ENFÂL SÛRESİ 2

Enfâl Sûresi: 2

Ganimetler Kime Aittir?. 2

Gerçek Müminin Özellikleri: 3

Bedir Savaşı'nın Sebebi: 6

Bedir Savaşı'nda Gelen İlâhî Yardım: 8

Allah'ın Müminlere Yardım Etmesinin Sebebi: 11

Allah Geneli Özelleştiriyor: 12

Savaşta Müminler Ne Yapmalıdır?. 12

İyi İşlerin Sahibi: 13

Allah Müminlerle Beraberdir: 14

Müminler Ne Yapmalı Ne Yapmamalıdır?. 16

İhanet Değil Şükür: 19

Takvaya Ulaşmanın Neticeleri: 21

İnkarcıların Kurduğu Tuzağın Boyutları: 22

Allah'ın Âyetleri Ve Öncekilerin Masalları: 24

İnkarcının İspat Talebi: 24

Azap İstemelerine Cevap: 25

İnkarcıların Durumu: 25

Savaş Özgürlük İçindir: 29

Ganimetlerin Taksimi: 30

Allah İşitendir, Bilendir: 32

İman Edenler Ne Yapmalı?. 34

Münafıkların Durumu: 36

Kötüden Yana Değişim: 39

İnkar Ve İhanet: 41

Silah Caydırıcı Olmalıdır: 43

Barışa Barışla Karşılık Vermek: 45

Ceneha Kelimesinin Kur'an'daki Anlamları: 45

Allah Kafidir: 46

Savaşa Teşvik: 47

Allah'ın Ve İnsanların İstekleri: 50

İyilik Mekanı: Kalp: 52

Müminler Ve Dostluk: 53

İnkarcının İnkarcıya Yardımı: 55

Gerçek Müminler: 56

Geciktirilerek Yapılan Eylemler: 57

Enfâl Sûresinden Çıkarılacak Neticeler: 58


 

ENFÂL SÛRESİ

 

Enfâl Sûresi:

 

Adını 1. âyette geçen ganimetlerle iigîlı kelimeden almaktadır. Bedir Savaşi'ndan sonra inmiş Medenî bir süredir Tamamı Bedir Savaşı'na tahsis edilmiştir, ondan alınacak dersleri belirlemektedir. İyi anlaşılabilmesi için Bedir Savaşfnm tarihî olgusunun bilinmesi gerekir. Bu savaşın geçirdiği safhalar ve doğurduğu neticeler, ganimetlerin taksimi meseleleri ele alını ihanet ve barış konularma açılım getirimıektedİT.

Tartışmanın, tefrikanın, sosyal göçü nasıl ortadan kaldırdığı gündeme getirilerek, münafıkların davranışla­rı, sosyal olgular arasındaki benzerlikler, devletlerin çö­küş sebepleri, kalplerin kaynaşmasının arkasındaki güç,j hicret ve Allah yolunda cihad konuları açıklanmaktadır.

Sûrenin ilk kelimesinde "Sana soruyorlar" ifadesi yer almaktadır. Bu soru, yetmiş beş âyetle cevaplandırıl­mıştır. Enfal, yani "ganimetlef'le ilgili olarak sorulan buj soru, sûrenin iniş sebebim teşkil etmektedir.                

Bedir Savaşı ile ilgili olması açısından, Bakara sû-j resinin 216-218. âyetleri, Âl-i îmrân sûresinin 12-13, 123-126. âyetlerinin açılımı durumundadır. Diğer taraftan kalplerin kaynaşmasının ele alınması bakımından Âî-i İmrâu sûresinin 103. âyetinin de bir devamı duru­mundadır, Enfal sûresinin 3 ve 4, âyetleri, Bakara sûre­sinin 3. âyetinin açılımını yapmaktadır. Enfâl sûresinin 61. âyeti, Bakara sûresinin 208. âyetindeki barışla ilgili âyetin hayata geçirilmesini içeren hükmü taşımaktadır.

Âyet sayısı 75'tîr.[1]

 

Ganimetler Kime Aittir?

 

1. Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: "Gani­metler Allah ve Peygamberi'ne aittir. O halde Allah'tan sakınınız, aranızda barış ve esenliği sağlayınız. Eğer müminler iseniz, Allah ve Resulü'ne itaat ediniz".

Âyetin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:

1. "Sana savaş ganimetlerini soruyorlar". Kur'ân, soru­lan sorulan cevaplandırma bakımından zenginlik taşımaktadır. Se'ele keli­mesi, "sormak, istemek, sorgulamak, araştırmak, dilenmek" mânalarına gel­mektedir. Bu bağlamda Kur'ân'da pek çok konuda soru sorulduğu ve bunla­rın cevaplarının verildiği görülür. Bu âyetlere bakınca, şu neticeyi çıkartmak doğru olur. Nasıl ki Allah insanların sorularını cevaplandınyorsa, eğitimciler de öğrencilerinin sorularını cevaplandırmalıdırlar.

"Ganimetler" diye tercüme ettiğimiz enfâl kelimesi, neflin çoğuludur. Sözlük mânası, "hakkının ya da alacağının ötesinde fazladan alman şey"dir. Başka bir açıdan "yükümlülüğünden fazla olarak zorunlu olmadan verilen veya alınan şey"e nefl denmektedir. Nafile namaz denen salâtü'n-nefl de bu­nu ifade etmektedir. Zorunlu olmadığı halde kılınan namaza nafile denmek­tedir. Savaşta galip gelen tarafın mağlûp olan taraftan ele geçirdiği mal, er­zak ve mühimmata da bu isim verilmektedir.

Müslümanlar savaşırken amaçlarının ötesinde, önemi olmayan, basit ve arızî bir şeyi ele geçirmelerine de enfâl denmiştir. Asıl amaç, vatanını hürri­yetini ve canını korumak olduğu halde fazladan elde ettiği ganimetlere de bu isim verilmektedir.

2. "Deki: 'Ganimetler Allah ve Peygamberi'ne aittir". Bunun sebebi, müslümanlann ganimetler konusunda tartışmaya girmemele­ridir. Eğer âyetin başındaki "sormak" kelimesi, "Senden ganimetleri istiyor­lar" . "Deki: 'Ganimetler Allah ve Peygamberi'ne aittir" âyetlerinde olduğu gibi, sormak anlamında alınırsa, açıklama yapıldığım; istemek mânasına alı­nırsa, ganimetlerin kendilerine verilemeyeceğini anlamak mümkündür.

Yüce Allah'ın ganimete ihtiyacı var mı da ganimetlerin Allah'a ait oldu­ğu beyan edilmektedir? Ganimetlerin Allah ve Peygamberi'ne ait olmasının bir anlamı da, o konuda fetvayı verecek olanların onlar olduğudur. Başka bir ifade ile ganimetler konusundaki fetvayı Allah ve Resûlü'nün vermesi için bu ifadeye yer verilmiştir.

Başka bir açıdan bakarsak şöyle bir neticeye ulaşabiliriz: Ganimetlerin mülkiyetinin Allah ve Resûlü'nün üzerine alınmasıyla onlar kamulaştırılmış oldu. Çünkü Kur'ân ve Hz. Peygamber'in sünnetine göre ganimetler kamu malıdır. Yöneticiler tarafından kamunun yararına kullanılmalıdırlar. Onun içindir ki ganimetlerin dağıtımı, Enfâl sûresinin 41. âyetinde yapılmaktadır. "Bilesiniz ki, (savaşta) ganimet olarak her ne ele geçirdiyseniz, onun beşte biri Allah ve Peygamberi'ne, yakın akrabaya, yetimlere, ihtiyaç içinde olan­lara ve yolda kalmışa aittir".

Enfâl sûresinin 1. âyetindeki enfâl ile 41. âyetindeki "humus" kelime­leri arasında bağlantı kurup, "enfâl"in doğrudan doğruya ganimeti değil de Allah ve Peygamberi adına alınan beşte bir olan "humus"u ifade ettiğini söy­leyenler vardır. Hatta enfâlin, savaşsız müşriklerin mülkiyetinden çıkıp müs­lümanlann eline geçen "fey" olduğunu söyleyenler de vardır[2].

3. '"O halde siz müminler ise­niz Allah'tan korkunuz, aranızı düzeltiniz, Allah ve Peygamberine itaat edi­niz!" Ayetin bu kısmında "müminler iseniz" buyurularak, ganimetlerin Allah ve Peygamberi'ne ait olduğunu kabullenip eyleme dönüştürmenin alt yapısı­na işaret edilmektedir. Ganimetlerin kamunun yararına ve ihtiyaçlarının gi­derilmesinde kullanılacağını kabullenmenin zor bir iş olduğu, bunun kabulü­nün ancak iman sayesinde olacağına dikkat çekilmektedir. Âyetin sonundaki iman, insana neleri temin edecektir de insanlar enfâl hakkındaki hükmü ka­bulleneceklerdir? Sorunun cevabını âyetin bu kısmı vermektedir:

a) "Allah'tan sakınınız". Muhammed Esed'in dediği gibi "Al­lah'tan yana bilinç ve duyarlılık içinde olunuz" şeklinde anlaşılmalıdır. Al­lah bu emri ile konunun kabulünü, takvanın alanına almış ve onun gibi bir ruh olgunluğunun gerekliliğini şart koşmuştur. Takva denen ruh olgunluğu­nun, öncelikle hem iman etmiş olmanın işareti, hem de Allah'ın ganimetler hakkında verilen hükmün alt yapısı olduğu ortaya çıkmaktadır.

b) "Aranızı düzeltiniz!" Bu emirden anlaşılıyor ki, Bedir Savaşı'nı kazananlarla savaşa katılmayanların arasında ganimetlerden fayda­lanma konusunda bir tartışma çıkmıştır. Yoksa "Aranızı düzeltiniz!" emri bu­rada yer alır mıydı? Savaşa katılmadığı halde ganimetlerden istifade edenle­rin üçü muhacirlerdendi: Hz. Osman, Talha ve Saîd b. Zeyd. Onların beşi de ensârdandı: Ebû Lübâbe Mervân b. Abdülmünzir, Âsim, Haris b. Hatîb, Ha­ris b. Samt, Huvât b. Cübeyr.

Bunun anlamı din kardeşi olduğunuzu, aynı değerlere bağlı olduğunu­zu asla aklınızdan çıkartmayınız, aranızdaki tartışmaları, çekişmeleri, uyuş­mazlıkları bir kenara atarak aranızdaki kardeşlik bağlarını canlı tutunuz, de­mektir. Benzer bir emir, Hucurât sûresinin 10. âyetinde de verilmektedir. Orada, inananların kardeş oldukları, aralarını düzeltmenin gerekli olduğu gündeme getirilmektedir.

c)  "Allah ve Peygamberi'ne itaat ediniz!" Münakaşa, tar­tışma ve kavgaları ortadan kaldırmak için Allah ve Peygamberi'ne itaat et­mek, çok önemli bir alt yapıyı teşkil etmektedir. Enfâl sûresinin 46. Âyetinde de bu durum gündeme taşınmaktadır. Demek ki Allah ve Peygamberi'ne ita­at, saldırganlık içgüdüsünü disipline etmekte, yanlış üzerinde tartışmayı ön­lemektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, burada ganimetlerin Allah ve Peygambe­ri'ne ait olduğu şartı getirilmekle, müminlerin Allah'tan sakınmalarının bir sonucu olarak aralarındaki tartışmayı düzeltmeleri, Allah ve Peygamberi'ne itaat etmeleri gibi önemli eylemlerin gerçekleştirilmesi istenmektedir. Kısa­ca söylersek takva, barış ve itaat, imanın ürünleri olmaktadır.

Buradaki ganimetler meselesi, tarihî bir olgu olarak kalmamalı, günü­müze ve geleceğe taşınmalıdır. Savaş yoluyla veya savaş yapmadan elde edi­len menkul veya gayri menkullerin kamuya ait olduğu ve onlardan nasıl isti­fade edileceği konusuna Enfâl sûresinin 1 ve 41. âyetlerinde açıklık getiril­mektedir.

Bu âyette yer alan emirlerden de şunu anlıyoruz: Allah'tan sakınma, aralarında barış yapma, Allah ve Peygamberi'ne itaat etme gibi eylemleri in­sanlar gerçekleştireceklerdir. İnanan insanların bu eylemlerinin arkasında kendi iradeleri vardır. Onun için bu eylemleri yaptıkları takdirde, ürünleri de kendilerine ait olacaktır. Diğer taraftan bu eylemlerin, imanın gerekleri oldu­ğunu da görüyoruz. "İnanıyorsanız bunları gerçekleştirmeniz gerekir" denir­ken, imam, eylemlerin olmazsa olması haline getirmektedir.[3]

 

Gerçek Müminin Özellikleri:

 

2. inanmış olanlar ancak o kişilerdir ki, Allah anıldığın­da yürekleri ürperip titrer ve onlara Allah'ın âyetleri okunduğunda, bu onların imanlarını artırır ve onlar yalnız Rablerine güvenip dayanırlar.

3.  Onlar namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcarlar.

4. işte onlar gerçek müminlerdir. Rableri katında dere­celer, bağışlanma ve onlar için bol rızık vardır.

Burada inanan insanların psikolojik analizi yapılmaktadır. Bir önceki âyette, inanmış olmanın gerekleri olan eylemler gündeme getirilmekte, bura­da ise onların psikolojik durumları ele alınarak Allah'ın anılması ve âyetleri­nin okunması durumunda nasıl bir değişime uğrayacalanna dikkat çekilmişt­ir.

1. "Allah anıldığında yüreklen ürperip titrer". 1. âyet­le bağlantı kurarak açıklamak gerekirse, 1. âyette Allah'ın adı üç kere anıl­maktadır. "Ganimetler Allah'ındır, Allah'tan sakınınız ve Allah'a itaat edi­niz" . Bu âyetlerde geçen Allah ismine karşı nasıl bir tavır takınılacağı mese­lesi de 2. âyette ele alınmaktadır.

Allah'ın adı anıldığı zaman müminin kalbi ürperir. Bu hali şu şekilde açıklayabiliriz: Bir genç sevgilisi ile bir araya geldiğinde veya onun ismi anıldığında heyecanlanır, kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpar. İnanan insan da Allah'ı öylesine sever ki, O'nun ismi anıldığında kalbi titrer. Burada ma­nevî oluşumun, kalbi harekete geçirmesine şahit oluyoruz. Manevî oluşum, biyolojik organın hareketini değiştirmektedir. Allah'ın adı anılınca, inanan in­sanın kanının dolaşımı değişmekte, kalp atışları da hızlanmaktadır.

Âyette geçen vecile kelimesi, "çok korkmak" mânasına da gelmek­te ve Hicr sûresinin 53. âyetinde bu anlamda yer almaktadır: "Korkma! Biz, sana bilgili bir oğul müjdeliyoruz". Kur'ân'm diğer âyetlerin­de vecile kelimesinin psikolojik anlamını taşıyan başka kelimeler de vardır. Meselâ Zümer sûresinin 23. âyetinde bununla ilgili olarak şu ifade yer al­maktadır:

"Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar oku­nan bir kitap olarak indirdi. Rablerine saygı duyanların, bu kitabın etkisin­den tüyleri ürperir, derken hem bedenleri hem de gönülleri Allah'ın zikrine ısınıp yumuşar".

Öyle anlaşılıyor ki, Kur'ân okunduğunda müminlerin tüyleri, yani âyette geçen derileri ürperir, daha sonra da hem derileri hem de gönülleri yu-muşayacaktır. Burada ürperme ile yumuşama arasında bir iniş çıkış vardır. Bu iniş çıkışın, yani derilerin ürpermesi, sonra da yumuşamasının son nokta­sı, yani durulma noktası Ra'd sûresinin 28. âyetinde "doyum" noktası olarak tesbit edilmiştir. ,i£!&\jwl£A\3uW "Bilesiniz ki kalpler ancak Allah'ı düşü­nüp anmakla doyuma ulaşır". Ürperti ile yumuşama ritmi, doyum psikoloji­sinde zirveye ulaşır.

2. "Kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda, bu onların imanlarını artırır". Allah'ın ismi anıldığında kalpleri ürperip titrer­ken, Allah'ın âyetleri okunduğunda imanları artıyor. "İmanlarını artırması" ifadesinden çıkarılacak önemli neticeler vardır. İslâm düşünürleri, imanın ar­tıp artmadığı meselesini tartışmışlar ve artmayacağını söyleyenler olmuştur. Âyetin bu kısmında onlara cevap verilmektedir.

Allah'ın âyetlerini dinleyip anlayanların imanlarının artacağının belir-tilmesiyle, beyin ile gönül arasındaki ilişkiye de işaret edilmektedir. Okunan âyetlerin duyumları kulaklar vasıtasıyla beyne taşınır, beyin onları aklın ka­lıplarına sokar. Bunların anlaşılmasıyla, gönüldeki imana doğru akım başlar ve iman tatmin noktasına doğru yol alır. Onun bu şekilde yücelmesinin anla­mı, artmasıdır. "İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye müminlerin kalplerine güven indiren O'dur" (Fetih 48/4) buyurulmakla, imanın artacağına dikkat çekilmekte, kalpteki imanı artıran iki şey gündeme getirilmektedir: Kur'ân âyetleri (Enfâl 8/2), sükûnet ve gök­lerle yerin bütün güçlerinin Allah'a ait olduğunun bilgisi (Fetih 48/4). Demek ki iman artmaktadır ve bu artış doyum noktasına kadar devam etmektedir.

3. "Rablerine dayanıp güvenirler". Mümin sadece Allah'a güvenir. Tevekkülün tam anlamıyla gerçekleşebilmesi için imanın doyum noktasına doğru yol alması gerekir. Bu yüzden önce kalbin ürpermesi, ardın­dan imanın artması, sonra da Allah'a tevekkül gündeme getirilmiştir. Bütün işlerinde sadece Allah'a güvenmek, O'na dayanmak, O'nu vekil edinmek ima­nın zirvedeki durumunun birer ürünü olmaktadır.

Allah'ın adı anıldığında kalbin ürpermesini, Allah'ın azabından kork­ma; âyetleri okununca imanın artmasını, O'nun bütün emirlerine boyun eğ­me; O'na tevekkülü de O'nun lütuf ve ihsanına itimat olarak alabiliriz. Allah dışındaki bütün varlıklardan sıyrılmayı, her şeyde Allah'a dayanmak anla­mında almak gerekir.

4. "Onlar namazlarını doğru kılarlar". Namazın "doğru kılınması" ne anlama gelmektedir? Bu sorunun cevabını Mü'minûn sûresinin 2. âyeti vermektedir: "Onlar ki, namazlarında huşu bulur-

lar" . Namazda huşu, namazın doğru kılındığının bir işaretidir. Huşu, "kalbin ürpertisinden sonra yumuşaması, imanın artmasından sonra duyulan bir al­çak gönüllülük, samimiyet ve ihlâs"tır. Burada sözü edilen namaz, bütün bu oluşumları içinde taşıyarak kılınan namazı ifade etmektedir. Namaz konusu, Bakara sûresinin 3. âyetinde anlatılmıştı.

5. "Kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcayanlardır". Allah yolunda infak, yani malın harcanması meselesi, Ba­kara sûresinin 3. âyetinde derinlemesine açıklanmış, burada inanan insanın özelliklerinden biri olarak ele alınmış, çoğu âyetlerde olduğu gibi namazdan sonra getirilmiştir.

İnfâk, yani kamunun ve fakirin lehine maldan fedakârlık yapma mese­lesinde, şuurun olmasına dikkat çekilmektedir. Âyette "kendilerine rızık olarak verdiğimizden" buyurulurken, nimetin, rızkın, Allah'tan geldiği bildirilmekte ve infak öğretilmektedir. Mümin insan, rızkı Allah'ın verdiğini ve O'nun adına fedakârlık yapılarak kamuya veya fakire verileceğinin bilin­cinde olmalıdır.

Kendisinin elde ettiğini bilerek veya inanarak infak etmesi çok yanlış olacaktır. Sahip olduğu mal mülk veya paranın kaynağında Allah'ın iradesi, takdiri, planlaması, diğer tarafta kendi emeğinin, çalışmasının olduğuna ina­narak yardımda bulunmasının önemi vurgulanmaktadır.

6. "İşte onlar gerçek mümin­lerdir. Onlar için Rableri katında nice dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır". Enfâl sûresinin 1. âyetinden itibaren müminlerin özellikleri ele alınırsa, "gerçek mümin "in kim olduğu ortaya çıkarılmış olur. Allah'tan sakı­nan, aralarında barış yapan, Allah ve Peygamberi'ne itaat eden, Allah anıldı­ğında kalbi ürperen, Allah'ın âyetleri okunduğunda imanı artan, Allah'a gü­venip dayanan, namazını kılan ve Allah yolunda O'nun verdiği nimetlerden harcayanlar gerçek müminlerdir.

Buradan şu neticeyi çıkartıyoruz: Mümin, imanının gerçekliğini ve gü­cünü eylemleriyle ortaya koyup ispat edecektir. Allah, "iman" kelimesinin yanında bir de "hak" kelimesini getirmiş, iman ile gerçek iman meselesine dikkat çekmiştir. Yüce Allah imana gerçeklik sıfatını kazandırmak için mü­minin neler yapacağım öğretmekte, bu sıfatın kolaylıkla elde edilemeyeceği­ne işaret etmekte, böylece amelin imana hangi sıfatı kazandıracağını da öğ­retmektedir.

İman uçarnayan bir kuşu andırmakta, amel ise onu yücelere uçurmak­tadır. "Allah'a ancak güzel sözler yükselir; on­ları da Allah'a iyi amel ulaştırır" (Fâtır 35/10). Demek ki güzel söz, imanı ifade eden kelime-i tevhîd, yani lâ ilahe illallah olduğuna göre, bu söz Al­lah'a yükselme özelliği taşımakta, onu Allah'a ulaştıran da amel olmaktadır.

Enfâl sûresinin 4. âyetinde imandan bahsedilirken, ona bir "gerçek" sı­fatının ilâve edilmesini temin eden gücün ve yukarıda sıralanan amellerin ne­ler olduğunu görüyoruz. İman olmadan amelin bir değeri olmadığı gibi, amelsiz imanın da bir gerçekliği yoktur. Enfâl sûresinin 4. âyetinde gerçek imana sahip olan müminlerin durumunun neler olduğu açıklanmaktadır.

1. "Onlar için Rableri katında nice dereceler vardır". Buradaki "Allah katında" ifadesini hem dünyada hem de âhirette onların Al­lah katında büyük onurları ve dereceleri olacağına bir işaret olarak almak ge­rekir. İman ve amelin dünyada ferdin iç âlemine sağladığı esenlik, huzur ve tatminin dereceleri olduğuna işaret eden bu âyet, âhirette de aynı konuda in­sana bir esenlik, huzur ve mutluluk temin edecektir. Âyetteki "dereceler" kelimesini, "üstünlükler" şeklinde mânalandırmak da mümkündür. Eylemsiz imana sahip olanla, gerçek mümin, yani yukarıdaki eylemleri gerçekleştiren­lerin aynı derecede olmayacağı gündeme getirilmektedir. Allah katında in­sanların bu dünyada ve âhirette kazandıkları derecelerin sebepleri, âyetlerde şöyle sıralanmaktadır: Amel, iman ve ilim (Mücâdele 58/11), amel (Ahkâf 46/19), iman ve amel (Tâhâ 20/75), Allah uğruna vatanını, hürriyetini, namu­sunu ve dininin korumak için savaşmak (Nisa 4/95-96), farklı anlarda farklı amel üretmek (Hadîd 57/10). Bütün bu âyetler bize, iman ile amelin insanla­ra Allah katında üstünlükler temin ettiğini öğretmektedir.

