Rahman ve Rahim Olan
Allah'ın Adıyla
Allah yolunda cihadın
hükümlerinden, savaş kaidelerinden, savaşa hazırlanmaktan, düşman da eğer o yöne
eğilim duyuyorsa, barışı savaşa tercih etmekten, savaşın şahıslar ve mallar
üzerindeki tesirlerinden bahseden Medenî (Medine'de inen) bir sûredir.
Az oldukları halde,
çok sayıdaki müşriklere karşı müslümanlarm zaferini gerçekleştiren şerefli
gazveler silsilesinin ilki olan ve hakla bâtılı birbirinden ayırdığı için de
Yevme'l-Furkan diye adlandırılan Bedir Gazvesi'nden sonra nazil olmuştur.
[1]
Sûreye Enfal isminin
verilmesi, insanların savaş ganimetlerinden sorması sebebiyledir. Nitekim sûre:
"Sana, savaş ganimetlerinden sorarlar" ayetiyle başlar.
[2]
Bu sûre, Peygamber
Efendimizin kavmiyle olan durumunu açıklamakta, A'râf sûresi ise, meşhur
peygamberlerin kavimleriyle olan durumlarını açıklamaktadır.
[3]
Enfâl sûresi, cihad ve
gazveler hakkında birçok hükümleri içine almaktadır. Bunların en önemlileri
şunlardır:
1-
Ganimetlerin paylaşılması konusu, Peygamber (s.a.)'e bırakılmıştır. Hüküm
mercii, Allah ve Rasulü'nden başkası değildir.
2- Bedir
savaşında müminlere ilâhî yardımın gelmesi, hakkı gerçekleştirip bâtılı yok
etmek içindir. Nitekim şu ayetler bunu açıklamaktadır: "Allah da sözleriyle
hakkı açığa vurmayı ve kâfirlerin arkasını kesmeyi istiyordu. Ta ki o günahkârlar
istemese de hakkı devamlı kılsın, bâtılı da yok etsin" (Enfâl: 8/7-8).
3- Melekler,
müminlerle bizzat savaşmışlardır: "Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz
da, O: "Muhakkak ben size meleklerden birbiri ardınca binlercesi ile imdat
ediciyim" diyerek duanızı kabul buyurmuştu. Allah bunu ancak size bir
müjde, kalbleriniz o sayede tümüyle rahatlatsın diye yapmıştı" (Enfâl:
8/97).
Bu iki hükümden
anlaşılıyor ki, Allah'ın hükümleri insanların maslahatlarını gözetir.
4- Gerçek
yardım ve zafer Allah'tandır: 'Yardım yalnız Allah katındandır."
5- Müminlere
savaş kaideleri öğretilmiş, bilgilerini kökleştirmek için de altı defa, Bedir
olaylarının ortaya konuşu sırasında: "Ey iman edenler" diye hitap
olunmuştur. Savaş kaideleri şunlardır: Savaştan kaçmanın haram oluşu, Allah'a
ve Rasulüne itaat, hayat ve saadetin izzeti olan şeye çağırdığında Allah'a ve
Rasulüne icabet etmek, ümmetin sırrını düşmanlara nakletme hıyanetinin haram
oluşu, bütün hayırların esası olan takvanın emredilişi, düşmanlar karşısında
sebat etmek, düşmanla karşı karşıya geldiğinde sabretmek, Allah'ı çokça anmak.
Kaidelerden biri de, Hak belli olduktan sonra, Hz. Peygamberle mücadele
etmenin hoş olmayışı.. Ama, hak belli olmadan önce, savaş yararına olmak üzere
Hz. Peygamberle tartışmak övülmüştür. Çünkü bu suretle, Kur"an'da müminlerle
peygamber arasında olması istenen müşavere yerine gelmiş olur. Savaş
kaidelerinden biri de, savaş halinde, ihtilaftan ve çekişmeden sakınmaktır:
"Birbirinizle çekişmeyin. Sonra zaafa düşer de rüzgârınız gider"
(Enfâl, 8/46).
6- Hz.
Peygamberin, hicret etmek suretiyle, Kureyş'in ezasından, hapsinden yahut
sürgün etmesinden veya öldürmesinden korunması: "Hani bir zamanlar o
kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri, yahut seni çıkarmaları için
tuzak kuruyorlardı" (Enfâl: 30).
7- İçlerinde
Hz. Peygamber bulunduğu sürece insanlardan genel belanın kesinlikle kaldırılmış
olması: "Halbuki sen içlerinde iken Allah onları azaplan-dırıcı
değildi." (Enfâl: 33).
8- Her
şeyde, özellikle de savaşa hazırlanma hususunda gereken sebeplere sarıldıktan
sonra Allah'a tevekkül etmek.
9- Zulüm,
harap olmayı getirir, yok olmayı çabuklaştırır, izleri bütün ümmeti kaplar:
"Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o içinizden yalnızca zulmedenlere
gelip çatmaz" (Enfâl: 25).
10-
Milletlerin, zilletten izzete, zaaftan kuvvete dönmesinin, kendilerindeki
fasid inançları ve kötü huylan değiştirmelerine bağlı olması.
11- Mal ve
çoluk çocuğun fesada sebep olması: "Bilin ki mallarınız da, evlatlarınız
da ancak birer imtihandır" (Enfâl: 28).
12-
Düşmanlarla savaşmak için, çeşitli maddî ve manevî kuvvet hazırlanması:
"Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın."
13- Düşman
yöneldiğinde, barışın savaşa tercih edilmesi: "Onlar eğer barışa
yanaşırlarsa sen de yanaş."
14- Bazı
müslümanların zararına olsa bile, anlaşmalara bağlı kalınmasının gerekliliği:
"Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterse, yardım etmek üzerinize
vacib olur. Ancak sizinle aralarında barış anlaşması bulunan bir kavim
aleyhinde değil."
15-
Anlaşmayı bozanların cezalandırılmasının gerekliliği ve onlara şiddetle
muamele olunması: "Eğer bunları savaşta yakalarsan, onlarla arkalarındaki
kimseleri de ürküt de, bundan ibret alsınlar."
16- İslâm'da
savaştan maksadın din hürriyetini korumak ve dinde fitneyi önlemek olduğu:
"Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din tamamıyla Allah'ın oluncaya kadar
onlarla savaşınız."
17-
Müslümanlar tek bir millettir, aralarında velayet ve yardımlaşma gereklidir.
Kâfirler de tek bir ümmettir. Müminlerle kâfirler arasında dostluk yoktur:
"Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenlerle, barındırıp yardım
edenler, işte onlar birbirlerinin velileridirler."
"Kâfirler
birbirlerinin velileridir."
[4]
Birinci cüzün başında,
Mekkî ve Medenî sûrelerin özellikleri, bu arada daha önce tefsir edilen
Fatiha, En'am, A'raf sûrelerinin Mekkî, Bakara, Âl-i İm-ran, Nisa ve Maide
sûrelerinin Medenî, Enfâl sûresinin de 30-36. ayetleri müstesna Medenî olduğu
zikrolunmuştu. Burada, Mekkî ve Medenî surelerin özelliklerine bir daha
değineceğiz.
Mekkî sûreler: Bu
sûrelerin konuları, inanç ve ahlâkla ilgilidir. Allah'ın birliğini,
peygamberliği ve öldükten sonra dirilmeyi konu alırlar. Peygamberlerin
kavimleriyle olan kıssalarını açıklarlar. Adâb ve ahlâk usullerini, o usullerle
müşriklerle mücadeleyi ve onları imana daveti açıklarlar.
Medenî sûreler: Bu
sûrelerde de teşriî hükümler genişçe açıklanır, kitaplarının yolundan
ayrılmaları sebebiyle ehl-i kitapla mücadele edilir. Meselâ, Bakara sûresinde
yahudilerle, Âl-i İmran sûresinde hıristiyanlarla ve Maide sûresinde her iki
fırkayla mücadele, Nisa ve Tevbe sûrelerinde münafıklarla mücadele ve onlarla
ilgili hükümler, Tevbe sûresinde müşriklerden uzaklaşılması vardır.
Enfâl sûresi ise,
müslümanlann barış ve savaş kaidelerini düzenlemekte, Büyük Bedir Savaşı
olaylarını serdetmekte, müşriklerin tuzaklarının ve Peygamber (s.a.)'i
öldürme, hapsetme veya Mekke'den çıkarma düşüncelerinin boşa çıkarılışı
açıklanmaktadır.
[5]
1- Sana "Enfal"den sorarlar. De ki:
"Enfâl, Allah'ın ve Rasulünündür. O halde Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin.
Eğer müminlerden iseniz Allah'a ve Rasulüne itaat edin.
2- Müminler ancak,
Allah anıldığı zaman kalbleri titreyenlerdir. Karşılarında ayetleri okununca,
onların imanını artırır. Onlar ancak Rablerine dayanır, güvenirler.
3- Onlar ki, namazı
dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden infak ederler.
4- İşte onlar gerçek
müminlerin ta kendileridir. Onlar için Rableri katında dereceler, mağfiret ve
bitmez tükenmez rızık vardır.
"Allah'a ve
Rasulü'ne itaat edin": Burada ve: "Allah'tan korkun" sözünde,
Allah'tan korkmayı öğretmek ve hükmün sebebini belirtmek için Allah ismi
zikrolundu.
"İşte onlar
gerçek müminlerin ta kendileridir." Burada uzak için kullanılan
"ülâike" işaret zamirinin kullanılması, onların (müminlerin)
derecelerinin yüksekliğinden ve makamlarının şerefinden dolayıdır.
"Gerçekten":
Bu kelime ya hazfedilmiş bir masdarın sıfatıdır, o zaman mana: "İşte
onlar gerçek bir imanla inanmış kimselerdir" olur. Ya da, cümleyi pekiştiren
bir masdardır, o zaman da mana: "İşte onlar gerçek müminlerin ta
kendileridir" olur.
"Onlar için
Rableri katında dereceler vardır": Ayette geçen dereceler kelimesi, cennetin
dereceleri ve yüksek mevkileri için ariyeten kullanılmıştır.
[6]
"Sana
Enfâl'den" Bedir ganimetlerinden. Burada savaş ganimetleri
kasdolunmaktadır. İbni Abbas, Mücahid, Ata, Dahhâk, Katâde, İkrime'den rivayete
göre bu, zahmetle veya zahmetsiz, zaferden önce veya sonra, düşmandan alınan
ganimettir. Zemahşerî şöyle der: "Nefl", ganimettir. Allahu Teâlâ'nın
bir fazlıdır. "Nefl" kelimesinin çoğulu olan "enfâl"den de
bazan imamın, payına ilave olarak mücahide vermeyi kararlaştırdığı şey
kasdedilir. "sorarlar". Burada sormak, bilgi istemek manasınadır.
Buradaki sorma, fetva isteme sorusudur ve Bedir savaşında hazır bulunanlar
tarafından yöneltilmiştir.
"De ki: Enfal,
Allah ve Rasulünündür." Ganimet mallarının hükmü Allah'ındır. Onları dilediği
yere koyar. Peygamber de, Allah'ın emriyle onları paylaştırır. Nitekim
Hakim'in Müstedrek'te rivayetine göre, bunları Hz. Peygamber onlar arasında
eşit bir şekilde paylaştırmıştır.
"Aranızı"
aranızda olan şeyleri, sevgiyle ve çekişmeyi bırakarak "düzeltin."
Düzeltmek ise, anlayış göstermekle, karşılıklı yardımla, eşit davranmakla,
başkasını kendine tercih etmekle, kendini başkasına tercih etmeyi terketmekle
olur. Islah, önemini açıklamak için, takva emriyle itaat emri arasında zikrolun-muştur.
Ayette geçen
"beyn" kelimesi, lügatte ilgilenmek, ayrılmak ve iki uç arasında
kalan her şey manasınadır. Nitekim "le-kad tekattaa beyneküm" (En'am,
6/94) ayetinde "beyne" kelimesi, merfu okunursa -beynü şeklinde- ilgilenmek
manasmdadır. Ayetin manası: "İlginiz kesilmiştir" olur. Kelime zarf
olarak mansup -beyne şeklinde- okunursa, manası: "Aranızda kesiklik meydana
gelmiştir" olur. Şairin şu sözünde kelimenin her iki manası da kullanılmıştır:
Fevallahi
levlâ'l-beynü lem yeküni'1-hevâ. / Ve levlâ'1-hevâ mâ hanne li'l-beyni elfün.
Birinci mısrada,
uzaklaşmak, ayrılmak manasında, ikinci mısrada ise kavuşmak manasmdadır.
Beytin manası:
Vallahi, ayrılık
olmasaydı, aşk olmazdı / Aşk olmasaydı, binlerce kişi kavuşmayı özlemezdi
"Eğer müminlerden
iseniz" imanla murad, tasdiktir. Bazan da onunla, iman bütünlüğü murad
olunur. "Allah'a ve Rasulüne itaat edin" Ganimetler, her emir ve
nehiy, kaza ve hüküm hususunda... Burada ve bundan önce, Allah ism-i celili,
korkmayı öğretmek için: Allah'la beraber peygamber, şanına tazim ve ona itaatin
Allah'a itaat olduğunu bildirmek için zikrolundu."
"Ancak
müminler" kâmil imana sahip olanlar. "Allah zikrolunduğu zaman"
Allah'ın azabından "kalpleri titreyenlerdir". "Onlar ancak
Rablerine dayanıp güvenirler": O'na güvenirler, başkasına değil. İşlerini
O'na havale ederler.
[7]
Ahmed, İbni Hibban ve
Hakim, Ubâde b. Sâmit'in şöyle dediğini tahric ederler: Müslümanlar Bedir
ganimetleri ve onların paylaştırılması konusunda ihtilafa düştüler. Ganimetler
nasıl bölüştürelecek? Onlar hakkında hüküm kimin? Onlar muhacirlerin mi, ensann
mı, yoksa hepsinin mi olacak? Bu konuları Hz. Peygamberce sormaları üzerine bu
ayet nazil oldu.
İmam Ahmed, Ebu
Ümame'nin şöyle dediğini tahric eder: Ubâde b. Sâ-mit'e "enfâl"i
sordum. Şöyle dedi: Bizim, yani Bedir ashabı hakkında, ganimet hususunda
ihtilaf edip kötü hale düştüğümüz zaman nazil oldu. Allah onu bizim elimizden
alıp Resulullah'a verdi. Resulullah (s.a)da onu, müslümanlar arasında eşit bir
şekilde paylaştırdı.
Ebu Davud, Nesâi, İbni
Hibbân ve Hâkim, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah
(s.a) şöyle buyurdu: "Kira savaşta bir düşmanı öldürürse, onun için şu şu
vardır. Kim bir düşmanı esir alırsa, onun için de şu şu vardır". Bunun
üzerine gençler koştu, ihtiyarlar sancaklar altında kaldı. Ganimetler
alınınca, gençler kendilerine vaad edilenleri istemek üzere geldiler. İhtiyarlar:
"Sadece kendinize ayırmayın. Biz size destek olduk. Eğer bozguna
uğra-saydınız, bize dönecektiniz" dediler. Dolayısıyla birbirlerine düştüler.
Bunun üzerine Allahu Teâlâ, bu ayeti indirdi.
Ahmed, Ebu Davud,
Tirmizî ve Nesâi, Sa'd b. Ebî Vakkas'dan rivayet ederler: Sa'd b. Ebî Vakkas,
Said b. el-Âs'ı öldürdü ve kılıcını aldı. Resulullah (s.a) onu, ondan istedi,
Sa'd buna yanaşmadı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Sa'd, onu Hz. Peygambere
verdi. Çünkü bütün emir onundu.
Bu rivayetler arasında
herhangi bir çelişki yoktur. Ayet, müslümanların Bedir ganimetlerinin
paylaştırılması konusunda anlaşmazlığa düştüklerinde, bu ganimetlerinin
paylaştırılması hususunda nazil oldu. Ancak bazı rivayetler özel bir sebep
zikretmektedir. Her ikisinin birlikte bulunmasına hiçbir engel yoktur. Cessas
şöyle der: Sahih olan şudur: Savaştan önce ganimetler hakkında Resulullah
hiçbir şey söylememişti. Savaş bitince, ganimetler konusunda ihtilafa
düştüler. Bunun üzerine Allahu Teâlâ: "Sana Enfal'den sorarlar.."
ayetini indirdi. Onlarla ilgili emrini Hz. Peygambere havale etti. O da, onlar
arasında eşit bir şekilde taksim etti.[8]
Ganimetlerin helal
kılınması, Allahu Teâlâ tarafından İslâm ümmetine verilmiş bir özelliktir.
Nitekim Sahihayn'da Cabir (r.a.)'den rivayet olunan hadis-i şerifte Resulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bana beş şey verilmiştir ki, onlar benden önce
hiç kimseye verilmemiştir- hadisi zikrettikten sonra şöyle dedi-: Bana
ganimetler helâl kılındı. Onlar benden önce hiç kimseye helâl kılınmadı."
Ebu Ubeyd şöyle
demiştir: Bunun için imamın, savaş için vaad ettiği şeye "nefel"
denmiştir. Nefel, imamın bazı askerlere, payları dışında bir şeyler vermesidir.
Bunu, İslâm'a sağladıkları fayda ve düşmana verdikleri zarar ölçüsünde verir.
Askerleri savaşa
teşvik için verilen bu şeyde (nefelde) dört sünnet vardır:
1- Seleb
olan (öldürülenin yanında bulunan silah, mal ve meta gibi şey) nefelde beşte
bir yoktur.
2- Nefel:
"Ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın,
Rasulü'nün.." (Enfâl, 8/41) ayetinde işaret olunan beşte birin çıkarılmasından
sonra ganimetten olur. İmam savaşılan ülkeye birtakım seriyyeler gönderir.
Onlar ganimetler getirirler. Beşte bir ayrıldıktan sonra getirdikleri şeylerin
dörtte biri, ya da üçte biri o seriyyelerin olur. Ahmed ve Ebu Davud'un Ma'n b.
Yezid'den rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyrulur: "Ancak beşte bir
ayrıldıktan sonra nefel (ganimet) vardır."
3- Bizzat
beşte bir'den olan nefel: İmamın kendi hissesinden çıkardığı şeydir. Bu şöyle
olur. Bütün ganimet alınır, beşe bölünür, beşte bir imamın eline geçince, uygun
gördüğü ölçüde ondan bağışta bulunur.
4- Ganimet,
beşte bire bölünmeden ganimetin bütününden çıkan nefel.
[9] Bu
dört durum hakkında fakihler farklı görüşlere sahiplerdir;
Şafiî'ye göre Enfâl,
beşte birden önce, ana maldan selebden başka hiçbir şey çıkarılmamasıdır. Ebu
Ubeyd şöyle demiştir: Peygamber (s.a.)'in beşte birinden olan nefelin ikinci
şekli, her ganimetten onun için beşte birin beşte biri vardır. Üçüncü şekli,
imam gönderdiği seriyyeye, yahut orduya, onlara vadetti-ği şekilde verir.
İmam Malik ve Ebu
Hanife'nin görüşleri de Şafiî gibidir; Enfâl, beşte birden imamın, içtihadına
göre bağışladığı şeydir. Geriye kalan dört beşte birde nefel yoktur. Resulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın size ganimet olarak verdiği şeylerden
ancak beşte biri benimdir. Geriye kalan beşte birler sizindir."
Malikîler ise şöyle
der: Nefel iki kısımdır: Caiz ve mekruh. Caiz olan, savaştan sonra olandır.
Mekruh olan, öldürmeden önce, "Kim şöyle şöyle yaparsa onun için şu
vardır" şeklinde vaad edilendir. Bunun mekruh olmasının sebebi, o zaman
savaşın ganimet için yapılmış olmasıdır.
[10]
Ey Peygamber! Sana,
ganimetlerin kimlere nasıl taksim olunacağının hükmünü soruyorlar. Onlara şöyle
de: Onlar hakkında ilk hüküm Allah'ındır. O dilediği gibi hükmeder. Sonra
peygamberindir. Onları aranızda, Allah'ın emrettiği gibi taksim eder. O halde
onlar hakkında hüküm Allah'ın ve Rasulünün-dür. Bu ayet, muhkem ve mücmeldir.
Aynı sûrede başka bir ayet, onun müc-melliğini ve sarf yerlerini açıklamıştır:
"Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beşte biri
Allah'ın, Rasulünün, hısımların, yetimlerin yoksulların ve yolcunundur"
(Enfal, 8/41). Bu ayet, diğerini neshetmiyor. Ganimetlerin beşte biri bu
ayette zikrolunanlara, geri kalan beşte dördü de savaşanlara verilir. Düzenli
ve maaşlı orduların kurulduğu günümüzde bu hisseyi devlet alır. İmam bu hakkına
dayanarak, savaşa teşvik için, savaşanlardan dilediklerine bağışta
bulunabilir. Nitekim Şeyhayn, Ebu Davud ve Tirmizî'nin Ebu Katade'den tahric
ettikleri hadiste Huneyn Savaşı gününde Hz. Peygam-
ber (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Kim savaşta bir kimseyi öldürürse, onun selebi (beraberinde
bulunan silah, mal vb.) onundur."
Ganimetler Allah'ın ve
Rasulünün olunca, sözlerinizde ve işlerinizde Allah (c.c.)'dan korkun, içinde
bulunduğunuz ihtilaf ve çekişme durumundan sakının. Zira bu, Allah'ın gazabını
çeker, sizi savaş halinde veya diğer zamanlarda, ayrılığa ve düşmanlığa
düşürür.
Aranızdaki halleri
düzeltin ki, aranızda İslâmî bağ kuvvetlensin, sevgi, muhabbet ve uyumluluk
artsın.
Ganimetler konusunda,
bütün emir ve nehiylerinde, hüküm ve kazalarında Allah'a ve Rasulüne itaat
edin. Bu üç emir (Allah'tan korkma, arayı düzeltme, Allah'ın ve Rasulünün
emirlerine itaat) İslâm toplumunun düzelmesinin sebebidir. Çünkü bunlar, gizli
ve açık bütün durumlarda şer"i hükümlere sarılma hissini artırır, birlik
ve beraberliği sağlar..
Eğer Allah'ın kelamına
inanan, onu tasdik eden ve imanı tam olan kimseler iseniz, bu üç emre tabi
olun. Çünkü gerçek tasdik, tabi olmayı gerektirir. İmanın kemali de şu üç
hasleti gerektirir. İttika, ıslah, Allah'a ve Rasulüne itaat. Allah'a
gerçekten inanan, O'na isyan etmekten utanır. İmanı, Rabbine ita-ata ve
kendisiyle başkaları arasındaki ihtilafı ıslaha götürür.
İman, itaati
gerektirince Allahu Teâlâ, bu üç hasleti gerçekleştirecek beş hasleti zikretti:
"Müminler ancak Allah anıldığı zaman kalbleri titreyenlerdir. Ayetleri
karşılarında okunduğu zaman da, onların imanını artırır. Onlar ancak Rablerine
dayanıp güvenirler..". Bu sıfatları kısaca şöyle açıklayabiliriz:
1- Allah'tan
tam korkmak: Onlar, kalbleriyle Allah'ı zikrettikleri, O'nun azamet ve celalini
hissettiklerini, vad ve vaidini hatırladıkları zaman, O'ndan korkarlar. Nitekim
başka bir ayette de Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "İtaatkâr ve alçak gönüllü
olanları müjdele. Onlar ki, Allah zikrolunsa kalbleri titrer" (Hacc,
22/34-35).
2- Kur'an
okumakla imanın artması: Onlar öyle kimselerdir ki, kendilerine Kur"an
ayetleri okunduğu zaman, imanları, yakinleri, tasdikleri ve amel-i salihe
yönelişleri artar; çünkü delillerin çokluğu ve onları hatırlatmak, yakinin artmasına
ve inancın kuvvetlenmesine neden olur. O halde gözle, yahut hisle görme,
kişinin kanaatini kuvvetlendirir. Nitekim bu, inandığı halde Rabbin-den,
ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini isteyen, İbrahim (a.s.)'de meydana
geldi: "Hani İbrahim: "Ey Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana
göster" demişti. "İnanmadın mı yoksa?" dedi. O da: İnandım
fakat kalbimin mutmain olması için" demişti" (Bakara, 2/260). Bu,
imandaki itminan derecesinin, yalın haldeki imandan daha üstün ve daha kuvvetli
olduğuna işaret eder. Şu ayetleri de buna örnek olarak gösterebiliriz:
"imanlarını katmerli bir iman ile artırmaları için, müminlerin kalbine
sükun ve itminan indiren O'dur" (Feth, 48/4); "Bir sûre indirildiği
zaman içlerinden bazıları: "Bu hanginizin imanını artırdı?" der. İman
etmiş olanlara gelince, daima onların imanını arttırmıştır ve onlar birbirleriyle
müjdeleşirler" (Tevbe, 9/124).
3- Allah'a
tevekkül, yani O'na dayanmak, güvenmek, işleri O'na havale etmek: Onlar öyle
kimselerdir ki, sadece Rablerine tevekkül ederler, sadece O'na sığınırlar,
O'ndan başkasından ummazlar. Ancak O'na yönelirler, ihtiyaçlarını sadece O'ndan
isterler. Tabii bu, sebeplere yapıştıktan sonra olur.. Bir kimse, aklen ve
âdeten istenen sebeplere yapışır, sonra işi Allah'a havale eder ve her işin
Allah'ın elinde olduğuna kesin olarak inanırsa, o iman ehlindendir. Sebepleri
terketmek, tevekkülün manasını bilmemektir.
4- Namaz
kılmak: Onlar öyle kimselerdir ki, namazlarını kılarlar. Yani namazlarını,
kıyam, rükû, sücud, tilâvet, şer'an belli olan vakitlerinde kalb huşu ile
Allah'a yalvararak ve Kur'an'ın kıraatini düşünerek eda ederler.
5- Allah
yolunda harcama: Onlar öyle kimselerdir ki, mallarının bir kısmını hayır
yollarında harcarlar. Farz olan zekâtlarını, nafile sadakalarını verirler.
Ailesinin ve çoluk çocuklarının vacip olan nafakalarını sağlarlar, akrabalara
ve muhtaçlara mendup olan yardımlarını yaparlar. Ümmet yararına ve düşmanla
cihad uğrunda harcarlar. Çünkü mal, insanın yanında bir emanet mesabesindedir.
Bu ameller, bütün
hayır çeşitlerini içine alır. Bu yüzden Allahu Teâlâ, onları açıkladıktan
sonra: "Onlar gerçek müminlerdir" buyurmuştur Yani sadece bu
vasıfları taşıyanlar, gerçek anlamıyla müminlerdir. Onların kemallerini ve
derecelerinin yüksekliğini açıklamak için, uzaktaki varlıkları göstermek için
kullanılan "ülâike" ism-i işaretiyle işaret olunmuştur.
Taberî'nin Haris b.
Malik el-Ensarî'den rivayet ettiğine göre, o bir gün Re-sulullah (s.a.)'a
uğramış, Resulullah kendisine: "Nasıl sabahladın ey Harise?"
buyurmuş. O da: Gerçek bir mümin olarak sabahladım, demiş.. Resulullah:
"Ne söylediğini düşün. Çünkü her şeyin bir hakikati var. İmanının hakikati
ne?" buyurmuş. O şu karşılığı vermiş: Nefsim dünyadan vazgeçti, gecemi
uykusuz, gündüzümü susuz geçirdim. Sanki ben, Rabbimin arşını açıkça görüyorum.
Adeta cennetlikleri cennette birbirlerini ziyaret ederken görüyorum. Cehennemlikleri,
cehennemde bağrışıp çağırır vaziyette ağlarken görüyor gibiyim, dedi. Bunun
üzerine Resulullah üç kere "Ey Harise! Bildin, devam et!" buyurdu.
İşte müminlerin
sıfatları bunlar. Münafıklara gelince: İbni Abbas onlar hakkında şöyle
demiştir: Farzları eda ederlerken, onların kalbine Allah'ın zikrinden hiçbir
şey girmez. Allah'ın ayetlerinden hiçbir şeye inanmazlar, tevekkül etmezler,
insanların görmediği zamanlarda namaz kılmazlar, mallarının zekâtını vermezler.
Allahu Teâlâ onların
mümin olmadıklarını haber vermiş sonra da müminlerin vasıflarını zikretmiştir:
"Müminler, öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri
titrer.." Sonra Allah, zikrolunan vasıflara sahip müminlerin Allah
katındaki mükafatını zikrederek: "Onlar için dereceler vardır"
buyurmuştur. Yani, amellerine ve niyetlerine göre, cennetlerde onlar için
mevkiler, makamlar ve dereceler vardır. Allahu Teâlâ, başka bir ayette de şöyle
buyurur: "Onlara Allah indinde, yüksek dereceler vardır. Allah ne
yaparlarsa hakkıyla görücüdür" (Âl-i İmran, 3/163). Onlar için mağfiret
vardır. Yani, Allah onların kötülüklerini bağışlar, iyiliklerine mükâfat
verir. Onlar için güzel bir rızık vardır: Onlara cennet nimetini hazırlar.
Dahhâk: "Onlar
için Rableri katında dereceler vardır" sözünü şöyle açıklar: "Cennet
ehlinin bir kısmı diğerlerinin üzerindedir. Üsttekiler alttakileri görür,
alttakiler üsttekileri göremez." Sahihayn'da gelen bir rivayete göre,
Re-sulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cennetin yüksek derecelerinde
olanları, aşağı derecelerde olanlar, sizin gök ufuklarından birinde zor
görünen bir yıldızı gördüğünüz gibi -aralarındaki mesafe farkından dolayı-
görürler" buyurmuştur. Ashab: "Ya Resulullah! O yüksek derecedekiler
peygamberler midir? O derecelere, onlardan başkaları ulaşamazlar mı?"
diye sorunca, Resulullah şöyle "buyurâu: ^vet oYöştfler peygamberlerin
aeTece\erıfer. ^ aVa\, "rvaysK^îîı 'kû&î^S, elinde bulunan Allah'a yemin
olsun ki, onlar Allah'a iman ve peygamberleri tasdik etmişlerdir."
Ahmed'in ve Sünen
sahiplerinin Ebu Said el-Hudrfden rivayet ettiği başka bir hadis-i şerifte,
Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Cennetlikler, sizin gök ufkunda
duran yıldızı gördüğünüz gibi, yüksek derece sahiplerini görür. Şüphesiz Ebu
Bekir ve Ömer de onlardandır. Ne mutlu onlara."
Ahirette, müminler de
farklı derecededirler. Nitekim şu ayet de buna delildir: "Biz o
peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan bazısı ile
söyleşmiş, birini de birçok derecelerle yükseltmiştir." (Bakara, 2/253).
Allah ttlücahiâ muhacirleri de başkalarına üstün kılmıştır. Nitekim şöyle
buyurur: "İman edip de hicret edenlerin, Allah yolunda malları ve
canlarıyla cihad edenlerin Allah katında dereceleri pek büyüktür" (Tevbe,
9/20).
Dünya derecelerinde de
farklılık vardır: "O, sizi yeryüzünün halifeleri yapan ve size verdiği
şeylerle imtihana çekmek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılandır.
Şüphesiz Rabbin cezası pek çabuk olandır. Ve şüphesiz O, mağfiret ve rahmet
edicidir" (En'âm, 6/165).
[11]
Ayetler aşağıdaki
hükümlere işaret ediyor:
1- Her
çekişme veya ihtilaf, şer değildir. Bazan ihtilaf hayır getirir. Nitekim,
sahabenin ihtilafı, ganimet mallarının hükmünün açıklanmasına neden oldu.
2- Sahabe,
kendilerini ilgilendiren dini konuları sormaya düşkün idiler.
3- Allahu
Teâlâ, şer'i hükümlerin gerçek kaynağıdır. Hükümleri başkasına değil, önce
Allah'a sonra peygambere havale etmelidir. Ganimetlerin bizzat taksim edilmesi,
Resulullah (s.a.)'a havale edilmiştir. "Allah'ın" kelimesi söze
başlangıçtır. Hak olan şeyle başlamayı ifade eder. "Her şey
Allah'ındır" demektir. "Rasulün" sözüyle de -İbni-Arabî'ye göre
en sahih olan görüş de budur- melik kasdedilmiştir. Bazılarına göre de, bununla
taksim ve hüküm açıklama velayeti kasdolunmaktadır. Birinci görüşün delili,
Peygamber Efendimizin şu sözüdür: "Allah'ın size ganimet olarak verdiği
şeylerden benim için, ancak beşte bir var, geriye kalan beşte birler
sizindir." Onun gerçek sahibi O'dur. Sonra müslümanlara fazlından verir.
4- Toplumun
ıslahı, ümmetin kuvveti ve izzeti üç şeye bağlıdır: Gizli ve açık halde
Allah'tan korkma, toplumun birliğini sağlama, Allah'a ve rasulüne itaat.
5- Allah'ın
emrine uymak, imanın meyvelerindendir. Müminin yolu, Allah'ın emirlerine
uymaktır.
6- "Müminler
o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri titrer" ayeti,
ganimetlerin taksimi hususunda Resulullah (s.a)'ın emrine itaati teşvik etmektedir.
7- Müminlerin
gerçek vasıfları:
a) İmanlarının
kuvveti ve Rablerini görür gibi oldukları için, Allah'tan korkmak. Korkularının
sebebi, inançlarının kemali ve kalblerinin güvenilirliğidir.
b) Kur'an
okununca imanlarının artması. Nitekim Cenab-ı Hak marifet ehlini belirtirken
şöyle buyuruyor: "Peygamber'e indirileni dinlediklerinde Hakkı
bildiklerinden gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün" (Mâide, 5/83).
c) Rablerine
tevekkül etmek. O'ndan başkasından bir şey ummazlar. Başkasına yönelmezler.
Ancak ona sığınırlar, ihtiyaçlarını ancak ondan isterler. O'nun istediği
şeylerin olduğunu, istemediği şeylerin olmadığını, mülkünde sadece O'nun
yetkili olduğunu, hiçbir ortağı bulunmadığını, hükmüne yanlış diyecek
olmadığını, hesabının hızlı olduğunu bilirler.
d) Namazı
ikame etmek: Katâde şöyle demiştir: Namazı ikame, vakitlerine, abdestine, rükû
ve secdelerine riayet etmek demektir.
e) Allah'ın
rızık olarak verdiği şeylerden, Allah yolunda, yani hayır, iyilik yollarında
harcamak.
8-
"İşte onlar gerçek müminlerin ta kendileridir" ayeti, her şeyin bir
hakikati olduğuna işaret eder. Harise kıssası da bunu destekler. Bir adam
Hasen'e sordu: Ey Ebu Said! Sen mümin misin? Hasen ona şöyle dedi: İman ikidir.
Eğer sen bana Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, cennet ve
cehenneme, yeniden dirilmeye ve hesaba imandan soruyorsan, ben bunlara inanıyorum.
Eğer sen: "Müminler ancak Allah anıldığı zaman kalbleri titreyenlerdir.
Ayetleri karşılarında okunduğu zaman da onların imanını artırır. Onlar ancak
Rablerine dayanıp güvenirler.. İşte onlar gerçek müminlerin ta
kendileridir" ayetinden soruyorsan, vallahi ben onlardan mıyım, değil
miyim bilmiyorum.
9- İmanın
artıp eksilmesi: Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Ebu Ubeyd ve Buharî gibi alimlerin
çoğuna göre iman, inanç ve amelin bir bütünüdür. Onlar şu ayeti delil
gösterirler: "Allah'ın ayetleri karşılarında okunduğu zaman da onların
imanını artırır" . Onlara göre, bu ve benzeri ayetler, iyi amellerle
imanın kalbte arttığım gösterir. Eğer iman, sadece iman ve ikrardan ibaret
olsaydı, artış kabul etmezdi. "Onlar gerçek müminlerdir" ayetinde
müminlerin vasıflan sayılırken zikredilen üç rükün imanı meydana getirir. O
hasletler, imanın müsem-ması içinde gizlidir. Müslim, Ebu Davud, Nesaî ve İbni
Mace'nin Ebu Hurey-re'den rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a.) şöyle
buyurdu: "İman yetmiş küsur şubedir. Onların en üstünü "Lâ ilahe
illallah" sözü, en aşağısı da eziyet veren şeyi yoldan kaldırmaktır. Haya
da imandan bir bölümdür."
[12]
5- Rabbin seni hak uğrunda evinden çıkardığı
zaman da müminlerden bir zümre muhakkak isteksizdiler.
6- Hak apaçık meydana
çıktıktan sonra, sanki göre göre ölüme sürükleni-yorlarmış gibi, seninle
mücadele ediyorlardı.
7- Hani o zaman Allah,
size o iki taifeden birinin sizin olduğunu vaadediyordu. Siz ise kuvvetsiz ve
silahsız olanın kendinizin olmasını arzu ediyordunuz. Allah da sözleriyle
hakkı açığa vurmayı ve kâfirlerin arkasını kesmeyi istiyordu.
8- O, günahkârlar istemese de hakkı devamlı
kılacak, bâtılı da yok edecekti.
"Sanki ölüme
sürükleniyorlarmış gibi": Temsili teşbihtir.
"Hakkı açığa
vurmak": Bu iki kelime arasında iştikak cinası vardır.
"Kâfirlerin
arkasını kesmek": Onların helâkla köklerinin kazınmasından kinayedir.
[13]
"Allah, o iki
taifeden birinin": Şam'dan gelen kervan, ya da Mekke'den yardıma gelen
ordunun "sizin olduğunu vaadediyordu."
"Siz ise
kuvvetsiz ve silahsız bulunanı istiyordunuz". Mekke'den gelen yardım
kuvvetinin aksine, sayıca ve savaş malzemesi bakımından az olduğu için.
"Allah'da
kâfirlerin arkasını kesmeyi" arkalarından gelen kimselerin kökünü
kazımayı "istiyordu." Onun için onlara, onlarla savaşmayı emretti.
[14]
Beşinci ayetin nüzul
sebebi konusunda, İbni Ebî Hatim ve İbni Merdûveyh, Ebû Eyyûb el-Ensarî'nin
şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Biz Medine'deyken, Ebû Süfyan'm kafilesinin
gelmekte olduğu haberi ulaşınca, Peygamber (s.a.) bize: "Onun hakkında ne
dersiniz? Umulur ki Allah, onu bize ganimet kılacak ve teslim edecek"
buyurdu. Medine'den çıktık, bir ya da iki gün gittik. Resulullah tekrar:
"Onlar hakkında ne düşünüyorsunuz?" buyurdu. Biz de: Ya Resulullah,
bizim onlarla savaşa gücümüz yok. Biz, kervan için çıkmıştık, dedik. Bunun üzerine
Mikdad: "Musa kavminin, 'sen git Rabbinle savaş, biz burada oturacağız' dediği
gibi demeyin" dedi. Bunun üzerine Allah: "Rabbin seni hak uğrunda
evinden çıkardığı gibi, müminlerden bir zümre muhakkak isteksizdiler"
ayetini indirdi.
[15]
Bu ayetlerle önceki
ayetler arasındaki bağlantı açıktır. Sahabenin -razı olsalar da- ganimetlerle
ilgili hükmü beğenmemeleri, Bedir'de savaşa -hak suretle de olsa- çıkmayı
kerih görmeye benzetilmektedir. Onlar istemeseler de, sen ganimetler hususunda
işine devam et, dilediğine ganimet ver, demektir.
[16]
Kureyş'in eziyetinin
artması sebebiyle Peygamber (s.a.) ve ona inanan ashabı, Mekke'den Medine'ye
hicret etti. Müslümanlar mallarını, topraklarını ve evlerini Mekke müşriklerine
bıraktılar.
Resulullah, Kureyş'li
40 kişiyle birlikte Ebû Süfyan idaresindeki erzak ve mal yüklü Kureyş'e ait
kervanın Şam'dan gelmekte olduğunu duyunca, Müslümanları onlara karşı çıkmaya
davet ederek şöyle dedi: İşte Kureyş kervanı, içlerinde malları var. Onlara
karşı çıkın. Allah'ın, onları size ganimet olarak nasip edeceğini umuyorum.
Onunla beraber 310 küsur erkek çıktı. Bedir yolu üzerindeki deniz kıyısına
doğru gittiler.
Ebû Süfyan, Hicaz'a
yaklaşınca etrafa, haberler toplayacak kimseler gönderdi. Resulullah'm
kendisine karşı buraya çıktığını öğrendi. Hemen, Damdam b. Amr el-Ğıfarî'yi,
Hz. Muhammed'in arkadaşlarıyla birlikte kendilerinin karşısına çıktığını haber
vererek, mallarını kurtarmaları için Mekkelilere gönderdi. Bin kadar kişi
hazırlık yaptı. Ebû Süfyan, kervanı deniz kıyısından götürdü. Kervanı ve
malları kurtardı. Mekke'den savaş için çıkanlar, Bedir suyuna geldiler. Ebû
Cehil Mekke'de Kabe'nin üstünden şunları söyleyerek, insanları savaşa
çağırmıştı: Çabuk olun! Her türlü güçlük ve zillete rağmen, kervanınızı ve malınızı
kurtarın. Eğer onları Muhammed ele geçirirse, bir daha asla iflah olmazsınız.
Ebû Cehil, savaşa çıkan Mekkeli topluluğun başında idi. Sonra ona, kervanın
sahil yolunu tuttuğu ve kurtulduğu, insanları Mekke'ye döndürmesi söylendi. O
buna şu karşılığı verdi: Hayır! Bu asla olamaz. Oraya gidip develer keseceğiz,
şaraplar içeceğiz, çalgıcılar çalgı çalacak, bütün Araplar bizi ve savaşmaya
çıkışımızı, Muhammed'in kervanı ele geçiremediğini konuşacak.
Resulullah (s.a.)
olanları insanlara haber verdi. Onlarla istişare etti. Ebû Bekir (r.a.) ayağa
kalktı. Güzel bir konuşma yaptı. Sonra Ömer kalktı, güzel bir konuşma yaptı.
Sonra Mikdâd b. Amr ayağa kalktı, şöyle dedi: biz sana, İs-railoğullarınm
Musa'ya: "Sen Rabbinle git de, onlarla ikiniz savaşın, biz de buracıkta
oturucularız" (Mâide, 5/24) dediği gibi demeyiz. Biz de savaşırız. Seni
hakla gönderene yemin olsun ki, bizi Berkü'l-Ğımad'a (Yemen'de bir şehir) götürsen,
seninle beraber oraya gideriz".
Resulullah (s.a.) onun
bu konuşmasına hayır dua etti. Ensar şöyle dedi: Biz ensar topluluğu, Mikdad'm
söylediği gibi söyleriz. Bu, bizim için çok mal olmasından daha sevimlidir.
Sonra Hz. Peygamber:
"Ey insanlar! Bana şehadet edin" buyurdu. Çünkü, ona Medine'deyken
yardım etmek, savunmak üzere biat etmişlerdi. Medine dışında kendisine yardım
etmemelerinden korkuyordu. Sa'd b. Muaz: "Vallahi, ya Resulullah, sen
herhalde bizi kasdediyorsun" dedi. Resulullah, evet, buyurdu. Muaz:
"Sana iman edip tasdik ettik, getirdiğin şeylerin hak olduğuna şehadet ettik.
Bunun üzerine canla başla sana söz verdik, Allah'ın sana emrettiğini sen uygula.
Ya Resulullah, bizden tek bir kimse bile geri kalmaz. Seni hakla gönderene
yemin olsun ki, bize şu denizi göstersen, ona dalsan, seninle beraber biz de
dalarız. Hiç kimse geri kalmaz. Düşmanla karşılaşmaktan çekinmeyiz. Savaş esnasında
sabrederiz, düşmanla karşılaşınca sadakat gösteririz. Bizi Allah'ın bereketine
götür" dedi. Resulullah, Sa'd'm bu sözüne sevindi ve sonra şöyle buyurdu:
"Yürüyün Allah'ın
bereketine. Sevinin, çünkü Allah bana iki taifeden birini vaad etti: Ebû
Süfyan'm başında bulunduğu Şam'dan gelen kervan, ya da onlara yardıma gelen,
başlarında Ebû Cehil'in bulunduğu Mekke'den savaş için gelenler.. Vallahi,
sanki ben, şu anda, onların yere yıkıldığını görüyorum.[17]
Şüphesiz sahabenin
savaş ganimetlerinin eşit şekilde paylaştırılmasını iyi görmemeleri senin
Medine'deki evinden, ya da Medine'den savaş için çıkmanı kötü görmeleri
gibidir.' Çünkü Medine onun hicret edip yerleştiği, ya da evinin bulunduğu yerdi.
Hikmetle ve doğru sebep ile çıkarılmıştı. Müminlerden bir grup da, savaşa hazır
olmadıklarından, çıkmak istemiyorlardı. Onun için O, seni onlar çıkmak
istemedikleri halde çıkardı. İki hal arasındaki teşbih, istememe halidir.
Çünkü müslümanlardan bazısı, Bediimde iki şeyi kerih gördü.
1- Ganimetin
aralarında eşit şekilde taksimini kerih gördüler. Onlar gençlerdi.
Savaşmışlar, ganimet almışlardı.
2- Kureyş
ile savaşmak istemediler. Çünkü, Medine'den ganimet maksadıyla çıkmışlardı,
savaşa hazırlık yapmamışlardı.
Fakat Allahu Teâlâ, bu
iki mesele hakkında onlara şöyle dedi: Siz, ganimetler konusunda ihtilâf edip
birbirinizle çekiştiğiniz gibi -ki Allah onu sizden aldı, onun taksimini, Hz.
Peygamber (s.a.)'e bıraktı, O da onları adaletle, eşit bir şekilde dağıttı ve
bu sizin için çok iyi oldu- yine düşmana karşı çıkmayı ve silah sahipleriyle
(bunlar dinlerine yardım ve kervanlarını kurtarmak isteyenlerdi) savaşmak
istemediğiniz zaman; savaşı istememenizin sonu, Cenab-ı Hakk'm onu, size takdir
etmesi, düşmanla sizi herhangi vakit tayinini söz konusu olmadan bir araya
getirmesi ve size zafer nasip etmesi oldu.
İki şeyden çıkan
sonuç: Her ikisinde de, Peygamber (s.a.)'in emrine tabi olmak, hayırdır,
doğrudur, yarar getirir.
Müminler, kervanı
tercih ettiklerinden, adam ve savaş malzemesi azlığı, sayıca ve savaş
malzemesi açısından daha çok olan müşriklerle savaşmaktan korktukları için,
seninle hak ve doğru olan görüş -Mekke'den savaş için gelenlerin karşısına
çıkmak- hususunda mücadele ediyorlar. Sen, onlara her halükârda zafere
ulaşacaklarım, Allah'ın sana iki taifeden birini -kervan yahut savaş için çıkanlar-
vadettiğini, kervanın kurtulduğunu, savaş için çıkanlardan başka ortada kimse
kalmadığım, biz savaşa hazır değiliz, demeye neden olmadığım söylemene, hakkın
ve doğrunun ortaya çıkmasına rağmen, onlar seninle mücadele ediyorlar.
Sonra Allah, onların
zafere ve ganimete gittikleri zamanki aşırı korkak hallerini, ölüme sevkolunan
kimselerin haline benzetti.
Fakat Allahu Teâlâ,
peygamberine ve müminlere zafer vaadetti ki, O'nun vaadi geri kalmaz. Kuvvetler
dengesinin görünürdeki hesabı, çoğu kere aksine gerçekleşir. Çünkü, nice az
topluluk vardır ki, çok topluluğa galip gelmiştir.
Allah'ın size, iki
taifeden -kervan yahut savaş için gelenler- birine sahip olmayı vaad ettiği
zamanı hatırlayın.
Siz silahı, kuvveti,
gücü olmayanın -sadece 40 atlıdan ibaret kervanın- sizin olmasını
istiyorsunuz. Cenab-ı Hak, onların savaşı istemeyip mala tama'la-nna tarizde
bulunmak için, böyle buyurdu. Sayılarının çokluğu silah ve askerî
malzemelerinin üstünlüğü sebebiyle, güç, Mekkeli savaşanlar tarafındaydı.
Allah ise, müşriklerin
yenilgiye uğraması, müminlerin muzaffer olması için, size bundan başkasını
-güçlü kuvvetli savaş için çıkan Mekkeli müşriklerle savaşmak- istiyor. Güçlü
müşriklerle muharebede peygamberine indirdiği ayetlerle, müminlere yardım için
meleklere emir vermekle, müşriklerin esaretini ve katlini takdir etmekle, yüce
Allah, hakkı sabit kılmak ve yüceltmek murad ediyor.
Allah yapacağını
yaptı. Azgın asi mücrimler istemese de, İslâm'ı sabit ve üstün kılmak, küfrü,
şirki, bâtılı yok etmek, ortadan kaldırmak için müminlere yardımını
gerçekleştirdi. Bu sadece, kervanı ele geçirmekle değil, aksine küfür
liderlerinin ve şirk önderlerinin katliyle oldu.
Hakkı gerçekleştirmek
ve bâtılın boş olduğunu göstermek, hakkın hakim, bâtılın yok olduğunu,
delillerle ve beyyinelerle ortaya çıkarmak, hak liderlerini takviye etmek,
batıl liderlerini de kahretmekle olur.
