Otuzdan otuzaltıncı
âyetin
sonuna kadar olan kısım hanç. bu sûienın
hepsi Medenîdir Bu âyetler ise Mekkîdır
Sûre. yetmışbeş ayettir. Bu sûre.
Bakara sûresinden sonra nazil olmuştur.
"Sana
ganimetleri-sorarlar. Deki: "Ganimetler Allah'ın ve Resûlünündür. Ohalde
mü'minlerdenseniz, Allah'dan sakının, aranızda olan şeyleri düzeltin. Allah'a ve
Resulüne itaat edin. " (Enfâl. 1).
Şii ki ayetteki,
"Sana ganimetlerden sorarlar" tabiri şu beş hususun araştırılmasını
gerektirir:
1) Soranın kim,
2) Sorulanın kim,
3) Ganimetin
ne olduğu,
4) Bunun, ganimetin hangi hükümleri ile ilgili
bir soru olduğu; ve
5) Müfessirlerin "enfâl" kelimesini
nasıl tefsir ettikleri...
1) Bu soruyu soranların kimler olduğu hususunda
deriz ki: Ayetteki, "Sana ganimetleri sorarlar" tabiri daha önce
kendilerinden bahsedilmemiş kimselerle ilgilidir. Bunun burada, bu şekilde
getirilmesi son derece güzeldir. Çünkü bu ayetler nazil olurken, bu soruyu
soran belli birisidir. Binâenaleyh soranın o kimse olduğunu söylemek gerekir.
Bu hususta soru soranın, ganimet ve enfâl ile ilgisi olan bazı kimseler
olduğunda şüphe yoktur. Bu kimseler, sahabeden bazı insanlardır.
2)
Bu, soruyu kime sorulduğu meselesidir. Bunun,
Hz. Peygamber (s.a.s) olduğunda şüphe yoktur.[1]
3)
"Enfâl" nedir?" meselesi... Biz deriz ki: Zühri şöyle demiştir:
"Arapça'da neti ve nafile kelimeleri, asıldan fazla olan şeyi ifâde
ederler. Ganimetlere "enfâl" denilmiştir. Çünkü müslümanlar,
ganimetler hususunda, kendilerine ganimet almak helâl kılınmamış olan diğer
ümmetlere üstün kılınmışlardır. Nafile namaz da, asıl olan farz namazlara ilave
namazlar oldukları için, "nafile" adını almışlardır. Cenâb-ı Hak da"İbrahim'e,
Ishak'ı ve ilaveten Ya'kûb'u ihsan ettik" (Enbiya 72) yani,
"istediğine ilave olarak Ya'kûb'u ihsan ettik" buyurmuştur."
4) Bu
sorunun, "enfâl"in hangi hükmü ile ilgili olduğu meselesidir: Diyoruz
ki: Bu hususta iki izah yapılmıştır:
Enfâl Hakkındaki
Birinci Görüş: Ayetteki "sorarlar" ifadesi, her nekadar müphem bir
ifade ise de, cevabı belirlemek, o sorunun o belli cevapla ilgili olduğunu
gösterir. Hak Teâlâ'nın, "Sana hayzı sorarlar' (Bakara. 222) ve "Sana
yetimleri sorarlar" (Bakara, 220) ayetleri de bunun benzeridir. Bu
ifâdelerden, bu sorunun hayız ve yetimlerle ilgili hükümlerden biri hakkında
olduğu anlaşılıyor. Halbuki o hüküm belli bir hüküm değildir. Fakat cevap, onu
belirli hale getirmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, hayz hakkında, "De ki:
"O bir ezadır. Onun için hayız zamanında kadınlardan (onlarla cinsi
temastan) uzak durun"(Bakara.222)buyurmuştur. Binâenaleyh cevap, o
sorunun, hayız halinde kadınlarla cinsî münasebette bulunma ile ilgili olduğunu
gösterir. Yine Cenâb-ı Allah yetimler hakkında da, "De ki: "Onları
yararlı ve iyi bir hale getirmek hayırlıdır. Şayet kendileriyle bir arada
yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizde" (Bakara. 220) buyurmuştur.
Binâenaleyh bu belirli cevap, yetimler hakkındaki o sorunun, onların mallarında
tasarrufta bulunma ve onlara vekil olma ile ilgili olduğunu gösterir.
Yine Allah Teâlâ,
"Sana "Rûh"u sorarlar" (isra, as) buyurmuştur. Bu ifadede,
sorunun ruhun hangi hususunda olduğunu gösteren birşey yoktur. Cenâb-ı Hak, bu
soruya cevap olarak, "De ki: "Ruh Rabbimin
emrindendir.."(isra,85)buyurmuştur. Bu cevap, sorunun, ruhun muhdes
(yaratılmış) veya kadîm olması ile ilgili olduğuna delâlet eder.
İşte "Enfâl"
ayetinde de böyledir. Allah Teâlâ bu sorunun cevabında, "De ki: Enfâl
(ganimetler), Allah'ın ve Resûlünündür" buyurmuştur. Böylece bu cevap,
soruyu soranların enfâl hakkındaki sorularının, ganimetin kime verileceği ve
buna kimin müstehak olduğu hususunda olduğuna delâlet eder.
İkinci görüş:
Ayetteki, "Sana ganimetleri sorarlar" ifadesi, "senden
ganimetlerden isterler" demektir. Dolayısıyla buradaki seale (sorarlar)
fiili ile, hadis-i şerifte de rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber
(s.a.s)'den, kendilerine ganimetlerden vermesini "istediler" manası
kastedilmiştir. Zira onlar, "Ey Allah'ın Resulü, bana şunu ver, bana şunu
ver" diyorlardı. Ayetteki, an harf-i ceninin, min manasına olması uzak bir
ihtimal değildir. Bu görüş, İkrime'ye aittir. Abdullah b. Mes'ûd (r.a), ayeti,
"Senden ganimetleri istiyorlar" şeklinde okumuştur.
5) Bu, müfessirlerin,
ayetteki "enfâl" ile ne kasdedtldtği konusundaki görüşlerini
anlatmaktır. Deriz ki: O müslümanların "enfal" hakkında soru
sormaları onlar arasında bu hususta bir çekişmenin ve münakaşanın olduğunu
gösterir. Buna şunlar da delâlet eder:
a) Ayetteki, "De ki: "Enfal Allah'ın
ve Resûlünündür" buyruğu bu cevabın verilmesinin maksadının,
onları çekişmekten ve hasımiaşmaktan
men etmek olduğunu gösterir.
b) Ayetteki,
"Allah'dan sakının, aranızda olan şeyleri düzeltin" ifâdesi, onların
bunu, aralarına bir husûmet düştükten sonra sorduklarını gösterir.
c) Ayetteki, "O halde mü'minlerdenseniz...
Allah'a ve Resulüne itaat edin" -fadesi de, aynı şeye delâlet eder. Bunu
iyice kavradığında biz diyoruz ki; "Ayette geçen "enfâl"
sözünde, kâfirlerden zorla alınmış matlar demek olan ganimetlerin Kastedilmiş
olması muhtemel olduğu gibi, ganimet dışında birşeyin kastedilmiş olması da
muhtemeldir.
Birinci ihtimalle
ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:
1) Hz.
Peygamber (s.a.s), ashâbtn, Bedir Günü elde ettikleri ganimetleri hem Bedir
Savaşı'na katılmış olanlara, hem de katılmamış olan müslümanlara bölüştürmüştü.
Bedir savaşında bulunmadığı halde bu ganimetten istifade edenlerin üçü
Muhacirlerden, beşi de "Ensar"dandı. Muhacirlerden biri, Hz. Osman
idi. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) onu, kızı hasta olduğu için, onun yanında
bırakmıştı. Diğer •kişi de Talha (r.a) ile Sa'îd b. Zeyd (r.a) idi. Zira Hz.
Peygamber (s.a.s), bu ikisini müşriklerin kervanının durumunu gözetlemeleri
için göndermişti. Onlar da bunun için Şam yoluna çıkmışlardı. Ensar'dan olan o
beş kişiden birisi Ebu Lübâbe Mervan b. Abdülmünzir idi. Hz. Pevaamber (s.a.s)
onu Medine'de kendi yerine vekil bırakmıştı. Bunlardan diğer birisi Âsim (r.a) idi. Hz.
Peygamber (s.a.s) bunu da, "Âliye"de vekil olarak bırakmıştı.
Üçüncüsü, Haris b. Hatıb olup, Hz. Peygamber (s.a.s) bunu, Revhâ'dan, kendisine
bir haber ulaştırmak üzere Amr b. Avf'a göndermişti. Bu beş kişiden dördüncüsü
ise, Haris b. es-Samt idi. Bu da, Revha'da hastalanıp (kalmıştı). Beşincisi ise
Huvât b. Cübeyr'dir. İşte Bedir savaşında bulunmadığı halde ganimet alan Ensar
bunlardır. Hz. Peygamber (s.a.s), bunlara da ganimetlerden pay verdi.
Dolayısıyla diğer müsiümanlar arasında bu husus dedikoduya sebeb oldu. İşte
bunun üzerine, bu ayet nâzü oldu.
2) Rivayet
olunduğuna göre, Bedir Günü genç olanlar savaştılar ve esir aldılar. Yaşlı
müsiümanlar ise, Hz. Peygamber (s.a.s)'ie birlikte gerideki saflarda
beklediler. Bundan dolayı gençler, "Ganimetler bize âit. Çünkü biz
vuruştuk, kâfirleri biz hezimete uğrattık" dediler. İhtiyarlar da,
"Biz, sizin gerideki destekçileriniz idik. Eğer bozguna uğrasaydınız,
bizim yanımıza gelip toplanacaktınız. Binâenaleyh ganimetleri, bizi dışta
bırakarak almayın" dediler. İşte bundan dolayı aralarında bir çekişme
meydana geldi ve ayet bunun üzerine nazil oldu.
3)
Zeccâc
şöyle demiştir: "Ayetteki "enfâl" kelimesi
ile "ganimetler"
kastedilmiştir. O müsiümanlar kendilerinden önceki ümmetlere ganimet atmak
haram olduğu için, bunun hükmünü sormuşlardır." Bu görüş zayıftır. Çünkü
bu takdirde, bu sorunun maksadı, sadece Allah Teâlâ'nın bu husustaki hükmünü
sorup öğrenmek olur. Halbuki biz, delillere dayanarak, bu sorunun, müsiümanlar
arasında meydana gelen bir münakaşa ve çekişmeden ötürü sorulduğunu beyan
etmiştik.
[2]
İkinci ihtimale
gelince ki bu, ayette bahsedilen "enfâl'in, ganimetten başka bir şey
olmasıdır. Böyle olmasına göre, ayetteki "enfâl" kelimesinin tefsiri
hususunda şu izahlar yapılmıştır:
a) Bazı rivayetlerde, İbn Abbas (r.a) şöyle
demiştir: "Ayetteki "enfâl"dan maksad, hayvan, köle veya eşya
gibi arada bir savaş olmaksızın, müşriklerden müslümantara geçen şeylerdir. Bu
gibi şeyler Hz. Peygamber (s.a.s)'e aittir. O, bunları istediği gibi kullanır
ve dağıtır!'
b)
"Enfâl" ile, Allah Teâlâ'nın ehl-i humus (yani ganimetin beşte birini
alacaklar) için, hükmettiği beşte bir pay kastedilmiştir. Bu görüş,
Müc&hid'indir. Mücâhide göre ashab, Hz. Peygamber (s.a.s)'den humus
(beştebir) hakkında soru sormuşlar ve ayet bunun üzerine nazil olmuştur.
c) Ayette
bahsedilen enfâl, "seleb"tir. Bu, gaziyi savaşa teşvik için,
ganimetlerden oiho ûHa^orıi hiccov/o îiawo niarak fa7İarian uprilorfik
spvriir Bu. mesela halifenin. "Kim
savaşta birisini öldürürse, selebi (soykası, atı, silaht v.s.) ona aittir."
Veya bir seriyyeye, "Elde edeceğiniz şey size aittir" veya "onun
yansı, üçte biri, dörtte biri size aittir" demesi gibidir. Halbuki
"entarin humusu olmaz. Sa'd İbn Ebî Vakkas'ın, şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Kardeşim Umeyr, Bedir Günü öldürüldü. Ben de, buna mukabil,
Sa'd İbn el-Âs'ı öldürdüm ve kılıcını aldtm. Kılıç çok hoşuma gitti. Onu, Hz.
Peygamber'e getirdim ve "Allah, müşriklerden dolayı yüreğime su serpti....
Öyleyse, bu kılıcı bana hibe et!" dedim... Bunun üzerine Hz. Peygamber,
"O, ne benim, ne de senindir; onu, ganimetlerin konulduğu yere
bırak!" dedi. Ben de, kılıcı denilen yere bfrakttm. Halbuki, kardeşimin
öldürülüp üzerindekilerin alınmasından dolayı içimde, ancak Allah'ın bileceği
bir kin ve hınç vardı.. Biraz öteye gitmiştim ki, Hz. Peygamber (s.a.s) bana
geldi; işte o zaman, Enfâl sûresi nazil olmuştu.. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Ey Sa'd, sen benden kılıcı istedin; halbuki or benim değildi; o şimdi
benim oldu.. O halde, onu alabilirsin.." buyurdu.
Kâdî şöyle demektedir:
"Ayet, bütün bu izahlara muhtemeldir. Ayette, bunların bir kısmını,
diğerine tercih etmeye dair bir delil bulunmamaktadır. Eğer hadislerde,
bunlardan birini tayin etmeye delâlet edecek sahih bir haber tesbit edilirse, o
zaman o mânâ verilir; aksi halde bütün bu mana ve izahlar, ihtimal
dahilindedir.. Bu manalardan her biri, ayrı ayrı düşünülebileceği gibi,
bunların hepsinin birden murad edilmiş olması da caizdir. Çünkü aralarında
herhangi bir tenakuz ve çelişki bulunmamaktadır. Ama, bunlardan, doğruya en
yakın olan husus şudur: Bununla, Hz. Peygamber {s.a.s)'in, ganimet elde
edilmeden önce de sonra da, ganimet mallarından başkasına fazladan bir şeyler
verebilmesi murad edilmiştir.. Çünkü, bu, cihada teşvik ve gönülleri
güçlendirip takviye etmek amacıyla, Hz. Peygamber'e caiz olan bir şeydir.
Mesela bu, iyi savaşsın diye harbin başında, veyahut da harbten dönünce
birisine fazladan bir şeyler vermek; yahut ona, savaşan kimsenin öldürdüğü
kimselerden elde ettiği şeyleri vermek ya da savaşa katılanların bir kısmına, elde
ettikleri ganimet mallarından az vererek, ona, Hz. Peygamber'e mahsus olan
beşte birlik hisseden olmak üzere, fazladan bir şey vermek... gibidir. Böyle
olması halinde, Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki; "Ganimetler Allah'ın ve
Resûlünündür." buyurarak mücahidlerin hak ettiklerine ilave olarak verilen
şeyler kastedilmiş olur:
Cenâb-ı Hakk'ın
"De ki: Ganimetler Allah'ın ve Resûlünündür..." ifadesine gelince, bu
hususta şu iki açıklama yapılmıştır:
Birinci açıklama:
Bununla şu kastedilmiştir: "Enfâlin hükmü, Allah ve Resulüne aittir.
Allah, hikmetinin gerektirdiği şeye göre, o enfâtin taksimatını, Hz.
Peygamber'e emretmiştir. Bu, enfâlin taksimatıyla ilgili mesele, hiç kimsenin
görüşüne bırakılmamıştır.
İkinci açıklama:
Mücahid, İklime ve Süddî şöyle demişlerdir: Bu ifade, müteakip 41. ayet ile
neshedilmiştir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki;
"ganimetler Allah'ın ve Resûlünündür..." (Entat. 41) buyruğu,
ganimetlerin tamamının Peygamber'e ait olmasını gerektirir.. Böylece Allah
Teâlâ bu hükmü, "humus" (beşte bir) ifade eden ayetlerle
neshetmiştir..." 8u, bir kısım rivayetlerde yer alan İbn Abbas'ın
görüşüdür.
Buna şu iki yönden
cevap verilir:
a) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Deki: "Ganimetler Allah'ın veResûlünündür"buyruğunun
manası, "Bu husustaki hüküm, Allah ve O'nun peyamberine aittir..."
şeklindedir. Bu mana, bu ifadede daima bulunur ve devam eder.. Binâenaleyh,
bunun mensûh olması imkânsızdır.. Daha sonra Cenâb-ı Hak, ganimetlerin beşte
dördünün o ganimetleri almış olan kimselerin mülkü olduğuna hükmetmiştir..
b) Beşte biri ifade eden ayet, ganimetin, onu
alan kimselerin mülkü olduğuna delalet eder. Halbuki, bu ayette geçen
"enfâl" sözü, ganimetlerle değil, "selebı ölünün üzerinden
alınan eşya" diye tefsir edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s), herhangi bir
maslahat ve faydadan dolayı, bu malları bazı kimselere vermiştir.
Daha sonra Cenâb-i Hak
"Allah'a karşı gelmekten sakının, aranızda olan şeyleri düzeltin"
buyurmuştur. Bu hususta da iki bahis bulunmaktadır:
Birinci bahis: Bu,
"Allah'ın ikabından korkunuz. Allah'ın ma'siyet dediği şeyleri yapmaya
yeltenmeyiniz... Bu gibi haller sebebiyle, aranızdaki çekişme ve düşmanlıkları
bırakınız ve Allah'ın Resulünün hükmettiğine razı olunuz. " demektir.
İkinci bahis: Cenâb-ı
Hakk'ın, "aranızda olan şeyleri düzeltin" emri, yani, "Aranızdaki
(muhtelif) görüşleri düzeltip ıslâh ediniz..." demektir.. Sözler, insanlar
arasında konuşulup meydana geldiği için, tıpkı sırların, kalblerde saklı
kalmasından dolayı onlara zâti's-sudûr denildiği gibi, sözlere de zâtu'l-beyn
denilir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Mü'minlerdenseniz... Allah'a
ve Resulüne itaat edin" buyurmuştur. Bu ayetten elde edilen mana şudur:
"Allah Teâlâ, ashabı, "Allah'a karşı gelmekten sakının, aranızda olan
şeyleri düzeltin" buyruğu ile Resulün hükmüne muhalefet etmekten nehyetmiştir
"Sonra da onlara "Allah'a ve Resulüne itaat edin" emriyle Resule
tâatte bulunmak suretiyle itaat etmelerini emretmek suretiyle bu hususu
pekiştirmiştir.. Bunu, iyice pekiştirmek amacıyla da, daha sonra
"müminlerdenseniz..." denmiştir ki bu son ifadeyle Cenâb-ı Hak, şu
manayı kastetmiştir: Resulün sizi kendisine davet ve teşvik ettiği o iman,
ancak Resule tâatı iltizam edip üstlenmekle tam ve mükemmel olur. Binâenaleyh,
Resule itaat etme dairesinin dışında kalmaktan sakınınız. "
Tâatı terketmenin,
imantn yokluğunu, zevâ! bulmasını gerektireceğini söyleyenler, bu ayette
istidlal etmişlerdir. Bunun izahı şudur: İn şart edatı ile bir şeye bağlanan,
ta'lîk edilen şey, bu şey bulunmadığında o da bulunmaz. Burada da iman, in
edalıyla, "tâat" fiiline bağlanmıştır. Binâenaleyh, taât olmadığı,
bulunmadığı zaman, "iman"ın da bulunmaması gerekir. Bu meselenin
tamamı, Cenâb-ı Hakk'ın {Nisa, 31} ayetinin tefsirinde zikredilmiştir. Allah en
iyi bilendir.
[3]
"Mü'minler ancak
onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer, karşılarında O'nun ayetleri
okununca, bu onların imanını artırır, onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler.
Onlardır ki namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden Allah yolunda
harcarlar, işte onlar, gerçek müzminlerin ta kendileridir. Rableri katında
dereceler, bağışlanma ve sayısı bitmez, müddeti tükenmez rızk onlarındır" (Enfâl, 2-4).
Bil ki Allah Teâlâ,
"Mü'minlerdenseniz... Allah'a ve Resulüne itaat edin. " buyurup, bu
da imanın, taata götürmesini iktizâ edince, Cenâb-ı Hak bu hususu bu ayette,
çok iyi bir biçimde açıklayıp tafsilatta bulunarak, imanın, ancak bu tâat ifâ
edildiğinde bulunacağını beyan etmek üzere: "Mü'minler ancak .... "
buyurmuştur. Bil ki bu ayet, imanın, ancak şu beş husus mevcut olduğunda
tahakkuk edeceğine delâlet eder:
[4]
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, "onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer" ayetinin
beyan ettiği husustur. Vahidî (r.h) şöyle der: "Arapça'da, bir kimse
korktuğunda denilir. Nitekim şair de, "Ömrüne yemin ederim ki, gerçekten
ben çok korktuğum halde, belânın önce kime gelip çatacağını bilmiyorum..."
demiştir.
Ayetten kastedilen
mana ise şudur: "Mü'min kimse, ancak Allah'tan korktuğu zaman mü'min
otur." Cenâb-ı Hakk'ın, "Rablerine derin saygı göstermekte olanların
ondan derileri ürperir..." (zomer. 23); "Rablerînin huzuruna
döneceklerinden yürekleri korkarak..." (Mü'minün, 57) ve "ki onlar
namazlarda huşûya riayetkardırlar..." (Mü'minün, 2) ayetleri de
böyledir...
Hakikat erbabı şöyle
demektedir: Korku iki türlüdür:
a) İkâb korkusu.
Cenâb-ı Hakk'ın azabından korkmak.
b) Azamet ve
ceiâl korkusu. İkâb korkusu,
günahkârlar/n duyacağı korkudur. Celâl ve azamet korkusuna gelince bu, ister
mukarreb melek olsun, isterse mürsel, gönderilmiş bir nebî olsun, mahlûkatın
hiçbirinin kalbinden çıkmayan korkudur. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, zâtı
gereği, bütün mevcudattan müstağnidir, onlara muhtaç değildir. O'nun dışında
kalan mevcudat ise O'na muhtaçtırlar. Muhtaç olan kimse, zengin bir hükümdarın
huzurunda bulunduğunda, ondan korkar ve ürperir. Bu dehşete kapılma ve korkma,
hükümdarın vereceği cezadan dolayı değildir. Aksine bu, muhtaç olan kimsenin,
onun kendisinden zengin; kendisinin de ona muhtaç olduğunu biimesi, böyle bir
korku ve ürpermeye sebep olmuştur.
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki: Eğer ayette geçen korku ile ikâb korkusu murad edilmişse,
bu korku, sırf Allah'ı zikretmekten dolayı bulunmaz. Bu ancak, Allah'ın
vereceği cezayı hatırlamadan dolayı bulunur. İşte, buna lâyık olan korku da
budur. Zira bu ayetin maksat ve gayesi, "enfâl"in taksimatı
hususunda, Bedir savaşına katılanları Allah ve Resûlullah'a itaat etmeye mecbur
etmek, ilzam etmektir.
Ama, burada geçen
korku ile, ikinci kısım korku murad edilmişse, bu, sırf Allah'ı anmaktan dolayı
gerekli ve lâzım olan korkudur. Öyleyse, ayette bir takdirde bulunmaya ihtiyaç
yoktur.
Şayet, "Allah
burada, "yürekleri titrer. "; bir başka ayette de, "Bunlar, iman
edenlerdir. Allah'ın zikriyle gönülleri huzur ve sükûna kavuşur. " (Ra'd,
28) buyurmuştur. Bu iki ayetin arası, nasıl uzlaştırılabilir? Hem, Cenâb-ı Hak,
bir başka ayette de: "... sonra da hem derileri, hem kalbleri Allah'ın
zikrine (yatışıp) yumuşar..." (Zümer, 23) buyurmuştur" denilirse, biz
deriz ki: Gönül huzuru ve itminan, ancak yakîn'in vereceği ferahlık ve manevî
serinlik ile olur. Göğsün açılması, inşirah bulması ise ancak tevhîd bilgisi
ile olur. Korku da, ancak ceza korkusundan dolayı meydana gelir. Şu halde bu iki
durum arasında bir zıtlık bulunmamaktadır; aksine biz bu iki vasfın tek bir
ayette bulunduğunu söylüyoruz ki, bu ayet Cenâb-ı Hakk'ın, "Rablerine
derin saygı göstermekte olanların ondan derileri ürperir, sonra da hem derileri
hem kaîbleri Allah'ın zikrine (yatışıp) yumuşar" (Zümer, 23) ayetidir. Buna
göre mana, "Deriler, Allah'ın azabının korkusundan dolayı ürperir, diken
diken olur.. Daha sonra da, onların derileri ve kaîbleri, Allah'ın mükâfaatını
umduklarında yumuşar" şeklinde olur.
[5]
2) Cenâb-ı
Hakk'ın, "karşılarında ayetleri okununca (bu), onların imanını arttırır.
" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Bir sûre
indirildiği zaman içlerinden kimi: "Bu (süre), hanginizin imanını
artırdı?" der" (Tevbe, i24j ayetinde olduğu gibidir. Sonra, bu ayetle
ilgili birkaç mesele vardır:
[6]
"Tasdik"
manasında olan imanın artması iki şekilde olur:
a) Bu,
Vahidi (r.h)'nin de anlattığına göre, bütün ilim erbabının benimsemiş olduğu
görüştür. Buna göre, kimin bu hususta daha fazla ve daha güçlü delili
bulunuyorsa, onun imanı daha fazla olur. Zira, delillerin çokluğuna ve
kuvvetine göre, şüpheler yok olup, yakîn (kesin bilgi) hasıl olur,
meydana gelir. İşte
bu hususa, Hz. Peygamber (s.a.s),
"Şayet, Ebu Bekr'in imanı, yeryüzündekilerin imanı ile tartılacak olsaydı, onun
imanı ağır basardı,.."[7]
sözüyle, işaret etmektedir. Hz. Peygamber, bununla O'nun Allah'a dair
bilgisinin daha kuvvetli olduğunu kasdetmektedir.
[8]
Birisi şöyle diyebilir:
Ayette bahsedilen bu "artma" "ziyadeleşme" ile, ya delilin
kuvvetliliği, veyahut da delillerin çokluğu murad edilmiştir. Delilin
kuvvetiiliği meselesine gelince, bu geçersizdir. Zira, hiç şüphesiz her delil,
birtakım mukaddimelerden meydana gelmektedir. O mukaddimeler de ya, zıddına
mani olacak biçimde kesin olurlar, veyahut da böyle olmazlar. Binâenaleyh,
zıddına mâni olan kesinlik, bütün mukaddimelerde bulunursa, bu tefsire göre,
delillerin bir kısmının diğer bir kısmından daha kuvvetli olması imkânsız olur.
Zira, zıddına mani olan kat'iyyet, farklılık kabul etmez.. Eğer, zıddına mani
olacak kesinlik,, mukaddimelerin tamamında ya da bir kısmında bulunmazsa, bu,
delil sayılmaz; aksine bu, bir emare, (ipucu) olur. Bu emareden meydana gelecek
olan sonuç da, ilim değil, bir zan olur. Böylece, bu anlatmış olduğumuz
hususlarla, kuvvet bakımından delillerde farklılıkların bulunmasının imkânsız
olduğu sabit olur. Delillerin çokluğu itibariyle farklılıkların bulunması da
böyledir. Zira, tek bir delil sebebiyle meydana gelen katiyyet, eğer zıddına
manî olursa, bu durumda onun, pek çok delil bir araya geldiğinde daha da
kuvvetli olması imkânsız olur. Yok, eğer zıddına mani olmazsa, o d,elil olmaz.
Aksine o, bir emare olur. Böylece de netice, kesin değil, zannî olur.
Binâenaleyh, bu tevîlin de zayıf olduğu sabit olmuş olur.
Bil ki, şöyle
denebilir: Ayette bahsedilen artma ile, hem devam, hem de devamsızlık murad
edilmiştir. Çünkü istidlalde bulunanlardan bazıları, bir anlık durum hariç, ne
delili ne de medlulü sürekli zihninde taşıyamaz. Bazı kimselerde, bu durum
sürekli olabilir. Bu iki uç arasında, farklı ortamlar ve farklı dereceler
bulunmaktadır; işte ziyâdeden murad da budur.
b) Tasdik
manasında olan imanın artmasına gelince, bu onların, Allah katından nazil olup
kendilerine okunan her şeyi tasdik etmeleri demektir. Hz. Peygamber (s.a.s)
zamanında, mükellefiyetler ardarda, peşpeşe gelince, işte her teklifin meydana
gelmesi esnasında, onlar tasdik ve ikrarlarını arttırıyorlardı. Bir kimseyi iki
şey hakkında tasdik eden bir kimsenin tasdiki, o kimseyi, tek bir şey hakkında
tasdik eden kimsenin tasdikinden daha çoktur. Cenâb-t Hakk'ın,
"karşılarında ayetleri okununca bu, onların imanını arttırır"
buyruğunun manası, "Onlar, her ne zaman yeni bîr ayet duyup dinlediklerinde,
yeni bir ikrarda bulunurlardı " demek olur. Böylece bu, iman ve tasdikte,
bir artma olmuş olur.
Bu ifadeyle ilgili bir
üçüncü izah da şudur: Allah'ın kudret ve hikmetinin kemâli, ancak, Allah'ın
mahlûkatındaki hikmetinin eserleri vasıtasıyla bilinir, anlaşılır. Bu husus,
sahili olmayan bir denizdir. İnsan akit her ne zaman, Allah'ın bir başka şeyi
yaratmasındaki hikmetinin eserlerine takılıp kalırsa, bundan, bir şeyi
yaratmasındaki hikmetinin ne olduğunu talep edip aramaya geçer. Böylece de bu
kimse, birincisinden daha yüce, daha şerefli ve daha mükemmel olan bir
mertebeden başka bir mertebeye geçmiş olur. Bu mertebeler sınırsız olunca, hiç
şüphesiz ki tecellî, keşf ve marifet mertebeleri de sınırsız olur.
[9]
Alimler, imanın artma
ve eksilmeyi kabul edip etmeyeceği
hususunda ihtilaf etmişlerdir. İmanın, inanç, ikrar ve amelin
toplamından ibaret olduğunu söyleyen kimseler, bu ayet ile şu iki yönden
istidlal etmişlerdir:
a) Cenâb-ı
Hakk'ın, "bu, onların imanını artırır" ifadesi, imanın, artmayı kabul
ettiğine delalet etmektedir. Şayet iman, bilmek ve ikrar etmek, itiraf edip
açıklamaktan ibaret olsaydı, o zaman artmayı kabul etmezdi.
b) Allah
Teâlâ, bu beş şeyi zikrederken, bu beş şey ile muttasıf olanlar hakkında, 'İşte
onlar, gerçek mü'minlerin ta kendileridir" buyurmuştur. İşte bu da, bütün
bu hasletlerin "iman" ismine dahil olduğuna delâlet eder. Ebu Hureyre
(r.a)'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: 'İman, yetmiş
küsur kısımdır. Bunların en yücesi, Allah'tan başka ilah olmadığına
şehâdet etmektir. En düşüğü ise, eziyyet veren şeyleri yoldan gidermektir. Haya
da imanın bir şubesidir"[10]. Bu
görüşte olanlar, imanın bu üç rüknün toplamından ibaret olduğuna dair, bu
ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: Çünkü ayet, imanın artmayı kabul
ettiğine dair son derece sarîh ve açıktır. Halbuki, bilmek ve ikrar etmek,
farklı farklı olmayı kabul etmezler. Binâenaleyh imanın, ikrar, itikad ve
amelin toplamından ibaret olması gerekir İşte, amelde farklılığın bulunabilmesi
sebebiyle, imandaki farklılık ortaya çıkmıştır..."
Yapılmış olan bu
istidlal, zayıftır. Zira biz, devam edip etmemeyle alâkalı olan farklılığın,
itikad ve ikrarda da bulunabileceğini beyan etmiştik. Bu kadar şey, imanda
farklılığın bulunabileceğini anlatmak hususunda kâfidir. Allah en iyi bilendir.
[11]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"karşılarında ayetleri okununca,
bu onların imanını arttırır.
buyruğunun zahiri, imanda artışın bulunması hususunda, müessir olanın o ayetler
olduğunu sas ettirmektedir. Halbuki
durum böyle değildir. Zira, o ayetlerin bizzat kendisi, manda bir artış
gerektirmez. Aksine, eğer böyle olması gerekse bile, bu artmayı gerektiren şey,
o ayetleri denlemektir; yahut da o ayetleri bilmek ve anlamak, itikad ve
tasdikte artmayı gerektirir. Allah en iyi bilendir.
3) Hak
Teâlâ'nın "Onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler" ayetinin ifade
ettiği husustur. Bil ki, mü'minlerin vasfı, Hak Teâlâ'nın vaadinde ve atdinde
sadık olduğuna güvenmek, "Allah ve Resulü doğru söylemiştir!" demek
onların sözünün, münafıkların tıpkı, "Allah ve Resulü bize, bir aldatıştan
başka şey vaad etmemiştir" (Atuab,
12) şeklindeki sözleri gibi olmamasıdır. Sonra biz diyoruz ki,
Cenâb-ı Hakk'ın bu ayeti hasr ifade eder. Buna göre mana,"on/ar, sadece
Rablerine tevekkül ederler" şeklinde olur. İşte bu hal çok yüce bir
mertebe, şerefli bir derecedir. Bu da, insanın.herhangi bir işte sadece Allah'a
güvenip dayandığı bir durumda bulunmasıdır..
Bil ki bu üç nitelik,
en güzel bir biçimde tertip edilip sıraya konulmuştur. Çünkü, birinci mertebe ,
Allah'ın ikâbından korkmak mertebesi,- ikinci mertebe, Allah'ın tekliflerine
boyun eğmek mertebesi ve üçüncü mertebe de, Allah'ın dışındaki şeylerden
alâkayı tamamiyle kesip, tamamiyle Allah'ın lütuf ve keremine itimâd etmektir.
Hatta, Allah'ın dışındaki şeylerden, tamamiyle müstağni olmaktır.
[12]
4 ve 5) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onlar namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rmk olarak
verdiğimizden (Allah yolunda) harcarlar" ayetinin ifade ettiği
hususlardır. Bil ki, daha önce geçmiş olan üç mertebe, insanların kalbleri ve
gönülleri, içleri hakkında nazar-t dikkate alınan hallerdir. Cenâb-ı Hak daha
sonra, bu durumlardan, insanların zahirî hallerinin gözetilmesine geçmiştir.
Zahirî olarak nazar-ı dikkate alman tâatlerin başı, bedeni namazda; malı da
Allah'ın rızasında harcayıp tüketmektir. Bu İfadeye zekâtlar, sadakalar, sıla-i
rahimler, cihad hususundaki infaklar, harcamalar ve camilere, köprülere
yapılacak olan infaklar da dahildir.
Mutezile şöyle
demektedir: "Allah Teâlâ, kendisine vermiş olduğu rızıklardan infakta
bulunan kimseleri medhetmiştir. Halbuki ümmet, haram olan şeylerden infakta
bulunmanın caiz olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu da haramın, nzık
olmayacağına delâlet eder." Bu söz, defalarca geçmişti.
Bil ki Allah,
mü'minler hakkında bu beş hali ve sıfatı zikredince, o vasıfları taşıyan
kimseler için de şu üç şeyin bulunduğunu belirtmiştir:
Birincisi: Bu,
"îşte onlar, gerçek müminlerin ta kendileridir" ayetinin ifade ettiği
husustur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[13]
Ayetteki hakken
kelimesinin ne ile ilgili olduğu hususunda iki görüş bulunmaktadır:
a) Bu
kelime buyruğu ile ilgilidir. Yani,
"Gerçekten hakikaten mü'min olanlar onlardır" demektir.
b) Cümle,
"İşte onlar, müminlerin ta kendileridir
ifadesinde tamamlanmıştır. Daha sonra tekrar söze başlanarak,
buyurmuştur.
[14]
Alimler, ayetteki
hakken kelimesinin mansub oluşu hususunda birkaç izah zikretmişlerdir:
Bunu size bir hak
(aercek) olarak haber veriyorum" yani "gerçek bir haber verişle, haber
veriyorum" şeklindedir. Şu ayet de bunun benzeridir: "işte onlar
gerçek kâfirlerin ta kendileridir" (Nisa, 15i).
2) Sibeveyh
de şöyle der: "Bu, kendisine sözün delâlet ettiği mahzûf bir fiilin,
te'kidî mef'ûl-ü mutlakıdır. Buna göre ifadenin takdiri, "Onların
yaptıkları o şey, doğru olan bir hak idi" şeklindedir.
3) Zeccâc, bu ifadenin takdirinin "İşte
onlar mü'm'mlerdir. Ben, bunu bir hak (gerçek) olarak bildiriyorum.."
şeklinde olduğunu söylemiştir.
[15]
Alimler, mü'min bir
kimsenin, "Ben mü'minim" diyebileceği hususunda ittifak etmişler,
fakat bir kimsenin, "Ben gerçekten
mü'minim" deyip diyemeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bundan dolayı
Şâfi? âlimleri, "Evlâ olan, insanın, "İnşaallah ben mü'minim"
demesidir. Ama "Ben gerçekten mü'minim" diyemez" derlerken;
Hanefî alimleri, "Evla olan, insanın, "Ben gerçekten mü'minim"
demesidir. Ama insanın, "İnşaallah (eğer Allah dilerse), ben
mü'minim" demesi caiz değildir" demişlerdir. Bir kimsenin,
"İnşaallah ben mü'minim" diyebileceğini söyleyenlerin iki
mukaddimeleri vardır:
Birinci mukaddime:
Bunun, imanın mevcudiyetinde bir şekkin bulunmasından ötürü olmasıdır.
İkinci mukaddime:
Durumun böyle olmamasıdır.
Birinci mukaddimenin
izahı şöyledir: Şafiî (r.h)'ye göre iman, itikad, ikrar ve amel üçlüsünün
toplamından ibarettir. İnsanın sâlih amelleri yerine getirebilmiş olup olmaması
hususunun şüpheli bir şey olduğu kesindir. Halbuki bir mahiyetin (şeyin),
parçalarının birinde bulunan şüphe, o şeyin mevcud olup olmadığı hususunda da
bir şüpheyi gerektirir. Binâenaleyh insan, her nekadar kesin olarak itikad ve
ikrarın bulunduğunu söylese de, amelin (tam olarak) bulunduğu hususunda şüphe
edince, amel hususundaki bu şüphe, o kimsenin, kendisinde imanın bulunduğu
hususunda da şüphe etmesini gerektirir.
Ebu Hanlfe (r.h)'ye
göre ise iman; itikad ve ikrarın toplamına denilip, amel (ibadet), iman isminin
dışında sayıldığı için, ameller hususundaki şüpheden dolayı, imanın olup olmadığı
hususunda şüphelenmek gerekmez. Binâenaleyh "iman, üç şeyin toplamından
ibarettir" diyenlere göre, imanın olup olmadığında şüphe bulunduğu;
"Amel, iman vasfının dışındadır" diyenlere göre ise, imanın
mevcudiyeti hususunda bir şüphenin olmayacağı sabit olmuş olur. İşte bu duruma
göre, iki mezheb arasındaki ihtilafın sadece lafızda olduğu ortaya çıkmış olur.
[16]
İkinci mukaddimeye
gelince, ki bu, insanın, imanı olduğu hususunda bir şüphesi olmadığı halde,
"Ben, inşaallah mü'minim" demesidir. Bu hususta da şu izahlar
yapılmıştır:
1) Mü'minlik
bir insan için en şerefli bir sıfat, en kıymetli bir ündür. Bu durumda
"ben mü'minim" deyince sanki kendisini büyük bir övgü ile medhetmiş
olur. Binaenaleyh bu kimsenin, kalbinde bir mahviyyete ve ucbün (kendini
beğenmenin) zevaline sebeb olsun diye, "inşaallah" demesi gerekir.
Rivayet olunduğuna göre Ebu Hanife (r.h), Katade'ye: "Niçin imanında
istisna yapıyorsun? (yani inşaallah diyorsun)" dediğinde,
o: "Hz. İbrahim
(a.s)'in, "Ceza günü,
kusurlarımı bağışlamasını umduğum da O (Allah'dır)'\şo-ara, 62)şeklindeki
sözünde, Ebu Hanife (r.h) Ona, "Allah: "Buna inanmadın mı
yoksa?" dediğinde söylediği, "inandım" (Bakara. 260) şeklinde
sözünde ona "uysan ya..." dedi. Ben de diyorum ki: Katâde, Ebu
Hanife'ye Şöyle diyerek cevap verebilirdi: "Fakat Hz. İbrahim,
"inandım" dedikten sonra, "Fakat kalbimin yatışması için
(Ölüleri nasıl dirilttiğini görmek istiyorum)" (Bakara. 260) dedi ve
böylece itminanının artmasını istedi. İşte bu da, mutlaka iman hususunda
"inşaallah" denilmesine delâlet eder."
Kâmil İmanın Şartları
2) Allah
Teâlâ bu ayette, bir kimsenin ancak o beş sıfata sahip olduğu zaman mü'min
olacağını belirtmiştir:
a) Allah'dan korkmak (ittika etmek),
b) Allah'ın
dininde samimî ve ihlastı olmak,
c) Allah'a
dayanıp tevekkül etmek,
d) Allah
rızası için namaz kılmak,
e) Allah
rızası için zekat vermek. Allah Teâlâ ayetin başında "hasr" manasını ifade eden bir
kelime de kullanmıştır. Bu, "Mü'minler ancak onlardır ki tabiridir. Yine
O, ayetin sonunda da, "İşte onlar, gerçek müminlerin ta kendileridir"
buyurmuştur ki, bu ifade de "hasr" manâsındadır. Binâenaleyh ayet bu
manaya delâlet edip, insanın da kendisinde bu beş sıfatın bulunduğuna dair
kesin söz söylemesi imkansız olduğuna göre, "İnşaallah ben mü'minim"
demesi daha uygun olur.
Rivayet olunduğuna
göre, birisi Hasan el-Basri'ye: "Sen mü'min misin?" diye sorunca, o:
"İman iki çeşittir. Eğer sen benim, Allah'a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine ve ahiret gününe iman edip etmediğimi soruyorsan, ben mü'minim.
Yok sen, "Müminler ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yüreklen
titrer..." ayetinin anlattığı manada bir mümin olup olmadığımı soruyorsan,
Allah'a yemin ederim ki, onlardan olup olmadığımı (tam) bilemiyorum"
demiştir.
3) Kur'an-ı Kerim, mü'min olan herkesin,
cennetliklerden olduğunu gösterir. Binâenaleyh bir kimsenin mü'min olduğunu
söylemek, o kimsenin cennetliklerden olduğunu kesin olarak söylemeyi
gerektirir. Halbuki bunu söylemeye imkan yoktur. İşte bu hususta da böyledir.
Sevrî'nin şöyte dediği nakledilmiştir: "Bir kimsenin gerçek mü'min olduğu
iddia edilir de, sonra da onun cennetlik olduğuna şehâdet edilmezse, ayetin
yarısına iman edilmiş olur." Bu sözden şu netice çıkar: O kimsenin,
cennetliklerden olduğunu söylemek imkânsız olduğuna göre, onun kesin olarak
mü'min olduğunu söylemek de imkânsızdır.
4) İman,
kalbin tasdikinden ve bilmesinden ibarettir. Buna göre bir kimse ancak, bu tasdik
ve bilgi kalbinde bulunup, aklından hiç çıkmadığı zaman gerçekten mü'min olur.
Fakat bu husus zail olunca, o kimse ancak Allah'ın hükmüne göre mü'min olur.
Ama işin özünde ise, hayır!..
Bunu iyice
kavradığında, bil ki insanın "inşaallah (eğer Allah dilerse, ben
mü'minim)" sözünün iman vasfının devam etmesi ve herhangi bir gaflet ve
zuhûl bulunmaksızın, devamlı bir şekilde bu manada imanın onun kalbinde ve
kafasında bulunuşu ile ilgili olması uzak bir ihtimal değildir. Bu, ihtimal
dahilindedir.
5) "Muvâfât" ashabı şöyle derler:
"Bir kimsenin, bulunduğu anda mü'min olmasının şartı, imanlı olarak
ölmesidir. Bu şart ise, ancak ölürken gerçekleşir. Dolaytsı ile bu husus
bilinemez, meçhuldür. Meçhul olan bir şarta bağlı olan şey de meçhuldür. İşte'b-M
sebepten ötürü, "inşaallah ben mü'minim" denilmesi güzel olur.
6) Kişinin, "İnşaallah ben ölürken
mü'minim" demesi... Bundan maksad, bu stisnayı (inşaallah'ı) neticeye ve
sonuca havale etmektir. Çünkü bir kimse, her nekadar o anda mü'min ise de, bu
imanın neticede (ölüm esnasında) bulunmaması 'arzedi İd iğinde, yok gibi olur
ve asla bundan bir fayda elde edilemez. İşte bu istisnanın el i itilmesin in
maksadı, böylesi bir husustur.
7) "İnşaallah" sözü, kesinliğe ve
kat'îliğe ters değildir. Baksana Allah da, Andolsun ki Allah, Resulünün gördüğü
rüyanın hak olduğunu tasdik etmiştir. inşaallah, emniyet içinde, başlarınızı traş ettirerek
veya kısaltarak, korkusuzca -nutlaka Mescid-i Haram'a gireceksiniz"
(Fetm,27)buyurmuştur. Halbuki Allah Teâlâ, sek ve şüpheden münezzehtir.
Binâenaleyh O'nun bu "inşaallah"! kullarına bir öğretme olarak
zikrettiği anlaşılır. İşte burada da evlâ olan, işlerin Allah'a havale
edildiğini gösteren bu kelimeyi kullanmaktır. Böylece bu kelimenin bereketi
sayesinde, imanın devamı sağlanmış olur.
8) Bir grup
selef ulemâsı, bu kelimeyi kullanmışlardır. Onların bu görüşünü destekleyen
delili, biz de Allah'ın kitabında görmekteyiz. Bu, "İşte onlar, gerçek
müminlerin ta kendileridir" ayetidir. Bunlar, Allah'ın ilmine ve hükmüne
göre mü'min olanlardır. Binâenaleyh bu ifade, hem böyle olan, hem de böyle
olmayan kimselerin olduğuna delâlet eder. Dolayısıyla mü'min bir kimse,
"İnşaallah (ben mü'minim)" der. Böylece de Cenâb-ı Allah, onu bu
sözünün bereketi ite, ikinci kısımdakiferden değil de, birinci kısımdakilerden
kılar.
"İnşaallah"
ifadesinin, burada söylenmesinin caiz olmadığını söyleyenler de görüşlerinin
doğruluğuna şu şekilde delil getirmişlerdir:
a) Hareket eden bir kimse "Ben hareket
ediyorum" diyebilir. Fakat "inşaallah ben hareket ediyorum" demesi
caiz değildir. Oturan veya ayakta duran kimse için de durum aynıdır.
Binâenaleyh bu konuda da, mü'min bir kimsenin "ben mü'minim" demesi
gerekir, "inşaallah ben mü'minim" demesi caiz değildir. Cismin,
gelecekte hareket etme halinden çıkacak olması, şu anda hareket ettiğini
söylemeye mani olmadığına göre, istikbalde imanın zail olma ihtimali, şu anda o
kimsenin mü'min olduğunu söylemeye mâni değildir,
b) Allah Teâlâ, "İşte onlar, gerçek
müminlerin ta kendileridir" buyurmuş ve o
kimselerin gerçekten mü'min
olduklarını söylemiştir. Binâenaleyh
insanın, "inşaallah " demesi, Allah Teâlâ'nm kesinkes mevcûd
olduğunu söylediği birşey hususunda şek ve şüphe etmeyi gerektirir ki bu caiz
değildir.
Bunların birinci
görüşlerine şu şekilde cevap verebiliriz: "İnsanın mü'min oluşu ile
hareket edici olması arasında, bahsettiğimiz bir çok yönden fark vardır. Bu
ikisi arasında, böyle bir fark bulununca, bunları aynı şekilde değerlendirmek
imkansız olur."
İkinci görüşe de şöyle
cevap veririz: "Allah Teâlâ, ayette bahsedilen sıfatarâ sahip olan
kimselerin gerçekten mü'min olduklarını söylemiştir. Halbuki şartın bulunup
bulunmadığında şüphe vardır. Şarttaki şüphe, meşrutta (onun şart koşulduğu
şeyde) de şüpheyi gerektirir. Bu da, bizim görüşümüzü kuvvetlendirir. " Aliah
en iyi bilendir.
İkincisi: Cenâb-t
Hakk'ın, ayette bahsedilen beş sıfata sahib olan kimseler için verdiği ikinci
hüküm, "Rableri katında dereceler... onlarındır" buyruğunun
belirttiği husustur. Bu, "onların, birbirlerinden üstün mertebeleri
vardır" demektir.
Bil ki ayette
bahsedilen sıfatlar iki kısımdır: İlk üçü, kalb ve ruhla ilgili sıfat ve
hallerdir. Bunlar, korku, ihlâs ve tevekküldür. Son iki sıfat ise, zahirî amel
ve huylarla ilgilidir. Bu amellerin ve huyların kalbin saf (aştırılıp,
marifetullah ile nurlandırılmasında tesirleri olduğunda şüphe yoktur. Tesir
eden şey ne kadar kuvvetli olursa, tesirin de o nisbette kuvvetli olacağı,
bunun aksinin de aksi şekilde olacağı, şüphesizdir. Dolayısıyla bu huyların ve
amellerin çeşitli derece ve mertebeleri olduğuna göre, marifet ve bilginin de
derece ve mertebeleri vardır ki işte ayetteki, "Rableri katında
dereceler... onlarındır" ifadesi ile kastedilen budur. Cennetteki
mükafaatlar da, bu hallere göre ayarlanır. Binâenaleyh ruhanî saadetlerin
mertebelerinin, hem ölümden önce, hem de sonra bulundukları sabit olmuş
olur..Cennette bulunan saadet mertebeleri ise çok ve farklı farklıdır. İşte
bundan dolayı Allah Teâlâ, "Rabİeri katında dereceler... onlarındır"
buyurmuştur.
Eğer: "Daha aşağı
derecede olan, daha üst derecede olan için, yüce derecelerin olduğunu,
anlayınca, kalbi mahzunlaşır ve hayatın tadı kaçar. Bu ise, cennet mükafaatının
"rızk-ı kerim" olmasını zedeler" denilirse, buna şöyle cevap
veririz: "Her kişinin, kendisine âit saadeti içine dalıp gömülmesi, o
kişide bir kin ve hasedin doğmasına mani olur. Netice olarak diyebiliriz ki:
Ahiret halleri, ancak isim bakımından dünya halleri ile bir münasebet
arzederler.
Üçüncüsü ve
Dördüncüsü: Cenâb-ı Allah'ın "Bir bağışlanma ve sayısı bitmez, müddeti
tükenmez bir rızık onlarındır " ifadesinin anlattığı şeydir. Ayette geçen
mağfiret (bağışlanma) ile, Allah Teâlâ'nın, onların günahlarını bağışlaması;
rızk-ı kerîm (bitmez-tükenmez rızık) ile de, cennet nimetleri kastedilmiştir.
Kelâmcıtar şöyle
derler: "Bunun rızk-ı kerim oluşu, o nimetlerin temiz, devamlı ve ikram ve
saygı vasfına bürünmüş olmalarıdır. İşte bütün bunların toplamı,
"sevap" v© "mükâfaat" tarifini ortaya kor"
Arifler şöyle
demişlerdir: "Ayetteki "mağfiret" ile, Allah'dan başkası ile
meşgul oluştan dolayı, insanın kalbinde meydana gelen zulmetleri (karanlıkları)
silip götürme; rızk-ı kerim" ile de, marifetullah ve muhabbetullaha
gömülme sebebiyle doğacak : an nurlar kastedilmiştir."
Vahidî de şöyle
demektedir: "Dilciler şöyle demektedir: Kerîm, övünülen ve güzel görünen
her şeyi içine alan bir isimdir. Kerîm, kendisine muhtaç olunan şeyler hakkında, övülmüştür, methedi İm iştir.
Gerek, Allah Teâlâ, gerekse Kur'an-ı
Kerim, Kerîm" vasfıyla nitelenmiştir. Nitekim "...Doğrusu,bana çok şerefli bir
mektup bırakıldı" (Nemi.29); "... her sınıftan güze!..."
(Lokman, 10) "ve sizi şerefli bir mevkiye sokarız" (Nisa, 31) ve
"onlara çok güzel söz söyle" (isrâ, 23) r-jyurmuştur. O halde, rızk-ı
kerîm, kıymetli, üstün ve güzel olan rızık demektir.
Hişâm İbn Urve de
şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak bu ifade ile, onlara cennette hazırladığı,
lezzetli yiyecek içecekler ile, güzel faydalanma ve yaşayışı
kasdetmiştir." Beaderim ki, bizim burada, ruhanî manevî lezzetlerin, maddi
lezzetlerden daha güzel olduğunu beyan etmemiz gerekir. Biz bu manayı, bu
kitabın pekçok yerinde ele alıp izah ettik. Bu durumda, ayette bahsedilen kerîm
rızkın, ruhanî ve manevî lezzetler olduğu, bunların da marifetullah,
muhabbetullah ile, kulluk şuuruna gark olmak olduğu ortaya çıkar.
Birisi şayet, "Ayetin
zahiri, bu beş şey ile vasfedilmiş kimsenin ikâbdan (cezadan) kurtulduğuna, ve
mükafaata nai) olduğuna hükmedilmiş olduğunu gösterir. Bu da, kulun üzerinde,
bu beş şeyin dışında başka bir mükellefiyetin bulunmamasını gerektirir. Halbuki
bu, müslümanların icmâsıyla batıl olan bir husustur. Zira insanların oruç
tutmaları, haccetmeleri ve diğer farzları da mutlaka yerine getirmeleri
gerekir" derse, biz deriz ki:
Allahu Teâlâ söze:
"Mü'minler ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer, karşılarında
ayetleri okununca bu, onların İmanını arttırır,onlar ancak Rablerine dayanıp
güvenirler..." buyruğu ile başlamıştır. Halbuki, bütün mükellefiyetler, bu
iki cümlenin hükmüne dahildir. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, batınî hallerin en
şereflisinin, tevekkül; zahirî amellerin en kıymetlisinin de namaz ve zekât
olduğuna dikkat çekmek için, batınî sıfatlardan, özellikle tevekkülü; zahirî
amellerden de namaz ve zekâtı bilhassa zikretmiştir.
[17]
"Rabbin seni tam
isabetli olarak evinden çıkardığı zaman da (durum böyle idi). Çünkü
müminlerden bir zümre muhakkak ki isteksizdirler!. Hak apaçık meydana
çıktıktan sonra bile onlar bu hususta sanki gözleri göre göre ölüme sürükleniyorlarmış
gibi seninle mücadele ediyorlardı" {Enfâl, 5-6).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[18]
Bil ki, buyruğu,
herhangi bir şeyin, bu çıkarmak
filine benzetildiğini göstermektedir.
İşte bu sebeple alimler bu hususta şu izahları ileri
sürmüşlerdir:
a) Hz.
Peygamber (s.a.s), Bedir Günü müşriklerin sayısını çok, müslümanları da az
görünce, onları savaşa teşvik etmek için, "Kim savaca, ölmek üzere olan
bir kimseyi öldürürse, o kimsenin üzerindeki eşyası, silahı o öldürenindir. Kim
de bir esir alırsa, ona da şöyle şöyle şeyler, vardır"[19]
buyurdu.. Müşrikler hezimete uğradığında Sa'd İbn Übâde "Ey Allah'ın
Resulü, bir grup sahaben ve kavmin, canlarnı feda ettiler. Onlar, korku ve
canlarını feda etme hususunda cimrilik yaparak, savaştan geri durmadılar. Ancak
ne var ki onlar, tuzağa düşürülmen konusunda, üzerine titrediler. Binâenaleyh,
sen (bu savaşan kimselere), belirlediğin şeyleri verirsen, geriye kalan
müslümanlara bir şey kalmaz " deyince, Allahu Teâlâ, "Sana harb
ganimetlerinin hükmünü sorarlar. De ki: "Bu ganimetler Allah'ın ve Resûlünündür"
(Enuı, i) ayetini indirdi. Yani, "Peygamber, bu hususta dilediğini
yapar..." demektir. Böylece müslümanlar, peygamberden bir şey istemekten
çekindiler ve bazılarının içinde de, bir memnuniyetsizlik kalıverdi.
[20]
Keza, Hz. Peygamber
(s.a.s) Bedir Günü savaşa çıkınca, ashabın bir kısmı ileride açıklayacağımız
üzere, bu savaşı hoş karşılamamışlardı. Binânaleyh Cenâb-ı Hak, "De ki:
"(Bu) ganimetler Allah'ın ve Resûlünündür" (Entu, i) buyurunca,
kelamın takdiri şöyle olur: "Onlar başlangıçta razı olmasalar da, enfal
(ganimetler) hakkındaki bu hükme razı oldular. Nasıl ki onlar önce razı
olmadıkları halde Rabbin seni evinden çıkarmıştı'.' Bu izah, bu konuda
zikredilen izahların en güzelidir.
b) Takdirin,
"Hoş görmemelerine rağmen, Allah'ın seni, savaşa çıkarma ile ilgili hükmü
sabit olduğu gibi yine hoş görmedikleri halde "enfâl"in Allah'a ait
olduğu -iükmü de sabit olmuştur" şeklinde olması.
c) Cenâb-ı Hak, "!şte onlar, gerçek
mü'minlerin ta kendileridir" buyurunca, takdir, Allah'ın savaş için seni
evinden çıkarma ile ilgili hükmü hak olduğu gibi, onların mümin oldukları
hususundaki hükmü de hakdır, gerçektir" şeklinde olur.
d) Kisâî, bu
İfadenin başındaki kâf harfinin, Hak Teâlâ'nın bundan sonra gelen, seninle
mücadele ediyorlardı..." ifadesine taalluk ettiğini; ifadenin takdirinin
ise, "Bir
grup müminin hoş görmemesine rağmen, Rabbin seni isabetli olarak evinden
çıkardığı gibi, işte aynı şekilde, onlar savaşmayı istemiyor ve bu konuda
seninle mücadele ediyorlar" şeklinde olduğunu söylemiştir. Allah en iyi
bilendir.
[21]
Cenâb-ı Hak min
beytike ifadesiyle, Hz. Peygamberin, Medine'deki evini veyahut da, Medine'nin
bizzat kendisinikastetmiştir. Çünkü Medine, Hz. Peygamber'in bizzat hicret yurdu, gerçek
manada oturduğu, ikamet ettiği vatanıdır. Buna göre ayetin manası, "Seni
Rabbin, hikmet ve doğruluk dolu bir çıkarışla çıkardı.." şeklinde olur.
Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü müymirilerden bir zümre muhakkak ki isteksizdirler"
buyruğu, hâl mahallinde olan bir cümledir. Yani, "Seni, Rabbin, onların
istememesine rağmen çıkardı..." demektir.
[22]
Rivayet olunduğuna
göre, bir Kureyş kervanı, içinde pekçok mal bulunduğu ve kırk binitli olduğu
halde Şam'dan yola çıkmıştı. Ebu Süfyân, Amr İbnu'l-As ve diğer bazı kimseler
de bunlar arasında bulunuyordu. Bunun üzerine Hz. Cibril, bu durumu Allah'ın
Resulüne haber verdi. Allah'ın Resulü de, durumu müslümanlara anlattı. İçinde
çok mal bulunup, kervandaki şahısların sayısı da az olduğu için, kervanın karşısına
çıkma düşüncesi sahabenin hoşuna gitti. Bunun üzerine müslümanlar çabuk
davranıp yola çıkınca, onların yola çıktıklarına dair haber, Mekkelilere
ulaştı. Bundan dolayı da Ebu Cehil, Kabe'nin üzerine çıkarak şu şekilde
bağırdı: "Ey Mekkeliler! Her türlü zorluğa ve meşakkate rağmen, her ne
pahasına olursa olsun, kervanı kurtarmaya çıkacaksınız! Eğer Muhammed, sizin
kervanınızı ele geçirecek olursa, siz ömür boyu iflah olmazsınız. "
O sırada, Abbfta İbn
Abdulmuttalibin kız kardeşi bir rüya görüp, kardeşine, "Ben acayib bir şey
gördüm.. Gördüm ki, sanki bir melek gökten indi ve dağdan bir kaya parçası
aldı. Sonra o taşı, (kentin üzerinde) dolandırdı. Sonra, Mekke'deki bütün
evlere, o kaya parçasından kopmuş olan bir taş parçası isabet etti. " der.
Abbas bunu anlatınca, Ebu Cehil (Benî Haştm ile alay etmek için) şöyle der:
"Kadınları da nübüvvet iddiasında bulunmadıkça, onların erkekleri
nübüvvete razı olmazlar!"
Derken, Ebu Cehil
bütün Mekkelileri yola çıkardı ki, işte bu Kureyş'in ordusu, nefiridir. Meşhur
olan şu darb-ı meselde de, "Ne kervanda, ne de nefirde " şeklinde
varid olmuştur. Bunun üzerine Ebu Cehil'e, "Kervan sahil yolunu tuttu ve
kurtuldu. O halde sen, yola çıkmış olan orduyu Mekke'ye geri döndür"
denilince o, "Hayır, Allah'a yemin olsun ki, bu asla olamaz... Biz,
Bedir'de develer keseceğiz, içkiler içeceğiz; şarkıcılar şarkı söyleyip defler
çalacaklardır. Böylece de bütün Araplar, birbirlerinden
bizim yola çıktığımızı ve Muhammed'in de kervandan bir şeyler elde edemediğini
duyacaklar..." dedi ve kavmini Bedr'e götürdü. Bedir, Arapların senede bir
gün, panayırları için toplandıkları bir yerdir..
Bunun üzerine, Cebrail
inerek, "Ey Muhammed, Allah size, iki gruptan birisini va'ad ediyor: Ya
kervan,ya da Kureyş ordusu.." buyurdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s)
ashabıyla istişarede bulundu ve, "Ne dersiniz, Kureyş her türlü zorluğu ve
meşakkati göze alarak Mekke'den yola çıkmışlar. Kervan ile mi, yoksa ordu ile
mi karşılaşmak istiyorsunuz?" dedi. Ashâb, "Kervanla karşılaşmamız,
düşmanla karşı karşıya gelmemizden daha iyidir" dedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.s)'ın yüzünün rengi değişerek, "Kervan, denizin kenarından
çekip gitti!. İşte, Ebu Cehil ise, geliverdi karşımıza çıktı!" dedi. Bunun
üzerine ashab, "Ey Allah'ın Resulü, sen kervana bak, düşmanı bırak"
dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) kızınca, Hz. Ebu Bekir ve Ömer ayağa kalkarak, çok
güzel bir konuşma yaptılar. Sonra Sa'd İbn Übâde ayağa kalkarak, "Şimdi
Allah'ın sana emrettiği istikamette ilerle. Biz, istediğin yerde seninle beraberiz.
Allah'a yemin olsun ki, sen Aden'e kadar gitsen, ensardan hiç kimse senden
ayrılmaz" dedi. Daha sonra Mikdâd İbn Amr şöyle konuştu: "Ey Allah'ın
Resulü, Allah'ın sana emrettiği şeye git! Biz, istediğin her yerde seninle
beraberiz. Biz sana, "tıpkı İsrailoğullarının Hz. Musa'ya: "Sen var
Rabbinle birlikte savaş, biz burada oturacağız!" (Maide, 24» dediği gibi
demiyeceğiz. Biz ancak, "Sen ve Rabbin gidin ve savaşın. Bizde hareket
edebilen bir göz bulunduğu müddetçe, biz de sizinle beraber savaşacağız "
diyoruz. " Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) gülümsedi, sonra da,
"Allah'ın bereketi üzere ilerleyin! Allah 'a yemin ederim ki, ben sanki,
Kureyşlüerin düşüp Ölecekleri yerleri görüyor gibiyim" dedi. Resûlullah
(s.a.s), Bedir Savaşı'ndan dönünce, ashabtan bazıları "Kervanın da peşini
bırakma!" dedi. Alınmış olan esirler arasında bulunan Abbas, Hz.
Peygamber'e "Bu uygun olmaz! " diye seslendi. Hz. Peygamber (s.a.s)
de, "Niçin" deyince, Abbas: "Çünkü Allah sana, iki gruptan
birini vaadetmişti. Ve sana, va'adettiğini de verdi" dedi.
Sen bu kıssayı iyice
anladığına göre, şimdi biz diyoruz ki: Savaşmayı istememek, "Çünkü
müzminlerden bir zümre muhakkak ki isteksizdirler " ifadesinin deliliyle,
mü'min-lerin tamamı için değil, ama bir kısmı için söz konusu olmuştur. Kendisi
için, Allah'ın Resûlüyle mücadele edip tartıştıkları "hak" ise,
kervanı tercih ettikleri için, Kureyş
ordusunu karşılama
hususundaki mücadeleleri idi. Cenâb-ı
Hakk'ın, "Hak, apaçık meydana çıktıktan sonra " sözünden maksad
"Allah'ın Resulüne, ashabın yardım göreceklerini bildirmektir."
Onların mücadele etmeleri ise: "Biz, ancak kervanı karşılamak için
çıkarız. Sen bize, savaş için hazırlık yapabilmemiz ve Kureyş ordusunu
karşılayabilmemiz için, bunu baştan söylemeli değil miydin?" şeklindeki
sözleridir. Bu böyledir, zira onlar, savaşmayı uygun bulmuyorlardı. Sonra Allah
Teâlâ, ashabın aşırı feryat ve korku içindeki durumu, ölümün sebeplerini
müşahade ederek ve ölüme sebebiyet verecek olan şeyleri görerek,
öldürülmeye sürüklenen ve ölüme götürülen kimselerin durumuna benzetmiştir.
Netice olarak
diyebiliriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "gözlen göre göre" ifadesi, katiyyet
ve kesinlikten kinaye olan (bile bile anlamında) bir ifadedir. Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, "Göre göre, yani bunu bile bile, kim oğlunu nefyederse (benden
değildir derse..)..." hadisiyle, Cenab-i Hakk'ın, "iki elinin önden
yolladığı ne ise ona bakacak.." (Nebe,40)ayeti de böyledir. Yani,
"bilecek...." demektir.
Bil ki, ashabın korku
ve endişesi şunlardan kaynaklanıyordu:
a) Sayıca az olmaları.
b) Yaya
olmaları; rivayet olunduğuna göre, onların içinde sadece iki tane süvari
bulunuyordu.
c)
Silahlarının az olması.
[23]
Rivayet olunduğuna
göre, Hz. Peygamber (s.a.s) evinden kendi ihtiyar ve arzusuyla çıkmıştır. Fakat, Allah
Teâlâ bu çıkmayı zatına izafe ederek, "Rabbin seni tam isabetli olarak,
evinden çıkardığı gibi..." buyurmuştur. İşte bu da, kulun fiilini
yaratanın Allah olduğunu gösterir. Bu yaratma ya ibtidaen (doğrudan doğruya)
olur; yahut kudret ve daiye (sebep) vasıtasıyla olur ki bunların toplamı fiilin
ortaya çıkmasını gerektirir. Zaten biz de bu görüşteyiz. Kfidî ise şöyle
demiştir: "Bu ifadenin manası, "Bu çıkış, Allah'ın emri ve
peygamberini mecbur etmesiyle gerçekleşmiştir" şeklindedir. İşte bu
sebepte ç." Biz deriz ki Senin dercûş
oldurun bu mananın mecazî bir mana olduğunda şüphe yoktur. Halbuki aslolan,
sözü hakikî manasına hamletmektir.
[24]
"Hani Allah size
iki taifeden birinin muhakkak sizin olacağını va'adediyordu, siz ise
silahsız topluluğun yani kervanın sizin olmasını arzu ediyordunuz. Allah da emirleriyle
hakkı açığa vurmayı ve kâfirlerin arkasını kesmeyi diliyordu.. Bunun hikmeti
şu idi: Allah, o günahkârlar istemese de hakkı payidar edecek, bâtılı
da iptal edecektir" (Enfal, 7-8).
Bil ki, Cenâb-ı
Hakk'ın bu ayetinin başındaki İz lafzı, mukadder, gizli bir üzkur "an,
hatırla" fiiliyle mansûb; sözü de, ifadesinden bedeldir. Ferra ve
Zeccâc (Muhammed. Is) ayetinin bunun benzeri olduğunu söylemişlerdir. Burada
kelimesinin mansûb kılınması gibi, ûl ile başlayan cümle de mahallen mansûb
kılınmıştır. [Fsth, 25} ayeti de böyledir. Bu ayette, başında en edatı bulunan
cümle, levlâ, kelimesinden dolayı mahallen merfû olan bir cümledir. Ayette
bahsedilen iki taifeden birisi kervan, diğeri ise Kureyş ordusudur. Kuvvetli ve
silahlı olmayan ise, kervandır. Çünkü, kervanda sadece kırk süvari bulunuyordu.
Şevketli olmak ise, çok sayıda savaşçı ve savaş malzemesi (mühimmatı)
sebebiyle, Kureyş ordusu hakkında söz konusu idi. kelimesi, keskinlik anlamına
gelmekte olup, dikenin keskinliğinden müsteâr olarak kullanılmıştır. Nitekim,
"Mızrağının ucundaki kargıyı keskinleştirdi" denilmektedir. Arapların
, "silahı keskin; pür silah..." şeklindeki sözleri de bu
manadadır. Yani, "sizler, bir kuvveti ve gücü olmadığı için, kervanla
hesaplaşmak arzuluyor, diğer taifeyi ise arzulamıyordunuz. Ancak ne var ki
Allah, emirleriyle hakkı açığa vurup ortaya koymak için, diğer taifeye (Kureyş
ordusuna) ' yönelmenizi istiyordu" demektir. Bu ayetle ilgili birkaç soru
bulunmaktadır:
Birinci soru: Cenâb-ı
Hakk'ın "Allah da emirleriyle hakkı açığa vurmayı... diliyordu"
ifadesinden sonra "Hakkı payidar etmek için" demesi, sırf bir tekrar
değil midir?
Cevap: Bu ayette bir
tekrar bulunmamaktadır. Çünkü birinci ifâdeyle, Cenâb-ı Hakk'ın bu hadisede
va'adettiği muzafferiyet ve düşmana üstün gelme gibi hususların sebebi; ikinci
ifade ile de, Kur'an'ı ve dini güçlendirmek, bu şeriate yardım etmek murad
edilmiştir. Çünkü, Bedir gününde, mü'minler tarafından kâfirlerin başına
getirilen şey, dinin izzet bulmasına ve kuvvetlenmesine sebep olmuştur. İşte bu
sebepten dolayı Cenâb-t Hak, bu ifadenin peşinden, "batılı da iptal
edecekti" buyurmuştur. Yani, şirki... Bu ifade, din ve iman demek olan
"hakk" mukabilinde kullanılmış bir ifadedir.
İkinci som: Hak, zâtı
gereği haktır; bâtıl da, zâtı gereği batıldır. O halde, bir şey hakkında zâtı
gereği sabit olan o şeyi, bir kimsenin yapması, bir kimsenin onu o şekilde
kılması ile elde etmek mümkün değildir. Öyleyse "hakkı hak kılmak",
"batılı da bâtıla çıkarma" ile ne murad edilmiştir?
Cevap: Hakkı hak,
bâtılı da bâtıl kılmaktan, o hakkın hak ve gerçek olduğunu; o bâtılın da
batıllığmı izhâr edip ortaya çıkarmak manası kasdedilmiştir. Bu da bazan,
deliller ve belgeler ortaya koymakla, bazan da hakkın önderlerini güçlendirmek,
bâtılın liderlerini de ezmekle olur.
Bil ki, ehl-i sünnet
âlimleri, fiillerin yaratılması meselesinde, Hak Teâlâ'nın "hakkı payidar
edecek" buyruğuna tutunarak şöyle demişlerdir: "Bu ifadeyi, Cenâb-ı Hakk'ın, hakkı
meydana getirip onu var etmesi manasına hamletmek gerekir. Hak ise, din ve
itikâddır. Böylece bu ifade, hak inancın, ancak Allah'ın var etmesiyle,
onu yaratmasıyla
meydana geleceğine delâlet eder. Hakkı ihkâk (hak kılmayı), onun tesir ve
etkilerini ortaya koymak manasına
hamletmek mümkün değildir. Çünkü, bu ortaya çıkma işi kulların fiiliyle tahakkuk eder.
Binâenaleyh, bu ortaya koymayı Allah'a izafe etmek de imkânsızdır. Bundan muradın,
"Allah Teâlâ'nın, buna delâlet eden delilleri ortaya koyması" olduğu da
söylenemez. Çünkü böylesi bir mana, hem kâfire, hem de müslümana nisbetle, hem bu
hadiseden önce hem de sonra mevcuttur. Binâenaleyh bu manayı bu hadiseye tahsis etmenin
hiçbir manası bulunmaz.
Bil ki, Mutezile de,
kendi mezheplerinin doğruluğu hususunda aynı ayete tutunarak şöyle demiştir:
"Bu ayet, Allah Teâlâ'nın, bâtılı hak kılmayı; hakkı da iptal etmeyi
kesinlikle murad etmediğine delâlet eder. Aksine Cenâb-ı Hak, her zaman hakkı
hak kılmayı, bâtılı da iptal etmeyi murad etmiştir. Bu da, "Batılı da,
küfrü de ancak Allah irâde eder" diyen kimselerin görüşünü iptal
eder."
Âlimlerimiz buna şu
şekilde cevap vermişlerdir: "Usûl-ü fıkıhta şöyle bir kaide bulunmaktadır:
Başında elif lâm bulunan müfred (tekil) kelime, önce geçmiş olan muayyen ve
belli olan bir şeye hamledilir. Binâenaleyh bu ayet, Allah Teâlâ'mn, burada
hakkı hak kılmayı, bâtılı da iptal etmeyi murad ettiğine delâlet eder. O halde,
nasıl "durum her yerde aynıdır" d ivebil irsi niz?"Aksi ne biz,
ayetin bizim görüşümüzün doğruluğuna delâlet ettiğini delili ile beyan
etmiştik.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"ve kâfirlerin arkasını kesmeyi..." ifadesine gelince: Dâbir
kelimesi, âhir, sonuncu demektir. Bu kelime, bir kimse arkasını dönüp
gittiğinde söylenilen >> fiilinden ism-i faildir. />!' *>.**
"Kuşun ayaklan ardındaki parmak" ifadesi de böyledir. Bir şeyin
dâbirini kesmek, onun kökünü kurutmak demektir. Bundan maksad şudur:
"Sizler, mal elde etmek için kervanı istiyordunuz. Allah Teâlâ da,
kendisinde hak dini yüceltmek ve kâfirleri kökünü kazıyıp yok etmek gibi
bir fayda bulunduğu için sizin Kureyş ordusunun üzerine yürümenizi
istiyordu."
[25]
"Hani siz
Rabbinizden yardım istiyordunuz da, O da: "Muhakkak ki ben size
meleklerden birbiri ardınca bin(lercesi) ile imdad edeceğim" diyerek
duanızı kabul buyurmuştu, Allah bunu ancak bir müjde, kalbleriniz o sayede
tatmin olsun diye yapmıştı.. Yardım ancak Allah'ın katmdandır. Şüphesiz ki
Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" (Enfâl, 9-10).
Bil ki Allah Teâlâ bir
Önceki ayette, hakkı gerçekleştireceğini, batılı iptal edeceğini beyan edince,
müslümanlar yardım istediğinde, onlara yardım edeceğini de bu ayette
açıklamıştır. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[26]
Ayetin başındaki iz
kelimesinin amilinin, önceki ayetteki yubtıl fiili olması, dolayısıyla bu
ayetin, önceki ayetle irtibatlı olması mümkün olduğu gibi; "Hatırlayın o zamanı
ki hani..." takdirinde olmak üzere müste'nef bir cümle olması da caizdir.
[27]
Ayetteki ''Hani yardım
istiyordunuz" ifadesi ile ilgili iki görüş vardır:
Birinci görüş: Bu
yardım isteme işi, bizzat Hz. Peygamber (s.a.s)'den sâdır olmuştur. İbn Abbas
(r.a) şöyle der: "Bana Hz. Ömer b. Hattab (r.a) şunu anlattı: "Bedir
günü Hz. Peygamber (s.a.s), müşriklere bakıp onların sayısının bin; ashabına
bakıp bunların sayısının da üçyüz küsur olduğunu görünce, kıbleye dönüp
ellerini
göğe kaldırarak,
"Allahım! Bana va 'adettiğin şeyi yerine getir. AHahtm! Eğer şu bir avuç
insanı helak edersen, yeryüzünde sana bir daha ibadet olunmaz"[28] diye
dua etti. O durmadan bu duaya devam etti. Hatta ridâsı sırtından düştü. Hz. Ebu
Bekir onu alıp sırtına verdi ve O'na: "Ya Resulellah. Rabbine yaptığın bu
dua sana yeter. Çünkü O, sana va'adettiğini mutlaka yerine getirir" dedi.
İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu. İki ordu karşı karşıya saf bağlayınca, Ebu
Cehil: "Allahım! Hangimiz hakka daha lâyık isek, ona yardım et" dedi
ve Allah'ın Resulü de, elini kaldırıp o yukarıdaki duasını yaptı.
İkinci görüş: Ayette
bahsedilen yardım isteme mü'minler tarafından olmuştur. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.s)'i yardım istemeye sevkeden sebep, ashab için de söz konusu idi. Hatta
ashabın endişe ve korkusu, Hz. Peygamberinkinden daha fazla idi.
Bu hususta doğruya en
yakın olan şöyle söylemektir: Rivayet olunduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.s) dua
edip yalvardı; ashab da onun duasına "âmin" dediler. Böylece
içlerinden (kalben), bu dua hususunda Hz. Peygamber'e tabi olmuş oldular.
Binâenaleyh Hz. Peygamber (s.a.s) sesli olarak dua ettiği için, Hz. Peygamberin
dua etmiş olduğu rivayet edildi, ashabın dua ettiği nakledilmedi. İşte bu
hususta farklı rivayetleri bu şekilde bağdaştırmak mümkündür.
[29]
Ayetteki ifadesi
"Sizler, igâse(yardım) istiyordunuz" demektir. Nitekim bir belâ ve
sıkıntıya düşen kimse, "Bana yardım et" yani, "Bu belayı benden
gider" der.
Bil ki Allah Teâlâ,
ashabın yardım istediklerini bildirince, kendisinin onların bu dualarına icabet
ettiğini bildirerek "Muhakkak ki ben size, meleklerden birbiri ardınca
bin(lercesi) ile imdâd ederim" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç
mesele vardır:
[30]
Ayetteki ifadesinin
aslı şeklindedir.
Bundan harf-i cer
hazfedilmiş ve bu, istecâbe fiilinin mef'ulü olarak, mahallen mansub kılınmıştır. Ebu Amr,
kale (dedi) şeklinde
bir fiili mahzuf sayarak veya buradaki istecâbe (duanızı kabul etti) fiilini kale manasına
alarak, bu ifadeyi kesre ile innî şeklinde okumuştur. Çünkü "icabet" de
"kale" türünden bir kelimedir.
[31]
Nâfî ve Asımın ravisi
Ebu Bekir, dal harfinin fethası ile kelimeyi, mürdefîn; diğer kıraat imamları
ise dal harfinin kesresi ile mürdifîn şeklinde okumuşlardır. Ferrâ,
mürdifin kıraatinin, tıpkı bir hayvanın üzerinde birbiri ardına binen kimseler
gibi, "birbiri peşine gelen, birbirine tâbi olan melekler" manasında
olduğunu; mürdefîn kıraatinin ise, "Allah'ın kendilerini bu şekilde
peşpeşe kılmış olduğu melekler" manasında olduğunu söylemiştir.
Dolayısıyle ayet; "Allah, melekleri ashabın peşinden gönderdi ve onları
melekjerle takviye etti" demektir.
[32]
Alimler, meleklerin Bedir Günü bizzat savaşıp savaşmadıkları hususunda ihtilaf
etmişlerdir: Bir kısım alimler şöyle demişlerdir: "Cebrail (a.s), beşyüz
meleği Hz. Peygamberin ordusunun sağına indirmişti. Ordunun bu cenahında Hz.
Ebu Bekir vardı. Mikâil (a.s) de beşyüz melek ile birlikte, ordunun sol
cenahına indi. Burada da Hz. Ali b. Ebu Talİb (r.a) bulunuyordu. Melekler insan
şeklinde idiler ve üzerlerinde beyaz elbiseler vardı. Bu (bin) melek, Bedir'de
bizzat savaştı."
Meleklerin Bedir'de
savaşıp, Hendek (Ahzâb) ve Huneyn savaşlarında savaşmadıkları söylenmiştir. Ebu
Cehil'in, İbn Mes'ud (r.a)'a: "Sesini duyup da kendini göremediğimiz bu
şeyler nedir?" dediği, Abdullah b. Mes'ud (r.a)' in da: "Bu,
meleklerin sesidir" cevabını verdiği, bunun üzerine Ebu Cehil'in "Bizi
yenen siz değilsiniz, onlar!.." dediği rivayet edilmiştir. Yine rivayet
edildiğine göre bir müsiüman, bir müşriğin peşine düştüğünde, başının üstünde
bir şakırtı duyuyordu ve birden önündeki müşriğin yuvarlanıp düştüğünü ve
yüzünün paramparça olduğunu görüyordu. İşte böyle bir hadiseyi ensardan biri,
Hz. Peygamber (s.a.s)'e anlatınca, O: "Doğrusun. Bu, gökten gelen
yardımdandır" buyurdu.
Diğer bazı alimler
ise, meleklerin Bedir'de bizzat savaşmadıklarını, ancak müslümanların (yanında
durarak) sayılarını çoğalttıklarını ve müslümanlara sebat verdiklerini; aksi
halde tek bir meleğin gücünün, bütün dünyayı yok etmede yeterli olacağını;
çünkü (meselâ) Cebrail (a.s)'in kanadının bir teleği ile, Lût (a.s) Kavmi'nin
şehirlerini ve Semûd Kavminin diyarlarını alt üst ettiğini, tek bir nâra İle
Salih (a.s)'in kavmini yok etmiş olduğunu söylemişlerdir.
Bu yardımın nasıl
olduğu hususunda gerekli açıklama, Â-li İmrân sûresinde ayrıntılı olarak
yapılmıştı. Meleklerin bizzat savaşmak için inmemiş olduklarının doğruluğuna,
ayetteki, "Allah, bunu ancak bir müjde... yapmıştı" ifadesi de
delâlet eder. Ferra'ya göre, buradaki "bunu" zamiri, mürdifîn
kelimesinin delâlet ettiği,
"arda arda
getirme" masdarına râci olup, bu ifâdenin takdiri, "Allah, bu ard arda getirişi-gönderişi,
ancak bir müjde kılmıştır" şeklindedir. Zeccâc da, "Bu, "Allah
bu ard arda gelişi, mü'minler için ancak bir müjde kıldı"
manasındadır" demiştir. Bu görüş daha uygundur. Çünkü meleklerle yardım
işi, müjde şeklinde tahakkuk etmiştir.
İbn Abbas (r.a) şöyle
demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), Bedir Günü çadırında oturmuş dua
ediyordu. Hz. Ebu Bekir (r.a) de sağında oturuyordu. Yanında Hz. Ebu Bekir'den
başka kimse yoktu. Derken Hz. Peygamber (s.a.s) biraz uyuklayıp uyandı. Sonra
sağ eliyle Hz. Ebu Bekir'in dizine dokunarak: "Allah'ın yardım edeceğini
müjdelerim. Yemin olsun ki rüyamda Cibril'i, atlıları yönlendirirken
gördüm" dedi." Bu rivayet de, meleklerin indirilmesindeki maksadın,
sadece mü'minler için bir müjdeleme olduğunu gösterir ki, bu onların savaşmak
için gelmiş olmalarına ters düşer.
Allah Teâfâ daha sonra
"Yardım ancak Allah'ın katmdandır" buyurmuştur. Bu ifadenin maksadı,
her nekadar melekler mü'minlere destek olmak İçin indirilmiş ise de, mü'mine
gerekenin, işini sadece buna bağlamayıp, Allah'ın mağlub olmayacak bir gâlib ve
âzîz, yine yenilmeyen, ezilmeyen bir kahir olmasından ötürü, Allah'ın
yardımına, desteğine, muzafferiyetine, hidayetine ve kifayetine güvenip
dayanması olduğuna dikkat çekmektir. Allah yardım indirme hususunda da
hakimdir, (hikmet sahibidir), onu yerli yerince indirir.
[33]
"Hani O, size
kendisinden bir eminlik olmak üzere hafif bir uyku ile buruyordu.
Sizi tertemiz yapmak, sizden şeytanın murdarlığını gidermek, kalblerinizi
pekiştirmek, ayaklarınızı sabit kılmak için de gökten üstünüze bir
su indiriyordu. Hani
Rabbin meleklere: "Şüphesiz ki ben sizinle beraberim. Haydi iman
edenlere sebat ilham edin" diye vahyediyordu. "Ben kâfirlerin yüreklerine
korku salacağım. Ey mü'minler siz de, hemen vurun onların
boyunlarına, vurun
onlarm her bir parmağına" diyordu. Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar,
Allah'a ve Resulüne karşı geldiler. Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse,
Allah'ın ikâbı cidden çetindir" (Enfâl, 11-13).
Bu âyetlerle ilgili
birkaç mesele vardır:
[34]
Zeccâc, bu âyetlerin
başındaki iz edatının, önceki âyetteki
kısmının zarfı olarak, mahallen mansûb
olduğunu söylemiştir. Bunun takdirinin
şeklinde olması da mümkündür.
[35]
Âyetteki kelimesi üç
türlü okunmuştur:
a) Nâfî,
bunu "yâ" harfinin zammesi, gayn
harfinin sükûnu, şeddesiz
şın ile,
ve bundan sonraki nüâs
kelimesii mansûb
(mef'ul) olarak "Hani Allah, sizi bir uyku ile buruyordu" şeklinde,
b) Ebu Amr
ve İbn Kesir elifli olarak, yâ'nın fethası, gayn'ın sükûnu ile ve nüâs
kelimesini de merfû (fail) olarak "Hani sizi bir uyku buruyordu"
şeklinde;
c) Diğer kıraat imamları da, şın harfinin
şeddesi ve yâ'nın zammesi ile, tefîl babından olarak ve nüâs kelimesini mansûb
(mef'ûl) olarak, "Hani O (Allah), sizi uyku ile iyice sarıp
buruyordu" şeklinde okumuşlardır. Vahidî (r.h) şöyle der: "Birinci
kıraat eğşfi, ikincisi ğaşiye, üçüncüsü de geşşâ fiilindendir. Bu kelimeyi,
yeğşâkum şeklinde okuyanların delili, (âh imren. 154) ayetidir. Binâenaleyh o
ayette fiil (yani indirme işi), uyku ve uykunun sebebi olan eminliğe isnâd
edildiği (yani bunlar mef'ul olduğu gibi), bu ayette de Öyledir. Bu kelimeyi,
eğşâ ve geşşâ fiillerinden okuyanlara göre, her ikisi de aynı manaya olup,
Kur'an-ı Kerim'de bu şekil kullanışlar vârid olmuştur. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "Böylece onlan sanverdik, artık göremezler" (Yasin. 9);
"Onu, bürüyen bürüdü"
(Necm. 54) ve"Sanki yüzleri sarılmış..." {Yunus, zt) buyurmuştur. Bu
iKi kıraate göre de fiil Allah'a isnâd edilmiştir (yani bu fiilin faili
Allah'dır).
[36]
Allah Teâlâ, onların
dualarına icabet ettiğini ve onlara Yardım vaadinde bulunduğunu zikrederek 'Yardım (zafer)
ancak Allah'ın
katındandır" (Enfâi, ıo) buyurunca, bunun peşinden yardımının çeşitlerini
anlatmıştır. Bunlar altı çeşittir:
[37]
Birinci çeşit:
Ayetteki, "O, sizi, kendisinden
bir eminük olmak üzere hafif bir uyku ile buruyordu"
ifadesinin anlattığı çeşittir. "Minhu" kelimesi "Allah
tarafından" demektir. Bil ki her türlü uyku ve uyuklama ancak Allah
tarafındandır. Binâenaleyh âyette bahsedilen "hafif uyku"nun ancak
Allah tarafından olduğunun belirtilmesinin mutlaka başka bir mânası vardır,
Âlimler bu hususta şu izahları yapmışlardır:
1) Korkan
kimse, düşmanından hem kendi açısından, hem de aile efradı açısından çok korktuğunda,
uyayamaz. Korkan kimse, uyuduğunda emin olur. Dolayısıyla o çok korku esnasında
meydana gelen uyku, korkunun gidip yerini emniyetin aldığına delâlet eder.
2) Bu kimseler pekçok yönden korkmuşlardır.
a) Müslümanların sayısının az, kâfirlerinkinin
ise çok olması,
b)
Kâfirlerin hazırlıklı olması, teçhizatlarının bulunması; mü'minlerin
hazırlığının, kâfirlerinkine nisbetle az olması.
c) Şiddetli
susuzluk. Şayet böyle bir uyku ve istirahat tahakkuk edip de, böylece ashâb,
ikinci gün savaşmak imkânı bulamasaydılar, galibiyyet tam olmazdı.
3) Onlar,
düşmanlarının kendilerini çarpıp yenebilecekleri bir biçimde, derin bir uykuya
dalmadılar. Aksine bu, düşmanları kendilerine saldırmayı istemiş olsalardı,
onların kendilerine ulaşacaklarını bilecekleri ve düşmanın bu saldırısını
savuşturmaya muktedir olacakları bir
durumda olmalarıyla beraber,
onların yorgunluk ve bıkkınlıklarını gideren bir uyuklama
olmuştur.
4) Sayıları
çok olmasına rağmen bu uyuklama onları aynı anda bürüdü. Halbuki, çok şiddetli
bir korku esnasında büyük bir kalabalığı uykunun yakalaması, harikulade bir iştir..
İşte bu sebepten dolayı, "Bu uyku bir mucize hükmünde olmuştur"
denilmektedir.
Buna göre şayet,
"Eğer durum sizin bahsettiğiniz gibiyse, o halde onlar, bu uyuklamadan
sonra daha niye korkmuşlardır?" denilirse, biz deriz ki:
Bilinen husus,
"Allah Teâlâ'nın, İslâm ordusunu muzaffer ve mansûr kılmasıdır." Bu
ise, o müslümanlardan bazılarının öldürülmesine mani değildir.
Buna göre şayet,
"Ayetteki bu kelime, yügâşşikum ve yuğşîkum şeklinde okunup, nüâse
kelimesi de mansûb kılınınca, bu fiillerin tahtında bulunan zamir Allah'a râci olur;
"Emeneten" lâfzı da mef'ûlün leh olmuş olur. Ama bu ifade şeklinde
okunduğu zaman, emeneten kelimesini mef'ûlün leh yapmak nasıl mümkün olur?
Zira, mef'ûlün teh olan kelimenin, muallel olan bir illete bağlanan fiilin
failinin işi olması gerekir..." denilirse, biz deriz ki: Yağşâkum kelimesi
her ne kadar zahiren nüâs kelimesine isnâd edilmişse de, gerçekte fiilin faili
Allah'dır. Binâenaleyh, mana itibariyle böylesi bir ta'lîl yerinde ve doğru
olmuş olur. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Bu kelime, mîmin sükûnuyla
emneten şeklinde de okunmuştur, şeklindeki okuyuşun benzer ifadesi, (yaşadı,
yaşamak); şeklindeki okuyuşun benzeri ifadesi ise, (merhamet etti-merhamet
etmek) tabiridir. İbn Abbas, "Savaşta uyuklamak, Allah'tan bir emniyyet;
namazda uyuklamak ise, şeytan tarafından bir vesvesedir" demiştir.
[38]
İkinci çeşit: Hak
Teâlâ'nın "Sizi tertemiz yapmak, sizden şeytanın murdarlığını gidermek.,
için de gökten üstünüze bir su indiriyordu" buyruğunun ifade ettiği
husustur. Bundan muradın, yağmur olduğunda şüphe yoktur. Bu husus, varid olan
haberde şu şekilde anlatılmıştır: Kureyş ordusu, suyun bulunduğu yere daha önce
gelip orayı İstitâ etmişti. Ve onlar böylece, zaferin ve üstünlüğün kendilerine
ait olacağını umuyorlardı. Derken mü'minler susadılar ve susuzluktan dolayı
endişeye kapıldılar. Hem içmeleri hem de temizlenmeleri için, suya muhtaç
olmuşlardı. Onların birçoğu ihtilâm olup cünüb olmuşlardı. Buranın, ayakların
içine gömülüp çokça toz toprak kaldıran bir yer olması da bunlara eklenmişti.
Böylece, gerek düşmanın, gerekse onların teçhizatlarının çokluğu sebebiyle,
müslümanların kalblerinde bir korku meydana gelmişti. Binâenaleyh, Allah Teâlâ
ayette bahsedilen yağmuru yağdırınca, yağan bu yağmur, ilahî yardım ve
muzafferiyetin mü'minlerden yana olacağına bir delil oldu.. İşte bu yağmurun
yağması pekçok cihetten büyük bir nimet oldu:
a)
Susuzluğun giderilmesi. Rivayet olunduğuna göre müslümanlar, çölde bir yer
eşiyorlar; burası büyük bir havuz halini alıyor; orada su birikiyor, derken
onlar o sudan içiyorlar, temizleniyorlar ve faydalanıyorlardı.
b) Onlar,
bu sudan yararlanarak
yıkanıyorlar ve böylece
cünüblükten kurtuluyorlardı. Mü'min bir kimsenin, cünüb olduğu zaman
kendisini pis hissedeceği, gusül imkanı bulamadığı zaman üzüleceği, bundan
dolayı kalbinin daralacağı âdeten bilinir. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ, bir
temizlenme imkanı verişini de, onlara verilen nimetler zincirinin bir halkası
saymıştır.
c) Onlar
susayıp da su bulamadıkları ve sonra uyuyup ihtilam oldukları zaman, suya
alabildiğine ihtiyaç duyuyorlardı. Ama sonra yağmur yağınca onların bu
sıkıntıları zift o\0"U ve bbytece TTtöks&â *y _ff\rö bukdUt. ^fca bu
taltarla ortaya çıkışında, zorluğun zail olup, yerini kolaylık ve sevince
bıraktığına istidlal edilebilecek hususlar vardı.
HakTeâlâ'nın,
"Sizden şeytanın murdarlığım gidermek için..." ifadesi ile ilgili
olarak da şu izahlar vardır:
a) Bu
murdarlıkla, müslümanların ihtiiâm olmaları murad edilmiştir. Çünkü bu,
şeytanın vesveselerindendir.
b) Kâfirler
suyun başına konup, orayı ele alınca, şeytan müslümanlara, yok olup helak
olacaklarına dair vesvese verip korkutmuştu. Ama yağmur yağınca şeytanın bu
vesvesesi zâii olup gitti. Rivayet olunduğuna göre ashab uyuyup, bir çoğu
ihtilam olunca, iblis onların gözüne görünerek, "siz hak üzere olduğunuzu
iddia ediyorsunuz, bir de kalkıp cünüp cünüp namaz kılıyorsunuz ve susuzluktan
kırılıyorsunuz. Eğer hak üzere olsaydınız, o kâfirler su meselesinde size üstün
gelmezlerdi" dedi. Allah Teâlâ işte bunun üzerine yağmuru yağdırdı ve
vadilerden sular akmaya başladı. Müslümanlar suların önüne setler yaparak
gölcükler edindiler ve buralardan yararlanarak guslettiler. Yerdeki kumlar
sertleşti ve böylece ashabın ayaklan yer üzerinde sebat etti.
c) Şeytanın
murdarlığından murad, şeytanın insanları hep davet edip durduğu her türlü günah
ve fesaddtr.
İmdi eğer, "Bu üç
izandan hangisi daha uygundur?" denilirse, biz deriz ki: "Ayetteki,
"Sizi tertemiz yapmak için" ifadesi, "sizden cünüblüğü gidermek
için..." manasınadır. Eğer ayetteki "şeytanın murdarlığı"
tabirini "cünüblük" manasına alırsak, lüzumsuz bir tekrar yapılmış
olması gerekir. Böyle bir tekrar ise normal duruma aykırıdır. Buna şöyle
diyerek cevap vermek mümkündür: "Ayetteki "Sizi tertemiz yapmak
için..." tabirinden maksad, şer'î taharetin meydana gelmesidir;
"Sizden şeytanın murdarlığını gidermek için..." tabirinden maksad
ise, onların uzuvlarından meni (kalıntılarını) izale etmektir. Çünkü menî,
bizatihi pis sayılan bir şeydir." Sonra sen şöyle dersin: "Bu ifâdeyi
"ihtilamın eserini izale etmek" manasına almak, "vesveseyi izale
etmek" manasına hamletmekten daha uygundur. Çünkü suyun, maddî pisliği
uzuvların üzerinden gidermedeki tesiri, hakikî bir tesirdir. Ama onun vesveseyi
kalbten yok etmedeki tesiri ise, mecazî bir tesirdir. Binâenaleyh lafzı hakikî
manaya almak, mecazî manaya hamletmekten daha uygundur. Bil ki biz ayet-i
kerimeyi bu manaya aldığımız zaman, menînin şeytanın bir murdarlığı olduğunu
kesin olarak söylememiz gerekir. Bu ise, Cenâb-ı Hakk'ın "Ricsi (pisliği)
terket" (Mudoeseir. 5)ayetinden dolayı, onun mutlak manada necis (pis)
olduğuna hükmetmeyi gerektirir.
[39]
Üçüncü çeşit: Bu
ayet-i kerimede zikredilen nimetlerin üçüncüsü, "Kalblerinizi pekiştirmek
için..." tabirinin anlattığı husustur. Bundan maksad, "Bu yağmurun
yağması sebebi ile, kalblerinin kuvvet bulup, korku ve dehşetlerinin yok
olmasıdır. Lügatta "rabt", bağlamaktır. Biz daha önce bu kelimenin
manasını, ve râbitû am imran, 2oo) ayetinde anlatmıştık. Arapça'da, birşeye
karşı sabr-u sebat gösteren herkes hakkında (Kalbini ona bağladı) denilir. Sanki
o, kalbini tereddüd ve endişeye düşmekten men etmiş gibidir. Nitekim yine
Arapça'da, "hapseden, engel olan adam" manasında denilir. Vahidî
şöyle demiştir: "Burada, alâ harf-i cerri sıla (yani zâid) gibi
görünmektedir. Buna göre ayetin takdiri, Kalblerinizi, yardım ve muzafferiyet
ile sapasağlam bağlanmak, sağlamlaştırmak için..." şeklindedir. Fakat
ayetin tefsirinde, alâ harf-i cerri sıla (zaid) değil gibidir. Çünkü bu kelime,
Arapça'da isti'la (üzerinde olma) manasındadır. Buna göre ise mana,"Onlann
kalbieri bu te'yid ve yardım ile öylesine dolmuştur ki sanki bu nusret onların
kalbieri üzerinde hakim olmuştur" şeklindedir."
[40]
Dördüncü çeşit: Ayette
zikredilen nimetlerin dördüncüsü "Ayaklarınızı onunla sabit kılmak fçtn"
tabirinin anlattığı husustur. Alimler bu ifade hakkında birkaç izah şekli zikretmişlerdir:
a) Bu
yağmur, kum tanelerini birbirine yapıştırmış ve o onu, mü'minlerin ayaklarının
içine batmayacağı bir duruma getirmişti. Böylece mü'minler o kumluk zemin
üzerinde diledikleri gibi yürüyebilmişlerdi. Eğer bu yağmur olmasaydı, onlar
Duna muktedir olamayacaklardı. Bu takdire göre, ayetteki bihl kelimesindeki
zamir
yağmur"a râcîdir.
b) Bundan
maksad şudur: Onların kalblerinin takviye edilmesi, ayaklarının sabit kadem
(sebatlı) olmasını gerektirmiştir. Çünkü kalbi zayıf (korkak) olan kimse kaçar,
yerinde sebat edemez. Allah onların kalblerini takviye edip güçlendirince,
ayakları da sabit kadem olmuş, sebat kazanmıştır. Bu duruma göre, blhi
kelimesindeki zamir, "o sağlamlaştırma, o rabıta verme ile"
manasındadır.
c) Rivayet
edildiğine göre, yağmur yağdığı zaman kâfirlerde, mü'minler için hasıl olan bu
şeylerin aksi meydana gelmiştir. Çünkü kâfirlerin konakladıkları yer, toprak ve
çamur bir yer idi. Yağmur yağınca bu çamur daha da arttı. Böylece onların
rahatça, istedikleri gibi yürümelerine manî oldu. Buna göre, "Ayaklarını
onunla pekiştirmek için..." tabiri, düşmanların durumunun bunun hilafına
olduğunu zımnen ifade etmektedir.
[41]
Beşinci çeşit: Ayette
zikredilen beşinci nimet, "Hani Rabbin, meleklere "şüphesizki ben
sizinle beraberim" diye vahyediyordu" buyruğunun anlattığı husustur.
Bu ifade ile ilgili iki bahis bulunmaktadır:
Birinci bahis: Zeccâc
şöyle demiştir: "Buradaki iz (hani) edatı, nasb mahallindedir. Buna göre
kelamın takdiri şöyledir: "Rabbin meleklere şöyle şöyle vahyediyor olduğu
zaman, sizin kalblerinizi pekiştirmek ve ayaklarınızı onunla sabit kılmak
için..." Yine bu edatın mahzuf bir üzkürû fiilinin zarfı olarak mansub
olması da caizdir."
İkinci bahis: Ayetteki
"Ben sizinle beraberim" ifadesinin iki şekilde izahı vardır:
a) Bundan
maksad şudur: Allah Teâlâ meleklere, kendisinin onlarla birlikte, yani
müslümaniarı takviye etmek için onları gönderirken meleklerle birlikte olduğunu
vahyetmiştir.
b)
Bundan maksad şu da olabilir: Allah Teâlâ
meleklere, "Ben, müminlerle beraberim. Öyleyse siz de onlara yardım edin
ve onları destekleyin" diye variyetti." Bu ikinci izah daha uygundur.
Çünkü bu tabirden maksad, korkuyu gidermektir. Melekler ise kâfirlerden
korkmazlar. Orada korkşnlar, ancak müslümanlardı.
[42]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak "Haydi iman edenlere sebat
ilham edin " buyurmuştur. Alimler burada bahsedilen "sebat
verme"nin nasıl olduğu hususunda birkaç deöisik aörüş beyân etmişlerdir:
1) Melekler,
Hz. Peygamber (s.a.s)'e, Allah'ın mü'minlerin yardımcısı olduğunu bildirmişler;
Hz. Peygamber (a.s) de bunu mü'minlere haber vermiştir. İşte sebat vermenin
manası budur.
2) Nasıl
şeytanın insana vesvese vermesi mümkün ise, aynı şekilde meleklerin de
insanlara ilham vermesi mümkündür. İşte buradaki sebat verme de bu manayadır.
3)
Melekler, mü'minlere, onların tanımış
oldukları (âşinâ oldukları) kimselerin kılıklarına girmiş olarak görünüyorlar
ve onlara muzafferiyet, fetih ve zafer hususunda yardım ediyorlardı.
[43]
Altıncı çeşit: Bu
ayette zikredilen nimetlerin altıncısı "Ben kâfirlerin yüreklerine korku
salacağım " buyruğunun anlattığı husustur. Buda, büyük nimetlerden
birisidir. Çünkü nefsin komutanı kalbtir. Allah Teâlâ, onu kuvvetlendirip,
ondaki korkuyu gidermek manasında, mü'minlerin kalblerini pekiştirdiğini beyan
edince, bu ifâde ile de, kâfirlerin kalblerine korku ve dehşet saldığını
zikretmiştir. Dolayısiyle bu, Allah'ın mü'minlere olan nimetlerinin en
büyüklerinden biridir.
Cenâb-ı Hakk'ın "Hemen
vurun onların boyunlarına"
buyruğuna gelince, bu hususta iki izah şekli vardır:
1) Bu tabir,
meleklere bir emir olup, ayetteki, "Haydi.. sebat ilham edin "
sözünün devamıdır.
2) Bunun,
mü'minler için emir olduğu da söylenmiştir. Bu ikinci görüş daha doğrudur.
Çünkü biz daha önce, Allah'ın, melekleri savaşmak ve bizzat vuruşmak
için'göndermediğini açıklamıştık. Bil ki Cenâb-ı Allah, müslümanlar için nusret
ve muzafferiyeti gerektirecek olan bütün
şartların gerçekleştiğini beyan edince, mü'minlere
işte o zaman, kâfirlerle savaşmalarını emretmiştir. Ayetteki "boyunlarının
üstüne" tabiri hakkında iki görüş vardır:
a) Boynun
üstündeki şey kafadır. Öyleyse
bu tabir, kâfirlerin
kafalarını bedenlerinden ayırma hususunda bir emirdir.
b) Ayetteki
"Boyunlanmn üstüne vurunuz" sözü, "Boyunlarını vurunuz
(kesiniz)" takdirindedir.
[44]
Allah Teâlâ daha sonra
"Vuru/ı onların herbir parmağına..." buyurmuştur. Bu, "Onların
ellerini, bacaklarını, kollarını, kanatlarını budayınız" demektir. Sonra
âlimler ihtilaf etmişler ve onlardan bir kısmı bundan maksadın, mü'minlerin
onları diledikleri gibi vurup öldürmeleri olduğunu; çünkü boynun üstündeki
uzvun, insanın en kıymetli uzvu olan kafası olduğunu; parmakların ise en zayıf
uzuvlar olduğunu; dolayısıyla Cenâb-ı Hakk'ın, bütün uzuvlara dikkat çekmek
için, en şerefli uzuv ile, en zayıf ve en küçük uzvu zikretmiş olduğunu
söylemişlerdir.
Diğer bir kısmt da
şöyle demişlerdir: "Aksine, bu tabirden maksad, ya "öldürme"dir,
ki bu, boyunların üzerindeki kafayı uçurmaktır, yahut da parmakları kesmektir.
Çünkü parmaklar kılıç, mızrak ve benzeri silahları tutma ve kullanma
vasıtalarıdır. Onların parmaklan kesilince, savaşamazlar.
Bil ki Cenâb-ı Hak,
müslümanlara olan bu kabil birçok nimetini zikredince, "Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar Allah
ve Resulüne karşı geldiler" buyurmuştur. Bu, "Onlar, Allah ve Resulüne karşı
gelmiş oldukları için, Cenâb-ı Hak o kâfirleri böylesi pekçok rüsvaylık ve
rezillik içine atmış ve onları canlandırmıştır" demektir. Zeccâc şöyle
der: "Ayetteki şakku fiili, "karşı tarafa geçtiler ve mü'minlerin
bulunduğu tarafın aksi tarafında bulundular" manasındadır. Bunun masdarı
olan şıkk
kelimesi, "taraf,
yan" anlamındadır. "Allah'a karşı geldiler" tabiri, mecazi bir
ifade olup, "Allah'ın dostlarına ve dinine karşı geldiler" demektir.
Daha sonra Allah
Teâlâ 'Kfen Allah'a ve Resulüne karşı
gelirse, Allah'ın ikabı cidden çetindir" buyurmuştur. Bu, "Bugün
onların başına inen belâ, Allah'ın kıyamet günü onar İçin hazırladığı cezanın
pek azıdır" demektir. Bu ifadeden kasıt, onları küfürden vazgeçirmek ve
onları inkârdan ötürü tehdit etmektir.
[45]
"İşte bunu
gördünüz ya, şimdi tadın bunu! Kâfirlere bir de cehennem azabı
vardır" (En'âm, 14).
Bu ayetle ilgili iki
mesele vardır[46]
Zeccâc şöyle demiştir:
"Zaliküm kelimesi, mahzûf bir mübtedamn^ haberi olduğu için, mahallen merfudur ve takdiri,
"İş işte budur. Haydi tadın onu" şeklindedir. Zaliküm kelimesinin mübteda,
cümlesinin de haber olması caiz değildir. Çünkü "fâ" edatından sonra
gelen cümle, mübtedantn haberi olamaz. Ancak "Bana gelene, bir dirhem
mükâfaat var" ve "Evde olan her adama ikram olunmuştur"
misallerinde olduğu gibi, mübtedâmn bir ism-i mevsûl olması veyahut da sıfatlanmış
nekire, belirsiz bir isim olması durumu
müstesna... Ama,
denilmesine gelince, biz buradaZeyd'i ancak mahzûf bir müstedânın haberi
tutabiliriz.. Buna göre ifadenin takdiri, "Bu Zeyd'dir, o
gidicidir..." şeklinde olup, ayrıca ifadesinin takdiri de, şeklindedir.
[47]
Cenâb-ı Hak, Allah ve
Resûlüyle mücadele edenlere, kendisinin ikâb ve cezasının çok çetin olduğunu
beyân edince, bundan sonra da vereceği cezanın niteliğini ve sıfatını; onun
bazan peşinen bu dünyada, bazan da ahirete ertelenmiş olduğunu beyan edip
açıklamıştır. Ve O, "îşte bunu gördünüz ya, şimdi tadın bunu" emriyle
de peşinen bu dünyada verilen öldürülme ve esir edilme cezasının, onlar için
ahirete bırakılan cezaya nisbetle çok önemsiz ve basit olduğuna dikkat
çekmiştir. İste bundan dolayı da bunu, "tadmak fiili" (zftke) ile
bildirmiştir. Çünkü, tadmak ancak çok olanının durumu anlaşılsın diye, az ve
önemsiz olan bir miktarın tadının bilinmesiyle meydana gelir. Binâenaleyh,
onlar için bu dünyada meydana gelen acı ve sıkıntılar, onlar için ahirette hazırlanmış
olan büyük cezalara oranla az olan bir tadımlık mesabesindedir. O halde,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Şimdi tadın bunu" buyruğu, bu tadmanın, hususî bir
tadmayı algılamamız dışında, başka bir yol ile meydana geleceğine delâlet eder.
Bu tıpkı, "Tat! Hani sen çok ulu, çok şerefli idin!" (Duhân, 49)
ayetinde olduğu gibidir. Hz.
Peygamber (s.a.s) de,
"Ben, Rabbimin yanında geceliyorum;
O, beni yediriyor, içiriyor.."[48]
derdi. İşte bu ifade de, ruhanî ve manevî bir yol ile tadmanın, yeyip içmenin,
bunları maddî bir yolla elde edilmesinden başka ve farklı olduğuna delâlet
eder.
[49]
"Ey iman edenler,
toplu bir halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı
dönmeyin. Tekrar muharebe için bir tarafa çekilenin, yahut diğer fırkaya ulaşıp
mevki tutanın durumu müstesna olmak üzere, kim öyle bir günde onlara
arka çevirirse, o, muhakkak ki Allah'ın gazabına uğramıştır. Onun yurdu
cehennemdir. O, ne kötü bir sondur!" (Enfâl, 15-16).
[50]
Ezherı şöyle der:
"Zahf kelimesi, esasında çocuklar için kullanılır ki bu da çocuğun,
ayakları üzerinde yürümesinden önceki devrede, kıçı üstünde sürünmesi,
emeklemesidir. Böylece savaşmak için, birbirlerine doğru hareket edip
giden iki grubun yürümesi, çocuğun kıçı üstünde emeklemesine benzetilmiştir. Binâenaleyh,
her grup vuruşmadan önce, diğer gruba doğru yavaş yavaş yürüyor,
demektir..." Sa'leb de şöyle demiştir: "Zahf kelimesi, bir şeye doğru
yavaş yavaş yürümek demektir. Şiir sanatında geçen "zihaf" da böyle
olup, iki harf arasından bir harfin düşüp, böylece bu iki harften birinin
ötekine doğru yaklaşması (uzunca okunması gereken bir hecenin kısa
okunmasıdır)." Bunu iyice kavradığın
zaman biz diyoruz ki: "Toplu bir halde kâfirlerle
karşılaştığınız zaman " buyruğundaki zahfen kelimesi, manasında olmak
üzere, hâl olarak mansûbtur. Bunun, kâfirlerin hâli olması caiz olduğu
gibi, muhatapların, yani mü'minlerin hali olması da mümkündür. Zahf kelimesi,
tıpkı adi ve nda kelimeleri gibi, sıfatı hazfedilmiş bir masdardır. İşte bundan
dolayı çoğul olarak getirilmemiştir. Binâenaleyh mânâ "Savaşmak için, o
kâfirlere doğru gittiğinizde bozulup dağıtmayınız " şeklinde olur. Buyruğunun manası ise,
"Sırtlarınızı, o düşmanlara karşı dönmeyin " şeklindedir. Sonra,
Allah Teâlâ düşmana sırt dönmeyi yasaklayınca, şu iki halin dışında, düşmana
arka çevirmenin (ondan kaçmanın) haram olduğunu beyan buyurmuştur:
a) Bu
dönmenin, tekrar savaşmak niyetiyle geri çekilmek için olması... Ki bu şekildeki
hareketin maksadı, düşmana kaçıyor hissini vermek, sonra da ansızın dönüp düşmana
hücum etmektir.. Bu, harbin hile ve tuzaklarından bir çeşittir. Doğru
istikametten meyledip, başka bir tarafa meyledildiği, sapıldığı zaman ve
tabirleri kullanılır.
b) Bunun,
"diğer fırkaya ulaşıp onlarla birleşmek " şeklinde olmasıdır. Ebu
Ubeyde şöyle demiştir: "Tehayyüz kelimesi uzaklaşmak, başka bir tarafa
çekilmek manasındadır. Gerek, tehayyüz gerekse tehavvüz aynı manadadır. "
Vahidî ise şöyle demektedir: "Tehayyüz kelimesinin aslı da tehavvüz'dür.
Bu da, toplamak manasına gelir. Nitekim, birtakım şeyler birbirine eklenip
biraraya gelerek toplandığında,
"Ben onu topladım
o da toplandı..." denilir. Daha sonra tenahhâ "bir kenara
çekildi" kelimesi de, bu manada kullanılmıştır. Çünkü, bir yerden
uzaklaşan kimse, oradan ayrılıp başka bir yere meyleder, yönelir."
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki: Fie kelimesi, cemaat ve topluluk manasına gelir.
Binâenaleyh, bu geriye çekilen kimse, tek bir kimse gibi, kâfirler de kalabalık
olup; ve bu tek kimse de, "eğer orada çakılıp kalırsam, gereksiz yere öldürülürüm.
Şayet diğer topluluğa katılırsam, kurtulmayı umabilirim. Çokluklarına rağmen
düşmanı yenmeyi de ümid edebilirim " şeklinde zann-ı gâlible düşünürse,
böyle davranmasının caiz olması şöyle dursun, böyle bir kimsenin çoğu kez diğer
topluluğa, gerideki cemaate katılması vâcib olur. Netice olarak diyebiliriz ki,
bu iki durumun dışında, düşmandan kaçmak haramdır..
Daha sonra Cenâb-ı Hak
: "Bu iki durum hariç, kim öyle bfr
günde onlara arka çevirirse,." "O, muhakkak ki Allah 'm gazabına
uğramıştır. Onun yurdu cehennemdir. O, ne kötü bir sondur " buyurmuştur.
[51]
Kâdî, ehl-i salât'ın
fasıklarının ilahî cezaya duçar olacaklarına dair bu ayeti delil getirerek
şöyle demiştir: "Ayet,
bu iki durumun dışında, düşmandan kaçan kimseler Allah'ın gazabının ve cehennem
ateşinin lüzumuna, delâlet etmektedir. Mürcie, vaîd ile ilgili diğer ayetlerde
de yaptığı gibi, bu ayeti, "ehl-i salâf'a değil de kâfirlere hamledemez.
Çünkü bu ilahî tehdit "ehl-i salâf'a tahsis edilmiştir. "
Bil ki, bu meseleyi
biz Bakara suresinde ayrıntılı bir biçimde ele almış, ayetlerin zahiri ile
istidlal etmenin, sadece zan ifade edeceğini,bu tür ayetlerin, vaa'd ile ilgili
olan ayetlerin umûmî manaları ile çelişki teşkil ettiklerini ve tercihin pekçok
yön arasında, vaad ile ilgili ayetlerin umûmî manalarının yanında olduğunu
belirtmiştik. Binâenaleyh, bu meseleyi burada tekrarlamanın bir manası yoktur.
[52]
Müfessirler, bu hükmün
Bedir Günü'ne mi tahsis edilmiş olduğu, yoksa, mutlak manada her zaman mı söz
konusu olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir.