Burada sorulması gereken soru şudur: Dünyadaki dereceler ne olabilir? Bu sorunun cevabım Kur'ân âyetleri olmaksızın vermek mümkün değildir. Yüce Allah, gerçek iman ile ameli birleştirenlere lâyık gördüğü takdirde si­yasî erki elinde bulundurma üstünlüğünü vermekte, bunu onlara bir deneme olarak yöneltmektedir:

"Sizi yeryüzünün idarecileri kılan, size verdiği nimetler konusunda sizi dene­mek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur" (En'âm 6/165).

İnsanlığa akıl verecek, kendisine danışılacak, ayağına gidilecek ve in­sanlığı idare edecek ölçüde siyasî erki elinde bulunduracak seviye, dünyevî derecelerin doruk noktasını teşkil etmektedir. Böyle bir derece câhile, gerçek imana sahip olmayana, inandığını ve bildiğini eyleme dönüştüremeyene el­bette verilemez. Siyasî erki elinde bulunduracak insanların bilgi, gerçek iman ve bunların eyleme dönüştürecek niteliğe sahip olması gerekir. Bu insanlar, yani gerçek imana sahip olup gerekli eylemleri üretenlerin diğer bir derecesi de, işveren olup başkalarını istihdam edecek seviyeye gelmesidir: "Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçim­liliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerini istihdam etmeleri için ki­mini ötekine derecelerle üstün kıldık" (Zuhruf 43/32).

Bu insanların bir de âhirette Allah katında dereceleri, yani üstünlükleri vardır. Meselâ Allah yolunda vatanını, milletini, hürriyetini, namusunu koru­mak için savaşıp şehid olarak ölen müminin şehidlik derecesini kazanması,

ulaşılamayacak bir derecedir (Bakara 2/154; Tevbe 9/20). Böyle bir mümin imanını, kendini Allah yolunda feda ederek eyleme dönüştüren biridir. İman ve amelleriyle Allah'a yaklaşan bir kul olan insana Allah, naîm cennetini ödül olarak verecektir (Vâki*a 56/88-89). Bu da âhirette en önemli derecelerden birini teşkil etmektedir.

Yüce Allah cennetin en yüksek makamını, bazı amelleri gerçekleştiren­lere verecektir: Câhil insanlar kendilerine laf ettiğinde selâm deyip geçenler, gecelerini namaz kılarak geçirenler, azaptan kurtulmak için dua edenler, har­carken cimrilik veya israfa kaçmadan orta yolu tutanlar, şirk koşmayan, in­san öldürmeyen ve zina etmeyenler, tövbe edip af dileyenler, yalan yere şa­hitlik etmeyip boş laflara kulak asmayanlar, Allah'ın âyetlerine karşı kör ve sağır gibi davranmayanlar, gelecek nesilleri için Allah'a yalvaranlar, cennet­teki bu yüksek makama sabırları gereği ereceklerdir. Orası çok güzel bir yer­leşme yeridir (Furkân 25/63-76).

Demek ki âhiretteki dereceler, farklılıklar ve üstünlükler, bu dünyadaki iman ve amelle kazanılmaktadır. Dereceler buradan oraya taşınmaktadır. Dünya ve âhiretteki üstünlük kazanmanın eğitim açısından en önemli etkin­liği, müminleri motive etmesi ile ortaya çıkmaktadır. Dereceler, bu dünyada iyilik konusunda yarışmayı ve bu yarışmayı kazanma gayretini oluşturmak­tadır (Tevbe 9/100).

2. "Onlar için bir af vardır". Enfâl sûresinin 1-3. âyetlerinde sı­ralanan amelleri yerine getirenlere af ilân edilmektedir. Bundan şunu anlıyo­ruz: Bu kadar güzel amelleri gerçekleştiren insanlar, küçük de olsa günâh iş­lemiş olabilirler. Günâhlarından dolayı onlara ceza değil de bir af olacağı ilân edilmektedir. Af ilânının insan psikolojisine etkisi şudur: Günâhlarından do­layı karamsarlığa kapılmasını önleyip, ona bir çıkış kapısı sunmak.

İyi amellerin kötülükleri, yani günâhları ortadan kaldıracağına dikkat çekilmektedir (Hûd 11/114). Ama bu müminler öylesine erdemli davranışlar sergilemektedirler ki, bu amelleri, onların günâhlarının silinmesine bile se­bep olmaktadır. Bu durum bize, çok başarılı ve verimli olan insanların bazı hatalarının görmezlikten gelinmesi ilkesini öğretmektedir.

Buradan şu kural çıkıyor: Müminler iyi ameller ürettikçe, kötülüklerin alanını, ağırlığını ve çokluğunu ortadan kaldıracaklardır. İyiliği üretmedikçe, yaymadıkça, kötülükle mücadele verilemez ve onun alanı daraltılamaz. İyi ameller yapanlar, kendi kötülüklerini, günâhlarını ortadan kaldırması için Al­lah'ın takdirini harekete geçirmekte, O'nun af sıfatını çalıştırmaktadırlar.

3. "Onlar için bol bol rızık vardır". Rızık deyince hem dünya­da hem de âhirette olacak rızık ödüllendirmesi vurgulanmaktadır. Demek ki iyi ameller, insana Allah katında şeref kazandırıyor, yani manevî bir yücel­meyi temin ediyor, hatalarının affını temin ediyor, aynı zamanda ekonomik değerinin teminini sağlıyor. Âyetin bu kısmında geçen kerîm sıfatının anla­mını, "bol, tükenmez, değerli" olarak verebiliriz. Dünyada ekonomik nimeti ifade eden nzık kelimesi, âhirette de cennet nimetlerine işaret etmektedir. Daha önce Bakara sûresinin 25. âyetinde anlatılan, cennette ruhî olarak tadı­lan ve dünyadakilere benzeyen sonsuz nimetleri içermektedir.

Kur'ân'ın çeşitli âyetlerinde anlatılan cennet nimetleri, "kerîm"dir, ya­ni tükenmezdir, sonsuzluk âleminin nimetlerini teşkil etmektedir. Bu âyette tükenmez nimetlerin neler olduğu anlatılmamakta, ama Kur'ân'm diğer âyet­lerinde onların neler olduğu açıklanmaktadır. Aslında rızkı dünyada bir eko­nomik değer, âhirette de cennet nimetleri olarak düşünmek yeterli değildir. Ruhsal esenlik, huzur ve mutluluk da bir nzık, bir nimet ve bir lütuftur. Dün­ya ve âhirette duyulan mutluluk, "şerefli nimet" olarak düşünülebilir. Böyle­ce iman ile iyi amellerin kimi zaman ekonomik, kimi zaman da manevî mut­luluğa dönüştüğünü görüyoruz.[4]

 

Bedir Savaşı'nın Sebebi:

 

5.  Bildiğiniz gibi, Rabbin seni hak uğruna, öz yurdun­dan çıkartmıştı ve müminlerden bir grup tamamen is­teksizdi.

6. İş apaçık ortaya çıktıktan sonra bile, hak konusunda seninle çekişiyorlardı. Sanki onlar gözleri baka baka ölüme sürükleniyorlardı.

7.  Hatırlayınız ki, Allah size iki gruptan (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vaad edi­yordu, siz de kuvvetsiz olan (kervan)n sizin olmasını is­tiyordunuz. Oysa Allah sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve (Kureyş ordusunu yok ederek) kâfirlerin ardını kes­mek istiyordu.

8. Bu istek, günahkârların hoşuna gitmese de hakkı ger­çekleştirmek ve bâtılı ortadan kaldırmak içindi.

Bu âyetlerin analizinden çıkarılacak önemli sonuçlar vardır. Bunlar Be­dir Savaşı'nın sebeplerini ve sonuçlarını verecek, savaş kahramanlarının psi­kolojik tavırlarını da belirleyecektir. Zaten Enfâl sûresinin tamamı, Bedir Sa-vaşı'nın çeşitli boyutlarını ele almakta, sonuçlarını tesbit etmektedir.

1. "Bildiğiniz gibi, Rabbin seni hak uğruna, öz yurdundan çıkarmıştı". Âyetin bu kısmında yer alan "ev" kelimesi, Hz. Pey-gamber'in Medine'deki evi olacağı gibi, Medine'nin tamamı da olabilir. Onun için "ev"e yurt mânası verebiliriz. "Senin evinden" buyurulurken, "senin öz yurdundan" ifadesi kastedilmiş olabilir.

Burada sorulacak soru şudur: Yurdundan, yani evinden Hz. Peygam-ber'i Rabbi niçin çıkartmıştır? Âyetin bu bölümündeki bi'1-hakk keli­mesi, soruyu cevaplandırmaktadır: "Hak uğruna". O zaman buradaki hak ne anlama gelmektedir? sorusu sorulabilir. Cevap olarak da hikmet ve doğruluk dolu olan bir gerçek uğruna çıkarılmıştır, diyebiliriz. Düşmana karşı verile­cek olan savaşın getireceği bütün faydalarla dolu olduğu bir amaç uğruna de­mektir. Âyetteki hak kelimesinden şu sonuç çıkartılabilir: Savaş, mutlaka hikmet dolu, yani topluma fayda getirecek bir amaç uğruna yapılmalıdır. Ak­si takdirde bir hiç uğruna savaş yapılıp insan öldürülmemeli ve barış katle-dümemelidir.

2. "Müminlerden bir grup kesinlikle istemediği halde!" Müminlerin bir grubu, savaşmayı istemediğinden dolayı senin yur­dundan, yani evinden çıkmanı istemiyordu. Allah onların istememesine rağ­men seni yurdundan çıkardı, anlamına gelmektedir. Allah, gelecek nesillere eğitim verirken, geçmişin olgularını örnek olarak seçmektedir.

Savaş ateşi yanmaya başlayınca, bazı insanların savaştan korkarak bu­nu istemeyeceklerine işaret eden bu âyet, ihanetin içten geleceğini vurgula­maktadır. Kimi zaman savaşa karşı gelme, toplumun direncini, cesaretini ve müdafaa gücünü kırabilir. Böylesine olumsuz bir tepkinin nereden kaynak­lanabileceği daha önce Bakara sûresinin 216. âyetinde etraflıca izah edilmiş­ti: "Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı ol­duğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hal­de bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz".

Demek ki gerekli olduğu zaman savaşta iyilikler vardır. İnsanoğlu bil­mediğinden dolayı savaşı istemez. Bu isteksizliğinde kendisi için iyilik oldu­ğunu farkedemez. Ama bazan bir şeyi canıgönülden ister, ama onda kötülü­ğün olduğunu farkedemez. Demek ki insanların istekleri her zaman faydalı olana yönelik olmayabilir. İstek yanlış olunca, yönlendirici özelliğini kaybedecek ve bir seçenek olmaktan çıkacaktır. Allah, Hz. Peygamber'e ve daha sonra gelecek devlet adamlarına, halkın yanlış isteklerine prim vererek, ken­di kararlarını ve bundan etkilenmemesi, kararın hak uğruna verilmesi gerek­tiğini öğretmektedir.

3. "ݧ aPaSık ortaya sonra bile, hak konusunda seninle çekişiyorlardı. Sanki onlar gözlen baka baka ölüme sürükleniyorlardı". Apaçık ortaya çıkan neydi? Hz. Peygam-ber'in hayatında Bedir Savaşı bir "cihâd" idi. Sosyal şartlar öylesine geliş­mişti ki, savaş kaçınılmaz bir hal almıştı.

Hz. Peygamber Mekke'yi terkedip Medine'ye yerleşmesinden sonra, Mekkeli müşriklerle Medine'deki müslümanlar arasında soğuk savaş hali, varlığını her zaman hissettiriyordu. Hicrî 2. yıla kadar iki taraf arasında fiilî bir karşılaşma olmamıştı. Buna rağmen Medineli müslümanlar her an Mek­keli müşriklerin saldırısıyla karşı karşıya kalacaklarını hissediyorlardı.

Öyle anlaşılıyor ki Hz. Peygamber, müslümanlarm devamlı olarak müşriklerin saldırı tehdidi altında yaşamalarına son vermek, müşriklerle sı­cak harbe girerek onlara bir darbe indirip, müslümanlara güvenlik duygusu sağlamak ve müslümanlarm gücünü göstermek amacını güdüyordu. Pek çok kitapta anlatıldığı gibi müslümanlar, Ebû Süfyân'ın önderliğinde Suriye'ye giden bir ticaret kervanının Mekke'ye dönmek üzere güneye doğru yola çık­mış olduğu ve birkaç hafta sonra Medine yakınlarından geçeceğini öğrenip, kervana sadece ganimet almak için saldırmak istemişti. Hz. Peygamber'in asıl amacı kervana saldırmak olsaydı, Ebû Süfyân'a, Mekke'den âcil bir yar­dım isteme fırsatım vermeyebilirdi. Ama Hz. Peygamber, Ebû Süfyân'a hızlı bir kurye gönderip Mekke'den yardım isteme fırsatını verdi.

Demek ki Hz. Peygamber'in asıl amacı ticaret kervanına saldırmak de­ğil, kervanı ürküterek Mekke müşrikleriyle bir meydan muharebesi yapıp müslümanlann soğuk savaş tehdidi altında yaşamalarına son vermek ve bir güvenlik ortamı oluşturmaktı.

Ebû Süfyân müslümanlann saldırı haberini alınca, Medine yolundan uzaklaşarak kıyı şeridine yaklaştı ve oradan Mekke'ye doğru yol aldı. 700 de­ve, 100'den fazlası süvari olmak üzere zırh kuşanmış 1000'den fazla savaşçıdan meydana gelen Kureyş ordusu, Ebû Süfyân'ı karşılamak üzere yola çık­tı ve Ebû Süfyân kıyı şeridinden yol aldığı için, onunla karşılaşmadan Bedir'e geldiler.

Aynı zamanda Hz. Peygamber de 70 deve, 2 at ve son derece zayıf do­nanımı olan 300 kadar savaşçı ile Bedir'e gelmişti. Bu hareketleriyle müslü-manlann bir kısmı kendisini müdafaadan âciz bir ticaret kervanına saldıra­caklarını zannediyorlardı. Bedir'de kendilerinden hem sayıca hem de dona­nım bakımından üç kat daha fazla olan bir ordu ile karşılaşınca, bir savaş şû­rası toplayıp meseleyi tartıştılar. Şûrada Medine'ye dönmek isteyenler oldu, ama Hz. Ebû Bekir ve Ömer'in başını çektiği grup da derhal müşrik ordusu ile savaşa girmek istiyordu. Ebû Bekir ve Ömer'in bu düşünceleri ve tutum­ları müslümanlann üzerinde etkili oldu ve Hz. Peygamber müşrik ordusuna karşı taarruz emrini verdi.

Enfâl sûresinin 6. âyetinde geçen "hak ortaya çıktıktan sonra" ifadesi, sıcak savaşa girme kararı ve onun önemi ortaya çıktıktan sonrasını kastet­mektedir. "Göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi seninle tartışıyor­lardı" ifadesi de, savaş şûrasında Medine'ye dönmek ve savaşmak isteyen gruba işaret etmektedir. "Seninle mücadele ediyorlardı" ifadesinden çıkarı­lacak önemli netice şudur: Bir savaş sırasında peygamberi ile tartışma yapa­cak kadar müslümanlar hürriyete sahiptiler.

Hz. Peygamber köle ruhlu bir toplum değil, düşüncesi yanlış bile olsa onu söyleyebilen, sürülükten kurtulmuş bir toplum meydana getirmek isti­yordu. Danışılan, danışıldığında fikrini beyan eden, yeri geldiğinde fikrinden kendi iradesi ile vazgeçip doğru olana katılan bir toplum oluşturmanın ide­alini, savaş sonrasında bile hayata geçiriyordu. "Ey iman edenler Peygamber'e, 'Bizi güt!' demeyiniz" (Bakara 2/104) emrini kendi uygulamalarıyla ashabına yaşatıyordu.

4. "Hatırlayınız ki, Allah size iki gruptan (kervan veya müşrik ordusundan) birinin sizin olduğu­nu vaad ediyordu. Siz de kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordu­nuz" . Yüce Allah denemek mahiyetinde iki seçenekle müslümanları karşı karşıya bıraktı. Ticaret kervanı mı, yoksa Mekke'den gelen müşrik ordusu mu? Her ikisi vaad ediliyordu. Bu konuda da Hz. Peygamber müslümanlar-la istişare etti, çoğunluk müşrik ordusunu tercih etti. Ashâb, kervanı bırakıp müşrik ordusuna saldırmayı uygun buldu. İsrâüoğuHarinın Hz. Musa'ya: "Sen git Rabbinle beraber savaş, biz burada oturacağız" (Mâide 5/24) de­meleri gibi demeyeceklerini beyan ettiler.

Yüce Allah, müslümanlann bir kısmının güçsüz olanı, yani kervanı ter­cih etmelerini âyette gündeme getirmekte, böylece insanların daima güçsüz olanı ezmeye çalıştığı psikolojisinin analizini yapmaktadır. Diğer taraftan za­yıf olanı yenmekle başarılı bir zafer elde edilemeyeceğine, ama güçlü olana karşı koyup mağlûp etmekle basan elde edileceğine de dikkat çekilmektedir. Başarının zor olanı gerçekleştirmekle kazanılacağı ilkesini getiren bu âyet, yine seçenek sunmanın önemini de vurgulamaktadır.

5. "Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve kâfirlerin ardını kesmek istiyor­du. (Bunlar) günahkârlar istemese de hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı ortadan kaldırmak içindi". 7. âyetin son kısmı ve 8. âyetin tamamı ile, Bedir Sava-şı'nın amacı belirlenmektedir. Bu amaçları maddeler halinde şöyle sıralaya­biliriz:

a) "Sözleriyle hakkı gerçekleştirmek!" Yüce Allah emir­leriyle hakkı gerçekleştirmeyi, açığa çıkartmayı ve bunun insanların hayatın­da yer almasını istiyordu. "Allah istiyor" ifadesi ile Allah Bedir Savaşı'nın yapılma kararını Hz. Peygamber'in vermediğini, onun arka planında ilâhî ira­denin olduğunu göstermektedir. Allah, emirleriyle hakkı açıklamaktadır, ama bir de hakkın eylem ile gerçekleştirilmesi vardır. Hakkın emrini Allah veri­yor, eylem haline gelmesini müslümanlardan istiyor. Ayetin bu kısmında "hak" kavramı hem yüklem hem de tümleç durumundadır. Bunun anlamı, emredilen hakkın hayata geçmesidir.

Mücadele vermeden Allah'ın emrettiği hakkı hayata geçirmenin imkân­sız olduğu anlardan biri de Bedir Savaşı'nın şartları olmuştur. Birinci derece­deki amaç, inkârın insanların gönlünü kirletmesini ortadan kaldırıp hakkı onun yerine dikmektir. Böyle bir amaç uğruna savaş yapılabilir.

b) "Ve kâfirlerin ardını kesmek istiyordu". Kâfirleri mağlûp edip, onların korkutucu etkinliklerini yok etmek, soğuk savaşın ge­tirdiği ezici psikolojik bunalımı ortadan kaldırmak, güvenliği temin etmek, artık Hz. Muhammed'in başlattığı bu hareketin bir hayal olmadığını, yeni bir siyasal gücün doğduğunu kabul ettirmek için müşriklerin hezimete uğratılmasını amaçlıyordu.

Âyetin bu kısmında yer alan dâbir kelimesi, "sonucu" anlamına gelmektedir. Bir kimse arkasını dönüp gittiğinde söylenen debere fiilin­den türemiştir. Kesmek fiili ile beraber kullanılınca, "kökünü kesmek, kökü­nü kurutmak" mânasına gelmektedir. Müslümanların bir kısmı birtakım mal­lan ele geçirmek için kervana saldırmak istiyorlardı, ama Allah, kâfirlerin or­dusuna saldırarak şirkin kökünü kazımak istiyordu.

Kâfirlerin kökünü, ardını kesmenin anlamı, onları öldürmek değildi. Müslümanların ağır bastığını görerek, onların nesillerinin İslâm'a girmeleri­ni temin etmek suretiyle inkârın ardını kesmeyi ifade etmektedir. Kâfirleri öl­dürünce, dini kime tebliğ edecekti? Amaç insanları öldürmek değildir, inkâ­rın kökünü kesmektir. Ama inkârı müdafaa etmek için savaşı tercih edenler de zamanı gelince ölümle karşı karşıya kalacaklardır.

c) "Hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı ortadan kaldırmak içindi". Müşrikler bâtılı savunuyordu, Kur'ân ise hakkın ta kendisi idi. Kur'ân gelince, bâtıl gitmeliydi. Kur'ân bunu bilgi düzeyinde yapıyordu, ama hayata tatbik edilmesi bakımından insanın emeğine, eylemine, gerekti­ğinde mücadelesine ihtiyacı vardı.

İsrâ sûresinin 81. âyetinde şöyle buyurulmaktadır: "De ki: 'Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur". Enfâl sûresinin 8. âyetinde hakkı gerçekleştirme ve bâtılı orta­dan kaldırma amacına yönelik ilâhî takdirin gerçekleşmesi, Kur'ân sayesin­de olmaktadır. Bedir Savaşı, bu eylemin vasıtalarından biri durumundadır.

Günümüzde Bedir Savaşı gibi savaşlar olmakla beraber, esas savaş medya alanındadır. Söz ve kalemleriyle bâtılı müdafaa edenler karşısında, müslümanlar da aynı vasıtalarla hakkı savunarak mücadele vermelidirler.

"Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isti­yorlar. Halbuki hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlamaktan asla vaz­geçmez. Müşrikler hoşlanmasalar da dini bütün dinlere üstün kılmak için re­sulünü hidâyet ve hak din ile gönderen O'dur" (Tevbe 9/32-33).

Hak gerçekleşince, bâtıl kendiliğinden gidecektir, çünkü bâtılın buluna­cağı yerleri hak işgal etmiş olacaktır. Böylece şu gerçek ortaya çıkmaktadır: Bedir Savaşı'nın asıl amacı hakkı yaymak, gerçekleştirmek ve onu yaparken bâtılın gitmesini, iptalini, yok olmasını temin etmektir.

Dikkat edilirse 7. âyetin sonunda "Allah istiyor" ifadesi yer almakta­dır. Allah istiyor, ama ilâhî iradeyi insan tatbikat alanına koyuyor. Böylece Bedir Savaşı ilâhî irade ile kulun eyleminin buluştuğu bir faaliyet olmakta­dır. Demek ki Bedir Savaşı, daha çok eğitim amaçlı bir faaliyet olmuştur. Al­lah bu eğitim amaçlı faaliyetini "Günahkârlar istemeseler bi­le!" gerçekleştireceğini âyetin sonunda vurgulamaktadır.

