
işitmediği halde işittik diyenler gibi olun.. Ama dikkatle dinleyin,
dinledikten sonra aklınızı iyice kullanıp yeterince anlamaya çalışın. O zaman
sizde hayır belirtileri kendini gösterir. [36]
De v a b b:
Dabbe'nin çoğuludur.
Sözlükte, yeryüzünde debelenip hareket eden her canlıya denilir. Pek az olarak
insan hakkında da kullanılır. Çoğu zaman binek hayvanları ve haşere hakkında
kullanıldığı görülür. İnsan hakkında kullanılması, onu aşağılamak, bulunduğu
şeref seviyesinden çok aşağılara düştüğünü bildirmek içindir; ilgili âyette'işaret
edildiği gibi..
Bir fikir, bir doktrin
veya bir mesele üç açıdan dinlenir:
1— Sırf
tenkit etmek, hakh-haksız yanına bakmadan onu çürütmeye çalışmak için dinlemek.
Bu, fikir fukarası, bilimde dengesiz, kültürde çok cılız kalan kişilerin
âdetidir.
öyleneni umursamamak;
ya çevrenin tesiri altında, ya da şahsî ÇiKarları hatırına dinlemek ve dikkati
başka tarafa çevirmek. Böylesi ne
denildiğini dosdoğru
anlamaz, sadece baş sallar veya geri zekâlıdır, dinler ama kavrayamaz. Bunlar
daha çok nifak, diğer bir tabirle münafıklık hastalığına yakalanıp şifâ
bulmayan tiplerdir. Kur'ân onlardan bir başka âyette şöyle söz eder: «Onlardan
kimi sana kulak verir de senden ayrılıp dışarı çıkınca, kendilerine (az-çok)
ilim verilenlere, az önce O ne söyledi? diye sorarlar. İşte bunlar Allah'ın,
kalblerini mühürledigi kimselerdir ve bunlar heveslerine uyanlardır.»[37]
3— Anlayıp
öğrenmek, yararlanıp uygulamak için dinlemek. Bu, ciddi ve samimi kişilerin
tavrı ve karakteridir. Kur'ân'da bunlar övülmekte-dirler. [38]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'a ve Peygamberine itaat emredildi ve ilâhi emirlere sağırlar, dilsizler
gibi kayıtsız kalınmamasına dikkatler çekildi. Akıl ve benzeri yeteneklerini
amacına uygun kullanmayanların nasıl basitleştiklerine atıflar yapılarak,
kalblerinin, anlayış ve tutumlarına uygun mühürlendiği belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Allah ve
Peygamberi'nin hayat veren çağrılarına olumlu cevap verilmesi emrediliyor,
gerçek hayatın bununla gerçekleşeceğine işaretle Allah'ın insan kalbi dahil
her şeye nüfuz ettiği açıklanıyor, sonra da kötülerin fena amelleri yüzünden
çıkacak fitnenin sadece o zalimlere erişmekle kalmayacağı; kurusunu, yaşını
kasıp kavuracağı bildiriliyor. [39]
24— Ey imân edenler! Allah ve Peygamber, hayat veren şeye
sizi çağırdığında icabet edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve
sonunda (dirilip hepiniz) O'nun huzurunda biraraya getirilerek
toplanacaksınız.
25— Öyle bir fitneden korkup sakının ki, o yalnız sizden
zâlimlere dokunmaz. Bilin ki, gerçekten Allah'ın ceza olarak vereceği azap çok
şiddetlidir.
26 Hatırlayın
ki, bir zamanlar siz yeryüzünde hem az, hem de zayıf ve acizdiniz; insanların
sizi kapıp götürmesinden korkuyordunuz; bu durumda iken Allah size yer-yurt
verip barındırdı, sizi yardımıyla destekleyip kuvvetlendirdi ve sizi temiz ve
helâl şeylerle rıziklandırdı ki şükredesiniz.
Ashab-ı kiramdan Ebû
Saîd el-Muallâ (R.A.) anlatıyor: Mescid-i Saadette namaz kılıyordum, tam o
sırada Resûlüllah (A.S.) Efendimiz beni çağırdı. Namazda bulunduğum için hem
cevap veremedim, hem de gidemedim. Namazdan sonra huzuruna vardım ve namazda
bulunduğum için gelemedim, diyerek özür diledim. Bunun üzerine Resûlüllah
(A.S.) bana : «Allah Kur'ön'da, Allah ve Peygamberi sizi çağırdığında icabet
edin, buyur-muyor mu?» buyurarak uyarıda bulundu. [40]
Ebû Hüreyre (R.A.) de
şöyle anlatıyor: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Übey b. Kâb'e gitmek üzere çıktı.
O sırada Übey namaz kılıyordu. Peygamber (A.S.) «Ya Übey!» diyerek seslendi.
Übey (R.A.) göz ucuyla baktı, fakat icabet etmedi. Namazını hafif tutup
bitirdikten sonra Resûlüllah'a (A.S.) geldi ve «es-Selâmü aleyke ya
Resûlel!ah!»dedi. Resûlüllah (A.S.) onun selâmını alıp cevapladı ve «Benîm
davetime icabet etmekten seni alıkoyan nedir?» diye sordu. O da, «namaz...»
diye cevap verince Efendimiz (A.S.) şöyle buyurdu : «Allah'ın bana vahyettiği
kitapta, Allah ve Peygamberi, hayat veren şeye sizi çağırdığında icabet edin,
buyurulduğunu görmedin mi?» Übey (R.A.) «evet gördüm, inşaallah bundan böyle (o
hataya bir daha) dönmem» diye (af diledi).[41]
Tabii bu sırf
Resûlüllah (A.S.) Efendimize has bir saygıdır. Başka birinin çağırması, farz
namazı yarıda kesmemizi gerektirmez. Ancak nafile namaz kılarken adamın ana
veya babası çağırırsa, onu olduğu yerde kesip onların çağrısına koşar.
Resûlüllah {A.S.)
Efendimiz buyurdu :
«Doğrusu âdemoğullannm
kalbi Rahmân'ın iki parmağı arasında bulunuyor, onu dilediği gibi çevirir.»
«Ey kalbleri çeviren
Allahım! bizim kalbimizi sana itaat üzere sabit kıl.» [42]
«Herhangi bir kavim ve
topluluk arasında bir adam günah işler de onlar onu değiştirmeye
(vazgeçirmeye) güçleri yettiği halde değiştirmezler (ona engel olmazlar)sa,
kendileri ölmeden önce Allah onlara herhalde bir azap eriştirecektir.» [43]
«İleride birtakım
fitneler olacak; o günlerde oturan, ayakta durandan; ayakta duran, yürüyenden;
yürüyen, koşandan hayırlı olacak. Kim o fitneye doğru yüzçevirip onu görmeye
çalışırsa, herhalde fitne de onu görecek ve onu kahredecek. Kim de fitne zamanı
iltica edecek veya sığınacak bir yer bulacak olursa, hemen oraya sığınsın.»[44]
«Canımı kudret elinde
tutan zata and olsun ki, ya iyilikle emreder ve kötülükten men'edersiniz, ya da
çok sürmez Allah kendi yanından üzerinize bir azap gönderir de ondan sonra duâ
edersiniz, duanız kabul olmaz.» [45]
«Allah'ın koyduğu sınırlar
üzerinde durup (onu aşmayan) kimse ile, o sınırı aşan kimsenin misali, bir gemi
yolcularının misaline benzer: Onlar gemiye yerleşmek hususunda kur'a çektiler;
bir kısmına geminin üstü, bir kısmına da altı isabet etti. Geminin alt
kısmındakiler (deniz) suyundan yararlanmak istedikleri zaman, yukarı
kısmındakilere başvurup dediler ki: Bize ait yerden bir delik açıp yararlansak
da üstümüzdekilere bir zarar vermezsek (ne dersiniz?) Üsttekiler, onları
arzuladıkları şeyi yapmaya terke-der de müdahale etmiyecek olurlarsa, hepsi
birden helak olurlar. Ama onların ellerinden tutup engel olurlarsa, hem
kendileri, hem de onlar birlikte kurtulurlar.» [46]
«Ey imân edenler! Al-lah ve Peygamberi, hayat
veren şeye sizi çağırdığında icabet edin..»
Mealindeki âyetle,
insanlara maddî ve manevî hayat veren, insana gerçek yaratanını tanıtan,
kulluğun anlam ve hikmetini öğreten, görevini belleten; insanı hayvanı
sıfatların tesirinden bir ölçüye kadar uzaklaştıran, onu melek tabiatlı yapan;
aileye düzen, topluma huzur, ülkelere adalet güneşini doğuran Allah ve
Peygamberinin talim ve terbiye (öğretim ve eğitim) çağrılarına kulak verip
gitmemiz emrediliyor. Çünkü sözü edilen gerçekleri yalnız ilim ve akılla bulup
bütünüyle kavramamız, hikmetiyle anlayıp amel etmemiz bir bakıma mümkün
değildir. Beşer aklının ürünü olan eğitim sistemi, beşer kadar kusurlu ve onun
kadar kısa ömürlüdür; aynı zamanda öyle bir eğitimin hedefi de sadece dünya ve
maddedir. Allah'ın gösterdiği eğitim yolu ise hem iki yönlüdür, bir yüzü
dünyaya, diğer yüzü ahirete yöneliktir, hem de kalıcıdır.
O bakımdan beşer
aklının ürünü olan eğitimde imân ve din ahlâkının mayası bulunduğu takdirde,
çok başarılı ve netice vericidir. Tecrübeler bunu isbatlamıştır. Akıl, zekâ,
kulak, göz, dil ve duygularımız böylesine kalıcı ve olumlu sonuç verici bir
eğitime yönelmeye birer vasıta niteliğinde-dirler; her biri yerinde,
yaratıldığı amaca göre kullanıldığı ölçüde mutluluk va'deder.
«Bilin ki Allah,
kişiyle kalbi arasına girer..»
Kalb, ilâhî çağrıya
yöneldiği nisbette O'nun sevgi ve yardımına erişir; uzaklaştığı oranda
yardımsız kalıp katılaşır. Bu hal de onu asıl amacından uzaklaştırıp manevî
gıdadan yoksun bırakır.
Kalb katılaşma düzeyinde
inkâr ve azgınlıkta ısrar ettiği sürece kararır, üzerine kılıf geçirilir, o
yüzden ilâhî feyiz ve rahmeti alamaz olur. O kılıfı ya da kesif perdeyi
yırttığı lakdirde amacına yönelme imkânını bulmuş olur. Işığını ilâhî
sevgiden, gıdosını O'nun rahmet ve gufranından alır. Ook sürmez Allah ile
beraber olma mutluluğuna erişir. İşte o zaman ne yaparsa Allah için yapar;
düşünce ve duyguları ilâhî süzgüden geçer. Artık o hem kendini, hem de
çevresini aydınlatan bir lamba olur. [47]
({Ve sonunda (hepiniz dirilerek) onun huzurunda
biraraya getirilip toplanacaksınız.»
Allah'tan kaçmak,
O'nun irâde, ilim. kudret ve tasarrufunun dışına çıkmak mümkün müdür? Kâinat
her parçasıyla O'nun kabza-i kudretinde yaratıldığı gayeye yöneltilmemiş
midir? Hiçbir şey yaratıldığı kanunun, bağlı bulunduğu plan ve programın
dışına çıkabilmekte midir? Koyun süt vermekte, tavuk yumurtlamakta, arı bal
yapmaktadır.
Ne var ki, kişinin
beyni inkâr suyuyla yıkanıp, vicdanı madde ve şehvetle katılaşınca kutsî
âlemden gelen esintiden zevk almaz olur. O yüzden Hak'ın daveti onu rahatsız
eder, kalbini ve kulağını tıkayıp huzura kavuşmak ister. Oysa o tıkamanın
neticesi ebedî huzursuzluktur. Allah sözünü işitmek istemez, hep O'ndan uzak
kalmayı tercih eder. Ama Allah O'na ondan yakındır, eninde sonunda dönüş
Allah'adır. İlgili âyetle bu gerçek hatırlatılıyor.
«Öyle bir fitneden
korkup sakının ki, o yalnız sizden zâlimlere dokunmaz.»
İslâm, toplum
yapısında tam bir otokontro! sağlanmasını emreder. Sahanın ahlâksızlara,
midecilere bırakılmasını asla hoş karşılamaz. Nitekim âyetin yorum ve
açıklanmasıyla ilgili hadîsler bu gerçeği yansıtmaktadır.
Toplumun bu yönüyle
ilgili sünnetullahın ölçülerine hem âyette, hem de hadîslerde işaret
edilmiştir. Toplum, kendi bünyesine giren mikrop ve parazitleri yok etme, hiç
değilse zararsız hale getirme gücüne sahip olduğu halde bunu ihmal ederse,
gelen müsîbet ve fitne yalnız zalimleri ve fitnecileri değil, yaş-kuru ayırt
etmeden hepsini kasıp kavurur. Bu bir ilâhî âdettir ki pek az istisnası
olabilir.
Kur'ân özellikle
toplum içindeki bir bakıma hayvanlaşıp akletmeyen, sağırlaşıp dilsizleşenlere
dikkatleri çektikten sonra bunları tesirsiz duruma getirmeyi; barış ve huzur,
din ve vicdan hürriyeti içinde yaşayabilmenin yol ve çaresi olarak ortaya
koyuyor: «Öyle bir fitneden korkup sakının ki, o yalnız sizden zâlimlere
dokunmaz.» buyuruyor.
Onun için iyilikle emretmek,
kötülükten men'etmek farz-ı kifâye sayılmıştır. Buna günümüzde «otokontro!»
denilmektedir. Aksine bir anlayış ve tutumdan dolayı herkes sorumlu ve
günahkârdır. [48]
«Hatırlayın ki, bir
zamanlar siz yeryüzünde hem az, hem de zayıf ve âcizdiniz....»
İslâm'ın ilk
yıllarında çaresiz, az ve âciz olan mü'minler, düşmanın kahr-ü istilâsına
uğramalarından hayli endişe duymuşlardı. Allah onları çoğalttı ve güçlendirdi;
bunun için sebepleri kolaylaştırdı. Onlara barınak olarak yurt ihsan etti.
Mekkeli'lerin zulmünden, işkencesinden kurtarıp Me-dinelı'lerin sevgi ve
kardeşlik kucağına eriştirdi. Onlara tertemiz şeyleri rızık olarak verdi, her
türlü murdar şeylerden onları arındırdı ve uzaklaştırdı. Böylece imân cephesi,
haktan yana olanlar bir çığ gibi büyümeye başladılar da çeyrek asır sonra
kıtalar üzerine yayıldılar. Yukarıdaki âyetle Müslümanların o günleri
hatırlatılarak geleceklerini ona göre düzene sokmaları emrediliyor,
Her nimet bir külfet sonucu
gelir ve her nîmet katı bir nankörlük neticesi elden alınır. Bunu hiçbir zaman
unutmamak gerekir. [49]
Yukarıdaki âyetlerle,
gerçek kurtuluşun ve huzurun Allah ve Peygam Ası-ırt Kıır'ıın berinin çağrılarına olumlu cevap
vermekte olduğu belirtildi. Toplum yapısında otokontrolün sağlanmasına işaret
edilerek, bu yola girilmediği takdirde gelecek olan fitne ve felâketin hepsini
tedirgin edecaği haber verildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın
indirdiği ve insanlık için mutlak saadet va'dettiği büyük emaneti olan Kur'ân'a
ve kendini insanlığın saadetine adayan son Peygamber Hz. Muhammed'in (A.S.)
koyduğu ahlâk düsturuna, hayat düzenine hainlik edilmemesi bildiriliyor;
hiyânette bulunup yan çizenlerin kendilerine elim bir sonuç hazırlayacakları
belirtiliyor. [50]
27— Ey imân edenler! Bildiğiniz halde Allah'a ve
Peygamber'e hıyanet etmeyin; (sonra) size inanılıp güvenilen şeylere hıyanet
edersiniz,
28— Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız bir
deneme ve sınavdan başka bir şey değildir. Büyük mükâfat ise, Allah katındadir.
29— Ey imân edenler! Eğer Allah'tan korkup
(kötülüklerden) sakınırsanız; O size bir
furkan (=iyiyi kötüden, hayrı
serden, doğruyu eğriden, sevabı günahtan, temizi murdardan, hakkı bâtıldan
ayıran bir ölçü ve kıstas, bir bilgi ve marifet) verir. Üstelik suç ve
günahlarınızı örter ve sizi bağışlar. Allah çok büyük fazl-ü ihsan sahibidir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz öteden beri Mü si umanları rahatsız eden ve durmadan ihanet içinde
olup, birtakım fesat dolapları çeviren Yahudilerden Kurayza oğullarını
muhasara etti ve bu tam yirmi gün sürdü. Ku-rayza oğulları daha önce dindaşları
Nadîr oğullarıyla yapılan bir andiaş-ma gibi bir andlaşma istediler ve böylece
Şam dolaylarındaki kardeşleri Nadîr oğullarına gideceklerini söylediler,
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz onların bu teklifini uygun görmediği için durumlarının tayin edilme
işini Ensarın ileri gelenlerinden Sa'd b. Muâz'a (R.A.) ve onun vereceği karara
bıraktı. Yahudiler ise, buna pek yanaşmak istemediler, ancak onlara hep
hayırhah davranan, malı ve çocukları kendi aralarında bulunan Ebû Lübabe'nin
gönderilmesini istediler. Peygamber (A.S.), onların bu isteğini reddetmeyip Ebû
Lübabe'yi gönderdi. Yahudiler ona sordular: «Ey Ebû Lübâbe! ne dersin, Sa'd b.
Muâz'ın vereceği hükme razı olalım mı?» Ebû Lübabe, eliyle boğazına işaret
ederek, «hayır sizi keser» diye cevap verdi.
Ebû Lübabe diyor ki:
«Vallahi henüz bulunduğum yerden ayrılmamıştım ki, Allah ve Peygamberine
hiyânet ettiğimi anladım!»
İşte yukarıdaki
âyetler bu sebeple indirilmiştir. Ebû Lübabe ise, tam bir perişanlık ve çöküntü
içinde Mescid-i Saadet'e giderek kendini oradaki direklerden birine bağladı ve
şöyle yemin etti: «Vallahi, Allah tövbemi kabul edinceye kadar veya ölüm gelip
bana erişinceye dek bir şey yemiye-ceğim ve içmiyeceğim!»
Zarurî ihtiyaçları
dışında tam yedi gün direğe bağfı bir vaziyette yemedi, içmedi ve bitkin bir
halde yığılıp yerinde kaldı. Sonra Cenâb-ı Hak onun tövbesini kabul buyurdu.
Kendisine müjde verildiğinde, «Hayır, vallahi Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
gelip beni çözmedikçe yerimden ayrılmam», dedi. Merhamet ve şefkat menbaı
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz gelip onu çözdü. Ebû Lübabe, «tövbemin kabulünün
tamamlanması için Yahudiler arasındaki malımın tamamını sadaka olarak
dağıtmalıyım?» deyince, Peygamber (A.S.) Efendimiz , ona : «Hayır, sadece üçte
birini tasadduk etmen yeter» buyurdu. O da öyle yaptı. [51]
Diğer bir rivayete göre, Ebû
Süfyön sinsi bir düşmanlık plânını uygulamak üzere Mekke'den hareket etmişti
ki. Melek Cebrail inip Peygamber (A.S.) Efendimiz'e onun nerede, ne maksatla
bulunduğunu haber verdi. Bunun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimiz, ashabından
bir kaç kişiye durumu bildirdi ve derhal harekete geçmelerini ancak, çok gizli
tutmalarını emretti. Münafıklardan biri bu haberi duyunca vakit kaybetmeden Ebû
Süfyan'a ulaştırmak üzere birini gönderdi. O sebeple yukarıdaki âyetler
indirildi. [52]
«Çocuk gönül
meyvasıdır ve o korkaklık, cimrilik ve üzüntüye sebeptir.» [53]
«Bana altı şeyi
yapacağınıza söz verin, ben de size Cennet ile söz vereyim :
1— Konuştuğunuz zaman doğruyu söyleyin,
2— Vaadettiğiniz zaman onu yerine getirin,
3— Bir şey size emânet edildiğinde, sırası
gelince onu ödeyin (sahibine salimen teslim edin),
4— Namus ve iffetinizi koruyun,
5— Gözlerinizi (harama karşı) yumun,
6— Ellerinizi (harama, kötülüğe uzatmaktan)
alıkoyun..» [54]
«Emâneti (güveni)
olmayanın imânı yoktur; temizliği olmayanın namazı makbul değildir.» [55]
«Üç şey Arş'a yapışıp
(Allah'a sığınmıştır): Birincisi ra h m (hısımlık) dır. O şöyle der: Allahım!
koparılmaktan sana sığınırım. İkincisi, emânettir. O da şöyle der: Allahım!
ihanete uğramaktan sana sığınırım. Üçüncüsü, nimettir. O da şöyle der:
Allahım! nankörlüğe sebep olmaktan sana sığınırım.» [56]
«Sizin hayırlınız,
bizim zamanımızda (imân edip) yaşayanlardır. Sonra onları takip edenler, sonra
da onları takip edenlerdir. Ondan sonra bir topluluk meydana gelir de
kendilerinden şahitlik yapmaları İstendiği halde (çekinmeden yalan) şahitlikte
bulunurlar; onlar ihanet ederler, hiç güvenilmezler. Adak adarlar, yerine
getirmezler. Aralarında yağlanıp şişmanlamak (zuhur) eder.» [57]
«Üç haslet kimde
bulunursa, o gerçekten imânın tatlılığına ermiştir:
1— Allah ve Peygamberinin ona başkasından daha
sevimli ve sevgili olması,
2— Kişiyi ancak Allah için sevmesi,
3— Allah onu ateşten kurtardıktan sonra, küfre
dönmektense ateşe (Cehennem'e) atılmayı daha hoş görmesi..»[58]
«Canımı kudret elinde
bulunduran zata yemin ederim ki, ben sizden birinize, canından,
çoluk-çocuğundan, malından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça
(gerçekten) o, imân etmiş olmaz.» [59]
«Ey imân edenler!
