ENFAL SURESİ 5

Sûrenin İsmi: 5

A'râf Süresiyle İlişkisi: 5

Sûrenin Muhtevası: 5

Mekkî ve Medenî Sûreler: 6

Ganimetlerin Taksimi Hükmünün Sorulması, Müminlerin Vasıflarının Açıklanması 6

Belagat: 6

Kelime ve İbareler: 6

Nüzul Sebebi 7

Açıklaması 8

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 10

Bazı Müminlerin Bedir'de Kureyşle Savaşmak İstememesi 10

Belagat: 11

Kelime ve İbareler: 11

Nüzul Sebebi 11

Ayetler Arası İlişki 11

Bedir Olayına Bir Bakış: 11

Açıklaması 12

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 12

Bedir Savaşında Meleklerin Yardım Etmesi 13

Belagat: 13

Kelime ve İbareler: 13

Nüzul Sebebi 14

Ayetler Arası İlişki 14

Açıklaması 14

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 16

Harpten Kaçma Meselesi Ve Yardımın Allah'tan Olduğu. 17

Belagat: 17

Kelime ve İbareler: 17

Nüzul Sebebi 18

Ayetler Arası İlişki 18

Açıklaması 18

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 19

Allah'a Ve Rasulüne İtaati Emir, Muhalefetten Korkutma. 20

Belagat: 21

Kelime ve İbareler: 21

Ayetler Arası İlişki 21

Açıklaması 21

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 21

Ebedi Hayat Bulunan Şeye İcabet Etmek.. 22

İ'rab: 22

Belagat: 22

Kelime ve İbareler: 22

Nüzul Sebebi 22

Ayetler Arası İlişki 23

Açıklaması 23

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 24

Allah'a, Peygambere Ve Emanete Hıyanet 25

Kelime ve İbareler: 25

Nüzul Sebebi 25

Ayetler Arası İlişki 25

Açıklaması 26

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 26

Allah Korkusu Ve Bunun Fazileti 27

Kelime ve İbareler: 27

Ayetler Arası İlişki 27

Açıklaması 27

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 27

Müşriklerin Peygamber (S.A.)'e Kurdukları Tuzak Çeşitleri 28

Belagat: 28

Kelime ve İbareler: 28

Nüzul Sebebi 28

Ayetler Arası İlişki 29

Açıklaması 29

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 30

Müşriklerin Azab İstemeleri Ve Hz. Peygamber'e Hürmeten Azab Edilmemeleri 30

Kelime ve İbareler: 31

Nüzul Sebebi 31

Ayetler Arası İlişki 31

Açıklaması 31

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 32

Allah Yolundan Çevirmek İçin Yapılan Harcamanın Karşılığı 33

Belagat: 33

Kelime ve İbareler: 33

Nüzul Sebebi 33

Ayetler Arası İlişki: 33

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 34

Ayetler aşağıdaki hususlara işaret eder. 34

1- Kâfirler, insanları İslâm davetinden alıkoymak için yaptıkları harcamaların karşılığını, dünyada ancak hüsranla, ahirette de şiddetli azabla göreceklerdir. Bu durum, onları infaktan gereken birşeydir. 34

Kâfirlerin Müslüman Olurlarsa Bağışlanacakları, Olmazlarsa Dinde Fitneyi Önlemek İçin Onlarla Savaşılacağı 34

Kelime ve İbareler: 34

Ayetler Arası İlişki 34

Açıklaması 34

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 35

Ganimetlerin Taksimi Keyfiyeti 36

Belagat: 36

Kelime ve İbareler: 36

Ayetler Arası İlişki 36

Açıklaması 36

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 38

Bedir'de Müminlerin Müşriklere Çok, Müşriklerin Müminlere Az Gösterilmesi 39

Belagat: 40

Kelime ve İbareler: 40

Ayetler Arası İlişki 40

Açıklaması 40

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 41

Allah'ı Anmak, Düşman Karşısında Sebat, İtaat Etmek Ve Birbiriyle Çekişmemek.. 42

Belagat: 42

Kelime ve İbareler: 42

Nüzul Sebebi 42

Ayetler Arası İlişki 42

Açıklaması 43

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 44

Bedir Savaşında Şeytanın Kafirlerden Uzaklaşması 45

Kelime ve İbareler: 45

Nüzul Sebebi 45

Ayetler Arası İlişki 46

Açıklaması 46

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 47

Kötü Amellerinden Dolayı Firavun Hanedanı Gibi Müşrik Kafirlerin Helak Edilmeleri 47

Kelime ve İbareler: 47

Ayetler Arası İlişki 47

Açıklaması 47

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 48

Ahdini Bozanlara Ve Kendisinden Ahid Bozma Belirtileri Görülenlere Allah'ın Muamelesi 49

Kelime ve İbareler: 49

Nüzul Sebebi 49

Ayetler Arası İlişki 50

Açıklaması 50

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 51

Düşmanla Savaşmak İçin Hazırlık Yapmak.. 52

Belagat: 52

Kelime ve İbareler: 52

Ayetler Arası İlişki 52

Açıklaması 52

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 53

Sulhun Ve Millet Birliğinin Savaşa Tercih Edilmesi 53

Belagat: 53

Kelime ve İbareler: 53

Nüzul Sebebi 53

Ayetler Arası İlişki 54

Açıklaması 54

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 56

Esir Edinmenin Şartı, Fidye Kabulü Ve Ondan Yararlanmanın Mubah Oluşu. 57

Kelime ve İbareler: 58

Nüzul Sebebi 58

Ayetler Arası İlişki 59

Açıklaması 60

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 61

Hz. Peygamber (S.A) Zamanında İman Ve Hicrete Göre Müminlerin Sınıfları 62

İ'rab: 62

Kelime ve İbareler: 62

Nüzul Sebebi 63

Ayetler Arası İlişki 63

Açıklaması 63

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 66

 


Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

 

ENFAL SURESİ

 

Allah yolunda cihadın hükümlerinden, savaş kaidelerinden, savaşa hazır­lanmaktan, düşman da eğer o yöne eğilim duyuyorsa, barışı savaşa tercih et­mekten, savaşın şahıslar ve mallar üzerindeki tesirlerinden bahseden Medenî (Medine'de inen) bir sûredir.

Az oldukları halde, çok sayıdaki müşriklere karşı müslümanlarm zaferini gerçekleştiren şerefli gazveler silsilesinin ilki olan ve hakla bâtılı birbirinden ayırdığı için de Yevme'l-Furkan diye adlandırılan Bedir Gazvesi'nden sonra na­zil olmuştur. [1]

 

Sûrenin İsmi:

 

Sûreye Enfal isminin verilmesi, insanların savaş ganimetlerinden sorması sebebiyledir. Nitekim sûre: "Sana, savaş ganimetlerinden sorarlar" ayetiyle başlar. [2]

 

A'râf Süresiyle İlişkisi:

 

Bu sûre, Peygamber Efendimizin kavmiyle olan durumunu açıklamakta, A'râf sûresi ise, meşhur peygamberlerin kavimleriyle olan durumlarını açıkla­maktadır. [3]

 

Sûrenin Muhtevası:

 

Enfâl sûresi, cihad ve gazveler hakkında birçok hükümleri içine almakta­dır. Bunların en önemlileri şunlardır:

1- Ganimetlerin paylaşılması konusu, Peygamber (s.a.)'e bırakılmıştır. Hü­küm mercii, Allah ve Rasulü'nden başkası değildir.

2- Bedir savaşında müminlere ilâhî yardımın gelmesi, hakkı gerçekleştirip bâtılı yok etmek içindir. Nitekim şu ayetler bunu açıklamaktadır: "Allah da söz­leriyle hakkı açığa vurmayı ve kâfirlerin arkasını kesmeyi istiyordu. Ta ki o gü­nahkârlar istemese de hakkı devamlı kılsın, bâtılı da yok etsin" (Enfâl: 8/7-8).

3- Melekler, müminlerle bizzat savaşmışlardır: "Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz da, O: "Muhakkak ben size meleklerden birbiri ardınca binlercesi ile imdat ediciyim" diyerek duanızı kabul buyurmuştu. Allah bunu ancak size bir müjde, kalbleriniz o sayede tümüyle rahatlatsın diye yapmıştı" (Enfâl: 8/97).

Bu iki hükümden anlaşılıyor ki, Allah'ın hükümleri insanların maslahat­larını gözetir.

4- Gerçek yardım ve zafer Allah'tandır: 'Yardım yalnız Allah katındandır."

5- Müminlere savaş kaideleri öğretilmiş, bilgilerini kökleştirmek için de al­tı defa, Bedir olaylarının ortaya konuşu sırasında: "Ey iman edenler" diye hitap olunmuştur. Savaş kaideleri şunlardır: Savaştan kaçmanın haram oluşu, Al­lah'a ve Rasulüne itaat, hayat ve saadetin izzeti olan şeye çağırdığında Allah'a ve Rasulüne icabet etmek, ümmetin sırrını düşmanlara nakletme hıyanetinin haram oluşu, bütün hayırların esası olan takvanın emredilişi, düşmanlar karşı­sında sebat etmek, düşmanla karşı karşıya geldiğinde sabretmek, Allah'ı çokça anmak. Kaidelerden biri de, Hak belli olduktan sonra, Hz. Peygamberle müca­dele etmenin hoş olmayışı.. Ama, hak belli olmadan önce, savaş yararına olmak üzere Hz. Peygamberle tartışmak övülmüştür. Çünkü bu suretle, Kur"an'da mü­minlerle peygamber arasında olması istenen müşavere yerine gelmiş olur. Sa­vaş kaidelerinden biri de, savaş halinde, ihtilaftan ve çekişmeden sakınmaktır: "Birbirinizle çekişmeyin. Sonra zaafa düşer de rüzgârınız gider" (Enfâl, 8/46).

6- Hz. Peygamberin, hicret etmek suretiyle, Kureyş'in ezasından, hapsin­den yahut sürgün etmesinden veya öldürmesinden korunması: "Hani bir za­manlar o kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri, yahut seni çıkarma­ları için tuzak kuruyorlardı" (Enfâl: 30).

7- İçlerinde Hz. Peygamber bulunduğu sürece insanlardan genel belanın kesinlikle kaldırılmış olması: "Halbuki sen içlerinde iken Allah onları azaplan-dırıcı değildi." (Enfâl: 33).

8- Her şeyde, özellikle de savaşa hazırlanma hususunda gereken sebeplere sarıldıktan sonra Allah'a tevekkül etmek.

9- Zulüm, harap olmayı getirir, yok olmayı çabuklaştırır, izleri bütün üm­meti kaplar: "Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o içinizden yalnızca zulmeden­lere gelip çatmaz" (Enfâl: 25).

10- Milletlerin, zilletten izzete, zaaftan kuvvete dönmesinin, kendilerinde­ki fasid inançları ve kötü huylan değiştirmelerine bağlı olması.

11- Mal ve çoluk çocuğun fesada sebep olması: "Bilin ki mallarınız da, ev­latlarınız da ancak birer imtihandır" (Enfâl: 28).

12- Düşmanlarla savaşmak için, çeşitli maddî ve manevî kuvvet hazırlan­ması: "Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın."

13- Düşman yöneldiğinde, barışın savaşa tercih edilmesi: "Onlar eğer barı­şa yanaşırlarsa sen de yanaş."

14- Bazı müslümanların zararına olsa bile, anlaşmalara bağlı kalınması­nın gerekliliği: "Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterse, yardım etmek üzerinize vacib olur. Ancak sizinle aralarında barış anlaşması bulunan bir ka­vim aleyhinde değil."

15- Anlaşmayı bozanların cezalandırılmasının gerekliliği ve onlara şiddet­le muamele olunması: "Eğer bunları savaşta yakalarsan, onlarla arkalarındaki kimseleri de ürküt de, bundan ibret alsınlar."

16- İslâm'da savaştan maksadın din hürriyetini korumak ve dinde fitneyi önlemek olduğu: "Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din tamamıyla Allah'ın olunca­ya kadar onlarla savaşınız."

17- Müslümanlar tek bir millettir, aralarında velayet ve yardımlaşma ge­reklidir. Kâfirler de tek bir ümmettir. Müminlerle kâfirler arasında dostluk yoktur: "Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenlerle, barındırıp yar­dım edenler, işte onlar birbirlerinin velileridirler."

"Kâfirler birbirlerinin velileridir." [4]

 

Mekkî ve Medenî Sûreler:

 

Birinci cüzün başında, Mekkî ve Medenî sûrelerin özellikleri, bu arada da­ha önce tefsir edilen Fatiha, En'am, A'raf sûrelerinin Mekkî, Bakara, Âl-i İm-ran, Nisa ve Maide sûrelerinin Medenî, Enfâl sûresinin de 30-36. ayetleri müs­tesna Medenî olduğu zikrolunmuştu. Burada, Mekkî ve Medenî surelerin özel­liklerine bir daha değineceğiz.

Mekkî sûreler: Bu sûrelerin konuları, inanç ve ahlâkla ilgilidir. Allah'ın birliğini, peygamberliği ve öldükten sonra dirilmeyi konu alırlar. Peygamberle­rin kavimleriyle olan kıssalarını açıklarlar. Adâb ve ahlâk usullerini, o usuller­le müşriklerle mücadeleyi ve onları imana daveti açıklarlar.

Medenî sûreler: Bu sûrelerde de teşriî hükümler genişçe açıklanır, kitapla­rının yolundan ayrılmaları sebebiyle ehl-i kitapla mücadele edilir. Meselâ, Ba­kara sûresinde yahudilerle, Âl-i İmran sûresinde hıristiyanlarla ve Maide sûre­sinde her iki fırkayla mücadele, Nisa ve Tevbe sûrelerinde münafıklarla müca­dele ve onlarla ilgili hükümler, Tevbe sûresinde müşriklerden uzaklaşılması vardır.

Enfâl sûresi ise, müslümanlann barış ve savaş kaidelerini düzenlemekte, Büyük Bedir Savaşı olaylarını serdetmekte, müşriklerin tuzaklarının ve Pey­gamber (s.a.)'i öldürme, hapsetme veya Mekke'den çıkarma düşüncelerinin bo­şa çıkarılışı açıklanmaktadır. [5]

 

Ganimetlerin Taksimi Hükmünün Sorulması, Müminlerin Vasıflarının Açıklanması

 

1-  Sana "Enfal"den sorarlar. De ki: "Enfâl, Allah'ın ve Rasulünündür. O halde Allah'tan korkun ve aranızı dü­zeltin. Eğer müminlerden iseniz Al­lah'a ve Rasulüne itaat edin.

2- Müminler ancak, Allah anıldığı za­man kalbleri titreyenlerdir. Karşıla­rında ayetleri okununca, onların ima­nını artırır. Onlar ancak Rablerine da­yanır, güvenirler.

3- Onlar ki, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz­den infak ederler.

4- İşte onlar gerçek müminlerin ta ken­dileridir. Onlar için Rableri katında dereceler, mağfiret ve bitmez tüken­mez rızık vardır.

 

Belagat:

 

"Allah'a ve Rasulü'ne itaat edin": Burada ve: "Allah'tan korkun" sözünde, Allah'tan korkmayı öğretmek ve hükmün sebebini belirtmek için Allah ismi zikrolundu.

"İşte onlar gerçek müminlerin ta kendileridir." Burada uzak için kullanılan "ülâike" işaret zamirinin kullanılması, onların (müminlerin) derecelerinin yük­sekliğinden ve makamlarının şerefinden dolayıdır.

"Gerçekten": Bu kelime ya hazfedilmiş bir masdarın sıfatıdır, o zaman ma­na: "İşte onlar gerçek bir imanla inanmış kimselerdir" olur. Ya da, cümleyi pe­kiştiren bir masdardır, o zaman da mana: "İşte onlar gerçek müminlerin ta kendileridir" olur.

"Onlar için Rableri katında dereceler vardır": Ayette geçen dereceler keli­mesi, cennetin dereceleri ve yüksek mevkileri için ariyeten kullanılmıştır. [6]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sana Enfâl'den" Bedir ganimetlerinden. Burada savaş ganimetleri kasdolunmaktadır. İbni Abbas, Mücahid, Ata, Dahhâk, Katâde, İkrime'den rivayete göre bu, zahmetle veya zahmetsiz, zaferden önce veya sonra, düşmandan alı­nan ganimettir. Zemahşerî şöyle der: "Nefl", ganimettir. Allahu Teâlâ'nın bir fazlıdır. "Nefl" kelimesinin çoğulu olan "enfâl"den de bazan imamın, payına ila­ve olarak mücahide vermeyi kararlaştırdığı şey kasdedilir. "sorarlar". Burada sormak, bilgi istemek manasınadır. Buradaki sorma, fetva isteme sorusudur ve Bedir savaşında hazır bulunanlar tarafından yöneltilmiştir.

"De ki: Enfal, Allah ve Rasulünündür." Ganimet mallarının hükmü Al­lah'ındır. Onları dilediği yere koyar. Peygamber de, Allah'ın emriyle onları pay­laştırır. Nitekim Hakim'in Müstedrek'te rivayetine göre, bunları Hz. Peygam­ber onlar arasında eşit bir şekilde paylaştırmıştır.

"Aranızı" aranızda olan şeyleri, sevgiyle ve çekişmeyi bırakarak "düzeltin." Düzeltmek ise, anlayış göstermekle, karşılıklı yardımla, eşit davranmakla, başkasını kendine tercih etmekle, kendini başkasına tercih etmeyi terketmekle olur. Islah, önemini açıklamak için, takva emriyle itaat emri arasında zikrolun-muştur.

Ayette geçen "beyn" kelimesi, lügatte ilgilenmek, ayrılmak ve iki uç ara­sında kalan her şey manasınadır. Nitekim "le-kad tekattaa beyneküm" (En'am, 6/94) ayetinde "beyne" kelimesi, merfu okunursa -beynü şeklinde- il­gilenmek manasmdadır. Ayetin manası: "İlginiz kesilmiştir" olur. Kelime zarf olarak mansup -beyne şeklinde- okunursa, manası: "Aranızda kesiklik mey­dana gelmiştir" olur. Şairin şu sözünde kelimenin her iki manası da kullanıl­mıştır:

Fevallahi levlâ'l-beynü lem yeküni'1-hevâ. / Ve levlâ'1-hevâ mâ hanne li'l-beyni elfün.

Birinci mısrada, uzaklaşmak, ayrılmak manasında, ikinci mısrada ise ka­vuşmak manasmdadır. Beytin manası:

Vallahi, ayrılık olmasaydı, aşk olmazdı / Aşk olmasaydı, binlerce kişi ka­vuşmayı özlemezdi

"Eğer müminlerden iseniz" imanla murad, tasdiktir. Bazan da onunla, iman bütünlüğü murad olunur. "Allah'a ve Rasulüne itaat edin" Ganimetler, her emir ve nehiy, kaza ve hüküm hususunda... Burada ve bundan önce, Allah ism-i celili, korkmayı öğretmek için: Allah'la beraber peygamber, şanına tazim ve ona itaatin Allah'a itaat olduğunu bildirmek için zikrolundu."

"Ancak müminler" kâmil imana sahip olanlar. "Allah zikrolunduğu zaman" Allah'ın azabından "kalpleri titreyenlerdir". "Onlar ancak Rablerine dayanıp gü­venirler": O'na güvenirler, başkasına değil. İşlerini O'na havale ederler. [7]

 

Nüzul Sebebi

 

Ahmed, İbni Hibban ve Hakim, Ubâde b. Sâmit'in şöyle dediğini tahric ederler: Müslümanlar Bedir ganimetleri ve onların paylaştırılması konusunda ihtilafa düştüler. Ganimetler nasıl bölüştürelecek? Onlar hakkında hüküm kimin? Onlar muhacirlerin mi, ensann mı, yoksa hepsinin mi olacak? Bu konula­rı Hz. Peygamberce sormaları üzerine bu ayet nazil oldu.

İmam Ahmed, Ebu Ümame'nin şöyle dediğini tahric eder: Ubâde b. Sâ-mit'e "enfâl"i sordum. Şöyle dedi: Bizim, yani Bedir ashabı hakkında, ganimet hususunda ihtilaf edip kötü hale düştüğümüz zaman nazil oldu. Allah onu bi­zim elimizden alıp Resulullah'a verdi. Resulullah (s.a)da onu, müslümanlar arasında eşit bir şekilde paylaştırdı.

Ebu Davud, Nesâi, İbni Hibbân ve Hâkim, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Kira savaşta bir düşmanı öldü­rürse, onun için şu şu vardır. Kim bir düşmanı esir alırsa, onun için de şu şu vardır". Bunun üzerine gençler koştu, ihtiyarlar sancaklar altında kaldı. Gani­metler alınınca, gençler kendilerine vaad edilenleri istemek üzere geldiler. İhti­yarlar: "Sadece kendinize ayırmayın. Biz size destek olduk. Eğer bozguna uğra-saydınız, bize dönecektiniz" dediler. Dolayısıyla birbirlerine düştüler. Bunun üzerine Allahu Teâlâ, bu ayeti indirdi.

Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî ve Nesâi, Sa'd b. Ebî Vakkas'dan rivayet eder­ler: Sa'd b. Ebî Vakkas, Said b. el-Âs'ı öldürdü ve kılıcını aldı. Resulullah (s.a) onu, ondan istedi, Sa'd buna yanaşmadı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Sa'd, onu Hz. Peygambere verdi. Çünkü bütün emir onundu.

Bu rivayetler arasında herhangi bir çelişki yoktur. Ayet, müslümanların Bedir ganimetlerinin paylaştırılması konusunda anlaşmazlığa düştüklerinde, bu ganimetlerinin paylaştırılması hususunda nazil oldu. Ancak bazı rivayetler özel bir sebep zikretmektedir. Her ikisinin birlikte bulunmasına hiçbir engel yoktur. Cessas şöyle der: Sahih olan şudur: Savaştan önce ganimetler hakkın­da Resulullah hiçbir şey söylememişti. Savaş bitince, ganimetler konusunda ih­tilafa düştüler. Bunun üzerine Allahu Teâlâ: "Sana Enfal'den sorarlar.." ayetini indirdi. Onlarla ilgili emrini Hz. Peygambere havale etti. O da, onlar arasında eşit bir şekilde taksim etti.[8]

Ganimetlerin helal kılınması, Allahu Teâlâ tarafından İslâm ümmetine ve­rilmiş bir özelliktir. Nitekim Sahihayn'da Cabir (r.a.)'den rivayet olunan hadis-i şerifte Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bana beş şey verilmiştir ki, onlar benden önce hiç kimseye verilmemiştir- hadisi zikrettikten sonra şöyle dedi-: Ba­na ganimetler helâl kılındı. Onlar benden önce hiç kimseye helâl kılınmadı."

Ebu Ubeyd şöyle demiştir: Bunun için imamın, savaş için vaad ettiği şeye "nefel" denmiştir. Nefel, imamın bazı askerlere, payları dışında bir şeyler ver­mesidir. Bunu, İslâm'a sağladıkları fayda ve düşmana verdikleri zarar ölçüsün­de verir.

Askerleri savaşa teşvik için verilen bu şeyde (nefelde) dört sünnet vardır:

1- Seleb olan (öldürülenin yanında bulunan silah, mal ve meta gibi şey) nefelde beşte bir yoktur.

2- Nefel: "Ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın, Rasulü'nün.." (Enfâl, 8/41) ayetinde işaret olunan beşte birin çıkarıl­masından sonra ganimetten olur. İmam savaşılan ülkeye birtakım seriyyeler gönderir. Onlar ganimetler getirirler. Beşte bir ayrıldıktan sonra getirdikleri şeylerin dörtte biri, ya da üçte biri o seriyyelerin olur. Ahmed ve Ebu Davud'un Ma'n b. Yezid'den rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyrulur: "Ancak beşte bir ayrıldıktan sonra nefel (ganimet) vardır."

3- Bizzat beşte bir'den olan nefel: İmamın kendi hissesinden çıkardığı şey­dir. Bu şöyle olur. Bütün ganimet alınır, beşe bölünür, beşte bir imamın eline geçince, uygun gördüğü ölçüde ondan bağışta bulunur.

4- Ganimet, beşte bire bölünmeden ganimetin bütününden çıkan nefel. [9] Bu dört durum hakkında fakihler farklı görüşlere sahiplerdir;

Şafiî'ye göre Enfâl, beşte birden önce, ana maldan selebden başka hiçbir şey çıkarılmamasıdır. Ebu Ubeyd şöyle demiştir: Peygamber (s.a.)'in beşte bi­rinden olan nefelin ikinci şekli, her ganimetten onun için beşte birin beşte biri vardır. Üçüncü şekli, imam gönderdiği seriyyeye, yahut orduya, onlara vadetti-ği şekilde verir.

İmam Malik ve Ebu Hanife'nin görüşleri de Şafiî gibidir; Enfâl, beşte bir­den imamın, içtihadına göre bağışladığı şeydir. Geriye kalan dört beşte birde nefel yoktur. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın size ganimet olarak verdiği şeylerden ancak beşte biri benimdir. Geriye kalan beşte birler sizindir."

Malikîler ise şöyle der: Nefel iki kısımdır: Caiz ve mekruh. Caiz olan, sa­vaştan sonra olandır. Mekruh olan, öldürmeden önce, "Kim şöyle şöyle yaparsa onun için şu vardır" şeklinde vaad edilendir. Bunun mekruh olmasının sebebi, o zaman savaşın ganimet için yapılmış olmasıdır. [10]

 

Açıklaması

 

Ey Peygamber! Sana, ganimetlerin kimlere nasıl taksim olunacağının hükmünü soruyorlar. Onlara şöyle de: Onlar hakkında ilk hüküm Allah'ındır. O dilediği gibi hükmeder. Sonra peygamberindir. Onları aranızda, Allah'ın em­rettiği gibi taksim eder. O halde onlar hakkında hüküm Allah'ın ve Rasulünün-dür. Bu ayet, muhkem ve mücmeldir. Aynı sûrede başka bir ayet, onun müc-melliğini ve sarf yerlerini açıklamıştır: "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız her­hangi bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın, Rasulünün, hısımların, yetimlerin yoksulların ve yolcunundur" (Enfal, 8/41). Bu ayet, diğerini neshetmiyor. Gani­metlerin beşte biri bu ayette zikrolunanlara, geri kalan beşte dördü de sava­şanlara verilir. Düzenli ve maaşlı orduların kurulduğu günümüzde bu hisseyi devlet alır. İmam bu hakkına dayanarak, savaşa teşvik için, savaşanlardan di­lediklerine bağışta bulunabilir. Nitekim Şeyhayn, Ebu Davud ve Tirmizî'nin Ebu Katade'den tahric ettikleri hadiste Huneyn Savaşı gününde Hz. Peygam-

ber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim savaşta bir kimseyi öldürürse, onun selebi (beraberinde bulunan silah, mal vb.) onundur."

Ganimetler Allah'ın ve Rasulünün olunca, sözlerinizde ve işlerinizde Allah (c.c.)'dan korkun, içinde bulunduğunuz ihtilaf ve çekişme durumundan sakı­nın. Zira bu, Allah'ın gazabını çeker, sizi savaş halinde veya diğer zamanlarda, ayrılığa ve düşmanlığa düşürür.

Aranızdaki halleri düzeltin ki, aranızda İslâmî bağ kuvvetlensin, sevgi, muhabbet ve uyumluluk artsın.

Ganimetler konusunda, bütün emir ve nehiylerinde, hüküm ve kazaların­da Allah'a ve Rasulüne itaat edin. Bu üç emir (Allah'tan korkma, arayı düzelt­me, Allah'ın ve Rasulünün emirlerine itaat) İslâm toplumunun düzelmesinin sebebidir. Çünkü bunlar, gizli ve açık bütün durumlarda şer"i hükümlere sarıl­ma hissini artırır, birlik ve beraberliği sağlar..

Eğer Allah'ın kelamına inanan, onu tasdik eden ve imanı tam olan kimse­ler iseniz, bu üç emre tabi olun. Çünkü gerçek tasdik, tabi olmayı gerektirir. İmanın kemali de şu üç hasleti gerektirir. İttika, ıslah, Allah'a ve Rasulüne ita­at. Allah'a gerçekten inanan, O'na isyan etmekten utanır. İmanı, Rabbine ita-ata ve kendisiyle başkaları arasındaki ihtilafı ıslaha götürür.

İman, itaati gerektirince Allahu Teâlâ, bu üç hasleti gerçekleştirecek beş hasleti zikretti: "Müminler ancak Allah anıldığı zaman kalbleri titreyenlerdir. Ayetleri karşılarında okunduğu zaman da, onların imanını artırır. Onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler..". Bu sıfatları kısaca şöyle açıklayabiliriz:

1- Allah'tan tam korkmak: Onlar, kalbleriyle Allah'ı zikrettikleri, O'nun azamet ve celalini hissettiklerini, vad ve vaidini hatırladıkları zaman, O'ndan korkarlar. Nitekim başka bir ayette de Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "İtaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele. Onlar ki, Allah zikrolunsa kalbleri titrer" (Hacc, 22/34-35).

2- Kur'an okumakla imanın artması: Onlar öyle kimselerdir ki, kendileri­ne Kur"an ayetleri okunduğu zaman, imanları, yakinleri, tasdikleri ve amel-i salihe yönelişleri artar; çünkü delillerin çokluğu ve onları hatırlatmak, yakinin artmasına ve inancın kuvvetlenmesine neden olur. O halde gözle, yahut hisle görme, kişinin kanaatini kuvvetlendirir. Nitekim bu, inandığı halde Rabbin-den, ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini isteyen, İbrahim (a.s.)'de meydana geldi: "Hani İbrahim: "Ey Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" demiş­ti. "İnanmadın mı yoksa?" dedi. O da: İnandım fakat kalbimin mutmain olması için" demişti" (Bakara, 2/260). Bu, imandaki itminan derecesinin, yalın haldeki imandan daha üstün ve daha kuvvetli olduğuna işaret eder. Şu ayetleri de bu­na örnek olarak gösterebiliriz: "imanlarını katmerli bir iman ile artırmaları için, müminlerin kalbine sükun ve itminan indiren O'dur" (Feth, 48/4); "Bir sû­re indirildiği zaman içlerinden bazıları: "Bu hanginizin imanını artırdı?" der. İman etmiş olanlara gelince, daima onların imanını arttırmıştır ve onlar bir­birleriyle müjdeleşirler" (Tevbe, 9/124).

3- Allah'a tevekkül, yani O'na dayanmak, güvenmek, işleri O'na havale et­mek: Onlar öyle kimselerdir ki, sadece Rablerine tevekkül ederler, sadece O'na sığınırlar, O'ndan başkasından ummazlar. Ancak O'na yönelirler, ihtiyaçlarını sadece O'ndan isterler. Tabii bu, sebeplere yapıştıktan sonra olur.. Bir kimse, aklen ve âdeten istenen sebeplere yapışır, sonra işi Allah'a havale eder ve her işin Allah'ın elinde olduğuna kesin olarak inanırsa, o iman ehlindendir. Sebep­leri terketmek, tevekkülün manasını bilmemektir.

4- Namaz kılmak: Onlar öyle kimselerdir ki, namazlarını kılarlar. Yani na­mazlarını, kıyam, rükû, sücud, tilâvet, şer'an belli olan vakitlerinde kalb huşu ile Allah'a yalvararak ve Kur'an'ın kıraatini düşünerek eda ederler.

5- Allah yolunda harcama: Onlar öyle kimselerdir ki, mallarının bir kısmı­nı hayır yollarında harcarlar. Farz olan zekâtlarını, nafile sadakalarını verir­ler. Ailesinin ve çoluk çocuklarının vacip olan nafakalarını sağlarlar, akrabala­ra ve muhtaçlara mendup olan yardımlarını yaparlar. Ümmet yararına ve düş­manla cihad uğrunda harcarlar. Çünkü mal, insanın yanında bir emanet mesa­besindedir.

Bu ameller, bütün hayır çeşitlerini içine alır. Bu yüzden Allahu Teâlâ, on­ları açıkladıktan sonra: "Onlar gerçek müminlerdir" buyurmuştur Yani sadece bu vasıfları taşıyanlar, gerçek anlamıyla müminlerdir. Onların kemallerini ve derecelerinin yüksekliğini açıklamak için, uzaktaki varlıkları göstermek için kullanılan "ülâike" ism-i işaretiyle işaret olunmuştur.

Taberî'nin Haris b. Malik el-Ensarî'den rivayet ettiğine göre, o bir gün Re-sulullah (s.a.)'a uğramış, Resulullah kendisine: "Nasıl sabahladın ey Harise?" buyurmuş. O da: Gerçek bir mümin olarak sabahladım, demiş.. Resulullah: "Ne söylediğini düşün. Çünkü her şeyin bir hakikati var. İmanının hakikati ne?" buyurmuş. O şu karşılığı vermiş: Nefsim dünyadan vazgeçti, gecemi uykusuz, gündüzümü susuz geçirdim. Sanki ben, Rabbimin arşını açıkça görüyorum. Adeta cennetlikleri cennette birbirlerini ziyaret ederken görüyorum. Cehen­nemlikleri, cehennemde bağrışıp çağırır vaziyette ağlarken görüyor gibiyim, dedi. Bunun üzerine Resulullah üç kere "Ey Harise! Bildin, devam et!" buyur­du.

İşte müminlerin sıfatları bunlar. Münafıklara gelince: İbni Abbas onlar hakkında şöyle demiştir: Farzları eda ederlerken, onların kalbine Allah'ın zik­rinden hiçbir şey girmez. Allah'ın ayetlerinden hiçbir şeye inanmazlar, tevek­kül etmezler, insanların görmediği zamanlarda namaz kılmazlar, mallarının zekâtını vermezler.

Allahu Teâlâ onların mümin olmadıklarını haber vermiş sonra da mümin­lerin vasıflarını zikretmiştir: "Müminler, öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı za­man kalbleri titrer.." Sonra Allah, zikrolunan vasıflara sahip müminlerin Allah katındaki mükafatını zikrederek: "Onlar için dereceler vardır" buyurmuştur. Yani, amellerine ve niyetlerine göre, cennetlerde onlar için mevkiler, makamlar ve dereceler vardır. Allahu Teâlâ, başka bir ayette de şöyle buyurur: "Onlara Allah indinde, yüksek dereceler vardır. Allah ne yaparlarsa hakkıyla görücü­dür" (Âl-i İmran, 3/163). Onlar için mağfiret vardır. Yani, Allah onların kötü­lüklerini bağışlar, iyiliklerine mükâfat verir. Onlar için güzel bir rızık vardır: Onlara cennet nimetini hazırlar.

Dahhâk: "Onlar için Rableri katında dereceler vardır" sözünü şöyle açık­lar: "Cennet ehlinin bir kısmı diğerlerinin üzerindedir. Üsttekiler alttakileri görür, alttakiler üsttekileri göremez." Sahihayn'da gelen bir rivayete göre, Re-sulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cennetin yüksek derecelerinde olanları, aşa­ğı derecelerde olanlar, sizin gök ufuklarından birinde zor görünen bir yıldızı gördüğünüz gibi -aralarındaki mesafe farkından dolayı- görürler" buyurmuş­tur. Ashab: "Ya Resulullah! O yüksek derecedekiler peygamberler midir? O de­recelere, onlardan başkaları ulaşamazlar mı?" diye sorunca, Resulullah şöyle "buyurâu: ^vet oYöştfler peygamberlerin aeTece\erıfer. ^ aVa\, "rvaysK^îîı 'kû&î^S, elinde bulunan Allah'a yemin olsun ki, onlar Allah'a iman ve peygamberleri tasdik etmişlerdir."

Ahmed'in ve Sünen sahiplerinin Ebu Said el-Hudrfden rivayet ettiği baş­ka bir hadis-i şerifte, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Cennetlikler, sizin gök ufkunda duran yıldızı gördüğünüz gibi, yüksek derece sahiplerini görür. Şüphesiz Ebu Bekir ve Ömer de onlardandır. Ne mutlu onlara."

Ahirette, müminler de farklı derecededirler. Nitekim şu ayet de buna delil­dir: "Biz o peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan bazısı ile söyleşmiş, birini de birçok derecelerle yükseltmiştir." (Bakara, 2/253). Allah ttlücahiâ muhacirleri de başkalarına üstün kılmıştır. Nitekim şöyle buyurur: "İman edip de hicret edenlerin, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad eden­lerin Allah katında dereceleri pek büyüktür" (Tevbe, 9/20).

Dünya derecelerinde de farklılık vardır: "O, sizi yeryüzünün halifeleri ya­pan ve size verdiği şeylerle imtihana çekmek için kiminizi kiminizden dereceler­le üstün kılandır. Şüphesiz Rabbin cezası pek çabuk olandır. Ve şüphesiz O, mağfiret ve rahmet edicidir" (En'âm, 6/165). [11]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler aşağıdaki hükümlere işaret ediyor:

1- Her çekişme veya ihtilaf, şer değildir. Bazan ihtilaf hayır getirir. Nite­kim, sahabenin ihtilafı, ganimet mallarının hükmünün açıklanmasına neden oldu.

2- Sahabe, kendilerini ilgilendiren dini konuları sormaya düşkün idiler.

3- Allahu Teâlâ, şer'i hükümlerin gerçek kaynağıdır. Hükümleri başkasına değil, önce Allah'a sonra peygambere havale etmelidir. Ganimetlerin bizzat taksim edilmesi, Resulullah (s.a.)'a havale edilmiştir. "Allah'ın" kelimesi söze başlangıçtır. Hak olan şeyle başlamayı ifade eder. "Her şey Allah'ındır" demek­tir. "Rasulün" sözüyle de -İbni-Arabî'ye göre en sahih olan görüş de budur- me­lik kasdedilmiştir. Bazılarına göre de, bununla taksim ve hüküm açıklama velayeti kasdolunmaktadır. Birinci görüşün delili, Peygamber Efendimizin şu sö­züdür: "Allah'ın size ganimet olarak verdiği şeylerden benim için, ancak beşte bir var, geriye kalan beşte birler sizindir." Onun gerçek sahibi O'dur. Sonra müslümanlara fazlından verir.

4- Toplumun ıslahı, ümmetin kuvveti ve izzeti üç şeye bağlıdır: Gizli ve açık halde Allah'tan korkma, toplumun birliğini sağlama, Allah'a ve rasulüne itaat.

5- Allah'ın emrine uymak, imanın meyvelerindendir. Müminin yolu, Al­lah'ın emirlerine uymaktır.

6- "Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri titrer" ayeti, ganimetlerin taksimi hususunda Resulullah (s.a)'ın emrine itaati teşvik etmek­tedir.

7- Müminlerin gerçek vasıfları:

a) İmanlarının kuvveti ve Rablerini görür gibi oldukları için, Allah'tan korkmak. Korkularının sebebi, inançlarının kemali ve kalblerinin güvenilirliği­dir.

b) Kur'an okununca imanlarının artması. Nitekim Cenab-ı Hak marifet ehlini belirtirken şöyle buyuruyor: "Peygamber'e indirileni dinlediklerinde Hakkı bildiklerinden gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün" (Mâide, 5/83).

c) Rablerine tevekkül etmek. O'ndan başkasından bir şey ummazlar. Baş­kasına yönelmezler. Ancak ona sığınırlar, ihtiyaçlarını ancak ondan isterler. O'nun istediği şeylerin olduğunu, istemediği şeylerin olmadığını, mülkünde sa­dece O'nun yetkili olduğunu, hiçbir ortağı bulunmadığını, hükmüne yanlış di­yecek olmadığını, hesabının hızlı olduğunu bilirler.

d) Namazı ikame etmek: Katâde şöyle demiştir: Namazı ikame, vakitleri­ne, abdestine, rükû ve secdelerine riayet etmek demektir.

e) Allah'ın rızık olarak verdiği şeylerden, Allah yolunda, yani hayır, iyilik yollarında harcamak.

8- "İşte onlar gerçek müminlerin ta kendileridir" ayeti, her şeyin bir haki­kati olduğuna işaret eder. Harise kıssası da bunu destekler. Bir adam Hasen'e sordu: Ey Ebu Said! Sen mümin misin? Hasen ona şöyle dedi: İman ikidir. Eğer sen bana Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, cennet ve cehen­neme, yeniden dirilmeye ve hesaba imandan soruyorsan, ben bunlara inanıyo­rum. Eğer sen: "Müminler ancak Allah anıldığı zaman kalbleri titreyenlerdir. Ayetleri karşılarında okunduğu zaman da onların imanını artırır. Onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler.. İşte onlar gerçek müminlerin ta kendileridir" ayetinden soruyorsan, vallahi ben onlardan mıyım, değil miyim bilmiyorum.

9- İmanın artıp eksilmesi: Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Ebu Ubeyd ve Buharî gibi alimlerin çoğuna göre iman, inanç ve amelin bir bütünüdür. Onlar şu ayeti delil gösterirler: "Allah'ın ayetleri karşılarında okunduğu zaman da onların imanını artırır" . Onlara göre, bu ve benzeri ayetler, iyi amellerle imanın kalbte arttığım gösterir. Eğer iman, sadece iman ve ikrardan ibaret olsaydı, artış kabul etmezdi. "Onlar gerçek müminlerdir" ayetinde müminlerin vasıflan sayı­lırken zikredilen üç rükün imanı meydana getirir. O hasletler, imanın müsem-ması içinde gizlidir. Müslim, Ebu Davud, Nesaî ve İbni Mace'nin Ebu Hurey-re'den rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "İman yetmiş kü­sur şubedir. Onların en üstünü "Lâ ilahe illallah" sözü, en aşağısı da eziyet ve­ren şeyi yoldan kaldırmaktır. Haya da imandan bir bölümdür." [12]

 

Bazı Müminlerin Bedir'de Kureyşle Savaşmak İstememesi

 

5-  Rabbin seni hak uğrunda evinden çıkardığı zaman da müminlerden bir zümre muhakkak isteksizdiler.

6- Hak apaçık meydana çıktıktan son­ra, sanki göre göre ölüme sürükleni-yorlarmış gibi, seninle mücadele edi­yorlardı.

7- Hani o zaman Allah, size o iki taifeden birinin sizin olduğunu vaadediyordu. Siz ise kuvvetsiz ve silahsız olanın ken­dinizin olmasını arzu ediyordunuz. Al­lah da sözleriyle hakkı açığa vurmayı ve kâfirlerin arkasını kesmeyi istiyordu.

8-  O, günahkârlar istemese de hakkı devamlı kılacak, bâtılı da yok edecekti.

 

Belagat:

 

"Sanki ölüme sürükleniyorlarmış gibi": Temsili teşbihtir.

"Hakkı açığa vurmak": Bu iki kelime arasında iştikak cinası vardır.

"Kâfirlerin arkasını kesmek": Onların helâkla köklerinin kazınmasından kinayedir. [13]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah, o iki taifeden birinin": Şam'dan gelen kervan, ya da Mekke'den yardıma gelen ordunun "sizin olduğunu vaadediyordu."

"Siz ise kuvvetsiz ve silahsız bulunanı istiyordunuz". Mekke'den gelen yar­dım kuvvetinin aksine, sayıca ve savaş malzemesi bakımından az olduğu için.

"Allah'da kâfirlerin arkasını kesmeyi" arkalarından gelen kimselerin kö­künü kazımayı "istiyordu." Onun için onlara, onlarla savaşmayı emretti. [14]

 

Nüzul Sebebi

 

Beşinci ayetin nüzul sebebi konusunda, İbni Ebî Hatim ve İbni Merdûveyh, Ebû Eyyûb el-Ensarî'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Biz Medine'deyken, Ebû Süfyan'm kafilesinin gelmekte olduğu haberi ulaşınca, Peygamber (s.a.) bi­ze: "Onun hakkında ne dersiniz? Umulur ki Allah, onu bize ganimet kılacak ve teslim edecek" buyurdu. Medine'den çıktık, bir ya da iki gün gittik. Resulullah tekrar: "Onlar hakkında ne düşünüyorsunuz?" buyurdu. Biz de: Ya Resulullah, bizim onlarla savaşa gücümüz yok. Biz, kervan için çıkmıştık, dedik. Bunun üze­rine Mikdad: "Musa kavminin, 'sen git Rabbinle savaş, biz burada oturacağız' de­diği gibi demeyin" dedi. Bunun üzerine Allah: "Rabbin seni hak uğrunda evinden çıkardığı gibi, müminlerden bir zümre muhakkak isteksizdiler" ayetini indirdi. [15]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayetlerle önceki ayetler arasındaki bağlantı açıktır. Sahabenin -razı ol­salar da- ganimetlerle ilgili hükmü beğenmemeleri, Bedir'de savaşa -hak suret­le de olsa- çıkmayı kerih görmeye benzetilmektedir. Onlar istemeseler de, sen ganimetler hususunda işine devam et, dilediğine ganimet ver, demektir. [16]

 

Bedir Olayına Bir Bakış:

 

Kureyş'in eziyetinin artması sebebiyle Peygamber (s.a.) ve ona inanan as­habı, Mekke'den Medine'ye hicret etti. Müslümanlar mallarını, topraklarını ve evlerini Mekke müşriklerine bıraktılar.

Resulullah, Kureyş'li 40 kişiyle birlikte Ebû Süfyan idaresindeki erzak ve mal yüklü Kureyş'e ait kervanın Şam'dan gelmekte olduğunu duyunca, Müslü­manları onlara karşı çıkmaya davet ederek şöyle dedi: İşte Kureyş kervanı, iç­lerinde malları var. Onlara karşı çıkın. Allah'ın, onları size ganimet olarak na­sip edeceğini umuyorum. Onunla beraber 310 küsur erkek çıktı. Bedir yolu üzerindeki deniz kıyısına doğru gittiler.

Ebû Süfyan, Hicaz'a yaklaşınca etrafa, haberler toplayacak kimseler gön­derdi. Resulullah'm kendisine karşı buraya çıktığını öğrendi. Hemen, Damdam b. Amr el-Ğıfarî'yi, Hz. Muhammed'in arkadaşlarıyla birlikte kendilerinin kar­şısına çıktığını haber vererek, mallarını kurtarmaları için Mekkelilere gönder­di. Bin kadar kişi hazırlık yaptı. Ebû Süfyan, kervanı deniz kıyısından götür­dü. Kervanı ve malları kurtardı. Mekke'den savaş için çıkanlar, Bedir suyuna geldiler. Ebû Cehil Mekke'de Kabe'nin üstünden şunları söyleyerek, insanları savaşa çağırmıştı: Çabuk olun! Her türlü güçlük ve zillete rağmen, kervanınızı ve malınızı kurtarın. Eğer onları Muhammed ele geçirirse, bir daha asla iflah olmazsınız. Ebû Cehil, savaşa çıkan Mekkeli topluluğun başında idi. Sonra ona, kervanın sahil yolunu tuttuğu ve kurtulduğu, insanları Mekke'ye döndür­mesi söylendi. O buna şu karşılığı verdi: Hayır! Bu asla olamaz. Oraya gidip develer keseceğiz, şaraplar içeceğiz, çalgıcılar çalgı çalacak, bütün Araplar bizi ve savaşmaya çıkışımızı, Muhammed'in kervanı ele geçiremediğini konuşacak.

Resulullah (s.a.) olanları insanlara haber verdi. Onlarla istişare etti. Ebû Bekir (r.a.) ayağa kalktı. Güzel bir konuşma yaptı. Sonra Ömer kalktı, güzel bir konuşma yaptı. Sonra Mikdâd b. Amr ayağa kalktı, şöyle dedi: biz sana, İs-railoğullarınm Musa'ya: "Sen Rabbinle git de, onlarla ikiniz savaşın, biz de buracıkta oturucularız" (Mâide, 5/24) dediği gibi demeyiz. Biz de savaşırız. Seni hakla gönderene yemin olsun ki, bizi Berkü'l-Ğımad'a (Yemen'de bir şehir) götürsen, seninle beraber oraya gideriz".

Resulullah (s.a.) onun bu konuşmasına hayır dua etti. Ensar şöyle dedi: Biz ensar topluluğu, Mikdad'm söylediği gibi söyleriz. Bu, bizim için çok mal ol­masından daha sevimlidir.

Sonra Hz. Peygamber: "Ey insanlar! Bana şehadet edin" buyurdu. Çünkü, ona Medine'deyken yardım etmek, savunmak üzere biat etmişlerdi. Medine dı­şında kendisine yardım etmemelerinden korkuyordu. Sa'd b. Muaz: "Vallahi, ya Resulullah, sen herhalde bizi kasdediyorsun" dedi. Resulullah, evet, buyurdu. Muaz: "Sana iman edip tasdik ettik, getirdiğin şeylerin hak olduğuna şehadet et­tik. Bunun üzerine canla başla sana söz verdik, Allah'ın sana emrettiğini sen uy­gula. Ya Resulullah, bizden tek bir kimse bile geri kalmaz. Seni hakla gönderene yemin olsun ki, bize şu denizi göstersen, ona dalsan, seninle beraber biz de dala­rız. Hiç kimse geri kalmaz. Düşmanla karşılaşmaktan çekinmeyiz. Savaş esna­sında sabrederiz, düşmanla karşılaşınca sadakat gösteririz. Bizi Allah'ın bereke­tine götür" dedi. Resulullah, Sa'd'm bu sözüne sevindi ve sonra şöyle buyurdu:

"Yürüyün Allah'ın bereketine. Sevinin, çünkü Allah bana iki taifeden birini vaad etti: Ebû Süfyan'm başında bulunduğu Şam'dan gelen kervan, ya da onla­ra yardıma gelen, başlarında Ebû Cehil'in bulunduğu Mekke'den savaş için ge­lenler.. Vallahi, sanki ben, şu anda, onların yere yıkıldığını görüyorum.[17]

 

Açıklaması

 

Şüphesiz sahabenin savaş ganimetlerinin eşit şekilde paylaştırılmasını iyi görmemeleri senin Medine'deki evinden, ya da Medine'den savaş için çıkmanı kötü görmeleri gibidir.' Çünkü Medine onun hicret edip yerleştiği, ya da evinin bulunduğu yerdi. Hikmetle ve doğru sebep ile çıkarılmıştı. Müminlerden bir grup da, savaşa hazır olmadıklarından, çıkmak istemiyorlardı. Onun için O, se­ni onlar çıkmak istemedikleri halde çıkardı. İki hal arasındaki teşbih, isteme­me halidir. Çünkü müslümanlardan bazısı, Bediimde iki şeyi kerih gördü.