Bunu şu şekilde yorumlayabiliriz: Bir öğrenciyi öğretmenleri terbiye etmek için çeşitli metotlar kullanırlar. Maksatları disipline uymayan yaramaz öğrenciyi kazanmaktır. Yaramaz öğrenci, disiplinsizlik alışkanlığını sürdür­dükçe, cezalandırma da tedricen arttırılır. Ceza, eğitim yerini değiştirmeye kadar varabilir. Allah bâtılı savunan müşrikleri, suçluları ve kâfirleri terbiye etmek için peygamberini göndermiş, onun eğitimi için gerekli vahyi de ver­miştir. Buna rağmen terbiye olmayanların cezalandırılıp yola getirilmesi me­toduna başvurmaktadır. Bedir Savaşı böylesine eğitim amaçlı bir cezalandır­ma metodu olmuştur. Dünya da Allah'ın bir sınıfı olduğuna göre, gönderdiği vahiyle bu sınıfta ders vermektedir.

Serkeşlik edip dersi dinlemeyenlerin, haddi aşanların cezalandırılması gerekir. Cezalandırma şekli de eğitim amaçlı olan Bedir Savaşı ile belirlen­miştir. Tabii ki suçlular bunu istemeyeceklerdir. Bedir Savaşı putperestliğe, müşrikliğe, bâtıla karşı elde edilen zaferin simgesi olurken, aynı zamanda Arap ve insanlık tarihinde yeni bir çağın başlangıcı olmuştur. Hakkın bâtıla karşı olan zaferi, Müslümanlık için de yeni bir oluşumun hareket noktasını teşkil ediyordu. Artık yeni değerlerin üzerinde tesis edilen bir ahlâk ve hayat anlayışı ile yeni bir toplum düzeni kuruluyor, bunun tohumlarının atıldığı ilk mekânı Bedir Savaşı teşkil ediyordu. Hakkı gerçekleştirip bâtılı ortadan kal­dırma şeklindeki iradenin hayata geçirilmesi, Bedir Savaşı ile başlamıştır.[5]

 

Bedir Savaşı'nda Gelen İlâhî Yardım:

 

9. Hani siz Rabbinizden yardım ve destek diliyordunuz. O da sizin dileğinize şöyle cevap vermişti: "Hiç kuşku­nuz olmasın, ben size meleklerden birbiri ardınca bin tanesiyle yardım ulaştıracağım".

10.  Allah bunu, sadece bir müjde olsun ve o sayede kalpleriniz huzur ve rahatlık bulsun diye yaptı. Yardım yalnız ve yalnız Allah katındadır. Hiç şüphesiz Allah azizdir, hakimdir.

11.  O zaman sizi, Allah'tan bir güven olmak üzere hafif bir uyku buruyordu; sizi onunla temizlemek, şeytanın pisliğini sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağla­mak, ayaklarınızı sağlam bastırmak için üzerinize gök­ten bir su indiriyordu.

12.  Hani Rabbin, meleklere şöyle vahyediyordu: "Ben sizinle beraberim, imanı olanları sağlamlaştıriniz. in­kâr edenlerin kalplerine korku salacağım. Vurun bo­yunlarına, vurun onların bütün parmaklarına!

Bu âyetlerin iniş sebebi konusunda müfessirlerin ittifak ettiği olgu şu­dur: Bedir Savaşı'nın olacağı gün, yani müşrik ordusu ile müslümanların Be-dir'de buluştuğu gün, Hz. Peygamber bir taraftan 300'ü aşkın müslümana, di­ğer taraftan 1000'in üstünde olan müşriklere baktı ve ellerini kaldırarak müs-lümanlarla beraber şu duayı yaptı: "Ey Allahım! Bana ne söz verdiysen, onu gerçekleştir! Ey Allahım! Eğer canlarını sana teslim etmiş olan bu küçük top­luluk yok olacak olursa, yeryüzünde sana kulluk edecek kimse kalmayacak"[6]. Hz. Peygamberin bu duasına cevaben Enfâl sûresi­nin 9. âyeti indirilmiştir.

1. Âyette geçen istegase kelimesinin kökü, gâsedir. Anlamı "Al­lah'ın yeryüzüne yağmur yağdırması"dır. egâse kalıbından alınınca, "kullarının dualarını yerine getirmek" an­lamına gelmektedir. Gays kalıbı da "yağmur" demektir. İstegase kalıbı da "yalvarmak, yardım istemek, imdat istemek" mânalarını ifade etmektedir.

Âyetteki metinde "Rabbinizden yardım diliyordunuz" mânasında yer almaktadır. Bedir Savaşı'nda Hz. Peygamberle beraber müs-lüman savaşçılar Allah'tan yardım dilemek için dua ediyorlardı. Bunun bize anlatılmasının sebebi ne olabilir? Bizce bize şu mesajı vermektedir: Zor du­rumlarda, bütün imkânları hazırladıktan sonra Allah'a yalvarıp yardım dile­mek, müslüman olmanın bir gereğidir. Bu duayı yerine getirmekle Allah,.müslümanlan zafere ulaştıracaktır. Böyle durumlarda dua, müminin en etki­li silâhı olmaktadır.

2. "O, sizin dilediğinize şöyle cevap vermişti: 'Hiç kuşkunuz olmasın, ben size meleklerden birbiri ardınca bin ta­nesi ile yardım ulaştıracağım". Öyle anlaşılıyor ki Allah'ın Bedir Savaşı'nda müminlere melekler vasıtasıyla gönderdiği yardım üç kademede gerçekleş­miştir.

a) Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette beyan edildiği gibi peş peşe bin melek gönderildi.

b) Âl-i İmrân sûresinin 124. âyetinde üç bin melek gönderildiğine işa­ret edilmektedir. "Rabbinizin, indi­rilmiş üç bin melekle destek vermesi size yetmiyor mu?" Demek ki ikinci saf­hada, bin meleğe iki bin tane daha ilâve edilmişti.

c) "İŞ sanıldı-ğı gibi değildir. Onlar, hemen şu anda üstünüze gelseler bile, eğer siz sabre­der ve korunursanız, Rabbiniz sizi, üzerlerine nişan vurulmuş beş bin melek­le destekler" (Âl-i İmrân 3/125).

3.  Yüce Allah önce bin, sonra üç bin daha sonra da beş bin melekle müslümanlara Bedir Savaşı'nda yardım etmiştir. Bu yardımın amaçlarından bir kısmı, Âl-i imrân sûresinin 126. âyetinde şu şekilde açıklanmaktadır.

"Allah bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı. Zafer yal­nızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır". Görüldüğü gibi bu yardımın müslümanlar açısından amaçları bu şekilde açıklanmıştır. Buradaki müjde, kalplerin doyuma ulaşması ve zaferin sadece Allah katından gelece­ğinin bilincini kazandırmaktır.

Bu yardımın kâfirler açısından amaçları da şöyle tesbit etmektedir: "Allah, kâfirlerden bir kısmının kökünü kessin veya onlar perişan, bozulmuş bir halde dönüp gitsinler" (Âl-i İmrân 3/127). Zaten bu amaç, Enfâl sûresinin 7. âyetinin sonunda tesbit edilmişti.

Âl-i İmrân sûresinin 126. âyetindeki amaçlar, Enfâl sûresinin 10. âye­tinde gündeme getirilmiştir: "Allah bunu (meleklerle yardımı) sadece müjde diye yapmıştı. Zaten yardım, yani zafer, yalnız Allah tarafındandır. Çünkü Allah mutlak galiptir, yegane hikmet sahibidir".

Bu âyette de müjde, kalbin tatmininin ve yardımın sadece Allah katın­dan geleceği bilincinin amaç olarak tesbit edildiği vurgulanmaktadır. Âyetin sonundaki yüce Allah'ın "azîz" sıfatı ile "hakîm" sıfatı, yapılan yardımın içe­riği ile alâkalı olan sıfatlardır. Azîz "mülkünde galip olan, asla mağlûp edile­meyen", hakîm de "yaptığı işi yerli yerinde yapan" anlamına geldiğine göre, Bedir Savaşı'nda müslümanlara yaptığı yardımın bu sıfatlar gereği olduğuna işaret edilmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Enfâl sûresinin 7 ve 8. âyetleri Bedir Savaşı'nın amaçlarını belirlerken, 10. âyette de yardımın amaçlan tesbit edilmek­tedir. Kelimeleriyle hakkı gerçekleştirmek, kâfirlerin kökünü kazımak, hak­kı ortaya koyup bâtılı ortadan kaldırmak, Bedir Savaşı'nın amaçlan; müjde­lemek, kalpleri huzura kavuşturmak ve yardımı sadece Allah'ın yapabilece­ğinin bilincini vermek de yardımın amaçlan olmaktadır.

4. "O zaman, katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyor­du; sizi temizlemek, şeytanın pisliğini sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak, ayaklarınızı sağlam bastırmak için üzerinize gökten bir su indiri­yordu". Yüce Allah meleklerle yardımını 10. âyette gündeme getirdiği gibi, başka yardımlarını da 11. âyette açıklamaktadır.

a) "O zaman sizi, Allah'tan bir güven olmak üzere ha­fif bir uyku buruyordu". Âyetin bu kısmında geçen nü'âs kelimesi, "uykudan önce gelen uyuşukluk" anlamına gelmekle beraber, bu kelimeye "hafif bir uyku" mânasını verenler de vardır. yugaşşî kelimesi de "bürümek, saldın vermek, daldırmak" anlamlarına gelmektedir. Muhammed Esed buna "iç sükûneti, iç huzuru" mânasını vermektedir. Bize göre Muham­med Esed haklıdır. Savaşta uykuya değil, iç huzuruna ihtiyaç vardır. Muham­med Esed bu mânayı neye göre verdiğine delil getirmemektedir, ama biz onun delilini getirebiliriz. Âl-i İmrân sûresinin 126 ve Enfâl sûresinin 10. âyetlerinde geçen kalbin huzur bulması, doyuma ulaşması anlamındaki "Onunla kalpleriniz yatışsın" ifadesi, bunun delili olmak­tadır. Bu durumda âyetin bu kısmına şöyle mâna verilebilir: "O zaman sizi, Allah'tan bir güven olmak üzere bir iç huzuru buruyordu".

Uyku insana iç huzuru ve güven getirir. Demek ki Allah, müslümanlara Bedir Savaşı'nda bir iç huzuru verip güven sağlayarak yardımda bulun­muştu. Dışarıdan meleklerle, içerden de huzur ve güven duygusunu meyda­na getirerek yardım ediyordu.

b) "Üzerinize gökten su indiriyordu". Demek ki Allah üçüncü yardımını gökten su indirmekle gerçekleştirmişti. Bu yardımın ama­cı ne idi? Âyetin devamı, su ile yardımın amacını belirlemektedir. "O su ile sizi arındırsın". Buradaki temizlemek, arındırmak eylemini iki mâ­nada almak gerekir. İlki, maddî pislikten temizlenmeyi amaç edinmektedir. Bedendeki terin üzerinde biriken tozların meydana getirdiği pisliği temizle­mek için taharet almak da olabilir. Âlimler buna cünüplükten temizlenmeyi de katmaktadırlar. Eğer nü'âs kelimesini "uyku" anlamında alırsak, cünüp­lükten temizlenmeyi de âyetin bu kısmına dahil edebiliriz. Nü'âs kelimesini "iç huzuru" anlamına alırsak, bu durumda susuzluğun meydana getirdiği iç huzursuzluğundan temizlenmek anlamına geldiğini söyleyebiliriz.

"Şeytanın pisliğini sizden gidermek". Şeytanın pisliğini açıklayabilmek için Âl-i İmrân sûresinin 154. âyetine dönmeliyiz:  sadece kendilerini düşünenler, Allah'a karşı haksız yere Câhiliye devrin-dekine benzer düşüncelere kapılıyorlar. Bu işten bize ne diyorlardı. De ki: 'İş tamamen Allah'a aittir. Onlar sana açıklayamadıklarını içlerinde gizliyor­lar" . Düşmanın Bedir'deki sulan tutmuş olması sebebiyle müslümanlann su­suz kalması, kalplerinde bazı kirli düşünceler teşekkülüne yol açtı. Diğer ta­raftan şeytanlar onlann gönlündeki cesareti kınyor, manevî sorumluluk duy­malarını önlüyordu. Müslümanlar inançlan doğrultusunda yapmalan gere­ken davranışı sergilemekte eksiklik gösteriyor, kendi kendilerine mazeret arama yoluna giriyorlardı. Böylece şeytan onlara umutsuzluğu, vesvese ile aşılıyordu.

Yüce Allah onların kalplerindeki bu şeytanî kiri gidermek için, bereket­li bir yağmur gönderip onları susuzluktan kurtardı. Susuzluktan kurtulmala­rı, onların kalplerindeki şeytanî vesvesenin meydana getirdiği kiri de ortadan kaldırıp temizledi. Bundan şunu çıkartıyoruz: Şeytan, maddî nimetlerin yok­luğunu kullanarak, insanın kalbini, onu kirletecek vesveselerle doldurmakta­dır. Fakirliğin getirdiği bütün yanlış davranışların altında şeytanî vesvesele­rin insanların kalbini kirletmesinin olduğuna işaret etmektedir. İnsanların yoksulluklarını gidermek, onların gönüllerini temizleyecek ve onları şeyta­nın vesvesesinden kurtaracaktır. Demek ki fakirliğin kol gezdiği toplumlar­da, şeytanın kirletmesi de kol geziyor demektir.

Bu yüzdendir ki din eğitimcileri, din görevlileri, zenginleri fakirlerin elinden tutmaya teşvik etmeli, bunun Allah katında ne kadar önemli bir amel olduğunu anlatmalıdırlar. Yağmur indirerek Bedir'deki müslümanlann gönül­lerini temizlemedeki ilâhî eylemi yeryüzüne de indirerek, yardımlaşma ve fe­dakârlık yaparak insanların birbirlerinin kötü niyetlerini, hasetlerini, kinleri­ni temizlemelidirler.

"Kalplerinizi birbirine bağlamak". Allah, suyu gönderme-sindeki amacının üçüncüsünü, müslümanlann gönüllerinin kaynaşması, pe­kişmesi ve bağlanması olarak tesbit etmektedir. Demek ki şeytanî vesvesenin meydana getirdiği kir, müslümanlan birbirinden ayırmış, farklı niyet ve dü­şüncelere kaptırmış, korku ve endişelerin doğmasına sebep olmuştur. Yağ­murun yağması ile korkular ve endişeler ortadan kalkmış, yerine kaynaşma­yı getirmiştir.

Bundan önceki iki amaç ferdi ilgilendirdiği halde, bu amaç sosyal bo­yutlu bir nitelik taşımaktadır. Müslümanların kalpleri Allah'a karşı olan gü­venle dolunca, yani tevekkül tam anlamıyla gönüllerde teşekkül edince, aynı doğrultuda birbirlerine olan bağlılıkları da artmış oldu! Yağmur şeklinde ge­len ilâhî lütuf onların gönüllerine hâkim oldu, aynı duygu ve düşüncelerle gönülleri doldurdu, neticede de birlikte hareket edecek şekilde kaynaşmış ol­dular.

"Ayaklarınızı sağlam bastırmak için". Ayakların yere sağlam basmasına âlimler çeşitli yorumlar getirmişlerdir. Kimileri bunu ta­mamen maddî anlamda alıp, yağmurun kumları pekiştirip insanların rahat hareket etmeleri şeklinde yorumlamışlardır. Çünkü kuru halde kumda yürü­yüp hareket etmek çok zordur. Yağmur kumları pekiştiriyor ve böylece rahat hareket etme imkanı sağlıyor.

Bu yoruma katılmakla beraber, biz ayakların yere sağlam basmasından başka bir şey anlıyoruz: Güvenlik duygusuna, içi huzura sahip olmak, ruh te­mizliğini elde etmek, şeytanın vesvesesinden kurtulmak ve nihayet kalplerin bağdaşması, bağlanması, kaynaşmasının getirdiği gücü ifade etmektedir. Bu güç ile insanların manen ayaklarını sağlam yere basmaları temin edilmiş ola­caktır. Râzî'nin dediği gibi, kalbi zayıf olan, yani korkan insanlar kaçarlar, yerlerinde duramazlar ve ayaklarını yere sağlam basamazlar.

Bizim de kabul ettiğimiz Râzî'nin bu yorumunu nasıl ispat edebiliriz? Çünkü Râzî bu yorumunu ispat etmemektedir. Bize göre bunun ispatı Mu-hammed sûresinin 7. âyetidir: "Ey iman edenler! Eğer Allah'ın davasına yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı yere sağlam bastırır". Buradaki ayakların yere sağlam basması­nın anlamı, tamamen güven, cesaret ve iman psikolojisi ile hareket etmektir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Allah Bedir Savaşı'nda müslümanlara me­leklerle yardım etmesinden başka, iç huzurunun getirdiği güven ve çeşitli faydaları olan su ile de yardım etmiştir. Müslüman savaşçıların Allah'tan yar­dım dilemesine karşılık, Allah onlara bu şekilde yardım ederek, dualarını ka­bul ettiğini göstermiştir. Bu durum o dönemde olup bitmiş bir olgu değil, tam tersine kıyamete kadar gelecek olan nesillere vaad edilen bir yardım şeklidir.

Kötülüklerle verilecek her çeşit mücadelede iyiler bu yardımı dilemeli ve bu yardım onlara gelmelidir. Allah'ın bu dileklere her zaman kapısının açık olduğu, bu olgu ile anlatılmaktadır. Müslümanların hak yolunda hareket etmeleri şartıyla az olmaları, maddî teçhizatlarının noksan olması önemli de­ğildir. Önemli olan Allah'ın yardımını dilemeleri, o yardımın onları dışarıdan ve içeriden kuşatmış olmasıdır. Aslında imkânsız gibi görünen bu durumun imkân dahilinde olduğunu anlatmak için bu âyetler bize gönderilmiştir.

5. "Rabbin meleklere şöyle vahyediyordu: Ben sizinle beraberim. İmanı olan­ları sağlamlaştırınız. İnkâr edenlerin kalplerine korku salacağım. Vurun bo­yunlarına! Vurun onların bütün parmaklarına!" Bu âyetin analizinden çıka­rılacak neticeler şunlardır:

a) "Ben sizinle beraberim". İlk bakışta bu ifadeden Allah'ın me­leklerle beraber olduğu anlaşılmaktadır. Biz Allah'ın sadece meleklerle bera­ber olacağına, müminlerle olmayacağına inanmıyoruz. Bize göre âyetteki "sizinle" ifadesine, hem melekler hem de müminler dahildir. Meleklerle be­raber olup diğerleriyle olmaması, Kur'ân'daki Allah-insan ilişkilerindeki be­raberlik ilkesine terstir. "Allah, nerede olursanız olun sizinle beraberdir"   (Hadîd  57/4); "Üç kişi aralarında fısıldaşmaya görsün, dördüncüleri de O'dur; beş kişi fısıldaşmaya görsün, altıncıları da O'dur. Bundan az da olsa­lar çok da olsalar, O, mutlaka onlarla beraberdir" (Mücâdele 58/7).

"Andolsun ki insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona, şah damarın­dan daha yakınız" (Kâf 50/16). Bütün bu ve buna benzer âyetlerden hareket ettiğimiz zaman, Allah'ın beraberliğinin sadece meleklerle değil, diğer insan­larla da olduğu anlaşılmış olacaktır. Demek ki "sizinle beraberim" buyuru-lurken, melekleri ve insanları kapsamına almaktadır. Buradaki beraberlik, yardım etmede ve güven vermedeki beraberliktir, maddî anlamda değildir.

b) "İman edenleri sağlamlaştırınız". Melekler, iman eden­leri nasıl sağlamlaştırıyorlardı? Meleklerin Hz. Peygamber'e, Allah'ın mü­minlerin yardımcısı olduğunu bildirmesiyle sağlamlaştırmış oluyorlardı. Mu-hammed Esed'in Râzî ve Reşîd Rızâ'dan naklettiğine göre, melekler maddî anlamda fiilî olarak savaşa katılmışlardır. Bu durumun anlatılmasının menkı-bevî bir nitelik taşıdığını söylenmektedir. Enfâl sûresinin 12. âyetinin sonu bunun böyle olmadığını göstermektedir. Bunun anlamı, Allah'ın âyetleriyle meleklerinin müminleri yüreklendirmeleridir. Müminlere cesaret vermek, onların gönüllerindeki korkuyu ve endişeyi söküp atarak onları cesaretlendir­mektir. Şeytan insanlara vesvese verdiği gibi, melekler de ilham verebilirler, demektedir. Meleklerin ilham vermesi, sebat vermeleri anlamına gelebilir.

c)  "Ben kâfirlerin yüreklerine korku salaca­ğım". Allah meleklere, müminlere yardım etmesini emrederken, kâfirlerin kalplerine korku salma görevini onlara vermeyip kendisi üstlenmektedir. Melekler Allah'ın sözleriyle müminleri yüreklendirirken, Allah da kâfirlerin kalplerine korku salacaktı. Bilindiği gibi "korku"nun merkezi kalptir. Korku psikolojisi, kaypak ve oynak bir alanı andırmaktadır. Aşın bir korku psikolo­jisi, olmayanı olmuş gösterir ki, bu tehlikeli bir hal alabilir.

Allah, kâfirlerin kalplerine korku salarak, bütün cesaretlerini kırmış, müminlerin önünde tutunamayacak hale getirmiştir. Âyetin bu kısmındaki ru'b "korku" anlamına gelmektedir, ama aynı zamanda "doldurmak" mânasını da ifade etmektedir. "Doldurmak" mânasına alırsak, Allah'ın onla­rın kalplerini korku ve dehşetle dolduracağı anlamına geldiğini söyleyebili­riz. Korku salma işini Ahzâb sûresinin 26. âyetinde de görüyoruz. Aynı şekil­de Haşr sûresinin 2. âyetinde de, Allah'ın müminlere yardım etmek için, düş­manların yüreklerine korku salmdığı beyan edilmektedir. Âl-i İmrân sûresi­nin 151. âyetinde, şirk koşmaları sebebiyle kâfirlerin gönüllerine korku sala­rak müminlere yardım ettiği ve edeceği gündeme getirilmektedir.

Demek ki Allah pek çok savaşta müminlere bu şekilde yardım ettiğini anlatırken, her zaman müminleri bu şekilde destekleyeceğine işaret etmekte­dir. İlâhî yardım bir anda olup bitmez, devam eden bir oluşumu kapsar.

d)  "Vurunuz boyunlarına! Vurunuz onların bütün par­maklarına!" Yüce Allah boyunlarına ve parmaklarına vurma emrini kimlere vermiştir? Bu sorunun cevaplandırılması konusunda âlimler ikiye ayrılmış­lardır. Bu emir meleklere verilmiştir diyenler o/dugu gibi, mumın  verildiğini söyleyenler de vardır. Bize göre bu emir meleklere verilmiştir. Boyunlarına, parmaklarına vurma eylemi, onların canını almak anlamına^gel-mektedir.   Bunun   bu   anlama   geldiğini   nasıl   ispat   ederiz?   

"Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak ve 'Tadın yakıcı cehennem azabını (diyerek) o kâfirlerin canını   alırken   onları   bir  görseydin"   (Enfâl   16/50).  

 "O zâlimler, ölümün sarhoşluğu içinde, me­lekler de pençelerini uzatmış, onlara: 'Haydi canlarınızı kurtarınız ... der­ken' onların halini görseydin" (En'âm 6/93).