[18]
Ayetler aşağıdaki
konulara işaret eder:
1- Hayır ve
maslahat insanın hayır gördüğünde değil, Allah'ın emrettiği şeydedir. İnsan
bazan, zararlı olanı faydalı, faydalı olanı zararlı görür.
2- Ehl-i
Sünnet'e göre, kulun işi Allah'ın yaratmasıyladır. Ehl-i Sünnet'in bu husustaki
delillerinden biri de: "Rabbin seni hak uğrunda evinden çıkardığı
zaman" ayetidir. Rivayete göre, Peygamber Efendimiz evinden kendi
ihtiyarıyla çıktı. Sonra Allahu Teâlâ bu çıkışı, kullarının işlerinin
yaratıcısı olduğuna işaret etmesi için kendine nisbet etti.
Mûtezile'ye göre ise
mana şöyle olur: Hz. Peygamber'in çıkışı Allah'ın emriyle oldu. O'na nisbet
olunması mecazdır. Aslolan, sözü hakikata hamletmektir.
Ehl-i Sünnet, yine
fiillerinin yaratılması meselesinde Allahu Teâlâ'nın: "Allah da sözleriyle
hakkı açığa vurmayı istiyordu" ayetine tutunmaktadır. Bu ayetin manası
şudur: Hakkı, O meydana getirir. Hak, din ve itikaddan başka bir şey değildir.
O halde hak itikad, Allahu Teâlâ'nın yaratmasıyla meydana gelir.
Mutezile de,
görüşlerinin şahinliği konusunda aynı ayete tutunarak şöyle derler: Bu ayet,
Allahu Teâlâ'nın daima, hakkı gerçekleştirmek, bâtılı boşa çıkarmak istediğine
işaret eder. Bâtılı ve küfrü de Allah ister diyenlerin bu sözleri doğru
değildir.
Ehl-i Sünnet, bunu şu
fıkıh usulü kaidesiyle reddeder: "El" harfi tarifli müfred, geçmiş
bilinen şeye döner. Yani Allahu Teâlâ, bu şekilde hakkın gerçekleşmesini,
bâtılın boşa çıkmasını murad etmiştir.
3- Hak daima
haktır, fakat onu ortaya çıkarmak, gerçekleştirmektir. Çünkü o, ortaya
çıkmadığı zaman bâtıla benzer. İslâm haktır. Allah da onu izhar etmek ve aziz
kılmak ister. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Çünkü onu bütün dinlere
üstün kılacaktır." (Saff, 61/9) Aksine biz, hakkı batıl üzerine bırakırız
da, onun beynini parçalar.
4- Bâtıl için
bir kararlılık yoktur. Mutlaka yok edilmesi gerekir. Küfür ve şirk de bâtıldır.
Dolayısıyla Allah onu, kâfir ehlini de helak ederek yok etmek
ister..
5- Allahu
Teâlâ Bedir'de, az sayıdaki müminlerle, kuvvet ve güç sahibi çok sayıdaki
kâfirleri biraraya getirmek istedi ki, müminleri kâfirlere karşı muzaffer
kılsın, dinini üstün kılsın. O, işlerin sonunu en iyi bilendir. Mümin kullarına
en iyi tedbiri alandır. Her ne kadar kullar, kendilerine görünen şeylerde bunun
aksini isteseler de: "Mukatele etmek hoşunuza gitmediği halde üzerinize
yazıldı. Bazan hoşlanmadığınız bir şey size hayırlı olur. Sevdiğiniz bir şey de
hakkınızda şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 2/216).
6- Hz.
Peygamberin Bedir savaşından önce, kervanı ele geçirmek için çıkması, ganimet
için çıkmanın caiz olduğuna işaret eder. Çünkü ganimet, helal bir kazançtır.
Allah da, müminlere iki şeyden birini vaad etmişti: Ya kervanı ele geçirmek, ya
da savaş için çıkan kimselerle karşılaşmak.
[19]
9- Hani siz
Rabbinizden imdat istiyordunuz. O da: "Muhakkak ben size, birbiri
ardınca bin melekle yardım edeceğim" diyerek duanızı kabul etmişti.
10- Allah bunu ancak
size bir müjde olsun, kalbleriniz o sayede tümüyle rahatlasın diye yapmıştı.
Yardım yalnız Allah katındandır. Şüphesiz Allah, mutlak galiptir. Yegâne hüküm
ve hikmet sahibidir.
11- Hani O size,
emniyet için hafif bir uyku vermişti. Onunla sizi tertemiz yapmak, sizden
şeytanın murdarlığını gidermek, kalblerinizi bağlamak ve onunla ayakları
pekiştirmek için üstünüze gökten bir su indiriyordu.
12- Hani Rabbin
meleklere: "Şüphesiz ben, sizinle beraberim, iman edenlere sebat
verin" diye vahyediyordu. "Ben, kâfirlerin kalblerine korku
salacağım. Artık onların boyunlarının üstüne ve her parmağına vurun".
13- Bu, onların
Allah'a ve Rasûlü'ne karşı geldiklerinden dolayıdır. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne
karşı gelirse, Allah'ın cezası çok şiddetlidir.
14- Bu şimdiki
azabınız. Onu tadın, Kâfirler için bir de ateşin azabı vardır.
"Hani siz
Rabbinizden imdat istiyordunuz": Hadiseyi zihninde canlandırmak için
imdat beklemek fiili, mazi kalıbı yerine muzari kalıbıyla getirilmiştir.
"Üstünüze gökten
bir su indiriyordu": Arapça gramer kuralına göre; "gökten"
kelimesi, cer ile mecrûrundan meydana gelmiş, "bir su" harf-i cersiz
mefuldur. Harf-i cer ile mecrurunun harf-i cersiz mefulünden önce zikredilmesinde,
birinciye önem verilmesi, ikinciye de teşvik edilmesi vardır.
[20]
"birbiri
ardınca" Birbirini takip eden "bin melekle yardım edeceğim"
Ce-nab-ı Hak onlara, ilk önce bin melek vaad etti, sonra bu üç bin, daha sonra
da beş bin oldu. Nitekim bu husus Âl-i İmran sûresinde (124 ve 125'inci ayette)
zikrolunur. "diyerek duanızı kabul etmişti."
"Hani O size,
emniyet için hafif bir uyku vermişti": Ayetin metninde geçen
"nuâs" kelimesi, uyku başlangıcı halidir ki, duyularda ve sinirlerde
bir gevşeklik meydana gelir. Onu uyku takip eder. O, uykunun bir başlangıcı
gibidir, idraki zayıflatır.
"Onunla
sizi" abdestsizlik ve cünüplük gibi hallerden "tertemiz yapmak"
"şeytanın murdarlığını gidermek" eğer siz hak üzere olsaydınız,
müşrikler suya sahipken siz sudan mahrum olmazdınız, şeklindeki vesvesesini
gidermek, "kalblerinizi bağlamak" kalblerinizi sabit kılıp sabır ve
yakine sevketmek, "ayakları pekiştirmek için" ayaklarınızın kuma
gömülmesini önlemek için "üstünüze gökten bir su indiriyordu".[21]
Ahmed, Tirmizî, İbni
Cerir ve İbni Ebî Hatim, Ömer b. Hattab (R.A)'dan şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir: Bedir günü, Peygamber (s.a.), bir ashabına (ki onlar 300 küsur
kişiydiler) bir de müşriklere (onlar da 1000 küsur kişiydiler) baktı, üzerinde
ridası ve izan olduğu halde kıbleye doğru yönelerek şöyle dedi: "Allah'ım!
Bana vaad ettiğini gerçekleştir. Allahım! Bu İslâm topluluğu helak olursa,
yeryüzünde sana asla ibadet olunmaz..." Hz. Ömer rivayetine şöyle devam
eder: "Rabbine öyle dua edip yalvardı ki, ridâsı omuzlarından düştü. Ebû
Bekir gelip ridasını alıp omuzlarına attı. Sonra: Ey Allah'ın peygamberi!
Rabbine duan yeter. Muhakkak O, sana vaadettiğini gerçekleştirecek, dedi. Bunun
üzerine Yüce Allah: "Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz. O da:
"Muhakkak ben size birbiri ardınca bin melekle yardım edeceğim"
diyerek duanızı kabul etmişti" ayetini indirdi.
O gün müslümanlarla
müşrikler karşılaştılar. Allah müşrikleri hezimete uğrattı. Müşriklerden 70
erkek öldürüldü, 70 erkek de esir alındı.[22]
Buharî'nin İbni
Abbas'dan rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a), Bedir günü şöyle buyurdu:
"Allahım! Senden ahdini ve vaadini istiyorum. Allahım! Müminlerin
helakini diliyorsan, sana ibadet eden kalmaz..." Bunun üzerine, Ebû Bekir
elinden tuttu ve: "Yeter" dedi. Bunun üzerine o: 'Yakında o topluluk
yenilecek ve arkalarını dönerek kaçacaklardır" (Kamer, 54/45) ayetini
söyleyerek çıktı.
Resulullah bu şekilde
yardım talebinde bulundu. İnsanlar, saf düzenine geçince, Ebû Cehil:
"Allahım! Bizden hakka daha yakın olana yardım et" dedi. Resulullah
da, zikrolunan duayı yapmak üzere elini kaldırdı.
İkinci bir görüşe
göre, yardım talebi müminler topluluğundan geldi. Çünkü onlar, Peygamberden
daha çok korkmuşlardı.
Doğruya yakın olan
görüş ise şudur: Resulullah efendimiz dua ve niyazda bulundu. Diğer müminler
de, içlerinden onun duasına katılıyordu. Onun için, Resulullah'ın duası
naklolundu, müminlerin duası naklolunmadı.[23]
Allahü Teâlâ, bundan
önce ki ayette, hakkı üstün çıkarıp bâtılı iptal ettiğini açıkladıktan sonra,
burada da yardım istendiğinde yardım edeceğini açıklamıştır.
[24]
Ey müminler! Mutlaka savaş
gerektiğini anlayıp: "Ey Rabbimiz! Düşmanına karşı bize yardım et. Ey
yardım isteyenlere pek çok yardım eden! Bize yardım et" diye Rabbinize
dua ettiğiniz vakti hatırlayın... Bundan murad, onlara, dualarına icabet eden
Allah'ın nimetini hatırlatmaktır ki şükretsinler, Allah'ın kendilerine olan
fazl ve rahmetini bilsinler.
O, sizin duanıza
icabet etti, birbiri peşi sıra meleklerle yardım etti. Önce bin melekle
yardımda bulundu. Bunu diğerleri takip etti. Üç bin, daha sonra beş bin melek.
Nitekim, Allahü Teâlâ şöyle buyurur: "O zaman sen müminlere: İndirilen üç
bin melekle Rabbinizin size imdat etmesi yetmez mi? diyordun" (Al-i İmran,
3/124).
Sonra da: "Evet,
siz sabreder, sakınırsınız, bunlar da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa,
Rabbiniz nişanlı beş bin melekle size yardım edecektir" (Al-i İmran,
3/124-125).
Allahü Teâlâ
melekleri, size zafere ulaşacağınızı müjdelemek ve sizin kalblerinizi teskin
etmek için gönderdi. Düşmanlarınıza karşı size yardım etmeye, yalnızca Allahü
Teâlâ kadirdir.
Savaşta gerçek zafer
ancak Allah'tandır. Melekler ve diğer görünür sebeplerden değildir. Şüphesiz
Allah, mağlup edilemez güçtedir. Hikmet sahibidir. Hiçbir şeyi mevziinin dışına
koymaz. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Eğer Allah dilese, elbette
onlardan intikam alırdı. Fakat bazınızı bazınızla imtihan etmesi
içindir." (Muhammed, 47/4).
Bedir günü, melekler
fiilen savaştı mı? Bazı alimlere göre, melekler savaşmadılar. Müminlere manevi
takviye yapıldı. Onlar müminlere sebat veriyorlardı. Yoksa, tek bir melek bütün
dünya halkını helak etmeye kafidir. Nitekim Cibril (a.s.) kanadından bir tüy
ile, Lut kavminin yaşadığı Medain beldelerini helak etti.
Alimlerin çoğunluğuna
göre ise, Bedir günü Cibril (a.s.), beş yüz melekle, Hz. Ebû Bekir'in de içinde
bulunduğu ordunun sağ tarafına indi. Mikâil, (a.s.) beş yüz melekle, Hz.
Ali'nin de içinde bulunduğu ordunun sol tarafına indi. Melekler insan
sûretindeydi, üzerlerinde beyaz elbiseler ve beyaz sarıklar vardı.
Meşhur olan görüş
budur. İbni Abbas'm şöyle dediği rivayet olunmuştur: Allah, Peygamberine (s.a.)
ve müminlere bin melekle yardım etti. Cibril, beş yüz meleğin yanında, Mikail
beş yüz meleğin yanındaydı. İbni Cerir ve Müslim, İbni Abbas ve Ömer yoluyla
gelen bu hadisi rivayet ederler. Daha başka hadisler de vardır. Eğer bu
hadisler olmasaydı, birinci görüş muteber olabilirdi. Rivayete göre Ebû Cehil,
İbni Mes'ud'a: "Hiçbir kimse görmediğimiz halde, duyduğumuz o ses nerden
geliyordu?" diye sormuş, o, meleklerden deyince, Ebu Cehil: "İşte
bizi onlar yendi, siz değil" demiştir.
İttifak olunan görüşe
göre, Uhud günü melekler, savaşmadı. Çünkü Allah, müminlere, sabır ve takva
üzere bulunmaları şartıyla zafer vaad etmiş, onlar da bu şartı yerine
getirmemişlerdi.
Meleklerin müminlerle
birlikte savaşması, müminlerin en mükemmel ve en iyi bir şekilde savaşma
görevlerini azaltmıyordu. Nitekim onlar, takdire değer bir şekilde savaştılar.
Buharî ve Müslim'le gelen bir rivayete göre Resulullah (s.a.), Hâtıb b. Ebî
Beltaa'nm öldürülmesi konusunda Hz. Ömer'le müşavere ettiği zaman şöyle dedi:
"Şüphesiz o Bedir'e katıldı. Nereden biliyorsun, belki de Allah Bedir
savaşma katılanlara: İstediğinizi yapın, sizi mağfiret ettim, buyurdu."
Bedir olayı Kureyş
üzerinde çok etkili oldu. Meşhur kimseler olmalarına rağmen, müslüman
kılıçlarıyla ve mızraklarıyla, hem de gençler eliyle öldürüldüler. Bu, onların
küfürlerinin ve inadlarınm cezasıydı. Allahü Teâlâ peygamberleri yalanlayan
geçmiş ümmetleri, çeşitli -musibetlerle cezalandırdı. Nitekim Nuh kavmini
Tufanla, Ad kavmini soğuk bir rüzgarla, Semûd'u helak edici şiddetli bir sesle,
Lût kavmini bulundukları yeri altını üstüne getirmekle, Şu-ayb kavmini şiddetli
bir deprem ve bir buluttan üzerlerine yağan ateş yağmurlarıyla Firavun ve
kavmini denizle helak etti.
Allah'ın Bedir günü
müslümanlara olan ilk nimeti, onlara meleklerle yardım etmesi, diğer nimeti
onlara uyku hali vermesi ve yağmur indirmesidir: "Hani O size, emniyet
için hafif bir uyku vermişti..." Yani kendinizi az, düşmanı çok görmeniz
sebebiyle meydana gelen korkudan emin kılan hafif bir uyku nimetini
hatırlayın. Çünkü kendisine hafif uyku gelen kimse, korku hissetmez, rahat
eder, güç ve kuvvetini yeniler. Beyhakî Delâil'de, Ali (r.a.)'m şöyle dediğini
rivayet eder: "Bedir günü, içimizde Mikdâd'dan başka atlı yoktu. Biz hepimiz
uyuduk, sadece Resulullah, bir ağacın altında sabaha kadar namaz kılıp dua
etti."
Bu hafif uyku hali,
savaştan önceki gece oldu. Şiddetli korku içindeki büyük topluluk, bir mucize
olarak önlerinde çok mühim iş olduğu halde birden uyudu.
Maverdî şöyle der: O
gece Allah'ın onlara uyku verme lütfunda bulunmasında iki hikmet vardır:
Birincisi:
Dinlenmelerim sağlayarak ertesi günkü savaş için onları kuvvetlendirdi.
İkincisi:
Kalblerinden korkuyu gidererek onları emniyete kavuşturdu. Emniyet uyutur,
korku uykusuz bırakır.
Cenâb-ı Hak, onlara
Uhud günü de uyku verdi. Nitekim şöyle buyurur: "Sonra o kederin ardından
üzerinize bir emniyet, bir uyku indirdi ki, o içinizden bir grubu örtüp
buruyordu. Bir grub da canları sevdasına düşmüşlerdi." (Âl-i İmran, 3/154).
Yine Allah size, sizi
abdestsizlik ve cünüplük halinden temizlemek, sizden şeytanın vesvesesini ve
susuzluk korkusunu gidermek, kalblerinizi düşmanla savaşa cesaretlendirmek -ki
bu bâtını cesarettir- ayaklarınızı sebat ettirmek -ki bu zahirî cesarettir-
için gökten yağmur indirdi. Yağmurun indirilmesi dört faydayı gerçekleştirdi:
Cünüplükten ve abdestsizlikten yıkanmakla şer1! ve his-sî temizlenme, şeytanın
vesvesesini giderme, ruha sabrı alıştırma, ayakları kumlarda sebat ettirme.
Kur'ân'ın zahiri, uyku
halinin yağmurdan önce, Ramazanın 17. gecesinde meydana geldiğine işaret eder.
Mücahid ve İbni Ebî Nüceyh ise, yağmurun uykudan önce yağdığını
söylemişlerdir.
Yağmur yağdırılmasının
sebebi, İbnü'l-Münzir'in İbni Cerir et-Taberî ve İbni Abbas'tan naklettiğine
göre şudur: Müşrikler müslümanlardan önce, suyu ele geçirdiler. Müslümanlar
susuz kaldı. Abdestsiz ve cünüp halde namaz kıldılar. Kumluk içindeydiler.
Şeytan kalblerine hüzün verdi. "İçinizde bir peygamber, kendinizin de
veliler olduğunuza inanıyorsunuz, bir de abdestsiz ve cünüp halde namaz
kılıyorsunuz, öyle mi?" dedi. Bunun üzerine Allah gökten bir yağmur
indirdi, vadi su ile doldu, müslümanlar su için de temizlendiler, ayaklan sabit
olup kaymadı, şeytanın vesvesesi de böylece gitmiş oldu.
Resulullah ve ashabı,
yağmur suyundan toplanan suya gittiler ve orada konakladılar. Su havuzları
yaptılar. Geri kalan suları da yok ettiler. Resulullah için, savaş meydanını
gören bir tepe üstünde çardak yapıldı.
İbni İshak'm
Siyret'inde zikrettiği İbni Hişam'ın da onu takip ettiği gibi, Resulullah
(s.a.) Bedir'e yürüdüğü zaman, bulduğu en yakın su başına indi. Hubab ibni
Münzir, Resulullah'a yaklaşarak: "Ya Resulullah! Bu yeri sen kendin mi
belirledin, yoksa Allah'ın bir vahyi sonucu mu?" diye sordu. Resulullah:
"Kendi görüşümle belirledim" deyince, Hubab: "Burası iyi bir
mevki değil. İnsanları, onlara en yakın bir su kenarına götür. Oraya
yerleşiriz. Sonra onun dışındaki kuyuları kör kuyu haline getirir, üstlerine
bir havuz yapıp doldurur, ardından da, düşmanla savaşırız, Biz su içtiğimiz
halde, onlar içemezler" dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.): "Güzel
bir görüş ileri sürdün" dedi ve öyle yaptılar.
İbni Kesir şöyle der:
Bu hususta en güzel görüş, İmam Muhammed ibni İs-hak b. Yesar'ın Urve ibni
Zübeyr'den yaptığı rivayettir. O şöyle demiştir: Allah yağmur yağdırdı. Vadi
kaygan hale geldi. Öyle ki, Resulullah ve ashabı yapışkan çamur içinde kaldı.
Fakat bu, yürümelerine engel olacak şekilde değildi. Kureyş ise, öyle bir
çamura maruz kaldı ki, oradan gitmeye güçleri yetmedi.
Bence de, Kur'ân'ın
metni İbni Kesir ve Taberî, Zemahşerî ve Razî gibi müfessirlerin çoğunun
benimsediği bu rivayetlere uygun düşüyor. Beyzavî de, bunu destekleyen bir
rivayeti zikrederek şöyle der: Rivayete göre Bedir savaşına katılan müslümanlar,
suyu olan, ayakların kaydığı kumluk bir yerde konakladılar, uyudular, çoğu
ihtilam oldu. Suyu müşrikler ele geçirdi. Bunun üzerine şeytan müslümanlara
vesvese verdi: Siz nasıl zafere ulaşacaksınız? Su meselesinde mağlubiyete
uğradınız. Allah'ın veli kulları olduğunuzu sandığınız, Allah'ın Rasûlü
içinizde olduğu halde, siz abdestsiz ve cünüp olarak namaz kılıyorsunuz.
Müslümanlar korktular.
Bunun üzerine Allah, yağmur yağdırdı. Yağmur bütün gece yağdı. Vadi aktı.
Kenarında müslümanlar havuzlar yaptılar, hayvanlarını suladılar, abdest
aldılar, guslettiler. Düşmanla aralarındaki kumluk arazi ayakların kaymıyacağı
şekilde sertleşti. Şeytanın verdiği vesvese ortadan kalktı. Sonra Beyzavi,
Cenab-ı Hakk'm: "Kalblerinizi bağlamak için" sözünün manasını
açıklıyor.
En sahih görüş ise,
Kurtubî'nin İbni İshak'ın Siyret'inden zikrettiği görüştür. Bu, rivayetlerin
arasını bulan bir görüştür: Yağmurun yağmasıyla birlikte olan haller, Bedir'e varmadan
önce meydana geldi.[25]
Bedirde müminlere
bahşolunan gizli nimetlerden biri var ki, Allah onu müminlerin şükretmesi için
açığa çıkarmıştır. O da, Allah'ın meleklere, kendisinin, meleklerle beraber
olduğunu ilham etmesidir."Hani Rabbin meleklere: Şüphesiz ben sizinle
beraberim." Ayete bu şekilde mana verildiği gibi: "Hani Rabbin
meleklere: "Şüphesiz ben müminlerle beraberim. Dolayısıyla onlara yardım
edin, onları sebat ettirin." şeklinde de mana verilebilir. Razî bu ikinci
mana için "bu kelamdan maksat, korkutmayı ortadan kaldırmaktır. Melekler,
kâfirlerden korkmuyorlardı, müslümanlar korkuyordu" diyerek, daha uygun
bulur.[26]
Yardımdan amaç,
savaşın şiddetli zamanlarında gelen yardım ve destektir.
Müminlerin kalblerini
sebat ettir, azimlerini kuvvetlendir. Onlara, Allah'ın Rasûlüne ve müminlere
yardım etmeyi vaadettiğini, Allah'ın vaadinden dönmeyeceğini hatırlat.
Denilmiştir ki,
melekler, müminlerin tanıdığı erkekler suretine bürünüp öyle yardım
ediyorlardı. Beyhâkî, Delaü'de şöyle tahric eder: Melek, bir kişiye, onun
tanıdığı kişi şeklinde geliyor ve: "Müjde. Onlar az, Allah sizinle
beraber, hücum edin" diyordu.
Zeccâc'dan naklolunan
rivayete göre, sebat ettirmenin manası şudur: Şeytanın şer ilka etme-vesvese
kuvveti olduğu gibi, meleğin de hayır ilka etme-il-ham kuvveti vardı.
Sonra Allahü Teâlâ:
"Ben sizinle beraberim" sözünden muradını zikretmiştir. Bu sözün
manası: Kâfirlerin kalblerine korku vermekle size yardım etme hususunda,
sizinle beraberim, demektir. Allah'ın müminlere olan nimetlerinin en
büyüklerinden biri de, kâfirlerin ruhlarına korku ve ürküntü ekmesidir.
Onların başlarını
vurun, koparın, ayak ve el parmaklarını kesin.
Sonra Allahü Teâlâ,
müminlere yardım etme sebebini açıklayarak şöyle buyurur: "Bu, onların
Allah'a ve Resulüne karşı geldiklerinden dolayıdır..." Yani peygambere ve
müminlere yapılan sözkonusu yardım, müşriklerin Allah'a ve Resulüne düşmanlık
ve muhalefet etmeleri sebebiyledir. Onlar, şeriata uymayı, ona iman etmeyi bir
tarafa bıraktılar.
Kim Allah'a ve
Rasûlüne muhalefet edip düşmanlık ederse, onun için dünyada hezimet ve rüsvay olmak
olduğu gibi, ahirette de şiddetli bir azab vardır.
Ey Allah'a ve Rasûlüne
muhalefet eden kâfirler! Dünyada size acele tarafından verdiğim bu hezimeti,
zilleti, cezayı, öldürülmek ve esir edilmek gibi halleri acilen tadın. Eğer
küfürde ısrar ederseniz, ahirette de, sizin için cehennem azabı vardır.
[27]
Ayetler üç şeye işaret
eder: Nimetlerini hatırlatmak, öldürme işinin öğretilmesi, Allah ve
Rasûlüllah'a düşmanlık etmenin cezalandırılması. Allah'ın Bedir Savaşında
hatırlatmak istediği nimetler yedidir:
1- Yardım
istendiği zaman, yardım. Bu, bizzat meleklerle yardım olunma-sıdır. Bu sûrede
bin melekle yardım olunduğu zikrolunurken, Al-i İmran sûresinde üç bin, sonra
beş bin melekle yardım olunduğu zikrolunmaktadır ki, bunda herhangi bir
çelişki yoktur. Çünkü Allahü Teâlâ, "birbiri peşi sıra" sözüyle,
yardımı birden yapmadığını, önce bin, sonra üç bin ve sonra da, sabır ve takvaya
sarıldıkları zaman beş bin melekle yardım ettiğini ifade etmektedir.
2- Savaşın
olduğu günün gecesinde, müminlere uyku vermek.
3- Maddî
(abdestsizlik ve cünüplük halini gidermek) ve manevî (şeytanın verdiği
vesveseleri gidermek) temizliği gerçekleştirmek için, gökten yağmur yağdırmak.
4- Kalbleri
kuvvetlendirme, onlardan korkmayı giderme, sabır verme, düşmana karşı koyma ve
savaşmak için yardım etme.
5- Yağmurla
kayganlaşmış kumlu arazide ayakları sabitleştirme.
6-
Meleklere, Allah'ın müminlerle beraber olduğunu ilham etmek, "Müminlere
yardım edin, onları sebat ettirin" demek.
7- Kâfirlerin
kalblerine korku salmak.
Öldürme keyfiyetini
öğretme: Allahü Teâlâ, müminlere, kafirleri başlarına vurarak ve ayaklarını,
ellerini keserek öldürmelerini emretmiştir. "Onların her lahları tutmada
kullanılır. Onlar kesildiği zaman, insanlar savaşmaktan aciz kalırlar.
Allah'a ve
peygamberine muhalefet etmenin cezası, dünyada rezil rüsvay olmak ve
mağlubiyet, kıyamette de cehennem ateşinde şiddetli azaba maruz kalmaktır. Bu
cezayı zikretmekten maksat, küfürden alıkoymak, tehdit etmek ve kafirleri
korkutmaktır. Bu duruma göre, ceza iki çeşittir: Dünyada acele tarafından
verilen ahiret ve ertelenen.
Bedir savaşına
katılanların fazileti, kişisel durumlarından değil, yaptıkları işlerden
dolayıdır. İmam Malik şöyle demiştir: Bana ulaşan habere göre, Cibril (a.s.),
Peygamber (s.a.)'e: "Bedire katılanlar aranızda nasıldır?" diye
sordu. O da: "En hayırlılarımız" buyurdu. Bunun üzerine Cibril
(a.s.): "Bizim aramızda da öyle" dedi. Bu, onların cihadlanndan
dolayıdır. En üstün cihad da, Bedir günü cihadıdır. Çünkü İslâm binası onun
üzerine kuruldu.
İslamiyet, düşman da
olsa, ölülerin cesedlerinin gömülmesini vacip kıldı. Nitekim Peygamber (s.a.),
Bedir'de öldürülen 70 müşriğin cesedlerinin, çölde bulunan eski bir kuyuya
gömülmesini emretti.
Müslim'in Enes ibni
Malik'ten rivayetine göre, Rasûlüllah (s.a.), Bedir'de öldürülen müşriklerin
cesedlerini üç gün bıraktı. Sonra kalkıp onlara: "Ey Ebû Cehl b. Hişâm! Ey
Ümeyye b. Halef, Utbe b. Rabia! Ey Şeybe b. Rabia! Rabbini-zin vaadettiğinin
gerçekleştiğini gördünüz değil mi? Şüphesiz ben, Rabbimin bana vaadettiğinin
gerçekleştiğini gördüm" dedi. Ömer (r.a.) Peygamber (s.a.)'in sözünü
işitti ve: "Ya Resulullah! Onlar nasıl işitecekler ve nerden cevap
verecekler? Onlar kokup bozuldular" dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.):
"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz benim
söylediklerimi onlardan daha iyi işitmezsiniz. Fakat onlar cevap
veremezler" buyurdu.
Sonra onlar hakkında
emrini verdi. Sürüklenip Bedir kuyusuna atıldılar.
Kurtubî şöyle der: Bu,
ölümün tamamiyle bir yokluk ve fena olmadığına, sadece ruhun bedenle ilgisinin
kesilmesi ve bir evden bir eve intikal olduğuna işaret eder. Resulullah (s.a.)
şöyle buyuracaktır: "Şüphesiz ölü, kabre konulup, yakınları ondan
ayrılırken, o, onların papuç seslerini işitir." Hadisi es-Sahih tahric
etmiştir.[28]
15- Ey iman edenler! Toplu bir halde kafirlerle
karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin.
16- O gün kim savaşmak için bir tarafa çekilmek,
ya da başka bir birliğe katılmak dışında arkasını dönerse, Allah'ın gazabına
uğramış olur. Onun yeri de cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir.
17- Onları siz öldürmediniz. Fakat Allah öldürdü
onları. Attığın zaman da, sen atmadın, ancak Allah attı. Müminleri, kendinden
güzel bir imtihan ile denemek için. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitendir, çok
iyi bilendir.
18- Bu, böyledir.
Şüphesiz Allah, kâfirlerin tuzaklarını yıpratıcıdır.
19- Eğer siz fetih istemekteyseniz, işte size o
fetih gelmiştir. Eğer vazgeçerseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Yine
dönerseniz, biz de döneriz. Topluluğunuz çok da olsa, sizden hiçbir şeyi
sa-vamaz. Çünkü Allah müminlerle beraberdir.
"Eğer siz fetih
istemekteyseniz, işte size o fetih gelmiştir." Hitap alaylı bir şekilde
müşrikleredir. Bu, şu ayette de vardır: "Tad! Çünkü sen aziz ve kerim
idin" (Duhan, 44/49).
[29]
"Toplu bir
halde" toplanmış olarak. Sanki onlar, çok olduklarından dolayı bitişik bir
cisim gibiydiler, "kâfirlerle karşılaştığınız zaman" sizinle savaşmak
için, size doğru gelen bir ordu ile karşılaştığınız zaman "onlara arkanızı
dönmeyin. " yenilmiş olarak kaçmayın.
"Onları siz
öldürmediniz." Onları Bedir'de, siz kendi kuvvetinizle öldürmediniz.
"Attığın zaman da, sen atmadın, ancak Allah attı." Çünkü bir avuç çakıl,
bir insanın atışıyla, bir çok insandan müteşekkil ordunun gözünü doldurmaz.
Fakat, Allah, kafirleri kahretmek için, onu onlara ulaştırdı.
"Müminleri,
kendinden güzel bir imtihan ile denemek için." Müminleri, ganimetle,
güzel bir imtihanla denemek için. Denemek şeklinde terceme ettiğimiz
"ihtibar" kelimesi iki manaya gelir. Sabrı öğrenmek için ceza ile
olur, şükrü bilmek için nimet vermekle olur. Burada nimet vermekle, denemek
kasdolunmak-tadır.
"Eğer siz fetih
istemekteyseniz" Ebû Cehil şöyle demişti: Allah'ım! Hangimiz akrabasıyla
daha çok ilgisini kesiyorsa, iyi olmayan şeyler yapıyorsa, onu helak et.
"işte size o fetih gelmiştir." O şekilde olanların helak hükmü geldi.
Ebû Cehil ve beraberindekiler öldürüldü.
[30]
Müfessirlerin pek
çoğuna göre 17. ayet Peygamber (s.a.)'in, Bedir günü, müşriklere "yüzleri
geri dönsün" diyerek, vadiden bir avuç kum alıp atması hakkında nazil
oldu. O zaman, her müşriğin gözüne bir şeyler isabet etti.
İbni Cerir et-Taberî,
İbni Ebî Hatim ve Taberânî'nin Hakim b. Hızâm'dan rivayetine göre, o şöyle
demiştir: Bedir günü, gökten yere, sanki bir leğene düşen bir çakıl taşının
sesine benzer bir ses işittik, O çakıl taşını Resulullah (s.a.) attı, biz
yenildik. İşte: "Attığın zaman da sen atmadın" ayetinin nüzul sebebi
budur.
19. ayetin inişi
konusunda, Hakim, Abdullah b. Sa'lebe b. Sağir'den şöyle rivayet eder: Fetih
isteyen Ebû Cehil'di. Müslümanlarla karşılaştığı zaman: "Allah'ım!
Hangimiz, akrabasıyla ilgisini daha çok kesiyor, kötü şeyler yapıyorsa, onu
helak et" dedi. Bunun üzerine Allahü Teâlâ: "Eğer siz fetih
istemektey-seniz, işte size o fetih geldi..." ayetini indirdi.
İbni Ebî Hatim,
Atıyye'den tahriç etmiştir: Ebû Cehil: Allahım! Bu iki cemaattan daha aziz ve
asil olanına yardım et, dedi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
Süddî ve Kelbî şöyle
der: Müşrikler, Mekke'den çıkarken, Kabe'nin örtülerini tutup: "Allahım!
İki ordudan hangisi daha üstün, iki cemaatten hangisi daha doğru yolda, iki
fırkadan hangisi daha şerefli ve dinleri daha üstünse, ona yardım et"
dediler. Bunun üzerine Allah bu ayeti indirdi.
İkrime şöyle demiştir:
Müşrikler: Allahım! Biz Muhammed'in getirdiğini iyi görmüyoruz. Onunla aramızı
hakla ayırt et, dediler. Bunun üzerine Allah, bu ayeti indirdi.
[31]
Ayetler, önceki
ayetlerle bağlantılı olup Bedir olayı münasebetiyle müminlere savaş
kaidelerini öğretmektedir. Nitekim Allah, geçen ayette müminlere, kafirlerin
başlarını vurmalarını, ellerini ayaklarını kesmelerini emrederken, burada da
savaşlardaki genel bir hükmünü zikrediyor: Bir savaş taktiği olmaksızın,
düşmanla karşı karşıya gelindiğinde savaştan kaçmak haramdır.
[32]
Ey Allah ve Rasûlünü
tasdik edenler! Sizinle savaşmak isteyen ordu halindeki düşmanınıza
yaklaştığınız zaman, onların sayısı çok, sizin sayınız az da olsa, onlardan
kaçmayın. Allah sizinle beraberdir. Düşman önünden kaçmak ancak iki halde
caizdir:
1- Taktik
olarak; yenilmiş gibi görünüp geri çekildikten sonra savaşmak için toparlanıp
tekrar harekete geçmek için. Bu bir savaş hilesidir.
2- Düşmanla
savaşmak düşüncesiyle düşmanla savaşan diğer bir İslâm topluluğuna katılmak
için.
Bu iki durum dışında,
kim savaştan korkup kaçarsa, Allah'ın gazabına uğrar. Ahirette onun varacağı
yer cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir. Bey-zâvî şöyle der: Bu, düşmanın
iki mislinden fazla olmadığı zamandır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildiğinden sizden yükü hafifletti"
(Enfal, 8/66). İbni Abbas da şöyle demiştir: "Kim üç kat düşmandan
kaçarsa, kaçmamış demektir. Kim iki kat düşmandan kaçarsa, o, kaçmış
sayılır." Ayet, savaştan kaçmanın haram olduğuna işaret eder. Bu, büyük
günahlardandır. Şeyhayn'ın Ebû Hüreyre'den rivayet ettikleri hadiste Peygamber
(s.a.): "Helak edici yedi şeyden sakının" buyurdu. Ashab: "Ya
Resulullah! Bu yedi şey nedir?" diye sorduklarında Rasûlü Ekrem:
"Allah'a ortak koşmak, sihir yapmak, haklı bir neden olmaksızın Allah'ın
öldürülmesini haram kıldığı bir hayatı öldürmek, faiz, yetim malı yemek,
düşmana hücum sırasında savaştan kaçmak ve zinadan uzak müslüman kadınlara
zina isnad etmek" buyurdu.
Sonra Allahü Teâla,
düşmanlara karşı yardım edeceğini ifade ederek, düşman önünde sebat ve sabır
edilmesi zaruretini ifade etti: "Onları siz öldürmediniz." Yani siz
onları öldürmekle iftihar etseniz de, onları kendi kuvvet ve maddî gücünüzle
siz öldürmediniz. Onları sizin elinizle Allah öldürdü. Çünkü, melekleri indirip
onların kalbine korku veren, zafer dileyen, kalblerinizi kuvvetlendirip korku
ve sıkıntıyı gideren O'dur. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Onlarla
savaşın ki, Allah ellerinizle onları azablandırsın. Onları rüsvay etsin, size
onlara karşı galibiyet versin" (Tevbe, 9/14).
Müslümanlar,
Mekkelileri yenip öldürdüğü ve esir ettiği zaman, birbirlerine karşı övünmeye
başladılar. Her konuşan "ben öldürdüm, ben esir ettim" diyordu.
Kureyş ortada
görününce, Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "İşte Kureyş. Onları buraya,
gurur ve kibirleri getirdi. Allahım! Senden, bana vaadini yerine getirmeni
istiyorum." Cibril (a.s.) geldi ve: "Bir avuç toprak al, onlara
at" dedi. İki topluluk karşılaştığında Resulullah (s.a.) Ali (r.a.)'ye
"Bana şu vadinin çakıl taşlarından bir avuç ver" dedi. Aldığı bir
avuç çakıl taşını kâfirlerin yüzlerine attı. "Yüzleri geri gitsin"
dedi. Hepsi de, gözüyle meşgul oldu, yenildiler, müminler, onları öldürmeye ve
esir etmeye koyuldular... İşte onlara şöyle denildi: Onları öldürmekle iftihar
etseniz de, onları siz öldürmediniz, sizin kalblerinizi sebat ettirmek ve
onların kalblerine korku vermekle, Allah öldürdü. Ey peygamber! Bir avuç
toprağı attığın zaman, gerçekte sen atmadın. Çünkü, senin attığın şeyin tesiri
bütün insanlara ulaşamaz. Onların hepsinin gözlerine, ancak toprağı onların
gözlerine ulaştırmakla Allah attı. Görünürde Resulullah (s.a.) attı, tesiri
Allah'tan görüldü.
Peygamber (s.a.)
Huneyn günü de toprak attı.
Öldürme işinde,
Cenâb-ı Hakk'ın fiili ile, Peygamber ve müminlerin fiili arasında fark var:
Sonuçları gerçekleştiren Allah'tır, insan ise, zahiri sebeblere yapışmaktadır.
Bütün işlerde durum böyledir.
Allahü Teâlâ bütün
bunları, müşrikleri rezil etmek, müminleri de güzel bir şekilde imtihan etmek;
yani düşmanları çok, kendileri az olduğu halde, düşmanlarına karşı müminleri
üstün kılma nimetini anlasınlar ve şükretsinler diye yaptı.
Şüphesiz Allah, her
türlü sözü işiticidir. Savaştan önce, peygamberin ve müminlerin Rablerine olan
dualarını ve yardım isteklerini işitir. Onların hallerini ve niyetlerini,
zafere ve ganimete lâyık olanları bilir.
Sonra Allahü Teâlâ,
zaferle beraber başka bir müjdeyi zikrediyor. Onlara, kâfirlerin gelecekteki
tuzağını boşa çıkaracağını, onların müslümanlar aleyhindeki her türlü
hareketlerini hüsrana uğratacağını haber veriyor.
Sonra Allahü Teâlâ,
tarizli tarzda Mekkelilere hitap ediyor: Eğer fetih istiyorsanız, işte fetih
geldi. Eğer iki ordudan üstün ve doğru yolda olan için zafer istiyorsanız,
işte istediğiniz şey geldi. Üstün ve doğru olana zafer nasib oldu, aşağılık ve
sapık olanlar helak oldu.
Sonra Allahü Teâlâ
onları korkutarak şöyle buyurdu: Eğer küfürden, Allah'ı ve Rasûlünü
yalanlamaktan, peygamberine düşmanlıktan vazgeçerseniz bu sizin dünya ve
ahiretiniz için daha hayırlıdır. Denendiğiniz ve öldürüldüğünüz, esir
edildiğiniz savaştan daha faydalıdır. Eğer onunla savaşa, küfür ve sapıklığa
dönerseniz, biz de ona yardıma sizi hezimete uğratmaya döneriz. Nitekim
Cenâb-ı Hak, İsrailoğulları'na şöyle buyurur: "Dönerseniz, biz de
döneriz" (İsra, 17/8) Tefsirini yaptığımız ayetteki hitap kafirleredir.
Ayetin gelişinden bu anlaşılmaktadır. Hitabın müminlere olduğu da söylenmiştir.
Çünkü Allahü Teâlâ'nın: "İşte size fetih geldi" sözü, ancak müminlere
uygun düşer. Ancak buradaki fethi, beyan, hüküm ve kaza manasına hamledersek,
o zaman kafirler de kasdolunabilir.
Sizin topluluğunuz çok
da olsa, size fayda vermeyecektir. Çünkü çokluk, azlık önünde her zaman zafere
ulaşmaz. Az, sabra, sebata ve Allah'a imana sarıldığı zaman, aksi olur.
Allahü Teâlâ yardımla,
destekle ve başarıya muvaffak buyurmakla müminlerle beraberdir. Siz ne kadar
topluluk toplarsanız toplayın, Allah'ın beraber olduğu kimseleri mağlup edecek
hiçbir kimse yoktur: "Ve muhakkak bizim ordumuz, elbette onlar galib
olanlardır" (Saffat, 37/173). "Galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın
taraftarlarıdır" (Maide, 5/56). "Şeytanın taraftarları, hüsrana
uğrayanların ta kendileridir" (Mücadele, 58/19).
[33]
Ayetlerden aşağıdaki
hükümler çıkarılır.
1- Şu iki
durum dışında, düşman önündeyken savaştan kaçmak haramdır,
a)
Toparlanıp tekrar savaşmak üzere; b) Savaşan
bir topluluğa katılmak üzere. Fakat bu hüküm, âlimlerin çoğunluğuna göre,
düşman sayısının, müslümanların iki katını aşmaması durumuyla sınırlıdır. Onun
için, bir kimse iki kişinin önünden kaçarsa, o savaştan kaçmış sayılır. Kim üç
kişinin önünden kaçarsa, o savaştan kaçmış sayılmaz. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle
buyurur: "Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildiğinden, sizden yükü
hafifletti. O halde eğer sizden sabırlı yüz (kişi) olursa, ikiyüzü yenerler,
eğer sizden bin (kişi) olursa, Allah'ın izniyle iki bine galip gelirler. Allah
sabredenlerle beraberdir." (Enfal, 8/66). Onun için müslümandan, iki
düşman karşısında sebat etmesi istenmektedir. Şeriatın hükmü budur.
Kur"ân'ın
zahirine ve imamların pek çoğunun icmaına göre, savaştan kaçmak, helak edici
büyük bir suçtur.
Düşmanın müslümanların
iki katından fazla olması durumundaysa, savaştan kaçmak mubahtır. İmam Ahmed,
Ebû Davud, Tirmizî ve İbni Mâce, Abdullah b. Ömer (r.a.) dan şu hadisi rivayet
ederler: Resulullah (s.a.)'in seriyye-lerinden birindeydim. İnsanlar kaçtı,
kaçanların içinde ben de vardım." Harpten kaçtık, gazaba uğradık, ne
yapacağız?" dedik. Sonra, Medine'ye gidelim, geceyi geçirip, kendimizi
Resulullah'a arzedelim, tevbemizi kabul ederse ne ala, etmezse, gideriz, dedik.
Kuşluk namazından önce kendisine geldik. Dışarı çıktı, "kimsiniz"
buyurdu. Harpten kaçanlarız, dedik. "Hayır, siz geri dönenlersiniz; ben
sizin cemaatınız, ben müslümanların cemaatıyım" buyurdu.
Yine Muhammed b.
Sirin'in rivayetine göre, Ömer b. Hattab (r.a.), Ebû Ubeyde, İran topraklarında
bulunan bir köprü üzerinde, mecusiler tarafından öldürüldüğü zaman, şöyle dedi:
"Bana gelip başvursaydı, ona cemaat olurdum." Mücahid şöyle demiştir:
"Ömer, ben bütün müslümanların cemaatından biriyim," dedi.
Yenilgi caiz olsa da,
sabır daha iyidir. Bunun delili Mute ordusudur. Müslümanlar üç bin kişi iken,
yüz bin Rum ve yüz bin musta'reb Lahmi ve cüzamlıdan oluşan 200 bin kişilik
düşman ordusu karşısında durdu.
Endülüs tarihinde de
şöyle bir olay oldu: Tarık b. Ziyad, hicri 93 yılının Receb ayında, 1700
kişiyle, 70.000 atlısı olan Endülüs kralı Lezerik'a karşı yürüdü, onun
karşısında sabretti. Allah, azgın Lezerik'i hezimete uğrattı, müslümanlara da
fethi nasip etti.
İbni Vehb şöyle der:
Malik'i dinledim. Kendisine düşmanla karşılaşan yahut korudukları yerde
kendilerine düşmanın saldırdığı kimselerin savaşmaları mı, yoksa geri dönüp
taraftarlarına haber vermeleri mi gerektiği soruldu. Şu cevabı verdi: Eğer
onlarla savaşmak üzere kuvvet bulurlarsa, onlarla savaşırlar, yoksa adamlarına
dönüp onlara haber verirler.
Savaştan firarın
hükmü, Ebû Said el-Hudrî, Hasen el-Basrî, Katade ve Dahhak gibi bazı sahabe ve
tabiinin zannettiği gibi, Bedir savaşında yenilenlere mahsus değil, bütün
savaşlara şamildir. Çünkü Cenâb-ı Hak: "Ey iman edenler, toplu bir halde
kâfirlerle karşılaştığınızda arkanızı onlara dönmeyin" buyurmaktadır. Bu,
genel bir hükümdür. Her ne kadar, Bedir vakası hakkında nazil olsa da, bütün
hallere şamildir. Sebebin özel oluşuna değil, lafzın genelliğine itibar
olunur.
Ayet, savaşın
bitiminden sonra nazil oldu. Bu, Malik, Şafiî ve alimlerin pek çoğunun
görüşüdür.
İbnü'l-Kasım şöyle
der: Savaştan kaçanın şahitliği caiz değildir. İmam kaçsa da, muhariplerin
harpten kaçmasına cevaz yoktur. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: "O gün kim savaşmak
için bir tarafa çekilmek, ya da başka bir birliğe katılmak dışında arkasını
dönerse, Allah'ın gazabına uğramış olur. Onun yeri de cehennemdir."
Ayette, savaştan kaçanların, Allah'ın gazabını ve cehennem ateşini hak
ettikleri ifade olunmaktadır. İbnü'l-Kasım sözüne şöyle devam eder: Düşmanın
sayısı, müslümanlarm sayısından çok fazla olursa, firar caizdir. Bu,
müslümanlarm sayısı 12.000'e varmadığı zamandır. Eğer 12.000'e varırsa,
müşriklerin sayısı, bunun iki katından fazla da olsa, firar helal değildir. Ebû
Bişr ve Ebû Seleme el-Amilî'nin rivayet ettiği hadiste peygamber (s.a.) şöyle
buyurur: "12.000 kişi, azlıktan dolayı asla mağlup edilmez." Ancak
hadiste metruk bir ravi vardır.
Şayet kaçarsa, Allah'a
istiğfar etsin. Nitekim Tirmizî, Bilal b. Yesar'm şöyle dediğini rivayet eder:
Babam bana, dedemden, Resulullah'ın şöyle dediğini işittiğini nakletti:
"Kim, esteğfirullahellezî lâ ilahe illa hüvel hayyu'l-kayyûm, derse,
savaştan kaçmış bile olsa, Allah onu mağfiret buyurur."
2- Ehl-i
Sünnet, Cenâb-ı Hakk'ın: "Attığın zaman sen atmadın" sözüyle,
kulların işlerinin Allah tarafından yaratıldığına istidlal etmişlerdir. Çünkü
Allahü Teâlâ: "Onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü"
buyurur. Bu, öldürme işinin Allah'tan olduğuna işaret eder. Her halükârda Ehl-i
Sünnet görüşü, şu ayetin sarahatiyle sabittir: "Allah her şeyin
yaratıcısıdır. Ve O, her şey üzerine vekildir" (Zümer, 39/62).