Bildiğiniz halde Allah'a, ve Peygamber'e hıyanet etmeyin....»
Mealindeki âyetin iniş
sebebi, hususîlik arzediyorsa da, hüküm yönünden umumîlik ifade etmektedir.
Allah'a ve Peygamber'e hiyânette bulunmak, bize inanılıp güvenilerek verilen
şeylere ihanette bulunmamıza yol açar. Bunu beş madde halinde özetliyebiliriz :
1— İslâm nîmetine,
2— Verilen mal ve makama,
3— Eş ve çocuklara,
4— Devlete,
5— Topluma ve onunla olan ilişkilere..
Birincisi, İslâm
nimetine eriştikten sonra, o yüce emânete lâyık olmaya çalışmak sadakattir;
aksine bir tutum hiyânettir.
İkincisi, eriştiğimiz
servet ve makamın hangi yollarda ve amaçlarda kullanılmasının gereğini bilip,
yegâne denetleyicinin Allah olduğuna inanarak hareket etmemiz, ona lâyık
olduğumuzu; aksine bir düşünce ve davranışımız hiyânet ettiğimizi isbatlar.
Üçüncüsü, çocuklarımız
Allah'ın bize verdiği birer emânettir. Onları Allah'ın arzu ettiği doğrultuda
yetiştirmemiz, topluma ve İslâm'a kazandırmamız ve yararlı bir vatandaş
düzeyine getirmemiz sadakattir; aksine bir yönlendirme veya başıboş bırakma
hıyanettir.
Dördüncüsü, devlete
yardımcı olmak, devlet sırrını korumak, verilen görevi lâyıkıyla yerine
getirmek; yetki ve güveni kötüye kullanmamak sadakattir; aksine bir tutum hıyanettir.
Beşincisi, toplumla
olan sosyal ilişkilerimizde, ticarî münasebetlerimizde söz ve akitlere bağlı
kalmak sadakattir; aksine bir tutum ve uygulama hıyanettir.
Bütün bu sadakat ve
hıyanetler, önce Allah'a ve Peygamber'e karşı, sonra da kendimizedir. İlgili
âyetle bilhassa bu inceliğe temas edilmekte ve çok dikkatli olmamız
emredilmektedir. [60]
«Bilin ki, mallarınız
ve çocuklarınız bir deneme ve sınavdan başka değildir.»
Şüphesiz ki, mal ve
çocuk, Allah'ın kullarına dünyada verdiği iki önemli emânettir. Biri asıl
amaca, yani dünya ve âhiret mutluluğuna erişme aracı; diğeri ise, sağlıklı
biçimde insan neslini devam ettirmenin değişmeyen yoludur. Araç, amaç haline
getirilmediği sürece yararlıdır ve lüzumludur. Yol, bakrmsız ve ilgisiz
kalmadığı müddetçe hayırlı ve faydalıdır.
İlgili âyetle bu gerçek
yansıtılırken «fitne» tabiri kullanılarak mal ve evlâdın iki tarafı keskin bir
kılıç olduklarına işaret edilmiştir. [61]
Enfâl sûresinde
bunların birer fitne = sınav, kişiyi deneme, karakterini ortaya çıkarma aracı
olduğu belirtilirken; Kehf sûresi 46. âyette bunların dünya hayatının zîneti
(süs) olduğu açıklanmıştır. Şüphesiz ki, zînet Allah ve Peygambere olan sevgiyi
unutturmadığı takdirde mubahtır. Araç olmaktan çıkıp amaca dönüştürüldüğü gün,
kişi denemede kaybetmiş, sınavda başarılı olamamış sayılır. Çünkü kalıcı olan
ve büyük ecirleri hazırlayan, Allah'ın hoşnutluğu doğrultusunda gerçekleştirilen
sâlih amellerdir.
Hayatı bu gibi süs ve
eğlenceden ibaret sanan kimsenin misali neye benzer? Cok susayan kimsenin
yakınındaki tertemiz akan ırmağı görmeyip dere kenarında biriken azıcık bulanık
suya kavuşunca, her şeye eriştiğini, bütün hayırlara kavuştuğunu zanneden
kimsenin haline benzer. Bir süre sonra aklını, idrâkini toplayıp çevreye göz
attığında ırmağı görünce geçen zamana hayıflanacak ve ne kadar yanıldığını
anlayacak. Onun gibi mal ve evlâdı kendisi için tek saadet ve gaye sayıp derin bir
gaflet içinde kalan kimse ise, dünyada aldandığını anlamadığı takdirde ölünce,
geriye kayda değer bir şey bırakmadığını, kalıcı olarak bir eseri
bulunmadığını; oysa sâlih ve basiretli kişilere nice büyük mükâfatların
hazırlandığını anlar ve uyanır, ama neden sonra!. [62]
«Ey imân edenler! Eğer
Allah'tan korkup (kötülüklerden) sakınırsanız, O sîze bir furkan verir...»
İnsan unsurunu eğitip
erdemli kılmak ve yararlı bir düzeye getirmek için en tesirli ve en rakipsiz kıstas
ve metot, Allah'a iman ve Allah korkusudur. Hiçbir fâni ve nesne O'nun kadar
eğitici, geliştirici, olgunîaştıncı ve güvendirici değildir ve olamaz da..
Tarihin akışında bunun binlerce örneği mevcuttur. Zira Allah kendi Kelâm'ını,
ruhu doldurucu, manevî ihtiyacı giderici, kalbi aydınlatıcı, vicdanı
geliştirici ve insan üzerinde denetçi ve yönlendirici bir kudrette indirmiştir.
İşte Kur'ân bu kudreti ortaya
koyarken, onun feyizli ürününü hemen sergileyerek şöyle sesleniyor: «Eğer
Aüah'tan korkup (kötülüklerden) sakınırsanız, O size bir furkan (iyiyi
kötüden, hayrı serden, doğruyu eğriden, sevabı günahtan, temizi murdardan,
hakkı bâtıldan ayıran bir ölçü ve kıstas, bir bilgi ve marifet) verir. Üstelik
suç ve günahlarınızı örter ve sîzi bağışlar.»
[63]
Yukarıdaki âyetlerle,
inandıktan sonra Allah ve Peygamberine hıyanet edenlerin ancak kendi
davalarına, menfaatlarına ve dünya, âhiret saadetlerine hıyanet edecekleri
belirtildi. Dünyanın geçici süsü olan mat ve evlâdı amaç edinerek hakikî
amaçtan sapanlar uyarıldı. En büyük emânet olan İslâmiyete sarılanların eninde,
sonunda kurtuluşa erişeceklerine işarette bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle, bütün
gücüyle hakkı ayakta tutan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'i öldürmek, ya da sürgün
etmek, ya da bağlayıp bir zindana atmak isteyen ve bunun için birtakım plânlar
hazırlayan bâtılın temsilcilerine karşı Allah'ın nasıl geçerli bir plân
hazırladığı açıklanıyor. Dünya malını ve geçimini kendilerine tek amaç seçip
bu uğurda mücadele veren inkarcıların gökten üzerlerine taş yağdırılmasını
istemeleri konu ediliyor ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed'in
(A.S.) onların arasında bulunduğu sürece Allah'ın onlar üzerine böyle bir azap
indir-miyeceği bildiriliyor. Böylece Hz. Peygamber'in (A.S.) insanlar için ne
büyük rahmet olduğuna işaret ediliyor. [64]
30—
Hatırlayın ki, o küfredenler bir zaman seni tutup bağlamaları veya seni
öldürmeleri, ya da seni (Mekke'den) çıkarmaları için sana pusu ve tuzak
kurmuşlardı. Onlar, pusu ve tuzak kurarlarken Allah da o tuzağın karşılığını
kuruyordu. Allah tuzak kuranların (hilesine karşı tedbir almada) en
hayırlısıdır.
31— Âyetlerimiz onlara karşı okununca, «işittik,
işittik, istersek bunun bir benzerini biz de söyleyebilirdik; bu olsa olsa
eskilerin masallarıdır!» derler.
32— Hani bir zaman da onlar, «Ey Allahımız! Eğer
bu Kur'ân hakikaten senden ise, üzerimize gökten taş yağdır veya bize acıklı
bîr azap getir» demişlerdi.
33— Oysa sen
onların arasında iken Allah onlara azap edecek değildir ve onların (arasında
kalan mü'minler) istiğfar ederken Allah yine kendilerine azap edici değildir.
«Hatırlayın ki, o
küfredenler bir zaman seni tutup bağlamaları veya seni öldürmeleri, ya da seni
(Mekke'den) çıkarmaları için sana pusu ve tuzak kurmuşlardı.»
İlgili âyetlerle,
Mekke döneminde müşriklerin Resûlüllah (A.S.) Efen-dtmiz'in mübarek vücutlarını
ortadan kaldırmak için kurdukları tuzaktan ve kimvurduya getirme plânlarından
söz ediliyor.
Bu konuda gerek siyer
kitaplarında, gerekse belli-başlı tefsirlerde hem farklı, hem de çok detaylı
rivayetlere yer verilmiştir. O nedenle biz olayın gerçek safhasına parmak basıp
en sahîh rivayeti nakletmeyi uygun bulduk.
Medineli'lerle birinci
ve ikinci Akabe görüşmeleri ve yapılan biatlar Mekkeli müşrikleri iyice
endişelendirmiş, ileride Hz. Muhammed'in (A.S.) geniş bir çevre bulup Mekke'yi
putlardan ve putperestlerden temizliyece-ğine inanmak istemişler ve bu baş
düşmanlarını daha çok güçlenmeden imha etmeyi uygun bulmuşlardı. Başta Ebû
Cehl, Ebû Süfyan, Ümeyye b. Halef olmak üzere Mekke'nin ileri gelenleri
Dârünnedve denilen istişare merkezinde toplandılar. Farklı görüşler ortaya
konuldu. Sonunda Ebû Cehl'in, «her kabileden bir yiğit çağıracağız, geceleyin
Muhammed'in evjnin çevresinde pusu kuracaklar ve müsait bir vakitte ani bir
baskında bulunmak suretiyle Muhammed'i öldürecekler. Böylece kim vurduya
getirilecek ve Hâşim oğulları bütün bu kabilelere karşı koymo cesaretini kendilerinde
bulamıyacaklar; gerekirse diyet (kan pahası) ödemek suretiyle meseleyi kapatmış
olacağız!» şeklindeki görüşü ağırlık kazandı ve plân hemen uygulama safhasına
getirildi. Melek Cebrail durumu Hz. Peygam-ber'e (A.S.) haber verdi ve Ali'yi
(R.A.) yatağına bırakıp kendisinin geceleyin Medine'ye hicret etmesini
söyledi. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz gereken bütün hazırlıkları gözden geçirip
tamamladı. Hz. Ali (R.A.) O'nun yatağına uzandı. Peygamber (A.S.) ellerini
kaldırıp duâ etti. Pusuda bekleyenlerin gözleri üzerine kesif perde
gerilmesini diledi ve rivayete göre bir avuç toprak alarak Yâsîn sûresinin ilk
dokuz âyetini okudu, sonra da toprağı pusudakilere doğru serpti. Cenâb-ı Hak
kudretini izhar ederek hepsine bir uyku verdi veya gözlerinin üzerine birer
perde gerdi. Böylece Peygamber (A.S.) usulca onların arasından sıvışıp
uzaklaştı.
Allah'ın kurduğu tuzak,
hazırladığı plân onların tuzak ve plânlarını boşa çıkardı. Sabahın aydınlığı
olunca, kendilerine gelen azgınlar, Hz. Peygamber'in (A.S.) yatağına doğru
yaklaştıklarında, O'nu değil, Hz. Ali'yi buldular, [65]
Şüphesiz ki Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'in ruhu son derece güçlü ve faal idi. Gerek vahiy indiğinde,
gerek bir mu'cize ortaya koyduğunda, gerekse çok önemli bir olayla
karşılaştığında ruhu bütün yönleri ve ibreleriyle faal duruma geçer, bedeni bir
bakıma ruhlaşır ve ruhunun yaydığı manevî kudret ve enerji bir anda çevreyi
tesir altına alır, hareketsiz bırakırdı. Öyle ki, O çok yüce kudretin
tecellisine mazhar olan Peygamberimizin (A.S.) ruhu, kişilerin kalb ve
dimağını, hatta bazan duyum organlarının çoğunu durdurur, o anda bir şaşkınlık
ve kararsızlık başlardı. Nitekim birkaç defa suikast hazırlayıp O'nu öldürmek
isteyenlerin uğradığı şaşkınlık ve kararsızlık yine siyer kitaplarında çok
açık şekilde nakledilmiştir.
Hicret gecesi de böyle
bir fevkalâdelik olmuştu. En büyük ruh sayılan-Melek Cebrail'in Peygamber
(A.S.) Efendimizin ruhuna seslenmesi ve ona ilâhî kudret ve füyuzatı aktarması
da O'nun ruhunun ne kadar güçlü ve tesir alanının ne kadar geniş olduğunu
göstermeye yeterli delil sayılır. O'nun bir aylık mesafedeki düşmanlarının
kalblerine korku salmakla yardım görmesi de, sözü edilen tesir alanının
genişliğine bir başka belge olarak gösterilir.
Ne var ki, Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz sünnetullaha uyarak bu gücünü kullanmaz, çoğu zaman diğer normal
insanlar gibi davranırdı. Ancak fevkalâde hallerde Allah'ın izniyle bu gücünü
ortaya koyardı da Allah düşmanlarını şaşkına çevirirdi. [66]
«Bu olsa olsa
eskilerin masallarıdır, derler.»
Kurtubî, Râzi ve İbn
Kesîr'in tesbitine göre, Mekkeli Haris oğlu Nadir, ticaret amacıyla Hîre'ye
gidiyor; alış-verişte bulunurken Kelile ve Dim-ne kitabı ile Kisra ve Kayser'le
ilgili efsanevî hikâye kitaplarına rastlıyor, hoşuna gidince de satın alıp
heyecanla okuyor.
O sırada Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'e Kur'ân âyetleri parça parça inmekte ve bazan geçmiş
milletlerin hayatından, yok olup silinmelerinden önemli safhalar nakledilerek
ibretli tablolar gözler önüne seriliyordu. Nadir bunları dinledikçe dudak
büküyor ve «ben istersem onun gibi masallar anlatabilirim» diyerek Kur'ân'ı
eskilerin masalları olarak niteliyor, fakat bütün gayret ve didinmesine rağmen
bir benzerini getiremiyordu.
İlgili âyetle bu olay
hatırlatılarak, inkarcı iftiracılar meydana davet ediliyor, bir benzerini
getirin ben dâvamdan vazgeçeyim, diyerek onları aozden acze düşürüyordu. [67]
1— Her kelime ancak lâyık olduğu yere konulmuş,
her cümle çok ustaca düzenlenip kulağa hoş gelecek bir dizi halinde sıralanmış
ve diğer cümleyle bağlantı kurmuştur. Arap edebiyatında bunun bir benzerini görmek
veya rastlamak mümkün olmamıştır.
2— Her sınıf insana seslenecek, bilgi verecek
bir metot uygulanmış; kişilerin değişik zevk ve ruhî kavrayışını okşayacak bir
özellikte konulara yer verilmiştir. Bıkkınlık vermesin diye hem zincirleme bir
bağ ve uyum sağlanmış, hem de bir sahifede birden fazla konuya yer verilerek
çok zengin bir bilgi sofrası ortaya konulmuştur.
3— Az kelimeyle çok mâna anlatılmış; insan
aklına, idrâkine yeterince yer
verilmek, bilimsel araştırmaya
imkân hazırlamak için
birçok önemli temel bilgiler, ana fikirler verilmiş; bazı konuların
kapağı açılarak
içindekini araştırıp
bulma işi okuyucuya bırakılmıştır. Dünya tarihinde, ilim literatüründe bu ölçü
ve kudrette başka bir kitap yoktur,
4— Ortaya koyduğu ilmî esaslar, modem ilmin
gelişmesiyle daha çok tazeliğini korumuş, bu hususta gerçeği bulup tesbit eden
müsbet ilimle çatıştığı, ters düştüğü olmamıştır ve olmamaktadır. Oysa insan
kafasının ürünü olan her kitap ve ortaya atılan her fikir zamanla tazeliğini
yitirmiştir ve yitirmeye de mahkûmdur.
5— Kur'ân, gelişen çağa, sosyal yapıya hemen her
dönemde hitap kudretini taşımış ve taşımaktadır. Günümüzde Kur'ân'ı okuduktan
sonra geç kaldığına hayıflanan birçok ünlü ilim adamı İslâm'ı din olarak seçmekte
ve Kur'ân'ın yüceliği, eşsizliği hakkında kitap yazıp neşretmektedirler. Başka
bir eserde bu kudret ve yüceliği görmek ne mümkün.. [68]
«Hani bir zaman onlar,
Ey Allahımız! eğer bu Kur'ân hakikaten senden ise, üzerimize gökten taş yağdır
veya bize acıklı bir azap getir, demişlerdi.»
Mekke ve civarındaki
ünlü şâirler, edipler ve ileri gelen diğer kişiler, Kur'ân'ın yüceliği, yönlendirici
özelliği, kafa ve kalbe neşter vururcasına seslenişi ve ruhlara zevk veren
iiâhî nağmesi karşısında âciz kalmışlardı. Onu susturmak, tesirini gidermek
için ne yapmak gerekiyordu veya ona na-sıl kara bir damga vurmak icap ediyordu?
Attıkları yalan ve iftiralar hakkın karşısında kısa sürede sabun köpüğü gibi
sönmüştü. Hiçbir yakıştırmaları halk arasında tesirli olamıyor, İslâmiyete
ısınan hiçbir kimseyi yolundan çevire m iyordu.
Yine düşündüler,
görüştüler, hem kendilerini, hem de çevrelerindeki insanları tatmin edecek bir
formül buldular; Muhammed'e inanmadıkları için, -eğer hak peygamberse- gökten
üzerlerine taş yağdırılsın veya acıklı bir azap gönderilsin diyerek Kabe'nin
yanında el kaldırıp putları da şahit tutarak duâ ettiler.
Oysa bu çocukça bir
anlayıştı. Ortada bütün ihtişamıyla, kudretiyle duran Allah'ın kitabı
bulunuyordu. Her cümlesi bir mu'cize, her âyeti açık bir belge idi. Aklını,
vicdanını ve idrâkini kullanabilen insanların başka delil ve belge aramalarına
gerek yoktu. Taş yağdırılması veya başka bir azabın indirilmesi, geçen
peygamberler zamanında câri idi. Çünkü o dönemlerde ilmî bir gelişme
olmadığından akılla ilme ışık tutacak belge indirilmiyor, daha çok insanların
düşünce ve duygularına seslenilerek yönlendirilmek isteniyordu. O bakımdan
duygulan tesir altına alacak birçok olağanüstü şeylere, mu'cize ve kerametlere
ihtiyaç vardı. Son Peygamber Hz. Muhammed (A.S.) ise ilim, irfan, akıl ve
idraki muhatap seçerek ortaya çıkmış, Kur'ân-ı Kerîm bunlara seslenerek
indirilmişti. O bakımdan daha fazla mu'cizeye, keramete ve olağanüstü şeyler
göstermeye gerek yoktu.
Onun için müşriklerin
bu duasına karşılık şu âyet-i kerîme inmiştir: «Oysa sen onların arasında iken
Allah onlara azap edecek değildir ve onların (arasında kalan mü'minler)
istiğfar ederken Allah yine kendilerine azap edici değildir.»
Mealini sunduğumuz âyet-i
kerîme ile bize iki önemli husus öğretiliyor : Birincisi, Peygamberin (A.S.)
teblîğiyle görevli bulunduğu yüce emâneti azap ve mu'çizeyle değil, ilim,
akıl, kültür ve vicdan ile tanıtmasıdır. İkincisi, Hz. Muhammed'in (A.S.) ve
arkadaşlarının Mekke'den ayrılmalarından sonra akıllarını kamçılayacak şekilde
onlara bir azap gönderilmesidir ki, bu önce Bedir savaşı, sonra da Mekke'nin
fethiyle gerçekleşmiştir. Nitekim Mekke fethedikJiği gün, müşrikler düne kadar
başeğmedikleri bir kudret karşısında zelil ve hakîr bir halde el bağlayıp
vereceği kararı sükûnetle dinlemeyi tereîh ettiler. İşte bu, onların
istedikleri taş yağdırmaktan veya başka bir azap indirmekten çok daha ibretli
idi. Ne var ki, sonucu da o nisbette onlar için hayır ve rahmet oldu, çoğu
İslâm'a girerek iman selâmetine erişti. [69]
Yukarıda geçen
âyetlerle putperest müşrikler, putlarını gözlerden ve gönüllerden düşüren
Kur'ân'a karşı cephe aldılar ve aklı eren hiçbir kimsenin kabul edemiyeceği
yalan ve iftiraları savurdular; «eskilerin masalları» damgasını vurmaya
çalıştılar. Bütün bu çabaları sonuç vermeyince, haksız iseler üzerlerine gökten
taş yağdırıhnasını veya başka bir azabın gönderilmesini istediler. Allah onlara
istedikleri şekilde bir azap değil, onlara hem öğüt ve ibret, hem de mutlak
saadet ve rahmet olacak bir ordu göndereceğine işarette bulundu.