1) Bu
cümleden olarak, Ebû Saîd el-Hudrî, Hasan el-Basrİ, Katâde ve Dahhâk'tan
nakledildiğine göre, bu hüküm Bedir Günü düşmana sırtını çevirip kaçan
kimselere mahsustur. Bu zatlar şöyle demişlerdir: "Bu hükmün Bedir Günü'ne
mahsus olmasının pekçok sebebi vardır:
a) Şüphesiz,
Hz. Peygamber (s.a.s), Bedir'de hazır bulunuyordu. Binâenaleyh, o orada
bulunuyorken, başka topluluklar nazarı dikkate alınamaz. Bu da, ya diğer
birliklerin peygambere müsavi olmayıp, aksine Hz. Peygamber'in diğer
birliklerden daha yüce ve daha kıymetli olmasından, veyahut da Cenâb-ı
Hakkın, Hz, Peygamber'e yardımı ve
muzafferiyeti va'adetmiş olmasındandır. Binâenaleyh, onların diğer cemaatlere
gitmeleri, onlara iltihâk etmeleri caiz değildir.
b) Alfah
Teâlâ Bedir'e katılanlar hakkında işi sıkı tutmuştur. Çünkü Bedir savaşı, ilk
cihâd hareketi idi. Binâenaleyh, Bedir'de müslümanlar için bir bozulma söz
konusu olsaydı bu bozgundan (İslâm'ın aleyhine) büyük zararlar, büyük çatlaklar
ortaya çıkardı. İşte bundan dolayı, onlara bu konuda çok sıkı davranılması
gerekmişti. İşte yine bu sebeple Cenâb-ı Hak o gün, esirlerden fidye almayı men
etmişti.
2) Bu ayette
zikredilen bu hüküm, bütün harbler için geçerli olan umumî bir hükümdür. Bunun
böyle olduğunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey iman edenler, toplu bir
halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman..." buyruğunun umûmî bir ifade
olup, bütün harbleri ve durumları içine almasıdır. Bu konuda nihaî söz olarak
şunu diyebiliriz: Bu ayet her ne kadar, Bedir harbi hakkında nazil olmuşsa da,
"İbret, çıkarılacak hüküm, sebebin hususî olmasına değil, lafzın umûmî
olması itibariyledir."
[53]
Alimler, diğer
birliklere katılıp iltihak etmenin ordu büyük olduğu zaman mahzurlu olup
olmadığı; yahut da, ordunun sayısı az olduğunda, cephede çakılıp kalmanın gerekli
olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazı alimler, ordunun sayısı
kalabalık olduğunda, bunun caiz olmayacağını söylerlerken bazıları da bütün
durumların eşit ve müsavî olduğunu söylemişlerdir ki, bu görüş ayetin zahirine
daha uygun olan bir görüştür. Zira, ayetin zahirinde, bu iki durum arasındaki
fark belirtilmemiştir.
[54]
"Onları siz
öldürmediniz, fakat Atiah öldürdü onları. Attığın zaman da sen atmadın, ancak
Allah attı. Ve bunu mü'minleri kendinden güzel bir imtihan ile denemek için
yaptı. Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir" (Enfal, 17).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[55]
Mücâhid şöyle
demektedir: "Bedir Günü'nde ashab ihtilâf ederek, bir kısmı "Ben
öldürdüm!"; diğeri, "Hayır, ben
Öldürdüm!" deyince,
Allah bu ayeti inzal buyurdu. Yani, "Bu büyük bozgun ve kırma işi, bu hasar, sizin
tarafınızdan olmadı..
Bu, ancak Allah'ın yardımıyla
gerçekleşti "demektir. Rivayet olunduğuna göre, Kureyş ordusu gözükünce,
Allah'ın Resulü, "işte, Kurevş! Bütün kibri ve fahriyle, senin Resulünü
yalanlamaya geliyorlar. Allahım! Senden, bana vaadettiğini istiyorum!"
dedi. Bunun üzerine Cebrail gelerek, "Bir avuç toprak a! ve onu onlara
at!" dedi. İki ordu karşı karşıya gelince, Hz. Peygamber (s.a.s), Hz.
Ali'ye, "Bana, bu vadinin çakıl taşlarından bir avuç ver!" dedi.
(Taşı aldığında), Hz. Peygamber bunu Kureyştilerin yüzüne atarak,
"Yüzleriniz, suratlarınız değişsin, bozulsun!" dedi. Böylece, bütün
müşrikler gözleriyle meşgul oldular, akabinde de bozguna uğradılar."
Keşşaf sahibi,
cümlesinin başındaki fâ harfinin, mahzûf bir şartın cevabı olup kelamın
takdirinin de, şeklinde olduğunu
söylemiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı" buyurmuştur. Yani,
"Attığın bir avuç toprağı, hakikatte sen atmadın. Çünkü, senin atmanın
tesiri ancak diğer insanların atmasının tesirinin ulaşacağı yere kadar ulaşır.
Ancak bil ki, onu Allah attı. Çünkü, Allah bu toprağın bütün parçalarını, o
müşriklerin gözlerine kadar ulaştırıp oralara girdirendir. Binâenaleyh, şekil
itibariyle atma işi, Peygamber'den sadır olmuştur. Ama, onun tesiri ise
Allah'tandır" demektir. İşte bu manadan dolayı, ayetteki ifadeler nefy-isbât
şeklinde getirilmiştir.
[56]
Âlimlerimiz, kulların
fiillerini de Allah'ın yarattığına dair, bu ayeti delil getirerek şöyle
demişlerdir: "Cenâb-ı Hak, "onları siz öldürmediniz, fakat Allah
öldürdü onları..." buyurmuştur. Halbuki ashabın, düşmanları yaraladıkları malum bir
husustur. Böylece bu ifade, bu fiillerin ancak Allah tarafından meydana
getirildiğine delâlet eder. Hem Cenâb-ı Hak, "Attığın zaman da sen
atmadın" ifadesinde, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hem attığını belirtmiş, hem
de ondan atma işini nefyetmiştir. Binâenaleyh bu ifadeyi, Hz.
Peygamber{s.a.s)'in kesb cihetinden attığına; ama, yaratma cihetinden de
atmadığı manasına hamletmek gerekir.
Eğer: "Hak
Teâlâ'nın "Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları..."
buyruğu ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:
a) Kâfirleri
öldürme işi, ancak Allah'ın yardımı, desteği ve nusreti ile müyesser olmuştur.
Dolayısiyle, bunu Allah'a izafe etme, yerinde ve doğrudur.
b) Yaralama
işi, sahabeye; can alma işi ise, Allah'a ait bir iştir. Buna göre kelamın
takdiri, "siz onları öldürmediniz; ancak ne var ki, Allah onları
öldürdü" şeklinde olur.
Cenâb-t Hakk'ın,
"Attığın zaman da, sen atmadın, ancak Allah attı." buyruğu hususunda,
Kâdî de şöyle demiştir:
a) Tek bir
defa atma, toprağın müşriklerin tamamının
gözüne girmesini gerektirmez.
Binâenaleyh, toprağın parçaları, müşriklerin gözüne ancak Allah'ın
ulaştırmasıyla ulaşmıştır.
b) Hz.
Peygamber'in atmış olduğu toprak az idi. Bu sebeple, bu kadarcık toprağın bütün
müşriklerin gözüne ulaşıp girmesi imkânsızdır. Oolayısiyle işte bu durum, Allah
Teâlâ'nın, bu bir avuç toprağa diğer bazı şeyler kattığına ve onları, o
müşriklerin gözlerine ulaştıranın kendisi olduğuna delâlet eder.
c) Hz. Peygamber bunu atarken, Allah Teâlâ, o
müşriklerin kalblerine korku salmıştır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, ''ancak
Allah attı" ifadesi ile, Allahu Teâlâ'nın, işte o korkuyu onların kalbine
salıvermesi murad edilmiştir " denilirse, buna şöyle cevap verilir:
Söylemiş olduğunuz bu şeylerin tamamı, ayetin zahirî manasından ayrılmaktır.
Halbuki, sözde ve kelâmda aslolan hakiki manadır.
Şayet onlar,
"Aklî deliller, kulun fiilini Allah'ın yarattığını söylemeye mânidir"
derlerse, biz deriz ki: Heyhat! bu çok uzak bir ihtimâl. Çünkü, aklî deliller
bizden yana naklî deliller de, bizim görüşümüzün doğruluğu sadedinde varittir.
Binâenaleyh, sizin zahirî manayı bırakıp mecazî manaya geçmeniz mümkün
değildir. Allah en iyi bilendir.
[57]
Bu ifade,
"lâkin" lafzının şeddesiz okunması ve ondan sonraki gelen
kelimenin merfû kılınması ile şeklinde
okunmuştur.
Bu ayetin nüzul sebebi
hakkında üç görüş vardır:
[58]
1)
Müfessirlerin ekserisinin görüşüne göre, bu ayet-i kerime Bedir Günü
nazil olmuştur. Bununla kastedilen şudur: Hz. Peygamber (s.a.s) bir avuç toprak
aldı ve onu müşriklerin yüzüne doğru serperek "yüzleriniz, suratlarınız
değişsin, bozulsun " dedi. Bu toprak, istisnasız olarak her bir müşriğin
gözüne ve burnuna dolmuştu. Dolayıst ile bu, müşriklerin bozulmasına sebep
oldu. İşte ayet-i kerime, bu hususta nazil olmuştur.
2) Bu ayet-i
kertme Hayber Günü nazil olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s), Hayber Kalesi'nin
kapısının önünde, eline yayı alıp bir ok attı. Hz. Peygamber'in bu oku,
hedefini buldu ve atı üzerinde duran (kâfir) İbn Ebl'l-Hakîk'i öldürdü. İşte
bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
3) Bu ayet,
Uhud Günü, Übeyy b. Halefin öldürülmesi hakkında nazil olmuştur. Çünkü
Übeyy, Hz. Peygamber (s.a.s)'e çürümüş bir kemik
getirerek: "Ey Muhammed, şu çürüyüp
un ufak olmuş kemiği kim diriltebilir?" demişti. Hz. Peygamber (s.a.s) de,
"Allah diriltir! Nitekim seni de öldürecek, sonra seni yeniden diriltip
cehennemine sokacaktır!" buyurdu. Übeyy b. Halef, Bedir Günü esir alındı.
Fidye verip kurtulunca, Hz. Peygamber (s.a.s)'e "Bir atım var. Onun
üzerinde birgün seni öldürebilmek için, hergün onu biraz mısır ile
besliyeceğim" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Hayır, inşaallah ben
seni öldüreceğim" dedi. Uhud Günü, Übeyy, işte o atı üzerinde
koşuşturuyordu. Derken Hz. Peygamber (s.a.s)'e yakın bir yere geldi. Bazı
müslümanlar, onu öldürmek için önüne dikiliverdiler. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.s), "Geri durun" dedi ve ona doğru kargısını atarak
onun bir kaburgasını kırdı. Onu müşrikler atına yükleyip götürürlerken yolda
öldü. İşte bu ayet bu hususta nazil olmuştur.
Bu rivayetlerin en
doğrusu ayetin Bedir Günü nazil olduğunu bildiren rivayettir. Aksi halde,
kıssanın içine, kıssa ile ilgisi olmayan şeyler girmiş olur ki bu uygun
değildir. Diğer rivayetlerde bahsedilen hadiselerin de ayetin hükmüne dâhil
olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü sebeb-i nüzulün hususî oluşuna değil,
ayetin lafzının
umumîliğine bakılır,
"Ve bunu Allah, müminleri, kendinden güzel bir imtihan ile denemek için
yaptı" buyruğu, ayetteki "Ancak Allah attı" ifadesi üzerine
atfedil m iştir. Buradaki "belâ" (imtihan) ile Allah'ın in'âmı
kastedilmiştir. Yani, "Allah onlara yardım etmek, ganîmet nasîb etmek,
ecir ve mükâfaat vermek sureti ile büyük bir nimet vermiştir" Kâdî şöyle
demiştir: "Eğer müfessirler, burada geçen "belâ" (imtihan)
kelimesini "nimet" manasına hamletmede ittifak etmemiş olsalardı, bu
kelimenin müteakiben bahsedilen "cihad" mükellefiyeti ile alakalı
sayılabilir ve şöyle denilebilirdi: "Cenab-ı Allah'ın Bedir Günü yaptığı
şey, bundan sonraki savaşlarda o müstümanlara çok güç mükellefiyetlerin
verilmesinin sebebi olmuştur."
Allah Teâlâ bu ayeti
sonra, "Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitici, kemâliyle bilicidir" diye
sona erdirmiştir. Bu, "Allah, sizin sözlerinizi bihakkın duyan ve
kalblerinizin hallerini bihakkın bitendir" demektir. Bu tabir, kulun,
işlerin zahirine aldanmayıp. Halik Teâlâ'nın kalblerde ve gönüllerde saklı olan
herşeye muttali olduğunu anlaması için, bir sakındırma ve bir korkutma yerine
geçer.
[59]
''Bu böyledir.
Şüphesiz ki Allah kâfirlerin tuzaklarını bozandır. Eğer siz, fetih istiyorsanız,
işte o fetih size gelmiştir. Eğer vazgeçerseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.
Eğer dönerseniz, biz de döneriz. Sayınız çok bile olsa, bu, size hiçbir fayda
vermez. Çünkü Allah, mü'minlerle beraberdir" (Enfal, 18-19).
[60]
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele bulunmaktadır:
Nafî, İbn Kesir ve Ebû
Amr, tef'îl babından olmak üzere, hâ harfinin şeddesiyle, muvehhinûn; ve nasb ile keyde; Asımın ravisi
Hafs, izafetle şeddesiz olarak muhînu keydi; diğer kıraat imamları ise, şeddesiz olarak ve
nasb ile mûhinun keyde şeklinde okumuşlardır. Cenâb-ı Hakk'ın, "taptıklarınız
O'nun bu zararını giderebilici midirler?" (zûmer. 38) ifadesi, tenvîn alması ve
izafetle okunması hususunda, tıokı bu ayet gibidir.
[61]
Bu ayetle jlgili.söz,
o ve onun irâbtaki yeri, Hak Teâlâ'nın
tıpkı, (Enuı. inayetinde olduğu
gibidir.
[62]
Allah'ın, kâfirlerin
hile ve tuzaklarını boşa çıkarması birkaç şekilde olur:
a) Mü'minleri, onların sırlarına ve gizli
yönlerine muttalî kılmak suretiyle;
b) Kâfirlerin kalbine korku salmak suretiyle;
c) Birlik ve
beraberliklerini dağıtmak;
d) Niyet ve
azmettikleri şeylerin farklı farklı olması sebebiyle, katî olarak karar
verdikleri şeyi bozmak... İbn Abbas şöyle demektedir: "Allah'ın Resulü,
haber verir ve şöyle derdi: "Ben düşmanlarınızın hile ve tuzaklarını
zayıflatıp yıprattım. Böylece de. onların en ileri geçenleri öldürüldü; eşrafı
da esir edildi,."
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Eğer siz, fetih istiyorsanız işte o fetih size gelmiştir..."
buyruğuna gelince, bu hususta iki görüş bulunmaktadır:
Birinci görüş: Hasan
el-Basrî, Mücâhid ve Süddî'nin görüşü olup, buna göre, bu ayetteki hitap
kâfirleredir. Rivayet olunduğuna göre
Ebu Cehil, Bedir Günü, Allahım, iki dinin en üstün olanına ve yardıma en
lâyık olanına yardım et. " demiştir. Yine rivayet olunduğuna göre o,
"Aliahım! Hangimiz daha fazla stla-i rahmi kesip fısk-u fücura daldı ise,
yarın onu helak et!" demiştir. Süddî şöyle demektedir: Müşrikler. Bedre
varmayı ve savaşmayı istediklerinde, Kabe'nin örtülerine yapışarak,
Allah'ım, iki ordunun
en yüce ve üstün olanına; iki cemaatin, en fazla hidayette olanına; iki grubun,
en kerîmine ve iki dinin en üstününe yardım et!" dediler. Bunun üzerine
de, Cenâb-ı Hak bu ayeti indirdi. Buna göre ayet-i kertmenin ifade ettiği mana,
Şayet siz, iki
cemaatin en hidayette olanına ve iki grubun en kerîm ve değerli olanına
Allah'ın yardım etmesini istiyorsanız, muhakkak ki bu yardım size
gelecektir..." seklindedir. Diğer bazı alimler de şu manayı vermişlerdir:
"Eğer siz, Cenâb-ı Hakk'ın bu hususta hüküm vermesini istiyorsanız;
muhakkak ki bu husustaki hüküm size gelmiştir (gelecektir)."
İkinci görüş: Bu ayet,
mü'minlere yapılan bir hitabtır. Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber
(s.a.s), müşrikleri ve onların sayıca çokluğunu gördüğü zaman, A;lah'dan yardım
talebinde bulundu. Sahabe de aynısını yaptı. Peygamber (s.a.s), Allah'ın,
kendisine va'adettiği iki taifeden birisini talep etti ve bu hususta Allah'a
yalvarıp yakardı da bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Eğer siz fetih
istiyorsanız, işte o fetf/ı size gelmiştir" buyurdu. Bu İfadeyle, daha önce geçmiş olan yardım
talebi hatırlatılmış ve Cenâb-ı Hak da, "işte o fetih size gelmiştir7'
diyerek, fethin onlara geldiğini bildirmiştir. Yani "size va'adedilen şey
tahakkuk edip gerçekleşti. O halde Allah'a şükredin ve O'na itaattan ayrılmayın
" demektir. Kâdî şöyle der: "Bu görüş, daha evlâdır. Zira Cenâb-ı
Hakk'ın, "İşte o fetih size gelmiştir" buyruğu ancak mü'minlere uygun
düşer. Ama, ayette geçen "fetih" ifadesini beyan etmek, hüküm vermek
ve takdir etmek manalarına hamledersek, bu ayetin kâfirlere bir hitap olmuş
olması da imkânsız olmaz.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Eğer vazgeçerseniz bu, sizin için daha hayırlıdır" buyruğunun
tefsirine gelince, bunun tefsiri, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer siz, fetih
istiyorsanız, işte o fetih size gelmiştir" ifadesi hakkında bizim,
"Bu, kâfirlere mi yoksa mü'minlere mi bir hitaptır?" şeklindeki
açıklamamıza dayanır.
Buna göre şayet biz,
"bu, kâfirlere yapılmış bir hitaptır" dersek, bu ayetin tefsiri ve
tevili, "Şayet siz, Hz. Muhammed'le savaşmaktan, ona düşmanlık yapmaktan
ve onu yalanlamaktan vazgeçerseniz, bu sizin için daha hayırlı olur. Bunun,
dinî bakımdan sizin için daha hayırlı olmasına gelince, bu, sizlerin Allah'ın
azabından kurtulup, O'nun mükâfaatına nail olmanız suretiyle; dünyevî yönden,
sizin için daha hayırlı olmasına gelince de bu, sizin öldürülmekten, esir
edilmekten ve mallarınızın yağma edilmesinden kurtulup halâs olmanız suretiyle
olur" şeklinde olur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Eğer dönerseniz biz de döneriz..." buyurmuştur. Yani, tekrar
savaşmaya dönerseniz, (müminleri) size musallat kılarız. Siz bunu, Bedir'de
görüp müşahade ettiniz. Ve Allah'ın, müminlerin lehine sizin de aleyhinize
olmak Üzere, yardımının tesirini anladınız,
"Bedir gününde, sayınızın. çokluğunuzun fayda vermediği gibi. cemaatinizin
çokluğu size hiç bir fayda veremiyecektir" demektir.
Ama bu sözün
mü'minlere yapılmış bir hitap olduğunu söylersek, o zaman bu ayetin tevili
"Eğer sizler, "enfâl" (ganimetler) hususunda çekişmekten ve
esirlere karşılık fidye istemekten vazgeçerseniz..." şeklinde olur. Çünkü
Bedir günü bu hususlarda onlar arasında çekişme olmuş, bundan dolayı da Hak
Teâlâ onları, "Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınız
(fidye)de size her halde büyük bir azab dokunurdu" (Entai. 68) buyurarak
azarlamıştır. Bunun için O. "Arttk böylesi şeylerden vazgeçerseniz, sizin
için daha hayırlı olur. Yine eğer böyle çekişmelere dönerseniz, biz de sizden
yine yardımımız» keseriz. Çünkü size olan yardım va'adimiz, sizin taat ve
muhalefetsizlik üzere bulunmanız şartına bağlıdır. Yoksa sayınızın çok ve
cemaatinizin kalabalık oluşu size hiçbir fayda sağlayamaz. Çünkü Allah Teâlâ
ancak günah işlemeyen mü'minlerle beraberdir" buyurmuştur.
Bil ki müfessirlerin
ekserisi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer siz fetih istiyorsanız" ifadesinin kâfirlere bir
hitap olduğunu söylemişler ve "Eğer dönerseniz, biz de döneriz"
ifadesini delil getirerek, bunun ancak savaş durumuna uygun bir ifade olduğunu
ileri sürmüşlerdir. Biz, bu sözün, daha önce zikredilmiş olan mü'minlerle de
ilgili olabileceğini beyan etmiştik. Binâenaleyh bu tercih düşer.
Ayetteki, "Çünkü
Allah mü'minlerle beraberd/r"ifadesini; Nâfî, İbn Âmir, Âsım'ın râvisi
Hafs, inne edatındaki hemzeyi fethalı olarak; diğer kıraat imamları ise hemzeyi
kesreli olarak okumuşlardır. Hemzenin
fetha ile okunuşunun izahı için, bu ifadenin takdirinin, "ve bir da Allah
mü'minlerle beraber olduğu için..." şeklinde olduğu, ve "Şüphesiz ki
Allah kâfirlerin tuzaklarını bozar" ifadesi üzerine ma'tûf olduğu
söylenmiştir. Buradaki elifin (hemzenin) kesreli okunuşuna gelince bu, cümlenin
bir başlangıç cümlesi olması sebebiyledir. Allah en iyi bilendir.
[63]
"Ey iman edenler,
Allah'a ve Resulüne itaat edin. Kendiniz dinleyip dururken, ondan yüz çevirmeyin.
Ve kendileri dinlemedikleri halde dinledik diyenler gibi olmayın. Çünkü yerde
yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, (hakkı) akıllarına sığdıramayan sağırlar ve
dilsizlerdir. Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi, elbette onlara duyururdu.
Onlara duyursaydı bile, onlar yine de muhakkak kî yüz çevirip arkalarını
dönerlerdi" (Enfal, 20-23)
Bil ki Cenâb-ı Hak
mü'minlere, "Eğer vazgeçerseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer
dönerseniz, biz de döneriz. Sayınız çok bile olsa, bu sizden hiçbirşeyi
defetmez" (Entat, 19) diye hitab edince, bunun peşisıra onları eğitmeyi
hedef alan bir hükmü getirerek, "Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne
itaat edin. Kendiniz dinleyip dururken, ondan yüz çevirmeyin" buyurmuştur.
O burada onların neyi dinleyip durduklarını açıklamamıştır. Fakat sûrenin
başından buraya kadar gelen söz cihad hakkında olduğu için, bu ayetten
maksadın, "Siz o peygamberin cihad çağrısını ve davetini işitip
dururken" manası olduğu anlaşılmış olur. Sonra cihad iki şeyi ihtiva eder:
a) Canı tehlikeye atmak;
b) Mal elde
etmek. İşte canı tehlikeye atmak herkese zor gelip, aynı şekilde ele
geçirebilecekken, bir malı da bırakmak herkese çok ağır geldiği için, Allah
Teâlâ bu hususta te'dîb ve terbiye ifade eden hükmünü
şiddetlendirerek,"Resûlün cihada çağrısına ve Allah ona mal almamasını
emrettiği zaman, mal (ganimet) almama konusundaki çağrısına icabet etmede,
Allah'a ve Resulüne itaat ediniz" buyurmuştur.
Bundan maksad, Cenâb-ı
Hakk'ın, (Enfai, i) ayetinin tefsirinde bahsettiğimiz hususları anlatmaktır.
Eğer, "Allah
Teâlâ niçin, "Ondan yüzçevirmeyin" buyurarak, daha önce
Allah ve Resulü zikredilmiş olduğu halde zamiri niçin "onlardan"
değil de "ondan" şeklinde tekil kullanmıştır?" denilirse, biz
deriz ki: Allah Teâlâ, Allah'a itaati ve Resulüne itaati emretmiş; sonra da
"Ondan yüz çevirmeyin" buyurmuştur. Çünkü yüzçevirme, Allah'ın Resulü
hakkında, ancak O'ndan, onun sözünü kabul etmekten ve cihadda O'na yardımda
bulunmaktan geri durmakta yapılmış olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak bunu te'kid
etmek için, "Kendileri dinlemedikleri halde, "dinledik" diyenler
gibi olmayın" buyurmuştur. Bunun manası şudur: İnsanın, bir teklifi kabul
edip üstlenmesi, ancak onu duyduktan sonra mümkün olabilir. Bundan dolayı,
"duyup işitmek" birşeyi kabul etmek manasına mecaız kabul
edilmiştir. Nitekim mü'minlerin (namazdaki) "Allah, kendisine hamdedeni
duyar" şeklindeki sözleri de bu manadadır. Buna göre, bu ifadenin manası
şudur: "Ey mü'minler sizler, dilleriyle "Biz Allah'ın emirlerini
kabul ettik" dedikleri halde, kalbleri ile onları kabul etmeyen kimseler
gibi olmayın." Bu, Cenâbn Hakk'tn kendilerinden "onlar iman edenlerle
karşılaştıkları zaman, "inandık" derler. Şeytanlanyla başbaşa kalınca
ise, "Emin olun, biz sizinle beraberiz, "derler (Bakara. 14) diye
haber verdiği münafıkların özelliğidir.
Allah Teâlâ
daha sonra "Çünkü yerde yürüyen canlıların en
kötüsü, (hakkı) akıllarına sığdıramayan sağırlar ve dilsizlerdir"
buyurmuştur.
Alimler, ayette geçen
"devâb" kelimesi hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak
şöyle denilmiştir: "Cehaletleri ve söyledikleri şeylerden faydalanmaktan
uzak olmaları sebebiyle, Allah o müşrikleri hayvanlara benzetmiştir. İşte
bundan ötürü Allah onları "sağırlar", "dilsizler" ve
"akıllarını kullanamayanlar" diye tavsif etmiştir" denilmiştir.
Yine onlar "devâb"dandır. Çünkü "devâb", yeryüzünde hareket
eden her canlının ismidir. Allah Teâlâ bu kelimeyi, bir benzetme sadedinde
kullanmamış, aksine Allah onları zemmetmek üslubuyla, kendilerine uygun bir
vasıfla nitelendirmiştir. Nitekim, sözü anlamayan kimseler hakkında, onları
zemmetmek için, "O, bir gölgedir, bir ceseddir ve bir harabedir"
denilmektedir..
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi elbette onlara duyururdu "
buyurmuştur. Bunun manası şudur: "Mevcut olan her şeyi, Allah'ın bilmesi
gerekir. Binâenaleyh, Allah'ın o şeyin varlığını bilmemesi, o şeyin yokluğunun
gerekçelerindendir. Dolayısiyle, hiç şüphesiz, o şeyin bizzat yokluğunu
"Allah'ın, onun varlığını bilmemesi" ile ifade etmek, son derece
güzel olmuştur. Buna göre bu ifadenin izahı şöyle yapılabilir: "Eğer
onlarda bir hayır bulunsaydı, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak hüccet ve öğütlerini,
öğretecek ve anlatacak bir biçimde onlara duyurur, işittirirdi. Şayet Allah
onlarda bir hayır olmadığını bildiği halde, onlara yine de duyursaydı; onlar bu
duyurmadan istifade edemezler, yine de muhakkak yüz çevirip arkalarını
dönerlerdi." Şu da söylenmiştir: "Kâfirler, Hz. Peygamber'den,
kendilerine nübüvvetinin doğruluğunu haber vermesi için, Kusayy b. Kilab ve
benzeri ölülerini diriltmesini istemişlerdi. Böylece Allah Teâlâ, eğer onlarda
bir hayır olsaydı, yani onların o ölülerinin söyleyecekleri sözden istifade
etmeleri ihtimali olsaydı, onların sözlerini dinlesinler diye, o ölülerini
dirilteceğini beyan buyurmuştur. Fakat Allah, onların bu sözü (teklifi) ancak
inad için ve işi yokuşa sürmek için söylediklerini ve onlara Ölülerinin
seslerini-sözlerini duyurması halinde bile hakkı kabul etmeyip yüz
çevireceklerini biliyordu."
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[64]
Allah Teâlâ, onların
delillerden yüz çevireceğini, hakkı kabul
etmeyeceklerini ve onların,
kesinlikle hakka yanaşmayıp,
haktan istifade etmeyeceklerini bildirmiştir. Bu sebeble diyoruz ki: Onlardan
imanın sâdır olmasının imkansız olması gerekir. Zira eğer onlardan iman sâdır
olacak olsaydı, bu iman ya Allah'ın bu haberinin doğru olmasının yanısıra söz
konusu olurdu, ya da bu haberin yalan olması ile birlikte söz oturdu. Birinci ihtimal imkansızdır. Çünkü
Cenâb-ı Hakk'ın iman rini haber verdiği halde onların iman
etmesi, iki zıd şeyi birleştirmek olur r. İkinci ihtimal de imkansızdır. Zira
Allah'ın doğru olan haberinin yalana -Kansızdır; hele hele bu haber, olup
bitmiş mâzîdeki birşeyle ilgili olursa... Allah Teâlâ'nın ilminin cehalete
dönüşmesi hususunda söylenecek söz de böyledir. Bunun izahı defalarca geçmişti.
[65]
Nahivciler şöyle
demişlerdir:aLev (eğer) edatı, bir başka İunrnaması sebebiyle birşeyin yok
olacağına delalet etmek için kullanılır. Dolayısıyla sen, mesela "Eğer
bana gelseydin, sana ikram ederdim" dediğinde, bu söz, hem
"gelme" işinin, hem de "ikram" işinin olmadığını
gösterir." Bazı fakihler şöyle demişlerdir: Bu edat, ancak istilzamı
(gerekliliği) ifade eder. Ama başka birşeyin bulunmasından ötürü, birşeyin yok
olduğunu bu lafız ifade etmez. Bunun böyle oluşunun delili hem ayet, hem de
hadistir: Ayetten delil, işte bu (tefsir ettiğimiz) ayettir. Bunu şöyle izah
ederiz: Eğer lev edatı, nahivcilerin söylemiş olduğu manayı ifade etseydi,
ayetteki, "Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi, elbette onlara
duyururdu" beyanı, Allah Teâlâ'nın onlarda bir hayır görmediğini ve
dolayısıyla onlara (hakkı) duyurmadığını ifade eder. Daha sonra Cenâb-ı Hak '"Eğer
onlara duyursaydı, muhakkak ki arkalarım dönerlerdi" buyurmuştur. Bu da,
"Aİlah onlara duyurmadı, onlar da yüz çevirmediler. Fakat yüz çevirmeme
hayırlardan bir hayırdır" manasına gelirdi. Böylece de ayetin başı,
onlarda hayrın olmadığını; sonu ise bir hayrın bulunduğu manasına gelirdi ki,
bu bir tenakuzdur. Binâenaleyh lev edatının, "başkasının bulunmayışı
sebebiyle birşeyin yok olacağını ifade ettiğini" söylemenin böyle bir
tenakuzu gerektireceği sabit olur. Bundan dolayı, ona bu mananın verilmemesi
gerekir.
Bunun hadisten delili,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Süheyb ne güzel bir yiğit! Eğer o Allah 'dan
korkmasaydı bile, yine de O'na isyan etmezdi" sözüdür. Binâenaleyh eğer,
lev edatı nahivcilerin söylemiş olduğu manayı İfade etmiş olsaydı, bunun
manası, "O Allah'dan korktu ve Allah'a isyan etti" şeklinde olurdu.
Bu ise bir tenakuzdur. Böylece lev edatının, başkasının bulunmaması sebebiyle
birşeyin bulunmamasını ifade etmeyip, aksine sadece bir gerekliliği ifade
ettiği sabit olmuş olur.
Bil ki bu, çok güzel
bir delildir. Fakat bu görüş, ekserî ediblerin görüşünün aksinedir.
Allah'ın malûmatı dört
kısımdır:[66]
1) Bütün
mevcûd şeyler;
2) Bütün
ma'dûm (yok) olan şeyler;
3) Mevcûd şeylerden herbirinin yok olması
halinde durumunun nasıl olacağı;
4) Ma'dûm
(yok olan) bulunmayan her birşeyin var olması halinde, durumunun nasıl
olacağı... İlk iki kısım, mevcut hal ile bilinir. Son iki kısım da, mevcut
olmayan takdir ile bilinir. O halde ayetteki, "Eğer Allah onlarda bir
hayır buseydi, elbette onlara duyururdu" ifadesi, ikinci kısımla ilgili
olmuş olur ki bu da mukadderat ile bilinen kısımdır ve bu mevcut hal ile
bilinen kısma girmez. Bunun bir benzeri de, Hak Teâlâ'nın, münafıklardan
naklettiği şu sözdür, "Eğer siz yurdlannızdan çikanhrsanız, biz de
muhakkak sizinle beraber çıkarız. Eğer sizinle harbedilirse, muhakkak ve
muhakkak size yardım ederiz" (Haşr, 11). Cenâb-ı Hak buna karşılık,
"Andolsun ki onlar çtkanlaccak olurlarsa, bu münafıklar onlarla beraber
çıkmazlar. Eğer onlar muharebeye tutulurlarsa bunlar, onlara yardım da
etmezler. Onlara yardım etseler bile, mutlaka dönüp kaçarlar" (Haşr, 12)
buyurmuştur. Böylece Allah Teâlâ, yok olan btrşeyin var olması halinde
durumunun nasıl olacağını bildirmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, "Eğer onlar
dünyaya geri gönderilseler bile, yine vazgeçirilmek istendikleri şeylere
döneceklerdi" {En'âm. 28)buyurmuş ve yok olan birşeyin var olması halinde,
durumunun nasıl olacağını bildirmiştir.
[67]
''Ey iman edenler,
sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, Allah'a ve Resulüne
icabet edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz hakikaten
sadece O'na götürülüp toplanacaksınız" (Enfâl. 24).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[68]
Ebu Ubeyde ve Zeccâc:
"Ayette geçen kelimesinin "icabet edin" manasına olduğunu
söylemişlerdir.
Nitekim şair de bir
beytinde: ile. demiştir.
[69]
Fakîhlerin çoğu, emrin
zahirinin vücûb (farziyyet) ifade ettiği kanaatindedirler. Onlar, görüşlerinin
doğruluğuna bu ayeti, şu iki bakımdan
delil getirmişlerdir:
Birincisi: Bir fiili
yapmasını emrettiği herkesi Allah, o fiili yapmaya davet etmiş demektir. Bu
ayet de, Allah'ın davet ettiği her hususa icabet edilmesi gerektiğine delâlet
eder. Buna göre eğer, ayetteki "Allah'a ve Resulüne icabet edin"
ifadesi bir emirdir. O halde ne diye siz, "Bu, vücuba delâlet eder"
diyorsunuz. Çünkü münakaşa bu husustadır. O halde bu sözün neticesi, emrin
vücûb (farziyyet) ifade etmesine binâen, emrin vücûb için olduğunu isbat etmeye
dayanır. Bu ise birşeyi, yine kendisi ile isbat etmeyi gerektirir ki bu
imkansızdır" denilirse, buna şöyle cevap verilir: "Allah'ın emrettiği
herşeyin teşvik edildiği, yapılması istendiği zaruri (kesin) olarak bilinen bir
husustur. Binâenaleyh eğer biz, ayetteki, ''Allah'a ve Resulüne icabet
edin" buyruğunu bu manaya hamledersek, açık olanı açıklamak kabilinden
birşey yapmış oluruz ki bu, abestir. Şu halde bunu, yeni (başka) bir manaya
hamletmek gerekir ki bu da ayetin bu parçasını manasız olmaktan korumak için,
farziyyeti gösterdiğini söylemektir. Bu husus, ayette bundan sonraki
"Bilin ki şüphesiz Allah kişi İle kalbi arasına girer ve siz hakikaten
sadece O'na götürülüp toplanacaksınız" buyruğunun bir tehdid ve va'îd
sadedinde getirilmiş olması ile de güç kazanır. Bu tehdid ve va'îd, ancak vücûb
(farziyyet) söz konusu olduğu zaman uygun düşer.
İkincisi: Bu, Ebu
Hureyre (r.a)'nin rivayet ettiği şu hadistir: Hz. Peygamber (s.a.s), Übeyy b.
Ka'b'ın kapısına vardı. O namaz kılıyor iken ona seslendi. Ubeyy (r.a) de namazını
acelece bitirip geldi. Hz. Peygamber (s.a.s) "seni çağırdığımda hemen
icabet etmekten seni alıkoyan nedir?" deyince, o, "Namaz
kılıyordum" cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber {s.a.s):
"Bana vahyedUen Kur'an'da, "Allah'a ve Resulüne icabet edin"
diye bildirildiğinden haberdâr değil misin?" deyince, Übeyy b. Kfib (r.a),
"şüphesiz ki siz, beni, artık ne zaman çağırırsanız ben icabet
ederim" dedi."
Bu hadis ile şu
şekilde istidlal edilmiştin Hz. Peygamber (s.a.s), onu çağırıp, Übeyy de ona
hemen icabet etmeyince; Hz. Peygamber onu, icabet etmeyişinden dolayı tenkid
etti ve bu hususta bu ayeti delil getirdi. Eğer bu ayet vücûba delâlet
etmeseydi, bu şekildeki bir istidlal doğru olmazdı. Bir kimsenin, "Emir,
vücûb ifade eder meselesi, kesin bir mesele olup, bu hususta haber-i vahidi
delil getirmek caiz değildir" şeklindeki sözü zayıftır. Zira biz, emirin
vücûb ifade ettiği meselesinin kesin olduğunu kabul etmiyoruz. Aksine bu, bizce
zannî bir meseledir. Çünkü bundan maksad, ameldir. Amel ile ilgili konularda
ise zannî deliller de yeterlidir.
Buna göre onlar eğer,
"Allah Teâlâ, mutlak olarak icabet etmeyi emretmemiş, aksine bunu belli
bir şarta, yani "size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman..."
şartına bağlı olarak emretmiştir. O halde, nasıl "Bu şart, bütün emirlerde
vardır" diyebilirsiniz?" derlerse, biz de deriz ki: Übeyy b. Ka'b
(r.a)'ın hadisesi, hükmün umumî olduğuna ve belli bir şarta bağlı kılınmadığına
delâlet eder. Hem sonra ayette aecen, "hayat verme"yi, bizzat "diriltme
" manasına hamletmek mümkün
değildir. Çünkü zaten canlı olanı diriltmek imkansızdır. Dolayısıyla buna başka
bir mana vermek gerekir ki bu da, "mükâfaat elde etme" manasıdır. O
halde, Allah'ın kendisine çağırdığı ve yapılmasını teşvik ettiği herşey bir
mükâfaatı bulundurur. Bu sebeple, ayetin hükmü, bütün emirler hakkında umûmî
bir hüküm olmuş olur. Bu da, bizim varmak istediğimiz neticeyi ifade eder.
[70]
Alimler, "Size
hayat verecek şeylere davet ettiği zaman..." ifadesi hakkında şu izahları
yapmışlardır:
1) Süddî
bunun, iman ve İslam olduğunu; iman ve İslam'da hayatın bulunduğunu; çünkü
imanın kalbin hayatı, küfrün ise kalbin ölümü olduğunu ve bu hususa Cenâb-ı
Hakk'ın, "Allah ölüden diri çıkarır" (ah Imran, 27) ayetinin delâlet
ettiğini; buna "O, kâfirden mü'min (evlâd) çıkarır" manası
verildiğini söylemiştir.
2) Cenâb-ı
Hak, "Hayat verecek şey" tabiri ile Kur'an-ı Kerim'i kastetmiştir.
Bu, "Kur'an'da olan şeylere icabet ediniz. Çünkü hayat, kurtuluş ve
korunma ondadır" manasına gelir. Cenâb-ı Hak, Kur'an'a "hayat"
demiştir. Çünkü Kur'an ilmin (bilmenin) sebebi ve vasıtasıdır. İlim ise
hayattır. Binâenaleyh hayatın sebebi
olan şeyin, "hayat" diye adlandırılması caizdir.
3)Alimlerin
çoğu, bu tabir ile cihadın kastedildiğini söylemişlerdir. Cihada
"hayat" denmesinin sebebi hususunda da şu izahlar yapılmıştır:
a)İki düşmandan
birinin zayıflaması, diğeri
için hayattır. Binâenaleyh, müslümanların işi, kâfirlerle
savaşarak ancak güç ve kuvvet kazanır.
b) Cihad,
şehidlik sebebidir. Şehidlik ise, (cennette) ebedî hayatı temin eder. Nitekim
Allah Teâlâ, "Allah yolunda öldürülenleri, sakın Ölüler sanma. Bilakis
onlar Hableri katında diridirler. (Öyle ki Allah'ın) lutf-u inayetiyle,
kendilerine verdiği şeylerle, hepsi şâd, nzıklanırlar" (ah imran. 169)
buyurmuştur.
c) Cihad,
insanı bazan ölüme götürür. Ölüm ise, ahiret hayatına kavuşturur. Ahiret yurdu
da.hayatın kaynağıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki o, (asıl)
hayatın ta kendisidir" (Ankebût, 64) buyurmuştur. Yani, daimî ve ebedî
hayattır.
4) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Size hayat verecek şeylere
" tabirine, "hak ve doğru olan her şeye " manası verilmiştir. Böyle olması halinde bu
ifadenin içine Kur'an, îman, cihad ve her türlü iyilik ve tâat olan işler dahil
olmuş olur. O halde, Allah'ın, "Size hayat verecek şeylere"
ifadesiyle, devamlı ve güzel olan bir hayat murad edilmiştir. Nitekim, Cenâb-ı
Hak "Hiç şüphesiz onu, çok güzel bir hayat ile yaşatırız" (Naw.97)
buyurmuştur.
[71]
Cenab-ı Hak, Bilin ki,
“Allah kişi ile kalbi arasına girer”buyurmuştur. Bu ifâdenin tefsin, alimlerin
cebr ve kader meselesindeki ihtilâflarına göre değişir. Cebr'e taraftar olanlara
gelince, Vahidî, İbn Abbas ve Dahhâk'ın bu ayete, "Allah, kâfir olan kişi
ile, onun yapacağı taati arasına girer. Yine Allah, İtaatkâr olan kişi ile,
onun yapacağı isyan arasına girer, mani olur. O halde saîd, iyi ve itaatkâr
olan Allah'ın "saîd" kıldığı; şakî, günahkâr ve bedbaht olan da,
Allah'ın dalâlete düşürdüğü kimsedir. Binâenaleyh, kâfir bir kimse iman etmek
ister, Allah da onun iman etmesini istemezse, Allah onunla o kimsenin kalbi
arasına girer. Mü'min bir kimse de kâfir olmak ister, Allah da onun kâfir
olmasını dilemezse, Allah, bu kimseyle onun kalbi arasına girer" manasını
verdiklerini nakletmiştir. Ben derim ki, biz durumun böyle olduğunun
doğruluğuna dair aklî delillerle delil getirmiş, istidlalde bulunmuştuk. Bu
böyledir, zira kalbin halleri, ya inançlardır, ya irâde ve isteklerdir veyahut
da, "daîler" sebepler, faktörlerdir. Akidelere gelince bu, ya ilim
olur, ya cehl. İlme gelince, bunu elde etmeye yönelmek isteyen kimse ancak onun
bir ilim olduğunu bildiğinde ona yönelir. Bunu da ancak, bu itikadın malûm
olan, bilinen şeye mutabık olduğunu bildiği zaman bilebilir. Bu hususu da
ancak, daha önce malûmu bilip tanıdığı zaman bilebilir. İşte bu durum da, bir
şeyin kendisine dayanmasını gerektirir. Cehle gelince: İnsan bunu ancak, bunun
bir ilim olduğunu zannettiği zaman tercih eder ve ister. Halbuki bu zan ancak
daha önce geçen diğer bir cehalet sebebiyle meydana gelir. Bu da, bir şeyin
kendisine dayanmasını gerektirir.
"Daîler"
-sebepler ve faktörler- ile irâdelere gelince, "bunlar" eğer bir fail
olmaksızın meydana gelmişlerse, o zaman bu tıpkı, îcâd edici, muhdis olmaksızın
bir hadisin, sonradan meydana gelenin meydana gelmiş olması gibi olur. Yok eğer
bunlar, bir fail vasıtasıyla meydana gelmişlerse, o zaman bu fail, ya kuldur
yahut da Allah'dır. Birincinin olması bâtıl ve yanlıştır; aksi halde bu niyyet
ve kasdın, başka bir niyet ve kasda dayanması gerekir ki, bu imkânsızdır.
Böylece inançların, iradelerin ve sebeplerin failinin sadece Allah olduğu
ortaya çıkar. Kur'an'ın nassı da, kalbin hallerinin Allah'dan olduğuna delâlet
eder. Aklî deliller de bunu gösterir. O halde, hak ve doğru olanın, bizim söylemiş
olduğumuz şey oldğu sabit olur.
[72]
Kaderiyye(î'tizâl)gÖrüşünü
benimseyenlere gelince,onlar,bu ayetten muradın, bizim benimsemiş olduğumuz
görüş olamayacağını öne sürmüşler ve bunu şu izahlarla açıklamışlardır:
Birinci izah: Cübbâî
şöyle demiştir: "Allah'ın, kendisiyle imanı arasına girdiği kimse,
âcizdir. Acize emretmek ise, akılsızlık, sefîhliktir. Şayet böyle bir şey caiz olsaydı, o
zaman Allah'ın, bize göklere tırmanmayı emretmesi de caiz olurdu. Halbuki
ulemâ, kötürüm olan kimsenin, ayakta namaz kılmakla emredilmesinin caiz
olamayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. O halde bu, Allah hakkında nasıl
caiz olabilir? Hem Allah Teâlâ, "Allah, hiç kimseye gücünün yettiğinden
başkasını vüklemez" (Bakara, 286) buyurmuştur. Yine O, "zıhâr"
yapan kimse hakkında da, "Buna da güç yetiremezse, altmış yoksul
doyursun" (Mücâdiie,a)buyurmuş, böylece, oruç tutamayan kimselerden orucun
farziyyetini düşürmüştür."
İkinci izah: Allah
Teâlâ, Allah ve Resulüne icabet etmeyi emretmiş ve bu sözü, Dir hatırlatma ve
icabet etmemeden sakındırma sadedinde zikretmiştir. Binâenaleyh, şayet bu
ifadeden, ileri sürmüş olduğunuz şeyler kastedilmiş olsaydı, icabet etmeme
hususunda çok kuvvetli bir mazeret olur ve böylece bu ifade de, icabet
etmemeden Dir men ve yasaklama olmazdı..
Üçüncü izah: Allah,
Kur'an'ı, kâfirlerin lehine, peygamberin aleyhine bir delil olsun diye değil,
tam aksine peygamberin lehine, kâfirlerin aleyhine bir hüccet olsun diye
indirmiştir. Binâenaleyh, şayet ayetin ifade ettiği mana, sizin ileri
sürdüğünüz şekilde olsaydı, hiç şüphesiz bu ayet, kâfirlerin lehine,
peygamberin de aleyhine olan delillerin en kuvvetlilerinden olur, o zaman da
kâfirler, "Allah Teâlâ, bizi iman etmekten men edince, daha nasıl, bize
iman etmemizi emreder?" derlerdi.. Binâenaleyh, yaptığımız bütün bu
izahlarla, ayeti, Cebriyye'nin ileri sürdükleri manaya hamletmenin mümkün
olmadığı iyice anlaşılır. ,
Mutezile sözüne
devamla şöyle der: Biz bu ayet hakkında şu izahları yapabiliriz:
a) Allah
Teâlâ, kişi ile, kişinin kalbinden istifâde etmesi arasına, ölüm sebebiyle
girer." Bu, şu demektir: "Size mutlaka gelecek olan ölüm gelmeden ve
sizinle, sizin taatınız ve tevbeniz arasına girmeden önce, size mecbur kılmış
olduğum cihad ve benzeri amellere icabet edip koşmada gecikmeyiniz, acele
ediniz!" Kâdî şöyle demiştir: "İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak,
bu ifadenin hemen peşinden, bu manaya delalet edecek şeyi de getirmiştir ki, bu
da O'nun, "ve siz hakikaten sadece O'na götürülüp toplanacaksınız"
ifadesidir. Bu ayetin maksadı, taate mani olacak ölüm gelmeden önce, itaatta
bulunmaya teşvik etmektir."
b) Bu
ayetle, Allah Teâlâ, "kişi ile, kişinin kalbinin arzu edip istediği şeyin
arasına ölümün girmesini" murad etmiştir. Çünkü "ecel", bütün
emel ve arzuların önüne geçer. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek
istemiştir: "Salih amellere koşunuz. Kalbinize gelen, uzun ömür sürme
sevdasına itibar etmeyiniz. Çünkü bu, kendisine güvenilecek bir husus
değildir." "Kalb" lafzının, kalbde bulunan arzu ve emelleri
ifade etmek için kullanılması, güzel ve yerindedir. Çünkü bir şeyi, tıpkı Arapların
"Vadi aktı, dolup taştı" sözlerinde olduğu gibi, zarfının, mahallinin
ismiyle adlandırmak caizdir.
c)
Mü'minler, Bedir günü savaşmaktan korkuyorlardı. Bu sebeple onlara sanki,
"Taatlere koşunuz; kalbinizde hissettiğiniz zayıflık ve korkaklık
sebebiyle, taatlardan kaçınıp imtina etmeyiniz. Zira Allah Teâlâ, halleri
değiştirir ve tebdil eder. Böylece de, zayıflık ve acizliğinizi, kuvvete;
korkaklığınızı da cesarete dönüştürebilir. Çünkü Allah Teâlâ, kalbleri evirip
çevirendir" denilmek istenmiştir.
d) Mücahid
şöyle demiştir: "Ayette geçen "kalb" sözü ile, "akıl",
insanın aklı murad edilmiştir. Buna göre
Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah kişi ile kalbi araşma girer" buyruğunun
manası şudur: "Siz, aklınız başınızda iken salih amellere koşunuz. Çünkü,
yok olduğunda teklif ve mükellef tutulmanın sözkonusu olamıyacağı aklınızın
zail olmasından emin olamazsınız!" Kalb'in, akıldan kinaye addedilmesi
caizdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki bunda kalbi olan... kimseler
için elbette bir öğüt vardır" (Kât. 37) buyurmuştur. Yani, "aklı olan
kimseler için..." demektir."
Hasan el-Basri:
"Allah kişi ile kalbi araşma girendir" mealindeki ayetin, "Allah
Teâlâ'nın kuluna olan yakınlığının, kulun kalbinin kula olan yakınlığından daha
fazla olduğu" manasına geldiğini söylemiştir. Bu ifadenin maksadı ise,
kulun gönlünde ve kalbinde bulunan hiçbir şeyin Allah'a saklı kalmadığına
dikkat çekmektir. "Biz ona şah damarından daha yakınız" (km. 16)
ayeti de, bunun bir benzeridir." İşte bu konuda, Cebnyye ve Kaderiyye
(Mutezile)'nin ileri sürmüş oldukları izahların tamamı bundan ibarettir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Ve siz hakikaten sadece O'na götürülüp toplanacaksınız"
buyurmuştur. Yani, "Sizin O'na, Allah'a götürülüp O'nun huzurunda
toplanacağınızı; başıboş ve kendi halinize bırakılmayacağınızı biliniz "
demektir. Bu ifadede, çalışıp çabalamaya bir teşvik ve tembellikten,
vurdumduymazlıktan iyice bir sakındırma vardır.
[73]
"Bir de öyle bir
fitneden sakının ki o, içinizden yalnız zulmedenlere çatmaz. Hem bilin ki
Allah, şüphesiz azabı çetin olandır"
Bil ki Allah Teâlâ,
insanı, kendisiyle kalbi arasına girilmekten sakındırdığı gibi, onu fitneden de
sakındır m ıştır. Buna göre ayetin manası, "Geldiğinde, sadece zalimlere
mahsus olmayan; aksine hepinize, iyinize kötünüze isabet edecek olan bir
fitneden sakının" şeklinde olur. Hasan el-Basri'den bu ayetin, özellikle
Cemel Savaşı'nda, Hz. Ali, Ammar, Talha ve Zübeyr'in içine düştükleri durumu
ifade için indiğini söylemiştir. Nitekim Zübeyr de: "Bu ayet, bizim
hakkımızda indi. Biz onu, uzun zaman okuduk; ama o fitnenin içine düşecek olan
kimselerin bizler olduğunu göremedik. Bir de ne görelim, bununla kastedilenler,
bizlermişiz. " demiştir. Süddî'den de: Bu ayetin, Bedlr'e iştirak edip de
Cemel'de savaşan kimseler hakkında
nazil olduğunu söylediği rivayet edilmiştir.
Rivayet edildiğine
göre bir gün, Zübeyr, Hz. Peygamber (s.a.s)'le gece sohbet ediyordu. Derken,
Hz. Ali (r.a) de çıkageldi.. Hz. Ali'yi Zübeyr gülerek karşılayınca, Hz.
Peygamber (s.a.s), "Ali'yi ne kadar seversin?" dedi.. Bunun üzerine
Zübeyr, "Ey Allah'ın Resulü, onu, tıpkı çocuğumu sevdiğim gibi, belki de
daha fazla severim " dediğinde Hz. Peygamber (s.a.s), "Sen onunla
savaşmaya gittiğin zaman nasıl olacak ya!?" dedi. Şayet, "Emrin
cevabına tekîd nûnu nasıl gelmiştir?" denilirse, biz deriz ki:
Bu hususta iki izah
yapılmıştır:
a) Emrin
cevâbı, nehiy sîğasıyla gelmiştir. Durum her ne zaman böyle olursa, o nehye
tekîd nûnunun bitiştirilmesi güzel
olur. Bu, tıpkı
senin "Hayvandan in, seni atmasın; veya sakın seni atmasın. "
demen gibidir. Ve yine bu Cenâb-ı
Hakk'ın tıpkı "Ey karıncalar,
yuvalarınıza girin. Sakın Süleyman ve ordusu
... sizi kırmasın. " (Nemi, 18) ayeti gibidir.
b) Bu ayetin takdirinin, "sizden sadece
zâlim olanlara isabet edecek fitneden sakının " şeklinde olmasıdır. Ancak ne var ki, bu
ifade, fitnenin sadece zalimlere isabet etmeyeceğini iyice beyan etmek için,
nehiy sîğasıyla getirilmiştir. Böylece, zâlimlere has olan o fitne, sadece
onlara has olmaktan çıkarılmış olur da, böylece sanki o fitneye, "sadece
zalim olanlara isabet etme!"
denilmiş olur ki bundan maksad da, istiare yoluyla, böyle bir tahsisin
bulunmadığını iyice anlatmaktır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Hem bilin ki, Allah şüphesiz azabı çetin olandır" buyurmuştur. Bu
tabir ile de, Allah'ın ikâbından sakınmak için, müstakim olmanın gerekliliğine
teşvik murad edilmiştir.
Buna göre şayet,
"Bu ayetten çıkan netice şudur: Allah Teâlâ, geldiğinde, günahkâr olanı da
olmayanı da kapsayacak olan bir azaptan, bir fitneden insanları sakındırıp
korkutuyor. Binâenaleyh, Rahîm ve Hakîm olanın rahmetine, bu fitne ve azabı,
günahkâr ve suçlu olmayan kimselere de ulaştırması nasıl uygun düşer?"
denilirse biz deriz ki:
Allah Teâlâ bazan,
doğrudan doğruya olarak, kulunun başına ölümü, fakirliği, körlüğü ve
kötürümlüğü v.b. getirebiliyor. Bu, ya, Cenâb-ı Hakk'ın yegâne Mâlik olması
sebebiyle, O'ndan sâdır olması pek uygun olan bir fiildir; veyahut da, Allah
Teâiâ'nın, bu işin bir tür iyiliği ihtiva ettiğini bilmesi sebebiyle sâdır
olmuştur. Bu hususta, iki mezhebin de farklı farklı görüşleri bulunmaktadır.
Binâenaleyh, bu iki seöeöın birisinden doiayı bu caiz olunca, işte burada öa
caiz otur. Aftan en iyi bilendir,
[74]
"O zamanı
hatırlayın ki siz yeryüzünde azlıktınız, aciz bırakılmışlardınız.. Halkın sizi
tutup kapmasından korkuyordunuz. Aiiah sizi, ev bark sahibi yaptı,
yardımıyla kuvvetlendirdi, size en temiz ve güzel şeylerden rızık verdi. Ta ki şükredesiniz" (Enfftl, 26).
Bil ki Allah Teâlâ,
onlara, Allah ve peygamberine itaatta bulunmalarını emredip, daha sonra da,
onlara yine, günahtan sakınıp korunmalarını emir buyurunca, bu teklifini bu
ayette te'Kİd etmiştir. Bu, böyledir, zira Allah Teâlâ, onların, Hz. Peygamber
(s.a.s) ortaya çıkmazdan önce, son derece ve ztttaUçmci» oMuMwuw, onun ortaya
çıkmasından sonra ise, son derece izzet ve şerefe kavuştuklarını; bunun da,
onlara tâatta bulunup muhalefet etmemelerini gerektirdiğini beyan buyurmuştur. Hz.
Muhammed zuhur etmeden Önce onların içinde bulundukları haller, birkaç yönden
açıklanabilir:
a) Onlar, sayıca az idiler.
b) Onlar,
zayıf düşürülmüş olup, başkalarının onları zayıf bırakarak sömürmesi.. Bu
"mustaz'af" olmaktan kastedilen ise, onların, diğer insanların
kendilerini tutup kapmasından endişe etmeleridir, ki bununla şu
kastedilmiştir: Onlar, kendi beldelerinden dışarı çıktıklarında, Arapların,
kendilerini kapıp almasından korkuyorlardı. Çünkü onlar, müşriklere yakın ve o
müşriklerin onlara hem alabildiğine düşman olması sebebiyle, o müşrik
Araplardan korkuyorlardı. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onlar bu durumda iken, o
hallerin mutluluk ve sevinç, hayır durumuna dönüştüğünü beyan buyurmuştur. Bu
hayırların ve mutlulukların birincisi, Allahu Teâlâ'nın, onları koruyup
gözeterek, ev bark sahibi yapmasıdır ki bununla Cenâb-ı Hak, onları Medine'ye
taşımasını, böylece de onların, kâfirlerin şerlerinden emin olmalarını
kastetmiştir. İkincisi ise, Allah'ın, yardımıyla onları desteklemesidir. Bundan
maksat ise Bedir Günü'nde, ilahî yardımın tahakkuk edip gerçekleşmesidir.