3- Müminden,
zahirî sebeblere yapışması, Allah'ın kendisine yüklediği mükellefiyeti yerine
getirip sonra işi Allah'a havale edip tevekkül etmesi istenir. Neticenin
gerçekleşmesi ise, Allah'a bırakılır, O, insanın kuvvet ve kudretinde
değildir. Onun için: "Attığın zaman, sen atmadın, fakat Allah attı"
sözünün manası, atma işinin Resulullah (s.a.)'den meydana geldiğini, tesirini
de Cenâb-ı Hakkın yarattığını gösterir.
Düşmana bir avuç çakıl
taşı atılma hadisesi, İbni İshak'ın dediği gibi, sahih olan görüşe göre, Bedir
günü oldu. Çünkü ayet Bedircin arkasından nazil oldu, Uhud günü ve Huneyn günü
de tekerrür etti.
4- Cihaddaki
ihlas ve gerçekten savaşma, Allah'a güven, Allah'ın Ehl-i Bedr'den razı
olmasına ve onları zafer, ganimet ve sevapla mükafatlandırmasına neden oldu.
5-
Kâfirlerin bütün kuvvetleri, Allah'ın kudreti, iradesi ve mümin kullarına
yardımı önünde dağılıp gitti. Allah, onların tuzaklarını boşa çıkardı.
Kalble-rine korku saldı, birliklerini dağıttı. Müminleri, onların
noksanlıklarına muttali kıldı. Onları rezil rüsvay etti. Peygamber (s.a.) ve
müminlerle tekrar savaşa dönerlerse, onları tekrar rezil rüsvay etmekle tehdit
etti. Ne kadar çok olsalar da, onları uzaklaştıracağını, Allah'ın yardım
ederek müminleri desteklediğini haber verdi. Bütün bunlara rağmen Allah, küfür
ve şirkten imana, itaata, İslam'a Peygamber (s.a.)'e uymaya ve onu desteklemeye
dönerlerse, önlerine bir ümit kapısı açtı. Bu, Allah'ın kullarına bir
rahmetidir. Allah kullarına merhametlidir.
6- Ebu
Cehil'in "Allah'ım! İki dinin en üstün olanına ve zafere en hakkı olanına
yardım et" sözü ve müşriklerin Bedr'e çıkarken, Kabe'nin örtülerine tutunarak:
"Allah'ım! İki ordudan en üstün olanına, en doğru yolda olanına, en asil
olanına, iki dinden en faziletli olanına yardım et" sözleriyle istedikleri
şey gerçekleşti. "Eğer fetih istiyor duy sanız, işte size fetih
geldi." Allah, Bedir'de hakla bâtılın arasını ayırdı. İslâm'ı ve
müslümanları aziz kıldı. Küfrü ve yardımcılarını da hezimete uğrattı. Onun
için Bedir gazvesine Yevmü'l-furkan
dendi.
[34]
20- Ey iman edenler!
Allah'a ve Resulüne itaat edin. İşittiğiniz halde ondan yüz çevirmeyin.
21- İşitmedikleri
halde "işittik" diyenler gibi olmayın.
22- Allah katında
yerde yürüyen hayvanların en kötüsü, akıl erdirmeyen sağır ve dilsizlerdir.
23- Eğer Allah onlarda
bir hayır olduğunu bilseydi, elbette onlara duyururdu. Onlara işittirseydi de
yine yüz çevirici olarak arkalarına dönerlerdi.
"Allah katında
yerde yürüyen hayvanların en kötüsü, akıl erdirmeyen sağır ve
dilsizlerdir". Bu ayette, Allah, hakkı dinlemedikleri ve söylemedikleri
için, kâfirleri hayvanlara benzetmiş, onlarla aynı türden yapmış ve sonra da
onlardan daha kötü kılmıştır. Benzeme yönü, hakkı duymamaları ve söylememeleridir.
Onların hayvanlardan kötü olmaları, hayvanlar kendilerinden başkalarına zarar
vermedikleri halde, onların zarar vermelerindendir.
[35]
"İşittiğiniz
halde" Kur'ân'ı ve öğütleri dinlerken "ondan" emrine muhalefet
etmek suretiyle, Peygamber (s.a.)'den "yüz çevirmeyin"
"İşitmedikleri
halde" öğüt alıcı anlayışla dinlemeyenler "işittik diyenler gibi
olmayın", Onlar, münafıklar yahut müşriklerdir.
[36]
Allahü Teâlâ
"Eğer vazgeçerseniz, bu sizin için daha hayırlıdır" (Enfâl, S'19)
sözüyle müşriklere ve kâfirlere hitap ettikten sonra, müminlere, cihada ve
benzeri şeylere çağrıldıkları zaman Allah'a ve Rasulüne itaati emretmekte devam
ediyor. Bir şeyi mukabiliyle zikretmek, Kur'ân'ın üslûbudur. Onun için
kâfirleri korkuttuktan sonra, dini müdafadan ve Peygamber (s.a.)'in davetine
uymaktan geri durmasınlar diye müminleri uyarmayı gerekli görüyor.
[37]
Allahü Teâlâ mümin
kullarına, kendisine ve peygamberine itaati emrediyor. Bu emre muhalefetten ve
inatçı kâfirlere benzemekten men ediyor.
Ey iman edip tasdik
edenler! Cihada katılma ve malı terketme hususundaki davette, Allah'a ve
Rasûlüne itaat edin. Rasûlüne ve emirlerine itaati ter-ketmeyin. Cihadı ve
cihad yolunda sözünü ve öğütlerini dinleyin. Burada dinlemek, anlayıp kavramak
üzere dinlemektir. Müminlerin özelliği budur: "Dinledik, itaat ettik. Ey
Rabbimiz! Mağfiret isteriz ve dönüş ancak sana'dır" dediler" (Bakara,
2/285).
Dinlemedikleri halde
"dinledik" diyen münafıklar ve müşrikler gibi olmayın. Onlar
duyuyor, kabul ediyor gibi görünüyorlar, ama durum öyle değildir.
Sonra Allahü Teâlâ, onların
mahlûkların en kötüleri olduğunu haber veriyor: Allah katında, yeryüzünde
dolaşan varlıkların en şerlileri, hakkı duymayan, ona tabi olmayan, hakkı
konuşmayan, hakkı anlamayan, hak ile bâtılı, hayırla şerri, hidayetle dalâleti,
İslâm'la küfrü anlamayan, duyuları çalışmaz hale getirip faydalı ve zararlıyı
ayırdedemeyen kimselerdir. Eğer onlar, akıllarını cahiliyye asabiyetinden ve
taklitten uzaklaşarak kullansalar, hak ve doğruyu bulurlar, kendileri için
yararlı olan şeyin İslâm olduğunu anlarlardı. Ancak onlar, gerçekten hayvanlar
gibi hakikatları anlamıyorlar: "Bunda kalbi olan veya kendisi şahit olarak
kulak veren kimse için, elbette öğüt vardır" (Kâf, 50/37).
Sonra Allahü Teâlâ,
onların sağlam bir anlayışları olmadığını, eğer nefislerinde hayra, imana,
İslâm nuruna ve peygambere bir meyilleri olacak olsaydı, alıcı bir şekilde
anlamaya muvaffak buyururdu. O, onları, hakikati anlamaya muvaffak buyursa,
onlar yine de, sırf inatlarından dolayı ondan yüz çevireceklerdi.
[38]
Ayetlerden iki şey
anlaşılıyor: Allah ve Rasûlüne itaat; onların emir ve ne-hiylerine muhalefetten
sakınma.
Müminler hakkı dinler,
onun nuruyla doğru yolu bulurlar, Allah ve Rasû-lünün emirlerine itaat ederler,
nehiylerinden sakınırlar.
Allah'a ve Rasûlüne
itaat, aynı şeydir. Peygambere itaat, Allah'a itaattir. Nitekim başka bir
ayette de aynı şey anlatılır: "Eğer mümin iseler, Allah ve Resulünü razı
etmeleri daha doğrudur." (Tevb, 9/62).
Emrolunan şeylere
itaat ve nehyolunan şeylerden kaçınmadıkça, müminin "ben duydum, itaat
ettim" sözünün faydası yoktur. Emirlerde kusur gösteren, masiyetlere dalan
kimse itaat edici sayılmaz.
Yahudiler, yahut
münafıklar, ya da müşrikler gibi iman edip tasdik etmeyenler, hakkı anlamak,
düşünmek üzere dinlemezler. Onun için Allahü Teâlâ bu kafirlerin, Allah'ın
mahlûkatınm en şerlileri olduklarını bildiriyor.
Münafik, imanını
açıklayıp küfrünü gizleyen kimsedir. O, dinliyor gibi görünür, gerçekte hiçbir
şeyi anlamaz.
Yahudi ve hıristiyan,
atalarından gelen kültüre bağlı kaldığı için, hak ortaya çıktıktan sonra bile,
bu konuda mücadele ediyor. İşte o kulağını sağırlaştı-rıyor, aklını hak din
hususunda çalıştırmıyor.
Müşrikler ise
inatçıdırlar, asla dinlemezler. İnsanları da, Kur'ân'ı ve Resu-lullah'm sözünü
dinlemekten men ederler. Kulaklarını hakka tıkarlar, düşünmeden babalarını,
dedelerini taklit ederler.
Bunların hepsi de, hak
ile bâtıl, hayırla şer, İslâm'la küfür arasındaki farkları anlamazlar. Onun
için, gerçekten Allah'ın en şerli mahlûkları olmuşlardır. Çünkü bunlar zarar
verirler, hayvanlar ise zarar vermezler.
[39]
24- Ey iman edenler!
Sizi diriltecek şeylere davet ettiği zaman, Allah'ın ve Resulünün çağrısına
uyun. Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten yalnız ona
dönüp toplanacaksınız.
25- Bir de öyle bir
fitneden sakının ki, o, içinizden yalnız zulmedenlere gelip çatmaz. Ve bilin ki
Allah, şüphesiz azabı çetin olandır.
26- O zamanı
hatırlayın ki, yeryüzünde azlık ve zayıf ve hakir görülen kimseler idiniz.
İnsanların sizi tutup kapmasından korkuyordunuz da, yardımıyla kuvvetlendirdi.
Size en temiz ve en hoş şeylerden rızık verdi. Tâ ki şükredesi-niz.
"O fitne gelip
çatmaz": Bu hususta Zemahşerî üç durum zikreder. Bu kelime ya emre cevap,
veya emirden sonra nehy, ya da fitne kelimesinin sıfatı olur. Cevap olduğu
zaman mana şöyle olur: Size bir musibet gelirse, sadece zalimlere isabet
etmez, hepinize dokunur. O zaman manayı pekiştirici "nun" harfinin
sadece nehy fiiline, yahut yeminin cevabına girmesi caizken, emrin cevabına
yahut şartın cevabına girmesi caizdir. Çünkü bunda nehy manası vardır. Nitekim:
"Hayvandan in, seni atmasın" desen bunu, "seni asla
atmasın" şeklinde ifade etmek de caizdir. Böylece burada, fitneden nehiy
vardır. Bununla murad, zulmedenlerdir. Emirden sonra nehy olursa, sanki şöyle
denmiş gibi olur: Bir günahtan, yahut bir cezadan sakının, zulme maruz
kalmayın.
[40]
"Bilin ki Allah,
kişi ile kalbi arasına girer" Temsili istiaredir. Allahü Te-âlâ, kulların
kalblerine sahip oluşunu ve istediği gibi tasarruf edişini, iki şey arasına
giren kimseye benzetmiştir.
[41]
"Sizi diriltecek
şeylere" sizi diriltecek ve sizi ıslah edecek dinî şeylere "davet
ettiği zaman," Çünkü o, ebedi hayata sebebtir. "Allah ve Rasûlünün
çağrısına uyun." Allah'a ve Rasûlüne itaatle icabet edin.
"Bilin ki Allah,
kişi ile kalbi arasına girer" yani ancak onun iradesiyle iman veya
küfredilebilir. İbni Abbas ise şöyle demiştir: Müminle küfür ve kâfirle iman
arasına girer, "ve gerçekten yalnız O'na dönüp toplanacaksınız." Yani
yalnız O'na döneceksiniz, amellerinize göre sizi cezalandıracak.
"Bir de öyle bir
fitneden sakının ki " Kur'an'a icabeti inkârla size isabet edecek olan
belâ ve meşakkatten korkun ki, "o, içinizden yalnız zulmedenlere gelip
çatmaz." Onlara ve başkalarına da şamil olur.
"Allah, azabı
çetin olandır." Kendisine muhalefet ve isyan edene azabı çetindir.
[42]
"Fitneden
sakının..." ayetinde geçen fitneyi Zübeyr ibni Avvâm, Hasan el-Basrî, Sûddî
ve daha başkaları, hicri 36 yılında meydana gelen Cemel olayıyla
yorumlamışlardır. Zübeyr şöyle demiştir: Bu ayet bizim hakkımızda nazil oldu.
Bir müddet onu okuduk. Onun hitap ettiği kimselerden olduğumuzu zannetmiyorduk.
Birden onunla kasdolunanlarm biz olduğumuzu gördük. Hasen ise şöyle demiştir:
Bu ayet, Ali, Ammar, Talha ve Zübeyr hakkında nazil olmuştur. O fitneden murat,
özellikle Cemel olayıdır. Sûddî ise şöyle demiştir: Bu ayet Cemel olayında
savaşacak olan Bedir ashabı hakkında nazil oldu. Rivayete göre Zübeyr, bir gün
Peygamber (s.a.)'le birlikte yürürken, aniden Ali (r.a.) çıkagel-di. Zübeyr ona
güldü. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ali'ye karşı sevgin nasıldır?"
Zübeyr şu cevabı verdi: Anam babam sana feda olsun, ey Allah'ın Rasulü! Onu
çocuğum gibi, hatta fazla severim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.): "Nasıl
olur da, ona karşı yürüyüp onunla savaşırsın?" buyurdu.[43]
İbni Abbas (r.a.)
şöyle demiştir: Bu ayet, Resulullah (s.a.) hakkında nazil oldu. Allahü Teâlâ bu
ayette müminlere, aralarında kötü şeyleri barındırmamalarını emretti. Aksi
takdirde, Allah'ın azabının onları kuşatacağını bildirdi.
Huzeyfe b. Yemân'dan
şöyle dediği rivayet olunmuştur: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Ashabımdan birtakım insanlar arasında bir fitne olacak. Benimle
sohbetleri sebebiyle, Allah onların bu fitnesini mağfiret buyuracak. Fakat,
onlardan sonra gelen birtakım insanlar, o fitne hususunda onları izleyecek. O
sebeble Allah, onları cehenneme koyacak.[44]
Bu te'villeri, sahih
hadisler de destekler: Sahih-i Müslim'de Zeyneb bintu Cahş'tan şöyle rivayet
olunur: Zeyneb bintü Cahş, Resulullah (s.a.)'e şöyle sordu: Ya Resulullah,
içimizde salih kimseler varken, biz helak olur muyuz? Resu-lullah da:
"Kötülük çoğaldığı zaman evet" buyurdu. Tirmizî'nin Sahih'inde de
şöyle bir rivayet olunmuştur: "Allah'ın yasakladığı smırda duran kimse ile
onu aşan kimselerin benzeri, kura çekerek bazısına geminin üstü (güverte),
bazısına da altı (ambar kısmı) çıkan gemi halkı gibidir.. Geminin altında
bulunanlar (su-sayıp) sudan yararlanmak istedikleri zaman yukarı çıkıyorlar ve
buradakilerin üzerine uğrayıp geçiyorlardı. Bunlar arasında: "Biz,
nasibimize düşen ambarda bir delÜS açarsak, hem biz rahatsız olmamış, hem de
üstümüzdekilere rahatsızlık vermemiş oluruz" dediler. Bunlardan birisi
bir balta alarak geminin altmda bir delik açmaya başladı. Yukarıdakiler
koşarak: "Sana da ne oluyor?" diye sordular. O da: "Siz bizim
yüzümüzden rahatsız oluyorsunuz? Bize su lazımdır!" dedi. Şimdi üstte
oturanlar, aşağıda oturanları bu kötü istekleriyle başbaşa bıraksalardı, hepsi
birden helak olurlardı. Fakat bunların ellerini tutsalardı (hem) kendileri
kurtulurlardı, hem de öbürlerini toptan kurtarırlardı..."
Bu hadiste, bazı
kimselerin günahları sebebiyle genelin cezalandırılacağı, emr-i bi'1-ma'ruf ve
nehy-i ani'l-münkeri terk sebebiyle cezanın hak edileceği hükmü vardır.
[45]
Allahü Teâlâ cihad,
malını iyilik yolunda harcama gibi konularda müminlere Allah'a ve Rasûlüne
itaati emrettikten sonra, kendilerini ebedî bir hayatla diriltecek, dinî
hükümlerle ıslah edecek şeye çağırdıkları zaman Allah'a ve Rasûlüne icabet
etmelerini emretti. Sanki bu ayetler, Allah'a ve Rasûlüne itaatin sebeplerini
açıklamaktadır.
[46]
Allahü Teâlâ, bu
ayetlerde ve bundan önceki ayetlerde, iman sıfatının emir ve nehiylere uymayı
gerektirdiğine işaret için nidayı, "iman edenler" lafzıyla
tekrarladı.
Mana şöyledir: Ey
müminler! Dünya vû ahiret saadetini, hayır ve salahınızı, her türlü hak ve
doğruyu içine alan Allah'ın ve Rasulünün davetine -ki o, Kur'ân, iman, cihad ve
her türlü hayır ve taattır- icabet edin. "Sizi diriltecek" sözünden
amaç güzel ve sürekli olan hayattır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"Biz onu çok güzel bir hayat ile yaşatırız" (Nahl, 16/97). Buharî:
"Sizi davet ettiği zaman" çağırdığında, sizi "diriltecek"
ıslah edecek olan şeylere icabet edin demektir, der.
Fakihlerin çoğuna
göre, emrin zahiri, vücubu ifade eder. Çünkü ondan sonraki: "Bilin ki,
Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten yalnız O'na dönüp
toplanacaksınız" sözü, tehdit ve korkutma ifade eder.
Bu yüzden Resulullah
(s.a.)'in ibadet, inanç ve muamele ile ilgili emirlerine, ciddiyet, azim ve
gayretle sarılmak gerekir. Giyinmek, yemek, içmek ve uyumak gibi âdetle ilgili
emirler, uyulması gerekli dinî emirler değildir.
Hz. Peygamber (s.a)'in
emrettiği iman, Kur'ân, hidayet ve cihaddan kim yüz çevirirse o ölü gibidir.
Güzel bir hayat, yahut ruhî bir hayat yaşamıyor demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak
şöyle buyurur: "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, insanlar arasında
yürümesi için nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamayacağı karanlıklarda kalan
kimse gibi midir?" (En'am, 66/122).
"Bilin ki Allah,
kişi ile kalbi arasına girer" sözünün manası, aklınızı kaybetmeden, çabuk
icabet edin, demektir. Kalb, düşünce yeridir. Mücahid, bu ayetin manası
hakkında şöyle der: Kişi ile aklı arasına girer de, ne yaptığını bilmez.
Nitekim Cenâb-ı Hak şöylo buyurur: "Muhakkak ki bunda kalbi olan kimse
için, elbette öğüt vardır" (Kâf, 50/37).
Şöyle de denilmiştir:
Onlarla kalbleri arasına ölüm girer, geçen zamanı yakalayamaz. Keşşâfda şöyle
der: O, onu öldürür de, fırsatı kaçırmış olur. Şöyle de denilmiştir. İşleri bir
halden bir hale değiştirir. Kurtubî şöyle der: Bu, Allah'ın "Cami"
isminin tecellisidir. İmam Ahmed İbni Hanbel, Enes ibni Malik'in şöyle dediğini
rivayet eder: Peygamber (s.a.): "Ey kalbleri bir halden bir hale çeviren
Allah! Kalbimi dinin üzerinde sabit kıl" sözünü çokça söylüyordu. Ya
Resulullah! Sana ve getirdiklerine inandık, bizden korkuyor musun, dedik.
"Evet, kalbler, Allah'ın parmaklarından iki parmak arasındadır, onları
ters yüz eder, çevirir" buyurdu.
Taberî'nin tercihi
şöyledir: Bu Allah'ın, kullarının kalblerine kendilerinden daha çok sahip
olduğunu, dilediği zaman kalbleriyle kendileri arasına girdiğini, hatta
insanın ancak Allah'ın dilemesiyle bir şeyi anlayabildiğini haber vermektedir.
Bence ayetin tefsiri
konusunda Taberî ve Kurtubî'nin tercihi en doğru görüştür. Mana şöyle olur:
Allah, insanın kalbini, fikrini ve iradesini kontrol altında tutar, işleri
nasıl dilerse, eliyle bir halden bir hale çevirir. Bütün şeylerde tek tasarruf
yetkisine o sahiptir. Sahiplerinin güçlerinin yetmeyeceği şekilde kalble-re yön
verir, dilediği gibi, onların yönelişlerini, maksat ve niyetlerini değiştirir.
Ayetten maksat, hastalık, ölüm gibi birtakım engeller çıkmadan itaata
teşviktir.
Cebre inananlara göre
mana şöyledir: Allah, kâfir kişiyle itaati, itaatkar kişiyle masiyeti arasına
girer. O halde, mesut ve bahtiyar kişi, Allah'ın mesut ve bahtiyar kıldığı
kişi; bedbaht ve sapık kişi ise, Allah'ın saptırdığı kişidir. Allah'ın
saptırdığı ve rüsvay ettiği kimse hakkındaki işi, adalettir. Üzerine vacip
olanı gerçekten yapmazsa, o zaman adalet sıfatı ortadan kalkar.
Mu'tezile'den Cübbaî
şöyle der: Allah'ın, kendisiyle imanı arasına girdiği kimse âcizdir. Acizin işi
taşkınlık ve cahilliktir. Bu, caiz olsaydı, Allah'ın bize göğe çıkmayı
emretmesi caiz olurdu. Nitekim müzmin hastanın ayakta namaz kılması
emredilmeyeceği hususunda ittifak varken, bu, Allah hakkında nasıl caiz olur?
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Allah hiçbir kimseye gücünün
yeteceğinden başkasını yüklemez..." (Bakara, 2/286).
Sonra Allahü Teâla
mümin kullarını, azken çok yapması, zayıf korkak kimselerken kuvvetlendirmesi
ve yardım etmesi, fakirken güzel rızıklarla rızıklandırması gibi ihsanı ve
iyiliği ile uyandırdı. Bu, Mekke'den Medine'ye hicretten önceki müminlerin
haliydi. Cenâb-ı Hak müminlere, Allah'a ve Rasûlü-ne itaati emrettikten sonra,
masiyetten sakınmalarını da emretti. Bu teklifi, bu ayetle pekiştirdi. Şöyle
buyurdu: Ey mücahidler! -Hitabın o çağdaki bütün müminlere olduğu da
söylenmiştir- Siz, Mekke'de azlık ve zayıf, müşrikler çokluk ve size kötü
işkence tattırdığı, ve insanların sizi öldürmek ve soymak için süratle
yakalamasından korktuğunuz vakti hatırlayın. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"Görmediler mi ki, biz onlara emin bir harem (belde) kıldık. Bununla
birlikte onların etrafından insanlar kapılırlar" (Ankebut, 29/67).
"Biz onları emin
bir hareme yerleştirmedik mi? Ki ona her çeşit meyvelerden tarafımızdan bir
rızık olmak üzere gelir" (Kasas, 28/57).
"O sizi
barındırdı": Medine'de, sizin sığınacağınız bir yer hazırladı. Size, Bedir
ve diğer savaşlarda yardım etti. Bereketli, güzel, hoş yiyeceklerle rızıklandırdı,
ganimetleri size helâl kıldı. Bu büyük nimetlere şükredip, nimeti hatırlatmaktan
maksat, onları Allah'a itaat ve ilâhî nimete teşekküre teşvik etmektir.
İbni Cerir et-Taberî,
Katade b. Deâme es-Sedûsî'nin: "O zamanı hatırlayın ki, yeryüzünde az
zayıf ve hakir görülen kimseler idiniz" ayeti hakkında şöyle dediğini
rivayet eder: Bu arap kabilesi, çok zelil ve yaşayış bakımından çok düşkün, aç,
çıplak, sapık bir kavimdi. İran'la, Rum arasında bulunan bir taşın çevresinde
toplanır ibadet ederlerdi. Vallahi, beldelerinde, hased edilecek bir şey yoktu.
Herkes yoksulluk içindeydi. Ölenler ateşe atılıyordu. Yemiyor yeniliyorlardı.
Vallahi, o gün yeryüzünde onlardan daha kötü durumda bir kabile yoktu. Nihayet,
Allah İslâm'ı gönderdi, o beldelere hakim kıldı, onunla rızıkla-rını
genişletti, onları insanlara melikler kıldı. Allah onlara, müslümanlıkları
sebebiyle gördüğünüz şeyleri verdi. O halde nimetlerinden ötürü Allah'a şükredin.
Şüphesiz Rabbiniz verdiği nimetlere karşı şükrü sever. Şükredenlere olan
nimetlerini artırır.
[47]
İslam'ın temel
hükümlerine ek olarak, ayetlerden birçok ibretler ve öğütler anlaşılmaktadır.
1- Allah'ın
ve Rasûlünün davetine icabet gereklidir. Çünkü bunda hayır, salah, dünya ve
ahirette mutluluk, güzel hayat vardır.
Hafız İbni Kesir ve
Buharî, Ebû Sa'id b. el-Mualla (r.a)'dan rivayet ederler: O şöyle demiştir:
Mescidde namaz kılıyordum. Peygamber (s.a.) bana uğradı. Beni çağırdı. Bu
davetine icabet etmedim. (Namazdan sonra vardığımda): "Yâ Resulullah!
Namaz kılıyordum" diye özür belirttim. Bunun üzerine Resulullah:
"Allah: "Ey müminler! Sizi diriltecek şeylere davet ettiği zaman
Allah'ın ve Ra-sulünün çağrısına uyun" buyurmadı mı?" dedi. Sonra
Resulullah bana: "Ey Sa-id! Bu mescidden çıkmazdan önce, sana bir sûre
öğreteceğim ki o, Kur"an'daki sûrelerin en büyüğüdür" buyurdu. Sonra
elimi tuttu. Mescidden çıkmak istediği sıra ben: Ya Resulullah! Sana bir sûre
öğreteceğim ki o, Kurandaki surelerin en büyüğüdür, demedin mi? dedim.
Resulullah: "O sûre el-hamdü lillâhi Rabbi-lâmin'dir ki, (namazlarda)
tekrar olunan yedi ayet ve (bana ihsan olunan) Kur'ân'dır buyurdu" Şafiî
şöyle der: Bu namazda farz olan bir iş veya bir söz yapıldığı zaman, namazın
bâtıl olmayacağının delilidir. Çünkü Resulullah (s.a.), namazda da olsa, emrine
icabet olunmasını emretti.
2- Şüphesiz
Allahü Teâlâ, insanların kalblerine onlardan daha çok sahiptir. O, her şeyde,
kalbî, aklî ve uzuvla ilgili her işte tasarruf yetkisine sahiptir.
3- Emr-i
bil-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münkerle, bidatlarla savaşla, bölünmeye karşı
çıkmakla, ümmet arasında (idare edenler veya idare edilenler farket-mez) birlik
ve beraberliğe çağrı ile, fitne, bela ve azab sebeplerinden kaçınmak gerekir.
4- Allahü
Teâlâ'nm cezasından korkarak, doğruluktan ayrılmamak.
5- Allah'ın
müminlere verdiği büyük nimetleri hatırlayıp onların şükrüne koşmak, onlardan
ibret ve öğüt almak. Şüphesiz Allah, emirlerine sarılanlara dünya saadetini
gerçekleştirir, saltanat verir, yeryüzünde kudret ve güç verir. Korkulan
şeylerden emin kılar, düşmanlara karşı yardım eder. Ahirette de, kurtuluş
bağışlar. Eğer ilâhî emirlerden yüz çevirirler, bugünkü müslümanlar gibi
nimetlere şükretmezlerse, zelil ve zayıf olurlar. Bu hususta, Allah'ın kanunu
işte budur: "Şüphesiz yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona
mirasçı kılar. Sonuç ise sakınanlarındır" (A'raf, 7/128).
[48]
27- Ey iman edenler!
Allah'a ve Rasûlü- ne hainlik etmeyin. Siz kendiniz bile bile kendi emanetlerinize hainlik eder misiniz?
28- Bilin ki' mallarmız
ve çocuklarınız ancak birer imtihandır
ve büyük mükâfat şüphesiz Allah katmdadır.
"...hainlik
etmeyin" : Aslında hıyanet, noksanlaştırmak ve verilen sözden geri dönmek
manasınadır. Sonra bozmak, noksanlaştırmak, ahdi bozmak, bir şeyi gizlemek -ki
bunda da noksanlık vardır- manasında kullanılmıştır.
"emanetlerinize":
Borç ve diğer şeyler gibi, serî mükellefiyetlerden size emanet edilen şeyler.
Emanet: Başkasına ödenmesi gerekli olan her haktır,
"Fitne":
Nefse, yapmak veya terketmenin zor geldiği imtihan ve belâ. Bu, itikadda,
sözlerde, işlerde ve başka şeylerde olur. Allah, mümini de, kâfiri de imtihan
eder.
"büyük mükâfat
şüphesiz Allah katındadır." Mal ve çoluk çocuk yararını gözeterek onu
kaybetmeyin.
[49]
Said b. Mansür ve daha
başkaları, Abdullah b. Ebû Katâde'nin şöyle dediğini rivayet ederler:
"Allah'a ve Rasûlüne hainlik etmeyin" ayeti, Ebû Lübâbe b.
Abdil-münzir hakkında nazil oldu. Kureyza oğulları, Kureyza günü ona, "Bu
iş nedir" diye sormuş, o da, boğazına işaret etmiş, bununla
öldürüleceklerini söylemek istemişti. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Bu
ayet nazil olduktan sonra, Ebû Lübâbe şöyle demiştir: O anda, Allah'a ve
Rasûlüne hıyanet ettiğimi anladım.
O halde, ayet Ebû
Lübâbe Mervan b. Abdilmünzir hakkında nazil oldu. O, yahudilerden Kureyza
Oğullarının dostu idi. Peygamber (s.a.) onu, hükmünü kabul etmeleri için
Kureyza Oğullarına gönderdi. Onlar onunla istişare ettiler. O da onlara
boğazlanacaklarını söyledi. Çünkü onun ailesi, malı mülkü, çoluk çocuğu
yanındaydı. Bu, Hz. Peygamber'in onları muhasara etmesinden on bir rpû/iû
cnnra nlrln
Zührî şöyle der: Ayet
nazil olunca, Lübabe kendini Mescidin direklerinden birine bağladı ve:
"Vallahi, Allah tevbemi kabul edinceye kadar ölsem de yiyip içmeyeceğim"
dedi. Yiyip içmeden dokuz gün, bir rivayette yedi gün Mescid'de kaldı. Nihayet
bağırıp düştü. Allah tevbesini kabul etti. Kendisine: "Ey Ebû Lübâbe!
Tevben kabul edildi" denilince: "Vallahi, Resulullah çözmedikçe
kendimi çözmem" dedi. Bunun üzerine Resulullah geldi, bizzat eliyle onu
çözdü.
Sonra Ebû Lübâbe şöyle
demiştir: Günah işlediğim kavmimin yurdunu terketmek ve bütün malımı tasadduk
etmekle tevbemin kabul olunacağına inandım. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Malının üçte birini tasadduk etmen yeter..."
İbni Cerir ve
başkaları Cabir b. Abdullah'tan rivayet ederler: Ebû Süfyan Mekke'den çıktı.
Cibril, Peygamber (s.a.)'e: 'Ebu Süfyan şu şu yerde' dedi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.); 'Ebû Süfyan falan yerde, ona karşı çıkın, meseleyi de gizli
tutun' dedi. Münafıklardan biri Ebû Süfyan'a mektup yazarak: Mu-hammed sizi
yakalamak istiyor, ona göre tedbirinizi alın dedi. Bunun üzerine Allahü Teâlâ:
"Allah'a ve Rasulüne hıyanet etmeyin" ayetini indirdi. Fakat hadis
çok garibtir. En sahih rivayet, ayetin Ebû Lübâbe hakkında nazil olduğudur.
[50]
Allahü Teâlâ kullarını
güzel şeylerle rızıklandırdığını ve onlara büyük nimetler bağışladığını
zikrettikten sonra, burada da onları ganimetler ve diğer sert mükellefiyetler
konusunda hıyanetten men etti.
[51]
Allahü Teâlâ, bu
ayette, şerl mükellefiyetlerin eksiksiz olarak yapılmasının gerekli olduğunu
belirtiyor.
Ey Allah'ın
peygamberlerine ve Kur'ân'a inanan müminler! Farzlarını yapmamakla, ya da
koyduğu sınır ve haramlarını tecavüz etmekle Allah'a hıyanet etmeyiniz.
Sünnetine sarılmamakla, emrettiklerini yapmamak ve neh-yettiklerinden
kaçınmamak, arzularına ve babalarınızdan miras aldığınız şeylere uymakla
peygambere hıyanet etmeyin. Aranızda birbirinizden aldığınız emanetlere, onlara
riayet etmemekle hıyanet etmeyin. Bu, maddî emanetleri içine aldığı gibi,
ümmete ait sırları düşmanlara aktarmak ve fertlere ait sırları insanlar
arasında yaymak gibi şeyleri de içine alır. Emanet, Allahü Teâlâ'nın kullarına
emanet ettiği farz ve had cinsinden amellerdir. Hıyanet ise farzları yapmamak,
hükümlerini uygulamamak, sünnetlerine sarılmamak ve başkalarının haklarına
riayet etmemektir.
Ve siz hıyanet
ettiğinizi biliyorsanız. Bunun sonucunu da biliyorsunuz. İyi ile kötüyü
birbirinden ayırt edebiliyorsunuz. Hıyanetin kötülüklerini biliyorsunuz.
Hıyanet, unutarak değil, bile bile yaptığınız ihmaller, hatalardır.
Hıyanet: İnsanın küçük
büyük günahlarını ve başkalarına zararı dokunan hareketlerini içine alır.
Güvenilirlik
müminlerin, hıyanet ise münafıkların sıfatlanndandır. İmam Ahmed, Enes ibni
Malik'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ahdine riayet etmeyen kimsenin
imanı yoktur." Buharı ve Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivayet ettikleri
hadis-i şerifte Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Münafıklığın alameti
üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünden cayar, kendisine
bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder. Oruç tutup namaz kusa ve kendisinin
müslüman olduğunu zannetse de..."
Sonra Allahü Teâlâ,
insanı hıyanete sevkeden şeyin mal ve evlât sevgisi olduğu için, akıllı
kimsenin o sevginin zararlarından çekinmesi uyarısında bulunarak:
"Mallarınız ve çocuklarınız ancak birer fitnedir" buyurmuştur. Yani,
şüphesiz ki, mallar ve çoluk çocuklar, Allah'tan birer imtihandır. Onlar hususunda
Allah'ın hadlerini nasıl muhafaza ettiğinizi açığa çıkarmak için imtihan eder.
Fitneye düşmenin tek sebebi ise günah yahut azaptır. Çünkü o, kalbi dünya ile
meşgul eder, ahiretle ilgili amel işlemekten ahkoyar. İnsan, mal sevgisi, onu
kazanıp biriktirme arzusuyla yaratılmıştır... Eğer insanda Allah korkusu
olmazsa, cimrilik yapar, malm içinden Allah'ın haklarını vermez, fakirlere
ihsanda bulunmaz, iyi, hayır ve güzel işlere harcamaz. Evlat sevgisi de insanın
fıtratında vardır, bazan bu sevgi, insanı haram mal kazanmaya sevkeder. Onun
için insan mal ve çoluk çocuk hususunda dikkatli olmalı, helal mal kazanmalı
ve onu hayır ve iyi yolda harcamalı. Çocuklarına helâl olanı yedirmelidir ki,
vücudlanna haram girmesin, dînî hükümlere bağlı, sorumluluk duygusu içinde ve
haramlardan uzak bir şekilde yetişsin.
Sonra Allahü Teâlâ
ayeti, kusur işleyeni uyandırıcı etkili bir sonuçla bitirerek: "Büyük
mükâfat şüphesiz Allah kalındadır" buyurmuştur. Yani O'nun sevabı ve
cennetleri, sizin için mallardan ve çoluk çocuktan daha hayırlıdır. Şurası bir
gerçek ki, bazan onlardan düşman olanı olabilir, pek çoğu ise, sana gelebilecek
bir azaptan seni kurtaramaz. Allah, dünya ve ahiretin tek sahibidir. O halde
siz, mal, çoluk çocuk konularında şer1! ve dinî hükümlerine riayet ederek,
Rabbinizin sevabını tercih edin, dünyadan yüz çevirin, mal toplamaya ve çoluk
çocuk sevgisine aşırı düşkün olmayın ki, onlar yüzünden tehlikeye
girme-yesiniz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "O mal ve oğullar dünya
hayatının süsüdür. Geri kalacak olan salih amelleridir ki, Rabbinin nezdinde
sevapça da hayırlıdır, amelce de hayırlıdır* (Kehf, 18/46).
[52]
Bu ayetler, daha önce
geçen Allah'a ve Rasulüne itaati, Allah'ın ve Rasûlü-nün davetine icabeti
isteyen ayetleri pekiştiriyor. Ayetler, aşağıdaki noktalara işaret eder:
1- Kasdi
hıyanetin kesinlikle haram olması ve güvenilir olmanın gerekliliği- Hıyanet,
vacip olan şeyleri ihlâl etmek, farzları yerine getirmede kusur, sırlan ifşa,
emanetleri sahiplerine vermemek, başkalarının haklarını yok etmektir. Emanet
ise, şerl sorumlulukları, Allah'ın kullarına emanet ettiği şeyleri, farzları ve
hadleri yerine getirmektir.
2- Mal,
çoluk çocuk bir fitnedir. Samimi bir mümin onunla imtihan olunur. Eğer mal helâl
yoldan kazanılır, hayır yollarına harcanırsa, sahibi günahtan ve azgınlıktan
kurtulur. Eğer baba çocuğuna dinî ve ahlakî terbiye verirse, helâlinden
yedirirse, kıyamet gününde hesaptan kurtulur. Eğer bunun aksi olursa, nefsini
ceza ve günahla karşı kaşıya bırakmış olur. Bilindiği üzere ayetin nüzul
sebebi, Kurayza Oğullan içinde malı, çoluk çocuğu olduğu için onlara karşı yumuşak
davranan Ebû Lübâbe'dir.
3- Allahü
Teâlâ'nm: "Büyük mükafat, şüphesiz Allah katındadır" sözü, ahi-ret
mutluluğunun dünya mutluluğundan daha hayırlı olduğu konusunda ten-bih
mahiyetindedir. Çünkü ahiret mutluluğu, dünya mutluluğundan daha üstündür ve
daha kalıcıdır. Çünkü o bakidir, sonu yoktur. Bu yüzden Allahü Te-âlâ onu,
büyük mükafat olarak nitelemiştir.
4- Razî
şöyle der: Bu ayetten, nafilelerle meşgul olmanın evlenmekle meşgul olmaktan
daha üstün olduğu sonucunu çıkarmak mümkündür. Çünkü nafilelerle meşgul olmak,
Allah katında büyük mükafat sağlar. Evlenmekle meşguliyet ise, çocuk sahibi
olmayı getirir, o da mal ihtiyacını gerektirir. Bu ise bir fitnedir.
Bence bu, itidal
halindeki insan için geçerlidir. Yoksa evlenmek insanın takva ve iffetini
korumasında daha uygundur.
[53]
29- Ey iman edenler!
Eğer Allah'tan korkarsanız, O size iyi ve kötüyü ayır-dedecek bir anlayış
verir, suçlarınızı örter, size mağfiret eder. Allah, büyük lütuf sahibidir.
Takva; emrolunan
şeylere uymak, yasaklanan şeylerden kaçınmaktır. Böyle bir ismin verilmesi
kulu cehennemden koruduğu içindir.
"iyi ile kötüyü
ayırdedecek bir anlayış verir." Bir yardım ve kurtuluş verir.
Korktuklarınızdan kurtulursunuz. Böyle isimlendirilmesi onun hakla bâtılı ayırt
etmesindendir. Cenâb-ı Hak, küfür yanlılarım zelil, İslâm taraftarlarını aziz
kılmakla birbirlerinden ayırdeder. O yüzden Bedir Gününe, Kur'ân-ı Kerim'de
"Fur-kan günü" (Enfal, 8/41) denmiştir. Çünkü o gün, hakla bâtılın
birbirinden ayrıldığı gün olmuştur. Anlamı şöyle de olur: Dünyanın dört bir
köşesine sizin emrinizi ve sesinizi yayacak bir açıklama yapacak. Yeni dönem
bazı alimlere göre "fur-kân"m manası, sahih ilim, tercih edilen
hüküm, ya da hakla bâtılı ayırt eden hidayet ve basiret nurudur. Bazan bu
kelime, Tevrat, İncil ve Kur'ân; çoğunlukla da Kur"ân için kullanılmıştır.
Allahü Teâlâ şöyle buyurur: 'Türkan'ı âlemlerin bir korkutucusu olsun diye,
kuluna indiren Allah ne yücedir" (Furkan, 25/1).
Kısacası
"Furkan", hak ile bâtılı ayıran şeydir. Bu yorum daha geneldir.
Çünkü, kim emirlerini işlemek ve yasaklarını terketmek suretiyle Allah'tan korkarsa,
Allah onu, hakkı bâtıldan ayırt etme konusunda başarılı kılar. Bu da onun
dünyada kurtuluş, ahirette de saadetine ve büyük sevapla mükafatlandı-rılmasma
sebep olur.
"Allah büyük
lütuf sahibidir"; Fazlı geniş, bağışı büyüktür; çok sevap verir.
[54]
Allahü Teâlâ mal ve
evlat fitnesinden sakındırdıktan sonra, mal ve evlat sevgisinden heva ve hevesi
bıraktıracak takvaya özendiriyor.
[55]
Ey müminler!
Emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak suretiyle Allah'tan korkarsanız,
size hak ile bâtılı ayırmaya yarayan bir hidayet ve kalble-rinizi aydınlatan
bir nur verir. Bu nur, Allah'ın aşağıdaki ayetinde hikmet diye ifade ettiği
takva üzerine kuruludur: "Kime hikmet verilirse, muhakkak ona pek çok
hayır verilmiştir" (Bakara, 2/269). Şu ayette de aynı şeye işaret ediliyor:
"Sizin için aydınlığıyla yürüyeceğiniz bir nur kılsın." (Hadid,
57/28).
Allahü Teâlâ, takva
sahibine öyle bir yetenek verir ki, onunla doğru ile eğriyi, hakla bâtılı,
İslâm'la küfrü birbirinden ayırd eder. Böylece Allah'ın şu ayetinde emrettiği
gibi bir rabbani olur: "Fakat o: "Öğretmekte ve okuyup okutmakta
olduğunuz kitap sayesinde Rabbaniler olun, der" (Aİ-i İmran, 3/79).
Yine, Allahü Teâlâ'dan
korkarsanız, sizin geçmiş günahlarınızı ve kötülüklerinizi bağışlar, onları
insanların gözlerinden siler, size çok sevap verir. Allah, geniş fazl ve büyük
ihsan sahibidir. Buna benzer bir ayet de şöyledir: "Ey iman edenler!
Allah'tan korkun, Rasûlüne de iman edin ki, rahmetinden size iki nasip versin.
Sizin için aydınlığıyla yürüyeceğiniz bir nur kılsın ve size mağfiret etsin.
Allah gafurdur, rahimdir" (Hadid, 57/28).
[56]
Kur1 ân-1 Kerim'de
takvayı emreden ayetler çoktur. Fakat burada emir, şart lafzıyla gelmiştir.
Çünkü Allahü Teâlâ kullarına, onların birbirlerine hitap ettikleri gibi hitap
etmiştir. Kul, Rabbinden korktuğu zaman -ki bu, emirlerine uymak, nehiylerinden
kaçınmak suretiyle olur- haram olan şeylere düşme korkusuyla şüpheli şeyleri
terkettiğinde, kalbi halis niyetle dolu olarak salih ameller işlediği,
amellerinden Allah'tan başkalarını gözeterek gizli ve açık şirk içine düşmekten
kaçındığında, Allahü Teâla ona, hak ile bâtılı ayırma yeteneği verir. İbni
İshâk şöyle der: "Furkân", hak ile bâtılı ayıran şeydir. Sûddîye göre
bu, kurtuluş; Ferrâ'ya göre, fetih ve zaferdir. Ahirette, sizi cennete,
kafirleri cehenneme koyan şey olduğu da söylenmiştir.
Ayet, takvanın üç
çeşit mükâfatını zikrediyor.
1- "Size
iyi ile kötüyü ayırdeden bir anlayış verir": Bu, müminlerle kâfirler arasındaki
bütün farkları içine alır. Dünyada Cenâb-ı Hak, müminleri hidayet ve marifetle
mümtaz kılar, kalblerine bir ferahlık verir: "Allah'ın kalbini İslam'a
açtığı bir kimse, Rabbinden bir nur üzerinde değil midir?" Kalblerinden
kin, haset ve düşmanlığı, hile ve tuzak kurma duygusunu giderir. Fetih ve zaferle
onları üstün kılar. "İzzet Allah'ın, Rasûlünün ve iman edenlerindir"
(Zümer, 39/22). "Çünkü Onu, bütün dinlere üstün kılacaktır" (Saff,
61/9). Fâsık ve kâfirin durumu ise bunun aksinedir.
Ahirette ise, Allah ve
meleklerden sevap, büyük ve sürekli menfaatler vardır.
2- "Suçlarınızı
örter": Allahü Teâlâ, bütün küçük ve büyük günahları yok eder, siler,
Şüphesiz tevbe de, takvanın görüntülerin dendir.
3-
"Size mağfiret eder": Günahlarınızı kıyamet gününde yok eder. Çünkü
O, büyük lütuf sahibidir.
Kısacası takva, dünya
ve ahirette bir nur, saadete ve bütün emelleri gerçekleştirmeye, her türlü
kötülük ve serden kurtuluşa bir sebep olur. Onun için Cenâb-ı Hak şöyle
buyurmuştur: "Bir de azık edinin. Şüphesiz azığın en hayırlısı, takvadır.
Ve ey üstün akıl sahipleri! Benden korkun" {Bakara, 2/197).
[57]
30- Hani bir zamanlar
o kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri, ya da seni çıkarmaları için
tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı kurarlarken, Allah da bu tuzağın
karşılığını kendilerine veriyordu. Allah, tuzak kuranla- ra karşılık verenlerin
en hayırlısıdır.
ânlara ayetlerimiz
(Kur'an) okunduğu zaman: "İşittik, eğer dilersek biz de elbet bunun benzerini söylerdik. Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey
değildir" demişlerdir.
"Allah da bu
tuzağın karşılığını kendilerine veriyordu." Burada müşakele vardır.
Müşakale, lafzın aynı, mananın çeşitli olmasıdır. Allah, onların düşündükleri
hile ve tuzakları boşa çıkarmıştır.
[58]
"Hani bir
zamanlar o kâfirler... tuzak kuruyorlardı": Ey Muhammedi Mek-kelilerin
senin durumunu görüşmek üzere, Dârû'n-Nedve'de toplandıkları zamanı hatırla..
Bu, Kureyş'lilerin tuzaklarını, bu tuzak ve hilelerinden kurtarıp onlara üstün
kıldığı için Allah'a şükretmeleri için bir hatırlatmadır. Mekr, istenilmeyen
bir şeyi, bilmediği bir yerden başka birine ulaştırmak için gizli tuzak
hazırlamaktır.
"Seni tutup
bağlamaları için" Seni iple bağlayıp bukağı ile tutarak, hareket edemez
duruma getirmek için, "veya öldürmeleri için..." hepsi tek bir
kişiy-miş gibi; "yahut seni çıkarmaları için" seni Mekke'den kovmak
için, "tuzak kuruyorlardı."
"Onlar bu tuzağı
kurarlarken, Allah da bu tuzağın karşılığını kendilerine veriyordu".
Onların düşündükleri tuzağı sana vahyetmek ve sana Mekke'den çıkmayı emretmek
suretiyle, senin işini tedbir etmekle.
"Allah, tuzak
kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır." En iyi bilenidir, tuzak
kuranlara cezasını verenlerin en üstünüdür. Esatir, üstûre (efsane) kelimesinin
çoğulu olup, eski kitaplara hiçbir inceleme yapılmaksızın yazılan sözler ve
kıssalar demektir.
[59]
İbni Ebî Hatim ve İbni
İshâk, İbni Abbas'tan tahric etmişlerdir: Ku-reyş'ten bir grup insan ve her
kabileden bir grup ileri gelen kimse, Dâru'n-Ned-ve'ye girmek için toplandı.