Görüldüğü gibi melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak kâfirlerin ca­nını almakta olduğuna göre, Bedir Savaşı'nda da aynı görevi görmüş olabi­lirler. Âyetin başındaki "vahyediyordu" fiilinin muhatabı, meleklerdir. Başka bir ifade ile Allah, meleklere hangi eylemleri yapacaklarım ve bizzat kendi­sinin kâfirlere ne yapacağını vahyetmektedir. Muhatap müminler olmadığın­dan, emir onlara verilmiş olamaz.

Netice olarak şu genellemeye varabiliriz: Allah müslümanlara Enfâl sû­resinin 7. âyetinde, sayıca fazla ve teçhizat bakımından güçlü olan ordudan korkutmamasını, önemli olanın savaşmanın hangi amaçla yapılacağı olduğu­nu anlatmaktadır. Enfâl sûresinin 7 ve 8. âyetleri de bu amaçları vermektedir. Diğer taraftan Allah'tan yardım dilemenin ve Allah'ın savaşa müdahale etme­sini istemenin önemini ve dua bilincini vermektedir. Yüksek amaçlar uğruna Allah'tan yardım dilemekle Allah'ın yardım edeceğini Bedir Savaşı olgusu ile anlatmakta ve ispat etmektedir. Bu yardımın şartlara göre yapılacağını ve müminlerin ihtiyacının dikkate alınacağını vurgulamaktadır.[7]

 

Allah'ın Müminlere Yardım Etmesinin Se­bebi:

 

13. Bu durum, onların kendilerini Allah'tan ve O'nun peygamberinden koparmalanndandır. Kim ki kendisini Allah'tan ve O'nun peygamberinden koparırsa, bilsin ki Allah azabında çok zorludur.

1.  "Bu durum" şeklinde tercüme ettiğimiz zâlike, aslında önceki âyetlerde Allah'ın melekleri vasıtasıyla müminlere yardım etmesinin, destek çıkmalarını emretmesinin, onların yüreklerine korku salacağını söylemesi, meleklere onların boyun ve parmaklarına vurmalarını emretmesinin yerini doldurmaktadır. Allah müminlere yardım olsun diye kâfirleri cezalandırma­sının sebebini açıklamaktadır.

2. "Onların kendilerini Allah'tan ve O'nun peygam­berinden koparmalanndandır". Âyetin bu kısmındaki 3tL şâkka kelimesi­nin açıklaması, Bakara sûresinin 137. âyetinde yapılmıştır. Bu kelime "par­çalamak, yarılmak" anlamı ile fizikî oluşumu; "karşı gelmek, münakaşa et­mek, sıkıntı vermek, ağır gelmek, ayrılık" mânaları ile de manevî ve sosyal oluşumu ifade etmesinin yanında, mücadele, muhalefet ve düşmanlık göster­mek anlamı da vardır. Bu kelimenin taraf anlamına gelen şıktan türediğini söyleyenler de vardır. İlgili kelime bu âyette "karşı gelmek, koparmak" anla­mına gelmektedir. Karşı gelen kişi, karşı geldiği kişiden bağlarını koparmak­tadır. Aralarındaki alâka parçalanmakta, ayrılık doğmaktadır. Bu kelime, ba­sit bir karşı gelme veya muhalefet etmeyi değil, aradaki ilişkilerin, bağların kopması, parçalanması, yarılması anlamında bir değişimi; telâfisi çok zor olan bir çatlamayı, kopmayı, yarılmayı ifade etmektedir.

Kâfirler, Allah ve Peygamberi'ne karşı geldiler, yani Allah'tan ve O'nun peygamberinden kendilerini kopardılar. İnkâr psikolojisinin en ağır etkinliği, bu bağlan koparmasıdır. Bu anlamı ile kelime manevî, dinî ve sosyal bir an­lam kazanmaktadır.

Dikkat edilirse şâkkû fiilinin faili, insan olmaktadır. Çünkü Allah kulunu kendisinden koparmaz, kul kendini Allah'ından ve peygamberinden koparır. Allah 12. âyette melekler ve müminlerle beraberliğini, 13. âyette kâ­firlerin kendisinden bağlarını kopardıklarını, kendisine karşı geldiklerini ilân ederken, iman ile inkârın etkinliğinin farkını göstermektedir. Bu durumun bize anlatılmasının sebebi, hem kendimize çekidüzen vermemizin hem de in­sanları değerlendirirken doğru hüküm vermemizin amaçlanmasıdır.

Kendini müslüman, mümin olarak görenlerin, dünya arenasındaki mağ­lûbiyetinin sebeplerini iyi değerlendirebilmek için bu âyetlere dikkat etme­leri gerekir. Allah ve melekleri müminlere yardım etmesine rağmen, neden bu durumlara düşüldüğünün teşhisinin, imanda aranması gerekir. Gerçek imana sahip olanlar Allah ile olan bağlarım kuvvetlendireceklerinden, onlar için mağlûbiyet söz konusu değildir. "Eğer inanıyorsa­nız, üstün sizsiniz" (Âl-i îmrân 3/139) buyruğu iyi anlaşılmalıdır.

3. "Kim ki kendini Allah'tan ve O'nun peygamberinden koparırsa, bilsin ki Allah azabında çok zorludur". Kim Allah'a ve O'nun peygamberine karşı gelip bağlarını koparırsa, Allah'ın şiddetli azabına uğrayacaktır. Allah bu olgunun bilincini vermektedir. Allah ve Peygamberi'ne karşı gelen cezasını çekecektir. Bu ceza hem dünyada hem de âhirette olacaktır.[8]

 

Allah Geneli Özelleştiriyor:

 

14. ݧte bu (yenilgi, size Allah'ın azabıjdır. İşte siz o (azabı) tadınız! İnkarcılara bir de cehennem ateşinin azabı vardır.

Demek ki yenilginin sebebi, Allah ve Peygamberi'nden kopmalarıdır. Yenilgi, bu âyette azap olarak nitelendirilmektedir. Düşmana karşı savaşı kaybetmenin bir azap olduğunu dikkate alarak tarihe bakarsak, ilginç neticelere ulaşabiliriz. Özellikle savaşların kaybedilmesinin sebepleri arasında bu manevî oluşumu saymak gerekir. Âyet savaşların çoklukla ve teçhizatın zen­ginliği ile değil, manevî teçhizatla kazanılacağı ilkesini getirmektedir. Ama maddî teçhizat, yani savaş teknolojisini üretemeyenler, biz imanımızla düş­mana karşı koyuyoruz, diyemezler. O zaman Enfâl sûresinin 60. âyetine ters düşülmüş olur. Çünkü o âyette, "kuvvet" ve "silâh" hazırlanması emredil-mektedir. Kuvvet, silâh ve iman beraber olunca, Allah'ın yardımı da gelmek­tedir. Dünya azabı yenilgi olurken, âhirette de cehennem azabı olacaktır. De­mek ki inkâra hem dünyada hem de öteki dünyada azap vardır.

İnkâr psikolojisi savaşı neden kaybettiriyor? Kuvvet ve silâhlan daha güçlü olmasına rağmen yenilginin sebebi nedir? Bu soruya şu şekilde cevap verebiliriz: Savaşta öldüğünde şehid olacağına ve cennete gideceğine inanan insanlarla, bu inanca sahip olmayanların savaşması mümkün değildir. Öldü­ğünde boşu boşuna gittiğini düşünen inkarcı ile, şehid olup ebedî hayata ka­vuştuğuna inanan insan, psikolojik olarak eşit değillerdir. Birisi dünya haya­tından kopmayı tanrısından ayrılmak, diğeri de ölümü Allah'a kavuşmak ola­rak görmektedir.[9]

 

Savaşta Müminler Ne Yapmalıdır?

 

15. Ey iman edenler! İnkâr edenlerle savaşmak üzere karşılaştığınızda, sakın onlara arkanızı dönmeyiniz!"

16. Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya diğer bir birliğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse, elbette o, Allah'ın aza­bını hak etmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir; orası, varılacak ne kötü yerdir.

Yüce Allah bundan önceki âyette Allah ve Peygamberi'ne karşı gelen­lerin onlarla bağlarını koparanların dünyada ve âhirette ceza çekeceğini be­yan etmişti. 15 ve 16. âyetlerde de düşmana sırtını dönüp kaçan müminlerin cehenneme gideceği gündeme getirilmektedir.

1. "Ey iman edenler! İnkâr edenlerle savaşmak üzere karşılaştığınızda, sakın onlara arkanızı dönmeyi­niz!" Bu âyet, savaş anında müslümanlardan beklenmeyen davranışı açıkla­yıp hükme bağlamaktadır. Âyetin bu kısmında geçen zahf kelimesinin anlamını Râzî ve Kurtubî şöyle açıklamaktadır: Çocuk ayaklan üzerinde yü­rümeden önce sürünür ve emekler. Bu anlamdan hareketle, savaşmak için birbirlerine doğru hareket eden iki grubun yürümesini ifade ettiği anlaşıl­maktadır.

Demek ki Allah, düşman ordusu ile karşılaştıktan sonra onlardan kaça­rak geri dönmeniz mümkün değildir, demek istiyor. Savaşa karar verip düş­manın üzerine doğru hareket ettikten sonra geri dönmek, Allah tarafından ya­saklanmaktadır. "Arkalarınızı onlara dönmeyiniz!" emri, bu eylemin haram olduğunu ifade etmektedir.

2.  16. âyette iki şey istisna edilerek hükme bağlanmaktadır.

a) "Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya diğer bir birliğe ulaşıp mevzi tutmak durumu hariç". Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmeyi Allah, taharruf kavramı ile ifade etmektedir. Bu ke­lime, taktik gereği geri çekilerek düşmana kaçıyor hissini verdikten sonra an­sızın düşmana hücum etmektir. Bu durum bir bakıma savaş taktik ve tuzağı olmaktadır.

Diğei taraftan âyetin bu kısmında tehayyüı kelimesi yer almak­ta ve "başka bir birliğe katılmak üzere uzaklaşmak, bir tarafa çekilmek" anlamına gelmektedir. Bu kelime birtakım şeylerin birbirine eklenmesi anla­mından hareketle "toplanmak, katılmak" mânasını da ifade etmektedir. Bu iki davranışın dışında müminler sırtlarını düşmana dönemezler.

b) Bu iki taktik hariç, kim öyle bir günde düşmana arka çevirirse, Allah'tan bir gazaba çarpılmış olur. Onun yurdu cehennemdir ve orası ne kötü varış yeridir". Allah sebepsiz yere düş­mana sırtını dönen müslümanlara iki türlü ceza uygulamaktadır: 1. Allah'ın gazabına uğramaktadır. Bunun anlamı dünyevî ceza olan yenilgi tattırılıyor. 2. Yurdu cehennem olmaktadır. Demek ki bu kişiler âhirette de cezaya çarp­tırılacaklardır.

Bu ceza şekillerinden anlıyoruz ki, Allah müminleri düşmana sırtlarını dönmekten caydırmak için ağır cezalar koymuştur. Caydırmanın dışında baş­ka bir sebep olabilir mi? Enfâl sûresinin 12. âyeti ile bu âyetleri birlikte anar­sak, şu durumu görürüz: Melekler müslümanlara yardım için görevlendiril­miştir. Yüce Allah kalplerine korku salmakta, melekler kâfirlerin boyun ve parmaklarına vurmakta iken, onları bırakıp düşmana sırtını dönüp kaçmak hem müdafaa ettiği davaya hem meleklere hem de Allah'ın emrine ihanet ol­maktadır. Bu davranışların hem dünyada hem de âhirette ağır cezası vardır.

Netice olarak diyebiliriz ki, düşmana karşı savaşmanın Allah tarafından tesbit edilmiş amaçlan vardır (âyet: 7-8, 10-11). Bu amaçların yerine gelme­si için başvurulacak en son çare savaştır. Onun için İslâm'da cihad ya da sa­vaş, tamamen eğitim ve nefis müdafaası amaçlıdır.[10]

 

İyi İşlerin Sahibi:

 

17. Onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı. Müminleri güzel bir imtihanla sınamak için (bunu yaptı). Doğrusu Allah işitendir, bilendir.

18. İşte size böyle yaptı, çünkü Allah, kâfirlerin tuzağı­nı zayıflatır.

Âyetin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:

1. "Onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öl­dürdü" . Âyetin bu kısmının iniş sebebini âlimler şöyle nakletmektedirler: Bedir Savaşı'nda mümin savaşçılar, "Düşmanı ben öldürdüm, sen öldürdün" şeklinde tartışmaya başladılar. Bir bakıma zaferi kendilerine mal ediyorlardı. Bunun üzerine Allah tartışmaya son vermek için âyetin bu kısmını indirdi. "Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü" buyurarak gerçeği ortaya koydu, böylece tartışmaya son verdi. Âyetin bu kısmından çıkarılacak netice şudur: Mümin, yaptığı iyi bir eylemi kendine mal etmemelidir. O bilmelidir ki, her iyi eylemin kaynağında ilâhî takdir ve yaratma vardır.

Bedir Savaşı'nda ölen müşrik savaşçıları siz değil, Allah öldürdü. Çün­kü savaşta haklılık payı müminler tarafında ise, ölüm olgusunu Allah kendi üzerine almaktadır. "Ben öldürdüm" sözünde katil olma ihtimali vardır. Sa­vaştaki haklılık, katil olmayı ortadan kaldırmaktadır. Katil olmayı ortadan kaldırmak için de, gerçek olarak ortada duran ölüm olayını birisinin üzerine alması gerekir. Burada da, Bedir Savaşı'ndaki ölümleri gerçekleştiren kaynak Allah olduğundan, bunun kendisi olduğunu ilân etmektedir.

Âyetin bu kısmını, Enfâl sûresinin 1. âyetine bağlayarak da açıklayabi­liriz: "De ki ganimetler Allah ve Peygamberi'ne aittir". Burada ganimet ni­çin onlara aittir, sorusunu sorabiliriz. Savaşı kazanan, müşrikleri öldüren Al­lah olduğu için, savaşta daha çok kimin etkinliği olduysa, ganimetler de O'na ait olacaktır. Madem ki müşrikleri Allah öldürdü, ganimetler de O'na ait ola­caktır.

Bedir Savaşı'na katılan mümin savaşçıların samimiyeti, kendilerini Al­lah'a adamaları, mal ve canlan ile savaşmaları sebebiyle Allah'ın onlara olan desteği ifade edilmektedir. Böyle bir desteğin, "Onları siz öldürmediniz, fa­kat Allah öldürdü" ifadesine kadar götürecek delilimiz ne olabilir?

Buradaki delilin birincisi, Enfâl sûresinin 18. âyetidir. "Allah kâfirlerin tuzağını zayıflatır" ifadesi buna delildir. Diğer taraftan Buhârî'nin naklettiği hadîsi de ("Rikak", 38) delil olarak anabiliriz. Olgun müslümanlara Allah şöyle yardım etmektedir: "Kulum öyle bir dereceye gelir ki, onun gören gö­zü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı ben olurum. Benimle görür, benim­le işitir, benimle tutar, benimle yürür".

Bedir Savaşı'nda müminlerin iman ve takvaları öylesine doruk noktası­na ulaştı ki, Allah onların kuvvetlerini arttırdı, müşrikleri öldürerek onlara yardım etti. Demek ki, "Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü" bölü­münden, iki yönlü bir netice çıkartıyoruz. Birisinde öldürme olaylarını ken­dilerine mal ederek gurura kapılmalarını önlemek, diğerinde ise onlara yar­dım edilecek kadar manevî yüceliğe sahip olduklarını hatırlatmaktır.

2. "Atığın zaman sen atmadın, fakat Allah at­tı". Âyetin bu kısmı için de bir nüzul sebebi anlatılmaktadır: Bedir Savaşı başlamak üzereyken, Hz. Peygamber yerden bir avuç toprak, kum, çakıl aldı ve düşman tarafına attı. Atarken "Yüzleri kurusun!" duasında bulundu. Bu bir avuç toprak müşriklerin gözlerine girince, gözleriyle meşgul olmaya baş­ladılar, o arada müminler de onların üzerine atılarak işlerini bitirdiler. Başka bir rivayette de, Hz. Peygamber ok atıp insan öldürmüştür. Âyetin başında müminlere "Siz öldürmediniz, Allah öldürdü" buyurması gibi, Hz. Peygam-ber'e de, "Sen atmadın ben attım" diyerek eylemi kendi üzerine almıştır.

Bazı müfessirler, ki bunların başında Râzî geliyor ve ondan aldığı an­laşılan Muhammed Esed, buradaki atmanın korku salmak anlamına geldiği­ni ifade etmektedirler. Bunu söylerken delil getirmemektedirler, ama onların doğru söylediklerine dair delil şudur: "Ben kâfirlerin yüreğine korku salaca­ğım" (Enfâl 8/12). Demek ki "Onların kalplerine korkuyu salan sen değilsin ya Muhammed, o korkuyu ben saldım, ben attım" anlamına gelmektedir.

Bir ve ikinci bölümlerde anlatılan olguların amacı nedir? Yüce Allah bu müdahaleyi ve yardımı niçin yaptı? sorularının cevabını aynı âyetin devamı vermektedir.

3. "Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı), şüphesiz Allah işitendir, bilendir". Âlimler buradaki imtihan anlamına gelen belâ kelimesini, "nimet" mânasına almış­lardır. Biz âyeti her iki anlamıyla yorumlamaya çalışacağız. Allah yolunda savaşırken, samimi olarak canını feda edecek kadar fedakârlıkta bulunanlara yardım edilecektir. Bu yardım çeşitli şekillerde gerçekleşmektedir. Enfâl sû­resinin 17. âyetinde, "Siz öldürmediniz, Allah öldürdü, sen atmadın Allah at­tı" denecek bir seviye, boyut ve derinlik kazanmıştır. Yüce Allah'ın bu eyle­mi, müminler için bir imtihandır. Çünkü onlar hâlâ savaşı kendilerinin kazan­dıklarını iddia edebilirlerdi. Allah bu tarihî olguyu anlatırken, müminlerin yaptıkları ile kendisinin yaptıklarını anlatmaktadır. Verilen bu dersin ardın­dan imtihan olması doğaldır.

Âyetteki belâ kavramını "nimet" anlamında alırsak, bu nimet Allah'ın yardımı, lutfu ve ihsanı olmaktadır. Verilen nimet, yapılan yardımın karşılı­ğında bir deneme olacaktır. Acaba müminler bu yardım ve nimetin kaynağı­nı biliyorlar mı? O nimeti yerli yerinde kullanıyorlar mı? Bu soruların ceva­bını vermek, ancak imtihanın neticesinde gerçekleşecektir.

Diğer taraftan Bedir Savaşı Allah'ın yardımıyla kazanıldıktan sonra, müminlere gurur veya rehavet gelip gelmeyeceğini belirlemek de bir imtihan niteliği taşımaktadır. İmtihanla ilgili ilâhî sıfatlar, âyetin sonuna konmuştur. Allah savaş anında ve sonrasında müminlerin neler konuştuğunu duymakta ve konuşulan her söz tarafından değerlendirilmektedir. Diğer taraftan Allah müminlerin gönlünde gerçekleşen her şeyi, orada cereyan eden fırtınaları, ni­yetleri ve duyguları da bilmektedir. Bu da bir imtihan konusu ve alanıdır.

Enfâl sûresinin 9. âyetinde müminler Allah'tan yardım istedi. Allah da bir taraftan melekleri görevlendirdi, diğer taraftan da düşmanların gönülleri­ne korku saldı. Öte yandan da müminlere sabredip savaşmalarını emretmiş­tir. Bedir Savaşı bu faaliyetlerle kazanılmıştır. "Bu zafer kime mal edilmelidir?" sorusu ile yüce Allah müminleri imtihan etmiştir ve gelecek nesilleri de imtihan edecektir. Bu imtihanın müminleri başarısız kılmak için değil, tam tersine başarılı olmalarını tescil etmek için yapıldığına delil, belâ kelimesin­den sonra gelen "güzel, iyi" anlamındaki hasene kavramıdır. Bu kelime ile imtihan kavramı, "güzel bir imtihan"; nimet de "iyi bir nimet" mânasını ka­zanmaktadır.

4. "Bu böyledir. Şüphesiz Allah, inkarcıların tuzağını bozar". Allah'ın yardımı, kâfirlerin tuzağını bozmak şeklinde tecel­li etmektedir. Burada şu soruyu sormakta yarar vardır: Kâfirlerin tuzağı nasıl bozuldu? Bu sorunun cevabını 10-12. âyetlerde bulmaktayız.

a)  Müminlere müjde vermesi, gönüllerini huzura kavuşturması, kendi katından onlara yardım etmesi.

b) Müminlere güven telkin etmesi için iç huzuru vermesi, onları temiz­leyip şeytanın kirini gidermesi, kalplerini birbirine bağlayıp birlik beraberli­ği temin etmesi.

c) Meleklere, müminleri desteklemeleri için emir vermesi, müşriklerin gönüllerine korku salması, meleklere onların boyun ve parmaklarına vurma emrini vermesi, kendi beraberliğini ilân ederek içten destek çıkması yollarıy­la kâfirlerin tuzaklarını bozdu ve başlarına geçirdi. Demek ki bütün bu yapı­lanlar, kâfirlerin tuzağını bozmayı amaçlıyordu.[11]

 

Allah Müminlerle Beraberdir:

 

19. Zafer (mi) istiyordunuz, işte zafer size ulaştı. Eğer vazgeçerseniz, hakkınızda daha hayırlı olur. Eğer dö­nerseniz, biz de döneriz. Topluluğunuz çok da olsa, size zerre kadar yarar sağlamaz. Allah inananlarla beraberdir.

Bu âyetin analizini yapanlar, Allah'ın burada kimlere hitap ettiği konu­sunda farklı görüşler beyan etmişlerdir, bu durum âyetin tefsirine de yansı­mıştır. Onun içindir ki, önce bu ihtilâfları ele alıp bir çözüme kavuşturmak gerekir.

1. "Zafer (mi) istiyordunuz, işte size zafer ulaştı". Yüce Allah burada kime hitap etmektedir? Bu sorunun cevabını Zemahşe-rî'ye sorarsak, "kâfirler" cevabını verecektir: Onun bu görüşünün kaynağı Hasan-ı Basrî, Mücâhid ve Süddî'ye ulaşıyor. Olmayacak bir olgu anlatılarak görüşlerini temellendirmektedirler: Onlara göre Bedir günü Ebû Cehil, zafe­re ulaştırması için Allah'a dua etmiştir. Râzî bu duanın şekillerini nakletmek­tedir.

Buna göre fetih kavramına hüküm mânası verilmektedir. Kâdî Beyzâ-vî, Hâzin, Nesefî de bu hitabın Mekkeli müşriklere ya da kâfirlere olduğunu savunmaktadırlar. Ama Râzî bu görüşleri ikiye ayırırken, Kurtubî üçe çıkart­maktadır. Süleyman Ateş hitabın müminlere, Elmalık Hamdi Yazır da riva­yetlere dayanarak müşriklere olduğunu ifade etmektedirler.