1- Ganimetin aralarında eşit şekilde taksimini kerih gördüler. Onlar genç­lerdi. Savaşmışlar, ganimet almışlardı.

2- Kureyş ile savaşmak istemediler. Çünkü, Medine'den ganimet maksa­dıyla çıkmışlardı, savaşa hazırlık yapmamışlardı.

Fakat Allahu Teâlâ, bu iki mesele hakkında onlara şöyle dedi: Siz, gani­metler konusunda ihtilâf edip birbirinizle çekiştiğiniz gibi -ki Allah onu sizden aldı, onun taksimini, Hz. Peygamber (s.a.)'e bıraktı, O da onları adaletle, eşit bir şekilde dağıttı ve bu sizin için çok iyi oldu- yine düşmana karşı çıkmayı ve silah sahipleriyle (bunlar dinlerine yardım ve kervanlarını kurtarmak isteyenlerdi) savaşmak istemediğiniz zaman; savaşı istememenizin sonu, Cenab-ı Hakk'm onu, size takdir etmesi, düşmanla sizi herhangi vakit tayinini söz ko­nusu olmadan bir araya getirmesi ve size zafer nasip etmesi oldu.

İki şeyden çıkan sonuç: Her ikisinde de, Peygamber (s.a.)'in emrine tabi ol­mak, hayırdır, doğrudur, yarar getirir.

Müminler, kervanı tercih ettiklerinden, adam ve savaş malzemesi azlığı, sa­yıca ve savaş malzemesi açısından daha çok olan müşriklerle savaşmaktan kork­tukları için, seninle hak ve doğru olan görüş -Mekke'den savaş için gelenlerin karşısına çıkmak- hususunda mücadele ediyorlar. Sen, onlara her halükârda za­fere ulaşacaklarım, Allah'ın sana iki taifeden birini -kervan yahut savaş için çı­kanlar- vadettiğini, kervanın kurtulduğunu, savaş için çıkanlardan başka ortada kimse kalmadığım, biz savaşa hazır değiliz, demeye neden olmadığım söylemene, hakkın ve doğrunun ortaya çıkmasına rağmen, onlar seninle mücadele ediyorlar.

Sonra Allah, onların zafere ve ganimete gittikleri zamanki aşırı korkak hallerini, ölüme sevkolunan kimselerin haline benzetti.

Fakat Allahu Teâlâ, peygamberine ve müminlere zafer vaadetti ki, O'nun vaadi geri kalmaz. Kuvvetler dengesinin görünürdeki hesabı, çoğu kere aksine gerçekleşir. Çünkü, nice az topluluk vardır ki, çok topluluğa galip gelmiştir.

Allah'ın size, iki taifeden -kervan yahut savaş için gelenler- birine sahip olmayı vaad ettiği zamanı hatırlayın.

Siz silahı, kuvveti, gücü olmayanın -sadece 40 atlıdan ibaret kervanın- si­zin olmasını istiyorsunuz. Cenab-ı Hak, onların savaşı istemeyip mala tama'la-nna tarizde bulunmak için, böyle buyurdu. Sayılarının çokluğu silah ve askerî malzemelerinin üstünlüğü sebebiyle, güç, Mekkeli savaşanlar tarafındaydı.

Allah ise, müşriklerin yenilgiye uğraması, müminlerin muzaffer olması için, size bundan başkasını -güçlü kuvvetli savaş için çıkan Mekkeli müşriklerle savaş­mak- istiyor. Güçlü müşriklerle muharebede peygamberine indirdiği ayetlerle, müminlere yardım için meleklere emir vermekle, müşriklerin esaretini ve katlini takdir etmekle, yüce Allah, hakkı sabit kılmak ve yüceltmek murad ediyor.

Allah yapacağını yaptı. Azgın asi mücrimler istemese de, İslâm'ı sabit ve üstün kılmak, küfrü, şirki, bâtılı yok etmek, ortadan kaldırmak için müminlere yardımını gerçekleştirdi. Bu sadece, kervanı ele geçirmekle değil, aksine küfür liderlerinin ve şirk önderlerinin katliyle oldu.

Hakkı gerçekleştirmek ve bâtılın boş olduğunu göstermek, hakkın hakim, bâtılın yok olduğunu, delillerle ve beyyinelerle ortaya çıkarmak, hak liderlerini takviye etmek, batıl liderlerini de kahretmekle olur. [18]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler aşağıdaki konulara işaret eder:

1- Hayır ve maslahat insanın hayır gördüğünde değil, Allah'ın emrettiği şeydedir. İnsan bazan, zararlı olanı faydalı, faydalı olanı zararlı görür.

2- Ehl-i Sünnet'e göre, kulun işi Allah'ın yaratmasıyladır. Ehl-i Sünnet'in bu husustaki delillerinden biri de: "Rabbin seni hak uğrunda evinden çıkardığı zaman" ayetidir. Rivayete göre, Peygamber Efendimiz evinden kendi ihtiyarıy­la çıktı. Sonra Allahu Teâlâ bu çıkışı, kullarının işlerinin yaratıcısı olduğuna işaret etmesi için kendine nisbet etti.

Mûtezile'ye göre ise mana şöyle olur: Hz. Peygamber'in çıkışı Allah'ın em­riyle oldu. O'na nisbet olunması mecazdır. Aslolan, sözü hakikata hamletmektir.

Ehl-i Sünnet, yine fiillerinin yaratılması meselesinde Allahu Teâlâ'nın: "Allah da sözleriyle hakkı açığa vurmayı istiyordu" ayetine tutunmaktadır. Bu ayetin manası şudur: Hakkı, O meydana getirir. Hak, din ve itikaddan başka bir şey değildir. O halde hak itikad, Allahu Teâlâ'nın yaratmasıyla meydana gelir.

Mutezile de, görüşlerinin şahinliği konusunda aynı ayete tutunarak şöyle derler: Bu ayet, Allahu Teâlâ'nın daima, hakkı gerçekleştirmek, bâtılı boşa çı­karmak istediğine işaret eder. Bâtılı ve küfrü de Allah ister diyenlerin bu sözle­ri doğru değildir.

Ehl-i Sünnet, bunu şu fıkıh usulü kaidesiyle reddeder: "El" harfi tarifli müfred, geçmiş bilinen şeye döner. Yani Allahu Teâlâ, bu şekilde hakkın ger­çekleşmesini, bâtılın boşa çıkmasını murad etmiştir.

3- Hak daima haktır, fakat onu ortaya çıkarmak, gerçekleştirmektir. Çün­kü o, ortaya çıkmadığı zaman bâtıla benzer. İslâm haktır. Allah da onu izhar etmek ve aziz kılmak ister. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Çünkü onu bütün dinlere üstün kılacaktır." (Saff, 61/9) Aksine biz, hakkı batıl üzerine bı­rakırız da, onun beynini parçalar.

4- Bâtıl için bir kararlılık yoktur. Mutlaka yok edilmesi gerekir. Küfür ve şirk de bâtıldır. Dolayısıyla Allah onu, kâfir ehlini de helak ederek yok etmek

ister..

5- Allahu Teâlâ Bedir'de, az sayıdaki müminlerle, kuvvet ve güç sahibi çok sayıdaki kâfirleri biraraya getirmek istedi ki, müminleri kâfirlere karşı muzaf­fer kılsın, dinini üstün kılsın. O, işlerin sonunu en iyi bilendir. Mümin kulları­na en iyi tedbiri alandır. Her ne kadar kullar, kendilerine görünen şeylerde bu­nun aksini isteseler de: "Mukatele etmek hoşunuza gitmediği halde üzerinize yazıldı. Bazan hoşlanmadığınız bir şey size hayırlı olur. Sevdiğiniz bir şey de hakkınızda şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 2/216).

6- Hz. Peygamberin Bedir savaşından önce, kervanı ele geçirmek için çık­ması, ganimet için çıkmanın caiz olduğuna işaret eder. Çünkü ganimet, helal bir kazançtır. Allah da, müminlere iki şeyden birini vaad etmişti: Ya kervanı ele geçirmek, ya da savaş için çıkan kimselerle karşılaşmak. [19]

 

Bedir Savaşında Meleklerin Yardım Etmesi

 

9- Hani siz Rabbinizden imdat istiyor­dunuz. O da: "Muhakkak ben size, bir­biri ardınca bin melekle yardım edece­ğim" diyerek duanızı kabul etmişti.

10- Allah bunu ancak size bir müjde ol­sun, kalbleriniz o sayede tümüyle ra­hatlasın diye yapmıştı. Yardım yalnız Allah katındandır. Şüphesiz Allah, mutlak galiptir. Yegâne hüküm ve hik­met sahibidir.

11- Hani O size, emniyet için hafif bir uyku vermişti. Onunla sizi tertemiz yapmak, sizden şeytanın murdarlığını gidermek, kalblerinizi bağlamak ve onunla ayakları pekiştirmek için üstü­nüze gökten bir su indiriyordu.

12- Hani Rabbin meleklere: "Şüphesiz ben, sizinle beraberim, iman edenlere sebat verin" diye vahyediyordu. "Ben, kâfirlerin kalblerine korku salacağım. Artık onların boyunlarının üstüne ve her parmağına vurun".

13- Bu, onların Allah'a ve Rasûlü'ne karşı geldiklerinden dolayıdır. Kim Al­lah'a ve Rasûlü'ne karşı gelirse, Al­lah'ın cezası çok şiddetlidir.

14- Bu şimdiki azabınız. Onu tadın, Kâ­firler için bir de ateşin azabı vardır.

 

Belagat:

 

"Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz": Hadiseyi zihninde canlandır­mak için imdat beklemek fiili, mazi kalıbı yerine muzari kalıbıyla getirilmiştir.

"Üstünüze gökten bir su indiriyordu": Arapça gramer kuralına göre; "gök­ten" kelimesi, cer ile mecrûrundan meydana gelmiş, "bir su" harf-i cersiz mefuldur. Harf-i cer ile mecrurunun harf-i cersiz mefulünden önce zikredilme­sinde, birinciye önem verilmesi, ikinciye de teşvik edilmesi vardır. [20]

 

Kelime ve İbareler:

 

"birbiri ardınca" Birbirini takip eden "bin melekle yardım edeceğim" Ce-nab-ı Hak onlara, ilk önce bin melek vaad etti, sonra bu üç bin, daha sonra da beş bin oldu. Nitekim bu husus Âl-i İmran sûresinde (124 ve 125'inci ayette) zikrolunur. "diyerek duanızı kabul etmişti."

"Hani O size, emniyet için hafif bir uyku vermişti": Ayetin metninde geçen "nuâs" kelimesi, uyku başlangıcı halidir ki, duyularda ve sinirlerde bir gevşek­lik meydana gelir. Onu uyku takip eder. O, uykunun bir başlangıcı gibidir, idra­ki zayıflatır.

"Onunla sizi" abdestsizlik ve cünüplük gibi hallerden "tertemiz yapmak" "şeytanın murdarlığını gidermek" eğer siz hak üzere olsaydınız, müşrikler suya sahipken siz sudan mahrum olmazdınız, şeklindeki vesvesesini gidermek, "kalblerinizi bağlamak" kalblerinizi sabit kılıp sabır ve yakine sevketmek, "ayakları pekiştirmek için" ayaklarınızın kuma gömülmesini önlemek için "üs­tünüze gökten bir su indiriyordu".[21]

 

Nüzul Sebebi

 

Ahmed, Tirmizî, İbni Cerir ve İbni Ebî Hatim, Ömer b. Hattab (R.A)'dan şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Bedir günü, Peygamber (s.a.), bir ashabına (ki onlar 300 küsur kişiydiler) bir de müşriklere (onlar da 1000 küsur kişiydi­ler) baktı, üzerinde ridası ve izan olduğu halde kıbleye doğru yönelerek şöyle dedi: "Allah'ım! Bana vaad ettiğini gerçekleştir. Allahım! Bu İslâm topluluğu helak olursa, yeryüzünde sana asla ibadet olunmaz..." Hz. Ömer rivayetine şöyle devam eder: "Rabbine öyle dua edip yalvardı ki, ridâsı omuzlarından düş­tü. Ebû Bekir gelip ridasını alıp omuzlarına attı. Sonra: Ey Allah'ın peygambe­ri! Rabbine duan yeter. Muhakkak O, sana vaadettiğini gerçekleştirecek, dedi. Bunun üzerine Yüce Allah: "Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz. O da: "Muhakkak ben size birbiri ardınca bin melekle yardım edeceğim" diyerek du­anızı kabul etmişti" ayetini indirdi.

O gün müslümanlarla müşrikler karşılaştılar. Allah müşrikleri hezimete uğrattı. Müşriklerden 70 erkek öldürüldü, 70 erkek de esir alındı.[22]

Buharî'nin İbni Abbas'dan rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a), Bedir gü­nü şöyle buyurdu: "Allahım! Senden ahdini ve vaadini istiyorum. Allahım! Mü­minlerin helakini diliyorsan, sana ibadet eden kalmaz..." Bunun üzerine, Ebû Bekir elinden tuttu ve: "Yeter" dedi. Bunun üzerine o: 'Yakında o topluluk yeni­lecek ve arkalarını dönerek kaçacaklardır" (Kamer, 54/45) ayetini söyleyerek çıktı.

Resulullah bu şekilde yardım talebinde bulundu. İnsanlar, saf düzenine geçince, Ebû Cehil: "Allahım! Bizden hakka daha yakın olana yardım et" dedi. Resulullah da, zikrolunan duayı yapmak üzere elini kaldırdı.

İkinci bir görüşe göre, yardım talebi müminler topluluğundan geldi. Çün­kü onlar, Peygamberden daha çok korkmuşlardı.

Doğruya yakın olan görüş ise şudur: Resulullah efendimiz dua ve niyazda bulundu. Diğer müminler de, içlerinden onun duasına katılıyordu. Onun için, Resulullah'ın duası naklolundu, müminlerin duası naklolunmadı.[23]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ, bundan önce ki ayette, hakkı üstün çıkarıp bâtılı iptal ettiği­ni açıkladıktan sonra, burada da yardım istendiğinde yardım edeceğini açıkla­mıştır. [24]

 

Açıklaması

 

Ey müminler! Mutlaka savaş gerektiğini anlayıp: "Ey Rabbimiz! Düşmanı­na karşı bize yardım et. Ey yardım isteyenlere pek çok yardım eden! Bize yar­dım et" diye Rabbinize dua ettiğiniz vakti hatırlayın... Bundan murad, onlara, dualarına icabet eden Allah'ın nimetini hatırlatmaktır ki şükretsinler, Allah'ın kendilerine olan fazl ve rahmetini bilsinler.

O, sizin duanıza icabet etti, birbiri peşi sıra meleklerle yardım etti. Önce bin melekle yardımda bulundu. Bunu diğerleri takip etti. Üç bin, daha sonra beş bin melek. Nitekim, Allahü Teâlâ şöyle buyurur: "O zaman sen müminlere: İndirilen üç bin melekle Rabbinizin size imdat etmesi yetmez mi? diyordun" (Al-i İmran, 3/124).

Sonra da: "Evet, siz sabreder, sakınırsınız, bunlar da ansızın üstünüze ge­lecek olurlarsa, Rabbiniz nişanlı beş bin melekle size yardım edecektir" (Al-i İm­ran, 3/124-125).

Allahü Teâlâ melekleri, size zafere ulaşacağınızı müjdelemek ve sizin kalblerinizi teskin etmek için gönderdi. Düşmanlarınıza karşı size yardım et­meye, yalnızca Allahü Teâlâ kadirdir.

Savaşta gerçek zafer ancak Allah'tandır. Melekler ve diğer görünür sebep­lerden değildir. Şüphesiz Allah, mağlup edilemez güçtedir. Hikmet sahibidir. Hiçbir şeyi mevziinin dışına koymaz. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Eğer Allah dilese, elbette onlardan intikam alırdı. Fakat bazınızı bazınızla im­tihan etmesi içindir." (Muhammed, 47/4).

Bedir günü, melekler fiilen savaştı mı? Bazı alimlere göre, melekler savaş­madılar. Müminlere manevi takviye yapıldı. Onlar müminlere sebat veriyorlar­dı. Yoksa, tek bir melek bütün dünya halkını helak etmeye kafidir. Nitekim Cibril (a.s.) kanadından bir tüy ile, Lut kavminin yaşadığı Medain beldelerini helak etti.

Alimlerin çoğunluğuna göre ise, Bedir günü Cibril (a.s.), beş yüz melekle, Hz. Ebû Bekir'in de içinde bulunduğu ordunun sağ tarafına indi. Mikâil, (a.s.) beş yüz melekle, Hz. Ali'nin de içinde bulunduğu ordunun sol tarafına indi. Melekler insan sûretindeydi, üzerlerinde beyaz elbiseler ve beyaz sarıklar vardı.

Meşhur olan görüş budur. İbni Abbas'm şöyle dediği rivayet olunmuştur: Allah, Peygamberine (s.a.) ve müminlere bin melekle yardım etti. Cibril, beş yüz meleğin yanında, Mikail beş yüz meleğin yanındaydı. İbni Cerir ve Müs­lim, İbni Abbas ve Ömer yoluyla gelen bu hadisi rivayet ederler. Daha başka hadisler de vardır. Eğer bu hadisler olmasaydı, birinci görüş muteber olabilirdi. Rivayete göre Ebû Cehil, İbni Mes'ud'a: "Hiçbir kimse görmediğimiz halde, duyduğumuz o ses nerden geliyordu?" diye sormuş, o, meleklerden deyince, Ebu Cehil: "İşte bizi onlar yendi, siz değil" demiştir.

İttifak olunan görüşe göre, Uhud günü melekler, savaşmadı. Çünkü Allah, müminlere, sabır ve takva üzere bulunmaları şartıyla zafer vaad etmiş, onlar da bu şartı yerine getirmemişlerdi.

Meleklerin müminlerle birlikte savaşması, müminlerin en mükemmel ve en iyi bir şekilde savaşma görevlerini azaltmıyordu. Nitekim onlar, takdire değer bir şekilde savaştılar. Buharî ve Müslim'le gelen bir rivayete göre Resulullah (s.a.), Hâtıb b. Ebî Beltaa'nm öldürülmesi konusunda Hz. Ömer'le müşavere etti­ği zaman şöyle dedi: "Şüphesiz o Bedir'e katıldı. Nereden biliyorsun, belki de Al­lah Bedir savaşma katılanlara: İstediğinizi yapın, sizi mağfiret ettim, buyurdu."

Bedir olayı Kureyş üzerinde çok etkili oldu. Meşhur kimseler olmalarına rağmen, müslüman kılıçlarıyla ve mızraklarıyla, hem de gençler eliyle öldürül­düler. Bu, onların küfürlerinin ve inadlarınm cezasıydı. Allahü Teâlâ peygam­berleri yalanlayan geçmiş ümmetleri, çeşitli -musibetlerle cezalandırdı. Nite­kim Nuh kavmini Tufanla, Ad kavmini soğuk bir rüzgarla, Semûd'u helak edici şiddetli bir sesle, Lût kavmini bulundukları yeri altını üstüne getirmekle, Şu-ayb kavmini şiddetli bir deprem ve bir buluttan üzerlerine yağan ateş yağmur­larıyla Firavun ve kavmini denizle helak etti.

Allah'ın Bedir günü müslümanlara olan ilk nimeti, onlara meleklerle yar­dım etmesi, diğer nimeti onlara uyku hali vermesi ve yağmur indirmesidir: "Hani O size, emniyet için hafif bir uyku vermişti..." Yani kendinizi az, düşmanı çok görmeniz sebebiyle meydana gelen korkudan emin kılan hafif bir uyku ni­metini hatırlayın. Çünkü kendisine hafif uyku gelen kimse, korku hissetmez, rahat eder, güç ve kuvvetini yeniler. Beyhakî Delâil'de, Ali (r.a.)'m şöyle dediği­ni rivayet eder: "Bedir günü, içimizde Mikdâd'dan başka atlı yoktu. Biz hepi­miz uyuduk, sadece Resulullah, bir ağacın altında sabaha kadar namaz kılıp dua etti."

Bu hafif uyku hali, savaştan önceki gece oldu. Şiddetli korku içindeki bü­yük topluluk, bir mucize olarak önlerinde çok mühim iş olduğu halde birden uyudu.

Maverdî şöyle der: O gece Allah'ın onlara uyku verme lütfunda bulunma­sında iki hikmet vardır:

Birincisi: Dinlenmelerim sağlayarak ertesi günkü savaş için onları kuv­vetlendirdi.

İkincisi: Kalblerinden korkuyu gidererek onları emniyete kavuşturdu. Emniyet uyutur, korku uykusuz bırakır.

Cenâb-ı Hak, onlara Uhud günü de uyku verdi. Nitekim şöyle buyurur: "Sonra o kederin ardından üzerinize bir emniyet, bir uyku indirdi ki, o içiniz­den bir grubu örtüp buruyordu. Bir grub da canları sevdasına düşmüşlerdi." (Âl-i İmran, 3/154).

Yine Allah size, sizi abdestsizlik ve cünüplük halinden temizlemek, sizden şeytanın vesvesesini ve susuzluk korkusunu gidermek, kalblerinizi düşmanla savaşa cesaretlendirmek -ki bu bâtını cesarettir- ayaklarınızı sebat ettirmek -ki bu zahirî cesarettir- için gökten yağmur indirdi. Yağmurun indirilmesi dört faydayı gerçekleştirdi: Cünüplükten ve abdestsizlikten yıkanmakla şer1! ve his-sî temizlenme, şeytanın vesvesesini giderme, ruha sabrı alıştırma, ayakları kumlarda sebat ettirme.

Kur'ân'ın zahiri, uyku halinin yağmurdan önce, Ramazanın 17. gecesinde meydana geldiğine işaret eder. Mücahid ve İbni Ebî Nüceyh ise, yağmurun uy­kudan önce yağdığını söylemişlerdir.

Yağmur yağdırılmasının sebebi, İbnü'l-Münzir'in İbni Cerir et-Taberî ve İbni Abbas'tan naklettiğine göre şudur: Müşrikler müslümanlardan önce, suyu ele geçirdiler. Müslümanlar susuz kaldı. Abdestsiz ve cünüp halde namaz kıldı­lar. Kumluk içindeydiler. Şeytan kalblerine hüzün verdi. "İçinizde bir peygam­ber, kendinizin de veliler olduğunuza inanıyorsunuz, bir de abdestsiz ve cünüp halde namaz kılıyorsunuz, öyle mi?" dedi. Bunun üzerine Allah gökten bir yağ­mur indirdi, vadi su ile doldu, müslümanlar su için de temizlendiler, ayaklan sabit olup kaymadı, şeytanın vesvesesi de böylece gitmiş oldu.

Resulullah ve ashabı, yağmur suyundan toplanan suya gittiler ve orada konakladılar. Su havuzları yaptılar. Geri kalan suları da yok ettiler. Resulullah için, savaş meydanını gören bir tepe üstünde çardak yapıldı.

İbni İshak'm Siyret'inde zikrettiği İbni Hişam'ın da onu takip ettiği gibi, Resulullah (s.a.) Bedir'e yürüdüğü zaman, bulduğu en yakın su başına indi. Hubab ibni Münzir, Resulullah'a yaklaşarak: "Ya Resulullah! Bu yeri sen ken­din mi belirledin, yoksa Allah'ın bir vahyi sonucu mu?" diye sordu. Resulullah: "Kendi görüşümle belirledim" deyince, Hubab: "Burası iyi bir mevki değil. İn­sanları, onlara en yakın bir su kenarına götür. Oraya yerleşiriz. Sonra onun dı­şındaki kuyuları kör kuyu haline getirir, üstlerine bir havuz yapıp doldurur, ardından da, düşmanla savaşırız, Biz su içtiğimiz halde, onlar içemezler" dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.): "Güzel bir görüş ileri sürdün" dedi ve öyle yaptılar.

İbni Kesir şöyle der: Bu hususta en güzel görüş, İmam Muhammed ibni İs-hak b. Yesar'ın Urve ibni Zübeyr'den yaptığı rivayettir. O şöyle demiştir: Allah yağmur yağdırdı. Vadi kaygan hale geldi. Öyle ki, Resulullah ve ashabı yapış­kan çamur içinde kaldı. Fakat bu, yürümelerine engel olacak şekilde değildi. Kureyş ise, öyle bir çamura maruz kaldı ki, oradan gitmeye güçleri yetmedi.

Bence de, Kur'ân'ın metni İbni Kesir ve Taberî, Zemahşerî ve Razî gibi müfessirlerin çoğunun benimsediği bu rivayetlere uygun düşüyor. Beyzavî de, bunu destekleyen bir rivayeti zikrederek şöyle der: Rivayete göre Bedir savaşı­na katılan müslümanlar, suyu olan, ayakların kaydığı kumluk bir yerde ko­nakladılar, uyudular, çoğu ihtilam oldu. Suyu müşrikler ele geçirdi. Bunun üzerine şeytan müslümanlara vesvese verdi: Siz nasıl zafere ulaşacaksınız? Su meselesinde mağlubiyete uğradınız. Allah'ın veli kulları olduğunuzu sandığı­nız, Allah'ın Rasûlü içinizde olduğu halde, siz abdestsiz ve cünüp olarak namaz kılıyorsunuz.

Müslümanlar korktular. Bunun üzerine Allah, yağmur yağdırdı. Yağmur bütün gece yağdı. Vadi aktı. Kenarında müslümanlar havuzlar yaptılar, hay­vanlarını suladılar, abdest aldılar, guslettiler. Düşmanla aralarındaki kumluk arazi ayakların kaymıyacağı şekilde sertleşti. Şeytanın verdiği vesvese ortadan kalktı. Sonra Beyzavi, Cenab-ı Hakk'm: "Kalblerinizi bağlamak için" sözünün manasını açıklıyor.

En sahih görüş ise, Kurtubî'nin İbni İshak'ın Siyret'inden zikrettiği görüş­tür. Bu, rivayetlerin arasını bulan bir görüştür: Yağmurun yağmasıyla birlikte olan haller, Bedir'e varmadan önce meydana geldi.[25]

Bedirde müminlere bahşolunan gizli nimetlerden biri var ki, Allah onu müminlerin şükretmesi için açığa çıkarmıştır. O da, Allah'ın meleklere, kendi­sinin, meleklerle beraber olduğunu ilham etmesidir."Hani Rabbin meleklere: Şüphesiz ben sizinle beraberim." Ayete bu şekilde mana verildiği gibi: "Hani Rabbin meleklere: "Şüphesiz ben müminlerle beraberim. Dolayısıyla onlara yar­dım edin, onları sebat ettirin." şeklinde de mana verilebilir. Razî bu ikinci ma­na için "bu kelamdan maksat, korkutmayı ortadan kaldırmaktır. Melekler, kâ­firlerden korkmuyorlardı, müslümanlar korkuyordu" diyerek, daha uygun bu­lur.[26]

Yardımdan amaç, savaşın şiddetli zamanlarında gelen yardım ve destek­tir.

Müminlerin kalblerini sebat ettir, azimlerini kuvvetlendir. Onlara, Al­lah'ın Rasûlüne ve müminlere yardım etmeyi vaadettiğini, Allah'ın vaadinden dönmeyeceğini hatırlat.

Denilmiştir ki, melekler, müminlerin tanıdığı erkekler suretine bürünüp öyle yardım ediyorlardı. Beyhâkî, Delaü'de şöyle tahric eder: Melek, bir kişiye, onun tanıdığı kişi şeklinde geliyor ve: "Müjde. Onlar az, Allah sizinle beraber, hücum edin" diyordu.

Zeccâc'dan naklolunan rivayete göre, sebat ettirmenin manası şudur: Şey­tanın şer ilka etme-vesvese kuvveti olduğu gibi, meleğin de hayır ilka etme-il-ham kuvveti vardı.

Sonra Allahü Teâlâ: "Ben sizinle beraberim" sözünden muradını zikretmiş­tir. Bu sözün manası: Kâfirlerin kalblerine korku vermekle size yardım etme hususunda, sizinle beraberim, demektir. Allah'ın müminlere olan nimetlerinin en büyüklerinden biri de, kâfirlerin ruhlarına korku ve ürküntü ekmesidir.

Onların başlarını vurun, koparın, ayak ve el parmaklarını kesin.

Sonra Allahü Teâlâ, müminlere yardım etme sebebini açıklayarak şöyle buyurur: "Bu, onların Allah'a ve Resulüne karşı geldiklerinden dolayıdır..." Ya­ni peygambere ve müminlere yapılan sözkonusu yardım, müşriklerin Allah'a ve Resulüne düşmanlık ve muhalefet etmeleri sebebiyledir. Onlar, şeriata uy­mayı, ona iman etmeyi bir tarafa bıraktılar.

Kim Allah'a ve Rasûlüne muhalefet edip düşmanlık ederse, onun için dün­yada hezimet ve rüsvay olmak olduğu gibi, ahirette de şiddetli bir azab vardır.

Ey Allah'a ve Rasûlüne muhalefet eden kâfirler! Dünyada size acele tara­fından verdiğim bu hezimeti, zilleti, cezayı, öldürülmek ve esir edilmek gibi halleri acilen tadın. Eğer küfürde ısrar ederseniz, ahirette de, sizin için cehen­nem azabı vardır. [27]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler üç şeye işaret eder: Nimetlerini hatırlatmak, öldürme işinin öğre­tilmesi, Allah ve Rasûlüllah'a düşmanlık etmenin cezalandırılması. Allah'ın Bedir Savaşında hatırlatmak istediği nimetler yedidir:

1- Yardım istendiği zaman, yardım. Bu, bizzat meleklerle yardım olunma-sıdır. Bu sûrede bin melekle yardım olunduğu zikrolunurken, Al-i İmran sûre­sinde üç bin, sonra beş bin melekle yardım olunduğu zikrolunmaktadır ki, bun­da herhangi bir çelişki yoktur. Çünkü Allahü Teâlâ, "birbiri peşi sıra" sözüyle, yardımı birden yapmadığını, önce bin, sonra üç bin ve sonra da, sabır ve takva­ya sarıldıkları zaman beş bin melekle yardım ettiğini ifade etmektedir.

2- Savaşın olduğu günün gecesinde, müminlere uyku vermek.

3- Maddî (abdestsizlik ve cünüplük halini gidermek) ve manevî (şeytanın verdiği vesveseleri gidermek) temizliği gerçekleştirmek için, gökten yağmur yağdırmak.

4- Kalbleri kuvvetlendirme, onlardan korkmayı giderme, sabır verme, düş­mana karşı koyma ve savaşmak için yardım etme.

5- Yağmurla kayganlaşmış kumlu arazide ayakları sabitleştirme.

6- Meleklere, Allah'ın müminlerle beraber olduğunu ilham etmek, "Mü­minlere yardım edin, onları sebat ettirin" demek.

7- Kâfirlerin kalblerine korku salmak.

Öldürme keyfiyetini öğretme: Allahü Teâlâ, müminlere, kafirleri başlarına vurarak ve ayaklarını, ellerini keserek öldürmelerini emretmiştir. "Onların her lahları tutmada kullanılır. Onlar kesildiği zaman, insanlar savaşmaktan aciz kalırlar.

Allah'a ve peygamberine muhalefet etmenin cezası, dünyada rezil rüsvay olmak ve mağlubiyet, kıyamette de cehennem ateşinde şiddetli azaba maruz kalmaktır. Bu cezayı zikretmekten maksat, küfürden alıkoymak, tehdit etmek ve kafirleri korkutmaktır. Bu duruma göre, ceza iki çeşittir: Dünyada acele ta­rafından verilen ahiret ve ertelenen.

Bedir savaşına katılanların fazileti, kişisel durumlarından değil, yaptıkla­rı işlerden dolayıdır. İmam Malik şöyle demiştir: Bana ulaşan habere göre, Cib­ril (a.s.), Peygamber (s.a.)'e: "Bedire katılanlar aranızda nasıldır?" diye sordu. O da: "En hayırlılarımız" buyurdu. Bunun üzerine Cibril (a.s.): "Bizim aramız­da da öyle" dedi. Bu, onların cihadlanndan dolayıdır. En üstün cihad da, Bedir günü cihadıdır. Çünkü İslâm binası onun üzerine kuruldu.

İslamiyet, düşman da olsa, ölülerin cesedlerinin gömülmesini vacip kıldı. Nitekim Peygamber (s.a.), Bedir'de öldürülen 70 müşriğin cesedlerinin, çölde bulunan eski bir kuyuya gömülmesini emretti.

Müslim'in Enes ibni Malik'ten rivayetine göre, Rasûlüllah (s.a.), Bedir'de öldürülen müşriklerin cesedlerini üç gün bıraktı. Sonra kalkıp onlara: "Ey Ebû Cehl b. Hişâm! Ey Ümeyye b. Halef, Utbe b. Rabia! Ey Şeybe b. Rabia! Rabbini-zin vaadettiğinin gerçekleştiğini gördünüz değil mi? Şüphesiz ben, Rabbimin bana vaadettiğinin gerçekleştiğini gördüm" dedi. Ömer (r.a.) Peygamber (s.a.)'in sözünü işitti ve: "Ya Resulullah! Onlar nasıl işitecekler ve nerden cevap verecekler? Onlar kokup bozuldular" dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.): "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz benim söylediklerimi onlardan daha iyi işitmezsiniz. Fakat onlar cevap veremezler" buyurdu.

Sonra onlar hakkında emrini verdi. Sürüklenip Bedir kuyusuna atıldılar.

Kurtubî şöyle der: Bu, ölümün tamamiyle bir yokluk ve fena olmadığına, sadece ruhun bedenle ilgisinin kesilmesi ve bir evden bir eve intikal olduğuna işaret eder. Resulullah (s.a.) şöyle buyuracaktır: "Şüphesiz ölü, kabre konulup, yakınları ondan ayrılırken, o, onların papuç seslerini işitir." Hadisi es-Sahih tahric etmiştir.[28]

 

Harpten Kaçma Meselesi Ve Yardımın Allah'tan Olduğu

 

15-  Ey iman edenler! Toplu bir halde kafirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin.

16-  O gün kim savaşmak için bir tarafa çekilmek, ya da başka bir birliğe katıl­mak dışında arkasını dönerse, Allah'ın gazabına uğramış olur. Onun yeri de cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş ye­ridir.

17-  Onları siz öldürmediniz. Fakat Al­lah öldürdü onları. Attığın zaman da, sen atmadın, ancak Allah attı. Mümin­leri, kendinden güzel bir imtihan ile denemek için. Şüphesiz Allah, hakkıy­la işitendir, çok iyi bilendir.

18- Bu, böyledir. Şüphesiz Allah, kâfir­lerin tuzaklarını yıpratıcıdır.

19-  Eğer siz fetih istemekteyseniz, işte size o fetih gelmiştir. Eğer vazgeçerse­niz, bu sizin için daha hayırlıdır. Yine dönerseniz, biz de döneriz. Topluluğu­nuz çok da olsa, sizden hiçbir şeyi sa-vamaz. Çünkü Allah müminlerle bera­berdir.

 

Belagat:

 

"Eğer siz fetih istemekteyseniz, işte size o fetih gelmiştir." Hitap alaylı bir şekilde müşrikleredir. Bu, şu ayette de vardır: "Tad! Çünkü sen aziz ve kerim idin" (Duhan, 44/49). [29]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Toplu bir halde" toplanmış olarak. Sanki onlar, çok olduklarından dolayı bitişik bir cisim gibiydiler, "kâfirlerle karşılaştığınız zaman" sizinle savaşmak için, size doğru gelen bir ordu ile karşılaştığınız zaman "onlara arkanızı dön­meyin. " yenilmiş olarak kaçmayın.

"Onları siz öldürmediniz." Onları Bedir'de, siz kendi kuvvetinizle öldür­mediniz. "Attığın zaman da, sen atmadın, ancak Allah attı." Çünkü bir avuç ça­kıl, bir insanın atışıyla, bir çok insandan müteşekkil ordunun gözünü doldur­maz. Fakat, Allah, kafirleri kahretmek için, onu onlara ulaştırdı.

"Müminleri, kendinden güzel bir imtihan ile denemek için." Müminleri, ga­nimetle, güzel bir imtihanla denemek için. Denemek şeklinde terceme ettiğimiz "ihtibar" kelimesi iki manaya gelir. Sabrı öğrenmek için ceza ile olur, şükrü bil­mek için nimet vermekle olur. Burada nimet vermekle, denemek kasdolunmak-tadır.

"Eğer siz fetih istemekteyseniz" Ebû Cehil şöyle demişti: Allah'ım! Hangi­miz akrabasıyla daha çok ilgisini kesiyorsa, iyi olmayan şeyler yapıyorsa, onu helak et. "işte size o fetih gelmiştir." O şekilde olanların helak hükmü geldi. Ebû Cehil ve beraberindekiler öldürüldü. [30]

 

Nüzul Sebebi

 

Müfessirlerin pek çoğuna göre 17. ayet Peygamber (s.a.)'in, Bedir günü, müşriklere "yüzleri geri dönsün" diyerek, vadiden bir avuç kum alıp atması hakkında nazil oldu. O zaman, her müşriğin gözüne bir şeyler isabet etti.

İbni Cerir et-Taberî, İbni Ebî Hatim ve Taberânî'nin Hakim b. Hızâm'dan rivayetine göre, o şöyle demiştir: Bedir günü, gökten yere, sanki bir leğene dü­şen bir çakıl taşının sesine benzer bir ses işittik, O çakıl taşını Resulullah (s.a.) attı, biz yenildik. İşte: "Attığın zaman da sen atmadın" ayetinin nüzul sebebi budur.

19. ayetin inişi konusunda, Hakim, Abdullah b. Sa'lebe b. Sağir'den şöyle rivayet eder: Fetih isteyen Ebû Cehil'di. Müslümanlarla karşılaştığı zaman: "Allah'ım! Hangimiz, akrabasıyla ilgisini daha çok kesiyor, kötü şeyler yapıyor­sa, onu helak et" dedi. Bunun üzerine Allahü Teâlâ: "Eğer siz fetih istemektey-seniz, işte size o fetih geldi..." ayetini indirdi.

İbni Ebî Hatim, Atıyye'den tahriç etmiştir: Ebû Cehil: Allahım! Bu iki ce­maattan daha aziz ve asil olanına yardım et, dedi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

Süddî ve Kelbî şöyle der: Müşrikler, Mekke'den çıkarken, Kabe'nin örtüle­rini tutup: "Allahım! İki ordudan hangisi daha üstün, iki cemaatten hangisi da­ha doğru yolda, iki fırkadan hangisi daha şerefli ve dinleri daha üstünse, ona yardım et" dediler. Bunun üzerine Allah bu ayeti indirdi.

İkrime şöyle demiştir: Müşrikler: Allahım! Biz Muhammed'in getirdiğini iyi görmüyoruz. Onunla aramızı hakla ayırt et, dediler. Bunun üzerine Allah, bu ayeti indirdi. [31]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayetler, önceki ayetlerle bağlantılı olup Bedir olayı münasebetiyle mümin­lere savaş kaidelerini öğretmektedir. Nitekim Allah, geçen ayette müminlere, kafirlerin başlarını vurmalarını, ellerini ayaklarını kesmelerini emrederken, burada da savaşlardaki genel bir hükmünü zikrediyor: Bir savaş taktiği olmak­sızın, düşmanla karşı karşıya gelindiğinde savaştan kaçmak haramdır. [32]

 

Açıklaması

 

Ey Allah ve Rasûlünü tasdik edenler! Sizinle savaşmak isteyen ordu ha­lindeki düşmanınıza yaklaştığınız zaman, onların sayısı çok, sizin sayınız az da olsa, onlardan kaçmayın. Allah sizinle beraberdir. Düşman önünden kaçmak ancak iki halde caizdir:

1- Taktik olarak; yenilmiş gibi görünüp geri çekildikten sonra savaşmak için toparlanıp tekrar harekete geçmek için. Bu bir savaş hilesidir.

2- Düşmanla savaşmak düşüncesiyle düşmanla savaşan diğer bir İslâm topluluğuna katılmak için.

Bu iki durum dışında, kim savaştan korkup kaçarsa, Allah'ın gazabına uğ­rar. Ahirette onun varacağı yer cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir. Bey-zâvî şöyle der: Bu, düşmanın iki mislinden fazla olmadığı zamandır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildiğinden sizden yükü hafifletti" (Enfal, 8/66). İbni Abbas da şöyle demiştir: "Kim üç kat düş­mandan kaçarsa, kaçmamış demektir. Kim iki kat düşmandan kaçarsa, o, kaç­mış sayılır." Ayet, savaştan kaçmanın haram olduğuna işaret eder. Bu, büyük günahlardandır. Şeyhayn'ın Ebû Hüreyre'den rivayet ettikleri hadiste Peygam­ber (s.a.): "Helak edici yedi şeyden sakının" buyurdu. Ashab: "Ya Resulullah! Bu yedi şey nedir?" diye sorduklarında Rasûlü Ekrem: "Allah'a ortak koşmak, sihir yapmak, haklı bir neden olmaksızın Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı bir hayatı öldürmek, faiz, yetim malı yemek, düşmana hücum sırasında savaş­tan kaçmak ve zinadan uzak müslüman kadınlara zina isnad etmek" buyurdu.

Sonra Allahü Teâla, düşmanlara karşı yardım edeceğini ifade ederek, düş­man önünde sebat ve sabır edilmesi zaruretini ifade etti: "Onları siz öldürme­diniz." Yani siz onları öldürmekle iftihar etseniz de, onları kendi kuvvet ve maddî gücünüzle siz öldürmediniz. Onları sizin elinizle Allah öldürdü. Çünkü, melekleri indirip onların kalbine korku veren, zafer dileyen, kalblerinizi kuv­vetlendirip korku ve sıkıntıyı gideren O'dur. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyu­rur: "Onlarla savaşın ki, Allah ellerinizle onları azablandırsın. Onları rüsvay etsin, size onlara karşı galibiyet versin" (Tevbe, 9/14).

Müslümanlar, Mekkelileri yenip öldürdüğü ve esir ettiği zaman, birbirleri­ne karşı övünmeye başladılar. Her konuşan "ben öldürdüm, ben esir ettim" di­yordu.

Kureyş ortada görününce, Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "İşte Kureyş. Onları buraya, gurur ve kibirleri getirdi. Allahım! Senden, bana vaadini yerine getirmeni istiyorum." Cibril (a.s.) geldi ve: "Bir avuç toprak al, onlara at" dedi. İki topluluk karşılaştığında Resulullah (s.a.) Ali (r.a.)'ye "Bana şu vadinin çakıl taşlarından bir avuç ver" dedi. Aldığı bir avuç çakıl taşını kâfirlerin yüzlerine attı. "Yüzleri geri gitsin" dedi. Hepsi de, gözüyle meşgul oldu, yenildiler, mü­minler, onları öldürmeye ve esir etmeye koyuldular... İşte onlara şöyle denildi: Onları öldürmekle iftihar etseniz de, onları siz öldürmediniz, sizin kalblerinizi sebat ettirmek ve onların kalblerine korku vermekle, Allah öldürdü. Ey pey­gamber! Bir avuç toprağı attığın zaman, gerçekte sen atmadın. Çünkü, senin attığın şeyin tesiri bütün insanlara ulaşamaz. Onların hepsinin gözlerine, an­cak toprağı onların gözlerine ulaştırmakla Allah attı. Görünürde Resulullah (s.a.) attı, tesiri Allah'tan görüldü.

Peygamber (s.a.) Huneyn günü de toprak attı.

Öldürme işinde, Cenâb-ı Hakk'ın fiili ile, Peygamber ve müminlerin fiili arasında fark var: Sonuçları gerçekleştiren Allah'tır, insan ise, zahiri sebeblere yapışmaktadır. Bütün işlerde durum böyledir.

Allahü Teâlâ bütün bunları, müşrikleri rezil etmek, müminleri de güzel bir şekilde imtihan etmek; yani düşmanları çok, kendileri az olduğu halde, düşmanla­rına karşı müminleri üstün kılma nimetini anlasınlar ve şükretsinler diye yaptı.

Şüphesiz Allah, her türlü sözü işiticidir. Savaştan önce, peygamberin ve müminlerin Rablerine olan dualarını ve yardım isteklerini işitir. Onların halle­rini ve niyetlerini, zafere ve ganimete lâyık olanları bilir.

Sonra Allahü Teâlâ, zaferle beraber başka bir müjdeyi zikrediyor. Onlara, kâfirlerin gelecekteki tuzağını boşa çıkaracağını, onların müslümanlar aleyhin­deki her türlü hareketlerini hüsrana uğratacağını haber veriyor.

Sonra Allahü Teâlâ, tarizli tarzda Mekkelilere hitap ediyor: Eğer fetih is­tiyorsanız, işte fetih geldi. Eğer iki ordudan üstün ve doğru yolda olan için za­fer istiyorsanız, işte istediğiniz şey geldi. Üstün ve doğru olana zafer nasib ol­du, aşağılık ve sapık olanlar helak oldu.

Sonra Allahü Teâlâ onları korkutarak şöyle buyurdu: Eğer küfürden, Al­lah'ı ve Rasûlünü yalanlamaktan, peygamberine düşmanlıktan vazgeçerseniz bu sizin dünya ve ahiretiniz için daha hayırlıdır. Denendiğiniz ve öldürüldüğü­nüz, esir edildiğiniz savaştan daha faydalıdır. Eğer onunla savaşa, küfür ve sa­pıklığa dönerseniz, biz de ona yardıma sizi hezimete uğratmaya döneriz. Nite­kim Cenâb-ı Hak, İsrailoğulları'na şöyle buyurur: "Dönerseniz, biz de döneriz" (İsra, 17/8) Tefsirini yaptığımız ayetteki hitap kafirleredir. Ayetin gelişinden bu anlaşılmaktadır. Hitabın müminlere olduğu da söylenmiştir. Çünkü Allahü Teâlâ'nın: "İşte size fetih geldi" sözü, ancak müminlere uygun düşer. Ancak bu­radaki fethi, beyan, hüküm ve kaza manasına hamledersek, o zaman kafirler de kasdolunabilir.

Sizin topluluğunuz çok da olsa, size fayda vermeyecektir. Çünkü çokluk, azlık önünde her zaman zafere ulaşmaz. Az, sabra, sebata ve Allah'a imana sa­rıldığı zaman, aksi olur.

Allahü Teâlâ yardımla, destekle ve başarıya muvaffak buyurmakla mü­minlerle beraberdir. Siz ne kadar topluluk toplarsanız toplayın, Allah'ın bera­ber olduğu kimseleri mağlup edecek hiçbir kimse yoktur: "Ve muhakkak bizim ordumuz, elbette onlar galib olanlardır" (Saffat, 37/173). "Galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın taraftarlarıdır" (Maide, 5/56). "Şeytanın taraftarları, hüsrana uğrayanların ta kendileridir" (Mücadele, 58/19). [33]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetlerden aşağıdaki hükümler çıkarılır.

1- Şu iki durum dışında, düşman önündeyken savaştan kaçmak haramdır,

a) Toparlanıp tekrar savaşmak üzere; b) Savaşan bir topluluğa katılmak üzere. Fa­kat bu hüküm, âlimlerin çoğunluğuna göre, düşman sayısının, müslümanların iki katını aşmaması durumuyla sınırlıdır. Onun için, bir kimse iki kişinin önünden kaçarsa, o savaştan kaçmış sayılır. Kim üç kişinin önünden kaçarsa, o savaştan kaçmış sayılmaz. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Şimdi Allah zaafınız ol­duğunu bildiğinden, sizden yükü hafifletti. O halde eğer sizden sabırlı yüz (kişi) olursa, ikiyüzü yenerler, eğer sizden bin (kişi) olursa, Allah'ın izniyle iki bine galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir." (Enfal, 8/66). Onun için müslümandan, iki düşman karşısında sebat etmesi istenmektedir. Şeriatın hükmü budur.

Kur"ân'ın zahirine ve imamların pek çoğunun icmaına göre, savaştan kaç­mak, helak edici büyük bir suçtur.

Düşmanın müslümanların iki katından fazla olması durumundaysa, sa­vaştan kaçmak mubahtır. İmam Ahmed, Ebû Davud, Tirmizî ve İbni Mâce, Ab­dullah b. Ömer (r.a.) dan şu hadisi rivayet ederler: Resulullah (s.a.)'in seriyye-lerinden birindeydim. İnsanlar kaçtı, kaçanların içinde ben de vardım." Harp­ten kaçtık, gazaba uğradık, ne yapacağız?" dedik. Sonra, Medine'ye gidelim, ge­ceyi geçirip, kendimizi Resulullah'a arzedelim, tevbemizi kabul ederse ne ala, etmezse, gideriz, dedik. Kuşluk namazından önce kendisine geldik. Dışarı çıktı, "kimsiniz" buyurdu. Harpten kaçanlarız, dedik. "Hayır, siz geri dönenlersiniz; ben sizin cemaatınız, ben müslümanların cemaatıyım" buyurdu.

