ENFÂL     SÛRESİ 4

Âyetler Arasında Bağlantı 4

Meali: 4

İlgili Rivayet Ve Hadîsler 5

Mü'minin Beş Vasfı 5

Namaz, Allah İçin Harcamanın Kapısıdır 6

Âyetler Arasında Bağlantı 6

Meali 7

Olayın Tarihî Yönü. 7

Mü'minler O Gün Çetin Bir Sınavdan Geçirilmişti 8

Mü'minler  Kendilerine  Düşeni Yerine  Getirdiklerinde Allah'ın Yardimi Tecelli Eder 8

Âyetler Arasında Bağlantı 8

Meali: 9

İlgili Hadisler 9

Meleklerin Yardımcı Olarak Gönderilmesi 9

Melekler Adam Öldürmezler 9

Yardım Ancak Allah'tandır 10

Hafif Bir Uyku. 10

Gökten Su İndirilmesi 10

Allah'a Ve Resulüne Karşı Gelenler 11

Âyetler Arasında Bağlantı 11

Meali 11

İlgili Hadîsler 11

Savaşta Düşmana Arka Döndürmek. 12

Allah Onları Öldürdü. 12

Âyetler Arasında Bağlantı 13

Meali: 13

İşitme Nîmeti 13

Sorumluluk, İşittikten Sonra Başlar 13

Yorumlar, Rivayetler 14

Âyetler Arasında Bağlantı 14

Meali: 14

İlgili Hadisler 15

İlâhî Davette  Eğitimin Önemi 15

Allah'tan Kaçmak Ne Mümkün. 16

Allah'ın Mü'minlere Olan Lütfü. 16

Âyetler Arasında Bağlantı 16

Meali: 16

İniş Sebebi 17

İlgili Hadîsler 17

İhanet (Güveni Kötüye Kullanmak) 18

Mal Ve Çocuk Birer İmtihandır 18

Mal Ve Çocuk, Dünya Hayatının Zînetidir 18

Allah  Korkusu F:N Sağlam  Kıstastır 19

Âyetler Arasında Bağlantı 19

Meali: 19

Mekkeli'lerin Kurduğu Tuzak. 19

Bu Tarihî Olayin Bir Başka Yönü Ve Yorumu. 20

Eskilerin Masalları İddiası 20

Kur'ân'ın Bazı Özellikleri 20

Üzerimize Gökten Taş Yağdır 21

Âyetler Arasında Bağlantı 21

Meali: 21

İlgili Hadîsler 22

Küfür Diyarında İstiğfar Edenler 22

Kutsal Kabe'ye Lâyık Ve Ehil Olanlar 22

Allah Yolundan Alıkoymak İçin Mallarını  Harcayanlar 22

Zıtların Sürtüşmesi 23

Âyetler Arasında Bağlantı 23

Meali: 23

İlgili Hadîsler 23

İslâm'a Göre Savaş. 24

İslâm Devletinin Dört Önemli Görevi 24

İslâm'ın Hoşgörü Ve İyi Niyeti 25

Âyetler Arasında Bağlantı 25

Meali: 25

İlgili Hadîsler 25

İslâm'da Ganimet 26

Beşte  Biri Allah'ındır 26

Peygamberimizin  Hısımları 26

Yetimler 26

Savaş Stratejisi 27

Kulun Tedbîr Ve Tevekkülü. 27

Tarafların Birbirlerini Az Görmesi 27

Âyetler Arasında Bağlanti 28

Meali: 28

İlgili Hadîsler 28

Savaşta Sebat 29

Barışta Ve Savaşta İtaat 29

Savaşa Böbürlenerek Çikmak Hatalıdır 29

İblisin Telbîsi 30

Sünnetullah'ı Bilmeyenler 30

Melekler Kâfirlerin Canlarını Alırken. 30

Âyetler Arasında Bağlantı 31

Meâ-Li: 31

İlgili Hadîsler 31

Tarih, Olayların Tekrarlandığı Bir Sahnedir 31

Onların Hepsi De Zalimler İdi 32

Âyetler Arasında Bağlantı 32

Meali: 32

İniş Sebebi 33

İlgili Hadîsler 33

Allah'ı İnkâr, Seviyesizliğin En Kötüsüdür 33

Andlaşmayı Bozduğunu Duyurmak. 33

Âyetler Arasında Bağlantı 34

Meali: 34

İlgili Hadîsler 34

Her Çeşit Kuvveti Hazırlamak. 34

İslâm Barış Dinidir 35

Kalbleri Birbirine Isındıran. 35

Âyetler Arasında Bağlanti 36

Meali: 36

İniş Sebebp. 36

Kuvvetler Arasında Denge. 37

Esir Konusu Savaşla Bağlantılıdır 37

Allah Âhireti Elde Etmenizi İstiyor 38

Savaşın Daha Büyük Hikmeti Vardır 38

Yorumlar - Rivayetler 38

Her Hâl Ü Kârda Allah'tan Korkmak. 38

Âyetler Arasında Bağlantı 39

Meali: 39

İniş Sebebi 39

İlgili Hadisler 40

Allah Yolunda Hicret Edenler 40

Medine'deki Ansar 41

İnanmayan Müşrikler, Birbirlerinin Dostlarıdır 41


ENFÂL     SÛRESİ

 

Kur'ân'ın sekizinci süresidir. Daha çok savaş ve onunla ilgili konuları içerir; stratejik bilgiler verir. Savaşta zafer elde etmenin maddî ve manevî nedenleri üzerinde durulur. Karşı tarafın nasıl bir strateji uygulayacağı açıklanırken bu hususta mü'minlere yol gösterilir.

Bu arada Bedir savaşına, mü'minlerin ve müşriklerin tutumlarına; Al­lah'ın mü'minlere olan yardımına geniş yer ayrılır ve o savaşın hikmet ve amacı yansıtılır. Uzun yıllardan beri mü'minlerin hasretini çekip özlemini duyduğu Mekke'nin ve kutsal Kabe'nin yakında fethinin müyesser olaca­ğına işaretlerde bulunulur.

Savaşa yeterince hazırlanmanın selâmet ve zaferin ilk basamağı ol­duğu hatırlatılır; sonra da mü'minlere böyle bir hazırlık için hep tetikte olmaları telkin edilir.

Mü'minlerin yapılan sözleşmelere sadık ve bağlı kalmaları övgü ile anlatılırken, müşriklerin bu hususta da döneklik ve hıyanet içinde bulun­duklarına atıflar yapılır. Böylece mü'minlerin eninde sonunda muzaffer olacağı, düşmanlarının ise hezimete uğrayacağı dolaylı şekilde ifâde edi­lir.

Enfâl, nefel'in çoğuludur. Nefel ve nafile, sözlükte, birkaç mânâya gelir: Bahşiş, ganimet malı, bir şey üzerine fazlalık, doyumluk bu cümle­dendir. Asıl üzerine fazla olan şeye, meselâ oğlun oğluna nafile denir. Çün­kü torun, oğul üzerine bir fazlalıktır. O bakımdan farz ve vacip üzerine fazladan kılınan namazlara nevâfil; mevcut mal üzerine bir fazlalık olarak ele geçirilen ganimet mallarına «enfâl» denilmiştir.

Sûreye isim olarak verilen «enfâl»dan maksat, savaşta elde edilen ganimettir.

Enfâl sûresi, yedi âyeti dışında tamamı Medine'de, Bakara sûresinden sonra inmiştir. Mekke'de inen yedi âyeti, 30. âyetten 37. âyete kadar ola­nıdır. Müfessirlerin bir kısmına göre, sûrenin tamamı Medine'de inmiştir. Sahih olanı da budur.

Müfessir Alâuddin el-Hâzin'e göre, 75 âyet, 1075 kelime ve 5080 harf­tir. Ibn Kesîr'e göre, 76 âyet, 1631 kelime ve 5249 harftir.

sağlamak için savaşlarda elde edilen ganimetlerin beşte biri Hz. Peygam-ber'in (A.S.) emir ve irâdesine terkediliyordu. Resûlüllah (A.S.) onu daha çok muhtaçlara dağıtmak suretiyle toplum yapısında denge ve düzeni sağlıyordu. Resûlüllah'ın (A.S.) vefatından sonra halîfenin sorumluluğu al­tında devlet hazinesine bırakılıyor ve dinin lüzumlu gördüğü yerlere har­canıyordu.

Ganimetin beşte dördü savaşa katılan mücahitlere, belirlenmiş bir kıstasa göre taksim edilir; evini, işini yüzüstü bırakıp kendini Allah ve Pey­gamber yoluna vakfeden mü'minlerin böylece geçimleri kısmen olsun kar­şılanır ve sıkıntılarının giderilmesi sağlanırdı.

«Eğer cidden   inanıyorsanız,   Allah'tan korkup (tartışmayı bırakarak) aranızı düzeltin..»

Savaşta mücahitlerin ortaya koyduğu kahramanlık, fedakârlık ve fe-rağat-i nefs muhakkak ki hayli farklılık arzeder; her kişi fizikî kuvvetine, imân derecesine, cesaretine ve ölümü küçümseme duygusuna göre bir hizmet arzeder. Ancak biri diğerini tamamladığı ve hepsinin hizmetleri bir-araya gelmekle zafere erişildiği gerçeğini unutmamak gerekir. O halde sulh günlerinde olduğu gibi, savaş günlerinde de benlik, senlik kavgasının yeri ve anlamı yoktur. Zafer ve başarı -Allah'ın izni ve yardımıyla- hepsi­nindir. Allah çok âdildir, O, kullarını en iyi görüp gözetendir. Ganimet tak­siminde beyân buyurduğu ölçü ve kıstas, bütünüyle dinin kuvvet bulma­sına, Allah sözünün en yüee olmasına yönelik bir hikmet taşımaktadır. Bazı fertlerin kişisel mantığı bu hikmeti kavrayamazsa, onun, cumhurun mantığıyla tamamen uyum halinde bulunduğunu hatırlatmakta fayda var­dır.

O bakımdan ganimet taksimi, kumandanların arzu ve irâdesine bıra­kılmamış, bizzat Allah ve Resulü tarafından belirlenerek sağlam ölçülere bağlanmıştır. Ne de olsa, insanın mala karşı zaafı vardır. Açgözlük onun hilkat mayasına katılmıştır. Kanalize edilmediği ve meşru sınırlar içine alın­madığı takdirde sürtüşme ve bölünmeye neden olabilir. İslâmiyet ise, sür­tüşme ve bölünmeye sebebiyet verecek her şeyi yasaklamış ve gereken bütün önlemleri öneeden alıp belli bir programa göre düzenlemiştir. Gani­met taksimi onlardan sadece biridir. Şüphesiz ki, bu husustaki tedbir bir­takım yersiz itirazları ve onların doğuracağı tartışma ve hizipleşmeyi ön­leyerek ordunun birlik ve beraberlik şuuruyla savaşmasına en güzel or­tamı hazırlamıştır.

İşte «Allah'tan korkun, aranızı düzeltin» emirleri, konulan kıstasın ve indirilen hükmün hedefine ulaşmasını âmir manevî bir müeyyide niteliğin­dedir. [1]

 

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyette takva ve imânın birer manevî müeyyide olarak ge­reğine dokunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle imân cevherine erişen mü'minlerin beş önemli vasfı açıklanarak, o vasıflara sahip olanlar için büyük ecirler hazırlandığı haber veriliyor. [2]

 

 

Meali:

 

2—  Gerçek mü'minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalble-rı ürperir; karşılarında O'nun âyetleri okununca bu onların imânını artırır ve onlar Rablarına güvenip dayanırlar.

3—  Hem onlar namazı dosdoğru kılarlar ve bizim rızık olarak kendi­lerine sunduğumuzdan {Allah için) harcarlar.

İşte bunlar, gerçekten mü'minler bunlardır. Rabları yanında onlar «Çin dereceler, mağfiret ve güzel-şerefli rızık(lar) vardır.

 

İlgili Rivayet Ve Hadîsler

 

Yapılan sahîh tesbite göre, ashab-ı kiramdan Haris b. Mâlik el-Ansarî (R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e uğradığında, Efendimiz ona sordu:

  Ya Haris! nasıl sabahladın? O da şu cevabı verdi :

  Hakikaten mü'min olarak sabahladım. Peygamber (A.S.) -.

  Ne dediğine dikkat et! Çünkü her şeyin bir hakikati vardır, senin imânının hakikati nedir? diye sordu. O da şu cevabı verdi:

  Kendimi dünya'dan çekip aldım, ona sırt çevirdim; gecemi daha çok uykusuz geçirdim; gündüzümü susuzluk içinde geçirip (oruç tuttum).

Şu anda sanki Rabbımm Arş'ına ayan-beyan bakıyor gibiyim; Cennet ehli­ne de bakıyor gibiyim, onlar birbirlerini ziyaret ediyorlar. Cehennemliklere de bakıyor gibiyim, aşağılanmış bir halde çığrışarak inliyorlar.,  

Peygamber (A.S.) ona :

  Ya Haris! imânın hakikatini biliyorsun, ona gerekli ol., buyurdu ve bu sözünü üç defa tekrarladı. [3]

«Şüphesiz ki {Cennet'te) yüce makamlarda bulunanları, kendilerinden derece bakımından aşağıda olanlar, sizin göğün ufkunda sabit duran yıl­dızı gördüğünüz gibi, görürler.»

Bunun üzerine denildi ki: «Ey Allah'ın Peygamberi! sizin bahsettiğiniz ancak peygamberlerin makam ve derecesidir ki başkaları oralara erişe­mez.» Peygamber (A.S.) şu cevabı verdi: «Hayır, canımı kudret elinde bu­lunduran zata and olsun ki, onlar Allah'a îmân edip, peygamberleri tasdik edenlerdir.» [4]

«Doğrusu Cennet ehli, yüksek derecelere erişenleri, sizin göğün uf­kunda yerinde duran yıldızı gördüğünüz gibi görürler. Herhalde Ebû Bekir ile Ömer de onlardandır ve nimete erişenlerdir.» [5]

«Şüphesiz Cennet'te yüz derece vardır; her iki derece arası yüz yıl­dır.» [6][7]

 

Mü'minin Beş Vasfı

 

«Gerçek mü'minler o kim­selerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri ürperir....»

İman zevkini, akıl, irâde, idrâk ve vicdan yoluyla alıp benliğine yedi­ren mü'minin beş ana vasfı vardır ki, diğer insanlarda bunların tamamı bir-arada bulunmaz:

1—  Allah anıldığında  kalbleri  ürperir.  Bu, aşk derecesine yükselen sevgidir ki, saygı ve tazimin üst kademesine tırmanan korkunun en açık belirtisidir. Mecnûn'un yanında Leylâ anıldığında kalbi hoplar, rengi deği­şirdi. Mecazî aşk bu ölçüde insanı çekip alırsa, hakikî aşk neler yapmaz?..

Artık böylesi Allah ile görür, O'nunla işitir, O'nunla tutar ve O'nunla yürür..

2—  Allah'ın âyetleri okununca, onların  imânını  artırır. Öyle  ki,  her âyet bir tasdik ve bilgiye kapı açar; her belge, ilâhî kudret ve sünnetullahı yansıtır. Her tasdîk ve yeni bilgi imâna güç ve kuvvet verir; her belge imâ­nın zevk ve heyecanını artırır.

Hani Hz. İbrahim (A.S.), «Rabbım! ölüleri nasıl diriltirsin, bana gös­ter?» demişti. Allah ona : «Yoksa inanmadın mı?» buyurmuştu. O da: «Hayır, inandım (ve inanıyorum), fakat kalbim iyice yatışsın diye (arzulu­yorum)» demişti.[8]

İşte gerçek mü'minlerin durumu da öyle.. İnen her âyet onların kalb-lerini yatıştırıyor; zevk ve aşklarını artırıyor; arttıkça da Allah'a daha çok yaklaşıyor; yaklaştıkça da O'nun inayetine daha fazla erişiyor ve o nis-bette dünya kirlerinden arınıyorlar.

Bu iki maddede gaybden şuhuda geçiş vardır. Tıpkı Allah'ın bir ışık suretinde ağaçta, bir ses biçiminde bulutta Hz. Musa'ya tecellisi gibi..

Mü'min önoe gaybî hakikate inanır; kalbde kök salınca da gaybî ha­kikat ona âyet ve belgelerle tecelli eder. Kur'ân-ı Kerîm, bu âyet ve bel­gelerin tamamıdır,

3—  Onlar Rablerine güvenip dayanırlar. Her şeyde Allah'ın varlığının, birliğinin ve kudretinin eşsiz eserlerini gören;  her varlığın ilâhî sünnete bağlı kalarak varlığını sürdürdüğünü idrâk eden; kâinatın her zerresinde ilâhî ilmin, kudretin ve rahmetin nâfız olduğunu anlayan mü'minin, hilkat kanununa ve bu kanunun yegâne sahibine uyup her hâl-ü kârda O'na te­vekkül etmesi kadar tabii ne olabilir? O bakımdan bu düzeye kendini ge-tiremiyen kişinin Allah'a olan güveni zayıf, itikadı sarsıktır.

4— Onlar namazlarını dosdoğru kılarlar. Şüphesiz ki, yukarıda belir­tilen üç sıfatı kendinde toplayan bir mü'min için zevklerin en güzeli, Al­lah'a kulluğun en anlamlı yanı olan, namaz kılmaktır. Çünkü namaz benzeri olmayan bir ibâdettir. Allah ile konuşma şerefine erişmeye vasıtadır. O ba­kımdan bütün peygamberler namaz ile emrolunmuşlardır. Aynı zamanda insanın Allah'a en yakın olduğu vakit, secdeye kapandığı anlardır. O da namazın her rekâtında iki defa yapılarak kul ile Rabbı. arasındaki yakın­lığa yeni bir anlam kazandırmaktadır. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendi­miz, geceleri kalkıp yalnız başına namaz kılarken kıyamı uzattığı gibi, secdeleri de uzatırdı.

Şüphesiz ki, kulun namaz ile eriştiği bu yüksek mertebe, bütünüyle edep, terbiye, nezaket, saygı ve tazim mertebesidir. Beden bir bakıma ruh-laşır; ruh da aslına yönelip gıdasını alır.

İşte onun içindir ki, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Namaz gözümün aydınlığı kılınmıştır.» Diğer bir rivayette ise, «Gözümün aydınlığı namazda­dır.» [9] buyurmuş ve ayakları şişinceye kadar namazını uzatmıştır.

5— Rızık olarak kendilerine sunduğumuzdan (Allah için Ailah yolun­da) harcarlar. Gerçekten yukarıdaki dört vasfı ruhunda taşıyan mü'min, mal ve makamı, servet ve ihtişamı, şöhret ve bencilliği birer âdi araç ola­rak görür; bunların hepsini gayeler gayesi olan ilâhî rızaya uygun şekilde kullanır. Öylesi malın ve makamın bekçisi değil, mal ve makam onun hiz-metcisidir. Bu düzeye gelip ruhunun kanatlarını açarak Hak'a doğru dur­madan yükselen kimse her işinde Allah'ı görürcesine hareket eder ve yap­tığı iyilik ve işlediği hasenat dolayısıyla fânilerden hiçbir şey beklemez.

İşte bu vasıflarla kendini donatan mü'minler, gerçekten imân zevkini almış kişilerdir. Onlar için Allah yanında yüksek dereceler, mağfiret ve rıdvanlar hazırlanmıştır. Ardı arkası kesilmeyen sonsuz rızıklar da onlar içindir. [10]

 

Tasavvufi Yönü

 

«Allah anıldığı zaman kalbleri ürperir.»

«Hakikat ehline göre, korku iki  kısımdır.»

Konuyu ve meselenin gerçek yüzünü, hakiki anlam ve amacını, hikmet ve sırrını araştıranlara göre, Allah'tan korkmak iki türlü olur: Biri, O'nun cdâleti gereği vereceği azaptan; diğeri, O'nun sonsuz kudretinden, azamet ve celâlından korkmaktır. Birincisi, günah içinde yüzüp zaman zaman ilâ­hî emirlere uymayanlara hastır. İkincisi, Allah'ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini, âdet ve değişmeyen kanunlarını eşyada müşahede edip plân­daki yerini almaya çalışan ve bir hatâ yaparım diye endişelenenlerin duy­duğu korkudur.

Onun içindir ki, Kur'ân'da bu iki zümreye seslenilirken bir yerde Al­lah'ın azabının şiddetinden söz edilir ve arkasından hemen Allah'ın azamet ve celâlinden bahsedilir ve bu iki sıfatın tecellisi en duyarlı bir anlatımla işlenir.

Beş sıfattan biri bulunmazsa, diğerleri tehlikeye girebilir. Tıpkı beş kapılı bir kale misali, kapılardan biri güvene alınmaz, muhafızsız bırakılır­sa, diğer dört kapıyı ve kalenin kendisini tehlikeye düşürür. O bakımdan mü'minde toplanan beş sıfat birbirini tamamlar ve korur. Bütün peygam­berler insanlar için lüzumlu olan o beş sıfatı anlatmaya, kalb ve kafalara işlemeye ve bulundukları her yerde kendi yaşayışlarıyla onların model ve misallerini vermeye çalışmışlardır. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in 23 yıllık risâlet devrinde bu beş sıfatın yeri cok büyük ve o nisbette önemlidir.

Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla seve seve savaşanlar da ancak bu sıfatları kendinde toplayıp birleştiren bahtiyarlardır. [11]

 

Namaz, Allah İçin Harcamanın Kapısıdır

 

«Onlar namazı dosdoğru kılarlar ve...»

Namaz dış görünüşüyle bedenî bir ibâdettir; gerçekte ise, kalbi ve kafayı malî ibâdete hazırlayan ilâhî bir iksirdir. Temelinde hakikî imân, çatısında gerçek tevekkül bulunan bir namaz, insana bütün iyilik ve hayır­ların kapısını açar; bencillik ve ihtiras damarlarını koparıp atar, merhamet ve cömertlik duygusunu geliştirir; insanı kötülüklerden çekip uzaklaştırır. Allah için Allah yolunda harcama, namazın en tabii ürünlerinden biri ola­rak içten dışa vurup filizlenir. O bakımdan Cenâb-ı Hak, namazdan sonra ınfaktan söz etmiştir, [12]

 

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, savaşta elde edilen ganimetin taksimatının Allah ve Peygamberine ait bulunduğu açıklanarak, bu hususta herhangi bir tartışmanın yeri olmadığı hatırlatıldı. Sonra da gerçek mü'minlerin beş önemli sıfatı sıralanarak ortaya sağlam bir kıstas konuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, ganimet hakkında tartışanlar bulunduğu gibi, Hz. Peygamberin (A.S.) aldığı emir üzerine Bedir savaşına karar verip çıkma­ya hazırlanırken mü'minlerden bir kısmının bunu hoş karşılamadığı ve hak­lı bir karar hakkında Peygamberle tartıştıkları konu ediliyor. Sonra da mü'­minlerin ganimet ve savaş gibi iki olayla karşı karşıya bulundukları, Al­lah'ın savaştan yana, mü'minlerin ganimetten yana oldukları belirtiliyor. Böyleoe Bedir savaşının hikmeti açıklanmış oluyor. [13]

 

Meali

 

5—  Nitekim Rabbın seni hak uğrunda (savaşmak üzere) evinden çı­karmıştı da mü'minlerden bir kısmı bundan hoşlanmamış, isteksizlik gös­termişlerdi.

6—  Hak besbelli olup ortaya çıktıktan sonra bite seninle tartışıyor­lar; sanki baka baka ölüme sürükleniyormuş gibi oluyorlardı.

7—  Hani Allah iki taifeden birini size va'dediyordu da siz ise güçsüz, silâhsız olanının size düşmesini arzu ediyordunuz. Allah da sözleriyle hak­kın yerine gelmesini ve kâfirlerin kökünü kesmeyi diliyor.

8—  Suçlular hoşlanmasa bile hakkı hak olarak ortaya koymayı, bâ-tılı boşa çıkarıp hükümsüz kılmayı (murat ediyordu).

 

Olayın Tarihî Yönü

 

İbn Abbas (R.A.), Urve b. Zübeyir (R.A.), Muhammed t. İshak ve mü-fessir Süddî'nin tesbitine göre, Mekke'nin ileri gelenlerinden Ebû Süfyan b. Harb, beraberinde Kureyş müşriklerinden kırk kadar kişi bulunduğu hal­de Şam'dan büyük bir ticaret kervanıyla yola çıkmışlardı. Aralarında Amr b. Âs ve Mahreme b. Nevfel gibi ünlüler de vardı. Bu kervan belli şahısla­rın değil, Kureyş'ten birçok kimselere ait idi. O bakımdan başlıbaşına bir servet sayılırdı. İleride bir güç olarak bu büyük serveti İslâm'ın aleyhine kullanacakları kesindi. Kervan Bedir yakınlarına gelince, Peygamber (A.S.) Efendimiz haber almış, gereken bilgiyi toplamıştı. Vakit kaybetmeden as­habın ileri gelenlerini topladı; ileride ve belki çok yakın bir gelecekte İs­lâm aleyhine kullanılacak malın büyük bir yekûn tuttuğunu, kervanı sevk ve idare edenlerin ise, az kişilerden oluştuğunu anlattı ve «Haydi, hazır­lanıp kervanı karşılayın. Umarım ki, Allah size bununla yarar sağlayacak­tır.» buyurdu. Ashabdan kimi ağır, kimi hafif teçhizatla yola çıktılar. Hiç kimse büyük bir savaş olacağını tahmin etmemişti. Ebû Süfyan, baskına uğrayacaklarını vaktinde haber almış ve derhal Mekke'ye haber göndere­rek savaşa hazırlanmalarını emretmiş ve bir yandan da belli sınırı aşıp bas­kına uğramadan bütün imkânlarını kullanmıştı.

Mekke'ye gönderilen haberci, vadinin ortasında gömleğini yırtarak, başına, dizlerine vurarak Kureyş kabilesine şöyle seslenmişti: «Güzel ko­kular, nefis gıdalar, nadide kumaşlar yüklü develeriniz Muhammed ile ar­kadaşları tarafından yağma edilmek üzeredir! Yetişebileceğinizi pek ümit edemiyorum!.»

Başta Ebû Cehl olmak üzere Kureyş ileri gelenleri derhal harekete geçtiler. Ebû Leheb dışında lider durumunda olanların hepsi silahlandılar. Kendilerine göre güçlü bir ordu ile kervanı kurtarmak ve gerektiğinde Mu­hammed (A.S.) ile kozlarını paylaşmak üzere Medine cihetine hareket et­tiler ve geceyi gündüze katarak Bedir yöresine yaklaştılar. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz o sırada Zerfan veya Zekvân vadisinde bulunuyordu. İki tarafın casusları saati saatına durumu tesbit edip gereken bilgiyi zama­nında ulaştırıyorlardı. Kervan ise epeyce uzaklaşmış durumda idi. Tam bu sırada Melek Cebrail indi ve iki taifeden birinin, yani ya kervanın, ya da

Mekke'den gelen dokuzyüz küsur kişiye yakın bir ordunun Müslümanlara va'dedildiğini müjdeliyordu. Ne var ki, ashab-ı kiram kervanı daha çok ar-zuluyordu. Durumu iyice değerlendiren Resûlüüah (A.S.) Efendimiz, asha-bıyla istişare etmeğe karar verdi. Çünkü daha önce Ansar ile yaptığı an­laşma ve biata göre, Medine'ye saldıran olursa, Ansar savaşacaktı. Me­dine dışında meydana gelecek savaşlar için bir söz verme yoktu.

Peygamber (A.S.) Efendimiz bütün bu hususları dikkate alarak onla­ra sordu : «Kervanı mı takip etmek istersiniz, yoksa gelen Mekkelilerle sa­vaşmayı mı arzu edersiniz?» Bu soru üzerine Ebû Bekir (R.A.) ile Ömer (R.A.) ayağa kalkıp çok güzel sözler söylediler. Onlardan hemen sonra Mikdad b. Amr kat-kıp, «Ey Allah'ın Resulü! Allah'ın sana emrettiği şekil­de hareket et; biz seninle beraberiz. İsrâîloğulları'nın Musa Peygamber'e, (Senle FJabbın gidin de düşmanla savaşın; biz burada oturacağız) dedik­leri gibi demiyoruz, Biz, Sen Rabbınla beraber (düşman ile) savaşın, biz de mutlaka beraberinizde (emrinizde) savaşacağız, diyoruz. Seni hak pey­gamber olarak gönderene and olsun ki, bizi Habeş ülkesine götürsen ge­liriz ve senin yanında yer alıp birlikte savaşırız.»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu sözlere çok memnun oldu ve hepsine hayır ile duâ ettikten sonra şöyle buyurdu : «Ey insanlar! görüşünüz ne­dir, onu söyleyin?» Bununla Ansan kastediyordu. Çünkü onlar Akaba bia-tında şu sözü vermişlerdi : «Ey Allah'ın Peygamberi! bizim yurdumuza ge­linceye kadar sana yardımcı olamıyacağız; ama yurdumuza gelip yerleş­tiğinizde artık senin yardımındayız; kendi ailemizden savdığımız her kötü­lüğü senden savacağız.»

Cenâb-ı Peygamberin (A.S.) bu tarihî seslenişini anlamakta gecikme­yen Ansar'ın ileri gelenlerinden Sa'd b. Muâz (R.A.) şöyle söze başladı: «Vallahi sanırım ki, sen bizi kastediyorsun, ey Allah'ın Resulü!» Peygam­ber de (A.S.) «Evet, öyle..» diyerek cevap verdi. Bunun üzerine Sa'd b. Muâz (R.A.) dedi ki : «Biz sana inandık, seni tasdik ettik; getirdiğin şeyin hak olduğuna şehadette bulunduk ve bunun üzerine seni dinleyip itaat edeceğimize kesin söz verdik. Artık dilediğin cihete hareket edebilirsin. Allah'a yemin ederim ki, bize şu denizi gösterip dalacak olsan, biz de se­ninle birlikte dalarız. Bizden hiçbirimiz senden geriye kalmayız. Senin ve bizim düşmanlarımızla karşılaşmayı yadırgamıyoruz. Savaşta sabredece­ğiz; sadakatimizi göstereceğiz.Umarım ki, Allah bizim de, senin de göz­lerimizi aydınlatacak iyi sonuçları irâde eder. Artık Allah'ın bereketiyle ha­reket edebilirsin!.»