İblis, yaşlı bir insan suretinde karşılarına çıktı. Onu görünce, sen kimsin
dediler. Necd'li ihtiyarım, niçin toplandığınızı duydum, sizinle beraber olmak
istedim. Benden size asla olumsuz bir görüş gelmez, dedi. Peki, gir dediler.
Onlarla beraber girdi. Şu adamın durumunu düşünün dedi. İçlerinden biri, onu
bir ipe bağlayın, sonra ondan önceki şairlerden, Züheyr ve Nâbiğanın helak
olduğu gibi, ölüme bırakın, helak olsun, dedi.
Allah düşmanı Necd'li
ihtiyar: Vallahi, bu sizin için uygun görüş olamaz. Çünkü onun hapsolunduğuna
dair arkadaşlarına bir haber gider de, gelip onu sizin elinizden alırlar. Buna
mani olamazsınız. Sizi ülkenizden çıkarırlar. Başka bir şey düşünün, dedi.
Aralarından biri, onu aranızdan çıkarın, rahat edin. Çünkü o, aranızdan
çıkarsa, onun yaptıkları size asla zarar vermez, dedi.
Necdli ihtiyar şöyle
dedi: Bu, sizin için uygun bir görüş olamaz. Onun sözünün tatlılığını, dilinin
fasâhatını dinleyenin kalblerinin ona tutulduğunu bilmiyor musun? Vallahi,
eğer dediğiniz gibi yaparsanız, etrafında toplanırlar, sonra sizin üstünüze
yürürler. Sizi ülkenizden çıkarırlar ve ileri gelenlerinizi öldürürler, dedi.
Doğru söyledi, başka
bir çare düşünün, dediler. Bunun üzerine Ebû Cehil: Vallahi, size öyle bir
görüş söyleyeceğim ki, zannederim onu şimdiye kadar düşünmediniz. Ondan
başkasını da uygun görmüyorum, dedi. Nedir o, diye sordular. Şöyle dedi: Her
kabileden, orta yaşta kuvvetli birer genç alırsınız, sonra her gence keskin
birer kılıç verilir, herkes birlikte ona vururlar. Onu öldürdüğünüz zaman,
kanı bütün kabilelere dağıtılır. Hâşim oğullarının bütün Ku-reyş'e savaş ilân
edebileceğini sanmıyorum. Onlar diyeti kabul edeceklerdir. Biz de rahat ederiz.
O, Necd'li ihtiyar:
İşte bu gencin söylediği görüş doğru. Başkasını doğru bulmuyorum dedi.
Bu görüş üzerinde
birleşerek dağıldılar. O gece Cibril, Peygamber (s.a.)'e geldi. Allahü Teâlâ,
Mekke'den Medine'ye hicrete izin veriyordu. Hz. Peygamber Medine'ye geldikten
sonra da, ona olan nimetini hatırlatmak üzere: "Hani bir zamanlar o
kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri, ya da seni çıkarmaları için
tuzak kuruyorlardı" ayetini indirdi. İşte Peygamberin Mekke'den Medine'ye
hicretinin sebebleri bunlardır.
İbni Cerir et-Taberî,
Sa'd b. Cübeyr'in şöyle dediğini tahric eder: Peygamber (s.a.), Bedir
savaşında, Ukbe b. Ebî Mu'ayt, Tu'ayme b. Adiyy ve Nadr b. Haris'i, hapsettirip
ölünceye kadar ok attırmak suretiyle öldürttü. Mikdad, Nadr1! esir etmişti.
Resulullah ona, onu öldürmesini emrettiği zaman, Mikdad:
Ya Resulullah, o benim
esirim değil mi? dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Ancak o, Allah'ın kitabı hakkında söylemediğini bırakmadı." Said b.
Cübeyr demiştir ki: İşte onun hakkında: "Onlara ayetlerimiz okunduğu
zaman, işittik, eğer dilersek, biz de elbet bunun benzerini söylerdik"
ayeti nazil oldu.
[60]
Allahü Teâlâ müminlere
olan nimetlerini: "O zamanı hatırlayın ki, siz yeryüzünde sayıca
azdınız." (Enfâl, 26) ayetiyle hatırlattıktan sonra, Rasulüne de
nimetlerini hatırlatıyor. Müşriklerin tuzaklarını boşa çıkardığını, tuzak kuranların
tuzağım ondan uzaklaştırdığını belirtiyor.
[61]
Ey peygamber!
Müşriklerin, senin ve davanın aleyhine önemli bir meseleyi görüşmek üzere
toplandığı o zamanı hatırla. O, nimete şükrü, ibret ve öğüt alınmasını
gerektiren çok güç zamanda, Rabbinin seni desteklediğine ve davanda samimi
olduğuna işaret eden bir şeydir.
Senin için üç şeyden
birini uygulamayı düşünmüşlerdi:
1- Seni
hapsederek, davetten alıkoymak.
2- Bütün
kabilelerin ortak olacağı bir şekille seni öldürmek,
3- Seni
memleketinden çıkarmak.
Onlar, sen farketmeden
sana kötü bir şey yapmak için gizlice tuzak hazırlıyorlardı. Fakat Allah'ın
kudreti, onların tuzağını boşa çıkardı. Herhangi bir ezaya maruz kalmadan seni,
onların arasında sağ salim çıkardı. Mekke'den Medine'ye gittin. "Tuzak
kuruyorlardı" sözü, ona yaptıkları tuzakları gizlediklerini gösterir.
"Allah da bu tuzağı karşılığını onlara veriyordu" sözünün manası,
onların tuzaklarını azapla cezalandırır demektir. "Allah tuzak kuranlara
karşılık verenlerin en hayırlısıdır" sözünün manası şudur: Onun tuzağı,
başkalarının tuzağından daha nüfuz edici, daha etkilidir. Çünkü Cenab-ı Hakk'm
tedbiri hakkın zaferidir, bir adaletidir. Çünkü o, gerekli olanı yapar.
Buradan anlaşılıyor
ki, kâfirlerin Hz. Peygamber'e ve onun davasına karşı tutumları, daima kötülük
ve eza şeklinde olmuştur.
Allahü Teâlâ, onların
Muhammed (s.a.)'in zâtına karşı hazırladıkları tuzağı anlattıktan sonra,
getirdiği dine ve kitaba karşı hazırladıkları tuzağı da anlatarak şöyle
buyurdu: "Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman: "İşittik, eğer dilersek,
biz de elbet bunun benzerini söylerdik. Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir
şey değildir" demişlerdi." Yani, Kur'ân'm açık ayetleri okunduğu
zaman, cahilliklerinden, inatlarından, akılsızlıklarından ve kibirlerinden:
İsteseydik, bunun benzerini biz de elbet söylerdik, dediler. Bu, zımmen,
onların Kur'ân'm benzerini getirmekten acizliklerini itirafı içine almaktadır.
Nitekim O, Kur'ân'm en kısa sûresini meydana getirmelerini istemiştir. Onların
iddiası, korkak zayıf bir kimsenin cesur, kahraman bir kimsenin önünde, onu,
öldürebileceği iddiasını savurması gibidir.
Bu sözün sahibi Nadr
b. Haris'ti. Rivayet olunduğuna göre, Nadr b. Haris, ticaret yapmak üzere
Hire'ye gitti. Kelile ve Dimme'nin sözlerini içine alan kitaplar satın aldı.
İslâmiyetle alay edenlerle birlikte oturur, onlara eskilerin efsanelerini
okur, onların da Muhammed (s.a.)'in zikrettiği önceki ümmetlerin kıssaları gibi
olduğunu iddia ederdi.
Yine o, İran'a gider,
Rüstem, İsfendiyar ve diğer İran büyükleriyle ilgili haberleri dinler, Yahudi
ve Hristiyanlara uğrar, onlardan Tevrat ve İncil dinler, sonra duyduklarını
anlatmak üzere Mekke'ye gelirdi.
Sonra yalan sözlerini
daha yalanıyla açıklayarak şöyle dediler: Bu Kur'ân, ancak daha Öncekilerin
haberleri, yalanları ve sözleridir. Ayetin benzeri şu ayettir: "Ve dediler
ki: "Eskilerin masallarıdır ki onu yazdırmıştır. Onlar sabah ve akşam ona
okunur" (Furkan, 25/5).
"Eskilerin
efsaneleri" sözünün manası, önceki kavimlerin kitapları, onlardan
öğreniyor ve onları insanlara okuyor, demektir. Bu, tam bir yalandır. Nitekim,
şu ayette Cenâb-ı Hak, bunu haber vermektedir: "De ki: "Onu göklerin
ve yerin gizliliklerini bilen Allah indirdi. Muhakkak ki O gafurdur,
rahimdir" (Furkan, 25/6).
Bu sözü söyleyen Nadr
b. Haris hakkında şu ayet nazil olmuştur: "İnsanlar içinde bilgisizce
Allah'ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence edinmek için boş söze müşteri
çıkanlar vardır" (Lokman, 31/6). O, insanları, Kur'ân dinlemekten
alıkoymak için, geçmiş ümmetlerin haberlerini, insanlara okumak üzere güzel bir
cariye satın almıştı.
Görüldüğü üzere onlar,
Kur'ân ayetlerini geçmişlerin kıssalarına benzettiler. Ancak onların Hz.
Muhammed tarafindan uydurulduğunu söylemediler. Çünkü onun doğruluğuna, yalan
söylemeyeceğine inanıyorlardı. Nitekim bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"Onlar aslında seni yalanlamı-yorkt& Fakat o zalimler bile bile
Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar" (En'am, 6/33).
Nadr b. Haris, Ebû
Cehil, Velîd b. Muğire gibi Kureyş'in ileri gelenleri, insanların Kur'ân'ı
dinlemelerini engelliyor, sonra da kendileri geceleri Peygamberi dinlemeye
çalışıyorlardı. Hatta, Velîd b. Muğire, Kur'ân ayetlerinden etkilenerek:
"O üstün gelir, ona üstün gelinemez" dedi, sonra da müşrik liderlerin
tesiriyle, araplar duymasın diye bu sözünü değiştirmeye çalıştı ve:
"Şüphesiz bu, tesirli bir büyü" dedi.
[62]
Birinci ayet, hicret
olayının Muhammed (s.a.) için rabbani bir mucize olduğuna işaret eder.
Müşrikler, Dâru'n-Nedve'de toplanarak onu öldürme konusunda ittifak ettiler.
Bunun için kimin öldürdüğünün belli olmaması amacıyla her kabileden soylu,
güçlü kuvvetli bir genç seçtiler. Böylece bütün kabileler öldürme olayına
katılmış oluyordu. Dolayısıyla, Hâşimoğulları bütün kabilelerle birden
savaşmaktan korkmuş olacaklardı.
Peygamber (s.a.), Ali
b. Ebû Talib'e, yatağında uyumasını emretti. Onların onu görmemeleri için de
Allah'a dua etti. Allah onu onların gözlerinden sakladı. Resulullah, onları
uyku bastığı bir sırada, başlarına biraz toprak atarak evden ayrıldı.
Sabah olunca,
karşılarına Hz. Ali çıktı. Onlara, evde hiç kimsenin olmadığını söyledi. Bunun
üzerine, Resulullah'ın kurtulup kaçtığını anladılar.
Sözün kısası onlar,
Hz. Muhammed'in yaptıklarını sonuçsuz bırakmak için tuzak hazırladılar. Allahü
Teâlâ da, buna karşılık ona yardım etti, onu destekledi. Sonuçsuz kalan
onların tuzağı oldu. Allah'ın ihsanı ortaya çıktı.
"Allah, tuzak
kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır" sözünden mu-rad, Allahü
Teâlâ'nın fiili karşısında her türlü tuzağın boşa çıkacağıdır. Ayette,
kâfirlerin işinin, Hz. Peygambere ve ona tabi olanlara sürekli eziyet olduğuna
ima vardır.
Allah onların Muhammed
(s.a.)'in şahsına karşı tuzaklarını boşa çıkardığı gibi, dinine ve şeriatına
karşı kurdukları tuzaklarını da boşa çıkardı. Kur'ân'm, öncekilerin masalları
olduğunu zannettiler. Allah bunu reddetti. Göklerdeki ve yerdeki gizli şeyleri
bilen Allah'ın Kur1 ânı indirdiğini söyledi.
"Eğer dilersek,
biz de elbet bunun benzerini söylerdik" sözleri, onların Kur"ân'a
karşı çıkmadıklarına, kuru iddianın hiçbir anlamı olamıyacağma işaret eder.
Bu bir yüzsüzlük ve
yalandı. Şöyle de denmiştir: Musa'nın sihirbazları gibi, onlar Kur'ân'm
benzerini yapabileceklerini zannettiler ve yapmak istediler. Ancak
başaramayınca, bu sefer inatlarından: "Bu eskilerin masallarından başka
bir şey değildir" (En'am, 6/25) dediler. Bu çeşit konuşma ve itham, zaaf,
acz ve cehaleten ortaya çıkıyor. Çünkü onların, aklî ve kabule şayan bir delili
olsaydı, onu mutlaka ortaya koyarlardı.
[63]
32- Hani bir zaman da:
"Allah'ım, eğer bu, senin katından indirilmiş gerçekse, üzerimize gökten
taş yağdır, yahut bize acıklı bir azab getir" demişlerdi.
33- Halbuki sen içlerindeyken Allah onlara azap
edecek değildi. Onlar istiğfar ederlerken de, Allah onlara azap edecek
değildir.
34- Neden Allah onlara azab etmesin? Onlar
Mescid-i Haram'dan. -kendileri ona lâyık olmadıkları halde- alıkoyup
duranlardır. O sakınanlardan başkaları onun ehilleri değildir. Fakat onların
çoğu bilmezler.
35- Onların Beyt
yanında duaları, ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir şey değildi.
Küfrünüzden dolayı azabı tadın artık.
"Halbuki sen
içlerindeyken Allah onlara azap edecek değildi". Çünkü azab geldiği zaman
umuma gelir. Hiçbir ümmet, peygamberleri içlerindeyken azab olunmamıştır.
"Onlar istiğfar
ederlerken de" tavaflarında: "Bizi bağışla" dedikleri bir zamanda
. "Allah onlara azap edecek değildi."
"Neden Allah
onlara azap etmesin?" Sen ve o zayıf görülenler çıktıktan sonra, onları
niçin kılıçla azaplandırmasın. Nitekim Allah onları Bedir ve daha başka yerlerde
cezalandırdı.
[64]
İbni Cerir et-Taberî,
Sa'id b. Cübeyr'in şöyle dediğini tahric etmiştir. Bu ayet, Nadr b. Haris
hakkında nazil oldu. O, bu Kur'ân'ın öncekilerin efsanelerinden başka bir şey
olmadığını söylediği zaman, Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Yazık sana!
O, âlemlerin Rabbi'nin sözüdür." O da: "Eğer bu, senin katından
indirilmiş gerçekse..." dedi.
Buharî ve Müslim,
Enes'den şöyle rivayet etmişlerdir: Ebû Cehil b. Hişâm: "Allah'ım, eğer
bu, senin katından indirilmiş gerçekse üzerimize gökten taş yağdır yahut bize
acıklı bir azab getir" dediği zaman "Halbuki sen içlerindeyken Allah
onlara azap edecek değildi" ayeti nazil oldu.
İbni Ebî Hatim, İbni
Abbas'ın şöyle dediğini tahric etmiştir: Müşrikler, Kabe'yi tavaf ederlerken:
"Mağfiretini dileriz, mağfiretini dileriz Ya Rab" derlerdi. Bunun
üzerine Allah: "Halbuki sen içlerindeyken Allah onlara azap edici
değildi" ayetini indirdi. İstiğfar, facirlerden de olsa, bazı zararları
uzaklaştırır.
Kısacası: "Hani
bir zaman da: "Allah'ım, eğer bu senin katından indirilmiş gerçekse bizim
üzerimize taş yağdır" sözünü kimin söylediği konusunda ihtilâf edilmiştir.
Mücahid ve Sa'id b. Cübeyr, bunu söyleyenin Nadr b. Haris olduğunu
belirtmişlerdir. Buharî ve Müslim'in rivayetlerine göre, Enes b. Malik, bunu
Ebû Cehil'in söylediğini belirtmiştir.
Rivayete göre Muâviye,
Sebe'li bir adama: Başlarına bir kadını Melike yapan kavminiz ne kadar
cahilmiş" demiş, bunun üzerine o adam da: Belki, benim kavmimden daha
cahili "Allah'ım, eğer bu senin katından indirilmiş gerçekse..."
diyen senin kavmin demiş.
Vahidî, İbni Ömer'in
şöyle dediğini tahriç etmiştir: Araplar, Kabe'yi ıslık çalarak ve el çırparak
tavaf ediyorlardı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.[65]
İbni Cerir et-Taberî,
Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini tahric etmiştir: Ku-reyş, Hz. Peygamber tavaf
ederken, onunla alay ediyorlar, ıslık çalıp el çırpıyorlardı. Bunun üzerine bu
ayet nazil oldu.
[66]
Ayetler, öncesiyle
ilgilidir. Allah, müşriklerin, Muhammed (s.a.)'e, hicrete zorlayacak derecede
yaptıkları hile ve tuzakları anlattıktan sonra, gerek Kur'ân'm benzerini
meydana getirmek, gerekse onun öncekilerin efsaneleri olduğunu söylemek
şeklindeki iddialarla dinine hile hazırladıklarını belirtmektedir.
[67]
Ey Muhammed! Kureyş'in:
"Allah'ım, eğer bu senin katından indirilmiş gerçekse, fil ashabını
cezalandırdığın gibi, gökten indireceğin taşla bizi cezalandır. Ya da onun
dışında acıklı bir azabla azablandır" dediği zamanı hatırla.
Bu, Allahü Teâlâ'nm
Kureyş'in küfrünü, taşkınlığını, inadını ve kendilerine okunan Kur'ân
ayetlerini dinledikleri zaman ileri sürdükleri bâtıl iddialarını haber
vermedir. Onların: "Şüphesiz Kur'ân, evvelkilerin efsaneleri, onun uydurmasıdır.
Eğer o gerçekten Allah tarafından gönderilmiş olsaydı, bizim bu inkârımız ve
istediğimiz karşısında, Allah bize elbette taş, ya da acıklı azab indirirdi"
sözlerini hikâyedir.
Onların muradı,
Kur'ân'ın, Allah katından indirilen bir hak olduğunu inkâr etmekdi. O Allah
katından indirilen hak olsa bile onlar ona tabi olmayacaklarını açıklamak
içindi. Bilakis helaki tercih ediyorlar ve Kur'an Hak'tır diyenlerle alay
ediyorlardı. Bu, inkârın en son noktası demekti. Son derecedeki
cehaletlerinden, aşırı derecedeki yalanlamalarının alâmetidir. Nitekim başka
ayetlerde de, onların acele tarafından ceza istedikleri ifade olunur:
"Senden azabı çabucak isterler. Eğer muayyen bir vakit olmasaydı elbette
onlara azab gelirdi. Onlara ansızın gelecektir. Ve onların haberleri
olmaz." (Ankebut, 29/53)."Onlar azabdan nasibimizi bize acele ver (ki
görelim) dediler" (Sâd, 38/16).
Sonra Allahü Teâlâ,
onların azablarmın geciktirilme sebebini zikrederek: "Halbuki sen
içlerindeyken Allah onlara azap edecek değildi" buyurmuştur. Yani,
aralarında peygamber varken, onlara azab etmek, Allah'ın sünnetine, rahmetine
ve hikmetine uygun düşmez. Çünkü O, onu âlemlere azab ve işkence için değil,
rahmet olarak gönderdi. Allah hiçbir ümmeti, peygamberleri arala-rmdayken azap
etmemişti. İbni Abbas şöyle demiştir: "Hiçbir ümmet, Peygamberleri ve müminler
aralarından çıkıp emrolundukları yere varmadıkça azab olunmamıştır. O, onlar
istiğfar ederken, geçmiş ümmetlerin azab olunduğu gibi, dünyada iken,
köklerinin kazınması şeklinde bir azabla azablandırmaz."
İstiğfar edenler
kimlerdir? İbni Abbas'a göre, onlar kâfirlerdir. Tavaf ederlerken: "Bizi
affet ya Rab" diyorlardı. İstiğfar edenler fâcir de olsalar, bazı serler
ve zararlar önlenir. Bazılarına göre de buradaki istiğfar, kafirlerin arasında
bulunan ve hakir görülen müslümanlara racidir. Buna göre mana, içlerinde istiğfar
eden müslümanlar varken, Allah onlara azab edici değildir, olur... Nitekim,
onlar aralarından çıkınca, Allah onlara, Bedir'de ve daha başka yerlerde azab
etti.
Denilmiştir ki: Burada
istiğfarla İslâm murad olunmaktadır. Yani, onlar müslüman olacaklar iken,
bazıları bazılarının peşinden müslüman olacakken, yahut onların Allah'a inanan
ve ona istiğfar eden çocukları olacak iken, Allah onlara azab etmez, demektir.
Cenâb-ı Hak, onların
dünyada, köklerinin kazınması şeklindeki bir azabla azablandırılmayacaklarını
ifade ettikten sonra, başka bir ihtimali açıklamıştır. O da, gerektiğinde ve
engel de ortadan kalktığında, köklerinin kazınması şeklindeki bir azabtan
başka bir azabla azablandırılabileceklerdir. "Neden Allah onlara azap etmesin?"
Yani, Allah, onları niçin başka bir azabla azaplandırma-sm, o azabtan daha
hafif bir azabın gelmesine hangi şey engel olabilir? Onlar, müslümanlarm
ibadetlerini ifa için, Mescid-i Haram'a girmelerini engelliyorlardı. Nitekim
Peygamber (s.a.)'i ve ashabını Mescid-i Haram'dan çıkardılar. O yüzden onlar,
Allah'ın azabına müstahaktılar. Fakat Allah bunu, Peygamber (s.a.) aralarında
olduğu için uygulamadı.
O halde, bu durumda
olan kimseler Mescid-i Haram'ın dostu olamazlar. Onlar kılıçla öldürülmeye layıktırlar.
Nitekim Allah onları, Bedir Günü'nde öldürdü, azab etti. Ebû Cehil gibi,
küfrün ileri gelenleri öldürüldü, birçoğu esir alındı. Bu suretle İslam'ı aziz
kıldı, yüceltti.
"Kendileri ona
lâyık olmadıkları halde..." Onlar şöyle diyorlardı: Biz, Beyt-i Haram'ın
velileriyiz, istediğimizi oradan uzaklaştırır, istediğimizi sokarız. İşte
onların bu sözlerine Allah şöyle cevap verdi; Şirkleri ve Peygamber (s.a.)'e
düşmanlıkları sebebiyle, onlar, Mescid-i Haram'ın velayetine lâyık değillerdir.
Onun dostu ve hamisi,
ancak müslümanlardan, muttaki olanlar olabilir, her müslüman buna ehil
değildir. Ancak muttaki, iyi kimseler ehil olabilirken, putlara tapan kafirler
buna nasıl ehil olabilir?
Fakat onların pek
çoğu, müttakilerin Allah'ın dostu olduğunu dolayısıyla onun azabından onların
emin olabileceğini bilmiyorlar.
Sonra Allahü Teâlâ,
Kabe'nin bakım ve idaresini üzerlerine almaya ehil olmayışlarının sebebini
açıkladı: Onların, Kabe'deki duaları itaat ve ibadetleri, ıslık çalıp el
çırpmak şeklindeydi. Kabe'ye gereği şekilde saygı göstermiyorlar-dı. İbni Abbas
şöyle demiştir: Kureyş, Kabe'yi çıplak olarak, ıslık çalarak ve el çırparak
tavaf ediyorlardı. Mücahid ve Said b. Cübeyr ise şöyle demişlerdi: Kureyş
Resulullah (s. a) tavaf ederken karşısına çıkıyorlar, onunla alay ediyorlar,
ıslık çalıyorlar, tavafını ve duasını karıştırıyorlardı. Aynı rivayet,
Mukatil'den de naklolunmuştur.
İbni Abbas'm sözüne
göre: Islık çalmak ve el çırpmak, onların bir ibadet şekliydi. Mücahid, Mukâtil
ve İbni Cübeyr'e göre ise, Peygamber (s.a.)'e eziyet vermek içindi. Razî, ilk
görüşün: "Onların Beyt yanında duaları, ancak ıslık çalmaktan başka bir
şey değildi" ayetinin manasına daha yakın olduğunu söyler.
Ancak kâfirlerin
yapacağı işler ve küfrünüz sebebiyle Bedir Günü, katlo-lunmak ve esir edilmek
şeklinde azabı tadın ki, bu sizin istediğiniz azabtır.
[68]
Ayet, acele tarafından
azab indirilmesini isteyen müşriklerin ahmaklıklarını ve peygamberin yüzü suyu
hürmetine, ya da kâfir olsun, mümin olsun bazı insanların istiğfarları
sebebiyle ümmetinden, köklerinin kazınması şeklinde bir azabın kaldırıldığını
açıklamaktadır. Medâinî, bir âlimden şunu nakleder: Hz. Peygamber (s.a)
zamanında, günahtan kaçınmayan bir arap adam vardı. Peygamber (s.a.) vefat ettikten
sonra, durumunu düzeltti, dindar bir kişi haline geldi, sof giydi. Kendisine:
"Bunu Peygamber (s.a.) hayattayken yapsaydın, senin halinden memnun
kalırdı" denildiğinde şöyle dedi: Benim için iki eman vardı. Birisi gitti,
diğeri kaldı; Allahü Teâlâ: "Halbuki sen içlerindeyken Allah onlara azap
verici değildir." buyurdu. Bu da ikinci bir emandır.
İbni Abbas şöyle
demiştir: Onlar hakkında iki eman vardı: Allah'ın peygamberi ve istiğfar...
Allah'ın peygamberi vefat etti. İstiğfar ise, kıyamet gününe kadar bakidir.
Ayet, istiğfardın
azaptan bir eman ve selamet olduğuna işaret eder.Pey-gamberin kavminin arasında
bulunması, azaba manidir. Bu sadece bizim peygamberimize ait bir şey değildir.
Nitekim Hud, Salih ve Lut (a.s.) hakkında da aynı şey olmuştur.
Ayet, Kureyş
kâfirlerinin işledikleri kötülükler sebebiyle köklerinin kazınması şeklindeki
bir azabın dışında başka bir azabla azaplandırılmayı hak ettiklerini, fakat
her ecelin bir zamanı olduğunu, Allah'ın da onları Bedir savaşında ve
diğerlerinde öldürülmek ve esir alınmak gibi şekillerde cezalandırdığını içine
alır.
Sonra Allahü Teâlâ,
kâfirlerin küfürleri, Peygamber (s.a.)'e düşmanlıkları,
ıslık çalıp el
çırparak, kadın erkek çıplak vaziyette tavaf etmeleri sebebiyle Kabe'ye karşı
gösterilmesi gereken hürmeti çiğnedikleri için, Mescid-i Haram'a ehil ye
velayet hakkına sahip olmadıklarını açıklamıştır.
[69]
36- O kâfirler, mallarını Allah yolundan
alıkoymak için harcarlar ve harcayacaklar
da. Nihayet bu, onlara bir yürek acısı olacaktır. Sonra da mağlup
olacaklardır. Küfrederler ise, en son cehenneme sürüleceklerdir.
37- Ki Allah murdarı
temizden ayırdet-sin, murdarı birbiri üstüne koyup hepsini yığsın da onu
cehenneme atsın. Onlar zarara uğrayanların tâ kendileridir.
"Murdarı
temizden": Mümin ve kâfirden kinayedir, bu ki lafız arasında tifo ak
vardır.
[70]
"O kâfirler
mallarını" Peygamber (s.a.)'le savaş uğruna "harcarlar."
"Nihayet bu
onlara", onları kaybettiklerinden ve maksatlarına eremedikle-rinden
"büyük bir yürek acısı olacaktır."
[71]
Muhammed b. İshâk,
Zührî ve bir grup insandan rivayet ederek şöyle demiştir: Kureyş, Bedir'de
yenilip Mekke'ye döndüğünde, Abdullah b. Ebî Rabia, İkrime b. Ebî Cehl, Safvan
b. Ümeyye ve bir grup babalannı ve oğullarını kaybetmiş kimse, Ebû Süfyan'la
ve o kervanda malı olan Kureyşli ile konuştular ve şöyle dediler: Muhammed sizi
noksanlaştırdı, hayırlı kimselerinizi öldürdü. Şu kervandan geriye kalan malla bize
yardım edin, ondan öcümüzü alalım. Onlar da, onların dediklerini yaptılar.
İşte, bunun üzerine İbni Abbas'dan rivayete göre, Allah: "O kafirler,
mallarını Allah yolundan alıkoymak içir harcarlar..." ayetini indirdi.
İbni Abbas, Mücahid ve
daha başkalarından rivayete göre, ayet Ebû Süf-yan'm Bedir'de müşriklere
yaptığı harcama ve Uhud'da Resulullah'la savaşmak için ettiği yardım üzerine
nazil oldu.
İbni Ebi Hatem’in
Hakem b. Uteybe’den rivayetine göre, o şöyle demiştir:
Müşrikler için 401
okka altın harcayan Ebu Süfyan hakkında nazil oldu.
İbni Cerir’in İbn Ezi ve
Said b. Cübeyr’den tahricine göre, onlar şöyle demişlerdir: Araplardan gönüllü
katılanların dışında, Resulullah (s.a.)’le savaşmak için Uhud Savaşında iki bin
Habeşliyi kiralayan Ebu Süfyan hakkında nazil oldu.
Mukâtil, ve Kelbi ise
şöyle demişlerdir: Bedir savaşında Kureyş ordusunu yediren, Kureyş’in önde
gelenlerinden 12 kişi hakkında nazil oldu.
[72]
Allahü
Teâla müşriklerin bedeni ibadetlerini: “Onların Beyt yanında duaları, ıslık
çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir zşey değildi…” (Enfal, 35) sözüyle
açıkladıktan sonra, Bedir ve Uhud savaşlarında yaptıkları mali itaat hallerini
açıklıyor.
Şüphesiz
Allah’ı ve Rasülünü inkâr edenler, bu harcamalarıyla insanları, Muhammed’e tabi
olmaktan –ki bu, Allah yoludur- alıkoymak istiyorlar
Fakat
Resulullah’la savaş ve ona tabi olmaktan-alıkoymak için yapılan harcamaların
sonucu, pişmanlık ve üzüntü olacaktır. O harcamalar, maksadı
gerçekleştirmeyecek, tam aksi olacaktır. “Uğrunda harcadıklarına karşı ellerini oğuşturmaya
başladı.”(Kehf, 18/42). Çünkü onlar,
şeytan yolunda harcamıştır. Bu ise zafere ulaştırmaz, aksine onların akibeti
hezimettir.
Onlar
dağılıp mağlup olurlar. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Allah:
“Ben ve peygamberlerim herhalde galip geleceğim” (diye) yazmıştır.” (mücadele,
58/21).
Onların
dünyadakei azabları, mal kaybetmek ve mağlubiyet, ahiretteki azabları ise,
küfürlerinde ısrar eder ve küfür üzere ölürlerse, cehenneme gitmektedir. Çünkü
onlardan bir kısmı müslüman olmuş, müslümanlıkta da yüksek mertebelere
ulaşmışlardır.
Müslümanlar
içinse, mallarını Allah yolunda harcadıkları zaman, ya dünyada zafer, ya
ahirette sevap veya iki dünya saadeti gerçekleşir.
Allah,
müminlere zaferi, kafirlere hezimeti, mal kaybetmeyi ve kalplerine üzüntüyü,
kederi yazmıştır. Bunu, pis kimseleri
iyi kimselerden, kâfiri müminlerden, ehl-i saadeti ehl-i şekavetten ayırd etmek
için yapmıştııııır. O kafirler, dünya ve ahirette zarar edenlerdir.
[73]
2- Galibiyet ve zafer müminler, hezimet ve bozgun kâfirler içindir.
Kâfirler kıyamet gününde zillet ve hakaret içinde cehenneme sevkedileceklerdir.
O ne kötü bir dönüştür.
3-
Müminlerin galip getirilmesi, kâfirlerin hezimete uğratılması, kötü kafirler
fırkasını, temiz müminler fırkasından ayırd etmek içindir: "Ayırt etmek
için" sözü "toplanıp cehenneme sürüleceklerdir" sözündeki
"sürüleceklerdir" fiiline mütealliktir. Mana şöyle olur. Onlar
Allah'ın, murdar, pis, kötü fırkayı, temiz toplumdan ayırd etmesi için
sevkolunurlar.
Şöyle de denilmiştir.
Murad, kâfirin Muhammed (s.a.)'e düşmanlık uğruna yaptığı sarf ile, müminin
kâfirlerle cihad için yaptığı sarfı-Ebû Bekir ve Osman'ın peygamber (a.s.)'e
yardım uğruna sarfı gibi-birbirinden ayırt etmektir. Cenâb-ı Hak, o pis şeyleri
birbiri üstüne koyar, onları cehenneme atar, onlarla kâfirlere azab eder. Bu
durumda "ayırd etmek için" sözü, "nihayet bu onlara bir yürek
acısı olacaktı" sözüne müteallik olur.
Sonra Cenabı Hak:
"İşte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir" buyurdu. Bu,
kâfirlere işaret etmektedir.
[74]
38- Sen o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse,
geçmişteki kendilerine mağfiret olunur. Eğer yine dönerlerse, öncekilerin
kanunu muhakkak devam etmiş olacaktır.
39- Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din tamamiyle
Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, muhakkak ki
Allah onların ne yaptıklarını iyice görür.
40-Ve eğer onlar
vazgeçerlerse, bilin ki Allah sizin mevlânızdır. O ne güzel mevlâdır ve ne
güzel yardımcıdır.
"Sen o kâfirlere
de ki": Ebû Süfyan ve arkadaşlarına şu sözü söyle. "Eğer
vazgeçerlerse" küfürden, peygamberle savaştan ve ona düşmanlıktan vaz geçerlerse.
Murad, senin bunu onlara söylemen, değildir. O murad olunsaydı, şöyle denirdi:
Eğer vazgeçerseniz, size mağfiret olunur, "geçmişteki kendilerine mağfiret
olunur." Amelleri bağışlanır...
"Eğer yine
dönerlerse, öncekilerin kanunu muhakkak devam etmiş olacaktır."
Kendilerinden önceki peygamberlere karşı gelenleri nasıl helak edip yok etmek
kanunumuz olduysa, aynı şekilde onlara da yaparız.
"Hiç bir
fitne" şirk kalmayıncaya "ve din tamamiyle Allah'ın oluncaya kadar"
Allah'dan başkasına ibadet olunmayıncaya, diğer dinler yok oluncaya kadar
"onlarla savaşın".[75]
Allahu Teâlâ,
müşriklerin duasını ve bedenî ibadetlerini, sonra da malî ibadetlerini, Allah
yolundan engellemelerini, Allah Rasûlü ve müminlerle savaşlarını açıkladıktan
sonra, onlara doğru yolu gösterdi. Onları İslâm'a girmeye teşvik etti. Geniş
rahmet ve büyük fazl kapısını açtı ve "Sen o kâfirlere de ki: Eğer
vazgeçerlerse..."buyurdu.
[76]
Ey peygamber! Ebû
Süfyan ve adamları gibi kâfirlere, eğer içinde bulundukları küfür, inad ve
Peygamber (s.a.)'e düşmanlıktan vazgeçer, İslâm, itaat ve tevbe yoluna
girerlerse, geçmiş küfürlerinin, günahlarının ve hatalarının bağışlanacağını
söyle. Nitekim, İbni Mes'ud'dan gelen bir hadiste Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim, müslüman iken iyilik ederse, cahiliyye döneminde yaptıklarından
sorguya çekilmez. Kim de İslâm döneminde kötülük ederse, evvelinden de sonundan
da sorguya çekilir."
Yine Sahih'de gelen
bir hadiste Resulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "İslâm, daha önce
yapılanları siler süpürür. Tevbe de, kendinden önceki şeyleri siler
süpürür."
Müslim'in Amr b.
As'dan rivayetine göre, o şöyle demiştir. Allah, kalbime imanı koyunca,
Peygamber (s.a.)'e geldim, elini uzat sana biat edeyim, dedim. Elini uzattı,
ben de elimi uzattım. Ne istiyorsun? dedi. Mağfiret olunmamı, dedim. Bunun
üzerine Resulullah: "Ey Amr! Bilmiyor musun? İslâm, kendinden önce
işlenmiş kötü şeyleri yıkar, yok eder. Hicret, kendinden önce işlenmiş kötü
şeyleri yıkar, yok eder. Hac da, kendinden önceki günahları affettirir" buyurdu.
Eğer onlar kâfirlerin
tarafında, insanları İslâm'dan çevirme, inatlık ve İslâm'la savaş yolunda
olurlarsa, bulundukları hal üzere devam ederlerse, peygamberlerimi yalanlayan,
onlara karşı çıkan eski yalanlayıcıları helak ve yok etme konusunda geçerli
olan kanunumu onlara uygularım. Nitekim bu, Kureyş için Bedir'de ve daha başka
yerlerde gerçekleşmiştir: "Muhakkak biz peygamberlerimize ve müminlere
dünya hayatında ve şahitlerin ayağa kalkacakları günde yardım ederiz"
(Mümin, 40/51).
Bu, onların küfrü ve
inadı terketmedikleri takdirde başlarına gelecek şiddetli bir tehdittir.
Sonra Allahü Teâlâ, bu
kâfirlerin hükmünü açıklıyor. Eğer küfre dönerler ve ona devam ederlerse,
önceki ümmetlerin başına gelenlere maruz kalacaklardır. Bu durumlarında ısrar
ederlerse, Allah onlarla savaşılmasını emrediyor: "Hiçbir fitne
kalmayıncaya ve din tamamiyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın..."
Yani, ey müslümanlar, düşmanınız olan müşriklerle öyle şiddetle savaşın ki,
ortada şirk kalmasın, ancak Allah'a ibadet olunsun, hiçbir mümin dininden
döndürülmesin, sadece "lâ ilahe illallah" (Allah'tan başka ilâh
yoktur) denilsin. Bâtıl dinler yıkılsın, sadece İslâm dini kalsın. Bu
el-Beyhâkî'nin Mâlik vasıtasıyla Zührî'den rivayet ettiği Peygamber Efendimize
ait şu hadis-i şerife göre, Mekke ve civarındaki arap yarımadası içindir:
"Arap yarımadasında iki din bir arada bulunmaz." Razî şöyle der:
Bunun bütün memleketlere hamlo-lunması mümkün değildir: Çünkü öyle olsaydı,
Allah'ın emrettiği savaşla beraber, orada küfür kalmazdı.[77]
O halde savaştan amaç,
din hürriyetine imkân vermekti. Çünkü hiç kimse, inancını terke zorlanamaz.
Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Dinde zorlama yoktur. Hakikaten iman
ile küfür apaçık meydana çıkmıştır" (Bakara, 2/256).
Eğer onlar, küfürden
ve sizinle savaştan vazgeçerlerse, onların iç yüzlerini bilmeseniz de, onlardan
vazgeçin. Çünkü Allah, onların amellerini bilmektedir. Onları ona göre
mükafatlandırır.
Eğer sizin davetinizi
dinlemekten yüz çevirir, küfürden vazgeçmezlerse, onların bu durumlarına önem
vermeyin. Bilin ki Allah, sizin işlerinizi üzerine almıştır. Sizin
yardımcmızdır. Onlara önem vermeyin. Allah kimin mevlası ve yardımcısı olursa,
o hiçbir şeyden korkmasın, O, ne güzel mevladır ve ne güzel yardımcıdır.
Mevlâsı olduğu şahsa kaybettirmez. Allah'ın yardım ettiği şahıs mağlup
edilemez.
Fakat Allah'ın yardımı
iki şeye bağlıdır: Cihad için maddî ve manevî hazırlık "Siz de onlara
karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar
hazırlayın" (Enfal, 8/60). Bir de, Allah'ın dinine, şeriatının uygulanmasına
yardımcı olmak "Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, O da
size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar" (Muhammed, 47/7).
İslâm'a, amelle değil
sadece sözle bağlanmak, olağanüstülüklerle yardım istemek, sadece dua ile
yetinmek, hazırlık yapmamak, Filistin ve diğer İslâm beldelerinde görüldüğü
gibi, istenen zaferi getirmez.
[78]
Birinci ayet, Allah'ın
fazlının genişliğine ve kâfirlere karşı da rahmet kapısını açtığına işaret
eder. Çünkü onlar müslüman olurlarsa, Allah geçmişteki küfürlerini, işledikleri
günahları ve Rablerine karşı görevlerini yerine getirmedeki kusurlarını
bağışlar. Eskiye ait, bedenî ve malî ibadetleri yerine getirmeleri istenmez.
Temiz, pak İslâm diniyle müşerref olmakla yeni bir aşama başlar. Nitekim İbni
Sa'd'ın Zübeyr ve Cübeyr b. Mat'um'dan rivayet ettiği hadisi şerifte, Peygamber
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "İslâm, kendinden önceki hayatı siler süpürür."
İmam Malik şöyle der:
Bir kimse şirk halinde hanımını boşasa ve sonra da müslüman olsa, onun talâkı
geçerli değildir. Bir kimse şirk halinde yemin etse, sonra müslüman olsa,
yeminini yerine getirmekle yükümlü değildir. Zina etse, sonra müslüman olsa, yahut
bir müslüman kadına tecavüz etse, sonra müslüman olsa, ondan had düşer. Harbî
kâfirin, küfür halinde Daru'l-Harp'te yaptığı işlerin düşeceği konusunda
herhangi bir ihtilâf yoktur. Fakat, bize bir emanla gelse, bir müslüman erkeğe
iftira etse, ona had vurulur. Hırsızlık yaparsa, kesme cezası uygulanır. Zimmî
de böyledir. İftira ederse 80 sopa had cezası uygulanır. Hırsızlık yaparsa eli
kesilir, bir kimseyi öldürürse, öldürülür. Müslüman olması, bu cezayı düşürmez.
Çünkü küfür halinde yaptığı ahdi bozmuştur.
Namazlarını kılmamış,
birtakım cinayetler işlemiş, mallar telef etmiş bir mürteci, müslüman olursa,
Ebû Hanife ve İmam Malik'e göre, ondan Allah ile ilgili haklar düşer, kul
hakları ise düşmez. Çünkü Allahü Teâlâ'nm hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. İnsan
ise muhtaçtır. Çünkü ibadetlerin yapılmasının vacip olduğunu söylemek, bu
ayetin zahirine ters düşer. Şafiî'ye göre ise, o kimseye Allah'a ve kullara
ait hakları yerine getirmek gerekir.
Kâfirler,
müslümanlarla savaşa dönerlerse, kendileriyle savaşılır.
Razî'nin dediği gibi,
sahih olan görüşe göre, zındığın tevbesi makbuldür. Çünkü: "Sen o
kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse, geçmişteki kendilerine mağfiret
olunur" ayetiyle: "O, kullarından tevbeyi kabul eden, kötülükleri
affeden ve işlemekte olduğunuzu bilendir" (Şûra, 42/25) ayeti, bütün küfür
çeşitlerini içine alır. Çünkü, seri hükümler, zahire göre verilir. Hüküm
şöyledir: "Biz zahire göre hüküm veririz. Sırları Allahü Teâlâ
bilir."
Hanefîler, bu ayeti
delil getirerek, kâfirlerin küfür hallerinde, şeriatın fü-rûuyla muhatap
olmadıklarım, küfür zamanında işledikleri hiçbir şeyden sorguya
çekilmeyeceklerini söylemişlerdir.
"Hiçbir fitne
kalmayıncaya ve din tamamiyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın"
ayeti, müslümanı dininden alıkoyan fitneyi giderip inanç ve din hürriyetini
pekiştirmek için savaşmanın vacip olduğuna işaret eder. "Din tamamiyle
Allah'ın oluncaya kadar" ayeti ya Arap yanmadasıyla kayıtlıdır, ki
açıkladığımız gibi, orada iki din bir arada bulunamaz, demektir. Ya da bu nazarî
bir şeydir. Fiiliyat istenmemektedir. Razî'nin dediği gibi, bu sadece bir emel,
maksat ve hedeftir. Çünkü, insan için bir gaye olan her şey, olacak demek değildir.
Gerçekleşsin, ya da gerçekleşmesin, savaş emri bu maksadı gerçekleştirmek için
olur.
[79]
41- Eğer Allah'a ve
kulumuza, hak ile bâtılın ayrıldığı gün, iki ordunun biri-birleriyle
karşılaştıkları gün indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'ın, Rasulünün, hısımlarm'
yetimlerin, yoksulların ve yolcunundur. Allah, her şeye gücü yetendir.
Ayette geçen
"şey" kelimesinin nekre olarak zikredilmesi, azlık ifade eder.
"Kulumuz" kelimesinden maksat, Peygamberimiz (s.a.)'dir. Kulluğu
ifade eden bu kelimenin kullanılması ve Allah'a izafe edilmesi, ona şeref
kazandırmak içindir.
[80]
"Hak ile bâtılın
ayrıldığı gün" Bedir günü, Allah'ın hak ile bâtılı birbirinden ayırdığı
gün ve "iki ordunun" müslümanlarla kâfirlerin "karşılaştıkları
gün." "indirdiğimize inanmışsanız bilin ki ganimet olarak
aldığınız", kâfirlerden zorla aldığınız demektir. Ganimet, savaşta
kâfirlerden zorla alınan şeydir ve bunda beşte bir vardır. "Fey" ise,
düşmanlardan savaşsız olarak veya barış zamanında -cizye ve ticaretin onda
birini almak gibi- alınan şeydir ki, bunda beşte bir yoktur. Bu farklılık örfe
bağlıdır. Bazılarına göre "ganimet", menkûl maldan alman şey,
"fey" ise, araziler demektir. "Nefel" ise, insanın
taksimden önce ganimet olarak eline geçen şeydir. Katâde'ye göre, ganimet ve
fey aynı manadadır. Bazıları bu ayetin, fey'in hepsinin Allah'a, Rasûlüne,
yakınlarına yetimlere, miskinlere ve yolcuya ait olduğunu ifade eden Haşr
süresindeki ayeti neshettiğini -çünkü bu ayetin onların sadece beşte bir hakkı
olduğunu ifade ettiğini- zannetmişlerdir. Halbuki hakikatte ganimet ve fey,
farklı şeylerdir. Dolayısıyla nesh yoktur. Çünkü nesh zarureti yoktur. Zaruret
halinde neshe müracaat olunur, "her bir şeyin beşte biri
Allah'ındır." Onda dilediğini emreder, "hısımların" Peygamber
(s.a.)'e, Haşim ve Muttaliboğulları'ndan akraba olanların;
"yetimlerin" babaları ölen fakir müslüman çocukların,
"yoksulların", müslümanlardan ihtiyaç sahiplerinin "ve
yolcunundur." Sefer için çıkıp da memleketinden uzak düşmüş müslüman
yolcunun... Yani, beşte bir, Peygamber (s.a.)'in ve adı geçen bu dört sınıfın
hakkıdır. Beşte birinin beşte biri onlarındır.
"Allah, her şeye
gücü yetendir." Her şeyin mutlak sahibidir. Siz az, onlar çok olmasına
rağmen, size zafer nasip etmesi de, O'nun mutlak kudretindendir.
[81]
Cenab-ı Hak:
"Onlarla savaşın" (Enfal, 8/39) ayetiyle, kâfirlerle savaşı emretti.
Tabiî olarak, savaşın sonunda ganimet elde edileceğinden, bu ayette de
ganimetin hükmünü açıklamıştır. Bu ayet, ganimetlerin taksimi işinin başladığı
Bedir Gazvesinde nazil oldu.
[82]
Bu ayet, Enfal
sûresinin başındaki "sana enfalden soruyorlar" ayetinde kısaca
zikrolunan hükmün açıklaması mahiyetindedir. Bu ayette Cenab-ı Hak, onlar
hakkında hüküm vermenin Allah'a ait olduğunu, Resulullah (s.a.)'in onları,
Allah'ın kendisine emrettiği şekilde taksim edeceğini açıklamıştır. Bu ayette,
sadece bu ümmete helâl kılman ganimet mallarının hükmü açıklanmış, onların
beşte birlere ayrılacağı, bir beşte birin ayette zikrolunanlara taksim
olunacağı zikrolunmuştur. Geriye kalan dört beşte bir de, sünnetin açıkladığı
gibi, gazilere verilir: Savaşan askerlerden piyadeye bir pay, atlıya iki yahut
üç pay verilmek üzere taksim olunur. Ayette beşte birin kimlere verileceği açıklanmış,
diğer beşte birlerin kimlere verileceğinden söz edilmemiştir. Kurtubî şöyle
der: Allah ganimeti savaşanlara izafe etmiş, sonra beşte birinin, kitabında
zikrettiği kimselere verileceğini belirlemiş, diğer dört beşte birin ise ne yapılacağını
zikretmemiştir. Bu da, diğer beşte birin gazilerin olacağına işaret eder.