Meallerde Muhammed Esed hariç diğerleri Mekkeli müşrikler olarak mayalandırmaktadırlar. Acaba bu görüşlerden hangisi doğrudur? Bize göre âyeti önceki âyetlerle ilişkili olarak düşünülürse ve sonraki âyetler dikkate alınırsa, hitabın müminlere olduğu ortaya çıkacaktır. Ayetin son kelimesi, yani "Allah müminlerle beraberdir" ifadesini kâfirlere söylemesi imkân da­hilinde değildir. Kurtubî'nin dediği gibi, "Eğer siz fetih istemekteyseniz, işte size o fetih gelmiştir" buyruğu müminlere, ondan sonrası kâfirleredir fikri kabul edilemez. Kurtubî de zaten bu görüşü sadece nakletmektedir.

a) Âyetin bu kısmında geçen fetih kelimesi, "açmak" anlamına gel­mektedir. Bu kelimeye, altı harfli fiil kalıbından getirildiği için "işitmek" mâ­nası da ilâve edilebilir. O zaman "fetih istiyordunuz" anlamı verilebilir ve bu âyeti, Enfâl sûresinin 9. âyetine bağlamak mümkündür. Enfâl sûresinin 9. âyetinde, "Hani yardım için Rabbinize yalvarıyordunuz" ifadesi yer almak­tadır. Bu yalvarışın ardından gelen çeşitli yardımlarla müminler zafere ulaş­tı. Enfâl sûresinin 19. âyetinde zafer, yani fetih istiyordunuz, işte fetih size ulaştı denmektedir.

Âyetin bu kısmında dikkat edilmesi gereken konu, "gelme" fiilinin fa­ilinin fetih olmasıdır. Bunun anlamı şudur: Sanki fetih canlı bir varlık gibi hareket etmekte ve gelme fiilini gerçekleştirmektedir. Biz bu ifadeden fethin, zaferin, hareket eden bir canlı olduğu kanaatine ulaşıyoruz. Böylece sosyal olgularında canı vardır diyebiliriz. Demek ki sosyal olguların da canı vardır, onlar da hareket etmektedir, onlar da gidecekleri yeri bilirler, onların da ta­rihte yerleri vardır, onlar da ölürler.

Fetih kavramı bağlamında şu neticelere ulaşılabilir: Fetih açmak oldu­ğuna göre, Bedir Savaşı ile müminler korku psikolojisinden güvenlik yurdu­na geçiş kapısını açtılar, anlamına gelmektedir. Zafer bu kapıyı açmak mâna­sını ifade etmektedir. Fetih, Allah'ın yardımı ile gerçekleştiğinden, ilâhî lut-fun, ihsanın, yardımın kapılarının müminlere açılması demektir. İlâhî lütuf, ihsan ve yardımın kapılarından çıkıp müminlere gelmiştir.

Bu âyetteki fetihte, müminlerin gönüllerindeki korkunun çıkıp kahra­manlığın ve iç huzurunun araya girmesi mânası da vardır. Bedir Savaşı'nda-ki zafer sadece düşmanı yenmek değil, aynı zamanda müminlerin gönüllerin­de güven, iç huzuru ve imanın yerleşmesidir.

2. "Eğer vazgeçerseniz, sizin için daha iyi olur". Bura­daki "vazgeçmek" ne anlama gelmektedir? Bize göre Enfâl sûresinin 17. âye­tinde geçen ifadenin gelmesine sebep olan, "Sen öldürdün, ben öldürdüm" tartışmalarına son vermeyi ifade etmektedir. İstediğiniz zafer değil miydi, iş­te o zafer geldi ve böylece tartışmanın anlamı kalmadı.

Bundan şunu anlıyoruz: Tartışmayı ortadan kaldıracak bir olay meyda­na gelince, o tartışmanın sona erdirilmesi, toplumsal bir değer taşımaktadır. Bu demektir ki, toplumsal tartışmaları sona erdirecek bir şeyler yapmak ge­rekir. Yapılacak şey yapılmazsa, hem tartışma büyür hem de kaba kuvvete başvurmak zorunda kalınır. Yüce Allah burada müminlere, "İstediğiniz zaferidi, ona ulaşınca tartışmaların son bulması gerekir" demek istiyor. Hedefe ulaşınca, oraya varıncaya kadar meydana gelen ayrılıklar, tartışmalar son bulmalıdır. Böylece Allah, medenî olmanın basamaklarından birini öğret­mekte, bir sosyal yara olan tartışmaya son verme kültürünü kazandırmakta­dır. Yaptığı yanlıştan vazgeçebilme erdemini sürdürmektedir. Bu eğitimde "daha iyi" olanın ne olduğu öğretilmekte ve daha iyi olanın yayılması sağ­lanmaktadır.

3. "Eğer dönerseniz, biz de döneriz". Bölünmeye kadar va­ran tartışma günâhına dönerseniz, biz de zafer, lütuf ve yardım için verdiği­miz sözden döneriz. Enfâl sûresinin 15. âyetine bakarsak, toplu halde kâfir­lerle karşılaşınca, sırtını dönme günâhına dönerseniz, denildiğinde olduğu gi­bi, 17. âyette geçen tartışmaya dönme de olabilir.

Âyetin bu kısmından çıkarılcak netice şudur: İnsanın eyleminden son­ra Allah'ın eylemi gerçekleşmektedir. Allah "Siz dönerseniz ben de dönerim" buyururken, kendi dönüşünü insanın dönüşüne bağlamaktadır. Kendi takdiri­ni, kulunun eylemine bağlı olarak gerçekleştirmektedir.

Diğer taraftan "dönerseniz" buyurulurken, dönme konusunda insanla­ra hürriyet verildiği ifade edilmektedir. Allah istese, kullarının günâha dön­memesini temin edebilir, ama o zaman 17. âyette geçen imtihanın anlamı kal­mazdı. Hürriyet, imtihanın varlığını ve insanın erdemini ortaya çıkarmakta­dır. İnsan kendi iradesi, hür düşüncesi ve kararı ile günâhtan dönmelidir. Ay­rıca yine kendi iradesi ve hür karan ile günâha dönmelidir. İnsanın kendi hür irade ve kararının olmadığı bir davranışı ne günâh olur ne de ahlâksızlık olur.

4. "Topluluğunuz çok da olsa, size zerre kadar yarar sağlamaz. Allah inananlarla beraberdir". Bundan anlıyoruz ki, müminlerin çok olması, Allah'ın yardımı olmadıkça bir şey ifa­de etmeyecektir. Çokluk değil, ilâhî yardım önemlidir. Bedir Savaşı'ndan sonra tekrar korku ve günâha, yani tartışmalara dönmenin ilâhî yardımı ke­seceğine, istikbalde çoğaldıklarında kendilerini bir güç olarak görmelerinin işe yaramayacağına dikkat çekilmektedir.

Müminler, inançlarına uygun olarak doğru yolda kaldıkları müddetçe Allah onlarla birlikte olacaktır. Doğru yoldaki eylemlerine sadık kalmak, onlara Allah'ın beraberliğini getirecektir. Übey b. Kâ'b'ın desteğini alan İbn Kesîr, bu âyetin müminlerle ilgili olduğunu söylemektedir. Demek ki Allah des­teğini vermezse, gelecekte müminler ne kadar çok olurlarsa olsunlar, güçsüz ve dayanıksız kalacaklarına dair bir uyarı yapmaktadır.

Güçlü iman, iyiden yana kalmak ve tavır almak, ilâhî beraberliği geti­receğinden, daima bu imana sahip olanlar zafere ulaşacaklardır. Demek ki Allah'ın beraberliğini kazanmak, zaferin ana dinamiğini oluşturmaktadır. İman sadece bir şeyi tasdik edip kabullenmek değildir, aynı zamanda Allah'ın beraberliğini kazanmaktır. Allah'ın beraberliği de O'nun lutfu, ihsanı ve yar­dımı demektir.

Netice olarak diyebiliriz ki Allah, bir savaş, iman, sadakat, sözünde durma ve ilâhî beraberlik konularında derinlemesine ders vermekte ve insa­nın eylemlerinde hür olduğuna da işaret etmektedir.[12]

 

Müminler Ne Yapmalı Ne Yapmamalıdır?

 

20. Ey iman edenler! Allah ve Resûlü'ne itaat ediniz, işit­tiğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyiniz!

21. İşitmedikleri halde işittik diyenler gibi olmayınız!

22.  Şüphesiz Allah katında canlıların en kötüsü, düşün­meyen sağırlar ve dilsizlerdir.

23. Allah onlarda bir hayır görseydi, elbette onlara işit-tirirdi. Fakat işittirseydi bile onlar yüz çevirerek döner­lerdi.

24. Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı za­man, Allah ve Resûlü'ne uyunuz, ve biliniz ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurun­da toplanacaksınız.

25. Bir de öyle bir fitneden sakınınız ki, o, içinizden sa­dece zulmedenlere erişmekle kalmaz, (umuma sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki Allah'ın azabı şiddetlidir.

Yukarıda sıralanan âyetler birbirini tamamlamaktadır. Onun içindir ki, onları bir arada yorumlamayı uygun buluyoruz.

1. "Ey iman edenler! Allah ve Resûlü'ne itaat ediniz!" Enfâl sûresinin merkezî konularından biri ve en önemlisi, Allah'a ve O'nun peygamberine itaat etmektir.

Buradaki itaat, "bağlılık" anlamına gelmektedir. Diğer bir anlamını da 19. âyette geçen günâha dönmemek ve günâha son vermek kelimelerinden alabiliriz. Ama Enfâl sûresinin Bedir Savaşı ile olan sıkı ilişkisini düşünür­sek, ganimetlerin Allah ve Peygamberi'ne ait olduğu ilkesine boyun eğmek, Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olmak, barış yapmak konusundaki emirleri yerine getirmek, Allah ve Peygamberi'ne itaat etmek demektir. Aynı emir, Enfâl sûresinin 1. âyetinde de gündeme gelmişti.

Enfâl sûresinin 15. âyeti dikkate alındığında, "Düşmanlarla karşılaşıl­dığında onlara sırt dönmeyiniz" emrini yerine getirmenin Allah'a itaat olaca­ğı görülmüş olur. Bu âyetten sonra gelecek pek çok âyette yer alan emir de bu itaat kavramının içine girmektedir.

2. "İşittiğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyiniz!" Burada mealini verdiğimiz "ondan" kelimesinden kimin kastedildiğine açık­lık getirdiğimizi söyleyemeyiz. anhüdeki zamirin, bazılarına göre Al­lah'a, bazılarına göre Kur'ân'a, hatta peygambere gittiğini söyleyenler vardır. Bunların içinden seçilmesi gereken mâna, "Kur'ân" olmalıdır. Bu seçişteki delilimiz ne olabilir? Âyetin sonunda gelen "işittiğiniz halde" ifadesi, buna delil olmaktadır. İşitilen, sözdür; Kur'ân Allah'ın sözü olduğuna göre, onu işitince ona sırtını dönmemek gerekir. İtaatin bir şekli de budur. Kur'ân'ı din­leyen bir müslüman ondan yüz çeviremez ve çevirmemelidir.

Âyetin ilk kısmındaki hitap iman edenlere olduğuna göre, demek ki iman edenlerin işittikleri, dinledikleri Kur'ân'a yüz çevirme ihtimalleri var­dır. Eğer bu ihtimal olmasaydı, Allah bu emri vermezdi. Bu emir sadece Kur'ân'ın indiği dönemdeki insanları kapsamına almamakta, kıyamete kadar gelecek bütün nesillere hitap etmektedir. İlk bakışta iman eden insanların, dinledikleri Kur'ân'a yüz çevirmeleri ihtimal dahilinde görülmemektedir, ama bu ihtimal her zaman vardır

3. "Dinlemedikleri halde işittik diyen­ler gibi olmayınız!". "Kabul etmedikleri halde kabul ettik diyenler gibi olma­yınız!" anlamına gelmektedir. "İşitmek, dinlemek, kabul etmek, tasdik et­mek, inanmak" demektir. "İşittik" demek, kabul ettik demektir; dinlememek de kalben kabullenmemek mânasını ifade etmektedir. "Dinlemek" duyu or­ganlarının en önde geleninin eylemidir. Eski eğitim sisteminde kulak önde, modern eğitimde ise göz öndedir. Ancak din eğitiminde, özellikle tebliğ ko­nusunda kulak öne geçmektedir. Çünkü Kur'ân'ın başkalarına duyurulması gerekiyor. Mümin, dinlemediği halde dinledim, dememelidir. Bu durum münafıklığın özelliğini yansıtmaktadır. Mümin, münafığın davranışını paylaşa­maz. Bakara sûresinin 14. âyetinde anlatılan münafığın davranışını asla gös­termemelidir.

4. "Şüphesiz Allah katında canlı­ların en kötüsü, aklını kullanamayan sağırlar ve dilsizlerdir". Bu âyette ge­çen devâbb kelimesinin tekili dabbehtir. İnsanlar dahil olmak üzere, yürü­yen ve sürünen hayvanların tamamı devâbb kavram içine girmekledir. sûresinin 45. âyeti bunu açıklamaktadır "Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür...".

Demek devâbb, "yaratıklar, canlılar" anlamına gelmektedir. Canlıların karın üstü sürünmesinin, ayak üstü yürümesinin önemi yoktur. Önemli olan aklı, kulağı ve dili olmaktır. Aklı olmak, düşünmenin; kulağı olmak, dinle­menin; dili olmak da hakikati itiraf etmenin işareti olmaktadır. Bütün bunlar tekâmül etmiş haliyle insan denen canlıda bulunmaktadır. Bu organları, ka­biliyet ve yetenekleri kullanmak, insanı en şerefli canlı durumuna getirirken, kullanılmaması da en kötü duruma düşürmektedir.

Aklını kullanamayan sağırlar ve dilsizler, canlıların en bayağısı ve kö­tüsü olmaktadır. Demek ki insan, psikolojik kabiliyet ve yeteneklerini kulla­narak insan oluyor; çünkü ondaki bütün biyolojik organlar hayvanda da var­dır.

Bu âyet bir yönü ile A'râf sûresinin 179. âyetine, diğer bir yönüyle de Bakara sûresinin 18 ile 171. âyetine bağlı durumdadır. Bu âyetler, insanların yeteneklerini kullanmadıkları zamanlarda ne gibi hallere düştüklerini açıkla­maktadır. Söyleneni anlamayan, aklını kullanıp düşünemeyen ve anlatılana kulak vermeyen insanların değerlendirmesi yapılırken, "en kötü, en bayağı canlı" ifadesine yer verilmektedir.

Allah bu değerlendirmeleri niçin yapmaktadır? Bu âyetler, din eğitimi­ne ve genel eğitime, insanı hayvan olmaktan kurtarıp insan olma onurunu ka­zandırabilmek için aklını kullanmasını, doğru düşünmesini, dinlemesini ona öğretmesinin gerekliliğini vurgulamaktadır.

5. "Allah onlarda bir İyilik olduğunu bilseydi, elbette onlara işittirirdi. Fakat işittirseydi bile yine onlar yüz çevirerek dönerlerdi". Bu âyet, kader konusunun çok önemli bir boyutu­nu gündeme getirirken, ilâhî eğitimin temel ilkelerinden birine de dikkat çek­mektedir. Kader boyutunu açıklayabilmek için şu soruyu sormakta yarar var­dır:

Yüce Allah onlara işittirebileceği halde neden işittirmemektedir? Onla­ra işittirseydi, belki de onlar da işiteceklerdi. Bu soru ve açıklamaların ceva­bını bu âyet vermektedir. Allah'ın onlara işittirmesinin sebebi, onlarda bir iyi­lik olmadığını, işitmeye hazır olmadıklarını bilmesidir. Allah ilim sıfatının gereği olarak, onların durumunun ne olduğunu önceden bilmektedir. İyilik adına kendinde bir alt yapı olan insanı işittirmeye lâyık gördüğünü hükme bağlamaktadır. Demek ki insanın durumu ilâhî takdiri etkilemektedir. Çünkü onlara işittirmiş olsa bile yüz çevirip döneceklerini de biliyordu. Böylece Al­lah insanın önceki durumu ile sonraki durumunun ne olacağını bilmektedir. Yapacağı işittirmenin ne alt yapısı ne de geleceği vardı. Allah'ın bir değer ta­şımayana ve gelecekte bir değişime uğrama ihtimali olmayana böyle davran­dığı ortaya çıkmaktadır.

Diğer taraftan bu âyet, eğitilemeyecek insanların olduğuna da işaret et­mektedir. Peygamberler ve din âlimleri, bütün insanların etkilenebileceği il­kesinden hareket ederler, ama zamanla bazı kimselerin eğitilemeyeceğini an­larlar. Allah bu durumu daha önce bildiği için takdirini ona göre düzenlemek­tedir.

Dinlemeyen, konuşmayan ve aklını kullanmayan insanda iyiden bir kı­rıntı olmadığı için Allah ona işittirmemektedir. Yûnus sûresinin 100. âyetin­de, aklını kullanmayan insanın pislik olduğu belirtildiği gibi, bu insanı temi­ze çıkartmakla rahatsız olacağı da bir gerçektir; çünkü o, pislik içinde yaşa­maya alışmıştır.

6. "Ey insanlar! Allah ve Peygamberi sizi size can verecek şeylere çağırdığı za­man, çağrılarına koşunuz. Allah'ın kişi ile kalbi arasına girdiğini ve O'nun huzurunda toplanacağınızı biliniz". Bu âyetin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:

a) Yüce Allah ve elçisi, insanları ona can verecek şeylere çağırmakta­dır. Bu ne anlama gelmektedir? Allah insana can vermiştir, tekrar ona can vermesi neyi ifade etmektedir? Allah ve elçisi insanları Kur'ân'a çağırmak­tadır. Kur'ân'ı dinleyen ve onun hükümlerini yerine getirenler başka bir can elde etmektedirler. Şûra sûresinin 52. âyetinde bu husus şu şekilde belirtil­mektedir. "İşte böylece sana da emrimizden bir ruh vah-yettik". Bir ruh taşıyoruz, bu biyolojik canlılığımızı temin ediyor; bir ruh, ya­ni Kur'ân taşıyoruz, manevî canlılığımızı temin ediyor.

Kur'ân'ın insanın iç âlemine ve sosyal hayatına getirdiği değerlere gö­re hareket etmek, aslında can kazanmak, hayat bulmaktır. O zaman Kur'ân'ı düşünce, duygu ve davranış olarak yaşamayanlar da yaşayan ölü durumun­dadırlar. Bunun böyle olduğunu Nemi sûresinin 80 ve Rûm sûresinin 52. âyetlerinde görüyoruz: "Elbette sen ölülere duyuramazsın".

Beynini, gönlünü ilâhî çağrıya kapatanlar, kendi beyin ve gönüllerinin etra­fında bir duvar örmüşler, bir mânada kendilerini mezara koymuşlardır. Bu psikolojik mezar onların gerçekleri duymasını engellemektedir. Âyette, "Dirilerle ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir, sen kabirlerdekilere işittiremezsin" (Fâtır 35/22) buyurulurken, bu ölülere işaret edilmektedir.

Demek ki Allah ve Peygamberi neye çağırıyorsa, o şeye karşı kalbi ve gönlü açık olana can vermektedir. Onun içindir ki, can veren davete uyulma­sını emretmektedir. Can veren davete uyup uymama seçeneği, iman edenle­rin iradesine kalmıştır. Eğer Allah zorla uydursaydı, bu emre gerek kalmaya­caktı. Birisi çıkıp "Bu davete sizi zorla uydururum" diyemez.

Enfâl sûresinin muhtevası içinde, bu davet edilen şeye mâna verecek olursak, bunun "savaş" olduğunu söyleyebiliriz. Bedir Savaşı bu sûrede ko­nu edildiğinden, bazı müminler savaşa gönülsüz gidiyorlardı. Bu âyette Al­lah vatanını, milletini, namusunu, hürriyetini korumak için savaşa gitmenin aslında hayat olduğunu söylemektedir. Bu değerler uğruna savaşmayanlar, zamanla düşmanların kuvvetlenip saldırmaları ile bütün hayatlarını kaybedeçeklerdir.

Allah ve Peygamberi'nin, bu sûrenin konusu olan Bedir Savaşı'na davet

" Al­lah yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz. Bilâkis onlar diridirler, fakat siz anlayamazsınız" (Bakara 2/154).

Allah ve Peygamberi'nin davet ettiği şeyler, âhirette insanı ebedî cen­nete götürecek olan eylemler olabilir. Âyet, iman edenleri davet ettiğine gö­re, davet edilen şey iman değil, eylemlerdir. îman ile amel insanı ebedî olan cennete götüreceğine göre, buradaki can verme olgusu âhiret hayatı olabilir. Bunu nasıl delillendiririz? "Bu dünya hayan sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Âhiret yur­duna gelince, işte asıl yaşama odur, keşke bilmiş olsalardı" (Ankebût 29/64).

îman ederek iyi davranışlar sergileyenlerin iyi bir hayat yaşamasına, yaşatılmasına da bir işaret olabilir. "Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatacağız" (Nahl 16/97). Demek ki iyilikleri, güzellikleri, doğru­lukları ve hakikati yaşayan insan, iyi bir dünya hayatına sahip olacaktır. De­mek ki Allah ve Peygamberi'nin çağırdığı değerler bunlardır. Bunlar insana, hayatın içinde hayat bahşediyorlar. Allah ve Peygamberi'nin davet ettiği ey­lemler ve değerler, insana hayat vermektedir.

Âyetin bu kısmından çıkarılacak başka bir netice de vardır: Âyet, Allah ve Peygamberi'nin çağırdığı şeylerin amacını tesbit etmektedir. Bu çağrının amacı, insana yeni bir hayat vermek olmalıdır. İnsanın psikolojik ve sosyal hayatına can katacak değerlerin öğretilmesinin ve yaşatılmasının önemi vur­gulanmaktadır. Beşerî eğitim de aynı değerlerin peşinde koşarsa, onları öğre­tirse, insanlara can vermiş olacaktır.

Demek ki bir insanın biyolojik yapısını ayakta tutan can vardır, bir de Allah katında onun şerefini ayakta tutan can vardır. Bu can, güzellikleri, doğ­rulan, iyileri ve hakikati hayata geçiren eylemlerdir. İyi eylemler de ferdin ve toplumun hayatına can katmakta ve onu yaşatmaktadır.

b) Yüce Allah inananların şu gerçeği de bilmelerini istemektedir: "Bi­liniz ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer. Ve siz elbette onun huzurunda toplanacaksınız". Allah "kişi" kavramı ile "ben"i kastetmekte, "kalp" ile kal­bin, yani aklın birbirinden ayrı olduğuna işaret etmektedir. Çünkü insanda bir "düşünen ben", bir de "düşünülen ben" vardır. Akıl, düşünen ben; insanın ak­lı kendine yöneldiğinde, kendi üzerinde düşündüğünde "düşünülen ben" du­rumunu kazanmaktadır. Yûnus Emre, "Bir ben var bende benden içeri" der­ken buna işaret etmektedir. Demek ki insanda "iki ben" vardır. Bunlardan bi­ri "düşünen ben", yani akıl, diğeri de üzerinde "düşünülen ben", yani insanın kendisi. Allah, bu iki "ben"in arasına girmekte ve oradaki oluşumları bilmek­tedir.

Kişi ile kalbi, yani düşünen ben ile düşünülen benin arasına girilmesi­nin anlamı, insana olan yakınlığıdır. Sadece yakınlığı değil, aynı zamanda in­sanın iç âleminde olan her şeyden haberi olduğunu, kendi etkinliğini orada sürdürdüğünü ifade etmektedir.