Bu çok samimi ve o nisbette duygulandırıcı, güven verici sözler kar­şısında .Resûlüllah (A.S.) Efendimiz duygulandı ve : «Haydi hep birlikte Allah'ın bereketiyle yürüyün ve size müjde veriyorum; çünkü Allah iki tai-

feden birini vermeyi bize va'detti. Vallahi şu anda düşmanlarımızdan öl­dürülecek olanların düşecekleri yerleri görüyorum!.» buyurdu.

Hz. Ömer (R.A.)den yapılan sahîh rivayete göre, şöyle demiştir: «Re­sûlüllah (A.S.) Efendimiz bir gün sonra Bedir'de öldürülecek olan müşrik­lerin düşecekleri yerleri bize göstererek, şurası falanın, şurası falanın, bu­rası da falanın düşeceği yerdir, inşaallah.. buyurdu. Muhammed'i (A.S.) hak peygamber olarak gönderen kudrete yemin ederim ki, Resûlüllah'ın (A.S.) gösterdiği yerlere' (müşriklerin cansız cesetlerinin bir bir) düştüğünü gördük, hiçbir hatâ olmadı. Savaştan sonra Resûlüilah'ın (A.S.) müşrikler­den öldürülenlere yaklaşıp şöyle seslendiğini işittim : «Allah ve Resulünün va'dettiğinin hak olduğunu gördünüz mü? Çünkü ben, Allah'ın bana va'det-tiğini hak olarak gördüm.»

Bunun üzerine sordum : «Ya Resûlellah! içinde ruhları bulunmayan cesetlere mi sesleniyorsun?» dedim. Buyurdu ki : «Benim söylediklerimi sizler onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz. Ne var ki, onların cevap verme­ğe kudretleri yoktur.»

Yine bu konuda Hz. Ömer'in (R.A.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: «Re­sûlüllah (A.S.) Efendimiz, Bedir savaşında müşriklere bakınca, sayılarının bine yaklaştığını, kendi ashabının ise üçyüz küsur olduğunu gördü. Kıble­ye yönelip ellerini kaldırarak şöyle niyazda bulundu : «Allahım! bana va'det-tiğini yerine getir. Allahim! bana va'dettiğini lütfet. Allahım! (yanımda bu­lunan) şu müslüman insanları yok edecek olursan, yeryüzünde sana ibâ­det edilmez olur.» Böylece Resûlüllah o kadar duâ ve niyazda bulunup el­lerini yükseltti ki, sırtındaki hırkası yere düştü. Ebû Bekir (R.A.) koşup hır­kayı alarak Efendimiz'in omuzlarına attı. Sonra da arkasında durup, «Ey Allah'ın Peygamberi! bizden yana Rabbına yönelip duâ etmen yeter; Rab-bın elbette sana olan va'dini yerine getirecektir», diyerek yardımcı olma­ya çalıştı. [14] Bunun üzerine şu âyetin indiği rivayet edilir: «Hani Rabbı-nızdan yalvarıp yardım bekliyordunuz; o da ben sizi ardarda bin melekle destekleyip yardım edeceğim, diye bildirmişti.» [15]

 

Mü'minler O Gün Çetin Bir Sınavdan Geçirilmişti

 

   «Hak  besbelli olup ortaya çıktıktan sonra bile seninle tartışıyorlar; sanki baka baka ölü­me sürükleniyormuş gibi oluyorlardı.»

Şam'dan gelen ve İslâm aleyhine kullanılacak olan ticaret kervanını ele geçirmek için evlerinden çıkan ve düşünce bakımından yeterince sa­vaş hazırlığı içinde bulunmayan ashab-ı kiram, birden çetin bir savaş du­rumuyla karşılaştılar. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz işin nezaketini ve mü'-minlerin büyük bir sınavdan geçirildiklerini çok iyi biliyordu. Allah yolun­da düşman ile savaşmak istemiyenler olursa, bu onlar için sınavı kaybet­mek demekti. Zaten dosdoğru inanmayanlarla hak uğrunda savaşa girmek hatalı olurdu. O nedenle Resûlüllah (A.S.) Efendimiz aldığı işaret üzerine ashabını, kervanı takip edip ele geçirmekle, Mekke'den gelen orduyla sa­vaşı başlatmak arasında serbest bıraktı. Ashabın, birkaç kişi dışında he­men hepsi aldıkları köklü imân, yüksek terbiye gereği toparlanarak Re-sûlüllah'a (A.S.) her hâl ü kârda uyacaklarını bildirdiler. Allah'ı, Resulünü ve Âhiret saadetini, birkaç günlük dünya hayatına teroîh ettiler. Allah da onları bin melekle destekledi, morallerini yükseltip imânlarını artırdı. Müş­rikleri ise hezimete uğratıp hakkı ihkak, bâtılı ibtâl sünneti yerini buldu. [16]

 

 

Mü'minler  Kendilerine  Düşeni Yerine  Getirdiklerinde Allah'ın Yardimi Tecelli Eder

 

İman ve ona bağlı azim, beşer gücünün yettiği çizgiye ulaşmadıkça Allah'ın yardımı tecelli etmez. Bu, ezelde belirlenen bir hükümdür ki, şaş­madan hedefine doğru ilerler. Bedir savaşında, Resûlüllah (A.S.) Efendi­miz, Allah'ın bu ezelî hükmünü bildiği için, bütün imkânlarını harekete ge­çirmiş, gereken bütün tedbirlere başvurmuş ve öylece beşer imkânın eri­şebileceği çizgiye gelip dayanmıştı. Artık yapılacak başka bir şey yoktu. Allah'a güvenip dayanmak ve Allah düşmanlarıyla savaşmak, programın son halkasını oluşturuyordu.

O bakımdan ilâhî inayet ve nusret mü'minlerden yana tecelli etmeye başladı,- müşriklerin moralini bozan, mü'minlerin imân ve cesaretini artıran melekler insan suretine temessül ederek müstesna görüntüler sergilediler. [17]

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, İslâm'ın artık Allah düşmanlarıyla savaşacak bir düzeye geldiği, bundan böyle mü'minlerin çok çetin sınavlardan geçirile­ceği, Bedir savaşının onun sadece bir halkasını teşki! ettiği belirtildi. Al­lah yolunda her türlü maddî vg manevî imkânlarını ortaya koyan mümin­lere Allah'ın yardımının tecelli edeceğine işarette bulunuldu.

Aşağıdaki âyetler, meleklerin yardıma gönderildiği, ancak bunun kâ­firlerin cesaretini kırmaya, mü'minlerin morallerini yükseltmeğe yönelik bulunduğu, meleklerin silâh kullanmayacakları, adam öldürmeyecekleri kapalı bir anlatımla hatırlatılıyor. Böylece Allah'a güvenip dayananların üs­tün geleceği müjdeleniyor. [18]

 

Meali:

 

9—  Hani Rabbinizden yalvarıp yardım bekliyordunuz; O da, ben sizi ardarda bin melekle destekleyip yardım edeceğim, diye bildirmişti.

10—  Allah bu yardımı sırf müjde olması ve onunla kalblerinizin iyice yatışması için yapmıştı. Yardım ancak Allah'tandır. Çünkü Allah gerçek­ten çok güçlüdür, çok üstündür; yegâne hikmet sahibidir.

11—  Hani kendi katından bir güven olsun diye sizi hafif bir uykuya daldırmıştı   ve   sizi temizlemek,   sizden şeytanın   murdarlığını gidermek; kalblerinizi iyice (Hakk'a) bağlayıp sağlamlaştırmak ve ayaklarınızı kaydır-mayıp sağlam tutmak için gökten üzerinize su indirmişti.

12—  Hani Rabbin meleklere : Muhakkak ben sizinle beraberim; imân edenlerin (moral vererek) sebatlarını sağlayın, diye vahyetmişti. İnkâr edip duranların kalblerine korku ve dehşet salacağım. Artık (ey mü'minler,) vu­run onların boyunlarına, vurun onların her bir parmağına!

13—  Bu da onların Allah'a ve Peygamberine karşı gelmelerindendir. Kim Allah'a ve Peygamberine karşı gelirse, şüphesiz ki Allah'ın cezası çok şiddetlidir.

14—  İşte bunu (bugünkü azabımızı) tadın. Doğrusu kâfirlere bir de (Cehennem) ateşi azabı vardır.

 

İlgili Hadisler                   

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, dua ve niyazda bulunduktan sonra bir ara kendinden geçer gibi oldu, uyanınca şöyle buyurdu : «Ya Ebâ Bekir! Allah'ın yardımı sana geldi. İşte Cebrail, atının dizginini tutarak ardından çekip getiriyor.» [19]

İbn Abbas (R.A.)dan yapılan sahih rivayete göre. Bedir savaşında Re­sûlüllah (A.S.) Efendimiz bir ara şöyle buyurdu : «İşte Cibril, atının başını tutup çekiyor, üzerinde de savaş aletleri bulunuyor!» [20]

 

Meleklerin Yardımcı Olarak Gönderilmesi

 

«Hani Rabbınızdan yalvarıp yardım bekliyordunuz; O da, ben sîzi ardarda bin me­lekle destekleyip yardım edeceğim, diye bildirmişti.»

İslâm henüz şehir devleti kurma arifesinde bulunuyordu. Ne hazır bir askeri, ne vücut bulmuş bir maliyesi, ne de savaşacak malzemesi vardı, Mekkeli'ler ise, gelecek günleri hesaba katarak İslâm aleyhine büyük çap­ta ekonomik güç de hazırlamak amacıyla, bir bakıma anonim şirket ölçü­sünde ortaklaşa büyük bir ticarî kervan oluşturmuşlardı. Savaş taktiğini ve Kureyş kabilesinin amacını cok iyi bilen Peygamber (A.S.), sözünü et­tiğimiz ekonomik gücü kırıp Mekkeli'leri maddi destekten yoksun bırak­mayı plânladı ve ona göre bütün tedbirleri alarak kervanın önünü kesme­yi kararlaştırdı. Ne var ki, evdeki hesap carşıdakine uymadı. Durumu za­manında haber alan Ebû Süfyan, hem Medine sınırlarından süratle uzak­laşmaya çalıştı, hem de muhtemel bir saldırıyı durdurmak veya cevap ver­mek için çok acele kaydıyla Mekke'den yardım istedi. Cok geçmeden yak­laşık bin kişilik iyi teçhiz edilmiş bir kuvvet Bedir yöresine yaklaşmış oldu. Savaş artık kaçınılmazdı. Müslümanlar 313 veya 310 kişiydi, Ne yeterin­ce silâh, ne de gıda maddesi bulunuyordu. Alınacak başka bir önlem de söz konusu değildi. Çünkü Resûlüllah (A.S.J Efendimiz, mevcut imkânları ne varsa hepsini harekete geçirmiş ve kendileriyle Allah arasındaki im­kân ve irâde çizgisine gelip dayanmışlardı. O bakımdan Allah'tan yardım ve inayet, nusrat ve zafer beklemek gerekiyordu; zira o çizgiye gelinme­den ilâhî nusratın tecellisi pek beklenemezdi. Allah Resulü (A.S.) nemli gözlerini, duâ kıblesi olan göğe çevirerek ellerini kaldırdı ve Allah'tan yar­dım diledi. Böylece, Cenab-ı Hak, her türlü imkân ve irâdesini kullanan mü'minleri manevî bir orduyla destekledi. Cebrail ve Mikâü'in eşliğinde 1000 melek indi. Onlar mü'minlerin azmini, cesaretini, imân ve irfanını ar­tırıp moral vermek; kâfirlerin içine korku salıp morallerini bozmakla görev­lendirilmişlerdi. Sahih tesbitlere göre, beyaz atlar üzerinde, beyaz üstlük ve sarıklar giyinerek tatlı, fakat heybetli bir görünüm vererek inmişlerdir. [21]

 

Melekler Adam Öldürmezler

 

«Allah  bu  yardımı sırf müjde olması ve onunla kalblerinizin iyice yatışması için yapmışt».»

İnen melekler belirtildiği gibi, belli bir görevle gönderilmişlerdi. Düşman askerini öldürüp yok etmek için değil, cesaretlerini kırıp morallerini bozmak göreviyle hareket etmişlerdir. Zira, savaşlarda düşman askerini meleklerle öldürme hususunda Allah'ın câri bir sünneti yoktur. Nitekim hem Âl-i İmran'da, hem de Enfâl sûrelerinde bu İnceliğe işaret edilmekte ve gereken bilgi verilmektedir. Öyle bir kanun veya sünnetullah olsaydı, birçok sakıncalar ortaya çıkardı. Onları birkaç madde halinde özetliyecek olursak, daha iyi anlatma ve anlaşılma imkânı sağlamış oluruz :

a)  En büyük, aynı zamanda çok güçlü bir orduyu imha etmek için 1000 tane meleğe ihtiyaç yoktur; bir melek -Allah'ın izniyle- bu işi bir anda ye­rine getirme kudretine sahiptir. Nitekim Lût kavmini iki meieğin yok etti­ğini yine Kur'ân bize haber vermektedir.

b)  Din düşmanlarıyla Allah savaşsaydı, yani Allah'ın  böyle bir eari kanunu olsaydı, insan irâdesinin ve çalışmasının değeri kalmaz ve Allah'a dosdoğru imân edenler atâlete, hareketsizliğe itilmiş olurlardı. Bu da  in­sanın hilkat kanunundaki plân ve programına ters düşerdi.

c)  Allah'ın meleklerden oluşan ordusuyla çarpışmayı, savaşıp vuruş­mayı aklı başında hiçbir düşman göze alamaz; zulüm ve azgınlığı devam ettirmenin aptallık olduğunu anlar da ister istemez bu büyük mu'eize kar­şısında baş eğip imân ederdi. Böylece ne savaşan, ne savaşılan; ne de in­kâr eden kalırdı. Sonuç olarak atâlet, uyuşukluk, hareketsizlik bütün in­sanları sarar, yeryüzünde medeniyet olmazdı. Oysa insan tam bir müca­deleci, durmadan harekette bulunucu, üstünlük sağlama aşkıyla  çalışıp dünyayı bayındır hale getirici olarak yaratılmıştır.

d)  Peygamber ve kitap göndermeye gerek kalmaz, bütün meseleler melekler vasıtasıyla çözülürdü. O takdirde de insan araştırma, ilim yap­ma, okuma ve okutma duygu ve düşüncesine sahip olmaz, bir bakıma sırf ibâdetle meşgul olmak için yaratıldığı sonucu ortaya çıkardı. Halbuki sırf ibâdet etmek ve ilâhî emirleri kusursuz yerine getirmek için melekler ya­ratılmıştır. Çünkü onlarda hem hayvanî ruh ve nefis yoktur, hem de haya­tı sürdürme kaygısı mevcut değildir.

Kur'ân'da bütün bu incelikler iki cümleyle özetlenip meleklerin indi-rilmesindeki amaç, açık şekilde belirtilmektedir: «Allah bu yardımı sırf müjde olması ve onunla kalblerinizin iyice yatışması için yapmıştır.» [22]

 

Yardım Ancak Allah'tandır

 

«Yardım ancak Allah'tandır.»

Âyetin sonunda bu sözün yer alması çok anlamlıdır. İmân ve anlayış-

ları zayıf olanların ileride kuvvet ve kudreti bütünüyle meleklere izafe edip onları ilâhlaştırmalarım önlemek; kuvvet ve kudretin, yardım ve inayetin ilâhî irâde ile tecelli ettiğini, meleklerin sadeee buna vasıta edildiklerini bildirmek için, «yardım ancak Allah'tandır» buyurulmuştur.

Âl-i İmrân sûresinin 124, 125. âyetleriyle de Allah'ın bu yoldaki yar­dımı, meded-u inayeti söz konusu edilmiştir. Ayrıca aynı sûrede melekle­rin nişanlı, yani üzerlerinde belli alâmet (üniforma) taşıdıkları belirtilmek­tedir. Bu, müslüman askerlerin savaşlarda düşmana korku ve dehşet ver­melerine, birbirlerini daha iyi tanımalarına yardımcı olmaya ve disiplinli bir ordu meydana getirmelerini gerçekleştirmeye yönelik bir tedbir ve tak­tiktir. [23]

 

 

Hafif Bir Uyku

 

«Hani kendi katından bir güven olsun diye si­zi hafif bir uykuya daldırmıştı..»

Bedir savaşında düşmanın çokluğunu, savaş yerinin Müslümanlar aleyhine olduğunu gören İslâm mücahitlerinin sinirleri iyice gerilmiş, az da olsa korku ve endişeye kapılmışlardı. Günkü Medine'den çıkışları savaş­mak için değil, İslâm aleyhine kullanılacak bir kervanı ele geçirmekti. O bakımdan savaş çoğu için beklenmedik bir olaydı. İşte böyle bir ortam ge­lişirken Cenâb-ı Hak kendi katından bir güven olsun diye mü'minlere ha­fif bir uyku vermek suretiyle sinirlerini yatıştırmayı, korku ve endişelerini gidermeyi murat etmiştir.

Bilindiği gibi, uyku sırasında kaslar gevşer, sinir sistemi yatışır, tan­siyon düşer, kalbin atışı yavaşlar. Böylece uyuyan kimse hem dinlenir, hem toparlanır, hem de yeni bir enerji kazanır. Kur'ân bu hususları «güven» ta­biriyle özetlemiştir.

Nitekim Beyhakî Delâil adlı eserinde Hz. Ali'nin (RA) şöyle dediğini rivayet etmiştir;

«Bedir günü aramızda tek süvari Mikdad idi. O gün Peygamber hâriç hepimiz hafif bir uyku geçirdik. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ise, bir ağacın altında namaz kılıyordu.» [24]

 

Gökten Su İndirilmesi

 

«Ve  sizi temizlemek, sizden şeytanın murdarlığını gidermek; kalblerinizi iyice (Hakk'a) bağlayıp sağ­lamlaştırmak ve ayaklarınızı kaydırmayıp sağlam tutmak için gökten üze­rinize su İndirmiştir.»

Allah, sünneti gereği, düşman kuvvetlerine oranla az ve silahsız sayılan İslâm mücahitlerinin bir diğer sıkıntısını gidermek için yağmur yağ­dırmıştır. İbn Münzir'in İbn Cerîr tarikiyla İbn Abbas'dan (R.A.) yaptığı ri­vayete göre. Bedir gününde müşrikler erken davranıp kuyuyu ele geçir­mişlerdi. O nedenle Müslümanlar arasında susuzluk başlamış, ne içecek, ne de abdest alacak su kalmıştı. Bulundukları yer de iyice kumsal bir ara­ziydi. Geçe hoş bir yağmur yağdı, herkes kaplarını iyice doldurdu, susuz­luğunu giderdi, kumlar iyice basıldı ve büyük bir moral içinde sabahladı­lar. Böylece savaşmak hususunda artık pek endişeleri kalmamıştı. İşte Allah'ın onlara olan bu tür yardımı ve geniş inayeti ardarda tecelli et­miştir.

Kur'ân'da, yağan yağmurun o günkü yararları şöyle sıralanarak biz­lere ana fikirler veriliyor:

1—  Maddî ve mânevi temizliğin sağlanması,

2—  Şeytanın durmadan moral bozar anlamda verdiği sinyallerin kalb-lerde bıraktığı tesirin giderilmesi,

3—  Allah'ın yardımlarının peşpeşe indiğine şahit olup kalblerinin kuv­vet kazanması,

4—  Arazinin rahat hareket edilir duruma getirilmesi, kumlara  batıp istenilen çevik harekette bulunamamanın önlenmesi gibi, en olumlu so­nuçları doğurmuştur.

5—  Ayrıca sıcak ve susuzluğun çevrenin süratle kirlenmesine yol aç­ması, o yüzden hastalık saçan mikropların üremesine en uygun vasatın doğması önlenmiştir. [25]

 

Allah'a Ve Resulüne Karşı Gelenler

 

«Kim Allah'a ve Peygambe­rine karşı gelirse, şüphesiz ki Allah'ın cezası çok şiddetlidir.»

Allah'a karşı gelmek, derin bir gafletin, karanlık bir cehaletin, katı bir inançsızlığın ürünüdür. Hem O'nun mülkünde yaşamak, hem O'nun ni­metini yiyip beslenmek, hem O'nun verdiği güç ve kudretle ayakta dur­mak, hem de kalkıp ona baş kaldırmak, ne ile yorumlanabilir?

Oysa insana, yaratanını bilip anlama yeteneği verilmiş ve üstelik pey­gamber ve kitap da gönderilmiştir. Bütün bu doğruya eriştirici, Hakk'ın sesini duyurucu, gerçeği telkin edici vasıtaları bir tarafa itip hayat yuia-nnı nefis ve İblîs'in eline vermek haksızlığın en kötüsü, nankörlüğün en berbatı değil midir?

Cenâb-ı Hak ise, haksız ve nankör insanlara iki ayrı azap hazırlamış­tır: Birincisi, dünyada, ikincisi âhirette gerçekleşir. Dünyada, Allah'a dos­doğru inanıp kendi aralarında birlik ve dirlik kurduktan sonra imkân ve irâde çizgisine gelmeyi başaran müminlerin, o nankör zâlimlere karşı sağ­layacağı kahredici zaferdir. Âhiretteki azap ise, daha beterdir.

Azgın kâfirleri kahredecek bir imân ordusu yoksa veya yetersizse, Ce­nâb-ı Hak denge kanununu harekete geçirerek kâfiri kâfirle karşılaştırmak suretiyle haksızlık ve nankörlüğü cezalandırır. Çünkü Allah, hükmünde ye­gâne galip ve üstündür; her şeyi yerli yerince düzenleyip denge kuran ye­gâne Hakîm'dir. [26]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, her türlü imkânını seferber edip düşmana karşı sadık bir niyetle çıkan mü'minlere Allah'ın geniş yardımından söz edilerek Allah'ın ne zaman, kime yardımda bulunacağı hakkında en sağlam bilgi­ler verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, belirtilen ilâhi kıstası unutarak düşmana sırt çe­virmek suretiyle kaçan mü'minlere Allah'ın gazabının ineceği haber verili­yor. [27]

 

Meali

 

15—  Ey imân edenler! Toplu halde (savaş için çıkıldığında) yavaş ya­vaş ilerlerken, kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arka çevirmeyin.

16—  Kim o gün -savaşmak için bir tarafa çekilmek veya diğer bir fır­kaya ulaşıp mevzilenmek dışında- onlara arkasını döndürürse, şüphesiz ki Allah'ın gazabına uğrar ve onun yurdu Cehennem'dir; orası ne kötü uğ­raktır.

17—  Onları  (hakikatte)  siz öldürmediniz, ama  Allah  onları öldürdü. Onlara attığın vakit sen atmadın, ama Allah attı. Bu da Allah'ın güzel bir denemeyle mü'minleri denemesi içindi. Şüphesiz ki Allah her şeyi işiten ve bilendir.

18—  İşte bu böyledir; Allah kâfirlerin hile ve dolanını (iyice) gevşe­tip işe yaramaz hale getirir.

19—  (Ey Mekkeliler!) Siz zafer istiyordunuz, işte size zafer gelmiştir, (mü'minler elde ettikleri zaferle sizi kahretmişlerdir). Vazgeçerseniz bu si­zin için hayırlıdır. Dönerseniz biz de döneriz. Topluluğunuz ne kadar çok olsa da sizi hiçbir şey ile doygun (müstağni) kılamaz (sizi hezimete uğ­ramaktan kurtaramaz). Çünkü Allah gerçekten inananlarla beraberdir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Helak edici yedi şeyden sakınınız:

1—  Allah'a ortak koşmak,

2—  Sihir (ve büyü) yapmak,

3—  Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı kimseyi haksız yere öldürmek,

4—  Faiz yemek,

5—  (Haksız yere) yetim malı yemek,

6—  Düşmanla karşılaşıldığında sırt çevirip (savaştan) kaçmak,

7—  Namuslu, iffetli, zinadan beri evli kadına zina isnat etmek.» [28]

«Uç şey var ki, onlarla beraber hiçbir amel yarar sağlamaz:

1—  Allah'a ortak koşmak,

2—  Ana-babaya karşı gelmek,

3—  Savaşta düşmanla karşılaşıldığında arka çevirip kaçmak..» [29]

«Bedir günü Peygamber (A.S,) Efendimiz kendine ait gölgelikte ge­reken duâ ve niyazda bulunduktan sonra yerden bir avuç kum alıp müş­riklere doğru serpti ve «Şâhati'l-vücuh = yüzler çirkinleşti» yani müşrik­lerin yüzleri çirkinleşip hezimete uğrasın, buyurdu. Rivayete göre, Peygamberin (A.S.) attığı kumlar müşriklerden istisnasız hepsinin gözüne kaç­tı. [30]

Süddî'nin tesbitine göre. Bedir günü Resûlüllah (A.S } Efendimiz, Ali b. Ebî Tâlib'e, «bana bir avuç toprak ver» diye buyurdu. Hz. Ali (R.A.) de yerden bir avuç toprak alıp takdîm edince. Efendimiz onu müşriklere doğ­ru atıp saçmıştı.

Savaştan bir gün önce ise, Ebû Cehl şöyle bedduada bulunmuştur: «Allahım! Muhammed akrabalık bağlarımızı kesti, bilmediğimiz şeyi bize getirdi. Yarın onu dert ve mihnetle karşılaştır.» [31]

 

Savaşta Düşmana Arka Döndürmek

 

«Ey imân edenler! Toplu halde yavaş yavaş ilerlerken, kâfirlerle karşılaştığınız za­man onlara arka döndürmeyin,»

Âyetin zahirinden, yani dış anlatım şeklinden, iki ordu savaş için kar­şılaştıkları zaman, mü'minlerin sırt çevirip kaçmasının haram ve büyük günah olduğu anlaşılıyor. Ancak savaşa devam için başka bir cenaha çe­kilmek veya diğer bir bölüğe ulaşıp yer almak için arka döndürenler bu genellemenin dışındadırlar.

Âyette kuvvetler arasındaki dengeden söz edilmemiş, bunun açıklan­ması hadîslere ve olayların sergilediği örneklere bırakılmıştır. Zaten me­selelerin ve konuların çoğunu icmalî biçimde, yani öz ve özet olarak ver­mek Kur'ân'da uygulanan ilâhî metotlardan biridir. Bunun sebebi ise, çok açık ve belirgindir: Her konu ve mesele detaylı şekilde açıklanıp kesin sonuçlar verilseydi, içtihada, ilmî araştırmalara, aklı kullanmaya pek gerek kalmazdı. Bu da hareketsizliği doğurur, ilim adamı yetişmesini zayıflatırdı. Diğer yandan Kur'ân'ın bir cilt değil, beş, altı, hattâ on, onbeş cilt olma­sı gerekirdi. Her iki durumda da. birtakım sakıncalar ortaya çıkardı.

İlim adamlarının sözünü etiğimiz âyetin yorumundaki görüşleri fark­lıdır:

a) Hz. Ömer, Abdullah b. Ömer, İbn Abbas, Ebû Hüreyre, Ebû Saîd el-Hudrî, Ebû Nadre, İkrime, Nâfi", el-Hasan, Katade ve Dahhak'a göre, âyetteki tahrîm, Bedir gününe mahsustur. Zira o gün mü'minlerden geri çekilip kaçan kimsenin Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den başka gideceği yer, sığınacağı mekânı yoktu; o bakımdan düşmana arka çevirip kaçan an­cak düşman saflarında yer alabilirdi.

İmam Ebû Hanîfe de aynı görüştedir.

Savaşlarda ölüm tehlikesi karşısında kalan ashab-ı kiramdan bir kıs­mı arkasını döndürmek zorunda kalmışlardı. Allah onların bu davranışını bağışladı.

b)  Cumhura göre, âyet muhkemdir, umumidir, hükmü kıyamete ka­dar bakidir. Çünkü Bedir savaşından sonra inmiştir. O bakımdan sadece Bedir savaşıyla ilgili değildir.

c)   Diğer bazı ilim adamlarına göre, bu âyetin hükmü aynı sûrenin 66. âyetiyle kaldırılmıştır. Bu yorum ve görüş pek itibar görmemiştir.

d)  Müslümanlar sayı ve teçhizat bakımından yetersiz kalır da kendi­lerinde bir zayıflık hissederlerse, o takdirde ikiye karşı bir nisbetinde ise­ler, yine de savaşmaları gerekir. Üce veya daha fazlasına karşı bir nis-betde olurlarsa, o takdirde düşmana arkalarını dönmelerinde bir sakın­ca yoktur.

İmam Şafiî ile İmâm Mâlik de aynı görüştedirler. Sahîh-i Müslim'deki hadîsin de yorumu bu anlamda yapılmıştır.

e)   İbn Kasım'a göre, savaşta arka çevirip kaçanın şahitliği makbul değildir. Ancak düşman birkaç kat fazla olursa, geri çekilmek caizdir. O da Müslüman askerinin 12.000'den aşağı olduğu takdirde böyledir. Bu sa­yıyı veya daha fazlasını bulan bir birliğin geri çekilmesi yine caiz değildir. Çünkü Resûlüllah (A,S.) Efendimiz : «On iki bin kişi elbette yenilmez.» bu­yurmuştur. [32]

 

Allah Onları Öldürdü

 

«Onları (hakikatte) siz öldürmediniz, ama Allah onları öldürdü.»

Kur'ân'da ilâhî sünnetin tecellisi, plânının gereği belirtilip Bedir savaşında gecen olayların iç yüzü Allah'a nisbet edilerek, «Onları (haki­katte) sen öldürmedin, ama Allah onları öldürdü. Onlara attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı.» buyurulmaktadir. Varlık âleminde her olay birtakım sebeplere bağlanır ve buna sebeplilik kanunu denir. O halde ilâhî plân değişmez, sünnetullah şaşmadan hedefine doğru ilerler. Uyanlar ba­şarıya erişirler, uymayanlar perişan olurlar.

Allah'ın savaşla ilgili sünnetini şöyle açıklayabiliriz : Hangi taraf bü­tün imkânlarını kullanıp şerri ve azgınlığı defetmek, zulüm ve haksızlığı kaldırmak niyetiyle yola çıkar ve gereken bütün tedbirleri aldıktan sonra âlemlerin Rabbı Allah'a güvenip dayanırsa, ilâhî destek onlardan yana ha­rekete geçip tecelli eder ve böylece zafer kapıları açılır.