Nitekim: "Ona anne babası varis olur, annesi mirasın üçte birini
alır" ayetinde, üçte ikinin kime verileceği hakkında herhangi bir
açıklama yapılmadığı halde, üçte ikinin babaya ait olacağı hususunda ittifak
edilmiştir. Burada da geriye kalan dört beşte birin gazilerin olacağı hususunda
icma vardır.[83]
Açıklandığı gibi
ganimet, müşriklerin mallarından müslümanların eline zorla geçen şeydir. Ayette
altı sınıf zikrolunmaktadır. Ebu'l-Aliye'den şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Allah'ın payı Kabe'ye sarfolunur. Buna Allah'ın evlerinin tamirinin
müslümanların görevi olduğu şeklinde cevap verilmiştir. Tercih edilen, ya da
üzerinde ittifak olunan görüşe göre, ganimetlerin beşte biri beş sınıfa taksim
olunur. "Beşte biri Allah'ındır" ayetinde Allah'ın adı, O'ndan yardım
umudu ve tazim için, işlere O'nun ismiyle başlanacağını, her şeyin O'na havale
edileceğini, O'nun dilediği gibi hükmedeceğini, dünya ve ahiretin O'nun mülkü
olduğunu öğretmek için zikrolunmuştur. Geriye kalan beş sınıfı şöyle
açıklayabiliriz:
1-
Resulullah (s.a.)'in payı: Resulullah, kendine düşen payı istediği yere
sarfeder. Ömer b. Abdülaziz, "Beşte biri Allah'ındır" ayetinin, Allah
yolunda sarfedilir anlamını taşıdığını belirtmiş, İbnü'l-Arabi de, doğrusunun
bu olduğunu söylemiştir.
2-
Hısımların payı: Tercih edilen görüşe göre, bunlar Haşim ve Muttalib
oğullarıdır. Bu, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve diğer bazı âlimlerin görüşüdür. Dayandıkları
delil, Buharî ve Nesaî'nin tahric ettikleri şu hadistir: "Peygamber (s.a.)
hısımların payını, Haşimoğullarıyla Abdülmuttaliboğulları arasında taksim
ettikten sonra: 'Onlar, ne cahiliyye, ne de İslâm döneminde benden ayrılmadılar.
Haşimoğullarıyla Muttaliboğulları aynı şeydir1 buyurdu ve parmaklarını
birbirine geçirdi." Buharî'nin söylediğine göre Leys şöyle demiştir: Bana
Yunus şunu anlattı: Peygamber (s.a.), Abdü Şems ve Nevfel oğullarına bir şey
vermedi. İbni İshak şöyle der: Abdü Şems, Haşim ve Muttalib ana bir kardeştirler.
Anneleri Atika bintü Mürre'dir. Nevfel de, baba bir erkek kardeşleridir. Nesaî
şöyle der: Peygamber (s.a.) hısımlarına -ki, onlar Haşim ve
Muttaliboğul-larıdır- zengin-fakir gözetmeksizin taksim etti.
Olayın ayrıntılarını
İbni Cerir et-Taberî, Nevfeloğulları'ndan Cübeyr b. Mut'im'den naklen şöyle
tahric eder: Resulullah (s.a.) Hayber'den alman ganimetlerden hısımların
payını, Haşim ve Muttaliboğulları'na pay edince, ben ve
Abdü Şomsoğullan'ndan
Osman b. Affan (r.a) ResululM'a gidip: "Ey Allah'ın Rasûlü! Şu
Haşimoğulları senin kardeşlerin, Allah seni onların arasından seçtiği için,
faziletlerini inkâr etmeyiz. Şu kardeşlerimiz Muttaliboğullan'nm ne fazileti
var ki, onlara verip bize vermedin?" deyince: "Onlar cahiliyye
döneminde de, İslâm döneminde de, bizden ayrılmadılar. Haşimoğullarıyla
Muttaliboğulları aynı şeydir" buyurdu. Sonra da ellerini birbirine
kenetledi. Resulul-lah(s.a)'m ganimetlerden onlara vermesi şu sebepten ileri
geliyordu: Haşim ve Muttaliboğulları, Peygamber (s.a.)'i himaye ettikleri için
Kureyş'in yazıp Kabe'ye astığı boykot sayfası gereğince, boykota maruz
kalmışlar, Abdü Şems ve Nevfeloğulları ise Hz. Peygamberi destekleme işine
girmemişler, dolayısıyla boykota maruz kalmamışlardı. Abdü Şems oğlu
Ümeyyeoğulları, Cahiliyye ve İslâm döneminde Haşimoğullarına düşmandılar.
Resulullah (s.a.)'in
vefatından sonra, Şafiî'ye göre -ki onun bu görüşü ayetin zahirine uygundur-
ganimetler beş paya bölünür, Resulullah (s.a.)'in payı da cihad hazırlığı olmak
üzere, silah ve at gibi şeylere sarfedilir. Peygamber (s.a)'in yakınlarına
ayrılan pay, zengin fakir gözetilmeksizin erkeğe iki, kadına bir pay olmak üzere
taksim olunur.
Geriye kalan da
yetimlere,yoksullara ve yolculara dağıtılır.
Ebû Hanife'ye göre
ise, Resulullah (s.a.)'in vefatından sonra, ona pay ayrılmaz. Hısımların payı
da böyledir. Bu sebeble, beşte bir, yetimler, muhtaç olanlar ve yolcuhır olmak
üzere üç sınıfa taksim olunur.
İmam Malik'e göre,
beşte bir Beytü'1-male konur, imam onda tasarrufta serbest bırakılır. Ayette
adı geçen sınıflara taksim etmeyi uygun görürse taksim eder,bazısına verip
bazısına vermemeyi uygun görürse öyle yapar.
İmam Malik ve
Malikîler, bu sınıfların âdeta örnek olarak zikredildiği, özelin zikredilerek
genelin kasdedildiği, Şafiî ve Ebû Hanife ise, özelin zikredilip yine onun
kasdedildiği görüşündedirler.
Malikîler,
Resulullah'm hayatından şu haberleri delil gösterirler:
a)
Buharî'nin Sahih'inde rivayet olunduğuna göre, Resulullah (s.a.), Necd tarafına
bir seriyye gönderdi. On iki deve ele geçirdiler. Birer birer ganimet olarak
bölüştüler.
b) Peygamber
(s.a.) Bedir esirleri hakkında: "Mut'im b. Adiyy sağ olup şunlar hakkında
benimle konuşsaydı, bunları ona bırakırdım" buyurmuştur.
c)
Resulullah (s.a.), Hevazin esirlerini geri verdi. Halbuki bunda beşte bir
vardı.
d) Peygamber
(s.a.): "Allah'ın size ganimet olarak verdiği şeylerden benim hakkım ancak
beşte birdir, o da size verilecektir" buyurmuştur.
e)
Buharî'nin Sahih'inden rivayet olunduğuna göre, Abdullah b. Mes'ud şöyle
demiştir: Peygamber (s.a.) Huneyn günü, ganimet konusunda bazı insanlara
üstünlük tanıdı. Bu cümleden olarak Akra b. Habis'e ve Uyeyne b. Hısn'a yüzer
deve verdi. Arap eşrafından bazılarını da tercih edip fazla verdi. Bunun
üzerine biri: "Vallahi bu taksimde adil davranılmadı, ya da Allah'ın
rızası gözetilmedi", dedi. Ben de: Vallahi, bunu peygambere mutlaka
söyleyeceğim dedim ve haber verdim. Resulullah: "Allah, kardeşim Musa'ya
merhamet etsin. O bundan daha çok eziyete maruz kaldı da, sabretti",
buyurdu (ıl
Nesaî, Ata'nm şöyle
dediğini nakleder: Allah'a ait beşte birle, Resulullah (s.a.)'e ait beşte bir,
aynı şeydir. Resulullah (s.a.), onu alıyor, ondan veriyor, onu dilediği yere
sarfediyor, onunla dilediğini yapıyordu.
Bütün bu deliller,
beşde bir payın dağıtımının imama bırakıldığına, ayette zikrolunan sarf
yerlerinin bir açıklama mahiyetinde olup mutlaka oralara sar-fedilmesi
gerektiği şeklinde olamayacağına işaret eder. Nitekim Kurtubî şöyle der:
"Eğer bu, mutlaka o yerlere sarfedileceğini ifade etseydi, Resulullah
(s.a.) bazan onu bunların dışındaki kimselere vermezdi."
3- Yetimler:
Bunlar, babaları ölen müslüman çocuklardır.
4-
Yoksullar: Müslümanlardan ihtiyaç sahibi olanlardır.
5- Yolcu:
Bir yolculuğa çıkıp da yolda kalanlardır.
Sonra Cenabı Hak:
"Eğer Allah'a inanmışsanız..." buyuruyor. Yani Allah'a, ahiret gününe
ve peygamberine indirdiğine inanmışsanız, ganimetler konusunda meşru kıldığımız
beşte bir emrime uyun, ya da bilin ki ganimet olarak aldığınız şeyin beşte
biri, bu beş sınıfa sarfedilir. Ona tama etmeyin. Allah'a ve O'nun Rasûlü-ne
indirdiğine samimi olarak inanmışsanız, geriye kalan dört beşte birle kanaat
edin. Bedir Günü: Hak ile bâtılı birbirinden ayırdığımız, kâfirlere karşı
müminlere yardım ettiğimiz, müslüman ve kâfir iki topluluğun Ramazanın 17'sinde
karşılaştığı, Resulullah (s.a.)'in hazır bulunduğu ilk savaştır. Allah buna ve
bundan başka şeylere muktedirdir. Az olduğunuz halde, sizi zafere ulaştırmaya
gücü yeter. Hiçbir şey O'nu, istediğini yapmaktan, peygambere vadini yerine
getirmekten alıkoyamaz.
Ayette Allah'ın
koyduğu sınırları aşmaktan sakındırma vardır. Sadece bilmek yeterli değildir.
Aksine bilmenin, inanç ve amelle birlikte olması gerekir. Allah'a, peygambere,
ona indirilene ve ahiret gününe iman, eşyada tasarruf hakkının Allah'a ait
olduğunu, taksim işini Rasûlüne bırakmasının O'nun yetkisinde olduğunu,
dolayısıyla beşte biri bu sınıflar arasında onun taksim edeceğini bilmektir.
Çünkü zafer Allah'tandır. Meleklerle size yardım eden O'dur. Şartın cevabı,
size bildirdiği taksim hususunda Allah'ın emriyle amel edin, O'na uyun, teslim
olun şeklinde takdir olunabilir. "Bilin" şeklinde bir emir olmamasının
sebebi, ilim ve inancın değil, amelin murad olunmasıdır. Çünkü
"bilin" sözü, ganimetler konusunda Allah'ın emrine boyun eğmeyi, O'na
teslim olmayı içine alır.
[84]
Ayet, kesin şekilde
müslümanlara hitap etmekte olup kâfirlere ve kadınlara herhangi bir hitap söz
konusu değildir. Savaşan müslüman erkeklere hitap olunmuştur.
Ayet, ganimetlerin
beşte birinin beş sınıfa sarf olunacağını ifade etmekte, zımnen de geriye kalan
dört beşte birin gazilerin mülkü olduğuna işaret etmektedir. Bu da geriye
kalan dört beşte birin hükmünden söz edilmemesinden anlaşılmaktadır.[85]
Yine: "Eğer
Allah'a inanıyorsanız" buyurmakla, bu taksimle hükmedin denilmek
istenmektedir ki, bu da bu taksimle hükmedilmediği zaman Allah'a iman edilmemiş
olacağına işaret eder. Ayette Bedir Gününe "yevmü'l-furkan"
denmektedir.
Bu ayet, Enfal
sûresinin başındaki mücmelliği açıklamaktadır. İbni Abdil-Berr, "sana
ganimetlerden sorarlar" ayetinden sonra nazil olduğu ve ganimetin dört
beşte birinin gazilere taksim olunacağı konusunda icma olduğunu iddia etmiştir.
Alimlerin çoğunluğu
ise, bu ayetin üç şeye mahsus olduğu görüşündedir:
1- Savaştan
önce imam söylerse, maktulün üzerinde çıkan (ok,silah vb.) şeyler, onu
öldürenindir. Esirlerde de durum böyledir. Onlar hakkında tercih imamındır.
Yine cumhurun görüşüne göre arazi, bu ayetin kapsamı içine girmez. Ebû Davud,
Ömer b. Hattab'ın şöyle dediğini rivayet eder: "İnsanlar en-gellemeseydi,
fethettiğim her yeri Resulullah (s.a.)'in Hayber'i taksim ettiği gibi taksim
ederdim." Şu halde ayette sözü edilen taksim, bir yerden bir yere
nakledilebilen şeyler için söz konusudur.
İmam Şafiî şöyle der:
Daru'1-harb halkından ele geçirilen her türlü ganimet -az veya çok ev, arazi,
mal vs.- taksim olunur. Ancak, ergenlik çağına erişmiş erkekler bu hükmün
dışındadır. Devlet başkanı, onlara iyilik edip serbest bırakmakta, ya da
öldürmek veya esir etmekte serbesttir. O, bu ayetin geneliyle istidlal eder ve
şöyle der: Şüphesiz arazi de ganimet olarak alınır. Dolayısıyla, diğer
ganimetler gibi, onun da taksim olunması gerekir. Nitekim Resulullah (s.a.),
Hayber'den zorla fethettiği şeyleri taksim etti. Eğer bunun özel bir durum
olduğunu iddia etmek caiz olsaydı, arazi dışında da bunu iddia etmek caiz
olurdu. Dolayısıyla ayetin hükmü kalmazdı. Haşr ayetine gelince, o, bu hususta
hiçbir şekilde açık delil değildir. Çünkü o, fey hakkındadır. Cenab-ı Hakkın:
"Onlardan sonra gelenler" sözü, sadece kendilerinden önce iman etmiş
olanlara hayır dua içindir. Hz. Ömer, fethedilen arazinin vakfı hususunda,
eğer vakfettiği arazi fey olursa, hiç kimsenin rızasını almaya ihtiyaç
duymazdı. Ganimet olursa, sahiplerinin gönül hoşnutluğunu ister, onlar razı
oldukları takdirde vakfederdi. İbni Cerir et-Taberî, Hz. Ömer'in bu şekilde
davrandığını, Resulullah (s.a.)'in de Hevazin esirleri hakkında aynı şeyi
yaptığını rivayet eder.
Hanefîlere göre devlet
başkanı, arazinin taksiminde, ya da arazi sahiplerini tanıyıp haraca
bağlamakta, sulh arazisi gibi yine onların mülkü olarak bırakmakta serbesttir.
"Seleb"e,
yani savaşta öldürülenin üzerinden çıkan şeylere gelince, İmam Malik, Ebû
Hanife ve Sevrî'ye göre bu, öldürenin değildir ve ganimet hükmündedir. Ancak,
emirin: "Harpte kim bir düşman askerini öldürürse, öldürülenin üzerinde
çıkan şeyler öldürenindir" demesi durumunda iş değişir ve onun olur. Bu
söz, İmamet ve siyaset yoluyla Peygamber (s.a.)'in bir tasarrufudur, yeni bir
izne muhtaçtır.
Leys, Evzaî, Şafiî ve
diğer fakihlere göre ise, İmam söylesin söylemesin, herhalde öldürülenin
üzerinde çıkan şeyler öldürenindir. Ancak İmam Şafiî'ye göre öldüren buna,
öldürülen kimseyi kendisine sırt çevirmiş durumda değil, kendisine yönelmiş
olarak öldürdüğü zaman hak kazanır. Yani bu peygamberden, vahiy ya da
peygamberliği tebliğ yoluyla gelmiştir ve dolayısıyla yeni bir izne ihtiyaç
yoktur.
Şafiî'ye göre,
maktulün üstünde çıkan şeyler, beşte bire bölünmez. Şafiî'nin delili, Ebû
Davud'un Avf b. Malik el-Eşcaî ve Halid b. Velid'den rivayet ettiği hadistir.
Bu hadise göre Resulullah (s.a.) öldürülen üzerinde çıkan şeylerin öldürene
ait olduğuna hükmetmiş ve beşe pay etmemiştir.
Alimlerin büyük
çoğunluğuna göre ise, maktulün üzerinde çıkanlar, onu öldürdüğüne delil
bulunmadıkça, öldürene verilmez. Yine, bilginlerin pek çoğuna göre, Ebû Katâde
hadisiyle amel edilerek, bu hususta, tek şahit yeterlidir. Şafiî'nin görüşünün
şöyle olduğu söylenmiştir: İki şahit, ya da bir şahit ve yemin yeterlidir.
Çünkü Peygamber (s.a.) Ebû Katâde'ye, maktulün üzerinde çıkan şeyleri Esved b.
Huzâî ve Abdullah b. Üneys'in şehadetleriyle vermiştir. Evzaî ve Leys ise,
katilin iddiasıyla maktulün üzerinden çıkan şeylerin kendisine verileceğini,
onu hak etmesi hususunda başkaca herhangi bir delilin gerekmeyeceğini, çünkü
Resulullah (s.a.)'in Ebû Katâde'ye herhangi bir şehadet ve yemin söz konusu
olmaksızın maktulün üzerinde çıkan şeyleri verdiğini söylerler.
Maliki mezhebinde
herhangi bir delile ihtiyaç yoktur. Çünkü o, daha işin başında imamın bir
bağışıdır.
Seleb, ittifakla silah
ve savaş için muhtaç olunan her türlü şeyi içine alır. Ata gelince, İmam
Ahmed'e göre bu, selebten değildir. Fakat atla beraber bulunan para,
mücevherat gibi şeyler ittifakla selebtendir. Savaş için zinet olarak
kullanılan şeyler ise, Evzaî'nin görüşüne göre selebtendir. Bazılarına göre
ise, selebten değildir.
Allah'ın Kitabı'nda,
atlının yayadan üstün tutulacağına işaret eden bir şey yoktur. Onun için
âlimler, bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Alimlerin çoğunluğu, atlıya iki,
piyadeye bir pay verileceği görüşündedir ki, sahih olan da budur. Bu, atın
yararlarının büyüklüğünden dolayıdır. Bu hususta delil, Buharî'nin İbn Ömer'den
rivayet ettiği hadistir. Rivayete göre, Resulullah (s.a.) ata iki, sahibine de
bir pay ayırmıştır. İmam Malik ve Şafiî'ye göre, bir attan fazlası için pay
ayrılmaz. Çünkü savaş, bir at üzerinde olur. Fazlası rahatlık içindir. Ebû
Hani-fe'ye göre ise, bir attan fazlası için de pay ayrılır. Çünkü atın çokluğu,
daha çok fayda sağlar.
Askerin paya sahip
olmasının sebebi de, müslümanların zaferi için savaşta hazır bulunmasıdır. Hz.
Ömer şöyle buyurur: "Ganimet, ancak savaşta hazır bulunanındır."
Savaşın sonunda hazır bulunsa, hak sahibi olur. Savaş bittikten sonra gelse,
hak sahibi olmaz. Savaşa katılmayana, ya da hasta olarak hazır bulunana pay
ayrılmaz. Çünkü Resulullah (s.a.), Hayber dışında, hiçbir zaman savaşa
katılmayana pay ayırmadı: "Allah size alacağınız çok ganimetler
vaadetti" (Fetih, 48/20) ayetine dayanarak, Hayber gazasına katılsın veya
katılmasın, Hudeybiye Anlaşmasında bulunan herkese pay ayırdı.
Daru'l-harp'te bulunan
İslam ordusuna, ganimetler ele geçmeden önce yardım için gelen kuvvetlerin
durumuna gelince, Hanefiler bu hususta şöyle der: Eğer İslâm ordusu
Daru'l-harp'te ganimeti ele geçirip onu Darul-İslâm'a yola çıkarmadan başka bir
ordu yardıma gelmişse, onlar da ganimete ortak olurlar. Diğer imamlar ise, ortak
olamayacağı görüşündedir.[86]
42- Hani siz vadinin
yakın bir kenarında idiniz. Onlar ise en uzak bir kıyısında idiler. Süvariler
de sizden daha aşağıda idi. Eğer onlarla buluşmak üzere sözleşmiş olsaydınız,
muhakkak ki ihtilâf ederdiniz. Fakat Allah, olması gereken bir emri yerine
getirmek için (sizi topladı). Böylece helak olan kişi, apaçık bir delil üzere
helak olsun. Diri kalan kişi de, yine açık bir delil üzere yaşasın. Şüphesiz
Allah, hakkıyla işiti-cidir.
43- Hani Allah onları,
rüyanda sana az göstermişti. Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette
kaçınacaktınız ve iş hakkında çekişecektiniz. Fakat Allah sizi bundan kurtardı.
Çünkü O, şüphesiz kalblerde olanı hakkıyla bilicidir.
44- Hani siz
karşılaştığınız zaman, onları gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların
gözlerinde azaltıyordu. Böylece Allah, yerine gelmesi gereken emri yerine
getirdi. İşler ancak Allah'a döndürülür.
'Yakın" ve
"uzak" kelimeleri arasında tıbak sanatı vardır.
"Helak
olsun" ve "Dirilik-hayat", kelimelerinde istiare vardır. Helak
küfür; hayat ise, iman veya İslâm kelimesi yerine kullanılmıştır.
[87]
"Fakat Allah,
olması gereken bir emri yerine getirmek için, (sizi topladı" : Fakat sizi,
herhangi bir randevu söz konusu olmaksızın, ilminde işlenmesi malum olan şeyi
-İslâm'ı muzaffer kılmayı, küfrü mahvetmeyi- gerçekleştirmek için bir araya
getirdi.
"Helak olacak
kişi" bunun, karşısına çıkan "açık bir delil üzre" -az olmalarına
rağmen müminlerin çok askere karşı zafer kazanmalarını görerek- "helak
olsun." küfredecek olan küfretsin, yahut da gördüğü delilden sonra, ölecek
olan ölsün.
"Diri olan kişi
de" gördüğü "açık bir delil üzere yaşasın" ileri sürecek herhangi
bir mazereti kalmasın.
Şüphesiz Bedir savaşı
apaçık ayetlerdendir. Ayette "helak" küfür; "hayat" İslâm
manasına kullanılmış olabilir ki, küfredenin küfrü, iman edenin de imanı
apaçık bir delilden sonra ortaya çıksın demektir. Ya da bu iki kelime, gerçek
manalarmdadır. Helak olan ve yaşayandan amaç, helâka ve hayata yaklaşmış olan,
ya da Allah'ın ilminde ve kazasında durumu bu olan demektir.
[88]
Söz yine Bedir
olayıyla ilgilidir. Allahü Teâla ganimetlerin taksimi hükmünü açıkladıktan
sonra, Allah'ın müminlere bağışladığı nimetleri -kendilerinden daha kuvvetli
kimselere karşı onlara lütfetmesi de bunlardandır— hatırlatmak için, Bedir
Günü sahnelerini, iki safın mevkilerini ve iki ordunun kışlalarını tasvir
ediyor.
[89]
Ey müminler! Sizinle
müşrikler arasında geçen o çetin karşılaşmayı hatırlayın. O savaşta size zafer
nasip ettiği için, O'na şükredin. Çünkü siz düşmanla korkunç bir karşılaşma
içindeydiniz. Siz Medine'ye yakın, kaygan kumluk bir arazide, müşrikler
Medine'den uzak, Mekke tarafındaki suya yakın vadide, Ebû Süfyan'ın da içinde
bulunduğu 40 kişilik Kureyşli kervan da sahil tarafın-daydı. Bu halde sizi
zafere ulaştırdı. Dolayısıyla O'na şükredin.
Eğer siz ve müşrikler,
savaşmak için bir yerde buluşmak üzere sözleşsey-diniz; siz az, düşmanınız çok
olduğu için sizin onlardan, onların da Resulullah (s.a.) ile savaşma
korkusundan dolayı sözleştiğiniz vakitte buluşmazdınız.
Fakat sizin, hiçbir
sözleşme ve savaş arzusu olmaksızın karşı karşıya gelmeniz, Allahü Teâlâ'nm
kudret, hikmet ve ilminin istediği, İslâm'ı aziz ve müslümanlan muzaffer
kılmak, şirki zelil ve şirk ehlini rezil etmek, o karşılaşmadan sonra, mümin
dostlarını zafere ulaştırmak, kâfir düşmanlarını kahretmek, dolayısıyla
müminlerin imanlarını, Allah'ın emrine itaatlarmı artırıp şükürlerini
açıklamak, gerçekleştirmek içindi.
Bu karşılaşmanın uzun
vadede bir başka etkisi vardı: Kâfirlerden ölecek olanların, İslâm'ın
hakikatini ispat eden açık bir delili bizzat gözleriyle gördükten sonra ölmeleri,
müminlerden yaşayacak olanların da, Allah'ın dinini yüce kıldığını gösteren bir
delili gördükten sonra yaşamaları, Çünkü Bedir olayı, imanı pekiştiren, salih
amele sevkeden ve Allahü Telâlâ'nın: "Yakında o topluluk yenilecek ve
arkalarını dönerek kaçacaklardır" (Kamer, 54/45) sözünün gerçekleştiği
açık ayetlerdendir.
"Helak olması
için" ve "yaşaması için" kelimelerini istiareyle tefsir etmek
sahihtir. "Helak" kelimesi küfür, "hayat" kelimesi İslâm
manasında kullanılmıştır. Anlam şöyle olur: Aleyhinde delil, ayet ve ibret
gördükten sonra küfredecek olanın küfretmesi, gördüğü ayet ve ibretten sonra
iman edecek olanın iman etmesi için. Bundan dolayı gerçekten Bedir olayı, hakla
bâtılı birbirinden ayıran bir olay oldu. Peygamberlerinin kendilerine müjdelediği
gibi, zafere ulaşmaları sebebiyle müminlerin lehinde bir hüccet, bâtılın
askerleri olmaları sebebiyle hezimete uğramaları dolayısıyla kâfirler aleyhinde
de bir hüccet oldu.
Anlamın açıklaması:
Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: Allah, size yardım etmek, hakkı bâtıla üstün
kılmak için, sizi düşmanınızla sözleşme olmaksızın bir araya getirdi. Böylece
mesele ortaya çıktı, delil kesin olarak göründü. Hiç kimsenin herhangi bir
hücceti ve şüphesi kalmadı. Helak olan da aleyhine hücceti -Bedir savaşı gözle
görülür bir delildir ve aklî, nazarî burhanlardan daha etkilidir- gördükten
sonra helak oldu.
Şüphesiz Allah, her
şeyi duyan ve bilendir. Kâfirlerin ve müminlerin sözleri, inançları ve işleri
O'na gizli değildir. O, kâfirlerin dediklerini duyar, hallerini bilir,
müminlerin dua ve niyazlarını, yardım isteklerini duyar, bilir. Onların
düşmanlarına karşı yardıma müstehak olduklarını bilir, duyar ve bildiği her
şeyi değerlendirir.
Ey peygamber! Allah'ın
sana, uykunda kâfirleri az ve zayıf gösterdiği, senin de bunu ashabına haber
verdiğin, onların kalblerinin ve ruhlarının rahatladığı zamanı hatırla.
Eğer O, onları sana
gerçekteki gibi çok ve kuvvetli gösterseydi, onlardan ürker, aranızda ihtilâfa,
savaş konusunda anlaşmazlığa düşerdiniz. Çünkü onlardan bir kısmı, iman ve
azmi kuvvetli, bir kısmı zayıf, işi yokuşa süren kimseydi.
Fakat Allah, onları
sana az göstermekle, böyle bir korku ve ihtilâftan sizi kurtardı. Şüphesiz
Allahü Teâlâ, kalplerin gizlediği şeyleri, savaştan geri durmaya iten zaaf ve
sabırsızlık halini bilir.
Ey peygamber ve
müminler! Allah'ın savaştan önce, dünya gözüyle kâfirleri size az gösterdiği,
sizin de cesaretlendiğiniz, maneviyatınızın yükseldiği, sizi de kâfirlerin
gözlerinde az gösterdiği, dolayısıyla onların aldanıp size karşı hazırlık
yapmadığı -hatta Ebû Cehil, Muhammed'in adamları doyumlarına günde bir deve
yetecek kadar az, onları hemen tutun, bağlayın, demişti- o zamanı hatırlayın.
Cenab-ı Hak bunları,
müminlerin zaferine ve İslâm'ın yücelmesine, kâfirlerin hezimete uğramasına,
küfür ve şirkin zelil olmasına bir hazırlık kıldı.
İbni Ebî Hatim ve İbni
Cerir, İbni Mes'ud'dan şöyle rivayet ederler: Bedir Günü, onlar bizim gözümüze
az gösterilmişlerdi. Hatta ben yanımdaki bir adama, onları yetmiş kadar mı
gördüğünü sordum. O, hayır, yüz falan dedi. Nihayet onlardan birini yakalayıp
sorduğumuzda, bin kişiydik, dedi.
Bunların hepsi,
savaştan önce olan şeylerdi. Savaş sırasmdaysa, kâfirler müslümanlan kendi
sayılarının iki katı gördü. Korkuları arttı, maneviyatları zayıfladı. Nitekim
Cenab-ı Hak, bunu şöyle ifade eder: "Muhakkak karşılaşılan iki toplulukta
sizin için bir ibret vardı. Bir topluluk Allah yolunda savaşıyorlardı ve
diğeri ise kâfirdi. Onlar öbürlerini gözleriyle kendilerinin iki katı olarak
görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda basiret
sahipleri için bir ibret vardır" (Al-i İmran, 3/12).
Sonra Cenab-ı Hak
şöyle buyuruyor: "İşler ancak Allah'a döndürülür".[90]
Şüphesiz Bedir olayı,
şaşılacak bir şey ve uyandırıcı bir olay oldu. Şöyle ki: Müslüman askerler, ilk
aşamada azlıkları ve hazırsızlıklan sebebiyle, büyük bir korku ve zaaf
içindeydiler. Sudan uzak, kaygan, kumluk bir arazide konaklamışlardı.
Kâfirler ise
sayılarının ve hazırlıklarının çokluğu, suya yakın olmaları, yerleştikleri
arazinin yürümeye elverişli, ticaret kervanının arkalarında olması, her an
için kervandan kendilerine yardım gelme ihtimali sebebiyle, kendilerini son
derece kuvvetli hissediyorlardı.
Sonra kuvvet dengeleri
değişti, iş tersine döndü. Allah, müslümanlan galip, kâfirleri mağlup kıldı.
Bu, Resulullah (s.a.)'in Rabbinin yardım, fetih ve zafer nasib edeceği
haberinde doğru olduğuna işaret eden en kuvvetli delillerden ve en büyük
mucizelerinden oldu. Cenabı Hakk'ın: "Böylece helak olan kişi apaçık bir
delil üzere helak olsun" ayeti de, bu manaya işaret eder. Bu, helak olanlar,
bu mucizeyi gördükten sonra helak oldular, hayatta kalan müminler de bu üstün
mucizeyi gördüler demektir. Beyyineden murad da, bu mucizedir.
Yine Allah:
"Helak olacak olan helak olsun..." ayetinin zahirinin delalet ettiği
gibi, iki topluluktan, ilim, marifet, hayır ve salah murad etmiştir.
Mucize gösterilmesi,
mümin ve kâfirler topluluğuna İslâm'ın hak, şirkin bâtıl olduğunun delille
gösterilmesi, Allahü Teâlâ'nm, Bedir'de bulunan müslü-manlara lütfettiği
nimetlerin birincisidir.
Nimetlerden ikincisi
de, Cenabı Hakkın: "Allah, sana onları gösterdiği zaman..."
ayetinden anlaşılan manadır ki, o da, yüksek manevî bir ruh, zafer ve galebeyi
gerçekleştirecek bir duygu ile savaşa yönelmeleri için müminlerin gözlerinde,
kâfirleri az göstermesidir.
Bedir günü görülen
nimetlerden üçüncüsü: "Onları size gösterdiği zaman..." ayetinden
anlaşılan manadır ki, o da, uykuda müşriklerin Hz. Peygam-ber"e az
gösterilmesi gibi, uyanıklık halinde de, müslümanlara az gösterilmesidir.
Şöyle ki: Allahü Teâlâ, müşriklerin sayısını müminlerin gözlerinde, müminlerin
sayısını da müşriklerin gözlerinde az gösterdi. Müşriklerin az gösterilmesinin
hikmeti: Resulullah (s.a.)'in rüyasını tasdik, müminlerin kalblerini takviye,
kâfirlere karşı cesaretlerini artırmadır. Müminlerin az gösterilmesindeki
hikmet, müşriklerin hazırlıklarını gevşetmeleri, dolayısıyla müminlerin onlara
üstün gelmelerini sağlamaktı.
"Allah, yerine
gelmesi gereken emri yerine getirdi." ayeti 42 ve 44. ayetlerde olmak
üzere iki yerde anılmıştır. 42. ayette anılması, Allahü Teâlâ'nm, o işleri
düşmanlara karşı müminlerin -Resulullah (s.a.)'in doğruluğuna işaret eden bir
mucize ve karşılaşmaya teşvik olması için- zafere ulaşması gayesiyle yaptığını
açıklamak içindir. 44. ayette tekrarlanması -müşriklerin gözlerinde müminlerin
sayısını az göstermek- Allahü Teâlâ'nm, bunu müşriklerin müminlere az önem
verip savaşa az hazırlık yapmalarını ve müşrikleri öldürtüp İslâm dinini
yüceltme muradını tamamlama isteğini açıklamak içindir.
"Bütün işler
ancak Allah'a döndürülür" sözüyle de Cenabı Hak, dünya hallerinin amaç
olmaması, ancak kıyamet gününe bir azık olması gerektiğine işaret etmiştir.
Allah'ın bir bağış ve
nimeti de -ki bu, O'nun dördüncü nimetidir- "Allah, size o müşrikleri az
gösteriyordu" sözünden anlaşılan manadır. Bu, savaşın başında böyleydi.
Savaş başlayınca müslümanlar onların gözünde büyütülüp çoğaltıldı. Nitekim
Cenabı Hak da: "Kâfirler müslümanları gözleriyle kendilerinin iki katı
görüyorlardı" (Âl-i İmran, 3/13) buyurmuştur.
[91]
45- Ey iman edenler!
Bir (kâfir bir) toplulukla karşılaştığınızda sebat edin ve Allah'ı çok anın (dua
edin). Ta ki umduğunuza kavuşasınız.
46- Allah'a ve O'nun Rasûlüne itaat edin.
Birbirinizle çekişmeyin. Sonra zaafa düşersiniz, rüzgârınız gider. Bir de
sabredin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.
47- Çalım satarak,
insanlara gösteriş yaparak (O'nun yurtlarından insanları alıkoymak için)
yurtlarından çıkanlar, Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayın. Allah onların
yaptıklarını çepeçevre kuşatıcıdır.
"Rüzgârınız."
Yani kuvvetiniz "gider". Zemahşerî'ye göre buradaki "rüzgâr",
devlet demektir. Bunda istiare vardır. Kuvvet ya da devlet, işe nüfuzda ve
yürümekte rüzgâra ve onun esmesine benzetilmiştir.
[92]
"Çalım
satarak", Nail olduğu nimetle başkalarına karşı öğünerek, kibirlenerek
kendini beğenerek "insanlara gösteriş yaparak" Bunlar Mekkelilerdir.
Ebû Süfyan'ın başında bulunduğu kervanı korumak düşüncesiyle çıkmışlardı.
Cuhfe'de iken, kendilerine Ebû Süfyan'ın elçisi gelerek : "Artık geri
dönün, kervanınız kurtuldu" dediğinde, Ebû Cehil kabul etmedi ve : Bedire
kadar gidip orada içki içeceğiz, şarkıcı kadınlar bize şarkı söyleyecek, orada
bizimle beraber olan araplara yemek yedireceğiz..." dedi. İşte onlar
böylece insanlara gösteriş yapmışlardı. Fakat Bedir'e geldiklerinde içki
yerine, ölümü içtiler. Kadınlar şarkı söylemek yerine, onların acıklı durumunu
dile getiren ağıtlar yaktı. Onun için yüce Allah müminleri, onlar gibi şımarık
ve gösterişçi kimseler gibi olmaktan nehyetti. Takva sahibi ve Allah
korkusundan dolayı hüzünlü, amellerinde ihlash kimseler olmalarını
istedi."yurtlarından çıkanlar gibi olmayın."
Kurtuluşa ulaştıktan
sonra, yolundan alıkoymak için yurtlarından çıkanlar gibi olmayın.
[93]
İbni Cerir
et-Taberî'nin, Muhammed b. Ka*b el-Kurazî'den tahric ettiğine göre Kureyş
Mekke'den yanlarına şarkıcı kadınlar ve defler alarak çıktı. Alla-hü Teâlâ da
buradaki 47. ayeti indirdi.
Beğavî de, şöyle der:
Bu ayet, Bedir'e azgınlık ve taşkınlıkla, gururlanıp böbürlenerek gelen
müşrikler hakkında nazil oldu. Hatta Resulullah (s.a.) şöyle demişti:
"Allahım! Şu Kureyş kibir ve gururla geldi. Sana isyan ediyor, peygamberini
yalanlıyorlar... Allah'ım! Vaadettiğin yardımını nasip et..."
Rivayete göre Ebû
Süfyan, kervanını kurtardığını görünce, Kureyşe elçi göndererek : "Siz
kervanınıza yapılacak saldırıyı önlemek için çıkmıştınız. Allah onu kurtardı,
artık geri dönün" dedi. Fakat Ebû Cehil : "Vallahi, geri dönmeyiz.
Bedir'e - arapların her yıl toplanıp pazar kurdukları mevsimdi- varıp orada üç
gün kalacağız, develer kesip yemek yedireceğiz, içki içireceğiz, şarkıcı
kadınlar, bize şarkı söyleyecek, Araplar bizi dinleyecek, daima bizden korku
içinde olacaklar" dedi ve geri dönmeyi reddetti. Bedir'e geldiler, fakat
içki yerine ölüm kadehlerini içtiler, kadınlar onlara şarkı yerine ağıt
söylediler.
İşte Cenab-ı Hak,
mümin kullarını, onlar gibi olmaktan uzaklaştırdı. Niyetlerinde ihlaslı,
dinine yardımda samimi olmalarını, Hz. Peygamber'e yardım etmelerini emretti.
[94]
Cenab-ı Hak, Bedir
Günü Peygamberine ve müminlere lütfettiği nimetlerini zikrettikten sonra,
savaşan bir toplulukla karşılaştıklarında iki konuya -düşman önünde sebat etmek
ve Allah'ı çokça zikretmek- riayet etmelerini öğretiyor, Allah'a ve Rasulüne
itaat etmelerini emrediyor, zayıflayıp kuvvet ve devletlerinin gitmemesi için
ayrılık ve çekişmekten nehyediyor...
[95]
Bu ayetler, Allah'ın
mümin kullarına, düşmanla karşı karşıya geldiklerinde, karşılaşma kurallarının
ve cesaret yolunun öğretilmesi mahiyetindedir. Bunlar, savaşlarda gerekli olan
kurallar ve ordu için lüzumlu gerçek sağlam esaslardır.
Birinci kural:
Düşmanla karşılaşınca,
nefsi savaşa hazırlamak suretiyle sebat etmek ve geri dönüp kaçmayı aklından
geçirmemek. Bu, savaş esaslarının en önemlisi olduğu için Cenabı Hak da bununla
başladı: "Ey müminler! Bir toplulukla karşılaştığınızda sebat edin."
Yani düşmanınız olan kâfirlerden bir toplulukla savaştığınız zaman, onların
önünde sağlam ve kararlı olun. Savaştan geri dönüp kaçmaktan sakının. Sebat,
savaşta temel unsur ve zafer sebebidir. Kaçmak ise, Allah'ın cezalandırdığı
büyük bir suçtur. Çünkü bu, ümmete karşı işlenmiş büyük bir hatadır.
Sahihayn'da, Abdullah
b. Ebi Evfa'dan rivayet olunduğuna göre, Resulul-lah (s.a.) düşmanla
karşılaştığı bazı gazalarda, güneş zevalden devrilinceye kadar bekledi, daha
sonra ayağa kalkarak: "Ey müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı arzulamayın.
Allah'dan savaş felâketinden korumasını isteyin. Eğer karşılaşırsanız, o zaman
da sabredin. Bilin ki, cennet kılıçların gölgeleri altındadır" buyurdu.
Abdurrezzak, Abdullah b.
Amr'm şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.): "Düşmanla
karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah'tan savaş felâketinden korumasını isteyin.
Eğer karşılaşırsanız o zaman da sebat edin. Allah'ı anın. Onlar bağırıp
çağırırlarsa, siz susun" buyurdu.
Hafız, Ebu'l-Kasım
el-Taberanî, Zeyd b. Erkam'ın Resulullah (s.a.)'den merfu olarak şu hadisi
naklettiğini rivayet eder: "Allah üç şeyde susmayı sever: Kur'an
okunurken, savaş esnasında ve cenazede..."
İkinci kural:
Allah'ı, kalp ve dille
çokça zikretmek, yardım ve zafer konusunda yalvarıp dua etmek. Çünkü zafer
ancak Allahü Teâlâ'nm yardımıyla olur. Savaş esnasında Allah'ı zikretmek de
Allah'a kulluğu gerçekleştirir, imanın manasını, işleri O'na havale etmeyi,
O'na tevekkülü bildirir. Manevi gücü kuvvetlendirir. Onu zikirle kalbler huzura
kavuşur, zafer ve refahı umar, O'na dua ile üzüntü ve korkular dağılır. Allah
yolunda ölmek tatlı gelir.
"Ta ki umduğunuza
kavuşasınız." Yani bu sebat ve Allah'ı zikir, mükafat ve sevab kazanma,
düşmana karşı zafer elde etme vasıtalarındandır. Merfu hadiste şöyle
gelmiştir: Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki benim kulum, işini
yaparken de beni zikreden kimsedir." Yani, işi onu, beni zikirden, bana duadan
ve benden yardım istemekten alıkoymaz. Allahü Teâlâ'yı zikreder, onu unutmaz,
ona tevekkül eder, düşmanlarına karşı ondan yardım ister. Sebat ve sabır galip
gelmenin ve umduğunu bulmanın temelidir.
Bu da gösteriyor ki
Allah'ı zikretmek, savaş ve barış, hastalık ve sağlık, yolculuk veya ikamet
olmak üzere, kulun her halinde arzu edilen bir şeydir.
Üçüncü kural:
Allah ve Rasûlüne,
kulun emrolunduğu ve nehyolunduğu her şeyde itaat etmek... Allah'ın bize
emrettiği şeyi emir bilip yapmamız, nehyettiği şeyden çekinmemiz... Çünkü
Allah'a ve Rasûlüne itaat, savaşta ve savaş dışında başarı ve zaferi
gerçekleştirmenin sebeplerindendir. Çünkü itaat, düzen ve intizam sağlar,
anarşi ve dağınıklığı giderir. Savaş ise düzeni, düzene saygıyı, en üst ve en
mükemmel düzeyde nizam sevgisini gerektirir.
Dördüncü kural:
Saf, söz ve hedef birliği,
çekişmeye ve ayrılığa düşmemek. Çünkü düşmanla karşılaşıldığında saflarda ve
sözlerde birlik temel kuraldır. Çekişme ve ayrılığa düşmekse, gevşeme ve
korkaklığı, bozguna uğrayıp düşmana yenilmeyi gerektirir.
O halde birbirinizle
çekişmekten sakının. Çünkü bu gücü kıran, toplumların bünyesine engel olan,
kahramanlık duygusunu yok eden ve kuvveti parçalayan, devletin varlığını,
düşmana yönelme gücünü ortadan kaldıran şeydir. Milletler, içine düştükleri
ayrılıklar, görüş farklılıkları ve itirazları sebebiyle yok olmuştur.
Beşinci kural:
Zorluklara ve
şiddetlere karşı sabır, düşmanın işkencesine tahammül... Çünkü sabır, cesur ve
kuvvetli kimsenin silahıdır. Allah da sabredenlerle beraberdir, onlara
yardımını, zaferini nasip eder.
İbni Kesir şöyle der:
Sahabe (r.a), kahramanlık, Allah ve Rasûlünün emrettiği ve gösterdiği şeylere
uyma konusunda, kendilerinden önceki ümmetlerden ve nesillerden hiç kimsenin
sahip olmadığı ve kendilerinden sonraki nesillerden de hiç kimsenin sahip
olamayacağı bir üstünlüğe sahipti. Çünkü onlar, Hz. Peygamber (s.a.)'in
bereketiyle ve emrettiği şeylerde ona itaatları sebebiyle, az zamanda ve
sayıları Rum, Acem, Türk, Slav, Berber, Habeş, Sudan, Kıptî ve diğer
milletlerin asker sayısı açısından daha az olmasına rağmen, kalpleri kazanarak,
doğudan batıya, ülkeler fethettiler. Hepsini yenip Allah'ın dinini
yükselttiler. Dinini, diğer dinlerden yüce kıldılar. İslâm Devleti, otuz yıldan
daha az bir süre içinde dünyanın doğusuna ve batısına yayıldı.[96]
Kur'ân-ı Kerim'de
genel olarak emirle nehyi beraber zikreden Cenab-ı Hak, müminlere sözü edilen
savaş kurallarını -ki onlardan biri de, müminlerin aralarında çekişmelerini
nehyetmesi- ve edeplerini emretmekle beraber, müşrik Mekkelilerin haline
benzemekten de nehyetmiştir: "Çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak
yurtlarından çıkanlar... gibi olmayın."
Yani yurtlarından,
kervanı korumak için, şımarık bir halde böbürlenerek sahip oldukları kuvvet,
zenginlik ve mal çokluğuna aldanarak insanlara karşı övünüp kibirlenerek,
insanların beğenisini kazanma düşüncesiyle çıkan Mekkeli müşriklere benzemeyin.
Nitekim Ebû Cehil, kendisine kervan kurtuldu, artık geri dönün dendiğinde
"Hayır, vallahi, geri dönmeyeceğiz. Bedir suyuna varacağız, develer kesip,
içkiler içeceğiz, şarkıcı kadınlar, bize şarkı söyleyecek, araplar o günümüzü
ebediyen anlatacak" demişti. Emrolunduğunuz şeylere uyun, nehyolunduğunuz
şeylerden kaçının, müşrik, şımarık, sahip oldukları iyi durumlarıyla
kendilerini üstün bilen insanlara gösteriş yapan düşmanlarınıza benzemekten
sakının. Çünkü durum onların aleyhine döndü. Ölüm kadehlerini içtiler, sonsuz
bir azaba, zelil ve rezil hale düştüler.
Onlar, Mekke'den
insanları İslâm'dan ve ilahî davetten alıkoymak arzusuyla çıkmışlardı.
Genellikle kalbleri
küfür, cehalet ve kinle dolu insanlardan meydana gelen bu tür işlerin hepsi de,
ölüm, yıkım ve yok oluşun nedenleridir. Onun için ayet, yasaklama ve tehdidi,
kâfirlerin gösteriş, şımarıklık, kibir, hakkı reddetmek ve ona düşmanlık etmek
gibi özellikleriyle birlikte içine almaktadır.
"Allah onların
yaptıklarını çepeçevre kuşatıcıdır". Yani bilir. Dolayısıyla onları, dünya
ve ahirette ağır bir şekilde cezalandırır.
Bunda, niyetin ve
amelin samimi olmasına, Resulullah (s.a.)'e yardıma, onun Allahü Teâlâ katından
getirdiği dine destek olmaya teşvik vardır.
[97]
Ayetler, sonsuza kadar
savaşta değişmeyecek, eski yeni hiçbir ordunun zafer kazanma, ilerleme ve
galip gelmede vazgeçemeyeceği temelleri ve öğütleri içine alıyor.
Bu temeller ve
öğütler, düşmanla karşılaşıldığı zaman sebat etmek, Allah'ı zikretmek, O'na
yalvarmak, O'na sığınmak, Allah'a ve peygambere itaat, genellikle doğruyu,
hakkı ve herkesin yararını emreden savaş komutanına itaat, çekişip ihtilafa
düşmemek, musibetlere sabretmek ve şımarıklıktan, riya, kibir, kendini
beğenmekten uzak durmadır.
Kâfirlerle savaşırken
sebata gelince, onlardan kaçmayı nehyeden bundan önceki ayette de olduğu gibi
-emir ve nehy aynı hedefte buluşmaktadır- savaşta sebat ve savaşa devam
etmektir.
Kalble ve dille
Allah'ı zikre gelince, bu, musibetlere karşı sebat etme hedefine yardım eder.
Nitekim Talut'a itaat eden müminlere şöyle diyorlar: "Ey Rabbimiz!
Üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımıza sebat ver. Bu kâfirler güruhuna karşı
bize yardım et" (Bakara, 2/250). Kurtubî'nin dediği gibi, bu ancak
kuvvetli bir inanç ve kahramanlıktan -ki insanlar arasında övülen bir haslettir-
meydana gelir. Daha sonra Kurtubî: "Şüphesiz bunun dilin kalbe uygun
olarak zikretmesi olduğu açıktır" der.
Allah'a ve Rasûlüne
itaate gelince, müslüman için bütün durumlarda, özellikle savaş zamanında bir
görevdir. Çünkü ordu komutanına itaat, orduyu ayakta tutmak için bir esastır.
Komutana itirazsız itaat, günümüzün bilinen askeri kurallarından biridir.
Çekişme ve düşüncede
ayrılık, farklı görüşler, ordunun bölünmesine sebep olur ve yenilginin
habercisidir.