Aşağıdaki âyetlerle
Allah'ın göndereceği o başka azabın Mescid-i Ha-ram'ın yolunu ve kapısını
inanmışlara açacağını; Kabe'yi puthane yaparak Allah'a ortak koşanların hiçbir
zaman Allah'ın dostları olmayacağı, O'nun gerçek dostlarının yakın gelecekte
Kabe'ye sahip olaoak muttakiler oldu-9u bildiriliyor. Kabe'nin etrafında ibâdet
ve tavaf adına ıslık çalmalarının, el Çırpmalarının Allah'ın dilediği bir
ibâdet olmadığına dikkatler çekilerek
pek yakında bu saçmalıklara
son verileceğine ve Allah'ın muradına uygun ibâdette bulunacakların Kabe'nin
etrafını dönmek suretiyle o ilk mabedi amacına uygun kullanacaklarına işaret
ediliyor. [70]
34__ (Sen ve
istiğfar eden mü'minler aralarında bulunmayınca) Allah onlara ne diye azap
etmeyecek? Oysa onlar (mü'minleri) Mescid-i Ha-ram'a (girmekten) men'ediyorlar.
(Bununla beraber) onlar O Mescid'in dostları ve lâyıkları da değilerdir. Onun
dostları ve lâyıkları ancak muttaki (Allah'tan saygı ile korkup fenalıkdan
sakınanlardır. Ama ne var ki, onların çoğu (bu gerçeği) bilmezler.
35— Onların
Beyt'in (Allah'ın Evi'nin) yanında namazları (kendilerine göre ibâdetleri)
ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. O halde inkâr ve
nankörlüğünüzden dolayı azabı tadın!
35— Şüphesiz
ki, o inkâr edenler, Allah yolundan alıkoymak için mallarını harcarlar. Onu
yine de harcayacaklar; sonra bu kendilerine iç acısı olacak, sonra da yenilgiye
uğrayacaklardır. Ve kâfir olanlar toplatılıp Ce-hennem'e sürüleceklerdir.
37— Bu da Allah'ın temizi murdardan ayırt etmesi,
murdarın bir kısmını bir kısmı üzerine yığıp hepsini toptan Cehennem'e koyması
içindir. İşte zarara uğrayanlar onlardır.
38— İnkâr edenlere de ki: Eğer (inkâr ve inattan,
şaşkınlık ve azgınlıktan) vazgeçerlerse, onların geçmişteki (küfür ve
günahları) bağışlanır. Tekrar (inkâr ve azgınlığa) dönerlerse, öncekiler
hakkında câri olan sünnet (ilâhi kanun) hükmünü yürütecektir.
«İslâm'a girip
müslümanlığını güzelleştiren kimse, cahiliye devrinde işlediği amellerle
muahaza edilmez. İslâm'a girip (sonra dindarlığını bozarak eski) kötülüğüne
dönerse, hem önceki, hem de sonraki yaptıklarından dolayı muahaza edilir.» [71]
«İslâm kendinden önceki
(bütün küfür ve günahları) koparıp atar. Tövbe de kendinden önceki günahları
koparıp atar.» [72]
Bağlantı kısmında
belirttiğimiz gibi, küfür diyarında Peygamber (A.S.) Efendimiz'in sünnetiyle
yaşayan ve Kur'ân ile amel eden mü'minler duâ ve istiğfarda bulundukları sürece
Allah o inkarcı topluluğa hemen azap indirmez. Bir gün doğru yolu bulmaya
fıtrî isti'datları varsa, yani fıtratların-daki din ve Allah duygusu tamamen
köreiip silinmemişse, onlara dış görünüşüyle azap, içyüzüyle rahmet olacak
başka bir uyarı gönderir. O halde küfür diyarında kalan ve yaşayan mü'minlerin
ibâdet ve duaları, aralıksız ilâhî rahmetin inmesine vesile olmakta ve O'nun
gazabının önüne geçmektedir. Hem mü'minlerin düzenli, ahlâklı, tertemiz ve
olgunluk içinde sürüp giden günlük hayatları, inanmayanların gıptasına neden
olacak düzeyde bulunmalıdır.
Mü'minler dinleriyle amel
ederken Cenâb-ı Hak'ın ezelî plân ve programı hedefine doğru ilerler, ya
inkarcıları başka bir milletle te'dip eder, ya da mü'minleri o diyarda üstün
kılar. Mekke'deki mü'minlerin ve Mekkeli müşriklerin akibeti bunun en güzel
örneklerinden biridir. [73]
Onlar ° Mescid'in
dostları ve lâyıkları değillerdir. Onun dostları ve lâyıkları ancak
muttakilerdir. Ama ne var ki, onların çoğu (bu gerçeği) bilmezler.»
İlgili âyetle,
Mekke'nin yakında Kabe'ye ehil ve lâyık olan insanlar tarafından fethedileceği,
o büyük emânetin ehil olanlara teslim edileceği kapalı bir anlatımla haber
veriliyor. Çünkü Kabe, Tevhît inancının çıkıp yeşerdiği bir merkezdir ve
yeryüzünde Allah'a ibâdet için kurulan ilk mabettir. Ona hiçbir zaman lâyık ve
ehil olmayan putperestler, onun kutsallığını anlayamamış; Allah'ın varlığını
ve birliğini yansıtan bu kutsal Mes-cid'e bir sürü put doldurmuşlardı. İbâdet
adına kadın-erkek elele tutuşarak çevresinde ıslıklar çalıp el çırparlar ve
müstehcen sayılacak şekilde tenlerini dışarı atıp etlerini teşhir ederlerdi.
Bütün bunlar Kabe'nin hikmet ve amacını zedelemekte ve bütünüyle ona ters
düşmekteydi.
Kutsal Kabe'ye ancak «Tevhît
İnancı» temeli üzerinde yükselen mut-takiler ehil ve lâyık idiler ve Mekke'nin
fethiyle bu ehliyete gereken imkân verilmiş, küfrün saltanatı yıkılarak yerine
«Allahu Ekber» diyenlerin saltanatı hâkim olmuştur. Böylece asırlardır
inkarcıların istilâsı altında gayesinden uzaklaştırılan Kabe asıl sahiplerini
bulmuş ve bir daha puthane olmamak üzere şerefli yerini almıştır. [74]
«Şüphesiz ki, o inkâr
edenler, Allah yolundan alıkoymak için mallarını harcarlar. Onu yine de
harcayacaklar...»
Kur'ân bu âyetle çok
dikkat çekici bir olaya parmak basıyor ve hak dine düşmanlık ve kin besleyenlerin
tutumunu, plân ve programını açıklıyor. Ebû Süfyan ve yandaşları, Bedir
savaşında uğradıkları yenilginin ezikliğinden kurtulmak için İslâm'a karşı
mallarını ve bütün imkânlarını nasıl ortaya koymaktan derin bir zevk ve sevinç
duymuşlarsa, o günden bugüne kadar İslâm'a karşı olan müşriklerin ve inkâra
maddecilerin tutumu, plân ve programı hep böyle olmuştur. Haçlı seferleri
bunun açık misallerinden biridir. Dünya müşrikleri İslâm'ı yeryüzünden silmek
için elbirliği yapmış bulunuyorlardı. Bir yanda papazlar, piskoposlar ve
patrikler İslâm ve Kur'ân aleyhine kesif bir propaganda sürdürüyorlar, bir yandan
kurdukları misyon teşkilatı ve bu teşkilatın yetiştirdiği misyonerleri harekete
geçiriyorlar, diğer yandan çeşitli kurumlardan şöyîe yararlanıyorlardı:
— İlim adamları ilim maskesi altında İslâm
aleyhine zehir kusuyor,
— Fikir adamları kendi açılarından aşırı bir
tezyifle genç dimağları İslâm aleyhine çeviriyorlar,
— Kimi de sanat yoluyla İslâm'ı alaya alacak
kadar ileri gidiyor,
— Kimi servet ve nüfuzuyla İslâm düşmanlığını
körüklüyor,
— Kimi bulunduğu makam ve mevkinin gücünü İslâm
aleyhinde kullanıyordu.
İşte İslâm düşmanları
hemen her çağda ve dönemde mevcut kadrolarını belirtilen istikamete çevirip
harekete f.ecirmipferdir ve buna devam etmektedirler.
Ama neden Batı ve bazı
Doğu ülkeleri İslâm'ı kendilerine düşman ve rakip seçmişlerdir? Bizce bunun
sebebi çok açıktır: Her haklı ve büyük davanın, her önemli meselenin karşısında
onun önem ve büyüklüğüne oranla onu sevip bağlananlar bulunduğu gibi, ona kin
ve düşmanlık besleyenler de vardır. Böyle olması da Allah'ın câri sünneti,
devam edegelen adetidir. Çünkü her şey zıddıyla daha çok tanınıp gelişme
kaydedebilir.
Ancak Kur'ân, İslâm'a
karşı olanlar, ister Hıristiyan, ister Yahudî, ister komünist veya materyalist
olsunlar, dönüş yapıp Hak'a teslimiyet gösterdikleri taktirde geçmişleriyle
bağlantılarının kalmayacağı, analarından yeni doğmuşcasına tertemiz olacakları
müjdesini vererek Allah'ın imân edenlerden yana nasıl bir lütuf ve rahmet
kapısını açık bulundurduğunu haber veriyor.
İnandıktan sonra tekrar küfre
dönmek ise, beterin beteri, felâketin felâketi sayılır. Eski günah ve veballar
tekrar bir kâbus gibi onların sırtına yükletilerek artık taşınması zor bir yük
oluşturur. Böylece Allah'ın hükmü yerine gelir. Sonra da İslâm aleyhine
harcadıkları ile inandıktan sonra tekrar küfre dönmeleri hem dünyada, hem de
âhirette içlerini burkup duran bir hasret olarak kalır. Dünyada hayat kanunu
hedefine doğru kusursuz ilerlerken azgınları da törpülemek suretiyle zaaftan
zaafa uğratır, eğilmeyen başlar Allah'ın bu kanunu ve kudreti karşısında
eğilir. Âhiret azabı ise, daha elim ve devamlıdır. [75]
«Bu da Allah'ın temizi
murdardan ayırt etmesi, murdarın bir kısmını bir kısmı üzerine yığıp hepsini
toptan Cehen-nem'e koyması içindir.»
İnsanoğlu hem kendi iç
âleminde, hem de dış âleminde durmadan zıt-ların sürtüşüp çarpıştığı bir
ortamda yaşamaktadır. Bunun dışına çıkması mümkün değildir. İçinde nefis ve
ruh, dışında melek ve şeytan; içindeki inancının hilâfına inanca sahip
olanların saldırısı; dünya kavşağında önüne konulan Cennet ve Cehenem'e uzanan
iki ayrı yoi ve iki değişik itici güç; yine birbirine zıt iki ayrı gıdaya
muhtaç olan beden ve ruh.. Bütün bu zıtlar insan hayatını harekete geçirmekte,
ona canlılık getirmekte ve durmadan araştırmaya, didinip bir şeyler bulmaya,
bir şeyler düşünmeye itmektedir. Böyle olmasaydı, hayat canlılık kazanmaz, âtıl
kalırdı.
O bakımdan zıtların sürtüşüp
tartıştığı bir ortamda insanın içindeki cevher ortaya çıkmakta, karakteri belli
olup gerçek değeri anlaşılmaktadır. Gerçi Cenâb-ı Hak, her insanı en iyi bilir
ve takdir eder, ama kendi bilmesini tek ölçü ve kıstas olarak ortaya koymaz,
onun gerçek değerini belirleyecek birtakım denemelerden geçirir, mehenk taşına
vurup ayarını ortaya çıkarır. Sonunda temiz murdardan ayırt edilir de
murdarlar biraraya getirilerek lâyık oldukları yere sevkedilirler. [76]
Yukarıdaki âyetlerle,
İslâm düşmanlarının, insanları Allah yolundan alıkoymak için mallarını durmadan
harcadıkları konu edildi ve onların bu tür faaliyetlerinin sürüp devam
edeceğine dikkatler çekildi. İstedikleri neticeyi elde edemiyecekleri için de
harcadıkları emeklerin bir yürek acısı olarak dünyada onları rahatsız edeceği,
âhirette ise ebedî hasret olarak içlerini burkacağı belirtildi. Sonra da
ölmeden önce bâtılı bırakıp hakka dönenlerin bağışlanacağı beyân edildi. Aksi
halde Allah'ın, carî sünnetinin hükmünü yürüteceği bir uyarı anlamında
hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, İslâm'a,
ahlâk ve fazilete, hak ve adalete karşı olup dönüş yapmayanlar, o tutumlarını
tam bir fitne ve bozgunculuk düzeyinde tutmaya devam ederlerse, herhalde
onları tesirsiz hale getirmenin farz olduğu; insanlığın mutlak saadetinden yana
olan İslâm'ın, Hak'ın değişmeyen dini olarak sapasağlam ayakta kalmasının
ancak fitnecileri ten-kîl etmekle mümkün olabileceği belirtiliyor. Allah'ın ise,
haktan yana olanların yegâne sahibi bulunduğu ve en güzel sahibin de,
yardımcının da O olduğu müjdeleniyor. [77]
39-
(Yeryüzünde) bir fitne kalmayincaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar
onlarla savaşın. Eğer (inkâr ve fitneden) vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah
onların yapageldiklerini yeterince görendir.
40— Eğer
yüzçevirirlerse, bilin ki Allah sizin Mevlâmz'dır. Ne güzel Mevlâ ve ne güzel
yardımcıdır O!
«İnsanlar Allah'tan
başka ilâh olmadığına ve benim de Allah'ın Peygamberi bulunduğuma şehadet
edinceye kadar onlarla savaşmakla emro-lundum. Bu şahadeti söyledikleri zaman
-haklı bir sebep dışında- kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar.
Hesapları ise Allah'a aittir.» [78]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'den soruldu:
— Kahramanlık için, hamiyet (millî onur ve
haysiyet) için ve bir de gösteriş için savaşan adam hakkında ne buyurursunuz?
Bunlardan hangisi Allah yolundadır?
Cevap verdi :
— Kim Allah sözü daha yüce (daha üstün) olsun
diye savaşırsa, işte o Allah yolundadır! [79]
Ashab-i Kirâm'dan Hz.
Usâme (R.A.) bir kâfirle vuruşurken, adam «lâ-ilâhe illallah» dedi. Buna rağmen
Usâme (R.A.) onu öldürdü. Sonra durum Peygamber (A.S.) Efendimize
anlatıldığında. Efendimiz ona :
— Lâ ilahe illallah, dedikten sonra onu
öldürdün mü?! Kıyamet günü, Lâ ilahe illallah ile {seni karşılaştırdıkları
zaman) ne yapacaksın (halin nice olur)? diye sordu.
Hz. Usâme (R.A.)
üzüldü ve :
— Ya Resûlellah! o adam ölümden kurtulmak için
bunu söyledi, deyince; Resûlüllah (A.S.) Efendimiz :
— Sen onun kalbini yarıp baktın mı? buyurdu ve
Kıyamet gününde Lâ ilahe illallah ile ne yapacaksın? diyerek (yukarıdaki
sözünü) tekrarladı.
Hz. Üsâme (R.A.) diyor ki:
«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu sözü o kadar tekrarladı ki, daha önce değil o
gün İslâm'a girmiş bulunmayı ne kadar temenni ettim!» [80]
«Yeryüzünde bir fitne
kal-mayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın.»
İslâm, fitne,
bozgunculuk ve kötülükleri eğitim yoluyla, irşat ve tebliğle gidermeğe,
dünyaya sulh ve sükûn getirmeye çalışır. Buna rağmen inkarcı bir kavim ya da
millet, fitne ve kötülükleri, zulüm ve tecavüzleri artırıp din, ahlâk ve
fazileti yıkmaya yönelirse İslâm, fitneyi kaldırmak, zulüm ve tecâvüzü
durdurmak için savaşı emreder. O halde İslâm'a göre, savaş son çaredir, ilk
çare değildir. Nitekim Fahruddin Râzi bu konuda şöyle demiştir: «İnkarcılar,
müşrikler gemi azıya alıp başkasına din ve vicdan hürriyeti tanımadıkları,
İslâm nurunu söndürmeye yöneldikleri, nesli Allah'tan ve faziletten uzaklaştırmaya
çalıştıkları zaman, onlarla savaşmak gerekir.» Tabii şartlar elverdiği ölçüde
buna kapı açılır.
Bakara sûresinde bu
konu biraz daha açıklanarak şöyle buyurulmuş-tur: «Dinde hiçbir zorlama yoktur.
Şüphesiz ki doğru eğriden, hak bâtıldan, hidâyet dalâletten, hayır serden,
imân küfürden (ayrılıp) açıkça ortaya çıkmıştır. Artık kim Hak'a yönelir de
ilâhî sınırları aşan sapıklık ve bilgisizliği, azgınlık ve aşırılığı
tanımayarak Allah'a inanırsa, gerçekten o kopmak nedir bilmeyen en sağlam kulpa
tutunup yapışmıştır. Allah her şeyi işitir ve bilir.»[81]
Konumuzu oluşturan âyetle,
Bakara süresindeki bu âyeti biraraya getirdiğimizde, savaşın başkalarını zorla
İslâm'a sokmak için yapılmadığını, fitne ve azgınlığı durdurmaya yönelik
bulunduğunu rahatlıkla anlıyoruz. [82]
Eski ve yeni
müfessirlerimiz yukarıdaki âyetlerin tefsirinde İslâm devletinin dört önemli
görevi üzerinde durmuşlardır. Biz özetleyerek naklediyoruz :
1— Ülke sınırları içinde yaşayan ve farklı dinlere
ve inançlara bağlı bulunan toplumlar, fitne çıkarmadıkları, ülke zararına çalışmadıkları, bâtıl inançlarını müslümanlar arasında
yaymaya uğraşmadıkları taktirde, inanç ve ibâdetlerinde serbest bırakılır ve
her türlü haksız saldırıdan korunurlar.
2— Ülke içinde ve dışında hiç bir zorlamaya
başvurmadan, aklın ve (1) Bakara sûresi :
256
ilmin rehberliğinde
İslâm ahlâkını yaymak ve müslüman çocuklarına dinî eğitim ve öğretimi vermek
önemli hizmetlerden biridir.
3— Ülke
içinde başkalarının dinine ve inancına dil uzatan; din ve vicdan hürriyetine
zincir vuran, dindarlara eziyet ve işkencede bulunanları durdurmak ve
mütecavizleri cezalandırmak ülke bütünlüğü için gereklidir.
4-
Gayrimüslim ülkeler İslâmiyet aleyhine kampanya açar, Müslümanları ifsat
etmeyi plânlar ve birtakım tehlikeli yollara başvururlarsa, onların ileride
vuku1 bulacak saldırılarına imkân vermemek için, şartlar müsaitse, kahredici
bir kuvvet de mevcutsa, savaşmak farz olur.
Nitekim Resûlüllah
(A.S.) Efendimizle dört haiîfe ve onlardan sonra basiretli hükümdarlar
tarafından yukarıda belirtilen dört madde aynen uygulanmıştır. Meselâ Hz. Ömer
devrinde Bizans ve İran'la yapılan savaşın nedeni dördüncü maddeye dayanır.
İslâm devletini karşılarında en büyük rakip gören bu iki güçlü devlet,
İslâmiyet aleyhine birçok entrikalar çevirmeye, sinsi plânlar hazırlamaya
girişmişlerdi. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz hayatta iken sözü edilen iki büyük
devletin İslâm'a karşı tutumları hakkında geniş bilgi toplamış" ve
mü'minlere, dikkatlerini onlara çevirmelerini tavsiye etmişti. Hendek
hafriyatında elindeki balyozu kayaya vur-masıyla şimşek gibi parıldayan ışığın
birinin Bizans'a, diğerinin İran'a işaret olduğunu belirtmesi de elbetteki çok
anlamlıdır. O bakımdan büyük devlet adamı Hz. Ömer (R.A.), tehlikenin
yaklaştığını sezince bu iki devletle savaşa karar vermiş ve netice ise, çok
parlak olmuştur.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
zamanında da Hayber ve çevre kabilelerin fethedilmesinin lüzumu hep belirtilen
nedenlerden kaynaklanmıştır. [83]
«Eğer (inkâr ve
fitneden) vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah onların yapageldiklerini görendir.»
İslâm, savaşı, fitne
ve azgınlığı durdurmak, insan haklarını korumak için meşru kılmıştır. Düşmanlar
inkâr ve fitneden vazgeçerler de İslâm'a karşı bir saldırıda bulunmazlar veya
böyle bir hazırlık içinde bulunmazlarsa, o taktirde savaşmaya lüzum kalmaz.
Çünkü insan kanı akıtmak, en kötü fiillerden biridir. Hayat hakkı ise,
muhteremdir. Bu durumda da Allah, mü'minlerin Mevlâsı, sahibi, dostu,
destekçisi ve yardımcısıdır. İşleri o düzene sokar. Mü'minlerin başka dost ve
yardımcıları yoktur.