Onun için diyoruz ki : Kendi imkânlarını belli sınıra .getirip Allah'a gü­venip dayanan, O'nun yardımın! dileyen mü'minler, sünnetullah'a uyduk­ları için Cenâb-ı Hak onlara destek sağlamış, meleklerini göndererek on­lara mora! verirken, kâfirlere korku ve dehşet salmıştır. Bu yoruma göre, azgın kâfirleri hakikatte Allah öldürmüştür, mü'minler sadece O'nun plâ­nına uyarak arada vasıta kılınmışlardır.

ı «Onlara attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı.»

İnsana verilen az bir kuvvet ve kudretle bir avuç kumu iki-üç kilo­metre, hattâ beşyüz, altıyüz metre ileriye atmak pek mümkün değildir. Ay­rıca atılan kumların müşriklerin gözlerine, ağız ve burunlarına dokunması ise, beşer kudretinin dışındadır. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in şerefli ruh­ları her dem ilâhî inayete mazhar bulunuyor ve O'nun sonsuz ve sınırsız kudretinden nasibini alıyordu. Gösterdiği olağanüstü haller hep bu inayet­ten kaynaklanıyordu. O halde kumu serpip atarken kutsî kuvvet ve ilâhî inayet onda tecelli etmiş bulunuyordu. Ruhunun aldığı yüksek kudret, o kum taneciklerini istenilen yere ulaştırabiliyordu. Görevli melekler, yağ­mur ve kar taneciklerini bir bir indirdikleri gibi, kum taneciklerini de bir bir alıp hedefine ulaştırıyorlardı. O nedenle hakikatte onu Allah'ın ina­yet ve kudreti atmış bulunuyordu. Resûlüllah (A.S.)-Efendimiz ise, bu kud­retin tecelligâhı olarak yer alıyordu.

Son olarak Mekkeliler uyarılıyor, hakka karşı çiKmak niyetiyle tekrar dönüp saldırırlarsa, ilâhî inayetin kusursuz tecelli edeceği ve böylece tek­rar hükmünü yürüteceği hatırlatılıyor; Hz. IVluhammed'e (A.S.) kin ve düş­manlıkla saldırmalarının, hem dünyalarını, hem de âhiretlerini yıkacağına işarette bulunularak ilâhî ihtar yapılıyor. Mü'minlere ferahlatıcı müjde, in­karcılara sıkıcı haber veriliyor. [33]

 

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Bedir savaşının hikmeti üzerinde duruldu. Zafe­ri sağlayan kudrete dikkatler çekilerek sünnetullah'ın şaşmadan hedefine doğru ilerlediği hatırlatıldı. Hakka karşı gelenlerin eninde-sonunda hüsra­na uğrayacaklarına Örnek verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, imânın mutlak itaat ve inkiyad, istediği belirtiliyor. Kalbi ve vicdanı köreimiş, basîreti kapanmış canlılar gibi, sağırlar ve kör­ler derekesine kendilerini düşürmemeleri bildirilerek, o gibilere neden Hak'ın sesinin   duyurulmadığı   üzerinde durularak hikmeti açıklanıyor. [34]

 

Meali:

 

20— Ey imân edenler! Allah'a ve Peygamberine itaat edin. (Allah sö­zünü) işittiğiniz halde ondan yüzçevirmeyin.

21      İşitmedikleri halde, «işittik» diyenler gibî olmayın.

22-  Şüphesiz ki (yerVüzünde) yürüyüp hareket eden hayvanların Al­an yanında en kötüsü, akletmeyen o sağır ve dilsiz olanlardır.

23— Allah onlarda (hakkı, gerçeği, doğruyu akledip kabullenecek) bir hayır görseydi, herhalde onlara (hakkı) duyururdu. Duyurmuş olsa bile yüzçevirirlerdi. Zaten onlar hep yüzçeviren kimselerdir.

 

İşitme Nîmeti

 

«(Allah'ın sözünü) işittiğiniz halde ondan yüzçevirmeyin.»

Biri kulak ile, diğeri kalb ile iki türlü işitme söz konusudur. İlgili âyet­te bu iki işitme kastediliyor. Kulak, küçük hava basıncını, değişimlerini elektrik uyarılarına çevirerek içerdikleri bilgiyi beyne ulaştırır. Kalb ise, imân kulağıyla ilâhî beyanı alıp hücrelere kadar ulaştırır. Kulak her za­man kalbe vasıta olur, kalb de onu hep dikkatli dinleme düzeyinde tutma­ya çalışır. O bakımdan bir sesi, bir daveti iyice anlayabilmemiz için ku­lakla birlikte dikkatimizi o sesin neyi anlattığına çevirip teksif etmemiz gerekir. Ruhumuza gıda veren bir hakikati beraberinde taşıyorsa, kalbi­mizi ve ruhumuzu bütünüyle ona hazır duruma getirmemiz de oldukça önemlidir. Aksi halde beynimizin ilgili merkezi başka şeyle meşgul bulun­duğundan gelen sesin neyi kapsayıp taşıdığını tefrik edemeyiz. O yüzden kalb gaflete boğulur, ruh letafetini kullanamaz olur.

Yukarıdaki âyetlerle, özellikle bu gerçeğe atıflar yapılmakta ve işitip anlamanın önemi üzerinde durulmaktadır. [35]

 

Sorumluluk, İşittikten Sonra Başlar                             

 

«İşitmedikleri halde, işittik di­yenler gibi olmayın.»

Mealindeki âyetle Allah'a ve Peygamber'e inanıp uymanın ilâhî buy­rukları işitmekle gerçekleşebileceğine ve bu açıdan değerlendirilince, so­rumluluğun da onunla başlayacağına işarette bulunuluyor. Peygamber'in (A.S.) yaptığı tebligatı, getirdiği Kur'ân'ı işittikten sonra yüzçevirmenin büyük bir gaflet olduğu, bir bakıma akletmeyen dilsizler ve sağırlar sevi­yesine düşmeğe benzediği çok duyarlı bir anlatımla belirtiliyor.

Hayvanlarda akıl nimeti yok denecek kadar az olduğu, zekâ nimeti belli bir nisbette bulunduğu halde seslere kulak verip bazı şeyleri ra­hatlıkla anladıkları, hele eğitildikleri takdirde ihtiyaçlarını birtakım ses ve hareketlerle anlatmaya çalıştıkları bir gerçektir. Oysa canlılar arasında

her yönüyle mükemmel denecek bir kıvam ve evsafta yaratılan; üstelik Al­lah'ın sayısız lütuf ve nimetlerine lâyık görülen insanlardan öylesi var ki, kulağı var, hakkı duymaz; dili var, gerçeği söylemez; aklı var, doğru olanı idrâk etmez. Kendi eliyle yapıp şekillendirdiği eşyaya, ya da kendisi gibi bir faniye tapar.

Kur'ân-ı Kerîm'de, böylelerinin hayvanların en basitinden daha basit olduğu kapalı bir benzetmeyle belirtiliyor.

Kalbi küfürle tıkanmış, vicdanı maddeyle köreltmiş, aklı şehvetle sı­vanmış, beyni inkârla yıkanmış kişilere hakkın sesini duyurmak çok zor­dur. Çünkü işitmezler, akıllarını yüce amaçlara doğru çevirmezler; âdi iş­ler peşine takılıp bir ömür tüketirler,

Cenâb-ı Hak, bu tiplerin karakter yapısını bir cümleyle açıklıyor; «Al­lah onlarda (hakkı, gerçeği, doğruyu akiedip kabullenecek) bir hayır gör­seydi, elbette onlara (hakkı) duyururdu. Duyurmuş olsa bile yüzçevirirler­di.» Çünkü yüz çevirmek onların sanatı ve değişmeyen âdetidir. Oysa in­sanoğlu düşünen ve konuşan, konuştuğunu anlayan, anladığını akleden bir canlıdır.

İşitmedikleri halde «işittik» diyen beyinsizlerden de olmayın; ne o hay­vanlar gibi akletmeyen sağırlar ve dilsizler gibi olun, ne de hakkın çağrı­sına ve emirlerine ilgisiz kalıp işitmediği halde işittik diyenler gibi olun.. Ama dikkatle dinleyin, dinledikten sonra aklınızı iyice kullanıp yeterince an­lamaya çalışın. O zaman sizde hayır belirtileri kendini gösterir. [36]

 

Yorumlar, Rivayetler

 

De v a b b:

Dabbe'nin çoğuludur. Sözlükte, yeryüzünde debelenip hareket eden her canlıya denilir. Pek az olarak insan hakkında da kullanılır. Çoğu za­man binek hayvanları ve haşere hakkında kullanıldığı görülür. İnsan hak­kında kullanılması, onu aşağılamak, bulunduğu şeref seviyesinden çok aşağılara düştüğünü bildirmek içindir; ilgili âyette'işaret edildiği gibi..

Bir fikir, bir doktrin veya bir mesele üç açıdan dinlenir:

1— Sırf tenkit etmek, hakh-haksız yanına bakmadan onu çürütmeye çalışmak için dinlemek. Bu, fikir fukarası, bilimde dengesiz, kültürde çok cılız kalan kişilerin âdetidir.

öyleneni umursamamak; ya çevrenin tesiri altında, ya da şahsî ÇiKarları hatırına dinlemek ve dikkati başka tarafa çevirmek. Böylesi ne

denildiğini dosdoğru anlamaz, sadece baş sallar veya geri zekâlıdır, din­ler ama kavrayamaz. Bunlar daha çok nifak, diğer bir tabirle münafıklık hastalığına yakalanıp şifâ bulmayan tiplerdir. Kur'ân onlardan bir başka âyette şöyle söz eder: «Onlardan kimi sana kulak verir de senden ayrılıp dışarı çıkınca, kendilerine (az-çok) ilim verilenlere, az önce O ne söyledi? diye sorarlar. İşte bunlar Allah'ın, kalblerini mühürledigi kimselerdir ve bunlar heveslerine uyanlardır.»[37]

3— Anlayıp öğrenmek, yararlanıp uygulamak için dinlemek. Bu, cid­di ve samimi kişilerin tavrı ve karakteridir. Kur'ân'da bunlar övülmekte-dirler. [38]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'a ve Peygamberine itaat emredildi ve ilâ­hi emirlere sağırlar, dilsizler gibi kayıtsız kalınmamasına dikkatler çekil­di. Akıl ve benzeri yeteneklerini amacına uygun kullanmayanların nasıl basitleştiklerine atıflar yapılarak, kalblerinin, anlayış ve tutumlarına uygun mühürlendiği belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah ve Peygamberi'nin hayat veren çağrılarına olumlu cevap verilmesi emrediliyor, gerçek hayatın bununla gerçekleşe­ceğine işaretle Allah'ın insan kalbi dahil her şeye nüfuz ettiği açıklanıyor, sonra da kötülerin fena amelleri yüzünden çıkacak fitnenin sadece o za­limlere erişmekle kalmayacağı; kurusunu, yaşını kasıp kavuracağı bildi­riliyor. [39]

 

Meali:

 

24—  Ey imân edenler! Allah ve Peygamber, hayat veren şeye sizi ça­ğırdığında icabet edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve sonun­da (dirilip hepiniz) O'nun huzurunda biraraya getirilerek toplanacaksınız.

25—  Öyle bir fitneden korkup sakının ki, o yalnız sizden zâlimlere do­kunmaz. Bilin ki, gerçekten Allah'ın ceza olarak vereceği azap çok şid­detlidir.

26 Hatırlayın ki, bir zamanlar siz yeryüzünde hem az, hem de zayıf ve acizdiniz; insanların sizi kapıp götürmesinden korkuyordunuz; bu du­rumda iken Allah size yer-yurt verip barındırdı, sizi yardımıyla destekleyip kuvvetlendirdi ve sizi temiz ve helâl şeylerle rıziklandırdı ki şükredesiniz.

 

İlgili Hadisler

 

Ashab-ı kiramdan Ebû Saîd el-Muallâ (R.A.) anlatıyor: Mescid-i Saadette namaz kılıyordum, tam o sırada Resûlüllah (A.S.) Efendimiz beni ça­ğırdı. Namazda bulunduğum için hem cevap veremedim, hem de gideme­dim. Namazdan sonra huzuruna vardım ve namazda bulunduğum için ge­lemedim, diyerek özür diledim. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) bana : «Al­lah Kur'ön'da, Allah ve Peygamberi sizi çağırdığında icabet edin, buyur-muyor mu?» buyurarak uyarıda bulundu. [40]

Ebû Hüreyre (R.A.) de şöyle anlatıyor: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Übey b. Kâb'e gitmek üzere çıktı. O sırada Übey namaz kılıyordu. Pey­gamber (A.S.) «Ya Übey!» diyerek seslendi. Übey (R.A.) göz ucuyla baktı, fakat icabet etmedi. Namazını hafif tutup bitirdikten sonra Resûlüllah'a (A.S.) geldi ve «es-Selâmü aleyke ya Resûlel!ah!»dedi. Resûlüllah (A.S.) onun selâmını alıp cevapladı ve «Benîm davetime icabet etmekten seni alıkoyan nedir?» diye sordu. O da, «namaz...» diye cevap verince Efendi­miz (A.S.) şöyle buyurdu : «Allah'ın bana vahyettiği kitapta, Allah ve Pey­gamberi, hayat veren şeye sizi çağırdığında icabet edin, buyurulduğunu görmedin mi?» Übey (R.A.) «evet gördüm, inşaallah bundan böyle (o ha­taya bir daha) dönmem» diye (af diledi).[41]

Tabii bu sırf Resûlüllah (A.S.) Efendimize has bir saygıdır. Başka bi­rinin çağırması, farz namazı yarıda kesmemizi gerektirmez. Ancak nafile namaz kılarken adamın ana veya babası çağırırsa, onu olduğu yerde ke­sip onların çağrısına koşar.

Resûlüllah {A.S.) Efendimiz buyurdu :

«Doğrusu âdemoğullannm kalbi Rahmân'ın iki parmağı arasında bu­lunuyor, onu dilediği gibi çevirir.»

«Ey kalbleri çeviren Allahım! bizim kalbimizi sana itaat üzere sabit kıl.» [42]

«Herhangi bir kavim ve topluluk arasında bir adam günah işler de on­lar onu değiştirmeye (vazgeçirmeye) güçleri yettiği halde değiştirmezler (ona engel olmazlar)sa, kendileri ölmeden önce Allah onlara herhalde bir azap eriştirecektir.» [43]

«İleride birtakım fitneler olacak; o günlerde oturan, ayakta durandan; ayakta duran, yürüyenden; yürüyen, koşandan hayırlı olacak. Kim o fitne­ye doğru yüzçevirip onu görmeye çalışırsa, herhalde fitne de onu görecek ve onu kahredecek. Kim de fitne zamanı iltica edecek veya sığınacak bir yer bulacak olursa, hemen oraya sığınsın.»[44]

«Canımı kudret elinde tutan zata and olsun ki, ya iyilikle emreder ve kötülükten men'edersiniz, ya da çok sürmez Allah kendi yanından üzeri­nize bir azap gönderir de ondan sonra duâ edersiniz, duanız kabul ol­maz.» [45]

«Allah'ın koyduğu sınırlar üzerinde durup (onu aşmayan) kimse ile, o sınırı aşan kimsenin misali, bir gemi yolcularının misaline benzer: On­lar gemiye yerleşmek hususunda kur'a çektiler; bir kısmına geminin üstü, bir kısmına da altı isabet etti. Geminin alt kısmındakiler (deniz) suyundan yararlanmak istedikleri zaman, yukarı kısmındakilere başvurup dediler ki: Bize ait yerden bir delik açıp yararlansak da üstümüzdekilere bir zarar ver­mezsek (ne dersiniz?) Üsttekiler, onları arzuladıkları şeyi yapmaya terke-der de müdahale etmiyecek olurlarsa, hepsi birden helak olurlar. Ama on­ların ellerinden tutup engel olurlarsa, hem kendileri, hem de onlar birlikte kurtulurlar.» [46]

 

İlâhî Davette  Eğitimin Önemi

 

 «Ey imân edenler! Al-lah ve Peygamberi, hayat veren şeye sizi çağırdığında icabet edin..»

Mealindeki âyetle, insanlara maddî ve manevî hayat veren, insana gerçek yaratanını tanıtan, kulluğun anlam ve hikmetini öğreten, görevini belleten; insanı hayvanı sıfatların tesirinden bir ölçüye kadar uzaklaştıran, onu melek tabiatlı yapan; aileye düzen, topluma huzur, ülkelere adalet gü­neşini doğuran Allah ve Peygamberinin talim ve terbiye (öğretim ve eği­tim) çağrılarına kulak verip gitmemiz emrediliyor. Çünkü sözü edilen ger­çekleri yalnız ilim ve akılla bulup bütünüyle kavramamız, hikmetiyle an­layıp amel etmemiz bir bakıma mümkün değildir. Beşer aklının ürünü olan eğitim sistemi, beşer kadar kusurlu ve onun kadar kısa ömürlüdür; aynı zamanda öyle bir eğitimin hedefi de sadece dünya ve maddedir. Allah'ın gösterdiği eğitim yolu ise hem iki yönlüdür, bir yüzü dünyaya, diğer yüzü ahirete yöneliktir, hem de kalıcıdır.

O bakımdan beşer aklının ürünü olan eğitimde imân ve din ahlâkının mayası bulunduğu takdirde, çok başarılı ve netice vericidir. Tecrübeler bunu isbatlamıştır. Akıl, zekâ, kulak, göz, dil ve duygularımız böylesine ka­lıcı ve olumlu sonuç verici bir eğitime yönelmeye birer vasıta niteliğinde-dirler; her biri yerinde, yaratıldığı amaca göre kullanıldığı ölçüde mutluluk va'deder.

«Bilin ki Allah, kişiyle kalbi arasına girer..»

Kalb, ilâhî çağrıya yöneldiği nisbette O'nun sevgi ve yardımına eri­şir; uzaklaştığı oranda yardımsız kalıp katılaşır. Bu hal de onu asıl ama­cından uzaklaştırıp manevî gıdadan yoksun bırakır.

Kalb katılaşma düzeyinde inkâr ve azgınlıkta ısrar ettiği sürece ka­rarır, üzerine kılıf geçirilir, o yüzden ilâhî feyiz ve rahmeti alamaz olur. O kılıfı ya da kesif perdeyi yırttığı lakdirde amacına yönelme imkânını bul­muş olur. Işığını ilâhî sevgiden, gıdosını O'nun rahmet ve gufranından alır. Ook sürmez Allah ile beraber olma mutluluğuna erişir. İşte o zaman ne yaparsa Allah için yapar; düşünce ve duyguları ilâhî süzgüden geçer. Artık o hem kendini, hem de çevresini aydınlatan bir lamba olur. [47]

 

 

Allah'tan Kaçmak Ne Mümkün

 

 ({Ve sonunda (hepiniz dirilerek) onun huzurun­da biraraya getirilip toplanacaksınız.»

Allah'tan kaçmak, O'nun irâde, ilim. kudret ve tasarrufunun dışına çık­mak mümkün müdür? Kâinat her parçasıyla O'nun kabza-i kudretinde ya­ratıldığı gayeye yöneltilmemiş midir? Hiçbir şey yaratıldığı kanunun, bağ­lı bulunduğu plan ve programın dışına çıkabilmekte midir? Koyun süt ver­mekte, tavuk yumurtlamakta, arı bal yapmaktadır.

Ne var ki, kişinin beyni inkâr suyuyla yıkanıp, vicdanı madde ve şeh­vetle katılaşınca kutsî âlemden gelen esintiden zevk almaz olur. O yüzden Hak'ın daveti onu rahatsız eder, kalbini ve kulağını tıkayıp huzura kavuş­mak ister. Oysa o tıkamanın neticesi ebedî huzursuzluktur. Allah sözünü işitmek istemez, hep O'ndan uzak kalmayı tercih eder. Ama Allah O'na on­dan yakındır, eninde sonunda dönüş Allah'adır. İlgili âyetle bu gerçek ha­tırlatılıyor.

«Öyle bir fitneden korkup sakının ki, o yalnız sizden zâlimlere dokunmaz.»

İslâm, toplum yapısında tam bir otokontro! sağlanmasını emreder. Sa­hanın ahlâksızlara, midecilere bırakılmasını asla hoş karşılamaz. Nitekim âyetin yorum ve açıklanmasıyla ilgili hadîsler bu gerçeği yansıtmaktadır.

Toplumun bu yönüyle ilgili sünnetullahın ölçülerine hem âyette, hem de hadîslerde işaret edilmiştir. Toplum, kendi bünyesine giren mikrop ve parazitleri yok etme, hiç değilse zararsız hale getirme gücüne sahip oldu­ğu halde bunu ihmal ederse, gelen müsîbet ve fitne yalnız zalimleri ve fit­necileri değil, yaş-kuru ayırt etmeden hepsini kasıp kavurur. Bu bir ilâhî âdettir ki pek az istisnası olabilir.

Kur'ân özellikle toplum içindeki bir bakıma hayvanlaşıp akletmeyen, sağırlaşıp dilsizleşenlere dikkatleri çektikten sonra bunları tesirsiz duru­ma getirmeyi; barış ve huzur, din ve vicdan hürriyeti içinde yaşayabilme­nin yol ve çaresi olarak ortaya koyuyor: «Öyle bir fitneden korkup sakının ki, o yalnız sizden zâlimlere dokunmaz.» buyuruyor.

Onun için iyilikle emretmek, kötülükten men'etmek farz-ı kifâye sayıl­mıştır. Buna günümüzde «otokontro!» denilmektedir. Aksine bir anlayış ve tutumdan dolayı herkes sorumlu ve günahkârdır. [48]

 

Allah'ın Mü'minlere Olan Lütfü

 

«Hatırlayın ki, bir zamanlar siz yeryüzünde hem az, hem de zayıf ve âcizdiniz....»

İslâm'ın ilk yıllarında çaresiz, az ve âciz olan mü'minler, düşmanın kahr-ü istilâsına uğramalarından hayli endişe duymuşlardı. Allah onları çoğalttı ve güçlendirdi; bunun için sebepleri kolaylaştırdı. Onlara barınak olarak yurt ihsan etti. Mekkeli'lerin zulmünden, işkencesinden kurtarıp Me-dinelı'lerin sevgi ve kardeşlik kucağına eriştirdi. Onlara tertemiz şeyleri rızık olarak verdi, her türlü murdar şeylerden onları arındırdı ve uzaklaş­tırdı. Böylece imân cephesi, haktan yana olanlar bir çığ gibi büyümeye başladılar da çeyrek asır sonra kıtalar üzerine yayıldılar. Yukarıdaki âyet­le Müslümanların o günleri hatırlatılarak geleceklerini ona göre düzene sokmaları emrediliyor,

Her nimet bir külfet sonucu gelir ve her nîmet katı bir nankörlük ne­ticesi elden alınır. Bunu hiçbir zaman unutmamak gerekir. [49]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, gerçek kurtuluşun ve huzurun Allah ve Peygam Ası-ırt    Kıır'ıın berinin çağrılarına olumlu cevap vermekte olduğu belirtildi. Toplum yapı­sında otokontrolün sağlanmasına işaret edilerek, bu yola girilmediği tak­dirde gelecek olan fitne ve felâketin hepsini tedirgin edecaği haber verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın indirdiği ve insanlık için mutlak saadet va'dettiği büyük emaneti olan Kur'ân'a ve kendini insanlığın saadetine ada­yan son Peygamber Hz. Muhammed'in (A.S.) koyduğu ahlâk düsturuna, hayat düzenine hainlik edilmemesi bildiriliyor; hiyânette bulunup yan çi­zenlerin kendilerine elim bir sonuç hazırlayacakları belirtiliyor. [50]

 

Meali:

 

27—  Ey imân edenler! Bildiğiniz halde Allah'a ve Peygamber'e hıya­net etmeyin; (sonra) size inanılıp güvenilen şeylere hıyanet edersiniz,

28—  Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız bir deneme ve sınavdan başka bir şey değildir. Büyük mükâfat ise, Allah katındadir.

29—  Ey imân edenler! Eğer Allah'tan korkup (kötülüklerden) sakınır­sanız; O size bir   furkan   (=iyiyi kötüden, hayrı serden, doğruyu eğri­den, sevabı günahtan, temizi murdardan, hakkı bâtıldan ayıran bir ölçü ve kıstas, bir bilgi ve marifet) verir. Üstelik suç ve günahlarınızı örter ve sizi bağışlar. Allah çok büyük fazl-ü ihsan sahibidir.

 

İniş Sebebi

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz öteden beri Mü si umanları rahatsız eden ve durmadan ihanet içinde olup, birtakım fesat dolapları çeviren Yahu­dilerden Kurayza oğullarını muhasara etti ve bu tam yirmi gün sürdü. Ku-rayza oğulları daha önce dindaşları Nadîr oğullarıyla yapılan bir andiaş-ma gibi bir andlaşma istediler ve böylece Şam dolaylarındaki kardeşleri Nadîr oğullarına gideceklerini söylediler,

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz onların bu teklifini uygun görmediği için durumlarının tayin edilme işini Ensarın ileri gelenlerinden Sa'd b. Muâz'a (R.A.) ve onun vereceği karara bıraktı. Yahudiler ise, buna pek yanaşmak istemediler, ancak onlara hep hayırhah davranan, malı ve çocukları kendi aralarında bulunan Ebû Lübabe'nin gönderilmesini istediler. Peygamber (A.S.), onların bu isteğini reddetmeyip Ebû Lübabe'yi gönderdi. Yahudiler ona sordular: «Ey Ebû Lübâbe! ne dersin, Sa'd b. Muâz'ın vereceği hükme razı olalım mı?» Ebû Lübabe, eliyle boğazına işaret ederek, «hayır sizi keser» diye cevap verdi.

Ebû Lübabe diyor ki: «Vallahi henüz bulunduğum yerden ayrılmamış­tım ki, Allah ve Peygamberine hiyânet ettiğimi anladım!»

İşte yukarıdaki âyetler bu sebeple indirilmiştir. Ebû Lübabe ise, tam bir perişanlık ve çöküntü içinde Mescid-i Saadet'e giderek kendini orada­ki direklerden birine bağladı ve şöyle yemin etti: «Vallahi, Allah tövbemi kabul edinceye kadar veya ölüm gelip bana erişinceye dek bir şey yemiye-ceğim ve içmiyeceğim!»

Zarurî ihtiyaçları dışında tam yedi gün direğe bağfı bir vaziyette ye­medi, içmedi ve bitkin bir halde yığılıp yerinde kaldı. Sonra Cenâb-ı Hak onun tövbesini kabul buyurdu. Kendisine müjde verildiğinde, «Hayır, val­lahi Resûlüllah (A.S.) Efendimiz gelip beni çözmedikçe yerimden ayrıl­mam», dedi. Merhamet ve şefkat menbaı Resûlüllah (A.S.) Efendimiz gelip onu çözdü. Ebû Lübabe, «tövbemin kabulünün tamamlanması için Yahu­diler arasındaki malımın tamamını sadaka olarak dağıtmalıyım?» deyince, Peygamber (A.S.) Efendimiz , ona : «Hayır, sadece üçte birini tasadduk etmen yeter» buyurdu. O da öyle yaptı. [51]

Diğer bir rivayete göre, Ebû Süfyön sinsi bir düşmanlık plânını uygulamak üzere Mekke'den hareket etmişti ki. Melek Cebrail inip Peygamber (A.S.) Efendimiz'e onun nerede, ne maksatla bulunduğunu haber verdi. Bunun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimiz, ashabından bir kaç kişiye du­rumu bildirdi ve derhal harekete geçmelerini ancak, çok gizli tutmalarını emretti. Münafıklardan biri bu haberi duyunca vakit kaybetmeden Ebû Süfyan'a ulaştırmak üzere birini gönderdi. O sebeple yukarıdaki âyetler indirildi. [52]

 

İlgili Hadîsler

 

«Çocuk gönül meyvasıdır ve o korkaklık, cimrilik ve üzüntüye sebep­tir.» [53]

«Bana altı şeyi yapacağınıza söz verin, ben de size Cennet ile söz vereyim :

1—  Konuştuğunuz zaman doğruyu söyleyin,

2—  Vaadettiğiniz zaman onu yerine getirin,

3—  Bir şey size emânet edildiğinde, sırası gelince onu ödeyin (sahi­bine salimen teslim edin),

4—  Namus ve iffetinizi koruyun,

5—  Gözlerinizi (harama karşı) yumun,                                       

6—  Ellerinizi (harama, kötülüğe uzatmaktan) alıkoyun..» [54]   

«Emâneti (güveni) olmayanın imânı yoktur; temizliği olmayanın na­mazı makbul değildir.» [55]

«Üç şey Arş'a yapışıp (Allah'a sığınmıştır): Birincisi ra h m (hısımlık) dır. O şöyle der: Allahım! koparılmaktan sana sığınırım. İkincisi, emânet­tir. O da şöyle der: Allahım! ihanete uğramaktan sana sığınırım. Üçüncü­sü, nimettir. O da şöyle der: Allahım! nankörlüğe sebep olmaktan sana sığınırım.» [56]

«Sizin hayırlınız, bizim zamanımızda (imân edip) yaşayanlardır. Son­ra onları takip edenler, sonra da onları takip edenlerdir. Ondan sonra bir topluluk meydana gelir de kendilerinden şahitlik yapmaları İstendiği halde (çekinmeden yalan) şahitlikte bulunurlar; onlar ihanet ederler, hiç güve­nilmezler. Adak adarlar, yerine getirmezler. Aralarında yağlanıp şişman­lamak (zuhur) eder.» [57]

«Üç haslet kimde bulunursa, o gerçekten imânın tatlılığına ermiştir:

1—  Allah ve Peygamberinin ona başkasından daha sevimli ve sev­gili olması,

2—  Kişiyi ancak Allah için sevmesi,

3—  Allah onu ateşten kurtardıktan sonra, küfre dönmektense ateşe (Cehennem'e) atılmayı daha hoş görmesi..»[58]

«Canımı kudret elinde bulunduran zata yemin ederim ki, ben sizden birinize, canından, çoluk-çocuğundan, malından ve bütün insanlardan da­ha sevgili olmadıkça (gerçekten) o, imân etmiş olmaz.» [59]

 

İhanet (Güveni Kötüye Kullanmak)

 

«Ey imân edenler! Bildiğiniz halde Allah'a, ve Peygamber'e hıyanet etmeyin....»