Sabır ise, her yerde,
özellikle savaşta istenilen bir şeydir. Nitekim Cenab-ı Hak: "Bir
toplulukla karşılaştığınızda sebat edin"; "Sabredin, sabır yarışı
edin. Nöbet beklesin" (Âl-i İmran, 3/200) buyurur. Allah sabredenlerle
beraberdir. Bu beraberlikle amaç yardım ve zaferdir.
Çalım satmak (öğünme,
kendini üstün görme, kibir) ve başkasına gösteriş yapmak ise, insan
şahsiyetinin oluşmasında yara açan ve sahibinin kişiliğinin yıkılmasını çabuklaştıran
tehlikeli birer hastalıktır.
İnsanları Allah
yolundan alıkoymak, yani insanları sapıklığa düşürmek ise, küfürden de büyük
bir günahtır. Çünkü kâfirin küfrü, kendine aittir. Sapıklığa düşürme ise,
başkasını ilgilendiriyor. Allah yolundan çevirmenin kötülüğü, Kur'an-ı
Kerim'in birçok yerinde tekrarlanır. İnsanları Allah yolundan çevirmek,
Mekkelüerin vazgeçilmez özellikleridir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Küfredip de Allah'ın yolundan yüz çevirenlerin amellerini Allah boşa
çıkarmıştır" (Muhammed, 47/1).
Ebû Cehil ve
yandaşları, şımarıklık, öğünme ve kendini beğenme fıtratında oldukları için,
bu manaları ifade eden kelimeler isim sigasıyla, insanları Allah yolundan
çevirmeleri, Muhammed (s.a.)'in peygamberliği zamanında olduğu için, bu manayı
ifade eden kelime fiil sigasıyla zikrolunmuştur.
Özetle: Allah
müminlere, düşmanla karşılaştıklarında sebat etmelerini, Allah'ı zikirle meşgul
olmalarını emretmiş, onları sebata iten şeyin şımarıklık ve gösteriş değil,
Allah'a kulluk olmasını istemiştir.
Müminin işi, Allahı
memnun etmek, Allah rızası için kulluk göstermektir ki, bu Kur'an'm hedefidir.
Haya, boyun eğme ve boyun büküklüğü ile yapılan masıyet ihlâsa, kendini beğenme
duygusuyla yapılan itaatten daha yakındır.
Allah'ın rızasını
istemede mutlaka ihlâslı olmak gerektiğini ifade için ayet: "Allah,
onların yaptıklarını çepeçevre kuşatıcıdır" cümlesiyle son buluyor. Çünkü
insan çoğu zaman, hakikatte öyle olmadığı halde ihlâslı görünür. Halbuki Allah
kalblerde olanı en iyi bilendir. Sanki bu, riyadan ve gösterişten uzaklaştırma
ve tehdit gibidir.
Kıyası reddedenler,
bunun meşru olmadığına: "Birbirinizle çekişmeyin. Sonra zaafa
düşersiniz" ayetini delil gösterirler. Çünkü onlara göre kıyas, kıyaslar
farklı olduğu için, hükümlerde görüş ayrılıklarına götürür. Bunlara verilecek
cevap şudur: Her kıyas, çekişme ve ihtilaf getirmez. Ayet, genel siyasî işler
ve ihlâslı kimselerin ihtilaf etmeyeceği büyük maslahatlar hakkındadır. Kıyas
ise, ikinci derecedeki konularda ve cüz'i hükümlerde ictihad gibi bir şeydir.
Bunda ayıplanacak herhangi bir husus yoktur. Her ne kadar ihtilaf olsa da,
şer'an istenen ve övülen bir şeydir. Çünkü şer'î açıdan müctehidin, üstün olan
zanna göre amel etmesi gerekir.
[98]
48- Hani o zaman
şeytan, onların yaptıklarını süslemiş ve şöyle demişti: "Bugün
insanlardan size galip gelecek yoktur. Ben de muhakkak sizin
yar-dımcınızım." İki ordu göründüğü vakit, iki topuğu üstüne kaçarak:
"Ben sizden katiyyen uzağım. Gerçekten ben sizin göremeyeceğinizi görüyorum.
Ben muhakkak Allah'tan korkarım. Allah ikabında çok şiddetlidir" demişti.
49- O zaman münafıklarla kalblerinde hastalık
olanlar: "Bunları dinleri aldattı" diyorlardı. Halbuki kim Allah'a
dayanıp güvenirse, hiç şüphesiz Allah, mutlak galiptir tam hüküm ve hikmet
sahibidir.
"Hani o zaman
şeytan... süslemişti": İblis'in, onlara vesvese vererek düşmanları Bekir
oğullarından korktukları için çıkamadıkları bir sırada, yaptıklarını
süsleyerek onları müslümanlara karşı cesaretlendirdiği o zamanı hatırla.
"Şeytan..şöyle
demişti: Ben de muhakkak" Ben sizin, Kinane'ye karşı "sizin
yardımcınızım". İblis onlara, o yörenin ileri geleni Süraka b. Malik b.
Cu'şam'ın şekline bürünerek gelmişti.
"İki ordu
göründüğü vakit" Müslüman ve kâfir toplulukları birbirine yaklaşıp
karşılaştıkları zaman "iki topuğu üstüne" topukları üstü gerisin geri
dönerek, yani geri dönüp "kaçarak şöyle demişti": Ona, bizi bu halde
hor ve zelil bir halde bırakıp gidiyor musun? dediklerinde... "Ben, sizden
katiyyen uzağım": Sizden, size yakın olmaktan... "Gerçekten ben sizin
göremiyeceğinizi (melekleri) görüyorum." "Ben muhakkak Allah'tan
(helak etmesinden) korkarım."
"O zaman
(Medine'de) münafıklar ve kalplerinde hastalık olanlar": kalble-rini şek ve
şüphe dolduran imanı zayıf kimseler "şöyle diyorlardı": "Bunları
dinleri aldattı." Münafık, içinde küfür olduğu halde müslüman olduğunu söyleyen
kimsedir.
"Bunları dinleri
aldattı." Bununla, müslümanların dinleriyle aldandıkları-nı, dinleri
sebebiyle kendilerini kuvvetli gördüklerini ve zafere ulaşacaklarını, 300 küsur
kişilik az bir kuvvetle, bin kişiyi aşkın bir orduyla savaşmak üzere
çıkmalarını kasdediyorlardı. Allah onlara şu sözüyle cevap verdi: "Kim
Allah'a dayanıp güvenirse" yani, kim O'na güvenirse, "hiç şüphesiz
Allah mutlak galiptir. " Sayıca az ve zayıf kimseleri, sayıca çok ve
kuvvetli kimselere musallat kılar. Yaptıklarında "tam hüküm ve hikmet
sahibidir."
[99]
48. ayetin nüzul
sebebi:
"Hani o zaman
şeytan, onların yaptıklarını süslemişti." ayetinin nüzulüyle ilgili
rivayete göre şeytan, o gün Kureyş'e, Kinane oğlu Bekr oğullarından Sü-raka b.
Malik b. Cu'şam suretinde göründü. Çünkü Kureyş, onlardan bir kişiyi
öldürdükleri için, Bekir oğullarının kendilerini arkadan vurmalarından korkuyordu.
İşte Cenab-ı Hak bu ayette, şeytanın onlara söylediklerini tasvir ediyor.
Dahhak, şöyle demiştir: İblis Bedir Günü, bayrağı ve askerleriyle birlikte gelmiş
ve onların kalblerine, asla hezimete uğramıyacaklarını, çünkü babalarının dini
üzere savaştıklarını telkin etmiştir.
Beyhakî ve diğer bazı
müfessirler, İbni Abbas'm şöyle dediğini zikrederler: Allahü Teâlâ, peygamberi
Muhammed (s.a.)'e ve müminlere bin melekle yardım etti. Cebrail (a.s.), beşyüz
meleğin başında, Mikail (a.s)da, beş yüz meleğin başında bulunuyordu. İblis,
şeytanlardan bir ordunun içinde, bir bayrakla Müdlic oğullarından bir adam
suretinde, şeytan da Sürâka b. Malik b. Cu'şam suretinde geldi. Şeytan
müşriklere: "Bugün insanlardan size galip gelecek yoktur. Ben de muhakkak
sizin yardımcınızım" dedi. İnsanlar saf saf olduğu zaman, Ebû Cehil:
"Allahım! Hangimiz hakka daha yakınsa ona yardım et" dedi. Resulullah
(s.a.)'de, ellerini göğe kaldırarak: 'Ya Rabbi! Şu topluluğu sen helak edersen,
şu topraklarda sana asla ibadet edilmeyecek" dedi. Bunun üzerine Cibril:
"Bir parça toprak al" dedi. Resulullah bir parça toprak aldı ve onu,
onların yüzüne attı. Gözlerine, burun deliklerine ve ağzına toprak isabet eden
her müşrik, geri dönüp kaçtı. Cibril bu sefer İblis'e geldi. İblis'in eli
müşriklerden bir adamın -Haris b. Hişam olduğu söylenmiştir- elindeydi. Hemen
elini çekti, geri döndü ve gitmeye başladı. Adam ona: "Ey Süraka! Sen,
bizim yardımcımız olduğunu söylemedin mi?" deyince: "Ben, sizden
kesinlikle uzağım. Gerçekten ben sizin göremeyeceğinizi görüyorum" dedi.
Malik'in Muvatta'mda,
Talha b. Ubeydullah b. Kerîz'den rivayet olunduğuna göre, Resulullah (s.a.):
"Şeytan hiçbir gün kendini, Arefe günündekinden daha küçük, daha hakir,
daha kovulmuş, daha buğzedilen biri olarak görmedi. Bu, onun Bedir günü kadar
hiçbir günde ilahî rahmetin indiğini ve Allah'ın büyük günahları affettiğini
görmemiş olmasından ileri geliyordu" buyurdu. "Bedir Günü, ne gördü
ey Allah'ın Rasûlü" diye sorunca da: "Cibril'in melekleri çekip
savaş düzenine getirdiğini gördü" buyurdu.
"O zaman
münafıklarla kalplerinde hastalık olanlar..." ayetinin nüzuluyle ilgili
olarak Mücahid'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Onlar, Kureyş'ten Kays b.
Velid b. Muğire, Haris b. Zem'a b. Esved b. Muttalib, Ya'la b. Ümeyye, As b.
Mü-nebbih adındaki şahıslardı. Kureyş ile beraber, şüphe içinde çıkmışlardı.
Resu-lullah (s.a.)'in ashabının azlığım görünce: "Bunları dinleri aldattı.
Karşı tarafın çokluğuna ve kendilerinin azlığına rağmen, böyle bir işe cesaret
ettiler" dediler.
[100]
Ayetler, Bedir Günüyle
ilgili bazı sahneler ve ibret alınacak halleri sunmaya devam ediyor. İki
durumu zikrediyor: Şeytanın, zorluk anında müşriklerden nasıl sıyrılıp
ayrıldığını ve bunları dinleri aldattı deyip müminlerle alay eden münafıkların
durumunu.
[101]
Ey peygamber! Şeytanın
müşriklere, vesvese vermek suretiyle amellerini güzel gösterdiği, sayılarının,
mal ve silahlarının çokluğundan dolayı asla mağlup edilemeyecekleri zannını
verdiği, şeytana itaatlarının, onları kurtaracağı ve memleketlerindeki Bekr
Oğullarının düşmanlıklarından emin kılacağı düşüncesini verdiği,
"şüphesiz ben size yardımcıyım" dediği zamanı hatırla. Şeytan
onlara, o mıntıkanın büyüğü, Müdlic Oğullarının lideri Süraka b. Malik b.
Cu'şam suretinde gelmişti. Ayette geçen "Câr" kelimesi, arkadaşını
savunan, ondan -komşunun komşudan giderdiği gibi- çeşitli zararları gideren
kimse demektir. Nitekim şu ayette de şöyle buyurulmaktadır: "(Şeytan)
onlara vaad eder, olmayacak kuruntulara düşürür. Şeytanın kendilerine vaad
ettiği şeyler ise aldatmaktan başka bir şey değildir" (Nisa, 4/120).
Savaşan iki topluluk
karşılaştığı zaman, şeytan iki ökçeleri üzerine basarak onlardan uzaklaştı.
Allah'ın askerleri inince, tuzağı boşa çıktı. Meleklerin müslümanlara yardımını
görünce, onların durumundan ümidini kesti, Allah'tan korktu, Allah'ın dünya ve
ahiretteki azabının çetin olduğunu anladı. Meleklerin askerlerini yakmalarından
çekindi. İşte işin başında, şeytanın askerleri müşriklerle beraberdiler,
onlara vesvese veriyorlar, onları saptırıyorlardı. Allah'ın askerleri olan
melekler de müminlerle beraberdiler, onların kalblerine sebat veriyorlar,
onları destekliyorlar, onlara Allah'ın zaferini vaad ediyorlardı.
"Allah'ın cezası şiddetlidir" sözü, İblis'in sözü olabileceği gibi,
Allah'ın sözü de olabilir. O zaman İblis'in sözü, "ben Allah'tan
korkuyorum" sözünde biter.
İblis'in Süraka
suretinde görünmesi, Hz. Peygamberin büyük mucizesini göstermek içindir. Çünkü
Kureyş kâfirleri, Mekke'ye geri döndükleri zaman, "Kureyş ordusunu, Süraka
yenilgiye uğrattı" dediler. Bu söz, Süraka'ya ulaşınca: "Vallahi,
ben gittiğinizi duymadım, yenilginizi duydum" dedi. İşte o zaman,
insanlar, o şahsın Süraka olmayıp, şeytan olduğunu anladılar"
[102]
İşte şeytanın durumu
böyleydi. Sonra Allahü Teâlâ, münafıkların durumunu zikrederek: "O zaman
münafıklarla..." yani, ey peygamber, münafıklarla kalblerinde hastalık
bulunanlar, inancı ve imanı zayıf kimseler, müslümanlann azlığını, müşriklerin
çokluğunu görünce: "Bunları dinleri aldattı, diyorlardı." Yani
dinlerine aldandıklannı, kendilerini kuvvetli hissettiklerini, o yüzden zafere
nail olacaklarını zannettiklerini, bu yüzden de üç yüz küsur kişiyle, bini
aşkın bir orduya karşı savaşa çıktıklarını söyledikleri zamanı hatırla. Askerî
güç dengeleri ve insanların gözünde iki ordunun durumu böyleydi. Fakat
Allah'ın değerlendirmesinde gerçek böyle değildi: "Nice az bir topluluk,
daha fazla bir topluluğa Allah'ın izniyle galip gelmiştir. Allah sabredenlerle
beraberdir" (Bakara, 2/249). Onun için Cenab-ı Hak, ayetin sonunda;
"Kim Allah'a dayanıp güvenirse..." yani, kim işi Allah'a havale
eder, O'na güvenir, O'na sığınırsa, O ona yeter, onun yardımcısı ve
destekçisidir. Allah her işinde mutlak galip ve yaptığı her işte tam hüküm ve
hikmet sahibidir. Yarattıklarını bilendir, dilediğine yardım eder. Özellikle
de, O'nun kanunu, bâtıla karşı hakka yardım etmeyi, kuvvetli çoğa, zayıf azı
musallat kılmayı gerektirir: "Kalblerinde hastalık olanlar" sözünün,
münafıkların sıfatlarından olması caiz olduğu gibi, bu kimselerle müellefe-i
ku-lub gibi, İslâm'da kararlı olmayan (İslâm'a henüz ısınmamış) kimselerin
kasdo-lunması da caizdir. Fakat uygun olan, bu ikisinin bir smıf olmasıdır.
[103]
Münafıkların durumu,
şeytanın durumuna ne kadar benziyor. Yardım ederim, feraha kavuştururum
diyerek şerre teşvik edip, sonra da zorluk ve zahmet zamanında destek olmaktan
vazgeçiş...
Şeytan, taraftarlarına
bâtılı fısıldıyor, sonra da güzel, sevimli gösterdiği, teşvik ettiği şeyden geri
dönüyordu. Akıl sahibinin görevi, bundan sakınmak, işin sonunu düşünmek, heva
ve heveslerin, şeytanî vesveselerin akıntısında sürüklenmemektir. Yüce Allah,
şeytanın akıntısına kapılanı en şiddetli biçimde cezalandırır.
Münafıklar ve
kalplerinde bir hastalık bulunanlar, (bunlar münafık değil, şüphe içinde
bulunanlardı. Çünkü İslâmiyete yeni girmişlerdi. Bunlarda niyet ve inanç
zayıflığı vardı) bulanık suda balık avlarlar, fırsat kollarlar, fitne çıkarırlardı.
Kuvvetliden yana tavır alırlar, müminlerin kuvveti hakkında şüphe uyandırırlar,
onları -sayıları ve savaş hazırlıklarının azlığını, düşmanlarının ise sayı ve
savaş hazırlığının çokluğunu ileri sürerek- akılsızlıkla, yanılgı içinde
olmakla suçlarlardı.
Allah her iki
topluluğu, yani şeytan ve münafıkları hüsrana uğrattı, az mümin toplumu çok
kâfir topluma karşı muzaffer kıldı. Allah, dilediğini yardımıyla destekler.
Çünkü kim Allah'a tevekkül eder, işini O'na havale eder, O'na güvenir ve
sığınırsa, şüphesiz Allah ona yeter. Onun yardımcısı ve destekçisidir.
[104]
50- Melekler, o
kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura ve: "Tadın o yakıcı
azabı" diye diye canlarını alırken
görmeliydin.
51- Bu, ellerinizin
daha önce yaptığı yüzündendir. Şüphesiz Allah, kullarına zulmedici değildir.
52- Firavun
hanedanıyla, onlardan öncekilerin gidişi gibidir. Onlar, Allah'ın ayetlerini
(inkâr ile) kâfir olmuşlardı da, O da kendilerini günahları yüzünden
yakalamıştı. Şüphesiz Allah, en büyük kuvvet sahibidir, cezası pek şiddetlidir.
53- Bunun hikmeti şudur: Bir kavim nefislerinde
olanı değiştirmedikçe, Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirmez. Şüphesiz
Allah, hakkıyla işitici-dir, kemaliyle bilicidir.
54- Firavun
hanedanıyla onlardan öncekilerin gidişi gibidir. Onlar Rableri-nin ayetlerini
yalan saymışlardı. Biz de günahları yüzünden kendilerini helak etmiş, Firavun
hanedanını da suda boğmuştuk.
"Bu ellerinizin
daha önce yaptığı yüzündendir": Diğer organlarla da iş yapıldığı halde,
ellerin zikredilmesinin sebebi, işlerin daha çok onlarla yapılmış
olmasındandır.
"Bir havim nefislerinde"
Mekke kâfirlerinin Allah'ın kendilerine bir lütfü olan açlıktan doyurulmaları,
korkudan emin kılınmaları gibi hallere şükürde bulunmayıp küfretmeleri gibi
"olanı değiştirmedikçe Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirmez."
[105]
Cenabı Hak, Mekke
müşriklerinin, gösteriş ve çalım satarak müminlerle savaşa çıkışlarını,
şeytanın onlara bu amellerini güzel gösterişini, münafıkların müminlerden geri
kalışlarını açıkladıktan sonra, onların ölüm hallerini ve o zaman
karşılaştıkları azabı belirtiyor.
[106]
Ey Muhammedi Melekler
tarafından canları alınırken, kâfirlerin halini görseydin, bunun ne kadar korkunç
bir şey olduğunu anlardın. Melekler, onların yüzlerine ve sırtlarına ateşten
çomaklarla vuruyor ve onlara: "Tadın ahiret-teki ateşin azabını"
diyerek ruhlarını cesetlerinden şiddetle çıkarıyorlardı. Onlara bu şiddetli
azap ve elem verici dayağın dünya hayatlarında yaptıkları, işledikleri küfür
ve zulüm gibi kötü şeyler sebebiyle olduğunu söylüyorlardı. Günahların,
ayaklar ve diğer organlarla da işlendiği halde, ellere nisbet olunmasının
sebebi, amellerin çoğunun ellerle yapılmış olmasından dolayıdır.
Allah'ın sizi bu
şekilde cezalandırması zulüm değil, adalettir. Çünkü Allah yarattığı hiç
kimseye zulmetmez. O, hiçbir zaman zulmetmeyen, âdil hakimdir. Kıyamet gününde
doğru terazileri koyar, her hak sahibine hakkını verir. Hiçbir kişi, hiçbir
şekilde zulme uğramaz. Müslim'in Ebû Zer vasıtasıyla Resulullah (s.a.)'den
rivayet ettiği sahih kudsî hadisde şöyle buyurulmuştur: "Allahü Teâlâ
şöyle buyuruyor: Ey kullarım! Ben, nefsime zulmü haram kıldım, sizin aranızda
da haram kıldım. O halde birbirinize zulmetmeyiniz. Ey kullarım! Amellerinizi
sizin için tesbit ediyorum. Kim hayır görürse Allah'a hamdetsin. Kim de, başka
bir şey görürse, ancak kendini eleştirsin..."
Sonra Allahü Teâlâ,
bir karşılaştırma yapıyor, Müşriklerin azabına bir örnek verip: "Firavun
hanedanıyla onlardan öncekilerin gidişi gibi" buyuruyor. Yani Cenabı Hak,
Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini yalanlayıp inkâr eden müşriklere, onlardan
önce peygamberlerini yalanlayan ümmetlere yaptığını yaptı. Bunların küfürdeki
durumu, tıpkı Firavun hanedanının küfürdeki durumu gibidir. Onlar suda
boğulmakla, bunlar da öldürülmek ve esir olunmakla cezalandırıldılar. Şu
müşrikler ve kâfirler, Rablerinin ayetlerini inkâr ettikleri için, bu günahları
sebebiyle, Allah onları muktedir, güçlü bir kimsenin yakaladığı gibi
yakalayarak helak etti. Her ikisinin de davranışı, yolu bir olduğu için, ceza
da aynı cinsten oldu.
"Şüphesiz Allah,
en büyük kuvvet sahibidir, cezası pek şiddetlidir." Yani Allah çok
kuvvetlidir, ona hiçbir varlık üstün gelemez, hiçbir varlık elinden kurtulamaz.
Buharî, Müslim ve İbni Mace'nin, Ebû Musa el-Eş'arî (r.a)'dan rivayetine göre
Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allahü Teâlâ zalime mühlet
verir. Öyle ki, birde onu yakaladı mı, artık kurtulamaz."
Sonra Allahü Teâlâ
hükmünde -bir kimseye lütfettiği nimeti, ancak onun işlemiş olduğu günah
sebebiyle değiştirdiğini ifade ederek- tam adaletli olduğunu belirtmekle; o
gelen azabın kötü amelden dolayı geldiğini, Kureyş'i Allah'ın kendilerine
verdiği nimetleri inkâr ettikleri için helak ettiğini haber vermektedir.
Nitekim şu ayet de bunu ifade eder: "Allah bir kavmi, özlerindekini
değiştirip bozmadıkça, şüphesiz onun halini değiştirip bozmaz. Allah bir kavmin
de kötülüğünü dilemedi mi, artık onun alıkonmasına çare yoktur. Onun için,
ondan başka bir veli de yoktur" (Ra'd,
13/11).
Açıkça anlaşılıyor ki,
nimetlere hak kazanmak, inanç düzgünlüğüne, güzel amele ve ahlâk yüceliğine
bağlıdır. Nimetlerin elden gitmesi de küfür, bozgunculuk ve kötü ahlâk
sebebiyle olur. Ancak bazan bu yavaş yavaş olabilir. Nitekim Cenab-ı Hak başka
bir ayette: "Biz onları bilmeyecekleri bir yerden derece derece azaba
yaklaştıracağız." (Kalem, 68/44) buyurur.
Bütün insanlar,
Allah'ın gözetimi altındadır. Onun için: "Şüphesiz Allah, hakkıyla işitici
ve kemaliyle bilicidir" buyuruyor. Yani, peygamberi yalanlayanların
söylediklerini işiten ve yaptıklarını bilendir.
Sonra Cenab-ı Hak,
geçen sözü pekiştirmekte ve onu açarak bir daha: "Firavun hanedanının
gidişi gibi" buyurmakta, bu suretle benzerlik yönünü pekiştirmekte,
birinci sözde yakalamaktaki maksadı -boğmak- ölüm anında başlarına gelen
cezayı, ahirette de kabirde gelecek olan şeyi açıklamakta, azabın birinci
sebebinin, Allah'ın ayetlerini, yani ilâhî delilleri inkâr etmek ve ikinci
sebebinin Rablerinin ayetlerini yalanlamak yani terbiye, ihsan ve nimet şekillerini
-çok ve birbiri ardınca gelmiş olmalarına rağmen- inkâr olduğunu açıklamaktadır.
"Rablerinin ayetleri" sözü de nimete karşı nankörlük ve hakkı inkâra
daha çok işaret etmektedir.
Kısacası bu azap
edilenler, hem Allah'ın varlığını ve birliğini, hem de Allah'ın kendilerine
lütfettiği nimetleri inkâr etmişlerdi.
Cenab-ı Hak ayeti:
"Hepsi de zalimlerdi" sözüyle bitirmiştir. Yani Kureyş müşrikleri de,
Firavun hanedanı da hem küfür ve masiyetle kendilerine zulmetmişler, hem de
eza vermekle diğer insanlara zulmetmişlerdi. Şüphesiz Alla-hü Teâlâ da, onlara
verdiği nimetleri onlardan alarak zulüm ve günahları sebebiyle, onları helak
etti. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar, kendilerine zulmettiler. Rabbin
hiç kimseye zulmetmez.
Kureyş müşrikleri,
küfürleri ve masiyetleri sebebiyle, sadece öldürülme ve nimetlerin ellerinden
alınması cezasıyla cezalandırıldılar. Ondan öncekilerin azabı ise, daha
şiddetli oldu. Firavn hanedanının denizde boğulması, Ad kavmine rüzgâr ve
Semud kavmine de çok şiddetli bir çığlığın gönderilmesi gibi.
[107]
Servet ve mal bolluğu
içinde olsalar da, kâfirlerin hali ne kadar kötüdür. Çünkü sonuçta kötü sonla
karşı karşıya kalacaklar. Şu halde meseleye yüzeysel olarak bakanların sandığı
gibi mutluluk, mal ve çoluk çocukla değil, iman, kalp huzuru ve dünyayı ahirete
yönelik amellerle değerlendirmekledir.
Bu gibi kâfirler, her
yerde her zaman bedbaht'tırlar. Keşke onlar, tarihte kendilerinden önce
geçenlerden ibret ve öğüt alsalardı.
Müşrikler, Peygamber
(s.a.)'e ve müminlere şiddetli eziyetlerde bulundular. Onlarla çok çetin
savaşlar yaptılar. Mekke'deki mallarını ele geçirdiler, fakat sonuç ne oldu?
Hayır mı ele geçirdiler, yoksa şer ve kötülük mü topladılar?
Şüphesiz onlar,
Bedir"de en feci şekilde öldürüldüler. Canlan alınırken en şiddetli
şekilde dövüldüler. Meleklerin azap ettiği sıra onların hali bize görün-seydi,
son derece şaşılacak bir hal görürdük.
Hasan el-Basrî der ki:
Bir adam Resulullah (s.a.)'e: "Ya Resulullah! Ben Ebû Cehl'in sırtının nal
gibi olduğunu gördüm" deyince, Resulullah (s.a.): "O, meleklerin
dövmesinden" buyurdu.
Sonra onlar,
cehennemde en şiddetli azabı, hissen ve manen tadacaklar.
Onların dünya ve
ahirette azabla karşı karşıya kalmaları, kendilerine zulüm yapılması değildir.
Allah, asla kuluna zulmetmez. Çünkü O, yolunu açıklamış, peygamberlerini
göndermiş, onlara akıl, kudret ve engelleri kaldırmakla lütfetmiş. Artık onlara
düşen, küfürden vazgeçip Allah'a ibadet ve şükürle meşgul olmalarıdır. Fısk ve
küfür içinde kaldıkları sürece Allah'ın kendilerine olan nimetini
değiştirirler. Nimetin cezaya, lütfün sıkıntıya dönüştürülmesini hak ederler.
Bu, Allahü Teâlâ'nm hiç kimseye sebepsiz azap etmediğinin, zarar vermediğinin
en büyük delilidir.
O, ancak kendilerinin
yaptıkları masiyetlere ceza verir. Bazılarının zannettiği gibi, Allahü Teâlâ
onların vücudlannı ve akıllarını, daha ilk baştan cehennem için yaratsaydı,
bu, Allah'ın adaletine, hikmet ve rahmetine uygun düşmezdi.
Şüphesiz onlar küfür
ve masiyette, Allah'ın varlığını ve birliğini inkârda, peygamberleri
yalanlamada, inkâr ve inadı, şükür gerektiren nimetle değiştirmede Firavun
kavmine benzediler.
Firavun hanedanının ve
Mekke müşriklerinin Allah'ın kendilerine verdiği nimeti değiştirmeleri, nimet
sahibi Allah'ı inkâr ve putlara tapmaları şeklinde oldu. Bunun üzerine, Allahü
Teâlâ onlara lütfettiği iyilikleri -Mısır'da çok meyveler yaratması,
Mekkelilere bol rızıklar sağlaması gibi- geri aldı. İstenmeyen bu hal, daha
kötü hale dönüştü. Bunun üzerine, onlara peygamberler gönderdi. Gönderilen bu
peygamberleri yalanladılar, düşmanlık ettiler, öldürmek istediler. Allah da,
onların halini, olandan daha kötü duruma çevirdi. Onlara verdiği mühleti, acele
azaba döndürdü.
[108]
55- Yeryüzünde yürüyen
hayvanların Allah katında en kötüsü, şüphesiz kâfirlerdir. Artık onlar iman
etmezler.
56- Ki onlar,
kendilerinden birtakım kimselerle muahede ettikten sonra, çoğu zaman
ahidlerini bozarlar. Onlar sakınmazlar da.
57- Eğer bunları
savaşta yakalarsan, onlara vereceğin ceza ile arkalarındaki kimseleri de
ürküt. Olur ki ibret alırlar.
58- Eğer bir kavmin
hainliğinden kesin endişeye düşersen, adalet üzere kendilerine (anlaşmalarını)
at. Çünkü Allah hainlik edenleri sevmez.
59- O küfredenler geçtiklerini ve sizi aciz
bırakacaklarını zannetmesinler. Onlar asla aciz kılamazlar.
"Yeryüzünde
yürüyen hayvanların" Bu anlamı verdiğimiz "Devâbb" kelimesi,
"Dabbe" kelimesinin çoğuludur. Bunun da asıl manası, yeryüzünde
yürüyen her şey demektir. Daha sonra dört ayaklı hayvanlar hakkında
kullanılmıştır. Burada ise insanlar kasdolunmaktadır. Amaç Kurayza Oğullarıdır.
"Allah katında" Allah'ın hükmünde ve ilminde "en kötüsü
şüphesiz kâfirlerdir."
"Onlar
kendilerinden birtakım kimselerle muahede ettikten sonra" Bunlarla
müşrikler değil, Medine yahudilerinden bir takım gruplar kasdolunmaktadır.
"çoğu zaman ahidlerini bozarlar. Onlar sakınmazlar da." Onlar,
anlaşmalarını bozmalarından dolayı Allah'tan korkmazlar da.
"Eğer bunları
savaşta yakalarsan" Onları bulursan, onlara tesadüf edersen "onlara
vereceğin ceza ile" başkalarını korkutacak şekilde, onları cezalandır,
yurtlarından uzaklaştır, bu şekilde "arkalarındaki kimseleri de
ürküt." Arkalarındaki kimseler, onların dışında, ahdi bozacak savaşçılar,
Mekke kâfirleri
"...adalet üzere
(anlaşmalarını) at." Bunu onlara bildir ki seni haksızlıkla suçlamasınlar.
Sen ve onlar, anlaşmanın bozulduğunu bilmekte aynı seviyede olun. Yahut açıkça,
aldatma ve hıyanet söz konusu olmadan, onlara bildir.
"Onlar asla aciz
kılamazlar." Onları yakalamakta, ondan kurtulmakta, Allah'ı aciz
bırakamazlar. O, onları küfürlerinden dolayı cezalandıracaktır.
[109]
İbni Abbas 55. ayetin
iniş sebebiyle ilgili olarak şöyle demiştir: Onlar Ku-rayza Oğullarıdır.
Resulullah (s.a.)'le yaptıkları anlaşmayı bozdular. Bedir savaşında,
Resulullah (s.a.)'e karşı Mekkelilere silah yardımında bulundular. Sonra da
"Biz unuttuk, hata ettik" dediler. Hz. Peygamber, onlarla ikinci defa
anlaşma yaptı. Onlar yine sözlerinde durmadılar. Hendek savaşında Resulullah
(s.a.)'e karşı kâfirlere meylettiler, liderleri Ka'b b. Eşref Mekke'ye gitti.
Resulullah (s.a.) ile savaşmak üzere, onlarla andlaşma yaptı.
58 nci ayetin iniş
sebebi: Ebu'ş-Şeyh İbn Hayyan el-Ensarî, İbni Şihab ez-Zührî'nin şöyle dediğini
rivayet etmiştir: Cibril (a.s.) Resulullah (s.a.)'in yanına girdi ve:
"Silahı bıraktın, onları arayıp bulmaktan geri durdun. Onları aramaya
çık. Çünkü Allahü Teâlâ sana, haklarında: "Eğer bir kavmin hainliğinden
kesin endişeye düşersen..." ayetini indirdiği, Kurayza'ya karşı izin
verdi, dedi.
Said b. Cübeyr ise
şöyle demiştir: Bu ayetler, yahudilerden altı kişi hakkında inmiştir. Onlardan
biri de İbni Tabut'tur.
Mücahid'e göreyse bu
ayet Medine yahudileri hakkında nazil olmuştur. Liderleri Ka'b b. Eşref idi.
Mekke müşriklerine göre Ebû Cehil ne ise, yahudiler nazarında da öyleydi.
[110]
Allahü Teâlâ: "Onların
hepsi zalimlerdi" sözüyle bütün kâfirleri tasvir ettikten sonra, kötülük
ve inadıyla temayüz etmiş biri üzerinde durmuş; Bedir'de Peygamber (s.a.) ve
müminlerle savaşan Kureyş müşriklerinin durumunu açıkladıktan sonra,
Resulullah (s.a.) ile savaşan başka bir fırkayı -Hicaz Yahudile-rini-
zikretmiştir.
[111]
Bu ayetler, Kureyza
oğulları yahudileri hakkında indi. Şu manayı ifade ederler: Allah'ın hükmünde
ve adaletinde, yeryüzündeki insanların en kötüleri, kâfir olanlar ve ahdi
bozanlardır. İki sıfattan dolayı -küfrü daim ve inatta ısrar etmeleri,
yaptıkları ve yeminlerle pekiştirdikleri ahdi bozmaları- Allah'ın yarattıkları
içinde en şerlileridir. Onların üçüncü bir sıfatı da işledikleri hiçbir günahta
Allah'tan korkmamaları, yaptıkları haksızlıkta ve ahdi bozmada O'ndan
sakmmamalarıdır.
Cenab-ı Hak, hiçbir
faydaları olmadığı için, hayvanlar derecesine, hatta onlardan daha kötü bir
dereceye düştüklerine işaret maksadıyla, onları insanların en şerlileri
olmakla nitelendirmiştir. Nitekim bu tür kimseler hakkında: "Onlar ancak
hayvanlar gibidir, belki daha da sapıktırlar" (Furkan, 25/44) "Onlar
dört ayaklı hayvanlar gibidir. Onlar gafil olanların ta kendileridir"
(A'raf, 7/179) buyuruyor.
Cenab-ı Hak, onların
üç sıfatını açıklayarak, özellikle burada ahdi bozmayı tekrar ettikten sonra,
ahdi bozanın hükmünü -ki o öldürmedir- açıklayarak: "Onları savaşta
yakalarsan" buyuruyor. Yani, savaşta ele geçirirsen, onları öylesine ağır
bir şekilde cezalandır ki, arap olan veya olmayan diğer düşmanlar senden
korksun, onlara ibret olsun. Herhalde bundan ibret alırlar, ahdi bozmaktan,
bir daha benzer şekilde davranmaktan sakınırlar.
Bu, savaşın arzulanan
bir şey olmadığını, ancak taşkınlığı ve düşmanlığı önlemek, Allah'ın dinini
yüceltmek için zorunlu olduğunu, ahdi bozanlara sert davranmanın, aynı şeyi
onlar ve başkaları yapmasın diye ibret ve öğüt için istenen bir şey olduğunu
göstermektedir.
Korunma tedaviden daha
hayırlı olduğu için, Cenab-ı Hak, ahdi bozma ve hıyanet belirtileri görülen
kimselerin hükmünü açıklamak üzere: "Eğer bunları savaşta yakalarsan,
onlara vereceğin ceza ile arkalarındaki kimseleri de ürküt." buyurmuştur.
Yani, antlaşma yaptığın bir topluluktan, aranızdaki antlaşmayı bozduklarını
açık bir delille öğrenirsen, onlara antlaşmalarını bozduğunu, artık aranızda
bir ahid kalmadığını bildir. Bunu sen de bil, onlar da bilsin. Aranızda savaş
hali bulunduğunu bildir. Ayette geçen "nebz" kelimesi, lügatta atmak,
reddetmek manasına gelir. "Seva" kelimesi ise, eşitlik manasınadır.
Şüphesiz Allah,
hıyaneti sevmez ve onu cezalandırır. Kâfirlerin haklarında bile olsa, durum
budur. Öyleyse antlaşmayı bozduğunu gizleme, bu konuda aldatma yoluna gitme.
İmam Ahmed, Şu"be
vasıtasıyla Süleym b. Amir'in şöyle dediğini nakleder: Muaviye, Rum topraklarında
ilerliyordu. Onlarla aralarında bir antlaşma vardı. Onlara hücum etmek
istiyordu. Antlaşma bitince, onlara saldırdı. Birden yaşlı bir adamın bir
hayvan üzerinde: "Allahü ekber, Allahü ekber, ahde vefa gösterin.
Zulmetmeyin, Allah Rasulü şöyle buyurdu: "Kimin bir kavimle bir andlaşması
varsa, süresi bitene, ya da onlara haber verip bilgilendirene kadar, ahdi
bozmasın" dediği duyuldu. Bu haber, Muaviye'ye ulaşınca, geri döndü. O
yaşlı adamın Amr b. Anbese (r.a.) olduğunu gördü.[112]
Yine İmam Ahmed,
Selman el-Farisî'nin şöyle dediğini nakleder: Bir kaleye vardım.
Arkadaşlarıma: 'Bana izin verin, Resulullah (s.a.)'den gördüğüm gibi, onlara
davette bulunayım' dedim. Onlara şunları söyledim: 'Ben de, sizden bir
kimseydim. Allah beni İslâm'a hidayet buyurdu. Eğer müslüman olursanız, bizim
sahip olduğumuz haklara siz de sahip olacak, bize yapılması caiz görülmeyen
şeyler size de yapılmayacaktır. Müslüman olmazsanız, zelil ve hakir kimseler
olarak cizye ödersiniz. Eğer cizye ödemeyi de kabul etmezseniz, size savaş ilân
ederiz: "Şüphesiz Allah hainlik edenleri sevmez." Üç gün bunu yaptım,
dördüncü gün gelip teslim oldular. Bu suretle, Allah'ın yardımıyla o kaleyi
fethettik.
Beyhakî'nin rivayetine
göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Üç şey vardır ki, bunlarda
müslim-kâfir eşittir: Andlaşma yaptığın kimseye -müslim olsun kâfir olsun-
karşı sözünü tam yerine getir. Çünkü ahde vefa Allah'ın hakkıdır. Kiminle
-müslim-kâfir fark etmez- aranda akrabalık varsa, akrabalığı devam ettir,
ilgiyi kesme. Kim -müslim olsun, kâfir olsun farketmez- sana bir emanet
bırakırsa, onu ona geri ver."
Sonra Allahü Teâlâ
hainleri başlarına gelecek olan ceza ile korkutmakta, Bedir savaşında ve
diğerlerinde Peygamber (s.a.)'e hıyanetlerinin cezasını görmeyip
kurtulduklarını zannedenlerin hallerini açıklayarak: "O küfredenler geçtiklerini
zannetmesinler" buyuruyor. Yani onlar bizden kurtulabileceklerini
sanmasınlar, onlar bizim kudretimiz altındadır, bizi aciz bırakamazlar.
"Yoksa kötülükler yapanlar bizden savuşacaklarını mı sandı? Ne kötü
hükmediyorlar." (Ankebut, 29/4).
Şüphesiz onlar, Allahü
Teâlâ'yı âciz bırakamazlar, O'ndan kurtulamazlar, küfürleri sebebiyle mutlaka
cezalandırılacaklar. "Sakın o küfredenlerin yeryüzünde bizi âciz
bırakacaklarını sanma. Onların varacakları yer, ateştir. O, ne kötü bir dönüş
yeridir" (Nûr, 24/57); "Bilin ki siz, Allah'ı aciz bırakabilecek değilsiniz.
Allah her halde kâfirleri rüsvay edicidir" (Tevbe, 9/2).
Ayet Allahü Teâlâ'nm,
kâfirlerden ve Hz. Peygamber'e eziyet edenlerden intikam alıcı, onların
müslümanlara galip gelme arzularını boşa çıkarıcı olduğunu ifade ederek,
Resulullah (s.a.)'i teselli etmektedir.
[113]
Birinci ayet
"yeryüzünde yürüyen hayvanların Allah katında en kötüsü" olan kâfir,
sürekli andlaşmalarım bozan, bundan ve hıyanetlerinden dolayı Al-lah'dan
korkmayan Kurayza oğullan yahudilerinin vasıflarını açıklamaktadır.
Maanî ilmi âlimleri
demişlerdir ki: Ayetteki gelecek zaman manası ifade eden "ahidlerini
bozarlar" fiili, şimdiki zaman manasını ifade eden "kâfir oldular"
üzerine -sürekli andlaşmayı bozma durumlarını açıklamak için- atfedil-miştir.
İbni Abbas:
"Ayette kasdolunanlar, Kurayza'dır. Onlar Resulullah (s.a.)le yaptıkları
andlaşmayı bozdular. Bedir savaşında, ona karşı müşriklere silahla yardım
ettiler, sonra hata ettik dediler. Resulullah (s.a.) onlarla bir daha andlaşma
yaptı, Hendek savaşında onu da bozdular" demiştir.
Sonra Allahü Teâlâ,
Resulullah (s.a.)'in, başkalarına ibret olması için, savaşta ahdini bozanlara
ne yapması gerektiğini açıklamıştır: Şiddetli bir şekilde cezalandırma.
Daha sonra da, ahdini
bozan ve aldatan kimselere yapması gerekeni zikretmiştir: "Eğer bir
kavmin hainliğinden kesin endişeye düşersen adalet üzere (andlaşmayı)
kendilerine at." Yani, andlaşmanm sona erdiğini bildir. Her iki taraf da,
savaş halinin başladığından haberdar olsun. Taberî'nin Mücahid'den naklettiğine
göre bu ayet, Kurayza ve Nadir oğulları hakkında nazil oldu. "Böylelikle
arkalarındaki kimseleri de ürküt" ayeti ise, Hendek savaşında, Kureyşle
bir araya gelerek hıyanetleri açıkça görülen Kurayza oğulları hakkında nazil
oldu. "Eğer bir kavmin hainliğinden kesin endişeye düşersen" ayeti
ise, Nadir oğulları ve onların dışında hıyanetlerinden korkulan kimseler
hakkında nazil oldu.
İbnü'l-Arabî, hıyanetinden
korku halinde ahdi bozmak caiz midir, çünkü korku zan ifade eder, kesin bilgi
yoktur, kesin bir bilgi ifade eden ahd, hıyanet zannıyla bozulur mu? diye sorar
ve cevabını verir. Ona göre buna, iki şekilde cevap verilebilir:
1- Buradaki
havf (korkmak), yakin (kesin bilmek) ifade eder. Nitekim reca (korkmak)
kelimesi de ilim (bilmek) manasına gelir: "Size ne oluyor ki, Allah için
bir vakar bilmiyorsunuz?" (Nuh, 71/13).
2- Hıyanet
belirtileri görünür, delilleri sabit olursa, kötü durumlara düşmemek için,
burada olduğu gibi ahdi bozmak vaciptir. Zaruretten dolayı, kesin bilgiyi zanla
iptal etmek caizdir.[114]
Yani ayette geçen
"kesin korkarsan" kelimesi, ya "kesin olarak bilirsen" ya
da "kesin olarak zannedersen" manasınadır ve zaruret halinde zan
yeterlidir.
Yakinen bilgi sahibi
olduğunda, andlaşmayı atmaya da gerek yoktur. Nitekim, Resulullah (s.a.),
antlaşmalarını bozmalarıyla tanındıkları için, Mekke'nin fethi günü antlaşmayı
kesip atmadan Mekkelilerin üzerine yürüdü.
Ayet, İslâm'ın
düşmanlarla yapılan andlaşmaları sürdürmeye olumlu baktığına, onlara hıyaneti
haram saydığına açık olarak işaret etmektedir.
Müslim, Ebû Said
el-Hudrî'nin şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Kıyamet gününde, ahdini bozan her kişinin bir sancağı olacak. O, ahdini
bozması derecesinde yükseltilecektir. Haberiniz olsun, halkın başındaki emirin
gadrinden (sözünde durmamak) gadri daha büyük kimse yoktur." Çünkü onun
hainliği, ahdini bozması, andlaşmalarına güvenilirliği kaybettirir,
dolayısıyla zararı büyük olur, dine girecek olanları dinden nefret ettirir,
müslüman liderlerin eleştirilmesine neden olur.
Ama düşmanla herhangi
bir andlaşma yoksa, ona karşı her türlü hile ve oyuna baş vurulabilir. Nitekim
Ahmed b. Hanbel, İmam Buharî ve Müslim, Ebû Davud ve Tirmizî'nin Cabir
vasıtasıyla rivayet ettiği, Peygamber (s.a.)'in: "Savaş bir hiledir"
hadisi de böyle yorumlanır. Hele düşman, bugünkü işgal edilmiş topraklardaki
Yahudi gibi söz ve anlaşma bilmeyen biriyse, ona ansızın hücum etmek savaş
sanatı çeşitlerindendir.
Ahdini bozan devlet
başkanıyla cihad olunur mu? Alimlerin çoğunluğuna göre -hain ve fasıkla cihad
olunursa da- onunla savaşılmaz. Bir kısmına göre de, savaşılır.
Sonra Allahü Teâlâ
Bedir Günü -işlerini görmek Allah için çok kolay olduğu halde- cezadan
kurtulup hayatta kalan kimselerin halini belirtiyor. Her ne kadar onlar esir
olmaktan ve öldürülmekten kurtulsalar da, ahirette Allahü Teâlâ'yı, onlardan
intikam almaktan aciz bırakamayacakları gibi, dünyada da cezalandırmaktan onu
aciz bırakamazlar. Allah Peygamberini, onlara karşı muzaffer kılar.
Ayette, kaçanlar ve
intikam alınamayan kimseler hakkında Hz. Peygam-ber(s.a)'i teselli etmek
amaçlanmaktadır.[115]
60- Siz de onlara
karşı, gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın
ki, bununla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bundan başka sizlerin
bilmeyip de Allah'ın bildiklerini korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız,
size tamamen ödenir ve siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.
"Kuvvet": Bu
kelime nekre olmakla beraber genellik ifade eder. Çağa uygun, düşmanda da
bulunabilecek ve İslâm ülkelerinde yapılabilen çeşitli maddî hazırlığı içine
aldığı gibi, nesli psikolojik olarak savaşa hazırlamak, gerçek İs-lâmî inançla
silahlandırmak, dinî ahlâkla ahlâklandırmak gibi ruhî ve manevî hazırlığı da
içine alır.
[116]
"Kuvvet":
Müslim'in rivayetine göre Resulullah (s.a.) üç defa: "Haberiniz olsun,
şüphesiz kuvvet, atmaktır" buyurmuştur. Bugün için ise, savaşta kuvvetli
olunacak her şeydir.
"Bağlanıp
beslenen atlar" Allah yolunda kullanmak üzere, at beslemek, edinmek ve
cihad için hazırlamak... Atlar, geçmişte önemli bir savaş vasıtasıy-dı.
"besleyin ki Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı" geçmişte, bunlar
Mekke kafirleriydi. Bugünse İslâm'a ve müslümanlara düşmanlık yapan ve bunu düşünen
herkestir, "bundan başka" münafıklar ve Yahudilerden "sizlerin
bilmeyip de Allah'ın bildiklerini korkutasınız."
[117]
Allah Peygamberine,
ahdi bozanları ürkütmesini ve ahdi bozmasından korkulan kimselere ahdi atmasını
emrettikten sonra, bu ayette de o kâfirlere karşı hazırlık yapmasını emrediyor.
Bu, ahdi bozmanın ve savaş halinin tabiî bir sonucudur.
[118]
Allahü Teâlâ
müminlere, her çağa uygun savaş araçlarını hazırlamalarını, en üst düzeyde
savaşa hazır bir ordu bulundurmalarını emrediyor: Çünkü ordu, ümmetin zırhı ve
kuvvetli bir kalesidir. Bu da güç, imkân ve kudret oranında olacak bir şeydir.