Yine Muhammed b. Sirin'in rivayetine göre, Ömer b. Hattab (r.a.), Ebû Ubeyde, İran topraklarında bulunan bir köprü üzerinde, mecusiler tarafından öldürüldüğü zaman, şöyle dedi: "Bana gelip başvursaydı, ona cemaat olurdum." Mücahid şöyle demiştir: "Ömer, ben bütün müslümanların cemaatından biri­yim," dedi.

Yenilgi caiz olsa da, sabır daha iyidir. Bunun delili Mute ordusudur. Müs­lümanlar üç bin kişi iken, yüz bin Rum ve yüz bin musta'reb Lahmi ve cüzam­lıdan oluşan 200 bin kişilik düşman ordusu karşısında durdu.

Endülüs tarihinde de şöyle bir olay oldu: Tarık b. Ziyad, hicri 93 yılının Receb ayında, 1700 kişiyle, 70.000 atlısı olan Endülüs kralı Lezerik'a karşı yü­rüdü, onun karşısında sabretti. Allah, azgın Lezerik'i hezimete uğrattı, müslümanlara da fethi nasip etti.

İbni Vehb şöyle der: Malik'i dinledim. Kendisine düşmanla karşılaşan ya­hut korudukları yerde kendilerine düşmanın saldırdığı kimselerin savaşmaları mı, yoksa geri dönüp taraftarlarına haber vermeleri mi gerektiği soruldu. Şu cevabı verdi: Eğer onlarla savaşmak üzere kuvvet bulurlarsa, onlarla savaşır­lar, yoksa adamlarına dönüp onlara haber verirler.

Savaştan firarın hükmü, Ebû Said el-Hudrî, Hasen el-Basrî, Katade ve Dahhak gibi bazı sahabe ve tabiinin zannettiği gibi, Bedir savaşında yenilenle­re mahsus değil, bütün savaşlara şamildir. Çünkü Cenâb-ı Hak: "Ey iman edenler, toplu bir halde kâfirlerle karşılaştığınızda arkanızı onlara dönmeyin" buyurmaktadır. Bu, genel bir hükümdür. Her ne kadar, Bedir vakası hakkında nazil olsa da, bütün hallere şamildir. Sebebin özel oluşuna değil, lafzın genelli­ğine itibar olunur.

Ayet, savaşın bitiminden sonra nazil oldu. Bu, Malik, Şafiî ve alimlerin pek çoğunun görüşüdür.

İbnü'l-Kasım şöyle der: Savaştan kaçanın şahitliği caiz değildir. İmam kaçsa da, muhariplerin harpten kaçmasına cevaz yoktur. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: "O gün kim savaşmak için bir tarafa çekilmek, ya da başka bir birliğe katılmak dışında arkasını dönerse, Allah'ın gazabına uğramış olur. Onun yeri de cehennemdir." Ayette, savaştan kaçanların, Allah'ın gazabını ve cehennem ateşini hak ettikleri ifade olunmaktadır. İbnü'l-Kasım sözüne şöyle devam eder: Düşmanın sayısı, müslümanlarm sayısından çok fazla olursa, firar caiz­dir. Bu, müslümanlarm sayısı 12.000'e varmadığı zamandır. Eğer 12.000'e va­rırsa, müşriklerin sayısı, bunun iki katından fazla da olsa, firar helal değildir. Ebû Bişr ve Ebû Seleme el-Amilî'nin rivayet ettiği hadiste peygamber (s.a.) şöyle buyurur: "12.000 kişi, azlıktan dolayı asla mağlup edilmez." Ancak hadis­te metruk bir ravi vardır.

Şayet kaçarsa, Allah'a istiğfar etsin. Nitekim Tirmizî, Bilal b. Yesar'm şöy­le dediğini rivayet eder: Babam bana, dedemden, Resulullah'ın şöyle dediğini işittiğini nakletti: "Kim, esteğfirullahellezî lâ ilahe illa hüvel hayyu'l-kayyûm, derse, savaştan kaçmış bile olsa, Allah onu mağfiret buyurur."

2- Ehl-i Sünnet, Cenâb-ı Hakk'ın: "Attığın zaman sen atmadın" sözüyle, kulların işlerinin Allah tarafından yaratıldığına istidlal etmişlerdir. Çünkü Al­lahü Teâlâ: "Onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü" buyurur. Bu, öldürme işinin Allah'tan olduğuna işaret eder. Her halükârda Ehl-i Sünnet gö­rüşü, şu ayetin sarahatiyle sabittir: "Allah her şeyin yaratıcısıdır. Ve O, her şey üzerine vekildir" (Zümer, 39/62).

3- Müminden, zahirî sebeblere yapışması, Allah'ın kendisine yüklediği mükellefiyeti yerine getirip sonra işi Allah'a havale edip tevekkül etmesi iste­nir. Neticenin gerçekleşmesi ise, Allah'a bırakılır, O, insanın kuvvet ve kudre­tinde değildir. Onun için: "Attığın zaman, sen atmadın, fakat Allah attı" sözü­nün manası, atma işinin Resulullah (s.a.)'den meydana geldiğini, tesirini de Cenâb-ı Hakkın yarattığını gösterir.

Düşmana bir avuç çakıl taşı atılma hadisesi, İbni İshak'ın dediği gibi, sa­hih olan görüşe göre, Bedir günü oldu. Çünkü ayet Bedircin arkasından nazil oldu, Uhud günü ve Huneyn günü de tekerrür etti.

4- Cihaddaki ihlas ve gerçekten savaşma, Allah'a güven, Allah'ın Ehl-i Bedr'den razı olmasına ve onları zafer, ganimet ve sevapla mükafatlandırması­na neden oldu.

5- Kâfirlerin bütün kuvvetleri, Allah'ın kudreti, iradesi ve mümin kulları­na yardımı önünde dağılıp gitti. Allah, onların tuzaklarını boşa çıkardı. Kalble-rine korku saldı, birliklerini dağıttı. Müminleri, onların noksanlıklarına mut­tali kıldı. Onları rezil rüsvay etti. Peygamber (s.a.) ve müminlerle tekrar sava­şa dönerlerse, onları tekrar rezil rüsvay etmekle tehdit etti. Ne kadar çok olsa­lar da, onları uzaklaştıracağını, Allah'ın yardım ederek müminleri destekledi­ğini haber verdi. Bütün bunlara rağmen Allah, küfür ve şirkten imana, itaata, İslam'a Peygamber (s.a.)'e uymaya ve onu desteklemeye dönerlerse, önlerine bir ümit kapısı açtı. Bu, Allah'ın kullarına bir rahmetidir. Allah kullarına mer­hametlidir.

6- Ebu Cehil'in "Allah'ım! İki dinin en üstün olanına ve zafere en hakkı olanına yardım et" sözü ve müşriklerin Bedr'e çıkarken, Kabe'nin örtülerine tu­tunarak: "Allah'ım! İki ordudan en üstün olanına, en doğru yolda olanına, en asil olanına, iki dinden en faziletli olanına yardım et" sözleriyle istedikleri şey gerçekleşti. "Eğer fetih istiyor duy sanız, işte size fetih geldi." Allah, Bedir'de hakla bâtılın arasını ayırdı. İslâm'ı ve müslümanları aziz kıldı. Küfrü ve yar­dımcılarını da hezimete uğrattı. Onun için Bedir gazvesine  Yevmü'l-furkan dendi. [34]

 

Allah'a Ve Rasulüne İtaati Emir, Muhalefetten Korkutma

 

20- Ey iman edenler! Allah'a ve Resulü­ne itaat edin. İşittiğiniz halde ondan yüz çevirmeyin.

21- İşitmedikleri halde "işittik" diyen­ler gibi olmayın.

22- Allah katında yerde yürüyen hay­vanların en kötüsü, akıl erdirmeyen sağır ve dilsizlerdir.

23- Eğer Allah onlarda bir hayır oldu­ğunu bilseydi, elbette onlara duyurur­du. Onlara işittirseydi de yine yüz çe­virici olarak arkalarına dönerlerdi.

 

Belagat:

 

"Allah katında yerde yürüyen hayvanların en kötüsü, akıl erdirmeyen sağır ve dilsizlerdir". Bu ayette, Allah, hakkı dinlemedikleri ve söylemedikleri için, kâfirleri hayvanlara benzetmiş, onlarla aynı türden yapmış ve sonra da onlar­dan daha kötü kılmıştır. Benzeme yönü, hakkı duymamaları ve söylememeleri­dir. Onların hayvanlardan kötü olmaları, hayvanlar kendilerinden başkalarına zarar vermedikleri halde, onların zarar vermelerindendir. [35]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İşittiğiniz halde" Kur'ân'ı ve öğütleri dinlerken "ondan" emrine muhale­fet etmek suretiyle, Peygamber (s.a.)'den "yüz çevirmeyin"

"İşitmedikleri halde" öğüt alıcı anlayışla dinlemeyenler "işittik diyenler gi­bi olmayın", Onlar, münafıklar yahut müşriklerdir. [36]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ "Eğer vazgeçerseniz, bu sizin için daha hayırlıdır" (Enfâl, S'19) sözüyle müşriklere ve kâfirlere hitap ettikten sonra, müminlere, cihada ve benzeri şeylere çağrıldıkları zaman Allah'a ve Rasulüne itaati emretmekte devam ediyor. Bir şeyi mukabiliyle zikretmek, Kur'ân'ın üslûbudur. Onun için kâfirleri korkuttuktan sonra, dini müdafadan ve Peygamber (s.a.)'in davetine uymaktan geri durmasınlar diye müminleri uyarmayı gerekli görüyor. [37]

 

Açıklaması

 

Allahü Teâlâ mümin kullarına, kendisine ve peygamberine itaati emredi­yor. Bu emre muhalefetten ve inatçı kâfirlere benzemekten men ediyor.

Ey iman edip tasdik edenler! Cihada katılma ve malı terketme hususun­daki davette, Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Rasûlüne ve emirlerine itaati ter-ketmeyin. Cihadı ve cihad yolunda sözünü ve öğütlerini dinleyin. Burada dinle­mek, anlayıp kavramak üzere dinlemektir. Müminlerin özelliği budur: "Dinle­dik, itaat ettik. Ey Rabbimiz! Mağfiret isteriz ve dönüş ancak sana'dır" dediler" (Bakara, 2/285).

Dinlemedikleri halde "dinledik" diyen münafıklar ve müşrikler gibi olma­yın. Onlar duyuyor, kabul ediyor gibi görünüyorlar, ama durum öyle değildir.

Sonra Allahü Teâlâ, onların mahlûkların en kötüleri olduğunu haber veri­yor: Allah katında, yeryüzünde dolaşan varlıkların en şerlileri, hakkı duyma­yan, ona tabi olmayan, hakkı konuşmayan, hakkı anlamayan, hak ile bâtılı, hayırla şerri, hidayetle dalâleti, İslâm'la küfrü anlamayan, duyuları çalışmaz hale getirip faydalı ve zararlıyı ayırdedemeyen kimselerdir. Eğer onlar, akılla­rını cahiliyye asabiyetinden ve taklitten uzaklaşarak kullansalar, hak ve doğ­ruyu bulurlar, kendileri için yararlı olan şeyin İslâm olduğunu anlarlardı. An­cak onlar, gerçekten hayvanlar gibi hakikatları anlamıyorlar: "Bunda kalbi olan veya kendisi şahit olarak kulak veren kimse için, elbette öğüt vardır" (Kâf, 50/37).

Sonra Allahü Teâlâ, onların sağlam bir anlayışları olmadığını, eğer nefis­lerinde hayra, imana, İslâm nuruna ve peygambere bir meyilleri olacak olsay­dı, alıcı bir şekilde anlamaya muvaffak buyururdu. O, onları, hakikati anlama­ya muvaffak buyursa, onlar yine de, sırf inatlarından dolayı ondan yüz çevire­ceklerdi. [38]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetlerden iki şey anlaşılıyor: Allah ve Rasûlüne itaat; onların emir ve ne-hiylerine muhalefetten sakınma.

Müminler hakkı dinler, onun nuruyla doğru yolu bulurlar, Allah ve Rasû-lünün emirlerine itaat ederler, nehiylerinden sakınırlar.

Allah'a ve Rasûlüne itaat, aynı şeydir. Peygambere itaat, Allah'a itaattir. Nitekim başka bir ayette de aynı şey anlatılır: "Eğer mümin iseler, Allah ve Re­sulünü razı etmeleri daha doğrudur." (Tevb, 9/62).

Emrolunan şeylere itaat ve nehyolunan şeylerden kaçınmadıkça, müminin "ben duydum, itaat ettim" sözünün faydası yoktur. Emirlerde kusur gösteren, masiyetlere dalan kimse itaat edici sayılmaz.

Yahudiler, yahut münafıklar, ya da müşrikler gibi iman edip tasdik etme­yenler, hakkı anlamak, düşünmek üzere dinlemezler. Onun için Allahü Teâlâ bu kafirlerin, Allah'ın mahlûkatınm en şerlileri olduklarını bildiriyor.

Münafik, imanını açıklayıp küfrünü gizleyen kimsedir. O, dinliyor gibi gö­rünür, gerçekte hiçbir şeyi anlamaz.

Yahudi ve hıristiyan, atalarından gelen kültüre bağlı kaldığı için, hak or­taya çıktıktan sonra bile, bu konuda mücadele ediyor. İşte o kulağını sağırlaştı-rıyor, aklını hak din hususunda çalıştırmıyor.

Müşrikler ise inatçıdırlar, asla dinlemezler. İnsanları da, Kur'ân'ı ve Resu-lullah'm sözünü dinlemekten men ederler. Kulaklarını hakka tıkarlar, düşün­meden babalarını, dedelerini taklit ederler.

Bunların hepsi de, hak ile bâtıl, hayırla şer, İslâm'la küfür arasındaki farkları anlamazlar. Onun için, gerçekten Allah'ın en şerli mahlûkları olmuş­lardır. Çünkü bunlar zarar verirler, hayvanlar ise zarar vermezler. [39]

 

Ebedi Hayat Bulunan Şeye İcabet Etmek

 

24- Ey iman edenler! Sizi diriltecek şeylere davet ettiği zaman, Allah'ın ve Resulünün çağrısına uyun. Bilin ki Al­lah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten yalnız ona dönüp toplana­caksınız.

25- Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden yalnız zulmedenlere gelip çatmaz. Ve bilin ki Allah, şüphesiz aza­bı çetin olandır.

26- O zamanı hatırlayın ki, yeryüzünde azlık ve zayıf ve hakir görülen kimse­ler idiniz. İnsanların sizi tutup kapma­sından korkuyordunuz da, yardımıyla kuvvetlendirdi. Size en temiz ve en hoş şeylerden rızık verdi. Tâ ki şükredesi-niz.

 

İ'rab:

 

"O fitne gelip çatmaz": Bu hususta Zemahşerî üç durum zikreder. Bu keli­me ya emre cevap, veya emirden sonra nehy, ya da fitne kelimesinin sıfatı olur. Cevap olduğu zaman mana şöyle olur: Size bir musibet gelirse, sadece zalimle­re isabet etmez, hepinize dokunur. O zaman manayı pekiştirici "nun" harfinin sadece nehy fiiline, yahut yeminin cevabına girmesi caizken, emrin cevabına yahut şartın cevabına girmesi caizdir. Çünkü bunda nehy manası vardır. Nite­kim: "Hayvandan in, seni atmasın" desen bunu, "seni asla atmasın" şeklinde ifade etmek de caizdir. Böylece burada, fitneden nehiy vardır. Bununla murad, zulmedenlerdir. Emirden sonra nehy olursa, sanki şöyle denmiş gibi olur: Bir günahtan, yahut bir cezadan sakının, zulme maruz kalmayın. [40]

 

Belagat:

 

"Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer" Temsili istiaredir. Allahü Te-âlâ, kulların kalblerine sahip oluşunu ve istediği gibi tasarruf edişini, iki şey arasına giren kimseye benzetmiştir. [41]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sizi diriltecek şeylere" sizi diriltecek ve sizi ıslah edecek dinî şeylere "da­vet ettiği zaman," Çünkü o, ebedi hayata sebebtir. "Allah ve Rasûlünün çağrısı­na uyun." Allah'a ve Rasûlüne itaatle icabet edin.

"Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer" yani ancak onun iradesiyle iman veya küfredilebilir. İbni Abbas ise şöyle demiştir: Müminle küfür ve kâfir­le iman arasına girer, "ve gerçekten yalnız O'na dönüp toplanacaksınız." Yani yalnız O'na döneceksiniz, amellerinize göre sizi cezalandıracak.

"Bir de öyle bir fitneden sakının ki " Kur'an'a icabeti inkârla size isabet edecek olan belâ ve meşakkatten korkun ki, "o, içinizden yalnız zulmedenlere gelip çatmaz." Onlara ve başkalarına da şamil olur.

"Allah, azabı çetin olandır." Kendisine muhalefet ve isyan edene azabı çe­tindir. [42]

 

Nüzul Sebebi

 

"Fitneden sakının..." ayetinde geçen fitneyi Zübeyr ibni Avvâm, Hasan el-Basrî, Sûddî ve daha başkaları, hicri 36 yılında meydana gelen Cemel olayıyla yorumlamışlardır. Zübeyr şöyle demiştir: Bu ayet bizim hakkımızda nazil oldu. Bir müddet onu okuduk. Onun hitap ettiği kimselerden olduğumuzu zannetmi­yorduk. Birden onunla kasdolunanlarm biz olduğumuzu gördük. Hasen ise şöy­le demiştir: Bu ayet, Ali, Ammar, Talha ve Zübeyr hakkında nazil olmuştur. O fitneden murat, özellikle Cemel olayıdır. Sûddî ise şöyle demiştir: Bu ayet Ce­mel olayında savaşacak olan Bedir ashabı hakkında nazil oldu. Rivayete göre Zübeyr, bir gün Peygamber (s.a.)'le birlikte yürürken, aniden Ali (r.a.) çıkagel-di. Zübeyr ona güldü. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ali'ye karşı sevgin nasıl­dır?" Zübeyr şu cevabı verdi: Anam babam sana feda olsun, ey Allah'ın Rasulü! Onu çocuğum gibi, hatta fazla severim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.): "Nasıl olur da, ona karşı yürüyüp onunla savaşırsın?" buyurdu.[43]

İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: Bu ayet, Resulullah (s.a.) hakkında nazil oldu. Allahü Teâlâ bu ayette müminlere, aralarında kötü şeyleri barındırma­malarını emretti. Aksi takdirde, Allah'ın azabının onları kuşatacağını bildirdi.

Huzeyfe b. Yemân'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ashabımdan birtakım insanlar arasında bir fitne olacak. Be­nimle sohbetleri sebebiyle, Allah onların bu fitnesini mağfiret buyuracak. Fa­kat, onlardan sonra gelen birtakım insanlar, o fitne hususunda onları izleyecek. O sebeble Allah, onları cehenneme koyacak.[44]

Bu te'villeri, sahih hadisler de destekler: Sahih-i Müslim'de Zeyneb bintu Cahş'tan şöyle rivayet olunur: Zeyneb bintü Cahş, Resulullah (s.a.)'e şöyle sordu: Ya Resulullah, içimizde salih kimseler varken, biz helak olur muyuz? Resu-lullah da: "Kötülük çoğaldığı zaman evet" buyurdu. Tirmizî'nin Sahih'inde de şöyle bir rivayet olunmuştur: "Allah'ın yasakladığı smırda duran kimse ile onu aşan kimselerin benzeri, kura çekerek bazısına geminin üstü (güverte), bazısına da altı (ambar kısmı) çıkan gemi halkı gibidir.. Geminin altında bulunanlar (su-sayıp) sudan yararlanmak istedikleri zaman yukarı çıkıyorlar ve buradakilerin üzerine uğrayıp geçiyorlardı. Bunlar arasında: "Biz, nasibimize düşen ambarda bir delÜS açarsak, hem biz rahatsız olmamış, hem de üstümüzdekilere rahatsız­lık vermemiş oluruz" dediler. Bunlardan birisi bir balta alarak geminin altmda bir delik açmaya başladı. Yukarıdakiler koşarak: "Sana da ne oluyor?" diye sor­dular. O da: "Siz bizim yüzümüzden rahatsız oluyorsunuz? Bize su lazımdır!" dedi. Şimdi üstte oturanlar, aşağıda oturanları bu kötü istekleriyle başbaşa bı­raksalardı, hepsi birden helak olurlardı. Fakat bunların ellerini tutsalardı (hem) kendileri kurtulurlardı, hem de öbürlerini toptan kurtarırlardı..."

Bu hadiste, bazı kimselerin günahları sebebiyle genelin cezalandırılacağı, emr-i bi'1-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münkeri terk sebebiyle cezanın hak edileceği hükmü vardır. [45]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ cihad, malını iyilik yolunda harcama gibi konularda mümin­lere Allah'a ve Rasûlüne itaati emrettikten sonra, kendilerini ebedî bir hayatla diriltecek, dinî hükümlerle ıslah edecek şeye çağırdıkları zaman Allah'a ve Ra­sûlüne icabet etmelerini emretti. Sanki bu ayetler, Allah'a ve Rasûlüne itaatin sebeplerini açıklamaktadır. [46]

 

Açıklaması

 

Allahü Teâlâ, bu ayetlerde ve bundan önceki ayetlerde, iman sıfatının emir ve nehiylere uymayı gerektirdiğine işaret için nidayı, "iman edenler" laf­zıyla tekrarladı.

Mana şöyledir: Ey müminler! Dünya vû ahiret saadetini, hayır ve salahını­zı, her türlü hak ve doğruyu içine alan Allah'ın ve Rasulünün davetine -ki o, Kur'ân, iman, cihad ve her türlü hayır ve taattır- icabet edin. "Sizi diriltecek" sözünden amaç güzel ve sürekli olan hayattır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle bu­yurur: "Biz onu çok güzel bir hayat ile yaşatırız" (Nahl, 16/97). Buharî: "Sizi davet ettiği zaman" çağırdığında, sizi "diriltecek" ıslah edecek olan şeylere ica­bet edin demektir, der.

Fakihlerin çoğuna göre, emrin zahiri, vücubu ifade eder. Çünkü ondan sonraki: "Bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten yalnız O'na dönüp toplanacaksınız" sözü, tehdit ve korkutma ifade eder.

Bu yüzden Resulullah (s.a.)'in ibadet, inanç ve muamele ile ilgili emirleri­ne, ciddiyet, azim ve gayretle sarılmak gerekir. Giyinmek, yemek, içmek ve uyumak gibi âdetle ilgili emirler, uyulması gerekli dinî emirler değildir.

Hz. Peygamber (s.a)'in emrettiği iman, Kur'ân, hidayet ve cihaddan kim yüz çevirirse o ölü gibidir. Güzel bir hayat, yahut ruhî bir hayat yaşamıyor de­mektir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Bir ölü iken kendisini dirilttiği­miz, insanlar arasında yürümesi için nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamaya­cağı karanlıklarda kalan kimse gibi midir?" (En'am, 66/122).

"Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer" sözünün manası, aklınızı kay­betmeden, çabuk icabet edin, demektir. Kalb, düşünce yeridir. Mücahid, bu ayetin manası hakkında şöyle der: Kişi ile aklı arasına girer de, ne yaptığını bilmez. Nitekim Cenâb-ı Hak şöylo buyurur: "Muhakkak ki bunda kalbi olan kimse için, elbette öğüt vardır" (Kâf, 50/37).

Şöyle de denilmiştir: Onlarla kalbleri arasına ölüm girer, geçen zamanı ya­kalayamaz. Keşşâfda şöyle der: O, onu öldürür de, fırsatı kaçırmış olur. Şöyle de denilmiştir. İşleri bir halden bir hale değiştirir. Kurtubî şöyle der: Bu, Al­lah'ın "Cami" isminin tecellisidir. İmam Ahmed İbni Hanbel, Enes ibni Malik'in şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (s.a.): "Ey kalbleri bir halden bir hale çeviren Allah! Kalbimi dinin üzerinde sabit kıl" sözünü çokça söylüyordu. Ya Resulullah! Sana ve getirdiklerine inandık, bizden korkuyor musun, dedik. "Evet, kalbler, Allah'ın parmaklarından iki parmak arasındadır, onları ters yüz eder, çevirir" buyurdu.

Taberî'nin tercihi şöyledir: Bu Allah'ın, kullarının kalblerine kendilerin­den daha çok sahip olduğunu, dilediği zaman kalbleriyle kendileri arasına gir­diğini, hatta insanın ancak Allah'ın dilemesiyle bir şeyi anlayabildiğini haber vermektedir.

Bence ayetin tefsiri konusunda Taberî ve Kurtubî'nin tercihi en doğru gö­rüştür. Mana şöyle olur: Allah, insanın kalbini, fikrini ve iradesini kontrol altın­da tutar, işleri nasıl dilerse, eliyle bir halden bir hale çevirir. Bütün şeylerde tek tasarruf yetkisine o sahiptir. Sahiplerinin güçlerinin yetmeyeceği şekilde kalble-re yön verir, dilediği gibi, onların yönelişlerini, maksat ve niyetlerini değiştirir. Ayetten maksat, hastalık, ölüm gibi birtakım engeller çıkmadan itaata teşviktir.

Cebre inananlara göre mana şöyledir: Allah, kâfir kişiyle itaati, itaatkar kişiyle masiyeti arasına girer. O halde, mesut ve bahtiyar kişi, Allah'ın mesut ve bahtiyar kıldığı kişi; bedbaht ve sapık kişi ise, Allah'ın saptırdığı kişidir. Al­lah'ın saptırdığı ve rüsvay ettiği kimse hakkındaki işi, adalettir. Üzerine vacip olanı gerçekten yapmazsa, o zaman adalet sıfatı ortadan kalkar.

Mu'tezile'den Cübbaî şöyle der: Allah'ın, kendisiyle imanı arasına girdiği kimse âcizdir. Acizin işi taşkınlık ve cahilliktir. Bu, caiz olsaydı, Allah'ın bize göğe çıkmayı emretmesi caiz olurdu. Nitekim müzmin hastanın ayakta namaz kılması emredilmeyeceği hususunda ittifak varken, bu, Allah hakkında nasıl caiz olur? Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez..." (Bakara, 2/286).

Sonra Allahü Teâla mümin kullarını, azken çok yapması, zayıf korkak kimselerken kuvvetlendirmesi ve yardım etmesi, fakirken güzel rızıklarla rızıklandırması gibi ihsanı ve iyiliği ile uyandırdı. Bu, Mekke'den Medine'ye hic­retten önceki müminlerin haliydi. Cenâb-ı Hak müminlere, Allah'a ve Rasûlü-ne itaati emrettikten sonra, masiyetten sakınmalarını da emretti. Bu teklifi, bu ayetle pekiştirdi. Şöyle buyurdu: Ey mücahidler! -Hitabın o çağdaki bütün müminlere olduğu da söylenmiştir- Siz, Mekke'de azlık ve zayıf, müşrikler çok­luk ve size kötü işkence tattırdığı, ve insanların sizi öldürmek ve soymak için süratle yakalamasından korktuğunuz vakti hatırlayın. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Görmediler mi ki, biz onlara emin bir harem (belde) kıldık. Bu­nunla birlikte onların etrafından insanlar kapılırlar" (Ankebut, 29/67).

"Biz onları emin bir hareme yerleştirmedik mi? Ki ona her çeşit meyveler­den tarafımızdan bir rızık olmak üzere gelir" (Kasas, 28/57).

"O sizi barındırdı": Medine'de, sizin sığınacağınız bir yer hazırladı. Size, Bedir ve diğer savaşlarda yardım etti. Bereketli, güzel, hoş yiyeceklerle rızıklandırdı, ganimetleri size helâl kıldı. Bu büyük nimetlere şükredip, nimeti ha­tırlatmaktan maksat, onları Allah'a itaat ve ilâhî nimete teşekküre teşvik et­mektir.

İbni Cerir et-Taberî, Katade b. Deâme es-Sedûsî'nin: "O zamanı hatırlayın ki, yeryüzünde az zayıf ve hakir görülen kimseler idiniz" ayeti hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Bu arap kabilesi, çok zelil ve yaşayış bakımından çok düşkün, aç, çıplak, sapık bir kavimdi. İran'la, Rum arasında bulunan bir taşın çevresinde toplanır ibadet ederlerdi. Vallahi, beldelerinde, hased edilecek bir şey yoktu. Herkes yoksulluk içindeydi. Ölenler ateşe atılıyordu. Yemiyor yenili­yorlardı. Vallahi, o gün yeryüzünde onlardan daha kötü durumda bir kabile yoktu. Nihayet, Allah İslâm'ı gönderdi, o beldelere hakim kıldı, onunla rızıkla-rını genişletti, onları insanlara melikler kıldı. Allah onlara, müslümanlıkları sebebiyle gördüğünüz şeyleri verdi. O halde nimetlerinden ötürü Allah'a şükre­din. Şüphesiz Rabbiniz verdiği nimetlere karşı şükrü sever. Şükredenlere olan nimetlerini artırır. [47]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İslam'ın temel hükümlerine ek olarak, ayetlerden birçok ibretler ve öğüt­ler anlaşılmaktadır.

1- Allah'ın ve Rasûlünün davetine icabet gereklidir. Çünkü bunda hayır, salah, dünya ve ahirette mutluluk, güzel hayat vardır.

Hafız İbni Kesir ve Buharî, Ebû Sa'id b. el-Mualla (r.a)'dan rivayet ederler: O şöyle demiştir: Mescidde namaz kılıyordum. Peygamber (s.a.) bana uğradı. Beni çağırdı. Bu davetine icabet etmedim. (Namazdan sonra vardığımda): "Yâ Resulullah! Namaz kılıyordum" diye özür belirttim. Bunun üzerine Resulullah: "Allah: "Ey müminler! Sizi diriltecek şeylere davet ettiği zaman Allah'ın ve Ra-sulünün çağrısına uyun" buyurmadı mı?" dedi. Sonra Resulullah bana: "Ey Sa-id! Bu mescidden çıkmazdan önce, sana bir sûre öğreteceğim ki o, Kur"an'daki sûrelerin en büyüğüdür" buyurdu. Sonra elimi tuttu. Mescidden çıkmak istediği sıra ben: Ya Resulullah! Sana bir sûre öğreteceğim ki o, Kurandaki surelerin en büyüğüdür, demedin mi? dedim. Resulullah: "O sûre el-hamdü lillâhi Rabbi-lâmin'dir ki, (namazlarda) tekrar olunan yedi ayet ve (bana ihsan olunan) Kur'ân'dır buyurdu" Şafiî şöyle der: Bu namazda farz olan bir iş veya bir söz yapıldığı zaman, namazın bâtıl olmayacağının delilidir. Çünkü Resulullah (s.a.), namazda da olsa, emrine icabet olunmasını emretti.

2- Şüphesiz Allahü Teâlâ, insanların kalblerine onlardan daha çok sahip­tir. O, her şeyde, kalbî, aklî ve uzuvla ilgili her işte tasarruf yetkisine sahiptir.

3- Emr-i bil-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münkerle, bidatlarla savaşla, bölünme­ye karşı çıkmakla, ümmet arasında (idare edenler veya idare edilenler farket-mez) birlik ve beraberliğe çağrı ile, fitne, bela ve azab sebeplerinden kaçınmak gerekir.

4- Allahü Teâlâ'nm cezasından korkarak, doğruluktan ayrılmamak.

5- Allah'ın müminlere verdiği büyük nimetleri hatırlayıp onların şükrüne koşmak, onlardan ibret ve öğüt almak. Şüphesiz Allah, emirlerine sarılanlara dünya saadetini gerçekleştirir, saltanat verir, yeryüzünde kudret ve güç verir. Korkulan şeylerden emin kılar, düşmanlara karşı yardım eder. Ahirette de, kurtuluş bağışlar. Eğer ilâhî emirlerden yüz çevirirler, bugünkü müslümanlar gibi nimetlere şükretmezlerse, zelil ve zayıf olurlar. Bu hususta, Allah'ın kanu­nu işte budur: "Şüphesiz yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona miras­çı kılar. Sonuç ise sakınanlarındır" (A'raf, 7/128). [48]

 

Allah'a, Peygambere Ve Emanete Hıyanet

 

27- Ey iman edenler! Allah'a ve Rasûlü- ne hainlik etmeyin. Siz kendiniz bile  bile kendi emanetlerinize hainlik eder misiniz?

28- Bilin ki' mallarmız ve çocuklarınız  ancak birer imtihandır ve büyük mükâfat şüphesiz Allah katmdadır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"...hainlik etmeyin" : Aslında hıyanet, noksanlaştırmak ve verilen sözden geri dönmek manasınadır. Sonra bozmak, noksanlaştırmak, ahdi bozmak, bir şeyi gizlemek -ki bunda da noksanlık vardır- manasında kullanılmıştır.

"emanetlerinize": Borç ve diğer şeyler gibi, serî mükellefiyetlerden size emanet edilen şeyler. Emanet: Başkasına ödenmesi gerekli olan her haktır,

"Fitne": Nefse, yapmak veya terketmenin zor geldiği imtihan ve belâ. Bu, itikadda, sözlerde, işlerde ve başka şeylerde olur. Allah, mümini de, kâfiri de imtihan eder.

"büyük mükâfat şüphesiz Allah katındadır." Mal ve çoluk çocuk yararını gözeterek onu kaybetmeyin. [49]

 

Nüzul Sebebi

 

Said b. Mansür ve daha başkaları, Abdullah b. Ebû Katâde'nin şöyle dediğini rivayet ederler: "Allah'a ve Rasûlüne hainlik etmeyin" ayeti, Ebû Lübâbe b. Abdil-münzir hakkında nazil oldu. Kureyza oğulları, Kureyza günü ona, "Bu iş nedir" diye sormuş, o da, boğazına işaret etmiş, bununla öldürüleceklerini söylemek is­temişti. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Bu ayet nazil olduktan sonra, Ebû Lü­bâbe şöyle demiştir: O anda, Allah'a ve Rasûlüne hıyanet ettiğimi anladım.

O halde, ayet Ebû Lübâbe Mervan b. Abdilmünzir hakkında nazil oldu. O, yahudilerden Kureyza Oğullarının dostu idi. Peygamber (s.a.) onu, hükmünü kabul etmeleri için Kureyza Oğullarına gönderdi. Onlar onunla istişare ettiler. O da onlara boğazlanacaklarını söyledi. Çünkü onun ailesi, malı mülkü, çoluk çocuğu yanındaydı. Bu, Hz. Peygamber'in onları muhasara etmesinden on bir rpû/iû cnnra  nlrln

Zührî şöyle der: Ayet nazil olunca, Lübabe kendini Mescidin direklerin­den birine bağladı ve: "Vallahi, Allah tevbemi kabul edinceye kadar ölsem de yiyip içmeyeceğim" dedi. Yiyip içmeden dokuz gün, bir rivayette yedi gün Mescid'de kaldı. Nihayet bağırıp düştü. Allah tevbesini kabul etti. Kendisine: "Ey Ebû Lübâbe! Tevben kabul edildi" denilince: "Vallahi, Resulullah çözme­dikçe kendimi çözmem" dedi. Bunun üzerine Resulullah geldi, bizzat eliyle onu çözdü.

Sonra Ebû Lübâbe şöyle demiştir: Günah işlediğim kavmimin yurdunu terketmek ve bütün malımı tasadduk etmekle tevbemin kabul olunacağına inandım. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Malının üçte birini tasadduk etmen yeter..."

İbni Cerir ve başkaları Cabir b. Abdullah'tan rivayet ederler: Ebû Süfyan Mekke'den çıktı. Cibril, Peygamber (s.a.)'e: 'Ebu Süfyan şu şu yerde' dedi. Bu­nun üzerine Resulullah (s.a.); 'Ebû Süfyan falan yerde, ona karşı çıkın, mesele­yi de gizli tutun' dedi. Münafıklardan biri Ebû Süfyan'a mektup yazarak: Mu-hammed sizi yakalamak istiyor, ona göre tedbirinizi alın dedi. Bunun üzerine Allahü Teâlâ: "Allah'a ve Rasulüne hıyanet etmeyin" ayetini indirdi. Fakat ha­dis çok garibtir. En sahih rivayet, ayetin Ebû Lübâbe hakkında nazil olduğu­dur. [50]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ kullarını güzel şeylerle rızıklandırdığını ve onlara büyük ni­metler bağışladığını zikrettikten sonra, burada da onları ganimetler ve diğer sert mükellefiyetler konusunda hıyanetten men etti. [51]

 

Açıklaması

 

Allahü Teâlâ, bu ayette, şerl mükellefiyetlerin eksiksiz olarak yapılması­nın gerekli olduğunu belirtiyor.

Ey Allah'ın peygamberlerine ve Kur'ân'a inanan müminler! Farzlarını yapmamakla, ya da koyduğu sınır ve haramlarını tecavüz etmekle Allah'a hı­yanet etmeyiniz. Sünnetine sarılmamakla, emrettiklerini yapmamak ve neh-yettiklerinden kaçınmamak, arzularına ve babalarınızdan miras aldığınız şey­lere uymakla peygambere hıyanet etmeyin. Aranızda birbirinizden aldığınız emanetlere, onlara riayet etmemekle hıyanet etmeyin. Bu, maddî emanetleri içine aldığı gibi, ümmete ait sırları düşmanlara aktarmak ve fertlere ait sırları insanlar arasında yaymak gibi şeyleri de içine alır. Emanet, Allahü Teâlâ'nın kullarına emanet ettiği farz ve had cinsinden amellerdir. Hıyanet ise farzları yapmamak, hükümlerini uygulamamak, sünnetlerine sarılmamak ve başkala­rının haklarına riayet etmemektir.

Ve siz hıyanet ettiğinizi biliyorsanız. Bunun sonucunu da biliyorsunuz. İyi ile kötüyü birbirinden ayırt edebiliyorsunuz. Hıyanetin kötülüklerini biliyorsu­nuz. Hıyanet, unutarak değil, bile bile yaptığınız ihmaller, hatalardır.

Hıyanet: İnsanın küçük büyük günahlarını ve başkalarına zararı dokunan hareketlerini içine alır.

Güvenilirlik müminlerin, hıyanet ise münafıkların sıfatlanndandır. İmam Ahmed, Enes ibni Malik'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ahdine riayet etmeyen kimsenin imanı yoktur." Buharı ve Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Münafıklığın alameti üç­tür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünden cayar, kendisi­ne bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder. Oruç tutup namaz kusa ve ken­disinin müslüman olduğunu zannetse de..."

Sonra Allahü Teâlâ, insanı hıyanete sevkeden şeyin mal ve evlât sevgisi olduğu için, akıllı kimsenin o sevginin zararlarından çekinmesi uyarısında bu­lunarak: "Mallarınız ve çocuklarınız ancak birer fitnedir" buyurmuştur. Yani, şüphesiz ki, mallar ve çoluk çocuklar, Allah'tan birer imtihandır. Onlar husu­sunda Allah'ın hadlerini nasıl muhafaza ettiğinizi açığa çıkarmak için imtihan eder. Fitneye düşmenin tek sebebi ise günah yahut azaptır. Çünkü o, kalbi dünya ile meşgul eder, ahiretle ilgili amel işlemekten ahkoyar. İnsan, mal sev­gisi, onu kazanıp biriktirme arzusuyla yaratılmıştır... Eğer insanda Allah kor­kusu olmazsa, cimrilik yapar, malm içinden Allah'ın haklarını vermez, fakirle­re ihsanda bulunmaz, iyi, hayır ve güzel işlere harcamaz. Evlat sevgisi de insa­nın fıtratında vardır, bazan bu sevgi, insanı haram mal kazanmaya sevkeder. Onun için insan mal ve çoluk çocuk hususunda dikkatli olmalı, helal mal ka­zanmalı ve onu hayır ve iyi yolda harcamalı. Çocuklarına helâl olanı yedirmeli­dir ki, vücudlanna haram girmesin, dînî hükümlere bağlı, sorumluluk duygusu içinde ve haramlardan uzak bir şekilde yetişsin.

Sonra Allahü Teâlâ ayeti, kusur işleyeni uyandırıcı etkili bir sonuçla biti­rerek: "Büyük mükâfat şüphesiz Allah kalındadır" buyurmuştur. Yani O'nun sevabı ve cennetleri, sizin için mallardan ve çoluk çocuktan daha hayırlıdır. Şu­rası bir gerçek ki, bazan onlardan düşman olanı olabilir, pek çoğu ise, sana ge­lebilecek bir azaptan seni kurtaramaz. Allah, dünya ve ahiretin tek sahibidir. O halde siz, mal, çoluk çocuk konularında şer1! ve dinî hükümlerine riayet ede­rek, Rabbinizin sevabını tercih edin, dünyadan yüz çevirin, mal toplamaya ve çoluk çocuk sevgisine aşırı düşkün olmayın ki, onlar yüzünden tehlikeye girme-yesiniz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "O mal ve oğullar dünya hayatı­nın süsüdür. Geri kalacak olan salih amelleridir ki, Rabbinin nezdinde sevapça da hayırlıdır, amelce de hayırlıdır* (Kehf, 18/46). [52]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler, daha önce geçen Allah'a ve Rasulüne itaati, Allah'ın ve Rasûlü-nün davetine icabeti isteyen ayetleri pekiştiriyor. Ayetler, aşağıdaki noktalara işaret eder:

1- Kasdi hıyanetin kesinlikle haram olması ve güvenilir olmanın gereklili­ği- Hıyanet, vacip olan şeyleri ihlâl etmek, farzları yerine getirmede kusur, sırlan ifşa, emanetleri sahiplerine vermemek, başkalarının haklarını yok etmek­tir. Emanet ise, şerl sorumlulukları, Allah'ın kullarına emanet ettiği şeyleri, farzları ve hadleri yerine getirmektir.

2- Mal, çoluk çocuk bir fitnedir. Samimi bir mümin onunla imtihan olunur. Eğer mal helâl yoldan kazanılır, hayır yollarına harcanırsa, sahibi günahtan ve azgınlıktan kurtulur. Eğer baba çocuğuna dinî ve ahlakî terbiye verirse, helâ­linden yedirirse, kıyamet gününde hesaptan kurtulur. Eğer bunun aksi olursa, nefsini ceza ve günahla karşı kaşıya bırakmış olur. Bilindiği üzere ayetin nüzul sebebi, Kurayza Oğullan içinde malı, çoluk çocuğu olduğu için onlara karşı yu­muşak davranan Ebû Lübâbe'dir.

3- Allahü Teâlâ'nm: "Büyük mükafat, şüphesiz Allah katındadır" sözü, ahi-ret mutluluğunun dünya mutluluğundan daha hayırlı olduğu konusunda ten-bih mahiyetindedir. Çünkü ahiret mutluluğu, dünya mutluluğundan daha üs­tündür ve daha kalıcıdır. Çünkü o bakidir, sonu yoktur. Bu yüzden Allahü Te-âlâ onu, büyük mükafat olarak nitelemiştir.

4- Razî şöyle der: Bu ayetten, nafilelerle meşgul olmanın evlenmekle meş­gul olmaktan daha üstün olduğu sonucunu çıkarmak mümkündür. Çünkü nafi­lelerle meşgul olmak, Allah katında büyük mükafat sağlar. Evlenmekle meşgu­liyet ise, çocuk sahibi olmayı getirir, o da mal ihtiyacını gerektirir. Bu ise bir fitnedir.

Bence bu, itidal halindeki insan için geçerlidir. Yoksa evlenmek insanın takva ve iffetini korumasında daha uygundur. [53]

 

Allah Korkusu Ve Bunun Fazileti

 

29- Ey iman edenler! Eğer Allah'tan korkarsanız, O size iyi ve kötüyü ayır-dedecek bir anlayış verir, suçlarınızı örter, size mağfiret eder. Allah, büyük lütuf sahibidir.

 

Kelime ve İbareler:

 

Takva; emrolunan şeylere uymak, yasaklanan şeylerden kaçınmaktır. Böy­le bir ismin verilmesi kulu cehennemden koruduğu içindir.

"iyi ile kötüyü ayırdedecek bir anlayış verir." Bir yardım ve kurtuluş verir. Korktuklarınızdan kurtulursunuz. Böyle isimlendirilmesi onun hakla bâtılı ayırt etmesindendir. Cenâb-ı Hak, küfür yanlılarım zelil, İslâm taraftarlarını aziz kıl­makla birbirlerinden ayırdeder. O yüzden Bedir Gününe, Kur'ân-ı Kerim'de "Fur-kan günü" (Enfal, 8/41) denmiştir. Çünkü o gün, hakla bâtılın birbirinden ayrıldı­ğı gün olmuştur. Anlamı şöyle de olur: Dünyanın dört bir köşesine sizin emrinizi ve sesinizi yayacak bir açıklama yapacak. Yeni dönem bazı alimlere göre "fur-kân"m manası, sahih ilim, tercih edilen hüküm, ya da hakla bâtılı ayırt eden hi­dayet ve basiret nurudur. Bazan bu kelime, Tevrat, İncil ve Kur'ân; çoğunlukla da Kur"ân için kullanılmıştır. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: 'Türkan'ı âlemlerin bir korkutucusu olsun diye, kuluna indiren Allah ne yücedir" (Furkan, 25/1).

Kısacası "Furkan", hak ile bâtılı ayıran şeydir. Bu yorum daha geneldir. Çünkü, kim emirlerini işlemek ve yasaklarını terketmek suretiyle Allah'tan korkarsa, Allah onu, hakkı bâtıldan ayırt etme konusunda başarılı kılar. Bu da onun dünyada kurtuluş, ahirette de saadetine ve büyük sevapla mükafatlandı-rılmasma sebep olur.

"Allah büyük lütuf sahibidir"; Fazlı geniş, bağışı büyüktür; çok sevap verir. [54]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ mal ve evlat fitnesinden sakındırdıktan sonra, mal ve evlat sevgisinden heva ve hevesi bıraktıracak takvaya özendiriyor. [55]

 

Açıklaması

 

Ey müminler! Emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak suretiyle Al­lah'tan korkarsanız, size hak ile bâtılı ayırmaya yarayan bir hidayet ve kalble-rinizi aydınlatan bir nur verir. Bu nur, Allah'ın aşağıdaki ayetinde hikmet diye ifade ettiği takva üzerine kuruludur: "Kime hikmet verilirse, muhakkak ona pek çok hayır verilmiştir" (Bakara, 2/269). Şu ayette de aynı şeye işaret edili­yor: "Sizin için aydınlığıyla yürüyeceğiniz bir nur kılsın." (Hadid, 57/28).

Allahü Teâlâ, takva sahibine öyle bir yetenek verir ki, onunla doğru ile eğ­riyi, hakla bâtılı, İslâm'la küfrü birbirinden ayırd eder. Böylece Allah'ın şu aye­tinde emrettiği gibi bir rabbani olur: "Fakat o: "Öğretmekte ve okuyup okutmak­ta olduğunuz kitap sayesinde Rabbaniler olun, der" (Aİ-i İmran, 3/79).

Yine, Allahü Teâlâ'dan korkarsanız, sizin geçmiş günahlarınızı ve kötülük­lerinizi bağışlar, onları insanların gözlerinden siler, size çok sevap verir. Allah, geniş fazl ve büyük ihsan sahibidir. Buna benzer bir ayet de şöyledir: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun, Rasûlüne de iman edin ki, rahmetinden size iki na­sip versin. Sizin için aydınlığıyla yürüyeceğiniz bir nur kılsın ve size mağfiret etsin. Allah gafurdur, rahimdir" (Hadid, 57/28). [56]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Kur1 ân-1 Kerim'de takvayı emreden ayetler çoktur. Fakat burada emir, şart lafzıyla gelmiştir. Çünkü Allahü Teâlâ kullarına, onların birbirlerine hitap ettikleri gibi hitap etmiştir. Kul, Rabbinden korktuğu zaman -ki bu, emirlerine uymak, nehiylerinden kaçınmak suretiyle olur- haram olan şeylere düşme kor­kusuyla şüpheli şeyleri terkettiğinde, kalbi halis niyetle dolu olarak salih ameller işlediği, amellerinden Allah'tan başkalarını gözeterek gizli ve açık şirk içine düşmekten kaçındığında, Allahü Teâla ona, hak ile bâtılı ayırma yeteneği verir. İbni İshâk şöyle der: "Furkân", hak ile bâtılı ayıran şeydir. Sûddîye göre bu, kurtuluş; Ferrâ'ya göre, fetih ve zaferdir. Ahirette, sizi cennete, kafirleri ce­henneme koyan şey olduğu da söylenmiştir.

Ayet, takvanın üç çeşit mükâfatını zikrediyor.

1- "Size iyi ile kötüyü ayırdeden bir anlayış verir": Bu, müminlerle kâfirler arasındaki bütün farkları içine alır. Dünyada Cenâb-ı Hak, müminleri hidayet ve marifetle mümtaz kılar, kalblerine bir ferahlık verir: "Allah'ın kalbini İs­lam'a açtığı bir kimse, Rabbinden bir nur üzerinde değil midir?" Kalblerinden kin, haset ve düşmanlığı, hile ve tuzak kurma duygusunu giderir. Fetih ve za­ferle onları üstün kılar. "İzzet Allah'ın, Rasûlünün ve iman edenlerindir" (Zümer, 39/22). "Çünkü Onu, bütün dinlere üstün kılacaktır" (Saff, 61/9). Fâsık ve kâfirin durumu ise bunun aksinedir.