Mealindeki âyetin iniş sebebi, hususîlik arzediyorsa da, hüküm yö­nünden umumîlik ifade etmektedir. Allah'a ve Peygamber'e hiyânette bu­lunmak, bize inanılıp güvenilerek verilen şeylere ihanette bulunmamıza yol açar. Bunu beş madde halinde özetliyebiliriz :

1—  İslâm nîmetine,

2—  Verilen mal ve makama,

3—  Eş ve çocuklara,

4—  Devlete,

5—  Topluma ve onunla olan ilişkilere..

Birincisi, İslâm nimetine eriştikten sonra, o yüce emânete lâyık ol­maya çalışmak sadakattir; aksine bir tutum hiyânettir.

İkincisi, eriştiğimiz servet ve makamın hangi yollarda ve amaçlarda kullanılmasının gereğini bilip, yegâne denetleyicinin Allah olduğuna ina­narak hareket etmemiz, ona lâyık olduğumuzu; aksine bir düşünce ve dav­ranışımız hiyânet ettiğimizi isbatlar.

Üçüncüsü, çocuklarımız Allah'ın bize verdiği birer emânettir. Onları Allah'ın arzu ettiği doğrultuda yetiştirmemiz, topluma ve İslâm'a kazandır­mamız ve yararlı bir vatandaş düzeyine getirmemiz sadakattir; aksine bir yönlendirme veya başıboş bırakma hıyanettir.

Dördüncüsü, devlete yardımcı olmak, devlet sırrını korumak, verilen görevi lâyıkıyla yerine getirmek; yetki ve güveni kötüye kullanmamak sa­dakattir; aksine bir tutum hıyanettir.

Beşincisi, toplumla olan sosyal ilişkilerimizde, ticarî münasebetleri­mizde söz ve akitlere bağlı kalmak sadakattir; aksine bir tutum ve uygu­lama hıyanettir.

Bütün bu sadakat ve hıyanetler, önce Allah'a ve Peygamber'e karşı, sonra da kendimizedir. İlgili âyetle bilhassa bu inceliğe temas edilmekte ve çok dikkatli olmamız emredilmektedir. [60]

 

Mal Ve Çocuk Birer İmtihandır                                         

 

«Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız bir deneme ve sınavdan başka değildir.»

Şüphesiz ki, mal ve çocuk, Allah'ın kullarına dünyada verdiği iki önem­li emânettir. Biri asıl amaca, yani dünya ve âhiret mutluluğuna erişme ara­cı; diğeri ise, sağlıklı biçimde insan neslini devam ettirmenin değişmeyen yoludur. Araç, amaç haline getirilmediği sürece yararlıdır ve lüzumludur. Yol, bakrmsız ve ilgisiz kalmadığı müddetçe hayırlı ve faydalıdır.

İlgili âyetle bu gerçek yansıtılırken «fitne» tabiri kullanılarak mal ve evlâdın iki tarafı keskin bir kılıç olduklarına işaret edilmiştir. [61]

 

Mal Ve Çocuk, Dünya Hayatının Zînetidir

 

Enfâl sûresinde bunların birer fitne = sınav, kişiyi deneme, karakte­rini ortaya çıkarma aracı olduğu belirtilirken; Kehf sûresi 46. âyette bunların dünya hayatının zîneti (süs) olduğu açıklanmıştır. Şüphesiz ki, zînet Allah ve Peygambere olan sevgiyi unutturmadığı takdirde mubahtır. Araç olmaktan çıkıp amaca dönüştürüldüğü gün, kişi denemede kaybetmiş, sı­navda başarılı olamamış sayılır. Çünkü kalıcı olan ve büyük ecirleri hazırla­yan, Allah'ın hoşnutluğu doğrultusunda gerçekleştirilen sâlih amellerdir.

Hayatı bu gibi süs ve eğlenceden ibaret sanan kimsenin misali neye benzer? Cok susayan kimsenin yakınındaki tertemiz akan ırmağı görmeyip dere kenarında biriken azıcık bulanık suya kavuşunca, her şeye eriştiğini, bütün hayırlara kavuştuğunu zanneden kimsenin haline benzer. Bir süre sonra aklını, idrâkini toplayıp çevreye göz attığında ırmağı görünce geçen zamana hayıflanacak ve ne kadar yanıldığını anlayacak. Onun gibi mal ve evlâdı kendisi için tek saadet ve gaye sayıp derin bir gaflet içinde ka­lan kimse ise, dünyada aldandığını anlamadığı takdirde ölünce, geriye kayda değer bir şey bırakmadığını, kalıcı olarak bir eseri bulunmadığını; oysa sâlih ve basiretli kişilere nice büyük mükâfatların hazırlandığını an­lar ve uyanır, ama neden sonra!. [62]

 

 

Allah  Korkusu F:N Sağlam  Kıstastır

 

«Ey imân edenler! Eğer Al­lah'tan korkup (kötülüklerden) sakınırsanız, O sîze bir furkan verir...»

İnsan unsurunu eğitip erdemli kılmak ve yararlı bir düzeye getirmek için en tesirli ve en rakipsiz kıstas ve metot, Allah'a iman ve Allah kor­kusudur. Hiçbir fâni ve nesne O'nun kadar eğitici, geliştirici, olgunîaştıncı ve güvendirici değildir ve olamaz da.. Tarihin akışında bunun binlerce ör­neği mevcuttur. Zira Allah kendi Kelâm'ını, ruhu doldurucu, manevî ihtiya­cı giderici, kalbi aydınlatıcı, vicdanı geliştirici ve insan üzerinde denetçi ve yönlendirici bir kudrette indirmiştir.

İşte Kur'ân bu kudreti ortaya koyarken, onun feyizli ürününü hemen sergileyerek şöyle sesleniyor: «Eğer Aüah'tan korkup (kötülüklerden) sa­kınırsanız, O size bir furkan (iyiyi kötüden, hayrı serden, doğruyu eğriden, sevabı günahtan, temizi murdardan, hakkı bâtıldan ayıran bir ölçü ve kıs­tas, bir bilgi ve marifet) verir. Üstelik suç ve günahlarınızı örter ve sîzi ba­ğışlar.» [63]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, inandıktan sonra Allah ve Peygamberine hıya­net edenlerin ancak kendi davalarına, menfaatlarına ve dünya, âhiret saadetlerine hıyanet edecekleri belirtildi. Dünyanın geçici süsü olan mat ve evlâdı amaç edinerek hakikî amaçtan sapanlar uyarıldı. En büyük emânet olan İslâmiyete sarılanların eninde, sonunda kurtuluşa erişeceklerine işa­rette bulunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, bütün gücüyle hakkı ayakta tutan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'i öldürmek, ya da sürgün etmek, ya da bağlayıp bir zin­dana atmak isteyen ve bunun için birtakım plânlar hazırlayan bâtılın tem­silcilerine karşı Allah'ın nasıl geçerli bir plân hazırladığı açıklanıyor. Dün­ya malını ve geçimini kendilerine tek amaç seçip bu uğurda mücadele ve­ren inkarcıların gökten üzerlerine taş yağdırılmasını istemeleri konu edili­yor ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed'in (A.S.) onla­rın arasında bulunduğu sürece Allah'ın onlar üzerine böyle bir azap indir-miyeceği bildiriliyor. Böylece Hz. Peygamber'in (A.S.) insanlar için ne bü­yük rahmet olduğuna işaret ediliyor. [64]

 

Meali:

 

30— Hatırlayın ki, o küfredenler bir zaman seni tutup bağlamaları veya seni öldürmeleri, ya da seni (Mekke'den) çıkarmaları için sana pusu ve tuzak kurmuşlardı. Onlar, pusu ve tuzak kurarlarken Allah da o tuza­ğın karşılığını kuruyordu. Allah tuzak kuranların (hilesine karşı tedbir al­mada) en hayırlısıdır.

31—  Âyetlerimiz onlara karşı okununca, «işittik, işittik, istersek bu­nun bir benzerini biz de söyleyebilirdik; bu olsa olsa eskilerin masalları­dır!» derler.

32—  Hani bir zaman da onlar, «Ey Allahımız! Eğer bu Kur'ân hakika­ten senden ise, üzerimize gökten taş yağdır veya bize acıklı bîr azap ge­tir» demişlerdi.

33— Oysa sen onların arasında iken Allah onlara azap edecek de­ğildir ve onların (arasında kalan mü'minler) istiğfar ederken Allah yine kendilerine azap edici değildir.

 

Mekkeli'lerin Kurduğu Tuzak

 

«Hatırlayın ki, o küfredenler bir zaman seni tutup bağlamaları veya seni öldürmeleri, ya da seni (Mekke'den) çıkarmaları için sana pusu ve tuzak kurmuşlardı.»

İlgili âyetlerle, Mekke döneminde müşriklerin Resûlüllah (A.S.) Efen-dtmiz'in mübarek vücutlarını ortadan kaldırmak için kurdukları tuzaktan ve kimvurduya getirme plânlarından söz ediliyor.

Bu konuda gerek siyer kitaplarında, gerekse belli-başlı tefsirlerde hem farklı, hem de çok detaylı rivayetlere yer verilmiştir. O nedenle biz olayın gerçek safhasına parmak basıp en sahîh rivayeti nakletmeyi uygun bul­duk.

Medineli'lerle birinci ve ikinci Akabe görüşmeleri ve yapılan biatlar Mekkeli müşrikleri iyice endişelendirmiş, ileride Hz. Muhammed'in (A.S.) geniş bir çevre bulup Mekke'yi putlardan ve putperestlerden temizliyece-ğine inanmak istemişler ve bu baş düşmanlarını daha çok güçlenmeden imha etmeyi uygun bulmuşlardı. Başta Ebû Cehl, Ebû Süfyan, Ümeyye b. Halef olmak üzere Mekke'nin ileri gelenleri Dârünnedve denilen istişare merkezinde toplandılar. Farklı görüşler ortaya konuldu. Sonunda Ebû Cehl'in, «her kabileden bir yiğit çağıracağız, geceleyin Muhammed'in evjnin çevresinde pusu kuracaklar ve müsait bir vakitte ani bir baskında bu­lunmak suretiyle Muhammed'i öldürecekler. Böylece kim vurduya getiri­lecek ve Hâşim oğulları bütün bu kabilelere karşı koymo cesaretini ken­dilerinde bulamıyacaklar; gerekirse diyet (kan pahası) ödemek suretiyle meseleyi kapatmış olacağız!» şeklindeki görüşü ağırlık kazandı ve plân hemen uygulama safhasına getirildi. Melek Cebrail durumu Hz. Peygam-ber'e (A.S.) haber verdi ve Ali'yi (R.A.) yatağına bırakıp kendisinin gece­leyin Medine'ye hicret etmesini söyledi. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz gere­ken bütün hazırlıkları gözden geçirip tamamladı. Hz. Ali (R.A.) O'nun ya­tağına uzandı. Peygamber (A.S.) ellerini kaldırıp duâ etti. Pusuda bekle­yenlerin gözleri üzerine kesif perde gerilmesini diledi ve rivayete göre bir avuç toprak alarak Yâsîn sûresinin ilk dokuz âyetini okudu, sonra da top­rağı pusudakilere doğru serpti. Cenâb-ı Hak kudretini izhar ederek hepsi­ne bir uyku verdi veya gözlerinin üzerine birer perde gerdi. Böylece Pey­gamber (A.S.) usulca onların arasından sıvışıp uzaklaştı.

Allah'ın kurduğu tuzak, hazırladığı plân onların tuzak ve plânlarını boşa çıkardı. Sabahın aydınlığı olunca, kendilerine gelen azgınlar, Hz. Peygamber'in (A.S.) yatağına doğru yaklaştıklarında, O'nu değil, Hz. Ali'­yi buldular, [65]

 

 

Bu Tarihî Olayin Bir Başka Yönü Ve Yorumu         

 

Şüphesiz ki Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in ruhu son derece güçlü ve faal idi. Gerek vahiy indiğinde, gerek bir mu'cize ortaya koyduğunda, gerek­se çok önemli bir olayla karşılaştığında ruhu bütün yönleri ve ibreleriyle faal duruma geçer, bedeni bir bakıma ruhlaşır ve ruhunun yaydığı manevî kud­ret ve enerji bir anda çevreyi tesir altına alır, hareketsiz bırakırdı. Öyle ki, O çok yüce kudretin tecellisine mazhar olan Peygamberimizin (A.S.) ruhu, kişilerin kalb ve dimağını, hatta bazan duyum organlarının çoğunu durdu­rur, o anda bir şaşkınlık ve kararsızlık başlardı. Nitekim birkaç defa sui­kast hazırlayıp O'nu öldürmek isteyenlerin uğradığı şaşkınlık ve kararsız­lık yine siyer kitaplarında çok açık şekilde nakledilmiştir.

Hicret gecesi de böyle bir fevkalâdelik olmuştu. En büyük ruh sayı­lan-Melek Cebrail'in Peygamber (A.S.) Efendimizin ruhuna seslenmesi ve ona ilâhî kudret ve füyuzatı aktarması da O'nun ruhunun ne kadar güçlü ve tesir alanının ne kadar geniş olduğunu göstermeye yeterli delil sayı­lır. O'nun bir aylık mesafedeki düşmanlarının kalblerine korku salmakla yardım görmesi de, sözü edilen tesir alanının genişliğine bir başka belge olarak gösterilir.

Ne var ki, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz sünnetullaha uyarak bu gücü­nü kullanmaz, çoğu zaman diğer normal insanlar gibi davranırdı. Ancak fevkalâde hallerde Allah'ın izniyle bu gücünü ortaya koyardı da Allah düş­manlarını şaşkına çevirirdi. [66]

 

Eskilerin Masalları İddiası

 

«Bu olsa olsa eskilerin masallarıdır, derler.»

Kurtubî, Râzi ve İbn Kesîr'in tesbitine göre, Mekkeli Haris oğlu Na­dir, ticaret amacıyla Hîre'ye gidiyor; alış-verişte bulunurken Kelile ve Dim-ne kitabı ile Kisra ve Kayser'le ilgili efsanevî hikâye kitaplarına rastlıyor, hoşuna gidince de satın alıp heyecanla okuyor.

O sırada Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e Kur'ân âyetleri parça parça inmekte ve bazan geçmiş milletlerin hayatından, yok olup silinmelerinden önemli safhalar nakledilerek ibretli tablolar gözler önüne seriliyordu. Na­dir bunları dinledikçe dudak büküyor ve «ben istersem onun gibi masallar anlatabilirim» diyerek Kur'ân'ı eskilerin masalları olarak niteliyor, fakat bütün gayret ve didinmesine rağmen bir benzerini getiremiyordu.

İlgili âyetle bu olay hatırlatılarak, inkarcı iftiracılar meydana davet ediliyor, bir benzerini getirin ben dâvamdan vazgeçeyim, diyerek onları aozden acze düşürüyordu. [67]

 

Kur'ân'ın Bazı Özellikleri

 

1—  Her kelime ancak lâyık olduğu yere konulmuş, her cümle çok us­taca düzenlenip kulağa hoş gelecek bir dizi halinde sıralanmış ve diğer cümleyle bağlantı kurmuştur. Arap edebiyatında bunun bir benzerini gör­mek veya rastlamak mümkün olmamıştır.

2—  Her sınıf insana seslenecek, bilgi verecek bir metot uygulanmış; kişilerin değişik zevk ve ruhî kavrayışını okşayacak bir özellikte konulara yer verilmiştir. Bıkkınlık vermesin diye hem zincirleme bir bağ ve uyum sağ­lanmış, hem de bir sahifede birden fazla konuya yer verilerek çok zengin bir bilgi sofrası ortaya konulmuştur.

3—  Az kelimeyle çok mâna anlatılmış; insan aklına,  idrâkine yete­rince yer verilmek,  bilimsel  araştırmaya   imkân   hazırlamak   için   birçok önemli temel bilgiler, ana fikirler verilmiş; bazı konuların kapağı açılarak

içindekini araştırıp bulma işi okuyucuya bırakılmıştır. Dünya tarihinde, ilim literatüründe bu ölçü ve kudrette başka bir kitap yoktur,

4—  Ortaya koyduğu ilmî esaslar, modem ilmin gelişmesiyle daha çok tazeliğini korumuş, bu hususta gerçeği bulup tesbit eden müsbet ilimle çatıştığı, ters düştüğü olmamıştır ve olmamaktadır. Oysa insan kafasının ürünü olan her kitap ve ortaya atılan her fikir zamanla tazeliğini yitirmiştir ve yitirmeye de mahkûmdur.

5—  Kur'ân, gelişen çağa, sosyal yapıya hemen her dönemde hitap kudretini taşımış ve taşımaktadır. Günümüzde Kur'ân'ı okuduktan sonra geç kaldığına hayıflanan birçok ünlü ilim adamı İslâm'ı din olarak seçmek­te ve Kur'ân'ın yüceliği, eşsizliği hakkında kitap yazıp neşretmektedirler. Başka bir eserde bu kudret ve yüceliği görmek ne mümkün.. [68]

 

Üzerimize Gökten Taş Yağdır

 

«Hani bir zaman onlar, Ey Allahımız! eğer bu Kur'ân hakikaten senden ise, üzerimize gökten taş yağdır veya bize acıklı bir azap getir, demiş­lerdi.»

Mekke ve civarındaki ünlü şâirler, edipler ve ileri gelen diğer kişiler, Kur'ân'ın yüceliği, yönlendirici özelliği, kafa ve kalbe neşter vururcasına seslenişi ve ruhlara zevk veren iiâhî nağmesi karşısında âciz kalmışlardı. Onu susturmak, tesirini gidermek için ne yapmak gerekiyordu veya ona na-sıl kara bir damga vurmak icap ediyordu? Attıkları yalan ve iftiralar hak­kın karşısında kısa sürede sabun köpüğü gibi sönmüştü. Hiçbir yakıştır­maları halk arasında tesirli olamıyor, İslâmiyete ısınan hiçbir kimseyi yo­lundan çevire m iyordu.

Yine düşündüler, görüştüler, hem kendilerini, hem de çevrelerindeki insanları tatmin edecek bir formül buldular; Muhammed'e inanmadıkları için, -eğer hak peygamberse- gökten üzerlerine taş yağdırılsın veya acık­lı bir azap gönderilsin diyerek Kabe'nin yanında el kaldırıp putları da şa­hit tutarak duâ ettiler.

Oysa bu çocukça bir anlayıştı. Ortada bütün ihtişamıyla, kudretiyle duran Allah'ın kitabı bulunuyordu. Her cümlesi bir mu'cize, her âyeti açık bir belge idi. Aklını, vicdanını ve idrâkini kullanabilen insanların başka de­lil ve belge aramalarına gerek yoktu. Taş yağdırılması veya başka bir aza­bın indirilmesi, geçen peygamberler zamanında câri idi. Çünkü o dönem­lerde ilmî bir gelişme olmadığından akılla ilme ışık tutacak belge indirilmiyor, daha çok insanların düşünce ve duygularına seslenilerek yönlendi­rilmek isteniyordu. O bakımdan duygulan tesir altına alacak birçok ola­ğanüstü şeylere, mu'cize ve kerametlere ihtiyaç vardı. Son Peygamber Hz. Muhammed (A.S.) ise ilim, irfan, akıl ve idraki muhatap seçerek orta­ya çıkmış, Kur'ân-ı Kerîm bunlara seslenerek indirilmişti. O bakımdan da­ha fazla mu'cizeye, keramete ve olağanüstü şeyler göstermeye gerek yoktu.

Onun için müşriklerin bu duasına karşılık şu âyet-i kerîme inmiştir: «Oysa sen onların arasında iken Allah onlara azap edecek değildir ve on­ların (arasında kalan mü'minler) istiğfar ederken Allah yine kendilerine azap edici değildir.»

Mealini sunduğumuz âyet-i kerîme ile bize iki önemli husus öğretili­yor : Birincisi, Peygamberin (A.S.) teblîğiyle görevli bulunduğu yüce emâ­neti azap ve mu'çizeyle değil, ilim, akıl, kültür ve vicdan ile tanıtmasıdır. İkincisi, Hz. Muhammed'in (A.S.) ve arkadaşlarının Mekke'den ayrılmaların­dan sonra akıllarını kamçılayacak şekilde onlara bir azap gönderilmesidir ki, bu önce Bedir savaşı, sonra da Mekke'nin fethiyle gerçekleşmiştir. Ni­tekim Mekke fethedikJiği gün, müşrikler düne kadar başeğmedikleri bir kudret karşısında zelil ve hakîr bir halde el bağlayıp vereceği kararı sükû­netle dinlemeyi tereîh ettiler. İşte bu, onların istedikleri taş yağdırmaktan veya başka bir azap indirmekten çok daha ibretli idi. Ne var ki, sonucu da o nisbette onlar için hayır ve rahmet oldu, çoğu İslâm'a girerek iman selâ­metine erişti. [69]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle putperest müşrikler, putlarını gözlerden ve gönüllerden düşüren Kur'ân'a karşı cephe aldılar ve aklı eren hiçbir kim­senin kabul edemiyeceği yalan ve iftiraları savurdular; «eskilerin masal­ları» damgasını vurmaya çalıştılar. Bütün bu çabaları sonuç vermeyince, haksız iseler üzerlerine gökten taş yağdırıhnasını veya başka bir azabın gönderilmesini istediler. Allah onlara istedikleri şekilde bir azap değil, onlara hem öğüt ve ibret, hem de mutlak saadet ve rahmet olacak bir or­du göndereceğine işarette bulundu.

Aşağıdaki âyetlerle Allah'ın göndereceği o başka azabın Mescid-i Ha-ram'ın yolunu ve kapısını inanmışlara açacağını; Kabe'yi puthane yaparak Allah'a ortak koşanların hiçbir zaman Allah'ın dostları olmayacağı, O'nun gerçek dostlarının yakın gelecekte Kabe'ye sahip olaoak muttakiler oldu-9u bildiriliyor. Kabe'nin etrafında ibâdet ve tavaf adına ıslık çalmalarının, el Çırpmalarının Allah'ın dilediği bir ibâdet olmadığına dikkatler çekilerek

pek yakında bu saçmalıklara son verileceğine ve Allah'ın muradına uygun ibâdette bulunacakların Kabe'nin etrafını dönmek suretiyle o ilk mabedi amacına uygun kullanacaklarına işaret ediliyor. [70]

 

 

Meali:

 

34__ (Sen ve istiğfar eden mü'minler aralarında bulunmayınca) Al­lah onlara ne diye azap etmeyecek? Oysa onlar (mü'minleri) Mescid-i Ha-ram'a (girmekten) men'ediyorlar. (Bununla beraber) onlar O Mescid'in dostları ve lâyıkları da değilerdir. Onun dostları ve lâyıkları ancak mutta­ki (Allah'tan saygı ile korkup fenalıkdan sakınanlardır. Ama ne var ki, on­ların çoğu (bu gerçeği) bilmezler.

35— Onların Beyt'in (Allah'ın Evi'nin) yanında namazları (kendilerine göre ibâdetleri) ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. O halde inkâr ve nankörlüğünüzden dolayı azabı tadın!

35— Şüphesiz ki, o inkâr edenler, Allah yolundan alıkoymak için mal­larını harcarlar. Onu yine de harcayacaklar; sonra bu kendilerine iç acısı olacak, sonra da yenilgiye uğrayacaklardır. Ve kâfir olanlar toplatılıp Ce-hennem'e sürüleceklerdir.

37—  Bu da Allah'ın temizi murdardan ayırt etmesi, murdarın bir kıs­mını bir kısmı üzerine yığıp hepsini toptan Cehennem'e koyması içindir. İşte zarara uğrayanlar onlardır.

38—  İnkâr edenlere de ki: Eğer (inkâr ve inattan, şaşkınlık ve azgın­lıktan) vazgeçerlerse, onların geçmişteki (küfür ve günahları) bağışlanır. Tekrar (inkâr ve azgınlığa) dönerlerse, öncekiler hakkında câri olan sün­net (ilâhi kanun) hükmünü yürütecektir.

 

İlgili Hadîsler

 

«İslâm'a girip müslümanlığını güzelleştiren kimse, cahiliye devrinde işlediği amellerle muahaza edilmez. İslâm'a girip (sonra dindarlığını boza­rak eski) kötülüğüne dönerse, hem önceki, hem de sonraki yaptıklarından dolayı muahaza edilir.» [71]

«İslâm kendinden önceki (bütün küfür ve günahları) koparıp atar. Töv­be de kendinden önceki günahları koparıp atar.» [72]

 

Küfür Diyarında İstiğfar Edenler

 

Bağlantı kısmında belirttiğimiz gibi, küfür diyarında Peygamber (A.S.) Efendimiz'in sünnetiyle yaşayan ve Kur'ân ile amel eden mü'minler duâ ve istiğfarda bulundukları sürece Allah o inkarcı topluluğa hemen azap in­dirmez. Bir gün doğru yolu bulmaya fıtrî isti'datları varsa, yani fıtratların-daki din ve Allah duygusu tamamen köreiip silinmemişse, onlara dış gö­rünüşüyle azap, içyüzüyle rahmet olacak başka bir uyarı gönderir. O hal­de küfür diyarında kalan ve yaşayan mü'minlerin ibâdet ve duaları, aralık­sız ilâhî rahmetin inmesine vesile olmakta ve O'nun gazabının önüne geç­mektedir. Hem mü'minlerin düzenli, ahlâklı, tertemiz ve olgunluk içinde sürüp giden günlük hayatları, inanmayanların gıptasına neden olacak dü­zeyde bulunmalıdır.

Mü'minler dinleriyle amel ederken Cenâb-ı Hak'ın ezelî plân ve prog­ramı hedefine doğru ilerler, ya inkarcıları başka bir milletle te'dip eder, ya da mü'minleri o diyarda üstün kılar. Mekke'deki mü'minlerin ve Mekkeli müşriklerin akibeti bunun en güzel örneklerinden biridir. [73]

 

Kutsal Kabe'ye Lâyık Ve Ehil Olanlar

 

Onlar ° Mescid'in dostları ve lâyıkları değillerdir. Onun dostları ve lâyıkları ancak muttakilerdir. Ama ne var ki, onların çoğu (bu gerçeği) bilmezler.»

İlgili âyetle, Mekke'nin yakında Kabe'ye ehil ve lâyık olan insanlar tarafından fethedileceği, o büyük emânetin ehil olanlara teslim edileceği kapalı bir anlatımla haber veriliyor. Çünkü Kabe, Tevhît inancının çıkıp yeşerdiği bir merkezdir ve yeryüzünde Allah'a ibâdet için kurulan ilk ma­bettir. Ona hiçbir zaman lâyık ve ehil olmayan putperestler, onun kutsal­lığını anlayamamış; Allah'ın varlığını ve birliğini yansıtan bu kutsal Mes-cid'e bir sürü put doldurmuşlardı. İbâdet adına kadın-erkek elele tutuşa­rak çevresinde ıslıklar çalıp el çırparlar ve müstehcen sayılacak şekilde tenlerini dışarı atıp etlerini teşhir ederlerdi. Bütün bunlar Kabe'nin hikmet ve amacını zedelemekte ve bütünüyle ona ters düşmekteydi.

Kutsal Kabe'ye ancak «Tevhît İnancı» temeli üzerinde yükselen mut-takiler ehil ve lâyık idiler ve Mekke'nin fethiyle bu ehliyete gereken imkân verilmiş, küfrün saltanatı yıkılarak yerine «Allahu Ekber» diyenlerin salta­natı hâkim olmuştur. Böylece asırlardır inkarcıların istilâsı altında gaye­sinden uzaklaştırılan Kabe asıl sahiplerini bulmuş ve bir daha puthane ol­mamak üzere şerefli yerini almıştır. [74]

 

 

Allah Yolundan Alıkoymak İçin Mallarını  Harcayanlar

 

«Şüphesiz ki, o inkâr edenler, Allah yolundan alıkoymak için mallarını harcarlar. Onu yine de harcayacaklar...»

Kur'ân bu âyetle çok dikkat çekici bir olaya parmak basıyor ve hak dine düşmanlık ve kin besleyenlerin tutumunu, plân ve programını açık­lıyor. Ebû Süfyan ve yandaşları, Bedir savaşında uğradıkları yenilginin ezikliğinden kurtulmak için İslâm'a karşı mallarını ve bütün imkânlarını na­sıl ortaya koymaktan derin bir zevk ve sevinç duymuşlarsa, o günden bu­güne kadar İslâm'a karşı olan müşriklerin ve inkâra maddecilerin tutu­mu, plân ve programı hep böyle olmuştur. Haçlı seferleri bunun açık mi­sallerinden biridir. Dünya müşrikleri İslâm'ı yeryüzünden silmek için el­birliği yapmış bulunuyorlardı. Bir yanda papazlar, piskoposlar ve patrik­ler İslâm ve Kur'ân aleyhine kesif bir propaganda sürdürüyorlar, bir yan­dan kurdukları misyon teşkilatı ve bu teşkilatın yetiştirdiği misyonerleri harekete geçiriyorlar, diğer yandan çeşitli kurumlardan şöyîe yararlanı­yorlardı:

  İlim adamları ilim maskesi altında İslâm aleyhine zehir kusuyor,

  Fikir adamları kendi açılarından aşırı bir tezyifle genç dimağları İslâm aleyhine çeviriyorlar,

  Kimi de sanat yoluyla İslâm'ı alaya alacak kadar ileri gidiyor,

  Kimi servet ve nüfuzuyla İslâm düşmanlığını körüklüyor,

  Kimi bulunduğu makam ve mevkinin gücünü İslâm aleyhinde kulla­nıyordu.

İşte İslâm düşmanları hemen her çağda ve dönemde mevcut kadro­larını belirtilen istikamete çevirip harekete f.ecirmipferdir ve buna devam etmektedirler.