Üçüncüsü de, Allah Teâlâ'nın, onlara güzel rızıklar vermesidir. Bu da Cenâb-ı
Hakk'ın onlar, kendilerinden önceki ümmetlere haram olduğu halde, ganimetleri
helâl kılmış olmasıdır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Ta ki, şükredesiniz..." buyurmuştur..
Yani, "Biz sizi
sıkıntıdan rahat ve bolluğa; belâdan nimetlere ve lütuflara çıkardık ki, artık
böylece sizler şükür ve taât ile meşgul olasınız. O halde size, enfâl
sebebiyle, çekişme ve mücadele etmeyle meşgul olmanız daha nasıl uygun düşer ve
yakışır?" demektir.
[75]
"Ey iman edenler,
Allah'a ve peygamberine hainlik etmeyin. Siz, kendiniz bilip
dururken, kendi emanetlerinize hainlik eder misiniz? Bilin ki mallarınız da.
evlâtlarınız da ancak birer imtihandır. (Asıl) büyük mükâfaat ise, şüphesiz Allah
katmdadır (Enfal,
27-28).
Bil ki Allah Teâlâ,
onlara güzel rızık verdiğini belirtince, bu ayette de, onları, hainlik etmekten
men etmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[76]
Alimler, bu ayette
geçen "hıyanet" ile neyin kasdedildiği hususunda, birtakım görüşler
üzere ihtilâf etmişlerdir:
a) İbn Abbas
şöyle demiştir: "Bu ayet, Ebu Lübabe hakkında nazil olmuştur.. Hz.
Peygamber (s.a.s), Ebu Lübabe'yı, Kureyzaoğullarını muhasara altına almak
maksadıyla onlara yollamıştı. Ebu Lübâbe'nin çoluk çocuğu ise,
KureyzaoğuHarının içinde bulunuyordu. Bunun üzerine Kureyzaoğullan: "Ey
Ebu Lübabe Ne dersin, Sa'd İbn Muâz'ın,
hakkımızda vermiş olduğu hükmü kabul edelim mi?" deyince, Ebu
Lübabe boğazına işaret ederek: "Bu bir intihar etmek demektir, sakın bunu
yapmayınız " demek istemiştir. Böylece, bu hareket tarzı, Ebu Lübabe'den,
Allah ve O'nun Resulüne karşı bir hainlik olmak üzere sâdır olmuştur."
b) Süddî
şöyle demektedir: "Onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'den bir şey dinliyor ve
bunu ifşa ederek, müşriklere intikâl ettiriyorlardı. İşte bunun üzerine,
Cenâb-ı Hak onları bundan nehyetti. "
c) İbn Zeyd
şöyle demiştir: "Allah onları, tıpkı münafıkların yapmış olduğu gibi, iman
izhar edip, öte yandan ise, küfürlerini gizlemek suretiyle, hainlikte
bulunmaktan nehyetti. "
d) Câbir İbn
Abdillah'dan şu rivayet edilmiştir: "Ebu Süfyan Mekke'den çıkınca, Hz.
Peygamber (s.a.s), onun çıktığını Öğrendi ve onu karşılamaya niyetlendi. Bunun
üzerine münafıklardan birisi, Ebu Süfyan'a, "Muhakkak ki Muhammed,
savaşmak için karşınıza çıkacak.
Binâenaleyh tedbirinizi alınız!" diye bir mektup yazınca, Allahu
Teâlâ bu ayeti inzal buyurdu. "
e) Zührî ve Kelbî, bu ayetin Hatıb b. Ebl Be İte
a hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Zira bu sahâbî, Hz. Peygamber (s.a.s)
Mekkelilerle savaşmak için gitmeye niyetlenince, O'nun bu niyetini Mekkelilere
yazıp bildirmişti. Bu görüşü el-Esamm nakletmiştir.
f) Kâdî
şöyle demiştir: "Bu konuda doğruya en yakın olan şudur: Allah'a yapılan
hainlik, ResÛlullah'a yapılan hainlikten başkadır. Yine Resûlullah'a yapılan
hainlikten, emanete yapılan hıyanetten başkadır. Çünkü atıf, muğayereti (başka
olmayı) gerektirir.
Bunu iyice kavradığın
zaman diyoruz ki: Allah, onlara ganimetler hususunda hainlik etmemelerini
emretmiş ve bu husustaki hiyaneti kendine yapılmış hıyanet gibi saymıştır.
Çünkü bu, Allah'ın atıyyesi (bağışı) hususunda ve Resulüne karşı yapılmış bir
hıyanettir. Çünkü ganimetlerin taksimi ile görevli olan, Hz. Peygamber
(s.a.s)'dir. Binâenaleyh kim o ganimetlere hiyanet ederse, peygambere hiyanet
etmiş olur. Hz. Peygamber (s.a.s), bu ganimetleri, ganimeti hak etmiş olanların
ellerine bir emanet olarak vermiş ve onlara ganimetlerden herhangi birşey
almamalarını emretmiştir. Dolayısıyla bu ganimetler adeta bir emanete
dönüşmüştür. Emanetler ise, emanet bırakılan kimsenin elinde bir emanettir.
Binaenaleyh onlardan kim bu emanetlere âinlik ederse, insanların kendilerine verdikleri
emanetlere hıyanet etmiş gibi olur. Çünkü hıyanet, emanetin zıddıdır."
Kâdî şöyle devam eder: "Ayette bahsedilen emanetten kastın, ibadete
sayılan herşey olması muhtemeldir. Buna göre, ayetin müne,
ganimetler de, diğer şeyler de girer. Binâenaleyh ayetin manası: "Bütün
" jkellefiyetlerin tastamam, noksansız, eksiksiz ve en mükemmel bir
şekilde edâ edilmeleri vacibtir" şeklinde olur. Ayetin sebeb-i nüzulü
olarak zikredilen bütün bu zahlar da, ayetin hükmüne dahildir. Ama ayeti,
sadece bunlara hasretmemek : unlarla sınırlandırmamak) gerekir. Çünkü sebeb-i
nüzulün hususî oluşuna değil, afzın umumîliğine bakılır."
[77]
Keşşaf sahibi şöyle
demektedir: Tıpkı "vefa"nın, "tamam" (olma)
manasına geldiği gibi, ayetteki
"hiyanet" de "noksanlık" manasınadır. Bir
kimse birşeyi noksan yaptığında, "Ona hiyanet etti"
denilmesi de, bundan dolayıdır. Daha sonra bu kelime, emânet"
(güven) ve "vefâ"nın zıddı olarak kullanıldı. Çünkü bir hususta, bir
kimseye yanet ettiğinde, o kimsenin aleyhine olarak, o hususa noksanlık
sokarsın.
[78]
Ayetteki "Emanetlerinize hainlik eder
misiniz?.." ifadesi ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:
1) Bu
tabirin manası, "Emânetlerinize hainlik etmeyin" şeklindedir.. Bunun
delili Abdullah b. Mes'ûd (r.a)'un, bunu
şeklinde okuduğunun rivayet
Bmesidir.
2) Bu ifâde,
"Allah ve Resulüne hainlik etmeyin. Çünkü eğer bunu yaparsanız,
emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz" demektir. Araplar
"cevab" olan cümlenin kaşına bazan "fâ", bazan da
"vav" edatı getirirler. Onlardan bunu kabul etmeyenler ze vardır.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Siz, kendiniz bilip dururken..." ifadesi hakkında şu zahlar
yapılmıştır:
a) Bu,
"Siz hainlik edeceğinizi bile bile, yani, hainlik sizden yanlışlıkla ve
farkında :-ayarak değil, kasten sâdır olur" demektir.
b) Bu,
"siz kötülüğün kötülük, iyiliğin de iyilik olduğunu bilen kimseler
olduğunuz -aide.." demektir.
Daha sonra Allah
Teâlâ, insanları hiyanete sevkeden şey mal ve evlâd sevgisi olduğu için,
akıllı kimselerin bu sevgiden doğacak zararlardan kaçınması gerektiğine dikkat
çekerek, "Bilin ki mallarınız da, eviâdlanntz da,
ancak birer
imtihandır" buyurur. Çünkü bunlar, kalbi dünya ile meşgul eder ve insanı
mevlâsının hizmetinden alıkor.
Cenâb-ı Allah, daha
sonra âhiret mutluluklarının, dünyevî mutluluklardan daha hayırlı olduğuna;
çünkü âhiretin gerek şeref, gerek mükâfaat, gerekse müddet bakımından daha
fazla olduğuna; ve çünkü âhiretin sonsuz ve baki olduğuna dikkat çekmek
için "Büyük mükâfaat ise, şüphesiz
Allah katındadır" buyurur. İşte Allah Teâlâ'nın katındaki mükâfaatın
"büyük" olarak tavsif edilişi, yukarıda belirttiğimiz bakımlardan
ötürüdür. Nafile ibadetlerle meşgul olmanın, evlenmekten daha faziletli
olduğuna delil olarak bu ayet getirilebilir. Zira nafile ibadetlerle meşgul
olmak, insana Allah katında büyük mükâfaat kazandırır. Evlenme ile meşgul olmak
ise, insana çocuk kazandırır. Çocuk da mal ve geçim elde etme ihtiyacını
doğurur. Bu ise bir belâ (imtihan)dır. Allah katında en büyük bir ücreti elde
etmeye vesile olacak şeyle meşgul olmanın, belaya götüren şeyle meşgul olmaktan
daha hayırlı olduğu malumdur.
[79]
"Ey iman edenler,
eğer AHah'dan ittika ederseniz, O size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir Furkân
verir, suçlarınızı bağışlar ve sizi mağfiret eder. Allah büyük fazi-u
ikram sahibidir" (Enfal, 29).
Bil ki Hak Teâlâ, mal
ve çocuk sebebiyle düşülecek fitneden sakındırınca, mal ve evlât sevgisine
fazla düşüp meyletmeyi temin edecek olan takvaya teşvik etmiştir. Bu ayetle
ilgili birkaç mesele vardır:
[80]
Bir kimse şöyle
diyebilir: "Bir hükme in şart edatını getirmek, ancak
işlerin sonunun nereye
varacağını bilmeyen kimseler için yerinde olur. Bu ise Allah
Teâlâ'ya uygun düşmez." Buna şöyle cevap verilir: "Bizim, "Eğer şu olursa,
neticede şu olur" şeklindeki sözümüz, ancak bu şartın, o neticeyi
gerektirdiğini ifade eder. Ama şartın mevcut olup olmadığı meselesi, ya
bilinir, ya şüpheli olur. Bu husus, şart (eğer) edatından anlaşılmaz. Bu edatın
bir şüphe ifade ettiğini kabul etsek bile, Cenâb-ı Hak ceza hususunda
kullarına, sanki şüphe eden bir kimse gibi davranır. Hak Teâtâ'nın
"Andolsun ki sizi imtihan edeceğiz. Ta ki içinizden mücahidleri ve sabr-u
sebat edenleri bilelim " (Muhammed.ai) ayeti de bu manadadır.
[81]
Bu şarta bağlı hükmün
şartı tek bir şeydir. O da Allah'dan İttika etmektir. Allah'dan ittika, bütün
büyük günahları
işleme hususunda
Allah'dan korkmayı içine alır. Biz, bu ttikanın, bilhassa büyük günahlarla
ilgili olduğunu söylüyoruz. Çünkü Allah Teâlâ, şartın cevâbı olan (neticesi
olan) hükümde, seyyiatın (suçların) bağışlanmasından bahsetmiştir. Halbuki
neticenin (cevabın), şart koşulan şeyden başka olması gerekir. Binâenaleyh şart
ile ceza (cevap) arasındaki farkın ortaya çıkması için, ayette bahsedilen
"ittika"yı. "büyük günahlardan korunma";
"seyyiât"ı da, "küçük günahlar" manasına hamlettik.
Bu şarta bağlı olan
netice şu üç şeydir:
a) Ayette,
"O, size (iyi ve kötüyü ayırdedecek) bir Furkân verir" ifadesi ite
anlatılan husustur. Bu, "Allah sizinle kâfirlerin arasını ayırır"
demektir. Lafız mutlak olarak zikredildiği için bu"Furkânı",
mü'minlerle kâfirler arasında meydana gelen bütün ayırıcı vasıflar manasına
hamletmek gerekir. Bundan dolayı diyoruz ki: Bu farklar ya dünya, ya da âhiret
halleri ile ilgilidir. Dünya halleri ile ilgili olanlar ise, ya kalbin halleri
ile, yani bâtınî haller ile ilgili olur; ya da zahirî hallerle ilgili olur.
Kalbin halleri ile ilgili olanlar ise şunlardır:
a) Allah
Teâla, hidayeti ve marifetullahı (Allah'ı bilmeyi), mü'minlere has kılmıştır.
b) Allah
yine inşirahı (iç genişliği ve gönül huzurunu) da müminlerin kalblerine
vermiştir. Nitekim Allah Teâlâ, "Öyle ya, Allah'ın, göğsünde islam için
bir inşirah verdiği kimse, kalbini mühüriediği kişi gibi midir? Çünkü o,
Rabbinden bir nur üzerindedir" (Zümer, 22) buyurmuştur.
c) Münafık
ve kâfirlerin kalbi öylesi kötü huylar ve âdi hallerle dolup taştığı halde;
Allah Teâlâ, mü'minlerin kalblerinden ve gönüllerinden kini, öfkeyi, hasedi,
hile ve tuzakları gidermiştir. İyi hallerin kalblerde doğmasının sebebi şudur:
Kalb, Allah'a itaat etmekte nurlanınca, bütün karanlıklar ondan
gider. Çünkü mahfetullah (Allah'ı tanıyıp bilmek), bir nurdur. O kötü huylar
ise adetâ birer zulmet (karanlıktır. Dolayısiyle nûr gelince, karanlık mutlaka
zail olur.
Zahirî hallerle ilgili
olan bu farklar da şunlardır: Allah Teâlâ yüceliğini, fethini, muzafferiyetini
ve yardımını müslümanlara tahsis etmiştir. Nitekim O: "Halbuki şeref,
kuvvet ve galibiyet Allah'ındır, Resulünündür, mü'mirilerindir"
(Münafikûn, 8) ve "Çünkü O (Allah), bu dini diğer bütün dinlerden üstün
kılacaktır" (Saf, 9) buyurmuştur. Kâfir ve fâsıkların hali ise, bunun
aksinedir.
Âhiret halleriyle
ilgili farklara gelince, bunlar mükafaat, daimî menfaatlar, Allah ve melekleri
tarafından ta'zim edilme bakımlarındandır. Bütün bu haller, âyetteki
"Furkân"a dahildir.
b) Ayetteki,
"Suçlarınızı bağışlar" ifadesi ile anlatılan husustur. Diyoruz ki:
Ayetteki "Eğer Allah'tan ittikâ ederseniz..." tabirini "Eğer
Allah'ı inkar etmekten sakınırsanız" manasına alırsak, "O, suçlarınızı
bağışlar" sözü ile, bu inkârdan önce bulunan bütün seyyiât kastedilmiş
olur. Yok eğer bu tabiri "Büyük günahlardan ittika eder,
sakınırsanız.." manasına alır isek, o zaman "O, suçlarının
bağışlar" ifadesi ile, küçük günahların affedilmesi kastedilmiş olur.
c) Ayetteki,
"Sizi mağfiret eder" buyruğu ile anlatılan husustur. Bil ki bir
tekrarın söz konusu olmaması için, deriz ki: "Seyyiatın bağışlanması"
ifadesi ile, dünyada iken "onların örtülmesi, saklı ve gizli kalması"
manası; "mağfiret" ile de, "ahirette tamamen bağışlanması"
manası kastedilmiştir.
[82]
Daha sonra Cenâb-ı Hak,
"Allah büyük fazl-u ikram sahibidir" buyurmuştur. Vasfı bu olan bir
zat, birşey vaadettiğinde mutlaka va'adini yerine getirir. Biz şu sebeblerden
ötürü Allah'ın fazl-u ikramının, başkalannınkinden daha büyük olduğunu
söylüyoruz:
1) Hak subhanehû ve Teâlâ dışında herkes, ancak
kalbinde lütuf ve ihsanda bulunma niyet ve fikri meydana geldiği zaman, lütuf
ve ihsanda bulunur. O niyet ve fikir ise sonradan meydana gelmiştir.
Binâenaleyh ancak Allah'ın yaratması ile meydana gelmiştir. İşte bu durumda da,
ihsanda bulunanın, iyiliğin yapılmasına sebep olan o düşünce ve niyeti yaratan
Allah olduğu ortaya çıkar.
2) Lütuf ve
iyilikte bulunan herkes, ya karşılığında bir mal kazanmak, ya bir övgüye nail
olmak, ya da hemcinsine acımadan dolayı kalbinde meydana gelen bir elem ve üzüntüsünü
gidermek gibi, bir başka çeşit karşılığı elde etmek gibi, bir çeşit kemal elde
etmiş olur. Allah Teâtâ ise, böylesi hiçbir karşılık beklemeksizin lütuf ve
İhsanda bulunur. Çünkü O, zaten kâmildir. Zâtı gereği mevcud olan bir varlığın,
başkasından istifade etmesi imkânsızdır.
3) Başkasına
bir iyilikte bulunan herkese göre, iyilik yaptığı kimse, o iyilik başına
kakıiabilecek bir duruma düşer. Bu ise, nefret ettirici bir durumdur. Ama
Cenâb-ı Hak, herkesi hertürlü özelliği ile yaratmış olandır. Binâenaleyh
Allah'ın ihsanını kabul etmeme gibi birşey söz konusu olamaz.
4) Başkasına
iyilikte bulunan herkese göre, kendisine iyilikte bulunulan o kimse bu
iyilikten ancak, gören bir gözü, işiten bir kulağı ve hazmedebilen bir midesi
bulunduğu zaman istifade edebilir. Bu durumda da yine gerçekte iyilikte
bulunanın, (ona bunları vermiş olan) Allah Teâlâ olduğu ortaya çıkmış olur.
Dolayısıyla bu aklî deliller ile de, Allah Teâlâ'nın büyük fazl-u ikram sahibi
olduğunun doğruluğu sabit olur.
[83]
"Hani bir zaman o
inkarcılar seni tutup bağlamak, veya öldürmek yahut da yurdundan
zorla çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı kurarlarken, Allah
da tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en hayırhsıdır" (Enfal. 30).
Bil ki Allah Teâlâ
mü'minlere olan nimetini "O zamanı hatırlayın ki siz yeryüzünde
azlıktınız" (Ennı, 26) diye hatırlatınca, aynı şekilde Resulüne verdiği
nimeti de hatırlatmıştır. Bu nimet de, müşriklerin ve hilebazların tuzaklarını
ondan _zak'aştırmasıdır. Bu sûre Medine'de nazil olmuştur.
İbn Abbas, Mücahid,
Katâde ve benzeri müfessirler şöyle demişlerdir: "Kureyş -ûşrikleri
Daru'n-Nedve'de müvaşere ediyorlardı. Derken bir ihtiyar kılığına girmiş olan İblis
onların yanlarına gelip, kendisinin Necid'li olduğunu söyledi. Oradakilerin
bazıları "O (Muhammed'i) bağlayın ve onun başına zamanın felâketlerinin
gelmesini bekleyelim" dediler. İblis de: "Böyle yapmada bir fayda
yok. Çünkü bundan dolayı onun kavmi öfkelenir ve kan döker" dedi. Bazıları
da, "Onu memleketinizden uzaklaştırın. Böylece onun eziyetinden kurtulur,
rahata kavuşursunuz" dediler. Bunun üzerine İblis: "Böyle yapmada da
bir fayda yok. Çünkü o zaman o, etrafında bir grup toplar ve onlarla size karşı
savaşır" dedi. Ebu Cehil ise şöyle dedi: "Benim görüşüm şu: Her
kabileden birer adam seçip toplayalım. Onlar ona saldırıp hep birden
kılıçlarıyla vursunlar. Böylece onu öldürdükleri zaman kanı bütün kabilelere
dağılmış olur ve Haşimoğullan, bütün Kureyş kabileleriyle savaşmayı göze
alamazlar, bundan dolayı da onun diyetini, kan bedelini almaya razı olurlar.
Bunun üzerine İblis: "İşte bu doğru fikir " dedi. Cenâb-ı Allah da, Peygamberine
bu olayı vahiy ile bildirdi ve O'na Medine'ye hicret etme hususunda müsaade
edip, yatağında yatmamasını emretti. İşte böylece Allah Teâlâ, Hz, Peygamber
(s.a.s)'e hicret hususunda izin verdi. Hz. Peygamber (s.a.s), Hz. Ali'ye
yatağında yatmasını emrederek: "Cübbeme börün. Bu işten sana,
hoşlanmadığın bir kötülük gelmeyecek" dedi. Müşrikler gece boyu O'nun
evini gözetlediler. Sabah olunca girip yatağına koştular. Karşılarında Hz.
Ali'yi görünce şaşıp kaldılar. Allah Teâlâ onların bu komplolarını boşa çıkardı."
Yüsbitûke kelimesine, İbn Abbas (r.a), "seni tutup bağlamaları için "
manasını vermiştir. Bağlanan herkes, tutulmuş ve sabit kılınmış olur. Çünkü
böyle bir insan hareket etmeye muktedir olamaz. İşte bundan ötürü, kendisinde,
hareketine mani olacak bir hastalık ve yara bulunan kimse hakkında "Falanca
yerinde sabit kılındı "O, müsbettir" denilir. Bu ifadeye, "seni
hapsetmek", "seni alıkoymak" ve
"seni bir evde
tutmak için" manaları da verilmiştir. Böylece manası açıkça
anlaşıldığından, ayette "nerede habsedilmek istendiği" hazfedil m
iştir. Bazıları bunu, şeddeli olarak, yüsebbitûke diye okumuşlardır. Nehâî de,
bu kelimeyi "beyât" (geceleme) masdarından olarak, yebltuke
"sana geceleyin birşey yapmak için" şeklinde okumuştur.
Ayetteki yaktülûke
"Yahut seni öldürmek için.." ifadesi ile, Allah'ın laneti üzerine
olasıca Ebu Cehil'den naklettiğimiz şey kastedilmiştir. Yuhricûke kelimesi ile
"Yahud da seni çıkarmak için" ifadesi ile, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
Mekke'den çıkarılması kestedi İm iştir.
Cenâb-ı Allah bu üç
şeyden bahsedince, "onlar bu tuzağı kurarlarken, Allah da tuzak kuruyordu.
Allah tuzak kuranların en
hayırlısıdır" buyurmuştur. Biz,
Cenâb-ı Allah hakkında
"tuzak kurmanın" ne manaya geldiğini (aı-i Imran. 54) ayetinin
tefsirinde bahsetmiştik.
Netice olarak deriz
ki: O Kureyş müşrikleri, Hz. Muhammed (s.a.s)'in tebliğini boşa çıkarmak
için her çareye başvurmuşlardı. Ama Hak Teâlâ ona yardım etmiş,
kuvvetlendirmiş, o müşriklerin yaptıklarını boşa çıkarmış ve böylece kendi
savasını ortaya koymuştur. Kadî şöyle der: "İblis ile ilgili kısım
dışında, İbn Abbas'ın =- attığı hadise Kur'an'a uygundur. Çünkü İbn-i Abbas
(r.a), İblis'in bir insan suretine girmiş olduğunu söylemiştir. Bu ise
bâtıldır. Zira İblisi bir başka şekle sokma, ya Ateh'm fiilidir, ya da İblis'in
kendi işidir. Birinci ihtimal bâtıldır. Çünkü tuzak kurma -_sjsunda kâfirlere
yol göstermek için, Hak Teâlâ'nın böyle birşey yapması caiz değildir. İkinci
ihtimal de batıldır. Çünkü İblis'e şeklini değiştirebileceği bir kudret
»ermesi, Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine uygun düşmez."
Bil ki Kadî'nin bu
münakaşası tuhaftır. Çünkü Allah Teâlâ'nın, İblis'i çeşitli vesveseler vermeye
muktedir kılmasını garip karşılamadığına göre, ona şeklini seviştirme kudretini
vermesini nasıl tuhaf karşılayabilir?
Eğer, "Kâfirlerin
tuzaklarının hiçbirinde hiçbir hayır olmadığı halde, Hak Teâlâ r*ç*n,
"Allah tuzak kuranların en hayirhsıdır" demiştir" denilirse biz
deriz ki: Bu •Msusta şunlar söylenebilir:
1) Ayetteki,
"tuzak kuranların en hayırlısı" tabiri ile, "tuzak kuranların en
kuvvetlisi er kuvvetli tuzak kuranı)" manası kasdedilmiştir. Binâenaleyh
Cenâb-ı Hak, bu tabirle fiili karşısında, her türlü tuzağın etkisiz ve geçersiz
olduğuna dikkat çekmek çn. "en hayırlısı" ifadesini, "en
şiddetli, en güçlü" manasında kullanmıştır.
2) Bundan
murad, "Eğer onlar hile ve tuzaklarında faraza iyilik ve hayır bulunma rali
olursa, bilsinler ki Allah o tuzak kuranların en hayıriısıdır" manasıdır.
3) Ayetteki
"hayr" kelimesi, tafdil ifade etmez. Yani "en hayırlı"
manasına değil, »esne "hayırlı" manasınadır. Nitekim, "Tirid
yemeği Allah'dan 3ar bir hayırdır" denilmiştir.
[84]
"Onlara
ayetlerimiz okunurken şöyle demişlerdi: "işittik. Eğer dilersek, biz de elbet bunun
benzerini söyleriz. Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir."
Hani bir zaman da, "Allattım! eğer bu senin katından gelen hak kitabın
kendisi ise, derhal bizim üstümüze gökten taş yağdır. Yahut bize acı veren bir azab
getir" demişlerdi. Halbuki sen onların içinde iken, Allah onlara azab etmez.
Onlar istiğfar ederlerken de yine, Allah onlara azab etmez. Allah onlara ne diye
azab etmesin ki, Onlar Mescid-i Haram'dan, kendileri ona ehil (lâyık)
olmadıkları halde, insanları menedip duruyorlar -ki müttakiierden başkası, onun
ehli değildir,- fakat onların (kâfirlerin) çoğu bunu bilmezler" (Enfâl,
31-34).
Bil ki Allah Teâlâ, o
müşriklerin Hz. Peygamber'in şahsı aleyhinde kurdukları tuzakları nakledince,
bu sefer de onun dîninin aleyhinde kurdukları tuzakları haber vermiştir.
Rivayet olunduğuna göre Nadr b. Haris, bir tacir olarak Hire'ye gidiyor, orada
"Kehle ve Dimne" masallarını satın alıp Öğreniyordu. Müslümanlarla
alay ve istihza edenlerle birlikte oturup kalkıyordu. Kendisi de istihza
edenlerden idi. Onlara geçmiş milletlerin uydurma masal ve efsanelerini okuyor,
bunların, tıpkı Hz. Muhammed (s.a.s)'in geçmiş ümmetlerle ilgili olarak
bildirdiği kıssalar gibi olduğunu iddia ediyordu ki, işte ayetteki, "Onlar
şöyle demişlerdi: "İşittik. Eğer dilersek, biz de elbet bunun benzerini
söyleriz. Bu, eskilerin masallarından başka birşey değildir" ifadesi ile
anlatılan bu husustur.
Burada şöyle bir
mesele vardır: "Kur'an-ı Kerim'in mucize oluşunda itimat edilen husus, Hz.
Peygamber'in Araplara bu Kur'an ile meydan okuması ve onların da bunun bir
benzerini yapamamalarıdır. Bu ayet ise müşriklerin, Kur'an'ın bir benzerini
getirebileceklerine bir işarettir. Binâenaleyh bu, Kur'an-ı Kerim'in mucize
oluşunda, dayanılan delilin düşmesini icab ettirir?
Buna şöyle cevap
verilir: Lev, yani eğer edatı, başka birşey (şart koşulan şey) bulunmadıkça,
birşeyin bulunmayacağını ifade eder. O halde ayetteki, "Eğer dilersek, biz
de elbet bunun benzerini söyleriz" ifadesi müşriklerin bunu
dilemediklerine ve dolayısıyla söylemediklerine delâlet eder. Binâenaleyh Nadr
b. Haris'in, Kur'an'a muârazada bulunamayacağını ikrar ettiği ve ancak bir
kimsenin eğer dilerse bunun bir benzerini getirebileceğini söylediği sabit
olmuş olur. Böylesi bir söz ise zayıf ve tutarsızdır. Çünkü maksad, ancak
Kur'an'a bizzat muaraza etmekle (yani onun benzerini getirebilmekle)
gerçekleşir. Ama sırf boş bir iddiada herhangi bir fayda yoktur.
Kâfirlerin Kur'an'a
karşı ileri sürdükleri ikinci şüpheleri de, ayetteki şu sözleridir: "Allahım!
Eğer bu, senin katından gelen hak kitap ise, derhal bizim üstümüze gökten taş
yağdır. Yahut bize acıklı bir azab getir." Yani, yahut ondan (taş
yağdırmadan) daha şiddetli ve bize daha güç bir azab ver."
Eğer, "Bu söz, şu
iki bakımdan müşkilat çıkarmaktadır:
1) Ayetteki,
"Allah'ım! eğer bu, senin katından gelen hak kitabın kendisi ise, derhal
bizim üstümüze gökten taş yağdır. Yahut bize acı veren bir azab ver"
ifadesini, Allah kâfirlerin sözü olarak nakletmektedir. Binâenaleyh bu
kâfirlerin sözüdür. Bu da, Kur'an'ın nazmının cinsinden bir sözdür. Dolayısıyla
bu kadarcık da olsa, Kur'an'ın benzerini getirme işi tahakkuk etmiştir.
Yine Cenâb-ı Allah,
kâfirlerin "Bizim için şu yerden bir pınar akıtmadıkça, sana katiyyen
inanmayız" (Isra. 90) dediklerini nakletmiştir. Bu da kâfirlerin sözüdür.
Binâenaleyh onların sözleri içinde, Kur'an'ın nazmına uygun olan ve ona muâraza
edecek olan birtakım sözler bulunmuş demektir. Bu da kâfirlerin sözüdür.
Binâenaleyh onların sözleri içinde, Kur'an'ın nazmına uygun olan ve ona muâraza
edecek olan birtakım sözler bulunmuş demektir. Bu da muarazanın gerçekleştiğini
gösterir.
2) Kureyş
kâfirleri de Allah'ın varlığını, kudret ve hikmetini itiraf ederler ve
başlarına azab gelmesi hususunda Hz. Muhammed (s.a.s)'den birçok tehdid
işitirlerdi. Binâenaleyh eğer Kur'an'ın nüzulü bir mucize olsaydı, onlar onun
bir mucize olduğunu anlarlardı. Zira onlar da fesahat ve belagat erbabı
kimselerdi. Eğer onlar bunu anlamış olsalardı Hz. Peygamber (s.a.s)'in
nübüvveti hususunda en azından şüphe ederler (hemen inkâr etmezlerdi). Eğer
onlar böyle olsalardı, "Allahım! Eğer bu, senin katından gelen hak kitabın
kendisi ise, derhal bizim üstümüze taş yağdır" 3eme cesaretini
gösteremezlerdi. Çünkü en azından şüpheli olan ve kesin karara varamamış olan
kimse, böyle ileri derecede sözleri söyleyemez. O kâfirler böyle ^ediklerine
göre, Kur'an'ın mucizevî yönlerinden hiçbirisinin onlara görünmediğini
anlarız?"
Bu sorulardan
birincisine şöyle cevap verilir: Kur'an'a karşı mu'ârazanın gerçekleşmesi için,
bu kadarcık söz yeterli olmaz. Çünkü bu kadarcık bir sözde, fesahat ve belagat
yönlerinin ortaya çıkması mümkün değildir. Ancak, "Meydan okuma, Kur'an'ın
bütün sûreleri hakkında olmayıp, sadece kelamın kuvvetinin ortaya çıkmasına
imkân verecek kadar uzun bir sûrede olur" dediğimiz takdirde geçerli olur.
İkinci probleme de şu
şekilde cevap verilir: Farzet ki o müşrikler, Kur'an'ın mucize oluşunu
anlayamamışlardır. Fakat Kur'an mucize olunca, onlar bunu bilseler de
bilmeseler de, bu hakikat değişmez.
[85]
Ayetteki ifadesi
hakkında Zeccâc şöyle demiştir: "Hak" kelimesi, kâne'nin haberi olarak
mansubtur. Aradaki huve ise, zamir-i fasi olup, i'rabtan mahalli yoktur. Bu
tıpkı, te'kîd için olan mâ edatı gibidir. Bu, "Hak" kelimesinin, hazâ
lafzının sıfatı değil, kâne'nin haberi olduğunu göstermek için araya girmiştir.
"Hak" kelimesinin merfû olması da caizdir. Ama ben, bunu merfû olarak
okuyan kimseyi duymadım. Bunun merfû okunabileceği hususunda nahivciler
arasında bir ihtilaf yoktur. Fakat kıraat sünnettir." Keşşaf sahibi,
A'meş'in bu kelimeyi merfû olarak okuduğunu rivayet etmiştir.
Bil ki Allah Teâlâ bu
iki şüpheyi nakledince, kâfirlerin birinci şüphelerine, yani, "Eğer
dilersek, biz de elbet bunun benzerini söyheriz" şeklindeki iddialarına
bir cevap vermemiş, ama ikinci şüphelerine "Halbuki sen onların içinde
iken, Allah onlara azab etmez. Onlar istiğfar ederlerken de yine, Allah onlara
azab etmez" diyerek cevap vermiştir.
[86]
Bu ifade ile ilgili
birkaç mesele vardır:
Bil ki bu cevabın
izahı şöyledir: Kâfirler fazla ileri gidip, "Allah'ım! Muhammed haklı
ise, üstümüze gökten taş
yağdır" deyince,
Allah Teâlâ, "Her ne kadar Muhammed haklı ise de, şu iki sebebten ötürü,
O'nun düşmanlarının ve peygamberliğini inkâr edenlerin başına taş
yağdırmam" demiştir:
Birinci sebeb:
Hz.Muhammed (s.a.s), onlarla birlikte olduğu müddetçe, Allah onlara bunu
yapmaz. Bu, Allah'ın Hz. Peygamber (s.a.s)'e verdiği değerden ötürüdür. Önceki
bütün peygamberler hakkında da Allah'ın âdet ve sünneti böyledir. Çünkü Allah,
ancak peygamberlerin; o kâfir beldelerden çıkardıktan sonra onlara azab
etmiştir. Tıpkı, Lût, Salih ve Hûd (a.s) hakkında olduğu gibi.[87]
Eğer:
"Peygamberlerin, kavimleri içinde bulunmaları, Allah'ın o kavimlere azab
indirmesine mani olduğuna göre, Cenâb-ı Hak daha nasıl, "Onlarla savaşın
ki, Allah sizin ellerinizle onları azablandırsın." buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki:
Önceki ile, "kökünü kazıma azabı"; bu ayetteki Üe de, savaş ve
vuruşma sebebi ile olacak azab kastedilmiştir.
İkinci sebep:
Ayetteki, "Onlar istiğfar ederlerken de yine, Allah onlara azab
etmez" tabirinin anlattığı husustur. Bu ifadenin tefsiri hususunda da, şu
izahlar yapılmıştır:
a)
İçlerinde, istiğfar eden mü'minler olduğu sürece, Allah o kâfirlere azab etmez.
âfız, her ne kadar umumî ise de, bu umum lafızla onların bir kısmı
kastedilmiştir.
Mtokim, bir kısmı
murad edilerek, "Mahallenin halkı, bir adam dttürdü" ve "Falanca
beldenin halkı, fesada yöneldi" denilir.
b) Allah,
onların Allah'a iman eden, O'na istiğfarda bulunan birtakım çocukları : acağını
bildiği sürece, o kâfirlere azab edici değildir. Böylece onlar, çocuklarının ve
zürriyetlerinin sıfatlarıyla sıfatlanmış olurlar.
c) Katâde ve
Süddî, bu ifadeye "Şayet onlar, mağfiret talep etmiş olsaydılar, azab
olunmazlardı" manasını vermişlerdir. Böylece, bu ifadenin zikredilmesinden
kastedilen, onların mağfiret talebinde bulunmalarını istemektir. Yani,
"Onlar, eğer -agfıret talebinde bulunmuş olsalardı, Allah onlara azab
etmezdi" demektir. İşte sebebten
dolayı bazı kimseler, burada zikredilen istiğfarın, "müslüman olmak"
manasına geldiğini söylemişlerdir. Buna göre mana, "Allah'ın ilm-i
ezelîsine göre, rr-ann içinde, müslüman olacak bir kavim bulunduğu
müddetçe..." şeklinde olur. Ueselâ, Ebu Süfyân İbn Harb, Ebu Süfyân İbn
el-Haris İbn el-Muttalib, Haris İbn -;sam, Hakîm İbn Hizam... gibi kimseler
bunlardandır. Buna göre, liOnlar istiğfar ederken de yine, Allah onlara azab
etmez" ifadesinin manası, "Sen ve Allah'ın nde, işin
sonunda iman edecek olan kimseler bulunduğu müddetçe..." şeklinde olur.
Ehl-i maânî şöyle
demiştir: "Bu ayet, mağfiret taleb etmenin bir emniyyet ve ilahî anttan
bir kurtuluş olduğuna delâlet eder."
İbn Abbas da şöyle
demiştir: "Onlar hakkında iki emân bulunuyordu:
a) Allah'ın
nebisinin onların arasında bulunması;
b) Onların
mağfiret talep etmesi. Nebî, gelip geçti; mağfiret talebi ise Kıyamete bakîdir.
[88]
Daha sonra Cenab-ı
Hak, "Allah onlara ne diye azâb
etmesin?" buyurmuştur. Bil ki Allah Teâlâ, önceki ayette,
Allah'ın Resulü onların içinde bulunduğu sürece onlara azâb etmeyeceğini; bu
ayette ise, onlara azâb edeceğini beyan buyurmuştur. Buna göre mana, "O,
onlara aralarından peygamberi çıktıktan sonra azab eder.." şeklinde olur.
Daha sonra âlimler, bu azabın ne olduğu hususunda ihtilaf ederek, bir kısmı
meselâ şöyle demiştir: "Onlara, tehdit edildikleri bu azâb, Bedir Günü
gelmiştir." Bu azabın, Mekke'nin fethi günü olduğu da ileri sürülmüştür.
İbn Abbas ise şöyle demiştir: "(İkinci ayette geçen) bu azâb, ahiret
azabı; Allah'ın onlardan kaldırdığı azâb ise, dünya azabıdır."
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, hangi sebepten dolayı onlara azâb edeceğini beyan ederek, "Onlar,
Mescid-i Haram'dan... (İnsanları) men edip duruyorlar..." buyurmuştur. Onların
Hudeybiye yılında Mescid-i Haram'dan (mü'minleri) nasıl men ettiklerine dair
haberler bilinmektedir. Cenâb-ı Hak, onların hangi sebepten dolayı insanları
men ettiklerine dikkat de çekmiştir. Zira onlar, kendilerinin o Mescid-i
Haram'ın sahipleri olduğunu iddia ediyorlardı. Daha sonra Cenâb-ı Hak,
bu iddianın bâtıl olduğunu,
"Kendileri ona ehil (lâyık) değillerdir.. Müttakilerden, yani
münkerâttan sakınan kimselerden başkası, onun ehli değildir" diyerek beyan
etmiştir. Bu münkerât, meselâ, o müşriklerin Kabe'de ıslık caJıp el çırpmaları
gibi... şeylerdir. Cenâb-ı Hakk'ın bu tabirden kasdı^durumu böyle olan
kimselerin Mescid-i Haram'ın velisi, ehli olamayacaklarını beyan etmektir. O
halde onlar bu durumda, kılıçtan geçirilmeye ve kendileriyle savaşılmaya
müstehak kimselerdir. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak onları Bedir Günü öldürdü; daha
önce de izahı geçtiği üzere, bu şekilde İslâm'ı aziz kıldı.
[89]
"Onların
Beytullah'daki duaları, ıslık çalmaktan, el çırpmaktan başka bir şey değildir.
(Ey kâfirler) devam edegeldiğiniz o küfrünüzden dolayı, artık tadın azabı!" (Enfal, 35).
[90]
Bil
ki Allahu Teâlâ, kâfirler hakkında, "Onlar, Beyt-i Haram1 in
sahipleri değildir. Onun sahip ve velileri, ancak müttakîlerdir"
buyürunca, bundan sonra da, o müşriklerin kendisi sebebiyle Beyt'in sahibi ve
velisi olmaktan çıktıkları, mahrum olduktan şeyi beyan etmiştir ki bu da,
onların Kabe'deki namazlanntn, dualarının, Allah'a yakınlaşmalarının ve
ibadetlerinin ancak, whk çatmak ve el çırpmakta olduğudur. Keşsâf sahibi şöyle
demektedir: "Hâki kelimesi, »uât ve töjlt kelimelerinin vezni gibi, {flit
vezninde bir ketime olup "ıslık çaldı" manasına gelen mekâ-yemkû
flitinden gelmektedir. Buna göre, "mûkâ kelimesi, ıslık çatmak, ıslık
anlamındadır. Mekkft' tabiri de bundan olup, bu, köye ve kasabaya alışkın,
çoban aldatan kuşu anlamına gelir ki. bunun cem'i £&»f» şekUndedİr.
Yeri ve mekânı çok olduğu için, bu kuşa bu ad verilmiştir. Tasdiye kelimesine
gelince, bu e» çırpmak demektir. Nitekim, bir kimse iki etim birbirine
vurduğunda denilir. Bu kelimenin aslının ne oWuğu hususunda iki göröş
buhırtmaktadır:
a) Bu kelime, "dağdan yansıyan, akseden «es" yani, yankı
rnanasmagetentad* kelimesinden gelmektedir. Ebû Ubeyde de, bu kelimenin
aslının, şeklinde olduğunu, dalın yerine yâ harfinin gekttgmi söylemiştir.
Cenâb-t Hakk'ın, "hemen senin kavmin bundan ştmdnp hayktra hayktra
gülüyorlar" <zuhnn,5^tabiri de böyledir. Yani,''acze
düşümrok, şarnataya getirmek istiyorlar. " . demektir. Bazı âllmter bu
sözü kabul etmemişlerdir. Eihert ise. Ebu Ubeyde'nin stoünüctoğrulamış ve şöyle
demiştir:'' kelimesinin aslı dir. İki
tane dal peşpeşe gelince, bunlardan birisi yâ harfine çevrilmiştir,"
Sen
bunu iyice kavradığında biz deriz kî: ten Afetm şöyle demektedir:
"Kureyşliler, Kabe'yi çıplak olarak, ıslık çalıp el çırparak tavaf
ediyorlardı." Mucâhkl de şöyle elemektedir: "Onlar, tavafta Hz.
Peygambere muhalefet ediyor, onunla aJay ediyor, ıslık çalıyor ve onun namaz ve
tavafını kanştınyorlardt. Mukâttl de şöyle demiştir "Hz. Peygamber (s.a.s)
meaeidde mnnaz kAftğmda, o müşrikte, Hz. Peygamberin namaantifsa^ edip
bozrrıak^n.c^ ve el çırpıyorlardı." Binâenaleyh, İbn Abbas'ın görüşüne
göre «ıljk çalıp el etrpma işi, o müşrikler ie^ tor tür ibâdet
cHmuşcrfur.Mûcâhid ve Mukatil’in görüşüne göre ise, el çırpıp ıslık çalma işi,
Hz,Peygambere eziyet vermek için yapılıyordu. Cenab-ı Hakk'ın, "On/ann Beytullah'daki
duttan, ıshk çalmaktan, el çırpmaktan başka bir şey . değildir" ifadesinden
dolayı, birinci görüş doğru olmaya daha yakındır.
Buna
göre şayet, "tetik çaitpef çırpma lşî;i»a^mz efesinden olan birşey
değildir. Binaenaleyh, onları, salat lafzından istisna etmek nasıl caiz
olabilir?" denilise, biz deriz ki:
Bu hususta da şu
izahlar yapılmıştır:
a) Onlar,
ıslık çalıp el çırpma işinin namazın cinsinden olduğuna inanıyorlardı. Böylece
bu istisna da, onların bu inançlarına göre yapılmıştır.
b) Bu ifâde tıpkı senin, "Ben Emîri sevdim
amma onun bana olan bağışı, bana zulmetmek oldu." Yani "İhsan yerine
zulümü koydu" denilmesi kabilindendir.
c) Bundan maksat şudur: "Namazı ıslık
çalmak ve el çırpmak olan kimsenin namazı yoktur." Nitekim Araplar, "Onun kusuru ve ayıbı,
sadece cömertliktir" manasını kasdederek, demektedirler. Daha sonra
Cenâb-ı Hak. "(Ey kâfirler), devam edegeldiğiniz o küfrünüzden
dolayı artık tadm azabı" buyurmuştur. Yani, "Bedir
Günü'ndeki kılıç azabını tadınız " demektir. Buna, "(Ahirette
onlara), küfretmeniz sebebiyle, azabı tadın!" manası da verilmiştir.
[91]
"inkâr edenler
şüphe yok ki, mallarını halkı Allah yolundan alıkoymak İçin harcarlar.
Harcasınlar onları! Nihayet bu, onlara bir yürek acısı olacaktır. Sonra da
mağlup olacaklardır. O kâfirler, en
son cehenneme sürüleceklerdir ki, Allah murdan temizden ayırdetsin, murdarı birbiri üstüne koyup topunu birden
yığsın da, onu cehenneme atsın. Onlar,
en büyük zarara uğrayaniann ta kendileridir (EflfJJ, 36-37).
Bil ki, Allahu Teâlâ,
bedenî taatler hususunda o kâfirlerin hallerini şerhedip açıklayınca, bunun
peşinden onların malîtâatler konusundaki hallerini de zikretmiştir.
Mukâtil ve Kelbi şöyle
demektedirler: "8u ayeti Bedir Günü, kâfirlerden, kâfirlere yemek yediren
kimseler hakkında nazil olmuştur ki bunlar, Kureyş'in ileri gelen on iki
kişisidir. "
Saİd İbn Cübeyr ve
Mücâhid ise şöyle demiştir: "8u ayet, Ebu Süfyfln ve onun, Uhud Günü Hz.
Muhammed'e karşı harbetmek için harcadığı malları hakkında nazil olmuştu. O,
Araplardan meydana getirdiği ordunun dışında, Habeşlilerden de ikibin kişi
kiralamış ve onlara, kırk okka infakta bulunmuştu. Bir okka, kırk iki
miskâldir." Keşşaf sahibi de ayni şeyi söylemiştir. Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onların bu malı insanları Allah'ın yolundan alıkoymak için infâk ettiklerini
beyân buyurmuştur. Yani, onların bu harcamadan gayeleri, Hz. Muhammed'e ittibâ
etmekten, yani onlara göre böyle olmasa dahi, Allah'ın yolundan men etmektir.
Daha sonra Cenab-ı Hak
"Ko harcasınlar onlar! Nihayet bu, onlara bir yürek acısı olacaktır"
buyurmuştur. Yani, "Bu infâk yapılacak, ama neticesi yürek acısı
olacaktır. Zira mal gidecek, fakat maksat hasıl ohnayacaktır. Aksine onlar, er
geç mağlup olacaklardır" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah şöyle
yazmıştır: "Andolsun ki ben galip geleceğim, peygamberlerim de..."
(Mücadele, 21) buyurmuştur.
Cenâb-ı Hakk'ın,
Kâfirler en sonunda cehenneme sürüleceklerdir " buyruğu hakkında iki bahis
bulunmaktadır:
Birinci bahis:
Allah "(Ve cehenneme
sürüleceklerdir") buyurmadı. Zira, onların içinde, müslüman olanlar,
ileride olacaklar da bulunuyordu. Aksine Cenâb-ı Hak, küfürde devam edenlerin
böyle olacağını beyân etmiştir.
İkinci bahis: Bu
ifâdenin zahiri, onların haşrinin, sadece cehenneme olacağını gösterir. Çünkü,
haberin takdimi, hasr ifade eder.
Bil ki, bu sözün
gayesi şudur: Onlar, o intaklarında mallarını harcamadan dolayı, ancak dünyada
yürek acısı ve haybet-i emel; ahirette de, şiddetli bir azabı elde
edeceklerdir. Bu da, böylesi bir infâkta bulunmaktan büyük bir men ve nehyi
ifâde eder. "Ki Allah, murdarı temizden ayırdetsin " buyruğu ile ilgili iki görüş
bulunmaktadır:
Birinci Görüş: Yani,
“Allah, pis olan kafirleri, temiz olan mü’minlerden ayırt eder. Böylece de, pis
olanları üst üste istif eder ve onları bir araya toplar” demektir.Rekm kelimesi
toplamak, birbirine katmak, eklemek demektir. Böylece de onlar, bir araya
gelmiş olurlar. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Neredeyse onlar, etrafında keçeler (gibi) oluyorlardı).,"
(Cinn. 19>ifadesi gibidir. Yani, "... aşırı kalabalık olmalarından
dolayı..." Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetteki ulâike lafzı, bu pis,
habis gruba işarettir.
İkinci görüş: Ayette
geçen habis (pis) kelimesiyle kâfirlerin, Hz. Muhammed'e düşmanlık yapmak için
yapmış oldukları harcamaları tayyib kelimesi ile de, Hz. Muhammed'e yardım etme
hususunda Ebû Bekir ve Hz. Osman'ın yapmış olduğu infâklar gibi, kâfirlerle
cihad uğrunda mü 'mirilerin yapmış olduğu harcamalar murad edilmiştir. Buna
göre mana, "Cenâb-ı Hak, o pis şeyleri üst üste yığar ve, onları cehenneme
atarak, onlarla o kâfirlere azâb eder" şeklinde olur. Bu, tıpkı Cenab-ı
Hakk'ın: "Bunlar, üzerlerinde yakılacak cehennem ateşinin içinde
kızdırılacak da o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtlan bunlarla
dağlanacaktır" (Tmte, 35) ayetinde anlatıldığı gibidir. Hak Teâlâ'nın,
ifadesindeki lâm, birinci görüşe göre, yuhşerûn ifadesine taalluk edip, buna
göre mâna, "Allah, pis olan grubu temiz olan gruptan ayırmak için, onlar
Allah'ın huzuruna sürülürler" şeklinde olur. İkinci görüşe göreyse,
buradaki lâm ifadesine taalluk eder. Daha sonraki "Onlar, en büyük zarara
uğrayalann ta kendileridir" buyruğu ise kâfirlere işaret etmektedir.
[92]
"O kâfirlere de
ki: "Eğer vazgeçerlerse, geçmiş günahları yarlığanacakhr, eğer savaşa
dönerlerse, evvelkilerin sünneti muhakkak surette devam etmiş olacaktır" (Entâl, 38).
Bil ki Allah Teâlâ,
onların bedenî ibadetlerinden namazı, ve malî ibadetlerini beyan edince, onları
doğruya irşâd ederek, "O kâfirlere de ki, eğer vazgeçerlerse..."
buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:
[93]
Keşşaf sahibi,
ifadesinin, "Kâfirlerden ötürü şu sözü, yani "Eğer vazgeçerlerse yarlığalanacaklar" sözünü
de!" manasında olduğu, bunun kâfirlere yönelik bir hitab olsaydı,
"Eğer vazgeçerseniz (günahlarınız) bağışlanır" şeklinde olması gerektiğinİ;İbn
Mes'ud (r.a)'un da aynı şekilde söylediğini ifâde etmiştir.
[94]
Ayetin manası,
"Eğer o kâfirler küfürlerinden ve peygambere düşman olmaktan vazgeçip,
İslâm'a girer ve onun
kanunların* benimserlerse, Allah
onların daha önceki
küfürlerinden ve peygambere karşı olan düşmanlıklarından doğan günahlarını
bağışlar. Yok eğer küfürlerine döner ve onu sürdürürlerse, bilsinler ki
Allah'ın geçmiş ümmetlerle ilgili tutumu devam etmektedir. Bu son ifade ile
ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:
1) Ayetteki
"Evvelkilerin sünneti, muhakkak surette devam etmiş olacaktır"
ifadesi ile, Bedir Günü, (müslümanlara kurdukları) hileler, kendi başlarına
gelen kimseler kastedilmiştir.
2)
"Evvelkiler ile, önceki
ümmetlerden, peygamberlerine
karşı birleşenler kastedilmiştir. Binâenaleyh eğer bu kâfirler de
vazgeçmezlerse, Allah'ın onlara gelen sünnetini beklesinler.
3) Bunun
manası şöyledir: Kâfirler, inkârlarından vazgeçip müslüman olurlarsa, önceki
küfür ve isyanlarından doğmuş olan günahları bağışlanır. Yok eğer o küfrüne
döner ve onda ısrar ederlerse, bilsinler ki Allah'ın geçmiş kavimlerle ilgili
tutumu devam etmektedir. Bu sünnet de, "Allah şöyle yazmıştır:
"Andolsun ki ben galip geleceğim; peygamberlerim de..." {Mücadiie,
21); "Andolsun ki peygamberimiz hakkında bizim geçmiş sözümüz vardır"
(Sattât, njve "Andolsun Tevrat'tan sonra, Zebur'da da yazmışızdır ki:
"Yeryüzüne ancak sâlih kullarım mirasa olur " (Enbiya. ıo5)
ayetlerinde ifâde edilen hususlardır.
[95]
Fakihler, zındıkın
tevbesinin kabul olunup, olunmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta
sahih olan görüş, şu sebeplerden ötürü,
onun tevbesinin de
makbul olacağıdır:
1) Bu
ayetten Ötürü... Çünkü ayetteki, "Okâfirlere deki, eğer vazgeçerlerse,
geçmiş gûnahlan yarhğanacaktır" buyruğu, bütün küfürleri içine alır. Buna
göre, şayet, "Zındık olanın, zındıklığından vazgeçip geçmediği
bilinemez" denirse, biz de deriz ki: Şer'i -û'Kümler zahire göre verilir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.)
j*&\< (i£~ jAi ~3u zahire
göre hükmederiz" buyurmuştur. Binâenaleyh o zahiren zındıklıktan
dönünce, onun bu
husustaki sözünün kabul edilmesi gerekir.
2) Onun,
zındıklığından dönmekle mükellef olduğunda şüphe yoktur. Dönmenin o - se. ancak
bu tevbe ile olur. Şayet tevbesinin kabul edilme ihtimali olmamış
"teklif-i mâla yutak" ile yüzyüze olması gerekir.
3) Hak
Teâlâ'nın "Allah, kullarının tevbesini kabul eden, kötü hareketlerini
bağışlayandır" (Şûra, 25) ayetinden ötürü.
[96]
Hanefî alimleri,
kâfirlerin, şeriatın fürüu ile yani ahkâmı ile muhatap olmadıklarına bu ayeti
delil getirerek şöyle demişlerdir: "Eğer onlar bununla mükellef olmuş
olsalardı, ya kâfir oldukları halde bunlarla mükellef olmuş olurlardı, yahut da
küfürleri zail olduktan sonra, bunlarla mükellef olmuş olurlardı. Birincisi
icmâen bâtıldır. İkincisi de bâtıldır. Çünkü bu ayet, kâfirin müslüman olduktan
sonra küfürleri döneminde geçen şeylerden birisinden muahaze edilmeyeceğine delalet
eder. Böyle müslüman olanlara, o ibadetlerin kazasının farz olduğunu söylemek,
ayetin zahirine ters düşer."
[97]
Ebu Hanîfe (r.h.),
mürted, müslüman olduğu zaman, gerek irtidâd döneminde, gerekse ondan önceki
müslümanlık döneminde yapmamış olduğu
ibadetleri kaza etmesi
gerekmediğine, bu ayeti delil getirmiştir. Ayetin, bu manaya delil oluşu
açıktır.
[98]
Hz. Peygamber (s.a.s)
"İslam, kendinden önce yapılmış olan şeyleri siler"[99] buyurmuştur. Binâenaleyh bir kâfir, müslüman olduğu
zaman onun, gerek bedenî gerekse malî ibadetlerden (geçmişte
yapmamış olduğu) herhangi bir şeyi kaza etmesi gerekmez. Onun gerek nefsî,
gerekse mali yönden işlemiş olduğu suç ve günahları bağışlanmıştır. O, müslüman
olduğu saatten itibaren, anasının doğurduğu günündeki gibi günahsız ve tertemiz
sayılır. Yahya b. Mu'az er-Râzi bu ayetle ilgili olarak "Bir saatlik
tevhid inancı, yetmiş senelik küfrü yıkar. Ya yetmiş senelik tevhid, nasıl bir
saatlik günahı yıkamaz" demiştir.
[100]
"Yeryüzünde bir fitne
kalmayınca ve din tamamıyla Allah'ın oluncaya kadar onlarla
savaşın. Eğer vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah, ne yapacaklarını hakkıyla
görür. Şayet yüz çevirirlerse, bilin ki Allah sizin mevlânızdır. O, ne
güzel mevlâdır ve ne
güzel yardımcıdır!" (Enfâl. 38-40).
[101]
Bil ki Allah Teâlâ, o
kâfirlerin, küfürlerinden vazgeçmeleri halinde bağışlanacaklarını; inkârlarında
ısrar etmeleri halinde ise, Allah'ın geçmiş ümmetlere uyguladığı tutum ile
tehdid edilmiş olduklarını beyân buyurunca; bunun peşinden, küfürlerinde ısrar
etmeleri halinde, müslümanlara onlarla savaşmayı emrederek: Yeryüzünde bir
fitne kalmayıncaya... kadar onlarla savaşın" buyurmuştur. Urve b. Zübeyr
şöyle der: "Mü'minler, İslam davetinin başlangıcında, Allah'ın dininden
vazgeçirilmeye çalışılıyorlardı. Bundan dolayı bazı müslümanlar, dinden
vazgeçmişlerdi. Bu sebeble Hz. Peygamber (s.a.s.) müslümanlara, Habeşistan'a
hicret etmelerini emretmişti.
İkinci bir fitne de şu
idi: Hz. Peygamber (s.a.s.), ensâr ile Akabe bt'at'ını yapınca Kureyşliler,
Mekke'deki mü'minleri dînlerinden vazgeçirme hususunda müşavere ettiler ve
mü'minlere alabildiğine meşakkat çektirdiler. İşte ayetteki fitneden maksad
budur. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, müslümanlara, bu fitne ortadan kalkıncaya
kadar onlarla savaşmayı emretti.