Nitekim Tahrîm
sûresinde şöyle açıklanmıştır: «Yok eğer Peygambere karşı birbirinize arka
olursanız, şüphesiz ki Allah, O'nun dostu ve sahibidir; sonra da Cibril, sâlih
mü'minler ve melekler O'nun yardımcısıdır,» [84]
İnkarcı fitneciler, saldırgan
müşrikler, verdikleri sözden, İslâm aleyhinde bulunmayacaklarına dair
aldıkları karardan dönerlerse, Allah'ın, sünneti gereği onlar hakkındaki hükmü
ve irâdesi tecelli eder de Peygamberini yalnız bırakmaz, O'nu destekler ve
sonunda başarıya eriştirir. Şüphesiz ki Allah, en güzel sahip ve en güzel
yardımcıdır! [85]
Yukarıdaki âyetlerle,
yeryüzünde din, ahlâk ve insan hakları aleyhine fitne çıkarıp ortalığı
karıştıran, İslâm'a karşı cephe alıp saldırı hazırlıklarına başlayan toplum ve
milletlerle savaşmanın farz olduğu belirtildi. İnkarcı azgınlar fitne ve
saldırıdan vazgeçerlerse, o takdirde savaşa gerek olmadığına işaret edilerek İslâm'ın
bu husustaki hoşgörü ve iyi niyetine atıf yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
savaşlarda elde edilen ganimetin taksimi anlatılıyor, İslâm bünyesinde yer
alan zayıf unsurlara da ganimetten belli bir pay verilmesi emredilerek her
hususta olduğu gibi, ganimet hususunda da sosyal adaletin sağlanması tavsiye
ediliyor. Sonra da savaşta mü'min-leri gerçek mânada başarılı kılanın Allah
olduğuna dikkatler çekiliyor. [86]
41— Bilin ki
(savaşta) elde ettiğiniz ganimetin beşte biri Allah içindir; Peygamber'e,
yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Eğer Allah'a,
hak ile bâtılın birbirinden ayrılıp iyice belirgin hâle geldiği gün, iki
ordunun karşılaştığı gün kulumuza indirdiğimiz âyetlere inanıyorsanız (bunu
böyle kabul edin). Allah'ın kudreti her şeye yeter.
42— Hani bir
zaman siz vadinin yakın bir yerinde, onlar da uzak bir ucunda bulunuyordunuz;
kervan ise sizden epeyce aşağıda idi; öyle ki, eğer (daha önce) onlarla (savaş
konusunda) sözleşmiş olsaydınız, belirlenen vakitte (orada bulunmak hususunda)
görüş ayrılığına düşerdiniz. Ama Allah, olacak bir durumu yerine getirmek için
(sizi oidu-bittiyle karşılaştırdı). Tâki, mahvolacak olan, açık belgeleri
(görüp) mahvolsun; yaşayacak olan da açık belgeleri (görüp öylece) yaşasın.
Şüphesiz ki, Allah her şeyi gerektiği gibi işitir ve bilir.
43— Hatırla o vakti ki, Allah onları uykunda sana
az göstermişti; eğer onları çok gösterseydi korkar ve emr-ü kumanda hususunda
çekişip tartışırdınız. Ama Allah esenlik verdi de (sizi) kurtardı. Şüphesiz ki
O, sinelerde olanı çok iyi bilir.
44— Ve hatırla ki, Allah olacak olan emri yerine
getirmek için (düşman ile) karşılaştığınızda onları gözlerinizde az gösteriyor
ve sizi de onların gözünde az gösteriyordu. İşler ancak Allah'a döndürülür.
«Bana beş şey verildi
ki, onlar benden önce peygamberlerden hiçbirine verilmemiştir :
1— Bir aylık mesafede (ki düşmanlarımın
kalblerine) korku salmakla yardım gördüm.
2— Yeryüzü bana mescid ve temiz (temizleyici)
kılındı. Ümmetimden hangi adama namaz vakti gelip erişirse, (bulunduğu yerde
temiz olduğu ve sakıncalı bir yer olmadığı taktirde) namaz kılsın.
3— Ganimetler bana helâl kılındı, benden önce
hiç kimseye helâl kılınmadı.
Şefaat bana verildi.
(Benden önce) peygamber sadece kendi kavmine gönderilirdi.
Ben ise bütün insanlara
peygamber olarak gönderildim. [87]
«Bilin ki (savaşta)
elde ettiğiniz ganimetin beşte biri Allah içindir....»
Kur'ân ahkâmına göre,,
ilgili âyetlerle savaşta düşmandan elde edilen ganimetin kime, nasıl ve ne
kadar taksîm edileceği belirlenmiştir.
Ancak Kur'ân'da bu
konuda iki ayrı tabir kullanılmıştır: Ganîmeî ve feyi1.. Bunlar eşanlamlı
kelimeler midir, yoksa her biri ayrı bir mana ve hükme mi delâlet etmektedir?
İslâm hukukçularının çoğuna göre, «ganî-met, Müslümanların savaşta gayr-i
müslimleri hezimete uğratıp elde ettikleri mal ve servettir. Bu, kelimenin
delâlet ettiği bir mana değil, şer'î örfle belirlenen bir hükümdür.» Feyi' ise,
savaşsız yapılan anlaşmalara göre, haraç, cizye ve benzeri isimler altında
gayr-i müslimlerden Müslümanlara ulaşan mal ve ncodır
İlim adamla; ıiın
görüş ve içtihatları ise şöyledir:
a) Atâ' b. Sâib'e göre, ganimet, Müslümanların
savaşta müşriklere karşı üstünlük
sağlayıp silah zoruyla ele geçirdikleri maldır. Arazi yani iş-1 gal edilen
toprak ise, feyi' kapsamına girer.
b) Süfyan
es-Sevrî'ye göre, ganimet, savaş yoluyla küffardan Müslümanlara ulaşan maldır.
O da beş kısma ayrılır; dört kısmı savaşa katılan mücahitlere verilir. Bir
kısmı ise, (ki bu beşte biridir), gerekli yerlere dağıtılmak üze.-e
Peygamber'e verilir. Feyi' ise, savaş yapmadan anlaşma yoluyla Müslümanların
müşriklerden aldığı maldır. Bunda humus (beşte bir) hükmü câri değildir.
c) Diğer be;: o üdamlarına göre, ganimet ile feyi' aynı
manaya gelen eşanlamlı iki kelimedir.
Ancak bu hususta en sahih
olanı, şer'î örfe göre, her birinin ayrı bir mâna ve hüküm taşımasıdır ki,
cumhur da aynı görüştedir. [88]
Savaşta elde edilen
ganimetin beşte birinin Allah'a ait olduğu üzerinde durulmuş ve bazı farklı
yorumlar yapılmıştır:
a) Fukahanın
çoğuna göre, bu, söze teberrüken başlamaya ve konunun önemini belirtmeye
yöneliktir. Zira yegâne hüküm sahibi Allah'tır; o dilediği gibi taksîm eder.
Yoksa ganimetin beşte biri Allah'a ayrılacaktır manasına gelmez, Allah adına
verilecek yerlere işarettir.
Nitekim el-Hasan,
Katade, Atâ', İbrahim en-Nahaî ve es-Sevrî'ye göre, beşte bir pay Allah ve
Resûlünedir, yani Allah için O'nun peygamberine aittir. Beşte dördü ise,
savaşa katılanlara verilir. Böylece Allah için ayrılan beşte bir bölüm,
Peygamber'e ve âyette vasıfları belirtilen dört sınıfa verilir.
b) Ebû
Âliye'ye göre, beşte bir pay altı kısma ayrılıp bir pay Allah adma Kabe'ye
ayrılır, diğerleri ise, belirtilen beş sınıfa taksim edilir. [89]
Birincilerin tesbit ve
yorumu daha sıhhatli kabul edilmiştir.
c)
Peygamber'e (A.S.) düşen hisse, O'nun vefatından sonra Müslümanlar yararına
sarfedilir. Bu aynı zamanda İmam Şâfiİ ve İmam Ahmet b. Hanbel'in içtihadıdır.
Nitekim A'meş'ın İbrahim'den yaptığı rivayete göre, Ebû Bekir Sıddîk ile Ömer
Faruk (Allah ikisinden de razı olsun) devirlerinde Peygamber'e (A.S.) düşen
hisse, asker için silâh ve teçhizat alımında kullanılmıştır.
d) Katade'ye göre, Peygamber'e (A.S.) düşen
hisse, ondan sonra js-lâm halîfesine verilir.
e) İmam Ebû
Hanîfe'ye göre, beşte bir hisse. Peygamber (A.S.)dan sonra Kur'ân'da belirtilen
dört sınıfa taksim edilir. [90]
«Peygamber'e,
yakınlarına...»
Ganimetin beşte
birinin, beşte biri yani tamamının yirmi beşte biri Peygamber'in (A.S.)
hısımlarına verilir. Ancak O'nun hısımları kimlerdir? Bu hususta da farklı
tesbitlere yer verilmiştir:
a) Kureyş kabilesinin hepsi.
b) Kendilerine zekât helâl olmayan yakınları.
Bunlar Hâşim oğullarıdır ki, Abbas ailesi, Ali ailesi, Cafer ailesi, Akil
ailesi ve Abdülmuttalib oğlu Haris ailesidir. [91]
c) Mücahit ve Ali b. Hüseyn'e göre, Hâşim
oğullandır.
d) İmam Şafiî'ye göre, Hâşim oğullan ile
Abdülmuttalib oğullandır. Çünkü yapılan sahîh rivayete göre, Hz. Peygamber
(A.S.) bu iki aileyi bir aile saymıştır. [92]
«Yetimleredir.»
Yetîm tabiri, babası*
olmayan ve henüz ergenlik çağına girmeyen çocuk demektir. Âyette daha çok
Müslümanların yetim çocukları kastedilmiştir. İslâm, her vesileyle babasız
çocukları himayeyi emretmiş ve bunların topluma kazandırılması için gereken
bütün tavsiyeleri yapmıştır.
«Yoksullaradır.»
Miskin, çok fakir olup
günlük ihtiyacını karşılama imkânı olmayan kimsedir. Bu çok yaşlı, hasta,
malûl, dul ve benzeri kişileri de kapsamına alan bir tabirdir. İlgili âyetle
ganîmet malından toplumun bu zayıf unsurlarına verilmesi ve böylece gelir
dağılımında adalet sağlanması emredilmiştir.
«Yolda kalmışlara
aittir.»
Evinden ve malından
uzak kalıp ihtiyaç içinde kıvranan müslüman-lardır. Böylece İslâm, ganîmet
malının taksiminde bile, din kardeşliğinin önemine ve misafirperverliğe ağırlık
vererek yolda kalmış kişilere yardım elinin uzatılmasını emretmiştir.
Bu sınıfların hakkı
ayrıldıktan sonra geriye kalanı savaşa katılan süvarilere iki, piyadelere bir
senim verilmek üzere mücahit gazilere dağıtılır. Bu, İmam Ebû Hanîfe'nin
içtihadıdır.
İmam Şafiî, İmam Mâlik
ve İmam Ahmed'e göre, süvariye üç, piyadeye bir pay olmak üzere mücahit
gazilere taksîrn edilir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin, kendine düşen payı, evine değil de muhtaçlara dağıttığı sahîh
rivayetlerle sabit olmuştur. Nitekim İmam Şafiî'nin, Ubâde b. Sâmit (RA)den
yaptığı rivayete göre, Resûlüllah (A.S.), Hayber günü, aldığı beşte bir hisseyi
olduğu gibi Müslüman fakirlere dağıtmıştır. [93]
Ganimetten savaşa katılan
kadın ve çocuklara da verilir. Bunlar daha çok geri hizmetlerde bulunurlar, o
bakımdan bilfiil savaşan mücahitlere verilen nisbetten biraz daha az takdir
edilir. [94]
Buna, orduyu düşman
karşısında gütme sanatı denir. Her bakımdan önemli bir konudur. Küçük bir hata,
az bir adaletsizlik, yanlış bir emir ve hareket çok pahalıya mal olabilir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz aynı zamanda büyük bir kumandandı; hem askere moral ve cesaret
vermede, hem de onları düşmana karşı savaş düzenine sokmada çok başarılı idi.
Ancak Bedir savaşı bir emrivaki şeklinde ortaya çıktığından Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz ve ashabının ileri gelenleri daha geniş ve detaylı düşünüp tedbîr
almaya vakit bulamamışlardı. Mevcudu harekete geçirip başa gelen bir belâyı
savmak ve İslâm'ın itibarını yüceltmek, hiç değilse korumak için o anda ne
gerekiyorsa hepsini bir bütünlük içinde düşünüp ortaya koymuş ve alınacak başka
bir önlem kalmadığı için de durumu Cenâb-ı Hakk'ın yüce dergâhına el kaldırıp
arz • etmişti.
Kul, imkân ve irâde sınırının
son kertesine gelip el kaldırınca, cari sünneti gereği, sebepleri mü'minler
lehine oluşturmak Allah'a aittir. Kul kendine düşeni lâyıkıyla yapınca, Allah
da kendine düşeni elbetteki yerine getirir. İşte Bedir savaşındaki stratejik
durum bu inanç ve anlayış içinde gerçekleştirilmiştir. [95]
Kulun tedbir ve
tevekkülü varacağı noktaya erişince, ilâhî inayet kademe kademe tecelliye
başlar. Bedir savaşındaki bu tecellileri şöyle sıralayabiliriz:
a) Hakkın
bâtıldan ayırt edildiği gün ilâhî âyet olan melekler indirilmiştir. Bu daha
çok mü'minlere moral vermek, kâfirlerin moral ve cesaretini bozup kırmakla
ilgilidir.
b) Müslümanlar, vadinin alt kısmında savaşa ve
toparlanmaya uygun olmayan bir yerde mevzilenmek.zorunda kalmışlardı. O
bakımdan sebepler harekete geçirilerek bol yağmur yağmış, kumlar basılmış ve
hareket kolaylığı, su bulma imkânı sağlanmıştır.
c) Müşriklerin daha hâkim noktada
mevzilenmesi ve kuyu başında yer alması sebebiyle, su ihtiyacı
yağmur ile telâfi edilmiştir.
d) Şam'dan
gelen büyük kervanın aşağı kesimde bulunması, iki tarafın da savaş arzusunu
kamçılamıştı ki buna ihtiyaç vardı.
Bütün bunlar savaşın
kaderini belirleyecek sebepler arasında bulunuyordu ki, çoğu mü'minlerin
lehine, müşriklerin aleyhine idi. Sebepleri tezgâhlayan, savaş stratejisini
çizen şüphesiz ki Allah'tır. Çünkü O hep haklıdan, âdil olandan ve iyi tedbir
alıp tevekkül edenden yanadır.
Bedir savaşı, az
yukarıda belirttiğimiz gibi bir emrivaki şeklinde ortaya çıkmasaydı,
Müslümanlar savaşmak için belki o günün şartları ve mevcut ortamı karşısında
görüş birliği ortaya koyamıyacaklar ve bu durum düşmanın cesaretini büsbütün
artırmaktan başka bir şeye yaramıyacaktı. Ama Ailah, olacak bir işi, bir olayı
yerine getirmek için ezelde hazırlanan plân gereği programı hazırlayıp
uygulamaya koydu.
Kur'ân, mü'minlere mala ve
ganimete karşı aşırı istek göstermemelerini, Allah'ın koyduğu hükme razı
olmalarını açıklarken, sözü edilen savaşta mü'minlerden yana Allah'ın
gösterdiği lütuf, indirdiği inayetini hatırlatıyor. [96]
«Ve hatırla ki, olacak
bir durumu yerine getirmek için, karşılaştığınızda (Allah) onları gözlerinize
az gösteriyor ve sizi de onların gözüne az gösteriyordu. İşler ancak Allah'a
döndürülür.»
İslâm dininin kök salıp bir
şehir devleti hüviyetinde ortaya çıktığını, savaşacak bir kuvvetinin
oluştuğunu, bundan böyle onun, hep küfrün, azgınlığın ve ahlâksızlığın karşısında
cephe alacağını, insan haklarına saldıranları tenkîl edeceğini, gerek Arap
Yarımadasına, gerekse çevre ülkelere duyurmak vakti gelmiş bulunuyordu. Onun
için, yıllarca mü'minlere işkence edip onları öz vatanlarından sürüp çıkaran
Mekke müşrikleriyle artık boy ölçüşmekle bu sesi duyurmak gerekiyordu. Ancak
mü'minler kendilerini henüz böyle bir savaşa hazırlanmış kadar güçlü
görmüyorlardı. Kervanı İslâm'ın lehine çevirme arzusu onları kaçınılmaz bir
savaşın eşiğine getirdi. Cenâb-ı Hak, mü'minlerden üç kat daha fazla olan
müşrikleri onların gözlerine az göstermek suretiyle cesaretlerini artırdı.
Müşrikler de mü'minleri az bir kuvvet olarak görüyorlardı. Böylece ilâhî plân
gerçekleşti, program kusursuz uygulandı ve İslâm'ın sesi işitildi. [97]
Yukarıdaki âyetlerle,
İslâm'ın Medine'de kök salıp bir devlet hüviyetiyle meydana çıkmasına işaretle
Bedir savaşının nedenleri üzerinde duruldu. Cenâb-ı Hak'ın, her türlü imkânını
imân ve irfanları doğrultusunda ortaya koyan mü'minlere nasıl yardımcı olduğu,
sebepleri nasıl kolaylaştırdığı anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, bundan
böyle savaşların aralıksız devam edeceğine işarette bulunuluyor, büyük
nimetlerin ağır külfetlerle gerçekleşeceğine dolaylı atıf yapılarak sabr-u
sebat gösterilmesi emrediliyor. Bunun için de mü'minlerin önce kendi aralarında
birlik ve dirlik kurmaları, sürtüşüp tartışmadan kaçınmaları gereği üzerinde
durularak başarının sır ve hikmeti öğretiliyor, Sonra da savaşa böbürlenerek,
maddî kuvvetleriyle her şeyin çözülebileceğini düşünenler gibi yanlış bir tutum
içine girerek çıkmamaları hatırlatılıyor. Arkasından, münafıkların nasıl bir
kararsızlık ve İslâm'a karşı sinsi düşmanlık havası içinde birtakım ölçüsüz
sözler sarfet-tiklerine dikkatler çekilerek mü'minlerin hem müşriklere, hem
münafıklara karşı uyanık bulunmaları isteniliyor. [98]
45— Ey imân edenler (savaşmak üzere çıkan) düşman
topluluğu ile karşılaştığınız vakit, (korkmayın) sebat edin, Allah'ı çokça anın
ki kurtuluşa (ve başarıya) eresiniz.'
46— Allah'a
ve Peygamberi'ne itaat edin. Sürtüşüp çekişmeyin, tartışıp bölünmeyin; sonra
korkaklaşir (devletinizin kudret) havası ayrılıp gider. Sabrediniz, şüphesiz
ki Allah sabredenlerle beraberdir.
47—
Yurtlarından şımarıklık göstererek, böbürlenip halka gösteriş yaparak ve
(insanları) Allah yolundan men'ederek çıkanlar gibi olmayın. Allah onların
yapageldiklerini (ilim ve kudretiyle) kuşatmıştır,
48— Hani
şeytan onlara işleyip durdukları (kötü işlerini, fena niyetlerini) süsleyip, «bugün
insanlardan size üstün gelecek yoktur ve ben de sizi destekleyici bir
yardımcıyım!» demişti de iki ordu birbirlerini görüp karşılaşınca, (bu defa)
topuğu üzerine gerisin geri dönerek şöyle demişti:
«Doğrusu benim sizinle
ilgim yoktur; sizin göremiyeceğiniz şeyleri görüyorum. Hem doğrusu ben
Allah'tan korkarım, Allah'ın vereceği ceza şiddetlidir.»
49— Hani bir
vakit de münafıklar ve kalblerinde (inkâr, inat, cehalet ve fitne) hastalığı
bulunanlar diyorlardı ki: «Canım şu mü'minleri de dinleri aldatmıştır.» Kim
Allah'a güvenip dayanırsa şüphesiz ki Allah yegane üstün ve yegane hikmet
sahibidir.
50— Bir de
meleklerin o küfredenlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura ve «tadın yakıcı
azabı!» (diye diye) canlarını aldıklarını görmeliydin.
51— işte bu sizin ellerinizin işleyip öne
sürdüğünüzün karşılığıdır ve elbette Allah kullarına zulmedici değildir.
«Ey insanlar! düşmanla
karşılaşmayı temenni etmeyin; Allah'tan hep afiyet dileyin. Ama düşmanla
karşılaştığınız zaman sabredip dayanın. Bilin ki, Cennet kılıçların gölgesi
altındadır.» [99]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz sonra da şöyle duâ etti :
«Ey kitabı indiren,
bulutları harekete geçiren; fırka ve bölükleri hezimete uğratan Al I ah im!
Düşmanını hezimete uğrat ve onlara karşı bize yardım et, bizi zafere eriştir.»
«Düşman ile
karşılaşmayı temenni etmeyin; Allah'tan afiyet isteyin. Ama düşmanla
karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı anın. Eğer düşmanınız bağırıp
çağırır, nara atarsa, siz sesinizi çıkarmayın.» [100]
«Şüphesiz Allah üç yerde
susup konuşulmamasını sever:
1— Kur'ân okunurken,
2— Düşman ile karşılaşırken,
3— Cenaze hazırlanırken...» [101]
«İblis hiçbir gün
Arafe günündeki kadar daha aşağılık, daha hakîr, daha rezîl ve daha kinli ve
öfkeli görülmemiştir. Ancak Bedir gününde müstesna..»