Ayetin bu kısmında şu ifadeye niçin yer verilmiştir? Bunun cevabını, âyetin birinci bölümünde bulabiliriz. Âyetin ilk bölümündeki emir, "çağrıya uymak"tır. Çağrıya uymanın ilk merhalesi, insanın gönlündeki oluşumdur. Allah insanın iç alemindeki "uyma" şeklindeki oluşumu bildiğini anlatırken, yakınlığını gündeme getirmektedir. Bu yakınlığın başka bir ifadesini Kâf sû­resinin 16. âyetinde bulmaktayız: "Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız", Bu âyette, insanda vesvese veren bir "ben" ve bir de vesveseyi alan bir "ben" olduğu ifade edilmektedir.

Demek ki bir "etkileyen ben", bir de "etkilenen ben" vardır. Bunun baş­ka bir açıklaması da şudur: İnsan psikolojik yapısı ile hem süje hem de obje olmaktadır. Başka bir ifade ile hem fail hem de mef'ûl yapısını taşımaktadır. Allah, "düşünen ben" ile "düşünülen ben", vesvese veren ben ile vesvesele-nen ben, etkileyen ben ile etkilenen ben arasına girmekte ve bu etkinliğinin müminler tarafından bilinmesini emretmektedir. Onun içindir ki "Bili­niz!" emrini vermektedir. İnsanın psikolojik yapısı ile davranışları arasında bağlantı ve sıkı ilişkinin Allah tarafından bilindiğinin bilinmesi isteniyor. Çünkü insan bu ilişkiler sistemini Allah huzurunda toplandıkları zaman daha net görecektir.

Allah huzurunda toplanmanın anlamı, bu ilişkiler sisteminin düzenli kurulmasını temin etmektir. Allah ve Peygamberi'nin çağrısına uymak bir ey­lem, bunu yöneten de akıl olmaktadır. Allah bu eylem arasına girebilmekte­dir, çünkü düşünen ben dediğimiz akıl, düşünürken psikolojik bir eylem ha­lindedir.

Din eğitimcileri, düşünen ben ile düşünülen benin aynı insanda olduğu­nu, insanın kendine yönelebildiğini, kendini hissedip gözleyebildiğini, böyle bir oluşumun olabileceğini insanlara anlatmalıdırlar. İnsanın aklı, hem düşü­nen hem gören hem de emreden bendir. Bu ben hem kendine emretmekte hem.de insanın diğer arzu ve eğilimlerine emretmektedir. Yapılan kanunlara uyan bir devlet başkanı gibi, "düşünen ben" denen akıl, kendi emirlerine de uymakta, hatta kendi kendine emir vermektedir.

7. "Bir de, aranızda yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmayacak fitneden sakınınız ve Allah'ın cezalandırmasının çetin olduğunu biliniz".

a) Yüce Allah takva kelimesinden oluşan emri sosyolojik bir anlamda kullanmaktadır. Âyetin ilk emri şudur: "Fitneden sakınınız!" Bura­daki fitne kelimesine Muhammed Esed, "kötülük yönündeki ayartı" anlamı­nı vermektedir. "Ayartma, imtihan, deneme, insanın sınanıp denendiği bir be­lâ, fesat, yani karışıklık" mânasına gelen bu kavram, çoğunlukla sosyal yapı­nın bozulması anlamında kullanılmaktadır.

Âl-i Imrân sûresinin 7. ve En'âm sûresinin 23. âyetlerinde olduğu gibi, buradaki fitne, "ihtilâf, çekişme, karışıklık, kafaları karıştırmak, şaşkınlık" anlamlarındadır. İnsanın manevî değerlere sırtını dönecek kadar baskı gör­mesi, zulme uğraması şeklindeki musibeti göstermektedir. Bakara sûresinin 191. âyetinde de bu mânadadır. "Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürünüz. Sizi çıkar­dıkları yerden siz de onları çıkarınız. Fitne adam öldürmekten daha kötfi-dür". Bakara sûresinin 193. âyetinde geçen fitne de aynı anlama gelmekte­dir.

Toplumu şaşkınlığa düşüren, kardeş kavgası çıkaran, başı bozukluğa sebep olan, anarşi meydana getiren ve insanları kötülük adına ayartan her davranış, fitnenin kapsamına girmektedir. Toplumsal hayatı çürüten fitne de­nen oluşumdan sakınma emrini takva kelimesinden oluşturması ile Allah, takva denen ruh olgunluğuna ve sorumluluk bilincine nasıl ulaşılacağını da öğretmektedir. Bir toplumda fitne, kardeş kavgası devam ederken takva de­nen ruh olgunluğunu yakalamak mümkün değildir. Demek ki takva, toplum­sal hayat içinde kazanılır, kendini ondan soyutlayarak değil.

b) Fitne bulaşıcı bir hastalıktır. Kötülüklere karşı ses çıkartmamak, tep­ki göstermemek de fitnedir. Fitne, özellikle haksızlık edenlere isabet etmekle kalmaz, haksızlığa göz yumanlara da isabet eder. Bu anlamda fitne, "belâ" demektir. Zulme rıza göstermek de zulümdür. Yayılan kötülüklere, toplumu saran zulme tepki göstermemek, ona dur dememek, önlemek için çare arama­mak da zulümdür.

Yüce Allah müminlere şu bilinci kazandırmaktadır: Zulüm yapanlara karşı sesinizi yükseltiniz, tepkinizi gösteriniz, önlemek için çare arayınız. Bu tepki sizin toplumsal takvanızı oluşturacaktır. Toplumsal hayatın bağışıklık sistemini, takva bilinci oluşturacaktır.

Netice olarak diyebiliriz ki, fitne denen toplumsal karışıklık, bozuşma sadece onu üretenlerde kalmaz, bir bulaşıcı hastalık halinde toplumun tama­mına yayılır. Bunun önünde durmak ve onu üretenlerle mücadele vermek ge­rekir. Fitneyi Allah'ın verdiği ceza, belâ olarak alırsak, iyiler, toplumdaki bo­zuşmayı, dengelerin altüst olmasını engellemelidirler. Aksi takdirde gelecek olan ilâhî ceza, iyileri de kapsamına alacaktır. Kötülüğü üretmekle kötülüğe mani olmamak, neredeyse aynı ağırlıkta suç olmaktadır. Bunun böyle oldu­ğunu ve olacağını şu hadîs de nakletmektedir: "İnsanlar zâlimi görüp de ona engel olmayacak olurlarsa, aradan fazla zaman geçmeden Allah onların hep­sini kendi katından göndereceği bir azaba çarptırır"[13].

Buhârî ("Fiten", 6) ve Tirmizî'de ("Fiten", 12) yer alan Hz. Peygamber'in gemi benzetmesi de bunu ifade etmektedir. Allah'ın hükümlerini çiğ­neyenlerle, onlara saygı gösterenler, kura ile geminin katlarına yerleşirler. Alt kattakiler su ihtiyaçlarını gidermek isterler ve üst kattakileri rahatsız etmemek için bulundukları yerden bir delik açıp su almaya kalksalar, hepsi bera­ber batarlar. Üsttekilerin, onlara mani olması gerekir; onlara mani olurlarsa kurtulurlar.

Burada şu soruyu sormak gerekir: "Herkesin kazanacağı yalnız kendisine aittir. Hiçbir suçlu başkasının suçu­nu yüklenmez" (En'âm 6/164); "Her kişi kazandıkları karşılı­ğında rehin alınmıştır" (Müddessir 74/38); "Kazandığı iyilikler onun lehine, yaptığı kötülükler de aleyhinedir" (Bakara 2/286) bu-yurulduğuna göre, cezanın sadece suçu işleyene gelmesi gerekmiyor mu? Bu sorunun cevabını, yorumunu yapmakta olduğumuz Enfâl sûresinin 25 âyeti vermektedir. Kötülüklerle mücadele etmeyen, zâlimi durdurmaya çalışma­yan, toplumdaki bozuşma ile ilgilenmeyen insanlar, ne kadar iyi olurlarsa ol­sunlar, bu ilgisizlikleri sebebiyle azaba uğrayacakları suçu işlemiş olmakta­dırlar.

c) Allah'ın azabının şiddetli olmasının bilinmesi, kötülüğe, bozuşmaya, karışıklığa karşı ilgisiz kalmaya karşı caydırıcı bir nitelik taşımaktadır. Âye­tin bu kısmındaki "Biliniz!" emri, "Sakınınız!" emrini tamamlamakta­dır. Âyetin başındaki takva kelimesinden üretilen "Sakınınız!" emri, sonun­daki "Biliniz!" emrine dayanmalıdır. Çünkü takvanın temellerinde "bilgi" vardır. Bilmeyen insan toplumdaki çürümeyi anlayamaz, ondan nasıl sakına­cağını bilemez, çürümenin, bozuşmanın, karışıklığın nerelere ulaşacağını kestiremez. Bilmeyen insan, iyiden yana değişimin nereden başlaması gerek­tiğini, iyinin nasıl üretilip hayata geçirileceğini bilemez. Câhil insan toplum­daki zulmün ateşini söndürme yerine, benzine ateşle yaklaşma gibi zulmü körükleyebilir. Düzelteyim derken bozar, durdurayım derken hız kazandırır, yapayım derken yıkar, temizleyeyim derken kirletir.

Bu âyetin Enfâl sûresinin konu edindiği Bedir Savaşı ile ne ilgisi var­dır? Bedir Savaşı eğitim amaçlı bir savaş olduğundan, şirk denen zulme kar­şı yapılmıştır. Şirk Allah'a karşı yapılan bir haksızlıktır. Müşrikler, Hz. Pey-gamber'i Mekke'den çıkartmakla ona zulmetmişlerdi. Bu zulme karşı göste­rilen iki tepkinin adına Bedir Savaşı denmektedir. Böyle bir savaşa çıkma­mak, katılmamak, zulme rıza göstermek olacağından, zulüm yapanların uğrayacağı cezaya onların da uğrayacağına dikkat çekilmektedir.

İman edenlerin "İman ettik" diyerek kenara çekilmelerinin, zulme kar­şı ilgisiz ve tepkisiz kalmalarının, onlar için iyi olmayacağı vurgulanmakta­dır. Yüce Allah savaşı bir eğitim faaliyeti olarak görmüş, sebep olarak da zul­mü belirlemiştir. Nisa sûresinin 148. âyetinde olduğu gibi, zulme uğrayanın sesini duyurmasını istemektedir.[14]

 

İhanet Değil Şükür:

 

26.  Yeryüzünde az olduğunuz ve zayıf sayıldığınız için insanların sizi kapıp götürmesinden korktuğunuz za­manları hatırlayınız. Allah sizi barındırdı, yardımıyla destekledi ve kükredesiniz diye size iyi ve hoş rızıklar da verdi.

27. Ey inananlar! Allah'a ve Elçisi'ne hainlik etmeyiniz, bile bile size güvenilen şeylere hainlik etmiş olursunuz.

28.  Doğrusu, mallarınızın ve çocuklarınızın da bir sı­nav olduğunu, büyük ödülün Allah'ın katında bulunduğunu biliniz.

1. "Yeryüzünde az olduğu­nuz ve zayıf sayıldığınız için insanların sizi kapıp götürmesinden korktuğu­nuz zamanları hatırlayınız". Âyetin bu kısmı, müminlerin hicretten önceki Mekke döneminin analizini yapmaktadır. Burada üç önemli kavram öne çık­maktadır: Azlık, kapıp götürmek ve korku. Hz. Peygamber zamanındaki müslümanların durumu anlatılarak, bütün çağların müminlerine hitap edil­mektedir.

Yüce Allah müminlerin azlığının, onlarda bir korku meydana getirdiği­ne işaret etmektedir. Böylece toplumsal durumun, psikolojik bir oluşumu meydana getirdiğine dikkat çekilmektedir. Müslüman nüfusun azlığı korku­yu doğurmaktadır. Azlık, sebep; korku da netice olmaktadır. Bu korkunun konusu da müşrikler tarafından alıp götürülmektir. Çünkü onların gözünde müminler zayıftı. Azınlık, zayıflığı, her ikisi de tehlike korkusunu doğur­maktadır.

Yüce Allah Medine'ye hicret ettikten sonra, Bedir Savaşı zamanlarında müminlere Mekke dönemindeki bu durumlarını hatırlamalarını istemektedir. Geçmişte çekilen zahmetleri, çileleri, ıstırapları hatırlamayanlar, yaşadıkları zamanın kıymetini anlayamazlar. Geçmişin çileleri, geleceğin mücadelesi ve başarısı için itici bir güç olmaktadır.

Sosyal olgular, kitap sayfalarında değil, beyinlerde yaşamalıdır. Kitap sayfaları onları muhafaza eder, ama beyin onları canlı tutar. Yüce Allah "Ha­tırlayınız!" buyururken, Mekke döneminin hafızalarda canlı tutulmasını iste­mektedir. Geçmiş bir kin olarak geleceğe aktarılmayacak, ama geleceğin mü­cadelelerine bir çıkış noktası; haksızlığa, zulme karşı tepki göstermenin bir itici gücü olacaktır.

2. "Allah sizi barındırdı, sizi yardımı ile destekledi ve şükredersiniz diye size iyi ve hoş rızıklar da verdi". Allah geçmişteki çileleri, korkulan, baskılan hatırlamakla, yaşanan hayatın bir değerlendirmesini yapmalarını onlardan istemektedir.

a) Allah sizi banndırdı, yani himaye etti. Düşmanların gönlüne saldığı korkudan emin olmaları için müminleri himaye etmesinin önemli bir lütuf ol­duğunu bilmelerini istemektedir. Medine'ye göç ettirip yuva sahibi yaptı, orada yerleştirdi, orada güven ve barış içinde yaşamalarını temin etti. Demek ki Allah Medine yerlilerinin, yani Ensâr'ın gönlüne müminleri barındırma, bağırlarına basma gibi, merhamet duygusunu koydu. O duygu sayesinde Mu-hâcirler'i barındırdı, yani himaye ettirdi.

b) Yüce Allah müminlere, Medine halkının Muhâcirler'i desteklemesi ve Bedir Savaşı'nda meleklerle ve gönüllerindeki korkuyu bizzat kendisinin gidermesiyle yardım etti. Buradaki yardımı, Enfâl sûresinin 10. âyetindeki yardım olarak düşünebiliriz.

c) Yüce Allah'ın müminleri hoş ve temiz nzıklarla nzıklandırması da üçüncü nimeti teşkil etmiştir. Bu şekilde nimetlendirmesinin amacı, onların şükretmesidir. Öyle anlaşılıyor ki geçmişin sıkıntılarını, korkulu günlerini hatırlamak, yaşadığı dönemde sahip olduğu nimetlere şükretmek gerekiyor. Hatırlama eylemi ile şükretme eylemi yan yana gelmektedir. Geçmişi hatır­lamayan, yaşadığı dönemdeki nimetlere şükredemez. Onun içindir ki âyetin birinci emri hatırlama, amacı da şükretmek olmuştur.

Diğer taraftan barınma, yardım ve beslenme şeklindeki sıralama, temel ihtiyaçların önemine göre sıralanmaktadır. Demek ki yurt, güven ve beslen­me şeklinde açıklayacağımız bu kavramlar, Allah tarafından müminlere te­min edilmiştir. Âyetin analizinden hareketle şükrün bir anlamı da ortaya çık­maktadır. Şükür toplumda sahip olunan nimetlerde ilâhî lütfü görebilmektir. Bu durum nimetin değerini anlamaya götürecektir.

3. "Ey iman edenler! Allah ve Peygamberi'ne hainlik etmeyiniz. Bile bile size emanet edilen şeyle­re ihanet etmiş olursunuz". Buradaki emanetin ne olduğu anlaşılırsa, ihane­tin ne olduğu da anlaşılmış olur. Âyetin nüzul sebebini tesbit etmekle, ema­netin ne olduğu anlaşılacaktır. Bedir Savaşı'nda, mücâhidler, topladıkları ga­nimetlere sahip olmak istediler. Hz. Peygamber herkesin sahip olduğu gani­metlerin bir yerde toplanmasını emretti. Bazı mümin savaşçılar bu emri ye­rine getirme konusunda ağırdan aldılar, o ganimetlerin kendilerine ait oldu­ğu iddiasında bulundular. Allah, ganimetlerin emanet olduğu ve emanete iha-

Allah ve Peygamberi'ne ihanet ne anlama gelmektedir? Enfâl sûresinin 1. âyetini hatırlarsak, ganimetlerin Allah ve Peygamberi'nin olduğu orada hükme bağlanmıştı. Ganimetlere ihanet etmek, Allah ve Peygamberi'ne iha­net etmek olacağından bu hüküm verilmiştir. Ganîmet kamunun malı olduğu için bir emanettir. Kamunun malına ihanet, emanete ihanet olacaktır.

Âyetteki hıyanet kelimesi, "bir şeyi saklayıp gizlemek, gadretmek" an­lamında Gâfîr sûresinin 19. âyetinde geçmektedir: "Allah, gözlerin art niyetli bakışlarını ve kalplerin gizlediği şeyleri bilir". Bunun anlamı, gözlerin hain bakışı demektir. Hz. Peygamber, hainliği şöyle anlatmaktadır: "Allah'ım! Açlıktan sana sığınırım, çünkü açlık, kişi ile otu­rup kalkanların en kötüsüdür. Hainlikten de sana sığınırım, çünkü o, en kötü bir sırdaştır"[15].

Demek ki emanet, "kamu malı" anlamına alınabileceği gibi, ihanetin bağdaşmayacağı akıl anlamına da alınabilir. Allah ve Peygamberi'ne hainlik etmek, akla hainlik etmektir. O zaman emanetin ekonomik bir değer olarak alınması değil, manevî bir değer olarak alınması gündeme gelmektedir. Böy­le bir açılımı yapmak mümkün müdür? Bu durumda delilimiz ne olabilir? Biz buna delil olarak Ahzâb sûresinin 72. âyetini gösterebiliriz: "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi". Buradaki emanetin ne olduğu konusunda müfessirler çok farklı görüşler beyan etmişlerdir. Emane­tin akıl, irâde ve muhakeme olabileceği bir gerçektir. Bu üç maddeyi teke in-dirirsek "akıl" demek zorundayız.

Şimdi emanete verdiğimiz bu mâna ile beraber yorumunu yaptığımız Enfâl sûresinin 27. âyetine dönebiliriz. Allah ve Peygamberi'ne hainlik et­mek, onların teklifine, emirlerine muhalefet etmek, akıl denen emanete iha­net etmektir. Âyetin sonunda gelen "bile bile" ifadesinden, bu ihanetin bilerek yapılacağına dikkat çekilmektedir. Bunun anlamı şudur: Mü­min, hainliğin ne olduğunu bildiğine göre, hainliğin çirkinliğini, ondaki isyanı ve ayıbı bilerek onu işlemektedir.

Bütün mânaları bir araya getirirsek, şöyle bir açıklama yapabiliriz: İna­nan insanların da Allah ve Peygamberi'ne ihanet etme ihtimalleri vardır. On­ların bu ihaneti, kendi emanetlerine, kamu mallarına ve akıllarına ihanet et­mek olacaktır. Kamu mallarına veya akla ihanet etmeyi önleyecek en önem­li güç, bunun Allah ve Peygamberi'ne ihanet olacağı bilincini taşımaktır. Sak­layıp gizlemek anlamı ile ihanet, kamunun malını ve aklın faaliyetini sakla­yıp gizlemek mânasına gelmektedir. Bilerek bu ihaneti yapmak, iman ile bağdaşacak bir durum değildir.

4. "Doğrusu, mal ve çocuk­larınızın da bir sınav olduğunu, büyük ödülün Allah katında bulunduğunu bi­liniz" . Allah, insanları ihanete iten iki şeyi gündeme getirmektedir. Birisi mal, diğeri de çocuklar. Mal veya çocuk çok sevilince, tanrı halini alır ve in­sanın onlar uğruna yapmayacağı şey yoktur. Buradaki fitne kavramını "imti­han" anlamına alabileceğimiz gibi, Enfâl sûresinin 25. âyetindeki fitne keli­mesine bağlayarak, "çözülme, ayartı, belâ" mânası da verebiliriz.

Yüce Allah, mal denen ekonomik değer ile çocuk denen sosyal değeri gündeme getirmektedir. Allah bu iki değerle müminleri imtihan etmektedir. Bir önceki âyete bağlarsak, emanetin mal ve çocuklar olduğu anlaşılmış olur. Allah ve Peygamberi'ne hainlik eden, mal ve çocuklarına da ihanet etmiş olur. Malına ihanet etmiş olur, çünkü ganimetler, yani kamunun malı Allah ve Peygamberi'nindir hükmünü veren Enfâl sûresinin 1. âyetine ters düşerek, ganimeti haksız yere gizlerse, malına haram katmış olacaktır. Bu da malını haramla kirletmek anlamına geldiğinden, ona ihanet etmektir. Diğer taraftan çocuklarına haram lokma yedirmek suretiyle onların asaletini bozacağından, onlara da ihanet etmiş olacaktır.

Bu âyetin sonunda yer alan "Büyük ödülün Allah ka­tında olduğunu biliniz" ifadesiyle bağlantılı olarak düşünecek olursak, fark­lı bir netice çıkartmak mümkündür: Malınıza mal katmak ve çocuklarınızın geçimini düşünerek Allah ve Peygamberi'nin hakkı olan ganimetleri gizle­meyiniz. Hakkınızı Allah'ın hakkına tercih etmeyiniz. Aksi takdirde imtihanı kaybetmiş olursunuz.

Başka bir açıdan bakarak farklı bir netice çıkartmamız da mümkündür: Bazı müslümanlar Bedir Savaşı'na katılmak konusunda ağır davranıyorlardı. Onun içindir ki Enfâl sûresinin 15. âyetinde şöyle buyurulmaktadır: "Ey iman edenler! Toplu halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyiniz". 16. âyette de

"Tekrar sava§mak için bir tarafa çekilmek veya diğer bir birliğe ulaşıp mevzi tutma durumu dı­şında, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse, elbette o, Allah'ın azabını hak etmiş olarak döner".

Bu dönüş, malını ve çocuklarını düşünerek gerçekleşirse, ödülün yan­lış yerlerde arandığı ortaya çıkmış olur. Mal ve çocuklar konusundaki imti­hanı başarı ile veren mümin, ödülünü Allah katında bulacaktır. Bu iki ema­neti korur ve gerektiği şekilde değerlendirirse, büyük ödülü Allah'tan alır. Buradaki mal ve çocukları, Enfâl sûresinin 26. âyetinde geçen "Geçiminiz için temiz ve hoş rızıklar bahşetti size ki sonunda şükredesiniz" ifadesine de bağlarsak, mal ve çocuklar konusundaki imtihanı, şükrederek geçeceğimiz anlaşılacaktır. Bütün bu âyetlerden şu neticeleri çıkartıyoruz:

a) Azlığın meydana getirdiği korku psikolojisinden yüce Allah, mümin­leri himaye ederek, yardımda bulunarak ve temiz gıdalarla besleyerek gider­miştir. Bu durum Mekkeli müşriklerle, müminlerin arasında geçen bu olgu, bütün çağlara hitap etmektedir.

b) Allah'ın emir ve yasaklarına karşı çıkarak Allah ve Peygamberi'ne ihanet etmekle, kendi emanetlerine ihanet etmiş olacaklardır. Böylece Allah, ihanet ile emanet kavramlarını bir araya getirerek, İslâm ahlâkının temel öğe­lerini gündeme getirmektedir.

c) Mal ve çocukların bir imtihan sorusu olduğu, bu soruların iyi cevap­landırılmasının önemi üzerinde durulup, bu imtihanı kazananların Allah tara­fından ödüllendirileceklerine dikkat çekilmekte ve korku psikolojisi, ilâhî hi­maye, yardım ve ihsan, şükür, ihanet ve emanet, çocuk, mal ve imtihan gibi dinin ve ahlâkın temel konularının ele alınıp müminlere öğretilmesini, din eğitimine bırakmaktadır. Dinin değerler sisteminin önde gelen bu konularına karşı çıkmanın müminlere neler getireceğini vurgulamak gerekir. Müminlerin sahip oldukları birçok değerin kaynağını bilerek şükretmelerinin önemi, gönüllere kazınırcasına öğretilmelidir. Böylece mümin, Allah ile kendisi ve sahip olduğu değerlerle ilişkilerinin hangi doğrultuda olacağının bilincinde olmalıdır.[16]

 

Takvaya Ulaşmanın Neticeleri:

 

29. Ey iman edenler! Eğer Allah'tan sakınırsanız, O, si­ze iyiyi kötüden ayıracak bir anlayış verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir.