Bu hususta diğer bir
izah da şöyledir: "İnsanların, dinlerini sevmeleri, canlarını
sevmelerinden daha kuvvetlidir. Binâenaleyh kâfir devamlı bir şekilde, elinden
gelen bütün gayreti ile, mü'minlere eziyet etme, onların kalblerine şüphe atma
ve onları çeşitli mihnetlerle meşakkatlere düşürme hususunda çaba
sarfederlerdi. Savaş başlayınca, küfür ve onların meşakkatleri sona erdi, İslam
kurtuldu ve o fitneler lamenyok oldu," Kâdişöyle demiştir: "Allah
Teâla önce mO'miniere, o kâfirlerle sreetmiştir. Daha sonra da, hangi sebebten
dolayı onlarla savaşmayı farz
kaldığını, "Yeryüzünde bir fitne kalmaymcaya ve din tamamıyla Allah'ın
oluncaya, Allah'ın dini diğer dinlerden iyice ayrılıp üstün gelinceye
kadar" buyurarak beyan etmiştir. Bu maksat ancak, küfür tamamen zail
olduğu zaman gerçekleşir. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki;
"Ayetteki, "Onlarla savaşın" emri ile murad edilen, ya bu
mananın mevcud olmasından ötürüdür, yahut da bu manayı gerçekleştirmek içindir.
Şu halde, eğer ayet ile birincisi kasdedilmiş ise, bu neticenin savaş ile elde
edilmesi gerekir. Binâenaleyh, "Din tamamıyla Allah'ın oluncaya
kadar..." ifadesi ile, bu hususun Mekke ve havalisinde gerçekleşmesi murad
edilmiştir. Çünkü maksad orada tahakkuk etmiştir. Zira, Hz. Peygamber (s.a.s.)
de, "Arap Yarımadasında iki din birden bulunamaz"[102]
buyurmuştur. Bunun, bütün beldelerde olması manasına hamledilmesi mümküdür
değildir. Zira, eğer bu mana kasdedilmiş olsaydı, Allah savaşı emrettiği hatde,
oralarda küfür devam edemezdi, ama ayetten ikinci mana murad edilir ise,
"dinin tamamının Allah'ın olması için" manası murad edilir ise, o
zaman bunu, bütün âlemden küfrü silme manasına hamletmek imkânsız değildir.
Zira insanın her maksadı tahakkuk etmez. Dolayısıyla neticede ister tahakkuk
etsin ister etmesin, bu maksadı gerçekleştirmek için bu savaş emredilmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Eğer vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah, ne yapacaklannı hakkıyla görür"
buyurmuştur. Bu, "Eğer tevbe ve iman etmek suretiyle, küfürden ve diğer
günahlarından vazgeçerlerse, Allah onların yaptıklarını hakkıyla görür, yani
onlara vereceği mükâfaatı bilir. Eğer onlar, tevbe ve imandan vazgeçerlerse,
biliniz ki ey mü'minler, Allah sizin mevlânızdır. Yani sizi muhafaza eden,
sizden belâları gideren dostunuzdur" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Allah,
kendisinin ne güzel bir mevlâ ve bir yardımcı olduğunu beyan etmiştir. Bu
mevtanın himayesinde ve yeterli korumasında olan insan, afetlerden emin ve
korkulardan korunmuş olur.
[103]
"Eğer Allah'a ve
Furkân günü, iki ordunun birbirine kavuştuğu gün, kulumuz Muhammed'e
indirdiğimiz ayetlere inanmışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi
bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın, Resulünün, hısımların, yetimlerin,
yoksulların ve yolcunundur. Allah her şeye hakkıyla kadirdir" (Enfâl, 41).
[104]
Bil ki Allah Teâlâ,
"Onlarla savaşın" buyruğu ile harbi emredip, savaşırken de ganimet
elde edileceği malum bir şey olduğu için, Cenâb-ı Hak, bu ayette de ganimetin
hükmünü bildirmiştir. Bu ayette ilgili birkaç mesele vardır:
[105]
"Ganimet", "birşey
elde etmek" demektir.
Nitekim denilir. Şeriatta
(ıstılah olarak) "ganimet", zorla, at ve develere binip savaşmak
suretiyle, -jslümanların müşriklerden aldıkları mallardır.
[106]
Keşşaf sahibi,
mâ-ganimtüm ifadesindeki manın ism-i mevsul olduğunu, ve min şey'in kelimesinin de herhangi
bir şey, hatta
"iğne, iplik gibi birşey" manasına olduğunu söylemiştir."
ifadesi de mahzûf mübtedanın haberi olup, takdiri, "Hak olan veya vâcib
olan, ganimetin beşte birinin Allah'ın... ji-nasıdır" şeklindedir. Neha'İ,
Ibn Ömer (r.a)'in bunu, kesre ile, ai! o\» şeklinde okuduğunu rivayet etmiştir.
Nehâi'nin kıraatine göre, bunun takdiri,
Beşte biri
Allah'ındır" şeklindedir. Meşhur olan kıraat, farziyyeti göstermede daha
îekidlidir. Meşhur kıraate göre sanki şöyle denilmektedir: "Beşte bir pay
mutlaka ayrılır. Bu ihlal edilemez." Çünkü haber hazfedildiği zaman,
"Sabittir, haktır, vaciptir, lazımdır" gibi pek çok şeye muhtemel
olacağı için, bu nassı tek birşeye bağlamaktan
kuvvetli olur. "Humus" kelimesi,
mîm'in sükûnu ile humsehu şeklinde de okunmuştur.
[107]
Bu, ganimetlerin nasıl
taksim edileceği hususundadır. Bil ki ayet, ganimetlerden beşte birin
ayrılmasını gerektirmektedir. Bu beşte birin nasıl taksim edileceği hususunda
da iki görüş vardır:
Birinci görüş: Meşhur
olan bu görüşe göre, o beşte bir pay da, beşe ayrılır. Bunlardan biri
Resulullah'ın; biri Abduşşems ve Nevfeloğulları kabilelerine değil x.
Peygamberimizin Haşim ve Abdulmuttallboğullan'ndan olan akrabalarına verilir.
Z~a Osman ve Cübeyr b. Mut'İm (r.a.)'den şu rivayet edilmiştir: Bu ikisi, Hz.
Peygamber (s.a.s.)'e, "Bunlar senin Haşimoğullanndan olan kardeşlerindir.
Onların teiet ve üstünlükleri inkâr edilmez. Çünkü sen onlardansın. Peki, bizim
kardeşlerimiz (akrabalarımız)
olan, Muttaliboğullan hakkında ne dersin? Onlara verdin, ama bizi. mahrum
ettin. Halbuki onlar ve biz aynı soydanız" dediler. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.s.) "Onların hepsi de, ne câhiliyye ne de İslam döneminde
bizi terketmediler. Haşim ve Muttaliboğullan, tek birşeydir"[108]
dedi ve parmaklarını birbirine geçirerek (onların birlik olduğunu
gösterdi.Geriye kalan üç hisse de, yetimlerin fakirlerin ve yolcularındır. Ama
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in vefatından sonraki duruma gelince, İmâm-ı Şafiî'ye
göre, yine bu beşte bir pay beş parçaya ayrılır: Bunlardan biri, Resûlullah
(s.a.s) içindir. Bu, müslümanlann faydalarına olan, at ve silah gibi, gazilerin
hazırlığına sarfedilir. İkinci hisse, ister zengin ister fakir olsun, Hz.
Peygamber (s.a.s.)'in akrabalarına verilir. Bu, onların erkeklerine iki,
kadınlarına bir nisbetinde verilir. Geriye kalan üç hisse, yetimlere,
yoksullara ve yolda kalmışlara verilir.
Ebu Hanife (r.h) ise
şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s.) vefat edince, O'nun hissesi düşer.
Akrabalarına ait olan hisse ise, sadece fakir olanlarına verilir. Çünkü bunlar,
diğer fakirlerin en tercih edilecek olanlarıdır. Onların zenginlerine bu paydan
birşey verilmez. Geriye kalan paylar ise, yetimlere, fakirlere ve yolda
katmışlara dağıtılır."
İmam Mâlik de bu
hususta şöyle demiştir: "Beşte bir ile ilgili iş, halifenin görüşüne
havale edilir. Eğer o bunu, Hz. Peygamber'in akrabalarının hepsine taksim etmek
isterse, taksim eder. Yok eğer bir kısmına verip, bir kısmına vermemeyi
isterse, böyle de yapabilir."
Bil ki ayetin zahiri,
İmâm-ı Şafiî'nin görüşüne daha uygundur ve ayet bu hususta açıktır. Binâenaleyh
ayetin zahirinin ifade ettiği mana, daha kuvvetli başka bir delil bulunmadığı
müddetçe bırakılamaz. Hem sonra bu nastl mümkün olur ki? Cenâb-ı Hak, ayetin
sonunda, "Eğer Allah'a... inanmışsanız..." buyurmuştur. Bu,
"Eğer Allah'a inanmışsanız bu taksimatı böyle yapın" demektir. Bu,
taksimat böyle yapılmazsa Allah'a iman edilmiş olmayacağına delalet eder.
İkinci görüş: Bu,
Ebûl-Âli'ye'nin görüşü olup, buna göre "humus" (beşte bir), altı
parçaya ayrılır: Birisi Allah'ın; birisi Resulullah'ın, birisi Hz. Peygamber'in
akrabalarının; geriye kalan üç parça da, yetimlerin, fakirlerin ve yolda kalmış
olanlarındır. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Bunun delili, Hak
Teâlâ'nın, ayette humus'un, hem kendisi için hem de diğer beş grup için
olduğunu beyan etmiş olmasıdır."
Bu görüşte olanlardan
bazıları, "Allah'ın hissesi de Peygambere verilir" derken bazıları bu
hissenin, Kabe'nin tamir ve masraflarına harcanacağını söylerler. Diğer bazıları da
şöyle demişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.s.) elini, o beşte birin içine
daldırır ve avucuna geleni, Kabe için ayırır. İşte, ayette "AJIah'ın"
diye ifade edilen hisse budur.
Bu görüşte olanlar
buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Hak Teâlâ'nın lillahi ifadesinden
maksat, Allah'ın bir hissesi bulunduğunu isbat etmek için gelmemiştir. Çünkü,
bütün şeyler Allah'ın mülkü ve milkidir.
Bundan maksat, söze tazim üslubuyla, Allah'ı zikretmekle başlamaktır. Bu husus,
Allah Teâlâ'nın, (Emai, i) buyruğunda da böyledir. Kaffâl, bu görüşün
doğruluğuna, Hz. peygamber (s.a.s.)'den rivayet edilen şu hadisle de istidlal
etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) ashabına, Hayber ganimetler hakkında şöyle
demiştir: "Allah'ın size ganimet olarak verdiği şeylerden benim hakkım
beşte birdir; bu beşte bir ise size racidir."[109] Hz.
Peygamberin, "Benim hakkım, beşte birdir' sözü, Allah'ın ve kendisinin
hissesinin bir olduğunu gösterir. Allah'ın hissesinin katılması, ayrı ele
alınması halinde, hisse beşte bir değil, altıda bir olur. Eğer biz, "İki
hisse Peygamberindir " dersek, o zaman peygamberin hissesi beşte birden
fazla olmuş olur. Bu durumda, her iki söz de, Hz. Peygamberin, "Benim
hissem, beşte birdir" sözüne ters düşer.
İşte ganimetlerin
beşte birinin taksimatı hususundaki söz bundan ibarettir. Ganimetlerin geriye
kalan beşte dördü ise, o ganimetleri elde eden kimselere verilir. Çünkü o
ganimetleri kazanıp elde edenler onlardır. Bu tıpkı, biçilmek suretiyle
otların, avlanmak suretiyle de kuşun elde edilmesi gibidir. Fukaha, bu ayet-i
kerimeden, fıkth kitaplarında zikredilmiş olan pekçok mesele istihraç etmiştir.
[110]
Ayet-i kerime,
ganimetlerin, dârül-harbte de
taksim edilebileceğine delâlet etmektedir. Şafiî (r.h.)'nin
görüşü de böyledir. Bunun delili şudur: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Bilin ki, ganimet
olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın, Resulünün,
hısımların, yetimlerin, yoksulların ve yolcunundur" buyruğu, bu kimselerin
ganimetlere mâlik olmalarını gerektirir. Onların, ganimetlere mâtikiyetleri
sabit olunca, bunların taksim edilmelerinin caiz olması da gerekir. Çünkü,
böyle olması halinde, taksimat zaten, mülkü mâlikine vermek manasına gelir. Bu,
ittifakla caizdir.
[111]
Alimler, zevi'l-kurbâ
"hısımlar" tabirine kimlerin dahil olduğu hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Ezcümle bunların
Haşimoğuliarı olduğu
ileri sürülmüştür. Şafiî (r.h.), Hz. Peygamberin akrabalarının Hâşimoğullarıyla, Muttalib-
oğullan olduğunu söylemiş
ve biraz önce söylediğimiz hadisle istidlal etmiştir. Bunların, Hz. Ali, Cafer,
Âkll'in soyu ile, Abbas'ın soyu ve Haris İbn Abdilmuttalib'in çocukları olduğu
da ileri sürülmüştür ki bu, Ebu Hanlfe'nin görüşüdür.
[112]
Keşşaf sahibi, Kelbî'den,
bu ayetin Bedir'de nazil olduğunu nakletmiştir. Vâkıdî (r.h.) ise şöyle
demektedir: "Beşte bir ile ilgili hüküm, hicretten sonraki
yirminci ayın başlarında, Bedir Savaşı'ndan bir ay sonra şevvâi'ın ilk yansını
üç gün geçe meydana gelen Benû Kaynûkâ Savaşında ortaya çıkmıştır."
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Eğer Allah'a... İnanmışsanız, buyurmuştur. Ayet-i kerimenin manası,
"Ganimetlerin beşte birinin bu beş yere sarf edileceğini bilin ve buna
dair tamah ve arzularınıza son verin; ganimetlerin beşte dördüyle yetinip
kanâat edin" şeklindedir. "Ve, Furkân günü, iki ordunun birbirine
kavuştuğu gün, kulunuz Muhammed'e indirdiğimiz ayetlere inanıyorsanız."
buyurulmuştu. Yani, "Allah'a ve, Furkan gününde, yani Bedir'de iki ordunun
karşı karşıya geldiği günde kulumuz Hz. Muhammed'e indirilmiş olan ayetlere
iman etmişseniz..." demektir. Ayette geçen ceman "iki ordu" ile,
müslümanlar ile kâfirlerden meydana gelen iki ordu, grup kastedilmiştir. Bundan
maksad ise, Hz. Peygamber'e inen ayetler, melekler ve o
gündeki fetihdir.
"Allah, her şeye hakkıyla
kadirdir" buyruğunun manası, "Allah, siz azlık ve zelil
bulunduğunuz halde, size yardım etmeye kadirdir " demektir. Allah en iyi
bilendir.
[113]
"O vakit siz
vadinin yakın bir kenarında idiniz, onlar en uzak kıyısında, kervan ise daha
aşağıda idi. Böyle muayyen bir yerde
buluşmak hususunda sözleşmiş olsaydınız bile, yine de buluşma yerine gelmeniz
farklı zamanlarda olurdu. Fakat işlenmesi gerekli olan emri yerine
getirmek için Allah böyle
yaptı. Tâ ki, helak
olan kişi apaçık bir delilden ötürü helak olsun, diri kalan kişi de yine
apaçık delilden ötürü hayatta kalsın.
Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitici, kemâliyle bilicidir" (Enfâl, 42).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[114]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"O vakit siz, vadinin yakın bir kenarında idiniz" buyruğu ile ilgili
iki görüş bulunmaktadır:
a) Bu ayetin
başındaki iz edatı, mukadder olan bir şeye taalluk etmektedir. Buna göre
mana "Hatırlayınız, çünkü siz şöyte şöyle... idiniz" şeklinde olur..
Böylece bu ayet
Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı,
ayeti gibi olmuş olur.
b) Bu ayetin
başındaki iz edatının bir önceki ayetteki, kelimesinden bedel olmasıdır.
[115]
İbn Kesir, Nâfi ve Ebû
Amr, her iki yerde de, aynın kesresiyle idveti; diğer kıraat imamları ise, ayın
harfinin
dammesiyle udveti
şeklinde okumuşlardır ki, her ikisinin de manası aynıdır. İbn Sikkît şöyle demektedir:
"Gerek, udvetu'l-vâdî, gerekse dvetu'l-vâdî tabirleri "Vadinin
kenarı, "Ucu" manasına gelip, bu kelimenin cem'i, ve şeklinde gelir."
Ahfeş ise şöyle
demektedir: "Bunların meksûr olanı, Arapların konuşmalarında iandıkları
tabirdir. Onlardan, bu kullanıştan başkası, duyulmamıştır." Ahmed ibn
Yahya da:"Bunlann udve şeklinde olanı,iki kullanıştan en fazla
kullanılanıdır" demiştir. Keşşaf sahibi, bu tabirlerin hem zamme, hem
fetha, hem de kesre ile okunduklarını naklederek şöyle demiştir: "Bu
lafızlar vâvı yaya çevirmek suretiyle jdye şeklinde de okunmuşlardır. Çünkü vâv
ile kesre arasında, çok sağlam olmayan değişebilen) bir mania, engel bulunmaktadır.
Bu tıpkı, fütye (genç, delikanlı) nesinde olduğu gibidir. Dünya kelimesine
gelince, bu ednâ (en yakın) kelimesinin ennesidir ki bunun zıddı da, kusva (en
uzak) kelimesidir; bu kelime de, aksa
meşinin müennesidir. Bir şeyden uzaklaşmış olan her şey, uzaklaşarak bir
taraf olmuş demektir. Aksâ-kusvâ kelimeleri tıpkı, ekber-kübrâ (en büyük)
kelimeleri gibidir. Buna göre şayet, "Bu iki kelimenin her ikisi de, son
harfi vâv olan nakıs bir kelime olup, fu'lâ veznindedirler; o halde daha niçin,
bunlardan biri kusvâ diye vâv ile, diğeri ise dünya şeklinde yâ ile
gelmiştir?" denilirse, biz deriz ki:
Vâvı, yaya çevirmek
bir kaidedir. Meselâ, tıpkı ulyâ (en yüce) kelimesinde olduğu gibi. Kusvâ
kelimesine gelince, o şaz olarak, bu şekilde gelmiştir. Bu kelime, daha çok
aslı üzere kullanılmıştır.
[116]
Ayet-i kerimede
udveti'd-dünyâ kelimesiyle, (vadinin) Medine'ye doğru olan tarafı; kusvâ ile
de, Mekke'ye doğru olan tarafı kastedilmiştir. Su ise, müşriklerin
konakladıkları tarafta bulunuyordu. İşte bu yüzden de onlar, daha
ziyade kendilerinin galip geleceğini umuyorlardı. "Müşriklerin korumak
için çıkmış oldukları kervan (rekb) ise, sizden daha uzakta, deniz sahiline yakın
bir yerde idi. yani, "Siz ve
Mekkeliler,
savaşmak için, muayyen
bir yerde buluşmak üzere anlaşmış olsaydınız, sizin azlığınız, onların da
çokluğu sebebiyle mutlaka birbirinize muhalefet eder, anlaşamazdınız. "
yani, "Allah olması gereken ve fiilen yapılması, varlık sahasına çıkması
gereken bir işi ifa için, sizi sabit kadem kıldı ve size yardım etti "
demektir. İ buyruğu, O'nun ifadesinden bedeldir. Bu tabirle ilgili birkaç
mesele vardır.
[117]
Şüphesiz İslâm ordusu,
işin başında, sayılarının azlığı ve hazırlıksız olmaları sebebiyle, son derece endişeli ve
zayıf olup, sudan uzak bir yere konaklamışlardı. Konakladıkları yer de, kumlu
ve çöl olup, ayakları batıyordu.
Kâfirlere gelince, sayıca çok olmaları ve teçhizatlarının da
(bolca) mevcut olması sebebiyle son derece kuvvetliydiler. Üstelik onlar, suya
yakın olan bir yerde konaklamışlardı ve konakladıkları o yer de, aynı zamanda
yürümeye elverişli idi. Kervanı da arkalarına almışlardı. Kervandan kendilerine
gelecek desteği ve yardımı da.an be an gözetliyorlardı.Daha sonra Cenâb-ı Hak
durumu değiştirdi, ortaya çıkacak olan hükmü tersine çevirerek, müslümanlara
galibiyeti; kâfirlere de mağlubiyeti verdi. Böylece bu, Hz. Muhammed
(s.a.s.)'in, Rabbinden yana haber verdiği yardım, fetih ve muzafferiyet
hususunda kendisinin doğruluğuna delâlet eden en büyük mucizelerden ve en güçlü
delillerden oldu. Böylece, Cenâb-ı Hakk'm "Ta ki, helak olan kişi apaçık
bir delilden ötürü helak olsun..." buyruğu, işte bu manaya işaret olmuş
olur. Bu, "Hetâk olanlar, ancak bu mucizeyi görüp müşahade ettikten sonra
helak oldular. Hayatta kalan mü'minler de, bu kesin mucizeyi müşahede ettikten
sonra hayatta kaldılar " demektir. Ayette geçen "beyyine" ile,
işte bu mucize kastedilmiştir.
[118]
Ayetteki ve
kelimelerindeki lâm, lâmu'l-garaz (maksat
lâm'ı) olup, ayetlerin
zahiri, Allah'ın fiil
ve hükümlerinin, birtakım fayda ve maksatlara bağlanmasını, ta'lil
edilmesini gerektirir. Ancak ne var ki biz, bu İfadeleri aklî ve meşhur olan
delillerden ötürü, zahirî manalarına hamletmiyoruz.
[119]
"Ta ki, helak
olan kişi, apaçık bir delilden ötürü helak olsun" ifâdesinin zahiri
de, Cenâb-ı
Hakk'ın, herkesin ilmini, marifetini, hayrını ve salâhını, murad ettiğini ifade
eder. Bu da âlimlerimizin, "Allah, kâfirin küfrünü murad etmiştir. "
şeklindeki görüşlerine zarar verir. Ancak ne var ki biz, ayetin zahirinin ifâde
ettiği manayı, malûm delillerden dolayı terkediyoruz.
[120]
Cenâb-ı Hak,
"diri kalan kişi de yine apaçık delilden
ötürü hayatta kalsın
" buyurmuştur. Nâff, Asım'ın ravisi Ebu Bekir, İbn Kesir'in
ravisi El-Bezzt ve Kisaî'nin ravisi Nusayr, idğamsız ve açık iki yâ
harfiyle men hayiye; Ebu Amr, İbn Kesir'in ravisi Kavvâs, İbn Amr, Asım'ın
ravîsİHafs ve Kisai, idgamlı olarak şeddeli yâ harfiyle men hayye eklinde okumuşlardır.
Bunun idgam edilmesine gelince, bu ikinci yâ'nın harekeli olması sebebiyledir.
Böylece bu, adeta redde fiili gibi olmuş olur. Zira, Mushaf'ta da tek yâ ile
yazılmıştır. İdğamsız okuyuşa gelince, muzarisi olan yahyâ fiilinde idğam
imkânsız olduğu içindir. Böylece, aynı şekilde mazi halinde de idğam
yapılmamıştır. Kûfelilerden bazıları ise,bu fiilin muzarisinde de idğamı caiz
görmüşlerdir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, ayetini "Şüphe$iz ki Allah, hakkıyla işitici, kemâliyle bilicidir'
ifadesiyle bitirmiştir. Yani, "Sizin dualarınızı işitir, ihtiyacınızı ve
zayıflığınızı bilir; bu sebeple de, sizin mühim işlerinizi ıslâh edip yoluna
koyar" demektir.
[121]
"Hani Allah,
onlan uykunda sana az gösteriyordu. Eğer ânlan sana çok gösterseydi, elbette
çekinecek ve iş hakkında çekişecektiniz.
Fakat Allah bundan sizi kurtardı. Çünkü O. hiç şüphesiz sinelerin içini
bilendir" (Enfâl, 43).
Bil ki bu, Allah
Teâtâ'nın, Bedir'e katılan müslumanlara vermiş olduğu nimetlerinin ikinci
nev'idir. Bu ayet hakkında iki mesele vardır:
[122]
ifâdesi, gizli bir "hatırla, hani..." ile mansubtur. Veya ülijilı fâ kelimesinden
ikinci bedeldir. Yahut da bu, ifadesine
müteallik olup, kelamın takdiri, "Allah, o kâfirleri sizin gözünüzde
azalttığı zaman, sizlerin maslahat
ve menfaatinizi bitiyordu" şeklindedir.
[123]
Mücahid şöyle
demiştir: "Allah Hz. Muhammed'e, uykusunda Kureyş kâfirlerini az gösterdi.
O da bunu ashabına bildirdi. Bunun üzerine onlar, "Peygamberin rüyası haktır;
düşman azdır" dediler. Bu da, onların cesaretlenmesine ve kalblerinin
kuvvetlenmesine sebeb oldu.
[124]
Şayet, "Çok olanı
az görmek, bir hatadır. O halde, bunu Allah'ın yapması nasıl caiz
olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Bizim mezhebimize göre, Allah Teâlâ
dilediğini yapar ve istediği hükmü verir. Yine muhtemeldir ki Cenâb-ı Hak, Hz.
Peygambere, müşriklerin tamamını değil de bir kısmını göstermiş; bunun üzerine
de Hz. Peygamber, gördüğü kimselerin az olduğuna hükmetmiştir. Hasan
el-Basrî'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'nın bu
göstermesi, uyanıklık halinde olmuştur... Menâm kelimesinden maksat ise,
uykunun meydana geldiği yer olan gözdür
(yani, bu kelime, ism-i mekândır)."
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette çekinecek ve iş hakkında
çekişecektiniz" buyurmuştur. Yani, "Ben onlart sana çok gösterseydtm,
sen de bunu ashabına söyleseydin; işte o zaman da onlar
bunu duysaydılar çekinip
hezimete uğrarlar ve
çektşirlerdi. " demektir. ifâdesi, taraflardan herbirinin,
karşısındakini, üzerinde bulunduğu durum ve halden çekip çıkarmaya çaba
sarfettiği, ihtilâf, çekişme..." manasındadır. Buna göre ifadenin manası,
"İşiniz karışır ve birliğiniz bozulurdu, ihtilâfa düşerdiniz..."
şeklinde olur. "Takat Allah, bundan, yani aranızda ihtilâfa
düşmekten sizi kurtardı." "Allah Teâlâ'nın, onların işini selim
yaptığı, yoluna koyduğu; böylece de onları düşmanlarına üstün kıldığı"
söylendiği gibi, aynı şekilde, "Allah'ın onları Bedir Günü'nde hezimetten
kurtardığı..." da söylenmiştir.. Fakat, en açık ve doğruya daha yakın
olanı, burada maksadın, "Fakat, Allah sizi çekişmekten kurtardı "
şeklinde olduğudur.
"Çünkü O, hiç
şüphesiz sinelerin içini bilendir." Yani, "Allah, göğüslerde meydana
gelen cesâret-korkaklık, sabır-sabırsızlık vb. şeyleri bilir" demektir.
[125]
"Hani
karşılaştığınız zaman AUah onları gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların
gözlerinde azaltıyordu. Çünkü Allah işlenmesi gereken emri yerine getirecekti.
Bütün işler, ancak Allah'a döndürülür" (Enfal, 44).
Bil ki bu Allah
Teâlâ'nın, Bedir Günü'nde müslümanlara vermiş olduğu nimetlerin üçüncü
nev'idir. Maksad şudur; "Uykuda meydana gelen o azlık, böylece onun uyamklıkohalinde
de tahakkuk etmesiyle pekişmiştir" Keşşaf sahibi şöyle demiştir:
ifâdesindeki iki zamirde, mef uldürler. Yanı, "Hani, size onları
gösteriyordu " demektir. Kalîlen kelimesi ise, hal olduğu için mansubtur.
Bil ki, "Allah
Teâlâ, müşriklerin sayısını mü'minlerin gözünde azaltmış, aynı şekilde,
mü'minlerin sayısını da müşriklerin gözünde azaltmıştır. Birinci azaltmadaki
hikmet, Hz. Peygamber'in rüyasını tasdik edip doğru çıkartmak; yine,
mü'minlerin kalblerinin kuvvetlenmesi ve düşmanlarına karşı olan cesaretlerinin
de fazlalaşmasını temin etmek içindir. İkinci azaltmadaki hikmet ise şudur:
Müşrikler, müslümanların sayısının az olduğunu görünce, hazırlanmak,
teçhizatlanmak ve tedbir almak gibi meselelere fazla önem vermemişler; bu da,
mü'minierin onlara galip gelmesine sebep olmuştur.
Buna göre şayet, AIIah
Teâlâ'nın, çok olanı az göstermesi nasıl caiz olur?" denilirse, biz deriz
ki: "Dediğimiz bu şeye gelince, bu caizdir. Çünkü Allah görülme işini,
onların hepsi hakkında değil, sadece bir kısmı hakkında yaratmıştır."
Mutezile'ye gelince
onlar da şöyle demişlerdir: "Muhtemeldir ki göz, tamamını idrâk etmekten
men edildi, bunun önüne geçildi; yahut da, onların büyük bir kısmı son derece
uzakta bulunuyordu, bu sebeple de görülmemişlerdir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Çünkü Allah, işlenmesi gereken emri yerine getirecekti, yapacaktı
" buyurmuştur.
Buna göre eğer,
"Bu söz, önceki ayette geçmişti; onun burada yeniden zikredilmesi sırf bir
tekrar olmaz mı?" denilirse, deriz ki: Bu sözün önceki ayette zikredilmesinden
maksat şudur: "Allah Teâlâ bu fiilleri, Hz. Muhammed'in nübüvvetinin
doğruluğuna delil olacak bir biçimde, mü'minlerin müşriklere üstün gelmesi için
yapmıştır, yaratmıştır. Bu ifadenin burada zikredilmesinden maksat ise, bu
mezkûr mana değildir. Aksine maksat şudur: Cenâb-ı Hak burada, mü'minlerin
sayısını müşriklerin gözlerinde azalttığını zikretmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak
burada, bunu müşriklerin hazırlık yapmak ve tedbir almak hususunda gevşeklik
göstermelerine bir sebep olsun, böylece de bu, onların hayal kırıklığına yol
açsın diye yaptığın» beyân buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Sürün işler, ancak Alan a döndürülür" buyurmuştur.
Bu ifadeden gaye, dünya hallerinin bizzat maksud olmayıp, onlardan sadece
ahiret için azık teşkil edecek şeylerin matlub olduğuna dikkat çekmektir.
[126]
"Ey iman edenler,
bir düşman topluluğuna çattığınız vakit sebat edin ve Allah'ı çok
anın. Tâ ki felaha ulaşastmz. Allah'a ve O'nun Resulüne itaat edin.
Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ve zaafa düşersiniz, rüzgarınız gider. Bir de
sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. Yurdlarmdançalım satarak,
insanlara gösteriş yaparak çıkanlar ve Allah yolundan men edenler gibi olmayın.
Onlar ne yaparlarsa, Allah hepsini kuşatmıştır"
(Enfal, 45-47).
Bil ki Allah Teâlâ,
Bedir günü peygamberine ve mü'minlere verdiği çeşitli nimetlerini hatırlatnca,
onlara, iki ordu karşı karşıya geldiği zaman riayet edecekleri şu iki çeşit
edebi de öğretmiştir:
Birincisi: Sebat. Bu,
insanın kendisini, düşmanla karşı karşıya gelme hususunda sağlamlaştırması ve
kendi kendine düşmandan kaçmayı telkin etmemesidir.
İkincisi, Allah'ı
çokça anmalarıdır. Bu anma (zikir) hususunda şu iki tefsir yapılmıştır:
[127]
Birinci görüş: Bu
zikirden murad, onların, gerek kalbleri ve gerek lisanlarıyla Allah'ı
zikretmeleridir. İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Allah, dostlarına,
İnsanın kalbinin ve lisanının Allah'ı zikirden hâlî ve berî kalmaması
gerektiğine dikkat çekmek için, en zor hallerinde bile kendisini zikretmelerini
emretmiştir. Meselâ bir adam, batıdan doğuya, cömertlik için bütün malını
harcamaya; bir diğeri de, doğudan batıya Allah yolunda kılıç sallamaya yönelse,
Allah'ı zikreden kimse (bunların ikisinden) daha fazla ecir kazanır.
İkinci görüş: Bu
zikirden murad, Allah'ın yardım ve nusretini isteyip dua etmektir. Çünkü
muzafferiyet ancak Allah'ın yardımı ile elde edilir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Tâ ki felaha ulaşasmız" buyurmuştur.
Bu böyledir, çünkü
kâfirlerle savaşmak, eğer Allah'a itaat niyetiyle olursa bu, Allah'ın rızasını
elde etmek için cant harcamak gibi olur ki, kutluk makamlarının en büyüğüdür.
Dolayısıyle eğer bu kimse düşmanına galip gelirse, hem mükâfaat hem de ganimet
elde etmiş olur. Yok eğer yenik düşerse, şehâdeti ve yüce makamları elde etmiş
otur. Ama bu savaş, Allah rızası için değil de, dünyada şan ve şöhrete kavuşmak
ve mal elde etmek için olursa, bu bir felah ve kurtuluş vesilesi olmaz.
Buna göre eğer,
"Bu ayet, her halükârda sebat etmeyi gerektirir. Böyle olması ise, bunun
taktik icabı geri çekilmek ve gerideki birliklere katılmayı (Enfai. Ie)
neshettiği zannını veriyor" denilir ise, biz deriz ki: Bu ayet, genel
manada bir sebatı icâb ettirir. Binâenaleyh sebattan maksad, savaştaki
ciddiyettir. O ayet ise, savaşta sebatın olmasına zarar vermez. Aksine bu gayede
sebat, ancak o ayetin gereğini yerine getirmekle sağlanır.
Daha sonra Cenâb-t
Allah bu hususu tekid ederek,
"Allah'a ve Resulüne itaat ediniz," yani, "Her hususta
bunların emrettiklerine itaat ediniz" buyurmuştur. Çünkü cihad, diğer
taatlara da sımsıkı sarılmakla ancak fayda verir.
[128]
Cenâb-ı Allah daha
sonra da, "Birbirinizle çekişmeyin, sonra korku ve za'afa düşersiniz,
rüzgârınız gider" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:
[129]
Allah Teâla,
çekişmelerin ve münakaşaların, şu iki şeyi doğuracağını beyan buyurmuştur: 1)
Dağılmayı ve zayıflamayı doğurur.
2) Keza
rüzgârın gitmesine sebep olur. "Rüzgârın gitmesi" ile ilgili, iki
görüş bildirilmiştir:
a) Buradaki
"rüzgâr"dan "devlet" manası kastedilmiştir. Devlet, işleri
yürür halde ve nüfuzlu iken, rüzgâra ve rüzgârın esmesine benzetilmiştir.
Nitekim bir kimsenin devleti (saltanat günleri, iyi günleri) yürürlükte iken,
"falancanın rüzgârları esiyor" denilir.
b) Yardım ve muzafferiyet, ancak Allah'ın
gönderdiği bir rüzgâr ile olmuştur. Nitekim bir hadiste "Bana, Sabâ rüzgârı ile
yardım olundu. Ad kavmi de "debûr" (batı rüzgân) ile helak edilmişti
"[130] buyurulmuştur.
Birinci görüş daha
kuvvetlidir. Çünkü Allah Teâlâ, onların çekişmelerinin, rüzgârlarının zail
olmasına sebeb kılmıştır. Halbuki onların ihtilaflarının, Sabâ rüzgârının
esmesine tesir etmeyeceği malumdur. Mücâhİd ise, "rüzgârınız gider"
tabirine "Size olan ilahi yardım gider" manasını vermiştir. Nitekim
müslümanlar münakaşa ettikleri için, güç ve kuvvetleri gitmiştir.
[131]
Kıyası kabul
etmeyenler bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Kıyas, çekişmeye sebeb
olur. Çekişme ve
münakaşa ise haram
kılınmıştır. Dolayısıyla bu ayet, kıyas yapmanın
haram olmasını gerektirir.
Bunun gerekli oluşunun
delili, görüp müşahede ettiğimiz şeylerdir. Çünkü dünyanın, yapılan kıyaslar
yüzünden ihtilaflarla dolup taştığını görmekteyiz. Çekişme ve münakaşanın
haram olduğunun delili, ayetteki "Birbirinizle çekişmeyin"
ifadesidir. Yine "nass"ın, kıyas ile tahsis edilmesinin
(sınırlandınlmasının) caiz olamayacağını söyleyenler, bu ayete tutunarak şöyle
demişlerdir: "Ayetteki, "Allah'a ve O'nun Resulüne itaat edin"
ifadesi, hakkında nass bulunan her hususta Allah'a ve Resûlultah'a itaatin
vâcib olduğunu gösteren sarih bir ifâdedir. Cenâb-ı Allah bunun peşisıra,
"Birbirinizle çekişmeyin, sonra korku ve za'afa düşer (dağılırsınız)"
buyurmuştur. Nassı tahsis eden bir kıyasa tutunan kimselerin, Allah ve
Resûlullah'a itaati bırakmış olup çekişme ve dağılmaya yol açabilecek olan
kıyasa tutunmuş olacakları malumdur. Bütün bunlar ise haramdır."
Kıyası (bir delil
olarak) kabul edenler, birinci itiraza, "Her kıyas, münakaşa ve çekişmeyi
doğurmaz" diyerek cevap vermişlerdir.
Allah Teâlâ daha sonra
"Bir de sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir" buyurmuştur. Bu
ifadeden maksad, cihadın en mükemmelinin sabra dayandığını anlatmaktır. İşte
bundan dolayı Hak Teâla, onlara sabrı emretmiştir. Nitekim bir başka ayetinde
de, "Ey iman edenler sabredin, sabır yarışı edin ve nöbet beklesin"
(Ai-i imran. 2oo> buyurmuştur. Yine O, kendisinin sabredenlerle birlikte
olduğunu da bildirmiştir. Bu birlikte oluştan muradın, Allah'ın yardımı ve
nusreti olduğunda şüphe yoktur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Yurtlarından çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak çıkanlar ve
Allah yolundan men edenler gibi olmayın" buyurmuştur. Müfessirler şöyle
demişlerdir: Bu ifâdeyle, Kureyş'in, kervanı korumak maksadıyla Mekke'den
çıkışları murad edilmiştir.
[132]
Binâenaleyh, onlar
Cuhfe denilen yere geldiklerinde, Ebu Cehil'in dostu olan el-Hikâf el-Kinânî,
içlerinde oğlunun da bulunduğu bir heyeti birtakım hediyyelerle birlikte Ebu
Cehil'e gönderdi.. Derken oğlu, Ebû Cehil'in yanına varınca, "Babam, sana
{hayırlı sabahlar dileyerek) selâm yolluyor ve sana, "Eğer istersen, sana
adamlarımla yardım ederim. Eğer, yanımdaki yakınlarımla beraber, senin yanında
olmamı, savaşmamı istersen, bunu da yaparım" dedi" dedi,. "Bunun
üzerine Ebu Cehil: "Babana de ki: Allah, mükâfaatını ve hayrını bol
versin. Eğer.^biz, Muhammed'in iddia ettiği gibi Allah'la savaşıyor isek,
Allah'a yemin ederim ki bizim Allah'la savaşmaya gücümüz yoktur. Yok eğer biz
insanlarla savaşıyor isek, Allah'a yemin olsun ki, bizim savaşacağımız
insanlara gücümüz kudretimiz yeter. Biz, Muhammed'le savaşmaktan kaçmayacağız.
Hatta, biz Bedr'e varacağız, orada içkilerimizi içeceğiz ve orada bize şarkıcı
ve çalgıcılar çalgı çalıp şarkı söyleyecekler! " Çünkü Bedir, Arapların
panayırlarından bir panayır ve onların alış veriş yaptıkları pazarlardan bir
pazardır. Böylece de Araplar bu hadiseyi duyacaklardır. Müfessirler, sözlerine devamla şöyle dediler:
"Onlar Bedr'e vardılar; böylece onlar içki yerine, ölümlerin, acıların
kadehlerini taddılar; çalgıcılar yerineyse, onlara ağlayıcılar ağıtlar yaktı.
"[133]
Bil ki Allah Teâlâ
onları şu üç şeyle vasfetmiştir:
a) Çalım
satmak (batara).Zeccac şöyle demektedir: "Batar kelimesi, nimet sebebiyle
azmak, haddi aşmaktır. Gerçek şudur ki, Allah tarafından kuluna verilen
nimetler çok oiduğu zaman, kul bu nimetleri Allah'ın rızasına sarfeder ve onun
Allah'tan olduğunu bilirse, bu bir şükür olur. Yok eğer, bu nimetler sebebiyle
akranlarına karşı övünmeye ve zamanındaki kimselere karşı böbürlenmeye
kalkışırsa, bu da şımarmak, çalım satmak olur. "
b) Cenâb-ı
Hakk'ın "insanlara gösteriş yaparak" ayetinin ifade ettiği husustur. Riâe
kelimesi, içi çirkinlikle dolu olduğu hatde, zahiren güzel şeyleri ortaya
koymaya niyetlenmek, yönelmek demektir. Riya ile nifak arasındaki fark şudur:
Nifak, küfrürünü gizlediği halde, iman izhar etmektir. Riya ise, isyan ve
günahı gizleyerek, taat izhar etmektir. Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber
(s.a.s) müşrikleri Bedir meydanında görünce, "Allah'ım, Kureyş fahri ve
kibriyle, azametiyle, senin dinine karşı koymak ve Resulünle savaşmak için
yönelip gelmiştir " dedi.
c) Cenâb-ı
Hakk'ın "Ve Allah yolundan men ederler "ayetinin ifade ettiği
husustur. Bu ifadenin başındaki Jj^iaj fiili, muzarî bir fiildir. Halbuki fiil cümlesini isim
cümlesine atfetmek güzel değildir. Vahidî bu hususta şu iki izahı yapmıştır:
1)HakTeâlâ'nın,
"Yasuddûn" buyruğu, hal olarak "men ediciler olarak "
anlamındadır.
2)
kelimelerinin, "şımarıyorlar ve riyakarlık yapıyorlar
yerine
getirilmiş olmasıdır.
Ben derim ki, bu
izahlardan hiç biri sadra şifâ vermez. Çünkü, Vahidî ,ke!imenin, cinsi üzerine
atfedilmesi doğru olsun diye, bazan fiili isim yerine, bazan de ismi fiil
yerine kullanır.
[134]
Halbuki ona düşen,
Cenâb-ı Hakk'ın ilk ikisini niçin masdar, üçüncüsünü olarak aetirdiöini açıklaması idi.Ben derim
ki: Alim Abdulkahir el-Curcani Şöyle demiştir: "İsim, birşeyrn sabit ve
devamlı olduğuna; fiil ise, yenilenişe ve sonradan meydana gelişe delalet eder.
Bu hususun, isimle ilgili misali,
"Köpekleri de mağaranın giriş yerinde, iki kolunu (ayağını) uzatmış
tdi"w ıs) ifadesidir. Bu ayet köpeğin bu durumunun sabit ve devamlı bir
hal olduğunu gösterir.
Bu hususun fiil ile
ilgili misali ise, "Sizi gökten ve yerden
nzıklandıran kimdir?" {Yunus, si) ayetidir. Bu ifade de, Allah'ın o
insanlara zaman zaman rızık verdiğini gösterir." İşte alim el-Cürcâni'nin
söylediği budur.
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki: Ebu Cehil kavmi ve taraftarları çalım satma, övünme ve
kendini beğenme karakterinde idiler. Ama onların insanları Allah yolundan
alıkoymaları, Hz. Muhammed (s.a.s)'İn peygamberliğini ortaya koyduğu zaman
olmuştu. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Allah, "batar" (çalım satma) ve
"riya"yı isim şeklinde; "Allah yolundan alıkoyma"yı da fiil
şeklinde zikretmiştir. Allah en iyi bilendir.
Velhasıl Allah Teâlâ,
düşmanla karşılaştıkları zaman müminlere sebat etmelerini ve Allah'ı zikirle
meşgul olmalarını emretmiş, onlar kendilerini bu sabr-u sebata sevkedecek
şeyin, çalım satma ve riya olmasını men etmiş, aksine kendilerini buna
sevkedecek şeyin, Allah'a kul olma isteği olmasını emretmiştir.
Bil ki Kur'an'ın
başından sonuna özü, halkı, halk ile meşgul olmaktan sakınmaya davet edip
Hakk'a ibadet yolunda iyice yorulmayı emretmektir. Halbuki kalbe hüzün veren
masiyet, övünmeye ve böbürlenmeye yol açan ibadetten, ihlasa daha yakındır.
Allah Teâlâ daha sonra
sözünü "Onlar ne yaparlarsa, Allah hepsini kuşatmıştır" diye bitirmiştir. Bu
ifadeden murad şudur: İnsan, aslında ve gerçekte öyle olmadığı halde, çoğu kez,
kendisini söz konusu işe sevkeden şeyin, Allah rızası olduğunu söyler. Bundan
dolayı Cenâb-ı Allah, kendisinin taa kalplerin ıçinçjekini bilebildiğini beyan
buyurmuştur. Bu, adetâ riya ve yapmacıklıktan insanı men etme ve bir tehdid
gibidir.
[135]
"O zaman şeytan
onların yaptıklarını süslemiş ve şöyle demişti: "Bugün insanlardan size galebe
edecek yoktur. Ben de muhakkak ki sizin yardimcınızım." Vakta ki iki ordu birbirini
görecek şekilde karşılaştı, "Ben sizden katiyyen uzağım. Doğrusu ben sizin
göremeyeceğinizi görüyorum. Ben Allah'dan korkarım elbet. Allah ukubetinde çok
şiddetlidir" dedi, gerisin geri dönüp kaçtı" (Enfâl, 48).
Bil ki bu, Allah
Teâlâ'nın Bedtr'de savaşan mü'minlere has kıldtğı nimetlerden biridir. Bu
hususla ilgili birkaç mesele vardır:
[136]
Ayetin başındaki iz (o
zaman) edatı üzerinde neyin âmil olduğu
hususunda birkaç görüş vardır: Denilmiştir ki:
Bunun takdiri
"Hatırla o zamanı ki, hani şeytan onların yaptıklarını süslemişti"
şeklindedir. Yine denilmiştir ki: "Bu, önceki ayette zikredilen
"nimetleri hatırlatma" üzerine atfedilmiştir. Buna göre takdiri, "Onları
size gösterdiği ve size amellerinizi süslü gösterdiği o zamanı
hatırlayınız" şeklindedir. Yine denilmiştir ki: Bu ifade, önceki ayetteki,
"Çalım satarak çıktılar" ifadesi üzerine atfedilmiştir. Kelamın takdiri şu
şekildedir: "Yurtlarından çalım satarak ve insanlara gösteriş yaparak
çıkanlar ve o zaman şeytanın, amellerini kendilerine süslü gösterdiği kimseler
gibi olmayınız."
[137]
Bu süslü göstermenin
(tezyinin) nasıl olduğu hususunda da şu iki izah yapılmıştır:
1) Şeytan,
insan suretine girmeksizin, vesveseleriyle, böyle kötü işleri onlara güzel, iyi
ve süslü gösterir. Bu, Hasan el-Basri ile el-Esamm'ın görüşüdür.
[138]
2) Şeytan
bir insan kılığına girer ve vesvese (telkin) verir. Bu görüşte olanlar şöyle
demişlerdir: "Müşrikler Bedr'e gitmeye niyet ettiklerinde, Bekr b.
Kinaneoğullan kabilesinden endişe ettiler. Çünkü kendileri, onlardan birisini
öldürmüşlerdi. Dolayısıyla, bu kabilenin kendilerini arkadan vurmalarından korktular.
Bundan dolayı iblis, Bekr b. Kinâneoğullarından Sürâka b. Malik b. Ca'şem
kılığına girdi. Süraka şeytanlardan oluşan ordunun en ileri gelenlerinden olup,
sancak onun elinde idi. O, "Bugün insanlardan size galebe edecek yoktur.
Ben de muhakkak ki sizin yardımcınızım. Kinâneoğullarından size kötülük
gelmemesi hususunda, sizi emin kılarım" dedi. İblis, meleklerin indiğini
görünce, ökçeleri üzere gerisin geri kaçmaya başladı. Rivayete göre o anda,
Haris b. Hişam'ın elini tutuyordu. Gerisin geri dönüp kaçmaya başlayınca,
"Bizi bu halde yapayalnız mı bırakıyorsun?" dedi. Bunun üzerine de,
"Ben, sizin göremeyeceğinizi görüyorum" dedi ve Haris'in göğsünden
itip, ondan ayrıldı; kâfirler de bozguna uğradılar."
Bu kıssa ile ilgili
birkaç soru vardır:
Birinci soru: İblis'in,
Sürâkâ b. Mallk'in şekline girmesindeki fayda nedir?
Cevap: Bunun böyle
olmasında Hz. Peygamber'in büyük bir mucizesi vardır. Çünkü Kureyş kafirleri
bozguna uğrayıp Mekke'ye döndüklerinde, "İnsanları, Sürâkâ bozguna
uğrattı" dediler. Bu söz, Sürakâ'ya ulaşınca o: "Bozguna uğradığınız
haberi bana gelinceye kadar, vallahi sizin savaşa gittiğinizi bile
bilmiyordum" dedi. Bunun üzerine Kureyşliler, savaştaki o şahsın Sürâkâ
değil, şeytan olduğunu anladılar.
[139]
Eğer, "İblis,
mü'minlere karşı olan savaşta hazır bulunmuş ise, malumdur ki o çok
kuvvetlidir, o halde müşrikler müslümanların ordusunu niçin bozguna
uğratamadılar?" denilir ise, biz deriz ki: Çünkü İblis müslümanların
ordusu içinde, bin melekle birlikte olan Cebrail (a.s.)'i görmüş ve bundan
dolayı korkarak kaçmıştır.
Eğer, "İşte bu
izah şekline göre, müslümanların ordularının hepsinin hezimete uğraması
gerekirdi. Çünkü İblis, insan suretine girebilir ve böylece savaşlara
katılarak, kâfirlerin ordularına yardım eder ve müslümanların ordularını
hezimete uğratabilir. Velhasıl İblis eğer buna güç yetirirse, bunu
müslümanlarla ilgili diğer hâdiselerde niçin yapamasın? Yok eğer buna kadir
olamamış ise, Bedir hâdisesinde böyle bir şey yaptığını nereden çıkarıyorsunuz?"
denilir ise, buna şöyle cevap verilir: "Muhtemeldir ki Hak Teâlâ sadece o
savaşta, onu beşer (insan) şekline çevirmiştir. Diğer hâdiselerde ise Alfah
Teâlâ bu çevirmeyi yapmaz."
İkinci soru: Allah
Teâlâ, İbiis'in şeklini insana çevirince, o, İblis olmaktan çıkmış ve bir insan
olmuş olur?
Cevap: İnsan, ancak
kendi nefs-i natıkasının cevheri ile insan olur. Şeytanların 'nefis'leri ise,
insanların
"nefislerinden
başkadır. Binaenaleyh şeklin değiştirilmesinden, hakikatin (aslın)
değişmesi de gerekmez. İşte bu konu, insanın dış şekli ve hususi sureti
itibariyle insan olmadığı hususundaki naklî delillerden birisidir.
Üçüncü soru:
Şeytan'ın, "Bugün insanlardan size galebe gelecek yoktur" şeklindeki
sözünün manası nedir? O kafirler daha kalabalık ve galip durumunda oldukları
halde, bu sözdeki fayda nedir?
Cevap: Onlar, her ne
kadar sayıca çok iseler de, günden güne Hz. Muhammed (s.a.s)'in devletinin, güç
ve kudretinin yükselip arttığını görüyorlardı. Bir de Hz. Peygamber (s.a.s.),
herhangi bir şey bildirdiği zaman, o şey mutlaka tahakkuk ediyordu. İşte bu
sebepten ötürü onlar, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in kavminden çok korkuyorlardı.
Dolayısıyla İblis, onların kalblerinden bu korkuyu gidermek için böyle
söylemiştir. Bundan muradın, İbiis'in o müşrikleri, özellikle Bekr b.
Kinâneoğullan'nın şerrinden emin kılmak istemiş olması da muhtemeldir. Bundan
dolayı İblis, onların bir reisi kılığına girmiş ve "Ben de muhakkak ki
sizin yardımcınmm" demiştir. Bunun manası şudur: "Ben ve kavmim size
yardımcı olduğumuz zaman, hiçbir insan size galip gelemez." Burada, câr
(komşu) kelimesi, "her türlü kötülüğe karşı arkadaşını müdafaa edip
koruyan" demektir. Nitekim komşu da, komşusunu korur. Araplar,
"Falancanın vereceği zarara karşı seni koruyacağım, ondan sana hiçbir nahoş
şey gelmeyecek" manasında, "Falana karşı ben senin carınım,
hâminim" derler.
Sonra Cenâb-ı Hak
büyümüştür. Bu, iki ordu, herbiri diğerini görecek şekilde karşı karşıya
geldiği zaman, "iblis gensin geri dönüp kaçtı" demektir. "Nukûs",
"birşeyden geri durmak" demektir ve dolayısıyla bu, "geri
döndü" manasınadır. Sonra İblis, "Gerçek, ben sizin göremeyeceğinizi
görüyorum" demiştir. Bu ifadenin birkaç izahı vardır:
1) İblis,
ruhanî (maddî olmayan) bir varlıktır. Bundan dolayı o, melekleri görebilmiş ve
onlardan korkmuştur. Yine onun, Hz. Peygamber (s.a.s)'in önünde onu korumak
için yürüyen Cebrail'i gördüğü; veya peşpeşe gönderilen bin meleği gördüğü söylenmiştir.
2) İblis,
muzafferiyet ve nusretin, Hz. Muhammed (s.a.s.) için olan alametlerini görmüş,
dolayısıyla eğer orada durmaya devam ederse, başına bir belâ ve felaketin
geleceğini anlamıştır.
Daha sonra o,
"Ben AHah'dan korkarım elbet" demiştir. Katâde: "İblis,
"Doğrusu, ben sizin göremeyeceğinizi görüyorum " sözünde doğru
söylemiş, ama "Ben Allah'dan korkarım elbet" derken yalan söylemiştir
" demiştir. Yine, İblis'in meleklerin gökten inişini gördüğü zaman,
Allah'ın kendisine tanıdığı müddetin sona ermesinden korktuğu ve bundan dolayı
kendi derdine düşerek böyle dediği de söylenmiştir.
Ayetteki "Allah,
ukubetinde (cezalandırmasında) çok şiddetlidir" buyruğuna gelince, bu
İblis'in sözünün devamı olabileceği gibi, onun sözünün bundan önce, "Ben
Allah'dan korkarım elbet" ifadesi ile sona ermiş olması da mümkündür. Bu
durumda Cenab-ı Hak, onun sözünden sonra, "Allah, ukubetinde çok
şiddeüidt" buyurmuştur.
[140]
"O zaman
münafıklarla kaîbîerinde hastalık bulunanlar: "Bunları, dinleri
aldattı" diyordu. Halbuki kim Allah'a tevekkül ederse, hiç şüphesiz Allah
aziz ve hakimdir" (Enfâl. 49).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele bulunmaktadır:
[141]
Ayetteki iz yekûlü
ifadesinin başına atıf vâvı gelmediği halde, önceki ayetteki İfadesinin başına gelmiştir. Çünkü ayetteki,
"O zaman şeytan (...) süsledi" sözü, bu tezyin (süslü gösterme)
işini, müşriklerin durumlarına, çalım satarak ve insanlara gösteriş yaparak
çıkmalarına bağlamıştır. Bu ayette ise,
iz yekûlü ifadesinde, bunu daha önceki bir söze atfetmek söz konusu
değildir. Aksine bu bir başlangıç cümlesi olup öncesi ile bir irtibatı yoktur.
Buradaki iz edatının âmili ile ilgili iki izah vardır,
a) Kelamın takdiri, "münafıklar...
dedikleri zaman, Allah şedidü'l-ikâbdır" şeklindedir:
b)
İfade, "Münafıkların... dedikleri zamanı
hatırlayınız" manasındadır.
[142]
Burada bahsedilen
münafıklar, Evs ve
Hazreç kabilelerinden bir kısım insandır "Kalblerinde
hastalık
bulunanlar" ise
müslüman olmuş ama müslümanlıklan henüz kalblerinde kökleşmemiş, ve henüz hicret etmemiş
olan bir
grup Kureyşlidir. Sonra
Kureyşliler, Hz. Muhammed
(s.a.s) ile savaşa çıkınca bunlar şöyle demişlerdir: "Biz de kavmimizle beraber
çıkarız. Eğer Muhammed'in ordusu sayıca çok ise ona katılırız; yok az ise, kavmimizle
birlikte dururuz." Muhammed b. İshak söyle demiştir: "Bunların hepsi Bedir Günü,
müşriklerin içinde öldürüldüler."
Ayetteki "Bunlan, dinleri
aldattı" ifadesi ile
ilgili olarak İbn Abbas
şöyle demiştir: "Bu, "Muhammed, bin kişiye karşı savaşmak üzere,
üçyüzonüç kişi ile çıkmış. Bu ancak, onların dinlerine fazlaca güvenmelerinden
dolayıdır" demiştir." Yine bu ifadeden maksadtn, "Bu kimseler
(müslümanlar), Ölümden sonra tekrar diriltilmeyi ve bu Öldürülmeden ötürü
mükâfaata ermeyi umarak, ölümlerine koşuyorlar" manası olduğu da söylenmiştir.
Cenâb-ı Hak daha sonra
"Halbuki kim Allah'a tevekkül ederse, hiç şüphesiz Allah aziz ve
hakimdir" buyurmuştur. Bu, "Kim işini Allah'a havale eder, O'nun
lütfuna güvenir ve ihsanına dayanırsa, şüphe yok ki o kimsenin koruyucusu ve
yardımcısı Allah'dır. Çünkü Allah, azîzdir, O'nu hiç birşey mağlup edemez. O
hakîmdir, düşmanlarına azab verir, dostlarına ise rahmet ve sevab
ulaştırır" demektir.
[143]
"Melekler, o
kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vurarak, "Tadın cehennem azabını" (diye diye)
canlarını alırken görmeliydin! Bunun sebebi, ellerinin önce yaptığı ve bir de Allah'ın,
kullarına hakikaten zulümkâr olmadığıdır" (Enfâl, 50-51).
Bil ki, Allah Teâlâ o
kâfirlerin durumlarını ortaya koyunca, onların ölüm halterini ve o vakitte
onlara ulaşan azabı da açıklayıp bildirmiştir. Ayetle ilgili birkaç mesele
vardır:
[144]
Sadece tbn Âmir,
kelimesinin, lafzan müennes olmasından Ötürü
fiilini, müenneslik ve cemilik
sebebiyle teteveffâ okumuştur. Diğer kıraat imamları ise, melâike lafzının,
lazfına binâen değil de manası sebebiyle, yâ ile okumuşlardır.