Bunun üzerine soruldu
:
— Ey Allah'ın Peygamberi! o, Bedir günü nasıl
görünmüştü? Allah Resulü cevap verdi:
— İblîs o gün Cibril'i (A.S.) melekleri (savaş)
düzenine sokarken görmüştü. [102]
Kutsî hadîs ;
«Ey kullarım! şüphesiz
ki ben zulmü kendime haram kıldım; onu sizin aranızda da haram kıldım. O halde
birbirinize zulmetmeyin.
Ey kullarım! bunlar ancak
sizin yaptıklarınızda ki sizin için onları (bir bir yazıp) hesaplıyorum. Artık
kim hayır bulursa, Allah'a hamd etsin; ondan başkasını bulursa, ancak kendini
kınasın.» [103]
«EV "mâ"
edenler! düşman topluluğu ile karşılaştığınız vakit, (korkmayın) sebat
edin.»
:
Mealindeki âyetle,
savaşmak üzere yola çıkan düşman ordusuyla karşılaşan İslâm ordusunun ilk
yapacağı iki önemli husus hatırlatılıyor:
1— Paniğe
kapılmadan savaş durumuna geçip sabr-u sebat göstermek.
2— Kalbe kuvvet,
ruha cesaret veren Allah'ı çokça anmaya devam etmek.
Şüphesiz ki, İslâm'a
göre, savaşı ilk başlatan zâlimdir. Kur'ân ilgili âyetle, savaşmak üzere çıkan
düşman askeriyle karşılaşmadan söz ederken, karşı tarafın zâlim olduğunu
belirterek bir kıstas veriyor. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Düşmanla
karşılaşmayı temenni etmeyiniz!» buyurmuştur. Bu konuda ilgili hadîsler
bölümünde iki sahîh hadîs nakletmiş bulunuyoruz.
O halde hakka karşı
çıkan ve kan dökmeğe susayan bir ordu, elbet-teki zâlimdir. Ona karşı durmak,
Allah'ı çokça anıp ilâhî yardıma mazhar olarak sebat göstermek, kurtuluş ve
zaferin anahtarıdır.
Allah, mü'minlere,
naklettiğimiz âyetle, ileride düşman ordusuyla karşılaşacaklarını dolaylı bir
anlatım şekliyle hatırlatıyor, o bakımdan mü'-minlerin her ân savaşa hazır
olmalarına işarette bulunuyor. [104]
«Allah'a ve Peygamberin© İtaat edin. Sürtüşüp
çekişmeyin...»
Mealindeki âyetle,
Müslümanları birleştirip kaynaştıran, toplayıp bütünleştiren kudretin Allah ve
Peygambere imândan sonra mutlak itaat olduğu belirtiliyor. İslâm toplumları,
hayat, ruh, mana, güç ve enerji veren bu kudreti her dem şifâ sunucu bir iksir
olarak içmedikleri taktirde, fitneye kapı açmış olurlar. Çünkü Allah ve
Peygambere mutlak itaat fitnenin önünde engelleyici en sağlam kapıdır. Ashab-ı
Kiramı başarıdan başarıya, zaferden zafere götüren ruh ve maya budur.
İtaat ve taşıdığı
geniş anlam ve hükmü özetliyecek olursak, ilâhî murat daha iyi anlaşılmış
olur:
a) Hiçbir
itiraz ve aksi görüş ortaya koymadan ve böylece bir şey düşünmeden Allah ve-
Peygamberinin buyruklarını kayıtsız şartsız dinleyip kabul etmek ve zamanı
gelince uygulamak.
b) Nefsin
heveslerini bir tarafa, dünyevî istekleri gerilere itip, sırf ilâhî hoşnutluğa
erişmek amacıyla Hakk'a yönelip beşerden istenilen ne ise, onu gücümüz
nisbetinde yerine getirmek.
c) Kendilerinden olan başlarındaki kumandanı
-meşru bütün hususlarda- dinleyip verdiği emirleri yine imkân nisbetinde
gerçekleştirmek.
d) Görevde
ve savaşta kendi nefsine bir pay ayırmayı düşünmeden sırf Allah'ın dinine
hizmeti farz bilerek fazîlet mücadelesini sürdürmek.
e) Baş olma,
lider durumuna gelme heves ve yarışına İltifat etmemek, hizmetin hizmet
olduğunu düşünerek, ilâhî hoşnutluğa erişme doğrultusunda hareket etmek..
Bunların aksine bir yol
tutmanın bölücülerin, bozguncuların, kırıcı ve düşmanlık .tohumlarını
ekicilerin ekmeğine yağ süreceğini ve faturasının da o oranda ağır olacağını
unutmamak gerekir. [105]
«Yurtlarından
şımarıklık göstererek, böbürlenip halka gösteriş yaparak çıkanlar gibi
olmayın...»
Orduları bir bakıma
-ilâhî sünnet gereği- muzaffer kılan, ya da yenilgiye uğratıp perişan eden
Allah'tır. Çünkü Allah hep âdildir, haklıdan yanadır. O, şımaranı, böbürlenip
sadece maddî kuvvetle her şeyi halledeceğini iddia edeni sevmez. O halde
kuvvet ve kudreti Allah'a çevirip O'nu tek kudret kaynağı kabul eden ve eldeki
kuvvetin büyüklüğüne ve çokluğuna aldanmayan mü'minler, eğer yeterince tedbir
almış ve kendilerine düşeni yapmışlarsa, mutlaka Allah onlara yardımda bulunup
başarılı kılar. Şıma-rıp zahirî kuvvete bakarak böbürlenen ve o hava içinde
savaşa çıkarken Allah'ı ve O'nun yenilmez kuvvet ve kudretini unutan bir
ordunun, aksini düşünüp inanan mü'minler karşısında hezimete uğraması
mukadderdir.
Kur'ân bu önemli
hususu işlerken Ebû Cehl'in davranışını misal veriyor. Şöyle ki: Başlarında
Ebû Cehl bulunduğu halde Müslümanlarla savaşa çağrılan Mekkeliler Cuhfe
yöresine gelip konaklamışlardı. Ebû Süf-yan onlara ikinoi bir haberci
göndererek, kervanın artık saldırıdan kurtulduğunu ve salimen yoluna devam
ettiğini, endişe edilecek bir durum söz konusu olmadığından, gelen ordunun
Mekke'ye dönmesini bildirdi. Ne var ki, Ebû Cehİ, insan sayısının çokluğuna
güvenerek, «hayır dönmiyeceğiz. Bedir yöresine kadar ilerleyip yanımızdaki
şarapları kanasıya içeceğiz. Cariyelere çalgılar çaldırıp eğleneceğiz, oradaki
Araplara bu neşeli hava içinde yemekler ikram edeceğiz. Bütün bu arzu ve
hevesimizi yerine getirmeden dönmemiz mümkün değildir» diyerek sevinç
çığlıkları atıyor, şımarıkça davranışlarda bulunuyor, âdeta kabına sığmıyordu.
Ama durum hiç de onun düşündüğü gibi olmadı; şarap yerine ölüm şerbeti, çalgı
yerine kılıç darbesi, caz ve saz yerine ölüm mersiyeleri havayı bir anda
değiştirdi. Ebû Cehl ve ileri gelen azgın şımarıklardan hayli kişi inen kılıç
da-rbeleri altında can verdiler.
Kur'ân bu olayı çok duyarlı
bir anlatımla mü'minlerin akıl, irfan ve sağ duyularına seslenerek şöyle
açıklıyor: «Yurtlarından şımarıklık göstererek, böbürlenip halka gösteriş
yaparak ve (insanları) Allah yolundan men'ederek çıkanlar gibi olmayın. Allah
onların yapageldiklerini (ilim ve kudretiyle) kuşatmıştır.» [106]
«Hani şeytan onlara
işleyip durdukları (kötü işlerini, fena niyetlerini) süsleyip, bugün
insanlardan size üstün gelecek yoktur ve ben sizi destekleyici bir
yardımcıyım, demişti...»
Bedir gününde İbiîs,
böbürlenen şımarık müşriklerin beynine durmadan sinyal verip üstün
geleceklerini ve kendisinin de hep destekleyici ve yardımoı olacağını
fısıldamıştı. İki ordu karşılaşınca, ilâhî yardım ve inayet Melek Cebrail'in
eşliğinde inerken İblîs'in dizlerinin bağları çözülmüş ve gensin geri dönerken,
ilk vadinin hilâfına müşriklere fısıldayarak, «sizinle ilgim yoktur. Sizin
göremiyeceğiniz şeyleri (inen yardımcı melekleri) görüyorum. Hem ben Allah'tan
korkarım, O'nun vereceği ceza pek şiddetli olur» demiş ve uzaklaşmıştı.
Böylece, ezelî program
gereği, hak gelince bâtıl yok olur; zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur. Hele bir
de Allah ve Peygamberine karşı böbürlenerek ortaya çıkarsa, onun ömrü pek
kısadır. [107]
«Kim Allah'a güvenip
dayanırsa, şüphesiz ki Allah yegâne üstün ve yegâne hikmet sahibidir.»
Bedir savaşında düşman
ile karşılaşan mü'minler hem sayı, hem de teçhizat bakımından zayıf durumda
idiler. Ama onların yenilmeyen ve ye-nilmeyeeek ayrı silahları vardı: Allah'a
ve Peygamberine dosdoğru imân ve her şeye rağmen Allah'a güvenip dayanma
şuuru..
Bu imân ve şuur, ilâhî
sünnetin mü'minlerden yana tecelli edeceğinin ve onları manen destekliyeceğinin
habercisiydi. Ne yazık ki, münafıklarla henüz yeni İslâm'a girip imân ve
İslâm'ın yüksek zevkini alamayan, o yüzden kalblerinde hastalık bulunanlar
iiâhî kudretin belirtilen yönde tecelli edeceğini idraktan âciz bulunuyorlardı.
Oysa kâinatın her parçası, taşıdığı her sistem Allah'ın Aziz ve Hakîm olduğunu
natıktır. Mülk-ü saltanatında, emr-u irâdesinde O hep üstündür, her şeyi
hikmetle yürütür, eşyayı lâyık olduğu yere koyar ve hazırladığı plân kusursuz
uygulanır.
Nitekim savaşın sonu bütün bu
gerçekleri ortaya koydu ve münafıkların bir defa daha yanıldıklarını
belirledi. Yakın tarihimizde İstiklâl mücadelesi de ilâhî kudretin
mü'minlerden yana tecelli etmesiyle başarıyla sonuçlanmış ve dost-düşman
herkesi hayret içinde bırakmıştı. [108]
«Bir de meleklerin o
küfredenlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura ve tadın yakıcı «abı, diye diye
canlarını aldıklarını görmeliydin!»
Mealindeki âyetle,
inatçı inkarcıların ölüm anında ve ondan sonra karşılaştıkları azap ibretli
safhasıyla anlatılmakta, Allah'tan kaçıp uzaklaşmanın, O'nu ret ve inkâr
etmenin hiçbir fayda sağlamıyacağı belirtilerek sonunda dönüşün mutlaka O'nun
hükmüne olacağına işaret edilmektedir.
Şüphesiz ki, ölüm
olayı meydana gelirken bizim görmediğimiz birçok görevli melekler ilâhî emri
kusursuz uygulamakta ve öylece her şey plânda hazırlandığı gibi
gerçekleşmektedir. Meleklerin, kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura
ruhlarını çekip almaları mecazî anlamdadır. Allah'tan geldiği gibi temiz
kalmayıp fazlasıyla kirlenen ve tanınmaz hale gelen ruhlarını gazapla tutup
çekmeleri ve lâyık olduğu yere itip atmaları ve tadın yakıcı azabı demeleri,
insanoğlunun bilgi ve müşahedesi dışında cereyan eden ve bütünüyle
fizik-ötesiyle ilgili bulunan bir uygulamadır.
Müfessir Fahruddin
Râzî bu âyetin tefsirinde tasavvufî anlamda bir incelik bulunduğunu belirterek
nefis bir yorum yapmıştır; özetleyerek naklediyoruz :
«Kâfirin ruhu
bedeninden çıkınca, o anda dünya âlemine sırt çevirmiş ve âhiret âlemine
yönelmiştir. Bu durumda küfründen dolayı âhiret âlemini görmez; ancak birbiri
ardınca karanlıklar görebilir. Kâfirin ruhunun bedenine olan aşırı ilgi ve
sevgisi ve bir anda ondan ayrı düşmesi, onu elem ve üzüntülere, hasret ve
özlemlere garkeder. Dünyadan da ayrılması sebebiyle yine elem ve ıstıraplara,
üzüntü ve tahassüre boğulup kalır. Âhirete yüzcevirmesi sebebiyle de küfründen
dolayı nursuz ve marifetsizdir; o bakımdan karanlıktan karanlığa sürüklenir.
İşte bu iki yönlü üzüntü ve sıkıntı, meleklerin onların yüzlerine ve arkalarına
vurması şeklinde ifâde edilmiştir.»
Ortaya çıkan tablo, ilâhî
adaletin tâ kendisidir. Dünyada iken imân ve islâm nurunu reddeden ve nereden
geldiğini, nerede niçin bulunduğunu, nereye, neden gideceğini bilmeyerek nefis
ve şehvet pazarında bir Ömür tüketip kalbini, vicdanını ve ruhunu karartan
inkarcı; kendi zindanını kendi eliyle, kendi yakıtını kendi ameliyle, kendi
yurdunu kendi inancıyla hazırlayıp beraberinde götürür. Allah kimseye
zulmetmez, ama insan kendine zulmeder. Nitekim ilgili 51. âyet bu gerçeği
açıklayarak hayatta olup henüz fırsatları kaçırmayanlara ilâhî rahmetin sesini
duyuruyor. [109]
Yukarıda geçen
âyetlerle, savaş maksadıyla yola çıkmış bulunan düşman ile karşılaşıldığı
zaman sabr u sebat gösterilmesi ve morali her an
yükselten Allah'ın
yüksek ve sınırsız kudretini düşünerek O'na güvenip dayanılması ve bu arada
Allah'ın çokça anılması emredildi. Maddî güce güvenip Allah'ı unutanların
sonunun hüsran ve mağlûbiyet olacağı hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın
mutlak âdil olduğu, inkarcı sapıklara, mağrur şaşkınlara vereceği azabın,
onların işlediklerine uygun bir ceza olacağı açıklanıyor ve buna misal olarak
da Fir'âvn hanedanının tutumu ve başlarına gelen azap gösteriliyor. [110]
52—
(Bunların tutum ve gidişi) Fir'avn ve ondan öncekilerin tutum ve gidişi
gibidir. Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler, bu yüzden Allah onları -günahlarına
karşılık- yakaladı. Şüphesiz ki Allah, çok kuvvetlidir, cezası çok şiddetlidir.
53— Bu böyledir: Çünkü Allah bir millete verdiği
nimeti, onlar kendilerindeki (huy, yaşayış ve davranışlarımı değiştirmedikçe,
değiştirici değildir ve şüphesiz Allah işitendir, bilendir.
54—
(Bunların tutumu ve gidişi) Fir'avn'ın ve onlardan öncekilerin tutum ve gidişi
gibidir. Rablannın âyetlerini yalan saydılar, o seheple onları günahları
karşılığında yok ettik; Fir'avn taraftarını (denizde) boğduk. Onların hepsi
zâlimler idi.
«Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak,
zâlime, yakalayıp (cezalandırıncaya) kadar mühlet verir. Yakalayınca da artık
onu salıvermez.» [111]
«(Bunların tutum ve
gidişi) Fir'âvn ve ondan öncekilerin tutum ve gidişi gibidir...»
Kur'ân ilgili âyetle
tarihin tekerrür ettiğine ve edeceğine işaret etmektedir. Mekkeli müşriklerin
Resûlüllah (A.S.) Efendimize ve Allah'ın indirdiği âyetlere karşı çıkmalarını;
inkâr, inat ve azgınlıklarını artırıp her çeşit şer yoluna başvurmalarını
anlatırken, bunların da küfür ve tuğyan vadisinde Fir'avn ve öncekilerin açmış
oldukları çığırda yürüdüklerini, o bakımdan da tutum, gidiş ve amellerinin
birbirine benzediğini açıklıyor; benzetme sebep ve illetini de bir cümleyle
özetleyip gözler önüne seriyor; öyle ki, ikisi de Allah'ın âyetlerini inkâr
edip yalan saymışlar ve kendilerine gönderilen peygamberleri yurtlarından
çıkartmışlardır.
Fir'avn, kendini
Hâhlaştınp putperestliğin bir başka şeklini ortaya koyduktan sonra, Hak adına
ne varsa her şeyi inkâr etmede hiç tereddüt göstermemiş ve Musa Peygamberi
yalancılıkla, sihirbazlıkla itham ederek Allah'ın âyetlerini inat ve tuğyanla
reddetmişti. Bununla da yetinmiyerek, Allah'a imân edenleri topyekûn. imhaya
karar vermişti.
Mekke müşrikleri de
aynı doğrultuda ayni şeylere başvurup, her geçen gün küfür ve azgınlıklarını,
mü'minlere işkence ve zulümlerini artırmış, sonunda Peygamber (A.S.) Efendimiz'in
mübarek vücudunu ortadan kaldırmayı planlamışlardı.
Fir'avn, mevcut bütün
nimetlerin kıymetini bilmeyerek dünya ve âhi-retini saadete garkedecek Musa
Peygambere ve ona uyanlara haksızlığın en çirkinini reva gördüğünden, Allah da
o azgınlar hakkındaki hükmünü değiştirmiş, câri sünneti gereği tuğyan eden o
milleti imha etmişti. Mekke
müşriklerinin de
âkibeti buna yakın bir sonuçla noktalanmış, hiç sevmedikleri mü'minlerin
önünde başeğmek zorunda kalmışlardı.
Böylece tarih ve
cereyan eden olaylar tekerrür etmiş, ilâhî adalet ve hikmet hükmünü
yürütmüştür.
Bu böyledir. Çünkü
Allah bir millete verdiği nimeti, onlar kendi durumlarını; huy, yaşayış ve
davranışlarını değiştirmedikçe, değiştirmez. Nimete ihâ'neî edip nankörlükte
bulunan bir millet hakkında, Allah, sünne-tullahı gereği hükmünü değiştirir,
şöyle ki :
a) Saltanat, aşağılanmaya ve hakirliğe,
b) Emir ve kumanda, esaret ve köleliğe,
c) Huzur ve sükûn, dert ve ıstıraplara,
d) Rahat ve neşe, elem ve üzüntülere,
e) Bol nimet, açlık ve sefalete,
f) Hürriyet ve bağımsızlık, istilâ ve boyunduruk
altına girmeye,
g) Tatlı hayat, ölüm ve işkenceye dönüşür.
Bu husustaki âyetten
çıkan özet şudur: «Ey insanlar! siz inkâr ve azgınlığa dönerseniz, biz de
sünnetimiz gereği size azabımızla döneriz, amelinize uygun gelen hükmümüzü
harekete geçirip uygularız.» İşte, bu Allah'ın yakalayıp kahretmesi demektir.
Şüphesiz ki, zâlim bir toplum veya milletin sonu hüsran ve felâkettir,
Tarihin akışı içinde
bu tür olaylar sık sık meydana gelir; ambalaj bakımından farklı görünseler de
esas ve mahiyet itibariyle pek değişik sayılmazlar. O halde geçen olaylardan
ibret ve öğüt almak, geleceği ona göre hazırlamak için tarihi ve tarih
felsefesini çok iyi bilmek gerekir. Şüphesiz ki Kur'ân-ı Kerîm'de bazı
milletlerin hayatından, cereyan eden önemli olaylardan söz edilip yer yer yeni
olaylarla karşılaştırıp benzetmelerde bulunulurken tarih okumamız tavsiye
edilmektedir.
İnsan fıtratında özü
ve mayası mevcut olan din ve Allah duygusunu aksi yöne çevirip onu amaç ve
hikmetinden uzaklaştırmak, Allah'ın insan hakkındaki hükmünün değişmesine sebep
olur. Tarihte bunun birçok örnekleri vardır.
Mekkeli putperestlerin ve
onlara benzeyen inkarcıların tutum ve gidişi, Fir'avn ve daha öncekilerin
gidişine benzetilerek, ardarda iki yerde konu edilmektedir. İkincisi, önemi
itibariyle birincisini te'yid etmektedir. Şöyle ki: Birincisiyle onların inkâr
ve tuğyanı, ikincisiyle hakkı yalan sa-Vip inkârda inat etmeleri
belirtilmektedir. [112]
«Onların hepsi zâlimler
idi.»
Mealindeki cümle bize önemli
bir hususu açıklıyor: Önce Allah kimseye zulmetmez. O, zulmü kendine haram
kıldığı gibi, insanlar arasında da haram kılmıştır. O halde tarih sahnesinden
günahları sebebiyle silinen insanların «zâlimler» diye anılması, onların kâinat
plânında insanoğluna ayrılan yerin sınırını aşmaları ve yaratıldıkları amacın
dışına çıkıp denge ve düzeni bozmaları ile yorumlanır. Böylece inkâr ve
azgınlıkta ısrar, aynı zamanda insanın kendine karşı işlediği en büyük zulümdür
ki, ilgiü âyetle bu noktaya parmak basılıyor. [113]
Yukarıdaki âyetlerle,
tarih sahnesinden silinen milletlere dikkatler çekilerek onların kendi
kendilerine büyük bir haksızlıkta bulundukları, yaratıldıkları gaye ve
hikmetin dışına çıktıkları belirtildi. Misal olarak da Fir'avn ve
yandaşlarının, onlardan önceki kâfirlerin tutum ve gidişi veri-ierek tarihin
hep tekerrür ettiğine işarette bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
kendilerine zulüm eden inkarcı sapıkların, gerçekte insanlık vasfını kaybettikleri,
o bakımdan canlıların en kötüsü durumuna düştükleri belirtiliyor. Sonra da
sözü edilen inkarcı sapık kavimlerle yapılan andlaşmalar konu ediliyor ve
imansız ahlâksızlara hiçbir zaman güven olmayacağı işlenerek mü'minlerin bu
hususta da çok duyarlı ve temkinli olmaları hatırlatılıyor. [114]
55— Allah katında (yeryüzünde) yürüyenlerin en
kötüsü, o inkâr edenlerdir. Onlar inanmazlar.