Ahirette ise, Allah ve meleklerden sevap, büyük ve sürekli menfaatler vardır.

2- "Suçlarınızı örter": Allahü Teâlâ, bütün küçük ve büyük günahları yok eder, siler, Şüphesiz tevbe de, takvanın görüntülerin dendir.

3- "Size mağfiret eder": Günahlarınızı kıyamet gününde yok eder. Çünkü O, büyük lütuf sahibidir.

Kısacası takva, dünya ve ahirette bir nur, saadete ve bütün emelleri ger­çekleştirmeye, her türlü kötülük ve serden kurtuluşa bir sebep olur. Onun için Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Bir de azık edinin. Şüphesiz azığın en hayır­lısı, takvadır. Ve ey üstün akıl sahipleri! Benden korkun" {Bakara, 2/197). [57]

 

Müşriklerin Peygamber (S.A.)'e Kurdukları Tuzak Çeşitleri

 

30- Hani bir zamanlar o kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri, ya da seni çıkarmaları için tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı kurarlarken, Allah da bu tuzağın karşılığını kendilerine veriyordu. Allah, tuzak kuranla- ra karşılık verenlerin en hayırlısıdır.

ânlara ayetlerimiz (Kur'an) okunduğu zaman: "İşittik, eğer dilersek biz  de elbet bunun benzerini söylerdik.  Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir" demişlerdir.

 

Belagat:

 

"Allah da bu tuzağın karşılığını kendilerine veriyordu." Burada müşakele vardır. Müşakale, lafzın aynı, mananın çeşitli olmasıdır. Allah, onların düşün­dükleri hile ve tuzakları boşa çıkarmıştır. [58]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hani bir zamanlar o kâfirler... tuzak kuruyorlardı": Ey Muhammedi Mek-kelilerin senin durumunu görüşmek üzere, Dârû'n-Nedve'de toplandıkları za­manı hatırla.. Bu, Kureyş'lilerin tuzaklarını, bu tuzak ve hilelerinden kurtarıp onlara üstün kıldığı için Allah'a şükretmeleri için bir hatırlatmadır. Mekr, iste­nilmeyen bir şeyi, bilmediği bir yerden başka birine ulaştırmak için gizli tuzak hazırlamaktır.

"Seni tutup bağlamaları için" Seni iple bağlayıp bukağı ile tutarak, hare­ket edemez duruma getirmek için, "veya öldürmeleri için..." hepsi tek bir kişiy-miş gibi; "yahut seni çıkarmaları için" seni Mekke'den kovmak için, "tuzak ku­ruyorlardı."

"Onlar bu tuzağı kurarlarken, Allah da bu tuzağın karşılığını kendilerine veriyordu". Onların düşündükleri tuzağı sana vahyetmek ve sana Mekke'den çıkmayı emretmek suretiyle, senin işini tedbir etmekle.

"Allah, tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır." En iyi bileni­dir, tuzak kuranlara cezasını verenlerin en üstünüdür. Esatir, üstûre (efsane) kelimesinin çoğulu olup, eski kitaplara hiçbir inceleme yapılmaksızın yazılan sözler ve kıssalar demektir. [59]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Ebî Hatim ve İbni İshâk, İbni Abbas'tan tahric etmişlerdir: Ku-reyş'ten bir grup insan ve her kabileden bir grup ileri gelen kimse, Dâru'n-Ned-ve'ye girmek için toplandı. İblis, yaşlı bir insan suretinde karşılarına çıktı. Onu görünce, sen kimsin dediler. Necd'li ihtiyarım, niçin toplandığınızı duydum, si­zinle beraber olmak istedim. Benden size asla olumsuz bir görüş gelmez, dedi. Peki, gir dediler. Onlarla beraber girdi. Şu adamın durumunu düşünün dedi. İçlerinden biri, onu bir ipe bağlayın, sonra ondan önceki şairlerden, Züheyr ve Nâbiğanın helak olduğu gibi, ölüme bırakın, helak olsun, dedi.

Allah düşmanı Necd'li ihtiyar: Vallahi, bu sizin için uygun görüş olamaz. Çünkü onun hapsolunduğuna dair arkadaşlarına bir haber gider de, gelip onu sizin elinizden alırlar. Buna mani olamazsınız. Sizi ülkenizden çıkarırlar. Baş­ka bir şey düşünün, dedi. Aralarından biri, onu aranızdan çıkarın, rahat edin. Çünkü o, aranızdan çıkarsa, onun yaptıkları size asla zarar vermez, dedi.

Necdli ihtiyar şöyle dedi: Bu, sizin için uygun bir görüş olamaz. Onun sö­zünün tatlılığını, dilinin fasâhatını dinleyenin kalblerinin ona tutulduğunu bil­miyor musun? Vallahi, eğer dediğiniz gibi yaparsanız, etrafında toplanırlar, sonra sizin üstünüze yürürler. Sizi ülkenizden çıkarırlar ve ileri gelenlerinizi öldürürler, dedi.

Doğru söyledi, başka bir çare düşünün, dediler. Bunun üzerine Ebû Cehil: Vallahi, size öyle bir görüş söyleyeceğim ki, zannederim onu şimdiye kadar dü­şünmediniz. Ondan başkasını da uygun görmüyorum, dedi. Nedir o, diye sordu­lar. Şöyle dedi: Her kabileden, orta yaşta kuvvetli birer genç alırsınız, sonra her gence keskin birer kılıç verilir, herkes birlikte ona vururlar. Onu öldürdü­ğünüz zaman, kanı bütün kabilelere dağıtılır. Hâşim oğullarının bütün Ku-reyş'e savaş ilân edebileceğini sanmıyorum. Onlar diyeti kabul edeceklerdir. Biz de rahat ederiz.

O, Necd'li ihtiyar: İşte bu gencin söylediği görüş doğru. Başkasını doğru bulmuyorum dedi.

Bu görüş üzerinde birleşerek dağıldılar. O gece Cibril, Peygamber (s.a.)'e geldi. Allahü Teâlâ, Mekke'den Medine'ye hicrete izin veriyordu. Hz. Peygam­ber Medine'ye geldikten sonra da, ona olan nimetini hatırlatmak üzere: "Hani bir zamanlar o kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri, ya da seni çı­karmaları için tuzak kuruyorlardı" ayetini indirdi. İşte Peygamberin Mek­ke'den Medine'ye hicretinin sebebleri bunlardır.

İbni Cerir et-Taberî, Sa'd b. Cübeyr'in şöyle dediğini tahric eder: Peygam­ber (s.a.), Bedir savaşında, Ukbe b. Ebî Mu'ayt, Tu'ayme b. Adiyy ve Nadr b. Haris'i, hapsettirip ölünceye kadar ok attırmak suretiyle öldürttü. Mikdad, Nadr1! esir etmişti. Resulullah ona, onu öldürmesini emrettiği zaman, Mikdad:

Ya Resulullah, o benim esirim değil mi? dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ancak o, Allah'ın kitabı hakkında söylemediğini bırakmadı." Said b. Cübeyr demiştir ki: İşte onun hakkında: "Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman, işittik, eğer dilersek, biz de elbet bunun benzerini söylerdik" ayeti nazil oldu. [60]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ müminlere olan nimetlerini: "O zamanı hatırlayın ki, siz yer­yüzünde sayıca azdınız." (Enfâl, 26) ayetiyle hatırlattıktan sonra, Rasulüne de nimetlerini hatırlatıyor. Müşriklerin tuzaklarını boşa çıkardığını, tuzak kuran­ların tuzağım ondan uzaklaştırdığını belirtiyor. [61]

 

Açıklaması

 

Ey peygamber! Müşriklerin, senin ve davanın aleyhine önemli bir mesele­yi görüşmek üzere toplandığı o zamanı hatırla. O, nimete şükrü, ibret ve öğüt alınmasını gerektiren çok güç zamanda, Rabbinin seni desteklediğine ve da­vanda samimi olduğuna işaret eden bir şeydir.

Senin için üç şeyden birini uygulamayı düşünmüşlerdi:

1- Seni hapsederek, davetten alıkoymak.

2- Bütün kabilelerin ortak olacağı bir şekille seni öldürmek,

3- Seni memleketinden çıkarmak.

Onlar, sen farketmeden sana kötü bir şey yapmak için gizlice tuzak hazır­lıyorlardı. Fakat Allah'ın kudreti, onların tuzağını boşa çıkardı. Herhangi bir ezaya maruz kalmadan seni, onların arasında sağ salim çıkardı. Mekke'den Medine'ye gittin. "Tuzak kuruyorlardı" sözü, ona yaptıkları tuzakları gizledik­lerini gösterir. "Allah da bu tuzağı karşılığını onlara veriyordu" sözünün mana­sı, onların tuzaklarını azapla cezalandırır demektir. "Allah tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır" sözünün manası şudur: Onun tuzağı, başka­larının tuzağından daha nüfuz edici, daha etkilidir. Çünkü Cenab-ı Hakk'm tedbiri hakkın zaferidir, bir adaletidir. Çünkü o, gerekli olanı yapar.

Buradan anlaşılıyor ki, kâfirlerin Hz. Peygamber'e ve onun davasına karşı tutumları, daima kötülük ve eza şeklinde olmuştur.

Allahü Teâlâ, onların Muhammed (s.a.)'in zâtına karşı hazırladıkları tuza­ğı anlattıktan sonra, getirdiği dine ve kitaba karşı hazırladıkları tuzağı da an­latarak şöyle buyurdu: "Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman: "İşittik, eğer di­lersek, biz de elbet bunun benzerini söylerdik. Bu, eskilerin efsanelerinden baş­ka bir şey değildir" demişlerdi." Yani, Kur'ân'm açık ayetleri okunduğu zaman, cahilliklerinden, inatlarından, akılsızlıklarından ve kibirlerinden: İsteseydik, bunun benzerini biz de elbet söylerdik, dediler. Bu, zımmen, onların Kur'ân'm benzerini getirmekten acizliklerini itirafı içine almaktadır. Nitekim O, Kur'ân'm en kısa sûresini meydana getirmelerini istemiştir. Onların iddiası, korkak zayıf bir kimsenin cesur, kahraman bir kimsenin önünde, onu, öldüre­bileceği iddiasını savurması gibidir.

Bu sözün sahibi Nadr b. Haris'ti. Rivayet olunduğuna göre, Nadr b. Haris, ticaret yapmak üzere Hire'ye gitti. Kelile ve Dimme'nin sözlerini içine alan ki­taplar satın aldı. İslâmiyetle alay edenlerle birlikte oturur, onlara eskilerin ef­sanelerini okur, onların da Muhammed (s.a.)'in zikrettiği önceki ümmetlerin kıssaları gibi olduğunu iddia ederdi.

Yine o, İran'a gider, Rüstem, İsfendiyar ve diğer İran büyükleriyle ilgili haberleri dinler, Yahudi ve Hristiyanlara uğrar, onlardan Tevrat ve İncil dinler, sonra duyduklarını anlatmak üzere Mekke'ye gelirdi.

Sonra yalan sözlerini daha yalanıyla açıklayarak şöyle dediler: Bu Kur'ân, ancak daha Öncekilerin haberleri, yalanları ve sözleridir. Ayetin benzeri şu ayettir: "Ve dediler ki: "Eskilerin masallarıdır ki onu yazdırmıştır. Onlar sabah ve akşam ona okunur" (Furkan, 25/5).

"Eskilerin efsaneleri" sözünün manası, önceki kavimlerin kitapları, onlar­dan öğreniyor ve onları insanlara okuyor, demektir. Bu, tam bir yalandır. Nite­kim, şu ayette Cenâb-ı Hak, bunu haber vermektedir: "De ki: "Onu göklerin ve yerin gizliliklerini bilen Allah indirdi. Muhakkak ki O gafurdur, rahimdir" (Furkan, 25/6).

Bu sözü söyleyen Nadr b. Haris hakkında şu ayet nazil olmuştur: "İnsan­lar içinde bilgisizce Allah'ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence edinmek için boş söze müşteri çıkanlar vardır" (Lokman, 31/6). O, insanları, Kur'ân din­lemekten alıkoymak için, geçmiş ümmetlerin haberlerini, insanlara okumak üzere güzel bir cariye satın almıştı.

Görüldüğü üzere onlar, Kur'ân ayetlerini geçmişlerin kıssalarına ben­zettiler. Ancak onların Hz. Muhammed tarafindan uydurulduğunu söyleme­diler. Çünkü onun doğruluğuna, yalan söylemeyeceğine inanıyorlardı. Nite­kim bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Onlar aslında seni yalanlamı-yorkt& Fakat o zalimler bile bile Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar" (En'am, 6/33).

Nadr b. Haris, Ebû Cehil, Velîd b. Muğire gibi Kureyş'in ileri gelenleri, in­sanların Kur'ân'ı dinlemelerini engelliyor, sonra da kendileri geceleri Peygam­beri dinlemeye çalışıyorlardı. Hatta, Velîd b. Muğire, Kur'ân ayetlerinden etki­lenerek: "O üstün gelir, ona üstün gelinemez" dedi, sonra da müşrik liderlerin tesiriyle, araplar duymasın diye bu sözünü değiştirmeye çalıştı ve: "Şüphesiz bu, tesirli bir büyü" dedi. [62]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Birinci ayet, hicret olayının Muhammed (s.a.) için rabbani bir mucize ol­duğuna işaret eder. Müşrikler, Dâru'n-Nedve'de toplanarak onu öldürme konu­sunda ittifak ettiler. Bunun için kimin öldürdüğünün belli olmaması amacıyla her kabileden soylu, güçlü kuvvetli bir genç seçtiler. Böylece bütün kabileler öldürme olayına katılmış oluyordu. Dolayısıyla, Hâşimoğulları bütün kabilelerle birden savaşmaktan korkmuş olacaklardı.

Peygamber (s.a.), Ali b. Ebû Talib'e, yatağında uyumasını emretti. Onların onu görmemeleri için de Allah'a dua etti. Allah onu onların gözlerinden sakla­dı. Resulullah, onları uyku bastığı bir sırada, başlarına biraz toprak atarak ev­den ayrıldı.

Sabah olunca, karşılarına Hz. Ali çıktı. Onlara, evde hiç kimsenin olmadı­ğını söyledi. Bunun üzerine, Resulullah'ın kurtulup kaçtığını anladılar.

Sözün kısası onlar, Hz. Muhammed'in yaptıklarını sonuçsuz bırakmak için tuzak hazırladılar. Allahü Teâlâ da, buna karşılık ona yardım etti, onu destek­ledi. Sonuçsuz kalan onların tuzağı oldu. Allah'ın ihsanı ortaya çıktı.

"Allah, tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır" sözünden mu-rad, Allahü Teâlâ'nın fiili karşısında her türlü tuzağın boşa çıkacağıdır. Ayette, kâfirlerin işinin, Hz. Peygambere ve ona tabi olanlara sürekli eziyet olduğuna ima vardır.

Allah onların Muhammed (s.a.)'in şahsına karşı tuzaklarını boşa çıkardığı gibi, dinine ve şeriatına karşı kurdukları tuzaklarını da boşa çıkardı. Kur'ân'm, öncekilerin masalları olduğunu zannettiler. Allah bunu reddetti. Göklerdeki ve yerdeki gizli şeyleri bilen Allah'ın Kur1 ânı indirdiğini söyledi.

"Eğer dilersek, biz de elbet bunun benzerini söylerdik" sözleri, onların Kur"ân'a karşı çıkmadıklarına, kuru iddianın hiçbir anlamı olamıyacağma işa­ret eder.

Bu bir yüzsüzlük ve yalandı. Şöyle de denmiştir: Musa'nın sihirbazları gi­bi, onlar Kur'ân'm benzerini yapabileceklerini zannettiler ve yapmak istediler. Ancak başaramayınca, bu sefer inatlarından: "Bu eskilerin masallarından baş­ka bir şey değildir" (En'am, 6/25) dediler. Bu çeşit konuşma ve itham, zaaf, acz ve cehaleten ortaya çıkıyor. Çünkü onların, aklî ve kabule şayan bir delili ol­saydı, onu mutlaka ortaya koyarlardı. [63]

 

Müşriklerin Azab İstemeleri Ve Hz. Peygamber'e Hürmeten Azab Edilmemeleri

 

32- Hani bir zaman da: "Allah'ım, eğer bu, senin katından indirilmiş gerçekse, üzerimize gökten taş yağdır, yahut bi­ze acıklı bir azab getir" demişlerdi.

33-  Halbuki sen içlerindeyken Allah onlara azap edecek değildi. Onlar is­tiğfar ederlerken de, Allah onlara azap edecek değildir.

34-  Neden Allah onlara azab etmesin? Onlar Mescid-i Haram'dan. -kendileri ona lâyık olmadıkları halde- alıkoyup duranlardır. O sakınanlardan başkala­rı onun ehilleri değildir. Fakat onların çoğu bilmezler.

35- Onların Beyt yanında duaları, ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir şey değildi. Küfrünüzden dolayı azabı tadın artık.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Halbuki sen içlerindeyken Allah onlara azap edecek değildi". Çünkü azab geldiği zaman umuma gelir. Hiçbir ümmet, peygamberleri içlerindeyken azab olunmamıştır.

"Onlar istiğfar ederlerken de" tavaflarında: "Bizi bağışla" dedikleri bir za­manda . "Allah onlara azap edecek değildi."

"Neden Allah onlara azap etmesin?" Sen ve o zayıf görülenler çıktıktan sonra, onları niçin kılıçla azaplandırmasın. Nitekim Allah onları Bedir ve daha başka yerlerde cezalandırdı. [64]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Cerir et-Taberî, Sa'id b. Cübeyr'in şöyle dediğini tahric etmiştir. Bu ayet, Nadr b. Haris hakkında nazil oldu. O, bu Kur'ân'ın öncekilerin efsanele­rinden başka bir şey olmadığını söylediği zaman, Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Yazık sana! O, âlemlerin Rabbi'nin sözüdür." O da: "Eğer bu, senin katın­dan indirilmiş gerçekse..." dedi.

Buharî ve Müslim, Enes'den şöyle rivayet etmişlerdir: Ebû Cehil b. Hişâm: "Allah'ım, eğer bu, senin katından indirilmiş gerçekse üzerimize gökten taş yağ­dır yahut bize acıklı bir azab getir" dediği zaman "Halbuki sen içlerindeyken Allah onlara azap edecek değildi" ayeti nazil oldu.

İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'ın şöyle dediğini tahric etmiştir: Müşrikler, Kabe'yi tavaf ederlerken: "Mağfiretini dileriz, mağfiretini dileriz Ya Rab" der­lerdi. Bunun üzerine Allah: "Halbuki sen içlerindeyken Allah onlara azap edici değildi" ayetini indirdi. İstiğfar, facirlerden de olsa, bazı zararları uzaklaştırır.

Kısacası: "Hani bir zaman da: "Allah'ım, eğer bu senin katından indirilmiş gerçekse bizim üzerimize taş yağdır" sözünü kimin söylediği konusunda ihtilâf edilmiştir. Mücahid ve Sa'id b. Cübeyr, bunu söyleyenin Nadr b. Haris olduğu­nu belirtmişlerdir. Buharî ve Müslim'in rivayetlerine göre, Enes b. Malik, bunu Ebû Cehil'in söylediğini belirtmiştir.

Rivayete göre Muâviye, Sebe'li bir adama: Başlarına bir kadını Melike ya­pan kavminiz ne kadar cahilmiş" demiş, bunun üzerine o adam da: Belki, be­nim kavmimden daha cahili "Allah'ım, eğer bu senin katından indirilmiş ger­çekse..." diyen senin kavmin demiş.

Vahidî, İbni Ömer'in şöyle dediğini tahriç etmiştir: Araplar, Kabe'yi ıslık çalarak ve el çırparak tavaf ediyorlardı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.[65]

İbni Cerir et-Taberî, Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini tahric etmiştir: Ku-reyş, Hz. Peygamber tavaf ederken, onunla alay ediyorlar, ıslık çalıp el çırpı­yorlardı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. [66]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayetler, öncesiyle ilgilidir. Allah, müşriklerin, Muhammed (s.a.)'e, hicrete zorlayacak derecede yaptıkları hile ve tuzakları anlattıktan sonra, gerek Kur'ân'm benzerini meydana getirmek, gerekse onun öncekilerin efsaneleri ol­duğunu söylemek şeklindeki iddialarla dinine hile hazırladıklarını belirtmek­tedir. [67]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammed! Kureyş'in: "Allah'ım, eğer bu senin katından indirilmiş gerçekse, fil ashabını cezalandırdığın gibi, gökten indireceğin taşla bizi cezalan­dır. Ya da onun dışında acıklı bir azabla azablandır" dediği zamanı hatırla.

Bu, Allahü Teâlâ'nm Kureyş'in küfrünü, taşkınlığını, inadını ve kendileri­ne okunan Kur'ân ayetlerini dinledikleri zaman ileri sürdükleri bâtıl iddiaları­nı haber vermedir. Onların: "Şüphesiz Kur'ân, evvelkilerin efsaneleri, onun uydurmasıdır. Eğer o gerçekten Allah tarafından gönderilmiş olsaydı, bizim bu inkârımız ve istediğimiz karşısında, Allah bize elbette taş, ya da acıklı azab in­dirirdi" sözlerini hikâyedir.

Onların muradı, Kur'ân'ın, Allah katından indirilen bir hak olduğunu in­kâr etmekdi. O Allah katından indirilen hak olsa bile onlar ona tabi olmaya­caklarını açıklamak içindi. Bilakis helaki tercih ediyorlar ve Kur'an Hak'tır di­yenlerle alay ediyorlardı. Bu, inkârın en son noktası demekti. Son derecedeki cehaletlerinden, aşırı derecedeki yalanlamalarının alâmetidir. Nitekim başka ayetlerde de, onların acele tarafından ceza istedikleri ifade olunur: "Senden azabı çabucak isterler. Eğer muayyen bir vakit olmasaydı elbette onlara azab gelirdi. Onlara ansızın gelecektir. Ve onların haberleri olmaz." (Ankebut, 29/53)."Onlar azabdan nasibimizi bize acele ver (ki görelim) dediler" (Sâd, 38/16).

Sonra Allahü Teâlâ, onların azablarmın geciktirilme sebebini zikrederek: "Halbuki sen içlerindeyken Allah onlara azap edecek değildi" buyurmuştur. Ya­ni, aralarında peygamber varken, onlara azab etmek, Allah'ın sünnetine, rah­metine ve hikmetine uygun düşmez. Çünkü O, onu âlemlere azab ve işkence için değil, rahmet olarak gönderdi. Allah hiçbir ümmeti, peygamberleri arala-rmdayken azap etmemişti. İbni Abbas şöyle demiştir: "Hiçbir ümmet, Peygam­berleri ve müminler aralarından çıkıp emrolundukları yere varmadıkça azab olunmamıştır. O, onlar istiğfar ederken, geçmiş ümmetlerin azab olunduğu gi­bi, dünyada iken, köklerinin kazınması şeklinde bir azabla azablandırmaz."

İstiğfar edenler kimlerdir? İbni Abbas'a göre, onlar kâfirlerdir. Tavaf eder­lerken: "Bizi affet ya Rab" diyorlardı. İstiğfar edenler fâcir de olsalar, bazı ser­ler ve zararlar önlenir. Bazılarına göre de buradaki istiğfar, kafirlerin arasında bulunan ve hakir görülen müslümanlara racidir. Buna göre mana, içlerinde is­tiğfar eden müslümanlar varken, Allah onlara azab edici değildir, olur... Nite­kim, onlar aralarından çıkınca, Allah onlara, Bedir'de ve daha başka yerlerde azab etti.

Denilmiştir ki: Burada istiğfarla İslâm murad olunmaktadır. Yani, onlar müslüman olacaklar iken, bazıları bazılarının peşinden müslüman olacakken, yahut onların Allah'a inanan ve ona istiğfar eden çocukları olacak iken, Allah onlara azab etmez, demektir.

Cenâb-ı Hak, onların dünyada, köklerinin kazınması şeklindeki bir azabla azablandırılmayacaklarını ifade ettikten sonra, başka bir ihtimali açıklamıştır. O da, gerektiğinde ve engel de ortadan kalktığında, köklerinin kazınması şek­lindeki bir azabtan başka bir azabla azablandırılabileceklerdir. "Neden Allah onlara azap etmesin?" Yani, Allah, onları niçin başka bir azabla azaplandırma-sm, o azabtan daha hafif bir azabın gelmesine hangi şey engel olabilir? Onlar, müslümanlarm ibadetlerini ifa için, Mescid-i Haram'a girmelerini engelliyor­lardı. Nitekim Peygamber (s.a.)'i ve ashabını Mescid-i Haram'dan çıkardılar. O yüzden onlar, Allah'ın azabına müstahaktılar. Fakat Allah bunu, Peygamber (s.a.) aralarında olduğu için uygulamadı.

O halde, bu durumda olan kimseler Mescid-i Haram'ın dostu olamazlar. Onlar kılıçla öldürülmeye layıktırlar. Nitekim Allah onları, Bedir Günü'nde öl­dürdü, azab etti. Ebû Cehil gibi, küfrün ileri gelenleri öldürüldü, birçoğu esir alındı. Bu suretle İslam'ı aziz kıldı, yüceltti.

"Kendileri ona lâyık olmadıkları halde..." Onlar şöyle diyorlardı: Biz, Beyt-i Haram'ın velileriyiz, istediğimizi oradan uzaklaştırır, istediğimizi sokarız. İş­te onların bu sözlerine Allah şöyle cevap verdi; Şirkleri ve Peygamber (s.a.)'e düşmanlıkları sebebiyle, onlar, Mescid-i Haram'ın velayetine lâyık değillerdir.

Onun dostu ve hamisi, ancak müslümanlardan, muttaki olanlar olabilir, her müslüman buna ehil değildir. Ancak muttaki, iyi kimseler ehil olabilirken, putlara tapan kafirler buna nasıl ehil olabilir?

Fakat onların pek çoğu, müttakilerin Allah'ın dostu olduğunu dolayısıyla onun azabından onların emin olabileceğini bilmiyorlar.

Sonra Allahü Teâlâ, Kabe'nin bakım ve idaresini üzerlerine almaya ehil ol­mayışlarının sebebini açıkladı: Onların, Kabe'deki duaları itaat ve ibadetleri, ıslık çalıp el çırpmak şeklindeydi. Kabe'ye gereği şekilde saygı göstermiyorlar-dı. İbni Abbas şöyle demiştir: Kureyş, Kabe'yi çıplak olarak, ıslık çalarak ve el çırparak tavaf ediyorlardı. Mücahid ve Said b. Cübeyr ise şöyle demişlerdi: Ku­reyş Resulullah (s. a) tavaf ederken karşısına çıkıyorlar, onunla alay ediyorlar, ıslık çalıyorlar, tavafını ve duasını karıştırıyorlardı. Aynı rivayet, Mukatil'den de naklolunmuştur.

İbni Abbas'm sözüne göre: Islık çalmak ve el çırpmak, onların bir ibadet şekliydi. Mücahid, Mukâtil ve İbni Cübeyr'e göre ise, Peygamber (s.a.)'e eziyet vermek içindi. Razî, ilk görüşün: "Onların Beyt yanında duaları, ancak ıslık çal­maktan başka bir şey değildi" ayetinin manasına daha yakın olduğunu söyler.

Ancak kâfirlerin yapacağı işler ve küfrünüz sebebiyle Bedir Günü, katlo-lunmak ve esir edilmek şeklinde azabı tadın ki, bu sizin istediğiniz azabtır. [68]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet, acele tarafından azab indirilmesini isteyen müşriklerin ahmaklıkla­rını ve peygamberin yüzü suyu hürmetine, ya da kâfir olsun, mümin olsun bazı insanların istiğfarları sebebiyle ümmetinden, köklerinin kazınması şeklinde bir azabın kaldırıldığını açıklamaktadır. Medâinî, bir âlimden şunu nakleder: Hz. Peygamber (s.a) zamanında, günahtan kaçınmayan bir arap adam vardı. Peygamber (s.a.) vefat ettikten sonra, durumunu düzeltti, dindar bir kişi hali­ne geldi, sof giydi. Kendisine: "Bunu Peygamber (s.a.) hayattayken yapsaydın, senin halinden memnun kalırdı" denildiğinde şöyle dedi: Benim için iki eman vardı. Birisi gitti, diğeri kaldı; Allahü Teâlâ: "Halbuki sen içlerindeyken Allah onlara azap verici değildir." buyurdu. Bu da ikinci bir emandır.

İbni Abbas şöyle demiştir: Onlar hakkında iki eman vardı: Allah'ın pey­gamberi ve istiğfar... Allah'ın peygamberi vefat etti. İstiğfar ise, kıyamet günü­ne kadar bakidir.

Ayet, istiğfardın azaptan bir eman ve selamet olduğuna işaret eder.Pey-gamberin kavminin arasında bulunması, azaba manidir. Bu sadece bizim pey­gamberimize ait bir şey değildir. Nitekim Hud, Salih ve Lut (a.s.) hakkında da aynı şey olmuştur.

Ayet, Kureyş kâfirlerinin işledikleri kötülükler sebebiyle köklerinin kazın­ması şeklindeki bir azabın dışında başka bir azabla azaplandırılmayı hak et­tiklerini, fakat her ecelin bir zamanı olduğunu, Allah'ın da onları Bedir sava­şında ve diğerlerinde öldürülmek ve esir alınmak gibi şekillerde cezalandırdığı­nı içine alır.

Sonra Allahü Teâlâ, kâfirlerin küfürleri, Peygamber (s.a.)'e düşmanlıkları,

ıslık çalıp el çırparak, kadın erkek çıplak vaziyette tavaf etmeleri sebebiyle Ka­be'ye karşı gösterilmesi gereken hürmeti çiğnedikleri için, Mescid-i Haram'a ehil ye velayet hakkına sahip olmadıklarını açıklamıştır. [69]

 

Allah Yolundan Çevirmek İçin Yapılan Harcamanın Karşılığı

 

36-  O kâfirler, mallarını Allah yolun­dan alıkoymak için harcarlar ve harca­yacaklar   da. Nihayet bu, onlara bir yürek acısı olacaktır. Sonra da mağlup olacaklardır. Küfrederler ise, en son cehenneme sürüleceklerdir.

37- Ki Allah murdarı temizden ayırdet-sin, murdarı birbiri üstüne koyup hep­sini yığsın da onu cehenneme atsın. Onlar zarara uğrayanların tâ kendile­ridir.

 

Belagat:

 

"Murdarı temizden": Mümin ve kâfirden kinayedir, bu ki lafız arasında ti­fo ak vardır. [70]

 

Kelime ve İbareler:

 

"O kâfirler mallarını" Peygamber (s.a.)'le savaş uğruna "harcarlar."

"Nihayet bu onlara", onları kaybettiklerinden ve maksatlarına eremedikle-rinden "büyük bir yürek acısı olacaktır." [71]

 

Nüzul Sebebi

 

Muhammed b. İshâk, Zührî ve bir grup insandan rivayet ederek şöyle de­miştir: Kureyş, Bedir'de yenilip Mekke'ye döndüğünde, Abdullah b. Ebî Rabia, İkrime b. Ebî Cehl, Safvan b. Ümeyye ve bir grup babalannı ve oğullarını kay­betmiş kimse, Ebû Süfyan'la ve o kervanda malı olan Kureyşli ile konuştular ve şöyle dediler: Muhammed sizi noksanlaştırdı, hayırlı kimselerinizi öldürdü. Şu kervandan geriye kalan malla bize yardım edin, ondan öcümüzü alalım. On­lar da, onların dediklerini yaptılar. İşte, bunun üzerine İbni Abbas'dan rivayete göre, Allah: "O kafirler, mallarını Allah yolundan alıkoymak içir harcarlar..." ayetini indirdi.

İbni Abbas, Mücahid ve daha başkalarından rivayete göre, ayet Ebû Süf-yan'm Bedir'de müşriklere yaptığı harcama ve Uhud'da Resulullah'la savaş­mak için ettiği yardım üzerine nazil oldu.

İbni Ebi Hatem’in Hakem b. Uteybe’den rivayetine göre, o şöyle demiştir:

Müşrikler için 401 okka altın harcayan Ebu Süfyan hakkında nazil oldu.

İbni Cerir’in İbn Ezi ve Said b. Cübeyr’den tahricine göre, onlar şöyle demişlerdir: Araplardan gönüllü katılanların dışında, Resulullah (s.a.)’le savaşmak için Uhud Savaşında iki bin Habeşliyi kiralayan Ebu Süfyan hakkında nazil oldu.

Mukâtil, ve Kelbi ise şöyle demişlerdir: Bedir savaşında Kureyş ordusunu yediren, Kureyş’in önde gelenlerinden 12 kişi hakkında nazil oldu. [72]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allahü Teâla müşriklerin bedeni ibadetlerini: “Onların Beyt yanında duaları, ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir zşey değildi…” (Enfal, 35) sözüyle açıkladıktan sonra, Bedir ve Uhud savaşlarında yaptıkları mali itaat hallerini açıklıyor.

Şüphesiz Allah’ı ve Rasülünü inkâr edenler, bu harcamalarıyla insanları, Muhammed’e tabi olmaktan –ki bu, Allah yoludur- alıkoymak istiyorlar

Fakat Resulullah’la savaş ve ona tabi olmaktan-alıkoymak için yapılan harcamaların sonucu, pişmanlık ve üzüntü olacaktır. O harcamalar, maksadı gerçekleştirmeyecek, tam aksi olacaktır. “Uğrunda  harcadıklarına karşı ellerini oğuşturmaya başladı.”(Kehf, 18/42). Çünkü  onlar, şeytan yolunda harcamıştır. Bu ise zafere ulaştırmaz, aksine onların akibeti hezimettir.

Onlar dağılıp mağlup olurlar. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

“Allah: “Ben ve peygamberlerim herhalde galip geleceğim” (diye) yazmıştır.” (mücadele, 58/21).

Onların dünyadakei azabları, mal kaybetmek ve mağlubiyet, ahiretteki azabları ise, küfürlerinde ısrar eder ve küfür üzere ölürlerse, cehenneme gitmektedir. Çünkü onlardan bir kısmı müslüman olmuş, müslümanlıkta da yüksek mertebelere ulaşmışlardır.

Müslümanlar içinse, mallarını Allah yolunda harcadıkları zaman, ya dünyada zafer, ya ahirette sevap veya iki dünya saadeti gerçekleşir.

Allah, müminlere zaferi, kafirlere hezimeti, mal kaybetmeyi ve kalplerine üzüntüyü, kederi yazmıştır. Bunu, pis  kimseleri iyi kimselerden, kâfiri müminlerden, ehl-i saadeti ehl-i şekavetten ayırd etmek için yapmıştııııır. O kafirler, dünya ve ahirette zarar edenlerdir. [73]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Ayetler aşağıdaki hususlara işaret eder.

1- Kâfirler, insanları İslâm davetinden alıkoymak için yaptıkları harcamaların karşılığını, dünyada ancak hüsranla, ahirette de şiddetli azabla göreceklerdir. Bu durum, onları infaktan gereken birşeydir.       

2- Galibiyet ve zafer müminler, hezimet ve bozgun kâfirler içindir. Kâfirler kıyamet gününde zillet ve hakaret içinde cehenneme sevkedileceklerdir. O ne kötü bir dönüştür.

3- Müminlerin galip getirilmesi, kâfirlerin hezimete uğratılması, kötü ka­firler fırkasını, temiz müminler fırkasından ayırd etmek içindir: "Ayırt etmek için" sözü "toplanıp cehenneme sürüleceklerdir" sözündeki "sürüleceklerdir" fi­iline mütealliktir. Mana şöyle olur. Onlar Allah'ın, murdar, pis, kötü fırkayı, te­miz toplumdan ayırd etmesi için sevkolunurlar.

Şöyle de denilmiştir. Murad, kâfirin Muhammed (s.a.)'e düşmanlık uğruna yaptığı sarf ile, müminin kâfirlerle cihad için yaptığı sarfı-Ebû Bekir ve Os­man'ın peygamber (a.s.)'e yardım uğruna sarfı gibi-birbirinden ayırt etmektir. Cenâb-ı Hak, o pis şeyleri birbiri üstüne koyar, onları cehenneme atar, onlarla kâfirlere azab eder. Bu durumda "ayırd etmek için" sözü, "nihayet bu onlara bir yürek acısı olacaktı" sözüne müteallik olur.

Sonra Cenabı Hak: "İşte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir" buyur­du. Bu, kâfirlere işaret etmektedir. [74]

 

Kâfirlerin Müslüman Olurlarsa Bağışlanacakları, Olmazlarsa Dinde Fitneyi Önlemek İçin Onlarla Savaşılacağı

 

38-  Sen o kâfirlere de ki: Eğer vazge­çerlerse, geçmişteki kendilerine mağfi­ret olunur. Eğer yine dönerlerse, önce­kilerin kanunu muhakkak devam et­miş olacaktır.

39-  Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din tamamiyle Allah'ın oluncaya kadar on­larla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, mu­hakkak ki Allah onların ne yaptıkları­nı iyice görür.

40-Ve eğer onlar vazgeçerlerse, bilin ki Allah sizin mevlânızdır. O ne güzel mevlâdır ve ne güzel yardımcıdır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sen o kâfirlere de ki": Ebû Süfyan ve arkadaşlarına şu sözü söyle. "Eğer vazgeçerlerse" küfürden, peygamberle savaştan ve ona düşmanlıktan vaz ge­çerlerse. Murad, senin bunu onlara söylemen, değildir. O murad olunsaydı, şöy­le denirdi: Eğer vazgeçerseniz, size mağfiret olunur, "geçmişteki kendilerine mağfiret olunur." Amelleri bağışlanır...

"Eğer yine dönerlerse, öncekilerin kanunu muhakkak devam etmiş olacak­tır." Kendilerinden önceki peygamberlere karşı gelenleri nasıl helak edip yok etmek kanunumuz olduysa, aynı şekilde onlara da yaparız.

"Hiç bir fitne" şirk kalmayıncaya "ve din tamamiyle Allah'ın oluncaya ka­dar" Allah'dan başkasına ibadet olunmayıncaya, diğer dinler yok oluncaya ka­dar "onlarla savaşın".[75]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahu Teâlâ, müşriklerin duasını ve bedenî ibadetlerini, sonra da malî ibadetlerini, Allah yolundan engellemelerini, Allah Rasûlü ve müminlerle sa­vaşlarını açıkladıktan sonra, onlara doğru yolu gösterdi. Onları İslâm'a girme­ye teşvik etti. Geniş rahmet ve büyük fazl kapısını açtı ve "Sen o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse..."buyurdu. [76]

 

Açıklaması

 

Ey peygamber! Ebû Süfyan ve adamları gibi kâfirlere, eğer içinde bulun­dukları küfür, inad ve Peygamber (s.a.)'e düşmanlıktan vazgeçer, İslâm, itaat ve tevbe yoluna girerlerse, geçmiş küfürlerinin, günahlarının ve hatalarının bağışlanacağını söyle. Nitekim, İbni Mes'ud'dan gelen bir hadiste Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim, müslüman iken iyilik ederse, cahiliyye döne­minde yaptıklarından sorguya çekilmez. Kim de İslâm döneminde kötülük ederse, evvelinden de sonundan da sorguya çekilir."

Yine Sahih'de gelen bir hadiste Resulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "İs­lâm, daha önce yapılanları siler süpürür. Tevbe de, kendinden önceki şeyleri si­ler süpürür."

Müslim'in Amr b. As'dan rivayetine göre, o şöyle demiştir. Allah, kalbime imanı koyunca, Peygamber (s.a.)'e geldim, elini uzat sana biat edeyim, dedim. Elini uzattı, ben de elimi uzattım. Ne istiyorsun? dedi. Mağfiret olunmamı, de­dim. Bunun üzerine Resulullah: "Ey Amr! Bilmiyor musun? İslâm, kendinden önce işlenmiş kötü şeyleri yıkar, yok eder. Hicret, kendinden önce işlenmiş kö­tü şeyleri yıkar, yok eder. Hac da, kendinden önceki günahları affettirir" bu­yurdu.

Eğer onlar kâfirlerin tarafında, insanları İslâm'dan çevirme, inatlık ve İs­lâm'la savaş yolunda olurlarsa, bulundukları hal üzere devam ederlerse, pey­gamberlerimi yalanlayan, onlara karşı çıkan eski yalanlayıcıları helak ve yok etme konusunda geçerli olan kanunumu onlara uygularım. Nitekim bu, Kureyş için Bedir'de ve daha başka yerlerde gerçekleşmiştir: "Muhakkak biz peygam­berlerimize ve müminlere dünya hayatında ve şahitlerin ayağa kalkacakları günde yardım ederiz" (Mümin, 40/51).

Bu, onların küfrü ve inadı terketmedikleri takdirde başlarına gelecek şid­detli bir tehdittir.

Sonra Allahü Teâlâ, bu kâfirlerin hükmünü açıklıyor. Eğer küfre dönerler ve ona devam ederlerse, önceki ümmetlerin başına gelenlere maruz kalacaklar­dır. Bu durumlarında ısrar ederlerse, Allah onlarla savaşılmasını emrediyor: "Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din tamamiyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın..." Yani, ey müslümanlar, düşmanınız olan müşriklerle öyle şiddetle sa­vaşın ki, ortada şirk kalmasın, ancak Allah'a ibadet olunsun, hiçbir mümin di­ninden döndürülmesin, sadece "lâ ilahe illallah" (Allah'tan başka ilâh yoktur) denilsin. Bâtıl dinler yıkılsın, sadece İslâm dini kalsın. Bu el-Beyhâkî'nin Mâ­lik vasıtasıyla Zührî'den rivayet ettiği Peygamber Efendimize ait şu hadis-i şe­rife göre, Mekke ve civarındaki arap yarımadası içindir: "Arap yarımadasında iki din bir arada bulunmaz." Razî şöyle der: Bunun bütün memleketlere hamlo-lunması mümkün değildir: Çünkü öyle olsaydı, Allah'ın emrettiği savaşla bera­ber, orada küfür kalmazdı.[77]

O halde savaştan amaç, din hürriyetine imkân vermekti. Çünkü hiç kim­se, inancını terke zorlanamaz. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Dinde zor­lama yoktur. Hakikaten iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır" (Bakara, 2/256).

Eğer onlar, küfürden ve sizinle savaştan vazgeçerlerse, onların iç yüzlerini bilmeseniz de, onlardan vazgeçin. Çünkü Allah, onların amellerini bilmektedir. Onları ona göre mükafatlandırır.

Eğer sizin davetinizi dinlemekten yüz çevirir, küfürden vazgeçmezlerse, onların bu durumlarına önem vermeyin. Bilin ki Allah, sizin işlerinizi üzerine almıştır. Sizin yardımcmızdır. Onlara önem vermeyin. Allah kimin mevlası ve yardımcısı olursa, o hiçbir şeyden korkmasın, O, ne güzel mevladır ve ne güzel yardımcıdır. Mevlâsı olduğu şahsa kaybettirmez. Allah'ın yardım ettiği şahıs mağlup edilemez.

Fakat Allah'ın yardımı iki şeye bağlıdır: Cihad için maddî ve manevî ha­zırlık "Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın" (Enfal, 8/60). Bir de, Allah'ın dinine, şeriatının uygulanması­na yardımcı olmak "Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar" (Muhammed, 47/7).

İslâm'a, amelle değil sadece sözle bağlanmak, olağanüstülüklerle yardım istemek, sadece dua ile yetinmek, hazırlık yapmamak, Filistin ve diğer İslâm beldelerinde görüldüğü gibi, istenen zaferi getirmez. [78]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Birinci ayet, Allah'ın fazlının genişliğine ve kâfirlere karşı da rahmet ka­pısını açtığına işaret eder. Çünkü onlar müslüman olurlarsa, Allah geçmişteki küfürlerini, işledikleri günahları ve Rablerine karşı görevlerini yerine getirme­deki kusurlarını bağışlar. Eskiye ait, bedenî ve malî ibadetleri yerine getirme­leri istenmez. Temiz, pak İslâm diniyle müşerref olmakla yeni bir aşama baş­lar. Nitekim İbni Sa'd'ın Zübeyr ve Cübeyr b. Mat'um'dan rivayet ettiği hadisi şerifte, Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İslâm, kendinden önceki hayatı siler süpürür."

İmam Malik şöyle der: Bir kimse şirk halinde hanımını boşasa ve sonra da müslüman olsa, onun talâkı geçerli değildir. Bir kimse şirk halinde yemin etse, sonra müslüman olsa, yeminini yerine getirmekle yükümlü değildir. Zina etse, sonra müslüman olsa, yahut bir müslüman kadına tecavüz etse, sonra müslüman olsa, ondan had düşer. Harbî kâfirin, küfür halinde Daru'l-Harp'te yaptığı işlerin düşeceği konusunda herhangi bir ihtilâf yoktur. Fakat, bize bir emanla gelse, bir müslüman erkeğe iftira etse, ona had vurulur. Hırsızlık ya­parsa, kesme cezası uygulanır. Zimmî de böyledir. İftira ederse 80 sopa had ce­zası uygulanır. Hırsızlık yaparsa eli kesilir, bir kimseyi öldürürse, öldürülür. Müslüman olması, bu cezayı düşürmez. Çünkü küfür halinde yaptığı ahdi boz­muştur.

Namazlarını kılmamış, birtakım cinayetler işlemiş, mallar telef etmiş bir mürteci, müslüman olursa, Ebû Hanife ve İmam Malik'e göre, ondan Allah ile ilgili haklar düşer, kul hakları ise düşmez. Çünkü Allahü Teâlâ'nm hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. İnsan ise muhtaçtır. Çünkü ibadetlerin yapılmasının vacip ol­duğunu söylemek, bu ayetin zahirine ters düşer. Şafiî'ye göre ise, o kimseye Al­lah'a ve kullara ait hakları yerine getirmek gerekir.

Kâfirler, müslümanlarla savaşa dönerlerse, kendileriyle savaşılır.

Razî'nin dediği gibi, sahih olan görüşe göre, zındığın tevbesi makbuldür. Çünkü: "Sen o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse, geçmişteki kendilerine mağfi­ret olunur" ayetiyle: "O, kullarından tevbeyi kabul eden, kötülükleri affeden ve işlemekte olduğunuzu bilendir" (Şûra, 42/25) ayeti, bütün küfür çeşitlerini içi­ne alır. Çünkü, seri hükümler, zahire göre verilir. Hüküm şöyledir: "Biz zahire göre hüküm veririz. Sırları Allahü Teâlâ bilir."

Hanefîler, bu ayeti delil getirerek, kâfirlerin küfür hallerinde, şeriatın fü-rûuyla muhatap olmadıklarım, küfür zamanında işledikleri hiçbir şeyden sor­guya çekilmeyeceklerini söylemişlerdir.

"Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din tamamiyle Allah'ın oluncaya kadar on­larla savaşın" ayeti, müslümanı dininden alıkoyan fitneyi giderip inanç ve din hürriyetini pekiştirmek için savaşmanın vacip olduğuna işaret eder. "Din ta­mamiyle Allah'ın oluncaya kadar" ayeti ya Arap yanmadasıyla kayıtlıdır, ki açıkladığımız gibi, orada iki din bir arada bulunamaz, demektir. Ya da bu naza­rî bir şeydir. Fiiliyat istenmemektedir. Razî'nin dediği gibi, bu sadece bir emel, maksat ve hedeftir. Çünkü, insan için bir gaye olan her şey, olacak demek de­ğildir. Gerçekleşsin, ya da gerçekleşmesin, savaş emri bu maksadı gerçekleştir­mek için olur. [79]

 

Ganimetlerin Taksimi Keyfiyeti

 

41- Eğer Allah'a ve kulumuza, hak ile bâtılın ayrıldığı gün, iki ordunun biri-birleriyle karşılaştıkları gün indirdiği­mize inanmışsanız, bilin ki ganimet  olarak aldığınız herhangi bir şeyin  beşte biri Allah'ın, Rasulünün, hısımlarm' yetimlerin, yoksulların ve yolcunundur. Allah, her şeye gücü yetendir.