Bu manayı ifade için: "Onlara karşı, gücünüzün yettiği kadar kuvvet
hazırlayın" buyuruyor. Yani, düşmanlarla savaşmak için, zamana ve mekâna
uygun, maddî ve manevî hazırlık yapın. Sınırlarda atlar bulundurun. Çünkü
sınırlar, düşmanların ülkeye hücum ve nüfuz ettiği yerlerdir. Geçmişte at,
korkunç kara savaşlarının bir aracıydı. Bugün, her ne kadar büyük rol uçak,
top, tank, denizaltı gemilerinin ise de, bazı yiyecek ve ihtiyaç maddelerini
dağ yollarından nakletmede, haber araştırma hallerinde önemini hala
korumaktadır. Önemli olan, amacı gerçekleştirmektir. Bu yüzden ülke savunması
için çağın gereklerine göre sürekli bir ordu bulundurmak, savaş alet ve
vasıtaları hazırlamak gerekiyor. Bu da, bu işe para ayırmakla, güçleri oranında
müslümanlarm destek olmasıyla olur. At, kuvvet kavramı içinde varken, Allahü
Teâlâ şerefini, asaletini ve önemini ifade için özellikle zikretti.
Sonra ayet hazırlık
yapmanın sebebini ve amacını açıklıyor: Geçmişteki Mekke müşrikleri gibi
düşmanlıkları ortaya çıkmış kâfirleri, bu düşmanların dostu, gizli düşmanı
korkutmak... Biz, gizli düşmanı bilsek de bilmesek de, önemli değildir. Onları
Allah biliyor. Çünkü O, gaybları bilendir. Bu, yahudile-ri, geçmişteki
münafıkları kapsadığı gibi, ondan sonra düşmanlıkları görülen Acem, Rum gibi
çağımız dünyasındaki kimseleri de içine alır.
Her çağın savaşına
uygun hazırlık olmadan, barış korunmaz. Örf, adet ve akıl açısından barışı
korumak, ancak yeni savaş vasıtalarıyla mümkündür.
Cihada hazırlanmak,
malsız olmayacağı için, Kur'an'da o yolda harcamada bulunmaya teşvik edilerek:
"Ne harcarsanız..." buyuruluyor. Yani Allah yolunda cihad için
harcadığınız az veya çok her şeyin mükafatı, sahibine hiçbir noksanlık
yapılmadan en mükemmel şekilde verilir. Ebû Davud'un rivayet ettiği hadisi
şerifte, Allah yolunda harcanan bir dirhemin sevabının yediyüz katma kadar
artırılacağı ifade olunmuştur. Nitekim ayette şöyle buyurulur: "Mallarını
Allah yolunda infak edenlerin hali, yedi başak bitiren ve her başağında yüz
tane bulunan tek bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah, bol
bol veren ve bilendir" (Bakara, 2/261).
"Allah
yolunda..." sözü, cihad ve diğer hayır yollarını da içine almak üzere
geneldir...
Bu, savaşa hazırlık
yapmanın, çok para harcamaya bağlı olduğunu gösteriyor. Gerçekte harcanan
şeyin karşılığını, harcayan kimse dünyada, malının, arazisinin, ticaret ve
sanatının korunması, emniyet altında bulundurulması, ahirette de ebedî cennete
nail olması sebebiyle görüyor. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnfak
edeceğiniz hayır kendi faydanızadır. Zaten siz, Allah'ın rızasını aramaktan
başka bir şekilde infak etmezsiniz. Hayırdan size fazlasıyla ödenir. Ve siz
haksızlığa uğratılmazsınız" (Bakara, 2/272).
[119]
Eski ve yeni
milletler, varlıklarını, şereflerini, haysiyetlerini, sınırlarını, emniyet ve
rahatlarını korumak için savaş gücüne sahip, vurucu ordular hazırlamaya özen
gösterirler.
Bunun için Allahü
Teâlâ müminlere, düşmana karşı koymak için savaş kuvveti hazırlamalarını
emretmiştir. Çünkü bu ayetin de işaret ettiği gibi bu, düşmanı korkutur, millet
ve mukaddesata düşmanlık yapma düşüncesinden alıkoyar.
Ekonomik, teknolojik
ve ahlâki açıdan savaşa hazırlık malî desteğe bağlı olduğundan, Allah müminlere
ihtiyaçları oranında ve güçleri nisbetinde savaş harcamalarına katılmalarını
vacip kılmıştır.
Bu sebeple bazı Malikî
alimleri, bu ayeti delil göstererek düşmana karşı bir hazırlık olmak üzere, at
ve silah vakfedilmesini, hazine ve hazine bekçisi edinilmesini caiz
görmüşlerdir. Alimler at, deve gibi hayvanların vakfı konusunda ihtilaf etmişlerdir.
Ebû Hanife bunu men etmiştir. İmam Şafiî ve Cumhur ise sahih olduğunu
söylemişlerdir. Sahih olan da budur. Delilleri bu ayetle Peygamber Efendimizin
Halid b. Velid hakkındaki şu sözüdür: "Halid hakkında haksızlık
ediyorsunuz. O, zırhlarını ve silah, binit vs. harp vasıtalarını Allah yoluna
vakfetti." Çünkü O, Allah'a yaklaşma sayılan bir şeyde yararlı bir maldır.
Ev ve arazi gibi, onun da vakfedilmesi caizdir.
[120]
61- Eğer barışa
yanaşırlarsa, sen de yanaş. Ve Allah'a güvenip dayan. Çünkü her şeyi hakkıyla
işiten ve kemaliyle bilen bizzat O'dur.
62- Eğer seni aldatmak
isterlerse, muhakkak ki Allah sana kâfidir. O, seni yardımıyla ve müminlerle
destekleyendir.
63- Ve onların
gönüllerine sevgi verip birleştirendir. Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan
harcamış olsan, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah
aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hüküm ve hikmet
sahibidir.
64- Ey peygamber! Sana
da, müminlerden sana uyanlara da Allah yeter.
65- Ey peygamber! Müminleri savaşa teşvik et.
Eğer içinizde sabırlı yirmi (kişi) bulunursa, onlar ikiyüze galip gelirler.
Eğer sizden yüz (kişi) olursa, kâfirlerden binini mağlup eder. Çünkü onlar
anlamaz bir topluluktur.
66- Şimdi Allah, zaafınız olduğunu bildiğinden,
sizden (yükü) hafifletti. O halde eğer sizden sabırlı yüz olursa ikiyüzü
yenerler, eğer sizden bin olursa Allah'ın izniyle iki bine galip gelirler.
Allah, sabredenlerle beraberdir.
"Ve onların gönüllerine
sevgi verip birleştirendir." Allah'ın Hz. Peygambere ve müminlere olan
büyük nimeti, gönüllerini birleştirip millet birliğini sağlaması nimeti
hatırlatılıyor.
"Eğer içinizde
sabırlı yirmi (kişi) bulunursa, onlar, iki yüze galip gelirler." Birinci şartta,
sabır zikredilmiş, ikinci şartta ise gizlenmiştir. İkinci ayette, küfür sıfatı
zikredilmiş, birincide gizlenmiştir. Talebde mübalağa ifadesi için ayet
"sabredenler" kelimesiyle bitirilmiştir.
[121]
"Eğer
barışa": Barış dini olan İslâm'a. Şu ayet de bu manayı pekiştirir:
"Ey iman edenler! Hep birden sulh ve selâmete girin" (Bakara, 2/208).
"yanaşırlarsa" meylederlerse "sen de yanaş" meylet.
Onlarla anlaşma yap.
"Eğer onlar seni
aldatmak isterlerse" Eğer onlar savaşa hazırlanmak için barış yaparak seni
aldatmak isterlerse "muhakkak ki Allah sana kâfidir." Onlara karşı,
Allah sana yeter. O, senin yardımcmdır.
"Eğer sizden yüz
kişi olursa" Bu cümle emir manasında haber cümlesidir. Sizden yirmi kişi,
iki yüz kişiyle, yüz kişi de bin kişiyle savaşsın, onlara karşı sebat etsin
demektir. Daha sonra müslümanlar çoğalınca, bu ayet bir sonraki ayetle
nesholunmuştur. "kâfirlerden birini mağlub ederler. Çünkü onlar anlamaz
bir topluluktkur." Savaşın hikmetini anlamayan, dünya ve ahiret saadeti
namına getirdiğini kavramayan bir topluluktur.
[122]
"Ey Peygamber!
Allah sana yeter" ayeti Zemahşerî'nin Keşşaf adlı tefsirinde , Kelbî'den
naklen söylediğine göre, Bedir Gazvesinde, savaştan önce çölde nazil olmuştur.
Tercih edilen görüş de budur.
Şöyle de denilmiştir:
Bu ayet, Hz. Ömer'in, müslüman oluşu hakkında nazil olmuştur. Ayet Mekkîdir.
Resulullah (s.a.)'a kıtal emri -Kuşeyrî'nin de zikrettiği gibi- Medenî bir
sûrede verilmiştir. İbni Abbas da: Ayet Hz. Ömer'in müslüman oluşu üzerine
indi. Çünkü Resulullah (s.a.) ile birlikte otuz üçü erkek, altısı kadın olmak
üzere, toplam otuz dokuz kişi müslüman olmuştu. Ömer'in müslüman olmasıyla kırk
kişi oldular, demiştir.
İbni Ebî Hatim, sahih
senedle, Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini nakleder: Resulullah (s.a.) ile
birlikte müslüman olan otuz erkek, altı kadın vardı. Sonra Ömer müslüman oldu,
bu ayet nazil oldu.
Ebu'ş-Şeyh İbn Hayyan
el-Ensarî, Sa'id b. Müseyyeb'in: "Ömer müslüman olunca Allah onun müslüman
olması hakkında: "Ey Peygamber, Allah sana kafidir" ayetini indirdi,
dediğini nakleder.
Fakat, siyret
kitaplarında, Hz. Ömer'in müslüman oluşu hakkında, bundan farklı bir rivayet
vardır. İbni Mes'ud: "Biz, Hz. Ömer müslüman olana kadar Kabe'de namaz
kılamıyorduk. O müslüman olunca, Kureyş'e savaş açtı. Kabe'de namaz kıldı.
Onunla birlikte biz de kıldık. Ömer, Resulullah (s.a.)'in ashabının,
Habeşistan'a gidişinden sonra müslüman oldu" demiştir. İbni İshak der ki:
"Habeşistan'a hicret eden müslümanların toplamı -onlarla birlikte giden
küçük çocuklar, yahut orada dünyaya gelenler hariç- 83 erkekti.
"Eğer içinizde
sabırlı yirmi kişi bulunursa..." ayetinin iniş sebebi hakkında İshak b.
Rahuye, Müsned'inde İbni Abbas'm şöyle dediğini nakleder: Allah, ashaba bir
kişinin, on kâfirle savaşmasını farz kılınca, bu onlara zor ve ağır geldi.
Bunun üzerine Cenabı Hak, bunu bir kişinin iki kişiyle savaşması emriyle
kaldırdı ve bu ayeti indirdi.[123]
Allahü Teâlâ, düşmanı
korkutmak için hazırlık yapmayı emrettikten sonra, burada da, izzet ve şerefe
dayalı barışı emretmektedir. Eğer düşman korkudan dolayı barışa yanaşırsa,
onlarla barış kabul edilir. Çünkü savaş, düşmanı uzaklaştırmak, İslâm'ın
yayılması hürriyetini gerçekleştirmek, zulüm ve taşkınlığı önlemek için bir
zarurettir. Zaruret, ölçüsüne göre takdir olunur, barış yoluyla çözüm
güçleştiği zaman ona başvurulur.
[124]
Tam savaş hazırlığı
yapılıp cihada çıkılacağı sırada, düşman barışa yönelir, bunu savaşa tercih
ederse, devlet başkanının görüşüne göre, sulh kabul edilir. Zemahşerî şöyle
diyor: "Sahih olan, devlet başkanının İslâm'ın ve müslü-manların savaş ve
barıştaki yararını görmesine bağlıdır. Ne düşmanla mutlaka savaşılması, ne de
mutlak olarak barış içinde kalınması söz konusudur.[125]
Ayetin manası: Düşman
barışa, ya da mütarekeye yanaşırsa, sen de yanaş. Çünkü sen, barışa onlardan
daha yakınsın. Onlarla barış yap, Allah'a güven, işi O'na havale et. Onların
barışa yanaşmalarında, tuzaklarından ve sözlerinde durmamalarından korkma.
Çünkü Allah sana kâfidir, onların söylediklerini duyan, yaptıklarını bilendir.
Eğer barışı, güç
kazanmak ve hazırlanmak için bir hile olarak kullanmak isterlerse, Allah,
onların bu işinden seni korur. Onlara karşı sana yardım eder. Senin için O
yeterlidir.
Bu, barışın savaşa
tercih edileceği ve ondan üstün tutulacağı konusunda açık bir delildir. Çünkü
İslâm, barış, hidayet ve sevgi dinidir. Savaşa, ancak çok zorunlu haller ve
zorlayıcı sebepler altında başvurulur.
Onun için müşrikler,
Hudeybiye yılında Resulullah (s.a.)'le, aralarında dokuz yıl savaşılmamasını
da içeren bir barış istediklerinde -müslümanlar aleyhinde şartlar taşımasına
rağmen- Resulullah (s.a.) buna olumlu cevap verdi. İmam Ahmed'in oğlu Abdullah,
Ali b. Ebî Talib'in şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) şöyle
buyurdu: "Şüphesiz yakında ihtilâf veya başka şeyler olacak. Barış
yapabilirsen yap."
İbni Abbas ve bir grup
tabiinden nakledildiğine göre bu ayet, Tevbe süresindeki: "Kendilerine
kitab verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Rasulünün
haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din olarak kabul etmeyen
kimselerle, hakir ve zelil olarak kendi elleriyle cizye verinceye dek
savaşın" (Tevbe, 9/29) ayetiyle nesholunmuştur. Bu nokta üzerinde düşünmek
gerekir. Nitekim İbni Kesir şöyle der: Tevbe süresindeki ayette, buna imkân
olduğunda düşmanla savaş emri vardır. Düşman çok olduğu zaman ise, ayetin
işaret ettiği ve Peygamber (s.a.)'in de, Hudeybiye Günü yaptığı gibi, onlarla
barış yapmak caizdir. Bunda hiçbir çelişki, nesih ve tahsis yoktur.[126]
Sonra Cenab-ı Hak,
muhacir ve ensardan bütün müminleri desteklemekle peygamberine lütfettiği
nimetini zikrederek: "O, seni yardımıyla ve müminlerle
destekleyendir" buyuruyor. Yani, onların hile ve tuzağından korkma. Çünkü
Allah, seni ve müminleri yardımıyla destekledi, onları sana iman ve itaatta,
sana yardım ve destekte tek bir topluluk haline getirdi. Destek iki türlü oldu:
Doğrudan, bilinen sebepler olmaksızın yapılan destek; bilinen sebeplere bağlı
destek.
Sonra Allahü Teâlâ,
müminlere olan desteğini ve saflarını birleştirişini açıklayarak: "Onların
kalblerini birleştirdi" buyuruyor. Yani, Allahü Teâlâ onları cahiliyye
dönemindeki uzun süren çekişme ve savaşlar sonrası meydana gelen düşmanlık ve
kinden sonra -nitekim Ensar'dan Evs ve Hazrec'in durumu böyleydi- birbirine
ısındırmış, sana yardım etme hususunda birbiriyle yardım-laşan tek bir ümmet
haline getirmişti. Aralarındaki ihtilafları iman nuruyla gidermişti. Nitekim şu
ayet bu manayı destekler: "Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini de hatırlayın.
Hani siz düşmanlardınız da, O kalblerinizi birleştirmişti. İşte onun nimetiyle
kardeş olmuştunuz. Ve yine siz ateşten bir çukur kenarın-dayken oradan da sizi
O kurtardı. İşte Allah, hidayeti bulaşınız diye size ayetlerini böylece apaçık
bildiriyor" (Al-i İmran, 3/103).
Dünyadaki tüm malları
harcasaydın onların kalblerini birleştirmeye, fikir birliği etmelerine gücün
yetmezdi. Fakat Allah, onları imana hidayet buyurmakla, doğru yolda
birleştirmekle, bir düzeye getirdi, onları kudret ve hikme-tiyle birleştirdi.
Bu, zafere ulaşmanın
en önemli sebeplerinden birinin birleşmek ve söz birliği etmek olduğunu açık
olarak göstermektedir.
Birleştirme hem eski
cahili sürtüşmeleri, hem de İslâm'dan sonra ortaya çıkan -Huneyn'de ele
geçirilen ganimetlerin taksimi sırasında muhacirlerle en-sar arasında çıkan
ihtilaf gibi- anlaşmazlıkları gidermekle oldu. Sahihayn'da gelen bir rivayete
göre, Resulullah (s.a.) Huneyn ganimetleriyle ilgili olarak ortaya çıkan görüş
ayrılıkları üzerine, Ensara hitaben şunları söyledi: "Ey Ensar topluluğu!
Siz dalalet içindeydiniz. Allah benimle, sizi hidayete kavuşturdu. Fakirdiniz,
benimle sizi zengin etti. Ayrı ayrı idiniz, benimle sizi bir araya getirdi"
Hz. Peygamber her söylediğinde onlar: "Allah ve Rasûlü iyi olanı
yapar" dediler.
Bunun için Allahü
Teâlâ: "Fakat Allah, aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak
galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir" buyurdu. Yani şüphesiz Allahü Teâlâ
kuvvetlidir. Yaptıklarında üstündür. Aldatıcıların aldatması, tuzak kuranların
tuzağı, ona üstün gelemez. Kendisine tevekkül edenin isteğini boşa çıkarmaz.
İşlerinde ve hükümlerinde hikmet sahibidir.
Hafız Ebû Bekir
el-Beyhakî, İbni Abbas'ın şöyle dediğini zikreder: "Akrabalık bağının
kesildiği, nimetin inkâr olunduğu oldu. Fakat onların kalb yakınlığı gibisi
görülmedi. Nitekim Cenabı Hak: "Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan
harcamış olsan, yine onların gönüllerini birleştiremezdin" buyurmuştur.
Allahü Teâlâ,
düşmanların hile yapmak istedikleri zamanda Rasulüne yardım sözü verdikten
sonra, din ve dünya işlerinin hepsinde yardım ve zafer vaadetti. Bu, tekrar
değildir. Şöyle buyurdu: "Ey peygamber! Sana Allah yeter." Yani
Allah, onların yaptıklarından dolayı seni üzen durumlarda sana yeter. Düşmanına
karşı müminlerin sayısı az, onların sayısı çok da olsa, Allah senin ve sana
tabi olanların, sana inanan müminlerin yardımcısı ve destekleyicisidir.
Fakat Allah sana ve
müminlere, yardımıyla yeterli olsa da, bu, savaş için gerekli sebeplere
yapışmamayı, istenen vasıtaları almamayı ifade etmez. Allah'a buna güvenmenin
yanında, müminleri savaşa teşvik etmen de gerekir. Şüphesiz Allahü Teâlâ, cihad
yolunda nefislerini ve mallarını harcamak şartıyla, sana yeter.
Sonra Cenabı Hak:
"Eğer içinizde sabırlı yirmi (kişi) bulunursa, onlar iki-yüze galip
gelirler" buyurmuştur. Bundan murad haber vermek değildir. Aksine emir
vardır. Adeta Cenabı Hak: "Sizden yirmi kişi olursa sabretsinler ve savaşta
gayret sarfetsinler, iki yüze galip gelirler" buyurmuştur. Yani, sizden
sabreden, mevkilerinde sebat eden yirmi kişi olursa, iman, sabır ve
anlayışlarıyla bu üç haslet bulunmayan ikiyüz kâfire üstün gelir. "Çünkü
onlar, anlamaz bir topluluktur." Yani kâfirlerin hezimet sebebi, onların,
sizin bildiğiniz gibi, savaşın hikmetini bilmeyen bir toplum olmalarıdır.
Çünkü onlar, sırf üstünlük maksadıyla savaşırlar. Sizse, Allah'ın dinini
yüceltmek, inancı düzeltmek, putperestlikten temizlenmek, üstün ahlâkla
bezenmek, namaz kılmak, zekât vermek, iyiliği emir, kötülükten nehyetmek gibi,
Allah'a kulluk amaçları doğrultusunda savaşırsınız. Nitekim Cenabı Hak da
şöyle buyurur: "İman edenler, Allah yolunda savaşırlar, küfredenler de
tağut yolunda savaşırlar" (Nisa, 4/76); "Onlar eğer kendilerine
yeryüzünde bir iktidar mevkii verirsek dosdoğru namazı kılarlar, zekâtı
verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar" (Hac,
22/41).
Sonra onlar, öldükten
sonra dirilmeye ve cezaya inanmazlar. Sizse, iki güzel şeyden birini
beklersiniz. Ya ganimet ve zafer, ya da Allah yolunda şehidlik ve cennete
kavuşmak.
Ayette sabrederlerse,
müminler topluluğunun, kendilerinin on katı kâfire, Allah'ın yardımı ve
desteğiyle üstün geleceklerine ilişkin bir sözü ve müjdesi var. Yine,
müminlerin, savaşın amaçlarını kavrayan kimseler olacaklarına, Allah'ın
rızasını kazanacak şeyler yapacaklarına, insan hayatı ve milletlerin yükselmesi
için elverişli şeyleri kâfirlerden daha iyi bileceklerine işaret var. Kâfirler,
müşrikler, yahudiler ve Hristiyanlar ise maddecidirler. Savaştan maksatları,
şöhret ve diğer milletleri kendilerine boyun eğdirmektir.
Bir müslümanm on
kâfire karşı durması, müslümanların az olduğu ilk zamandaydı. Kendilerinden
yüksek, güzel işlerin en yüksek derecesi istendi.
Müslümanlar
çoğaldıktan sonra ise, ruhsat, kolaylık olan şeyler istendi. Şu ayet onun için
bu sorumluluğu hafifletti: "Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildiğinden,
sizden (yükü) hafifletti" Yani Allah bir müslümana, on kâfire karşı koymasını,
onlara karşı sebat etmesini emrettiği, bu da onlara ağır geldiği zaman, bu
mükellefiyeti en aşağı dereceye indirerek hafifletti. Bir kişinin iki kişiye
karşı koymasını emretti. Eğer sizden sabreden yüz kişi olursa, iki yüze üstün
gelir; bin sabreden kişi olursa, Allah'ın izni ve kudretiyle ikibin kişiye
üstün gelir. Allah daima yardımı, desteği ve korumasıyla sabredenlerin
yanındadır.
Buharî, İbni Abbas
(r.a)dan şöyle rivayet eder: "Sizden sabreden yirmi kişi bulunursa, iki
yüz kişiye üstün gelir" ayeti nazil olunca, bu durum, müslüman-lara ağır
geldi. Bunun üzerine bu yükü hafifleten ayet nazil oldu: "Şimdi Allah zaafınız
olduğunu bildiğinden, sizden (yükü) hafifletti."
Her iki halde de, az
olan müslümanlardan, kendilerinden daha çok bir topluma karşı koymaları
isteniyor. "Allah sabredenlerle beraberdir" sözü, müminleri zafer ve
galibiyetin gerçekleşmesi için sadece imana dayanmamak gerektiğini, imanla
beraber diğer sıfatların da -bunların en önemlileri sabır, sebat, daima maddî
ve manevî hazırlık, işlerin hakikatlarını ve cihadın maksatlarını bilmektir-
mutlaka bulunması gerektiğini ifade etmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'de fert
ve toplum olarak sebat edilmesi, sabredilmesi emri tekrarlanır: "Ey iman
edenler! Bir toplulukla karşılaştığınızda sebat edin." (Enfal, 8/45);
"Muhakkak Allah, kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bina gibi saf
bağlayarak çarpışanları sever." (Saff, 61/4); "Ey iman edenler!
Sabredin, sabır yarışı yapın. Sınırlarda nöbet beklesin. Allah'tan korkun ki,
kurtuluşa eresi-niz" (Âl-i İmran, 3/200); "Birbirinizle çekişmeyin.
Sonra korku ile zaafa düşersiniz, rüzgârınız gider. Bir de sabredin. Şüphesiz
Allah sabredenlerle beraberdir" (Enfal, 8/46).
[127]
"Eğer barışa
yanaşırlarsa, sen de yanaş..." ayeti, düşman yanaştığı takdirde barış,
anlaşma ve barış sözleşmesinin kabul edilmesini, Allah'a tevekkülü, yani
yapılan barışta işi, barışa yardımcı ve ahdi bozup vefasızlık yaptıkları zaman
zafere ulaştırıcı olması için- Allah'a havale etmelerini emretmektedir. Ayetin
sonunda Cenabı Hak: "Çünkü her şeyi hakkıyla işiten ve kemaliyle bilen
bizzat O'dur" sözüyle barışı bozmaktan yasaklama ve tenbihte bulunmuştur.
Çünkü Allahü Teâlâ, kulların kalblerinde gizlediklerini bilir, söylediklerini
işitir.
Bunda, İslam'ın,
barışı savaşa tercih ettiğine, sözleşmelere ve anlaşmalara bağlı kalınmasını
emrettiğine, haksızlık yapılmasını, hıyanet edilmesini haram kıldığına açık
işaret vardır.
Bu ayetin mensuh olup
olmadığı konusunda bilginler ihtilaf etmişlerdir. Katâde ve İkrime: "Haram
olan o aylar çıktığı zaman artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün"
(Tevbe, 9/5) ve: "Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topluca
savaşırlarsa, siz de onlarla topluca savaşın" (Tevbe, 9/36) ayetleriyle
neshedüdiğini, Tevbe sûresinin, "Lâ ilahe illallah" deyinceye kadar,
onlarla yapılan her türlü anlaşmayı neshettiğini söylemişlerdir, İbni Abbas
ise bunu: "Bu sebeple gevşeklik göstermeyin, sizler üstün iken (onları)
sulha davet etmeyin" (Muhammed, 47/35) ayetinin neshettiğini söylemiştir.
Bir grup bilgin de, bu
ayetin mensuh olmadığını, yarar görüldüğü zaman -devlet başkanı onlarla
anlaşmayı uygun gördüğü zaman- barış yapılması emrini içine aldığını
söylemiştir. O durumda, onlarla tam bir yıl barış yapılması caiz olmaz. Eğer
müşrikler kuvvetli olursa, müslümanların onlarla on yıllık barış yapması caiz
olur, daha fazlası caiz olmaz. Çünkü Resulullah (s.a.) Mekkeliler-le on yıllık
anlaşma yaptı. Sonra onlar, süre dolmadan anlaşmayı bozdular.
Müslümanlar, Ömer b.
Hattab (r.a) ve ondan sonraki birçok devlet başkanları zamanında, acem
ülkeleriyle öyle anlaşmalar yaptılar ki, onlardan alabildiklerini aldılar ve
-köklerini kazıma gücünde oldukları halde- sahip olduklarını da, yine onlara
bıraktılar.
Resulullah (s.a.)
Hayberlilerle birtakım şartlarla anlaşma yaptı. Onlar bu anlaşmaları bozdular,
o da onlarla barışı bozdu. Damri (Damra b. Bekr oğullarından), Ükeydir Duma
(Ükeydir b. Abdilmelik, Kindeli, Dume: Dumetü'l -Cendel- Dımeşk'a yakın bir
şehir) ve Necranhlarla barış yaptı. Kureyşle on yıllık barış anlaşması yaptı.
Halifeler ve Sahabe de bu yolu izledi.
Kısacası,
İbni-Arabî'nin söylediği gibi, müslümanlar kuvvet, izzet ve güç sahibi olduğu
zaman, barış yoktur. Eğer barışta müslümanların yaran varsa -bir yarar
sağlayacak veya bir zararı uzaklaştıracaksa- o zaman barış yapmakta herhangi
bir sakınca yoktur.
Daha önce İbni
Kesir"den naklolunduğu gibi, ayet mensuh olmadığı gibi, tahsis olunmuş da
değildir. Bu ayetle, savaş emreden ayetler arasında bir çelişki de yoktur.
Savaş güçlü olunduğu zaman, barış ise müslümanların güçsüz, düşmanın kuvvetli
olduğu, kuvvetlerimiz arasında denklik olmadığı zaman olur. Cassas da şöyle
der: Peygamber (s.a.), Medine'ye geldiği zaman Nadir, Be-nû Kaynuka ve Kurayza
gibi müşriklerle ve daha bazı müşrik kabilelerle and-laşma yaptı. Sonra Kureyş
ile Hudeybiye andlaşmasmı yaptı. Bu andlaşmaya Kureyş, Resulullah (s.a.)'in anlaşma
yaptığı Huzaa ile savaşıp bozuncaya kadar, sadık kaldı. Siyer ve gazve
tarihçileri bu hususta ittifak halindedir. Bu, müslümanlar çoğalmadan önceydi.
Müslümanlar çoğalınca, arap müşriklerden ya İslam'ı seçmeleri, ya da kılıca
razı olmaları istendi. "O müşrikleri nerede bulursanız öldürün"
(Tevbe, 9/5). Ehli Kitap'la da müslüman oluncaya, ya da cizye verinceye kadar
savaşılır: "Allah'a inanmayanlarla savaşınız." Barış emri, müşrikler
eğilim duyduğu zaman gerçekleşir.
İbnü'l-Arabi'nin de
dediği gibi, müslümanların ihtiyaç halinde düşmana karşı harcamak üzere mal
karşılığında barış yapmaları caizdir. Nitekim Peygamber (s.a.), Hendek savaşı
sırasında, Medine hurmalıklarının yarısını kendine vermek üzere, Uyeyne b.
Hısn ve diğer bazılarıyla anlaşma yaptı. Bunun üzerine Sa'd b. Muaz ile Sa'd b.
Ubade, Peygamber (s.a.)'e: 'Bunu, Allah emret-tiyse uygula. Sana emredilmemiş
bir şey ise, yani senin istek ve arzun ise yine başımız üstüne, bu husus sizin
düşünce ve tedbiriniz midir, bize söyleyin" dediler. Resulullah (s.a.):
"O kendi görüşüm ve tedbirimdir. Çünkü ben Arapların size karşı bir yaydan
ok attıklarını gördüm. Sizden onu bir müddet önlemek istedim" buyurdu. Sad
b. Muaz ile Sad b. Ubâde de: "Biz kâfirken onlar bizden bir hurmaya bile
tama göstermediler. Ancak satın aldılar, ya da misafirlikte kendilerine ikram
ettiysek yediler. Allah bize, sizi nasip ettikten sonra mı? Onlara ancak kılıç
veririz" dediler ve anlaşmanın yazılı olduğu sayfayı yırttılar.[128]
"Eğer onlar seni
aldatmak isterlerse..." ayeti, barış hükümlerinden birine işaret eder. O
da şudur: Eğer onlar, aldatma yoluyla barış yaparlarsa, bunun kabul edilmesi
gereklidir. Çünkü hüküm zahire göre verilir. Nitekim imanda da hüküm zahire
göredir.
"Onların
kalplerini birleştirdi" ayeti, arapların birbirlerine müthiş zıtlık
içindeki kalblerinin birleşmesi, Resulullah (s.a.)'in mucizelerindendir. Çünkü
onlardan biri bir tokat atıyor, o yüzden, ondan intikam almak için savaş çıkıyordu.
Bir kimse babasını, kardeşini dini sebebiyle öldürecek hale geldiği bir sırada
Allah, imanla onların aralarını kaynaştırdı.
Allahü Teâlâ,
peygamberini, müşriklerle barış yapması dolayısıyla iki halde (özel ve genel)
desteklemektedir. Bu tekrar kabilinden değildir. Birinci ayette: "Eğer
seni aldatmak isterlerse muhakkak ki Allah sana kâfidir' buyurulu-yor ki, bu
özel bir haldir, aldatma halidir. Yani yüce Allah, Resulullah (s.a.'fe,
düşmanların aldatmak istemesi halinde, yardım vaadetmiştir. İkinci ayette:
"Ey peygamber! Sana Allah yeter" buyuruluyor ki, bu da genel bir
haldir. Yani Allah, her halde sana yeter, sana yardım eder demektir. Ehl-i
Sünnet: "Onların gönüllerine sevgi verip birleştirendir" ayetiyle,
iman ve Peygamber (s.a.)'e uyma sebebiyle; kalp, inanç, irade ve kerametle
ilgili bütün hallerin, Allahü Te-âlâ'nın yaratmasıyla olduğuna istidlal
etmiştir"
[129]
Ayrıca bu ayet
arapların, cahiliyye döneminde sürekli bir düşmanlık ve şiddetli bir savaş
halinde olduklarına, birbirlerini öldürdüklerine, birbirlerine karşı baskın
düzenlediklerine; Allah'a, peygamberine ve ahiret gününe inandıktan sonra bu
düşmanlıkların kalkıp tam bir sevgi ve muhabbet hasıl olduğuna işaret
etmektedir.
Şüphesiz Allahü Teâlâ
yardımıyla, muhacir müminlerle peygamberini destekledi. Bu ayetde tek başına,
insanları İslâm'a davet eden Peygamber (s.a.)'in bir başka mucizesi oldu.
"Ey peygamber!
Müminleri savaşa teşvik et" ayeti, müslümanlann yüksek, üstün bir ruhla,
büyük bir kahramanlıkla, güzel bir sabır ve azimetle, hatta bir müslümanm ilk
başta on düşmana karşı durması ki bilahare Allah bunu sadece iki kişiye karşı
durması şeklinde hafifletti- gerektiğini göstermektedir.
Daha önce geçen İbni
Abbas'm sözü de buna delildir. Çünkü, düşmanın karşısında sebat etmek,
müslümanlarm üzerine farzdır. Bu konuda herhangi bir seçim hakları yoktur.
Artık onlara kendilerinin iki katı düşman karşısında yenilmeleri haram
olur." Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildiğinden, sizden hafifletti"
ayeti, her ne kadar haber kipiyle gelmişse de, emir ifade etmektedir. Emir ise
vücubu gerektirir. Çünkü hafifletme, haberde değil, emirde olur. Hafifletme
olduğuna göre -Cassas'm da dediği gibi- müslümanlarm ilk önce mükellef
tutuldukları şeyde nesh olmuştur. Gerçi onların tecrübeleri noksanlaş-mış,
sabırları azalmış değildi. Fakat aralarına, anlayış ve niyetleri onlar gibi
olmayan kimseler karışmıştı: "Zaafınız olduğunu bildiğinden" ayetiyle
de onlar kasdolunmaktadır.[130]
"Allah'ın
izniyle" sözü, galibiyetin ancak Allah'ın izni ve iradesiyle olacağına,
"Allah sabredenlerle beraberdir" sözü ise, Allah'ın sabredenleri
desteklediğine ve onlara yardım ettiğine işaret etmektedir.
"Çünkü onlar
anlamaz bir topluluktur" sözü, müslümanlarla düşmanlarının savaş
anlayışları arasında birtakım farklar bulunduğuna, o farkların galibiyet ve
yardım sebebini açıkladığına işaret eder. Farklar şunlardır:
1- Amaç
bakımından: Allah'a ve tekrar dirilmeye inanmayanın amacı, dünya hayatından
yararlanmak ve dünya mutluluğuna ulaşmaktır. Ona sarılır ve hırsla onu ister,
ölümden korkar. Mümin ise, mutluluğun bu dünyada tamamlanmadığını, ancak
ahirette tam olarak gerçekleşeceğine inanır. Dünya hayatına önem vermez,
kuvvetli bir kalb ve sağlam bir azimle cihada atılır, düşman çok da olsa, ona
karşı koyar.
2- Vasıta
bakımından: Kâfirler, kuvvet ve güçlerine dayanır, müslümanlar ise, dua ve
yakarışla Rablerinden yardım isterler, yardım ve zafer de onların olur.
3- Teşvik
bakımından: Şüphesiz kâfirin kalbi Allah'ın nurundan, ona imandan, ilim ve
marifetten uzaktır. Onun için, savaş sırasında korkak ve zayıf olur. Müminin
kalbi ise, Allah'ın nuruyla ve marifetiyle aydınlanır, onun için kalbi
kuvvetlenir, ruhu kemale erer, tereddüt ve zaaf duymadan yüksek bir ruhla
savaşa atılır.
[131]
67- Hiçbir peygambere, yeryüzünde ağır basıp
zaferler kazamncaya kadar esirler alması yaraşmaz. Sizler geçici dünya malını
arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah (sizin için) ahireti ister. Allah azizdir,
hüküm ve hikmet sahibidir.
68- Eğer Allah'ın
geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınıza karşılık herhalde size büyük bir azab
dokunurdu.
69- Artık elde
ettiğiniz ganimetten helal ve hoş olarak yeyin ve Allah'tan korkun. Şüphesiz
Allah, bağışlayıcı ve rahmet edicidir.
70- Ey Peygamber!
Elinizdeki esirlere de ki: "Eğer Allah'ın ilmine göre, kalb-lerinizde bir
hayır varsa, O size, sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar.
Allah, bağışlayıcı ve rahmet edicidir.
71- Eğer sana hainlik
etmek isterlerse, onlar daha önce Allah'a da hainlik etmişlerdi. O onlara
karşı imkân ve kudret vermişti. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet
sahibidir.
"Halbuki Allah,
ahireti ister": Allah ise onları öldürmeniz karşılığında sizin için
ahiret sevabı istiyor.
"Eğer Allah'ın
gemiş bir yazısı olmasaydı" Allah'ın, Levh-i Mahfuza geçmiş bir hükmü
(içtihadında hata edene azap etmemek, yahut siz günahlarınızdan Allah'a
istiğfar ederken size ve içinizdeki peygambere azap etmemek, yahut ganimetleri
ve esirleri kendinize helâl kılmanızdan dolayı azap etmemek) olmasaydı
"aldığınıza karşılık size büyük bir azap dokunurdu."
"O size, sizden
alınandan daha hayırlısını verir" Sizi ahirette mükafatlandırır.
"daha Önce
de" Bediiden önce de, onlar inkâr ile "Allah'a hainlik etmişlerdi.
O, onlara karşı imkân ve kudret vermişti" Allah sana, Bedir'de onlara
karşı güç vermişti. Onları öldürmüş ve esir etmiştiniz. Eğer verdikleri sözden
dönerlerse, aynısını beklesinler.
[132]
67. ayetin iniş sebebi
olarak: Ahmed b. Hanbel, Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet eder:
Peygamber (s.a.), Bedir savaşı esirleri hakkında ashabına: "Allah sizi
onlara karşı güçlü kıldı" diyerek istişarede bulundu. Ömer b. Hattab ayağa
kalkıp: "Ya Resulullah! Boyunlarını vurdur" diye görüşünü belirtti.
Re-sulullah (s.a.), onun bu görüşünü benimsemedi. Ebû Bekir kalktı:
"Onları affet, onlardan fidye al" dedi. Resulullah (s.a.), onun
görüşünü kabul ederek onları affetti ve onlardan fidye aldı. Bunun üzerine:
"Allah'ın bir yazısı olmasaydı.." ayeti nazil oldu.
Ahmed b. Hanbel,
Tirmizî ve Hâkim, İbni Mes'ud'un şöyle dediğini naklederler: Bedir esirleri
getirildiği zaman Resulullah (s.a.), ashabına: "Bu esirler hakkında ne
diyorsunuz?" diye sordu (hadisin gerisi yukarıda zikredildiği gibidir) ve
Kur"an ayeti Hz. Ömer'in görüşüne uygun olarak nazil oldu: "Hiçbir
peygambere, yeryüzünde ağır basıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması yaraşmaz."
Tirmizî, Ebû
Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu:
"Sizden önceki kimselere -ki onlar üstlerine gökten ateş inse onu yiyecek
durumdaydılar- ganimet helal kılınmamıştı." Bedir günü ise müslüman-lar,
henüz kendilerine ganimet helâl kalınmadığı halde ganimetlere daldılar. Bunun
üzerine Allah: "Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınıza
karşılık herhalde size büyük bir azab dokunurdu" ayetini indirdi.
İbni Münzir ise, Nafi'
vasıtasıyla İbni Ömer'in şöyle dediğini nakleder: Bedir esirleri konusunda
ashab ihtilaf etti. Peygamber (s.a.) Ebû Bekir ve Ömer ile istişarede bulundu.
Ebû bekir: "Onlardan fidye al", Ömer: "Onları öldür" dedi.
Bir sahabi: "Resulullah (s.a.)'i öldürmek ve İslâm'ı yıkmak istediler. Ebû
Bekir de kalkmış peygambere fidye almasını söylüyor" dedi. Bir başka
sahabi de: "Onların içinde Ömer'in babası, ya da kardeşi olsaydı, onların
öldürülmesini istemezdi" dedi.
Resulullah (s.a.), Ebû
Bekir'in görüşünü benimsedi ve onlardan fidye aldı. Bunun üzerine: "Eğer
Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınıza karşılık herhalde size büyük
bir azab dokunurdu" ayeti nazil oldu. Resulullah (s.a.): "Neredeyse,
Ömer'e muhalefet yüzünden, bize büyük bir azap dokunacaktı. Azap gelseydi,
ondan ancak Ömer kurtulurdu" buyurdu.
Rivayetlerin hepsi de
ittifakla, Peygamber (s.a.)'in Hz. Ebû Bekir'in görüşünü benimsediğine, Bedir
esirlerinden fidye aldığına işaret ediyor. İkinci ve dördüncü rivayetler,
Kur"an ayetinin Hz. Ömer'in görüşüne uygun olarak indiğini ifade ediyor.
Tirmizî'de bulunan ikinci rivayet ise ayetin, kendilerine helâl kılınmadan
önce, ashabın ganimetleri almaları sebebiyle indiğine işaret ediyor.
İbni Ebî Şeybe,
Tirmizî, İbni Merdûveyh ve Beyhakî'nin A'meş vasıtasıyla İbni Mes'ud'dan
naklettiği beşinci rivayette daha fazla açıklama var: İbni Mes'ud demiştir ki:
Bedir esirleri getirildiği zaman, Resulullah (s.a.): "Bu esirler hakkında
ne dersiniz?" buyuranca, Ebû Bekir: "Ya Resulullah! Onlar senin
kavmin, aslın. Onlara acı, onlara rıfk ile muamele et. Umulur ki Alah onların
tevbesini kabul eder" dedi. Ömer: "Onlar seni yalanladılar, seni
yurdundan çıkardılar. İzin ver, boyunlarını vurayım" dedi. Abdullah b.
Revaha: "Ya Resulullah! Bunları odunu bol bir vadiye koy, sonra da ateş
tutuşturup yak" dedi. Ab-bas da: "Senin, akrabanla ilgini
kestiler..." dedi. Resulullah (s.a.) sustu. Onlara cevap vermedi. Sonra
içeri girdi. Halk dışarıda konuşmaya başladı. Bazısı Ebû Bekir'in, bazısı Ömer'in,
bazısı Abdullah'ın görüşünü kabul eder, diyordu. Sonra insanların huzuruna
çıktı ve: "Allah bazı insanların kalblerini kaymaktan daha yumuşak, bazı
insanların kalblerini de taştan daha sert kılıyor. Ey Ebu Bekir! Sen:
"Bundan sonra kim bana uyarsa, işte o bendendir. Kim bana isyan ederse,
gerçekten sen gafur ve rahimsin" (İbrahim, 14/36) diyen Hz. İbrahim gibisin.
Ey Ebû Bekir, yine sen: "Eğer sen onları azablandırırsan, şüphesiz onlar
senin kullarındır ve eğer mağfiret edersen, yine şüphesiz sen Aziz ve Hakim olansın"
(Maide, 5/118) diyen İsa (a.s.) gibisin. Sen de Ey Ömer: "Ey Rabbimiz! Sen
onların mallarını yok et, kalblerini şiddetle mühürle ki, onlar o elemli azabı
görecekleri zamana kadar iman etmeyeceklerdir..." (Yunus, 10/88) diyen Musa
(a.s.) gibisin. Yine Ey Ömer: "Ey Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan
bir kimse bırakma" (Nuh, 71/26) diyen Nuh (a.s.) gibisin.
Sonra Resulullah
(s.a.): "Bugün siz fakru zaruret içindesiniz. Onlardan hiçbiri
kurtulamayacak; ya fidye verecek, ya da boynu vurulacak" buyurdu. İbni
Mes'ud der ki: Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Hiçbir peygambere, yeryüzünde
ağır basıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması yaraşmaz..."diye
başlayan ayetleri indirdi.[133]
Müslim ve Ahmed b.
Hanbel; İkrime b. İmare, İbni Abbas tarikiyla, ayet nazil olduktan sonra
Peygamber (s.a.)'in ve arkadaşı Ebu Bekir'in haliyle ilgili bir rivayet -bu
rivayete göre, ashabın çoğu fidye alınmasını tercih etmiştir-naklederler. İbni
Abbas der ki: Bana Ömer b. Hattab nakletti, dedi ki: Bedir günü, iki kuvvet karşılaştı.
Allah müşrikleri yenilgiye uğrattı. Müşriklerden 70 kişi öldürüldü, 70 kişi de
esir alındı. Resulullah (s.a.) Ebû Bekir, Ömer ve Ali ile istişare etti. Ebû
Bekir: "Ya Resulullah! Bunlar, senin amca çocukların, ailen, kardeşlerin.
Ben onlardan fidye alman görüşündeyim. Onlardan aldıklarınızı kâfirlere karşı
kullanırız. Umulur ki Allah, onları hidayete kavuşturur da bize destek
olurlar" dedi. Resulullah (s.a.); "Sen ne dersin Hattab oğlu?"
dedi. Ben de: "Vallahi ben, Ebû Bekir'in düşündüğü gibi düşünmüyorum.
Benim düşüncem şöyle: İzin ver, ben filancanın (Ömer'in yakını) boynunu, Ali,
Akü'in, Hamza kardeşi filancanın boynunu vuralım. Allah kalblerimizde, şu
müşrik liderlerine ve önderlerine karşı herhangi bir sevgi olmadığını
bilsin... Resulullah (s.a.) Ebû Bekir'in görüşünü benimsedi, benim görüşümü
benimsemedi ve onlardan fidye aldı.
Ertesi gün, Resulullah
(s.a.)'e gittim. Baktım ki o ve Ebû Bekir oturmuş ağlıyorlar. "Ya
Resulullah! Niçin ağlıyorsunuz? Bir sebep varsa ben de ağlarım, yoksa ağlar
görünürüm" dedim. Arkadaşlarının fidye almaktan dolayı neredeyse
karşılaşmak üzere oldukları azabı düşünerek ağlıyorum. Azabınız, bana şu
ağaçtan daha yakın olarak gösterildi. Allah şu ayetleri indirdi. "Hiçbir
peygambere, yeryüzünde ağır basıp zaferler kazanıncaya kadar fidye alması
yaraşmaz. Sizler geçici dünya malını arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah sizler
için ahireti ister. Allah azizdir, hüküm ve hikmet sahibidir." "Eğer
Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınıza karşılık herhalde size büyük
bir azab dokunurdu."
Özetle; asıl olan
esirlerin öldürülmesiydi. Fidye alınması ise Resulullah (s.a.)'in içtihadıydı.
Her ictihad, hata ve sevaba maruzdur. Fakat, Hz. Peygamberin içtihadı için
hatadan bahsedilemez.
İbni Münzir,
Katâde'den rivayet eder: Muhammed (s.a.)'in ashabı, Bedir savaşı esirleri
hakkında fidye istediler. Her esiri dörder bin karşılığında serbest
bıraktılar. Ebû Davud Musannafında, İbni Abbas'dan rivayet eder: Peygamber
(s.a.), Bedir Savaşı esirleri hakkında, cahiliyye dönemi fidye miktarını
uyguladı, dörtyüz aldı.
"Ey Peygamber!
Elinizdeki esirlere de ki..." (70. ayet) ayetin iniş sebebi olarak
Taberanî, Evsafta, İbni Abbas'dan rivayet ediyor: Abbas dedi ki: Bu ayet,
vallahi benim hakkımda nazil oldu. Resulullah (s.a.)'e müslüman olduğumu
Söyledim. Ondan, yanımda bulunan yirmi okka altınla hesabımı görmesini istedim,
karşılığında bana hepsi de zengin yirmi köle verdi...
Başka bir rivayette
daha çok açıklama var: Kelbî: "Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de
ki..." ayeti hakkında şöyle der: Ayet Abbas b. Abdi'l-Muttalib, Ukeyl b.
Ebi Talib ve Nevfel b. Haris hakkında nazil oldu. Abbas, Bedir savaşında esir
alınmıştı. Yirmi okka altını vardı. Onları yanma alarak, insanlara yemek
yedirmek maksadıyla Bedir'e gitmişti. Bedir savaşına katılanları doyurma işini
taahhüt eden on kişiden biriydi. Esir olunana kadar tevbe etmemişti. Resulullah
(s.a.) ondan onları aldı. Abbas şöyle demiştir: Benden aldığı yirmi okka altını
fidye olarak kabul etmesini söyledim. Kabul etmedi ve: "Bizim aleyhimize
hazırladığın bir şeyler vardı, onları vermedikçe olmaz" dedi. Bana, kardeşimin
çocuğu Akil b. Ebî Talib'in fidyesi için 20 okka gümüş vermemi teklif etti.