Ama neden Batı ve bazı Doğu ülkeleri İslâm'ı kendilerine düşman ve rakip seçmişlerdir? Bizce bunun sebebi çok açıktır: Her haklı ve büyük davanın, her önemli meselenin karşısında onun önem ve büyüklüğüne oranla onu sevip bağlananlar bulunduğu gibi, ona kin ve düşmanlık bes­leyenler de vardır. Böyle olması da Allah'ın câri sünneti, devam edegelen adetidir. Çünkü her şey zıddıyla daha çok tanınıp gelişme kaydedebilir.

Ancak Kur'ân, İslâm'a karşı olanlar, ister Hıristiyan, ister Yahudî, ister komünist veya materyalist olsunlar, dönüş yapıp Hak'a teslimiyet gös­terdikleri taktirde geçmişleriyle bağlantılarının kalmayacağı, analarından yeni doğmuşcasına tertemiz olacakları müjdesini vererek Allah'ın imân edenlerden yana nasıl bir lütuf ve rahmet kapısını açık bulundurduğunu haber veriyor.

İnandıktan sonra tekrar küfre dönmek ise, beterin beteri, felâketin felâketi sayılır. Eski günah ve veballar tekrar bir kâbus gibi onların sırtı­na yükletilerek artık taşınması zor bir yük oluşturur. Böylece Allah'ın hük­mü yerine gelir. Sonra da İslâm aleyhine harcadıkları ile inandıktan sonra tekrar küfre dönmeleri hem dünyada, hem de âhirette içlerini burkup du­ran bir hasret olarak kalır. Dünyada hayat kanunu hedefine doğru kusur­suz ilerlerken azgınları da törpülemek suretiyle zaaftan zaafa uğratır, eğil­meyen başlar Allah'ın bu kanunu ve kudreti karşısında eğilir. Âhiret azabı ise, daha elim ve devamlıdır. [75]

 

Zıtların Sürtüşmesi

 

«Bu da Allah'ın temizi murdardan ayırt etmesi, murdarın bir kısmını bir kısmı üzerine yığıp hepsini toptan Cehen-nem'e koyması içindir.»

İnsanoğlu hem kendi iç âleminde, hem de dış âleminde durmadan zıt-ların sürtüşüp çarpıştığı bir ortamda yaşamaktadır. Bunun dışına çıkması mümkün değildir. İçinde nefis ve ruh, dışında melek ve şeytan; içindeki inancının hilâfına inanca sahip olanların saldırısı; dünya kavşağında önü­ne konulan Cennet ve Cehenem'e uzanan iki ayrı yoi ve iki değişik itici güç; yine birbirine zıt iki ayrı gıdaya muhtaç olan beden ve ruh.. Bütün bu zıtlar insan hayatını harekete geçirmekte, ona canlılık getirmekte ve durmadan araştırmaya, didinip bir şeyler bulmaya, bir şeyler düşünmeye itmektedir. Böyle olmasaydı, hayat canlılık kazanmaz, âtıl kalırdı.

O bakımdan zıtların sürtüşüp tartıştığı bir ortamda insanın içindeki cevher ortaya çıkmakta, karakteri belli olup gerçek değeri anlaşılmaktadır. Gerçi Cenâb-ı Hak, her insanı en iyi bilir ve takdir eder, ama kendi bilme­sini tek ölçü ve kıstas olarak ortaya koymaz, onun gerçek değerini belir­leyecek birtakım denemelerden geçirir, mehenk taşına vurup ayarını or­taya çıkarır. Sonunda temiz murdardan ayırt edilir de murdarlar biraraya getirilerek lâyık oldukları yere sevkedilirler. [76]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, İslâm düşmanlarının, insanları Allah yolundan alıkoymak için mallarını durmadan harcadıkları konu edildi ve onların bu tür faaliyetlerinin sürüp devam edeceğine dikkatler çekildi. İstedikleri ne­ticeyi elde edemiyecekleri için de harcadıkları emeklerin bir yürek acısı olarak dünyada onları rahatsız edeceği, âhirette ise ebedî hasret olarak içlerini burkacağı belirtildi. Sonra da ölmeden önce bâtılı bırakıp hakka dö­nenlerin bağışlanacağı beyân edildi. Aksi halde Allah'ın, carî sünnetinin hükmünü yürüteceği bir uyarı anlamında hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, İslâm'a, ahlâk ve fazilete, hak ve adalete karşı olup dönüş yapmayanlar, o tutumlarını tam bir fitne ve bozgunculuk düze­yinde tutmaya devam ederlerse, herhalde onları tesirsiz hale getirmenin farz olduğu; insanlığın mutlak saadetinden yana olan İslâm'ın, Hak'ın de­ğişmeyen dini olarak sapasağlam ayakta kalmasının ancak fitnecileri ten-kîl etmekle mümkün olabileceği belirtiliyor. Allah'ın ise, haktan yana olan­ların yegâne sahibi bulunduğu ve en güzel sahibin de, yardımcının da O ol­duğu müjdeleniyor. [77]

 

Meali:

 

39- (Yeryüzünde) bir fitne kalmayincaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer (inkâr ve fitneden) vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah onların yapageldiklerini yeterince görendir.

40— Eğer yüzçevirirlerse, bilin ki Allah sizin Mevlâmz'dır. Ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır O!

 

İlgili Hadîsler

 

«İnsanlar Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim de Allah'ın Pey­gamberi bulunduğuma şehadet edinceye kadar onlarla savaşmakla emro-lundum. Bu şahadeti söyledikleri zaman -haklı bir sebep dışında- kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Hesapları ise Allah'a aittir.» [78]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den soruldu:

  Kahramanlık için, hamiyet (millî onur ve haysiyet) için ve bir de gösteriş için savaşan adam hakkında ne buyurursunuz? Bunlardan han­gisi Allah yolundadır?

Cevap verdi :

  Kim Allah sözü daha yüce (daha üstün) olsun diye savaşırsa, işte o Allah yolundadır! [79]

Ashab-i Kirâm'dan Hz. Usâme (R.A.) bir kâfirle vuruşurken, adam «lâ-ilâhe illallah» dedi. Buna rağmen Usâme (R.A.) onu öldürdü. Sonra durum Peygamber (A.S.) Efendimize anlatıldığında. Efendimiz ona :

  Lâ ilahe illallah, dedikten sonra onu öldürdün mü?! Kıyamet günü, Lâ ilahe illallah ile {seni karşılaştırdıkları zaman) ne yapacaksın (halin nice olur)? diye sordu.

Hz. Usâme (R.A.) üzüldü ve :

  Ya Resûlellah! o adam ölümden kurtulmak için bunu söyledi, de­yince; Resûlüllah (A.S.) Efendimiz :

  Sen onun kalbini yarıp baktın mı? buyurdu ve Kıyamet gününde Lâ ilahe illallah ile ne yapacaksın? diyerek (yukarıdaki sözünü) tekrarladı.

Hz. Üsâme (R.A.) diyor ki: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu sözü o ka­dar tekrarladı ki, daha önce değil o gün İslâm'a girmiş bulunmayı ne ka­dar temenni ettim!» [80]

 

İslâm'a Göre Savaş

 

«Yeryüzünde bir fitne kal-mayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın.»

İslâm, fitne, bozgunculuk ve kötülükleri eğitim yoluyla, irşat ve tebliğ­le gidermeğe, dünyaya sulh ve sükûn getirmeye çalışır. Buna rağmen in­karcı bir kavim ya da millet, fitne ve kötülükleri, zulüm ve tecavüzleri artı­rıp din, ahlâk ve fazileti yıkmaya yönelirse İslâm, fitneyi kaldırmak, zulüm ve tecâvüzü durdurmak için savaşı emreder. O halde İslâm'a göre, savaş son çaredir, ilk çare değildir. Nitekim Fahruddin Râzi bu konuda şöyle demiştir: «İnkarcılar, müşrikler gemi azıya alıp başkasına din ve vicdan hürriyeti tanımadıkları, İslâm nurunu söndürmeye yöneldikleri, nesli Allah'­tan ve faziletten uzaklaştırmaya çalıştıkları zaman, onlarla savaşmak ge­rekir.» Tabii şartlar elverdiği ölçüde buna kapı açılır.

Bakara sûresinde bu konu biraz daha açıklanarak şöyle buyurulmuş-tur: «Dinde hiçbir zorlama yoktur. Şüphesiz ki doğru eğriden, hak bâtıl­dan, hidâyet dalâletten, hayır serden, imân küfürden (ayrılıp) açıkça orta­ya çıkmıştır. Artık kim Hak'a yönelir de ilâhî sınırları aşan sapıklık ve bil­gisizliği, azgınlık ve aşırılığı tanımayarak Allah'a inanırsa, gerçekten o kop­mak nedir bilmeyen en sağlam kulpa tutunup yapışmıştır. Allah her şeyi işitir ve bilir.»[81]

Konumuzu oluşturan âyetle, Bakara süresindeki bu âyeti biraraya ge­tirdiğimizde, savaşın başkalarını zorla İslâm'a sokmak için yapılmadığını, fitne ve azgınlığı durdurmaya yönelik bulunduğunu rahatlıkla anlıyoruz. [82]

 

 

İslâm Devletinin Dört Önemli Görevi

 

Eski ve yeni müfessirlerimiz yukarıdaki âyetlerin tefsirinde İslâm dev­letinin dört önemli görevi üzerinde durmuşlardır. Biz özetleyerek nakledi­yoruz :

1—  Ülke sınırları içinde yaşayan ve farklı dinlere ve inançlara bağlı bulunan toplumlar, fitne çıkarmadıkları,   ülke zararına çalışmadıkları,   bâtıl inançlarını müslümanlar arasında yaymaya uğraşmadıkları taktirde, inanç ve ibâdetlerinde serbest bırakılır ve her türlü haksız saldırıdan korunurlar.

2—  Ülke içinde ve dışında hiç bir zorlamaya başvurmadan, aklın ve (1)   Bakara  sûresi :   256

ilmin rehberliğinde İslâm ahlâkını yaymak ve müslüman çocuklarına dinî eğitim ve öğretimi vermek önemli hizmetlerden biridir.

3— Ülke içinde başkalarının dinine ve inancına dil uzatan; din ve vic­dan hürriyetine zincir vuran, dindarlara eziyet ve işkencede bulunanları durdurmak ve mütecavizleri cezalandırmak ülke bütünlüğü için gereklidir.

4- Gayrimüslim ülkeler İslâmiyet aleyhine kampanya açar, Müslü­manları ifsat etmeyi plânlar ve birtakım tehlikeli yollara başvururlarsa, on­ların ileride vuku1 bulacak saldırılarına imkân vermemek için, şartlar mü­saitse, kahredici bir kuvvet de mevcutsa, savaşmak farz olur.

Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimizle dört haiîfe ve onlardan sonra basiretli hükümdarlar tarafından yukarıda belirtilen dört madde aynen uy­gulanmıştır. Meselâ Hz. Ömer devrinde Bizans ve İran'la yapılan sava­şın nedeni dördüncü maddeye dayanır. İslâm devletini karşılarında en büyük rakip gören bu iki güçlü devlet, İslâmiyet aleyhine birçok entri­kalar çevirmeye, sinsi plânlar hazırlamaya girişmişlerdi. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz hayatta iken sözü edilen iki büyük devletin İslâm'a karşı tutum­ları hakkında geniş bilgi toplamış" ve mü'minlere, dikkatlerini onlara çevir­melerini tavsiye etmişti. Hendek hafriyatında elindeki balyozu kayaya vur-masıyla şimşek gibi parıldayan ışığın birinin Bizans'a, diğerinin İran'a işa­ret olduğunu belirtmesi de elbetteki çok anlamlıdır. O bakımdan büyük dev­let adamı Hz. Ömer (R.A.), tehlikenin yaklaştığını sezince bu iki devletle savaşa karar vermiş ve netice ise, çok parlak olmuştur.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz zamanında da Hayber ve çevre kabilelerin fethedilmesinin lüzumu hep belirtilen nedenlerden kaynaklanmıştır. [83]

 

İslâm'ın Hoşgörü Ve İyi Niyeti

 

«Eğer (inkâr ve fitneden) vazgeçer­lerse, şüphesiz ki Allah onların yapageldiklerini görendir.»

İslâm, savaşı, fitne ve azgınlığı durdurmak, insan haklarını korumak için meşru kılmıştır. Düşmanlar inkâr ve fitneden vazgeçerler de İslâm'a karşı bir saldırıda bulunmazlar veya böyle bir hazırlık içinde bulunmazlar­sa, o taktirde savaşmaya lüzum kalmaz. Çünkü insan kanı akıtmak, en kötü fiillerden biridir. Hayat hakkı ise, muhteremdir. Bu durumda da Allah, mü'minlerin Mevlâsı, sahibi, dostu, destekçisi ve yardımcısıdır. İşleri o dü­zene sokar. Mü'minlerin başka dost ve yardımcıları yoktur.

Nitekim Tahrîm sûresinde şöyle açıklanmıştır: «Yok eğer Peygambere karşı birbirinize arka olursanız, şüphesiz ki Allah, O'nun dostu ve sahibidir; sonra da Cibril, sâlih mü'minler ve melekler O'nun yardımcısıdır,» [84]

İnkarcı fitneciler, saldırgan müşrikler, verdikleri sözden, İslâm aley­hinde bulunmayacaklarına dair aldıkları karardan dönerlerse, Allah'ın, sün­neti gereği onlar hakkındaki hükmü ve irâdesi tecelli eder de Peygamberi­ni yalnız bırakmaz, O'nu destekler ve sonunda başarıya eriştirir. Şüphesiz ki Allah, en güzel sahip ve en güzel yardımcıdır! [85]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, yeryüzünde din, ahlâk ve insan hakları aleyhi­ne fitne çıkarıp ortalığı karıştıran, İslâm'a karşı cephe alıp saldırı hazırlık­larına başlayan toplum ve milletlerle savaşmanın farz olduğu belirtildi. İn­karcı azgınlar fitne ve saldırıdan vazgeçerlerse, o takdirde savaşa gerek olmadığına işaret edilerek İslâm'ın bu husustaki hoşgörü ve iyi niyetine atıf yapıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, savaşlarda elde edilen ganimetin taksimi anlatı­lıyor, İslâm bünyesinde yer alan zayıf unsurlara da ganimetten belli bir pay verilmesi emredilerek her hususta olduğu gibi, ganimet hususunda da sosyal adaletin sağlanması tavsiye ediliyor. Sonra da savaşta mü'min-leri gerçek mânada başarılı kılanın Allah olduğuna dikkatler çekiliyor. [86]

 

Meali:

 

41— Bilin ki (savaşta) elde ettiğiniz ganimetin beşte biri Allah için­dir; Peygamber'e, yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Eğer Allah'a, hak ile bâtılın birbirinden ayrılıp iyice belirgin hâle gel­diği gün, iki ordunun karşılaştığı gün kulumuza indirdiğimiz âyetlere ina­nıyorsanız (bunu böyle kabul edin). Allah'ın kudreti her şeye yeter.

42— Hani bir zaman siz vadinin yakın bir yerinde, onlar da uzak bir ucunda bulunuyordunuz; kervan ise sizden epeyce aşağıda idi; öyle ki, eğer (daha önce) onlarla (savaş konusunda) sözleşmiş olsaydınız, belir­lenen vakitte (orada bulunmak hususunda) görüş ayrılığına düşerdiniz. Ama Allah, olacak bir durumu yerine getirmek için (sizi oidu-bittiyle kar­şılaştırdı). Tâki, mahvolacak olan, açık belgeleri (görüp) mahvolsun; ya­şayacak olan da açık belgeleri (görüp öylece) yaşasın. Şüphesiz ki, Allah her şeyi gerektiği gibi işitir ve bilir.

43—  Hatırla o vakti ki, Allah onları uykunda sana az göstermişti; eğer onları çok gösterseydi korkar ve emr-ü kumanda hususunda çekişip tar­tışırdınız. Ama Allah esenlik verdi de (sizi) kurtardı. Şüphesiz ki O, sine­lerde olanı çok iyi bilir.

44—  Ve hatırla ki, Allah olacak olan emri yerine getirmek için (düş­man ile) karşılaştığınızda onları gözlerinizde az gösteriyor ve sizi de on­ların gözünde az gösteriyordu. İşler ancak Allah'a döndürülür.

 

İlgili Hadîsler

 

«Bana beş şey verildi ki, onlar benden önce peygamberlerden hiçbi­rine verilmemiştir :

1—  Bir aylık mesafede (ki düşmanlarımın kalblerine) korku salmakla yardım gördüm.

2—  Yeryüzü bana mescid ve temiz (temizleyici) kılındı. Ümmetimden hangi adama namaz vakti gelip erişirse, (bulunduğu yerde temiz olduğu ve sakıncalı bir yer olmadığı taktirde) namaz kılsın.

3—  Ganimetler bana helâl kılındı, benden önce hiç kimseye helâl kı­lınmadı.

Şefaat bana verildi.

(Benden  önce) peygamber sadece kendi kavmine  gönderilirdi.

Ben ise bütün insanlara peygamber olarak gönderildim. [87]

 

İslâm'da Ganimet

 

«Bilin ki (savaşta) elde ettiğiniz ga­nimetin beşte biri Allah içindir....»

Kur'ân ahkâmına göre,, ilgili âyetlerle savaşta düşmandan elde edilen ganimetin kime, nasıl ve ne kadar taksîm edileceği belirlenmiştir.

Ancak Kur'ân'da bu konuda iki ayrı tabir kullanılmıştır: Ganîmeî ve feyi1.. Bunlar eşanlamlı kelimeler midir, yoksa her biri ayrı bir mana ve hükme mi delâlet etmektedir? İslâm hukukçularının çoğuna göre, «ganî-met, Müslümanların savaşta gayr-i müslimleri hezimete uğratıp elde et­tikleri mal ve servettir. Bu, kelimenin delâlet ettiği bir mana değil, şer'î örfle belirlenen bir hükümdür.» Feyi' ise, savaşsız yapılan anlaşmalara gö­re, haraç, cizye ve benzeri isimler altında gayr-i müslimlerden Müslüman­lara ulaşan mal ve ncodır

İlim adamla; ıiın görüş ve içtihatları ise şöyledir:

a)  Atâ' b. Sâib'e göre, ganimet, Müslümanların savaşta  müşriklere karşı üstünlük sağlayıp silah zoruyla ele geçirdikleri maldır. Arazi yani iş-1 gal edilen toprak ise, feyi' kapsamına girer.

b) Süfyan es-Sevrî'ye göre, ganimet, savaş yoluyla küffardan Müslü­manlara ulaşan maldır. O da beş kısma ayrılır; dört kısmı savaşa katılan mücahitlere verilir. Bir kısmı ise, (ki bu beşte biridir), gerekli yerlere da­ğıtılmak üze.-e Peygamber'e verilir. Feyi' ise, savaş yapmadan anlaşma yo­luyla Müslümanların müşriklerden aldığı maldır. Bunda humus (beşte bir) hükmü câri değildir.

c)  Diğer be;:      o üdamlarına göre, ganimet ile feyi' aynı manaya ge­len eşanlamlı iki kelimedir.

Ancak bu hususta en sahih olanı, şer'î örfe göre, her birinin ayrı bir mâna ve hüküm taşımasıdır ki, cumhur da aynı görüştedir. [88]

 

Beşte  Biri Allah'ındır

 

Savaşta elde edilen ganimetin beşte birinin Allah'a ait olduğu üzerinde durulmuş ve bazı farklı yorumlar yapılmıştır:

a) Fukahanın çoğuna göre, bu, söze teberrüken başlamaya ve konu­nun önemini belirtmeye yöneliktir. Zira yegâne hüküm sahibi Allah'tır; o dilediği gibi taksîm eder. Yoksa ganimetin beşte biri Allah'a ayrılacaktır manasına gelmez, Allah adına verilecek yerlere işarettir.

Nitekim el-Hasan, Katade, Atâ', İbrahim en-Nahaî ve es-Sevrî'ye gö­re, beşte bir pay Allah ve Resûlünedir, yani Allah için O'nun peygamberi­ne aittir. Beşte dördü ise, savaşa katılanlara verilir. Böylece Allah için ay­rılan beşte bir bölüm, Peygamber'e ve âyette vasıfları belirtilen dört sını­fa verilir.

b) Ebû Âliye'ye göre, beşte bir pay altı kısma ayrılıp bir pay Allah adma Kabe'ye ayrılır, diğerleri ise, belirtilen beş sınıfa taksim edilir. [89]

Birincilerin tesbit ve yorumu daha sıhhatli kabul edilmiştir.

c) Peygamber'e (A.S.) düşen hisse, O'nun vefatından sonra Müslü­manlar yararına sarfedilir. Bu aynı zamanda İmam Şâfiİ ve İmam Ahmet b. Hanbel'in içtihadıdır. Nitekim A'meş'ın İbrahim'den yaptığı rivayete gö­re, Ebû Bekir Sıddîk ile Ömer Faruk (Allah ikisinden de razı olsun) devir­lerinde Peygamber'e (A.S.) düşen hisse, asker için silâh ve teçhizat alı­mında kullanılmıştır.

d)  Katade'ye göre, Peygamber'e (A.S.) düşen hisse, ondan sonra js-lâm halîfesine verilir.

e) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, beşte bir hisse. Peygamber (A.S.)dan sonra Kur'ân'da belirtilen dört sınıfa taksim edilir. [90]

 

Peygamberimizin  Hısımları

 

«Peygamber'e, yakınlarına...»

Ganimetin beşte birinin, beşte biri yani tamamının yirmi beşte biri Peygamber'in (A.S.) hısımlarına verilir. Ancak O'nun hısımları kimlerdir? Bu hususta da farklı tesbitlere yer verilmiştir:

a)   Kureyş kabilesinin hepsi.

b)   Kendilerine zekât helâl olmayan yakınları. Bunlar Hâşim oğulları­dır ki, Abbas ailesi, Ali ailesi, Cafer ailesi, Akil ailesi ve Abdülmuttalib oğ­lu Haris ailesidir. [91]

c)  Mücahit ve Ali b. Hüseyn'e göre, Hâşim oğullandır.

d)  İmam Şafiî'ye göre, Hâşim oğullan ile Abdülmuttalib oğullandır. Çünkü yapılan sahîh rivayete göre, Hz. Peygamber (A.S.) bu iki aileyi bir aile saymıştır. [92]

 

Yetimler

 

«Yetimleredir.»

Yetîm tabiri, babası* olmayan ve henüz ergenlik çağına girmeyen ço­cuk demektir. Âyette daha çok Müslümanların yetim çocukları kastedil­miştir. İslâm, her vesileyle babasız çocukları himayeyi emretmiş ve bun­ların topluma kazandırılması için gereken bütün tavsiyeleri yapmıştır.

«Yoksullaradır.»

Miskin, çok fakir olup günlük ihtiyacını karşılama imkânı olmayan kimsedir. Bu çok yaşlı, hasta, malûl, dul ve benzeri kişileri de kapsamına alan bir tabirdir. İlgili âyetle ganîmet malından toplumun bu zayıf unsur­larına verilmesi ve böylece gelir dağılımında adalet sağlanması emredil­miştir.

«Yolda kalmışlara aittir.»                                   

Evinden ve malından uzak kalıp ihtiyaç içinde kıvranan müslüman-lardır. Böylece İslâm, ganîmet malının taksiminde bile, din kardeşliğinin önemine ve misafirperverliğe ağırlık vererek yolda kalmış kişilere yardım elinin uzatılmasını emretmiştir.

Bu sınıfların hakkı ayrıldıktan sonra geriye kalanı savaşa katılan sü­varilere iki, piyadelere bir senim verilmek üzere mücahit gazilere dağıtılır. Bu, İmam Ebû Hanîfe'nin içtihadıdır.

İmam Şafiî, İmam Mâlik ve İmam Ahmed'e göre, süvariye üç, piyade­ye bir pay olmak üzere mücahit gazilere taksîrn edilir.

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, kendine düşen payı, evine değil de muhtaçlara dağıttığı sahîh rivayetlerle sabit olmuştur. Nitekim İmam Şa­fiî'nin, Ubâde b. Sâmit (RA)den yaptığı rivayete göre, Resûlüllah (A.S.), Hayber günü, aldığı beşte bir hisseyi olduğu gibi Müslüman fakirlere da­ğıtmıştır. [93]

Ganimetten savaşa katılan kadın ve çocuklara da verilir. Bunlar daha çok geri hizmetlerde bulunurlar, o bakımdan bilfiil savaşan mücahitlere verilen nisbetten biraz daha az takdir edilir. [94]

 

Savaş Stratejisi

 

Buna, orduyu düşman karşısında gütme sanatı denir. Her bakımdan önemli bir konudur. Küçük bir hata, az bir adaletsizlik, yanlış bir emir ve hareket çok pahalıya mal olabilir.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz aynı zamanda büyük bir kumandandı; hem askere moral ve cesaret vermede, hem de onları düşmana karşı savaş dü­zenine sokmada çok başarılı idi. Ancak Bedir savaşı bir emrivaki şeklin­de ortaya çıktığından Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ve ashabının ileri ge­lenleri daha geniş ve detaylı düşünüp tedbîr almaya vakit bulamamışlardı. Mevcudu harekete geçirip başa gelen bir belâyı savmak ve İslâm'ın iti­barını yüceltmek, hiç değilse korumak için o anda ne gerekiyorsa hepsini bir bütünlük içinde düşünüp ortaya koymuş ve alınacak başka bir önlem kalmadığı için de durumu Cenâb-ı Hakk'ın yüce dergâhına el kaldırıp arz • etmişti.

Kul, imkân ve irâde sınırının son kertesine gelip el kaldırınca, cari sün­neti gereği, sebepleri mü'minler lehine oluşturmak Allah'a aittir. Kul ken­dine düşeni lâyıkıyla yapınca, Allah da kendine düşeni elbetteki yerine getirir. İşte Bedir savaşındaki stratejik durum bu inanç ve anlayış içinde gerçekleştirilmiştir. [95]

 

Kulun Tedbîr Ve Tevekkülü

 

Kulun tedbir ve tevekkülü varacağı noktaya erişince, ilâhî inayet ka­deme kademe tecelliye başlar. Bedir savaşındaki bu tecellileri şöyle sıra­layabiliriz:

a) Hakkın bâtıldan ayırt edildiği gün ilâhî âyet olan melekler indiril­miştir. Bu daha çok mü'minlere moral vermek, kâfirlerin moral ve cesare­tini bozup kırmakla ilgilidir.

b)  Müslümanlar, vadinin alt kısmında savaşa ve toparlanmaya uygun olmayan bir yerde mevzilenmek.zorunda kalmışlardı. O bakımdan sebep­ler harekete geçirilerek bol yağmur yağmış, kumlar basılmış ve hareket kolaylığı, su bulma imkânı sağlanmıştır.

c)  Müşriklerin daha  hâkim noktada  mevzilenmesi ve  kuyu  başında yer alması sebebiyle, su ihtiyacı yağmur ile telâfi edilmiştir.

d) Şam'dan gelen büyük kervanın aşağı kesimde bulunması, iki ta­rafın da savaş arzusunu kamçılamıştı ki buna ihtiyaç vardı.

Bütün bunlar savaşın kaderini belirleyecek sebepler arasında bulunu­yordu ki, çoğu mü'minlerin lehine, müşriklerin aleyhine idi. Sebepleri tez­gâhlayan, savaş stratejisini çizen şüphesiz ki Allah'tır. Çünkü O hep hak­lıdan, âdil olandan ve iyi tedbir alıp tevekkül edenden yanadır.

Bedir savaşı, az yukarıda belirttiğimiz gibi bir emrivaki şeklinde orta­ya çıkmasaydı, Müslümanlar savaşmak için belki o günün şartları ve mev­cut ortamı karşısında görüş birliği ortaya koyamıyacaklar ve bu durum düşmanın cesaretini büsbütün artırmaktan başka bir şeye yaramıyacaktı. Ama Ailah, olacak bir işi, bir olayı yerine getirmek için ezelde hazırlanan plân gereği programı hazırlayıp uygulamaya koydu.

Kur'ân, mü'minlere mala ve ganimete karşı aşırı istek göstermeme­lerini, Allah'ın koyduğu hükme razı olmalarını açıklarken, sözü edilen sa­vaşta mü'minlerden yana Allah'ın gösterdiği lütuf, indirdiği inayetini hatır­latıyor. [96]

 

Tarafların Birbirlerini Az Görmesi

 

«Ve hatırla ki, olacak bir durumu yerine getirmek için, karşılaştığınızda (Allah) onları göz­lerinize az gösteriyor ve sizi de onların gözüne az gösteriyordu. İşler an­cak Allah'a döndürülür.»

İslâm dininin kök salıp bir şehir devleti hüviyetinde ortaya çıktığını, savaşacak bir kuvvetinin oluştuğunu, bundan böyle onun, hep küfrün, azgın­lığın ve ahlâksızlığın karşısında cephe alacağını, insan haklarına saldıran­ları tenkîl edeceğini, gerek Arap Yarımadasına, gerekse çevre ülkelere du­yurmak vakti gelmiş bulunuyordu. Onun için, yıllarca mü'minlere işkence edip onları öz vatanlarından sürüp çıkaran Mekke müşrikleriyle artık boy ölçüşmekle bu sesi duyurmak gerekiyordu. Ancak mü'minler kendilerini henüz böyle bir savaşa hazırlanmış kadar güçlü görmüyorlardı. Kervanı İslâm'ın lehine çevirme arzusu onları kaçınılmaz bir savaşın eşiğine ge­tirdi. Cenâb-ı Hak, mü'minlerden üç kat daha fazla olan müşrikleri on­ların gözlerine az göstermek suretiyle cesaretlerini artırdı. Müşrikler de mü'minleri az bir kuvvet olarak görüyorlardı. Böylece ilâhî plân gerçekleş­ti, program kusursuz uygulandı ve İslâm'ın sesi işitildi. [97]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, İslâm'ın Medine'de kök salıp bir devlet hüviye­tiyle meydana çıkmasına işaretle Bedir savaşının nedenleri üzerinde du­ruldu. Cenâb-ı Hak'ın, her türlü imkânını imân ve irfanları doğrultusunda ortaya koyan mü'minlere nasıl yardımcı olduğu, sebepleri nasıl kolaylaş­tırdığı anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, bundan böyle savaşların aralıksız devam edece­ğine işarette bulunuluyor, büyük nimetlerin ağır külfetlerle gerçekleşeceği­ne dolaylı atıf yapılarak sabr-u sebat gösterilmesi emrediliyor. Bunun için de mü'minlerin önce kendi aralarında birlik ve dirlik kurmaları, sürtüşüp tartışmadan kaçınmaları gereği üzerinde durularak başarının sır ve hik­meti öğretiliyor, Sonra da savaşa böbürlenerek, maddî kuvvetleriyle her şeyin çözülebileceğini düşünenler gibi yanlış bir tutum içine girerek çık­mamaları hatırlatılıyor. Arkasından, münafıkların nasıl bir kararsızlık ve İslâm'a karşı sinsi düşmanlık havası içinde birtakım ölçüsüz sözler sarfet-tiklerine dikkatler çekilerek mü'minlerin hem müşriklere, hem münafıkla­ra karşı uyanık bulunmaları isteniliyor. [98]

 

Meali:               

 

45—  Ey imân edenler (savaşmak üzere çıkan) düşman topluluğu ile karşılaştığınız vakit, (korkmayın) sebat edin, Allah'ı çokça anın ki kurtu­luşa (ve başarıya) eresiniz.'