 

Belagat:

 

Ayette geçen "şey" kelimesinin nekre olarak zikredilmesi, azlık ifade eder. "Kulumuz" kelimesinden maksat, Peygamberimiz (s.a.)'dir. Kulluğu ifade eden bu kelimenin kullanılması ve Allah'a izafe edilmesi, ona şeref kazandırmak içindir. [80]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hak ile bâtılın ayrıldığı gün" Bedir günü, Allah'ın hak ile bâtılı birbirinden ayırdığı gün ve "iki ordunun" müslümanlarla kâfirlerin "karşılaştıkları gün." "in­dirdiğimize inanmışsanız bilin ki ganimet olarak aldığınız", kâfirlerden zorla aldı­ğınız demektir. Ganimet, savaşta kâfirlerden zorla alınan şeydir ve bunda beşte bir vardır. "Fey" ise, düşmanlardan savaşsız olarak veya barış zamanında -cizye ve ti­caretin onda birini almak gibi- alınan şeydir ki, bunda beşte bir yoktur. Bu farklılık örfe bağlıdır. Bazılarına göre "ganimet", menkûl maldan alman şey, "fey" ise, arazi­ler demektir. "Nefel" ise, insanın taksimden önce ganimet olarak eline geçen şey­dir. Katâde'ye göre, ganimet ve fey aynı manadadır. Bazıları bu ayetin, fey'in hepsi­nin Allah'a, Rasûlüne, yakınlarına yetimlere, miskinlere ve yolcuya ait olduğunu ifade eden Haşr süresindeki ayeti neshettiğini -çünkü bu ayetin onların sadece beş­te bir hakkı olduğunu ifade ettiğini- zannetmişlerdir. Halbuki hakikatte ganimet ve fey, farklı şeylerdir. Dolayısıyla nesh yoktur. Çünkü nesh zarureti yoktur. Zaruret halinde neshe müracaat olunur, "her bir şeyin beşte biri Allah'ındır." Onda dilediği­ni emreder, "hısımların" Peygamber (s.a.)'e, Haşim ve Muttaliboğulları'ndan akra­ba olanların; "yetimlerin" babaları ölen fakir müslüman çocukların, "yoksulların", müslümanlardan ihtiyaç sahiplerinin "ve yolcunundur." Sefer için çıkıp da memle­ketinden uzak düşmüş müslüman yolcunun... Yani, beşte bir, Peygamber (s.a.)'in ve adı geçen bu dört sınıfın hakkıdır. Beşte birinin beşte biri onlarındır.

"Allah, her şeye gücü yetendir." Her şeyin mutlak sahibidir. Siz az, onlar çok olmasına rağmen, size zafer nasip etmesi de, O'nun mutlak kudretindendir. [81]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak: "Onlarla savaşın" (Enfal, 8/39) ayetiyle, kâfirlerle savaşı emretti. Tabiî olarak, savaşın sonunda ganimet elde edileceğinden, bu ayette de ganimetin hükmünü açıklamıştır. Bu ayet, ganimetlerin taksimi işinin baş­ladığı Bedir Gazvesinde nazil oldu. [82]

 

Açıklaması

 

Bu ayet, Enfal sûresinin başındaki "sana enfalden soruyorlar" ayetinde kı­saca zikrolunan hükmün açıklaması mahiyetindedir. Bu ayette Cenab-ı Hak, onlar hakkında hüküm vermenin Allah'a ait olduğunu, Resulullah (s.a.)'in on­ları, Allah'ın kendisine emrettiği şekilde taksim edeceğini açıklamıştır. Bu ayette, sadece bu ümmete helâl kılman ganimet mallarının hükmü açıklanmış, onların beşte birlere ayrılacağı, bir beşte birin ayette zikrolunanlara taksim olunacağı zikrolunmuştur. Geriye kalan dört beşte bir de, sünnetin açıkladığı gibi, gazilere verilir: Savaşan askerlerden piyadeye bir pay, atlıya iki yahut üç pay verilmek üzere taksim olunur. Ayette beşte birin kimlere verileceği açık­lanmış, diğer beşte birlerin kimlere verileceğinden söz edilmemiştir. Kurtubî şöyle der: Allah ganimeti savaşanlara izafe etmiş, sonra beşte birinin, kitabın­da zikrettiği kimselere verileceğini belirlemiş, diğer dört beşte birin ise ne ya­pılacağını zikretmemiştir. Bu da, diğer beşte birin gazilerin olacağına işaret eder. Nitekim: "Ona anne babası varis olur, annesi mirasın üçte birini alır" aye­tinde, üçte ikinin kime verileceği hakkında herhangi bir açıklama yapılmadığı halde, üçte ikinin babaya ait olacağı hususunda ittifak edilmiştir. Burada da geriye kalan dört beşte birin gazilerin olacağı hususunda icma vardır.[83]

Açıklandığı gibi ganimet, müşriklerin mallarından müslümanların eline zorla geçen şeydir. Ayette altı sınıf zikrolunmaktadır. Ebu'l-Aliye'den şöyle dediği rivayet olunmuştur: Allah'ın payı Kabe'ye sarfolunur. Buna Allah'ın evlerinin ta­mirinin müslümanların görevi olduğu şeklinde cevap verilmiştir. Tercih edilen, ya da üzerinde ittifak olunan görüşe göre, ganimetlerin beşte biri beş sınıfa tak­sim olunur. "Beşte biri Allah'ındır" ayetinde Allah'ın adı, O'ndan yardım umudu ve tazim için, işlere O'nun ismiyle başlanacağını, her şeyin O'na havale edilece­ğini, O'nun dilediği gibi hükmedeceğini, dünya ve ahiretin O'nun mülkü olduğu­nu öğretmek için zikrolunmuştur. Geriye kalan beş sınıfı şöyle açıklayabiliriz:

1- Resulullah (s.a.)'in payı: Resulullah, kendine düşen payı istediği yere sarfeder. Ömer b. Abdülaziz, "Beşte biri Allah'ındır" ayetinin, Allah yolunda sarfedilir anlamını taşıdığını belirtmiş, İbnü'l-Arabi de, doğrusunun bu olduğu­nu söylemiştir.

2- Hısımların payı: Tercih edilen görüşe göre, bunlar Haşim ve Muttalib oğullarıdır. Bu, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve diğer bazı âlimlerin görüşüdür. Da­yandıkları delil, Buharî ve Nesaî'nin tahric ettikleri şu hadistir: "Peygamber (s.a.) hısımların payını, Haşimoğullarıyla Abdülmuttaliboğulları arasında tak­sim ettikten sonra: 'Onlar, ne cahiliyye, ne de İslâm döneminde benden ayrıl­madılar. Haşimoğullarıyla Muttaliboğulları aynı şeydir1 buyurdu ve parmakla­rını birbirine geçirdi." Buharî'nin söylediğine göre Leys şöyle demiştir: Bana Yunus şunu anlattı: Peygamber (s.a.), Abdü Şems ve Nevfel oğullarına bir şey vermedi. İbni İshak şöyle der: Abdü Şems, Haşim ve Muttalib ana bir kardeş­tirler. Anneleri Atika bintü Mürre'dir. Nevfel de, baba bir erkek kardeşleridir. Nesaî şöyle der: Peygamber (s.a.) hısımlarına -ki, onlar Haşim ve Muttaliboğul-larıdır- zengin-fakir gözetmeksizin taksim etti.

Olayın ayrıntılarını İbni Cerir et-Taberî, Nevfeloğulları'ndan Cübeyr b. Mut'im'den naklen şöyle tahric eder: Resulullah (s.a.) Hayber'den alman gani­metlerden hısımların payını, Haşim ve Muttaliboğulları'na pay edince, ben ve

Abdü Şomsoğullan'ndan Osman b. Affan (r.a) ResululM'a gidip: "Ey Allah'ın Rasûlü! Şu Haşimoğulları senin kardeşlerin, Allah seni onların arasından seç­tiği için, faziletlerini inkâr etmeyiz. Şu kardeşlerimiz Muttaliboğullan'nm ne fazileti var ki, onlara verip bize vermedin?" deyince: "Onlar cahiliyye dönemin­de de, İslâm döneminde de, bizden ayrılmadılar. Haşimoğullarıyla Muttalibo­ğulları aynı şeydir" buyurdu. Sonra da ellerini birbirine kenetledi. Resulul-lah(s.a)'m ganimetlerden onlara vermesi şu sebepten ileri geliyordu: Haşim ve Muttaliboğulları, Peygamber (s.a.)'i himaye ettikleri için Kureyş'in yazıp Ka­be'ye astığı boykot sayfası gereğince, boykota maruz kalmışlar, Abdü Şems ve Nevfeloğulları ise Hz. Peygamberi destekleme işine girmemişler, dolayısıyla boykota maruz kalmamışlardı. Abdü Şems oğlu Ümeyyeoğulları, Cahiliyye ve İslâm döneminde Haşimoğullarına düşmandılar.

Resulullah (s.a.)'in vefatından sonra, Şafiî'ye göre -ki onun bu görüşü aye­tin zahirine uygundur- ganimetler beş paya bölünür, Resulullah (s.a.)'in payı da cihad hazırlığı olmak üzere, silah ve at gibi şeylere sarfedilir. Peygamber (s.a)'in yakınlarına ayrılan pay, zengin fakir gözetilmeksizin erkeğe iki, kadı­na bir pay olmak üzere taksim olunur.

Geriye kalan da yetimlere,yoksullara ve yolculara dağıtılır.

Ebû Hanife'ye göre ise, Resulullah (s.a.)'in vefatından sonra, ona pay ayrıl­maz. Hısımların payı da böyledir. Bu sebeble, beşte bir, yetimler, muhtaç olan­lar ve yolcuhır olmak üzere üç sınıfa taksim olunur.

İmam Malik'e göre, beşte bir Beytü'1-male konur, imam onda tasarrufta serbest bırakılır. Ayette adı geçen sınıflara taksim etmeyi uygun görürse tak­sim eder,bazısına verip bazısına vermemeyi uygun görürse öyle yapar.

İmam Malik ve Malikîler, bu sınıfların âdeta örnek olarak zikredildiği, özelin zikredilerek genelin kasdedildiği, Şafiî ve Ebû Hanife ise, özelin zikredi­lip yine onun kasdedildiği görüşündedirler.

Malikîler, Resulullah'm hayatından şu haberleri delil gösterirler:

a) Buharî'nin Sahih'inde rivayet olunduğuna göre, Resulullah (s.a.), Necd tarafına bir seriyye gönderdi. On iki deve ele geçirdiler. Birer birer ganimet olarak bölüştüler.

b) Peygamber (s.a.) Bedir esirleri hakkında: "Mut'im b. Adiyy sağ olup şunlar hakkında benimle konuşsaydı, bunları ona bırakırdım" buyurmuştur.

c) Resulullah (s.a.), Hevazin esirlerini geri verdi. Halbuki bunda beşte bir vardı.

d) Peygamber (s.a.): "Allah'ın size ganimet olarak verdiği şeylerden benim hakkım ancak beşte birdir, o da size verilecektir" buyurmuştur.

e) Buharî'nin Sahih'inden rivayet olunduğuna göre, Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir: Peygamber (s.a.) Huneyn günü, ganimet konusunda bazı insan­lara üstünlük tanıdı. Bu cümleden olarak Akra b. Habis'e ve Uyeyne b. Hısn'a yüzer deve verdi. Arap eşrafından bazılarını da tercih edip fazla verdi. Bunun üzerine biri: "Vallahi bu taksimde adil davranılmadı, ya da Allah'ın rızası gö­zetilmedi", dedi. Ben de: Vallahi, bunu peygambere mutlaka söyleyeceğim de­dim ve haber verdim. Resulullah: "Allah, kardeşim Musa'ya merhamet etsin. O bundan daha çok eziyete maruz kaldı da, sabretti", buyurdu (ıl

Nesaî, Ata'nm şöyle dediğini nakleder: Allah'a ait beşte birle, Resulullah (s.a.)'e ait beşte bir, aynı şeydir. Resulullah (s.a.), onu alıyor, ondan veriyor, onu dilediği yere sarfediyor, onunla dilediğini yapıyordu.

Bütün bu deliller, beşde bir payın dağıtımının imama bırakıldığına, ayette zikrolunan sarf yerlerinin bir açıklama mahiyetinde olup mutlaka oralara sar-fedilmesi gerektiği şeklinde olamayacağına işaret eder. Nitekim Kurtubî şöyle der: "Eğer bu, mutlaka o yerlere sarfedileceğini ifade etseydi, Resulullah (s.a.) bazan onu bunların dışındaki kimselere vermezdi."

3- Yetimler: Bunlar, babaları ölen müslüman çocuklardır.

4- Yoksullar: Müslümanlardan ihtiyaç sahibi olanlardır.

5- Yolcu: Bir yolculuğa çıkıp da yolda kalanlardır.

Sonra Cenabı Hak: "Eğer Allah'a inanmışsanız..." buyuruyor. Yani Allah'a, ahiret gününe ve peygamberine indirdiğine inanmışsanız, ganimetler konusunda meşru kıldığımız beşte bir emrime uyun, ya da bilin ki ganimet olarak aldığınız şe­yin beşte biri, bu beş sınıfa sarfedilir. Ona tama etmeyin. Allah'a ve O'nun Rasûlü-ne indirdiğine samimi olarak inanmışsanız, geriye kalan dört beşte birle kanaat edin. Bedir Günü: Hak ile bâtılı birbirinden ayırdığımız, kâfirlere karşı müminlere yardım ettiğimiz, müslüman ve kâfir iki topluluğun Ramazanın 17'sinde karşılaştı­ğı, Resulullah (s.a.)'in hazır bulunduğu ilk savaştır. Allah buna ve bundan başka şeylere muktedirdir. Az olduğunuz halde, sizi zafere ulaştırmaya gücü yeter. Hiçbir şey O'nu, istediğini yapmaktan, peygambere vadini yerine getirmekten alıkoyamaz.

Ayette Allah'ın koyduğu sınırları aşmaktan sakındırma vardır. Sadece bil­mek yeterli değildir. Aksine bilmenin, inanç ve amelle birlikte olması gerekir. Allah'a, peygambere, ona indirilene ve ahiret gününe iman, eşyada tasarruf hakkının Allah'a ait olduğunu, taksim işini Rasûlüne bırakmasının O'nun yet­kisinde olduğunu, dolayısıyla beşte biri bu sınıflar arasında onun taksim edece­ğini bilmektir. Çünkü zafer Allah'tandır. Meleklerle size yardım eden O'dur. Şartın cevabı, size bildirdiği taksim hususunda Allah'ın emriyle amel edin, O'na uyun, teslim olun şeklinde takdir olunabilir. "Bilin" şeklinde bir emir ol­mamasının sebebi, ilim ve inancın değil, amelin murad olunmasıdır. Çünkü "bilin" sözü, ganimetler konusunda Allah'ın emrine boyun eğmeyi, O'na teslim olmayı içine alır. [84]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet, kesin şekilde müslümanlara hitap etmekte olup kâfirlere ve kadınla­ra herhangi bir hitap söz konusu değildir. Savaşan müslüman erkeklere hitap olunmuştur.

Ayet, ganimetlerin beşte birinin beş sınıfa sarf olunacağını ifade etmekte, zımnen de geriye kalan dört beşte birin gazilerin mülkü olduğuna işaret et­mektedir. Bu da geriye kalan dört beşte birin hükmünden söz edilmemesinden anlaşılmaktadır.[85]

Yine: "Eğer Allah'a inanıyorsanız" buyurmakla, bu taksimle hükmedin denilmek istenmektedir ki, bu da bu taksimle hükmedilmediği zaman Allah'a iman edilmemiş olacağına işaret eder. Ayette Bedir Gününe "yevmü'l-furkan" denmektedir.

Bu ayet, Enfal sûresinin başındaki mücmelliği açıklamaktadır. İbni Abdil-Berr, "sana ganimetlerden sorarlar" ayetinden sonra nazil olduğu ve ganimetin dört beşte birinin gazilere taksim olunacağı konusunda icma olduğunu iddia etmiştir.

Alimlerin çoğunluğu ise, bu ayetin üç şeye mahsus olduğu görüşündedir:

1- Savaştan önce imam söylerse, maktulün üzerinde çıkan (ok,silah vb.) şeyler, onu öldürenindir. Esirlerde de durum böyledir. Onlar hakkında tercih imamındır. Yine cumhurun görüşüne göre arazi, bu ayetin kapsamı içine gir­mez. Ebû Davud, Ömer b. Hattab'ın şöyle dediğini rivayet eder: "İnsanlar en-gellemeseydi, fethettiğim her yeri Resulullah (s.a.)'in Hayber'i taksim ettiği gi­bi taksim ederdim." Şu halde ayette sözü edilen taksim, bir yerden bir yere nakledilebilen şeyler için söz konusudur.

İmam Şafiî şöyle der: Daru'1-harb halkından ele geçirilen her türlü gani­met -az veya çok ev, arazi, mal vs.- taksim olunur. Ancak, ergenlik çağına eriş­miş erkekler bu hükmün dışındadır. Devlet başkanı, onlara iyilik edip serbest bırakmakta, ya da öldürmek veya esir etmekte serbesttir. O, bu ayetin geneliyle istidlal eder ve şöyle der: Şüphesiz arazi de ganimet olarak alınır. Dolayısıy­la, diğer ganimetler gibi, onun da taksim olunması gerekir. Nitekim Resulullah (s.a.), Hayber'den zorla fethettiği şeyleri taksim etti. Eğer bunun özel bir du­rum olduğunu iddia etmek caiz olsaydı, arazi dışında da bunu iddia etmek caiz olurdu. Dolayısıyla ayetin hükmü kalmazdı. Haşr ayetine gelince, o, bu husus­ta hiçbir şekilde açık delil değildir. Çünkü o, fey hakkındadır. Cenab-ı Hakkın: "Onlardan sonra gelenler" sözü, sadece kendilerinden önce iman etmiş olanla­ra hayır dua içindir. Hz. Ömer, fethedilen arazinin vakfı hususunda, eğer vak­fettiği arazi fey olursa, hiç kimsenin rızasını almaya ihtiyaç duymazdı. Gani­met olursa, sahiplerinin gönül hoşnutluğunu ister, onlar razı oldukları takdir­de vakfederdi. İbni Cerir et-Taberî, Hz. Ömer'in bu şekilde davrandığını, Resu­lullah (s.a.)'in de Hevazin esirleri hakkında aynı şeyi yaptığını rivayet eder.

Hanefîlere göre devlet başkanı, arazinin taksiminde, ya da arazi sahipleri­ni tanıyıp haraca bağlamakta, sulh arazisi gibi yine onların mülkü olarak bı­rakmakta serbesttir.

"Seleb"e, yani savaşta öldürülenin üzerinden çıkan şeylere gelince, İmam Malik, Ebû Hanife ve Sevrî'ye göre bu, öldürenin değildir ve ganimet hükmün­dedir. Ancak, emirin: "Harpte kim bir düşman askerini öldürürse, öldürülenin üzerinde çıkan şeyler öldürenindir" demesi durumunda iş değişir ve onun olur. Bu söz, İmamet ve siyaset yoluyla Peygamber (s.a.)'in bir tasarrufudur, yeni bir izne muhtaçtır.

Leys, Evzaî, Şafiî ve diğer fakihlere göre ise, İmam söylesin söylemesin, herhalde öldürülenin üzerinde çıkan şeyler öldürenindir. Ancak İmam Şafiî'ye göre öldüren buna, öldürülen kimseyi kendisine sırt çevirmiş durumda değil, kendisine yönelmiş olarak öldürdüğü zaman hak kazanır. Yani bu peygamber­den, vahiy ya da peygamberliği tebliğ yoluyla gelmiştir ve dolayısıyla yeni bir izne ihtiyaç yoktur.

Şafiî'ye göre, maktulün üstünde çıkan şeyler, beşte bire bölünmez. Şa­fiî'nin delili, Ebû Davud'un Avf b. Malik el-Eşcaî ve Halid b. Velid'den rivayet ettiği hadistir. Bu hadise göre Resulullah (s.a.) öldürülen üzerinde çıkan şeyle­rin öldürene ait olduğuna hükmetmiş ve beşe pay etmemiştir.

Alimlerin büyük çoğunluğuna göre ise, maktulün üzerinde çıkanlar, onu öldürdüğüne delil bulunmadıkça, öldürene verilmez. Yine, bilginlerin pek çoğu­na göre, Ebû Katâde hadisiyle amel edilerek, bu hususta, tek şahit yeterlidir. Şafiî'nin görüşünün şöyle olduğu söylenmiştir: İki şahit, ya da bir şahit ve ye­min yeterlidir. Çünkü Peygamber (s.a.) Ebû Katâde'ye, maktulün üzerinde çı­kan şeyleri Esved b. Huzâî ve Abdullah b. Üneys'in şehadetleriyle vermiştir. Evzaî ve Leys ise, katilin iddiasıyla maktulün üzerinden çıkan şeylerin kendi­sine verileceğini, onu hak etmesi hususunda başkaca herhangi bir delilin ge­rekmeyeceğini, çünkü Resulullah (s.a.)'in Ebû Katâde'ye herhangi bir şehadet ve yemin söz konusu olmaksızın maktulün üzerinde çıkan şeyleri verdiğini söy­lerler.

Maliki mezhebinde herhangi bir delile ihtiyaç yoktur. Çünkü o, daha işin başında imamın bir bağışıdır.

Seleb, ittifakla silah ve savaş için muhtaç olunan her türlü şeyi içine alır. Ata gelince, İmam Ahmed'e göre bu, selebten değildir. Fakat atla beraber bulu­nan para, mücevherat gibi şeyler ittifakla selebtendir. Savaş için zinet olarak kullanılan şeyler ise, Evzaî'nin görüşüne göre selebtendir. Bazılarına göre ise, selebten değildir.

Allah'ın Kitabı'nda, atlının yayadan üstün tutulacağına işaret eden bir şey yoktur. Onun için âlimler, bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Alimlerin çoğunluğu, atlıya iki, piyadeye bir pay verileceği görüşündedir ki, sahih olan da budur. Bu, atın yararlarının büyüklüğünden dolayıdır. Bu hususta delil, Buharî'nin İbn Ömer'den rivayet ettiği hadistir. Rivayete göre, Resulullah (s.a.) ata iki, sahibi­ne de bir pay ayırmıştır. İmam Malik ve Şafiî'ye göre, bir attan fazlası için pay ayrılmaz. Çünkü savaş, bir at üzerinde olur. Fazlası rahatlık içindir. Ebû Hani-fe'ye göre ise, bir attan fazlası için de pay ayrılır. Çünkü atın çokluğu, daha çok fayda sağlar.

Askerin paya sahip olmasının sebebi de, müslümanların zaferi için savaş­ta hazır bulunmasıdır. Hz. Ömer şöyle buyurur: "Ganimet, ancak savaşta hazır bulunanındır." Savaşın sonunda hazır bulunsa, hak sahibi olur. Savaş bittik­ten sonra gelse, hak sahibi olmaz. Savaşa katılmayana, ya da hasta olarak ha­zır bulunana pay ayrılmaz. Çünkü Resulullah (s.a.), Hayber dışında, hiçbir za­man savaşa katılmayana pay ayırmadı: "Allah size alacağınız çok ganimetler vaadetti" (Fetih, 48/20) ayetine dayanarak, Hayber gazasına katılsın veya ka­tılmasın, Hudeybiye Anlaşmasında bulunan herkese pay ayırdı.

Daru'l-harp'te bulunan İslam ordusuna, ganimetler ele geçmeden önce yardım için gelen kuvvetlerin durumuna gelince, Hanefiler bu hususta şöyle der: Eğer İslâm ordusu Daru'l-harp'te ganimeti ele geçirip onu Darul-İslâm'a yola çıkarmadan başka bir ordu yardıma gelmişse, onlar da ganimete ortak olurlar. Diğer imamlar ise, ortak olamayacağı görüşündedir.[86]

 

Bedir'de Müminlerin Müşriklere Çok, Müşriklerin Müminlere Az Gösterilmesi

 

42- Hani siz vadinin yakın bir kenarın­da idiniz. Onlar ise en uzak bir kıyısın­da idiler. Süvariler de sizden daha aşa­ğıda idi. Eğer onlarla buluşmak üzere sözleşmiş olsaydınız, muhakkak ki ih­tilâf ederdiniz. Fakat Allah, olması ge­reken bir emri yerine getirmek için (si­zi topladı). Böylece helak olan kişi, apaçık bir delil üzere helak olsun. Diri kalan kişi de, yine açık bir delil üzere yaşasın. Şüphesiz Allah, hakkıyla işiti-cidir.

43- Hani Allah onları, rüyanda sana az göstermişti. Eğer onları sana çok gös­terseydi, elbette kaçınacaktınız ve iş hakkında çekişecektiniz. Fakat Allah sizi bundan kurtardı. Çünkü O, şüphe­siz kalblerde olanı hakkıyla bilicidir.

44- Hani siz karşılaştığınız zaman, on­ları gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Böyle­ce Allah, yerine gelmesi gereken emri yerine getirdi. İşler ancak Allah'a dön­dürülür.

 

Belagat:

 

'Yakın" ve "uzak" kelimeleri arasında tıbak sanatı vardır.

"Helak olsun" ve "Dirilik-hayat", kelimelerinde istiare vardır. Helak kü­für; hayat ise, iman veya İslâm kelimesi yerine kullanılmıştır. [87]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Fakat Allah, olması gereken bir emri yerine getirmek için, (sizi topladı" : Fakat sizi, herhangi bir randevu söz konusu olmaksızın, ilminde işlenmesi ma­lum olan şeyi -İslâm'ı muzaffer kılmayı, küfrü mahvetmeyi- gerçekleştirmek için bir araya getirdi.

"Helak olacak kişi" bunun, karşısına çıkan "açık bir delil üzre" -az olmala­rına rağmen müminlerin çok askere karşı zafer kazanmalarını görerek- "helak olsun." küfredecek olan küfretsin, yahut da gördüğü delilden sonra, ölecek olan ölsün.

"Diri olan kişi de" gördüğü "açık bir delil üzere yaşasın" ileri sürecek her­hangi bir mazereti kalmasın.

Şüphesiz Bedir savaşı apaçık ayetlerdendir. Ayette "helak" küfür; "hayat" İslâm manasına kullanılmış olabilir ki, küfredenin küfrü, iman edenin de ima­nı apaçık bir delilden sonra ortaya çıksın demektir. Ya da bu iki kelime, gerçek manalarmdadır. Helak olan ve yaşayandan amaç, helâka ve hayata yaklaşmış olan, ya da Allah'ın ilminde ve kazasında durumu bu olan demektir. [88]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Söz yine Bedir olayıyla ilgilidir. Allahü Teâla ganimetlerin taksimi hük­münü açıkladıktan sonra, Allah'ın müminlere bağışladığı nimetleri -kendile­rinden daha kuvvetli kimselere karşı onlara lütfetmesi de bunlardandır— ha­tırlatmak için, Bedir Günü sahnelerini, iki safın mevkilerini ve iki ordunun kışlalarını tasvir ediyor. [89]

 

Açıklaması

 

Ey müminler! Sizinle müşrikler arasında geçen o çetin karşılaşmayı hatır­layın. O savaşta size zafer nasip ettiği için, O'na şükredin. Çünkü siz düşmanla korkunç bir karşılaşma içindeydiniz. Siz Medine'ye yakın, kaygan kumluk bir arazide, müşrikler Medine'den uzak, Mekke tarafındaki suya yakın vadide, Ebû Süfyan'ın da içinde bulunduğu 40 kişilik Kureyşli kervan da sahil tarafın-daydı. Bu halde sizi zafere ulaştırdı. Dolayısıyla O'na şükredin.

Eğer siz ve müşrikler, savaşmak için bir yerde buluşmak üzere sözleşsey-diniz; siz az, düşmanınız çok olduğu için sizin onlardan, onların da Resulullah (s.a.) ile savaşma korkusundan dolayı sözleştiğiniz vakitte buluşmazdınız.

Fakat sizin, hiçbir sözleşme ve savaş arzusu olmaksızın karşı karşıya gel­meniz, Allahü Teâlâ'nm kudret, hikmet ve ilminin istediği, İslâm'ı aziz ve müslümanlan muzaffer kılmak, şirki zelil ve şirk ehlini rezil etmek, o karşılaşma­dan sonra, mümin dostlarını zafere ulaştırmak, kâfir düşmanlarını kahretmek, dolayısıyla müminlerin imanlarını, Allah'ın emrine itaatlarmı artırıp şükürle­rini açıklamak, gerçekleştirmek içindi.

Bu karşılaşmanın uzun vadede bir başka etkisi vardı: Kâfirlerden ölecek olanların, İslâm'ın hakikatini ispat eden açık bir delili bizzat gözleriyle gördük­ten sonra ölmeleri, müminlerden yaşayacak olanların da, Allah'ın dinini yüce kıldığını gösteren bir delili gördükten sonra yaşamaları, Çünkü Bedir olayı, imanı pekiştiren, salih amele sevkeden ve Allahü Telâlâ'nın: "Yakında o toplu­luk yenilecek ve arkalarını dönerek kaçacaklardır" (Kamer, 54/45) sözünün ger­çekleştiği açık ayetlerdendir.

"Helak olması için" ve "yaşaması için" kelimelerini istiareyle tefsir etmek sahihtir. "Helak" kelimesi küfür, "hayat" kelimesi İslâm manasında kullanıl­mıştır. Anlam şöyle olur: Aleyhinde delil, ayet ve ibret gördükten sonra küfre­decek olanın küfretmesi, gördüğü ayet ve ibretten sonra iman edecek olanın iman etmesi için. Bundan dolayı gerçekten Bedir olayı, hakla bâtılı birbirinden ayıran bir olay oldu. Peygamberlerinin kendilerine müjdelediği gibi, zafere ulaşmaları sebebiyle müminlerin lehinde bir hüccet, bâtılın askerleri olmaları sebebiyle hezimete uğramaları dolayısıyla kâfirler aleyhinde de bir hüccet ol­du.

Anlamın açıklaması: Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: Allah, size yardım et­mek, hakkı bâtıla üstün kılmak için, sizi düşmanınızla sözleşme olmaksızın bir araya getirdi. Böylece mesele ortaya çıktı, delil kesin olarak göründü. Hiç kim­senin herhangi bir hücceti ve şüphesi kalmadı. Helak olan da aleyhine hücceti -Bedir savaşı gözle görülür bir delildir ve aklî, nazarî burhanlardan daha etkili­dir- gördükten sonra helak oldu.

Şüphesiz Allah, her şeyi duyan ve bilendir. Kâfirlerin ve müminlerin sözle­ri, inançları ve işleri O'na gizli değildir. O, kâfirlerin dediklerini duyar, halleri­ni bilir, müminlerin dua ve niyazlarını, yardım isteklerini duyar, bilir. Onların düşmanlarına karşı yardıma müstehak olduklarını bilir, duyar ve bildiği her şeyi değerlendirir.

Ey peygamber! Allah'ın sana, uykunda kâfirleri az ve zayıf gösterdiği, se­nin de bunu ashabına haber verdiğin, onların kalblerinin ve ruhlarının rahat­ladığı zamanı hatırla.

Eğer O, onları sana gerçekteki gibi çok ve kuvvetli gösterseydi, onlardan ürker, aranızda ihtilâfa, savaş konusunda anlaşmazlığa düşerdiniz. Çünkü on­lardan bir kısmı, iman ve azmi kuvvetli, bir kısmı zayıf, işi yokuşa süren kim­seydi.

Fakat Allah, onları sana az göstermekle, böyle bir korku ve ihtilâftan sizi kurtardı. Şüphesiz Allahü Teâlâ, kalplerin gizlediği şeyleri, savaştan geri dur­maya iten zaaf ve sabırsızlık halini bilir.

Ey peygamber ve müminler! Allah'ın savaştan önce, dünya gözüyle kâfirle­ri size az gösterdiği, sizin de cesaretlendiğiniz, maneviyatınızın yükseldiği, sizi de kâfirlerin gözlerinde az gösterdiği, dolayısıyla onların aldanıp size karşı ha­zırlık yapmadığı -hatta Ebû Cehil, Muhammed'in adamları doyumlarına günde bir deve yetecek kadar az, onları hemen tutun, bağlayın, demişti- o zamanı ha­tırlayın.

Cenab-ı Hak bunları, müminlerin zaferine ve İslâm'ın yücelmesine, kâfir­lerin hezimete uğramasına, küfür ve şirkin zelil olmasına bir hazırlık kıldı.

İbni Ebî Hatim ve İbni Cerir, İbni Mes'ud'dan şöyle rivayet ederler: Bedir Günü, onlar bizim gözümüze az gösterilmişlerdi. Hatta ben yanımdaki bir ada­ma, onları yetmiş kadar mı gördüğünü sordum. O, hayır, yüz falan dedi. Niha­yet onlardan birini yakalayıp sorduğumuzda, bin kişiydik, dedi.

Bunların hepsi, savaştan önce olan şeylerdi. Savaş sırasmdaysa, kâfirler müslümanlan kendi sayılarının iki katı gördü. Korkuları arttı, maneviyatları zayıfladı. Nitekim Cenab-ı Hak, bunu şöyle ifade eder: "Muhakkak karşılaşılan iki toplulukta sizin için bir ibret vardı. Bir topluluk Allah yolunda savaşıyor­lardı ve diğeri ise kâfirdi. Onlar öbürlerini gözleriyle kendilerinin iki katı ola­rak görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için bir ibret vardır" (Al-i İmran, 3/12).

Sonra Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İşler ancak Allah'a döndürülür".[90]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Şüphesiz Bedir olayı, şaşılacak bir şey ve uyandırıcı bir olay oldu. Şöyle ki: Müslüman askerler, ilk aşamada azlıkları ve hazırsızlıklan sebebiyle, büyük bir korku ve zaaf içindeydiler. Sudan uzak, kaygan, kumluk bir arazide konak­lamışlardı.

Kâfirler ise sayılarının ve hazırlıklarının çokluğu, suya yakın olmaları, yerleştikleri arazinin yürümeye elverişli, ticaret kervanının arkalarında olma­sı, her an için kervandan kendilerine yardım gelme ihtimali sebebiyle, kendile­rini son derece kuvvetli hissediyorlardı.

Sonra kuvvet dengeleri değişti, iş tersine döndü. Allah, müslümanlan ga­lip, kâfirleri mağlup kıldı. Bu, Resulullah (s.a.)'in Rabbinin yardım, fetih ve za­fer nasib edeceği haberinde doğru olduğuna işaret eden en kuvvetli delillerden ve en büyük mucizelerinden oldu. Cenabı Hakk'ın: "Böylece helak olan kişi apa­çık bir delil üzere helak olsun" ayeti de, bu manaya işaret eder. Bu, helak olan­lar, bu mucizeyi gördükten sonra helak oldular, hayatta kalan müminler de bu üstün mucizeyi gördüler demektir. Beyyineden murad da, bu mucizedir.

Yine Allah: "Helak olacak olan helak olsun..." ayetinin zahirinin delalet et­tiği gibi, iki topluluktan, ilim, marifet, hayır ve salah murad etmiştir.

Mucize gösterilmesi, mümin ve kâfirler topluluğuna İslâm'ın hak, şirkin bâtıl olduğunun delille gösterilmesi, Allahü Teâlâ'nm, Bedir'de bulunan müslü-manlara lütfettiği nimetlerin birincisidir.

Nimetlerden ikincisi de, Cenabı Hakkın: "Allah, sana onları gösterdiği za­man..." ayetinden anlaşılan manadır ki, o da, yüksek manevî bir ruh, zafer ve galebeyi gerçekleştirecek bir duygu ile savaşa yönelmeleri için müminlerin göz­lerinde, kâfirleri az göstermesidir.

Bedir günü görülen nimetlerden üçüncüsü: "Onları size gösterdiği za­man..." ayetinden anlaşılan manadır ki, o da, uykuda müşriklerin Hz. Peygam-ber"e az gösterilmesi gibi, uyanıklık halinde de, müslümanlara az gösterilmesi­dir. Şöyle ki: Allahü Teâlâ, müşriklerin sayısını müminlerin gözlerinde, mü­minlerin sayısını da müşriklerin gözlerinde az gösterdi. Müşriklerin az göste­rilmesinin hikmeti: Resulullah (s.a.)'in rüyasını tasdik, müminlerin kalblerini takviye, kâfirlere karşı cesaretlerini artırmadır. Müminlerin az gösterilmesindeki hikmet, müşriklerin hazırlıklarını gevşetmeleri, dolayısıyla müminlerin onlara üstün gelmelerini sağlamaktı.

"Allah, yerine gelmesi gereken emri yerine getirdi." ayeti 42 ve 44. ayetler­de olmak üzere iki yerde anılmıştır. 42. ayette anılması, Allahü Teâlâ'nm, o iş­leri düşmanlara karşı müminlerin -Resulullah (s.a.)'in doğruluğuna işaret eden bir mucize ve karşılaşmaya teşvik olması için- zafere ulaşması gayesiyle yaptı­ğını açıklamak içindir. 44. ayette tekrarlanması -müşriklerin gözlerinde mü­minlerin sayısını az göstermek- Allahü Teâlâ'nm, bunu müşriklerin müminlere az önem verip savaşa az hazırlık yapmalarını ve müşrikleri öldürtüp İslâm di­nini yüceltme muradını tamamlama isteğini açıklamak içindir.

"Bütün işler ancak Allah'a döndürülür" sözüyle de Cenabı Hak, dünya hallerinin amaç olmaması, ancak kıyamet gününe bir azık olması gerektiğine işaret etmiştir.

Allah'ın bir bağış ve nimeti de -ki bu, O'nun dördüncü nimetidir- "Allah, size o müşrikleri az gösteriyordu" sözünden anlaşılan manadır. Bu, savaşın ba­şında böyleydi. Savaş başlayınca müslümanlar onların gözünde büyütülüp ço­ğaltıldı. Nitekim Cenabı Hak da: "Kâfirler müslümanları gözleriyle kendileri­nin iki katı görüyorlardı" (Âl-i İmran, 3/13) buyurmuştur. [91]

 

Allah'ı Anmak, Düşman Karşısında Sebat, İtaat Etmek Ve Birbiriyle Çekişmemek

 

45- Ey iman edenler! Bir (kâfir bir) top­lulukla karşılaştığınızda sebat edin ve Allah'ı çok anın (dua edin). Ta ki um­duğunuza kavuşasınız.

46-  Allah'a ve O'nun Rasûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra zaafa düşersiniz, rüzgârınız gider. Bir de sabredin. Şüphesiz Allah sabreden­lerle beraberdir.

47- Çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak (O'nun yurtlarından insanları alıkoymak için) yurtlarından çıkanlar, Allah yolundan alıkoyanlar gibi olma­yın. Allah onların yaptıklarını çepe­çevre kuşatıcıdır.

 

Belagat:

 

"Rüzgârınız." Yani kuvvetiniz "gider". Zemahşerî'ye göre buradaki "rüz­gâr", devlet demektir. Bunda istiare vardır. Kuvvet ya da devlet, işe nüfuzda ve yürümekte rüzgâra ve onun esmesine benzetilmiştir. [92]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Çalım satarak", Nail olduğu nimetle başkalarına karşı öğünerek, kibirle­nerek kendini beğenerek "insanlara gösteriş yaparak" Bunlar Mekkelilerdir. Ebû Süfyan'ın başında bulunduğu kervanı korumak düşüncesiyle çıkmışlardı. Cuhfe'de iken, kendilerine Ebû Süfyan'ın elçisi gelerek : "Artık geri dönün, ker­vanınız kurtuldu" dediğinde, Ebû Cehil kabul etmedi ve : Bedire kadar gidip orada içki içeceğiz, şarkıcı kadınlar bize şarkı söyleyecek, orada bizimle bera­ber olan araplara yemek yedireceğiz..." dedi. İşte onlar böylece insanlara göste­riş yapmışlardı. Fakat Bedir'e geldiklerinde içki yerine, ölümü içtiler. Kadınlar şarkı söylemek yerine, onların acıklı durumunu dile getiren ağıtlar yaktı. Onun için yüce Allah müminleri, onlar gibi şımarık ve gösterişçi kimseler gibi olmaktan nehyetti. Takva sahibi ve Allah korkusundan dolayı hüzünlü, amelle­rinde ihlash kimseler olmalarını istedi."yurtlarından çıkanlar gibi olmayın."

Kurtuluşa ulaştıktan sonra, yolundan alıkoymak için yurtlarından çıkanlar gi­bi olmayın. [93]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Cerir et-Taberî'nin, Muhammed b. Ka*b el-Kurazî'den tahric ettiğine göre Kureyş Mekke'den yanlarına şarkıcı kadınlar ve defler alarak çıktı. Alla-hü Teâlâ da buradaki 47. ayeti indirdi.

Beğavî de, şöyle der: Bu ayet, Bedir'e azgınlık ve taşkınlıkla, gururlanıp böbürlenerek gelen müşrikler hakkında nazil oldu. Hatta Resulullah (s.a.) şöy­le demişti: "Allahım! Şu Kureyş kibir ve gururla geldi. Sana isyan ediyor, pey­gamberini yalanlıyorlar... Allah'ım! Vaadettiğin yardımını nasip et..."

Rivayete göre Ebû Süfyan, kervanını kurtardığını görünce, Kureyşe elçi göndererek : "Siz kervanınıza yapılacak saldırıyı önlemek için çıkmıştınız. Al­lah onu kurtardı, artık geri dönün" dedi. Fakat Ebû Cehil : "Vallahi, geri dön­meyiz. Bedir'e - arapların her yıl toplanıp pazar kurdukları mevsimdi- varıp orada üç gün kalacağız, develer kesip yemek yedireceğiz, içki içireceğiz, şarkıcı kadınlar, bize şarkı söyleyecek, Araplar bizi dinleyecek, daima bizden korku içinde olacaklar" dedi ve geri dönmeyi reddetti. Bedir'e geldiler, fakat içki yeri­ne ölüm kadehlerini içtiler, kadınlar onlara şarkı yerine ağıt söylediler.

İşte Cenab-ı Hak, mümin kullarını, onlar gibi olmaktan uzaklaştırdı. Ni­yetlerinde ihlaslı, dinine yardımda samimi olmalarını, Hz. Peygamber'e yardım etmelerini emretti. [94]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak, Bedir Günü Peygamberine ve müminlere lütfettiği nimetle­rini zikrettikten sonra, savaşan bir toplulukla karşılaştıklarında iki konuya -düşman önünde sebat etmek ve Allah'ı çokça zikretmek- riayet etmelerini öğre­tiyor, Allah'a ve Rasulüne itaat etmelerini emrediyor, zayıflayıp kuvvet ve dev­letlerinin gitmemesi için ayrılık ve çekişmekten nehyediyor... [95]

 

Açıklaması

 

Bu ayetler, Allah'ın mümin kullarına, düşmanla karşı karşıya geldiklerin­de, karşılaşma kurallarının ve cesaret yolunun öğretilmesi mahiyetindedir. Bunlar, savaşlarda gerekli olan kurallar ve ordu için lüzumlu gerçek sağlam esaslardır.

Birinci kural:

Düşmanla karşılaşınca, nefsi savaşa hazırlamak suretiyle sebat etmek ve geri dönüp kaçmayı aklından geçirmemek. Bu, savaş esaslarının en önemlisi olduğu için Cenabı Hak da bununla başladı: "Ey müminler! Bir toplulukla kar­şılaştığınızda sebat edin." Yani düşmanınız olan kâfirlerden bir toplulukla sa­vaştığınız zaman, onların önünde sağlam ve kararlı olun. Savaştan geri dönüp kaçmaktan sakının. Sebat, savaşta temel unsur ve zafer sebebidir. Kaçmak ise, Allah'ın cezalandırdığı büyük bir suçtur. Çünkü bu, ümmete karşı işlenmiş bü­yük bir hatadır.

Sahihayn'da, Abdullah b. Ebi Evfa'dan rivayet olunduğuna göre, Resulul-lah (s.a.) düşmanla karşılaştığı bazı gazalarda, güneş zevalden devrilinceye ka­dar bekledi, daha sonra ayağa kalkarak: "Ey müslümanlar! Düşmanla karşı­laşmayı arzulamayın. Allah'dan savaş felâketinden korumasını isteyin. Eğer karşılaşırsanız, o zaman da sabredin. Bilin ki, cennet kılıçların gölgeleri altın­dadır" buyurdu.

Abdurrezzak, Abdullah b. Amr'm şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.): "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah'tan savaş felâketinden korumasını isteyin. Eğer karşılaşırsanız o zaman da sebat edin. Allah'ı anın. Onlar bağırıp çağırırlarsa, siz susun" buyurdu.

Hafız, Ebu'l-Kasım el-Taberanî, Zeyd b. Erkam'ın Resulullah (s.a.)'den merfu olarak şu hadisi naklettiğini rivayet eder: "Allah üç şeyde susmayı sever: Kur'an okunurken, savaş esnasında ve cenazede..."

İkinci kural:

Allah'ı, kalp ve dille çokça zikretmek, yardım ve zafer konusunda yalvarıp dua etmek. Çünkü zafer ancak Allahü Teâlâ'nm yardımıyla olur. Savaş esna­sında Allah'ı zikretmek de Allah'a kulluğu gerçekleştirir, imanın manasını, iş­leri O'na havale etmeyi, O'na tevekkülü bildirir. Manevi gücü kuvvetlendirir. Onu zikirle kalbler huzura kavuşur, zafer ve refahı umar, O'na dua ile üzüntü ve korkular dağılır. Allah yolunda ölmek tatlı gelir.

"Ta ki umduğunuza kavuşasınız." Yani bu sebat ve Allah'ı zikir, mükafat ve sevab kazanma, düşmana karşı zafer elde etme vasıtalarındandır. Merfu ha­diste şöyle gelmiştir: Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki benim kulum, işini yaparken de beni zikreden kimsedir." Yani, işi onu, beni zikirden, bana du­adan ve benden yardım istemekten alıkoymaz. Allahü Teâlâ'yı zikreder, onu unutmaz, ona tevekkül eder, düşmanlarına karşı ondan yardım ister. Sebat ve sabır galip gelmenin ve umduğunu bulmanın temelidir.

Bu da gösteriyor ki Allah'ı zikretmek, savaş ve barış, hastalık ve sağlık, yolculuk veya ikamet olmak üzere, kulun her halinde arzu edilen bir şeydir.

Üçüncü kural:

Allah ve Rasûlüne, kulun emrolunduğu ve nehyolunduğu her şeyde itaat etmek... Allah'ın bize emrettiği şeyi emir bilip yapmamız, nehyettiği şeyden çe­kinmemiz... Çünkü Allah'a ve Rasûlüne itaat, savaşta ve savaş dışında başarı ve zaferi gerçekleştirmenin sebeplerindendir. Çünkü itaat, düzen ve intizam sağlar, anarşi ve dağınıklığı giderir. Savaş ise düzeni, düzene saygıyı, en üst ve en mükemmel düzeyde nizam sevgisini gerektirir.

Dördüncü kural:

Saf, söz ve hedef birliği, çekişmeye ve ayrılığa düşmemek. Çünkü düşman­la karşılaşıldığında saflarda ve sözlerde birlik temel kuraldır. Çekişme ve ayrılığa düşmekse, gevşeme ve korkaklığı, bozguna uğrayıp düşmana yenilmeyi ge­rektirir.

O halde birbirinizle çekişmekten sakının. Çünkü bu gücü kıran, toplumla­rın bünyesine engel olan, kahramanlık duygusunu yok eden ve kuvveti parça­layan, devletin varlığını, düşmana yönelme gücünü ortadan kaldıran şeydir. Milletler, içine düştükleri ayrılıklar, görüş farklılıkları ve itirazları sebebiyle yok olmuştur.

Beşinci kural:

Zorluklara ve şiddetlere karşı sabır, düşmanın işkencesine tahammül... Çünkü sabır, cesur ve kuvvetli kimsenin silahıdır. Allah da sabredenlerle bera­berdir, onlara yardımını, zaferini nasip eder.

İbni Kesir şöyle der: Sahabe (r.a), kahramanlık, Allah ve Rasûlünün em­rettiği ve gösterdiği şeylere uyma konusunda, kendilerinden önceki ümmetler­den ve nesillerden hiç kimsenin sahip olmadığı ve kendilerinden sonraki nesil­lerden de hiç kimsenin sahip olamayacağı bir üstünlüğe sahipti. Çünkü onlar, Hz. Peygamber (s.a.)'in bereketiyle ve emrettiği şeylerde ona itaatları sebebiy­le, az zamanda ve sayıları Rum, Acem, Türk, Slav, Berber, Habeş, Sudan, Kıptî ve diğer milletlerin asker sayısı açısından daha az olmasına rağmen, kalpleri kazanarak, doğudan batıya, ülkeler fethettiler. Hepsini yenip Allah'ın dinini yükselttiler. Dinini, diğer dinlerden yüce kıldılar. İslâm Devleti, otuz yıldan da­ha az bir süre içinde dünyanın doğusuna ve batısına yayıldı.[96]

Kur'ân-ı Kerim'de genel olarak emirle nehyi beraber zikreden Cenab-ı Hak, müminlere sözü edilen savaş kurallarını -ki onlardan biri de, müminlerin aralarında çekişmelerini nehyetmesi- ve edeplerini emretmekle beraber, müş­rik Mekkelilerin haline benzemekten de nehyetmiştir: "Çalım satarak, insanla­ra gösteriş yaparak yurtlarından çıkanlar... gibi olmayın."

Yani yurtlarından, kervanı korumak için, şımarık bir halde böbürlenerek sahip oldukları kuvvet, zenginlik ve mal çokluğuna aldanarak insanlara karşı övünüp kibirlenerek, insanların beğenisini kazanma düşüncesiyle çıkan Mekkeli müşriklere benzemeyin. Nitekim Ebû Cehil, kendisine kervan kurtuldu, artık geri dönün dendiğinde "Hayır, vallahi, geri dönmeyeceğiz. Bedir suyuna varacağız, develer kesip, içkiler içeceğiz, şarkıcı kadınlar, bize şarkı söyleyecek, araplar o günümüzü ebediyen anlatacak" demişti. Emrolunduğunuz şeylere uyun, nehyolunduğunuz şeylerden kaçının, müşrik, şımarık, sahip oldukları iyi durumlarıyla kendilerini üstün bilen insanlara gösteriş yapan düşmanlarınıza benzemekten sakının. Çünkü durum onların aleyhine döndü. Ölüm kadehlerini içtiler, sonsuz bir azaba, zelil ve rezil hale düştüler.