Vallahi beni, başkalarına muhtaç bir durumda bıraktın dedim. "Bedir'e çıkarken
Ümmül-Fadl'e verdiğin altınlar nerede? Hani ona: "Bana bir şey olursa
onlar; senin, Abdullah, Fadl ve Kussem'in olsun' demiştin" dedi. Ne
biliyorsun? dedim, Allah bildirdi dedi. Ravi der ki: Abbas: Şehadet ederim ki,
sen doğru söylüyorsun. Evet ben ona altın vermiştim, bunu Allah'tan başka kimse
de bilmiyordu. Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. Sen de
Allah'ın peygamberisin, dedi.
Abbas demiştir ki:
Allah bana, benden almandan daha hayırlısını verdi: Yirmi okka yerine, hepsi de
çok zengin yirmi köle. Rabbimizden mağfiret dilerim.[134]
İbni Hibban, İbni
Abbas'dan rivayet eder: Abbas ye arkadaşları Resulullah (s.a.)'e:
"Getirdiğin şeye inandık, şehadet ederiz ki, sen Allah'ın
peygamberisin" dediler. Bunun üzerine: "Eğer Allah'ın ilmine göre,
kalblerinizde bir hayır varsa, O size sizden alınandan daha hayırlısını
verir..." ayeti nazil oldu.
[135]
Ayetler, Bedir savaşı
münasebetiyle, savaş hükümlerini açıklayan bundan önceki ayetlerle
bağlantılıdır. Peygamber (s.a.) hakkındaki cihad hükümlerinden bir başka
hükmü, İslâm Devletinin kuruluşunun (İlk zamanlarında) esirlerle ilgili
öldürme hükmünü açıklamaktadır.
[136]
Peygamber için
İslâm'ın ve müslümanların izzetini göstermek, İslâm devletinin düşmanlarını
korkutmak ve hiç kimsenin İslâm devletini ele geçirme cesaretini göstermemesi,
zayıflatma ve aleyhinde gizli oyunlara yönelmemesi için kâfirleri öldürmedikçe,
daha işin başında, esirler hakkında iyilikte bulunma, ya da fidye alma yoluna
gitmesi, doğru ve uygun değildir.
Fidye kabulünü uygun
görenler, geçici dünya hayatını istiyorlar[137],
Allah ise sizin için sürekli ve cennete gitmenize sebep olan ahiret sevabını
istiyor. Ona götüren hükümleri size meşru kılıyor: Yeryüzünde, hak davayı
yükseltmek, adaleti hakim kılmak ve insanlık için eh yararlı nizamı
yerleştirmek için, yeryüzünde hakim olmayı sağlayan öldürme de bunlardandır.
Allah kuvvetli ve
üstündür, dostlarını düşmanlarına galip kılar, onlara imkân verir;
düşmanlarını öldürürler, esir ederler. İşlerinde ve emirlerinde hikmet sahibidir.
Hallerine uygun şeyleri meşru kılar: Müşrikler kuvvetli ve güçlü olduğu zaman,
düşmanların çoğunun öldürülmesini emretmesi ve fidye alınmasını yasaklaması
gibi. Böylece yüce Allah'ın buyurduğu gibi müminler şeref ve üstünlük sahibi
olurlar: "Halbuki şeref, üstünlük ve galibiyet Allah'ındır, Rasûlünündür
ve müminlerindir" (Münafikun, 63/8).
Allah'ın daha önce
yazılmış, yani önceden Levh-i Mahfuzda kayıtlı olan bir hükmü, içtihadında hata
edenin cezalandırılmayacağı hükmü olmasaydı... Çünkü bu görüş sahipleri,
kâfirlerin geri bırakılmakla, belki de tevbe edip müslüman olabilecekleri,
onlardan fidye alınmakla da müslümanların Allah yolunda cihad için güç
kazanacakları görüşündedirler. Onların öldürülmesinin, İslâm'ı daha
kuvvetlendireceğini, onların arkasındakileri daha da korkutacağını ve
kuvvetlerini daha zayıflatacağını bilmemektedirler.
Daha önce geçmiş olan
yazı, yani hükmün ya Bedir savaşına katılanlara azap edilmeyeceği, günahlarının
affedildiği, ya da bir kavme ancak kuvvetli bir delil ve açıklamadan, fidye
almayı yasaklayan bir beyandan sonra azab edeceği -daha önce bunu yasaklayan
bir emir gelmemiştir- yahut onlar kendilerine helâl kılınmadan ganimetleri
mubah kılmada acele edecekleri, halbuki Allah'ın onları kendilerine mubah
kılacağı hükmüdür.
Ey müminler! Bizim
size geçmiş bu ilâhi hükmümüz olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı, size büyük,
korkunç bir azab gelecekti. Burada, yaptıkları şeyin tehlikesinden dolayı
onlar için korkutma vardır.
Allahü Teâlâ onları,
fidye aldıkları için azarladıktan sonra; burada fidyeyi onlar için mubah
kılınan ganimetlerden kıldı: "Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş
olarak yiyin..." Yani, size ganimetleri mubah kıldım. Dolayısıyla ganimet
olarak aldığınız fidyeden yeyin. Bu, sizin için helâldir. Bunun faydası, o
azardan sonra ya da ilk önceki milletlere haram edilmiş olması sebebiyle, onların
ruhlarında meydana gelen endişeyi gidermektir.
Allah'ın emirlerine
aykırı davranmaktan sakının, O'nun emir ve nehyinden hiçbirine muhalefet
etmeyin, bundan sonra artık masiyet işlemeyin. Şüphesiz Allah, fidye almak
suretiyle işlediğiniz günahlarınızı bağışlar, aldığınız şeyi size mubah
kılmakla merhamet eder. Kullarının tevbesini kabul edip günahlarını affetmesi
de O'nun rahmetidir.
Kısacası, esirlerden
fidye alınması, ya da bir şey alınmadan serbest bırakılmaları, ancak düşmana
karşı açıkça üstünlük sağlandıktan ve İslâm Devletinin düşmanlara heybetini
ispatladıktan sonra olabilir.
Resulullah (s.a.)'in,
fidye alması esirlere ağır gelince: "Ey peygamber! Elinizdeki esirlere de
ki..." ayeti nazil oldu. Bununla, onları küfürden korkutup, dünya ve
ahiret hayrını açıklamakla İslâm'a teşvik maksadı güdülüyordu.
Ayetin manası: Ey
peygamber, sizin elinize düşüp de kendilerinden fidye aldığınız müşrik esirlere
de ki: Eğer Allah'ın ilminde şu anda, ya da gelecekte sizin küfürden ve bütün
masiyetlerden tevbe edip inanacağınız, ihlâs ve güzel niyetle, Allah'a ve
Rasûlüne itaat edip -Peygambere yardıma ve onunla savaşmaktan vazgeçmeye
azmetmek gibi- kulluk edeceğiniz yazılı ise, sizden fidye olarak alınandan daha
hayırlısını size verir, sizdeki şirk ve günahları mağfiret buyurur. Allah
günahlarından tevbe edenleri bağışlar, müminlere merhamet eder. O, onlara
başarı vermekle ve saadete kavuşturmakla yardım eder.
İbni Abbas, bu ayetteki
esirlerden amacın Abbas ve arkadaşları olduğunu söylemiştir. Onlar, Resulullah
(s.a.)'e: "Resulullah'm getirdiklerine inandık, şe-hadet ediyoruz ki sen,
Allah'ın peygamberisin, seni kavmine karşı mutlaka koruyacağız" dediler.
Bunda İslâm'ı açıklamaya,
Hz. Peygamber(s.a)'in davetini kabule teşvik vardır. Ey Muhammedi Eğer o
esirler, müslümanlıklarını ve barış yaptıklarını açıkladıktan sonra, seninle
yaptıkları barışı bozarak sana hıyanet etmek isterlerse, onların hıyanetinden
korkma. Çünkü onlar, Bediimden önce de küfürle ve Allah'ın "Rabbin: 'Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?" demiş, onlar da: 'Evet Rab-bimizsin'
demişlerdi" (A'raf, 7/72) ayetinde belirttiği insanoğlundan aldığı mi-sakı
bozmakla Allah'a hıyanet ettiler. Halbuki O, varlığına işaret eden kevnî ve
aklî deliller ortaya koydu. Onlara, düşünen kimseleri gerçekten Allah'ın
birliğine yönelten akıl verdi.
Bedir Günü, seni
onlara karşı güçlü kıldı. Tekrar hıyanete dönerlerse, yine seni onlara güçlü
kılacak; sen de onları yenilgiye uğratacaksın.
Allah onların
niyetlerini bilici, yaptığında hikmet sahibidir, kâfirlere karşı müminlere
yardım eder.
Bunda, Hz. Peygambere
yardım vaad etmek ve kâfirleri yenilgiyle korkutmakla, Hz. Peygamberi teselli
vardır. Çünkü Allah, varlık alemindeki her şeyi bilen, bütün insanları kontrol
altına alan, istediğini gerçekleştirmeye gücü yetendir.
[138]
"Hiçbir
peygambere... yaraşmaz" ayeti, Bedir günü nazil oldu. Allahü Te-âlâ'dan
Resulullah (s.a.)'in ashabına yönelen bir azardır. Bu ayetten anlaşılan mana,
peygamber ağır basmadan ve karşı tarafa büyük bir korku vermeden bunu yapmanız
size yakışmaz demektir.
Bu ayet, Hz. Ömer'in
görüşüne uygun olarak nazil olan ve sayıları otuzu aşan ayetlerden biridir.
Bu hüküm, İslâm
devletinin kuruluşunun başlangıç dönemine uygundu. Şüphesiz her devlet için,
kuruluşunun başında maslahat ve devletin kurulup olgunlaşması için gerekli
birtakım hükümler ve şartlar olacaktı. Savaş suçlusu düşman esirlerinin
öldürülmesi hükmünün meşru olması da bunlardandır. Ancak içte yapılan bir
devrimden sonra, milletin birbirini kırması, öldürmesi meşru değildir.
Aslında Resulullah
(s.a.)'in davranışı da, iki meşru işten -öldürmek ve fidye almak- birini
tercih etmekten ibaretti. Ne var ki bu, evla olana (daha uygunu tercihe)
aykırıydı. Bunda da bazılarının anladığı gibi peygamberlerin masumluğuna
dokunan bir şey yoktur. Çünkü masumluğa dokunma, peygamberin sarih bir nassa,
ya da mevcut bir emre muhalefet etmesi durumunda olabilir. Halbuki ortada
öldürmeyle ilgili bir nas ve emir yoktu. Resulullah (s.a.) sahabeyle istişare
etmişti. Çünkü onun sahabi ile istişare arzusuyla, nassın hükmünü terketmesi
hiçbir halde caiz olmazdı.
Resulullah (s.a.)'in
ağlamasına gelince, bu içtihadında hata etmesi sebebiyle olabilir. Çünkü
ebrarm hasenatı mukarrebinin seyyiatıdır.
Bununla beraber, Bedir
esirlerinden iki veya üç kişi öldürüldü: Nadr b. Haris, Ukbe b. Ebî Muayt ve
Tu'ma b. Adiyy,. Aşırı öldürme olmadı. Buna rağmen bazı müsteşrikler, bunu
eleştirirler. Ya bir de içlerinde Hz. Peygam-ber(s.a)'in amcası Abbas'm ve
amcası oğlu Akil b. Ebî Talib'in de bulunduğu yetmiş esirin hepsi de
öldürülseydi kimbilir ne derlerdi...
Taberî'nin müsned
olarak rivayet ettiğine göre, Resulullah (s.a.) ashabına şöyle dedi: "Eğer
isterseniz esirlerin fidyelerini alırsınız, sizden de savaşta onların sayısı
kadar -70 kişi- öldürülür. Eğer dilerseniz onlar öldürülür, siz de kurtulursunuz."
Ashab: "Bizden 70 kişi şehit düşse de, fidye alacağız" dedi.
Öldürülme ile, fidye
alınma arasında bir seçim hakkı varsa: "Herhalde size büyük bir azap
dokunurdu" ayetinde nasıl azarlama olabilir diye bir soru sorulursa,
cevaben şöyle denir: Azarlama başta onlar fidye aldıkları için, muhayyerlik
ise, daha sonra oldu.
"Eğer Allah'ın
geçmiş bir yazısı olmasaydı..." ayetinin manası, Allahü Te-âlâ hiçbir
kavme, sakınacakları şeyi onlara açıklamadıkça azap etmez, demektir.
İbnü'l-Arabî ve Kurtubî'nin görüşüne göre, "Allah'ın geçmiş
yazısı"hakkın-daki görüşlerin en sahihi, ganimetlerin helâl kılınmış
olması görüşüdür. Çünkü bizden önceki ümmetlere ganimetler haramdı. Bedir Günü
olunca insanlar ganimetleri istedi, bunun üzerine Allah: "Eğer Allah'ın
geçmiş bir yazısı olmasaydı..." ayetini indirdi.
Bu ayet, ganimetin
helâl kılınması ve şefi izin olmayan şeyi işlemenin azabı gerektirmesi hakkında
olduğu için İbnü'l-Arabî, ayetten şöyle bir hüküm çıkarmıştır: Bir kul bir şeyi
haram inancıyla işlese -halbuki o, Allah'ın ilminde helâldir- ona herhangi bir
ceza yoktur. Meselâ bir kadın, "Bugün benim hayız günüm" diyerek iftar
etse, oruç tutan kimse, "Bugün yolculuk sırası bende" deyip iftar
etse, sonra da bizzat hayız ve yolculuk gerçekleşse, bu gibi halde onlara
keffaret gerekmez. Çünkü o gün, Allah katında haram değildir. Orucun tutulması
Allah'ın ilminde haram olmayan bir zamana rastlamıştır. Bu şunun gibidir: Bir
erkek hanımı olmadığına inanarak, bir kadınla cinsi münasebette bulunmak istese
ve sonra da onun hanımı olduğunu görse, o kimseye bir ceza gerekmez. Bu, Ebû
Hanife'nin görüşüdür. Maliki ve Şafiî mezhebinde meşhur olan görüşe göre, onda
keffaret vardır.[139]
"Eğer Allah'ın
geçmiş bir yazısı olmasaydı..." ayetinin, Razî'ye göre tercih edilen
manası: Allahü Teâlâ bu olaydan dolayı bağışlanmalarına hükmetme-seydi, onlara
elbette büyük bir azab dokunurdu, demektir.
"Artık elde
ettiğiniz ganimetten yeyin" ayetinin zahiri manası, ganimetin tümünün
gazilerin mülkü olmasını ve onda hepsinin eşit payının bulunmasını gerektirir.
Ancak: "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız şeyin beşte biri
Allah'ın..." (Enfâl, 8/41) ayeti, ganimetin beşte birinin ayrılıp sayılan
yerlere harcanması gerektiğini açıklar. Ayrıca ayette daha önce yasak olan
ganimetlerin mubah kılındığı açıklanmaktadır. Tirmizî'nin Ebû Hureyre'den
rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a,) şöyle buyurmuştur: "Sizden önceki
kavimlerden hiç birine ganimet helâl kılınmadı."
"Ey Peygamber!
Elinizdeki esirlere de ki..." ayeti, müminlere, esirleri imana teşvik
etmeleri gerektiğini anlatıyor ve maddî ve manevî sebeplere yapıştıklan sürece,
müşriklere karşı kendilerine yardımın süreceği müjdesini kapsıyor.
Buharî, Enes'ten şu
rivayeti yapmıştır: "Ensar'dan bazısı Resulullah (s.a.)'e gelerek, Bedir
Savaşında müşrik esirler içinde bulunan, Peygamberin amcası Abbas'm fidyeden
muaf tutulmasını isteyip: "Bize izin ver, yeğenimizden -Abbas'ın ninesi
ensardandı- fidye almayalım, dediklerinde, Resulullah (s.a.): "Ondan bir
dirhemini bile almamazlık etmeyin" buyurdu.
Bir esirin fidyesi,
yirmi okka altındı. Buna rağmen Resulullah (s.a.) ona -varlıklı olduğu için-
yüz, Ukayl'a seksen okka fidye belirledi. -Abbas; "Bunu akraba olduğumuz
için mi yaptın?" diye sordu. Bunun üzerine Allahü Teâlâ: "Ey
peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: "Eğer Allah'ın ilmine göre,
kalblerinizde bir hayır varsa, o size sizden alınandan daha hayırlısını verir"
ayetini inzal buyurdu. Abbas müslüman olduktan sonra şöyle demiştir: "O
size, sizden alınandan daha hayırlısını verir" ayeti dolayısıyla, keşke
benden kat kat almasını isteseydim...
İbnü'l-Arabî der ki:
Müşriklerden bir kısmı esir alınınca, müslüman olduklarını söylediler. Fakat
bunu uygulamadılar, kesin bir şekilde itiraf da etmediler. Bu tutumlarıyla
onlar, müslümanlara yaklaşmak, müşriklerden de uzaklaşmamak istiyorlardı.
Bunun üzerine, bu ayet nazil oldu.
Malikîlere göre, eğer
kâfir diliyle kalbden inandığını söyler, bunu karar haline getirip uygulamazsa,
mümin olmaz. Aynı durum, müminde olursa, kâfir olur. Ancak kişinin önüne
geçemediği vesvese hali bundan müstesnadır. Çünkü Allah, onu affeder.
Allah, Rasûlüne
hakikati açıklamış: "Eğer onlar seni aldatmak isterlerse..."
buyurmuştur. Bu, onların sözü bir aldatma ve hıyanet ise demektir. "Onlar,
daha önce Allah'a da hıyanet etmişlerdi". Küfürlt-riyle sana tuzak hazırlamakla,
seninle savaşmalarıyla... Fakat Allah, onlara karşı sana imkân verdi. Onların
sözü hayırlıysa ve Allah'ın ilminde de varsa, bunu onlardan kabul eder. Onlara,
onlardan çıkan yerine daha hayırlısını verir, geçmiş küfürlerini, hıyanet ve
tuzaklarını bağışlar.[140]
"O size, sizden
alınandan daha hayırlısını verir" ayetindeki "daha hayırlı"
kelimesi, dünya ve ahiret hayrını içine alır. Dünya hayrı, Allah'ın onlara, onlardan
alınandan daha üstününü vermesi; ahiret hayrı ise, onlara sevap verip cennete
koymasıdır. Bu hüküm, bütün esirleri içine alır.
[141]
72- İman edip hicret
edenler, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenlerle, barındırıp
yardım edenler, işte onlar birbirlerinin velileridirler. İman edip de hicret
etmeyenler ise, hicret edene kadar, sizin onlara hiçbir velayetiniz yoktur.
Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterse, yardım etmek üzerinize vacib
olur. Ancak sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavim aleyhinde değil.
Allah, yapmakta olduğunuzu hakkıyla görücüdür.
73- Kâfir olanlar da birbirlerinin
velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir
fesat olur.
74- İman edip de Allah
yolunda hicret ve cihad edenler ve barındırıp yardım edenler: İşte gerçek mümin
olanlar bunlardır. Onlar için mağfiret ve (cennette) bitmez tükenmez bir nzık
vardır.
75- Sonra iman edip de
hicret ve sizinle beraber cihad edenler ise: Onlar da sizdendir. Hısımlar,
Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz Allah, her şeyi
hakkıyla bilendir.
73. ayette geçen
"tekün" kelimesi, habere ihtiyacı olmayan tam fiil,
"fitne-tün" kelimesi de onun failidir. Mana şöyle olur: Eğer size
emrettiğim, müslü-manlarm birbirleriyle ilgilerini kesmemeleri, hatta
müslümanlığı akrabalıktan üstün tutarak birbirlerini veli edinmeleri gibi
hususlara dikkat etmez, sizinle kâfirler arasındaki ilgiyi kesmez, akraba
olursanız, yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad olur. Çünkü müslümanlar, şirke
karşı tek bir güç olmazlarsa, şirk üstün gelir, fesat artar.[142]
"İman edip hicret
edenler,., ile" Dar-ı Harp ve Dar-ı Küfür olan Mekke'yi terkedenler, Dar-ı
İslâm olan Medine'ye gidenler, "barındırıp" Peygamber (s.a.)'i
yerleştirip konuk ederek "yardım edenler." Yani Ensar "işte
onlar, birbirlerinin velileridirler." Aslında velayet, işe sahip olmak,
ona hükmetmek, onu idare etmek manasınadır.
"İman edip de
hicret etmeyenler ise... sizin onlara hiçbir velayetiniz yoktur." Yani
sizinle onlar arasında hiçbir miras yoktur. Ganimette onların hiçbir payı
olamaz. Hicretle birbirine vâris olma keyfiyeti, ilk dönemde idi. Sonra sûrenin
sonuyla nesh olundu. Birbirine vâris olmak, akrabalık bağıyla oldu.
"Kâfir olanlar da
birbirlerinin velileridir." Sizinle onlar arasında hiçbir miras yoktur.
"Eğer siz bunu yapmazsanız" Müslümanları dost edinip kâfirleri zelil
etmezseniz. 'Yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur." Küfrün
kuvvetlenmesi ve İslâm'ın zaafa uğramasıyla büyük bir fitne olur.
"Allah'ın
kitabınca": Levh-i mahfuzda.
"Şüphesiz Allah,
her şeyi hakkıyla bilendir": Mirasın hikmeti de bu cümledendir. Hicrette
vâris olmaktan rahim akrabalığı yoluyla vâris olmaya kadar şeyler. Bunlar Nisa
sûresinde açıklanmıştır.
[143]
73. ayetin nüzul
sebebi:
İbni Cerir et-Taberî
ve Ebu'ş-Şeyh İbn Hayyan, Süddî vasıtasıyla Ebû Ma-lik'in şöyle dediğini
nakletmektedirler: Bir adam "Müşrik yakınlarımıza vâris olabilir
miyiz?" dedi. Bunun üzerine: "Kâfir olanlar da birbirlerinin
velileridir" ayeti nazil oldu.
75. ayetin nüzul
sebebi:
İbni Cerir,
İbnü'z-Zübeyr'in şöyle dediğini nakleder: Bir adam, diğer bir adamla: "Sen
bana vâris olursun, ben sana vâris olurum" diye anlaşma yapıyordu. Bunun
üzerine: "Hısımlar, Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar..."
ayeti nazil oldu.
İbn Sa'd, Urve'nin
şöyle dediğini nakletmiştir: Resulullah (s.a.) Zübeyr b. Avvam ve Ka'b b.
Malik'i birbirleriyle kardeş yaptı. Zübeyr şöyle anlatır: "Uhud'da, KaVm
yaralandığını gördüm ve: "Ölüp dünyadan ve dünya ehlinden ilgisini kesse
de ona vâris olsam" dedim. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: "Hısımlar
Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz Allah, her şeyi
hakkıyla bilendir." Bundan sonra miras, yakınların, akrabanın oldu ve din
kardeşliği yoluyla miras kalktı.
[144]
Allahü Teâlâ,
kâfirlerle yapılacak savaş ve barışın kurallarını, esirlere yapılacak
muamelenin hükmünü açıkladıktan sonra, sûreyi İslâm yakınlığı ve onun küfür
yakınlığından farkıyla bitiriyor. Bu da, kâfirlerin birbirlerine velayetlerine
karşılık, müminlerin birbirlerine velayetlerini ve kâfirlerle olan anlaşma ve
sözleşmelerini, sözleşme süresince korumalarıdır.
[145]
Ayetler, kâfirlerin
karşısında müminleri dört kısımda topluyor:
1- Bedir
savaşından önce Hudeybiye barışma kadar hicret eden ilk muhacirler.
2- Ensar:
Muhacir din kardeşlerini barındıran Medineliler.
3- Hicret
etmeyen müminler.
4- Hudeybiye
barışından sonra hicret eden müminler.
Birinci sınıf, bu
bölümdeki birinci ayetin başında zikredilenlerdir. Bunlar, Allah'a ve
peygamberine iman eden, Bedir savaşından önce, hicrî altıncı yılda yapılan
Hudeybiye barışma kadar hicret edenlerdir. Evlerini ve mallarını Mekke'de
bırakıp Allah ve Rasûlüne yardım için gelenler, mallarını ve canlarını Allah
yolunda harcayanlardır. Bu sınıf en üstün ve en mükemmel sınıftır. Allah onları
iman etmek ve Peygamber (s.a.)'in getirdiği her şeyi tasdik etmekle,
müşriklerin fitnesinden kaçıp Allah'ı hoşnut etmek, peygamberine yardım etmek
için evlerinden, yurtlarından hicret etmekle, mallarıyla ve canlarıyla Allah
yolunda cihad etmekle vasıflandırmıştır.
Malla cihad: Malı,
yardımlaşma, hicret, Allah'ın dinini koruma -at ve silah için harcama gibi-
müslümanlarm ihtiyaçlarını karşılama konularında harcamadır.
Canla cihad: Düşmanla
savaşma, onlara üstünlük sağlama, onlara önem vermemedir. Zorluklara katlanmak,
eziyet ve sürekli baskılara sabretmektir.
Malla cihadın canla
cihaddan daha önce anılması, onun gerekli olan ihtiyacı gidermede daha
öncelikli olması ve canla cihadın ona bağlı bulunmasm-dandır.
Kısaca, ilk muhacirler
dört sıfatla vasıflandırıldılar: a) Allah'a,
meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe iman, b) Hicret, c) Cihad, d) Bu işleri
ilk yapanlar olmak.
İkinci sınıf,
peygamberi ve kendilerine hicret edip gelenleri barındıranlar, onlara yardım
edenlerdir. O zaman Medine, İslâm'ın başkenti ve İslâm davetinin merkezi,
ensarla birlikte Allah'ın dinine yardım etmeye çalışan, onlarla birlikte
savaşan muhacirlerin sığınağı idi. Ensar, mallarını muhacirlerle paylaştı,
onları kendilerine tercih ettiler ve faziletçe birinci sınıftan sonra ikinci sırayı
aldılar.
Sonra Allahü Teâlâ,
iki sınıfı birbirlerinin velisi olarak nitelemiştir. Onlar diğer kardeşinin
işlerini kendi işleri gibi görüyordu. Çünkü onların hakları ve yararlan
ortaktı. Onun için Resulullah (s.a.) muhacirlerle ensan kardeş yapmıştı. Bu
kardeşlikle, akrabalıktan önde bir verasetle birbirlerine vâris oluyorlardı.
Nihayet, muhacirler ticaret gibi konularda kuvvetlenince, Sahihu'1-Bu-hari'de
İbni Abbas'tan sabit olduğu gibi, Allahü Teâlâ mirasta bu hükmü nes-hetti. İmam
Ahmed, Cerir b. Abdillah el-Becelî (r.a)'m şöyle dediğini rivayet eder:
Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Muhacirler ve ensar, birbirlerinin
velileridir. İslâmiyeti zorla kabul edenler Kureyş'ten, hürriyete kavuşmuş
hürler Sa-kiftendir. Bu ikisi, kıyamete kadar birbirlerinin
velileridir..."
[146]
Önceleri muhacirlerle
ensar arasındaki veraset, akrabalığın ötesinde, müslüman olmak ve hicret etmek
dolayısıylaydı. Medine dışındaki müslüman, Medine ve çevresindeki müslümana,
ancak Medine'ye hicret ederse vâris olabiliyordu. Aralarındaki veraset din
kardeşliğine dayanıyordu.
Böylece muhacirlerle
ensar arasındaki velayet savaşta, verasette ve kâfirlerle aralarındaki bütün
ilişkilerinde geneldi. Ebû Bekir el-Asam: "Ayet muhkemdir, mensuh
değildir. Velayetle murad, yardımdır" demiştir.
Allahü Teâlâ,
Kur'ân'ın diğer ayetlerinde muhacirleri ve ensan şu şekilde övmektedir:
"Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi
olanlar: Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da O'ndan razı olmuşlardır. Bunlar
için orada ebedî kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı.
İşte bu en büyük kurtuluştur" (Tevbe, 9/100); "Andolsun ki Allah, peygamberini
içlerinden bir grubun gönülleri neredeyse eğrilmek üzere iken güçlük zamanında
ona tabi olan muhacirlerle ensarı da tevbeye muvaffak etti ve sonra onların bu
tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, onlar için çok esirgeyici, çok
bağışlayıcıdır" (Tevbe, 9/117); "(Fey) hicret eden fakirlere
(muhacirlere) aittir. Onlar, Allah'tan fazl ve hoşnutluk ararlar. Allah'a ve
Peygamberine yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır.
İşte bunlar sadıkların ta kendileridir. Onlardan önce yurt ve iman edinmiş
kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden
dolayı kalblerinde bir ihtiyaç bulmazlar. Kendilerinde bir ihtiyaç bulunsa
bile, kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa,
işte onlar felah bulanların ta kendileridir" (Haşr, 59/8-9).
Ayetlerin zahirî
manaları, muhacirlerin ensardan üstün olduğunu ifade etmektedir. İbni Kesicin
dediği gibi, alimler bunda ittifak halindedirler. Ebû Bekir el-Bezzar,
Müsned'inde Huzeyfe'den şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.) beni
hicretle yardım arasında muhayyer kıldı, ben hicreti tercih ettim."
Üçüncü sınıf hicret
etmeyen müminlerdir. Nitekim Allahü Teâlâ, şu ayetinde onları zikrediyor:
"İman edip de hicret etmeyenler ise, hicret edene kadar, sizin onlara
hiçbir velayetiniz yoktur." Yani, Peygamber (s.a.)'in peygamberliğini
tasdik eden fakat Mekke'den Medine'ye hicret etmeyen Daru'1-Harp Ye Daru'l-Şirkte
müşriklerin hükmü altındaki müminlerin, Daru'l-İslâm'daki müminlere velayet
hakları yoktur. Kâfirler, Daru'l-İslâm halkından birini esir ederse, o, bu
diyarın hükmüne tabidir. Çünkü Daru'l-İslâm'la Daru'1-Harp arasında velayet
olmaz. Ancak bunun tek istisnası yüce Allah'ın: "Eğer onlar din hususunda
sizden yardım isterse..." sözüyle belirttiği durumdur. Bu, kâfirlere karşı
-kâfirler onlarla savaştıkları, ya da dinlerinden dolayı işkence ettikleri
zaman- onlara yardım etmektir. Ancak bu kâfirler, kendileriyle anlaşma bulunan
kimseler ise, bu anlaşmaya sadık kalmak gerekir. Çünkü İslâm, sözleşmeyi
bozarak hıyanet yapmayı mubah görmez. Bu, İslâm'ın ve onun âdil, yüce ve eşsiz
dış siyasetinin temel hükümlerinden biridir.
Yüce Allah:
"Allah yaptıklarınızı görücüdür" sözüyle anlaşmayı bozmaktan
sakındırıyor. Bu sözün manası şudur: Şüphesiz Allah, bütün işlerinizden
haberdardır. Öyleyse cezasına uğramamak için, sizin için belirlediği sınırları
aşmayın.
Kısacası, kâfirlerle
olduğu gibi, Daru'l-İslâm'daki müminlerle, hicret edemeyen müminler arasında
bütünüyle bir ilişki kesikliği yoktur. Eğer sizden yardım isterlerse, onları
yardımsız bırakmayın.
Muhacirlerle ensar
arasındaki yardımlaşmayı kuvvetlendirip müminlerin kâfirlere karşı tek saf
olmaları ve dostluklarını kesmeleri için Allahü Teâlâ kâfirlerin halini
zikrediyor: "Kafirler de birbirlerinin velileridir..." Yani kâfirler
bir bütün olarak, müslümanların karşısında tek bir millettir. Müslümanlarla
savaşta ayrı ayrı millet ve birbirlerine düşman da olsalar, birbirleriyle
yardım-laşırlar, birbirlerine yardım ederler. Nitekim tarih bunun şahididir.
Yahudiler, müminlere karşı müşriklere yardım ettiler. Hatta bunun için,
müslümanlarla olan sözleşmelerini bozdular. Bu da, kendilerine savaş açılmasına
ve Hay-ber'den köklerinin sökülerek atılmalarına sebep oldu. Tarih boyunca
bütün yüzyıllarda, müşriklerle dinsiz materyalistler, Yahudi ve Hristiyanlar
aynı safta, İslâm'a ve müslümanlara düşmanlıkta bir ve beraber olmuşlardır.
Kâfirlerin bir safta,
müslümanların da onların karşısında başka bir safta olması, dini inanç
farklılığı yüzünden, dört mezhebin de ittifakıyla, verasete engeldir. Müslüman
kâfire, kâfir de müslümana vâris olamaz. Hakim'in, Müs-tedrek'inde Üsâme'den rivayet
ettiğine göre, Peygamber (s.a.): "İki millet birbirlerine vâris
olamazlar: Müslüman kâfire, kâfir de müslümana vâris olamaz" buyurdu,
sonra da: "Kâfir olanlar da birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu
yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur" ayetini okudu.
Nesâî dışında diğer beş hadis kitaplarının sahipleri de Üsâme b. Zeyd'den şunu
rivayet ederler: "Müslüman kâfire, kâfir de müslümana vâris olamaz."
Kâfirlerin
birbirlerine vâris olmaları ise, ulemanın çoğunluğuna göre caizdir. Çünkü:
"Kâfirler birbirlerinin velileridir" ayetine göre küfür, vâris
olmakta tek bir millettir. Malikîlere göre ise, dinleri farklı olduğu zaman
-birinin yahu-di, diğerinin Hristiyan olması gibi- kâfir kâfire vâris olamaz.
Çünkü bu iki din, birbirinden farklıdır. Yine bu ikisi -yahudi ve Hristiyan-
müşriğe, müşrik de bu ikisine vâris olmazlar. Çünkü daha önce zikrettiğimiz:
"İki farklı millet birbirlerine vâris olamazlar" hadisi geneldir.
Çünkü aralarında antlaşma yoktur.
Kâfirler arasında ülke
farklılığı, sadece Hanefîlere göre verasete engeldir. Müslümanlar arasında ise
engel değildir. Çünkü Darul-İslâm'da adalet sahipleriyle isyancılar arasında
veraset gerçekleşmiştir. O halde bu engel, gayr-i müslimlere hastır.
Şafıîlere göre ise
ülke farklılığı, verasete engel hallerden değildir. Fakat onlar şöyle derler:
Harbî ile sözleşmeli arasında -aralarında velayet olmadığı için- veraset
yoktur. Bu hüküm zimmî (mal, namus ve dini için teminat verilmiş olan gayr-ı
müslim) ile eman isteyeni (İslam devletine iltica edip sığınanı) kapsamaktadır.
Malikîlere ve
Hanbelilere göre ise, farklı ülkelerde bulunmak, verasete engel değildir.
Dolayısıyla ülkeleri bir de olsa, ayrı da olsa, Ehl-i Harp birbirine vâris
olur.
Sonra, Allahü Teâlâ:
"Eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat
olur" buyuruyor. Yani, size emrolunan müslümanlara dost olmak, onlarla
ilgilenmek ve birbirlerinin velisi olan kâfirlere karşı onlara yardım etme
işini yerine getirmez, müşriklerle dost olmaktan ve onlara karışıp onlarla
görüşmekten kaçınmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne -imanın zayıflaması,
küfrün kuvvetlenmesi ve büyük bir bozgun- kan dökülmesi olur, fitne
yaygınlaşır. Bu işin karışması, müminlerin kâfirlerle karışık halde bulunmalarıdır.
Ayrıca insanlar arasında din ve dünya işlerinde büyük fesad olur, diyor.
Bu, İslâm'ın,
müslümanlarm öz şahsiyetlerine, ülkelerinde bağımsız olmalarına, kâfirlerin
vatanlarında oturmamaya ne kadar hırslı olduğunu gösterir. İbni Cerir,
Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu nakleder: "Müşriklerin arasında
oturan her müslümandan uzağım."
Sonra Allahü Teâlâ,
muhacirlerin ve ensarın diğer müslüm ani ardan üstünlüğünü ve ahirette nail
olacakları şeyleri açıklıyor ki, bu bir tekrar değil, onların övülmesidir:
"İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler..." Allahü Teâlâ
iman edip de peygamberin ve müminlerin ihtiyacı olduğu halde hicret etmeyen,
şirk ülkesinde kalan kimselerin değil, iman edip hicret edenlerin tam anlamıyla
mümin olduklarını, onları bağışlayacağını, varsa günahlarından vazgeçeceğini
ve cennette çok temiz, sürekli, güzel rızıklarla mükâfatlandıracağını haber
veriyor.
Bu üç sınıf, yüce
Allah'ın da: "Birinci dereceyi kazananlar" (Tevbe: 9/100) şeklinde
nitelediği ilk öndekilerdir.
Dördüncü sınıf,
Hudeybiye barışından sonra hicret eden müminlerdir. Bunlar: "Sonra iman
edip de..." ayetiyle işaret olunanlardır. Yani, daha sonra iman etmiş,
birinci hicrette hicret edememiş, müslümanlarm gücü arttıktan sonra, Medine'ye
hicret eden ilk müslümanlarla birlikte cihad etmiş müslü-manlar da sizdendir.
Dostlukta, yardımda, fazilet ve mükafatta ilk muhacirler ve ensar gibidir. Onun
için Cenab-ı Hak: "Onlardan sonra gelenler" (Haşr, 59/10)
buyurmuştur.
Üzerinde ittifak
bulunan ve sahih yollardan gelen hadisde, Resulullah (s.a.): "Kişi sevdiği
ile beraberdir" buyurmuştur. Taberanî ve Dıyâ'nın Ebû Kursafe'den rivayet
ettikleri başka hadis-i şerifte de: "Kim, bir kavmi severse, onlardandır"
(başka bir rivayette: "Allah onu, onların içinde hasreder" ) buyurmuşlardır.
"Onlar da sizdendir"
sözüyle, dördüncü sınıfin üçüncü sınıftan sayılması, önce davrananların sonraya
kalanlardan üstünlüğüne -her ne kadar ayette ilk sınıf ile son sınıf arasında
hicret ve iman gibi ortak bir nokta varsa da- işaret eder...
Sonra Allahü Teâlâ
iman ve hicret velayetinin ardından akrabalık velayetini sayıyor:
"Hısımlar..." Yani, kan bağıyla birbirlerine bağlı olan yakınlar.
Ayet, zevi'l-füruz, asabe (baba tarafından akraba), rahim (ana tarafından akraba)
gibi her türden akrabayı kapsamaktadır. Bunların bir kısmı diğerinden
-Daru'l-hicretteki muhacir ve ensardan yardıma ve mirasa- Allah'ın mümin kullarına
yazdığı hükümde daha lâyık ve bu konuda daha hak sahibidir.
Artık akrabalık
velayeti, daha önceki dönemdeki iman ve hicretten doğan velayetten daha önemlidir.
Mümin olan yakın, kan bağıyla bağlı akrabasına, uzak muhacir ve ensar
akrabasından daha yakındır. O halde ayet, geçmiş ayeti tahsis etmektedir. Kâfir
yakma gelince, küfür, onun akrabasına olan bağını keser.
Kan ve nesep
kardeşliği ile birlikte, Allah'a iman kardeşliği, Allah'ın hükmünde, sadece
din kardeşliğinden daha üstündür.
Sonra ayet
"Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir." şeklinde sona eriyor.
Yani, şüphesiz Allah, her şeyi bilir. Onun ilmi geniş, sizin dünyevî ve uhrevî
her şeyinizi, bu sûrede meşru kıldığı savaş, barış, ganimet, esir, sözleşme ve
antlaşmaları müminlerle ve akrabalarla olan genel ve özel hükümleri bilir. Bu,
sûrenin bütün hükümlerinin muhkem olduğuna, mensuh ve hükmü değiştirilmediğine,
hepsinin hikmet, sevap ve yararlı olduğuna, içlerinden hiçbirinin gereksiz
olmadığına işaret etmektedir.
Fakat: "Hısımlar
Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar..." ayeti İbni Abbas,
Mücahid, İkrime, Hasan, Katâde ve diğer bazılarından rivayete göre, daha önce,
yardım etmiş olma ve dinen kardeş olma sebebiyle vâris olmayı neshetmiştir.
Onların bu görüşünü, sahih ve mütevatir: "Şüphesiz Allah, her hak sahibine
hakkını vermiştir, artık hiçbir vârise vasiyet yoktur" hadisi desteklemektedir.
Artık, yardım etme ve
hicret sebebiyle vâris olma nesh olundu. Vâris olma, ancak akrabalık
sebebiyledir. Cenab-ı hakkın: "Allah'ın kitabınca" sözünden, Nisa
süresindeki miras ayetlerinde zikrolunan paylar amaçlanmaktadır. Şafiîlerin
görüşü budur. Feraiz bilginlerine göre dar manada; dayı, hala, teyze, kız
çocukları, kız kardeşlerin çocukları gibi zevi'l-erham için vâris olmak yoktur.
Asabeler, birbirlerinden daha lâyıktırlar. Çünkü farzlar belirlenmiştir.
Ha-nefîler ise şöyle der: "Bu ayetin nassıyla, zevi'l-erham için de vâris
olmak sabit olur. Bu, asabelerden biri bulunmadığı zaman olur.
"Hısımlar,
Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar..." ayetinin ör cesini
neshettiğini reddedenler, velayeti (veliliği), yardım, sevgi ve tazimle yorumlarlar.
Bu durumda birinci ayet, İslâm bağının, mezhep bağından daha kuvvetli olduğunu,
ikinci ayet onların derecelerini ve gerçek mümin olduklarını, üçüncü ayet
imanda ve hicrette gecikenlerin, daha öncekilerin hükmünde olduğunu,
akrabalıkla yardımlaşmanın da istenen bir şey olduğunu açıklar.
"Hısımların
yakınlığı" ile ilgili ayetten, irsî velayetin, ancak delilin özel olduğu
şeyin dışında akrabalıkla olacağı amaçlanmaktadır: O zaman bu sözden maksat,
velayetin irs sebebiyle velayete işaret etme ihtimali zannmı gidermektedir.
Nitekim Razî: "Uygun olan da budur. Çünkü zaruret ve ihtiyaç olmaksızın
neshi çoğaltmak caiz değildir" der.[147]
Ayetler aşağıdaki
hususlara işaret eder:
1-
Darul-İslâm'daki müminler arasında yardım sebebiyle velayetin sabit olması; ilk
muhacirlerin sonraki muhacirlere, muhacirlerin ensara üstün olması, iman ve
hicrette sonraya kalanların yardımlaşma hususunda öncekilerle bir derecede
olması.
2-
Darul-İslâm müminleriyle Daru'1-Harb müminleri arasında savaş, ya da kâfirlerin
işkencesi halinde -aramızda bir barış andlaşması olmaması durumunda- yardım
velayetinin sübûtu: Andlaşma bulunması halinde yardım yapılmaz. Savaş hali
dışında ise, Daru'l-İslâm'daki müslümanlarla, Daru'l-Harp'teki müslümanlar
arasında yardım velayeti sabit olmaz.
3- İslâm şeriatında
-bazı müslümanların menfaatine de dokunsa- sözleşme ve andlaşmalara bağlı
kalmanın mukaddesliği.
4-
Kâfirlerin birbirlerinin yardımcısı ve destekçisi oldukları.
5- Aramızda
yardım velayetini gerçekleştiremediğimiz ve kâfirleri dost edindiğimiz takdirde,
bu bizim zaafımıza ve onların bizim aleyhimize kuvvetlenmelerine sebep olur.
6- Allahu
Teâlâ'nın meşru kıldığı bütün hükümler, dinî ve dünyevî maslahatları içine
alan geniş, kapsamlı bir ilim sahibinden gelmektedir.
7-
Zevil-Erham'ın vâris olması. Zevi'l-Erham,
Kur"ân-ı Kerim'de payı belirlenmemiş ölünün yakını demektir. Hanefîler ve
Hanbelîler, bu ayeti delil göstererek buna inanmışlardır.
[148]
Çünkü, Zevi'l-Erham'ın vâris olmasında iki sebep vardır: Akrabalık ve İslâm.
Bir kimse, kendisinde tek sebep bulunandan evladır. Ebû Davud ve Darakutnî,
Mikdam'dan naklederler: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim bir yetim
bırakırsa, onun bakımı bana ait; kim bir mal bırakırsa ö, veresesinindir. Ben,
vârisi olmayanın vârisiyim; onun diyetini öderim, ona vâris olurum. Dayı,
vârisi olmayanın vârisidir. Onun diyetini öder ve ona vâris olur."
Malikîler ve Şafiîler
şöyle der: Zevi'l-Erham'dan pay sahibi olmayanlar vâris olamaz, terike,
Beytül-male bırakılır. Çünkü Allahu Teâlâ miras ayetlerinde zevil-füruzun ve
asabenin payını zikretmiş, zevil-erham için hiçbir şey zik-retmemiştir. Eğer
onların hakkı olsaydı, elbette açıklardı: "Rabbin unutkan değildir"
(Meryem, 19/64). Tirmizî ve daha başkalarının rivayet ettiğine göre,
Re-sulullah (s.a.): "Şüphesiz Allahu Teâlâ, her hak sahibine hakkını
vermiştir" buyurmuştur.
"Hısımlar,
Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar" ayeti mücmel bir
ayettir. Miras ayetleri ise müfessire (tefsir edici, açıklayıcı) ayetlerdir.
Mü-fessir, mücmele hükmedici ve onu açıklayıcıdır. Ebû Davud'un Merasil'de rivayet
ettiğine göre Resulullah (s.a.) kendisine teyze ve halanın mirasından sorulduğu
zaman: "Bana, Cebrail onlar için hiçbir şey olmadığını haber verdi"
demiştir.
En sahih görüşe göre,
hicret işi, Mekke'nin fethi ile sona ermiştir. Çünkü Mekke o zaman, bir İslâm
beldesi ve Daru'l-İslâm'ın bir parçası oldu.
[149]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/181.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/181.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/181.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/181-183.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/183.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/184.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/184-185.
[8] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/45.
[9] İbni Kesîr, 11/284.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/185-187.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/187-190.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/190-192.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/193.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/193.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/193-194.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/194.
[17] Muhammed İbni İshak Sîret'inde Abdullah ibni Abbas'tan
rivayet etmiştir, bkz. İbni kesir, 11/288.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/194-195.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/195-196.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/196-197.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/198.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/199.
[22] Razî, XV/139; İbni Kesir, 11/289.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/199-200.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/200.
[25] Kurtubî, VII/373.
[26] Razî, XV/135.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/200-204.
[28] Kurtubî, VII/377.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/204-205.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/206.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/206-207.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/207.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/208.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/208-210.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/210-212.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/213.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/213.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/213.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/214.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/214-215.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/216.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/216.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/217.
[43] Zemahşeri, II/4.
[44] Kurtubî, VII/391.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/217-218.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/218.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/218-220.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/220-221.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/222.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/222-223.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/223.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/223-224.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/224-225.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/226.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/226.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/226-227.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/227.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/228.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/228-229.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/229-230.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/230.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/230-231.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/231-232.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/233.
[65] Esbâbu'n-Nüzul, 135.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/233-234.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/234.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/234-236
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/236-237.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/238.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/238.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/238-239.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/239.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/239-240.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/241.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/241.
[77] Razî, XV/164.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/242-243.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/243-244.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/247.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/247-248.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/248.
[83] Kurtubî, Vm/3-13.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/248-251.
[85] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/51.
[86] Cassas, Ahkâmul-Kur'an, 111/56.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/251-253.
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/254.
[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/254-255.
[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/255.
[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/255-257.
[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/257-258.
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/259.
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/259-260.
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/260.
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/260.
[96] İbni Kesir, 11/316.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/260-263
[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/263-264.
[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/265-266.
[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/266-267.
[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/267.
[102] Razî,XV/174-175.
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/267-268.
[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/268.
[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/269.
[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/270.
[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/270-271
[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/271-272.
[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/273-274.
[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/274.
[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/274.
[112] Bunu Ebu Davud et-Tayalisi, Ebu Davud et-Tirmizi,
Nesai ve İbn Hibban Sahih’inde Şu’be’den nakletmişler, Tirmizi hadis için
“hasen sahihtir” demiştir.
[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/274-276.
[114] İbnül-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 8/860.
[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/276-278.
[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/279.
[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/279
[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/279.
[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/280.
[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/281.
[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/282-283.
[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/283.
[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/283-284.
[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/284.
[125] Zemahşeri, 11/22.
[126] İbni Kesir, 11/322-323.
[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/284-287.
[128] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/865.
[129] Razî, XV/189.
[130] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 3/71.
[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/287-290.
[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/291-292.
[133] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzul, s. 136 vd.
[134] Vahidi, Esbâbu'n-Nüzul, s. 138.
[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/292-295.
[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/295.
[137] Burada dünya menfaati ve malı "geçici"
olarak adlandırılmaktadır. Çünkü onun kalıcılık ve devam özelliği yoktur. O bir
arazdır ve sonra yok olur.
[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/295-297.
[139] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 11/872.
[140] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/874.
[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/297-299.
[142] Zemahşeri, 11/25.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/300.
[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/301.
[144] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/301.
[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/301-302.
[146] Ancak İmam Ahmed bunu münferid olarak zikretmiştir.
[147] Razî, XV/213.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/302-307.
[148] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/76.
[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/307-308.