56— Öyle ki,
onlar kendileriyle yaptığın andlaşmayı
her defasında hiç çekinmeden (ve sonucunu hesaba katmadan) bozarlar.
57— Savaşta onları (ne zaman yakalarsan,)
öylesine darmadağın et ki arkalarındakiler öğüt ve ibret alsınlar.
58— Eğer bir milletin hıyanetinden endişe
edersen, eşit ölçülere göre sen de andlaşmayı bozup (yüzlerine) at! Çünkü
Allah, elbette hâinleri sevmez.
59— O inkâr
edenler, öne geçtiklerini (ve geçeceklerini) hiç de sanmasınlar. Çünkü onlar
(bizi ve sizi) âciz bırakamazlar.
Medine Yahudileri'nden
Kurayze oğulları, Müslümanlarla savaşmıya-, çoklarına ve onlara karşı bir saldırı
vuku' bulduğu takdirde saldırganlara.
savaş kapısını açanlara
yardım etmiyeceklerine dair Hz, Muhammed'le (A.S.) bir andlaşma yapmışlardı.
Çok geçmeden İslâm'a karşı durmadan hazırlanan Mekke müşriklerine silâh
yardımında bulunarak andlaşmayı bozmuş, sonra da unutup hatâ ettiklerini
söyleyerek andlaşmayı yenilemişlerdi. Ne yazık ki, aradan bir süre geçince
Hendek savaşı patlak verdi ve Medine kuşatıldı. Müslümanların en zayıf anını
fırsat bilen Yahudiler derhal harekete geçtiler ve Mekkeli müşriklerden yana
olduklarını bildirmek, gerekirse her türlü yardımı yapacaklarına dair bir
taahhütte bulunmak üzere Kâb b. Eşrefi Mekke'ye gönderdiler. Böylece ikinci
defa yapılan andlaşmayı da bozmuş oldular. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [115]
«Kiminle bir kavim arasında
bir andlcışma bulunuyorsa, ne o andlaşma üzerine bir düğüm daha bağlayıp
sıksın, ne de onu çözsün; süresi doluncaya kadar beklesin, veya karşı tarafın
(hıyanette bulunarak) yaptığına eşit şekilde (o andfaşmayı) bozup atsın.» [116]
«Allah katında
(yeryüzünde) yürüyenlerin en kötüsü, o inkâr edenlerdir. Onlar inanmazlar.»
İnsan, ruhu ve cevheri
itibariyle çok şerefli bir varlıktır. Kâinatta görebildiğimiz hemen her şey
onun için yaratılmıştır. O da, Allah'ı bilip tanımak, O'na kulluk etmek üzere
yaratılıp dünya denilen uğrağa getirilmiştir. Ruhî yönüyle yüce âlemden, bedenî
yönüyle aşağı âlemdendir. Böylece insan her iki âlemle yakından ilgilidir.
Artık hangi yapısına ağırlık verirse, daha çok o âleme yaklaşıp bağlanmış olur.
Aşağı âlemin geçiei
nimetlerinin sarhoşluğu içinde yüce âlemi unutur da Allah'ı inkâr edip
âyetlerini yalan sayacak olursa, artık öylesinin yüce âlemle olan ilgisi kopar
ve bu yüzden ruhunu madde cenderesine sokup silik hale getirir. Bu durumda
sadece aşağı âleme bağlı ve onunla ilgili sıfatları taşıyarak diğer canlılar
seviyesine ve bazan da daha aşağı bir derekeye düşer. O bakımdan Allah yanında
öylesi, insan suretinde et, kan, kemik ve sinirlerden oluşan bayağı bir
mahlûktur; hattâ yürüyen canlıların en kötüsü ve en değersizidir. Zira hiçbir
hayvan, Allah'ı inkâr edip
haktan korkmayan,
sorumluluk duygusu taşımayan bir insan kadar zararlı sayılmaz.
Kur'ân-ı Kerîm, bu gerçeği en
düşündürücü şekilde hatırlatarak insanı yüce âlemle olan irtibatındaki hikmete
dönmeye çağırmakta; yaratı-lışındakl şerefli dereceye ddım atmasını ilhamda
bulunup, lâyık olduğu yerini korumasını telkîn ve tavsiye etmektedir. Bunun
aksine bir yol tutup yaptığı andlaşmaları bozan, tam bir ihanet ve düşmanlık
duygusuyla bozgunculuğun her çeşidini düşünen, fırsat bulduğu ân, İslâm, ahlâk
ve fazî-let aleyhine öldürücü zehirini akıtan inkarcıları, yeryüzünde yürüyen
en kötü canlılar olarak vasıflandırmaktadır, [117]
«Eğer bir milletin
hıyanetinden endişe edersen, eşit ölçülere göre sen de andlaşmayı bozup (yüzlerine)
at. Çünkü Allah, elbette hâinleri sevmez.»
Düşmanın ihaneti, ahde
vefasızlığı, hıyanet ve dönekliği devam edince, Müslümanlar da onlarla yaptığı
andlaşmayı âdil ölçülere göre bozduğunu resmen karşı tarafa bildirir. Zira
İslâm'da, en azgın düşmana karşı bile olsa, hıyanet, ahde vefasızlık kesinlikle
haramdır. İslâm yapılan and-laşmaya, karşı taraf bağlı ve sadık kaldığı sürece
bağlı ve sadık kalır; karşı taraf ihanete ve birtakım entrikalara baş vurursa,
o takdirde Müslümanlar onlar gibi çirkin bir yola başvurmaz, sadece mevcut
andlaşmayı bozduğunu ilân eder. Nitekim âyette «sen de andlaşmayı bozup
yüzlerine at» mealindeki sözün mânası budur.
Düşmanın bu gibi
döneklik ve ihanetinin cezasını savaşta, diğer milletlere ve geridekilerine
öğüt ve ibret olacak şekilde vermek vaciptir. Çünkü iyi bir ders, hafızalardan
silinmeyecek tesirli bir ibret, ileride fazla kan akıtılmasın! önler, caydırıcı
bir müeyyide olarak her zaman hesaba katılır.
İşte İslâm'ın düşman ile olan
tutum ve niyeti bu esaslar içinde seyreder. Keyfi hiçbir işleme, hıyanet ve
zulme kapı açmaz, açılmasına fırsat vermek istemez. İhanette bulunup öne
geçtiklerini ve o yüzden Müslümanları aoze düşürüp perişan ettiklerini
sananlar hep aldanırlar. Zira Allah hâinlerden yana değildir. O hep âdildir,
adaleti, ahde vefayı sever ve emreder. [118]
Yukarıdaki âyetlerle,
yapılan andlaşmalara bağlı kalmayıp hıyanet içinde bulunan düşmana karşı ne
yapılması gerektiği belirtildi, İhanet içinde bulunan düşmanların başarıya
erişmiyeceği bildirilerek her zaman olduğu gibi, böyle dönemlerde de,
mü'minlerin adaletten, doğruluktan ayrılmamaları tavsiye edilerek Müslümana
herkesin inanıp güvenmesinin gerektiğine işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, sadece
savaş günlerinde değil, barış günlerinde de savaşa iyice hazırlanmanın önemi
üzerinde duruluyor ve bu uğurda yapılan her harcamanın Ailah yanında kat kat
mükâfat göreceği bildiriliyor; sonra da düşman tarafı barışa yanaştığı
taktirde, ciddi oldukları anlaşılınca Müslümanların da barışı kabul etmesi ve
her hâl-ü kârda Allah'a güvenip dayanmaları emrediliyor. Karşı taraf barış
teklifiyle hile yapmak isterse, Allah'ın yardımının hâinlere, hilecilere değil,
dosdoğru inanıp Allah'a güvenerek dayananlara yöneleceği de ayrıca açıklanarak
mü'min-lere manevî destek sağlanıyor. [119]
60— (Ey
Müslümanlar!) Onlara karşı gücünüzün yettiğince her türlü kuvveti ve (savaş
için) beslenen atları (gereken araçları) hazırlayın. Bununla hem Allah'ın
düşmanlarını, hem de sizin düşmanlarınızı ve sizin bilmediğiniz, Allah'ın
bildiği diğer düşmanları korkutup yıidırırsınız. Allah yolunda her ne
harcarsanız, (karşılığı) size tastamam ödenir, hiç de haksızlığa uğramazsınız.
61— Eğer
(düşmanlarınız) barışa meylederlerse, sen de ona yanaş, Allah'a güvenip dayan.
Çünkü Allah muhakkak işiten ve bilendir.
62-63— Eğer
hile yapıp seni aldatmak isterlerse, şüphesiz ki Allah, sana yeter; seni ve
mü'minleri yardımıyla destekleyip güçlendiren O'dur Mü'minlerin gönüllerini
birbirine ısındırıp biraraya getiren de O'dur. Eğer
yeryüzünde bulunan her
şeyi harcasaydın yine de onların kalblerini birbirine ısındırıp biraraya
getiremezdin. Ama Allah'tır ki, onların kaiblerini birbirine ısındırıp biraraya
getirmiştir. Şüphesiz ki O, çok güçlü, çok üstündür ve yegâne hikmet
sahibidir.
Akabe b. Amr (R.A.)
diyor ki:Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, minberde bulunduğu bir sırada şöyle
buyurduğunu İşittim . «Düşmana karşı gücünüz yettiğince her türlü kuvveti
hazırlayın. Haberiniz otsun ki, kuvvet atmaktır; dikkat edin ki, kuvvet
atmaktır; uyanık olun ki, kuvvet atmaktır.» [120]
«Atışa devam edin ve
biniciliği sürdürün; ama atışta bulunmanız binmenizden hayırlıdır.» [121]
«Savaş atının alnına
sarkan saçlarında kıyamete kadar hayır düğümlüdür. Hayır ise, sevap ve
ganimettir.» [122]
«Hayır ve bereket, (savaş)
atının alnındadır.» [123]
«Onlara karşı
gücünüzün yettiğince her türlü kuvveti hazırlayın...»
Mealindeki âyet,
kesinlik ifâde eden ilâhî buyruklardan biridir. Hitap kimleredir? İlk bakışta,
bütün inanan Müslümanlaradır. Ancak bu ne gelişigüzel bir hitaptır, ne de
rastgele bir hazırlık emridir. Âyetin üç hitap yönü söz konusudur:
1— Devlete,
2— Orduya,
3— Halka..
Devlete olan hitap
yönü, idare eden kadronun bu konuda düzenli ve disiplinli bir ordu vücuda
getirmesi ve bu orduyu çağın gelişen her türlü silahıyla donatıp en azından
kuvvetler arasında dengeyi sağlar düzeye getirmesidir.
Orduya olan hitap
yönü, iç ve dış düşmanlara karşı hem yeterince hazırlıklı olması, hem de çok
uyanık bulunmasıdır. Zira Kur'ân'da belirtildiği gibi, Müslümanların ve
Allah'ın, biri bilinen, diğeri bilinmeyen iki ayrı düşmanı vardır, Bu gerçeği
her zaman dikkatten uzak bulundurmamak ve bilinmeyen gizli düşmanı bilip
tanımaya çalışmak devlet ve ordu için nasıl bir kutsal görevse, öylece
Müslümanlar için de bir görevdir.
Halka olan hitap
yönü> çalışıp ekonomik gücünü artırmak, devletine yeterince vergi vermesini
bilmek ve kazancının bir bölümüyle hem kendi bünyesinde sosyal adaleti kurmak,
hem de orduya yardım ederek onun gücüne güç katmaktır. Âyetteki emir, «gücünüz
yettiğince» tabiriyle ifâde edilirken bunun için bir sınırlama yapılmamış,
günün şartlarına göre, her türlü hazırlığın yapılması belirtilmiştir.
Âyette ayrıca savaş
için besili atlardan söz edilmektedir. Bu bir ölçüdür ki, her çağın özelliğine
ve teknik imkânlarına göre yorumlanabilir. Günümüzdeki teknik buluşlar ve güçlü
silâhlarla birlikte ordunun artık atlarla değil, motorlu araçlarla
kuvvetlendirilmesi ve bunun için yeterince teknik imkânların en verimli şekilde
hazırlanması aynı hükmün kapsamına girmektedir. Zaten Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, «kuvvet atmaktır» buyururken, çok geniş ve o nisbette kapsamlı bir
deyim kullanmıştır.
Konuyu şöyle özetlemek
mümkün :
Kur'ân'da ilgili
âyetle, disiplinli, güçlü ve günün savaş tekniğiyle donatılmış bir ordunun
varlığının, ekmek ile su kadar lüzumlu olduğu belirtiliyor. Çünkü genellikle
ordu denilince hatıra şu tarif gelir: Ordu, düşman istilasını durdurabilecek,
savaşı ülkenin dışına çıkarabilecek ve gerektiğinde ülke içinde düzeni
koruyacak bir kuruluştur, Kısacası ordunun varlığı, savaş gerçeğine dayanır.
Savaş ise, taraflardan herbirinin kendi İrâdesini ve bazan kendi ideolojisini
karşısındakine kabul ettirmeğe çalıştığı silâhlı bir çatışmadır.
İslâm, fitne ve
azgınlığı durdurmayı, insan hürriyetini, din ve vicdan hürriyetini, ahlâk ve
namusu korumayı, ülkeyi istilâdan uzak tutmayı ve bunlara göz dikenler olunca,
savaşmayı emreder,
Güçlü bir orduya sahip olan
milletlerin, her zaman düşmanlarının önüne bir korku ve endişe şeddi kurdukları
muhakkaktır. Âyette bilhassa bu noktaya parmak basılmaktadır, [124]
«Eğer (düşmanlarınız)
barışa meylederlerse, sen de ona yanaş, Allah'a güvenip dayan. Çünkü Allah
muhakkak işiten ve bilendir.»
Mealindeki âyetle
İslâm'ın barıştan yana olduğu çok açık bir ifadeyle belirtiliyor. Zira Kur'ân'a
göre, savaş son çaredir. Düşman barışa yanaştığı taktirde, İslâm barışa her
zaman hazırdır. Onlar hıyanette bulunup and-laşmayı bozarlarsa, Müslümanlar da
onu bozduklarını ilân ederler, ama hiçbir zaman hıyanette bulunmazlar. Nitekim
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin 10 yıllık Medine döneminde yapmış olduğu onun
üstündeki savaşta sadece karşı taraftan 150-160 kişi öldürülmüş ve Müslümanlar
da 90-100 kadar şehît vermişlerdir. Bu savaşların hepsi de şahlanan küfrün,
fitne ve tuğyanın bastırılmasına, Allah isminin daha yüce, daha aziz
tutulmasına yöneliktir. O nedenle insan kanının akıtılmaması için her türlü
tedbire başvurulmuş, bütün önlemler alınarak mecbur kalınmadıkça silâh
kullanılmamıştır.
İslâm'ın barışçı olduğuna bir
diğer belge, Hudeybiye andlaşmasıdır ve bir de Medine'deki Yahudilere her türlü
vatandaşlık haklarının tanınması, hazırlanan anayasaya bu hakların korunmasının
yazılmasıdır. [125]
«Müminlerin
gönüllerini birbirine ısındırıp biraraya getiren de Odur. Eğer yeryüzünde
bulunan her şeyi harcasaydın, yine de onların kalb-lerini birbirine ısındırıp
biraraya getiremezdin. Ama Allah'tır ki, onların kalblerini birbirine
ısındırıp biraraya getirmiştir. Şüphesiz ki O, çok güçlü, çok üstündür ve
yegâne hikmet sahibidir.»
Çeşitli ırklara
mensup, değişik dil konuşan, âdet ve gelenekleri ayrı olan İnsanları biraraya
getirip kalblerini birbirine ısındırarak onları belli bir gaye uğrunda
birleştirip bütünleştirmek mümkün müdür? Mümkünse, bu birleştirici faktör, ya
da kader birliği ideali ne olabilir? Gerçi bu faktör, yalnız şudur, demek
suretiyle dondurmak pek doğru bir teşhîs olmaz. Çünkü bazı ideal ve davalar
-hak olsun, bâtıl olsun- farklı insanları biraraya getirip kader birliği
etrafında toplayabiliyor. Ama bu ne dereceye kadar sağlıklı ve sürekli
olabiliyor? Olaylar, aşın ırkçılıkla dinin toplayıcı, kader birliğinde
birleştirici olduklarını göstermektedir. Diğer sebeplerin ise, daha çok kişisel
ve toplumsal menfaatlara dayandığından kısa bir süre sonra sabun köpüğü gibi
sönüp kaybolduğu görülmüştür.
Ancak ırkçılık duygusu
da belli bir sınıra kadar varmakta, dinî duygu gelişince yavaş yavaş tavsayıp
yönlendirici, birleştirici tesirini kaybetmektedir. Çünkü İslâm ırk, dil, renk
farkı gözetmez. İnsan unsurunu, insan olduğu İçin lâyık olduğu yere oturtur. O
bakımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz aşın ırkçılığın dinde yeri olmadığını şu
hadîsleriyle çok net biçimde açıklama ihtiyacını duymuştur:
«İrkçılığa çağıran
bizden değildir; ırkçılık üzerine savaşıp vuruşan da bizden değildir; ırkçılık
üzere ölen de bizden değildir.» [126]
Bunun üzerine denildi
ki:
— Ey Allah'ın peygamberi; ırkçılık nedir? Cevap
verdi:
— Zulümde bulunmak üzere kendi kavmine yardımcı
olmandır. «Sizin hayırlınız, günah işlemediği sürece kendi aşiretinden (şer ve saldırıyı)
savmaya çalışan kimsedir.» [127]
«Kim kendi kavmine
haksız yere yardımcı olursa, (bîr çukura) yuvarlanıp kuyruğundan tutulup
çıkarılmak istenen deveye benzer.» [128]
Nitekim tarih bu
hadîslerin ne kadar isabetli olduğunu ortaya koymuş ve bazı kişisel çıkarların
arayere girmesiyle ırkçılığın kan dökücü bir afet haline geldiği, bir zulüm
aracı yapıldığı görülmüştür. Nazilerin hırçınlığı ve başkalarına hak ve hukuk
tanımamaları, o yüzden yüz binlerce insanın canına kıyıldığı ve sonunun nereye
vardığı, bunun en belirgin misallerinden biridir.
O halde toplumu toplum
yapan nedir?
Toplumu toplum yapıp
onları birbirlerine ısındırarak bağlayan, pekiştirip bütünleştiren; her birine
ferağat-i nefs duygu ve inancını kusursuz aşılayan Allah'a dosdoğru imândır.
Mekkeli muhacirlerle Me-dineli ansarın kardeş olması, Resûlüllah'ın (A.S.)
huzurunda köleyle emîrin yanyana oturması bunun en güzel örneklerinden biridir.
Habeşli köleyle Kureyşli asilzadenin cami ve cemaatte omuz omuza vermesi ne ile
yorumlanabilir? Kur'ân-ı Kerîm'de ırkçılığın değil, dinin lâhutî havasının
insanları nasıl birbirine ısındırdığı şu âyette en yüksek ifadesini bulmuştur:
«Eğer yeryüzünde bulunan her şeyi harcasaydın, yine de onların kalbleri-ni
birbirine ısındırıp biraraya getiremezdin. Ama Allah'tır ki, onların
kalb-lerini birbirine ısındırıp biraraya getirmiştir.»
Pakistan Millî Şâiri
İkbal'in dediği gibi: «Yol kesenler, Kur'ân okuyup öğrenince yol gösterici
oldular. Bu kutsal kitaptan çıkardıkları ilâhî hükümlerle nice büyük
kütüphaneler kurdular. Birbirleriyle amansız şekilde savaşanlar Allah sevgisinin
çatısı altında bir aile haline geldiler; kan dökenler, rahmet ve ilim yaymaya
yöneldiler.»
Kur'ân'ın bu feyizli
havasının dışında kalan ve medenî geçinen birçok milletlerin millî yapısında
hâlâ siyah-beyaz kavgası veya ayrımı sürmekte ve o yüzden birçok işkencelere
başvurulmaktadır. Yine Kur'ân'ın hayat veren pınarından mahrum yetiştirilen
genç kuşaklar, uyuşturucu mübtelâsı olmakta, hem ahlâkını, hem de sağlığını
kaybetmektedirler.
Hz. Muhammed'in (A.S.)
tezgâhında şekillenmeyen milletler, diğer zayıf ve güçsüz milletleri durmadan
sömürmekte ve soğuk harbi devam ettirerek harp sanayiini çalıştırmaktadırlar.
Millî Şâirimiz M. Akif
ERSOY ne güzei söylemiştir!