Onlar, Mekke'den insanları İslâm'dan ve ilahî davetten alıkoymak arzu­suyla çıkmışlardı.

Genellikle kalbleri küfür, cehalet ve kinle dolu insanlardan meydana gelen bu tür işlerin hepsi de, ölüm, yıkım ve yok oluşun nedenleridir. Onun için ayet, yasaklama ve tehdidi, kâfirlerin gösteriş, şımarıklık, kibir, hakkı reddetmek ve ona düşmanlık etmek gibi özellikleriyle birlikte içine almaktadır.

"Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatıcıdır". Yani bilir. Dolayısıyla onları, dünya ve ahirette ağır bir şekilde cezalandırır.

Bunda, niyetin ve amelin samimi olmasına, Resulullah (s.a.)'e yardıma, onun Allahü Teâlâ katından getirdiği dine destek olmaya teşvik vardır. [97]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, sonsuza kadar savaşta değişmeyecek, eski yeni hiçbir ordunun za­fer kazanma, ilerleme ve galip gelmede vazgeçemeyeceği temelleri ve öğütleri içine alıyor.

Bu temeller ve öğütler, düşmanla karşılaşıldığı zaman sebat etmek, Allah'ı zikretmek, O'na yalvarmak, O'na sığınmak, Allah'a ve peygambere itaat, genel­likle doğruyu, hakkı ve herkesin yararını emreden savaş komutanına itaat, çe­kişip ihtilafa düşmemek, musibetlere sabretmek ve şımarıklıktan, riya, kibir, kendini beğenmekten uzak durmadır.

Kâfirlerle savaşırken sebata gelince, onlardan kaçmayı nehyeden bundan önceki ayette de olduğu gibi -emir ve nehy aynı hedefte buluşmaktadır- savaşta sebat ve savaşa devam etmektir.

Kalble ve dille Allah'ı zikre gelince, bu, musibetlere karşı sebat etme hede­fine yardım eder. Nitekim Talut'a itaat eden müminlere şöyle diyorlar: "Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımıza sebat ver. Bu kâfirler güruhu­na karşı bize yardım et" (Bakara, 2/250). Kurtubî'nin dediği gibi, bu ancak kuvvetli bir inanç ve kahramanlıktan -ki insanlar arasında övülen bir haslet­tir- meydana gelir. Daha sonra Kurtubî: "Şüphesiz bunun dilin kalbe uygun olarak zikretmesi olduğu açıktır" der.

Allah'a ve Rasûlüne itaate gelince, müslüman için bütün durumlarda, özellikle savaş zamanında bir görevdir. Çünkü ordu komutanına itaat, orduyu ayakta tutmak için bir esastır. Komutana itirazsız itaat, günümüzün bilinen askeri kurallarından biridir.

Çekişme ve düşüncede ayrılık, farklı görüşler, ordunun bölünmesine sebep olur ve yenilginin habercisidir.

Sabır ise, her yerde, özellikle savaşta istenilen bir şeydir. Nitekim Cenab-ı Hak: "Bir toplulukla karşılaştığınızda sebat edin"; "Sabredin, sabır yarışı edin. Nöbet beklesin" (Âl-i İmran, 3/200) buyurur. Allah sabredenlerle beraberdir. Bu beraberlikle amaç yardım ve zaferdir.

Çalım satmak (öğünme, kendini üstün görme, kibir) ve başkasına gösteriş yapmak ise, insan şahsiyetinin oluşmasında yara açan ve sahibinin kişiliğinin yıkılmasını çabuklaştıran tehlikeli birer hastalıktır.

İnsanları Allah yolundan alıkoymak, yani insanları sapıklığa düşürmek ise, küfürden de büyük bir günahtır. Çünkü kâfirin küfrü, kendine aittir. Sa­pıklığa düşürme ise, başkasını ilgilendiriyor. Allah yolundan çevirmenin kötü­lüğü, Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde tekrarlanır. İnsanları Allah yolundan çe­virmek, Mekkelüerin vazgeçilmez özellikleridir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Küfredip de Allah'ın yolundan yüz çevirenlerin amellerini Allah boşa çıkarmış­tır" (Muhammed, 47/1).

Ebû Cehil ve yandaşları, şımarıklık, öğünme ve kendini beğenme fıtratın­da oldukları için, bu manaları ifade eden kelimeler isim sigasıyla, insanları Al­lah yolundan çevirmeleri, Muhammed (s.a.)'in peygamberliği zamanında oldu­ğu için, bu manayı ifade eden kelime fiil sigasıyla zikrolunmuştur.

Özetle: Allah müminlere, düşmanla karşılaştıklarında sebat etmelerini, Allah'ı zikirle meşgul olmalarını emretmiş, onları sebata iten şeyin şımarıklık ve gösteriş değil, Allah'a kulluk olmasını istemiştir.

Müminin işi, Allahı memnun etmek, Allah rızası için kulluk göstermektir ki, bu Kur'an'm hedefidir. Haya, boyun eğme ve boyun büküklüğü ile yapılan masıyet ihlâsa, kendini beğenme duygusuyla yapılan itaatten daha yakındır.

Allah'ın rızasını istemede mutlaka ihlâslı olmak gerektiğini ifade için ayet: "Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatıcıdır" cümlesiyle son buluyor. Çünkü insan çoğu zaman, hakikatte öyle olmadığı halde ihlâslı görünür. Hal­buki Allah kalblerde olanı en iyi bilendir. Sanki bu, riyadan ve gösterişten uzaklaştırma ve tehdit gibidir.

Kıyası reddedenler, bunun meşru olmadığına: "Birbirinizle çekişmeyin. Sonra zaafa düşersiniz" ayetini delil gösterirler. Çünkü onlara göre kıyas, kı­yaslar farklı olduğu için, hükümlerde görüş ayrılıklarına götürür. Bunlara veri­lecek cevap şudur: Her kıyas, çekişme ve ihtilaf getirmez. Ayet, genel siyasî iş­ler ve ihlâslı kimselerin ihtilaf etmeyeceği büyük maslahatlar hakkındadır. Kı­yas ise, ikinci derecedeki konularda ve cüz'i hükümlerde ictihad gibi bir şeydir. Bunda ayıplanacak herhangi bir husus yoktur. Her ne kadar ihtilaf olsa da, şer'an istenen ve övülen bir şeydir. Çünkü şer'î açıdan müctehidin, üstün olan zanna göre amel etmesi gerekir. [98]

 

Bedir Savaşında Şeytanın Kafirlerden Uzaklaşması

 

48- Hani o zaman şeytan, onların yap­tıklarını süslemiş ve şöyle demişti: "Bugün insanlardan size galip gelecek yoktur. Ben de muhakkak sizin yar-dımcınızım." İki ordu göründüğü va­kit, iki topuğu üstüne kaçarak: "Ben sizden katiyyen uzağım. Gerçekten ben sizin göremeyeceğinizi görüyo­rum. Ben muhakkak Allah'tan korka­rım. Allah ikabında çok şiddetlidir" de­mişti.

49-  O zaman münafıklarla kalblerinde hastalık olanlar: "Bunları dinleri al­dattı" diyorlardı. Halbuki kim Allah'a dayanıp güvenirse, hiç şüphesiz Allah, mutlak galiptir tam hüküm ve hikmet sahibidir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hani o zaman şeytan... süslemişti": İblis'in, onlara vesvese vererek düş­manları Bekir oğullarından korktukları için çıkamadıkları bir sırada, yaptıkla­rını süsleyerek onları müslümanlara karşı cesaretlendirdiği o zamanı hatırla.

"Şeytan..şöyle demişti: Ben de muhakkak" Ben sizin, Kinane'ye karşı "si­zin yardımcınızım". İblis onlara, o yörenin ileri geleni Süraka b. Malik b. Cu'şam'ın şekline bürünerek gelmişti.

"İki ordu göründüğü vakit" Müslüman ve kâfir toplulukları birbirine yak­laşıp karşılaştıkları zaman "iki topuğu üstüne" topukları üstü gerisin geri dö­nerek, yani geri dönüp "kaçarak şöyle demişti": Ona, bizi bu halde hor ve zelil bir halde bırakıp gidiyor musun? dediklerinde... "Ben, sizden katiyyen uzağım": Sizden, size yakın olmaktan... "Gerçekten ben sizin göremiyeceğinizi (melekleri) görüyorum." "Ben muhakkak Allah'tan (helak etmesinden) korkarım."

"O zaman (Medine'de) münafıklar ve kalplerinde hastalık olanlar": kalble-rini şek ve şüphe dolduran imanı zayıf kimseler "şöyle diyorlardı": "Bunları dinleri aldattı." Münafık, içinde küfür olduğu halde müslüman olduğunu söy­leyen kimsedir.

"Bunları dinleri aldattı." Bununla, müslümanların dinleriyle aldandıkları-nı, dinleri sebebiyle kendilerini kuvvetli gördüklerini ve zafere ulaşacaklarını, 300 küsur kişilik az bir kuvvetle, bin kişiyi aşkın bir orduyla savaşmak üzere çıkmalarını kasdediyorlardı. Allah onlara şu sözüyle cevap verdi: "Kim Allah'a dayanıp güvenirse" yani, kim O'na güvenirse, "hiç şüphesiz Allah mutlak ga­liptir. " Sayıca az ve zayıf kimseleri, sayıca çok ve kuvvetli kimselere musallat kılar. Yaptıklarında "tam hüküm ve hikmet sahibidir." [99]

 

Nüzul Sebebi

 

48. ayetin nüzul sebebi:

"Hani o zaman şeytan, onların yaptıklarını süslemişti." ayetinin nüzulüyle ilgili rivayete göre şeytan, o gün Kureyş'e, Kinane oğlu Bekr oğullarından Sü-raka b. Malik b. Cu'şam suretinde göründü. Çünkü Kureyş, onlardan bir kişiyi öldürdükleri için, Bekir oğullarının kendilerini arkadan vurmalarından korku­yordu. İşte Cenab-ı Hak bu ayette, şeytanın onlara söylediklerini tasvir ediyor. Dahhak, şöyle demiştir: İblis Bedir Günü, bayrağı ve askerleriyle birlikte gel­miş ve onların kalblerine, asla hezimete uğramıyacaklarını, çünkü babalarının dini üzere savaştıklarını telkin etmiştir.

Beyhakî ve diğer bazı müfessirler, İbni Abbas'm şöyle dediğini zikrederler: Allahü Teâlâ, peygamberi Muhammed (s.a.)'e ve müminlere bin melekle yar­dım etti. Cebrail (a.s.), beşyüz meleğin başında, Mikail (a.s)da, beş yüz meleğin başında bulunuyordu. İblis, şeytanlardan bir ordunun içinde, bir bayrakla Müdlic oğullarından bir adam suretinde, şeytan da Sürâka b. Malik b. Cu'şam suretinde geldi. Şeytan müşriklere: "Bugün insanlardan size galip gelecek yok­tur. Ben de muhakkak sizin yardımcınızım" dedi. İnsanlar saf saf olduğu za­man, Ebû Cehil: "Allahım! Hangimiz hakka daha yakınsa ona yardım et" dedi. Resulullah (s.a.)'de, ellerini göğe kaldırarak: 'Ya Rabbi! Şu topluluğu sen helak edersen, şu topraklarda sana asla ibadet edilmeyecek" dedi. Bunun üzerine Cibril: "Bir parça toprak al" dedi. Resulullah bir parça toprak aldı ve onu, onla­rın yüzüne attı. Gözlerine, burun deliklerine ve ağzına toprak isabet eden her müşrik, geri dönüp kaçtı. Cibril bu sefer İblis'e geldi. İblis'in eli müşriklerden bir adamın -Haris b. Hişam olduğu söylenmiştir- elindeydi. Hemen elini çekti, geri döndü ve gitmeye başladı. Adam ona: "Ey Süraka! Sen, bizim yardımcımız olduğunu söylemedin mi?" deyince: "Ben, sizden kesinlikle uzağım. Gerçekten ben sizin göremeyeceğinizi görüyorum" dedi.

Malik'in Muvatta'mda, Talha b. Ubeydullah b. Kerîz'den rivayet olunduğu­na göre, Resulullah (s.a.): "Şeytan hiçbir gün kendini, Arefe günündekinden daha küçük, daha hakir, daha kovulmuş, daha buğzedilen biri olarak görmedi. Bu, onun Bedir günü kadar hiçbir günde ilahî rahmetin indiğini ve Allah'ın bü­yük günahları affettiğini görmemiş olmasından ileri geliyordu" buyurdu. "Be­dir Günü, ne gördü ey Allah'ın Rasûlü" diye sorunca da: "Cibril'in melekleri çe­kip savaş düzenine getirdiğini gördü" buyurdu.

"O zaman münafıklarla kalplerinde hastalık olanlar..." ayetinin nüzuluyle ilgili olarak Mücahid'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Onlar, Kureyş'ten Kays b. Velid b. Muğire, Haris b. Zem'a b. Esved b. Muttalib, Ya'la b. Ümeyye, As b. Mü-nebbih adındaki şahıslardı. Kureyş ile beraber, şüphe içinde çıkmışlardı. Resu-lullah (s.a.)'in ashabının azlığım görünce: "Bunları dinleri aldattı. Karşı tarafın çokluğuna ve kendilerinin azlığına rağmen, böyle bir işe cesaret ettiler" dediler. [100]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayetler, Bedir Günüyle ilgili bazı sahneler ve ibret alınacak halleri sunma­ya devam ediyor. İki durumu zikrediyor: Şeytanın, zorluk anında müşriklerden nasıl sıyrılıp ayrıldığını ve bunları dinleri aldattı deyip müminlerle alay eden münafıkların durumunu. [101]

 

Açıklaması

 

Ey peygamber! Şeytanın müşriklere, vesvese vermek suretiyle amellerini güzel gösterdiği, sayılarının, mal ve silahlarının çokluğundan dolayı asla mağ­lup edilemeyecekleri zannını verdiği, şeytana itaatlarının, onları kurtaracağı ve memleketlerindeki Bekr Oğullarının düşmanlıklarından emin kılacağı dü­şüncesini verdiği, "şüphesiz ben size yardımcıyım" dediği zamanı hatırla. Şey­tan onlara, o mıntıkanın büyüğü, Müdlic Oğullarının lideri Süraka b. Malik b. Cu'şam suretinde gelmişti. Ayette geçen "Câr" kelimesi, arkadaşını savunan, ondan -komşunun komşudan giderdiği gibi- çeşitli zararları gideren kimse de­mektir. Nitekim şu ayette de şöyle buyurulmaktadır: "(Şeytan) onlara vaad eder, olmayacak kuruntulara düşürür. Şeytanın kendilerine vaad ettiği şeyler ise aldatmaktan başka bir şey değildir" (Nisa, 4/120).

Savaşan iki topluluk karşılaştığı zaman, şeytan iki ökçeleri üzerine basa­rak onlardan uzaklaştı. Allah'ın askerleri inince, tuzağı boşa çıktı. Meleklerin müslümanlara yardımını görünce, onların durumundan ümidini kesti, Allah'tan korktu, Allah'ın dünya ve ahiretteki azabının çetin olduğunu anladı. Meleklerin askerlerini yakmalarından çekindi. İşte işin başında, şeytanın askerleri müşrik­lerle beraberdiler, onlara vesvese veriyorlar, onları saptırıyorlardı. Allah'ın as­kerleri olan melekler de müminlerle beraberdiler, onların kalblerine sebat veri­yorlar, onları destekliyorlar, onlara Allah'ın zaferini vaad ediyorlardı. "Allah'ın cezası şiddetlidir" sözü, İblis'in sözü olabileceği gibi, Allah'ın sözü de olabilir. O zaman İblis'in sözü, "ben Allah'tan korkuyorum" sözünde biter.

İblis'in Süraka suretinde görünmesi, Hz. Peygamberin büyük mucizesini göstermek içindir. Çünkü Kureyş kâfirleri, Mekke'ye geri döndükleri zaman, "Kureyş ordusunu, Süraka yenilgiye uğrattı" dediler. Bu söz, Süraka'ya ulaşın­ca: "Vallahi, ben gittiğinizi duymadım, yenilginizi duydum" dedi. İşte o zaman, insanlar, o şahsın Süraka olmayıp, şeytan olduğunu anladılar" [102]

İşte şeytanın durumu böyleydi. Sonra Allahü Teâlâ, münafıkların durumu­nu zikrederek: "O zaman münafıklarla..." yani, ey peygamber, münafıklarla kalblerinde hastalık bulunanlar, inancı ve imanı zayıf kimseler, müslümanlann azlığını, müşriklerin çokluğunu görünce: "Bunları dinleri aldattı, diyorlardı." Yani dinlerine aldandıklannı, kendilerini kuvvetli hissettiklerini, o yüzden zafe­re nail olacaklarını zannettiklerini, bu yüzden de üç yüz küsur kişiyle, bini aşkın bir orduya karşı savaşa çıktıklarını söyledikleri zamanı hatırla. Askerî güç den­geleri ve insanların gözünde iki ordunun durumu böyleydi. Fakat Allah'ın değer­lendirmesinde gerçek böyle değildi: "Nice az bir topluluk, daha fazla bir toplulu­ğa Allah'ın izniyle galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir" (Bakara, 2/249). Onun için Cenab-ı Hak, ayetin sonunda; "Kim Allah'a dayanıp güvenir­se..." yani, kim işi Allah'a havale eder, O'na güvenir, O'na sığınırsa, O ona yeter, onun yardımcısı ve destekçisidir. Allah her işinde mutlak galip ve yaptığı her iş­te tam hüküm ve hikmet sahibidir. Yarattıklarını bilendir, dilediğine yardım eder. Özellikle de, O'nun kanunu, bâtıla karşı hakka yardım etmeyi, kuvvetli ço­ğa, zayıf azı musallat kılmayı gerektirir: "Kalblerinde hastalık olanlar" sözünün, münafıkların sıfatlarından olması caiz olduğu gibi, bu kimselerle müellefe-i ku-lub gibi, İslâm'da kararlı olmayan (İslâm'a henüz ısınmamış) kimselerin kasdo-lunması da caizdir. Fakat uygun olan, bu ikisinin bir smıf olmasıdır. [103]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Münafıkların durumu, şeytanın durumuna ne kadar benziyor. Yardım ede­rim, feraha kavuştururum diyerek şerre teşvik edip, sonra da zorluk ve zahmet zamanında destek olmaktan vazgeçiş...

Şeytan, taraftarlarına bâtılı fısıldıyor, sonra da güzel, sevimli gösterdiği, teş­vik ettiği şeyden geri dönüyordu. Akıl sahibinin görevi, bundan sakınmak, işin so­nunu düşünmek, heva ve heveslerin, şeytanî vesveselerin akıntısında sürüklenme­mektir. Yüce Allah, şeytanın akıntısına kapılanı en şiddetli biçimde cezalandırır.

Münafıklar ve kalplerinde bir hastalık bulunanlar, (bunlar münafık değil, şüphe içinde bulunanlardı. Çünkü İslâmiyete yeni girmişlerdi. Bunlarda niyet ve inanç zayıflığı vardı) bulanık suda balık avlarlar, fırsat kollarlar, fitne çıka­rırlardı. Kuvvetliden yana tavır alırlar, müminlerin kuvveti hakkında şüphe uyandırırlar, onları -sayıları ve savaş hazırlıklarının azlığını, düşmanlarının ise sayı ve savaş hazırlığının çokluğunu ileri sürerek- akılsızlıkla, yanılgı için­de olmakla suçlarlardı.

Allah her iki topluluğu, yani şeytan ve münafıkları hüsrana uğrattı, az mü­min toplumu çok kâfir topluma karşı muzaffer kıldı. Allah, dilediğini yardımıyla destekler. Çünkü kim Allah'a tevekkül eder, işini O'na havale eder, O'na güvenir ve sığınırsa, şüphesiz Allah ona yeter. Onun yardımcısı ve destekçisidir. [104]

 

Kötü Amellerinden Dolayı Firavun Hanedanı Gibi Müşrik Kafirlerin Helak Edilmeleri

 

50- Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura ve: "Tadın o yakıcı azabı" diye diye canlarını alırken

görmeliydin.

51- Bu, ellerinizin daha önce yaptığı yüzündendir. Şüphesiz Allah, kulları­na zulmedici değildir.

52- Firavun hanedanıyla, onlardan ön­cekilerin gidişi gibidir. Onlar, Allah'ın ayetlerini (inkâr ile) kâfir olmuşlardı da, O da kendilerini günahları yüzün­den yakalamıştı. Şüphesiz Allah, en büyük kuvvet sahibidir, cezası pek şid­detlidir.

53-  Bunun hikmeti şudur: Bir kavim nefislerinde olanı değiştirmedikçe, Al­lah onlara ihsan ettiği nimeti değiştir­mez. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitici-dir, kemaliyle bilicidir.

54- Firavun hanedanıyla onlardan ön­cekilerin gidişi gibidir. Onlar Rableri-nin ayetlerini yalan saymışlardı. Biz de günahları yüzünden kendilerini he­lak etmiş, Firavun hanedanını da suda boğmuştuk.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Bu ellerinizin daha önce yaptığı yüzündendir": Diğer organlarla da iş ya­pıldığı halde, ellerin zikredilmesinin sebebi, işlerin daha çok onlarla yapılmış olmasındandır.

"Bir havim nefislerinde" Mekke kâfirlerinin Allah'ın kendilerine bir lütfü olan açlıktan doyurulmaları, korkudan emin kılınmaları gibi hallere şükürde bulunmayıp küfretmeleri gibi "olanı değiştirmedikçe Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirmez." [105]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenabı Hak, Mekke müşriklerinin, gösteriş ve çalım satarak müminlerle savaşa çıkışlarını, şeytanın onlara bu amellerini güzel gösterişini, münafıkla­rın müminlerden geri kalışlarını açıkladıktan sonra, onların ölüm hallerini ve o zaman karşılaştıkları azabı belirtiyor. [106]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammedi Melekler tarafından canları alınırken, kâfirlerin halini görseydin, bunun ne kadar korkunç bir şey olduğunu anlardın. Melekler, onla­rın yüzlerine ve sırtlarına ateşten çomaklarla vuruyor ve onlara: "Tadın ahiret-teki ateşin azabını" diyerek ruhlarını cesetlerinden şiddetle çıkarıyorlardı. On­lara bu şiddetli azap ve elem verici dayağın dünya hayatlarında yaptıkları, iş­ledikleri küfür ve zulüm gibi kötü şeyler sebebiyle olduğunu söylüyorlardı. Gü­nahların, ayaklar ve diğer organlarla da işlendiği halde, ellere nisbet olunması­nın sebebi, amellerin çoğunun ellerle yapılmış olmasından dolayıdır.

Allah'ın sizi bu şekilde cezalandırması zulüm değil, adalettir. Çünkü Allah yarattığı hiç kimseye zulmetmez. O, hiçbir zaman zulmetmeyen, âdil hakimdir. Kıyamet gününde doğru terazileri koyar, her hak sahibine hakkını verir. Hiçbir kişi, hiçbir şekilde zulme uğramaz. Müslim'in Ebû Zer vasıtasıyla Resulullah (s.a.)'den rivayet ettiği sahih kudsî hadisde şöyle buyurulmuştur: "Allahü Te­âlâ şöyle buyuruyor: Ey kullarım! Ben, nefsime zulmü haram kıldım, sizin ara­nızda da haram kıldım. O halde birbirinize zulmetmeyiniz. Ey kullarım! Amel­lerinizi sizin için tesbit ediyorum. Kim hayır görürse Allah'a hamdetsin. Kim de, başka bir şey görürse, ancak kendini eleştirsin..."

Sonra Allahü Teâlâ, bir karşılaştırma yapıyor, Müşriklerin azabına bir ör­nek verip: "Firavun hanedanıyla onlardan öncekilerin gidişi gibi" buyuruyor. Yani Cenabı Hak, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini yalanlayıp inkâr eden müşriklere, onlardan önce peygamberlerini yalanlayan ümmetlere yaptığını yaptı. Bunların küfürdeki durumu, tıpkı Firavun hanedanının küfürdeki duru­mu gibidir. Onlar suda boğulmakla, bunlar da öldürülmek ve esir olunmakla cezalandırıldılar. Şu müşrikler ve kâfirler, Rablerinin ayetlerini inkâr ettikleri için, bu günahları sebebiyle, Allah onları muktedir, güçlü bir kimsenin yakala­dığı gibi yakalayarak helak etti. Her ikisinin de davranışı, yolu bir olduğu için, ceza da aynı cinsten oldu.

"Şüphesiz Allah, en büyük kuvvet sahibidir, cezası pek şiddetlidir." Yani Al­lah çok kuvvetlidir, ona hiçbir varlık üstün gelemez, hiçbir varlık elinden kur­tulamaz. Buharî, Müslim ve İbni Mace'nin, Ebû Musa el-Eş'arî (r.a)'dan rivaye­tine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allahü Teâlâ zalime mühlet verir. Öyle ki, birde onu yakaladı mı, artık kurtulamaz."

Sonra Allahü Teâlâ hükmünde -bir kimseye lütfettiği nimeti, ancak onun işlemiş olduğu günah sebebiyle değiştirdiğini ifade ederek- tam adaletli oldu­ğunu belirtmekle; o gelen azabın kötü amelden dolayı geldiğini, Kureyş'i Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri inkâr ettikleri için helak ettiğini haber ver­mektedir. Nitekim şu ayet de bunu ifade eder: "Allah bir kavmi, özlerindekini değiştirip bozmadıkça, şüphesiz onun halini değiştirip bozmaz. Allah bir kav­min de kötülüğünü dilemedi mi, artık onun alıkonmasına çare yoktur. Onun için, ondan başka bir veli de yoktur" (Ra'd,  13/11).

Açıkça anlaşılıyor ki, nimetlere hak kazanmak, inanç düzgünlüğüne, güzel amele ve ahlâk yüceliğine bağlıdır. Nimetlerin elden gitmesi de küfür, bozgun­culuk ve kötü ahlâk sebebiyle olur. Ancak bazan bu yavaş yavaş olabilir. Nite­kim Cenab-ı Hak başka bir ayette: "Biz onları bilmeyecekleri bir yerden derece derece azaba yaklaştıracağız." (Kalem, 68/44) buyurur.

Bütün insanlar, Allah'ın gözetimi altındadır. Onun için: "Şüphesiz Allah, hakkıyla işitici ve kemaliyle bilicidir" buyuruyor. Yani, peygamberi yalanlayan­ların söylediklerini işiten ve yaptıklarını bilendir.

Sonra Cenab-ı Hak, geçen sözü pekiştirmekte ve onu açarak bir daha: "Fi­ravun hanedanının gidişi gibi" buyurmakta, bu suretle benzerlik yönünü pe­kiştirmekte, birinci sözde yakalamaktaki maksadı -boğmak- ölüm anında baş­larına gelen cezayı, ahirette de kabirde gelecek olan şeyi açıklamakta, azabın birinci sebebinin, Allah'ın ayetlerini, yani ilâhî delilleri inkâr etmek ve ikinci sebebinin Rablerinin ayetlerini yalanlamak yani terbiye, ihsan ve nimet şekil­lerini -çok ve birbiri ardınca gelmiş olmalarına rağmen- inkâr olduğunu açıkla­maktadır. "Rablerinin ayetleri" sözü de nimete karşı nankörlük ve hakkı inkâra daha çok işaret etmektedir.

Kısacası bu azap edilenler, hem Allah'ın varlığını ve birliğini, hem de Al­lah'ın kendilerine lütfettiği nimetleri inkâr etmişlerdi.

Cenab-ı Hak ayeti: "Hepsi de zalimlerdi" sözüyle bitirmiştir. Yani Kureyş müşrikleri de, Firavun hanedanı da hem küfür ve masiyetle kendilerine zul­metmişler, hem de eza vermekle diğer insanlara zulmetmişlerdi. Şüphesiz Alla-hü Teâlâ da, onlara verdiği nimetleri onlardan alarak zulüm ve günahları sebe­biyle, onları helak etti. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar, kendilerine zul­mettiler. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.

Kureyş müşrikleri, küfürleri ve masiyetleri sebebiyle, sadece öldürülme ve nimetlerin ellerinden alınması cezasıyla cezalandırıldılar. Ondan öncekilerin azabı ise, daha şiddetli oldu. Firavn hanedanının denizde boğulması, Ad kav­mine rüzgâr ve Semud kavmine de çok şiddetli bir çığlığın gönderilmesi gibi. [107]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Servet ve mal bolluğu içinde olsalar da, kâfirlerin hali ne kadar kötüdür. Çünkü sonuçta kötü sonla karşı karşıya kalacaklar. Şu halde meseleye yüzey­sel olarak bakanların sandığı gibi mutluluk, mal ve çoluk çocukla değil, iman, kalp huzuru ve dünyayı ahirete yönelik amellerle değerlendirmekledir.

Bu gibi kâfirler, her yerde her zaman bedbaht'tırlar. Keşke onlar, tarihte kendilerinden önce geçenlerden ibret ve öğüt alsalardı.

Müşrikler, Peygamber (s.a.)'e ve müminlere şiddetli eziyetlerde bulundu­lar. Onlarla çok çetin savaşlar yaptılar. Mekke'deki mallarını ele geçirdiler, fa­kat sonuç ne oldu? Hayır mı ele geçirdiler, yoksa şer ve kötülük mü topladılar?

Şüphesiz onlar, Bedir"de en feci şekilde öldürüldüler. Canlan alınırken en şiddetli şekilde dövüldüler. Meleklerin azap ettiği sıra onların hali bize görün-seydi, son derece şaşılacak bir hal görürdük.

Hasan el-Basrî der ki: Bir adam Resulullah (s.a.)'e: "Ya Resulullah! Ben Ebû Cehl'in sırtının nal gibi olduğunu gördüm" deyince, Resulullah (s.a.): "O, meleklerin dövmesinden" buyurdu.

Sonra onlar, cehennemde en şiddetli azabı, hissen ve manen tadacaklar.

Onların dünya ve ahirette azabla karşı karşıya kalmaları, kendilerine zu­lüm yapılması değildir. Allah, asla kuluna zulmetmez. Çünkü O, yolunu açıkla­mış, peygamberlerini göndermiş, onlara akıl, kudret ve engelleri kaldırmakla lütfetmiş. Artık onlara düşen, küfürden vazgeçip Allah'a ibadet ve şükürle meşgul olmalarıdır. Fısk ve küfür içinde kaldıkları sürece Allah'ın kendilerine olan nimetini değiştirirler. Nimetin cezaya, lütfün sıkıntıya dönüştürülmesini hak ederler. Bu, Allahü Teâlâ'nm hiç kimseye sebepsiz azap etmediğinin, zarar vermediğinin en büyük delilidir.

O, ancak kendilerinin yaptıkları masiyetlere ceza verir. Bazılarının zan­nettiği gibi, Allahü Teâlâ onların vücudlannı ve akıllarını, daha ilk baştan ce­hennem için yaratsaydı, bu, Allah'ın adaletine, hikmet ve rahmetine uygun düşmezdi.

Şüphesiz onlar küfür ve masiyette, Allah'ın varlığını ve birliğini inkârda, peygamberleri yalanlamada, inkâr ve inadı, şükür gerektiren nimetle değiştir­mede Firavun kavmine benzediler.

Firavun hanedanının ve Mekke müşriklerinin Allah'ın kendilerine verdiği nimeti değiştirmeleri, nimet sahibi Allah'ı inkâr ve putlara tapmaları şeklinde oldu. Bunun üzerine, Allahü Teâlâ onlara lütfettiği iyilikleri -Mısır'da çok mey­veler yaratması, Mekkelilere bol rızıklar sağlaması gibi- geri aldı. İstenmeyen bu hal, daha kötü hale dönüştü. Bunun üzerine, onlara peygamberler gönderdi. Gönderilen bu peygamberleri yalanladılar, düşmanlık ettiler, öldürmek istedi­ler. Allah da, onların halini, olandan daha kötü duruma çevirdi. Onlara verdiği mühleti, acele azaba döndürdü. [108]

 

Ahdini Bozanlara Ve Kendisinden Ahid Bozma Belirtileri Görülenlere Allah'ın Muamelesi

 

55- Yeryüzünde yürüyen hayvanların Allah katında en kötüsü, şüphesiz kâ­firlerdir. Artık onlar iman etmezler.

56- Ki onlar, kendilerinden birtakım kimselerle muahede ettikten sonra, ço­ğu zaman ahidlerini bozarlar. Onlar sakınmazlar da.

57- Eğer bunları savaşta yakalarsan, onlara vereceğin ceza ile arkalarında­ki kimseleri de ürküt. Olur ki ibret alırlar.

58- Eğer bir kavmin hainliğinden kesin endişeye düşersen, adalet üzere kendi­lerine (anlaşmalarını) at. Çünkü Allah hainlik edenleri sevmez.

59-  O küfredenler geçtiklerini ve sizi aciz bırakacaklarını zannetmesinler. Onlar asla aciz kılamazlar.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yeryüzünde yürüyen hayvanların" Bu anlamı verdiğimiz "Devâbb" kelime­si, "Dabbe" kelimesinin çoğuludur. Bunun da asıl manası, yeryüzünde yürüyen her şey demektir. Daha sonra dört ayaklı hayvanlar hakkında kullanılmıştır. Burada ise insanlar kasdolunmaktadır. Amaç Kurayza Oğullarıdır. "Allah ka­tında" Allah'ın hükmünde ve ilminde "en kötüsü şüphesiz kâfirlerdir."

"Onlar kendilerinden birtakım kimselerle muahede ettikten sonra" Bunlar­la müşrikler değil, Medine yahudilerinden bir takım gruplar kasdolunmakta­dır. "çoğu zaman ahidlerini bozarlar. Onlar sakınmazlar da." Onlar, anlaşmala­rını bozmalarından dolayı Allah'tan korkmazlar da.

"Eğer bunları savaşta yakalarsan" Onları bulursan, onlara tesadüf eder­sen "onlara vereceğin ceza ile" başkalarını korkutacak şekilde, onları cezalan­dır, yurtlarından uzaklaştır, bu şekilde "arkalarındaki kimseleri de ürküt." Ar­kalarındaki kimseler, onların dışında, ahdi bozacak savaşçılar, Mekke kâfirleri

"...adalet üzere (anlaşmalarını) at." Bunu onlara bildir ki seni haksızlıkla suçlamasınlar. Sen ve onlar, anlaşmanın bozulduğunu bilmekte aynı seviyede olun. Yahut açıkça, aldatma ve hıyanet söz konusu olmadan, onlara bildir.

"Onlar asla aciz kılamazlar." Onları yakalamakta, ondan kurtulmakta, Al­lah'ı aciz bırakamazlar. O, onları küfürlerinden dolayı cezalandıracaktır. [109]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Abbas 55. ayetin iniş sebebiyle ilgili olarak şöyle demiştir: Onlar Ku-rayza Oğullarıdır. Resulullah (s.a.)'le yaptıkları anlaşmayı bozdular. Bedir sa­vaşında, Resulullah (s.a.)'e karşı Mekkelilere silah yardımında bulundular. Sonra da "Biz unuttuk, hata ettik" dediler. Hz. Peygamber, onlarla ikinci defa anlaşma yaptı. Onlar yine sözlerinde durmadılar. Hendek savaşında Resulul­lah (s.a.)'e karşı kâfirlere meylettiler, liderleri Ka'b b. Eşref Mekke'ye gitti. Re­sulullah (s.a.) ile savaşmak üzere, onlarla andlaşma yaptı.

58 nci ayetin iniş sebebi: Ebu'ş-Şeyh İbn Hayyan el-Ensarî, İbni Şihab ez-Zührî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Cibril (a.s.) Resulullah (s.a.)'in yanı­na girdi ve: "Silahı bıraktın, onları arayıp bulmaktan geri durdun. Onları ara­maya çık. Çünkü Allahü Teâlâ sana, haklarında: "Eğer bir kavmin hainliğin­den kesin endişeye düşersen..." ayetini indirdiği, Kurayza'ya karşı izin verdi, dedi.

Said b. Cübeyr ise şöyle demiştir: Bu ayetler, yahudilerden altı kişi hak­kında inmiştir. Onlardan biri de İbni Tabut'tur.

Mücahid'e göreyse bu ayet Medine yahudileri hakkında nazil olmuştur. Li­derleri Ka'b b. Eşref idi. Mekke müşriklerine göre Ebû Cehil ne ise, yahudiler nazarında da öyleydi. [110]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ: "Onların hepsi zalimlerdi" sözüyle bütün kâfirleri tasvir et­tikten sonra, kötülük ve inadıyla temayüz etmiş biri üzerinde durmuş; Bedir'de Peygamber (s.a.) ve müminlerle savaşan Kureyş müşriklerinin durumunu açık­ladıktan sonra, Resulullah (s.a.) ile savaşan başka bir fırkayı -Hicaz Yahudile-rini- zikretmiştir. [111]

 

Açıklaması

 

Bu ayetler, Kureyza oğulları yahudileri hakkında indi. Şu manayı ifade ederler: Allah'ın hükmünde ve adaletinde, yeryüzündeki insanların en kötüleri, kâfir olanlar ve ahdi bozanlardır. İki sıfattan dolayı -küfrü daim ve inatta ısrar etmeleri, yaptıkları ve yeminlerle pekiştirdikleri ahdi bozmaları- Allah'ın ya­rattıkları içinde en şerlileridir. Onların üçüncü bir sıfatı da işledikleri hiçbir günahta Allah'tan korkmamaları, yaptıkları haksızlıkta ve ahdi bozmada O'ndan sakmmamalarıdır.

Cenab-ı Hak, hiçbir faydaları olmadığı için, hayvanlar derecesine, hatta onlardan daha kötü bir dereceye düştüklerine işaret maksadıyla, onları insan­ların en şerlileri olmakla nitelendirmiştir. Nitekim bu tür kimseler hakkında: "Onlar ancak hayvanlar gibidir, belki daha da sapıktırlar" (Furkan, 25/44) "Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Onlar gafil olanların ta kendileridir" (A'raf, 7/179) buyuruyor.

Cenab-ı Hak, onların üç sıfatını açıklayarak, özellikle burada ahdi bozma­yı tekrar ettikten sonra, ahdi bozanın hükmünü -ki o öldürmedir- açıklayarak: "Onları savaşta yakalarsan" buyuruyor. Yani, savaşta ele geçirirsen, onları öy­lesine ağır bir şekilde cezalandır ki, arap olan veya olmayan diğer düşmanlar senden korksun, onlara ibret olsun. Herhalde bundan ibret alırlar, ahdi boz­maktan, bir daha benzer şekilde davranmaktan sakınırlar.

Bu, savaşın arzulanan bir şey olmadığını, ancak taşkınlığı ve düşmanlığı önlemek, Allah'ın dinini yüceltmek için zorunlu olduğunu, ahdi bozanlara sert davranmanın, aynı şeyi onlar ve başkaları yapmasın diye ibret ve öğüt için is­tenen bir şey olduğunu göstermektedir.

Korunma tedaviden daha hayırlı olduğu için, Cenab-ı Hak, ahdi bozma ve hıyanet belirtileri görülen kimselerin hükmünü açıklamak üzere: "Eğer bunları savaşta yakalarsan, onlara vereceğin ceza ile arkalarındaki kimseleri de ürküt." buyurmuştur. Yani, antlaşma yaptığın bir topluluktan, aranızdaki antlaşmayı bozduklarını açık bir delille öğrenirsen, onlara antlaşmalarını bozduğunu, ar­tık aranızda bir ahid kalmadığını bildir. Bunu sen de bil, onlar da bilsin. Ara­nızda savaş hali bulunduğunu bildir. Ayette geçen "nebz" kelimesi, lügatta at­mak, reddetmek manasına gelir. "Seva" kelimesi ise, eşitlik manasınadır.

Şüphesiz Allah, hıyaneti sevmez ve onu cezalandırır. Kâfirlerin hakların­da bile olsa, durum budur. Öyleyse antlaşmayı bozduğunu gizleme, bu konuda aldatma yoluna gitme.

İmam Ahmed, Şu"be vasıtasıyla Süleym b. Amir'in şöyle dediğini nakleder: Muaviye, Rum topraklarında ilerliyordu. Onlarla aralarında bir antlaşma var­dı. Onlara hücum etmek istiyordu. Antlaşma bitince, onlara saldırdı. Birden yaşlı bir adamın bir hayvan üzerinde: "Allahü ekber, Allahü ekber, ahde vefa gösterin. Zulmetmeyin, Allah Rasulü şöyle buyurdu: "Kimin bir kavimle bir andlaşması varsa, süresi bitene, ya da onlara haber verip bilgilendirene kadar, ahdi bozmasın" dediği duyuldu. Bu haber, Muaviye'ye ulaşınca, geri döndü. O yaşlı adamın Amr b. Anbese (r.a.) olduğunu gördü.[112]

Yine İmam Ahmed, Selman el-Farisî'nin şöyle dediğini nakleder: Bir kale­ye vardım. Arkadaşlarıma: 'Bana izin verin, Resulullah (s.a.)'den gördüğüm gi­bi, onlara davette bulunayım' dedim. Onlara şunları söyledim: 'Ben de, sizden bir kimseydim. Allah beni İslâm'a hidayet buyurdu. Eğer müslüman olursanız, bizim sahip olduğumuz haklara siz de sahip olacak, bize yapılması caiz görülmeyen şeyler size de yapılmayacaktır. Müslüman olmazsanız, zelil ve hakir kimseler olarak cizye ödersiniz. Eğer cizye ödemeyi de kabul etmezseniz, size savaş ilân ederiz: "Şüphesiz Allah hainlik edenleri sevmez." Üç gün bunu yap­tım, dördüncü gün gelip teslim oldular. Bu suretle, Allah'ın yardımıyla o kaleyi fethettik.

Beyhakî'nin rivayetine göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Üç şey vardır ki, bunlarda müslim-kâfir eşittir: Andlaşma yaptığın kimseye -müslim olsun kâfir olsun- karşı sözünü tam yerine getir. Çünkü ahde vefa Allah'ın hak­kıdır. Kiminle -müslim-kâfir fark etmez- aranda akrabalık varsa, akrabalığı de­vam ettir, ilgiyi kesme. Kim -müslim olsun, kâfir olsun farketmez- sana bir ema­net bırakırsa, onu ona geri ver."

Sonra Allahü Teâlâ hainleri başlarına gelecek olan ceza ile korkutmakta, Bedir savaşında ve diğerlerinde Peygamber (s.a.)'e hıyanetlerinin cezasını gör­meyip kurtulduklarını zannedenlerin hallerini açıklayarak: "O küfredenler geç­tiklerini zannetmesinler" buyuruyor. Yani onlar bizden kurtulabileceklerini sanmasınlar, onlar bizim kudretimiz altındadır, bizi aciz bırakamazlar. "Yoksa kötülükler yapanlar bizden savuşacaklarını mı sandı? Ne kötü hükmediyorlar." (Ankebut, 29/4).

Şüphesiz onlar, Allahü Teâlâ'yı âciz bırakamazlar, O'ndan kurtulamazlar, küfürleri sebebiyle mutlaka cezalandırılacaklar. "Sakın o küfredenlerin yeryü­zünde bizi âciz bırakacaklarını sanma. Onların varacakları yer, ateştir. O, ne kötü bir dönüş yeridir" (Nûr, 24/57); "Bilin ki siz, Allah'ı aciz bırakabilecek de­ğilsiniz. Allah her halde kâfirleri rüsvay edicidir" (Tevbe, 9/2).

Ayet Allahü Teâlâ'nm, kâfirlerden ve Hz. Peygamber'e eziyet edenlerden intikam alıcı, onların müslümanlara galip gelme arzularını boşa çıkarıcı oldu­ğunu ifade ederek, Resulullah (s.a.)'i teselli etmektedir. [113]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Birinci ayet "yeryüzünde yürüyen hayvanların Allah katında en kötüsü" olan kâfir, sürekli andlaşmalarım bozan, bundan ve hıyanetlerinden dolayı Al-lah'dan korkmayan Kurayza oğullan yahudilerinin vasıflarını açıklamaktadır.

Maanî ilmi âlimleri demişlerdir ki: Ayetteki gelecek zaman manası ifade eden "ahidlerini bozarlar" fiili, şimdiki zaman manasını ifade eden "kâfir oldu­lar" üzerine -sürekli andlaşmayı bozma durumlarını açıklamak için- atfedil-miştir.

İbni Abbas: "Ayette kasdolunanlar, Kurayza'dır. Onlar Resulullah (s.a.)le yaptıkları andlaşmayı bozdular. Bedir savaşında, ona karşı müşriklere silahla yardım ettiler, sonra hata ettik dediler. Resulullah (s.a.) onlarla bir daha and­laşma yaptı, Hendek savaşında onu da bozdular" demiştir.

Sonra Allahü Teâlâ, Resulullah (s.a.)'in, başkalarına ibret olması için, sa­vaşta ahdini bozanlara ne yapması gerektiğini açıklamıştır: Şiddetli bir şekilde cezalandırma.

Daha sonra da, ahdini bozan ve aldatan kimselere yapması gerekeni zik­retmiştir: "Eğer bir kavmin hainliğinden kesin endişeye düşersen adalet üzere (andlaşmayı) kendilerine at." Yani, andlaşmanm sona erdiğini bildir. Her iki ta­raf da, savaş halinin başladığından haberdar olsun. Taberî'nin Mücahid'den naklettiğine göre bu ayet, Kurayza ve Nadir oğulları hakkında nazil oldu. "Böy­lelikle arkalarındaki kimseleri de ürküt" ayeti ise, Hendek savaşında, Kureyşle bir araya gelerek hıyanetleri açıkça görülen Kurayza oğulları hakkında nazil oldu. "Eğer bir kavmin hainliğinden kesin endişeye düşersen" ayeti ise, Nadir oğulları ve onların dışında hıyanetlerinden korkulan kimseler hakkında nazil oldu.

İbnü'l-Arabî, hıyanetinden korku halinde ahdi bozmak caiz midir, çünkü korku zan ifade eder, kesin bilgi yoktur, kesin bir bilgi ifade eden ahd, hıyanet zannıyla bozulur mu? diye sorar ve cevabını verir. Ona göre buna, iki şekilde cevap verilebilir:

1- Buradaki havf (korkmak), yakin (kesin bilmek) ifade eder. Nitekim reca (korkmak) kelimesi de ilim (bilmek) manasına gelir: "Size ne oluyor ki, Allah için bir vakar bilmiyorsunuz?" (Nuh, 71/13).

2- Hıyanet belirtileri görünür, delilleri sabit olursa, kötü durumlara düş­memek için, burada olduğu gibi ahdi bozmak vaciptir. Zaruretten dolayı, kesin bilgiyi zanla iptal etmek caizdir.[114]

Yani ayette geçen "kesin korkarsan" kelimesi, ya "kesin olarak bilirsen" ya da "kesin olarak zannedersen" manasınadır ve zaruret halinde zan yeterlidir.

Yakinen bilgi sahibi olduğunda, andlaşmayı atmaya da gerek yoktur. Nite­kim, Resulullah (s.a.), antlaşmalarını bozmalarıyla tanındıkları için, Mek­ke'nin fethi günü antlaşmayı kesip atmadan Mekkelilerin üzerine yürüdü.

Ayet, İslâm'ın düşmanlarla yapılan andlaşmaları sürdürmeye olumlu bak­tığına, onlara hıyaneti haram saydığına açık olarak işaret etmektedir.

Müslim, Ebû Said el-Hudrî'nin şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kıyamet gününde, ahdini bozan her kişinin bir sancağı olacak. O, ahdini bozması derecesinde yükseltilecektir. Haberiniz olsun, halkın başındaki emirin gadrinden (sözünde durmamak) gadri daha büyük kimse yok­tur." Çünkü onun hainliği, ahdini bozması, andlaşmalarına güvenilirliği kay­bettirir, dolayısıyla zararı büyük olur, dine girecek olanları dinden nefret etti­rir, müslüman liderlerin eleştirilmesine neden olur.

Ama düşmanla herhangi bir andlaşma yoksa, ona karşı her türlü hile ve oyuna baş vurulabilir. Nitekim Ahmed b. Hanbel, İmam Buharî ve Müslim, Ebû Davud ve Tirmizî'nin Cabir vasıtasıyla rivayet ettiği, Peygamber (s.a.)'in: "Savaş bir hiledir" hadisi de böyle yorumlanır. Hele düşman, bugünkü işgal edilmiş topraklardaki Yahudi gibi söz ve anlaşma bilmeyen biriyse, ona ansızın hücum etmek savaş sanatı çeşitlerindendir.

Ahdini bozan devlet başkanıyla cihad olunur mu? Alimlerin çoğunluğuna göre -hain ve fasıkla cihad olunursa da- onunla savaşılmaz. Bir kısmına göre de, savaşılır.

Sonra Allahü Teâlâ Bedir Günü -işlerini görmek Allah için çok kolay oldu­ğu halde- cezadan kurtulup hayatta kalan kimselerin halini belirtiyor. Her ne kadar onlar esir olmaktan ve öldürülmekten kurtulsalar da, ahirette Allahü Teâlâ'yı, onlardan intikam almaktan aciz bırakamayacakları gibi, dünyada da cezalandırmaktan onu aciz bırakamazlar. Allah Peygamberini, onlara karşı muzaffer kılar.

Ayette, kaçanlar ve intikam alınamayan kimseler hakkında Hz. Peygam-ber(s.a)'i teselli etmek amaçlanmaktadır.[115]

 

Düşmanla Savaşmak İçin Hazırlık Yapmak

 

60- Siz de onlara karşı, gücünüzün yet­tiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki, bununla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bundan başka sizlerin bilmeyip de Allah'ın bildiklerini korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, size tamamen ödenir ve siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.