Yüce Allah bu âyette iman edenlere hitap etmektedir. Müminlerin tak­va eylemini gündeme getirerek, bu eylemle kazanacaklarını, yani o eylemin neticelerini açıklamaktadır.

Âyette geçen "Allah'tan sakınırsanız" şartını koşarken, "sa­kınma" diye tercüme ettiğimiz takvaya "saygı duymak, Allah'a karşı sorum­luluğunun bilincinde olmak" mânalarını verebiliriz. Allah'a, takva denen ruh olgunluğu içinde kulluk etmek, O'nun emirlerini ve yasaklarını samimi ola­rak yerine getirmek, bazı kazammları temin edecektir. Bu kazanımlar bir ba­kıma takva puanı ile ilâhî üniversiteye kaydolmanın ödülleri olacaktır. Âyet bunları şöyle sıralamaktadır:

1. "O, size iyiyi kötüden ayıracak" anlayış olarak tercüme ettiği­miz kelime furkândır. Furkân kelimesi, fark kelimesinden türemiştir. Kur'ân'a, hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini birbirinden ayırdığı için bu isim verilmiştir. Âyetteki furkân kavramına farklı mânalar veren âlimleri ve verdikleri mânaları Kurtubî nakletmektedir. İmam Mâlik, Talak sûresinin 2. âyetine dayanarak "çıkış yolu"; Süddî, "kurtuluş", Ferrâ, "fetih ve zafer" mânalarını vermişlerdir. Buradaki mânasının iyiyi kö­tüden, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden, hakkı bâtıldan ayıracak bir anla­yış olduğunu bir âyetle ispat etmek mümkün müdür? Enfâl sûresinin 8. âye­tinde bunun ispatını görmekteyiz. "Hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı ortadan kaldırmak içindi". Yüce Allah bunu yaparken müminlere de hak ile bâtılı ayırma gücünü vermektedir. Bedir Savaşı hem müşrikleri eğitmek amacını gütmüş hem de müminlere hak ile bâtılı ayırma anlayışını getirmiştir. Müş­riklere bu eğitimi meydan muharebesinde verirken, müminlere gönül, yani akıl alanında vermektedir.

Âyette geçen furkân kavramını "basiret" mânasına alırsak, o zaman A'râf sûresinin 201. âyetini bunu destekleyen bir delil olarak getirebiliriz: "Takvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda, düşünüp hemen gerçeği görür­ler" . Demek ki takva öyle bir ruh olgunluğudur ki, içindeki oluşumların şey­tanî veya rahmani olup olmadığım ayırabilen düşünce ve basireti insana ka­zandırmaktadır.

Âyetin bu kısmında şu gerçeği de yakalayabiliyoruz: Allah, takva de­nen sakınma eylemini müminlere gösterip, hak ile bâtılı ayırma anlayışını verecektir. Takva denen gönül eyleminin öznesi, insan; iyi ile kötüyü ayırma anlayışını verme eyleminin öznesi de Allah'tır. Demek ki önce kul, takva de­nen Allah'tan sakınma ya da Allah'a saygı duyma eylemini gerçekleştiriyor, sonra da Allah ona iyi ile kötüyü ayırma anlayışını veriyor. Kul eylemini ger­çekleştirmeden Allah takdirini gerçekleştirmiyor.

Hak ile bâtılı ayırma anlayışının ilâhî âlemden insanın gönlüne inebil­mesi için, o gönülde takva denen bir ortam oluşmalıdır. Çünkü furkân denen hak ile bâtılı ayırma anlayışı, basiret sahibi kâmil insanın özelliğidir. Bu özelliğin ağırlığını kaldıracak bir gönül, bu gönül de takva denen bir ilâhî so­rumluluk bilincini ister.

Yüce Allah'ın insana hak ile bâtılı ayıracak anlayışı vermesini, Enfâl sûresinin 24. âyetine giderek de açıklayabiliriz: Buradaki furkân, müminlere hayat veren çağrıdır. Yüce Allah, kişi ile kalbi arasına girip orada bazı deği­şimler gerçekleştirmektedir. 26 ve 27. âyetlerde şükretme kapasitesi, 27. âyette ihanetin ne olduğu, 28. âyette ise mal ve çocukların bir imtihan oldu­ğu gerçeği anlatılmaktadır.

Enfâl sûresi Bedir Savaşı ile ilgili olduğuna göre, furkân kavramına Râ-zî'nin kabul ettiği şu mânayı verebiliriz: Allah sizinle kâfirlerin arasını ayırır. İnkarcılarla müminlerin arasındaki ayırıcı vasıfların tamamını kapsamına al­maktadır. Takva denen ruh olgunluğuna eren müminlerin gönül boyutu, dav­ranışları ve ahlâkı, kâfirlerinkinden farklıdır. Bu farklar Allah'tan gelmekte­dir. Demek ki müminin furkân olması, onun düşünce, niyet, samimiyet ve davranış bakımından farklı olması anlamına gelmektedir.

2. "Suçlarınızı örter". Ayetin bu kısmındaki sey-yiât kelimesini, "ayıplar" olarak mânalandırmak mümkündür. Bu mânayı ve­rirken delilimiz ne olabilir? A'râf sûresinin 20. âyetinde bu kelime "ayıp yer­leri" anlamına gelmektedir. Şeytan, Âdem ile eşini yasak meyveden yedirte-rek, avret yerlerini kendilerine göstermek istedi.

"Suçlarınızı örter" yerine, "ayıplarınızı örter" mealini vermek daha iyi olacaktır. Avret yerlerini örtmenin anlamı, insanı utandıracak çirkin hareket­lerinden kendilerini uzaklaştırmaktır. Keffere kelimesi, "tohumu toprağın al­tında örtmek" anlamına gelmektedir. Bu kelimeye kötü eylemleri görmezlik­ten gelmek, onları silmek mânası da verilebilir. Bu ilâhî eylemi, âyetin başın­daki takva eylemine bağlamak gerekiyor. Mümin, Allah'a karşı sorumluluk bilincinde olursa, Allah onun ayıplarını örtecektir.

Demek ki takva öyle bir ruh olgunluğudur ki, Allah'ın ayıpları örtmesi­ne sebep olmaktadır. Takva denen bilinç, ayıpların Allah tarafından örtülme­sine sebep olmakta ve ayıpların örtülmesi mânasına gelmektedir. Takva de­nen manevî bağışıklık sistemine sahip olmayanlar, manen çıplak durumda ol­duklarından, ayıpları ortada durmakta ve şeytanın etkisine açık halde bulun­maktadırlar. Takva denen ruh olgunluğunu gösteren müminlerin bu çıplak durumunu Allah örtmektedir.

3. "Sizi bağışlayacak". Ayıplarını örtmekle bağışlamak arasındaki temel fark, ayıp kavramının bu dünya ile alâkalı olması, bağışlama­nın ise âhiretle alâkalı olmasıdır. Âhirete uzanan yanlış eylemlerin bağışlan­ması, affedilmesi ile ayıpların örtülmesi, farklı eylemlerdir. Onun içindir ki, bu iki durum âyette ayrı ayrı ele alınmaktadır. Allah'tan sakınma eylemi, âhi-rette sadece ödül kazanmamakta, aynı zamanda başka günâhların affını da getirmektedir.

Görüldüğü gibi Allah müminlerden bir şey isteyip, karşılığında onlara üç şey vermektedir. Hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü ayırma an-

da temin etmektedir.

Âyetin sonunda yer alan "Allah büyük lütuf sahibidir" ifadesinin anlamı, Allah'ın vaadinde duracağı anlamına gelmektedir. Mümi­nin takvası, akıl ile gönülde ortaya çıktığından, ilâhî lütuf da müminin gön­lünde ve beynindeki oluşumlarda kendini göstermektedir. Müminin beynin­de ve gönlündeki iyiden yana bütün oluşumlara uzanan ilâhî lütuf, alt yapı olarak orada takva denen sorumluluk bilincini meydana getiriyor.

Öyle anlaşılıyor ki Allah, bire üç karşılık vermektedir. Müminin bir adı­mına üç adım ile cevap vermektedir. Ama bu büyük karşılığı müminin takva­sı temin etmektedir. Takv2 denen düşünce, basîret ve niyetle amelin bütün­leşmesi, din eğitimin insanlara kazandıracağı en büyük erdemlerdendir.[17]

 

İnkarcıların Kurduğu Tuzağın Boyut­ları:

 

30. Hani inkarcılar seni bağlayıp bir yere hapsetmek, ya da öldürmek veya seni yurdundan çıkarmak için tu­zak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarken, Allah da karşı tuzak kuruyordu. Allah tuzağı boşa çıkaranların en iyi-sidir.

Enfâl sûresinin önemli özelliklerinden biri de "hatırlayınız" veya "ha­ni" diye tercüme ettiğimiz kelimesiyle başlayan âyetlerin çok olması­dır. "Hatırlayınız ki, Allah size iki gruptan birinin sizin olduğunu vaad edi­yordu" (âyet 7), "Hatırlayınız ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz" (âyet: 9), "Hatırlayınız ki, kendi katından bir güven olarak Allah sizi uyuk­lamaya daldırmıştı..." (âyet: 11), "Hani Rabbin meleklere, 'Elbette ben si­zinle beraberim' diye vahyediyordu..." (âyet: 12), "Hatırlayınız ki, bir zaman siz yeryüzünde âciz tanınan az (bir toplum) idiniz" (âyet: 26). Şimdi de 30. âyette tekrar bir hatırlatma yapılmaktadır.

Öncekileri bir tarafa bırakarak, 26 ile 30. âyetleri dikkate alarak bir yo­rum getirmek yararlı olacaktır. 26. âyette müminlerin sayısal bakımdan az ol­maları sebebiyle kapıldıkları korku psikolojisine karşılık, Allah'ın onlara olan yardımı gündeme getirilirken, 30. âyette de Hz. Peygamber'e kurulan tu­zakların ortadan kaldırılması hatırlatılmaktadır.

Müşrikler Dârünnedve denen yerde toplanıp Hz. Peygamber'i önleme­nin çarelerini arıyorlardı. O toplantıda üç plan ileri sürüldü. Bunlardan biri olan öldürme planının uygulamaya konulmasına karar verildi. Yüce Allah bu planı peygamberine bildirdi ve hicret etmesine müsaade etti. Hz. Peygamber yatağına Hz. Ali'yi bırakarak evini terketti. Bu âyet, müşriklerin o toplantıda tartıştıkları ve ileri sürdükleri planları ele almakta ve kararlaştırdıkları ölüm planını yüce Allah'ın nasıl boşa çıkardığını açıklamaktadır.

1. "Seni bağlayıp bir yere kapamak". Hz. Peygamber'in vahyi tebliğ etmemesi, böylece kendi inançlarına karşı çıkmaması, otoritelerinin kaybolmaması için onu bir yere hapsetme planı teklif edilmişti.

2. "Ya da öldürmek". Teklif edilen ikinci plan, Hz. Peygam­ber'in öldürülmesi idi ve bunun uygulanmasına karar verilmişti. Çünkü öldürmenin dışında kurulacak diğer tuzaklar, onun faaliyetini durdurmak için yeterli olmayacaktı; öldürme köklü çözüm olacaktı.

3. "Veya seni yurdundan çıkarmak". Uygulanması istenen di­ğer bir tuzak da Hz. Peygamber'i Mekke'yi terketmeye zorlamaktı. Bunun da köklü bir çare olmayacağını anlamışlardı, çünkü Hz. Peygamber gittiği yer­de tebliğine devam edecekti. Bu tuzaklardan, öldürme teklifi kabul edilmiş­ti. Yüce Allah daha sonra peygamberinin hicret etmesine müsaade ederek onu korudu. Âyette bu nimetin hatırlanması istenmektedir.

Bize göre konunun amacı Hz. Peygamber'in hayatında çok önemli bir yeri olan yurdunu, yani Mekke'yi terketme olgusunu anlatarak, geleceğin ne­sillerine yeni bir mesaj vermektir. Bu âyet geçmişte hak ile bâtılın mücade­lesinin nasıl cereyan ettiğini, bâtılı savunanların tuzak kurmak için neler tek­lif ettiklerini, hangi planları tartıştıklarını ve bunlardan hangisini uygulama­ya koymak istediklerini anlatarak, geleceğin hak ile bâtıl mücadelesine ışık tutmakta, bu konuda müminleri eğitmektedir.

Hapsetmek, yurdunu terke zorlamak ve ölüm gibi tuzakların tatbikata konduğu, kötünün bunlarla yaşatılmak istendiği anlatılarak, geleceğin nesil­leri bu konuda bilinçlendirilmektedir. Bu tuzaklar geçmişte olmuş bitmiş de­ğildir, kimi zaman kılık değiştirerek bugün de devam etmektedir.

İnanç özgürlüğünün bir hak ve özgürlük olduğunu gelecek nesillere an­latmanın yolu, geçmiş olguları anlatmaktan geçmektedir. Kur'ân, inanç öz­gürlüğünü insanlığa kazandırmanın mücadelesini verirken, bu özgürlüğe ta­hammül edemeyenlerin, farklı inanca mensup olanlara kurdukları tuzakları anlatmaktadır.

İnanmaları için insanların zorlanmayacağı (Yûnus 10/99), dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin (Kehf 18/29) ilkelerini getirip, inanç özgürlüğü ile insanlığı tanıştıran Kur'ân ve onu tebliğ eden peygamber, bu özgürlüğü yok etmek isteyenlerin tuzakları ile karşılaştı.

İnanç özgürlüğünü ortadan kaldırmak isteyenler, aslında toplumdaki otoritelerini, statülerini korumak ve kendi inançlarını müdafaa etmek için öne çıkmışlardır. Bu mücadele şeytanla insan arasında başlamış, daha sonra insanla insan arasında devam etmiş ve etmektedir. Tevhîd inancını savunanlarla şirki savunanlar veya inkâr psikolojisinde olanlar arasında cereyan eden bu mücadelenin tuzakları, bu âyette anlatılmaktadır.

inanç özgürlüğünün önüne konan bu tuzaklar, çoğu zaman hedefine ulaşmış, kimi zaman da ilâhî müdahale ile boşa çıkmıştır. Nisa sûresinin 155. âyetinde peygamberlerin haksız yere öldürüldüğü ifade edilirken de tuzakla­rın hedefine ulaştığına dikkat çekilmektedir. Hz. Peygamber'e kurulan öldür­me tuzağı da geçmişte İsrâiloğulları'nın yaptığı uygulamanın tekrarından başka bir şey değildi. Bu tuzaktan Hz. Peygamber'in kendi gücü ile kurtul­ması imkânsızdı. Onun içindir ki yüce Allah ^fSfj oj!mj "Onlar tuzak ku­rarken Allah da karşı tuzak kuruyordu" ifadesiyle, Hz. Peygamber'e ve mü­minlere nasıl yardım ettiğini anlatmaktadır. Allah'ın kurduğu tuzağın mü­kemmelliği ve O'nun mağlûp edilmesinin imkânsızlığı anlatılırken de "Allah tuzağı boşa çıkaranların en iyisidir" ifadesine yer verilmektedir.

Yüce Allah Hz. Peygamber'e hicret izni vererek onların ölüm tuzağını boşa çıkartmıştır. Böylece hicretin sebeplerinden en önemlisi gündeme geti­rilmiş ve hicretin inanç özgürlüğü uğruna yapıldığına dikkat çekilmiştir.

Burada sorulması gereken soru şudur: Bedir Savaşı'nı anlatan Enfâl sû­resinde böyle bir âyetin yer almasının sebebi nedir? Bedir Savaşı'nm asıl amacı, inanç özgürlüğünün insanlığın hayatında yer almasıdır. Bedir Sava-şı'nın temelleri Mekke döneminde bu tuzakla atılmış, şirkin tevhîd inancını bozmak için Mekke döneminde ölümüne kurduğu planlarla hayata geçiril­mek istenmiştir.

Bedir Savaşı'nı hazırlayan tuzaklar anlatılırken, aslında Bedir Sava-şı'nın inanç özgürlüğü uğruna verilen mücadelelerin dönüm noktalarından biri olduğu vurgulanmaktadır. İnanç özgürlüğü, insan haklarının başında ge­len haklardan biridir. Onun uğrunda verilen her mücadele kutsaldır. İnanç öz­gürlüğünü tanımak ve yaşatmak Allah'ın kanunu olduğuna göre, bu uğurda verilen mücadelelere de Allah destek vererek yardımda bulunmaktadır.[18]

 

Allah'ın Âyetleri Ve Öncekilerin Masalları:

 

31. Âyetlerimiz onlara okunduğu zaman dediler ki: "İşit­tik, istesek'biz de bunun benzerini elbette söyleyebiliriz. Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir".

Ayetin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:

1. "Âyetlerimiz onlara okun­duğu zaman, dediler ki: 'işittik, istesek biz de bunun benzerini elbette söyle­yebiliriz"

a)  Âyetin bu kısmı, Kur'ân'ı Hz. Peygamber'in insanlara okuduğunu, onlara ilettiğini ispat etmektedir. Âyetteki okuma fiilinin meçhul kalıbında gelmesinin sebebi, her çağda Kur'ân'ın okunacağına ve ona benzer şekilde tepki gösterileceğine işaret etmektedir. Kur'ân'ı sadece Hz. Peygamber oku­yup insanlara iletmeyecektir, gelecek nesiller de bu görevi yerine getirecek­tir. Buradaki "okumak" kelimesini, "iletmek" mânasına almak gerekir. Yüz yüze gelip okunduğu gibi, mesaj olarak iletilmesi de mümkündür.

b)  "İşittik" demeleri, Kur'ân'ın onlara okunduğunu ispat etmektedir. Anadilleri Arapça olduğundan, Kur'ân'ın âyetlerini doğrudan anlama imkâ­nına sahiptiler. Onun için "işittik" ifadesinde "anladık" anlamı da vardır.

c)  "İşittik" ifadesinin "anladık" anlamına geldiğinin delili, daha sonra yaptıkları değerlendirmeden çıkmaktadır. "İstesek biz de aynısını söyleriz". Buradaki "söyleriz" kavramına Muhammed Esed, "düzeriz" mânasını ver­mektedir. Ona göre le kulnâ, sadece söylemek değil, bazan da "ileri sürmek, görüş bildirmek", "seslendirmek" mânalarına gelmektedir.

Okunan Kur'ân'ın âyetlerini işittikleri halde, onları hafife almaları sebebiyle kendilerinin de böyle metinler yazacaklarını beyan ettiler. Onların Kur'ân âyetlerinin benzerini getirip getiremeyeceklerini, araştmrsak görürüz ki, Kur'ân benzeri bir sûre getiremeyeceklerdir (Bakara 2/23-24); Onun gibi sûre getiremeyeceklerdir (Hûd 11/13) âyetleriyle ifade etmektedir. "İstesek biz de aynısını söyleriz" ifadesinde bunun "istek" safhasında kalacağı, tatbi­kata konamayacağı ortaya çıkmaktadır.

2. "Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir". İnkârlarını, Kur'ân'a olan tepkilerini bu şekilde dile getirmişlerdi. Her çağda Kur'ân'ı hafife alan, onu okumadan, tetkik etmeden, anlamadan hakkında konuşma yapanlar olacaktır. "Öncekilerin masalları" değerlendir­mesi ile "Kur'ân çöl kanunudur" demenin arasında pek fark yoktur. Hz. Pey-gamber'den önce ilâhî vahyin metinlerine benzer tepkiler gösterilmiştir. Bunun sebeplerinden biri de her yeni şeye, yeniliğe gösterilen tepkidir.

Peygamberlerin hepsine, bu yeni hayat tarzına getirdikleri mesajlar se­bebiyle, yaptıkları ve yapacakları değişimin radikal olması yüzünden tepki gösterilmiş ve bu tepki alaycı bir üslûba dönüşmüştür. Alaycı tavırları, "Bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir" sözleriyle ağızlarından dö­külmüştür. Yeniye karşı gösterilen tepki psikolojisi, kimi zaman kibre, kimi zaman da alaya dönüşmüştür. Küstahça bir tavır takınarak Kur'ân'ın ilâhî va­hiy olmadığını iddia eden bu insanlar, söyledikleri noktada kalmadılar, tam tersine tepkilerini fiilî duruma getirerek, Hz. Peygamber'in Mekke'yi terket-mesine sebep oldular.[19]

 

İnkarcının İspat Talebi:

 

32. Hani "Allahımız! Eğer bu kitap senin katından gelen gerçek ise, gökten üzerimize taş yağdır veya bize elem verici bir azap ver!" demişlerdi.

Âyetin analizinden şu neticeleri çıkartmak mümkündür:

1. "Allahımız!" Bu âyet müşriklerin konuşmasını naklettiğine gö­re, onların "Allahımız!" diyerek dua etmeleri mümkün müdür? Bu soruya Ankebût sûresinin 61 ve Lokman sûresinin 25. âyetleriyle cevap verebiliriz. Meselâ Lokman sûresinin 25. âyeti şöyledir: "Andolsun ki onlara gökleri ve yeri kim yarattı, diye sorsan, mutlaka Allah derler". Demek ki müşrikler Allah'a inanmaktaydılar, ama O'na eş koştukla­rından dolayı müşrik sıfatını almışlardı. Enfâl sûresinin 32. âyetinde "Alla­hımız!" diyenler, Allah'a inanan müşriklerdi.

2. "Eğer bu kitap senin katından gelmiş bir gerçek­se. ..". Âyette geçen hazâ ve hüve zamirlerini âlimler Kur'ân şeklin­de yorumlamaktadırlar. Bunun böyle olduğunu nasıl ispat edebiliriz? Bir ön­ceki âyette geçen, "Âyetlerimiz onlara okunduğu zaman" ifadesinden, o âyetlerin bulunduğu kitap kastedilmiş olabilir. Müşriklerin dinleyip de aynısını söyleyebilecekleri kitap anlamına gelebilir. Böylece bu âyetteki hazâ ve hüve zamirleri Kur'ân'a gitmiş olabilir ki, bu iddia doğru­dur. Öyle anlaşılıyor ki, müşrikler de hakkı aramakta, hak ile Kur'ân'ı eşleş-tirmekte, Kur'ân'ın hak olduğunun ispatını istemekte, fakat ispatm şeklini de onlar belirleyip bunun tabiat olayları ve azapla yapılmasını istemektedirler.