[145]
Ayet-i kerimedeki lev
edatının cevabı mahzuf olup, takdiri, "korkunç bir manzara, dehşetli bir durum ve şiddetli
bir azâb görürdün." şeklindedir.
[146]
Cenâb-ı Hakk'ın,
ifadesinin manası, "Şayet görüp müşahede etseydin..." şeklindedir.
Zira lev edatı, tıpkı İn edatının
maziyi muzariye çevirmesi
gibi muzariyi maziye çevirir.
[147]
Ayetteki i&UJi
lafzını, fiil ref etmiştir. YadrİbÛn fiili ise, onlardan haldir. Yeteveffa
fiilinin failinin Lafzatullah'a râci bir zamir olması da mümkündür. Böyle olması halinde,
melâike kelimesi, mübteda olarak merfû. yadribûn fiilinin de onun haberi olması
caizdir.
[148]
Vahidî şöyle demektedir:
"Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun manası, "Onlar, melekler, o kafirlerin
canlarını tastamam alır " şeklindedir. Bu da insanın hakikatinin bu cesedden
başka bir şey olduğuna ve onun sadece rûh olduğuna delâlet eder. Çünkü, Cenâb-ı
Hakk'ın, "O kâfirlerin canlarını alırken..." ifâdesi, Cenab-ı
Hakk'ın, kafirin zâtını, canını tastamamen aldığına delâlet eder. Bu da, bu
bedenden tastamam alınan şeyin, kâfirin zâtı, canı olduğuna delâlet eder. Bu,
insanın bu cesedden başka bir şey olduğu hususunda apaçık bir şeydir.
Cenâb-ı Hak,
"Yüzlerine ve arkalanna vurarak" buyurmuştur. İbn Abbas
şöyle demektedir: Müşrikler yüzleriyle müslümanlara yöneldiğinde, şüphesiz ki o
müslümanların yüzlerine kılıçla vuruyorlardı. Müslümanlar sırtlarını
döndüklerinde ise, onların enselerine vuruyorlardı. Binâenaleyh şüphesiz ki
Cenâb-ı Hakk'ın onlara, ruhlarının alınması zamanında, aynıyla mukabelede
bulunması gerekmiştir. Ben diyorum ki, burada bundan daha latif olan bir başka
mana daha vardır: Kâfirin ruhu bedeninden çıktığında bu ruh, dünya aleminden
yüz çevirip ahiret âlemine yönelir. Halbuki bu kimse kâfir olduğu için,
ahiret aleminde birtakım zulumâtlarla, karanlıklarla karşılaşır. Yine bu kimse,
maddeyi çok aşırı bir biçimde sevmekteydi. Onun, o maddelerden ayrılması ve
onlardan uzaklaşmasından dolayı, o sadece bazı tahassürler, nedametler ve
elemler elde eder. Onun dünya alemini terketmesi sebebiyle, bu elem ve
tahassürden sonra da, yine elemlere ve tahassürlere garkolur. Yine o kimse, nur
ve marifet bulunmaksızın ahirete yönelmesi sebebiyle de, birtakım zulmetlerden,
başka zulmetlere geçer. İşte, Cenâb-ı Haktfın, ''Yüzlerine ve arkalarına
vurarak..." buyruğundan maksad bu iki cihettir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Tadın cehennem azabını" buyurmuştur. Burada da, muzmer, gizli
bir ifade bulunup, bunun takdiri ve
"Tadın cehennem azabını "dedik " şeklindedir. Kuran-ı Kerim'de
bunun benzeri olan ifadeler pek çoktur. Mesela Cenâb-ı Hak, "Hani İbrahim
o Beyt'in temellerini İsmail ile birlikte yükseltiyordu. Ey Rabmimiz bizden
kabul buyur" (Bakara, 127) buyurmuştur. Bu arada yekûlâni, yani
"Onlar dediler ki" kelimesi muzmerdir. Yine, "Günahkârların,
Rableri huzurunda: uEy Rabbimiz gördük, işittik. Şimdi bizi geri çevir de güzel
amelde bulunalım (dedikleri) zaman sen görsen" (s 12)ayeti de böyledir.
Burada Rabbenâdan önce, muzmer olarak bir kâlû (dediler) muzmerdır. İbn Abbas
şöyle demektedir: "Meleklerin onlara, "tadın cehennem azabını"
demeleri yerinde olmuştur. Zira meleklerin beraberinde demir tokmaklar,
kamçılar da bulunuyordu. Onlar, o kafirlere o tokmaklarla vurduğu zaman,
vücutlarından ve uzuvlarından alev alev ateşler çıkıyordu. İşte Cenâb-ı Hakk'ın
"Tadın cehennem azabım" ifadesi bu manadadır."
Vahidî şöyle
demektedir: "Sahih olan, meleklerin bu sözü onlara ahirette söyleyecek
olmalarıdır." Ben de derim ki: "Maddi olan azab, hak ve gerçektir.
Manevi, ruhanî olan azab da, hak ve gerçektir. Zira akıl buna delâlet
etmektedir. Bu böyledir, zira biz, cahil kimsenin dünyadan ayrıldığı zaman,
sevdiği dünyasından ayrılması sebebiyle, kendisinde çok büyük bir hüznün
meydana geldiğini ve korku ve hüzünler aleminde de, üzerine tabaka tabaka
zulmetlerin yığılması sebebiyle de, çok şiddetli bir korkunun meydana geldiğini
beyan etmiştik. Halbuki, korku ve hüznün her ikisi de, manevi bir yanmayı,
ateşi gerektirirler.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Bunun sebebi, ellerinizin önce yapıtığıdır" buyurmuştur. Bu
sözün meleklerin o kâfirlere söylemiş olduğu söz olduğu da söylenmiştir. Bu
ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[149]
Vahidî şöyle
demektedir: "Bu ifadenin başındaki zâlike lafzını mübteda;
"Ellerinizin önce yaptığıdır" sözünün de bunun haberi olduğunun söylenmesi mümkün
olduğu gibi; zâlike ifadesinin mahallen mansub olması; takdirinin de "Biz
bunu, ellerinizin önce yaptığı şeyler sebebiyle" şeklinde olması da
caizdir.
[150]
Cenâb-ı Hakk'ın zâlike ifadesiyle
hazâ ifadesi kasdedilmiştir. Yani, "Cehennem azabı
olan bu (harf) azab,
ellerinizin önceden
yapmış olduğu şey
sebebiyle olmuştur" demektir.. Biz bu hususu, Cenâb-ı Hakk'ın
{BaHvtı j.Z) ifadesinde ele
alıp açıklamıştık ki
bu ifadenin manasının
"Bu kitap..." şeklînde olduğunu ve bu mananın caiz olduğunu da
beyan etmiştik.
[151]
Cenâb-ı Hakk'ın,
buyruğunun zahiri, bu fiilin failinin, "el" yani yed olmasını
gerektirir.. Halbuki bunun böyle olması birkaç yönden imkânsızdır:
a) Bu azâb onlara ancak, küfürleri sebebiyle
dokunmuştur.. Halbuki küfrün mahalli, el değil kalbtir.
b) El, bilgi ve ilmin mahalli değildir. Bu
sebeple, mükellefiyet ete müteveccih olmaz. Binâenaleyh, azabın ele
ulaştırılması mümkün değildir. İşte bu sebeple de, buradaki eydîküm kelimesini
kudret manasına hamletmek gerekir. Bu iki mecazî ifadenin sebebi şudur: (el), iş yapmanın aleti ve vastasıdır. O
işte müessir olan ise kudrettir, güçtür. Şu halde, "el"i,
kişinin kudretinden kinaye kılmak güzel ve yerinde olmuştur.
Bil ki, gerçek şudur:
İnsan, tek bir cevherdir. O faaldir, idrâk edicidir, mü'mindir, kâfirdir, itaat
eden ve isyan edendir. Bu uzuvlar ise, onun bu fiilinde alet ve
vasıtalarıdırlar. Binâenaleyh, görünüşte fiil âlete, vasıtaya nisbet
edilmiştir, ama gerçekte o fiil, insanın zâtının cevherine nisbet edilmiştir.
[152]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"ellerinizin önce yaptığı..." tabiri, bu cezanın,
sözkonusu insandan sadır olan fiilden meydana
gelmiş bir şey
olmasını gerektirir. Nitekim sen, ikâbın ancak, insanın kesbetmiş, işlemiş
olduğu bâtıl itikâdlardan ve onun müktesebi olmuş yerleşik melekeleri sebebiyle
meydana geldiğini biliyorsun. Böylece bu ifade, akla da uygun olmuş olur.
Daha sonra
gelen"Bir de Allah, kullarına hakikaten zulümkâr değildir " buyruğu ile ilgili birkaç mesele
vardır:
[153]
Bu cümlenin başındaki
enne'nin i'rabtaki yeri hususunda, şu iki açıktana yapılmıştır:
a) Şu
kelime, başındaki harf-i cerrin hazf edilmesiyle, mahallen mansûbtur. Yani, ..M
ü demektir.
b) Sen, Hak Teâlâ'ntn zâlike kelimesini (mübtedâ
olarak) mahallen merfû addedersen, o zaman, ennellâhe kelimesini de, ref
mahalinde addetmiş, kılmış olursun.. Böylece kelamın takdiri, şeklinde olur. Kisâİ, bu kelamın başındaki
elifin kesreli olması halinde de, mananın doğru olacağını söylemiştir. Böyle
olması durumunda da bu ifâde, kendisinden öncesiyle münasebeti olmayan, yeni
bir cümle olmuş olur.
[154]
Mutezile şöyle
demiştir: "Şayet Allah, kâfirde küfrü yaratıp, sonra da ona bu yüzden azâb
etmiş olsaydı, o zaman
Allah, zalim olmuş
olurdu. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, "Bunun
sebebi, ellerinizin önce yaptığıdır, bir de Allah'ın, kullarına hakikaten
zulümkâr olmadığıdır" buyruğu, O'nun böylesi bir azâblandırma ile zâlim
olmadığına delâlet eder. Zira kul, kendisine bu azabı gerektiren şeyi, fiili
önceden yapmıştır. Bu da, o kimseden bu azabı gerektirecek şeyin daha önce
sadır olmaması halinde, Allah Teâlâ'nın böylesi bir azab verdiğinde zâlim
olacağına delâlet eder. Binâenaleyh, şayet küfrün ve günahın mucidi, faili kul
değil, Allah olmuş olsaydı, o zaman Allah'ın zâlim olması gerekirdi. Hem bu ifade, Allah'ın zulme de kadir olduğuna
delâlet eder. Zira, Allah zulme kadir olmamış olsaydı, zulmü, kendisinden
nefyederek övünmesinde bir mana bulunmazdı.
Bil ki bu meselenin
izahı, Âl-i İmrân sûresinde ayrıntılı olarak geçmişti 183). Dolayısıyla bu
meseleyi burada tekrar ete almanın bir manası yoktur. Allah en iyi bilendir.
[155]
"Bunların gidişi
Firavun hanedanıyla onlardan evvelkilerin gidişi gibidir. Onlar,
Allah'ın ayetlerini inkâr etmişlerdi de, o da kendilerini, günahları yüzünden
yakalamıştı. Çünkü Allah, en büyük kuvvetin sahibidir, cezası pek çetin olandır.
Bunun sebebi şudur: Bir kavim, nefislerinde olan iyi hali değiştirmedikçe,
Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirmez ve şüphesiz ki O, herşeyi
hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir. Evet bunların hali, Firavun hanedanıyla
onlardan evvelkilerin gidişi gibidir.
Onlar, Rablerinİn ayetlerini yalan saymışlardı da, biz de günahları
yüzünden, kendilerini helak etmiş; Firavun'un hanedanını suda boğmuştuk.
Bunların hepsi zâlim idiler" (Enfal. 52-54).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[156]
Allah Teâlâ, daha önce
de açıkladığımız gibi, Bedlr'de kâfirlerin
ahirette başına gerek bu dünyada
gerekse indirdiği ve indireceği azabları, cezaları beyan edince, bunun peşinden
bunun, kâfir ve zalim olan herkes hakkında tatbik etmiş olduğu yolu ve
âdeti olduğunu da beyan ederek. "Firavun hanedanının gidişi
gibi" buyurmuştur. Buna göre mana, "Bunların küfürleri konusundaki
âdetleri, tutumları, tıpkı küfürleri hususunda Firavun hanedanının âdeti
gibidir " şeklindedir. Binaenaleyh onlar, boğulmakla cezalandırıldıkları
gibi, bunlar da öldürülmek ve esir alınmakla cezalandırılırlar. Arapça'da, de'b
kelimesinin asıl manası, bir şeyi, işi sürdürmek anlamına
gelir. Nitekim, denilir ki,
yani, "Falanca, o işe devam ediyor, onu sürdürüyor ve o
hususta kendisini yoruyor" demektir. İnsan, âdetlerine devam edip onu
sürdürdüğü için de, bu âdet ve tutuma, de'b adı verilmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Çünkü Allah, en büyük kuvvetin sahibidir, cezası pek çetin olandır "
buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın bundan maksadı, onların başına gelen bu peşin,
dünyevî azabtan başka, tehir edilmiş ve ertelenmiş bir başka azâblarının daha
olduğuna dikkat çekmedir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onlara indirdiği o azabın sebebi yerine geçebilecek bir hususu zikrederek,
"Bunun sebebi şudur: Bir kavim, nefislerinde olan iyi hali
değiştirmedikçe, Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirmez"
buyurmuştur.
Bu tabirle itgili
birkaç mesele vardır:
[157]
Cenâb-ı Hakk'ın lem
yekü kelimesi hakkında, nahivcilerin çoğu şöyle demişlerdir: Bu nün ancak, sırf ğunneye benzemediği
için ve ayrıca İm harflerine benzeyip kelimenin sonunda bulunduğu için; işte buna
benzediğinden ötürü hazfedilmiştir. Bu, tıpkı senin, (çağırmadı, duâ etmedi);(atmadı, fırlatmadı)
ve (izlemedi) demen gibidir. Vahidî ise şöyle demiştir: "Bu izah,
Arapların, (zina etmedi) ve (hainlik etmedi) şeklindeki sözleriyle çelişki
teşkil eder. Ve, Arapların,bu
kelimelerin nûn harfini hazfettiği de duyulmamıştır. "
Vahidinin bu tenkidine,
Ali İbn İsa cevap vererek şöyle demiştir: "Her fiilde, kâne (olmak) manası
bulunduğu için, bu fiil, fiillerin aslı ve temelidir. Meselâ, bizim dövdü şeklindeki sözümüzün manası, (dövmüş idi); düvüyor şeklindeki sözümüzün
manası da, (dövüyordu) şeklindedir. Bu
hüküm, bütün fiiller hakkında caridir. Binâenaleyh, kâne kelimesinin, fiillerin
temeli olduğu sabit olmuş olur. Böylece de, çoğu zaman onları kullanmaya
ihtiyaç duyulmuştur. Bazan da, böylesi bir hazif muhtemel olmuştur. Ama, bizim
şeklindeki sözlerimiz böyle değildir.
Çünkü bu kelimeler her zaman kullanılmaz. Böylece, bu iki şey arasındaki fark ortaya
çıkmış olur. Allah en iyi bilendir.
[158]
Kâdî şöyle demektedir:
"Ayetin manası şudur" Allah Teâlâ onlara akıl, kudret vermek;
engelleri ortadan kaldırarak yollarını kolaylaştırıp âsân etmek suretiyle in'am ve
ihsanda bulunmuştur. Onun böyle
yapmasının maksadı, onların. Allah'a ibadet ve şükürle meşgul olmaları, küfürden
vazgeçmeleridir.. Fakat onlar
bu durumları fısk ve
küfr cihetine sarfedince, Allah'ın onlara olan nimetlerini değiştirmiş
oldular. Böylece de hiç şüphesiz onlar,
nimetin gazab-ı ilahî ile: lütuf ve keremin de, mihnet ve azâb ile değiştirilmesine
müstehak oldular. " Kâdî sözüne devamla şöyle demektedir: "İşte bu
husus, Allah Teâlâ'nın hiç kimseye işin başında azâb ve zarar vermediğine;
O'nun yaptığı şeyin, daha önce işlenmiş birtakım günahlara verdiği bir karşılık
olduğuna delâlet eden en kuvvetli delillerdendir. Binâenaleyh muarızlarımızın
dediği gibi, eğer Cenâb-ı Hak o insanları ve onların bedenlerini ve akıllarını
cehennem için yaratmış olsaydı, bu doğru olmazdı."
Alimlerimiz de, ayetin
zahirinin İmam Kâdî'nin[159]
dediği şeyi hissettirdiğini, ama ayeti bu manaya hamlettiğimiz takdirde,
Allah'ın sıfatının insanın fiiline bağlı olması gerekeceğini söylemişlerdir.
Çünkü eğer Allah'ın hükmü bu değiştirme ve iradeye göre olsaydı, o zaman bu
hüküm ancak insanın o fiili yapması halinde tahakkuk eder; kuldan böyle bir
fiil sâdır olmadığı zaman da, Allah'ın o hükmü ve iradesi tahakkuk etmemiş
olurdu. Bu durumda da insanın fiili, Allah'ın zâtında bir sıfatın meydana
gelmesinde müessir olmuş olurdu ve böylece insan, Allah'ın sıfatım değiştirmiş
ve onda tesirli olmuş olurdu. Halbuki bunun böyle olamayacağı aklın bedaheti
ile sabittir. Şu halde bu ayeti zahiri manasına hamletmenin mümkün olmadığı;
doğrusunun Allah'ın, sıfatının, yaratıkların sıfatlarına galip gelmesi olduğu
anlaşılır. Dolayısıyla (o hususta) Allah'ın hükmü ve kazası olmaz ise, kulun
herhangibir işi yapması veya sözü söylemesi imkânsızdır.
[160]
Allah Teâlâ, ayette
lâfzın iki kere zikretmiştir. Alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır:
1) İkincisi,
adetâ birinciyi tafsil ve izah eder gibidir. Çünkü birincisinde, onların
yakalanmaları; ikincisinde de denizde boğuluşları mevzu
bahs edilmiştir ki
bu, onların yakalanışlarıyla
ilgili bir ayrıntıdır.
2) Birincisi
ile onların başına ölüm anında gelen şeyler, ikincisi İle de, kabirde ve
ahirette onların başlarına gelecek azab kastedilmiştir.
3)
Birincisinde, "Onlar, Allah'ın ayetlerini inkâr etmişlerdi" ifadesi;
ikincisinde de, "Onlar, Rablerinin ayetlerini yalan saymışlardı"
ifadesi, yer almıştır. Binâenaleyh erinci ifade onların ilahî delilleri inkâr
ettiklerine; ikincisi de Hak Subhanehu ve "eâlâ'nın onları büyütüp, onlara
pek çok şekilde in'amda bulunduğuna, ama buna -ağmen, bunca nimetlere ve
nimetlerin peşpeşe gelmesine karşılık, onların Allah'ın fet>iye etmesinin ve
lutfedişinin (rububiyyetinin) delillerini inkâr ettiklerine bir işarettir.
Binaenaleyh birincisinin cezası, onları yakalamak; ikincisinin cezası da,
onları helak edip boğmaktır. İşte bu da, nimetlere karşı nankörlüğün, helak ve
yok oluşta büyük tesiri olduğunu gösterir.
Cenâb-ı Allah daha
sonra bu ayetini "Bunların hepsi
zâlim idiler" diye bitirmiştir. Hak Teâlâ'nın bu sözle maksadı,
onların inkar edip, isyanda bulunmaları ile kendi kendilerine; eziyet edip
dehşete düşürmeleri ile ise, diğer insanlara zulmetmiş olduklarını ve
kendisinin onları ancak zulümleri sebebiyle helak ettiğini itade etmektir. İşte
bu noktada derim kr. "Mtahmrt ZaVımteri hefc e, yeryüzünü onlardan
temizle. Çünkü onların fitneleri çok arttı ve serleri çoğaldı. Onları, senden
başka hiç kimse def edemez. Binâenaleyh ey Kahhâr, ey Cebbar, ey Müntakîm olan
Allah'ım, sen onların hakkından gel!"
[161]
"Yeryüzünde
yürüyen hayvanların Allah katında en kötüsü, şüphesiz ki kâfir olanlardır.
Artık onlar iman etmezler. Onlar, içlerinden kendileriyle muahede ettiğin
kimselerdir ki, her defasında muahedelerinden sonra ahidierini bozarlar.
Onlar, sakınmazlar da" (Enfal55-56).
Bil ki Allah Teâlâ,
bütün kâfirleri "Bunların hepsi zâlim İdi/er"(Enfâi.54)ifadesiyle
vasfedince, onların bir kısmının şer ve inadda daha ileri derecede olduklarını
ayrıca eyan ederek, buyurmuştur. Yani,
"Allah'ın hükmü ve ilminde, yeryüzünde yürüyen hayvanların en kötüsü, kendisinde
şu iki sıfat bulunan kimsedir" demektir:
Birinci sıfat:
Küfründe devam eden, onda ısrarlı olan ve inkârdan kesinlikle vazgeçmeyen
kâfir.
[162]
İkinci sıfat: Devamlı
surette ahdini bozan kimse. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "İçlerinden kendileriyle muahede ettiğin
kimseler..." tabiri, tabirinden bedeldir. Yani, "Kâfirlerden,
kendileriyle ahidleştiğin o kimseler, yeryüzünde yürüyen canlıların en şerlisi, en
kötüsüdürler " demektir. Ayetteki minhüm kelimesindeki min harf-İ cerri,
îeb'îz (kısmîlik) ifade eder. Zira, andlaşma sadece onların ileri gelenleriyle
yapılır. cümlesi hakkında ehl-i maânî şöyle demektedir: Her seferinde ahdi
bozmanın, onların âdet ve alışkanlıkları olduğunu beyân etmek için, Cenâb-ı Hak
muzâri fiili mazî fiile atfetmiştir. İbn Abbas şöyle demektedir: Bunlar,
Kurayzaoğulları'dır. Zira onlar, Allah'ın Resûlüyle olan ahidlerini bozdular ve
Bedir Gününde müşriklere silah vermek suretiyle, Resûlullah'ın aleyhinde
onlarla yardımiaştılar.. Sonra da, "biz yanıldık" dediler. Böylece de
Hz. Peygamber onlarla, yeniden anlaşma yaptı.. Ama, Hendek Günü, bu
andlaşmayı da bozdular.. Cenâb-ı Hakk, "Onlar, sakınmazlar da" buyurmuştur.
Bu, "İnsanlar sözlerine güvensinler ve itimat etsinler diye, akla ve
temkinli olmaya müracaat eden kimselerin adeti, ahdi bozmaktan
sakınmaktır" demektir. Böylece Cenâb-ı Hak, devamlı olan küfrü ite bu
şekilde ahdi bozmayı birarada yapan kimselerin, hayvanların en şerlisi olduğunu
beyan buyurmuştur.
[163]
"Onun için eğer
bunları harbte yakalarsan, onlar ile, arkalarında olan kimseleri de
ürküt. Umulur ki, onlar iyice ibret alırlar. Eğer bir kavmin hainliğinden
endişeye düşersen, evvelâ hak ve adalet üzere keyfiyyeti
kendilerine bildir ve
ahidlerini at. Çünkü Allah hainleri sevmez" (Enfâl. 57-58).
Bil ki, Allahu Teâlâ
pekçok ayette Resulünü bazan yumuşak ve nazik olmaya teşvik etmiştir. Meselâ, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz, seni
âlemlere ancak rahmet için gönderdik... " (Enbiyâ. 107) ayetiyle,
"Artık onları bağışla, Allah 'dan da günahlarının bağışlanmasını iste, iş
hususunda onlarla müşavere et " (Ah imran, 159) ayeti böyledir. Cenâb-ı
Hak, bazan da bu ayette olduğu gibi, O'nu sert ve şiddetli davranmaya teşvik
ediyor. Bu böyledir, zira Allah, her defasında ahidlerini bozanlardan
bahsedince, onlara ne şekilde muamele edilmesi gerektiğini de beyân ederek,
"eğer bunları harbte yakalarsan " buyurmuştur. Leys şöyle demektedir:
"Arapça'da, "onu ete geçirdik, onu yakaladık " manasında olmak
üzere, "Falancayı falanca yerde
yakaladık" denilir. Teşrid kelimesi ise, ızdırap vererek dağıtmak anlamına
gelir. Nitekim, {ürküp kaçmak) ve (ürkütüp kaçırmak) denilmektedir." Buna
göre ayetin manası, "Sen, savaşta ahdi bozan o kâfirleri ele geçirmeye
muvaffak olursan, onlara, onlar vasıtasıyla arkada bulunacak bir iş yap, o
şekilde cezalandır, muamele et!" demektir.
Atâ, bu tabire,
"Onları öldürmede ileri git, böylece başkaları senden korkmuş
olurlar" manasını vermiştir.
Bu ayete,
"onlara, ahdi bozan diğer kimseleri de dağıtıp parçalayacak şekilde bir
ceza ver" manası da verilmiştir.
Yani, "Böylece
onların arkalarında olan kimseler bu cezayı hatırlarlar da, bu onları
ahidlerini bozmaktan alıkor, men eder" demektir.
İbn Mes'ûd, bu
ifadeyi, üstteki noktayla ve zâl-i mu'ceme ile şeklinde okumuştur ki, bu da
"dağıt" anlamındadır. Bu ifade sanki, jli fiilinin maklûbu (çevrilmişi)
gibidir.
Ebû Hayve, min
halfihim şeklinde okumuştur. Yani, "onları, peşlerini bırakmayarak
darmadağın et " demektir. Çünkü iki kişiden birisi diğerini yendiği zaman,
yenenler yenilenlerin arkasından giderek onları kovalarlar. Böylece Allah
Teâlâ, Hz. Peygamber'e o vakit onları takip edip kovalamasını da emretmiş olur.
[164]
Cenâb-ı Hakk'ın
buyruğuna gelince, bu, "Ahid yapmış topluluklardan, açık ve zahir olan
emareler sebebiyle, hıyanette bulunacaklarından ve ahidlerini bozacaklarından
endişelenirsen, onların ahidlerini, açık ve doğru bir biçimde, kendilerine at.
Bunu söyle yaparsın: Sen onlara, ahdi bozduğunu, fesh ettiğini açıkla ve
seninle onlar arasındaki anlaşmayı sona erdirdiğini, kesip attığını çok açık ve
net bir biçimde bildir. Onlar, ahdin devam ettiği zannını taşıyorlarken,
onlarla savaşma Konusunda acele etme! Zira bu, senden yana zuhur etmiş olan bir
hainlik olmuş olur. "Çünkü Allah, ahidlerine hıyanet edenleri sevmez"
demektir. Bu ayet hakkında söylenecek son söz şudur: Allah Teâlâ, peygamberine,
ahdi bozan kimselere karşı, kendisinin de, en sert ve acımasız bir biçimde ahdi
bozmasını ve ahde vefa etmeme ve onu bozmayı vehmettirecek her türlü şeyden de,
en titiz bir biçimde uzak kalmasını emretmiştir.
Alimler şöyle
demişlerdir: Ahdi bozmanın emare ve alâmetleri ortaya çıkınca, bu ortaya çıkış
ya ihtimalli olur veya kesin ve kat'î. Eğer birinci ihtimal söz konusu olursa,
ayette bahsedildiği biçimde, ahdin öteki tarafça da bozulduğunun bildirilmesi
gerekir. Bu böyledir, zira Kurayzaoğulları, Hz. Peygamberle ahidleşip, sonra da
O'nun aleyhine Ebu Süfyân ve onunla beraber olan müşriklere yardım etmişlerdir.
İşte bu sebeple Allah'ın Resulü, onların, hem kendisine hem de ashabına
zulmedecekleri endişesine düştü. Dolayısİyle, bu noktada devlet reisinin,
onlara aynı şekilde ahdi bozduğunu haber vermesi ve onlara, kendileriyle
savaşacağını duyurması gerekir.. Ama ahdi bozma kesin ve kafi bir biçimde
ortaya çıkınca, burada ahdin bozulmuş olduğu keyfiyetinin bildirilmesine gerek
yoktur. Bu tıpkı Resûlullah (s.a.s)'ın Mekkelilere olan muamelesi gibidir;
zira, o müşrikler, Hz. Peygamberin sorumluluğunda olan Huzaaoğullan'nı öldürmek
suretiyle ahidlerini bozunca, Allah'ın Resulünün ordusu, o Mekkelilere,
Mekke'ye dört fersah uzaklıkta olan Merru'z-Zahran denilen yerde ulaştı,
yetişti. Allah doğruyu en iyi bilendir. Dönüş ve varış O'nadır.
[165]
"O küfredenler
(yakalarını kurtarıp) geçtiklerini ve (sizi) âciz bırakacaklarını asla zannetmesinler" (Enfâl, 59).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[166]
Bil ki Allah Teâlâ,
peygamberine, harbte ele geçirdiği kimseler hakkında ne yapması gerektiğini açıklayıp,
ahdi
bozanlara nasıl
davranması gerektiğini bildirince, kalbinde bir hasret kalmasın diye, Bedir
Günü ve diğer savaşlarda ele geçiremediği kimselerin durumunu da
beyan etmiştir. Çünkü onlar arasında, Hz. Peygamber'e çok eziyet etmiş olanlar
vardı. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak,..."O küfredenler (yakalarını kurtarıp)
geçtiklerini., asla zannetmesinler"buyurmuştur.
Bunun manası şudur:
"Onlar, seni geçince senin elinden kurtulmuş olurlar, böylece sen onlara
müstahak oldukları cezayı veremezsin." Sonra bununla ilgili olarak iki
görüş vardır:
1) Bundan
murad, "Onların senin elinden kurtulduklarını sanma. Çünkü Allah seni,
onların kervanını ele geçirmeye muvaffak kılacaktır" manasıdır.
2) Bu,
"Sen, onların esirlikten ve ölümden kurtulduklarını, Allah'ın ikâbından ve
ahiret azabından uzak kalacaklarını sanma. Zira onlar, âciz bırakamazlar. Yani,
onlar bu kaçışla Allah'ı, kendilerinden intikam almaktan âciz
bırakamazlar" demektir. Bu ifadenin maksadı, Hz. Peygamber (s.a.s)'i,
kendilerini yenemediği ve intikam alamadığı kimseler hakkında teselli etmektir.
[167]
İbn Âmir ve Âsim'in
râvisi Hafs, fiili ya'lı olarak,.. (o kâfirler zannetmesinler) şeklinde
okumuşlardır. Bu okuyuşun doğru
olduğunu göstermek için şu üç izah yapılmıştır:
a) Zeccâc,
bunun takdirinin, "Kâfirler, bizi geçip (elimizden kurtulacaklarını) sanmasınlar"
şeklinde olduğunu söylemiştir. Zira bu ayet İbn Mes'ûd (r.a)'un kıraatında,
şeklindedir. Durum böyle olunca, bu ifade senin, (kalkacağımı sandım) sözlerin gibi olur.
Kur'an'da en edatının hazfedilmesi çokça görülen bir husustur. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "De Mi: "Siz, bana Allah'dan başkasına mı tapmamı
emrediyorsunuz?" (Zümer, 64) buyurmuştur. Burada e'budu kelimesi, en
e'bude "tapmamı" takdirindedir.
b) Ayette, fiiline bir fail takdir edip, ifadesini birinci mef'ul
saymamızdır. Buna göre kelamın takdiri, "Hiç kimse, o küfredenlerin
kurtulmuş olacağını sanmasın" şeklindedir.
c) Ebu Ali şöyle demiştir: "Yine birinci
mef'ûlü de takdir etmemiz (mahzûf saymamız) caizdir. Buna göre ayetin takdiri,
"O küfredenler, kendilerinin (elinizden kurtulup) geçeceklerini
sanmasınlar" şeklindedir.
Kıraat imamlarının
ekserisi bu fiili, muhatab Hz. Peygamber (s.a.s) olmak üzere, te'li olarak
"Sen zannetme" şeklinde okumuşlardır. Buna göre ayetteki,
"Oküfredenleri"ifadesi birinci mef'ul \y£** ifadesi ise ikinci mef'ul
olup, mahallen mansubtur. Kelamın takdiri ise "O küfredenlerin, öne
geçeceklerini (elden kaçacaklarını) sakın sanma" şeklindedir.
[168]
Kıraat imamlarının
ekserisi, ayetteki ifadesindeki inne edatını kesreli olarak,
innehum şeklinde okumuşlardır ki en vazıh durum budur. Çünkü bu durumda bu ifade, kötülükleri yapanlar, bizden (kaçıp)
savuşacaklarını mı sandılar" (Ankebut. 4) ayetinde olduğu gibi, kendinden
önceki ifade ile ilgisi olmayan bir başlangıç cümlesidir. Çünkü bu (Ankebut, ) ayetinde,
ifade tamamlandıktan sonra Cenâb-t Hak, "Ne fena hükmediyorlar"
buyurmuştur. İşte nasıl, "Ne fena hükmediyorlar" (Ankebut. 4)
ifadesi, kendinden önceki cümleden ayrı, yeni bir cümle ise, (tefsir
ettiğimiz) ayetteki, "Onlar âciz bırakamazlar" ifadesi de böyledir.
İbn Âmir, bunu elifin
fethası ile ennehüm şeklinde okumuş ve onu birinci cümle üe ilgili (onun
devamı) kılmıştır. Bu durumda da iki izah şekli vardır:
a) Bunun
takdiri, "Sen onların (elimizden kurtulup) geçtiklerini sanma, elimizden
«açamazlar. İşte onlar küfürlerinin cezasını göreceklerdir" şeklindedir.
b) Ebu Ubeyd
şöyle demiştir: ifadesindeki iâ, zaid sayılır. Buna göre kelâmın •.akdiri,
öjj»ow fö '^SdH "Onların, (bizi) aciz bırakacaklarını sanma"
şeklindedir.
[169]
"Siz de onlara
karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki
bununla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınız olanları ve bunlardan
başka, sizin bilmeyip de Allah'ın bildiği diğer düşmanlarınızı korkutasmız.
Allah yolunda ne harcarsanız, size eksiksiz ödenir ve siz asla haksızlığa
uğratılmazsınız" (Enfâl, 60).
Bil ki Allah Teâlâ,
Peygamberine, kendisinden ahdi bozmak gibi bir davranış sâdır olan kimseyi
korkutup darmadağınık etmesini ve ahdi bozacağından endişe ettiği kimse ile
olan ahdini atmasını, kendisinin de o ahdi bozmasını emredince; bu ayette de,
O'na, bu kâfirlere karşı hazırlık yapmasını emretmiştir. Şöyle denilmiştir:
Bedir Hâdisesinde, hazırlıksız ve teçhizatsız olarak kâfirlerin üstüne gitme
durumu olunca, Allah Teâlâ onlara, bir daha böyle yapmamalarını ve kâfirlere
karşı mümkün olduğunca âlet, hazırlık ve kuvvet hazırlamalarını emretmiştir.
[170]
Burada "kuvveften
maksad, kuvvetin meydana gelmesine sebep olacak her şeydir. Alimler bu hususta
birkaç izah zikretmişlerdir:
1) Kuvvetten maksad hertürlü silahtır.
2) Rivayet
edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) minberde bu ayeti okudu ve "Dikkat
edin, burada kuvvet, "atış" manasınadır "[171] 'dedi. Hz.
Peygamber {s.a.s)
bunu, üç kere tekrar etti.
3) Bazıları, buradaki "kuvvef'in,
"kaleler" manasına geldiğini söylemiştir.
4) Me'ânî
âlimleri, "Evla olan, bu kelimeyi düşmana karşı harbetme hususunda, kuvvet
elde edilecek herbirşeyi içine alan umumi bir manada anlamaktır. Binâenaleyh
savaş ve cihadın âleti olan herşey, ayette bahsedilen "kuvvef'tendir.
Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, "Kuvvet, "atış" manasınadır" şeklindeki sözü,
atmanın dışında kalan şeylerin nazar-ı dikkate alınmasına mani değildir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Hacc, Arafatfta vakfejdir. pişmanlık da
tevbedir"[172]hadisi,
bunların dışındakilerin nazar-ı dikkate alınmasına manî değildir. Aksine bu,
burada zikredilen şeylerin, yapılması gerekenlerin kıymetti bir parçası
olduğunu gösterir" demişlerdir. İşte bu ayet, cihada ok, silah temin ederek
ve binicilikle atıcılığın öğretilmesi suretiyle savaşa hazırlanmanın farz
olduğuna delâlet eder. Fakat bu farz-ı kifâyelerdendir.
[173]
sözündeki
"ribât", cephe karargâhında bulunan askerler ve hayvanlar demektir
veya rabıt kelimesinin çoğuludur. Bu tıpkı, fısal kelimesinin, fasıl (sütten
kesilmiş yavru) lafzının çoğulu olması gibidir. Bağlanıp beslenen atların,
cihad aletlerininin en kuvvetlilerinden olduğunda şüphe yoktur. Rivayet
olunduğuna göre bir adam, İbn Sîrin'e, "Falanca, malının üçte birini
kalelerin (yapılmasında) kullanılması için vasiyet etti" dedi. İbn Sîrin:
"O parayla atlar satın alınır ve Allah yolunda bağlanıp beslenir, onlar
üzerine binilip gaza edilir" dedi. Bunun üzerine o adam, "Fakat o,
bunu kaleler için vasiyet etmiş" dedi. İbn Şîrîn de, "Kaleler, atlar
demektir. Şairin şu şiirini hiç duymadın mı: "Andolsun ki ben, ölümden uzak durmam üzerine, (gerçek) kalelerin, kentlerin özlü çamurla
yapılmış binaları değil anıtlar olduğunu anladım" demiştir.
İkrime şöyle der:
"Bu, dişi atların Dağlanıp beslenmesidir." Bu, aynı zamanda Ferrâ'nın
da görüşüdür. Bunun izahı şöyle yapılabilir: "Araplar, atlar tarlalarda
Dağlanıp beslendiğinde bunlara rubut derler. Bunun müfredi rabît şeklindedir.
Bunun cem'i nbât, cem-ü'l-cem'i ise rubut gelir. Binâenaleyh buradaki
"ribât", Allah yolunda sağlanıp beslenen atlar demektir. Bunlar
"dişi atlar" diye tefsir edilmiştir. Çünkü cışi atlar, yavrulamak
suretiyle çoğaldıktan için, bunların bağlanıp beslenmesi daha uygundur. Dolayısıyla
bunları bağlayıp beslemek, erkek atları bağlayıp beslemekten saha iyidir. Bunu
Vahidî rivayet etmiştir.
Birisi şöyle
diyebilir: Aksine bu kelimeyi, "erkek atlar" manasında anlamak daha
-•Jnasib olur. Çünkü bu atları bağlayıp beslemenin gayesi, onlar üzerinde
savaşmaktır. Düşmana hücumda, koşmada ve geri çekilmede, erkek atların daha
kuvvetli olduğunda şüphe yoktur. Bu sebeple onlar üzerinde savaşmak daha kolay
:>ur. Binâenaleyh ayetteki bu lafzı, "erkek atlar" manasına vermek
gerekir. İkisi arasında bir çelişki söz konusu olunca, lafzı aslî manasına
hamletmek gerekir. Bu sa. kelimenin ister erkek, ister dişi olsun bağlanıp
beslenen at manasına olmasıdır.
[174]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu şeyleri hazırlamaya sebep olan şeyi de zikrederek, bununla Allah'ın
düşmanı ve sizin düşmanınız atanları korkutasmız"
buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü kâfirler müslümanların savaşa
-azırlandıklarını, savaşa hazır beklediklerini ve bütün silah ve aletleri
tamamlamış ocuklarını bildikleri zaman, onlardan korkup çekinirler. Bu korku şu
gibi pek çok şeyi sağlar:
a) Kâfirler, İslam diyarına saldırmaya
niyetlenemezler.
b) Onların
korkuları şiddetli olunca, çoğu kez, kendiliklerinden cizye vermeyi kabul
ederler.
c) Çoğu kez
bu, onların iman etmelerine sebep olur...
d) Ontar, diğer kâfirlere yardım edemezler...
e)
Bu, İslâm yurdunda ihtişam ve zînetin
artmasına sebep olur.
[175]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Ve bunlardan başka, sizin bilmeyip de Allah'ın bildiği diğer
(düşmanlarınızı)..." buyurmuştur. Bu ifadeyle şu kastedilmiştir: Cihâd,
atet ve teçhizatını çoğaltmak, düşman olduklarını bildiğiniz düşmanları
korkuttuğu, düşman olduklarını bilemediğiniz düşmanları da korkutur. Sonra bu ifadeyle ilgili olarak şu izahlar da
yapılmıştır:
1) En doğru olan bu görüşe göre, bunlar yani
düşman olduklarını bilmediğiniz bu kimseler, münafıklardır. Buna göre mana,
"Savaş alet ve teçhizatlarını çoğaltmak, kâfirlerin korkmalarını sağladığı
gibi, münafıkların da korkarak dehşete kapılmalarını gerektirir.." şeklinde
olur.
Şayet,
"Münafıklar, savaştan korkmazlar. O halde daha nasıl, sizin ileri sürmüş
olduğunuz şey, onların korkmasını gerektirir?" denilirse, biz deriz ki:
Bu korkutma işi, şu
iki yöndendir:
a) O
münafıklar, müslümanların
kuvvetini, alet ve teçhizatının
çokluğunu müşahede ettiklerinde, müslümanların mağlup
olacakları yolundaki ümit
ve beklentileri sona erer. Bu da, o münafıkları, kalben kâfir olmayı
terketmeye ve samimi birer müslüman olmaya sevkeder.
b)
Müslümanlar arasına fesat ve tefrika sokma hususunda yollar ve çareler aramak,
onlar arasında çeşitli musibet ve belâların meydana gelmesini bekleyip durmak,
münafıkların âdetidir.. Binâenaleyh, münafıklar müslümanların son derece
kuvvetlendiklerini görünce, onlardan korkarlar da, bu kötü fiillerini
terkederler.
2) İbn Cüreycin Süleyman İbn Musa'dan rivayet
ettiği şu husustur: "Bu
(düşmanlıklarını
bilemediğiniz) kimselerle, kâfir cinler kastedilmiştir. Rivayet edildiğine göre, Hz.
Peygamber (s.a.s) ayetini okumuş ve ve bunların cinler olduğunu söylemiş, daha
sonra da, "Şeytan (dn), İçinde soylu bir at bulunan bir evde, hiçbir
kimseyi çarpamaz" buyurmuştur. Hasan el-Basrî de: "Atın kişnemesi,
cinleri korkutur" demiştir. Bu görüş, müşkillik arzetmektedir. Zira, cihat
alet ve teçhizatını çoğaltmanın, cinlerin korkutulmasında müessir olacağı
düşünülemez...
3)
Müslümana, kâfir düşman olduğu gibi; aynı şekilde müslümana, bazan rnüslüman da
düşman olur. Binâenaleyh, müslüman kimsenin durumu kuvvetli olur, silâhı da çok
olursa, böylesi müslümandan kâfir olan düşmanlar korktuğu gibi, ister kâfir
ister müslüman otsun, ona düşmanlıkta bulunan herkes korkar.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Allah yolunda ne harcarsanız..." buyurmuştur. Bu tabir hem
cihadı, hem de diğer haytr yerlerine şamil olan genel bir kavramdır. buyruğu
hakkında İbn Abbas: "O İnfâkınızın ücreti size tastamam ödenir... Yani,
Allah o intakınızın ücretini, ahirette boşa çıkarmayacağı gibi, dünyada da
hemencecik bedelini verir" "Sizlerin alacağı mükafaat
noksanlaştırılmak suretiyle, zulme ve haksızlığa da uğratılmazsınız..."
manasını vermiştir. İbn Abbas, bu tefsiri yapınca, bu manayı te'kid eden,
"Bu iki bağ mahsulünü vermiş, bundan bir şeyi eksik
bırakmamıştı"(Kehf,33)ayetini okumuştu.
[176]
"Eğer (düşmanlar)
banşa meylederlerse, sen de ona yanaş ve Allah'a güvenip dayan. Çünkü O, her
şeyi hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir" (Enfâl, 61).
Bil ki Allah Teâlâ,
düşmanı korkutacak kuvvet ve üstünlüğü beyan edip açıklayınca, bundan sonra da,
onların korkarak barışa yanaştıklarında, sulha meylettiklerinde, bu durumdaki
hükmün, bu sulhu kabul etmek olduğunu beyân buyurmuştur. Nadr şöyle demektedir:
"Arapça'da, birisi birisine uyup onun sözünü dinlediğinde, denilmektedir.
" Buna göre ayetin manası, "Eğer onlar sulha meylederlerse, sen de sulha
yanaş..." şeklindedir. Ayette, selm ifadesine raci olacak zamir,
kendisiyle (müennes olan) fa'le (yapmak, fiil) ve cünha (meyletmek, yanaşmak)
kelimeleri kastedildiğinden, müennes getirilmiştir. Bu tıpkı, "Şüphesiz ki
Rabbin, bunun ardından elbette bağışlayıcıdır, hakkıyla esirgeyicidir"
(A-râf. 153) ayeti gibidir. Cenab-ı Hak ifadesindeki zamir İle, "Onların,
bunu yapmalarından sonra..." manasını kastetmiştir. "
Keşşaf sahibi ise,
Ayetteki selm kelimesinin zıddı olan harb kelmesinin müennes olmasından dolayı,
müennes kabul edildiğini; nitekim şair: (Sen, barış halinden istediğini
alırsın...) beytinde minhftdaki müennes zamiri selm hakkında kullanmıştır.
Âsım'ın ravisi Ebu
Bekr, bu kelimeyi sin'in kesresiyle silm; diğer kıraat imamları da sin'in
fethasıyla selm okumuşlardır ki bu iki kullanılış da aynı manayadır.
Katâde bu ayetin
Cenâb-ı Hakk'ın, "artık o müşrikleri, onları nerede bulursanız,
öldürün"(jevbe.5)ve ''Allah'a .inanmayan ...kimselerle muharebe
ec#n"(T«vt», 29) ayetleriyle neshedildiğini söylemişlerdir.
Bazıları da bu ayetin
mensuh olmadığını; ancak ne var ki bu ayetin, kendisinde bir maslahat ve fayda
bulunduğu zaman, sulhu emretmeyi ihtiva ettiğini söylemişlerdir. Binâenaleyh,
imam (komutan) onlarla barış yapmanın faydalı olduğunu gördüğünde, yine de
onlarla bir veya daha fazla yıl sürecek bir barış anlaşması yapması caiz
değildir. (Kısa süreli anlaşmalar yapar.) Güç ve kuvvet müşriklerden yana ise,
halifenin, müslümanların yararına olmak üzere, onlarla on yıl sürecek bir barış
anlaşması yapması caizdir. Ama, Hz. Peygamber'e ittiba ve iktida için, daha
fazla süre için barış anlaşması caiz değildir. Zira Hz. Peygamber, Mekkelilerle
on yıllığına barış yapmıştı. Daha sonra o Mekkeliler, bu müddet bitmeden önce
ahidlerini bozmuşlardı.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"ve Allah'a güvenip dayan..." buyruğuna gelince bu, "Sana, barışta
bir yardım olsun ve o müşrikler ahidlerini bozup da vefasızlık yaptıklarında
sana yardım etsin diye, o müşriklerle yaptığın anlaşmalar hususunda işi Allah'a
havale et " demektir. İşte bundan
dolayı Cenâb-ı Hak, bu emri ile ahdi
bozmanın yasaklığına dikkat
çekmek için, "Çünkü
herseyi hakkıyla işiten, kemâliyle bilen O'dur" buyurmuştur. Zira Allah,
kullarının saklayıp gizlediğini bilir, söyledikleri herşeyi işitir.
Mücâhid, bu ayetin
Kurayza ve Nadir (yahudileri) hakkında nazil olduğunu söylemiştir ki, ayetin
onlar hakkında olması, zahirinin umumi manası üzere bırakılmasına (alınmasına)
mani değildir. Allah en iyi bilendir.
[177]
"Eğer sana
hilekârlık yapmayı isterlerse, muhakkak ki sana Allah yeter. O, seni yardımı
ile ve mü'minlerİe destekleyendir. O, onların gönüllerini sevgi ile birleştirmiştir.
Sen, yeryüzündeki herşeyi toptan harcasan bile, yine de ınn gönüllerini
(böyle) birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı.
Çünkü O, azizdir, hakimdir" (Enfâl. 62-63).
Bil ki Allah Teâlâ
Önceki ayette sulhu emredince, bu ayette de sulh hükümlerinden nni zikretmiştir. O da şudur: Onlar
hilekârlık niyetiyle sutha yanaşırlarsa bile, o sulhu kabul etmek gerekir.
Çünkü hükümler zahirî duruma göre verilir. Çünkü sulh, imandan :2na kuvvetli ve
önemli birşey değildir. Biz "iman"a, bâttna değil de zahire göre
"jkmettiğimize göre, bunda bu, haydi haydi olur. İşte bundan dolayı Allah
Teâlâ, My. ^\) buyurmuştur. Bundan maksad, daha önce geçen "Eğer barışa
meylederlerse..." buyruğunda zikredilen kimselerdir.
Buna göre şayet,
"Eğer bir kavmin hainliğinden endişeye düşersen, evvelâ hak -e adalet
üzere keyfiyeti kendilerine bildir ve ahidlerini af"(Enfâi,58),yani,
"o ahdin bozulduğu ortaya çıktığında böyle yap" buyurmamış mıdır? Bu
ise, bu ayette ; «ı edilen hükme terstir?" denilir ise, biz deriz ki:
"HakTeâlâ'nın "Eğer bir kavmin ğinden endişeye düşersen "
buyruğu, bu endişenin, çok güçlü emarelerle kuvvet kazanması halinde
sözkonusudur. Bu ayette bahsedilen hilekârlık ise onların kalblerinde
meydana gelen bir tür nifak ve yalan durumu ile ilgili olup, bu da, onların bir
şerre niyetlendiklerine ve bir fitneyi uyandırmaya kastettiklerine delâlet eden
bazı ipuçları ortaya çıkmadığı durumda sözkonusudur. Aksine onların müşahade
edilen halleri, anlaşmada sebat edeceklerini ve mücadeleyi bırakacaklarını
göstermektedir.
Daha sonra Hak Teâlâ,
bunun peşinden "Muhakkak ki sana Allah yeter" yani, "Allah sana
kâfidir ve O, senin imdadına yetişir" buyurmuştur, ve tabirleri aynı
manaya gelir.
[178]
"O, sen/ yardımı ile destekleyendir"
buyruğu hakkında müfessirler şöyle demişlerdir: "Allah, Bedir Günü nusreti
ile seni güçlendirip sana yardım etti." Ben derim ki: "Bu yardımı
sırf Bedir Günü'ne hasretmek hatadır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in işi,
hayatının başından vefatına kadar, her an ilâhî bir iş ve yüce bir tedbir ile
olmuştur. Bu hususta mahlûkatın kesbinin bir tesiri yoktur.
Cenâb-ı Allah daha
sonra, 'Ve müminlerle
(destekleyendir)" buyurmuştur. İbn Abbas (r.a), bununla
"Ensâr"ın kastedildiğini söylemiştir.
Eğer, "Cenâb-ı
Allah, "O, seni yardımı ile destekleyendir" buyurmuş olduğuna göre,
O'nun yardımının yanında, daha mü'minlere ne ihtiyaç vardır ki, bir de "ve
müminlerle" buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki, "Destekleme
ve kuvvetlendirme, ancak Allah tarafından olur. Fakat bu iki şekilde olur:
a) Malum ve
alışılmış olan zahirî sebepler vasıta kılınmakstzın yapılan.
b) Malum ve
alışılmış sebepler vasıta kılınarak yapılan.
Ayetteki, "yardımı ile" ifadesinden, bunlardan birincisi ve
"mü'minlerle" ifadesinden, ikincisi kastedilmiştir.[179]
Allah Teâlâ daha
sonra, peygamberi mü'minler ile nasıl destekleyip kuvvetlendirdiğini beyan
buyurarak "Sen yeryüzündeki herşeyi toptan harcasan bile, yine de onların
gönüllerini (böyle) birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup
kaynaştırdı" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:
[180]
Hz.Peygamber
(s.a.s), son derece gururlu, kibirli ve geleneklerine şiddetli bir
taassupla bağlı olan bir kavme gönderilmişti. Öyle ki, bir kabileden bir kimse, başka
bir kabileden
birisine bir tokat vursa, o adamın kabilesi kendisine vuranın kabilesiyle savaşır,
böylece de onun intikamını alırlardı.
Daha sonra ise onlar, bu hallerini tamamiyle terkettiler. O derecede ki,
onlardan bir kimse, babasını, oğlunu ve kardeşini dahi öldürebilecek hale
geldi ve, Hz. Peyambere itaat etmede
birleşerek bir araya geldiler, onun yardımcıları ve dostları oldular.
Bu ayette sözkonusu
edilenlerin, Evs ve Hazveç kabileleri olduğu da ileri sürülmüştür. Çünkü bu iki
kabile arasında, şiddetli bir düşmanlık bulunuyordu. Bunlar, devamlı bir savaş
halinde idiler. Ama, daha sonra bu amansız kin ortadan kalktı; böylece
aralarında bir ülfet, bir muhabbet ve bir sevgi meydana geldi.. Binâenaleyh, bu
şiddetli düşmanlığı silip götürmek, onu, kuvvetli bir sevgiye ve katıksız, tam
bir ihlas haline dönüştürmek, ancak Allah'ın kadir olabileceği şeylerdendir.
Böylece bu durum, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetinin doğruluğuna dair apaçık
bir mucize olmuş olur.
[181]
Alimlerimiz, kalbin halleri olan
inançlar, iradeler ve kerametler
gibi fiillerin tamamını Allah'ın yarattığına dair, bu ayetle
istidlal etmişlerdir. Bu böyledir, zira o ülfet, o sevgi ve o kuvvetli
muhabbet, ancak iman etmek ve Allah'ın Resulüne (s.a.s) uymakla tahakkuk etmiştir.
Binâenaleyh şayet iman etme işi Allah'a ait bir fiil değil de, kulun fiili
olsaydı o zaman bu imana dayanan muhabbet ve ülfetin de, Allah'a ait bir fiil
değil de kulun bir fiili olması gerekirdi. Halbuki bu, ayetin açık ve sarîh
beyanının aksine bir durum olur.
Kadî ise şöyle
demiştir: "Şayet, Allah'ın an be an, her zaman tahakkuk eden lütufları
olmasaydı, bu haller meydana gelmezdi. Binâenaleyh, işte o katıksız ihlâs, bu
manada Allah'a izafe edilmiştir. Bunun bir benzeri de, sırf babasının yardımı
ve kendisini terbiye etmesi sebebiyle meydana geldiği için, çocuğunun elde
etmiş olduğu ilim ve edebin, onun babasına mal edilmesidir. İşte burada da böyledir."
Cevap: Sizin, bütün bu
anlattıklarınız, ayetin zahirî martından dönmek vç. soü, mecazî manasına
hamletmektir. Hem, bütün bu lütuflar, mü'minler hakkında tahakkuk ettiği gibi,
kâfirler hakkında da söz konusudur, tahakkuk eder Binâenaleyh şayet burada,
lütufların dışında birşey sözkonusu olmasaydı, bu manaların mü'minlere tahsis
edilmesinin bir manası olmazdı. Hem, akli del*! de bu ayetin zahirim
güçlendirmektedir. Bu böyledir, zira kalbin, nefrete karşılık rağbet ve arzu
ile: ya da rağbete mukabil nefret ile vasfedilmesi mümkündür. Dolayısiyle, bu
iki taraftar birinin diğerine üstün gelebilmesi için mutlaka bir müreccihin
bulunması gerekir.
Eğer müreccih Allah
olursa, zaten elde etmek istediğimiz netice de budur.. Binâenaleyh böylece,
ayetin sarîh ifadesinin, aklî delilin sarahatiyle kuvvetlenmiş olduğu ortaya
çıkar. O halde, Kâdî'nin bu konuda söylemiş olduğu şeylere ihtiyaç yoktur[182]
Bu ayet, Mekkelilerin
İslâm'a girmelerinden ve Allah'ın Resulüne tabi olmalarından önce, devamlı bir düşmanlık
ve şiddetli
muharebeler, savaşlar içinde bulunduğuna delâlet eder. Öyle ki onlar birbirlerini
öldürüyorlar, baskınlar düzenliyorlardı.. Halbuki onlar, Allah'a, O'nun
peygamberine ve âhiret gününe iman edince, bu düşmanlıklar silindi, katılıklar
ve sertlikler son buldu ve aralarında tam bir sevgi, müessir ve güçlü bir
muhabbet meydana geldi.
Bil ki, bu konuda
gerçek şudur: Sevgi, ancak bir hayrın ve bir kemâlin tahakkuk edeceği
düşünüldüğü zaman meydana gelebilir. O halde sevgi, bu hususî düşünceye bağlı
bir durumdur.. Binâenaleyh, her ne zaman böyle bir düşünce mevcut olursa, sevgi
de tahakkuk etmiş, bulunmuş olur. Yine, her ne zaman kötülük ve kızgınlık, buğz
düşünülürse, o zaman da nefret ve kin meydana gelmiş olur.
Sonra, hayırlar ve
mükemmellikler iki kısma ayrılır:
a) Devamlı
olup, değiştirmek, tebdil etmek gibi hususlardan uzak olan hayırlar ve
kemâller... İşte bunlar, ruhanî kemâller ve ilahî saadetlerdir.
b) Değişen,
tebeddül eden kemâller. Bunlar da maddî kemaller ile bedenî mutluluklardır.
Bunlar, tıpkı bir cıvanın bir halden başka bir hale geçmesi gibi, çok çabuk
değişir ve tebeddül ederler. Mesela insan, Zeyd ile arkadaş olması sayesinde,
büyük bir servete sahip olacağını düşünür ve onu sever. Fakat bilahare, bu malı
elde edemiyeceğini anlayınca da, ona buğzeder, muhabbet duymaz. İşte bundan
dolayı, "Aşık ile maşuk arasında, çoğu kez aynı günde defalarca arzu ve
nefret tahakkuk eder. Çünkü maşuk, aşıkı, malı için istemiştir. Halbuki bu iki
husus da, değişmeye ve başka bir hale dönüşmeye müsaittir. Dolayısiyle, bu
İkisi arasında meydana gelen sevgi ve düşmanlık, devamlı olmayıp, aksine çok
çabuk kaybolan ve çok çabuk değişen şeyler olmuşlardır.