46— Allah'a ve Peygamberi'ne itaat edin. Sürtüşüp çekişmeyin, tar­tışıp bölünmeyin; sonra korkaklaşir (devletinizin kudret) havası ayrılıp gi­der. Sabrediniz, şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir.

47— Yurtlarından şımarıklık göstererek, böbürlenip halka gösteriş ya­parak ve (insanları) Allah yolundan men'ederek çıkanlar gibi olmayın. Al­lah onların yapageldiklerini (ilim ve kudretiyle) kuşatmıştır,

48— Hani şeytan onlara işleyip durdukları (kötü işlerini, fena niyet­lerini) süsleyip, «bugün insanlardan size üstün gelecek yoktur ve ben de sizi destekleyici bir yardımcıyım!» demişti de iki ordu birbirlerini görüp kar­şılaşınca, (bu defa) topuğu üzerine gerisin geri dönerek şöyle demişti:

«Doğrusu benim sizinle ilgim yoktur; sizin göremiyeceğiniz şeyleri görüyo­rum. Hem doğrusu ben Allah'tan korkarım, Allah'ın vereceği ceza şiddet­lidir.»

49— Hani bir vakit de münafıklar ve kalblerinde (inkâr, inat, cehalet ve fitne) hastalığı bulunanlar diyorlardı ki: «Canım şu mü'minleri de din­leri aldatmıştır.» Kim Allah'a güvenip dayanırsa şüphesiz ki Allah yegane üstün ve yegane hikmet sahibidir.

50— Bir de meleklerin o küfredenlerin yüzlerine ve arkalarına vura vu­ra ve «tadın yakıcı azabı!» (diye diye) canlarını aldıklarını görmeliydin.

51—  işte bu sizin ellerinizin işleyip öne sürdüğünüzün karşılığıdır ve elbette Allah kullarına zulmedici değildir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Ey insanlar! düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin; Allah'tan hep afiyet dileyin. Ama düşmanla karşılaştığınız zaman sabredip dayanın. Bi­lin ki, Cennet kılıçların gölgesi altındadır.» [99]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz sonra da şöyle duâ etti :

«Ey kitabı indiren, bulutları harekete geçiren; fırka ve bölükleri he­zimete uğratan Al I ah im! Düşmanını hezimete uğrat ve onlara karşı bize yardım et, bizi zafere eriştir.»

«Düşman ile karşılaşmayı temenni etmeyin; Allah'tan afiyet isteyin. Ama düşmanla karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı anın. Eğer düş­manınız bağırıp çağırır, nara atarsa, siz sesinizi çıkarmayın.» [100]

«Şüphesiz Allah üç yerde susup konuşulmamasını sever:

1—  Kur'ân okunurken,

2—  Düşman ile karşılaşırken,

3—  Cenaze hazırlanırken...» [101]

«İblis hiçbir gün Arafe günündeki kadar daha aşağılık, daha hakîr, da­ha rezîl ve daha kinli ve öfkeli görülmemiştir. Ancak Bedir gününde müs­tesna..»

Bunun üzerine soruldu :

  Ey Allah'ın Peygamberi! o, Bedir günü nasıl görünmüştü? Allah Resulü cevap verdi:

  İblîs o gün Cibril'i (A.S.) melekleri (savaş) düzenine sokarken gör­müştü. [102]

Kutsî hadîs ;

«Ey kullarım! şüphesiz ki ben zulmü kendime haram kıldım; onu sizin aranızda da haram kıldım. O halde birbirinize zulmetmeyin.

Ey kullarım! bunlar ancak sizin yaptıklarınızda ki sizin için onları (bir bir yazıp) hesaplıyorum. Artık kim hayır bulursa, Allah'a hamd etsin; on­dan başkasını bulursa, ancak kendini kınasın.» [103]

 

Savaşta Sebat           

 

«EV "mâ" edenler! düşman topluluğu ile karşılaştığınız vakit, (korkmayın) sebat edin.»                                   :

Mealindeki âyetle, savaşmak üzere yola çıkan düşman ordusuyla kar­şılaşan İslâm ordusunun ilk yapacağı iki önemli husus hatırlatılıyor:

1—  Paniğe kapılmadan savaş durumuna geçip sabr-u sebat göster­mek.

2—  Kalbe kuvvet, ruha cesaret veren Allah'ı çokça anmaya devam etmek.

Şüphesiz ki, İslâm'a göre, savaşı ilk başlatan zâlimdir. Kur'ân ilgili âyetle, savaşmak üzere çıkan düşman askeriyle karşılaşmadan söz ederken, karşı tarafın zâlim olduğunu belirterek bir kıstas veriyor. Nite­kim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Düşmanla karşılaşmayı temenni etme­yiniz!» buyurmuştur. Bu konuda ilgili hadîsler bölümünde iki sahîh hadîs nakletmiş bulunuyoruz.

O halde hakka karşı çıkan ve kan dökmeğe susayan bir ordu, elbet-teki zâlimdir. Ona karşı durmak, Allah'ı çokça anıp ilâhî yardıma mazhar olarak sebat göstermek, kurtuluş ve zaferin anahtarıdır.

Allah, mü'minlere, naklettiğimiz âyetle, ileride düşman ordusuyla kar­şılaşacaklarını dolaylı bir anlatım şekliyle hatırlatıyor, o bakımdan mü'-minlerin her ân savaşa hazır olmalarına işarette bulunuyor. [104]

 

Barışta Ve Savaşta İtaat

 

 «Allah'a ve Peygamberin© İtaat edin. Sürtüşüp çekişmeyin...»

Mealindeki âyetle, Müslümanları birleştirip kaynaştıran, toplayıp bü­tünleştiren kudretin Allah ve Peygambere imândan sonra mutlak itaat ol­duğu belirtiliyor. İslâm toplumları, hayat, ruh, mana, güç ve enerji veren bu kudreti her dem şifâ sunucu bir iksir olarak içmedikleri taktirde, fitne­ye kapı açmış olurlar. Çünkü Allah ve Peygambere mutlak itaat fitnenin önünde engelleyici en sağlam kapıdır. Ashab-ı Kiramı başarıdan başarıya, zaferden zafere götüren ruh ve maya budur.

İtaat ve taşıdığı geniş anlam ve hükmü özetliyecek olursak, ilâhî mu­rat daha iyi anlaşılmış olur:

a) Hiçbir itiraz ve aksi görüş ortaya koymadan ve böylece bir şey düşünmeden Allah ve- Peygamberinin buyruklarını kayıtsız şartsız dinle­yip kabul etmek ve zamanı gelince uygulamak.

b) Nefsin heveslerini bir tarafa, dünyevî istekleri gerilere itip, sırf ilâ­hî hoşnutluğa erişmek amacıyla Hakk'a yönelip beşerden istenilen ne ise, onu gücümüz nisbetinde yerine getirmek.

c)  Kendilerinden olan başlarındaki kumandanı -meşru bütün husus­larda- dinleyip verdiği emirleri yine imkân nisbetinde gerçekleştirmek.

d) Görevde ve savaşta kendi nefsine bir pay ayırmayı düşünmeden sırf Allah'ın dinine hizmeti farz bilerek fazîlet mücadelesini sürdürmek.

e) Baş olma, lider durumuna gelme heves ve yarışına İltifat etme­mek, hizmetin hizmet olduğunu düşünerek, ilâhî hoşnutluğa erişme doğ­rultusunda hareket etmek..

Bunların aksine bir yol tutmanın bölücülerin, bozguncuların, kırıcı ve düşmanlık .tohumlarını ekicilerin ekmeğine yağ süreceğini ve faturasının da o oranda ağır olacağını unutmamak gerekir. [105]

 

Savaşa Böbürlenerek Çikmak Hatalıdır

 

«Yurtlarından şımarıklık göste­rerek, böbürlenip halka gösteriş yaparak çıkanlar gibi olmayın...»

Orduları bir bakıma -ilâhî sünnet gereği- muzaffer kılan, ya da yenil­giye uğratıp perişan eden Allah'tır. Çünkü Allah hep âdildir, haklıdan ya­nadır. O, şımaranı, böbürlenip sadece maddî kuvvetle her şeyi halledece­ğini iddia edeni sevmez. O halde kuvvet ve kudreti Allah'a çevirip O'nu tek kudret kaynağı kabul eden ve eldeki kuvvetin büyüklüğüne ve çokluğuna aldanmayan mü'minler, eğer yeterince tedbir almış ve kendilerine düşeni yapmışlarsa, mutlaka Allah onlara yardımda bulunup başarılı kılar. Şıma-rıp zahirî kuvvete bakarak böbürlenen ve o hava içinde savaşa çıkarken Allah'ı ve O'nun yenilmez kuvvet ve kudretini unutan bir ordunun, aksini düşünüp inanan mü'minler karşısında hezimete uğraması mukadderdir.

Kur'ân bu önemli hususu işlerken Ebû Cehl'in davranışını misal veri­yor. Şöyle ki: Başlarında Ebû Cehl bulunduğu halde Müslümanlarla sava­şa çağrılan Mekkeliler Cuhfe yöresine gelip konaklamışlardı. Ebû Süf-yan onlara ikinoi bir haberci göndererek, kervanın artık saldırıdan kurtul­duğunu ve salimen yoluna devam ettiğini, endişe edilecek bir durum söz konusu olmadığından, gelen ordunun Mekke'ye dönmesini bildirdi. Ne var ki, Ebû Cehİ, insan sayısının çokluğuna güvenerek, «hayır dönmiyeceğiz. Bedir yöresine kadar ilerleyip yanımızdaki şarapları kanasıya içeceğiz. Ca­riyelere çalgılar çaldırıp eğleneceğiz, oradaki Araplara bu neşeli hava için­de yemekler ikram edeceğiz. Bütün bu arzu ve hevesimizi yerine getirme­den dönmemiz mümkün değildir» diyerek sevinç çığlıkları atıyor, şımarık­ça davranışlarda bulunuyor, âdeta kabına sığmıyordu. Ama durum hiç de onun düşündüğü gibi olmadı; şarap yerine ölüm şerbeti, çalgı yerine kı­lıç darbesi, caz ve saz yerine ölüm mersiyeleri havayı bir anda değiştirdi. Ebû Cehl ve ileri gelen azgın şımarıklardan hayli kişi inen kılıç da-rbeleri altında can verdiler.

Kur'ân bu olayı çok duyarlı bir anlatımla mü'minlerin akıl, irfan ve sağ duyularına seslenerek şöyle açıklıyor: «Yurtlarından şımarıklık gös­tererek, böbürlenip halka gösteriş yaparak ve (insanları) Allah yolundan men'ederek çıkanlar gibi olmayın. Allah onların yapageldiklerini (ilim ve kudretiyle) kuşatmıştır.» [106]

 

İblisin Telbîsi

 

«Hani şeytan onlara işleyip durdukları (kötü işlerini, fena niyetlerini) süsleyip, bugün insanlardan size üstün gelecek yoktur ve ben sizi destek­leyici bir yardımcıyım, demişti...»

Bedir gününde İbiîs, böbürlenen şımarık müşriklerin beynine durmadan sinyal verip üstün geleceklerini ve kendisinin de hep destekleyici ve yardımoı olacağını fısıldamıştı. İki ordu karşılaşınca, ilâhî yardım ve ina­yet Melek Cebrail'in eşliğinde inerken İblîs'in dizlerinin bağları çözülmüş ve gensin geri dönerken, ilk vadinin hilâfına müşriklere fısıldayarak, «si­zinle ilgim yoktur. Sizin göremiyeceğiniz şeyleri (inen yardımcı melekleri) görüyorum. Hem ben Allah'tan korkarım, O'nun vereceği ceza pek şiddet­li olur» demiş ve uzaklaşmıştı.

Böylece, ezelî program gereği, hak gelince bâtıl yok olur; zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur. Hele bir de Allah ve Peygamberine karşı böbür­lenerek ortaya çıkarsa, onun ömrü pek kısadır. [107]

 

Sünnetullah'ı Bilmeyenler

 

«Kim Allah'a güvenip dayanırsa, şüp­hesiz ki Allah yegâne üstün ve yegâne hikmet sahibidir.»

Bedir savaşında düşman ile karşılaşan mü'minler hem sayı, hem de teçhizat bakımından zayıf durumda idiler. Ama onların yenilmeyen ve ye-nilmeyeeek ayrı silahları vardı: Allah'a ve Peygamberine dosdoğru imân ve her şeye rağmen Allah'a güvenip dayanma şuuru..

Bu imân ve şuur, ilâhî sünnetin mü'minlerden yana tecelli edeceğinin ve onları manen destekliyeceğinin habercisiydi. Ne yazık ki, münafıklarla henüz yeni İslâm'a girip imân ve İslâm'ın yüksek zevkini alamayan, o yüz­den kalblerinde hastalık bulunanlar iiâhî kudretin belirtilen yönde tecelli edeceğini idraktan âciz bulunuyorlardı. Oysa kâinatın her parçası, taşıdığı her sistem Allah'ın Aziz ve Hakîm olduğunu natıktır. Mülk-ü saltanatında, emr-u irâdesinde O hep üstündür, her şeyi hikmetle yürütür, eşyayı lâyık olduğu yere koyar ve hazırladığı plân kusursuz uygulanır.

Nitekim savaşın sonu bütün bu gerçekleri ortaya koydu ve münafıkla­rın bir defa daha yanıldıklarını belirledi. Yakın tarihimizde İstiklâl müca­delesi de ilâhî kudretin mü'minlerden yana tecelli etmesiyle başarıyla so­nuçlanmış ve dost-düşman herkesi hayret içinde bırakmıştı. [108]

 

Melekler Kâfirlerin Canlarını Alırken

 

«Bir de me­leklerin o küfredenlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura ve tadın yakıcı «abı, diye diye canlarını aldıklarını görmeliydin!»

Mealindeki âyetle, inatçı inkarcıların ölüm anında ve ondan sonra karşılaştıkları azap ibretli safhasıyla anlatılmakta, Allah'tan kaçıp uzaklaş­manın, O'nu ret ve inkâr etmenin hiçbir fayda sağlamıyacağı belirtilerek sonunda dönüşün mutlaka O'nun hükmüne olacağına işaret edilmektedir.

Şüphesiz ki, ölüm olayı meydana gelirken bizim görmediğimiz birçok görevli melekler ilâhî emri kusursuz uygulamakta ve öylece her şey plân­da hazırlandığı gibi gerçekleşmektedir. Meleklerin, kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura ruhlarını çekip almaları mecazî anlamdadır. Allah'tan geldiği gibi temiz kalmayıp fazlasıyla kirlenen ve tanınmaz hale gelen ruh­larını gazapla tutup çekmeleri ve lâyık olduğu yere itip atmaları ve tadın yakıcı azabı demeleri, insanoğlunun bilgi ve müşahedesi dışında cereyan eden ve bütünüyle fizik-ötesiyle ilgili bulunan bir uygulamadır.

Müfessir Fahruddin Râzî bu âyetin tefsirinde tasavvufî anlamda bir incelik bulunduğunu belirterek nefis bir yorum yapmıştır; özetleyerek nak­lediyoruz :

«Kâfirin ruhu bedeninden çıkınca, o anda dünya âlemine sırt çevir­miş ve âhiret âlemine yönelmiştir. Bu durumda küfründen dolayı âhiret âlemini görmez; ancak birbiri ardınca karanlıklar görebilir. Kâfirin ruhu­nun bedenine olan aşırı ilgi ve sevgisi ve bir anda ondan ayrı düşmesi, onu elem ve üzüntülere, hasret ve özlemlere garkeder. Dünyadan da ay­rılması sebebiyle yine elem ve ıstıraplara, üzüntü ve tahassüre boğulup kalır. Âhirete yüzcevirmesi sebebiyle de küfründen dolayı nursuz ve ma­rifetsizdir; o bakımdan karanlıktan karanlığa sürüklenir. İşte bu iki yönlü üzüntü ve sıkıntı, meleklerin onların yüzlerine ve arkalarına vurması şek­linde ifâde edilmiştir.»

Ortaya çıkan tablo, ilâhî adaletin tâ kendisidir. Dünyada iken imân ve islâm nurunu reddeden ve nereden geldiğini, nerede niçin bulunduğu­nu, nereye, neden gideceğini bilmeyerek nefis ve şehvet pazarında bir Ömür tüketip kalbini, vicdanını ve ruhunu karartan inkarcı; kendi zinda­nını kendi eliyle, kendi yakıtını kendi ameliyle, kendi yurdunu kendi inan­cıyla hazırlayıp beraberinde götürür. Allah kimseye zulmetmez, ama insan kendine zulmeder. Nitekim ilgili 51. âyet bu gerçeği açıklayarak hayatta olup henüz fırsatları kaçırmayanlara ilâhî rahmetin sesini duyu­ruyor. [109]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, savaş maksadıyla yola çıkmış bulunan düş­man ile karşılaşıldığı zaman sabr u sebat gösterilmesi ve morali her an

yükselten Allah'ın yüksek ve sınırsız kudretini düşünerek O'na güvenip da­yanılması ve bu arada Allah'ın çokça anılması emredildi. Maddî güce gü­venip Allah'ı unutanların sonunun hüsran ve mağlûbiyet olacağı hatırla­tıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın mutlak âdil olduğu, inkarcı sapıklara, mağrur şaşkınlara vereceği azabın, onların işlediklerine uygun bir ceza olacağı açıklanıyor ve buna misal olarak da Fir'âvn hanedanının tutumu ve başlarına gelen azap gösteriliyor. [110]

 

Meâ-Li:

 

52— (Bunların tutum ve gidişi) Fir'avn ve ondan öncekilerin tutum ve gidişi gibidir. Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler, bu yüzden Allah onları -günahlarına karşılık- yakaladı. Şüphesiz ki Allah, çok kuvvetlidir, cezası çok şiddetlidir.

53—  Bu böyledir: Çünkü Allah bir millete verdiği nimeti, onlar kendi­lerindeki (huy, yaşayış ve davranışlarımı değiştirmedikçe, değiştirici de­ğildir ve şüphesiz Allah işitendir, bilendir.

54— (Bunların tutumu ve gidişi) Fir'avn'ın ve onlardan öncekilerin tu­tum ve gidişi gibidir. Rablannın âyetlerini yalan saydılar, o seheple onları günahları karşılığında yok ettik; Fir'avn taraftarını (denizde) boğduk. On­ların hepsi zâlimler idi.

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, zâlime, yakalayıp (cezalandırıncaya) kadar mühlet verir. Yakalayınca da artık onu salıvermez.» [111]

 

Tarih, Olayların Tekrarlandığı Bir Sahnedir

 

«(Bunların tutum ve gidişi) Fir'âvn ve ondan öncekilerin tutum ve gidişi gibidir...»

Kur'ân ilgili âyetle tarihin tekerrür ettiğine ve edeceğine işaret etmek­tedir. Mekkeli müşriklerin Resûlüllah (A.S.) Efendimize ve Allah'ın indirdi­ği âyetlere karşı çıkmalarını; inkâr, inat ve azgınlıklarını artırıp her çeşit şer yoluna başvurmalarını anlatırken, bunların da küfür ve tuğyan vadisin­de Fir'avn ve öncekilerin açmış oldukları çığırda yürüdüklerini, o bakımdan da tutum, gidiş ve amellerinin birbirine benzediğini açıklıyor; benzetme se­bep ve illetini de bir cümleyle özetleyip gözler önüne seriyor; öyle ki, ikisi de Allah'ın âyetlerini inkâr edip yalan saymışlar ve kendilerine gönderilen peygamberleri yurtlarından çıkartmışlardır.

Fir'avn, kendini Hâhlaştınp putperestliğin bir başka şeklini ortaya koy­duktan sonra, Hak adına ne varsa her şeyi inkâr etmede hiç tereddüt gös­termemiş ve Musa Peygamberi yalancılıkla, sihirbazlıkla itham ederek Al­lah'ın âyetlerini inat ve tuğyanla reddetmişti. Bununla da yetinmiyerek, Allah'a imân edenleri topyekûn. imhaya karar vermişti.

Mekke müşrikleri de aynı doğrultuda ayni şeylere başvurup, her ge­çen gün küfür ve azgınlıklarını, mü'minlere işkence ve zulümlerini artır­mış, sonunda Peygamber (A.S.) Efendimiz'in mübarek vücudunu ortadan kaldırmayı planlamışlardı.

Fir'avn, mevcut bütün nimetlerin kıymetini bilmeyerek dünya ve âhi-retini saadete garkedecek Musa Peygambere ve ona uyanlara haksızlığın en çirkinini reva gördüğünden, Allah da o azgınlar hakkındaki hükmünü değiştirmiş, câri sünneti gereği tuğyan eden o milleti imha etmişti. Mekke

müşriklerinin de âkibeti buna yakın bir sonuçla noktalanmış, hiç sevme­dikleri mü'minlerin önünde başeğmek zorunda kalmışlardı.

Böylece tarih ve cereyan eden olaylar tekerrür etmiş, ilâhî adalet ve hikmet hükmünü yürütmüştür.

Bu böyledir. Çünkü Allah bir millete verdiği nimeti, onlar kendi du­rumlarını; huy, yaşayış ve davranışlarını değiştirmedikçe, değiştirmez. Ni­mete ihâ'neî edip nankörlükte bulunan bir millet hakkında, Allah, sünne-tullahı gereği hükmünü değiştirir, şöyle ki :

a)  Saltanat, aşağılanmaya ve hakirliğe,

b)  Emir ve kumanda, esaret ve köleliğe,

c)  Huzur ve sükûn, dert ve ıstıraplara,

d)  Rahat ve neşe, elem ve üzüntülere,

e)  Bol nimet, açlık ve sefalete,

f)  Hürriyet ve bağımsızlık, istilâ ve boyunduruk altına girmeye,

g)  Tatlı hayat, ölüm ve işkenceye dönüşür.

Bu husustaki âyetten çıkan özet şudur: «Ey insanlar! siz inkâr ve azgınlığa dönerseniz, biz de sünnetimiz gereği size azabımızla döneriz, amelinize uygun gelen hükmümüzü harekete geçirip uygularız.» İşte, bu Allah'ın yakalayıp kahretmesi demektir. Şüphesiz ki, zâlim bir toplum ve­ya milletin sonu hüsran ve felâkettir,

Tarihin akışı içinde bu tür olaylar sık sık meydana gelir; ambalaj ba­kımından farklı görünseler de esas ve mahiyet itibariyle pek değişik sayıl­mazlar. O halde geçen olaylardan ibret ve öğüt almak, geleceği ona göre hazırlamak için tarihi ve tarih felsefesini çok iyi bilmek gerekir. Şüphesiz ki Kur'ân-ı Kerîm'de bazı milletlerin hayatından, cereyan eden önemli olay­lardan söz edilip yer yer yeni olaylarla karşılaştırıp benzetmelerde bulu­nulurken tarih okumamız tavsiye edilmektedir.

İnsan fıtratında özü ve mayası mevcut olan din ve Allah duygusunu aksi yöne çevirip onu amaç ve hikmetinden uzaklaştırmak, Allah'ın insan hakkındaki hükmünün değişmesine sebep olur. Tarihte bunun birçok ör­nekleri vardır.

Mekkeli putperestlerin ve onlara benzeyen inkarcıların tutum ve gi­dişi, Fir'avn ve daha öncekilerin gidişine benzetilerek, ardarda iki yerde konu edilmektedir. İkincisi, önemi itibariyle birincisini te'yid etmektedir. Şöyle ki: Birincisiyle onların inkâr ve tuğyanı, ikincisiyle hakkı yalan sa-Vip inkârda inat etmeleri belirtilmektedir. [112]

 

Onların Hepsi De Zalimler İdi

 

«Onların hepsi zâlimler idi.»

Mealindeki cümle bize önemli bir hususu açıklıyor: Önce Allah kim­seye zulmetmez. O, zulmü kendine haram kıldığı gibi, insanlar arasında da haram kılmıştır. O halde tarih sahnesinden günahları sebebiyle silinen insanların «zâlimler» diye anılması, onların kâinat plânında insanoğluna ayrılan yerin sınırını aşmaları ve yaratıldıkları amacın dışına çıkıp denge ve düzeni bozmaları ile yorumlanır. Böylece inkâr ve azgınlıkta ısrar, aynı zamanda insanın kendine karşı işlediği en büyük zulümdür ki, ilgiü âyetle bu noktaya parmak basılıyor. [113]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, tarih sahnesinden silinen milletlere dikkatler çe­kilerek onların kendi kendilerine büyük bir haksızlıkta bulundukları, ya­ratıldıkları gaye ve hikmetin dışına çıktıkları belirtildi. Misal olarak da Fir'avn ve yandaşlarının, onlardan önceki kâfirlerin tutum ve gidişi veri-ierek tarihin hep tekerrür ettiğine işarette bulunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, kendilerine zulüm eden inkarcı sapıkların, ger­çekte insanlık vasfını kaybettikleri, o bakımdan canlıların en kötüsü duru­muna düştükleri belirtiliyor. Sonra da sözü edilen inkarcı sapık kavimlerle yapılan andlaşmalar konu ediliyor ve imansız ahlâksızlara hiçbir zaman güven olmayacağı işlenerek mü'minlerin bu hususta da çok duyarlı ve temkinli olmaları hatırlatılıyor. [114]

 

Meali:

 

55—  Allah katında (yeryüzünde) yürüyenlerin en kötüsü, o inkâr eden­lerdir. Onlar inanmazlar.

56— Öyle ki, onlar kendileriyle yaptığın andlaşmayı  her defasında hiç çekinmeden (ve sonucunu hesaba katmadan) bozarlar.

57—  Savaşta onları (ne zaman yakalarsan,) öylesine darmadağın et ki arkalarındakiler öğüt ve ibret alsınlar.

58—  Eğer bir milletin hıyanetinden endişe edersen, eşit ölçülere gö­re sen de andlaşmayı bozup (yüzlerine) at! Çünkü Allah, elbette hâinleri sevmez.

59— O inkâr edenler, öne geçtiklerini (ve geçeceklerini) hiç de san­masınlar. Çünkü onlar (bizi ve sizi) âciz bırakamazlar.

 

İniş Sebebi

 

Medine Yahudileri'nden Kurayze oğulları, Müslümanlarla savaşmıya-, çoklarına ve onlara karşı bir saldırı vuku' bulduğu takdirde saldırganlara.

savaş kapısını açanlara yardım etmiyeceklerine dair Hz, Muhammed'le (A.S.) bir andlaşma yapmışlardı. Çok geçmeden İslâm'a karşı durmadan hazırlanan Mekke müşriklerine silâh yardımında bulunarak andlaşmayı bozmuş, sonra da unutup hatâ ettiklerini söyleyerek andlaşmayı yenile­mişlerdi. Ne yazık ki, aradan bir süre geçince Hendek savaşı patlak ver­di ve Medine kuşatıldı. Müslümanların en zayıf anını fırsat bilen Yahudi­ler derhal harekete geçtiler ve Mekkeli müşriklerden yana olduklarını bil­dirmek, gerekirse her türlü yardımı yapacaklarına dair bir taahhütte bulun­mak üzere Kâb b. Eşrefi Mekke'ye gönderdiler. Böylece ikinci defa yapı­lan andlaşmayı da bozmuş oldular. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [115]

 

 

İlgili Hadîsler

 

«Kiminle bir kavim arasında bir andlcışma bulunuyorsa, ne o andlaş­ma üzerine bir düğüm daha bağlayıp sıksın, ne de onu çözsün; süresi do­luncaya kadar beklesin, veya karşı tarafın (hıyanette bulunarak) yaptığına eşit şekilde (o andfaşmayı) bozup atsın.» [116]

 

Allah'ı İnkâr, Seviyesizliğin En Kötüsüdür

 

«Allah katında (yeryüzünde) yürüyen­lerin en kötüsü, o inkâr edenlerdir. Onlar inanmazlar.»

İnsan, ruhu ve cevheri itibariyle çok şerefli bir varlıktır. Kâinatta gö­rebildiğimiz hemen her şey onun için yaratılmıştır. O da, Allah'ı bilip tanı­mak, O'na kulluk etmek üzere yaratılıp dünya denilen uğrağa getirilmiştir. Ruhî yönüyle yüce âlemden, bedenî yönüyle aşağı âlemdendir. Böylece in­san her iki âlemle yakından ilgilidir. Artık hangi yapısına ağırlık verirse, daha çok o âleme yaklaşıp bağlanmış olur.

Aşağı âlemin geçiei nimetlerinin sarhoşluğu içinde yüce âlemi unu­tur da Allah'ı inkâr edip âyetlerini yalan sayacak olursa, artık öylesinin yüce âlemle olan ilgisi kopar ve bu yüzden ruhunu madde cenderesine sokup silik hale getirir. Bu durumda sadece aşağı âleme bağlı ve onunla ilgili sıfatları taşıyarak diğer canlılar seviyesine ve bazan da daha aşağı bir derekeye düşer. O bakımdan Allah yanında öylesi, insan suretinde et, kan, kemik ve sinirlerden oluşan bayağı bir mahlûktur; hattâ yürüyen can­lıların en kötüsü ve en değersizidir. Zira hiçbir hayvan, Allah'ı inkâr edip

haktan korkmayan, sorumluluk duygusu taşımayan bir insan kadar zarar­lı sayılmaz.