 

Belagat:

 

"Kuvvet": Bu kelime nekre olmakla beraber genellik ifade eder. Çağa uy­gun, düşmanda da bulunabilecek ve İslâm ülkelerinde yapılabilen çeşitli maddî hazırlığı içine aldığı gibi, nesli psikolojik olarak savaşa hazırlamak, gerçek İs-lâmî inançla silahlandırmak, dinî ahlâkla ahlâklandırmak gibi ruhî ve manevî hazırlığı da içine alır. [116]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kuvvet": Müslim'in rivayetine göre Resulullah (s.a.) üç defa: "Haberiniz olsun, şüphesiz kuvvet, atmaktır" buyurmuştur. Bugün için ise, savaşta kuv­vetli olunacak her şeydir.

"Bağlanıp beslenen atlar" Allah yolunda kullanmak üzere, at beslemek, edinmek ve cihad için hazırlamak... Atlar, geçmişte önemli bir savaş vasıtasıy-dı. "besleyin ki Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı" geçmişte, bunlar Mekke kafirleriydi. Bugünse İslâm'a ve müslümanlara düşmanlık yapan ve bunu dü­şünen herkestir, "bundan başka" münafıklar ve Yahudilerden "sizlerin bilme­yip de Allah'ın bildiklerini korkutasınız." [117]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Peygamberine, ahdi bozanları ürkütmesini ve ahdi bozmasından korkulan kimselere ahdi atmasını emrettikten sonra, bu ayette de o kâfirlere karşı hazırlık yapmasını emrediyor. Bu, ahdi bozmanın ve savaş halinin tabiî bir sonucudur. [118]

 

Açıklaması

 

Allahü Teâlâ müminlere, her çağa uygun savaş araçlarını hazırlamalarını, en üst düzeyde savaşa hazır bir ordu bulundurmalarını emrediyor: Çünkü or­du, ümmetin zırhı ve kuvvetli bir kalesidir. Bu da güç, imkân ve kudret oranın­da olacak bir şeydir. Bu manayı ifade için: "Onlara karşı, gücünüzün yettiği ka­dar kuvvet hazırlayın" buyuruyor. Yani, düşmanlarla savaşmak için, zamana ve mekâna uygun, maddî ve manevî hazırlık yapın. Sınırlarda atlar bulundu­run. Çünkü sınırlar, düşmanların ülkeye hücum ve nüfuz ettiği yerlerdir. Geç­mişte at, korkunç kara savaşlarının bir aracıydı. Bugün, her ne kadar büyük rol uçak, top, tank, denizaltı gemilerinin ise de, bazı yiyecek ve ihtiyaç madde­lerini dağ yollarından nakletmede, haber araştırma hallerinde önemini hala korumaktadır. Önemli olan, amacı gerçekleştirmektir. Bu yüzden ülke savun­ması için çağın gereklerine göre sürekli bir ordu bulundurmak, savaş alet ve vasıtaları hazırlamak gerekiyor. Bu da, bu işe para ayırmakla, güçleri oranın­da müslümanlarm destek olmasıyla olur. At, kuvvet kavramı içinde varken, Al­lahü Teâlâ şerefini, asaletini ve önemini ifade için özellikle zikretti.

Sonra ayet hazırlık yapmanın sebebini ve amacını açıklıyor: Geçmişteki Mekke müşrikleri gibi düşmanlıkları ortaya çıkmış kâfirleri, bu düşmanların dostu, gizli düşmanı korkutmak... Biz, gizli düşmanı bilsek de bilmesek de, önemli değildir. Onları Allah biliyor. Çünkü O, gaybları bilendir. Bu, yahudile-ri, geçmişteki münafıkları kapsadığı gibi, ondan sonra düşmanlıkları görülen Acem, Rum gibi çağımız dünyasındaki kimseleri de içine alır.

Her çağın savaşına uygun hazırlık olmadan, barış korunmaz. Örf, adet ve akıl açısından barışı korumak, ancak yeni savaş vasıtalarıyla mümkündür.

Cihada hazırlanmak, malsız olmayacağı için, Kur'an'da o yolda harcamada bulunmaya teşvik edilerek: "Ne harcarsanız..." buyuruluyor. Yani Allah yolun­da cihad için harcadığınız az veya çok her şeyin mükafatı, sahibine hiçbir nok­sanlık yapılmadan en mükemmel şekilde verilir. Ebû Davud'un rivayet ettiği hadisi şerifte, Allah yolunda harcanan bir dirhemin sevabının yediyüz katma kadar artırılacağı ifade olunmuştur. Nitekim ayette şöyle buyurulur: "Malları­nı Allah yolunda infak edenlerin hali, yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan tek bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah, bol bol veren ve bilendir" (Bakara, 2/261).

"Allah yolunda..." sözü, cihad ve diğer hayır yollarını da içine almak üzere geneldir...

Bu, savaşa hazırlık yapmanın, çok para harcamaya bağlı olduğunu göste­riyor. Gerçekte harcanan şeyin karşılığını, harcayan kimse dünyada, malının, arazisinin, ticaret ve sanatının korunması, emniyet altında bulundurulması, ahirette de ebedî cennete nail olması sebebiyle görüyor. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnfak edeceğiniz hayır kendi faydanızadır. Zaten siz, Allah'ın rızasını aramaktan başka bir şekilde infak etmezsiniz. Hayırdan size fazlasıyla ödenir. Ve siz haksızlığa uğratılmazsınız" (Bakara, 2/272). [119]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Eski ve yeni milletler, varlıklarını, şereflerini, haysiyetlerini, sınırlarını, emniyet ve rahatlarını korumak için savaş gücüne sahip, vurucu ordular hazır­lamaya özen gösterirler.

Bunun için Allahü Teâlâ müminlere, düşmana karşı koymak için savaş kuvveti hazırlamalarını emretmiştir. Çünkü bu ayetin de işaret ettiği gibi bu, düşmanı korkutur, millet ve mukaddesata düşmanlık yapma düşüncesinden alıkoyar.

Ekonomik, teknolojik ve ahlâki açıdan savaşa hazırlık malî desteğe bağlı olduğundan, Allah müminlere ihtiyaçları oranında ve güçleri nisbetinde savaş harcamalarına katılmalarını vacip kılmıştır.

Bu sebeple bazı Malikî alimleri, bu ayeti delil göstererek düşmana karşı bir hazırlık olmak üzere, at ve silah vakfedilmesini, hazine ve hazine bekçisi edinilmesini caiz görmüşlerdir. Alimler at, deve gibi hayvanların vakfı konu­sunda ihtilaf etmişlerdir. Ebû Hanife bunu men etmiştir. İmam Şafiî ve Cum­hur ise sahih olduğunu söylemişlerdir. Sahih olan da budur. Delilleri bu ayetle Peygamber Efendimizin Halid b. Velid hakkındaki şu sözüdür: "Halid hakkın­da haksızlık ediyorsunuz. O, zırhlarını ve silah, binit vs. harp vasıtalarını Al­lah yoluna vakfetti." Çünkü O, Allah'a yaklaşma sayılan bir şeyde yararlı bir maldır. Ev ve arazi gibi, onun da vakfedilmesi caizdir. [120]

 

Sulhun Ve Millet Birliğinin Savaşa Tercih Edilmesi

 

61- Eğer barışa yanaşırlarsa, sen de ya­naş. Ve Allah'a güvenip dayan. Çünkü her şeyi hakkıyla işiten ve kemaliyle bilen bizzat O'dur.

62- Eğer seni aldatmak isterlerse, mu­hakkak ki Allah sana kâfidir. O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyen­dir.

63- Ve onların gönüllerine sevgi verip birleştirendir. Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan harcamış olsan, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah aralarını bulup kaynaştır­dı. Çünkü O, mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

64- Ey peygamber! Sana da, müminler­den sana uyanlara da Allah yeter.

65-  Ey peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi (kişi) bulunursa, onlar ikiyüze galip gelirler. Eğer sizden yüz (kişi) olursa, kâfirlerden binini mağlup eder. Çünkü onlar anlamaz bir topluluktur.

66-  Şimdi Allah, zaafınız olduğunu bil­diğinden, sizden (yükü) hafifletti. O halde eğer sizden sabırlı yüz olursa ikiyüzü yenerler, eğer sizden bin olur­sa Allah'ın izniyle iki bine galip gelir­ler. Allah, sabredenlerle beraberdir.

 

Belagat:

 

"Ve onların gönüllerine sevgi verip birleştirendir." Allah'ın Hz. Peygambe­re ve müminlere olan büyük nimeti, gönüllerini birleştirip millet birliğini sağ­laması nimeti hatırlatılıyor.

"Eğer içinizde sabırlı yirmi (kişi) bulunursa, onlar, iki yüze galip gelirler." Birinci şartta, sabır zikredilmiş, ikinci şartta ise gizlenmiştir. İkinci ayette, küfür sıfatı zikredilmiş, birincide gizlenmiştir. Talebde mübalağa ifadesi için ayet "sabredenler" kelimesiyle bitirilmiştir. [121]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Eğer barışa": Barış dini olan İslâm'a. Şu ayet de bu manayı pekiştirir: "Ey iman edenler! Hep birden sulh ve selâmete girin" (Bakara, 2/208). "yanaşırlar­sa" meylederlerse "sen de yanaş" meylet. Onlarla anlaşma yap.

"Eğer onlar seni aldatmak isterlerse" Eğer onlar savaşa hazırlanmak için barış yaparak seni aldatmak isterlerse "muhakkak ki Allah sana kâfidir." On­lara karşı, Allah sana yeter. O, senin yardımcmdır.

"Eğer sizden yüz kişi olursa" Bu cümle emir manasında haber cümlesidir. Sizden yirmi kişi, iki yüz kişiyle, yüz kişi de bin kişiyle savaşsın, onlara karşı sebat etsin demektir. Daha sonra müslümanlar çoğalınca, bu ayet bir sonraki ayetle nesholunmuştur. "kâfirlerden birini mağlub ederler. Çünkü onlar anla­maz bir topluluktkur." Savaşın hikmetini anlamayan, dünya ve ahiret saadeti namına getirdiğini kavramayan bir topluluktur. [122]

 

Nüzul Sebebi

 

"Ey Peygamber! Allah sana yeter" ayeti Zemahşerî'nin Keşşaf adlı tefsirin­de , Kelbî'den naklen söylediğine göre, Bedir Gazvesinde, savaştan önce çölde nazil olmuştur. Tercih edilen görüş de budur.

Şöyle de denilmiştir: Bu ayet, Hz. Ömer'in, müslüman oluşu hakkında na­zil olmuştur. Ayet Mekkîdir. Resulullah (s.a.)'a kıtal emri -Kuşeyrî'nin de zik­rettiği gibi- Medenî bir sûrede verilmiştir. İbni Abbas da: Ayet Hz. Ömer'in müslüman oluşu üzerine indi. Çünkü Resulullah (s.a.) ile birlikte otuz üçü er­kek, altısı kadın olmak üzere, toplam otuz dokuz kişi müslüman olmuştu. Ömer'in müslüman olmasıyla kırk kişi oldular, demiştir.

İbni Ebî Hatim, sahih senedle, Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini nakleder: Resulullah (s.a.) ile birlikte müslüman olan otuz erkek, altı kadın vardı. Sonra Ömer müslüman oldu, bu ayet nazil oldu.

Ebu'ş-Şeyh İbn Hayyan el-Ensarî, Sa'id b. Müseyyeb'in: "Ömer müslüman olunca Allah onun müslüman olması hakkında: "Ey Peygamber, Allah sana ka­fidir" ayetini indirdi, dediğini nakleder.

Fakat, siyret kitaplarında, Hz. Ömer'in müslüman oluşu hakkında, bun­dan farklı bir rivayet vardır. İbni Mes'ud: "Biz, Hz. Ömer müslüman olana ka­dar Kabe'de namaz kılamıyorduk. O müslüman olunca, Kureyş'e savaş açtı. Kabe'de namaz kıldı. Onunla birlikte biz de kıldık. Ömer, Resulullah (s.a.)'in ashabının, Habeşistan'a gidişinden sonra müslüman oldu" demiştir. İbni İshak der ki: "Habeşistan'a hicret eden müslümanların toplamı -onlarla birlikte gi­den küçük çocuklar, yahut orada dünyaya gelenler hariç- 83 erkekti.

"Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa..." ayetinin iniş sebebi hakkın­da İshak b. Rahuye, Müsned'inde İbni Abbas'm şöyle dediğini nakleder: Allah, ashaba bir kişinin, on kâfirle savaşmasını farz kılınca, bu onlara zor ve ağır geldi. Bunun üzerine Cenabı Hak, bunu bir kişinin iki kişiyle savaşması emriy­le kaldırdı ve bu ayeti indirdi.[123]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ, düşmanı korkutmak için hazırlık yapmayı emrettikten son­ra, burada da, izzet ve şerefe dayalı barışı emretmektedir. Eğer düşman korku­dan dolayı barışa yanaşırsa, onlarla barış kabul edilir. Çünkü savaş, düşmanı uzaklaştırmak, İslâm'ın yayılması hürriyetini gerçekleştirmek, zulüm ve taş­kınlığı önlemek için bir zarurettir. Zaruret, ölçüsüne göre takdir olunur, barış yoluyla çözüm güçleştiği zaman ona başvurulur. [124]

 

Açıklaması

 

Tam savaş hazırlığı yapılıp cihada çıkılacağı sırada, düşman barışa yöne­lir, bunu savaşa tercih ederse, devlet başkanının görüşüne göre, sulh kabul edi­lir. Zemahşerî şöyle diyor: "Sahih olan, devlet başkanının İslâm'ın ve müslü-manların savaş ve barıştaki yararını görmesine bağlıdır. Ne düşmanla mutlaka savaşılması, ne de mutlak olarak barış içinde kalınması söz konusudur.[125]

Ayetin manası: Düşman barışa, ya da mütarekeye yanaşırsa, sen de ya­naş. Çünkü sen, barışa onlardan daha yakınsın. Onlarla barış yap, Allah'a gü­ven, işi O'na havale et. Onların barışa yanaşmalarında, tuzaklarından ve sözle­rinde durmamalarından korkma. Çünkü Allah sana kâfidir, onların söyledikle­rini duyan, yaptıklarını bilendir.

Eğer barışı, güç kazanmak ve hazırlanmak için bir hile olarak kullanmak isterlerse, Allah, onların bu işinden seni korur. Onlara karşı sana yardım eder. Senin için O yeterlidir.

Bu, barışın savaşa tercih edileceği ve ondan üstün tutulacağı konusunda açık bir delildir. Çünkü İslâm, barış, hidayet ve sevgi dinidir. Savaşa, ancak çok zorunlu haller ve zorlayıcı sebepler altında başvurulur.

Onun için müşrikler, Hudeybiye yılında Resulullah (s.a.)'le, aralarında do­kuz yıl savaşılmamasını da içeren bir barış istediklerinde -müslümanlar aley­hinde şartlar taşımasına rağmen- Resulullah (s.a.) buna olumlu cevap verdi. İmam Ahmed'in oğlu Abdullah, Ali b. Ebî Talib'in şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Şüphesiz yakında ihtilâf veya başka şeyler olacak. Barış yapabilirsen yap."

İbni Abbas ve bir grup tabiinden nakledildiğine göre bu ayet, Tevbe süre­sindeki: "Kendilerine kitab verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe iman etme­yen, Allah'ın ve Rasulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle, hakir ve zelil olarak kendi elleriyle cizye verin­ceye dek savaşın" (Tevbe, 9/29) ayetiyle nesholunmuştur. Bu nokta üzerinde düşünmek gerekir. Nitekim İbni Kesir şöyle der: Tevbe süresindeki ayette, buna imkân olduğunda düşmanla savaş emri vardır. Düşman çok olduğu zaman ise, ayetin işaret ettiği ve Peygamber (s.a.)'in de, Hudeybiye Günü yaptığı gibi, on­larla barış yapmak caizdir. Bunda hiçbir çelişki, nesih ve tahsis yoktur.[126]

Sonra Cenab-ı Hak, muhacir ve ensardan bütün müminleri desteklemekle peygamberine lütfettiği nimetini zikrederek: "O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir" buyuruyor. Yani, onların hile ve tuzağından korkma. Çünkü Al­lah, seni ve müminleri yardımıyla destekledi, onları sana iman ve itaatta, sana yardım ve destekte tek bir topluluk haline getirdi. Destek iki türlü oldu: Doğru­dan, bilinen sebepler olmaksızın yapılan destek; bilinen sebeplere bağlı destek.

Sonra Allahü Teâlâ, müminlere olan desteğini ve saflarını birleştirişini açıklayarak: "Onların kalblerini birleştirdi" buyuruyor. Yani, Allahü Teâlâ on­ları cahiliyye dönemindeki uzun süren çekişme ve savaşlar sonrası meydana gelen düşmanlık ve kinden sonra -nitekim Ensar'dan Evs ve Hazrec'in durumu böyleydi- birbirine ısındırmış, sana yardım etme hususunda birbiriyle yardım-laşan tek bir ümmet haline getirmişti. Aralarındaki ihtilafları iman nuruyla gidermişti. Nitekim şu ayet bu manayı destekler: "Allah'ın üzerinizdeki nimet­lerini de hatırlayın. Hani siz düşmanlardınız da, O kalblerinizi birleştirmişti. İşte onun nimetiyle kardeş olmuştunuz. Ve yine siz ateşten bir çukur kenarın-dayken oradan da sizi O kurtardı. İşte Allah, hidayeti bulaşınız diye size ayetle­rini böylece apaçık bildiriyor" (Al-i İmran, 3/103).

Dünyadaki tüm malları harcasaydın onların kalblerini birleştirmeye, fikir birliği etmelerine gücün yetmezdi. Fakat Allah, onları imana hidayet buyur­makla, doğru yolda birleştirmekle, bir düzeye getirdi, onları kudret ve hikme-tiyle birleştirdi.

Bu, zafere ulaşmanın en önemli sebeplerinden birinin birleşmek ve söz birliği etmek olduğunu açık olarak göstermektedir.

Birleştirme hem eski cahili sürtüşmeleri, hem de İslâm'dan sonra ortaya çıkan -Huneyn'de ele geçirilen ganimetlerin taksimi sırasında muhacirlerle en-sar arasında çıkan ihtilaf gibi- anlaşmazlıkları gidermekle oldu. Sahihayn'da gelen bir rivayete göre, Resulullah (s.a.) Huneyn ganimetleriyle ilgili olarak or­taya çıkan görüş ayrılıkları üzerine, Ensara hitaben şunları söyledi: "Ey Ensar topluluğu! Siz dalalet içindeydiniz. Allah benimle, sizi hidayete kavuşturdu. Fakirdiniz, benimle sizi zengin etti. Ayrı ayrı idiniz, benimle sizi bir araya ge­tirdi" Hz. Peygamber her söylediğinde onlar: "Allah ve Rasûlü iyi olanı yapar" dediler.

Bunun için Allahü Teâlâ: "Fakat Allah, aralarını bulup kaynaştırdı. Çün­kü O, mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir" buyurdu. Yani şüphesiz Al­lahü Teâlâ kuvvetlidir. Yaptıklarında üstündür. Aldatıcıların aldatması, tuzak kuranların tuzağı, ona üstün gelemez. Kendisine tevekkül edenin isteğini boşa çıkarmaz. İşlerinde ve hükümlerinde hikmet sahibidir.

Hafız Ebû Bekir el-Beyhakî, İbni Abbas'ın şöyle dediğini zikreder: "Akra­balık bağının kesildiği, nimetin inkâr olunduğu oldu. Fakat onların kalb yakın­lığı gibisi görülmedi. Nitekim Cenabı Hak: "Sen yeryüzünde olan her şeyi top­tan harcamış olsan, yine onların gönüllerini birleştiremezdin" buyurmuştur.

Allahü Teâlâ, düşmanların hile yapmak istedikleri zamanda Rasulüne yardım sözü verdikten sonra, din ve dünya işlerinin hepsinde yardım ve zafer vaadetti. Bu, tekrar değildir. Şöyle buyurdu: "Ey peygamber! Sana Allah yeter." Yani Allah, onların yaptıklarından dolayı seni üzen durumlarda sana yeter. Düşmanına karşı müminlerin sayısı az, onların sayısı çok da olsa, Allah senin ve sana tabi olanların, sana inanan müminlerin yardımcısı ve destekleyicisidir.

Fakat Allah sana ve müminlere, yardımıyla yeterli olsa da, bu, savaş için gerekli sebeplere yapışmamayı, istenen vasıtaları almamayı ifade etmez. Al­lah'a buna güvenmenin yanında, müminleri savaşa teşvik etmen de gerekir. Şüphesiz Allahü Teâlâ, cihad yolunda nefislerini ve mallarını harcamak şartıy­la, sana yeter.

Sonra Cenabı Hak: "Eğer içinizde sabırlı yirmi (kişi) bulunursa, onlar iki-yüze galip gelirler" buyurmuştur. Bundan murad haber vermek değildir. Aksi­ne emir vardır. Adeta Cenabı Hak: "Sizden yirmi kişi olursa sabretsinler ve sa­vaşta gayret sarfetsinler, iki yüze galip gelirler" buyurmuştur. Yani, sizden sab­reden, mevkilerinde sebat eden yirmi kişi olursa, iman, sabır ve anlayışlarıyla bu üç haslet bulunmayan ikiyüz kâfire üstün gelir. "Çünkü onlar, anlamaz bir topluluktur." Yani kâfirlerin hezimet sebebi, onların, sizin bildiğiniz gibi, sava­şın hikmetini bilmeyen bir toplum olmalarıdır. Çünkü onlar, sırf üstünlük maksadıyla savaşırlar. Sizse, Allah'ın dinini yüceltmek, inancı düzeltmek, put­perestlikten temizlenmek, üstün ahlâkla bezenmek, namaz kılmak, zekât ver­mek, iyiliği emir, kötülükten nehyetmek gibi, Allah'a kulluk amaçları doğrultu­sunda savaşırsınız. Nitekim Cenabı Hak da şöyle buyurur: "İman edenler, Al­lah yolunda savaşırlar, küfredenler de tağut yolunda savaşırlar" (Nisa, 4/76); "Onlar eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar mevkii verirsek dosdoğru nama­zı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar" (Hac, 22/41).

Sonra onlar, öldükten sonra dirilmeye ve cezaya inanmazlar. Sizse, iki gü­zel şeyden birini beklersiniz. Ya ganimet ve zafer, ya da Allah yolunda şehidlik ve cennete kavuşmak.

Ayette sabrederlerse, müminler topluluğunun, kendilerinin on katı kâfire, Allah'ın yardımı ve desteğiyle üstün geleceklerine ilişkin bir sözü ve müjdesi var. Yine, müminlerin, savaşın amaçlarını kavrayan kimseler olacaklarına, Al­lah'ın rızasını kazanacak şeyler yapacaklarına, insan hayatı ve milletlerin yük­selmesi için elverişli şeyleri kâfirlerden daha iyi bileceklerine işaret var. Kâfir­ler, müşrikler, yahudiler ve Hristiyanlar ise maddecidirler. Savaştan maksatla­rı, şöhret ve diğer milletleri kendilerine boyun eğdirmektir.

Bir müslümanm on kâfire karşı durması, müslümanların az olduğu ilk za­mandaydı. Kendilerinden yüksek, güzel işlerin en yüksek derecesi istendi.

Müslümanlar çoğaldıktan sonra ise, ruhsat, kolaylık olan şeyler istendi. Şu ayet onun için bu sorumluluğu hafifletti: "Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildi­ğinden, sizden (yükü) hafifletti" Yani Allah bir müslümana, on kâfire karşı koy­masını, onlara karşı sebat etmesini emrettiği, bu da onlara ağır geldiği zaman, bu mükellefiyeti en aşağı dereceye indirerek hafifletti. Bir kişinin iki kişiye karşı koymasını emretti. Eğer sizden sabreden yüz kişi olursa, iki yüze üstün gelir; bin sabreden kişi olursa, Allah'ın izni ve kudretiyle ikibin kişiye üstün gelir. Allah daima yardımı, desteği ve korumasıyla sabredenlerin yanındadır.

Buharî, İbni Abbas (r.a)dan şöyle rivayet eder: "Sizden sabreden yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye üstün gelir" ayeti nazil olunca, bu durum, müslüman-lara ağır geldi. Bunun üzerine bu yükü hafifleten ayet nazil oldu: "Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildiğinden, sizden (yükü) hafifletti."

Her iki halde de, az olan müslümanlardan, kendilerinden daha çok bir topluma karşı koymaları isteniyor. "Allah sabredenlerle beraberdir" sözü, mü­minleri zafer ve galibiyetin gerçekleşmesi için sadece imana dayanmamak ge­rektiğini, imanla beraber diğer sıfatların da -bunların en önemlileri sabır, se­bat, daima maddî ve manevî hazırlık, işlerin hakikatlarını ve cihadın maksat­larını bilmektir- mutlaka bulunması gerektiğini ifade etmektedir.

Kur'ân-ı Kerim'de fert ve toplum olarak sebat edilmesi, sabredilmesi emri tekrarlanır: "Ey iman edenler! Bir toplulukla karşılaştığınızda sebat edin." (Enfal, 8/45); "Muhakkak Allah, kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever." (Saff, 61/4); "Ey iman edenler! Sabredin, sa­bır yarışı yapın. Sınırlarda nöbet beklesin. Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresi-niz" (Âl-i İmran, 3/200); "Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zaafa düşer­siniz, rüzgârınız gider. Bir de sabredin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraber­dir" (Enfal, 8/46). [127]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

"Eğer barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş..." ayeti, düşman yanaştığı takdir­de barış, anlaşma ve barış sözleşmesinin kabul edilmesini, Allah'a tevekkülü, yani yapılan barışta işi, barışa yardımcı ve ahdi bozup vefasızlık yaptıkları za­man zafere ulaştırıcı olması için- Allah'a havale etmelerini emretmektedir. Ayetin sonunda Cenabı Hak: "Çünkü her şeyi hakkıyla işiten ve kemaliyle bilen bizzat O'dur" sözüyle barışı bozmaktan yasaklama ve tenbihte bulunmuştur. Çünkü Allahü Teâlâ, kulların kalblerinde gizlediklerini bilir, söylediklerini işi­tir.

Bunda, İslam'ın, barışı savaşa tercih ettiğine, sözleşmelere ve anlaşmala­ra bağlı kalınmasını emrettiğine, haksızlık yapılmasını, hıyanet edilmesini ha­ram kıldığına açık işaret vardır.

Bu ayetin mensuh olup olmadığı konusunda bilginler ihtilaf etmişlerdir. Katâde ve İkrime: "Haram olan o aylar çıktığı zaman artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün" (Tevbe, 9/5) ve: "Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topluca savaşırlarsa, siz de onlarla topluca savaşın" (Tevbe, 9/36) ayetleriyle neshedüdiğini, Tevbe sûresinin, "Lâ ilahe illallah" deyinceye kadar, onlarla ya­pılan her türlü anlaşmayı neshettiğini söylemişlerdir, İbni Abbas ise bunu: "Bu sebeple gevşeklik göstermeyin, sizler üstün iken (onları) sulha davet etmeyin" (Muhammed, 47/35) ayetinin neshettiğini söylemiştir.

Bir grup bilgin de, bu ayetin mensuh olmadığını, yarar görüldüğü zaman -devlet başkanı onlarla anlaşmayı uygun gördüğü zaman- barış yapılması emri­ni içine aldığını söylemiştir. O durumda, onlarla tam bir yıl barış yapılması ca­iz olmaz. Eğer müşrikler kuvvetli olursa, müslümanların onlarla on yıllık barış yapması caiz olur, daha fazlası caiz olmaz. Çünkü Resulullah (s.a.) Mekkeliler-le on yıllık anlaşma yaptı. Sonra onlar, süre dolmadan anlaşmayı bozdular.

Müslümanlar, Ömer b. Hattab (r.a) ve ondan sonraki birçok devlet başkan­ları zamanında, acem ülkeleriyle öyle anlaşmalar yaptılar ki, onlardan alabil­diklerini aldılar ve -köklerini kazıma gücünde oldukları halde- sahip oldukları­nı da, yine onlara bıraktılar.

Resulullah (s.a.) Hayberlilerle birtakım şartlarla anlaşma yaptı. Onlar bu anlaşmaları bozdular, o da onlarla barışı bozdu. Damri (Damra b. Bekr oğulla­rından), Ükeydir Duma (Ükeydir b. Abdilmelik, Kindeli, Dume: Dumetü'l -Cendel- Dımeşk'a yakın bir şehir) ve Necranhlarla barış yaptı. Kureyşle on yıl­lık barış anlaşması yaptı. Halifeler ve Sahabe de bu yolu izledi.

Kısacası, İbni-Arabî'nin söylediği gibi, müslümanlar kuvvet, izzet ve güç sahibi olduğu zaman, barış yoktur. Eğer barışta müslümanların yaran varsa -bir yarar sağlayacak veya bir zararı uzaklaştıracaksa- o zaman barış yapmakta herhangi bir sakınca yoktur.

Daha önce İbni Kesir"den naklolunduğu gibi, ayet mensuh olmadığı gibi, tahsis olunmuş da değildir. Bu ayetle, savaş emreden ayetler arasında bir çeliş­ki de yoktur. Savaş güçlü olunduğu zaman, barış ise müslümanların güçsüz, düşmanın kuvvetli olduğu, kuvvetlerimiz arasında denklik olmadığı zaman olur. Cassas da şöyle der: Peygamber (s.a.), Medine'ye geldiği zaman Nadir, Be-nû Kaynuka ve Kurayza gibi müşriklerle ve daha bazı müşrik kabilelerle and-laşma yaptı. Sonra Kureyş ile Hudeybiye andlaşmasmı yaptı. Bu andlaşmaya Kureyş, Resulullah (s.a.)'in anlaşma yaptığı Huzaa ile savaşıp bozuncaya ka­dar, sadık kaldı. Siyer ve gazve tarihçileri bu hususta ittifak halindedir. Bu, müslümanlar çoğalmadan önceydi. Müslümanlar çoğalınca, arap müşriklerden ya İslam'ı seçmeleri, ya da kılıca razı olmaları istendi. "O müşrikleri nerede bu­lursanız öldürün" (Tevbe, 9/5). Ehli Kitap'la da müslüman oluncaya, ya da ciz­ye verinceye kadar savaşılır: "Allah'a inanmayanlarla savaşınız." Barış emri, müşrikler eğilim duyduğu zaman gerçekleşir.

İbnü'l-Arabi'nin de dediği gibi, müslümanların ihtiyaç halinde düşmana karşı harcamak üzere mal karşılığında barış yapmaları caizdir. Nitekim Pey­gamber (s.a.), Hendek savaşı sırasında, Medine hurmalıklarının yarısını ken­dine vermek üzere, Uyeyne b. Hısn ve diğer bazılarıyla anlaşma yaptı. Bunun üzerine Sa'd b. Muaz ile Sa'd b. Ubade, Peygamber (s.a.)'e: 'Bunu, Allah emret-tiyse uygula. Sana emredilmemiş bir şey ise, yani senin istek ve arzun ise yine başımız üstüne, bu husus sizin düşünce ve tedbiriniz midir, bize söyleyin" de­diler. Resulullah (s.a.): "O kendi görüşüm ve tedbirimdir. Çünkü ben Arapların size karşı bir yaydan ok attıklarını gördüm. Sizden onu bir müddet önlemek istedim" buyurdu. Sad b. Muaz ile Sad b. Ubâde de: "Biz kâfirken onlar bizden bir hurmaya bile tama göstermediler. Ancak satın aldılar, ya da misafirlikte kendilerine ikram ettiysek yediler. Allah bize, sizi nasip ettikten sonra mı? Onlara ancak kılıç veririz" dediler ve anlaşmanın yazılı olduğu sayfayı yırttı­lar.[128]

"Eğer onlar seni aldatmak isterlerse..." ayeti, barış hükümlerinden birine işaret eder. O da şudur: Eğer onlar, aldatma yoluyla barış yaparlarsa, bunun kabul edilmesi gereklidir. Çünkü hüküm zahire göre verilir. Nitekim imanda da hüküm zahire göredir.

"Onların kalplerini birleştirdi" ayeti, arapların birbirlerine müthiş zıtlık içindeki kalblerinin birleşmesi, Resulullah (s.a.)'in mucizelerindendir. Çünkü onlardan biri bir tokat atıyor, o yüzden, ondan intikam almak için savaş çıkı­yordu. Bir kimse babasını, kardeşini dini sebebiyle öldürecek hale geldiği bir sırada Allah, imanla onların aralarını kaynaştırdı.

Allahü Teâlâ, peygamberini, müşriklerle barış yapması dolayısıyla iki hal­de (özel ve genel) desteklemektedir. Bu tekrar kabilinden değildir. Birinci ayet­te: "Eğer seni aldatmak isterlerse muhakkak ki Allah sana kâfidir' buyurulu-yor ki, bu özel bir haldir, aldatma halidir. Yani yüce Allah, Resulullah (s.a.'fe, düşmanların aldatmak istemesi halinde, yardım vaadetmiştir. İkinci ayette: "Ey peygamber! Sana Allah yeter" buyuruluyor ki, bu da genel bir haldir. Yani Allah, her halde sana yeter, sana yardım eder demektir. Ehl-i Sünnet: "Onların gönüllerine sevgi verip birleştirendir" ayetiyle, iman ve Peygamber (s.a.)'e uy­ma sebebiyle; kalp, inanç, irade ve kerametle ilgili bütün hallerin, Allahü Te-âlâ'nın yaratmasıyla olduğuna istidlal etmiştir" [129]

Ayrıca bu ayet arapların, cahiliyye döneminde sürekli bir düşmanlık ve şiddetli bir savaş halinde olduklarına, birbirlerini öldürdüklerine, birbirlerine karşı baskın düzenlediklerine; Allah'a, peygamberine ve ahiret gününe inan­dıktan sonra bu düşmanlıkların kalkıp tam bir sevgi ve muhabbet hasıl oldu­ğuna işaret etmektedir.

Şüphesiz Allahü Teâlâ yardımıyla, muhacir müminlerle peygamberini des­tekledi. Bu ayetde tek başına, insanları İslâm'a davet eden Peygamber (s.a.)'in bir başka mucizesi oldu.

"Ey peygamber! Müminleri savaşa teşvik et" ayeti, müslümanlann yüksek, üstün bir ruhla, büyük bir kahramanlıkla, güzel bir sabır ve azimetle, hatta bir müslümanm ilk başta on düşmana karşı durması ki bilahare Allah bunu sadece iki kişiye karşı durması şeklinde hafifletti- gerektiğini göstermektedir.

Daha önce geçen İbni Abbas'm sözü de buna delildir. Çünkü, düşmanın karşısında sebat etmek, müslümanlarm üzerine farzdır. Bu konuda herhangi bir seçim hakları yoktur. Artık onlara kendilerinin iki katı düşman karşısında yenilmeleri haram olur." Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildiğinden, sizden ha­fifletti" ayeti, her ne kadar haber kipiyle gelmişse de, emir ifade etmektedir. Emir ise vücubu gerektirir. Çünkü hafifletme, haberde değil, emirde olur. Ha­fifletme olduğuna göre -Cassas'm da dediği gibi- müslümanlarm ilk önce mü­kellef tutuldukları şeyde nesh olmuştur. Gerçi onların tecrübeleri noksanlaş-mış, sabırları azalmış değildi. Fakat aralarına, anlayış ve niyetleri onlar gibi olmayan kimseler karışmıştı: "Zaafınız olduğunu bildiğinden" ayetiyle de onlar kasdolunmaktadır.[130]

"Allah'ın izniyle" sözü, galibiyetin ancak Allah'ın izni ve iradesiyle olacağı­na, "Allah sabredenlerle beraberdir" sözü ise, Allah'ın sabredenleri destekledi­ğine ve onlara yardım ettiğine işaret etmektedir.

"Çünkü onlar anlamaz bir topluluktur" sözü, müslümanlarla düşmanları­nın savaş anlayışları arasında birtakım farklar bulunduğuna, o farkların gali­biyet ve yardım sebebini açıkladığına işaret eder. Farklar şunlardır:

1- Amaç bakımından: Allah'a ve tekrar dirilmeye inanmayanın amacı, dünya hayatından yararlanmak ve dünya mutluluğuna ulaşmaktır. Ona sarılır ve hırsla onu ister, ölümden korkar. Mümin ise, mutluluğun bu dünyada ta­mamlanmadığını, ancak ahirette tam olarak gerçekleşeceğine inanır. Dünya hayatına önem vermez, kuvvetli bir kalb ve sağlam bir azimle cihada atılır, düşman çok da olsa, ona karşı koyar.

2- Vasıta bakımından: Kâfirler, kuvvet ve güçlerine dayanır, müslümanlar ise, dua ve yakarışla Rablerinden yardım isterler, yardım ve zafer de onların olur.

3- Teşvik bakımından: Şüphesiz kâfirin kalbi Allah'ın nurundan, ona imandan, ilim ve marifetten uzaktır. Onun için, savaş sırasında korkak ve za­yıf olur. Müminin kalbi ise, Allah'ın nuruyla ve marifetiyle aydınlanır, onun için kalbi kuvvetlenir, ruhu kemale erer, tereddüt ve zaaf duymadan yüksek bir ruhla savaşa atılır. [131]

 

Esir Edinmenin Şartı, Fidye Kabulü Ve Ondan Yararlanmanın Mubah Oluşu

 

67-  Hiçbir peygambere, yeryüzünde ağır basıp zaferler kazamncaya kadar esirler alması yaraşmaz. Sizler geçici dünya malını arzu ediyorsunuz. Halbu­ki Allah (sizin için) ahireti ister. Allah azizdir, hüküm ve hikmet sahibidir.

68- Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı ol­masaydı, aldığınıza karşılık herhalde size büyük bir azab dokunurdu.

69- Artık elde ettiğiniz ganimetten he­lal ve hoş olarak yeyin ve Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, bağışlayıcı ve rahmet edicidir.

70- Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: "Eğer Allah'ın ilmine göre, kalb-lerinizde bir hayır varsa, O size, sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah, bağışlayıcı ve rahmet edicidir.

71- Eğer sana hainlik etmek isterlerse, onlar daha önce Allah'a da hainlik et­mişlerdi. O onlara karşı imkân ve kud­ret vermişti. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Halbuki Allah, ahireti ister": Allah ise onları öldürmeniz karşılığında si­zin için ahiret sevabı istiyor.

"Eğer Allah'ın gemiş bir yazısı olmasaydı" Allah'ın, Levh-i Mahfuza geç­miş bir hükmü (içtihadında hata edene azap etmemek, yahut siz günahlarınız­dan Allah'a istiğfar ederken size ve içinizdeki peygambere azap etmemek, ya­hut ganimetleri ve esirleri kendinize helâl kılmanızdan dolayı azap etmemek) olmasaydı "aldığınıza karşılık size büyük bir azap dokunurdu."

"O size, sizden alınandan daha hayırlısını verir" Sizi ahirette mükafatlan­dırır.

"daha Önce de" Bediiden önce de, onlar inkâr ile "Allah'a hainlik etmişler­di. O, onlara karşı imkân ve kudret vermişti" Allah sana, Bedir'de onlara karşı güç vermişti. Onları öldürmüş ve esir etmiştiniz. Eğer verdikleri sözden döner­lerse, aynısını beklesinler. [132]

 

Nüzul Sebebi

 

67. ayetin iniş sebebi olarak: Ahmed b. Hanbel, Enes b. Malik'in şöyle de­diğini rivayet eder: Peygamber (s.a.), Bedir savaşı esirleri hakkında ashabına: "Allah sizi onlara karşı güçlü kıldı" diyerek istişarede bulundu. Ömer b. Hattab ayağa kalkıp: "Ya Resulullah! Boyunlarını vurdur" diye görüşünü belirtti. Re-sulullah (s.a.), onun bu görüşünü benimsemedi. Ebû Bekir kalktı: "Onları affet, onlardan fidye al" dedi. Resulullah (s.a.), onun görüşünü kabul ederek onları affetti ve onlardan fidye aldı. Bunun üzerine: "Allah'ın bir yazısı olmasaydı.." ayeti nazil oldu.

Ahmed b. Hanbel, Tirmizî ve Hâkim, İbni Mes'ud'un şöyle dediğini nakle­derler: Bedir esirleri getirildiği zaman Resulullah (s.a.), ashabına: "Bu esirler hakkında ne diyorsunuz?" diye sordu (hadisin gerisi yukarıda zikredildiği gibi­dir) ve Kur"an ayeti Hz. Ömer'in görüşüne uygun olarak nazil oldu: "Hiçbir pey­gambere, yeryüzünde ağır basıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması ya­raşmaz."

Tirmizî, Ebû Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (s.a.) şöy­le buyurdu: "Sizden önceki kimselere -ki onlar üstlerine gökten ateş inse onu yi­yecek durumdaydılar- ganimet helal kılınmamıştı." Bedir günü ise müslüman-lar, henüz kendilerine ganimet helâl kalınmadığı halde ganimetlere daldılar. Bunun üzerine Allah: "Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınıza karşılık herhalde size büyük bir azab dokunurdu" ayetini indirdi.

İbni Münzir ise, Nafi' vasıtasıyla İbni Ömer'in şöyle dediğini nakleder: Be­dir esirleri konusunda ashab ihtilaf etti. Peygamber (s.a.) Ebû Bekir ve Ömer ile istişarede bulundu. Ebû bekir: "Onlardan fidye al", Ömer: "Onları öldür" de­di. Bir sahabi: "Resulullah (s.a.)'i öldürmek ve İslâm'ı yıkmak istediler. Ebû Be­kir de kalkmış peygambere fidye almasını söylüyor" dedi. Bir başka sahabi de: "Onların içinde Ömer'in babası, ya da kardeşi olsaydı, onların öldürülmesini is­temezdi" dedi.

Resulullah (s.a.), Ebû Bekir'in görüşünü benimsedi ve onlardan fidye aldı. Bunun üzerine: "Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınıza karşılık herhalde size büyük bir azab dokunurdu" ayeti nazil oldu. Resulullah (s.a.): "Neredeyse, Ömer'e muhalefet yüzünden, bize büyük bir azap dokunacaktı. Azap gelseydi, ondan ancak Ömer kurtulurdu" buyurdu.

Rivayetlerin hepsi de ittifakla, Peygamber (s.a.)'in Hz. Ebû Bekir'in görü­şünü benimsediğine, Bedir esirlerinden fidye aldığına işaret ediyor. İkinci ve dördüncü rivayetler, Kur"an ayetinin Hz. Ömer'in görüşüne uygun olarak indi­ğini ifade ediyor. Tirmizî'de bulunan ikinci rivayet ise ayetin, kendilerine helâl kılınmadan önce, ashabın ganimetleri almaları sebebiyle indiğine işaret edi­yor.

İbni Ebî Şeybe, Tirmizî, İbni Merdûveyh ve Beyhakî'nin A'meş vasıtasıyla İbni Mes'ud'dan naklettiği beşinci rivayette daha fazla açıklama var: İbni Mes'ud demiştir ki: Bedir esirleri getirildiği zaman, Resulullah (s.a.): "Bu esir­ler hakkında ne dersiniz?" buyuranca, Ebû Bekir: "Ya Resulullah! Onlar senin kavmin, aslın. Onlara acı, onlara rıfk ile muamele et. Umulur ki Alah onların tevbesini kabul eder" dedi. Ömer: "Onlar seni yalanladılar, seni yurdundan çı­kardılar. İzin ver, boyunlarını vurayım" dedi. Abdullah b. Revaha: "Ya Resulul­lah! Bunları odunu bol bir vadiye koy, sonra da ateş tutuşturup yak" dedi. Ab-bas da: "Senin, akrabanla ilgini kestiler..." dedi. Resulullah (s.a.) sustu. Onlara cevap vermedi. Sonra içeri girdi. Halk dışarıda konuşmaya başladı. Bazısı Ebû Bekir'in, bazısı Ömer'in, bazısı Abdullah'ın görüşünü kabul eder, diyordu. Son­ra insanların huzuruna çıktı ve: "Allah bazı insanların kalblerini kaymaktan daha yumuşak, bazı insanların kalblerini de taştan daha sert kılıyor. Ey Ebu Bekir! Sen: "Bundan sonra kim bana uyarsa, işte o bendendir. Kim bana isyan ederse, gerçekten sen gafur ve rahimsin" (İbrahim, 14/36) diyen Hz. İbrahim gi­bisin. Ey Ebû Bekir, yine sen: "Eğer sen onları azablandırırsan, şüphesiz onlar senin kullarındır ve eğer mağfiret edersen, yine şüphesiz sen Aziz ve Hakim olansın" (Maide, 5/118) diyen İsa (a.s.) gibisin. Sen de Ey Ömer: "Ey Rabbimiz! Sen onların mallarını yok et, kalblerini şiddetle mühürle ki, onlar o elemli aza­bı görecekleri zamana kadar iman etmeyeceklerdir..." (Yunus, 10/88) diyen Mu­sa (a.s.) gibisin. Yine Ey Ömer: "Ey Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden dönüp do­laşan bir kimse bırakma" (Nuh, 71/26) diyen Nuh (a.s.) gibisin.

Sonra Resulullah (s.a.): "Bugün siz fakru zaruret içindesiniz. Onlardan hiçbiri kurtulamayacak; ya fidye verecek, ya da boynu vurulacak" buyurdu. İb­ni Mes'ud der ki: Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Hiçbir peygambere, yeryüzünde ağır basıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması yaraşmaz..."diye başlayan ayetleri indirdi.[133]

Müslim ve Ahmed b. Hanbel; İkrime b. İmare, İbni Abbas tarikiyla, ayet nazil olduktan sonra Peygamber (s.a.)'in ve arkadaşı Ebu Bekir'in haliyle ilgili bir rivayet -bu rivayete göre, ashabın çoğu fidye alınmasını tercih etmiştir-naklederler. İbni Abbas der ki: Bana Ömer b. Hattab nakletti, dedi ki: Bedir günü, iki kuvvet karşılaştı. Allah müşrikleri yenilgiye uğrattı. Müşriklerden 70 kişi öldürüldü, 70 kişi de esir alındı. Resulullah (s.a.) Ebû Bekir, Ömer ve Ali ile istişare etti. Ebû Bekir: "Ya Resulullah! Bunlar, senin amca çocukların, ai­len, kardeşlerin. Ben onlardan fidye alman görüşündeyim. Onlardan aldıkları­nızı kâfirlere karşı kullanırız. Umulur ki Allah, onları hidayete kavuşturur da bize destek olurlar" dedi. Resulullah (s.a.); "Sen ne dersin Hattab oğlu?" dedi. Ben de: "Vallahi ben, Ebû Bekir'in düşündüğü gibi düşünmüyorum. Benim dü­şüncem şöyle: İzin ver, ben filancanın (Ömer'in yakını) boynunu, Ali, Akü'in, Hamza kardeşi filancanın boynunu vuralım. Allah kalblerimizde, şu müşrik li­derlerine ve önderlerine karşı herhangi bir sevgi olmadığını bilsin... Resulullah (s.a.) Ebû Bekir'in görüşünü benimsedi, benim görüşümü benimsemedi ve on­lardan fidye aldı.

Ertesi gün, Resulullah (s.a.)'e gittim. Baktım ki o ve Ebû Bekir oturmuş ağlıyorlar. "Ya Resulullah! Niçin ağlıyorsunuz? Bir sebep varsa ben de ağlarım, yoksa ağlar görünürüm" dedim. Arkadaşlarının fidye almaktan dolayı neredey­se karşılaşmak üzere oldukları azabı düşünerek ağlıyorum. Azabınız, bana şu ağaçtan daha yakın olarak gösterildi. Allah şu ayetleri indirdi. "Hiçbir peygam­bere, yeryüzünde ağır basıp zaferler kazanıncaya kadar fidye alması yaraşmaz. Sizler geçici dünya malını arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah sizler için ahireti ister. Allah azizdir, hüküm ve hikmet sahibidir." "Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınıza karşılık herhalde size büyük bir azab dokunurdu."

Özetle; asıl olan esirlerin öldürülmesiydi. Fidye alınması ise Resulullah (s.a.)'in içtihadıydı. Her ictihad, hata ve sevaba maruzdur. Fakat, Hz. Peygam­berin içtihadı için hatadan bahsedilemez.

İbni Münzir, Katâde'den rivayet eder: Muhammed (s.a.)'in ashabı, Bedir savaşı esirleri hakkında fidye istediler. Her esiri dörder bin karşılığında ser­best bıraktılar. Ebû Davud Musannafında, İbni Abbas'dan rivayet eder: Pey­gamber (s.a.), Bedir Savaşı esirleri hakkında, cahiliyye dönemi fidye miktarını uyguladı, dörtyüz aldı.

"Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki..." (70. ayet) ayetin iniş sebebi ola­rak Taberanî, Evsafta, İbni Abbas'dan rivayet ediyor: Abbas dedi ki: Bu ayet, vallahi benim hakkımda nazil oldu. Resulullah (s.a.)'e müslüman olduğumu Söyledim. Ondan, yanımda bulunan yirmi okka altınla hesabımı görmesini iste­dim, karşılığında bana hepsi de zengin yirmi köle verdi...