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki: Sevgi ve dostluğu gerektiren, eğer dünyevî hayırları, maddî
mutlulukları elde etmek arzusu olursa, muhabbet, kemâli düşünmeye; kemâli düşünme
de, o kemâlin tahakkuk etmesine tâbi olduğu için, bu dostluk ve sevgi hemen
silinip gider ve hemencecik değişir. Binâenaleyh, böyle bir kemâl hemen silinip
gittiği ve değiştiği için, bunun neticeleri de hızlı değişme ve çabucak
kaybolma, başka hale dönüşme olur.
Ama, muhabbeti îcab
ettiren şey, deöişme ve kaybolmadan uzak, ayrıca da devamlı olan mükemmellikler
fikri ve düşüncesi olursa, o sevgi de devamlı ve değişmez olur... Çünkü
devamlılık ve değişmeme hususunda, neticenin (burada sevgi) durumu, illetin
(burada, mükemmellikler düşüncesi) durumuna tâbi o!»jr.. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Dostlar o gün birbirine düşmandır. Takva sahipleri müstesna.."
f. 65) ayetinden
maksad budur.
Bunu iyice kavradığın
zaman, biz diyoruz ki: Araplar, Hz. Peygamber (s.a.s) gelmezden önce, mal.
makam ve övünme peşindeydiler. Onların sevgüen. bu tür (dünyevî, maddî)
sebeplere bağlı idi. İşte bundan dolayı da bu tür sevgi, çabuk silinip
kayboluyor ve onlar, en ufacık bir sebepten dolayı dahi çeşitli harblerin ve
fitnelerin içine düşebiliyorlardı. Fakat, Hz. Peygamber (s,a.s) gelip, onları
Allah'a ibadet etmeye, dünyaya iltifat etmemeye ve âhtrete yönelmeye çağırınca,
onların düşmanlıkları ve sertlikleri silinip gitti ve onlar, birbiriyle ülfet
eden, birbiriyle uyuşan Kardeşler haline geldiler. Hz. Peygamber'in vefatından
sonra, dünyevi hakimiyet onlara açılıp, onlar da dünyayı elde etmeye yönelince,
birbirleriyle savaşıp vuruşmaya taşladılar.
İşte, bu hususta üzerinde durulacak gerçek sebep budur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu ayetini, "Çünkü O, azizdir, hakimdir" diye bitirmiştir..
Yani, "Kalblerde tasarruf edebilen; o kalbleri düşmanlık halinden
dostluğa, nefretten rağbete dönüştüren Kahir ve Kadir; yaptığını son derece
sağlam ve muhkem bir şekilde yapan Hakîm O'dur. Yahut Hakîm'in buradaki manası:
"Kullarının faydasına ve isabetli tutuma göre hükmeden" demektir. Bu
iki farklı tefsir, Cebr ve Kader telakkisindeki farklılıktan ileri gelmektedir.
[183]
"Ey Peygamber,
sana da, mü'minlerden senin izince gidenlere de Allah yeter. Ey
Peygamber, mü'minleri harbe teşvik et. Eğer içinizden sabr ü sebata mâlik
yirmi kişi bulunursa, onlar İkiyüze galib gelirler. Eğer sizden
yüz kişi olursa,
kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar, anlamayan bir güruhturlar" (Enfâl, 64-65)
Bil ki Allah Teâlâ,
düşmanlarının kurdukları hile ve tuzaklarına karşı, peygamberine yardım
edeceğini vaadedince; bu ayette de ona, her şeye karşı mutlak manada yardım ve
muzafferiyet va'adetmiştir. Mananın böyle olması halinde ayetlerde bir tekrar
söz konusu olmaz. Çünkü, önceki ayette mana, "Eğer onlar, sana tuzak
kurmak isterlerse, onların hakkından gelme hususunda Allah sana yeter"
şeklinde iken, bu ayette ise mana, gerek dini gerekse dünyevî olarak, ihtiyaç
duyulan her hususa şamildir, Bu ayet. Bedir Savaşı'ndan az önce Beydâ'da nazil
olmuştur.
Cenâb-ı Hakk'ın Müminlerden senin izince gidenlere
de..."
ifadesiyle, Ensâr
kastedilmiştir. İbn Abbas (r.a)'dan da şu rivayet edilmiştir: "Bu ayet,
Hz. Ömer'in müslüman olması hakkında nazil olmuştur." Saîd ibn Cübeyr ise
şöyle demektedir: "Hz. Peygamber'in davetiyle, otuzüç erkek ve altı kadın
müslüman olmuştu. Bunlardan sonra da, Hz. Ömer müslüman oldu. İşte bunun
üzerine bu ayet nazil oldu." Müfessirler şöyle demişlerdir: Bu görüşe göre
bu ayet, Hz. Peygamber'in emriyle, Medenî olan bir sûre içine yazılmış Mekkî
bir ayettir. Ayetin tefsiriyle alâkalı olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür:
a) Kelamın
takdiri, "Allah, sana ve sana tâbi olan mü'minlere yeter, kâfidir" şeklindedir.
Ferrâ şöyle demiştir'Hasbüke tabirindeki kâf,
cer; men kelimesi
ise nasb mahallindedir. Buna
göre, ayetin takdiri
"Allah sana ve
sana tâbi olanlara yeter" şeklindedir. Nitekim şair
de "Savaş kopup barış
bozulunca, işte o zaman, sana ve Dahhâk'e, keskinleştiriimiş kılıç (yardıma
olarak) yetecektir"
demiştir. Arapların çoğu,
"Sana ve
kardeşine yeter..." demeyip, aksine onlar arasında mutâd olan, şeklinde denilmesidir,"
b)
Takdirin, "Sana, Allah yeter; sana,
mü'min olan etbâın, tabi olanların da yeter" şeklinde olmasıdır. Ferrâ
şöyle demektedir: "Bu, bu hususta yapılan izahların en güzelidir. Yani,
"Birinci görüşün, "Yardımcısı Allah olanın halinin başkalarının
yardımı sebebiyle artması veya eksilmesi imkânsızdır" şeklindeki bir
mana ile de desteklenmesi mümkündür.." Hem, hükmü bunların toplamına
nisbet etmek, bu toplamdan birinin bu işin meydana gelmesinde yeterli
olmayacağı zannını uyandırır. Halbuki Allah, bundan münezzeh ve yücedir."
Buna şu şekilde cevap
verilebilir: Her şey Allah'dandır. Ancak ne var ki, alışılmış sebeplere binâen
meydana gelmeyen yardımlar bulunduğu gibi, alışılmış sebeplere binâen meydana
gelen yardımlar da bulunmaktadır. İşte bu farktan dolayı, Cenâb-ı Hak
mü'minlerin yardımına da itibar etmiştir.
Sonra da Allah Teâlâ, "Her
ne kadar sana, benim ve mü'minlerin yardımı yeterli ise de, senin buna ancak,
mü'minleri savaşmaya teşvik etmen şartıyla güvenmen, itimad etmen gerekir. Zira
ben, o mü'minlerin savaşta nefislerini ve mallarını harcamaları, benzetmeleri
şartıyla sana yeterim" buyurmuştur. İşte bu sebepten dolayı da Cenâb-ı Hak
"Ey Peygamber, Müminleri harbe teşvik et!" buyurmuştur. Tahrid {teşvik
etmek) kelimesi, Arapça'da tıpkı (teşvik etmek) kelimesi gibi olup, manaları
bir şeye teşvik ve terğib etmek demektir. Zeccâc bu kelimenin iştikakı hususunda, uzak
ihtimal olan başka bir izahda bulunarak şöyle demiştir: "Arapça'da tahrid
kelimesi insanın, bir şahsı,yapmaması ve aykın davranması halinde, harid
olacağını bildiği bir şeye teşvik etmek"tir.. Hârid, "neredeyse helak
olacak olan kimse" demektir. Cenab-ı Hak bu sözüyle, Hz. Peygamber'in
teşvik etmesinden sonra mü'min kimselerin savaşmamaları halinde, o mü'minlerin
helak olacaklarına işaret etmek istemiştir." Binaenaleyh Zeccâc'a göre
tahrîd kelimesi, hârid (helak olan) ve harad (halsiz ve perişan olma)
kelimesinden iştikak etmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Eğer içinizden sabr-u sebata
malik yirmi kişi bulunursa, onlar iki yüze galip gelirler'' buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, bu ayet ile (yani bu haber cümlesi ile) bir durumu haber vermek
istemeyip, aksine böyle yapmayı emretmek istemiştir. Cenâb-ı Hak sanki bu ifade
ile. "Sizden yirmi kişi bulunursa, onlar savaşta sabr-u sebat gösterip
gayretli davransınlar. Böylece de ikiyüz kişiyi yensinler " demek
istemiştir. Bu tabir ile haber verme manasının murad edilmediğine şunlar
delildir:
1) Eğer bu
cümle ile, haber verme kasdedilmiş olsaydı, o zaman, "Kâfirlerden iki yüz
kişi asla, yirmi mü'mini yenemez" denilmesi gerekirdi. Bunun olamayacağı
malumdur.
2) Allah
Teâlâ, "Şimdi Allah sizden yükü hafifletti..."{Entu,m)buyurmuştur. Bu
oır neshdir ve nesh, habere değil emre (hükümlere) uygun düşer.
3) Allah
Teâlâ hımHan sonraki avetin sonunda, "Allah, sabr u sebat edenlerle beraberdir"
(Enfai, 66) buyurmuştur. Bu ifade, savaşta sabr-u sebat gösterme hususunda bir
teşviktir. Binaenaleyh, her nekadar bir haber lafzı ile gelmiş ise de, bu ayet
ile bir emir manasının kasdedildiği sabit olmuştur. Bu tıpkı "Anneler
çocuklarını iki tam yıl emzirirler" (Bakara, 233) ve "Boşanmış kadınlar
kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler" (Bakara, 228)
ayetlerinde olduğu gibidir. (Bunlardan maksad "emzirsinler" ve
"beklesinler" diye emretmektir.)
(Tefsir ettiğimiz) bu
ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:
[184]
Ayetteki, "Eğer içinizden
sabr-u sebata mâlik yirmi (kişi) bulunursa..."ifadesi, Allah Teâlâ'nın bu hükmü
ancak, o kimselerin buna sabretmesi ve gücü yetmesi şartı ile vâcib kıldığına
delâlet eder. Bu şart da ancak şu hususlar mevcut olduğunda gerçekleşmiş olur:
a) O kimsenin, güçlü kuvvetli olması.
b) Kalbinin
cesaretli olması, korkak olmaması.
c) Ancak, ya
taktik icabı geri çekilme veya diğer birliğe katılma maksadıyla geri çekilmesi
hariç, savaştan kaçmaması. Çünkü Allah
bu iki tür geri çekilişi, geçen ayetlerinde müstesna tutmuştur. Bu üç şart
tahakkuk ettiğinde, bir mü'minin on kâfire karşı durabilmesi gerekir.
Bil ki bu
mükellefiyet, Cenâb-ı Hakk'ın, önceki "Ey Peygamber! Sana da, mü'minlerden
senin izince gidenlere de Allah yeter" buyruğundan ötürü güzel ve yerindedir.
Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, mü'minlere yetişeceğini ve onlara yardım edeceğini
va'adettiğine göre, bu mükellefiyet kolay gelir. Çünkü Allah'ın kendisine
yardım edeceğine garanti verdiği kimselere, bütün kâinatta yaşayanlar
birleşseler, yine de eziyet edemezler.
[185]
Ayetteki, "Eğer
içinizden sabr-u sebata mâlik yirmi kişi bulunursa, onlar iki yüze galip gelirler.
Eğer sizden yüz
kişi olursa,
kâfirlerden binini yenerler" buyruğunun neticesi, bir mü'minin, on kâfire
karşı durmasının vâcib
olduğunu belirtmeye
varır. O halde bu kısa ifadeyi bırakıp da, ayetteki gibi uzun anlatımı tercih etmenin hikmeti
nedir?
Buna şöyle cevap
verilir: Ayetteki bu ifâde tarzı, vâkâya uygun olarak gelmiştir. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s), çeşitli seriyyeler gönderiyordu ve genel olarak seriyyedeki
kimselerin sayısı yirmiden az, yüzden fazla olmuyordu. İşte bundan dolayı
Cenâb-ı Hak, ayette bu iki sayıyı zikretmiştir.
[186]
Nâfî. İbn Kesir ve İbn
Âmir, bunu tâ ile in tekun, bundan sonraki
fiili de aynı
şekilde ve in
tekün şeklinde okumuşlardır. Ebu
Amr, birincisini yâ ile, ikincisini tâ ile okurken; diğer kıraat imamları her
iki fiili de yâ ile okumuşlardır.
[187]
Allah Teâlâ, bu galip
gelişteki sebebi de, "Çünkü onlar anlamayan bir güruhturlar" diye
beyan etmiştir. Bunu şu
şekillerde izah
ederiz:
Birinci şekil: Allah'a
ve ahiret gününe inanmayan kimselere göre, sonsuz saadet ve sevinç, bu dünya
hayatındakinden ibarettir. Böyle düşünen kimse, hiç şüphesiz dünya hayatı
hususunda son derece cimri olur ve dünya hayatının zeval bulmasını istemez. Ama
bu dünya hayatında bir saadetin olmadığına, gerçek saadetin ve mutluluğun
âhiret yurdunda olacağına inanan kimse, bu dünya hayatına aldırış etmez, ona
iltifat etmez ve ona zerre kadar değer vermez. Böylece de cihada çok sağlam bir
kalb ve kesin bir irade ile yönelmiş olur. Durum her ne zaman böyle olsa, bu
şekildeki bir tek mü'min, önceki inançtaki pek çok kimseye mukavemet edebilir.
İkinci şekil: Kâfirler
sadece kendi kuvvet ve saltanatlarına güvenirler. Müslümanlar ise, yalvarıp
yakararak, Rablerinin yardımını dilerler. Kim böyle olursa, yardım ve
muzafferiyet ona daha layık ve uygundur.
Üçüncü şekil: Bu izahı
ancak riyazât ve mükâşefe ehli (tasavvufcular) anlarlar: Kendisinde ilim ve
maritetullah bulunan kalb sahipleri, mahlukat karşısında çok heybetli
görünürler. İşte bundan ötürü alim bir kimse, güçlü ve kuvetli, ama câhil
insanlardan müteşekkil bir grup yanında bulunduğunda, o güçlü, kuvvetli ve
câhil kimseler, bu alim karşısında korkuya düşer, ona saygı ve ta'zim gösterip,
ona hizmet ederler. Hatta diyoruz ki: Güçlü yırtıcı hayvanlar bile, bir insanı
gördüklerinde ondan korkar ve ondan uzak durur. Bu heybetli oluş, ancak insanda
akıl nurunun bulunması sebebiyledir. Yine hakim bir adamın kalbine
marifetuliahın nuru taht kurduğunda, bunun uzuvları güçlü kuvvetli olur.
Kalbinde marifetuliahın nuru tecelli ettiğinde çoğu kez daha önce yapamamış
olduğu işleri yapabilecek güç ve kuvvete erişir. Bunu iyice anladığın zaman
deriz ki: Mü'min bir insan, cihada yöneldiğinde sanki canını ve malını,
Allah'ın rızasını elde etmek için harcamış gibi olur. Böylece de sanki o,
Allah'ın celâlinin nurunu müşahede eder, bunun peşi sıra kalbi güçlenir, ruhu
kemale erer ve başka insanların yapamayacağı şeyleri yapar. İşte
"mükâşefe" ile ilgili bütün bu haller, mü'min kimsenin, kâfirden daha
kuvvetli olduğuna delalet eder. Eğer bu olmaz ise, bunun sebebi o ilahi
tecellinin insanın kalbinde nadiren ve zaman zaman zuhur etmesinden ötürüdür.
Allah en iyi bilendir.
[188]
"Şimdi Allah
sizden yükü hafifletti. Bildi ki sizde bir bir za'af var. O halde eğer
içinizden sabırlı yüz kişi olursa, iki yüz kâfiri yenerler; eğer, sizden bin
kişi olursa, iki bin kâfire, Allah'ın izniyle galebe çalarlar. Allah sabr-u
sebat edenlerle beraberdir" (Enfât, 66).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[189]
Rivayet olunduğuna
göre Hz. Peygamber (s.a.s), on müslümanı,
yüz kişilik bir
kâfir ordusuna karşı
gönderiyordu. Nitekim
Hz. Hamza (r.a)'y'.
Bedir Savaşı'ndan önce, otuz süvari ile birlikte kâfir bir
topluluğa gönderdi. Onları, Ebu Cehil üçyüz süvari ile karşıladı. Müslümanlar o
kâfirlerle savaşmak istediler ama, Hz. Hamza onlara engel oldu. Yine Hz.
Peygamber (s.a.s), Abdullah b. Üneys (r.a)'i, Halid b. Safvan el-Hüzeli'yi
öldürmeye gönderdi. Halid, bir grup insan içinde bulunuyordu. Bundan dolayı
Abdullah onu tanıyamadı, koşup, Hz. Peygamber (s.a.s)'e geri geldi ve: "Ey
Allah'ın Resulü, onu bana tavsîf et" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.s): "Onu gördüğünde şeytanı hatırlarsın ve tüylerinin ürperdiğini
hissedersin. Onun, benim için bir ordu topladığı haberini aldım. Git ve onu
öldür" buyurdu. Abdullah der ki: "Ben de o tarafa gittim. Ona
yaklaşınca, içimde bir ürperti hissettim. O da benim için, "Bu adam da
kim?" deyince, ben, "Bir Arap... seni ve ordunu duydum sana katılmaya
geldim" dedim. Onun yanında gitmeye başladım. Bir fırsatını bulunca onu
kılıcımla öldürdüm ve oradan hızla uzaklaşıp, Hz. Peygamber (s.a.s)'e gittim ve
onu öldürdüğümü söyledim. Hz. Peygamber (s.a.s) de bana bir âsâ vererek,
"Bunu tut. Çünkü bu, Kıyamet günü benimle senin aranda bir alâmet
olacak" buyurdu.
[190]
Önceki ayetteki
mükellefiyet müslümanlara zor ve ağır gelince, Cenâb-ı Hak, bu ayetle
müslümanların üzerinden o yükü kaldırdı. Atâ'ntn rivayetine göre İbn Abbas
(r.a) şöyle demiştir: "İlk emir inince, muhacirler niyazda bulunarak:
"Ey Rabbimiz, biz açız; düşmanımız ise tok. Biz gurbetteyiz,
düşmanımız ise yurdunda ve ailesi içinde. Biz memleketimizden, mallarımızdan ve
çoluk çocuğumuzdan ayrı düşmüşüz, düşmanımız ise böyle değii" dediler.
Ensar da: "Biz hem düşmanımfzla uğraşıyoruz, hem de din kardeşimiz olan
muhacirlere yardım ediyoruz" dediler. İşte bunun üzerine, hükmü hafifleten
bu ayet indi."
İkrime de şöyle der:
"Müslümanların sayısı az iken, bir müslüman on kâfire veya on müslüman yüz
kâfire karşı sabr-u sebat göstermekle emrolunmuşlardı. Fakat muslümanlarm
sayısı çoğalınca, Cenâb-ı Hak, onlar hakkındaki bu hükmü hafifletti. İşte
bundan ötürü İbn Abbas: "Üç kişiden kaçan mü'min. firar etmiş olmaz. Ama
iki kâfirden kaçan, firar etmiş sayılır" demiştir. Velhasıl âlimlerin
çoğu, "Şimdi Allah sizden yükü hafifletti.." ayetinin, önceki ayeti
neshettiğini söylemişlerdir. Ebû Müslim el-İsfehânî ise, bunu nesih
saymamıştır. Ebu Müslim'in görüşü şu şekilde izah edilir: Allah Teâlâ, bir
önceki ayette, ^Eğer sizden sabr-u sebata mâlik yirmi kişi bulunursa, onlar
ikiyüz kâfire galip gelirler" buyurmuştur. Farzet ki biz bu haber
cümlesini (galip gelsin manasında) bir emir sayıyoruz. Fakat bu emir, o yirmi
kişinin, ikiyüz kâfire karşt koymaya sabredebilmeleri şartına bağlıdır.
"Şimdi Allah sizden yükü hafifletti" ayeti ise, bu şartın bunlarda
mevcud olmadığına delâlet eder. Binâenaleyh bunun neticesi şu olur: Önceki
ayet, o hususî ve belli şart bulunduğunda, o hükmün sabit olacağına delalet
eder. Bu ayet ise, o şartın bu bahsedilen cemaatta bulunmadığına delâlet eder.
İşte bu sebeple de o hüküm, bunlar için söz konusu olmamış olur. Böyle olması
hafinde de asla bir nesh tahakkuk etmiş olmaz. Eğer diğer alimler:
"Ayetteki, "Eğer sizden, sabr-u sebata malik yirmi kişi bulunursa,
onlar ikiyüz kâfire galip gelir" ifadesi, "içinizde, ikiyüz kâfire
karşı koymaya sabreden yirmi kişi bulunsun" manasındadır. Bu manaya göre,
bunda bir neshin olmuş olması gerekir" derlerse, biz deriz ki: Bu ayetten
muradın, "Eğer sizden, ikiyüz kişiye karşı koyacak, sabırlı yirmi kişi
bulunursa, o ikiyüz kişiye karşı cihad etsinler" şeklinde bir mana olduğu
niçin söylenemesin? Netice olarak ayetin lafzı, bir haber cümlesi şeklindedir.
Biz ayetin zahirine muhalefette bulunarak, onun emir manasında olduğunu
söyledik. Ama şart nazar-ı dikkate alındığında, bu ifadeyi zahirine göre
anlarız. Buna göre bu kelamın takdiri, “Eğer" sizden, ikiyüz kişiye
mukavemet edebilecek sabırda yirmi kişi bulunursa, onlar, o ikiyüz kâfire
mukavemet etsinler" şeklindedir. Bunun manasının böyle olması halinde de,
nesh söz konusu olmaz.
Buna karşılık eğer o
âlimler, "Şimdi Allah sizden (yükü) hafifletti" ayeti bu
mükellefiyetin, onlara daha önce yönelmiş olduğu hissini vermektedir"
derlerse, biz deriz ki: "Hafifletme" lafzının, daha önce ağır bir
mükellefiyetin bulunduğuna delâlet ettiğini kabul etmiyoruz. Çünkü Arapların
âdeti, bu gibi ifadeleri de "bir ruhsat" manasına kullanmaktır. Bu
tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, hür bir erkeğe, bir cariyeyi
rvlâhlamâ ruhsatı
verdiği ayetındeki, "Allah sizden hafifletmek îsier..." (Nisa, 26)
ifadesi gibidir. Burada bir nesh söz konusu değildir. Bu, hür kadınlarla
evlenme gücüne sahip olmayan hür erkeklerin, cariyelerle evlenebileceklerini
ifade etmektedir. İşte (tefsir ettiğimiz) bu ayette de böyledir.
Sözün özü şudur: O
yirmi kişi, bu sabr şartı kendilerinde tahakkuk ettiği bir yerde idiler.
Binâenaleyh bu mükellefiyet, onlara vacib olmuştur. Bundan dolayı, Cenâb-ı Hak,
o şartın bunlar hakkında bulunmadığını ve bunların içinde onu yapamayacak zayıf
kimselerin bulunduğunu beyân edince, oniar bu sıkıntıdan kurtuldular. İşte
bundan dolayı haklarında, "Şimdi Allah sizden yükü hafifletti"
denilmesi doğru oldu. Allah Teâlâ'nın bunu, önceki ayetin hemen peşinden
getirmesi de, burada bir nesh olmadığına delâlet eder. Çünkü nesneden ayeti,
mensûh ayetle peşpeşe getirmek caiz değildir.
Şayet o âlimler,
"Nâsih ve mensûh meselesinde nazar-ı dikkate alınan, o ayetlerin okunuş
sıraları (Kur'an'da yer alış sıraları) değil, nazil oluş sıralarıdır. Çünkü
âyet okunuşta bazan önde yer alır, bazan sonda yer alabilir. Baksana, kocası
ölmüş kadının iddeti hakkındaki nâsih ayet, (Kur'an'da) mensûh ayetten önce yer
almıştır" derlerse, biz deriz ki: Nâsih ayetin, mensûh ayetle bir arada
bulunması caiz olmadığına göre, bunun okunurken de (yani Kur'an'daki sırasıyla
da) caiz olmaması gerekir. Meğer ki kesin bir sebep ve delil bulunsun. Siz ise
böyle bir delil getirmiyorsunuz. Sizin, kocası ölmüş kadının iddeti ile ilgili
nâsih ayetin, mensûhtan önce yer aldığından bahseden sözünüze gelince, biz
deriz ki: "Ebu Müslim, Kur'an'da neshin olduğunu hiç kabul etmiyor.
Binâenaleyh bu sözle, onu susturmak nasıl mümkün olur?" İşte Ebu Müslim'in
görüşünün izahı budur.
Ben de derim ki: Eğer
Ebu Müslim'den önce, mutlak manada bu neshin mevcud olduğunda ümmetin bir
icması varsa, bu hususta hiçbir söz söylenemez. Yok eğer böyle bir icmâ
tahakkuk etmemiş ise, Ebu Müslim'in görüşü sahih ve güzeldir.
[191]
Hişam, ayetteki,
"Şimdi Allah sizden yükü hafifletti. Bildi ki hiç şüphesiz sizde bir za 'af
var' ifadesini, Hak Teâlâ'nın cüz'iyyatt (teferruatı) ancak, onlar var olurken
bilebildiğine delil getirerek şöyle demiştir: "Bu ifade,
"Allah, şu anda içinizde zayıfların olduğunu bildi.." demektir.
Bu ise, Allah'ın, onların içlerinde zayıfların bulunduğunu ancak o vakitte
bildiğini gösterir." Kefamcılar, Hişam'ın bu görüşüne şu şekilde cevap
vermişlerdir: "Bu ayet, "Allah Teâlâ, birşey henüz meydana gelmeden,
onu meydana gelmiş ve olmuş olarak değil, meydana gelecek birşey olarak bilir.
Ama o iş meydana gelip olurken de, onun meydana gelmiş olduğunu bilir.
Binâenaleyh ayetteki, "Şimdi Allah sizden yükü hafifletti. Bildi ki hiç
şüphesiz sizde bir zaaf var" buyruğunun manası, "şu anda onun olup
bittiğine dâir ilim tahakkuk etti. Daha önce var olan bilgi ise, o şeyin olacağı
ve meydana geleceğine dair olan bilgi idi" şeklindedir."
[192]
Âsim ve Hamza, bu
kelimeyi hem bu ayette, hem de Rûm Sûresinde (54 ayette) dâd harfinin fethası
ile; diğer kıraatimamları ise, her iki yerde dâd'in zammesi ile, du'fen şeklinde
okumuşlardır ki, her iki kıraat de, sahih iki kullanış şeklidir. Da'f ve du'f
kelimeleri, tıpkı meks ve muks gibidir. Hafs, bu kıraatte Asıma muhalif olarak,
her iki ayette de kelimeyi zamme ile okumuş ve: "Bunun dışında, Kur'an'ın
hiçbir ayetinin kıraatinde Âsım'a muhalefet etmedim" demiştir.
[193]
Bu ayetin gereğine
göre, üzerine mükellefiyetin bina edildiği şey,
ister köle ister hür olsun, iki müşrike karşı duran her
baliğ ve mükellef
müslümanın, elinde savaşabileceği
bir silahı bulunduğu müddetçe, onlardan
kaçmasının haram
olmasıdır. Ama etinde savaşabileceği bir silahı kalmaz ise, o zaman kaçabilir.
Eğer o müslümana karşı üç kâfir savaşıyorsa, onun kaçması helâldir ama,
sabretmesi daha güzeldir. Vahidi, "Basit" adlı eserinde şunu rivayet
etmiştir: "Komutanları sırayla, Zeyd b. Harise, Ca'fer b. Ebû Talib,
Abdullah b. Revâhâ olan üç bin kişilik Mu'te Ordusu, ikiyüzbin kişilik müşrik
(Bizans) ordusuna karşı durmuştur. Bunların yüzbini Rumlardan, yüzbini de Araplaşmış
kimselerden idi. Bu Araplaşmış olanlar, Lahm ve Cüzam kabileleridir."
[194]
Ayetteki,
"Allah'ın izniyle" ifadesinde, bu galibiyetin ancak Allah'ın
izniyle olabileceği izah edilmiştir. Bu ifadedeki "izin" kelimesi ile
"irade" manası kastedilmiştir. Bu da biz (eht-i
sünnetin), fiillerin yaratılması ve bütün işlerin irâde edilmesinin Allah
tarafından olduğu görüşümüze delâlet eder.
Bil ki Allah Teâlâ,
ayetini, "Allah sabr-u sebat edenlerle beraberdir" buyruğu ile
tamamlamıştır. Bununla, bir önceki ayetindeki, "Eğer içinizden sabr-u
sebata malik yirmi kişi bulunursa, onlar ikiyüz kişiye galip gelirler"
ifadesi ile anlatılan sabr-u sebata mâlik kimseler kastedilmiştir. Böylece
Cenâb-ı Allah, bu ayetin sonunda Kendisinin sabredenlerle birlikte olduğunu
bildirmiştir ki bu, "O yirmi kişi eğer sabreder ve düşmana karşı sebat
gösterirterse, benim yardımım ve muvaffak kılmam onlarla beraberdir"
manasına gelir, Bu da, Ebu Müslim'in görüşünün doğruluğuna delâtet eder. Ebu
Müslim'in görüşü, bu hükmün mensûh olmayıp, aksine bu şekliyle sabit olduğudur.
Çünkü o yirmi kişi, eğer ikiyüz kişiye karşı koyabilirlerse, o hüküm devam
ediyor demektir. Yok eğer buna kadir olamaziarsa, bu ayetteki hüküm ortadan
calkmış demektir.
[195]
"Hiçbir
peygamberin yeryüzünde ağır basıp (harb edip) zaferler kazanmcaya kadar, esirler
alması vâki olmamıştır. Siz geçici dünya malım arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah
âhireti ister. Allah azizdir, hakimdir. Eğer Allah'ın geçmiş bir
hükmü olmasaydı, aldığınız şeyde size herhalde büyük bir azab dokunurdu.
Artık elde ettiğiniz ganimetlerden helal ve hoş olarak yiyin. Allah'a itaatsizlikten
sakının. Şüphesiz ki Allah gafurdur, rahimdir" (Eniai,
67-69).
[196]
Bil ki ayetin gayesi,
Hz. Peygamber (s.a.s)'e cihad ve savaşın bir diğer hükmünü öğretmektir. Bu
ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[197]
Ebu Amr, tâ ile
buradaki fiili, en tekûne; diğer kıraat imamları ise yâ ile, en yekûne şeklinde
okumuşlardır. Ebu
Amr'ın bunu tâ ile
okumasının sebebi, esra kelimesinden ötürüdür. Çünkü esrâ (esirler) kelimesi
ile erkek esirler kasdedildiği için müzekkerltk kastedilir ise de bu, lafız
olarak müennesdir. (Onun için fiil de müennes kılınmıştır.)
Yâ ile okunmasına
gelince, bunun sebebi şudur:
a) Fiil önce zikredilmiştir.
b) Esrâ kelimesi mana bakımından müzekkerdir.
c) Burada
fiil ile fail arasına bir fasıla (başka bir kelime) girmiştir. Bu üç sebepten
herbiri mevcud olduğu
için, fiili müzekker getirmek gerekir. Bu tıpkı senin (Adamlar geldi), (Kabilen hazır oldu); (Kadıya bir kadın geldi)
cümlelerinde olduğu gibidir. O üç sebeb biraraya gelince fiili müzekker olarak
getirmek daha evlâ olur.
Keşşaf sahibi şöyie
demiştir "Ayetteki kelimesi, marite
oiarak şeklinde; esra kelimesi, usârâ şeklinde; yushine kelimesi şeddeli olarak
yüsahhine şeklinde de okunmuşlardır."
[198]
Rivayet olunduğuna
göre, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanına, içlerinde amcası Abbas ile Akil b. Ebu Talib'in
bulunduğu yetmiş esir getirildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), bu esirler
hakkında Hz. Ebu Bekir ile istişare edince o,
"Bunlar senin kavmin ve akrabalarındır. Onları hayatta bırak.
Belki Allah onlara tevbe nasîb eder. Onlardan, ashabına güç ve kuvvet
kazandıracak fidye al" dedi. Hz. Ömer de bunun üzerine ayağa kalktı ve,
"Onlar seni yalanladılar ve seni yurdundan çıkardılar. Binâenaleyh onları
öne çıkar ve boyunlarını vur. Çünkü onlar küfrün ileri gelenleridir. Üstelik
Allah seni fidye almaktan müstağni kılmıştır. Bundan dolayı Hz. Ali'ye Akît'i,
Hz. Hamza'ya Abbas'ı, bana da akrabam olan falancayı öldürme müsaadesi ver de,
onların boyunlarını vuralım" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Allah
birtakım insanların kalblerini yumuşatır ve onların kalbleri sütten daha
yumuşak olur. Yine Allah birtakım kimselerin kalblerini sertleştirir ve onların
kalbleri taştan daha sert olur. Ey Ebu Bekir, sen tıpkı Hz, İbrahim gibisin.
Çünkü O, "Kim bana uyarsa işte o, bendendir. Kim de bana karşı gelirse,
(ey Rabbim) sen gafur ve rahimsin" (ibrahim, 36) demişti. Yine "Sen
tıpkı Hz. İsa gibisin. Zira o, ''Eğer kendilerine azab edersen şüphe yok ki
onlar senin kullarındır. Eğer onları yarhğarsan, mutlak galip ve yegâne hüküm
ve hikmet sahibi olan da, hakikaten sensin seni." (Maide, us); Ey Ömer,
sen de tıpkı Hz. Nuh gibisin; zira o, şöyle demişti: "Ey Rabbim,
yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma'.'' (Nûh. 26); *Keza
sen, Musa gibisin, çünkü O, "Sen onların mallarını yok et ey Rabbimiz,
kalblerini şiddetli sık ki onlar o çetin azabı görecekleri zamana kadar iman
etmeyeceklerdir "(Yunus.ss)demiştir,.." buyurdu. Neticede, Allah'ın
Resulü, Hz. Ebu Bekr'in görüşüne meyletti. Rivayet olunduğuna göre Hz.
Peygamber Hz. Ömer'e "Ey Ebâ Hafs dedi -bu ona künyesiyle.tlk hitab edişi
idi-; sen bana amcam, Abbas'ı öldürtmemi mi teklif ediyorsun?..." dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer: "Vay Ömer'in haline, anası ona ağlasın, onu
kaybetsin!1 demeye başladı. Rivayet olunduğuna göre Abdullah İbn Revana da, o
esirlerin, odunu bol bir ateş üzerinde yakılmalarını teklif etti de, bunun
üzerine Abbas ona: "Sen, sıla-i rahmi kestin" dedi.
Yine rivayet
olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s), "onlardan fidye almadan veya
boyunlarını vurmadan hiçbirini bırakmayın!" dedi. İbn Mesud diyor ki:
" Ben Süheyl İbn Beydâ hariç. Zira ben onu, müslüman olduğunu söylerken
duydum..." oedim. Bunun üzerine Allah'ın Resulü sustu, benim de korkum
şiddetlendi. Daha sonra da Allah'ın Resulü, "Süheyl İbn Beydâ hariç!"
dedi..." Ubeyde es-Selmanî'den de, Allah'ın Resulünün, ashabına şöyle
dediği duyuldu: "İsterseniz onlan öldürünüz; isterseniz, onlardan fidye
alırsınız, fakat sizden de onların sayısınca şehid düşer. " Bunun üzerine
ashâb, "Hayır, biz fidye alırız " dediler. (Böyle diyenler), Uhud'da
şehid oldular. Esirlerin fidyesi yirmi; Abbas'ın fidyesi ise kırk okiyye idi.
Muhammed İbn Şîrîn'den, onların fidyelerinin yüz okiyye olduğu rivayet
edilmiştir. Bir okiyye, kırk dirhem (gümüş) veyahut da altı dinar (altın)dır.
Rivayet Sunduğuna göre ashâb fidyeyi alınca, işte bu ayet-i kerime"nazil
oldu. Bunun üzerine Hz. Ömer,
Allah'ın Resulünün yanına girdi; bir de ne görsün, Allah'ın Resulü ve Ebu Bekir
ağlıyorlar!.. Bunun üzerine Hz. Ömer, "Ya Resûlellah, bana söyle bakalım..
Eğer ağlayabilirsem ağlayayım. Yok, ağlayamazsam, ağlamaya çalışayım..."
dedi Buna karşılık Hz. Peygamber: "Ben, ashabımın fidye almasından dolayı,
onlara ağlıyorum." Yakınındaki bir ağacı kastederek, "Bana, onların
azabı şu ağaçtan daha yakın olarak gösterildi. Şayet bir azab inecek olsaydı,
Ömer ve Sa'd îbn Muâz hariç, hiç kimse kurtulamazdı " dedi. İşte, bu ayetin
sebeb-i nüzulü hakkındaki söz bundan ibarettir.
[199]
Peygamberlerin ismet sıfatı hakkında ileri geri
konuşup, bunu kabul etmeyenler,
birkaç yönden bu
ayete tutunmuşlardır:
1) Hak Teâlâ'nın,
"Hiçbir peygamberin yeryüzünde ağır basıp (harb edip) zaferler kazanıncaya
kadar, esirler alması vaki olmamıştır. " buyruğu esir almanın Altah
tarafından yasaklanmış olduğu hususunda sarîh bir ifadedir. Ama, bu savaşta
esirler alınmıştır. Burada esirler alındığına da, şu iki husus delâlet
etmektedir:
a) Hak
Teâlâ'nın bu ayetten sonra gelen, "Ey peygamber, ellerinizdeki esirlere de
/n'..."(EnHi, 7ot buyruğudur.
b)
Bahsettiğimiz rivayetler, Hz. Peygamber (s.a.s)'ın o kâfirleri öldürmeyip,
aksine onları esir edindiğine delâlet eder. Binâenaleyh, işte bu bakımdan,
peygamber için bir günah söz konusudur. *
2) Allah Teâlâ, gerek Hz. Peygambere, gerekse
Bedir'e katılan ashabının tamamına, kâfirlerini öldürmelerini emretmiştir. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "hemen vurun
boyunlarının üstüne, vurun onların herbir tarafına... "(Enfâi. 12)
ifadesidir. Halbuki, emrin zahiri vücûb ifade eder. Binâenaleyh, onlar
öldürmeyip, onları esir edinince, bu esir atma işi bir günah olmuş otdu.
3) Hz. Peygamber (s.a.s), fidye alınmasına
hükmetmiştir. Halbuki, fidye almak da masiyettir. Fidye almanın masiyet olduğuna şu iki husus
delâlet eder:
a) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Siz geçici dünya malını arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah ahireti
ister" buyruğudur. Müfessirler bu ayette geçen arada'd-dünya tabiriyle
fidye almak manasının kastedildiği hususunda ittifak etmişlerdir.
b) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Eğer Allah'ın geçmiş bir hükmü olmasaydı, aldığınız şey yüzünden
size herhalde büyük bir azâb dokunurdu" buyruğudur. Halhuki, yine müfessirler bu
ayette geçen" aldığınız sözüyle, o fidyenin murad edildiği hususunda
ittifak etmişlerdir.
4) Hz.
Peygamber (s.a.s) ile Ebu Bekir ağlamışlardır. Halbuki Hz. Peygamber (s.a.s),
sırf fidye alınmasına hükmettiğinden dolayı ağladığını açıkça belirtmiştir.
İşte bu da, bunun bir günah olduğuna delâlet eder.
5) Hz.
Peygamber (s.a.s), "Bu azabın inmesi yaklaşmıştır. Şayet inseydi, ondan
sadece Ömer kurtulurdu" buyurmuştur. Bu da, bir günahın söz konusu
olduğuna delalet eder. İşte, peygamberlerin ismet sıfatına ta'n eden
kimselerin, bu ayete tutunarak yapmış oldukları izahın tamamı budur.
Bunların ileri sürmüş
olduğu izahların birincisine şu şekilde cevap verilir:Cenab-ı Hakk'ın,
"Hiçbir peygamberin
yeryüzünde ağır basıp
(harb edip) zaferler kazanincaya kadar, esirler alması vâki olmamıştır"
buyruğu, esir almanın meşru olduğuna; ancak ne var ki bunun, daha önce
yeryüzünde ağır basma, hakimiyet kurma şartına bağlı olduğuna delâlet eder.
Ayetteki hatta yüshine tabiriyle öldürmek ve şiddetli bir korku salmak manası
kastedilmiştir. Sahabenin Bedir Savaşında büyük bir müşrik kitlesini öldürdüğü
hususunda şüphe yoktur. Yeryüzünde hakimiyet kurmanın şartı, insanların,
müşriklerin tamamını öldürmek değildir. Sonra ashâb, bu kadar kimseyi öldürdükten
sonra bir grubu esir almıştır. Halbuki ayet, yeryüzünde hâkimiyet kurduktan
sonra esir almanın caiz olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh bu ayet, İhtiva
ettiği hükme göre, esir almanın caiz olduğuna apaçık bir delâletle delâlet
etmiş olur. Bu sebeple esir almanın bir günah ve masiyet olduğu hususunda,
nasıl olur da bu ayete tutunulabilir? Bu görüş, Cenâb-ı Hakk'ın, "Nihayet
onları mecalsiz bir hâle getirdiğiniz zaman artık bağı sıkı tutun. Sonra ise ya
karşılıksız, veya fidye karşılığı salıverin" i, 4) ayetiyle de
kuvvetlenmektedir.
Bu durumda, şayet
onlar: "Sizin açıklamanıza göre ayet, esir edinmenin caiz olduğuna delâlet
eder. Halbuki, caiz ve meşru olanı yapmaya, herhangi bir cezanın terettüb
etmesi uygun düşmez. Binâenaleyh daha niçin Cenâb-ı Hak, bundan sonra cezaya
delâlet eden şeyi zikretmiştir?" derlerse, biz deriz ki:
Bu husustaki izah
şudur: Yeryüzünde ağır basıp hakimiyet kurmak, belli, muayyen bir kaideye bağlı
değildir. Aksine bundan maksat, kâfirlerin kalblerine korku salacak ve onları,
bir daha mü'minlerle savaşmaya cüret ettirmeyecek bir derecede, çokça
öldürmektir. Öldürme işinin bu belirli noktaya ulaşması İse, hiç şüphesiz,
içtihada Dirakılmış bir meseledir. Belki de, Hz. Peygamber (s.a.s), zann-ı
gâlib ile, o savaşta meydana gelmiş olan öldürmenin, aslında durum Öyle
olmadığı halde, bu maksadın tahakkuku için kâfi geldiğine hükmetmiştir! Binâenaleyh bu, hakkında nass bulunmayan bir
mesele hususunda, yapılan içtihadda meydana gelmiş olan bir hata olmuş otur.
Halbuki, "Ebrârın (iyi kulların) hasenatı, mukarreblerin (Allah'a en yakın
kulların) seyyieleri, günah ve kusurları gibidir." Binâenaleyh, astında
kesinlikle bir günah ve masiyet bulunmadığı halde, işte bu sebepten dolayı, bu
söze bir cezanın terettüp etmiş olması yerinde ve uygundur.
Onların ikinci
izahlarına da şu şekilde cevap verebiliriz: Cenâb-ı Hakk'ın, "vurun
boyunlarının üstüne..." (Entaı, 12) emrinin zahiri, bu hitabın, sadece
ashaba müteveccih olduğunu göstermektedir. Zira müslümanlar, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, bizzat kendisinin kâfirlerle savaşmaya memur olmadığı hususunda
ittifak etmişlerdir. Öyleyse bu hitâb, sahabeyle alâkalı bir hitâb olup, onlar
da Öldürmeyi bırakıp esir almaya yönelince, günah, Allah'ın Resulünden değil,
onlardan sudur etmiş gibi olur.
Yine, nakledildiğine
göre, sahabe, kâfirleri bozguna uğratıp, onlardan büyük bir grubu da öldürüp,
böylece geriye katan kâfirler de kaçınca, sahabe-i kiram onların peşine düştü
ve böylece de ontar, Hz. Peygamber'den uzaklaşarak, o kimseleri esir aldılar.
Halbuki, Hz. Peygamber (s.a.s), onların esir almaya yöneldiklerini, ancak
sahabe Hz. Peygamber'in huzuruna döndükten sonra öğrenmiştir. Halbuki Hz.
Peygamber, ne esir almış, ne de esir alınmasını emretmiştir. Böylece bu soru,
zail olmuş olur.
Eğer, "Farzedelim
ki durum böyle otsun... Ancak ne var ki, onlar esirleri, Hz. Peygamberin
huzuruna getirdikleri zaman, O, Cenab-ı Hakk'ın, "vurun boyunJannın
üstüne" (Entti, 12) ayetine uyarak, niçin onların öldürülmesini
emretmemiştir?" derlerse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "vurunuz..."
emri, kâfirler harb ederken, savaşırken, işte bu savaşma haline, o âna tahsis
edilmiştir. Ama, harb bittikten sonra bu emir, harbin bitiminden sonraki durumu
içine almaz. Bunun kesin delili, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ashabıyla, onlara
nasıl muamele edileceği hususunda istişare etmiş olmasıdır. Binâenaleyh,
Allah'ın bu ayeti (Enfâi. 12) savaş sonrası hali de içine almış olsaydı, o
zaman Hz. Peygamber, kesin nassın varlığına rağmen, ayetin hükmünü terketmiş
olur ve bu hükmü, sahabe ile istişarede bulunmak suretiyle elde etmek istemiş
olurdu ki, bu imkânsızdır. Hem, Cenâb-ı Hakk'ın, "vurun boyunlarının
üstüne" hitabı, bir emirdir. Emirler ise, tekrarı ifade etmezler (bir
defaya mahsustur)... İcmâ ile, bu hükmün sadece savaş halinde vâcib olduğu
sabittir. Binâenaleyh, savaş anından sonraki duruma delâlet etmemesi gerekir.
Bu cevap da, tatmin edici bir cevaptır.
Onların: "Hz.
Peygamber (s.a.s), fidye alınmasına hükmetmiştir. Halbuki fidye alınmak ise
haram kılınmıştı" şeklindeki üçüncü iddialarına da şu şekilde cevap
veriyor ve diyoruz ki: Fidyenin alınmasının haram kılınmış olmasını biz kabul
etmiyoruz. Cenâb-ı Hakk'tn, "Siz geçici dünya malını arzu ediyorsunuz.
Halbuki Allah ahireti ister" buyruğuna gelince, biz diyoruz ki, bu sizin
görüşünüze delâlet etmez. Bunu, şu iki bakımdan izah edebiliriz:
a) Bu
ayetten maksad, fidye almak maksadıyla esir almayı kınamadır. Yoksa bu, fidye
almanın mutlak manada haram kılındığına delâlet etmez..
b) Hz. Ebu
Bekr (r.a): "Evlâ olan, bizim ordumuz cihad hususunda kendisiyle güç
kuvvet kazansın diye fidye almamızdır!.." demiştir. Hz. Ebu Bekir'in bu
sözü, ashabın, fidyeyi sırf müsiümanlara destek sağlamak, İslâm dinini
kuvvetlendirmek gayesiyle istediklerine delâlet eder. Halbuki ayet, fidyeyi, sırf dünya geçimliği
sebebiyle taleb eden kimseleri tenkide delâlet etmektedir. Halbuki, bu iki
konunun birbirleriyle alâkası yoktur.. Bu iki cevabın bizzat aynısı, onların,
Hak Teâlâ'nın "Eğer Allah )n geçmiş bir hükmü olmasaydı, aldığınız şeyde
size herhalde büyük bir azâb dokunurdu
" ayetine tutunmalarına da bir cevap teşkil etmektedir.
Onların dördüncü
iddialarına da şu şekilde cevap verilir: Hz. Peygamberin ağlamasının, bazı
sahabenin Allah'ın kâfirleri öldürme emrine muhalefet ederek, esir almayı
tercih etmeleri sebebiyle ilahî bir azabı hak etmiş olmalarından ileri gelmiş
olması muhtemeldir. Böylece Hz. Peygamber (s.a.s), ashabın başına bir azabın
ineceğinden korktuğu için ağlamış idi. Yine bu ağlamayla, bizim bahsettiğimiz
şu şeyin kastedilmiş olması da muhtemeldir: Hz. Peygamber (s.a.s),
gerçekleştirilen öldürme işinin, Hak Teâlâ'nın, kendisine "yeryüzünde ağır
basıp (harbedip) zaferler kazanmcaya kadar" buyruğundaki, yeryüzünde
hakimiyet kurma derecesine varıp varmadığı hususunda içtihad ederek, bu
içtihadında hataya düşmüş olmasıdır. Halbuki, "ebrârın hasenatı,
mukarrebûnun seyyiâtıdır." İşte Hz. Peygamber bundan dolayı ağlamış
olabilir.
Onların beşinci
iddialarına ise şu şekilde cevap verebiliriz: O azâb, ancak ashabın, Allah'ın o
kâfirleri öldürme emrine muhalefet edip, onları savaşta öldürecekleri yerde,
esir almakla meşgul olmaları sebebiyle inecekti. İşte, bu mesele hakkındaki
sözün tamamı bundan ibarettir. Allah en iyi bilendir.
[200]
Bu mesele
bu ayetin müşkil
lafızlarını açıklamayla
alâkalıdır. Cenâb-ı Hakk'tn, buyruğu hakkın-:a birisi şöyle
diyebilir: "Bu ayetteki, en yekûne kelimesinin başına kâne lafzının
getirilmesi, nasıl güzel ve yerinde olmuştur?"
Cevap: Ayetteki ma
kâne lafzının manası, nefyetmek ve tenzih etmektir. Yani, Bahsedilen mana,
peygambere uygun düşmez ve yakışmaz " demektir. Bunun bir benzeri
de, "Allah'ın evlâd edinmesi olacak şey
(Meryem, 35) buyruğudur. Ebû Ubeyde, bu ayetin "Hiçbir nebî için
böyle bir şey olmamıştır. Binâenaleyh, senin
için de olamaz" manasında
olduğunu söylemiştir.. Ama bu
ifadeyi, marife olarak şeklinde okuyanlara
göreyse, bunun manası,
"Bu hükmün, bu nebî, yani Hz. Muhammed için tahakkuk etmesi uygun düşmez,
yaraşmaz.." şeklindedir.
Zeccâc, "esrâ
kelimesi, çoğul bir kelimedir. Üsârâ da çoğulun çoğulu bir kelimedir. "
demiştir. Ben caiz olmasına rağmen, bu kelimeyi üsârâ okuyan birisini
bilmiyorum. Keşşaf sahibinden de naklettiğimiz gibi, o (ez-Zem ah serî), bazı
kimselerin bu şekilde üsârâ okuduğunu nakletmiştir...
[201]
buyruğu hakkında iki
bahis bulunmaktadır:
Birinci bahis: Vahidî
şöyle demektedir: İshân, kuvvetli ve şiddetli olma demektir. Nitekim bir
kimsenin üzerinde hastalığın ağırlık ve şiddeti iyice hissedilince, Arapça'da,
(Hastalık onu bitkin hale getirdi) denilir. Yine (yara onu bitkin hale getirdi)
denilir sehâne kalınlık, kabalık anlamına gelir. O halde, kalın olan her şeye,
sâhîn denilir. Şu halde taribirin manası, "yüryüzünde kuvvet, şiddet,
galibiyyet, hakimiyyet ve ezici bir üstünlük kuruncaya, elde edinceye
kadar.." demektir. Daha sonra müfessirierden pek çoğu, bundan muradın,
peygamberin düşmanlarını öldürme hususunda, ileri gitmesi, çok şiddetli
davranması olduğunu söylemişlerdir. Onlar şöyle demişlerdir: "Biz, lafzı
bu manaya aldık. Zira mülk ve devlet, ancak öldürme ile güç kuvvet kazanır? Nitekim,
şair de, "Yüce mertebe ve makam, eziyyet ve sıkıntıdan hâlî olamaz. Onun
çevresinde kanlar akıtılmadıkça bu şeref gerçekleşmez" demiştir. Bir de,
çokça öldürmek, son derece korkutma ve dehşete düşürme doğurur. Bu da insanları
yersiz davranışlardan ve haksız saldırılardan alıkor. İşte bu sebepten dolayı
Allah bunu emretmiştir.
[202]
İkinci bahis: Ayetteki
hattâ kelimesi, "intihâ-i gaye" içindir. Binâenaleyh "Hiçbir
peygamberin yeryüzünde ağır basıp (harb edip) zaferler kazanmcaya kadar,
esirler alması (vâkî) olmamıştır" ayeti, peygamberin, ancak yeryüzünde tam
bir hakimiyet kurduktan sonra esir edinebileceğine delâlet eder.
Hak Teâlâ'nın
"Siz geçici dünya malım arzu ediyorsunuz" buyruğundaki
dünya malından maksad esirlere karşı alınan fidyelerdir. Dünya mal ve menfaati
manasında, "araz" kelimesi kullanılmıştır. Çünkü dünya malı sebatlı
ve devamlı
değildir. Sanki (arızî birşey gibi) önce ortaya çıkıyor, sonra da ortadan
kayboluyor. İşte bundan ötürü kefamcılar, "âraz"ları "araz"
diye adlandırmışlardır. 8u arazlar da, aynen madde gibi sebatsızdırlar. Çünkü
arazlar, maddelere arız olur ve o maddeler devam ettikleri halde, onlar
maddeden silinip kaybolur.
Allah Teâlâ daha
sonra, "Halbuki Allah âhireti ister" buyurmuştur. Bu,
"Allah, hemen ortaya çıkan ve sonra kaybolup giden dünyevî saadetlere
ulaştıran şeyleri değil, değişmekten ve zail olmaktan korunmuş, devamlı ve
ebedî âhiret saadetlerine götüren şeyleri yapmanızı istiyor" demektir. Cübbaî
ve Kâdî bu ayeti, "Kul'dan sâdır olan herşeyi Allah dilemiştir" diyen
(ehl-i sünnetin) görüşünün yanlış olduğuna delil getirerek şöyle demişlerdir:
"Çünkü bu esirler sahabe tarafından işte bu şekilde elde edilmişlerdir.
Allah ise bunu dilemediğini, aksine sahabenin ahiret sevabına götürecek şeyi;
yani içinde isyan ve günah bulunan şeyi değil de taat olanı yapmalarını murad
ettiğini açıkça belirtmektedir."
Ehl-i Sünnet buna
şöyle cevap vermiştir: "Allah Teâfâ, sahabenin böyle esir almasının bir
taat ve makbul bir iş olmasını murad etmemiştir. Binâenaleyh bu esir alma
işinin bir taat olmasının reddedilmesinden, onun varlığının irade edilmesinin
de nefyedilmesi gerekmez. Filozoflar da, "Birşey, zatı itibarı ile
istenmediği halde araz itibariyle irade edilmiş olabilir" derler.
Hak Teâlâ daha sonra,
"Allah azizdir, hakimdir" buyurur. Bu,
"Eğer siz ahireti
isterseniz, düşmanlarınız size galip gelemez. Çünkü Allah, mağlub edilemeyecek
ve hükmedilemeyecek bir azizdir, kainattaki faydaları gözetip yöneten bir hakîmdir"
demektir.
İbn Abbas (r.a) şöyle
demiştir: "Bu hüküm ancak Bedir Günü olmuştur. Çünkü o gün müslümanların
sayısı azdı. Bundan dolayı, müslümanların sayısı çoğalıp, hükümranlıkları güç
kuvvet bulunca, Allah Teâlâ esirler hakkında, "Nihayet onlan mecalsiz bir
hale getirdiğiniz zaman, artık bağı sıkı tutun. Bundan sonra, ya karşılıksız
veya fidye karşılığı salıverin, ta ki harb ağırlığını bıraksın" {Muhammed,
4) ayetini indirmiştir." Ben derim ki: Bu söz, HakTeâlâ'nın, "Bundan
sonra, ya karşılıksız veya fidye karşılığ salıverin " ifadesinin, tefsir
ettiğimiz ayetin hükmüne ilave yeni bir hüküm getirdiği zannını uyandırıyor.
Halbuki durum böyle değildir. Çünkü her iki ayet de birbirine uygundur. Zira
ikisi de, önce yeryüzünde bir hükümranlık sağlanması gerektiğine, esirlere
karşı fidye alınmasının daha sonra olacağına delalet etmektedir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah "Eğer Allah'ın geçmiş bir hükmü olmasaydı, aldığınız şeyde size
herhalde büyük bir azab dokunurdu" buyurmuştur.
Bil ki bu ayette
bahsedilen, "geçmiş bir kitap (hüküm)" tabirinin ne manaya geldiği
hususunda alimler pekçok görüş ileri sürmüşlerdir. Bunları ve bu husustaki
bahisleri zikredelim:
Birinci görüş: Said b.
Cübeyr ile Katâde'nin görüşüne göre ayetin manası, "Ey Muhammed,
ganimetlerin sana ve ümmetine helal olması hususunda, Allah tarafından daha
önce mevcud olan bir yazı bulunmasaydı, sizi mutlaka azab tuîardt"
şeklindedir.
Bu görüş, müşkildir.
Çünkü ganimetlerin ve fidyenin helal kılınması ya o esnada mevcud idi, yahut
henüz mevcut değildi. Binaenaleyh eğer helallik ve buna müsaade o vakitte var
idiyse, onların üzerine Allah'ın azab indirmesi imkânsızdır. Çünkü daha önce
müsaade edilmiş bir şeyi işlemeden dolayı, ikâb (ceza) terettüb etmez. Yok eğer
o esnada henüz buna izin olmadığını söylersek, o fiil o esnada haram olmuş
olur. Bu konuda söylenecek son söz şudur: Allah'ın ezelî ilminde (takdir-i
ilahîde); kendisinin bu hâdiseden (Bedir'den) sonra bunları helal kılacağı
hükmü vardı. Fakat bu, ganimet ve fidyenin o anda haram oluşlarına zarar vermez.
Buna göre eğer o görüşte olanlar, "Onun ileride helal kılınacak olması, bu
ikâbın hafifletilmesini gerektirir" derlerse, biz deriz ki: Durum böyle
olunca, bu sebepten dolayı ikâbın indirilmesi imkânsız olur. Bu da o ikâbın
inmesi ile insanları korkutmaya manidir.
İkinci görüş: Muhammed
b. İshak, buna şu manayı vermiştir: "Eğer daha önce mevcut bir kitabım
olmasaydı, ben ancak nehyetîikten sonra, sizin yapacağınız o şeylerden dolayı
size azab ederdim." Allah Teâla ise, onları fidye almaktan nehyetmemiştir.