Kur'ân-ı Kerîm, bu gerçeği en düşündürücü şekilde hatırlatarak in­sanı yüce âlemle olan irtibatındaki hikmete dönmeye çağırmakta; yaratı-lışındakl şerefli dereceye ddım atmasını ilhamda bulunup, lâyık olduğu yerini korumasını telkîn ve tavsiye etmektedir. Bunun aksine bir yol tutup yaptığı andlaşmaları bozan, tam bir ihanet ve düşmanlık duygusuyla boz­gunculuğun her çeşidini düşünen, fırsat bulduğu ân, İslâm, ahlâk ve fazî-let aleyhine öldürücü zehirini akıtan inkarcıları, yeryüzünde yürüyen en kötü canlılar olarak vasıflandırmaktadır, [117]

 

Andlaşmayı Bozduğunu Duyurmak

 

«Eğer bir milletin hıyane­tinden endişe edersen, eşit ölçülere göre sen de andlaşmayı bozup (yüz­lerine) at. Çünkü Allah, elbette hâinleri sevmez.»

Düşmanın ihaneti, ahde vefasızlığı, hıyanet ve dönekliği devam edin­ce, Müslümanlar da onlarla yaptığı andlaşmayı âdil ölçülere göre bozdu­ğunu resmen karşı tarafa bildirir. Zira İslâm'da, en azgın düşmana karşı bile olsa, hıyanet, ahde vefasızlık kesinlikle haramdır. İslâm yapılan and-laşmaya, karşı taraf bağlı ve sadık kaldığı sürece bağlı ve sadık kalır; karşı taraf ihanete ve birtakım entrikalara baş vurursa, o takdirde Müs­lümanlar onlar gibi çirkin bir yola başvurmaz, sadece mevcut andlaşmayı bozduğunu ilân eder. Nitekim âyette «sen de andlaşmayı bozup yüzlerine at» mealindeki sözün mânası budur.

Düşmanın bu gibi döneklik ve ihanetinin cezasını savaşta, diğer mil­letlere ve geridekilerine öğüt ve ibret olacak şekilde vermek vaciptir. Çün­kü iyi bir ders, hafızalardan silinmeyecek tesirli bir ibret, ileride fazla kan akıtılmasın! önler, caydırıcı bir müeyyide olarak her zaman hesaba katılır.

İşte İslâm'ın düşman ile olan tutum ve niyeti bu esaslar içinde sey­reder. Keyfi hiçbir işleme, hıyanet ve zulme kapı açmaz, açılmasına fırsat vermek istemez. İhanette bulunup öne geçtiklerini ve o yüzden Müslü­manları aoze düşürüp perişan ettiklerini sananlar hep aldanırlar. Zira Al­lah hâinlerden yana değildir. O hep âdildir, adaleti, ahde vefayı sever ve emreder. [118]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, yapılan andlaşmalara bağlı kalmayıp hıyanet içinde bulunan düşmana karşı ne yapılması gerektiği belirtildi, İhanet için­de bulunan düşmanların başarıya erişmiyeceği bildirilerek her zaman ol­duğu gibi, böyle dönemlerde de, mü'minlerin adaletten, doğruluktan ay­rılmamaları tavsiye edilerek Müslümana herkesin inanıp güvenmesinin ge­rektiğine işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, sadece savaş günlerinde değil, barış günlerinde de savaşa iyice hazırlanmanın önemi üzerinde duruluyor ve bu uğurda yapılan her harcamanın Ailah yanında kat kat mükâfat göreceği bildirili­yor; sonra da düşman tarafı barışa yanaştığı taktirde, ciddi oldukları an­laşılınca Müslümanların da barışı kabul etmesi ve her hâl-ü kârda Allah'a güvenip dayanmaları emrediliyor. Karşı taraf barış teklifiyle hile yapmak isterse, Allah'ın yardımının hâinlere, hilecilere değil, dosdoğru inanıp Al­lah'a güvenerek dayananlara yöneleceği de ayrıca açıklanarak mü'min-lere manevî destek sağlanıyor. [119]

 

Meali:

 

60— (Ey Müslümanlar!) Onlara karşı gücünüzün yettiğince her türlü kuvveti ve (savaş için) beslenen atları (gereken araçları) hazırlayın. Bu­nunla hem Allah'ın düşmanlarını, hem de sizin düşmanlarınızı ve sizin bil­mediğiniz, Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutup yıidırırsınız. Allah yo­lunda her ne harcarsanız, (karşılığı) size tastamam ödenir, hiç de haksız­lığa uğramazsınız.

61— Eğer (düşmanlarınız) barışa meylederlerse, sen de ona yanaş, Allah'a güvenip dayan. Çünkü Allah muhakkak işiten ve bilendir.

62-63— Eğer hile yapıp seni aldatmak isterlerse, şüphesiz ki Allah, sana yeter; seni ve mü'minleri yardımıyla destekleyip güçlendiren O'dur Mü'minlerin gönüllerini birbirine ısındırıp biraraya getiren de O'dur. Eğer

yeryüzünde bulunan her şeyi harcasaydın yine de onların kalblerini bir­birine ısındırıp biraraya getiremezdin. Ama Allah'tır ki, onların kaiblerini birbirine ısındırıp biraraya getirmiştir. Şüphesiz ki O, çok güçlü, çok üs­tündür ve yegâne hikmet sahibidir.

 

İlgili Hadîsler

 

Akabe b. Amr (R.A.) diyor ki:Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, minberde bulunduğu bir sırada şöyle buyurduğunu İşittim . «Düşmana karşı gücünüz yettiğince her türlü kuv­veti hazırlayın. Haberiniz otsun ki, kuvvet atmaktır; dikkat edin ki, kuvvet atmaktır; uyanık olun ki, kuvvet atmaktır.» [120]

«Atışa devam edin ve biniciliği sürdürün; ama atışta bulunmanız bin­menizden hayırlıdır.» [121]

«Savaş atının alnına sarkan saçlarında kıyamete kadar hayır düğüm­lüdür. Hayır ise, sevap ve ganimettir.» [122]

«Hayır ve bereket, (savaş) atının alnındadır.» [123]

 

Her Çeşit Kuvveti Hazırlamak

 

«Onlara karşı gücünüzün yettiğince her türlü kuvveti hazırlayın...»

Mealindeki âyet, kesinlik ifâde eden ilâhî buyruklardan biridir. Hitap kimleredir? İlk bakışta, bütün inanan Müslümanlaradır. Ancak bu ne ge­lişigüzel bir hitaptır, ne de rastgele bir hazırlık emridir. Âyetin üç hitap yö­nü söz konusudur:

1—  Devlete,

2—  Orduya,

3— Halka..

Devlete olan hitap yönü, idare eden kadronun bu konuda düzenli ve disiplinli bir ordu vücuda getirmesi ve bu orduyu çağın gelişen her türlü silahıyla donatıp en azından kuvvetler arasında dengeyi sağlar düzeye getirmesidir.

Orduya olan hitap yönü, iç ve dış düşmanlara karşı hem yeterince hazırlıklı olması, hem de çok uyanık bulunmasıdır. Zira Kur'ân'da belirtil­diği gibi, Müslümanların ve Allah'ın, biri bilinen, diğeri bilinmeyen iki ayrı düşmanı vardır, Bu gerçeği her zaman dikkatten uzak bulundurmamak ve bilinmeyen gizli düşmanı bilip tanımaya çalışmak devlet ve ordu için na­sıl bir kutsal görevse, öylece Müslümanlar için de bir görevdir.

Halka olan hitap yönü> çalışıp ekonomik gücünü artırmak, devletine yeterince vergi vermesini bilmek ve kazancının bir bölümüyle hem kendi bünyesinde sosyal adaleti kurmak, hem de orduya yardım ederek onun gücüne güç katmaktır. Âyetteki emir, «gücünüz yettiğince» tabiriyle ifâde edilirken bunun için bir sınırlama yapılmamış, günün şartlarına göre, her türlü hazırlığın yapılması belirtilmiştir.

Âyette ayrıca savaş için besili atlardan söz edilmektedir. Bu bir öl­çüdür ki, her çağın özelliğine ve teknik imkânlarına göre yorumlanabilir. Günümüzdeki teknik buluşlar ve güçlü silâhlarla birlikte ordunun artık at­larla değil, motorlu araçlarla kuvvetlendirilmesi ve bunun için yeterince teknik imkânların en verimli şekilde hazırlanması aynı hükmün kapsamına girmektedir. Zaten Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «kuvvet atmaktır» buyurur­ken, çok geniş ve o nisbette kapsamlı bir deyim kullanmıştır.

Konuyu şöyle özetlemek mümkün :

Kur'ân'da ilgili âyetle, disiplinli, güçlü ve günün savaş tekniğiyle do­natılmış bir ordunun varlığının, ekmek ile su kadar lüzumlu olduğu belir­tiliyor. Çünkü genellikle ordu denilince hatıra şu tarif gelir: Ordu, düşman istilasını durdurabilecek, savaşı ülkenin dışına çıkarabilecek ve gerekti­ğinde ülke içinde düzeni koruyacak bir kuruluştur, Kısacası ordunun var­lığı, savaş gerçeğine dayanır. Savaş ise, taraflardan herbirinin kendi İrâ­desini ve bazan kendi ideolojisini karşısındakine kabul ettirmeğe çalıştı­ğı silâhlı bir çatışmadır.

İslâm, fitne ve azgınlığı durdurmayı, insan hürriyetini, din ve vicdan hürriyetini, ahlâk ve namusu korumayı, ülkeyi istilâdan uzak tutmayı ve bunlara göz dikenler olunca, savaşmayı emreder,

Güçlü bir orduya sahip olan milletlerin, her zaman düşmanlarının önüne bir korku ve endişe şeddi kurdukları muhakkaktır. Âyette bilhassa bu noktaya parmak basılmaktadır, [124]

 

İslâm Barış Dinidir

 

«Eğer (düşmanlarınız) barışa meylederlerse, sen de ona yanaş, Allah'a güvenip dayan. Çün­kü Allah muhakkak işiten ve bilendir.»

Mealindeki âyetle İslâm'ın barıştan yana olduğu çok açık bir ifadeyle belirtiliyor. Zira Kur'ân'a göre, savaş son çaredir. Düşman barışa yanaş­tığı taktirde, İslâm barışa her zaman hazırdır. Onlar hıyanette bulunup and-laşmayı bozarlarsa, Müslümanlar da onu bozduklarını ilân ederler, ama hiçbir zaman hıyanette bulunmazlar. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimi­zin 10 yıllık Medine döneminde yapmış olduğu onun üstündeki savaşta sadece karşı taraftan 150-160 kişi öldürülmüş ve Müslümanlar da 90-100 kadar şehît vermişlerdir. Bu savaşların hepsi de şahlanan küfrün, fitne ve tuğyanın bastırılmasına, Allah isminin daha yüce, daha aziz tutulmasına yöneliktir. O nedenle insan kanının akıtılmaması için her türlü tedbire baş­vurulmuş, bütün önlemler alınarak mecbur kalınmadıkça silâh kullanıl­mamıştır.

İslâm'ın barışçı olduğuna bir diğer belge, Hudeybiye andlaşmasıdır ve bir de Medine'deki Yahudilere her türlü vatandaşlık haklarının tanınması, hazırlanan anayasaya bu hakların korunmasının yazılmasıdır. [125]

 

Kalbleri Birbirine Isındıran

 

«Müminlerin gönüllerini birbirine ısındırıp biraraya getiren de Odur. Eğer yeryüzünde bulunan her şeyi harcasaydın, yine de onların kalb-lerini birbirine ısındırıp biraraya getiremezdin. Ama Allah'tır ki, on­ların kalblerini birbirine ısındırıp biraraya getirmiştir. Şüphesiz ki O, çok güçlü, çok üstündür ve yegâne hikmet sahibidir.»

Çeşitli ırklara mensup, değişik dil konuşan, âdet ve gelenekleri ayrı olan İnsanları biraraya getirip kalblerini birbirine ısındırarak onları belli bir gaye uğrunda birleştirip bütünleştirmek mümkün müdür? Mümkünse, bu birleştirici faktör, ya da kader birliği ideali ne olabilir? Gerçi bu faktör, yalnız şudur, demek suretiyle dondurmak pek doğru bir teşhîs olmaz. Çünkü bazı ideal ve davalar -hak olsun, bâtıl olsun- farklı insanları biraraya getirip kader birliği etrafında toplayabiliyor. Ama bu ne dereceye kadar sağlıklı ve sürekli olabiliyor? Olaylar, aşın ırkçılıkla dinin toplayıcı, kader birliğinde birleştirici olduklarını göstermektedir. Diğer sebeplerin ise, daha çok kişisel ve toplumsal menfaatlara dayandığından kısa bir süre sonra sabun köpüğü gibi sönüp kaybolduğu görülmüştür.

Ancak ırkçılık duygusu da belli bir sınıra kadar varmakta, dinî duygu gelişince yavaş yavaş tavsayıp yönlendirici, birleştirici tesirini kaybet­mektedir. Çünkü İslâm ırk, dil, renk farkı gözetmez. İnsan unsurunu, in­san olduğu İçin lâyık olduğu yere oturtur. O bakımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz aşın ırkçılığın dinde yeri olmadığını şu hadîsleriyle çok net bi­çimde açıklama ihtiyacını duymuştur:

«İrkçılığa çağıran bizden değildir; ırkçılık üzerine savaşıp vuruşan da bizden değildir; ırkçılık üzere ölen de bizden değildir.» [126]

Bunun üzerine denildi ki:

  Ey Allah'ın peygamberi; ırkçılık nedir? Cevap verdi:

  Zulümde bulunmak üzere kendi kavmine yardımcı olmandır. «Sizin hayırlınız, günah işlemediği sürece kendi aşiretinden (şer ve saldırıyı) savmaya çalışan kimsedir.» [127]

«Kim kendi kavmine haksız yere yardımcı olursa, (bîr çukura) yuvar­lanıp kuyruğundan tutulup çıkarılmak istenen deveye benzer.» [128]

Nitekim tarih bu hadîslerin ne kadar isabetli olduğunu ortaya koymuş ve bazı kişisel çıkarların arayere girmesiyle ırkçılığın kan dökücü bir afet haline geldiği, bir zulüm aracı yapıldığı görülmüştür. Nazilerin hırçınlığı ve başkalarına hak ve hukuk tanımamaları, o yüzden yüz binlerce insanın canına kıyıldığı ve sonunun nereye vardığı, bunun en belirgin misallerin­den biridir.

O halde toplumu toplum yapan nedir?

Toplumu toplum yapıp onları birbirlerine ısındırarak bağlayan, pekiştirip bütünleştiren; her birine ferağat-i nefs duygu ve inancını kusursuz aşılayan Allah'a dosdoğru imândır. Mekkeli muhacirlerle Me-dineli ansarın kardeş olması, Resûlüllah'ın (A.S.) huzurunda köleyle emîrin yanyana oturması bunun en güzel örneklerinden biridir. Habeşli köleyle Kureyşli asilzadenin cami ve cemaatte omuz omuza vermesi ne ile yorumlanabilir? Kur'ân-ı Kerîm'de ırkçılığın değil, dinin lâhutî havasının insan­ları nasıl birbirine ısındırdığı şu âyette en yüksek ifadesini bulmuştur: «Eğer yeryüzünde bulunan her şeyi harcasaydın, yine de onların kalbleri-ni birbirine ısındırıp biraraya getiremezdin. Ama Allah'tır ki, onların kalb-lerini birbirine ısındırıp biraraya getirmiştir.»

Pakistan Millî Şâiri İkbal'in dediği gibi: «Yol kesenler, Kur'ân okuyup öğrenince yol gösterici oldular. Bu kutsal kitaptan çıkardıkları ilâhî hü­kümlerle nice büyük kütüphaneler kurdular. Birbirleriyle amansız şekilde savaşanlar Allah sevgisinin çatısı altında bir aile haline geldiler; kan dö­kenler, rahmet ve ilim yaymaya yöneldiler.»

Kur'ân'ın bu feyizli havasının dışında kalan ve medenî geçinen birçok milletlerin millî yapısında hâlâ siyah-beyaz kavgası veya ayrımı sürmekte ve o yüzden birçok işkencelere başvurulmaktadır. Yine Kur'ân'ın hayat veren pınarından mahrum yetiştirilen genç kuşaklar, uyuşturucu mübtelâsı olmakta, hem ahlâkını, hem de sağlığını kaybetmektedirler.

Hz. Muhammed'in (A.S.) tezgâhında şekillenmeyen milletler, diğer za­yıf ve güçsüz milletleri durmadan sömürmekte ve soğuk harbi devam et­tirerek harp sanayiini çalıştırmaktadırlar.

Millî Şâirimiz M. Akif ERSOY ne güzei söylemiştir!

«Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır, Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır. Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfi Yezdan'ın.. Ne irfanın kalır tesiri katiyyen, ne vicdanın..» [129]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

_ Yukarıdaki âyetlerle, Kitap ehlinin bölücü, bozucu, dağıtıcı tavırları kı­nandı. İslâm'ın birleştirici, barıştırıcı özelliği açıklanarak Muhacirle Ansan, köleyle asilzadeyi, zenginle fakiri nasıl kaynaştırıp kardeş yaptığı misal verildi ve aynı zamanda hiçbir faktörün hak din kadar birleştirici olamıya-cağına atıflar yapıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, İslâm düşmanları ne kadar kötü düşünürlerse dü­şünsünler, mü'minler Tevhît İnancı odağında bütünleştiği taktirde Allah'ın onlara mutlak yardımcı ve yeterli olacağı müjdeleniyor, sonra da imân gü­cünün üstünlüğü üzerinde durularak kuvvetler arasındaki farka dikkatler çekiliyor. [130]

 

Meali:

 

64—  Ey Peygamber! Allah sana da, sana uyan mü'minlere de yeter.

65— Ey Peygamber! Mü'minleri savaşa tahrik ve teşvîk et. Sizden sabreden yirmi kişi olursa, ikiyüz kişiyi yenip alteder. Sizden yüz kişi olur-

sa, o küfredenlerden bin kişiyi yenip alteder. Çünkü onlar (hakkın gücü­nü, ilâhî kudretin üstünlüğünü) idrâk etmez anlayışsız bir topluluktur.

66—  Ama şimdi Allah, sizden yükü hafifletti ve sizde bir zaaf oldu­ğunu bildi. Sizden sabreden yüz kişi olursa, -Allah'ın izniyle- ikiyüz kişiyi yenip alteder. Sizden bin kişi olursa, -Allah'ın izniyle- ikibin kişiyi yenip alteder. Allah sabredenlerle beraberdir.

67— Hiç bir peygambere yeryüzünde ağır basıp zafer elde etmedik­çe esirler edinmesi uygun olmamıştır. Siz, dünya malını istiyorsunuz. Al­lah ise âhireti (elde etmenizi) istiyor. Allah çok üstündür ve yegâne hikmet sahibidir.

68— Eğer Alfah tarafından yazılı bir hüküm geçmiş olmasaydı, her­halde aldığınız (fidye)den dolayı size büyük bir azap dokunurdu.

69—  Artık elde ettiğiniz ganimetlerden helâl ve temiz olarak yeyin. Allah'tan korkup (kötülüklerden) sakının. Şüphesiz ki Allah çok bağışla­yan, çok merhamet edendir.

 

İniş Sebebi                                                                            

 

Hafız Bezzar'ın İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı rivayete göre, bu âyet Mekke'de inmiş, ama Medine'de inen âyetler arasına konulmuştur. Hz. Ömer (R.A.) İslâm'a girince, müşrikler, «Müslümanlar bugün bizden cid­den intikam aldılar!» diyerek hayıflandılar. Bunun üzerine 64. âyet indi.

Taberânî, Ebu'ş-Şeyh ve İbn Murdeveyh'in İbn Abbas'dan (R.A.) yap­tıkları diğer bir rivayete göre, Peygambere (A.S.) inanıp İslâm'a girenler 39 kişiyi bulmuştu. Hz. Ömer (R.A.) İslâm'a girince bu sayı 40'a ulaştı. O sebeple yukarıdaki âyet indi. [131]

Buharî kendi tarihinde, Beyhakî kendi Sünen'inde İbn Abbas (R.A.)dan yaptıkları rivayete göre, «Sizden sabreden yirmi kişi olursa, ikiyüz kişiyi yenip alteder.» mealindeki âyet inince, bu, mü'minlere biraz ağır geldi. Zi­ra bir kişinin on kişi önünden kaçmaması gerekiyordu. O nedenle 66. âyet indirilerek mü'minlerin bu yükü hafifletildi. [132]

 

Kuvvetler Arasında Denge

 

«Sizden sabreden yüz kişi olursa, Allah'ın izniyle ikiyüz kişiyi yenip alteder....»

Allah'a inananlarla inanmayanlar arasındaki kuvvetler dengesi üze­rinde duruluyor. Ancak sözü edilen dengenin sadece sayı ve silah bakı­mından değil, manevî güç itibariyle de önem taşıdığı belirtiliyor. Öyle ki, düşman tarafı Allah'a, âhirete, ebedî saadete ve hak dine inanmıyor; sade­ce istilâcı bir kuvvet olarak dünyevî amaçlar uğruna savaşıyorlar. Gerçek bu olunca içlerinde birçok askerin ve onları sevk ve idare eden kuman­danların ölümü küçümsememesi, öldürülmemek için her şeyi hesaba kat­ması unutulmamalıdır. İnananlar ise, onların aksine Allah yolunda, fazilet ve ahlâk uğrunda savaştığını bilmekte, şehitlik mertebesinin özlemini çek­mekte ve ölümden korkmamaktadırlar. Çünkü mü'minlerin inancına göre, ölüm bir son değil, sonsuz ve kalıcı bir hayata kapı açmak için bir dönüm­dür. Üstelik iyi niyet ve samimi bir imânla savaşan kimse şu iki büyük mü­kâfattan mutlaka birine mazhar olacaktır: Ölürse şehitlik mertebesine yükselip Allah yanında yüksek derecelere lâyık görülecek; sağ kalırsa ga­zilik şerefiyle hayatına renk, ruhuna mânâ, âhiretine büyük ecir katmış olacaktır. O bakımdan gerçek mü'min savaşta hiçbir endişe duymadan küfrü alt etmeye çalışır, ölüm onun içinde çok geri plânlarda kalır.

İşte bu iki değişik inanca ve düşünceye sahip olan iki ordu arasın­daki kuvvet dengesi, ona karşı bir, bine karşı yüzdür. Nitekim gerek Bedir savaşındaki zahirî dengesizlik, gerekse Yermuk ve Mute savaşlarındaki belirgin fark bu oranın haklılığını ortaya koymuştur. İstiklâl mücadelemiz ise bunun açık belgesi ve parlak bir misali olarak tarihe geçmiş bulunu­yor.

Ne var ki, Kur'ân-ı Kerîm 1/10 oranını ortaya koyunca ashab-ı kiram­dan bir kısmı endişelenmiş, silâh ve teçhizat, sonra da sayı ve diğer im­kânlar bakımından zayıf durumda bulunduklarını düşünerek düşmana kar­şı böylesine açık bir farkla savaşmanın doğuracağı zorlukları göz önüne getirip bu ağır yükün biraz hafifletilmesini dilemişlerdi. Çünkü onlar sa­vaşta düşmana karşı koyamıyarak geri çekilmenin büyük bir günah oldu­ğunu çok iyi biliyorlardı. Sonra Cenâb-ı Hak bu ağır yükü onların üzerin­den kaldırdı, ihtiyarî duruma getirdi ve bire iki nisbetini zorunlu kıldı.

Allah, mü'minlerin, böylesine çok farklı iki kuvvetin karşılaşmasına zaman zaman dayanamıyacaklanni bilmiyor muydu? Elbetteki biliyordu. Burada önce ağır bir yükü koymakta psikolojikman bir tedirginlik doğur­mak, sonra onu kaldırıp hafifini getirmek suretiyle o tedirginliği sevince çevirmek söz konusudur. Böylece âyetin delâlet ettiği hüküm meseleyi ke­sin sonuca bağlamakta, bire iki nisbeti sağlanmayıp büyük bir farklılık orta­ya çıktığında, mü'minlerin fazla zayiat vermeden geri çekilmelerinde bir sa­kınca olmadığına delâlet etmektedir. Sonuç olarak İslâm askeriyle düşman askeri arasında sayı bakımından kuvvet dengesi bire iki oranında gös­terilerek Allah'a ve Âhiret'e inanmanın bu dengede nüzım rol oynayacağı­na işaret edilerek manevî gücün önemine parmak basılmaktadır.

Onun için Allah, Peygamberimize (A.S.) İslâm mücahitlerinin kalbine ve kafasına sürekli olarak savaşın anlam ve hikmetini aşılamasını emret­mekte ve böylece imân cephesinin her an savaşa hazır durumda bulun­masının sağlanmasını murat etmektedir. [133]

 

Esir Konusu Savaşla Bağlantılıdır

 

«Eğer Allah tarafından yazılı bir hüküm geçmiş olmasaydı, herhalde aldığınız (fidye)den dolayı si­ze büyük bir azap dokunurdu.»

Mealindeki âyetle, düşmandan esir almanın ve karşılığında kurtuluş akçesi alıp serbest bırakmanın bütünüyle savaşla ilgili bir hüküm olduğu üzerinde duruluyor.

İslâm sudan sebeplerle ve ciddi bir savaş ortada yokken, düşman ta­rafından birtakım hile ve entrikalarla esir elde etmeyi hoş karşılamaz ve buna cevaz da vermez. Çünkü İslâm, insanları öldürmek, esir ajmak, kö­le gibi çalıştırmak, kişilerin hürriyetlerini ellerinden almak için değil, insan­lara hak ve hürriyet, huzur ve güven vermek için Allah tarafından seçilip beğenilen en son dindir ve Allah'ın insanlara geniş rahmetini yansıtan en son mesajıdır.

O nedenle en fırtınalı günlerde ve bütünüyle İslâm aleyhine harcan­ması düşünülen, Şam'dan hareket ettiği ve Medine yakınlarına geldiği öğ­renilen, kırk kişinin muhafazası altında Mekke'ye götürülmekte olan tica­ret kervanı, İslâm'ın geleceği ve selâmeti bakımından ele geçirilip yağma edilmesi gerektiği haide, Cenâb-ı Hak, bu plânı değiştirmiş ve Mekke'­den hareket eden bin kişiye yakın bir düşman askeriyle savaşmanın da­ha olumlu sonuçlar vereceğini dilemişti. Sonuç O'nun dilediği gibi tecelli etmişti. Çünkü İslâm'ın ilk yıllarında, yani daha yeni bir şehir devleti kur­muş bir ümmetin ilk adımda, İslâmiyet aleyhine kullanılacağı kesinlikle bilinmesine rağmen müşriklere ait ticaret kervanını ele geçirmesi, muha­fızlarından kimini öldürüp kimini esir etmesi, bu dinin hikmetiyle pek uyum sağlamıyordu. Hem ileride bu İslâm aleyhine yıkıcı bir propaganda aracı olarak kullanılacaktı. Ashab-ı Kiram, Mekkeli müşriklerden çok işkence gördükleri, birçok hakaretlere mâruz kaldıkları için daha çok o kervanı ele geçirmeyi ve muhafızlarını esir edinmeyi arzu ediyorlardı. Oysa bu da­ha çok hissi idi, öyle olduğu için de İslâm'ın yüce hikmetine biraz ters dü­şüyordu. O nedenle tefsir ve siyer âlimlerinden önemli bir kısmına göre

«Hiçbir peygambere yeryüzünde ağır basıp zafer elde etmedikçe esirler edinmesi uygun ve lâyık olmamıştır. Siz, dünya malını istiyorsunuz; Allah ise âhireti (elde etmenizi) istiyor. Allah çok üstündür ve yegâne hikmet sa­hibidir.» mealindeki âyet mü'minleri uyarmak, gerçek kıstası, öğretmek ve İslâm'ın yüce amacını belirtmek üzere inmiştir. [134]

 

Allah Âhireti Elde Etmenizi İstiyor

 

Dünya hayatını gayesine uygun değerlendirdiğimiz nisbette Âh i ret ha­yatını lehimize hazırlamış oluruz. Zira bu iki değişik hayat, birbirini tamam­lamakta ve asıl amacına çevirmektedir.

Müfessirierden çoğuna göre, Sahîh-i Müslim'in Hz. Ömer (R.A.)den ve diğer bazı hadîs ve siyercilerin İbn Abbas'dan (R.A.) yaptıkları rivayette deniliyor ki:

«Bedir savaşında Allah'ın izniyle Müslümanlar galip gelerek hayli esir elde etmişlerdi. Bunun üzerine Resûlüllah {A.S.} Efendimiz en yakın ar­kadaşları Ebû Bekir ile Ömer'i (Allah ikisinden de razı olsun) çağırıp ko­nuyu görüştü. Onlara : «Bu esirler hakkında görüşünüz nedir?» diye sor­du. Ebû Bekir (R.A.) kendi görüşünü şöyle açıkladı: «Ey Allah'ın Peygam­beri! bunlar bizim amcazadelerimiz ve yakın aşiretimizdiier. Onlardan fid­ye alıp salıvermemizi ve o fidye ile onlara karşı kuvvet kazanmamızı uy­gun görüyorum. Umulur ki Allah ileride onları doğru yola eriştirir.» Hz. Ömer ise görüşünü şöyle belirtti: «Ben, Ebû Bekir gibi düşünmüyorum. Bana kalırsa, bize imkân ve izin ver de bunları kılıçtan geçirelim. Zira bun­lar küfrün ileri gelenleridirler.» Resûlüllah (A.S.) Efendimiz daha çok Ebû Bekir Sıddîk'ın görüşüne meyletti.