«Ne irfandır veren ahlâka
yükseklik, ne vicdandır, Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfi Yezdan'ın.. Ne irfanın kalır tesiri
katiyyen, ne vicdanın..» [129]
_ Yukarıdaki
âyetlerle, Kitap ehlinin bölücü, bozucu, dağıtıcı tavırları kınandı. İslâm'ın
birleştirici, barıştırıcı özelliği açıklanarak Muhacirle Ansan, köleyle
asilzadeyi, zenginle fakiri nasıl kaynaştırıp kardeş yaptığı misal verildi ve
aynı zamanda hiçbir faktörün hak din kadar birleştirici olamıya-cağına atıflar
yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, İslâm
düşmanları ne kadar kötü düşünürlerse düşünsünler, mü'minler Tevhît İnancı
odağında bütünleştiği taktirde Allah'ın onlara mutlak yardımcı ve yeterli
olacağı müjdeleniyor, sonra da imân gücünün üstünlüğü üzerinde durularak
kuvvetler arasındaki farka dikkatler çekiliyor. [130]
64— Ey Peygamber! Allah sana da, sana uyan
mü'minlere de yeter.
65— Ey
Peygamber! Mü'minleri savaşa tahrik ve teşvîk et. Sizden sabreden yirmi kişi
olursa, ikiyüz kişiyi yenip alteder. Sizden yüz kişi olur-
sa, o küfredenlerden
bin kişiyi yenip alteder. Çünkü onlar (hakkın gücünü, ilâhî kudretin
üstünlüğünü) idrâk etmez anlayışsız bir topluluktur.
66— Ama şimdi Allah, sizden yükü hafifletti ve
sizde bir zaaf olduğunu bildi. Sizden sabreden yüz kişi olursa, -Allah'ın
izniyle- ikiyüz kişiyi yenip alteder. Sizden bin kişi olursa, -Allah'ın
izniyle- ikibin kişiyi yenip alteder. Allah sabredenlerle beraberdir.
67— Hiç bir
peygambere yeryüzünde ağır basıp zafer elde etmedikçe esirler edinmesi uygun
olmamıştır. Siz, dünya malını istiyorsunuz. Allah ise âhireti (elde etmenizi)
istiyor. Allah çok üstündür ve yegâne hikmet sahibidir.
68— Eğer
Alfah tarafından yazılı bir hüküm geçmiş olmasaydı, herhalde aldığınız
(fidye)den dolayı size büyük bir azap dokunurdu.
69— Artık elde ettiğiniz ganimetlerden helâl ve
temiz olarak yeyin. Allah'tan korkup (kötülüklerden) sakının. Şüphesiz ki Allah
çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
Hafız Bezzar'ın İbn
Abbas (R.A.)dan yaptığı rivayete göre, bu âyet Mekke'de inmiş, ama Medine'de
inen âyetler arasına konulmuştur. Hz. Ömer (R.A.) İslâm'a girince, müşrikler,
«Müslümanlar bugün bizden cidden intikam aldılar!» diyerek hayıflandılar.
Bunun üzerine 64. âyet indi.
Taberânî, Ebu'ş-Şeyh
ve İbn Murdeveyh'in İbn Abbas'dan (R.A.) yaptıkları diğer bir rivayete göre,
Peygambere (A.S.) inanıp İslâm'a girenler 39 kişiyi bulmuştu. Hz. Ömer (R.A.)
İslâm'a girince bu sayı 40'a ulaştı. O sebeple yukarıdaki âyet indi. [131]
Buharî kendi tarihinde,
Beyhakî kendi Sünen'inde İbn Abbas (R.A.)dan yaptıkları rivayete göre, «Sizden
sabreden yirmi kişi olursa, ikiyüz kişiyi yenip alteder.» mealindeki âyet
inince, bu, mü'minlere biraz ağır geldi. Zira bir kişinin on kişi önünden
kaçmaması gerekiyordu. O nedenle 66. âyet indirilerek mü'minlerin bu yükü
hafifletildi. [132]
«Sizden sabreden yüz
kişi olursa, Allah'ın izniyle ikiyüz kişiyi yenip alteder....»
Allah'a inananlarla
inanmayanlar arasındaki kuvvetler dengesi üzerinde duruluyor. Ancak sözü
edilen dengenin sadece sayı ve silah bakımından değil, manevî güç itibariyle
de önem taşıdığı belirtiliyor. Öyle ki, düşman tarafı Allah'a, âhirete, ebedî
saadete ve hak dine inanmıyor; sadece istilâcı bir kuvvet olarak dünyevî
amaçlar uğruna savaşıyorlar. Gerçek bu olunca içlerinde birçok askerin ve
onları sevk ve idare eden kumandanların ölümü küçümsememesi, öldürülmemek için
her şeyi hesaba katması unutulmamalıdır. İnananlar ise, onların aksine Allah
yolunda, fazilet ve ahlâk uğrunda savaştığını bilmekte, şehitlik mertebesinin
özlemini çekmekte ve ölümden korkmamaktadırlar. Çünkü mü'minlerin inancına
göre, ölüm bir son değil, sonsuz ve kalıcı bir hayata kapı açmak için bir dönümdür.
Üstelik iyi niyet ve samimi bir imânla savaşan kimse şu iki büyük mükâfattan
mutlaka birine mazhar olacaktır: Ölürse şehitlik mertebesine yükselip Allah
yanında yüksek derecelere lâyık görülecek; sağ kalırsa gazilik şerefiyle
hayatına renk, ruhuna mânâ, âhiretine büyük ecir katmış olacaktır. O bakımdan
gerçek mü'min savaşta hiçbir endişe duymadan küfrü alt etmeye çalışır, ölüm
onun içinde çok geri plânlarda kalır.
İşte bu iki değişik
inanca ve düşünceye sahip olan iki ordu arasındaki kuvvet dengesi, ona karşı
bir, bine karşı yüzdür. Nitekim gerek Bedir savaşındaki zahirî dengesizlik,
gerekse Yermuk ve Mute savaşlarındaki belirgin fark bu oranın haklılığını
ortaya koymuştur. İstiklâl mücadelemiz ise bunun açık belgesi ve parlak bir
misali olarak tarihe geçmiş bulunuyor.
Ne var ki, Kur'ân-ı
Kerîm 1/10 oranını ortaya koyunca ashab-ı kiramdan bir kısmı endişelenmiş,
silâh ve teçhizat, sonra da sayı ve diğer imkânlar bakımından zayıf durumda
bulunduklarını düşünerek düşmana karşı böylesine açık bir farkla savaşmanın
doğuracağı zorlukları göz önüne getirip bu ağır yükün biraz hafifletilmesini
dilemişlerdi. Çünkü onlar savaşta düşmana karşı koyamıyarak geri çekilmenin
büyük bir günah olduğunu çok iyi biliyorlardı. Sonra Cenâb-ı Hak bu ağır yükü
onların üzerinden kaldırdı, ihtiyarî duruma getirdi ve bire iki nisbetini
zorunlu kıldı.
Allah, mü'minlerin,
böylesine çok farklı iki kuvvetin karşılaşmasına zaman zaman dayanamıyacaklanni
bilmiyor muydu? Elbetteki biliyordu. Burada önce ağır bir yükü koymakta
psikolojikman bir tedirginlik doğurmak, sonra onu kaldırıp hafifini getirmek
suretiyle o tedirginliği sevince çevirmek söz konusudur. Böylece âyetin delâlet
ettiği hüküm meseleyi kesin sonuca bağlamakta, bire iki nisbeti sağlanmayıp
büyük bir farklılık ortaya çıktığında, mü'minlerin fazla zayiat vermeden geri
çekilmelerinde bir sakınca olmadığına delâlet etmektedir. Sonuç olarak İslâm
askeriyle düşman askeri arasında sayı bakımından kuvvet dengesi bire iki
oranında gösterilerek Allah'a ve Âhiret'e inanmanın bu dengede nüzım rol
oynayacağına işaret edilerek manevî gücün önemine parmak basılmaktadır.
Onun için Allah,
Peygamberimize (A.S.) İslâm mücahitlerinin kalbine ve kafasına sürekli olarak
savaşın anlam ve hikmetini aşılamasını emretmekte ve böylece imân cephesinin
her an savaşa hazır durumda bulunmasının sağlanmasını murat etmektedir. [133]
«Eğer Allah tarafından
yazılı bir hüküm geçmiş olmasaydı, herhalde aldığınız (fidye)den dolayı size
büyük bir azap dokunurdu.»
Mealindeki âyetle,
düşmandan esir almanın ve karşılığında kurtuluş akçesi alıp serbest bırakmanın
bütünüyle savaşla ilgili bir hüküm olduğu üzerinde duruluyor.
İslâm sudan sebeplerle
ve ciddi bir savaş ortada yokken, düşman tarafından birtakım hile ve
entrikalarla esir elde etmeyi hoş karşılamaz ve buna cevaz da vermez. Çünkü
İslâm, insanları öldürmek, esir ajmak, köle gibi çalıştırmak, kişilerin
hürriyetlerini ellerinden almak için değil, insanlara hak ve hürriyet, huzur
ve güven vermek için Allah tarafından seçilip beğenilen en son dindir ve
Allah'ın insanlara geniş rahmetini yansıtan en son mesajıdır.
O nedenle en fırtınalı
günlerde ve bütünüyle İslâm aleyhine harcanması düşünülen, Şam'dan hareket
ettiği ve Medine yakınlarına geldiği öğrenilen, kırk kişinin muhafazası
altında Mekke'ye götürülmekte olan ticaret kervanı, İslâm'ın geleceği ve
selâmeti bakımından ele geçirilip yağma edilmesi gerektiği haide, Cenâb-ı Hak,
bu plânı değiştirmiş ve Mekke'den hareket eden bin kişiye yakın bir düşman
askeriyle savaşmanın daha olumlu sonuçlar vereceğini dilemişti. Sonuç O'nun
dilediği gibi tecelli etmişti. Çünkü İslâm'ın ilk yıllarında, yani daha yeni
bir şehir devleti kurmuş bir ümmetin ilk adımda, İslâmiyet aleyhine
kullanılacağı kesinlikle bilinmesine rağmen müşriklere ait ticaret kervanını
ele geçirmesi, muhafızlarından kimini öldürüp kimini esir etmesi, bu dinin
hikmetiyle pek uyum sağlamıyordu. Hem ileride bu İslâm aleyhine yıkıcı bir
propaganda aracı olarak kullanılacaktı. Ashab-ı Kiram, Mekkeli müşriklerden çok
işkence gördükleri, birçok hakaretlere mâruz kaldıkları için daha çok o kervanı
ele geçirmeyi ve muhafızlarını esir edinmeyi arzu ediyorlardı. Oysa bu daha
çok hissi idi, öyle olduğu için de İslâm'ın yüce hikmetine biraz ters düşüyordu.
O nedenle tefsir ve siyer âlimlerinden önemli bir kısmına göre
«Hiçbir peygambere yeryüzünde
ağır basıp zafer elde etmedikçe esirler edinmesi uygun ve lâyık olmamıştır.
Siz, dünya malını istiyorsunuz; Allah ise âhireti (elde etmenizi) istiyor.
Allah çok üstündür ve yegâne hikmet sahibidir.» mealindeki âyet mü'minleri uyarmak,
gerçek kıstası, öğretmek ve İslâm'ın yüce amacını belirtmek üzere inmiştir. [134]
Dünya hayatını
gayesine uygun değerlendirdiğimiz nisbette Âh i ret hayatını lehimize
hazırlamış oluruz. Zira bu iki değişik hayat, birbirini tamamlamakta ve asıl
amacına çevirmektedir.
Müfessirierden çoğuna
göre, Sahîh-i Müslim'in Hz. Ömer (R.A.)den ve diğer bazı hadîs ve siyercilerin
İbn Abbas'dan (R.A.) yaptıkları rivayette deniliyor ki:
«Bedir savaşında
Allah'ın izniyle Müslümanlar galip gelerek hayli esir elde etmişlerdi. Bunun
üzerine Resûlüllah {A.S.} Efendimiz en yakın arkadaşları Ebû Bekir ile Ömer'i
(Allah ikisinden de razı olsun) çağırıp konuyu görüştü. Onlara : «Bu esirler
hakkında görüşünüz nedir?» diye sordu. Ebû Bekir (R.A.) kendi görüşünü şöyle
açıkladı: «Ey Allah'ın Peygamberi! bunlar bizim amcazadelerimiz ve yakın
aşiretimizdiier. Onlardan fidye alıp salıvermemizi ve o fidye ile onlara karşı
kuvvet kazanmamızı uygun görüyorum. Umulur ki Allah ileride onları doğru yola
eriştirir.» Hz. Ömer ise görüşünü şöyle belirtti: «Ben, Ebû Bekir gibi
düşünmüyorum. Bana kalırsa, bize imkân ve izin ver de bunları kılıçtan
geçirelim. Zira bunlar küfrün ileri gelenleridirler.» Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz daha çok Ebû Bekir Sıddîk'ın görüşüne meyletti.
Hz, Ömer (R.A.) devamla diyor
ki: «Ertesi günü geldiğimde Resûlüllah (A.S.) Efendimizle Ebû Bekir Sıddîk'i
ağlar vaziyette buldum. Dedim ki: «Ya Resûlellah! neden ağlıyorsunuz, öğrenmek
istiyorum? Gerekirse ben de sizinle birlikte ağlarım.» Bunun üzerine Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu : «Senin arkadaşlarının fidye istemelerinden
dolayı kendilerine verilecek azap şu karşımdaki ağaçtan daha yakın bana
arzolundu. Onun için ağlıyorum!» Çok geçmeden 67. âyet indi ve o ashabın
bağışlandığı açıklandı.» [135]
Savaş anında hep esir
edinmeyi, fidye almayı, ganîmet elde etmeyi düşünmek, mücahitleri savaşın
gerçek amacından saptırabilir. O halde
İslâm tarafı zaferi
tam manasıyla elde ettikten sonra, bunlar ikinci, üçüncü plânda kalan
meselelerdir. Savaş esnasında esir, ganimet ve fidye gibi dünyalıkla kalbi
meşgul etmek, savaşı kaybetmeye ve elim bir sonuca da neden olabilir. Âyet bir
bakıma bu inceliğe işaret etmektedir.
Nitekim savaş neticesinde ele
geçirilen ganimetlerin helâl ve temiz olduğu belirtilerek bu hususta acele
edilmemesi hatırlatılıyor. [136]
«Ağır basıp zafer elde
etmek» ile çevirisini yaptığımız «yüshine» fiili, is hân kökünden türetilmedir.
İshan üzerinde farklı yorumlarda bulunanlar olmuştur. Onları şöyle
özetleyebiliriz ;
a) Tabiîn'den
Mücahit ve arkadaşlarına göre, çokça öldürüp kesin sonuç almaktır.
b) Kahredip öyle öldürmektir.
c} Savaşta
sabit bir yer tutup ağırlık ve üstünlük sağlamaktır.
d) Kuvvet ve şiddeti bütün haşmetiyle ortaya
koymaktır.
e) Ağır basıp zaferi elde etmektir.
Bu yorumlardan Kur'ân-ı
Kerîm'in genel kaidesine, İslâm'ın amaç ve hikmetine en uygun olanı (e)
maddesidir. [137]
Savaşa başlarken de,
ona karar verirken de, düşmanı mağlup ederken de Allah'ın sonsuz kudretini
düşünüp adaleti, insafı elden bırakmamak, ganimet ve esir hususunda çok
dikkatli olup Allah'tan korkmak, meşru sınırları aşmamak gerekir. Aksi halde
savaş amacından saptırılmış olur ki, o da Allah'ın hiçbir zaman hoşuna gitmez.
Meşru bir işe
başlarken iyi duygu ve düşüncelerle başlanırsa, sonucu da iyi olur. Bunun için
iyi niyet hâlis amele, hâlis amel doğru neticeye götürür. Kötü niyet kötü sonuç
doğurur.
O bakımdan 69. âyetle
ganimete cevaz verilirken çok veciz bir ifade kullanılarak hemen arkasından
«Allah'tan korkunuz» emri yer almıştır. Çünkü Allah korkusu her şeyin gerçek
ölçüsü ve amaç ile hikmetin başıdır. [138]
Yukarıdaki âyetlerle
savaşın hikmetine işaret edildi. Ganimet ve esir hakkında ilâhî hüküm açıklandı
ve rasgele zamanlarda esir edinmenin, ganîmete heveslenmenin meşru olmadığına
atıfta bulunuldu. Her hususta Allah'tan korkmamız emredildi.
Aşağıdaki âyetlerle
elde edilen esirlere İslâm'ın hoşgörü kapıları açık tutulurken yakın gelecekte
çoğunun İslâm'a gireceğine işaret ediliyor. Sonra da İslâm'ın yüksek merhamet
ve lûtfuna karşılık esirler hainlik yapmak isterlerse, neticenin kendileri
için hiç de iyi olmayacağı hatırlatılıyor ve daha önce Mekke döneminde
yaptıkları hainliğin kendilerine çok pahalıya mal olduğu açıklanarak Allah'ın
bu yolda Peygamberine geniş imkân verdiğine, o kadar ki, müşrikleri imha
edebileceğine, buna rağmen imha etmediğine dikkatleri çekiliyor.
Sonra da yurtlarını
Allah yolunda terkedip hicret edenlerle, onları barındırıp kardeş edinen
Medineliler övülüyor. Henüz hicret etmeyip küfür diyarında kalanların lehlerine
hiçbir velayet ve sorumlulukları yoktur, Ancak gerektiğinde, şartlar
elverdiğinde onlara yardım etmenin önemli olduğu üzerinde duruluyor.
Sonra da mirasta dostlara,
din kardeşlerine değil, hısımlara öncelik tanınmasının lüzumu belirtiliyor. [139]
70— Ey
Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah sizin kalbinizde bir hayır
(imân ve irfan ortamı) bulunduğunu bilirse, sizden alınanın daha hayırlısını
size verir ve sizi bağışlar. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
71__ Sana
hıyanette bulunmayı istiyorlarsa (üzülme), onlar bundan
önoe Allah'a da
hıyanet etmişlerdi. Allah da onlara karşı (sana) imkân ve güç verdi. Allah her
şeyi lâyıkıyle bilendir; hikmet sahibidir.
72— Onlar ki inanıp hicret ettiler ve mallarıyla
canlarıyla Allah yolunda savaştılar ve onlar ki (hicret edenleri) barındırıp
yardımda bulundular, işte bunlar birbirlerinin dostu ve yârıdırlar. Onlar ki
inandılar ama hicret etmediler, üzerlerinde -hicret etmelerine kadar-
lehlerine hiçbir velayetiniz yoktur. Bununla beraber dinde sizden yardım
isterlerse, sizinle aralarında kesin anlaşma bulunan bir cemaat dışında onlara
yardım size ge- ' rekir. Allah yapageldiğiniz şeyleri görmektedir.
73— İnkâr edip küfre sapanlar ise birbirlerinin
dost ve yârıdırlar. Eğer böyle yapmaz (birbirinize dost ve yakın olmaz)sanız,
yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat meydana gelir.
74— İnanıp hicret edenler ve Allah yolunda
savaşanlarla (onları) barındırıp yardımda bulunanlar (var ya), işte onlar
gerçekten mü'minlerdir. Onlar için mağfiret ve bol bereketli rızik vardır.
75—
Bunlardan sonra inanıp hicret edenler ve sizinle beraber (Allah yolunda) savaşanlar
ise, işte onlar sizdendir. Ulu'f-erhâm (olan hısımlar) ise Allah'ın kitabına
göre birbirine daha yakındırlar. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilir.
Mekke müşrikleri,
Resûlüllah (A.S.) Efendimize karşı çıkıp savaşmak üzere hareket ettikleri zaman
aralarında Peygamberimizin amcası Abbas'ın da bulunduğu on kişilik bir grup,
Müslümanlarla savaşacak askerin yiyecek ihtiyaçlarını karşılayacaklarını
taahhüt etmişlerdi.
Bedir savaşında
müşrikler umdukları neticeyi elde etmek şöyle dursun, feci bir hezimete
uğrayınca, tesadüfen o günkü masrafı, diğer bir tabirle erzakı karşılama
sırası Hz. Abbas'a gelmişti. Tabii ki o bunu yerine getirmeye fırsat bulamamış
ve esir düşenler arasında kendini bulmuştu. Hıvayete göre, o gün için Hz. Abbas
taahhüt ettiği erzakı karşılamak için yanında 20 okıyye altın bulunduruyordu
ki, İslâm mücahitleri onu ganîmet olarak ele geçirdiler. [140]
Esirleri fidye
karşılığı serbest bırakma kararı alınınca, Hz. Abbas, Resûlüllah (A.S.)
Efendimize müracaat ederek, kendisinden ganîmet olarak alınan 20 okıyye
altının, fidye sayılmasını istedi. Resûlüllah (A.S.) onun bu teklifini kabul
etmedi ve : «Bizim aleyhimize kullanmak üzere getirdiğin bir şeyi sana
bırakamayız. Sen hem kendi, hem de biraderzaden Akil ile Nevfel'in fidyelerini
öde!» buyurdu. Hz. Abbas, «Ya Muhammed! beni Kureyş'ten dilenecek bir duruma mı
düşürmek istiyorsun?» diyerek sızlandı. Hz. Peygamber (A.S.) ona : «İyi ama
Mekke'den ayrılacağın sırada eşin Ümmulfazl'a saklaması için teslim ettiğin
altınlar nerede? Sen eşine: Bize bu seferimizde neler olacak, başımıza neler
gelecek bilemiyoruz. Şayet başıma bir şey gelirse, bu altınlar sana,
Abdullah'a, Ubeydullah'a ve Fazl'adır, aranızda taksîm edersiniz, demedin mi?»
Peygamberimizin (A.S.)
bu haberi üzerine Hz. Abbas şaşırdı ve:
— Ey kardeşimin oğlu! bunu nereden biliyorsun?
— Rabbım bana haber verdi, diye cevapladı.