Bu görüş de zayıftır: Çünkü biz diyoruz ki, bunun neticesi şudur: Fidye almanın
haramiığını gerektiren şer'î bir delil (hüküm) yoktu. Bunun haramlığını
gerektiren aklî bir delil ise, ya vardır, ya da yoktur. Biz, böyle aklî bir
delilin olduğunu söylersek, o zaman Hak Teâlâ, o aklî delile göre bunun haram
kılındığını beyan etmiş olur ve Allah'ın bunun haram olduğunu beyan etmediği
söylenemez. Yok eğer nehyi gerektiren ne aklî, ne de şer'î bir delilin
olmadığını söylersek, bu durumda da bir yasağın-nehyin söz konusu olması
imkânsız olur. Aksi halde bu, "teklif-i mâ-lâ yutak" olmuş olur.
Yasak mevcut olmadığı zaman, müsaade var demektir. Müsaade mevcut olunca da, o
işi yapmadan dolayı nasıl olur da ceza terettüp edebilir?"
Üçüncü görüş: Bazı
alimler de bu ayete, "Bedir'de peygamberle bulunacak kimselerden hiçbirine
azab etmeyeceği hususunda Allah'ın hükmü mevcut idi" manasını vermişlerdir
ki, bu da müşkildir. Çünkü bu, onların küfürden, günahlardan, zina ve içkiden
menedilmedikleri ve dinen çirkin olan bu şeyleri yapmalarından dolayı, ilahi
bir va'îd ile tehdid edilmemiş olduklarını söylemeyrgerektirir. Bu da, onlardan
yükümlülüğün kaldırıldığı neticesine götürür. Bunu ise hiçbir aklı başında
insan söylemez. Hem sonra onlar eğer böyle olsalardı, Allah Teâlâ nasıl olur
da, bizzat bu yerde ve bu hâdisede onları muaheze eder ve onlara
böylesine şiddetli bir va'îd yöneltirdi?
Dördüncü görüş:
Bilmeyerek günah işleyen herkesi, Cenâb-ı Hakk'tn, o günah sebebiyle sorumlu
tutmayacağına dair daha önce geçmiş bir yazısı, yani hükmü olmasaydı, onları
mutlaka bir azab tutardı. Bu da daha önce geçenferin cinsindendir.
Bil ki âlimler bu
hususta çok söz söylemişlerdir. Bu konuda itimada şayan olan şey, şöyle
dememizdir: Biz (ehl-i sünnetin) görüşüne göre diyoruz ki: Allah Teâtâ'nın
büyük günahları affetmesi caizdir. Binâenaleyh ayetteki, "Eğer Allah'ın
geçmiş bir yazısı olmasaydı..."buyruğunun manası, "ŞayetCenâb-ı Hak,
ezelde, bu hadiseyi affedeceğine hükmetmiş olmasaydı, hiç şüphesiz onları büyük
bir azab tutardı" şeklinde olur ki, Hak Teâlâ'nın, "Rabbiniz kendi
üzerine şu rahmeti yazdı" {En'am, M) ayeti ile, "Rahmetim gazabımı
geçti" hadis-i kutsisinden murad edilen mana oudur.
Büyük günahların
affedilmesini caiz görmeyen Mu'tezile'ye göre ise, bunun manası, "Büyük
günahlardan sakınan kimsenin küçük günahlarının affedileceğine dair, Cenâb-ı
Allah'ın daha önce geçmiş bir hükmü olmasaydı, onları mutlaka büyük bir azab
tutardı" şeklindedir. Bu hüküm, her nekadar bütün müslümanlar hakkında
sabit ise de, Bedir'dekilerin taatları çok büyüktü. 8u da, onların İslâm'ı
kabul etmeleri, Hz. Muhammed (s.a.s)'e inkıyâd etmeleri ve silahsız-hazırlıksız
olarak kâfirlerle savaşmaya yönelmeleridir. Binâenaleyh şöyle denilmesi uzak
bir ihtimal olmaz: Onların, böylesi taatlarından ötürü hak ettikleri
mükâfaatları, şüphe yok ki bu günahtan ötürü müstehak olduktan cezadan daha
fazladır. Binâenaleyh onların bu günahları elbette bağışlanmıştır. Biz, bu
günahın diğer müslümanlardan sâdır : duğunu farzedersek, o zaman bu
bağışlanmaz. İşte bu fark sebebiyle bu hüküm, 3edir ehline has olmuş olur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Artık elde ettiğiniz ganimet-erden hela! ve hoş olarak yiyin"
buyurmuştur.
Rivayet olunduğuna
göre ashab, ganimetlerden uzak durup, onlara el uzatmayınca bu ayet nazil oldu.
Bu ayetin, fidyeyi mubah kılan ayet olduğu da söylenmiştir.
Eğer, "Ayetteki
lafzının başındaki fâ edatı niçin gelmiştir?" denilirse, biz deriz ki:
"Bunun takdiri, "Size ganimetleri ııübah kıldım, dolayısıyla artık
ganimetlerden helal hoş olarak yiyiniz" şeklindedir. 3u ayetteki helâlen
lafzı, "ganimet kılınan şeylerden" hal olarak mansubtur. Yahut da bu,
mahzuf masdarın (meful-ü mutlak'ın) sıfatı olarak mansubtur. "Helal bir
yiyişle onu yiyin" demektir.
Hak Teâlâ,
"Allah'a itaatsizlikten sakının. Şüphesiz ki Allah gafurdur,
rahimdir" buyurmuştur. Buna göre mana, "Allah'dan korkunuz. Artık
bundan sonra günaha yeltenmeyiniz. Biliniz ki Allah, geçmişteki hatalarınızı ve
zellelerinizi bağışlamış; işlemiş olduğunuz günah ve suçlarınızı
atfetmiştir" şeklindedir. Binâenaleyh ayetteki, "Allah'a
itaatsizlikten sakının" ifadesi geleceğe, "Şüphesiz ki Allah
gafurdur, rahimdir" »ladesi ise geçmişe işarettir.
[203]
"Ey peygamber,
ellerinizdeki esirlere de ki: "Eğer, Allah kalblerinizde hayır olduğunu
bilirse, O, size, sizden almandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar.
Allah gafur ve rahimdir." Eğer sana hainlik etmek isterlerse, onlar zaten daha
evvel Allah'a da hainlik etmişlerdi de O, sana onlara karşı imkan ve kudret
vermişti. Allah alîmdir, hakimdir." (Enfal, 70-71).
Bil ki Hz. Peygamber
(s.a.s), esirlerden fidye alıp, esirlerin mallarının ellerinden alınması
esirlere güç gelince, Allah onlara hitaben bu ayette şöyle buyurmuştur:
"Ey Peygamber,
ellerinizdeki esirlere de ki..." İbn Abbas (r.a), bu ayetin Hz. Abbas,
Akıl b. Ebû Tâlib ve Nevfel b. el-Hâris hakkında nazil olduğunu söyleyerek
şöyle demiştir: "Abbas, Bedir Günü esir edilenler arasında idi.
Beraberinde de, Kureyş kâfirlerine yedirmek (harcamak) için getirdiği yirmi okiyye
altını verdi. Bedir'deki Kureyş (ordusuna) yemek yedirmeyi üstlenen on kişiden
biri idi.Daha ona yedirme sırası gelmeden esir edilmişti. Bunun üzerine Abbas,
"Aslında ben müslümandım. Ama onlar beni buna zorladılar" deyince,
Hz. Peygamber (s.a.s), "Eğer senin söylediğin doğru Fse., Allah seni
mükâfaatlandıracaktır.- Ama senin zahirî halin, bize karşı olmuştur"
buyurdu. Hz. Abbas (r.a) şöyle demektedir: "Allah'ın Resulü ile, o altını
bana geri vermesi hususunda görüştüm de, o Hz. Peygamber "Senin,
bizim aleyhimizdekileri desteklemek için yanında getirdiğin o parayı, sana asla
veremeyiz" dedi ve kardeşimin oğlu Akil b. Ebû Talib ile Nevfel b.
el-Haris'in fidyelerini de yirmi okiyye altın olarak bana yükteyince, ben
"Ey Muhammed, beni Kureyş'e el açacak şekilde fakir bıraktın" dedim.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) "Senin Mekke'den çıkarken (hanımın)
Ümmü'l-Fazl'a verdiğin ve "Başıma ne gelir, bilmiyorum. Eğer başıma kötü
birşey gelirse bu, sana, Abdullah'a, Ubeydullah'a ve Fazl'a aittir"
dediğin o altınlar ne oluyor?" deyince, Hz. Abbas da "Bunu nereden
biliyorsun?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.s), "Onu bana Rabbim
haber verdi" cevabını verdi. Hz. Abbas: "Ben, senin doğruluğuna,
Allah'dan başka ilah olmadığına ve senin O'nun kulu ve Resulü olduğuna şehâdet ederim.
Allah'a yemin olsun ki, bunu Allah'tan başka kimse bilmiyordu. Yine yemin otsun
ki, ben o altınları Ümmü'l-Fazl'a gecenin karanlığında vermiştim. Vallahi,
senin risaletin hususunda biraz şüphem vardı. Ama sen bunu bana haber verince,
artık şüphem kalmadı" dedi. Hz. Abbas sözünü şöyle sürdürdü: "Allah
bana o altınlardan daha hayırlısını verdi. Şu anda yirmi kölem var. Bunların en
az iş yapanı, yirmibin dirhem sermaye ile ticaret yapıyor. Allah bana zemzemi
de verdi ki, buna bedel olarak Mekke ahalisinin bütün malları da verilse razı
olmam. Böylece ilahî vaadin yarısına nail oldum. İkinci yarısı olan mağfiret
vaadini de Rabbimden ümtd etmekteyim" Rivayet olunduğuna göre, Hz.
Peygamber (s.a.s)'e Bahreyn zekatı seksenbin dirhem olarak getirildiğinde, O öğle
namazı için abdest almıştı ama, onu dağıtmadan namazı kıldırmadı. Hz. Abbas
(r.a) da ondan almasını emretti. O da o maldan, taşıyabileceği kadarını aldı ve
(bu ayete işaret ederek):"Bu, benden fidye olarak alınandan daha
hayırlıdır. Ben, bağışlanacağımı da umarım" dedi.
Müfessirler bu ayetin,
sadece Hz. Abbas hakkında mı, yoksa bütün (Bedir) esirleri hakkında mı olduğu
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, bunun sadece Abbas
(r.a) hakkında nazil olduğunu söylerken, diğer bazıları bunun, bütün esirler
hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir.
Bu ikinci görüş daha
makbuldür. Çünkü ayetin zahiri, şu altı sebepten dolayı, umûmî olmasını
gerektirir:
1) Ayetteki,
"ellerinizdeki" kelimesi;
2) "Esirlere" kelimesi;
3) "Kalblehniz" lafzn
4) "Size daha hayırlısını verir..."
ifadesi;
5) "Sizden alınanlardan" tabiri;
6)
"Sizi bağışlar" ifadesi... Bu altı ifade, ayetin umûmî olduğuna
delâlet ederken, ayetin hususu olmasını gerektiren şey nedir? Bu konuda
söylenecek son söz şudur: Ayetin nüzul sebebi, Hz. Abbas hâdisesi olsa bile
sebebin hususîliğine bakılmaz, aksine lafzın umumîliği nazar-ı itibara alınır.
Hak Teââ'nın “Eğer
Allah kalblerinizde hayır olduğunu bilirse..." ifadesi ite ilgili iki
mesele vardır:
[204]
Bu ifadede yer alan
"hayır"dan muradın, "iman etme, bütün mükellefiyetlerde Aliah'a
ve Resûluilah'a itaata
azmetme, küfürden ve
bütün isyanlardan tevbe etme olması gerekir. Bu "hayra", Allah'ın
Resulüne yardım etme, ona karşı savaşmamaya azmetme ve ona karşı savaşmış
olmaktan dolayı tevbeye azmetme de girer.
[205]
Hişamb. el-Hakem,
"Allah Teâlâ hâdiseleri, ancak onlar meydana gelirken bilir" şeklindeki
iddiasına bu ayeti delil getirerek şöyle demiştir: Allah Teâlâ'nın, "Eğer
Allah kalblerinizde bir hayır olduğunu bilirse, şöyle şöyle yapar"
şeklindeki buyruğu, bir şart-ceza cümlesidir. (Burada) şart bu bilmenin meydana
gelmesidir. Halbuki şart ve cezanın (yani onun neticesi) gelecekle ilgilidir,
ki bu da Allah'ın ilminin hadis (sonradan) olmasını gerektirir,"
Buna şöyle cevap
verilir: "Ayetin lafzının zahiri her nekadar Hişâm'ın ileri sürdüğü şeyi
iktizâ ediyorsa da, deliller, Allah'ın ilminin muhdes (sonradan meydana gelen)
bir ilim olmasının imkansız olduğuna delâlet ettiği için şöyle denilmesi
gerekir: Allah Teâîâ, ilmin mevcut olması, malumun (yani bilinen şeyin) mevcut
olmasına delâlet edeceği için, ayette ilmi zikretmiş ve bununla malumu (bilinen
şeyi) murad etmiştir.
Allah Teâlâ'nın
"O size, sizden almandan daha hayırlısını verir' ifadesi ile ilgili olarak
da iki mesele vardır:
[206]
Keşşaf sahibi, Hasan
el-Basrî'nin bunu, ma'lum sîgasıyla "sizden aldığından
daha hayırlısı" şeklinde
okuduğunu söylemiştir.
[207]
Müfessirler bu
ifadede geçen "hayr"ın ne
olduğu hususunda şu görüşlere yer vermişlerdir: Birinci görüş: Bununla,
onlardan alınan şeylere karşılık, kendilerine dünyada verilen şey
kastedilmiştir. Kâdî şöyle demiştir: "Çünkü Allah Teâlâ, "ve sizi
bağışlar" buyurarak ahiret işini bu ifadeye atfetmiştir. Binâenaleyh daha
önce geçen "hayır" ile, dünyada nasib edilen menfaatlann kastedilmiş
olması gerekir." Birisi şöyle diyebilir: "Ayetteki "ve sizi
bağışlar" ifadesi ile ilahi cezanın kaldırılmış olması da kasdedilebilir.
Bu durumda, ayetteki "hayır" ile, ahirette verilecek olan mükâfaat,
lütuf ve ihsanın kastedilmiş olması uzak bir ihtimal değildir."
İkinci görüş: Ayette
geçen "hayır"dan maksad âhiret mükâfaatıdır. Çünkü ayetteki, 'Ve sizi
bağışlar" ifadesi ile ahiretteki mükâfaat kasdedilmiştir. Dolayısıyla
ayette daha önce geçen birinci "hayr"ın da dünyada olması gerekir.
Üçüncü görüş: Bununla
her ikisi de, yani hem dünyevi, hem uhrevî hayr murad edilmiştir. Eğer,
"siz bu ifadedeki "hayr"ı, dünyevî hayırlar manasına
hamlettiğinizde, "Esirlikten kurtulan herkese, Allah ondan atman fidyeden
daha hayırlısını verir" diyebilir misiniz?" denilirse, biz deriz ki:
Ayetin hükmüne göre, böyle olmuş olması gerekir. Ancak kalben ihlaslı olanı
bilemeyiz ki, bize karşı bu hususta böyle bir soru sorulabilsin. Yine biz, Allah'ın
kime ilim verdiğini de bilemeyiz. Halbuki biz, imanla birlikte olan az bir
dünyalığın, inkârla beraber olan çok dünyalıktan daha üstün olduğunu biliriz.
Sonra Cenâb-ı Allah
Allah gafur ve rahimdir" buyurmuştur.
Bu daha önce geçen 'Ve
sizi bağışlar" İfadesini te'kid etmektedir. Buna göre mana, "Allah
gafur ve rahîm iken, nasıt mağfiret vaadini tutmaz " şeklindedir.
Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer sana hainlik etmek
isterlerse, onlar daha evvel Allah'a da hainlik etmişlerdi" ayeti ile
ilgili birkaç mesele vardır:
[208]
Bu ifadede geçen
"hainliğin" ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:
a) Bununla,
dinî hainlik kastedilmiştir ki bu da inkardır. Yani, "Eğer onlar seni
inkâr ederlerse, bil ki onlar daha önce de Allah'a nainlik etmişlerdi."
b) Bundan murad, ödeme mecburiyetinde olduktan
fidyeyi vermemeleridir.
c) Rivayet
olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s), onları esirlikten salıverince,
onlardan, bir daha
kendisi ile savaşmayacaklarına ve müşriklerle
anlaşma yapmayacaklarına dâir söz almıştı. 8u, hapislikten ve esirlikten
salıverilen kimselere uygulanan bir âdetti. Bunun üzerine Cenab-ı Allah,
"Eğer sana hainlik etmek, yani bir ahdi bozmak isterlerse, bil ki onlar
daha önce de Allah'a hainlik etmişlerdi" buyurmuştur. Öyleyse bundan
maksad şudur: "Onlar, "Eğer bizi bundan kurtarırsan, mutlaka
şükredenlerden olacağız"(Yunus, 22) ve "Eğer bize salih bir evlâd
verirsen, mutlaka şükredenlerden olacağız" (Arat, i89) dedikleri halde,
sonra nimete ulaşıp beladan kurtulunca, bu verdikleri sözü bozdular. Her
nekadar en zahir olan son görüş ise de, hepsinin de bu ifadenin hükmüne
girmesine bir mâni yoktur.
[209]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "O (sana) onlara karşı imkan ve kudret vermişti" buyurmuştur.
Ezheri şöyle der: "Arapça'da,"İş bana el verdi" denilir."
Ayette "imkan" fiilinin mef'ûlü hazfedilmiştir. Buna göre mana,
"Allah onlara karşı, mü'minlere fırsat verdi" demektir. Bu da,
"Onlar, Bedir Günü Allah'ın Resulüne karşı savaşmak suretiyle Allah'a
karşı hainlik edince, Allah da o mü'minlere, onları öldürme ve esir alma
fırsatı verdi. İşte bu fırsat vermenin ve muzaffer kılmanın son
noktasıdır" manasına gelir. Böylece Allah Teâlâ bununla, onların
yaptıkları hıyanetin vebalini taddıklanna, daha sonra yine aynı şeyi yapmaya
yellenirlerse, onlara karşı mü'minlere böyle fırsat vereceğine dikkat
çekmiştir. Bu ifadede, hainlik eden ve ahdini bozan kimselere karşı, mü'minlere
bir fırsat verileceğine dair Hz. Peygamberin müjdelenmesi sözkonusudur.
Allah Teâlâ daha
sonra, buyurmuştur. Bu, "Allah onların
içterindekini ve
gönüllerindekini hakkıyla bilir ve amellerine göre onlara karşılık verir"
demektir.
[210]
"İman edip hicret
edenler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihadda bulunanlar, muhacirleri
barındırıp yardım edenler yok mu, işte onlar birbirinin mirasta
velîleridir. İman edip de hicret etmeyenlere ise, hicret edecekleri zamana kadar,
sizin onlara hiçbir hususta velayetiniz yoktur. Bununla beraber eğer onlar din
hususunda sizden yardım isterlerse yardım etmek üzerinize borçtur. Fakat
bu yardımı sizinle aralarında muahede bulunan bir kavim aleyhinde
olmamak şartıyla yapabilirsiniz. Allah, yapacaklarınızı hakkıyla görür. Kâfir
olanlar bile birbirlerinin yardımcılarıdır; eğer siz bunu yapmazsanız,
yeryüzünde bir fitne ve büyük fesat olur. İman edip de Allah yolunda hicret
ve cihâd edenler muhacirleri barındıranlar ve onlara yardım edenler, işte
gerçek mümin olanlar bunlardır. Mağfiret ve uçsuz bucaksız nzık da onlarındır.
Sonradan iman edip de hicret ve sizinle beraber cihâd edenler de sizdendir.
Akrabalar Allah'ın kitabınca birbirine daha yakındırlar. Allah her şeyi hakkıyla
bilendir" (Enfâl, 72-75J.
Bil ki Allah Teâlâ,
Allah'ın Resulü zamanında mü'minleri dört kısma ayırmış ve herbirine ait hükmü
de belirtmiştir. Bu taksimatı şu şekilde izah edebiliriz: Hz. Peygamber
(s.a.s)'e risalet Mekke'de verilmiş; bunun üzerine O, insanları orada dinine
davet etmiş; daha sonra da Mekke'den Medine'ye geçmiştir. Hz. Peygamber
Mekke'den Medine'ye hicret ederken, mü'minler iki kısma ayrılmışlardı:
a) Hicrette O'na uyanlar.
b) Hicret
hususunda Hz. Peygamber'e muvafakat etmeyip de orada kalanlar.
[211]
Birinci kısma gelince,
ki bunlar ilk hicret edenlerdir. Allah bunları"İman edip hicret edenler,
Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihadda bulunanlar..." diye
vasfetmiştir. Biz, bu ayetle kastedilenlerin ilk hicret edenler olduğunu
söyledik; zira Allah Teâlâ, bundan sonraki ayette, "Sonradan iman edip de
hicret ve cihad edenler yok mu..." buyurmuştur. Bunun böyle olduğu sabit
olunca, bu ilk muhacirlerin şu dört sıfatla vasfedilmiş oldukları ortaya çıkar:
Birinci sıfat:
Onların, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe
iman ederek, Hz. Muhammed (s.a.s)'in kendilerine tebliğ ettiği bütün
mükellefiyetleri kabul edip, bu hususlarda di ret memeleridir. İşte ayetin baş
tarafındaki kısmı, bu manayı ifade etmektedir.
İkinci sıfat: Hâcerû
"hicret edenler" buyruğudur. Yani, "onlar, vatanlarından
ayrıldılar ve Allah'ın rızasını taleb etmek maksadıyla, akrabalarını ve
komşularını terkettiler.." demektir. Bu durumun, çetin bir hal olduğu
malûmdur. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu hususu beyan için, ''Kendinizi öldürün, yahud
yurtlarınızdan çıkm.."(Nisa, 66) buyurmuş, vatanı terketmeyi, kişinin
kendi kendini öldürmesine denk tutmuştur.. Binâenaleyh, bunlar ilk planda
Allanın rızasını talep etmek amacıyla, eski dinlerini; ikinci derecede de yine
Allah rızası için, akrabalarını, dostlarını, vatanlarını ve komşularını
terketmişlerdir.
Üçüncü sıfat: Cenâb-ı
Hakk'ın, "... Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihadda
bulunanlar" ayetinin ifade ettiği husustur. Mal ile cihadda bulunmaya
gelince, bu böyledir; zira onlar vatanlarını terkedince, evleri, meskenleri,
gelir getiren arazileri ve mezraları zayi olup, düşmanlarının eline geçti. Hem
onlar, bu karar ve azimleri sebebiyle büyük masrafa girip harcama yapmak
ihtiyacını hissettiler. Yine onlar, o savaşlar için de mallarını infak
ediyorlardı. Canlarıyla cihadda bulunmalarına gelince, bu da şöyle olmuştur:
Silahları, hazırlıkları, teçhizatları bulunmadığı halde harp gayesiyle gelmiş
çok sayıdaki teçhizattı düşmana karşı Bedir savaşına girişmişlerdi. Bu da
onların, dünya hayatına dair arzu ve isteklerini sona erdirdiklerine ve
canlarını Allah yolunda seve seve harcadıklarına delâlet eder.
Dördüncü sıfat'a
gelince, bu onların bu fiillere herkesten önce girişmeleri ve bu halleri
üstlenmiş olmalarıdır. Bu yarışmanın, dini kuvvetlendirme konusunda büyük bir
etkisi bulunmaktadır. Nitekim Cenâb-t Hak, "İçinizde fetihten önce Allah
yolunda harcayan ve muharebe eden kimseler, diğerleriyle bir olmaz. Onlar
derece itibariyle sonra harcayan ve muharebe edenlerden daha büyüktür. Bununla
beraber, Allah hepsine cenneti va'adetmiştir." (Hadid. 10) ve "Öncü
muhacirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbi olanlar yok mu, Allah onlardan
razı olmuştur, onlar da Allah'dan razı olmuşlardır. " rrevt», 100)
buyurmuştur. Hiç şüphesiz, bu fazileti gerektiren şey, önceliktir. Çünkü onların
bu fiilleri yapmaları, başkalarının kendilerine uymalarını gerektirir. Böylece
de bu husus, kuvvetin ve kemâlin bir sebep ve vesilesi olmuş olur. İşte bundan
dolayı Cenâb-ı Hak, "Kim de bir canı kurtarırsa, bütün insanları
diriltmiş gibi olur'
(Maide, 32) buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) de "Kim güzel bir iş
başlatır, iyi bir çığır
açarsa, gerek
kendisinin, gerekse onunla amel edenlerin ecirleri -onların ecirleri
noksanlaştırılmaksızm- Kıyamete kadar bu çığırı açan kimse için de
verilir..."[212]
buyurmuştur. İnsanların davalarının, gerek dini gerekse dünyevî haller
hususunda, görmüş oldukları örneklerle kuvvetlenip gelişmesi, onların
âdetlerindendir. Nitekim sıkıntılar, belâlar, o hususta başkalarının da
müşterek olmaları sebebiyle, insanların kalblerine hafif gelir, acıtan hafifler. Böylece, bu
ilk muhacirler için söz konusu olan bu dört sıfatın, onların faziletlerinin ve
şereflerinin son derece üstün ve çok çok fazla olduğuna ve bunun, onların,
müslümanların reisleri ve onların efendileri olduklarını itiraf etmenin
gerektiğine delâlet ettiği sabit olmuş olur.
Hz. Peygamber
zamanında mevcut olan mü'minlerin ikinci kısmını ensar oluşturur. Hz. Peygamber
(s.a.s), bir grup ashabıyla beraber onların yanına hicret edince, bu durumda
şayet onlar, o muhacirleri himaye etmeseler, onlara yardımda bulunmasalar, Hz.
Peygambere yardımcı olma ve O'nun ashabının işlerini düzenleme hususunda
canlarını ve mallarını harcamasalardı, maksat kesinlikle tamamlanmazdı.
[213]
Şu sebeplerden dolayı,
muhacirlerin halinin, fazilet bakımından ensârınkinden daha üstün olması
gerekir:
a)
Muhacirler, faziletlerin reisi, en başta geleni; şereflerin de unvanı, lideri
olan iman hususunda en önde gelenlerdir.
b) Onlar,
zaman zaman ve uzun müddet, Kureyş'ten her türlü işkence ve meşakkati görmüş ve
buna sabretmişlerdi. Halbuki böylesi bir durum, ensâr için söz konusu değildir.
c) Onlar,
vatanlarından, çoluk çocuklarından ve komşularından ayrılmalarından dolayı
meydana gelen her türlü sıkıntıya da katlanmışlardır. Halbuki bu da, ensâr için
siz konusu değildir.
d) Allah'ın
Resulü Hz. Peygamber'in dinini ve şeriatını kabul etme hususunda kapının
açılması, ancak muhacirler tarafından başlatılmıştır. Ensâr ise onlara uymuş ve
onlara benzemeye çalışmışlardır. Halbuki biz az önce, Hz. Peygamber'in,
"Kim güze! bir iş başlatır, iyi bir çığır açarsa, gerek kendisinin gerekse
onunla amel edenlerin ücreti (...)
Kıyamete kadar bu kimseye de verilir " buyurduğunu zikretmiştik. Şu
halde tâbi olan
kimsenin derecesinin, kendisine
uyulanın derecesinden daha aşağı olması gerekir. Bu sebeple, bütün bu
durumlar fazilet, derece ve menkıbe bakımından, ilk muhacirlerin, ensâra takdim
edilmelerini gerektirir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, her nerede bu iki
grubu ele almışsa, muhacirleri ensardan önce zikretmiş, onları onlara takdim
etmiştir. İşte bu ayette de, aynı tertib üzere zikredilmişlerdir.
[214]
Bil ki Allah Teâlâ, bu
ayette bu iki kısım mü'mini ele alınca, 'İşte onlar birbirinin (mirasta)
velileridir..." buyurmuştur. Alimler, bu ayette bahsedilen velilikle, dostlukla
neyin kasdedildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir.. Bu cümleden olarak
el-VahidîT İbn Abbas ve bütün müfessirlerden şunu nakletmiştir: "Bundan murad,
mirastaki velayettir." Müfessirler, sözlerine devamla şöyle demişlerdir:
"Allah Teâlâ, akrabalığı değil de hicret ve yardımı, verasetin sebebi
kılmıştı. İman edip de, hicret etmeyen akraba, hicret etmediği ve yardımcı
olmadığı için, vâris olamıyordu."
Bil ki,
"velayet" lafzı, bu manayı ihsas ettirmemektedir. Zira bu lafız, bu
kitabın birkaç yerinde de belirttiğimiz gibi, yakınlığı ihsas ettirmektedir.
Nitekim, "Sultan, velîsi olmayan kimsenin velîsidir" denilmektedir.
Ama bu ifadede geçen velayet" lafzı varis olmayı ifade etmez. Allah Teâlâ
da: "Haberiniz olsun ki Allah'ın velîleri için hiçbir korku yoktur. Onlar
mahzun da olacak değillerdir"(Yunus, 62) buyurmuştur ki, bu da mirasçı
olmayı ifade etmez. Aksine vetâyet, yakınlığı ifade eder. Binâenaleyh, bu
ayetteki velayeti de "vâris olma" manasının dışındaki bir manaya
hamletmek mümkündür ki, bu mana da, onların birbirlerine saygı duymaları,
birbirlerinin işleriyle ilgilenmeleri ve birbirlerine muavenette bulunarak,
yardımlaşmalarıdır. Ki, bunun da gayesi, onların düşmana karşı tek yumruk gibi
olmaları ve onlardan herbirinin, diğerine karşı duyduğu sevginin, kendisine
karşı duyduğu sevginin yerini alması yani onu da kendisi kadar sevmesidir.
Lafız, bu manaya muhtemel olunca, bunu vâris olmak anlamına hamletmek, lafzın
delâletinden uzak bir mana olur. Özellikle de onlar, "Bu hüküm Cenâb-ı
Hakk'ın, ayetin sonundaki "Akrabalar birbirine daha yakındırlar"
buyruğu ile mensûh olduğunu söylerlerse bizi, lafzı, lafzın ihsas ettirmediği
bir manaya hamletmeye sevkeden, sonra da onun, aynı yerde zikredilen başka bir
ayetle mensuh olduğu hükmünü verdiren gerekçe ne olabifir ki? Doğrusu bu çok
uzak bir ihtimaldir, meğer ki müfessirler maksadın bu olduğunda ittifak etmiş
olsunlar.Bu durumda, bu manayı kabul etmek lazım. Ancak ne var ki, bu hususta
bir icmânm bulunduğunu söylemek de uzak bir ihtimaldir.
[215]
Hz. Peygamber
(s.a.s)'in zamanındaki mü'minlerin üçüncü kısmı da, hicret hususunda Allah'ın
Resulüne uymayıp Mekke'de kalan mü'minler teşkil etmektedir
ki, bunlar da Cenâb-ı
Hakk'ın, İman edip de hicret etmeyenler ise..." buyruğu ile kastedilen kimselerdir.
Böylece Allah Teâlâ, onların hükmünü de şu iki yönden açıklamıştır:
a) Cenâb-ı
Hakk'ın, "hicret edecekleri zamana kadar, sizin onlara hiçbir hususta velayetiniz
yoktur" ayetinin ifade ettiği durumdur. Bu hususta birkaç mesele vardır:
[216]
Bil ki bu şekildeki
olumsuz velayet, daha önce geçen olumlu velayetin aynısıdır. Binâenaleyh kim o
velayeti,
"varis
kılma" manasına hamletmişse, bu ayette bahsedilen olumsuz
velayetin vâris kılma manasına geldiğini iddia etmiştir. Kim de Önceki velayeti
daha önce zikredilen manalara hamletmişse, bu ayette bahsedileni de aynı manaya
almıştır. Bu ayette bahsedilen velayetten muradın, "varis kılma"
olduğunu benimseyenler şu şekilde istidlal etmişlerdir: "Bu ayette
bahsedilen velayetle, "yardım etme" manası murad edilemez. Bunun
delili şudur: Cenâb-ı Hak, "Eğer onlar din hususunda sizden yardım
İsterlerse, yardım etmek üzerinize borçtur" ifadesini, "Sizin onlara
hiçbirşey ile velayetiniz yoktur'' ifadesine atfetmiş (bağlamıştır). Bunun,
dindeki velayetten ibaret olduğunda şüphe yoktur. Halbuki ma'tûf, ma'tûfun
aleyhten başkadır. Binâenaleyh bahsedilen velayetten maksadın, yardım etme manasına
gelen velayetten başka olması gerekir." Bu istidlal tarzı zayıftır. Çünkü
biz ayette bahsedilen velayeti, saygı duyma ve ikram etme manasına aldık.
Halbuki bu, yardım etmeden başka birşeydir. Baksana insan bazan, bazı zımmîlere
de bazı işlerinde yardım eder. Yine bazan efendi, ona saygı duyma ve onu
yüceltme manasında velayet etmediği halde, yardımcı olma manasında köle ve
cariyesine velayet edebilir. Binâenaleyh bu istidlal düşer.
[217]
Ayetteki "hicret
edecekleri zamana kadar..." ifadesi ile ilgilidir. Bil ki ayetteki,
"Sizin onlara hiçbir hususta velayetiniz yoktur" ifadesi, onların Hz.
Peygamber (s.a.s) ile birlikte hicret etmedikleri için, velayetlerinin mutlak
manada düşeceği zannını uyandırır. Böylece Allah Teâlâ bu zanm, "Hicret
edecekleri zamana kadar.,." kaydı de gidermiştir. Bu ifade, "Eğer
onlar hicret edecek olurlarsa, o velayet geri döner ve gerçekleşir"
manasındadır. Bunun gayesi, İnsanları hicrete sevk ve teşvik etmektir. Çünkü
müslüman, her nezaman Allah Teâlâ'nın, "Eğer bir kimse hicret etmezse,
onunla müslümanlar arasındaki velayet de sona erer. Eğer o kimse hicret edecek
olursa, o velayet geri döner ve mükemmel olarak gerçekleşir" dediğini
duyduğunda, hiç şüphe yok ki bu, onu hicrete teşvik eder. Hicret etmenin gayesi
ise, müslümanların çoğalmaları, biraraya gelmeleri, birbirlerine yardım
etmeleri ve aralarında ülfet, neticede de kuvvet ile şevketi meydana getirip
bölünmemeleridir.
[218]
Hamza, vâv harfinin
kesresi ile kelimeyi, vilayetihim; diğer kıraat imamları ise vâv'ın fethası ile
velayetinim şeklinde okumuşlardır. Zeccâc şöyle der: Bunu
"velayet"okuyanlar Kelimeyi nusret (yardım) ve neseb (aradaki bağ)
manasına almışlardır. "Emirlik" -nanastna olan "vilayet"
kelimesi ise, bu iki manayı birbirinden ayırdetmek için meksür kılınmıştır.
Velayet manasında kullanılan bu kelimenin vâvı bazan neksûr kılınabilir.
Çünkü bir toplumun birbirlerine velayet etmelerinde, tıpkı (çamaşırcılık)
ve (terzilik) kelimelerinde olduğu gibi bir sanat cinsi vardır. Bu manada
kullanılan kelimenin ilk harfi ise meksûr olur." Ebu Ali el-Farisı ise,
"Bu kelimeyi burada meftûh okumak daha güzeldir. Çünkü buradaki velayet
dinî manadaki velayettir. Bunun kesrelisi ie, emirlik manasınadır"
demiştir.
[219]
Bu üçüncü kısmın
hükümlerinden ikinci hüküm de, Hak Teâlâ'nın "Eğer onlar din hususunda
sizden yardım isterlerse, yardım etmek üzerinize borçtur" ayetinin ifade ettiği
husustur. Bil ki Allah Teâlâ, mü'minlerden bu grup arasındaki velayetin
kesilmesi hususundaki hükmünü beyan edince, bundan muradın, tıpkı kâfirler
hakkında olduğu gibi, velayetin tam manasıyla kesilmesi olmadığını, aksine
hicret etmeyen o rriü'minlehn, o muhacirlerden yardım istemeleri halinde
onların onlara yardım etmelerinin gerekli olduğunu ve onları yardımsız
bırakmamaları gerektiğini beyan buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre, Hak
Teâlâ'nın, "Hicret edecekleri zamana kadar, sizin onlara hiçbir hususta
velayetiniz yoktur" ayeti nazil olunca, Zübeyr (r.a) ayağa kalktı ve "Bizden
yardım istemeleri halinde, herhangi birşey hususunda onlara yardım edebilir
miyiz?" deyince, "Eğer onlar din hususunda sizden yardım İsterlerse,
yardım etmek üzerinize borçtur" ayeti nazil oldu.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Fakat bu yardımı, sizinle aralarında muahede bulunan bir kavmin aleyhine
olmamak şartıyla yapabilirsiniz" buyurmuştur. Bu, "sizin o
mü'minlere, aranızda ahid bulunan kâfirlere karşı yardım etmeniz caiz değildir.
Çünkü aranızdaki anlaşma buna manîdir" demektir.
Allah Teâlâ sonra,
"Kâfir olanlar bile birbirlerinin yardımcılarıdır' buyurmuştur. Bu ifade
ile ilgili birkaç mesele vardır:
[220]
Bil ki Allah Teâlâ'nın
bu ayette nazar-ı dikkate aldığı bu sıra, son derece güzeldir. Çünkü Hak Teâlâ
buralarda şu üç kısımdan bahsetmiştir:
Birinci kısım: Muhacir
ve ensârdan olan mü'minlerdir. Bunlar, insanların en faziletlileridir. Allah
Teâlâ bunların birbirlerine dost ve yardımcı olmaları gerektiğini beyan
buyurmuştur.
İkinci kısım, hicret
etmemiş olan mü'minlerdir. Bunların, iman etmiş olmalarından dolayı bir tür
üstünlükleri ve faziletleri vardır. Hicret etmemiş olmaları sebebiyle de, bir
çeşit düşüklükleri söz konusudur. Binâenaleyh bunların hükümlerinin, yücelik
ile alçaklık arasında orta bir hüküm (yer) olması gerekir. Bu hüküm de, birinci kısımdaki tere
tanınan velayetin, bu kısımdaküer için olmamasıdır. Fakat bu kısımdakiler, eğer
mü'minlerden yardım isterler ve onların yardımını beklerlerse, onlar onlara
yardım eder ve desteklerler. Binâenaleyh bu hüküm, alçaltına ile yüceltme
arasında orta bir hükümdür. Kâfirlere gefince, onlar için fazîlet sebeplerinden
hiçbiri yoktur. Bundan dolayı müslümanların, onlarla hiçbir şekifde bağlarının
olmaması, onlarla aralarında hiçbir yönden bir velayetin ve münasebetin
bulunmaması gerekir. Böylece bu tertibin son derece güzel ve yerinde olduğu
ortaya çıkmış olur.
[221]
Bazı âlimler şöyle
demişlerdir: "Hak Teâlâ'nın, "Kâfir olanlar bile birbirlerinin
yardımcılarıdır" buyruğu, kâfirlerin, dinleri farklı da olsa birbirlerine vâris
olmaları hususunda, adetâ aynı dinin mensupları gibi olduklarını gösterir.
O halde mecûsî, putpereste; hristiyan da mecûsîye vâris olabilir. Çünkü Allah
Teâlâ, "Kâfir olanlar bile birbirlerinin velileridir"
buyurmuştur." Bil ki bu söz, ancak biz bu ayetlerde bahsedilen velayeti,
vâris olma manasına aldığımız zaman doğru olur. Bu hususla ilgili görüşümüz
daha önce geçmişti. Aslında bu hususta sözün doğrusu şudur: Kureyş kâfirleri,
yahudilere son derece düşman idiler. Ama Hz. Muhammed'in davası ortaya çtkınca,
O'na eziyet etme ve O'nunla mücadele etme hususunda birbirlerine yardım ettiler
ve birbirlerini desteklediler. Bu sebeble ayetten, işte bu mana kastedilmiştir.
Bu hususta sözün özü şudur: Biraraya gelmenin illeti ve sebebi, aynı cinsten
(milletten) olmadır. Bir şeye benzeyen o şeye doğru cezbolunur. Müşrik, yahudi
ve hristiyanlar, Hz. Muhammed (s.a.s)'e düşmanlıkta ortak olunca, işte bu yön
onların birleşmelerine ve birbirlerine yaklaşmalarına sebep olmuştur. Bu da
onların, dinlerinden ötürü bu düşmanlıkta bileşmediklerini gösterir. Zira
onlardan herbiri, diğerinin dinini şiddetle reddeder. Bu, onların o
düşmanlığının sırf hased, azgınlık ve inad yüzünden olduğuna delalet eden
delillerden birisidir.
[222]
Daha sonra Allah Teâlâ
bu hükmünü beyan edince, Eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve
büyük bir fesat olur" Duyurmuştur. Bu, "Şayet siz, size daha önce
bahsedilen tafsilatlı hükümlerde size emrettiğim şeyleri yapmazsanız, yeryüzünde
bir fitne ve büyük bir fesat meydana gelir" demektir. Bu fitne ve fesat
birkaç yönden izah edilir:
1)
Müslümanlar, eğer kendilerinin zayıf, sayılarının az, kâfirlerin ise güçlü ve
sayılarının çok olduğu bir zamanda kâfirlere karışacak olurlarsa, çoğu zaman bu
«arışma müslümanlarm kâfirlere iltihak etmelerine (onlar içinde erimelerine)
sebe olur.
2) Eğer
müslümanlar darmadağınık olsalardı, onlardan böyle büyük bir cemaat (devlet) meydana gelmezdi. Böytece bu da
kâfirlerin, onlara karşı cesaretlenmelerine sebep olurdu.
3)
Müslümanların topluluğu, sayıca ve hazırlıkça gün be gün artınca, bu, onların
üzerinde oldukları dine daha fazla bağlanmalarına; muhaliflerin de onlara
katılma arzularının artmasına sebep olur.
Bil ki Allah Teâlâ, bu
üçüncü kısmı da zikredince, tekrar birinci ve ikinci kısma dönerek"İman
edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, muhacirleri barındıranlar, ve
onlara yardım edenler... İşte gerçek mü'min olanlar bunlardır. Mağfiret ve
uçsuz bucaksız nzık da onlarındır" buyurmuştur. Bil ki bu ifade bir tekrar
değildir. Zira Hak Teâlâ, onlardan, ilk önce kendileriyle ilgili hükmü
açıklamak için zikretmiştir.. Bu hüküm, onların birbirlerine karşı velayetleri,
yardım ve destekleridir. Daha sonra burada, Allah Teâlâ onları, şanlarının ve
derecelerinin çok büyük ve yüce olduğunu bildirmek için zikretmiştir. Bunu şu
iki bakımdan izah ederiz:
a) Onların
yeniden zikredilmeleri, onlara daha fazla önem verildiğini gösterir. Bu ise,
bir şerefi ve bir saygıyı gösterir.
b) Allah Teâlâ burada onları şu üç yönden medh-ü
sena etmiş olmaktadır:
1) Ayetteki,
"İşte gerçek mü'min olanlar bunlardır" ifadesi ile yapılan medih...
Buradaki, "İşte mü'min olanlar bunlardır" ifadesi hasr manasını ifade
eder. Ayetteki, "gerçek" sözü de, onların, dinleri yolunda haklı ve
muhakkik olmakla iyice mevsuf olduklarını ifade eder. Durum hakikatte böyledir.
Çünkü dini hususunda "muhik" olmayan, geçmiş dinlerini terketmeye,
çoluk çocuğundan ve vatanından ayrılmaya, bu
uğurda canını ve
malını harcamaya katlanamaz,
bütün bu hususlarda yarışanlardan ve ileri
gidenlerden olamaz.
2) Ayetteki, "Mağfiret onlarındır"
kısmının ifade ettiği medih... Bu ifadede "mağfiret" lafzının nekire
getirilmesi tıpkı, "Andolsun sen o yahudileri hayata, insanlardan daha
düşkün bulursun" (Bakara, 96) ayetindeki, "hayat" kelimesinin, o
yahudilerce dünya hayatının mükemmel kabul edildiğine delâlet edişi gibi, bu
mağfiretin de mükemmel olacağını gösterir. Buna göre mana, "Onlar için,
bütün günahlardan ve kovuşturmalardan uzak, tam ve mükemmel bir mağfiret
vardır" şeklindedir.
3) Ayetteki
"Kerim (uçsuz bucaksız bir) nzık da onlarındır" kısmının ifade ettiği
medih. Bu ifade ile, çok yüce ve
kıymetli mükâfaatlar kastedilmiştir.
Netice olarak
diyebiliriz ki Allah Teâlâ, onların gerek dünyevî, gerekse uhrevî hususlardaki
hallerini anlatıp ortaya koymuştur.
Dünyevî olanlara
gelince, Cenâb-ı Hak onları, "İşte gerçek mü'min olanlar bunlardır"
diye tavsif etmiştir.
Uhrevî olanlara
gelince, bundan murad ya ikâbı gidermek, ya da mükâfaatı vermektir. İkabı
(cezayı) giderme, ayette "Mağfiret onlarındır" buyruğu ile; mükâfaat
verme de, "uçsuz bucaksız rızık da onlarındır" ifadesi ite
anlatılmıştır. Bu yüce saadetler, ancak o mü'minterin dünyada maddî
lezzetlerden yüz çevirip, çoluk çocuğunu ve vatanını terkedip bu uğurda canını
ve malını harcaması ile gerçekleşir. İşte bu da, mutluluğu elde etmenin
yolunun, ancak bu maddî şeylerden yüzçevirme ile olacağına dikkat çekmektedir.
Hz. Muhammed (s.a.s)
zamanındaki mü'minlerin dördüncü kısmı, hicret hususunda Hz. Peygamber'le
beraber hareket etmeyip, daha sonra hicret etmiş
olurlar. Bu, Hak
Teâlâ'nın "Sonradan İman edip de, hicret ve sizinle beraber cihad edenler
de sizdendir" buyruğu ile anlatılanlardır. Bununla ilgili birkaç mesele
vardır:
[223]
Alimler, Hak Teâlâ'nın
min ba'dü ifadesiyle neyin murad edildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Vahidî, İbn Abbas'ın bu ifadeye, "Hudeybtye'den sonra..."
manasını verdiğini nakletmiştir ki, bu da ikinci hicrettir. Bu ifadeye,
"Bu ayet indikten sonra.." ve, "Bedir Gününden
sonra..." manaları da verilmiştir ki, en doğru olan, bundan muradın,
birinci hicretten sonra hicret eden kimseler olmasıdır... İşte bunlar,
"güzelce tâbi olanlar" diye bahsedilenlerdir. Nitekim Cenâb-t Hak,
"onlara güzelce tâbi olanlar yok mu, Allah onlardan razı olmuştur, onlar
da Allah'dan razı olmuşlardır" (Tevbe, ıoo) buyurmuştur.
[224]
En doğru olan,
hicretin Mekke'nin fethi ile sona ermiş olmasıdır. Zira, Mekke fethedilince,
orası İslâm beldesi
olmuştur. Hasan el-Basrî
de şöyle demektedir: "Hicret, hiçbir zaman sona ermez." Hz. Peygamberin
"Fetihten sonra hicret yoktur!" buyruğuna gelince, bununla hususî
hicret murat edilmiş olup, bu, Mekke'nin fethi ve İslâm'ın kuvvet bulması ite
sona ermiştir. Ama, herhangi bir zamanda bir beldede mü'min kimseler bulunur,
sayıları da az olur, onların kâfirlerle birlikte bulunmaları sebebiyle,
kâfirlerin güç ve kuvveti artıyor; müslümanların o beldeden hicret etmeleri ve
diğer bir beldeye geçmeleri halinde de kâfirlerin bu güç ve kuvvetleri za'afa
uğruyorsa, işte bu durumda, Hasan el-Basri'nin dediğine göre, onların hicret
etmeleri Zira. CHz. Pevoamberinl
Mekke'den Medine've hicretinden illet ve sebebin aynısı bu durumdaki kimseler
hakkında da tahakkuk etmiştir.
[225]
Hak Teâlâ'nın
"onlar da sizdendir" ifadesi, bu kimselerin derecesinin, önceden
hicret eden ilk
muhacirlerin
derecesinden düşük
olduğuna delâlet eder. Çünkü, Allah Teâlâ bunları onlara katmış ve onları şereflendirme
sadedinde, bu ikincileri birincilerden saymıştır. Şayet, birinci kısmı teşkil
edenlerin dereceleri daha üstün olmasaydı, böyle bir mana doğru olmazdı. Allah
Teâlâ'nın, bu ayetlerde zikretmiş olduğu dört kısmın izahı bundan ibarettir.
[226]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, ''Akrabalar, Allah'ın kitabmca birbirine daha yakındırlar"
buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[227]
Hak Teâlâ'nın, 'İşte
onlar birbirinin velîleridir" buyruğu ile, mirastaki veliliğin kastedildiğini söyleyenler, bu ikinci ayetin mirası neshettiğini
söylemişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ bir önceki ayette, verasetin, hicret ve nusret
(yardım) sebebiyle olduğunu beyân etmişti. Şu anda ise, bu durum mensüh
olmuştur. Binâenaleyh, veraset, ancak akrabalık sebebiyle meydana gelebilir.
O'nun, "Allah'ın kitabmca..." ifadesiyle de, Nisa sûresinde
bahsedilen hisseleri, payları murad edilmiştir.
Ama, o ayetteki
velayeti, yardım etmek, birbirlerini sevmek ve ta'zim etmek manalanyla tefsir
edenlere gelince onlar şöyle demişlerdir: "O ayette bahsedilen velayet,
miras sebebiyle meydana gelen velayete de muhtemel olunca, Allah Teâlâ işte bu
ayette, -delilin tahsis ettiği durumlar hariç- varis olmanın, ancak akrabalık
sebebiyle meydana gelebileceğini beyan etmiştir. Binâenaleyh, işte bu ayetin
maksadı böyle bir düşünceyi izâle etmektir. " Bu görüş daha evlâdır. Zira,
gereksiz ve zaruret olmaksızın neshi, mensûh ayetlerin sayısını arttırmak caiz
değildir.
[228]
(bu Hasan ibn AU İbn Ebî Tâlib
(r.a), Ebû Cafer el-Mansûr'a: 'Allah'ın Resulünden sonra imamın Alı İbn Ebî
TâVıb olduğu hususuna dair vazmış olduğu mektupta bu ayetle
istidlal ederek şöyle demiştir: "Akrabalar, birbirine (...) daha
yakındıriar"ayeti, velayetin bulunduğuna delâlet eder. Halbuki bu ayette,
bu evleviyyetin sabit olduğu hususunda muayyen bir ifâde yer almamıştır.
Binâenaleyh, delilin tahsis ettiği durumlar hariç, bunu bütün durumlara
hamletmek gerekir. Delilin bulunması esnasında ise, bu ayetin hükmüne, imamet
meselesi de girer. Hz. Ebu Bekr'in, "ulû'l-erhâm"dan olduğu da
söylenemez. Zira, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, Hz. Ebu Bekr'e, kavme tebliğ etsin
diye Beıâe sûresini verdiği, daha sonra da, arkasından Ali'yi göndererek, bu
tebliğcinın Ali olduğunu emrederek, "Bunu ancak, benden (benim ehlim ve
âlimden) olan birisi yerine getirecektir" dediği nakledilmiştir. Bu da,
Ebu Bekr (r.a)'in Hz. Peygamber'in ehlinden olmadığına delâlet eder."
İşte, bu ayetle yapılan istidlalin izahı budur.
Cevap: Şayet bu
delâlet doğru ve yerinde olsaydı, o zaman Abbâs'ın imamete daha lâyık olması
gerekirdi. Çünkü Abbas. Hz. Peygamber'e, Ali'den daha yakındır. İşte Ebu Cafer
el-Mansûr da, bunu bu şekilde cevaplandırmıştır.[229]
Ebû Hanîfe (r.h)'nin
arkadaşları, "zevi'l-erhâm"ın mirasçı kılınmaları hususunda, bu ayete
tutunmuşlardır. Bizim
(Şafiî) alimleri de buna, şu şekilde cevap
vermişlerdir: Hak Teâlâ'nın, "Akrabalar, birbirine (...) daha
yakındırlar" buyruğu, bu yakınlığın, daha yakın olmanın, hangi
şeyde (kimde) bulunduğu hususunda mücmel bir ifadedir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak,
"Allah'ın kitabmca..." buyurunca, bu, "Allah'ın, kitabında beyan
etmiş olduğu hükme göre.." manasında olmuş olur. Böylece, bu daha yakın
olma hali, Allah Teâlâ'nın, kitabında beyan etmiş olduğu hükümlerle kayıtlanmış
olur. Halbuki o hükümler, sadece "asabe"nin mirasına dair
hükümlerdir. Binâenaleyh, bu mücmel ifadeden, sadece bunun murad edilmiş olması
gerekir. Böylece bu ifadenin hükmü, "zevi'l-erhâm"ın mirasçı
olmasıyla alâkalı olmaz.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
bu sûreyi bitirirken, "Allah, her şeyi hakkıyla bilendir"
buyurmuştur. Bu, "bahsettiğim ve mufassalan açıkladığım bu hükümlerin
tamamı, bir hikmet, bir sevap, doğruluk ve bir salâhtır, kurtuluştur. Bu
hükümlerde, abes ve bâtıl namına bir şey yer almamıştır. Zira bütün malûmatı
bilen, ancak doğru olana hükmeder. Bunun bir benzeri de, meleklerin,
"Orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?"
(Bakara, 30) dediklerinde, Cenâb-ı Hakk'ın, onlara cevap vererek, "Sizin
bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim"(Bakara, 30) buyurmuş olmasıdır. Bu,
"Siz, benim, bütün malûmatı bildiğimi bildiğinize göre, biliniz ki benim
hükmüm, yanılma ve hatadan münezzeh olur" demektir. İşte burada da
böyledir. Allah, en iyi bilendir.
Hamd ve şükür,
Allah'ın lâyık ve müstehak olduğu bir şekilde, ancak O'nadır. Bu sûrenin
tefsiri, Hicrî 601 senesinde, Ramazanın birinci gününde, Bağdan denilen bir
köyde tamamlandı. Biz Allah'dan, zamanın korkunç ve şiddetli belâlarından,
zulüm ve hızlan sahiplerinin hile ve tuzaklarından bizi kurtarmasını niyaz
ediyoruz. Zira O, el-Meliku'd-Deyyân'dır. O'nun satât ve selâmı,Rahmân'ın
habîbi, çeşitli mucize ve burhanların sahibi Muhammed Mustafa'ya olsun.
[230]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/237-238
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/238-240
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/240-243-243
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/243-245
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/245
[7] Benzeri bir hadis için bkz: Ebu Davud, Sünnet, 8
(4/208); Keşlu'l-Hafa, 2/165: Tirmlzİ, Rüya, 10 (4/540).
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/245
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/245-246
[10] Müslim, İman, 57-58 (1/63); Buharı, İman, 3.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/246-247
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/247-248
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/248
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/248
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/248-249
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/249-250
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/250-254
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/254
[19] Ebu Davud, Cihad, 144 (3/70); Tirmizî, Siyer. 13
(4/131) (kısmen).
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/255
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/255-256
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/256
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/256-258
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/258
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/259-261
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/261
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/261
[28] Müslim, Cihad, 58 (3/1384)
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/261-262
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/262
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/262
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/263
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/263-264
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/265
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/265
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/265-266
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/266
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 11/266-267
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/267-269
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/269
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/269-270
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/270
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/270-271
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/271
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/272
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/272
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/273
[48] Buhari, Savm, 49-50; Müslim, Sıyâm, 57-61 (2/774-776).
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/273
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/274
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/274-275
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/275
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/276
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/276
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/277
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/277
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/278
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/279
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/279-280
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/280
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/280
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/281
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/281-283
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/283-285
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/285-286
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/286
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/286-287
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/287
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/287
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/287-289
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/289
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/290
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/290-292
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/292-294
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/294-295
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/295
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/296-297
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/297
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/297-298
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/298
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/299
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/299-300
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/300-301
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/301-303
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/304-306
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/306
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/306
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/307
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/308
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/308
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/309-310
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/310-312
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/312
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/312
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/313
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/313-314
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/314
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/314
[99] Müsned, 4/199.
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/314
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 11/315
[102] Muvatta, Medine, 18-19 (2/204) ,(Kitabu’l-Cami’de)
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/315-316
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/316-317
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/317
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/317
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/317
[108] Nesâî, Fey, 5(7/131).
[109] Nesâî, Fey, 5 (7/131).
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/317-319
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/319
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/320
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/320
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/321
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/321
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/321-322
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/322
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/322
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/323
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/323
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/323
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/323-324
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/324
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/324
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/324-325
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/325-326
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/326-327
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/327-328
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/328
[130] Buhari, İstiskâ. 26; Müslim, İstiskâ, 17 (2/617)
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/328
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/328-329
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/329-330
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/330
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/330-331
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/332
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/332
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/332
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/333
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/333-335
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/335
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/335
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/336
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/336-337
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/337
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/337
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/337
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/337
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/337-338
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/338-339
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/339
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/339
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/339
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/340
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/340
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/341
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/341-342
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/342
[159] Yüzlerce defa ismi geçen bu Mutezile müellifi hakkında
Razl'nin ilk defa İmam sıfatını kullandığını
mümkündür. (Ç.)
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/342-343
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/343-344
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/344
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/345
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/345-346
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/346-347
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/347
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/347-348
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/348-349
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/349
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/349-350
[171] Müslim. İmaret
167 f3/1522): İbn Mâce, Cihad. 19 (2/940).
[172] İbn NMr», Zuhd. 30 (2/1420); Menâsik, 57 (2/1003).
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/350
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/351
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/351-352
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/352-353
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/353-355
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 11/355-356
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/356
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/356
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/357
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/357-358
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/358-359
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/359-362
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/362
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/362
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/363
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/363
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/364
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/364
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/364-366
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/366
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/367
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/367
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/367
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/368
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/368
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/368
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/369-370
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/370-373
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/373-374
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/374
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/374-378
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/378-380
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/380
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/380
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/380
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/380-381
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/381
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/382
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/382-383
[212] İbn Mâce, Mukaddime, 14 (1/74); Müsned, (4/362).
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/383-385
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/385
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/385-386
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/386
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/387
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/387
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/387-388
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/388
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/388-389
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/389
[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/389-391
[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 11/391
[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/391
[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/392
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/392
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/392
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/392-393
[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 11/393