Hz, Ömer (R.A.) devamla diyor ki: «Ertesi günü geldiğimde Resûlül­lah (A.S.) Efendimizle Ebû Bekir Sıddîk'i ağlar vaziyette buldum. Dedim ki: «Ya Resûlellah! neden ağlıyorsunuz, öğrenmek istiyorum? Gerekirse ben de sizinle birlikte ağlarım.» Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöy­le buyurdu : «Senin arkadaşlarının fidye istemelerinden dolayı kendilerine verilecek azap şu karşımdaki ağaçtan daha yakın bana arzolundu. Onun için ağlıyorum!» Çok geçmeden 67. âyet indi ve o ashabın bağışlandığı açıklandı.» [135]

 

Savaşın Daha Büyük Hikmeti Vardır

 

Savaş anında hep esir edinmeyi, fidye almayı, ganîmet elde etmeyi düşünmek, mücahitleri savaşın gerçek amacından saptırabilir. O halde

İslâm tarafı zaferi tam manasıyla elde ettikten sonra, bunlar ikinci, üçün­cü plânda kalan meselelerdir. Savaş esnasında esir, ganimet ve fidye gi­bi dünyalıkla kalbi meşgul etmek, savaşı kaybetmeye ve elim bir sonuca da neden olabilir. Âyet bir bakıma bu inceliğe işaret etmektedir.

Nitekim savaş neticesinde ele geçirilen ganimetlerin helâl ve temiz olduğu belirtilerek bu hususta acele edilmemesi hatırlatılıyor. [136]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

«Ağır basıp zafer elde etmek» ile çevirisini yaptığımız «yüshine» fiili, is hân kökünden türetilmedir. İshan üzerinde farklı yorumlarda bu­lunanlar olmuştur. Onları şöyle özetleyebiliriz ;

a)  Tabiîn'den  Mücahit ve arkadaşlarına göre, çokça öldürüp kesin sonuç almaktır.

b)  Kahredip öyle öldürmektir.

c} Savaşta sabit bir yer tutup ağırlık ve üstünlük sağlamaktır.

d)  Kuvvet ve şiddeti bütün haşmetiyle ortaya koymaktır.

e)  Ağır basıp zaferi elde etmektir.

Bu yorumlardan Kur'ân-ı Kerîm'in genel kaidesine, İslâm'ın amaç ve hikmetine en uygun olanı (e) maddesidir. [137]

 

 

Her Hâl Ü Kârda Allah'tan Korkmak

 

Savaşa başlarken de, ona karar verirken de, düşmanı mağlup ederken de Allah'ın sonsuz kudretini düşünüp adaleti, insafı elden bırakmamak, ganimet ve esir hususunda çok dikkatli olup Allah'tan korkmak, meşru sınırları aşmamak gerekir. Aksi halde savaş amacından saptırılmış olur ki, o da Allah'ın hiçbir zaman hoşuna gitmez.

Meşru bir işe başlarken iyi duygu ve düşüncelerle başlanırsa, sonucu da iyi olur. Bunun için iyi niyet hâlis amele, hâlis amel doğru neticeye götürür. Kötü niyet kötü sonuç doğurur.

O bakımdan 69. âyetle ganimete cevaz verilirken çok veciz bir ifade kullanılarak hemen arkasından «Allah'tan korkunuz» emri yer almıştır. Çünkü Allah korkusu her şeyin gerçek ölçüsü ve amaç ile hikmetin başı­dır. [138]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle savaşın hikmetine işaret edildi. Ganimet ve esir hakkında ilâhî hüküm açıklandı ve rasgele zamanlarda esir edinmenin, ganîmete heveslenmenin meşru olmadığına atıfta bulunuldu. Her husus­ta Allah'tan korkmamız emredildi.

Aşağıdaki âyetlerle elde edilen esirlere İslâm'ın hoşgörü kapıları açık tutulurken yakın gelecekte çoğunun İslâm'a gireceğine işaret ediliyor. Sonra da İslâm'ın yüksek merhamet ve lûtfuna karşılık esirler hainlik yap­mak isterlerse, neticenin kendileri için hiç de iyi olmayacağı hatırlatılıyor ve daha önce Mekke döneminde yaptıkları hainliğin kendilerine çok pa­halıya mal olduğu açıklanarak Allah'ın bu yolda Peygamberine geniş im­kân verdiğine, o kadar ki, müşrikleri imha edebileceğine, buna rağmen im­ha etmediğine dikkatleri çekiliyor.

Sonra da yurtlarını Allah yolunda terkedip hicret edenlerle, onları ba­rındırıp kardeş edinen Medineliler övülüyor. Henüz hicret etmeyip küfür diyarında kalanların lehlerine hiçbir velayet ve sorumlulukları yoktur, Ancak gerektiğinde, şartlar elverdiğinde onlara yardım etmenin önemli olduğu üzerinde duruluyor.

Sonra da mirasta dostlara, din kardeşlerine değil, hısımlara öncelik tanınmasının lüzumu belirtiliyor. [139]

 

Meali:

 

70— Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah sizin kal­binizde bir hayır (imân ve irfan ortamı) bulunduğunu bilirse, sizden alına­nın daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

71__ Sana hıyanette bulunmayı istiyorlarsa (üzülme), onlar bundan

önoe Allah'a da hıyanet etmişlerdi. Allah da onlara karşı (sana) imkân ve güç verdi. Allah her şeyi lâyıkıyle bilendir; hikmet sahibidir.

72—  Onlar ki inanıp hicret ettiler ve mallarıyla canlarıyla Allah yo­lunda savaştılar ve onlar ki (hicret edenleri) barındırıp yardımda bulundu­lar, işte bunlar birbirlerinin dostu ve yârıdırlar. Onlar ki inandılar ama hic­ret etmediler, üzerlerinde -hicret etmelerine kadar- lehlerine hiçbir vela­yetiniz yoktur. Bununla beraber dinde sizden yardım isterlerse, sizinle ara­larında kesin anlaşma bulunan bir cemaat dışında onlara yardım size ge- ' rekir. Allah yapageldiğiniz şeyleri görmektedir.

73—  İnkâr edip küfre sapanlar ise birbirlerinin dost ve yârıdırlar. Eğer böyle yapmaz (birbirinize dost ve yakın olmaz)sanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat meydana gelir.

74—  İnanıp hicret edenler ve Allah yolunda savaşanlarla (onları) ba­rındırıp yardımda bulunanlar (var ya), işte onlar gerçekten mü'minlerdir. Onlar için mağfiret ve bol bereketli rızik vardır.

75— Bunlardan sonra inanıp hicret edenler ve sizinle beraber (Allah yolunda) savaşanlar ise, işte onlar sizdendir. Ulu'f-erhâm (olan hısımlar) ise Allah'ın kitabına göre birbirine daha yakındırlar. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilir.

 

İniş Sebebi

 

Mekke müşrikleri, Resûlüllah (A.S.) Efendimize karşı çıkıp savaşmak üzere hareket ettikleri zaman aralarında Peygamberimizin amcası Abbas'ın da bulunduğu on kişilik bir grup, Müslümanlarla savaşacak askerin yiye­cek ihtiyaçlarını karşılayacaklarını taahhüt etmişlerdi.

Bedir savaşında müşrikler umdukları neticeyi elde etmek şöyle dur­sun, feci bir hezimete uğrayınca, tesadüfen o günkü masrafı, diğer bir ta­birle erzakı karşılama sırası Hz. Abbas'a gelmişti. Tabii ki o bunu yerine getirmeye fırsat bulamamış ve esir düşenler arasında kendini bulmuştu. Hıvayete göre, o gün için Hz. Abbas taahhüt ettiği erzakı karşılamak için yanında 20 okıyye altın bulunduruyordu ki, İslâm mücahitleri onu ganîmet olarak ele geçirdiler. [140]

Esirleri fidye karşılığı serbest bırakma kararı alınınca, Hz. Abbas, Resûlüllah (A.S.) Efendimize müracaat ederek, kendisinden ganîmet ola­rak alınan 20 okıyye altının, fidye sayılmasını istedi. Resûlüllah (A.S.) onun bu teklifini kabul etmedi ve : «Bizim aleyhimize kullanmak üzere getirdi­ğin bir şeyi sana bırakamayız. Sen hem kendi, hem de biraderzaden Akil ile Nevfel'in fidyelerini öde!» buyurdu. Hz. Abbas, «Ya Muhammed! beni Kureyş'ten dilenecek bir duruma mı düşürmek istiyorsun?» diyerek sız­landı. Hz. Peygamber (A.S.) ona : «İyi ama Mekke'den ayrılacağın sırada eşin Ümmulfazl'a saklaması için teslim ettiğin altınlar nerede? Sen eşine: Bize bu seferimizde neler olacak, başımıza neler gelecek bilemiyoruz. Şa­yet başıma bir şey gelirse, bu altınlar sana, Abdullah'a, Ubeydullah'a ve Fazl'adır, aranızda taksîm edersiniz, demedin mi?»

Peygamberimizin (A.S.) bu haberi üzerine Hz. Abbas şaşırdı ve:

  Ey kardeşimin oğlu! bunu nereden biliyorsun?

  Rabbım bana haber verdi, diye cevapladı.

— Artık senin doğru olduğuna ve Allah'tan başka ilâh bulunmadığına şehadet ediyorum. Sen gerçekten Allah'ın kulu ve Peygamberisin. Çünkü bu olayı, Allah'tan başka bilen yoktu. Ben gecenin karanlığında o altın­ları eşime vermiştim. Bizi Allah'tan başka gören ve işiten bir kimse yok­tu, diyerek İslâm'a girdi. Sadece kendisi imân etmekle kalmadı, biraderza-deleri Akîl ile Nevfel'e, İslâm'a girmelerini emretti. Onlar da Müslümanlığı kabul ederek Keiime-i Şehadeti getirerek imân ettiler. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [141]

 

İlgili Hadisler

 

«Mekke'nin fethinden sonra artık hicret yoktur. Yalnız cihat amacı ve iyi niyetle birtakım faziletler elde etmek için (Mekke'den) çikılabilir. O hal­de cihada çağrıldığınızda hemen icabet ediniz.» [142]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Bedir günü şöyle buyurmuştu :

«Ben biliyorum ki, Hâşim oğullarından ve diğerlerinden bazı kişiler istemiyerek savaşa çıkmışlardır. Zira onların bizimle savaşmaya ihtiyaç­ları yoktur. O halde sizden kim Hâşim oğullarından birine rastlarsa öldür­mesin. Ebû'l-Buhturî (veya Bahterî) b. Hişâm'a rastlayan onu öldürmesin; Abbas b. Abdülmuttalib'a rastlayan da onu öldürmesin. Çünkü bunlar is­temiyerek evlerinden çıkmış bulunuyorlar.» [143]

«Ayrı milletten (dinden) olanlar birbirlerine vâris olamazlar: Ne Müs­lüman kâfire vâris olabilir, ne de kâfir Müslümana vâris olabilir.» [144]

«Müslüman, kâfire vâris olamaz, kâfir de Müslümana vâris ola­maz.» [145]

 

Allah Yolunda Hicret Edenler

 

 «Onlar ki ina­nıp hicret ettiler ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda savaştılar....»

Birçok kimseler inkâr fırtınası içinde nefis ve şehvetine mağlup olarak bir ömür tüketmeye çalışırken, peygamberlik güneşinin aydınlatıcı ve ısı­tıcı füyuzatına kalb ve kafasını açan bir avuç bahtiyar insanın ortaya koy­dukları fedâkârlık ve ferağat-i nefs, kıyamete kadar inanan bütün insan­lara örnek ve model olarak miras kalmıştır.

Allah'ı bilip kemal sıfatlarını tanımak ve gönül yatışkanlığı içinde imân etmek, şüphesiz ki en üstün vergi, en büyük nîmet ve en yüksek şereftir. Ancak bunun külfeti de o nisbette ağır ve yorucudur; ona katlanmak ge­lişen bir basiret ve irfan işidir. Hemen belirtelim ki, böyle bir basiret ve irfan az insanlarda mevcuttur.

Kur'ân, kendini bu düzeye getirmiş bahtiyar insanları yer yer övmek­te; ilâhî hoşnutluğun tatlı ve serin havasını onlardan yana estirmektedir. Konuyu özetliyecek olursak, ashab-ı kiramı ve onların yolunda yürüyen­leri daha iyi tanımış oluruz :

a) Herkes Resûlüllah (A.S.) Efendimize muhalefet edip düşmanlığını açığa vurmaktan çekinmezken, mü'minlere işkenee etmekte birçok beyin­siz yarışırken, onlar misal aramadan kendilerini nübuvvetkı rahatlatıcı ku­cağına atmasını bildiler.

b)  İnandıkları din uğruna aç kaldılar, işkence gördüler, eza ve cefa­lara maruz bırakıldılar; ama bütün bunlar onların uncak imân ve teslimi­yetini artırmaya yaradı.

c)  Allah ve Peygamber'in hoşnutluğuna ermek için yakınlarını, evle­rini ve mülklerini terketmekte tereddüt göstermediler. Önce Habeşistan'a, sonra Medine'ye hicret ettiler.

d)  Dâvanın büyüklük ve yüceliğini kavrayıp himmetlerini biraraya ge­tirdiler, İmân aşkıyla din kardeşliğini kurdular. Vasıtanın küçüklüğüne bak­mayarak küfrün, ahlâksızlığın ve azgınlığın karşısına çıkıp bir set oluştur­maya çalıştılar. Sonunda Allah'ın dilediği en  kalıcı medeniyet bayrağını insanlık burcuna diktiler.

İşte bu insanlar ebediyen övülmeye, örnek alınmaya lâyık görülmüş ve Allah kendi kitabında onlardan bahsederek sonraki insanlara ışık tut­muştur.

İlgili âyetle ashab-ı kiramın bu vadideki fedakârlığından söz edilerek gerçek dostların, dost edinilmeye lâyık olanların vasıfları ve özellikleri or­taya konmuştur.

Allah yolunda hicret edenler genellikle üç tabakaya ayrılır:

1—  Medine'ye hicret edenler. Bunlara «ilk muhacirler» denilir.

2—  Daha önce Habeşistan'a, oradan da Medine'ye hicret edenler. Bunlara «ashab-ı hicreteyn» yani iki hîcret sahibi olanlar, denilir.

3—  Hudeybiye andlaşmasından sonra, Mekke'nin fethinden önce hic­ret edenler.

Bunlar derece bakımından İlk iki gruptan  biraz farklı sayılırlar,

Böylece Mekke fethedildikten sonra artık hicret sona ermiştir. Onun fazîletine erişme imkânı ortadan kalkmıştır. [146]

 

Medine'deki Ansar

 

Onlar, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e ülkelerinin ve evlerinin kapılarını açarak O'nu bağırlarına bastılar, gönülden inanıp yardımcı oldular. O ne­denle «ansar» ismine lâyık görüldüler. Öyle ki, Mekke'deki evini, eş­yasını, mülkünü ve hısımlarını terkedip din ve vicdan hürriyetine saygı gösterilen bir ülke ararken Medine'ye davet edilen cefakâr mü'minler, her şeylerini geride bırakıp kalblerinde imân ve irfanlarını, gönüllerinde Allah ve Peygamber sevgisini taşıyarak ekmek torbasıyla su kırbasını hâmil ol­dukları halde Medine'ye geldiklerinde, ansar tarafından derin bir sevgi ve hayranlıkla karşılandılar, onları kardeş edinerek gönül dostu seçildiler.

İşte böylesine bir asalet örneği ve fedakârlık misali sergileyen Medi-neli mü'minler elbetteki her zaman övülmeye lâyık insanlardır. İlgili âyetle onların o güzel halinden, insancıl duygularından ve yardımseverliklerinden övgüyle bahsedilmektedir. [147]

 

İnanmayan Müşrikler, Birbirlerinin Dostlarıdır

 

«İnkâr edip küfre sapanlar ise, birbir­lerinin dost ve yarıdırlar.»

Kur'ân bu hususu belirtirken çok önemli bir noktaya parmak basıyor ve eğer siz inananlar kaynaşıp birbirinize dost ve destek olmazsanız; bir­birlerinin dostu ve yoldaşı olan inkarcılar yeryüzünde sizi perişan edecek bir fitne ve büyük bir fesat çıkarmaktan bir an olsun geri kalmazlar. O za­man, daha önce organize edilmedik bir halde kalan fertlerin imânı fitneyi önleyemez. Çıkacak olan fitne ve fesat hepsini yutup mahvedecek bir fe­lâkete dönüşebilir.

İlgili âyetle bu felâketin sinyali verilerek şu uyarı yapılıyor: «Eğer böyle yapmaz (birbirinize dost ve yakın olmaz)sanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat meydana gelir.»

Ashab-ı kiram bu emir ve uyarıya kulak verip uyarak, kurdukları dost­luk ve kardeşliği, birbirlerine mirasçı olacak bir dereceye vardırdılar. Son­ra 75. âyetle hısımların mirasçı olacağı belirtilerek dostluk ve din kardeş­liğinden dolayı mirasçı olma hükmü kaldırılmıştır.

Peygamber (A.S.) Efendimizin yüksek terbiye mektebinde yetişen mü'minlerin geliştirdiği dostluk, şüphesiz ki, her türlü ölçü ve taktirin üs­tünde bir anlam taşımaktadır. İnsanlık tarihinde bilmem bunun bir benzeri var mıdır?

O terbiyeden mahrum yetişen insanların ise, birbirlerini nasıl sömü­rüp kemirdiklerini her gün gözlerimizle görmekte, kulaklarımızla duymak­tayız.

Tefsirini burada bitirme imkân ve lûtfuna eriştiğimiz Enfâl sûresinin özetini vermek suretiyle okuyucularımıza bir kolaylık sağlamayı düşün­dük. Rabbım niyetimizi hâlis, amelimizi makbul eylesin!

1— Toplum düzenini en doğru, en iyi esaslara bağlayıp sağlam te­meller üzerine oturtma telkin edilir.

2— Azgın inkarcıların çokluğuna ve kötü davranışlarına karşı, Allah'­ın kendi Peygamberine yeterli olduğu bildirilir. Bununla Allah'ın hep hak­tan ve doğrudan yana olduğu açıklanır.

3— Aralarında Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed  (A.S.) bulundu­ğu sürece, Allah'ın müşriklere azap etmiyeceğine dikkatler çekilir.

4—  Hz. Peygamberin (A.S.) savaş için bütün tedbirleri alıp belli bir çizgiye geldikten sonra Allah'ın yardımını dilediği ve o sebeple meleklerin yardıma gönderildiği anlatılır.

5—  Hz.  Peygamberle  (A.S.) emir ve nehiy konularında tartışmanın çirkin bir davranış olduğu belirtilir.

6— Tedbir alındıktan sonra Allah'a güvenip dayanmanın önemi ve ya­rarı üzerinde durulur.

7— Zulüm ve tuğyanın eninde sonunda yıkılıp mahvolmaya  namzet

bulunduğu hatırlatılarak birtakım misaller verilir.

8—  Mal ve çocukların birer imtihan ve deneme araçları oldukları, çok duyarlı ve veciz bir ifadeyle işlenir.

9—  Milletler ilâhî nimetlere erişmekle beraber azıp inkâra ve nankör­lüğe saparlarsa, Allah'ın onlar hakkındaki hükmü değişir.

10— Müslümanlara, düşmanlarına karşı günün şartlarını da dikkate almalarıyla birlikte yeterince hazırlanmaları ve bu hususta imkânlarını or­taya koymaları emredilir.

11—  İslâm'da barışın yeri ve önemi üzerinde durulur.

12— Yapılan anlaşma ve andlaşmalara bağlı kalınması, andlaşmayı bozan düşmana karşı yine de hıyanette bulunulmaması ve sadece andlaş­mayı bozduklarını ilân etmeleri bildiriliyor.

13— Din ve vicdan hürriyetine saygı gösterilmesi,  insan  haklarının korunması üzerinde duruluyor, birtakım tavsiyeler yapılıyor.

14— Bilhassa savaş esnasında mü'minlerin tartışma ve sürtüşmeden kesinlikle kaçınmalarının gereği belirtiliyor, buna uymayanların kendilerini düşmana karşı güçsüz bir duruma getireceklerine atıflar yapılıyor.

15— Savaşsız esir edinmenin yasak olduğu açıklanıyor, ancak isten­mediği halde son çare olarak savaşa başvurulduğu ve üstünlük sağlandı­ğı taktirde esir ve ganimet elde etmenin doğru olabileceği hükme bağla­nıyor.

16—  Fedakâr ve cefakâr mü'minlerin dostluk ve kardeşlikleri övülüyor, aynı zamanda gelecek bütün kuşaklara en güzel örnek olarak takdim ediliyor.

Bu sûrenin de tefsirine bizi muvaffak kılan Allah'a hamd-u senalar; Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.) salât ü selâmlar olsun. [148]

 

 



[1] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2317.

[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2321.

[3] Taberânî : Haris b. Mâlik  (R.A.)den

[4] Buharî-Müslim-Ahmed :   3/61

[5] Müsned-i Ahmed :   3/50

[6] Tirmizî/cennet:   4, menakıb:   1

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2321-2322.

[7]

[8] Bakara sûresi:   260

[9] Nesâi/nisâ:   1.  Müsned-i  Ahmed:   3/128,  199,  285

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2323-2324.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2324-2325.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2325.

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2325-2326.

[14] Sahîh-i Müslim/cihad :   51-  Tirmizî/tefsir:   308-  Ahmed:   1/30,  32

[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2327-2329.

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2329-2330.

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2330.

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2330-2331.

[19] Lübabu't-te'vîl  -   Ahmed :   1/30,  32

[20] Sahîh-i   Buhari/mağazî :   11

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2332.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2333.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2333-2334.

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2334-2335.

[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2335.

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2335-2336.

[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2336-2337.

[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2337.

[28] Buharî/vasaya: 23- Müslim/iman: 144- Taberânî/hudud: 44, muharibin: 30-  Ebû Dâvud/vasaya:   10

[29] Taberânî :  Sevbân  (R.A.)den merfuân rivayet etmiştir.

[30] îbn  Kesîr :   2/295

[31] Müsned-i Ahmed :  Abdullah b. Sa'lebe'den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2339-2340.

[32] Ebû Dâvud/cihad :   82-  tbn Mâce/cihad:   25-  Ahmed:   1/294, 299

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2340-2341.

[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2341-2342.

[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2343.

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2344.

[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2344-2345.

[37] Muhammed   (A.S.)   Sûresi :   16

[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2345-2346.

[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2346.

[40] Buharî:  Ebû Saîd el-Muallâ "(R.A.)den

[41] Müslim/kader:  17- tbn Mâce/duâ:  2- Ahmed: 2/168-3/112, 257

[42] Buharî/tevhîd:   11-  Ahmed:   2/168,  173

[43] Ebû Dâvud :   Cerîr b. Abdullah  (R.A.)den

[44] Buhari/fiten:   9, menakıb:    25-   Müslim/fiten:    10.    13-   Tirmizî/fiten: 29- Ahmed:   1/169,  185- 2/282, 408

[45] Ebû Dâvud/melâhim :   16- Tirmizî/fiten:  9- Ahmed:  5/388, 390, 391

[46] Sahih Buharî/§irket:  6. şehadet:  30- Tirmizî/fiten:   12- Ahmed:  4/268, 'tın,   270,   273

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2347-2349.

[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2349-2350.

[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2350-2351.

[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2351.

[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2351-2352.

[51] Esbab-ı Nüzul/Nisabûrî - Lübabu't-te'vîl - Kurtubî

[52] İbn Cerîr et-Taberî :  Câbir b. Abdullah  (R.A.)dan. Merağî, bu rivaye­tin garip karşılandığını ve senedinin zayıf olduğunu söyleyenlerin bulunduğunu nakletmiştir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2353-2354.

[53] Ebû Ya'lâ rivayet etmiştir. Süyutî'nin tesbitine göre, hadîs zayıftır.

[54] Müsned-i Ahmed:   5/323  -   İbn Hibbân  -  İbn Asâkir :   Ubâde  b.  Sâmit (R.A.İden. Hadîs sahihtir.

[55] Müsned-i Ahmed:  3/135, 154, 210, 251 - Taberânî :  îbn Ömer  (R.A.;dan

[56] Hafız Eezzar  -  îbn  Hibbân :   Sevbân   (R.A.)dan.  Süyutî'ye  göre,   hadîs zayıftır.

[57] Buharî/§ahadat :   9, fezâil:   1,  eyman:   10-  Ahmed:   1/378, 417, 434,  438, 442. 2/228, 410, 470. 4/267, 276, 277, 426, 427. 5/350

[58] Müslim/iman:  67- Ebû Dâvud/zekât:  5- Tirmizî/ilim:  10- Nesâî/iman:2,3

[59] Buharî/imân:  8- Müslim/imân:  69, 70

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2354-2355.

[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2355-2356.

[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2356.

[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2356-2357.

[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2357.

[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2357-2358.

[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2359-2360.

[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2360-2361.

[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2361.

[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2361-2362.

[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2362-2363.

[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2363-2364.

[71] Buharî/istitabe:   1- Müslim/iman:   189, 190- İbn Mâce/zühd :   29-  Dâre-mı/mukaddeme:   1- Ahmed:   1/379. 429, 431, 462

[72] ibn Sa'd ;  İbn Zübeyir'den  -  İmam Süyûtî  bunun  zayıf  olduğunu,  İbri esir ise sahîh olduğunu belirtmişlerdir - Müsned-i Ahmed:  4/199, 204. 205

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2365.

[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2366.

[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2366.

[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2367-2368.

[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2368.

[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2369.

[78] Müslim/im ân :  32, 36- Buharî/İmân:   17, 28. salât:  28, zekât:   1, i'tisam: 2, 28- Ebû Dâvud/cihad: 95- Tirmizî/tefsîr: 88- Nesâî/zekât: 3- İbn Mâce/fiten: 1, 3, Dâremi/siyer :   10- Ahmed:  4/8

[79] Buharî/tevhîd:   28-  Tirmizî/fezâil-i cihâd:   28-  İbn Mâce/cihâd:   17

[80] Müslim/imân:   158- Ebû Dâvud/cihâd;   95- îbn Mâce/fiten :   1- Ahmed: 4/439,  5/207

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2370.

[81] Bakara süresi :256

[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2371.

[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2371-2372.

[84] Tahrim süresi : 4

[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2372-2373.

[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2373.

[87] Buharı/teyemmüm ;   1, salât;  56, gusül:   26-  Daremî/siyer;  28

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2375-2376.

[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2376.

[89] Ebû Âliye, tabiînin ileri gelenlerindendir. Hicrî 91 yılında vefat etmiştir.

[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2376-2377.

[91] Geniş bilgi için bak:  Bedayi'us-Sanayi" fi-Tertibi'ş-Şerayi' :  2/49

[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2377-2378.

[93] Nesâî/ganâim..

[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2378-2379.

[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2379.

[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2379-2380

[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2380.

[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2381.

[99] Buharî/cihad: 112, 156- Müslim/cihâd: 19, 20- Ebu Davud/Cihad: 89- Dâ-remî/siyer:   6

[100] Abdurrezzak :  Abdullah b. Amir  (R.A.)dan  - İbn Mâce/cihad:   89

[101] Taberânî :   Zeyd b. Erkam  (R.A.)den

[102] İmam Mâlik :   Mursel olarak  rivayet etmiştir.

[103] Sahîh-i Müslim Ebû Zer  (R.A.)den/birr :  55

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2383-2384.

[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2384.

[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2385.

[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2385-2386.

[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2386-2387.

[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2387.

[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2387-2388.

[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2388-2389.

[111] Buharİ/tefsir: 11- Müslim/birr: 62- îbn Mâce/fiten: 22

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2390.

[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2390-2391.

[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2392.

[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2392.

[115] Lübabü't-te'vîl :   2/189

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2393-2394.

[116] Ebû Dâvud/cihad:   152- Tirmizî/siyer :   27-  Ahmed:  4/111,  113,  376

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2394.

[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2394-2395.

[118] Bu konuyla ilgili fazla bilgi için bak: Kur'ân Ahkâmı ve Mezhep İmam­larının Görüş Farkları adlı iki ciltlik kitabımıza..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2395.

[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2396.

[120] Müslim/imaret:  167- Ebû Davud/cihad : 23- Tirmizî/tefsîr: 8- îbn Ma-ce/cihad: 19- Dâremî/cihad;  14

[121] Ebû Dâvud/cihad :  23- Nesaî/hayl:  8-  îbn Mâce/cihad:   19- Dâremî/ci­had :   14

[122] Buharî/menakıb: 28- Müslim/zekât: 25, imaret: 33- Taberânî/cihad- 44 Ahmed:   3/39-5/181

[123] Buharî/menakıb: 28- Müslim/zekât: 25, imaret: 33- Taberânî/cihad• 44 Ahmed:   3/39-5/181

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2398.

[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2398-2400.

[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2400,

[126] Et-Tac:   5/46-Mısır:   1961

[127]         »

[128] Sünen-i Ebû Dâvud/edeb:   112

[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2400-2402.

[130] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2402.

[131] Fethülkadîr Tefsiri - Esbab-ı nüzûl/Nisâburî

[132] Fethülkadîr - Lübabu'te'vîl - Esbab-ı nüzul - îbn Kesîr

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2404.

[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2404-2406.

[134] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2406-2407.

[135] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2407.

[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2407-2408.

[137] Geniş bilgi için bak : İbn Cerîr Taberî - Kurtubî ve Fethülkadîr tefsir­lerine.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2408.

[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2408.

[139] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2409.

[140] Bir okıyye (ûkıyye) şer'ân 40 dirhemdir. Bir dirhem-i şer'I 14 kırattır. Bir kırat, orta boyda beş arpa ağırlığındadır. Şer'an 40 dirhem, 1,282 gram

[141] Esbab-ı Nüzul/Nisabûrî -' Lübabu't-te'vll - İbn Kesir – Kurtubî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2411-2412.

[142] Buharî/cihad:   1, 27, 194, menakıb:  45- Müslim/imaret:  86- Tirmizî/sİ-yer:  33- Nesâî/biy'ât;   15- îbn Mace/keffarat:   12- Ahmed:   1/226, 266-2/213-3/ 22. 401. 430

[143] İbn îshak:   Abdullah b.  Abbas   (R.A.)dan

[144] Hâkim/el-Müstedrek  -  Dâremî/ferâiz :   29- Tİrmizî/feraiz:   16

[145] BUharî/hac:  44' ma8azî: 48> ferâiz:  26- Müslim/ferâiz:   1- Ebû Davud/ 'eraız:  10- Tirmizî/ferâiz:  15

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2412-2413.

[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2413-2414.

[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2414-2415.

[148] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2415-2417.