— Artık senin doğru olduğuna
ve Allah'tan başka ilâh bulunmadığına şehadet ediyorum. Sen gerçekten Allah'ın
kulu ve Peygamberisin. Çünkü bu olayı, Allah'tan başka bilen yoktu. Ben gecenin
karanlığında o altınları eşime vermiştim. Bizi Allah'tan başka gören ve işiten
bir kimse yoktu, diyerek İslâm'a girdi. Sadece kendisi imân etmekle kalmadı,
biraderza-deleri Akîl ile Nevfel'e, İslâm'a girmelerini emretti. Onlar da
Müslümanlığı kabul ederek Keiime-i Şehadeti getirerek imân ettiler. Bunun
üzerine yukarıdaki âyetler indi. [141]
«Mekke'nin fethinden
sonra artık hicret yoktur. Yalnız cihat amacı ve iyi niyetle birtakım
faziletler elde etmek için (Mekke'den) çikılabilir. O halde cihada
çağrıldığınızda hemen icabet ediniz.» [142]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Bedir günü şöyle buyurmuştu :
«Ben biliyorum ki,
Hâşim oğullarından ve diğerlerinden bazı kişiler istemiyerek savaşa
çıkmışlardır. Zira onların bizimle savaşmaya ihtiyaçları yoktur. O halde
sizden kim Hâşim oğullarından birine rastlarsa öldürmesin. Ebû'l-Buhturî (veya
Bahterî) b. Hişâm'a rastlayan onu öldürmesin; Abbas b. Abdülmuttalib'a
rastlayan da onu öldürmesin. Çünkü bunlar istemiyerek evlerinden çıkmış
bulunuyorlar.» [143]
«Ayrı milletten
(dinden) olanlar birbirlerine vâris olamazlar: Ne Müslüman kâfire vâris
olabilir, ne de kâfir Müslümana vâris olabilir.» [144]
«Müslüman, kâfire vâris
olamaz, kâfir de Müslümana vâris olamaz.» [145]
«Onlar ki inanıp hicret ettiler ve
mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda savaştılar....»
Birçok kimseler inkâr
fırtınası içinde nefis ve şehvetine mağlup olarak bir ömür tüketmeye
çalışırken, peygamberlik güneşinin aydınlatıcı ve ısıtıcı füyuzatına kalb ve
kafasını açan bir avuç bahtiyar insanın ortaya koydukları fedâkârlık ve
ferağat-i nefs, kıyamete kadar inanan bütün insanlara örnek ve model olarak
miras kalmıştır.
Allah'ı bilip kemal
sıfatlarını tanımak ve gönül yatışkanlığı içinde imân etmek, şüphesiz ki en
üstün vergi, en büyük nîmet ve en yüksek şereftir. Ancak bunun külfeti de o
nisbette ağır ve yorucudur; ona katlanmak gelişen bir basiret ve irfan işidir.
Hemen belirtelim ki, böyle bir basiret ve irfan az insanlarda mevcuttur.
Kur'ân, kendini bu
düzeye getirmiş bahtiyar insanları yer yer övmekte; ilâhî hoşnutluğun tatlı ve
serin havasını onlardan yana estirmektedir. Konuyu özetliyecek olursak, ashab-ı
kiramı ve onların yolunda yürüyenleri daha iyi tanımış oluruz :
a) Herkes
Resûlüllah (A.S.) Efendimize muhalefet edip düşmanlığını açığa vurmaktan
çekinmezken, mü'minlere işkenee etmekte birçok beyinsiz yarışırken, onlar
misal aramadan kendilerini nübuvvetkı rahatlatıcı kucağına atmasını bildiler.
b) İnandıkları din uğruna aç kaldılar, işkence
gördüler, eza ve cefalara maruz bırakıldılar; ama bütün bunlar onların uncak
imân ve teslimiyetini artırmaya yaradı.
c) Allah ve Peygamber'in hoşnutluğuna ermek için
yakınlarını, evlerini ve mülklerini terketmekte tereddüt göstermediler. Önce
Habeşistan'a, sonra Medine'ye hicret ettiler.
d) Dâvanın büyüklük ve yüceliğini kavrayıp
himmetlerini biraraya getirdiler, İmân aşkıyla din kardeşliğini kurdular.
Vasıtanın küçüklüğüne bakmayarak küfrün, ahlâksızlığın ve azgınlığın karşısına
çıkıp bir set oluşturmaya çalıştılar. Sonunda Allah'ın dilediği en kalıcı medeniyet bayrağını insanlık burcuna
diktiler.
İşte bu insanlar
ebediyen övülmeye, örnek alınmaya lâyık görülmüş ve Allah kendi kitabında
onlardan bahsederek sonraki insanlara ışık tutmuştur.
İlgili âyetle ashab-ı
kiramın bu vadideki fedakârlığından söz edilerek gerçek dostların, dost
edinilmeye lâyık olanların vasıfları ve özellikleri ortaya konmuştur.
Allah yolunda hicret
edenler genellikle üç tabakaya ayrılır:
1— Medine'ye hicret edenler. Bunlara «ilk
muhacirler» denilir.
2— Daha önce Habeşistan'a, oradan da Medine'ye
hicret edenler. Bunlara «ashab-ı hicreteyn» yani iki hîcret sahibi olanlar,
denilir.
3— Hudeybiye andlaşmasından sonra, Mekke'nin
fethinden önce hicret edenler.
Bunlar derece
bakımından İlk iki gruptan biraz farklı
sayılırlar,
Böylece Mekke fethedildikten
sonra artık hicret sona ermiştir. Onun fazîletine erişme imkânı ortadan
kalkmıştır. [146]
Onlar, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'e ülkelerinin ve evlerinin kapılarını açarak O'nu bağırlarına
bastılar, gönülden inanıp yardımcı oldular. O nedenle «ansar» ismine lâyık
görüldüler. Öyle ki, Mekke'deki evini, eşyasını, mülkünü ve hısımlarını
terkedip din ve vicdan hürriyetine saygı gösterilen bir ülke ararken Medine'ye
davet edilen cefakâr mü'minler, her şeylerini geride bırakıp kalblerinde imân
ve irfanlarını, gönüllerinde Allah ve Peygamber sevgisini taşıyarak ekmek
torbasıyla su kırbasını hâmil oldukları halde Medine'ye geldiklerinde, ansar
tarafından derin bir sevgi ve hayranlıkla karşılandılar, onları kardeş edinerek
gönül dostu seçildiler.
İşte böylesine bir asalet
örneği ve fedakârlık misali sergileyen Medi-neli mü'minler elbetteki her zaman
övülmeye lâyık insanlardır. İlgili âyetle onların o güzel halinden, insancıl
duygularından ve yardımseverliklerinden övgüyle bahsedilmektedir. [147]
«İnkâr edip küfre
sapanlar ise, birbirlerinin dost ve yarıdırlar.»
Kur'ân bu hususu
belirtirken çok önemli bir noktaya parmak basıyor ve eğer siz inananlar
kaynaşıp birbirinize dost ve destek olmazsanız; birbirlerinin dostu ve yoldaşı
olan inkarcılar yeryüzünde sizi perişan edecek bir fitne ve büyük bir fesat
çıkarmaktan bir an olsun geri kalmazlar. O zaman, daha önce organize edilmedik
bir halde kalan fertlerin imânı fitneyi önleyemez. Çıkacak olan fitne ve fesat
hepsini yutup mahvedecek bir felâkete dönüşebilir.
İlgili âyetle bu
felâketin sinyali verilerek şu uyarı yapılıyor: «Eğer böyle yapmaz (birbirinize
dost ve yakın olmaz)sanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat meydana
gelir.»
Ashab-ı kiram bu emir
ve uyarıya kulak verip uyarak, kurdukları dostluk ve kardeşliği, birbirlerine
mirasçı olacak bir dereceye vardırdılar. Sonra 75. âyetle hısımların mirasçı
olacağı belirtilerek dostluk ve din kardeşliğinden dolayı mirasçı olma hükmü
kaldırılmıştır.
Peygamber (A.S.)
Efendimizin yüksek terbiye mektebinde yetişen mü'minlerin geliştirdiği dostluk,
şüphesiz ki, her türlü ölçü ve taktirin üstünde bir anlam taşımaktadır.
İnsanlık tarihinde bilmem bunun bir benzeri var mıdır?
O terbiyeden mahrum
yetişen insanların ise, birbirlerini nasıl sömürüp kemirdiklerini her gün
gözlerimizle görmekte, kulaklarımızla duymaktayız.
Tefsirini burada
bitirme imkân ve lûtfuna eriştiğimiz Enfâl sûresinin özetini vermek suretiyle
okuyucularımıza bir kolaylık sağlamayı düşündük. Rabbım niyetimizi hâlis,
amelimizi makbul eylesin!
1— Toplum
düzenini en doğru, en iyi esaslara bağlayıp sağlam temeller üzerine oturtma
telkin edilir.
2— Azgın
inkarcıların çokluğuna ve kötü davranışlarına karşı, Allah'ın kendi
Peygamberine yeterli olduğu bildirilir. Bununla Allah'ın hep haktan ve
doğrudan yana olduğu açıklanır.
3—
Aralarında Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed
(A.S.) bulunduğu sürece, Allah'ın müşriklere azap etmiyeceğine
dikkatler çekilir.
4— Hz. Peygamberin (A.S.) savaş için bütün
tedbirleri alıp belli bir çizgiye geldikten sonra Allah'ın yardımını dilediği
ve o sebeple meleklerin yardıma gönderildiği anlatılır.
5— Hz.
Peygamberle (A.S.) emir ve nehiy
konularında tartışmanın çirkin bir davranış olduğu belirtilir.
6— Tedbir
alındıktan sonra Allah'a güvenip dayanmanın önemi ve yararı üzerinde durulur.
7— Zulüm ve
tuğyanın eninde sonunda yıkılıp mahvolmaya
namzet
bulunduğu
hatırlatılarak birtakım misaller verilir.
8— Mal ve çocukların birer imtihan ve deneme
araçları oldukları, çok duyarlı ve veciz bir ifadeyle işlenir.
9— Milletler ilâhî nimetlere erişmekle beraber
azıp inkâra ve nankörlüğe saparlarsa, Allah'ın onlar hakkındaki hükmü değişir.
10—
Müslümanlara, düşmanlarına karşı günün şartlarını da dikkate almalarıyla
birlikte yeterince hazırlanmaları ve bu hususta imkânlarını ortaya koymaları
emredilir.
11— İslâm'da barışın yeri ve önemi üzerinde
durulur.
12— Yapılan
anlaşma ve andlaşmalara bağlı kalınması, andlaşmayı bozan düşmana karşı yine de
hıyanette bulunulmaması ve sadece andlaşmayı bozduklarını ilân etmeleri
bildiriliyor.
13— Din ve
vicdan hürriyetine saygı gösterilmesi,
insan haklarının korunması
üzerinde duruluyor, birtakım tavsiyeler yapılıyor.
14— Bilhassa
savaş esnasında mü'minlerin tartışma ve sürtüşmeden kesinlikle kaçınmalarının
gereği belirtiliyor, buna uymayanların kendilerini düşmana karşı güçsüz bir
duruma getireceklerine atıflar yapılıyor.
15— Savaşsız
esir edinmenin yasak olduğu açıklanıyor, ancak istenmediği halde son çare
olarak savaşa başvurulduğu ve üstünlük sağlandığı taktirde esir ve ganimet
elde etmenin doğru olabileceği hükme bağlanıyor.
16— Fedakâr ve cefakâr mü'minlerin dostluk ve
kardeşlikleri övülüyor, aynı zamanda gelecek bütün kuşaklara en güzel örnek
olarak takdim ediliyor.
Bu sûrenin de tefsirine bizi
muvaffak kılan Allah'a hamd-u senalar; Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed'e
(A.S.) salât ü selâmlar olsun. [148]
[1] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2317.
[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2321.
[3] Taberânî : Haris b. Mâlik (R.A.)den
[4] Buharî-Müslim-Ahmed :
3/61
[5] Müsned-i Ahmed :
3/50
[6] Tirmizî/cennet:
4, menakıb: 1
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2321-2322.
[8] Bakara sûresi:
260
[9] Nesâi/nisâ:
1. Müsned-i Ahmed:
3/128, 199, 285
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2323-2324.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2324-2325.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2325.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2325-2326.
[14] Sahîh-i Müslim/cihad : 51-
Tirmizî/tefsir: 308- Ahmed:
1/30, 32
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2327-2329.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2329-2330.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2330.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2330-2331.
[19] Lübabu't-te'vîl
- Ahmed : 1/30,
32
[20] Sahîh-i
Buhari/mağazî : 11
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2332.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2333.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2333-2334.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2334-2335.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2335.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2335-2336.
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2336-2337.
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2337.
[28] Buharî/vasaya: 23- Müslim/iman: 144- Taberânî/hudud:
44, muharibin: 30- Ebû
Dâvud/vasaya: 10
[29] Taberânî :
Sevbân (R.A.)den merfuân rivayet
etmiştir.
[30] îbn Kesîr
: 2/295
[31] Müsned-i Ahmed :
Abdullah b. Sa'lebe'den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2339-2340.
[32] Ebû Dâvud/cihad :
82- tbn Mâce/cihad: 25-
Ahmed: 1/294,
299
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2340-2341.
[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2341-2342.
[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2343.
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2344.
[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2344-2345.
[37] Muhammed
(A.S.) Sûresi : 16
[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2345-2346.
[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2346.
[40] Buharî: Ebû
Saîd el-Muallâ "(R.A.)den
[41] Müslim/kader:
17- tbn Mâce/duâ: 2- Ahmed:
2/168-3/112, 257
[42] Buharî/tevhîd: 11-
Ahmed: 2/168, 173
[43] Ebû Dâvud :
Cerîr b. Abdullah (R.A.)den
[44] Buhari/fiten:
9, menakıb: 25- Müslim/fiten: 10.
13- Tirmizî/fiten: 29-
Ahmed: 1/169, 185- 2/282, 408
[45] Ebû Dâvud/melâhim :
16- Tirmizî/fiten: 9- Ahmed: 5/388, 390, 391
[46] Sahih Buharî/§irket:
6. şehadet: 30-
Tirmizî/fiten: 12- Ahmed: 4/268, 'tın,
270, 273
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2347-2349.
[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2349-2350.
[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2350-2351.
[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2351.
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2351-2352.
[51] Esbab-ı Nüzul/Nisabûrî - Lübabu't-te'vîl - Kurtubî
[52] İbn Cerîr et-Taberî :
Câbir b. Abdullah (R.A.)dan.
Merağî, bu rivayetin garip karşılandığını ve senedinin zayıf olduğunu
söyleyenlerin bulunduğunu nakletmiştir.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2353-2354.
[53] Ebû Ya'lâ rivayet etmiştir. Süyutî'nin tesbitine göre,
hadîs zayıftır.
[54] Müsned-i Ahmed:
5/323 - İbn Hibbân
- İbn Asâkir : Ubâde
b. Sâmit (R.A.İden. Hadîs
sahihtir.
[55] Müsned-i Ahmed:
3/135, 154, 210, 251 - Taberânî :
îbn Ömer (R.A.;dan
[56] Hafız Eezzar
- îbn Hibbân :
Sevbân (R.A.)dan. Süyutî'ye
göre, hadîs zayıftır.
[57] Buharî/§ahadat :
9, fezâil: 1, eyman:
10- Ahmed: 1/378, 417, 434, 438, 442. 2/228, 410, 470. 4/267, 276, 277, 426, 427. 5/350
[58] Müslim/iman:
67- Ebû Dâvud/zekât: 5-
Tirmizî/ilim: 10- Nesâî/iman:2,3
[59] Buharî/imân: 8-
Müslim/imân: 69, 70
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2354-2355.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2355-2356.
[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2356.
[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2356-2357.
[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2357.
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2357-2358.
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2359-2360.
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2360-2361.
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2361.
[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2361-2362.
[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2362-2363.
[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2363-2364.
[71] Buharî/istitabe:
1- Müslim/iman: 189, 190- İbn
Mâce/zühd : 29- Dâre-mı/mukaddeme: 1- Ahmed:
1/379. 429, 431, 462
[72] ibn Sa'd ; İbn
Zübeyir'den - İmam Süyûtî
bunun zayıf olduğunu,
İbri esir ise sahîh olduğunu belirtmişlerdir - Müsned-i Ahmed: 4/199, 204. 205
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2365.
[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2366.
[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2366.
[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2367-2368.
[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2368.
[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2369.
[78] Müslim/im ân :
32, 36- Buharî/İmân: 17, 28.
salât: 28, zekât: 1, i'tisam: 2, 28- Ebû Dâvud/cihad: 95-
Tirmizî/tefsîr: 88- Nesâî/zekât: 3- İbn Mâce/fiten: 1, 3, Dâremi/siyer : 10- Ahmed:
4/8
[79] Buharî/tevhîd:
28- Tirmizî/fezâil-i cihâd: 28-
İbn Mâce/cihâd: 17
[80] Müslim/imân:
158- Ebû Dâvud/cihâd; 95- îbn
Mâce/fiten : 1- Ahmed: 4/439, 5/207
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2370.
[81] Bakara süresi :256
[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2371.
[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2371-2372.
[84] Tahrim süresi : 4
[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2372-2373.
[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2373.
[87] Buharı/teyemmüm ;
1, salât; 56, gusül: 26-
Daremî/siyer; 28
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2375-2376.
[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2376.
[89] Ebû Âliye, tabiînin ileri gelenlerindendir. Hicrî 91
yılında vefat etmiştir.
[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2376-2377.
[91] Geniş bilgi için bak:
Bedayi'us-Sanayi" fi-Tertibi'ş-Şerayi' : 2/49
[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2377-2378.
[93] Nesâî/ganâim..
[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2378-2379.
[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2379.
[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2379-2380
[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2380.
[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2381.
[99] Buharî/cihad: 112, 156- Müslim/cihâd: 19, 20- Ebu
Davud/Cihad: 89- Dâ-remî/siyer: 6
[100] Abdurrezzak :
Abdullah b. Amir (R.A.)dan - İbn Mâce/cihad: 89
[101] Taberânî :
Zeyd b. Erkam (R.A.)den
[102] İmam Mâlik :
Mursel olarak rivayet etmiştir.
[103] Sahîh-i Müslim Ebû Zer
(R.A.)den/birr : 55
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2383-2384.
[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2384.
[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2385.
[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2385-2386.
[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2386-2387.
[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2387.
[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2387-2388.
[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2388-2389.
[111] Buharİ/tefsir: 11- Müslim/birr: 62- îbn Mâce/fiten: 22
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2390.
[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2390-2391.
[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2392.
[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2392.
[115] Lübabü't-te'vîl :
2/189
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2393-2394.
[116] Ebû Dâvud/cihad:
152- Tirmizî/siyer : 27- Ahmed:
4/111, 113, 376
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 5/2394.
[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2394-2395.
[118] Bu konuyla ilgili fazla bilgi için bak: Kur'ân Ahkâmı
ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları adlı iki ciltlik kitabımıza..
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2395.
[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2396.
[120] Müslim/imaret:
167- Ebû Davud/cihad : 23- Tirmizî/tefsîr: 8- îbn Ma-ce/cihad: 19-
Dâremî/cihad; 14
[121] Ebû Dâvud/cihad :
23- Nesaî/hayl: 8- îbn Mâce/cihad: 19- Dâremî/cihad : 14
[122] Buharî/menakıb: 28- Müslim/zekât: 25, imaret: 33-
Taberânî/cihad- 44 Ahmed: 3/39-5/181
[123] Buharî/menakıb: 28- Müslim/zekât: 25, imaret: 33-
Taberânî/cihad• 44 Ahmed: 3/39-5/181
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2398.
[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2398-2400.
[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2400,
[126] Et-Tac:
5/46-Mısır: 1961
[127] »
[128] Sünen-i Ebû Dâvud/edeb: 112
[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2400-2402.
[130] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2402.
[131] Fethülkadîr Tefsiri - Esbab-ı nüzûl/Nisâburî
[132] Fethülkadîr - Lübabu'te'vîl - Esbab-ı nüzul - îbn
Kesîr
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2404.
[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2404-2406.
[134] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2406-2407.
[135] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2407.
[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2407-2408.
[137] Geniş bilgi için bak : İbn Cerîr Taberî - Kurtubî ve
Fethülkadîr tefsirlerine.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2408.
[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2408.
[139] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2409.
[140] Bir okıyye (ûkıyye) şer'ân 40 dirhemdir. Bir dirhem-i
şer'I 14 kırattır. Bir kırat, orta boyda beş arpa ağırlığındadır. Şer'an 40
dirhem, 1,282 gram
[141] Esbab-ı Nüzul/Nisabûrî -' Lübabu't-te'vll - İbn Kesir –
Kurtubî
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2411-2412.
[142] Buharî/cihad:
1, 27, 194, menakıb: 45-
Müslim/imaret: 86- Tirmizî/sİ-yer: 33- Nesâî/biy'ât; 15- îbn Mace/keffarat: 12- Ahmed:
1/226, 266-2/213-3/ 22. 401. 430
[143] İbn îshak:
Abdullah b. Abbas (R.A.)dan
[144] Hâkim/el-Müstedrek
- Dâremî/ferâiz : 29- Tİrmizî/feraiz: 16
[145] BUharî/hac: 44'
ma8azî: 48> ferâiz: 26-
Müslim/ferâiz: 1- Ebû Davud/
'eraız: 10- Tirmizî/ferâiz: 15
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2412-2413.
[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2413-2414.
[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2414-2415.
[148] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2415-2417.