Başka bir rivayette daha çok açıklama var: Kelbî: "Ey Peygamber! Eliniz­deki esirlere de ki..." ayeti hakkında şöyle der: Ayet Abbas b. Abdi'l-Muttalib, Ukeyl b. Ebi Talib ve Nevfel b. Haris hakkında nazil oldu. Abbas, Bedir sava­şında esir alınmıştı. Yirmi okka altını vardı. Onları yanma alarak, insanlara yemek yedirmek maksadıyla Bedir'e gitmişti. Bedir savaşına katılanları doyur­ma işini taahhüt eden on kişiden biriydi. Esir olunana kadar tevbe etmemişti. Resulullah (s.a.) ondan onları aldı. Abbas şöyle demiştir: Benden aldığı yirmi okka altını fidye olarak kabul etmesini söyledim. Kabul etmedi ve: "Bizim aley­himize hazırladığın bir şeyler vardı, onları vermedikçe olmaz" dedi. Bana, kar­deşimin çocuğu Akil b. Ebî Talib'in fidyesi için 20 okka gümüş vermemi teklif etti. Vallahi beni, başkalarına muhtaç bir durumda bıraktın dedim. "Bedir'e çı­karken Ümmül-Fadl'e verdiğin altınlar nerede? Hani ona: "Bana bir şey olursa onlar; senin, Abdullah, Fadl ve Kussem'in olsun' demiştin" dedi. Ne biliyorsun? dedim, Allah bildirdi dedi. Ravi der ki: Abbas: Şehadet ederim ki, sen doğru söylüyorsun. Evet ben ona altın vermiştim, bunu Allah'tan başka kimse de bil­miyordu. Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. Sen de Allah'ın peygamberisin, dedi.

Abbas demiştir ki: Allah bana, benden almandan daha hayırlısını verdi: Yirmi okka yerine, hepsi de çok zengin yirmi köle. Rabbimizden mağfiret dile­rim.[134]

İbni Hibban, İbni Abbas'dan rivayet eder: Abbas ye arkadaşları Resulullah (s.a.)'e: "Getirdiğin şeye inandık, şehadet ederiz ki, sen Allah'ın peygamberisin" dediler. Bunun üzerine: "Eğer Allah'ın ilmine göre, kalblerinizde bir hayır var­sa, O size sizden alınandan daha hayırlısını verir..." ayeti nazil oldu. [135]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayetler, Bedir savaşı münasebetiyle, savaş hükümlerini açıklayan bundan önceki ayetlerle bağlantılıdır. Peygamber (s.a.) hakkındaki cihad hükümlerin­den bir başka hükmü, İslâm Devletinin kuruluşunun (İlk zamanlarında) esir­lerle ilgili öldürme hükmünü açıklamaktadır. [136]

 

Açıklaması

 

Peygamber için İslâm'ın ve müslümanların izzetini göstermek, İslâm dev­letinin düşmanlarını korkutmak ve hiç kimsenin İslâm devletini ele geçirme cesaretini göstermemesi, zayıflatma ve aleyhinde gizli oyunlara yönelmemesi için kâfirleri öldürmedikçe, daha işin başında, esirler hakkında iyilikte bulun­ma, ya da fidye alma yoluna gitmesi, doğru ve uygun değildir.

Fidye kabulünü uygun görenler, geçici dünya hayatını istiyorlar[137], Allah ise sizin için sürekli ve cennete gitmenize sebep olan ahiret sevabını istiyor. Ona götüren hükümleri size meşru kılıyor: Yeryüzünde, hak davayı yükselt­mek, adaleti hakim kılmak ve insanlık için eh yararlı nizamı yerleştirmek için, yeryüzünde hakim olmayı sağlayan öldürme de bunlardandır.

Allah kuvvetli ve üstündür, dostlarını düşmanlarına galip kılar, onlara im­kân verir; düşmanlarını öldürürler, esir ederler. İşlerinde ve emirlerinde hik­met sahibidir. Hallerine uygun şeyleri meşru kılar: Müşrikler kuvvetli ve güçlü olduğu zaman, düşmanların çoğunun öldürülmesini emretmesi ve fidye alın­masını yasaklaması gibi. Böylece yüce Allah'ın buyurduğu gibi müminler şeref ve üstünlük sahibi olurlar: "Halbuki şeref, üstünlük ve galibiyet Allah'ındır, Rasûlünündür ve müminlerindir" (Münafikun, 63/8).

Allah'ın daha önce yazılmış, yani önceden Levh-i Mahfuzda kayıtlı olan bir hükmü, içtihadında hata edenin cezalandırılmayacağı hükmü olmasaydı... Çünkü bu görüş sahipleri, kâfirlerin geri bırakılmakla, belki de tevbe edip müslüman olabilecekleri, onlardan fidye alınmakla da müslümanların Allah yolunda cihad için güç kazanacakları görüşündedirler. Onların öldürülmesinin, İslâm'ı daha kuvvetlendireceğini, onların arkasındakileri daha da korkutacağı­nı ve kuvvetlerini daha zayıflatacağını bilmemektedirler.

Daha önce geçmiş olan yazı, yani hükmün ya Bedir savaşına katılanlara azap edilmeyeceği, günahlarının affedildiği, ya da bir kavme ancak kuvvetli bir delil ve açıklamadan, fidye almayı yasaklayan bir beyandan sonra azab edeceği -daha önce bunu yasaklayan bir emir gelmemiştir- yahut onlar kendilerine he­lâl kılınmadan ganimetleri mubah kılmada acele edecekleri, halbuki Allah'ın onları kendilerine mubah kılacağı hükmüdür.

Ey müminler! Bizim size geçmiş bu ilâhi hükmümüz olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı, size büyük, korkunç bir azab gelecekti. Burada, yaptıkları şe­yin tehlikesinden dolayı onlar için korkutma vardır.

Allahü Teâlâ onları, fidye aldıkları için azarladıktan sonra; burada fidyeyi onlar için mubah kılınan ganimetlerden kıldı: "Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş olarak yiyin..." Yani, size ganimetleri mubah kıldım. Dolayısıyla ganimet olarak aldığınız fidyeden yeyin. Bu, sizin için helâldir. Bunun faydası, o azardan sonra ya da ilk önceki milletlere haram edilmiş olması sebebiyle, on­ların ruhlarında meydana gelen endişeyi gidermektir.

Allah'ın emirlerine aykırı davranmaktan sakının, O'nun emir ve nehyinden hiçbirine muhalefet etmeyin, bundan sonra artık masiyet işlemeyin. Şüp­hesiz Allah, fidye almak suretiyle işlediğiniz günahlarınızı bağışlar, aldığınız şeyi size mubah kılmakla merhamet eder. Kullarının tevbesini kabul edip gü­nahlarını affetmesi de O'nun rahmetidir.

Kısacası, esirlerden fidye alınması, ya da bir şey alınmadan serbest bıra­kılmaları, ancak düşmana karşı açıkça üstünlük sağlandıktan ve İslâm Devle­tinin düşmanlara heybetini ispatladıktan sonra olabilir.

Resulullah (s.a.)'in, fidye alması esirlere ağır gelince: "Ey peygamber! Eli­nizdeki esirlere de ki..." ayeti nazil oldu. Bununla, onları küfürden korkutup, dünya ve ahiret hayrını açıklamakla İslâm'a teşvik maksadı güdülüyordu.

Ayetin manası: Ey peygamber, sizin elinize düşüp de kendilerinden fidye aldığınız müşrik esirlere de ki: Eğer Allah'ın ilminde şu anda, ya da gelecekte sizin küfürden ve bütün masiyetlerden tevbe edip inanacağınız, ihlâs ve güzel niyetle, Allah'a ve Rasûlüne itaat edip -Peygambere yardıma ve onunla savaş­maktan vazgeçmeye azmetmek gibi- kulluk edeceğiniz yazılı ise, sizden fidye olarak alınandan daha hayırlısını size verir, sizdeki şirk ve günahları mağfiret buyurur. Allah günahlarından tevbe edenleri bağışlar, müminlere merhamet eder. O, onlara başarı vermekle ve saadete kavuşturmakla yardım eder.

İbni Abbas, bu ayetteki esirlerden amacın Abbas ve arkadaşları olduğunu söylemiştir. Onlar, Resulullah (s.a.)'e: "Resulullah'm getirdiklerine inandık, şe-hadet ediyoruz ki sen, Allah'ın peygamberisin, seni kavmine karşı mutlaka ko­ruyacağız" dediler.

Bunda İslâm'ı açıklamaya, Hz. Peygamber(s.a)'in davetini kabule teşvik vardır. Ey Muhammedi Eğer o esirler, müslümanlıklarını ve barış yaptıklarını açıkladıktan sonra, seninle yaptıkları barışı bozarak sana hıyanet etmek ister­lerse, onların hıyanetinden korkma. Çünkü onlar, Bediimden önce de küfürle ve Allah'ın "Rabbin: 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demiş, onlar da: 'Evet Rab-bimizsin' demişlerdi" (A'raf, 7/72) ayetinde belirttiği insanoğlundan aldığı mi-sakı bozmakla Allah'a hıyanet ettiler. Halbuki O, varlığına işaret eden kevnî ve aklî deliller ortaya koydu. Onlara, düşünen kimseleri gerçekten Allah'ın birliği­ne yönelten akıl verdi.

Bedir Günü, seni onlara karşı güçlü kıldı. Tekrar hıyanete dönerlerse, yine seni onlara güçlü kılacak; sen de onları yenilgiye uğratacaksın.

Allah onların niyetlerini bilici, yaptığında hikmet sahibidir, kâfirlere karşı müminlere yardım eder.

Bunda, Hz. Peygambere yardım vaad etmek ve kâfirleri yenilgiyle korkut­makla, Hz. Peygamberi teselli vardır. Çünkü Allah, varlık alemindeki her şeyi bilen, bütün insanları kontrol altına alan, istediğini gerçekleştirmeye gücü ye­tendir. [138]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

"Hiçbir peygambere... yaraşmaz" ayeti, Bedir günü nazil oldu. Allahü Te-âlâ'dan Resulullah (s.a.)'in ashabına yönelen bir azardır. Bu ayetten anlaşılan mana, peygamber ağır basmadan ve karşı tarafa büyük bir korku vermeden bunu yapmanız size yakışmaz demektir.

Bu ayet, Hz. Ömer'in görüşüne uygun olarak nazil olan ve sayıları otuzu aşan ayetlerden biridir.

Bu hüküm, İslâm devletinin kuruluşunun başlangıç dönemine uygundu. Şüphesiz her devlet için, kuruluşunun başında maslahat ve devletin kurulup olgunlaşması için gerekli birtakım hükümler ve şartlar olacaktı. Savaş suçlusu düşman esirlerinin öldürülmesi hükmünün meşru olması da bunlardandır. An­cak içte yapılan bir devrimden sonra, milletin birbirini kırması, öldürmesi meş­ru değildir.

Aslında Resulullah (s.a.)'in davranışı da, iki meşru işten -öldürmek ve fid­ye almak- birini tercih etmekten ibaretti. Ne var ki bu, evla olana (daha uygu­nu tercihe) aykırıydı. Bunda da bazılarının anladığı gibi peygamberlerin ma­sumluğuna dokunan bir şey yoktur. Çünkü masumluğa dokunma, peygamberin sarih bir nassa, ya da mevcut bir emre muhalefet etmesi durumunda olabilir. Halbuki ortada öldürmeyle ilgili bir nas ve emir yoktu. Resulullah (s.a.) saha­beyle istişare etmişti. Çünkü onun sahabi ile istişare arzusuyla, nassın hükmü­nü terketmesi hiçbir halde caiz olmazdı.

Resulullah (s.a.)'in ağlamasına gelince, bu içtihadında hata etmesi sebe­biyle olabilir. Çünkü ebrarm hasenatı mukarrebinin seyyiatıdır.

Bununla beraber, Bedir esirlerinden iki veya üç kişi öldürüldü: Nadr b. Haris, Ukbe b. Ebî Muayt ve Tu'ma b. Adiyy,. Aşırı öldürme olmadı. Buna rağ­men bazı müsteşrikler, bunu eleştirirler. Ya bir de içlerinde Hz. Peygam-ber(s.a)'in amcası Abbas'm ve amcası oğlu Akil b. Ebî Talib'in de bulunduğu yetmiş esirin hepsi de öldürülseydi kimbilir ne derlerdi...

Taberî'nin müsned olarak rivayet ettiğine göre, Resulullah (s.a.) ashabına şöyle dedi: "Eğer isterseniz esirlerin fidyelerini alırsınız, sizden de savaşta onla­rın sayısı kadar -70 kişi- öldürülür. Eğer dilerseniz onlar öldürülür, siz de kur­tulursunuz." Ashab: "Bizden 70 kişi şehit düşse de, fidye alacağız" dedi.

Öldürülme ile, fidye alınma arasında bir seçim hakkı varsa: "Herhalde size büyük bir azap dokunurdu" ayetinde nasıl azarlama olabilir diye bir soru soru­lursa, cevaben şöyle denir: Azarlama başta onlar fidye aldıkları için, muhay­yerlik ise, daha sonra oldu.

"Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı..." ayetinin manası, Allahü Te-âlâ hiçbir kavme, sakınacakları şeyi onlara açıklamadıkça azap etmez, demek­tir. İbnü'l-Arabî ve Kurtubî'nin görüşüne göre, "Allah'ın geçmiş yazısı"hakkın-daki görüşlerin en sahihi, ganimetlerin helâl kılınmış olması görüşüdür. Çün­kü bizden önceki ümmetlere ganimetler haramdı. Bedir Günü olunca insanlar ganimetleri istedi, bunun üzerine Allah: "Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olma­saydı..." ayetini indirdi.

Bu ayet, ganimetin helâl kılınması ve şefi izin olmayan şeyi işlemenin azabı gerektirmesi hakkında olduğu için İbnü'l-Arabî, ayetten şöyle bir hüküm çıkarmıştır: Bir kul bir şeyi haram inancıyla işlese -halbuki o, Allah'ın ilminde helâldir- ona herhangi bir ceza yoktur. Meselâ bir kadın, "Bugün benim hayız günüm" diyerek iftar etse, oruç tutan kimse, "Bugün yolculuk sırası bende" de­yip iftar etse, sonra da bizzat hayız ve yolculuk gerçekleşse, bu gibi halde onla­ra keffaret gerekmez. Çünkü o gün, Allah katında haram değildir. Orucun tu­tulması Allah'ın ilminde haram olmayan bir zamana rastlamıştır. Bu şunun gi­bidir: Bir erkek hanımı olmadığına inanarak, bir kadınla cinsi münasebette bulunmak istese ve sonra da onun hanımı olduğunu görse, o kimseye bir ceza gerekmez. Bu, Ebû Hanife'nin görüşüdür. Maliki ve Şafiî mezhebinde meşhur olan görüşe göre, onda keffaret vardır.[139]

"Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı..." ayetinin, Razî'ye göre tercih edilen manası: Allahü Teâlâ bu olaydan dolayı bağışlanmalarına hükmetme-seydi, onlara elbette büyük bir azab dokunurdu, demektir.

"Artık elde ettiğiniz ganimetten yeyin" ayetinin zahiri manası, ganimetin tümünün gazilerin mülkü olmasını ve onda hepsinin eşit payının bulunmasını gerektirir. Ancak: "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız şeyin beşte biri Allah'ın..." (Enfâl, 8/41) ayeti, ganimetin beşte birinin ayrılıp sayılan yerlere harcanması gerektiğini açıklar. Ayrıca ayette daha önce yasak olan ganimetlerin mubah kı­lındığı açıklanmaktadır. Tirmizî'nin Ebû Hureyre'den rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a,) şöyle buyurmuştur: "Sizden önceki kavimlerden hiç birine ga­nimet helâl kılınmadı."

"Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki..." ayeti, müminlere, esirleri ima­na teşvik etmeleri gerektiğini anlatıyor ve maddî ve manevî sebeplere yapıştıklan sürece, müşriklere karşı kendilerine yardımın süreceği müjdesini kapsıyor.

Buharî, Enes'ten şu rivayeti yapmıştır: "Ensar'dan bazısı Resulullah (s.a.)'e gelerek, Bedir Savaşında müşrik esirler içinde bulunan, Peygamberin amcası Abbas'm fidyeden muaf tutulmasını isteyip: "Bize izin ver, yeğenimiz­den -Abbas'ın ninesi ensardandı- fidye almayalım, dediklerinde, Resulullah (s.a.): "Ondan bir dirhemini bile almamazlık etmeyin" buyurdu.

Bir esirin fidyesi, yirmi okka altındı. Buna rağmen Resulullah (s.a.) ona -varlıklı olduğu için- yüz, Ukayl'a seksen okka fidye belirledi. -Abbas; "Bunu ak­raba olduğumuz için mi yaptın?" diye sordu. Bunun üzerine Allahü Teâlâ: "Ey peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: "Eğer Allah'ın ilmine göre, kalblerinizde bir hayır varsa, o size sizden alınandan daha hayırlısını verir" ayetini inzal buyurdu. Abbas müslüman olduktan sonra şöyle demiştir: "O size, sizden alı­nandan daha hayırlısını verir" ayeti dolayısıyla, keşke benden kat kat alması­nı isteseydim...

İbnü'l-Arabî der ki: Müşriklerden bir kısmı esir alınınca, müslüman olduk­larını söylediler. Fakat bunu uygulamadılar, kesin bir şekilde itiraf da etmedi­ler. Bu tutumlarıyla onlar, müslümanlara yaklaşmak, müşriklerden de uzak­laşmamak istiyorlardı. Bunun üzerine, bu ayet nazil oldu.

Malikîlere göre, eğer kâfir diliyle kalbden inandığını söyler, bunu karar haline getirip uygulamazsa, mümin olmaz. Aynı durum, müminde olursa, kâfir olur. Ancak kişinin önüne geçemediği vesvese hali bundan müstesnadır. Çünkü Allah, onu affeder.

Allah, Rasûlüne hakikati açıklamış: "Eğer onlar seni aldatmak isterler­se..." buyurmuştur. Bu, onların sözü bir aldatma ve hıyanet ise demektir. "On­lar, daha önce Allah'a da hıyanet etmişlerdi". Küfürlt-riyle sana tuzak hazırla­makla, seninle savaşmalarıyla... Fakat Allah, onlara karşı sana imkân verdi. Onların sözü hayırlıysa ve Allah'ın ilminde de varsa, bunu onlardan kabul eder. Onlara, onlardan çıkan yerine daha hayırlısını verir, geçmiş küfürlerini, hıyanet ve tuzaklarını bağışlar.[140]

"O size, sizden alınandan daha hayırlısını verir" ayetindeki "daha hayırlı" kelimesi, dünya ve ahiret hayrını içine alır. Dünya hayrı, Allah'ın onlara, on­lardan alınandan daha üstününü vermesi; ahiret hayrı ise, onlara sevap verip cennete koymasıdır. Bu hüküm, bütün esirleri içine alır. [141]

 

Hz. Peygamber (S.A) Zamanında İman Ve Hicrete Göre Müminlerin Sınıfları

 

72- İman edip hicret edenler, Allah yo­lunda malları ve canlarıyla cihad eden­lerle, barındırıp yardım edenler, işte on­lar birbirlerinin velileridirler. İman edip de hicret etmeyenler ise, hicret edene kadar, sizin onlara hiçbir velaye­tiniz yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterse, yardım etmek üzerinize vacib olur. Ancak sizinle ara­larında sözleşme bulunan bir kavim aleyhinde değil. Allah, yapmakta oldu­ğunuzu hakkıyla görücüdür.

73- Kâfir olanlar da birbirlerinin velile­ridir. Eğer siz bunu yapmazsanız, yeryü­zünde bir fitne ve büyük bir fesat olur.

74- İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler ve barındırıp yardım edenler: İşte gerçek mümin olanlar bun­lardır. Onlar için mağfiret ve (cennette) bitmez tükenmez bir nzık vardır.

75- Sonra iman edip de hicret ve sizinle beraber cihad edenler ise: Onlar da siz­dendir. Hısımlar, Allah'ın kitabınca bir­birlerine daha yakındırlar. Şüphesiz Al­lah, her şeyi hakkıyla bilendir.

 

İ'rab:

 

73. ayette geçen "tekün" kelimesi, habere ihtiyacı olmayan tam fiil, "fitne-tün" kelimesi de onun failidir. Mana şöyle olur: Eğer size emrettiğim, müslü-manlarm birbirleriyle ilgilerini kesmemeleri, hatta müslümanlığı akrabalıktan üstün tutarak birbirlerini veli edinmeleri gibi hususlara dikkat etmez, sizinle kâfirler arasındaki ilgiyi kesmez, akraba olursanız, yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad olur. Çünkü müslümanlar, şirke karşı tek bir güç olmazlarsa, şirk üs­tün gelir, fesat artar.[142]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İman edip hicret edenler,., ile" Dar-ı Harp ve Dar-ı Küfür olan Mekke'yi terkedenler, Dar-ı İslâm olan Medine'ye gidenler, "barındırıp" Peygamber (s.a.)'i yerleştirip konuk ederek "yardım edenler." Yani Ensar "işte onlar, birbir­lerinin velileridirler." Aslında velayet, işe sahip olmak, ona hükmetmek, onu idare etmek manasınadır.

"İman edip de hicret etmeyenler ise... sizin onlara hiçbir velayetiniz yoktur." Yani sizinle onlar arasında hiçbir miras yoktur. Ganimette onların hiçbir payı olamaz. Hicretle birbirine vâris olma keyfiyeti, ilk dönemde idi. Sonra sûrenin sonuyla nesh olundu. Birbirine vâris olmak, akrabalık bağıyla oldu.

"Kâfir olanlar da birbirlerinin velileridir." Sizinle onlar arasında hiçbir mi­ras yoktur. "Eğer siz bunu yapmazsanız" Müslümanları dost edinip kâfirleri ze­lil etmezseniz. 'Yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur." Küfrün kuvvetlen­mesi ve İslâm'ın zaafa uğramasıyla büyük bir fitne olur.

"Allah'ın kitabınca": Levh-i mahfuzda.

"Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir": Mirasın hikmeti de bu cümle­dendir. Hicrette vâris olmaktan rahim akrabalığı yoluyla vâris olmaya kadar şeyler. Bunlar Nisa sûresinde açıklanmıştır. [143]

 

Nüzul Sebebi

 

73. ayetin nüzul sebebi:

İbni Cerir et-Taberî ve Ebu'ş-Şeyh İbn Hayyan, Süddî vasıtasıyla Ebû Ma-lik'in şöyle dediğini nakletmektedirler: Bir adam "Müşrik yakınlarımıza vâris olabilir miyiz?" dedi. Bunun üzerine: "Kâfir olanlar da birbirlerinin velileridir" ayeti nazil oldu.

75. ayetin nüzul sebebi:

İbni Cerir, İbnü'z-Zübeyr'in şöyle dediğini nakleder: Bir adam, diğer bir adamla: "Sen bana vâris olursun, ben sana vâris olurum" diye anlaşma yapı­yordu. Bunun üzerine: "Hısımlar, Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındır­lar..." ayeti nazil oldu.

İbn Sa'd, Urve'nin şöyle dediğini nakletmiştir: Resulullah (s.a.) Zübeyr b. Avvam ve Ka'b b. Malik'i birbirleriyle kardeş yaptı. Zübeyr şöyle anlatır: "Uhud'da, KaVm yaralandığını gördüm ve: "Ölüp dünyadan ve dünya ehlinden ilgisini kesse de ona vâris olsam" dedim. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: "Hı­sımlar Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz Allah, her şe­yi hakkıyla bilendir." Bundan sonra miras, yakınların, akrabanın oldu ve din kardeşliği yoluyla miras kalktı. [144]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ, kâfirlerle yapılacak savaş ve barışın kurallarını, esirlere ya­pılacak muamelenin hükmünü açıkladıktan sonra, sûreyi İslâm yakınlığı ve onun küfür yakınlığından farkıyla bitiriyor. Bu da, kâfirlerin birbirlerine vela­yetlerine karşılık, müminlerin birbirlerine velayetlerini ve kâfirlerle olan an­laşma ve sözleşmelerini, sözleşme süresince korumalarıdır. [145]

 

Açıklaması

 

Ayetler, kâfirlerin karşısında müminleri dört kısımda topluyor:

1- Bedir savaşından önce Hudeybiye barışma kadar hicret eden ilk muha­cirler.

2- Ensar: Muhacir din kardeşlerini barındıran Medineliler.

3- Hicret etmeyen müminler.

4- Hudeybiye barışından sonra hicret eden müminler.

Birinci sınıf, bu bölümdeki birinci ayetin başında zikredilenlerdir. Bunlar, Allah'a ve peygamberine iman eden, Bedir savaşından önce, hicrî altıncı yılda yapılan Hudeybiye barışma kadar hicret edenlerdir. Evlerini ve mallarını Mek­ke'de bırakıp Allah ve Rasûlüne yardım için gelenler, mallarını ve canlarını Al­lah yolunda harcayanlardır. Bu sınıf en üstün ve en mükemmel sınıftır. Allah onları iman etmek ve Peygamber (s.a.)'in getirdiği her şeyi tasdik etmekle, müşriklerin fitnesinden kaçıp Allah'ı hoşnut etmek, peygamberine yardım et­mek için evlerinden, yurtlarından hicret etmekle, mallarıyla ve canlarıyla Al­lah yolunda cihad etmekle vasıflandırmıştır.

Malla cihad: Malı, yardımlaşma, hicret, Allah'ın dinini koruma -at ve silah için harcama gibi- müslümanlarm ihtiyaçlarını karşılama konularında harca­madır.

Canla cihad: Düşmanla savaşma, onlara üstünlük sağlama, onlara önem vermemedir. Zorluklara katlanmak, eziyet ve sürekli baskılara sabretmektir.

Malla cihadın canla cihaddan daha önce anılması, onun gerekli olan ihti­yacı gidermede daha öncelikli olması ve canla cihadın ona bağlı bulunmasm-dandır.

Kısaca, ilk muhacirler dört sıfatla vasıflandırıldılar: a) Allah'a, melekleri­ne, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe iman, b) Hicret, c) Cihad, d) Bu işleri ilk yapanlar olmak.

İkinci sınıf, peygamberi ve kendilerine hicret edip gelenleri barındıranlar, onlara yardım edenlerdir. O zaman Medine, İslâm'ın başkenti ve İslâm daveti­nin merkezi, ensarla birlikte Allah'ın dinine yardım etmeye çalışan, onlarla birlikte savaşan muhacirlerin sığınağı idi. Ensar, mallarını muhacirlerle pay­laştı, onları kendilerine tercih ettiler ve faziletçe birinci sınıftan sonra ikinci sı­rayı aldılar.

Sonra Allahü Teâlâ, iki sınıfı birbirlerinin velisi olarak nitelemiştir. Onlar diğer kardeşinin işlerini kendi işleri gibi görüyordu. Çünkü onların hakları ve yararlan ortaktı. Onun için Resulullah (s.a.) muhacirlerle ensan kardeş yap­mıştı. Bu kardeşlikle, akrabalıktan önde bir verasetle birbirlerine vâris oluyorlardı. Nihayet, muhacirler ticaret gibi konularda kuvvetlenince, Sahihu'1-Bu-hari'de İbni Abbas'tan sabit olduğu gibi, Allahü Teâlâ mirasta bu hükmü nes-hetti. İmam Ahmed, Cerir b. Abdillah el-Becelî (r.a)'m şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Muhacirler ve ensar, birbirlerinin velile­ridir. İslâmiyeti zorla kabul edenler Kureyş'ten, hürriyete kavuşmuş hürler Sa-kiftendir. Bu ikisi, kıyamete kadar birbirlerinin velileridir..." [146]

Önceleri muhacirlerle ensar arasındaki veraset, akrabalığın ötesinde, müslüman olmak ve hicret etmek dolayısıylaydı. Medine dışındaki müslüman, Medine ve çevresindeki müslümana, ancak Medine'ye hicret ederse vâris olabi­liyordu. Aralarındaki veraset din kardeşliğine dayanıyordu.

Böylece muhacirlerle ensar arasındaki velayet savaşta, verasette ve kâfir­lerle aralarındaki bütün ilişkilerinde geneldi. Ebû Bekir el-Asam: "Ayet muh­kemdir, mensuh değildir. Velayetle murad, yardımdır" demiştir.

Allahü Teâlâ, Kur'ân'ın diğer ayetlerinde muhacirleri ve ensan şu şekilde övmektedir: "Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar: Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da O'ndan razı olmuşlardır. Bunlar için orada ebedî kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetler ha­zırladı. İşte bu en büyük kurtuluştur" (Tevbe, 9/100); "Andolsun ki Allah, pey­gamberini içlerinden bir grubun gönülleri neredeyse eğrilmek üzere iken güçlük zamanında ona tabi olan muhacirlerle ensarı da tevbeye muvaffak etti ve sonra onların bu tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, onlar için çok esirgeyici, çok bağışlayıcıdır" (Tevbe, 9/117); "(Fey) hicret eden fakirlere (muhacirlere) aittir. Onlar, Allah'tan fazl ve hoşnutluk ararlar. Allah'a ve Peygamberine yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır. İşte bunlar sadıkların ta kendileridir. Onlardan önce yurt ve iman edinmiş kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı kalblerinde bir ihtiyaç bulmazlar. Kendilerinde bir ihtiyaç bulunsa bile, kendi nefislerine tercih eder­ler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar felah bulanların ta kendi­leridir" (Haşr, 59/8-9).

Ayetlerin zahirî manaları, muhacirlerin ensardan üstün olduğunu ifade etmektedir. İbni Kesicin dediği gibi, alimler bunda ittifak halindedirler. Ebû Bekir el-Bezzar, Müsned'inde Huzeyfe'den şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.) beni hicretle yardım arasında muhayyer kıldı, ben hicreti tercih ettim."

Üçüncü sınıf hicret etmeyen müminlerdir. Nitekim Allahü Teâlâ, şu aye­tinde onları zikrediyor: "İman edip de hicret etmeyenler ise, hicret edene kadar, sizin onlara hiçbir velayetiniz yoktur." Yani, Peygamber (s.a.)'in peygamberliği­ni tasdik eden fakat Mekke'den Medine'ye hicret etmeyen Daru'1-Harp Ye Daru'l-Şirkte müşriklerin hükmü altındaki müminlerin, Daru'l-İslâm'daki mü­minlere velayet hakları yoktur. Kâfirler, Daru'l-İslâm halkından birini esir ederse, o, bu diyarın hükmüne tabidir. Çünkü Daru'l-İslâm'la Daru'1-Harp ara­sında velayet olmaz. Ancak bunun tek istisnası yüce Allah'ın: "Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterse..." sözüyle belirttiği durumdur. Bu, kâfirlere karşı -kâfirler onlarla savaştıkları, ya da dinlerinden dolayı işkence ettikleri zaman- onlara yardım etmektir. Ancak bu kâfirler, kendileriyle anlaşma bulu­nan kimseler ise, bu anlaşmaya sadık kalmak gerekir. Çünkü İslâm, sözleşme­yi bozarak hıyanet yapmayı mubah görmez. Bu, İslâm'ın ve onun âdil, yüce ve eşsiz dış siyasetinin temel hükümlerinden biridir.

Yüce Allah: "Allah yaptıklarınızı görücüdür" sözüyle anlaşmayı bozmak­tan sakındırıyor. Bu sözün manası şudur: Şüphesiz Allah, bütün işlerinizden haberdardır. Öyleyse cezasına uğramamak için, sizin için belirlediği sınırları aşmayın.

Kısacası, kâfirlerle olduğu gibi, Daru'l-İslâm'daki müminlerle, hicret ede­meyen müminler arasında bütünüyle bir ilişki kesikliği yoktur. Eğer sizden yardım isterlerse, onları yardımsız bırakmayın.

Muhacirlerle ensar arasındaki yardımlaşmayı kuvvetlendirip müminlerin kâfirlere karşı tek saf olmaları ve dostluklarını kesmeleri için Allahü Teâlâ kâ­firlerin halini zikrediyor: "Kafirler de birbirlerinin velileridir..." Yani kâfirler bir bütün olarak, müslümanların karşısında tek bir millettir. Müslümanlarla savaşta ayrı ayrı millet ve birbirlerine düşman da olsalar, birbirleriyle yardım-laşırlar, birbirlerine yardım ederler. Nitekim tarih bunun şahididir. Yahudiler, müminlere karşı müşriklere yardım ettiler. Hatta bunun için, müslümanlarla olan sözleşmelerini bozdular. Bu da, kendilerine savaş açılmasına ve Hay-ber'den köklerinin sökülerek atılmalarına sebep oldu. Tarih boyunca bütün yüzyıllarda, müşriklerle dinsiz materyalistler, Yahudi ve Hristiyanlar aynı saf­ta, İslâm'a ve müslümanlara düşmanlıkta bir ve beraber olmuşlardır.

Kâfirlerin bir safta, müslümanların da onların karşısında başka bir safta olması, dini inanç farklılığı yüzünden, dört mezhebin de ittifakıyla, verasete engeldir. Müslüman kâfire, kâfir de müslümana vâris olamaz. Hakim'in, Müs-tedrek'inde Üsâme'den rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a.): "İki millet bir­birlerine vâris olamazlar: Müslüman kâfire, kâfir de müslümana vâris olamaz" buyurdu, sonra da: "Kâfir olanlar da birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur" ayetini okudu. Nesâî dışında diğer beş hadis kitaplarının sahipleri de Üsâme b. Zeyd'den şunu riva­yet ederler: "Müslüman kâfire, kâfir de müslümana vâris olamaz."

Kâfirlerin birbirlerine vâris olmaları ise, ulemanın çoğunluğuna göre caiz­dir. Çünkü: "Kâfirler birbirlerinin velileridir" ayetine göre küfür, vâris olmakta tek bir millettir. Malikîlere göre ise, dinleri farklı olduğu zaman -birinin yahu-di, diğerinin Hristiyan olması gibi- kâfir kâfire vâris olamaz. Çünkü bu iki din, birbirinden farklıdır. Yine bu ikisi -yahudi ve Hristiyan- müşriğe, müşrik de bu ikisine vâris olmazlar. Çünkü daha önce zikrettiğimiz: "İki farklı millet birbir­lerine vâris olamazlar" hadisi geneldir. Çünkü aralarında antlaşma yoktur.

Kâfirler arasında ülke farklılığı, sadece Hanefîlere göre verasete engeldir. Müslümanlar arasında ise engel değildir. Çünkü Darul-İslâm'da adalet sahipleriyle isyancılar arasında veraset gerçekleşmiştir. O halde bu engel, gayr-i müslimlere hastır.

Şafıîlere göre ise ülke farklılığı, verasete engel hallerden değildir. Fakat onlar şöyle derler: Harbî ile sözleşmeli arasında -aralarında velayet olmadığı için- veraset yoktur. Bu hüküm zimmî (mal, namus ve dini için teminat veril­miş olan gayr-ı müslim) ile eman isteyeni (İslam devletine iltica edip sığınanı) kapsamaktadır.

Malikîlere ve Hanbelilere göre ise, farklı ülkelerde bulunmak, verasete en­gel değildir. Dolayısıyla ülkeleri bir de olsa, ayrı da olsa, Ehl-i Harp birbirine vâris olur.

Sonra, Allahü Teâlâ: "Eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur" buyuruyor. Yani, size emrolunan müslümanlara dost ol­mak, onlarla ilgilenmek ve birbirlerinin velisi olan kâfirlere karşı onlara yar­dım etme işini yerine getirmez, müşriklerle dost olmaktan ve onlara karışıp onlarla görüşmekten kaçınmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne -imanın zayıf­laması, küfrün kuvvetlenmesi ve büyük bir bozgun- kan dökülmesi olur, fitne yaygınlaşır. Bu işin karışması, müminlerin kâfirlerle karışık halde bulunmala­rıdır. Ayrıca insanlar arasında din ve dünya işlerinde büyük fesad olur, diyor.

Bu, İslâm'ın, müslümanlarm öz şahsiyetlerine, ülkelerinde bağımsız olma­larına, kâfirlerin vatanlarında oturmamaya ne kadar hırslı olduğunu gösterir. İbni Cerir, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu nakleder: "Müşriklerin ara­sında oturan her müslümandan uzağım."

Sonra Allahü Teâlâ, muhacirlerin ve ensarın diğer müslüm ani ardan üs­tünlüğünü ve ahirette nail olacakları şeyleri açıklıyor ki, bu bir tekrar değil, onların övülmesidir: "İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler..." Al­lahü Teâlâ iman edip de peygamberin ve müminlerin ihtiyacı olduğu halde hic­ret etmeyen, şirk ülkesinde kalan kimselerin değil, iman edip hicret edenlerin tam anlamıyla mümin olduklarını, onları bağışlayacağını, varsa günahların­dan vazgeçeceğini ve cennette çok temiz, sürekli, güzel rızıklarla mükâfatlan­dıracağını haber veriyor.

Bu üç sınıf, yüce Allah'ın da: "Birinci dereceyi kazananlar" (Tevbe: 9/100) şeklinde nitelediği ilk öndekilerdir.

Dördüncü sınıf, Hudeybiye barışından sonra hicret eden müminlerdir. Bunlar: "Sonra iman edip de..." ayetiyle işaret olunanlardır. Yani, daha sonra iman etmiş, birinci hicrette hicret edememiş, müslümanlarm gücü arttıktan sonra, Medine'ye hicret eden ilk müslümanlarla birlikte cihad etmiş müslü-manlar da sizdendir. Dostlukta, yardımda, fazilet ve mükafatta ilk muhacirler ve ensar gibidir. Onun için Cenab-ı Hak: "Onlardan sonra gelenler" (Haşr, 59/10) buyurmuştur.

Üzerinde ittifak bulunan ve sahih yollardan gelen hadisde, Resulullah (s.a.): "Kişi sevdiği ile beraberdir" buyurmuştur. Taberanî ve Dıyâ'nın Ebû Kursafe'den rivayet ettikleri başka hadis-i şerifte de: "Kim, bir kavmi severse, onlardandır" (başka bir rivayette: "Allah onu, onların içinde hasreder" ) buyur­muşlardır.

"Onlar da sizdendir" sözüyle, dördüncü sınıfin üçüncü sınıftan sayılması, önce davrananların sonraya kalanlardan üstünlüğüne -her ne kadar ayette ilk sınıf ile son sınıf arasında hicret ve iman gibi ortak bir nokta varsa da- işaret eder...

Sonra Allahü Teâlâ iman ve hicret velayetinin ardından akrabalık velaye­tini sayıyor: "Hısımlar..." Yani, kan bağıyla birbirlerine bağlı olan yakınlar. Ayet, zevi'l-füruz, asabe (baba tarafından akraba), rahim (ana tarafından akra­ba) gibi her türden akrabayı kapsamaktadır. Bunların bir kısmı diğerinden -Daru'l-hicretteki muhacir ve ensardan yardıma ve mirasa- Allah'ın mümin kul­larına yazdığı hükümde daha lâyık ve bu konuda daha hak sahibidir.

Artık akrabalık velayeti, daha önceki dönemdeki iman ve hicretten doğan velayetten daha önemlidir. Mümin olan yakın, kan bağıyla bağlı akrabasına, uzak muhacir ve ensar akrabasından daha yakındır. O halde ayet, geçmiş ayeti tahsis etmektedir. Kâfir yakma gelince, küfür, onun akrabasına olan bağını ke­ser.

Kan ve nesep kardeşliği ile birlikte, Allah'a iman kardeşliği, Allah'ın hük­münde, sadece din kardeşliğinden daha üstündür.

Sonra ayet "Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir." şeklinde sona eri­yor. Yani, şüphesiz Allah, her şeyi bilir. Onun ilmi geniş, sizin dünyevî ve uhrevî her şeyinizi, bu sûrede meşru kıldığı savaş, barış, ganimet, esir, sözleşme ve antlaşmaları müminlerle ve akrabalarla olan genel ve özel hükümleri bilir. Bu, sûrenin bütün hükümlerinin muhkem olduğuna, mensuh ve hükmü değiştiril­mediğine, hepsinin hikmet, sevap ve yararlı olduğuna, içlerinden hiçbirinin ge­reksiz olmadığına işaret etmektedir.

Fakat: "Hısımlar Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar..." ayeti İbni Abbas, Mücahid, İkrime, Hasan, Katâde ve diğer bazılarından rivayete gö­re, daha önce, yardım etmiş olma ve dinen kardeş olma sebebiyle vâris olmayı neshetmiştir. Onların bu görüşünü, sahih ve mütevatir: "Şüphesiz Allah, her hak sahibine hakkını vermiştir, artık hiçbir vârise vasiyet yoktur" hadisi des­teklemektedir.

Artık, yardım etme ve hicret sebebiyle vâris olma nesh olundu. Vâris ol­ma, ancak akrabalık sebebiyledir. Cenab-ı hakkın: "Allah'ın kitabınca" sözün­den, Nisa süresindeki miras ayetlerinde zikrolunan paylar amaçlanmaktadır. Şafiîlerin görüşü budur. Feraiz bilginlerine göre dar manada; dayı, hala, teyze, kız çocukları, kız kardeşlerin çocukları gibi zevi'l-erham için vâris olmak yok­tur. Asabeler, birbirlerinden daha lâyıktırlar. Çünkü farzlar belirlenmiştir. Ha-nefîler ise şöyle der: "Bu ayetin nassıyla, zevi'l-erham için de vâris olmak sabit olur. Bu, asabelerden biri bulunmadığı zaman olur.

"Hısımlar, Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar..." ayetinin ör cesini neshettiğini reddedenler, velayeti (veliliği), yardım, sevgi ve tazimle yorumlarlar. Bu durumda birinci ayet, İslâm bağının, mezhep bağından daha kuvvetli olduğunu, ikinci ayet onların derecelerini ve gerçek mümin oldukları­nı, üçüncü ayet imanda ve hicrette gecikenlerin, daha öncekilerin hükmünde olduğunu, akrabalıkla yardımlaşmanın da istenen bir şey olduğunu açıklar.

"Hısımların yakınlığı" ile ilgili ayetten, irsî velayetin, ancak delilin özel olduğu şeyin dışında akrabalıkla olacağı amaçlanmaktadır: O zaman bu sözden maksat, velayetin irs sebebiyle velayete işaret etme ihtimali zannmı gidermek­tedir. Nitekim Razî: "Uygun olan da budur. Çünkü zaruret ve ihtiyaç olmaksı­zın neshi çoğaltmak caiz değildir" der.[147]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler aşağıdaki hususlara işaret eder:

1- Darul-İslâm'daki müminler arasında yardım sebebiyle velayetin sabit olması; ilk muhacirlerin sonraki muhacirlere, muhacirlerin ensara üstün olma­sı, iman ve hicrette sonraya kalanların yardımlaşma hususunda öncekilerle bir derecede olması.

2- Darul-İslâm müminleriyle Daru'1-Harb müminleri arasında savaş, ya da kâfirlerin işkencesi halinde -aramızda bir barış andlaşması olmaması duru­munda- yardım velayetinin sübûtu: Andlaşma bulunması halinde yardım ya­pılmaz. Savaş hali dışında ise, Daru'l-İslâm'daki müslümanlarla, Daru'l-Harp'teki müslümanlar arasında yardım velayeti sabit olmaz.

3- İslâm şeriatında -bazı müslümanların menfaatine de dokunsa- sözleşme ve andlaşmalara bağlı kalmanın mukaddesliği.

4- Kâfirlerin birbirlerinin yardımcısı ve destekçisi oldukları.

5- Aramızda yardım velayetini gerçekleştiremediğimiz ve kâfirleri dost edindiğimiz takdirde, bu bizim zaafımıza ve onların bizim aleyhimize kuvvet­lenmelerine sebep olur.

6- Allahu Teâlâ'nın meşru kıldığı bütün hükümler, dinî ve dünyevî masla­hatları içine alan geniş, kapsamlı bir ilim sahibinden gelmektedir.

7-  Zevil-Erham'ın vâris olması. Zevi'l-Erham, Kur"ân-ı Kerim'de payı be­lirlenmemiş ölünün yakını demektir. Hanefîler ve Hanbelîler, bu ayeti delil göstererek buna inanmışlardır. [148] Çünkü, Zevi'l-Erham'ın vâris olmasında iki sebep vardır: Akrabalık ve İslâm. Bir kimse, kendisinde tek sebep bulunandan evladır. Ebû Davud ve Darakutnî, Mikdam'dan naklederler: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim bir yetim bırakırsa, onun bakımı bana ait; kim bir mal bı­rakırsa ö, veresesinindir. Ben, vârisi olmayanın vârisiyim; onun diyetini öde­rim, ona vâris olurum. Dayı, vârisi olmayanın vârisidir. Onun diyetini öder ve ona vâris olur."

Malikîler ve Şafiîler şöyle der: Zevi'l-Erham'dan pay sahibi olmayanlar vâ­ris olamaz, terike, Beytül-male bırakılır. Çünkü Allahu Teâlâ miras ayetlerin­de zevil-füruzun ve asabenin payını zikretmiş, zevil-erham için hiçbir şey zik-retmemiştir. Eğer onların hakkı olsaydı, elbette açıklardı: "Rabbin unutkan de­ğildir" (Meryem, 19/64). Tirmizî ve daha başkalarının rivayet ettiğine göre, Re-sulullah (s.a.): "Şüphesiz Allahu Teâlâ, her hak sahibine hakkını vermiştir" bu­yurmuştur.

"Hısımlar, Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar" ayeti mücmel bir ayettir. Miras ayetleri ise müfessire (tefsir edici, açıklayıcı) ayetlerdir. Mü-fessir, mücmele hükmedici ve onu açıklayıcıdır. Ebû Davud'un Merasil'de riva­yet ettiğine göre Resulullah (s.a.) kendisine teyze ve halanın mirasından sorul­duğu zaman: "Bana, Cebrail onlar için hiçbir şey olmadığını haber verdi" de­miştir.

En sahih görüşe göre, hicret işi, Mekke'nin fethi ile sona ermiştir. Çünkü Mekke o zaman, bir İslâm beldesi ve Daru'l-İslâm'ın bir parçası oldu. [149]

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/181.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/181.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/181.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/181-183.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/183.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/184.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/184-185.

[8] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/45.

[9] İbni Kesîr, 11/284.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/185-187.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/187-190.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/190-192.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/193.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/193.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/193-194.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/194.

[17] Muhammed İbni İshak Sîret'inde Abdullah ibni Abbas'tan rivayet etmiştir, bkz. İbni ke­sir, 11/288.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/194-195.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/195-196.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/196-197.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/198.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/199.

[22] Razî, XV/139; İbni Kesir, 11/289.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/199-200.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/200.

[25] Kurtubî, VII/373.

[26] Razî, XV/135.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/200-204.

[28] Kurtubî, VII/377.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/204-205.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/206.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/206-207.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/207.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/208.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/208-210.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/210-212.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/213.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/213.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/213.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/214.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/214-215.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/216.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/216.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/217.

[43] Zemahşeri, II/4.

[44] Kurtubî, VII/391.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/217-218.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/218.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/218-220.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/220-221.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/222.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/222-223.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/223.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/223-224.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/224-225.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/226.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/226.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/226-227.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/227.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/228.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/228-229.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/229-230.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/230.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/230-231.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/231-232.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/233.

[65] Esbâbu'n-Nüzul, 135.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/233-234.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/234.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/234-236

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/236-237.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/238.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/238.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/238-239.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/239.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/239-240.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/241.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/241.

[77] Razî, XV/164.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/242-243.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/243-244.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/247.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/247-248.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/248.

[83] Kurtubî, Vm/3-13.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/248-251.

[85] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/51.

[86] Cassas, Ahkâmul-Kur'an, 111/56.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/251-253.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/254.

[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/254-255.

[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/255.

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/255-257.

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/257-258.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/259.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/259-260.

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/260.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/260.

[96] İbni Kesir, 11/316.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/260-263

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/263-264.

[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/265-266.

[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/266-267.

[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/267.

[102] Razî,XV/174-175.

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/267-268.

[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/268.

[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/269.

[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/270.

[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/270-271

[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/271-272.

[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/273-274.

[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/274.

[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/274.

[112] Bunu Ebu Davud et-Tayalisi, Ebu Davud et-Tirmizi, Nesai ve İbn Hibban Sahih’inde Şu’be’den nakletmişler, Tirmizi hadis için “hasen sahihtir” demiştir.

[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/274-276.

[114] İbnül-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 8/860.

[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/276-278.

[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/279.

[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/279

[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/279.

[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/280.

[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/281.

[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/282-283.

[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/283.

[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/283-284.

[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/284.

[125] Zemahşeri, 11/22.

[126] İbni Kesir, 11/322-323.

[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/284-287.

[128] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/865.

[129] Razî, XV/189.

[130] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 3/71.

[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/287-290.

[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/291-292.

[133] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzul, s. 136 vd.

[134] Vahidi, Esbâbu'n-Nüzul, s. 138.

[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/292-295.

[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/295.

[137] Burada dünya menfaati ve malı "geçici" olarak adlandırılmaktadır. Çünkü onun kalıcılık ve devam özelliği yoktur. O bir arazdır ve sonra yok olur.

[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/295-297.

[139] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 11/872.

[140] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/874.

[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/297-299.

[142] Zemahşeri, 11/25.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/300.

[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/301.

[144] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/301.

[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/301-302.

[146] Ancak İmam Ahmed bunu münferid olarak zikretmiştir.

[147] Razî, XV/213.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/302-307.

[148] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/76.

[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/307-308.