3. "Gökten üzerimize taş yağdır veya bize elem verici bir azap ver!" Bu şekilde konuşan insanın kültürlü ve tarihten haberdar olması gerekir. Bu şahsın Nadr b. Haris olduğunu söyleyen­ler olmuştur, ama Enes b. Mâlik bunun Ebû Cehil olduğunu öne sürmüştür [20]. Demek ki Ebû Cehü ve yandaşları böyle bir istekte bulunmuşlardır.

Gökten taş yağdırmak, elem verici bir azap vermek gibi olguları bilen kültürlü bir grubun olduğu anlaşılmaktadır. Hakikatin ispatmı, yani Kur'ân'ın hak olduğunu bu şekilde delillendirmenin neticesinin yokluğa gideceğini göremediler. Gökten taş yağarsa ve elem verici bir azapla karşı karşıya kalırlar­sa, yok olacaklarını düşünemediler. İstedikleri şeyler gerçekleştiğinde hayat­ta kalamayacaklarından, böyle bir ispatın işe yaramayacağının farkına bile

iyiliği isteyeceğine kötülüğü ister". Bunlar da kendilerine iyilik yerine kötü­lüğü çağırıyorlardı.[21]

 

Azap İstemelerine Cevap:

 

33. Halbuki sen onların içinde iken Allah onlara azap verecek değildir ve onlar bağışlanma dilerken de şüp­hesiz Allah onlara azap etmez.

Yüce Allah onların ispat olsun diye elem verici azabı istemelerine ce­vabını Hz. Peygamber'e vermektedir. Onları doğrudan muhatap almayıp do­laylı olarak cevap vermektedir. Âyetin açıklanmasıyla elde edilecek neticeler şunlardır:

1. "Sen onların içinde iken Allah onlara azap edecek değildir". Bu ifade ne anlama gelmektedir? Kur'ân'da geçen bazı ce­zalandırma şekillerine bakarsak, yüce Allah cezalandıracağı toplumların içinden peygamberlerini çıkarmıştır. Meselâ Hz. Nuh'a gemiyi yaptırdı, ken­disine inananları oraya aldırdıktan sonra tufan ile inkarcıları yok etti (Hûd 11/37-43). Lût kavmini batırmadan önce Hz. Lût'u onlardan ayırdı ve oradan çıkardı (Hûd 11/81,82).

Demek ki Allah cezalandıracağı toplumların arasından peygamberlerini çıkartmaktadır, yani peygamberin bulunduğu bir toplumu helak etmemek­tedir. Onun içindir ki Hz. Peygamber'e "Sen onların içinde iken onlara azap etmem" buyurmaktadır.

Burada sorulması gereken soru şudur: Madem ki peygamber onların arasında iken onları cezâlandırmayacaktı, neden savaşta onları mağlûp ede­rek cezalandırmıştı? "Onlarla savaşınız ki, Allah si­zin ellerinizle onları cezalandırsın, onları rezil etsin..." (Tevbe 9/14). Demek ki savaşta mağlûp olmak bir cezadır. Bu cezayı galip gelenler vasıtasıyla on­lara vermektedir. O zaman Bedir Savaşı'ndaki yenilgileri müşriklere bir azap olmuştur. Allah melekleri göndererek müminlere yardım etti ve böylece müş­rikleri cezalandırdı. Buradaki cezalandırma, helak olma şeklindeki bir ceza­landırma ya da azap etme değildir. Ama müşriklerin istediği azaptan sağ çık­maları mümkün değildir. Allah tarafından doğrudan gelen azap, "kökleri ka­zıma azabı" olacağından, eğitici yönü yoktur. Fakat savaş yoluyla verilen azabın bir de eğitici yönü vardır. Netice olarak diyebiliriz ki, "kökleri kazı­ma azabını" Allah, peygamberin bulunduğu bir topluma vermemektedir.

Burada sorulacak başka bir soru vardır: "Sen onların içinde iken" ifa­desinde yer alan "içinde" kelimesi, fizikî mânada mı manevî anlamda mı kul­lanılmıştır? Eğer fizikî anlamda kullanıldıysa, âyetin hükmü bitmiştir. Çün­kü Hz. Peygamber vefat etmiştir, artık onların içinde, yani arasında değildir. Böylece âyetin hükmü veya geçerliliği Hz. Peygamber'in vefatı ile sona er­miştir. Âyetin geçerliliği devam ediyorsa o zaman "içinde" ifadesine manevî anlam vermek gerekir. Hz. Peygamber'e karşı sevgiyi ve imanı gönüllerinde taşıyan insanların bulunduğu topluma, "köklerini kazıma azabı"nı yapmaya­caktır diyebiliriz.

2. "Ve onlar, bağışlanma dilerken de şüphesiz Allah onlara azap etmez". Demek ki suçunu itiraf edip af dileyen topluma da Allah azap etmemiştir ve etmeyecektir. Burada Allah bir toplumun helakini önleyen önemli bir sebebi gündeme getirmektedir. Bağışlanmayı isteyenler, aslında günahkâr olduklarını peşinen kabul etmektedirler. Aslında bu durum köklü bir değişimin göstergesidir. Aynı zamanda kötülüğü emreden nefis se­viyesinden, kendini kınayan levvâme nefis seviyesine çıkışın bir işaretidir.

Âyete baktığımız zaman af dileme gibi, suçunu, günâhını itiraf etme erdemi­ni, fert değil, toplum göstermektedir. Bu durumda toplumda kendini yenile­me, değiştirme, geliştirme kültürü başlamış demektir. Bu hal cezalandırmayı engellemektedir.[22]

 

İnkarcıların Durumu:

 

34. Onlar Mescid-i Haram'ın mütevellileri olmadıkları halde müminleri oradan geri çevirirlerken, Allah onla­ra ne diye azap etmeyecek? Oranın mütevellileri takva sahiplerinden başkaları değildir. Fakat onların çoğu bunu bilmez.

35.  Onların Beytullah'ın yanındaki duaları da ıslık çal­mak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. Ey inkarcı­lar! inkâr etmekte olduğunuz şeylerden ötürü şimdi aza­bı tadınız!

36. Şüphesiz ki inkâr edenler mallarını, insanları Allah yolundan alıkoymak için harcıyorlar, daha da harcaya­caklardır, ama sonunda bu, onlara yürek acısı olup en sonunda mağlûp olacaklardır. İnkârda ısrar edenler ise cehenneme toplanacaklardır.

37. Bu toplanma, Allah'ın murdarı temizden ayırması ve bütün murdarların bir kısmını diğer bir kısmının üstüne koyup yığarak cehenneme atması içindir. İşte onlar zi­yana uğrayanların ta kendileridir.

38.  İnkâr edenlere, sana düşmanlıktan vazgeçerlerse, geçmiş günâhlarının bağışlanacağını söyle! Yok geri dönerlerse, kendilerinden öncekilerin hali gözlerinin önündedir.

Bu âyetlerin açıklanmasından elde edilecek neticeler şunlardır:

1. "Onlar Mescid-i Haram'in mütevellileri olmadıkları halde müminleri oradan geri çevirirler­ken, Allah onlara ne diye azap etmeyecek?" Âyetin bu kısmı, Allah'ın bazı insanlara azap etmesinin "sebebini" tesbit etmektedir. Enfâl sûresinin 30. âyetinde müşriklerin inanç özgürlüğüne mani olduğu anlatılmıştı. Burada ise "ibadet özgürlüğü" gündeme getirilmektedir. Müminleri Mescid-i Ha­ram1 dan geri çevirmenin bugünkü anlamı, ibadet özgürlüğüne engel olmak, Daha önce Bakara sûresinin 217. âyetinde de Mescid-i Haram'm ziyaretine mani olduklarını, halkını oradan çıkardıklarını görmüştük. Mescid-i Haram'ı ziyaret özgürlüğünü engelleyip halkı oradan çıkartmanın en büyük günâhlardan biri olduğu, Bakara sûresinin 217. âyetinde hükme bağlanmıştı.

Hicrî 2. yılda Mekke, müşriklerin elinde olduğundan, Mescid-i Haram'ı ziyaret için müslümanlara izin vermiyorlardı. Araplar'ın, özellikle de Kureyş kabilesinin kendilerini Hz. İbrahim'in soyundan kabul etmeleri sebebiyle, Mescid-i Haram'ın bakıcılığının sadece kendilerine ait olduğuna inanıyorlar­dı. Kur'ân onların kendilerini bu şekilde görevlendirmelerini yalanlamakta­dır.

Bu âyet, Mescid-i Haram'ın mütevellilerinin müşrikler olamayacağını vurgulamaktadır. Âyetin bu kısmında geçen evliya kelimesi, "koruyu­cu, bekçi" veya "mütevelli" anlamlarına gelmektedir. Mescid-i Haram'ın mü­tevellileri demek daha isabetli olacaktır. Mütevellileri olmadıkları halde müşriklerin müminleri Mescid-i Haram'ın ziyaretinden alıkoymaları, yani ibadet özgürlüğünü engellemeleri, Allah'ın onlara azap etmesine sebep ol­maktadır.

Yüce Allah'ın onları cezalandırma şekli, Tevbe sûresinin 14. âyetinde belirtildiği gibi müminlerin onları savaşta yenmesi ile gerçekleşmektedir. Demek ki Allah ibadet özgürlüğüne mani olanlara savaş açtırmakta ve buna izin vermektedir. Hac sûresinin 39 ve 40. âyetlerine bakıldığında, savaşa hangi sebeple izin verildiği görülecek, bunun inanç ve ibadet özgürlüğü ol­duğu anlaşılmış olacaktır.

2. "Mescid-i Haram'ın mütevellileri takva sahiplerinden başkaları değildir, fakat onların çoğu bunu bilmez". Yü­ce Allah Mescid-i Haram'ın mütevellisi olarak müttakîleri tayin etmektedir. Allah'ın haramlarından kaçan, farzlarını yerine getiren, Allah'a karşı sorum­luluğunun bilincinde olan, Allah'a saygı duyan müttakîler, oranın mütevelli­leri olacaktır. Bu yaklaşımın rülmektedir:

edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mes­cid-i Haram'a yaklaşmasınlar".

Burada şu soruyu sorabiliriz: Yüce Allah neden müşriklerin Mescid-i Haram'm mütevellisi olamayacağını buyurmaktadır? Biliyoruz ki Allah bunu

bildirmişti: zaman­lar Rabbi ibrahim'i birtakım kelimelerle imtihan etmişti. Onları tam olarak yerine getirince, 'Ben seni insanlara önder yapacağım demişti. 'Soyumdan da (önderler yap, ya Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu" (Bakara 2/124).

Demek ki âyette geçen zâlimler kavramı, müşrikler olarak tercüme edilmelidir. "Ahdim müşriklere ermez" ifadesinin anlamı da, "Onları önder yapmam" demektir. Onun için müşrikler Mescid-i Haram'ın mütevellileri olamazlar. Demek bu yasak, Hz. İbrahim'e bildirilen o dönemden başlayan bir yasak olmuştur. Hz. İbrahim'in soyundan bile olsa zâlimler, yönetici ol­mamalıdır. Diğer taraftan Tevbe sûresinin 28. âyetine göre müşrikler, Mes­cid-i Haram'a yaklaşamazlar. Müşriklerin çoğunluğunda bilgi eksikliğinin ol­duğu burada ortaya çıkmaktadır. "Fakat onların çoğu bunu bilmez" buyuru-lurken, bu bilgi eksikliğine dikkat çekilmektedir.

Kısaca şu neticeyi çıkartabiliriz: Enfâl sûresinin 34. âyetinde ibadet öz­gürlüğüne mani olmanın azabı gerektirecek bir davranış olduğu insanlara ilân edilirken, insan haklarından biri olan ibadet hakkının, yani ibadet özgür­lüğünün önemi vurgulanmıştır. İleri ve gelişmiş toplumların bu özgürlüğe inanç özgürlüğü kadar önem vereceğine işaret edilerek, gelişmişliğin ölçüle­ri arasında ona da yer verilmiştir.

Diğer taraftan ibadet yapılacak yerlere sahip çıkacak, onlarla ilgilene­cek mütevellilerin müminlerden oluşmasını da hükme bağlamaktadır. Günü­müz dünyasında insan eliyle yapılan ibadet yerleri, yani mescidler, Mescid-i Haram'm şubeleri durumundadır, onların tapusunu bizzat Allah üzerine al­makta ve "Mescidler şüphesiz Allah'ındır" (Cin 72/18) ifadesine yer vermektedir.

3. "Onların Beyt'teki yalvarmaları da ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir". Bu âyet, Enfâl sû­resinin 32. âyetinin bir değerlendirmesi mahiyetindedir. O âyette şöyle dua etmişlerdi: "Ey Allahımız! Eğer bu kitap senin katından gelmiş bir gerçekse, üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elem veren bir azap getir".

Yüce Allah kâfirlerin, daha doğrusu müşriklerin bu duasını ıslık çalma ve el çırpma olarak nitelendirmektedir. Aslında bazı müfessirler, âyette geçen salât kelimesine, dua mânası vermişlerdir. Salâtın bir anlamı da "namaz kil-mak"tır. Biraz daha ileri götürürsek, âyetteki salât kelimesine "tapınma" de­mek de mümkündür. O zaman mânayı "Onların Kabe'nin önünde tapınma­ları, ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir" şeklinde verebili­riz. Bunun anlamı şudur: Yüce Allah iman etmeyen insanların duasını, tapın­masını kabul etmemektedir.

Islık çalma ve el çırpma nitelemesi, onların tapınmasının manevî ve ru­hî derinlikten yoksun, şekle bağlı ve içsel öğelerden uzak bir tapınma türü ol­duğunu anlatmak içindir. Diğer taraftan ıslık çalma ve el çırpma nitelemesi, İslâm öncesinden gelen tapınma şekillerini de anlatmış olmaktadır. Bu anla­tımın tarihî bir nitelik taşıdığını da söyleyebiliriz. Buradan bir bakıma âdet­lerin dinî bir nitelik kazanması olarak da değerlendirebiliriz.

Diğer taraftan şunu da çıkartabiliriz: Müşriklerin bile bir tapınma ve ta­pınılacak yer kavramı vardı. Çünkü âyet bu tapınmalarım Beytullah'ın önün­de yaptıklarını söylemektedir. Demek ki aynı mekânda, aynı şekilde yapılan eylemler, her zaman aynı değeri taşımayabilir. Bunları birbirinden ayıran te­mel öğe, iman, ikinci derecede de niyetteki samimiyet ve amaçtır. Aynı mes-cidde ibadet eden iki müslümanın bile ibadetlerinde derece farkı olabilir.

4. "İnkâr etmekte olduğunuz şeylerden dola­yı şimdi azabı tadınız!" Allah sebep-sonuç ilişkisi içinde hükmünü vermek­tedir, inkâr etmelerinden ötürü onlara "Azabı tadınız!" buyurmaktadır. İnkâr edilen şeyler çok önemli ise, cezalandırma devreye girmektedir. Bir önceki âyetleri dikkate alırsak, Hz. Peygamber'i inkâr ettiklerinden, ölümüne varın­caya kadar niyetlerini bozdular, Allah'ın âyetlerine geçmişin masalları diye­rek hem inkâr ettiler hem de alay ettiler, Kur'ân'ın hak kitap olduğunu kabul­lenmediler, inanç ve ibadet özgürlüğünü ortadan kaldırmaya çalıştılar (âyet: 30-34). Bu tutumları ve inkârları, azabı getirmiştir. Netice şudur: Allah se­bepsiz yere kullarını cezalandırmaz. İlâhî azabı getiren, kulun eylemleridir. İnsanın inkârı, özgürlüklere ve haklara saldırması, cezayı hak eden ve ceza­ya sebep olan tutumlar olmaktadır.

5. "Şüphesiz ki inkâr edenler, mallarını Allah yolundan alıkoymak için harcıyorlar, daha da harcayacaklar. Ama sonunda bu onlara yürek acı­sı olup en sonunda mağlûp olacaklardır. Kâfirler ise cehenneme toplanacak­lardır".

Bu âyeti iyi analiz etmek gerekir. Bedir Savaşı'ndan yenilgi ile dönen Mekkeli müşrikler, aralarında para ve malzeme toplayarak müslümanlara karşı mücadeleye devam etmek istediler. Allah, mallarını karşılıksız olarak veren bu insanların niyetini açıklamaktadır.

a) İnsanları Allah yolundan alıkoymak için mallarını harcıyorlardı. Bu­nun anlamı, ekonomik değerlerini bir araya getirerek Allattın yolunu engel­lemek için güç kazanıyorlardı. Demek ki ekonomik güç, çok iş becermekte­dir. Diğer taraftan işi yapanların kâfir olduğu söylenerek, eylemin arkasında­ki psikolojik sebebe inilmektedir. Ayrıca inkâr psikolojisine sahip olanların, bu psikolojilerini başkalarına bulaştırmak istedikleri için mücadele verdikle­rine de dikkat çekilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki inkâr psikolojisi, bulaşıcı bir hastalık niteliğini taşımaktadır.

b) "İstikbalde daha da harcayacaklardır" buyruğu ile Allah, kıyamete kadar bu mücadelenin devam edeceğine işaret etmektedir. Tevhîd inancı ile inkârın mücadelesi hiçbir zaman bitmeyecektir. Asırlar, sadece onun kılık de­ğiştirmesine sebep olacaktır, ama mücadele devam edecektir.

Allah'ın yolundan insanları alıkoymak için o zaman da yatırım yapılı­yordu, şimdi de yapılmakta, istikbalde de yapılacaktır. Allah'ın yolunu engel­lemek, insanları o yoldan alıkoymak için harcamalar giderek dozunu artır­makta, metotlar değişmekte ve çeşitli kılıklara bürünmektedir.

Kitap, makale, konferans, çeşitli teşkilâtlar kurmakla, çeşitli yayın ku­ruluşları ile bu mücadele, tevhîd inancına karşı verilmektedir. İstikbalde da­hası da olacaktır. Tevhîd inancını karşılarına alarak Allah'ın yoluna engel ko­yanlar, kimi zaman insanı dehşete düşürecek çapta ezici ekonomik güce sa­hip olduklarından, insanların karamsarlığa düşmesine sebep olmaktadır.

c) Sonunda bu harcamaları ile amaçlarına ulaşamayacaklarından dola­yı onlara bir yürek acısı olacak, derin bir ıstırap çekeceklerdir. Allah'ın yolu­na taş koyanların, insanların o yola girmelerine engel olup amaçlarına ulaşa­mamalarından dolayı çektikleri ıstırap insanlığı çok geri bırakmış, erdemini alıp götürmüş ve bir kültürel enkaz olarak tarihte yerini almıştır. Boşa giden emek ve malın getirdiği yürek acısı, onları bu işten vazgeçirmesi gerekirken, tam tersine mücadelelerini daha da koyulaştırmıştır. Bu durumu bir benzet­me ile açıklamak gerekirse, parasını kumarda kaybeden kişi, onu kurtarabil­mek için her şeyini vermekten çekinmez. Kaybettiğini geri almak amacı ile geri kalan her şeyini vermek için oynar. Allah'ın yolunu engellemek için so­nu gelmeyen, başarıya ulaşılamayan eylemlerin ardından, başarısızlığını ge­ri almak için daha da harcama yapar, ama bir türlü kaybettiği malı geri ala­maz.

d) Tevhîd inancına karşı mücadele eden ve bunda inatlaşanlann, bu dünyada mağlûp olmalarıyla tadacakları azap ve çekecekleri yürek acısı ye­terli olmayacak, âhirette cehennemde de bir araya geleceklerdir.

Allah'ın yolunu engellemek için dünyada hem düşünce hem eylem hem de ekonomik birliği kurdukları gibi, aynı sahneyi cehennemde de tekrar ede­ceklerdir. Hakka karşı olan o düşünce, emek ve harcamalar, cehenneme doğ­ru akmakta ve orada toplanmaktadır. Buradaki düşünce, eylem ve harcama­ları, orada cehenneme dönüşecek ve cehenneme tıkılacaklardır.

Yüce Allah bu âyeti ile inkâr edenlerle tevhîd inancına sahip olanların amansız ve kesintiye uğramayan mücadelelerine dikkat çekmekte ve mağlû­biyetin ve sonuçsuz kalan harcamaların ardından gelen yürek acısını anlata­rak psikolojik analiz yapmaktadır. Bu mücadele, tarihin en önemli dinamik­leri arasında yer almaktadır.

6. "Bu toplanma, Allah'ın murdarı temizden ayırması ve bütün murdarların bir kısmını diğer bir kısmının üstüne koyup yığarak cehenneme atması içindir. İste onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir".

a) Bu âyetin başında yer alan lâm harfi, bir önceki âyetin açıkladığı ma­lını Allah yolunu engellemek için harcayıp, dünyada amacına ulaşamadığından yürek acısı çeken, âhirette de cehenneme tıkılacak olanların neden bu muameleye tâbi tutulduklarına açıklık getirmektedir.

Buna biraz daha açıklık getirirsek şu soruyu sormak faydalı olur: Yüce Allah cennet ile cehennemi niçin yarattı? Bu sorunun cevabı, 37. âyetin ilk bölümünde verilmektedir: "Murdarı temizden ayırması için". Buradaki murdar, inanç ve ibadet özgürlüğünü tanımayıp, tevhîd inan­cına karşı, yani Allah'ın yoluna karşı mücadele veren, onu engellemeye çalı­şan ve bu uğurda malını harcayan, inkâr hastalığına tutulan insanlardır.

İnkârları ile hem kendi manevî âlemlerini kirleten hem de inkârlarını başkalarına bulaştırarak insanlığı kirleten bu insanlar murdardırlar. Akılları­nı kullanmadıkları için (Yûnus 10/100), iman etmedikleri için (En'âm 6/125) murdardırlar. Bunların iç âlemleri kirli olduğu kadar başkalarına da kirlerini bulaştırmak için uğraşırlar.

Âyette geçen tayyib kelimesi de "temiz" anlamına gelmekte ve kâfir­lerin tam tersine aklım kullanan, tevhîd inancına inanan, malım Allah'ın yo­lunu açmak için kullanan, iyiye güzele, doğruya ve hakka yardım eden mü­min insanlar tayyib kelimesiyle ifade edilmektedir.

Yüce Allah bu insanları birbirinden ayırt etsin diye cennet ile cehenne­mi var etmiştir. Onun için kâfirleri cehenneme toplayacaktır. Dünyada gönlü ve davranışları ile mükemmeli yakalayanla, inkâr edip Allah'ın yoluna engel olmak için malını harcayanın aym muameleyi görmemesi, âhirette farklı şe­kilde değerlendirilmesi şeklindeki adaletin gerçekleştirilmesi için var edil­mişlerdir.

b) "Ve bütün murdarların bir kısmını diğer bir kısmının üstüne koyup yığarak cehenneme atması için­dir" . Âyetin bu kısmı bize şunu anlatıyor, yüce Allah mahşerde temizleri bir araya getirdiği gibi, murdarları da bir araya getirecektir. İnsanların bu dünya­daki benzer amelleri, orada onların bir araya gelmesini temin edecektir. Mur­darlar murdarlarla buluşacak, temizler temizlerle bir araya gelecektir. Ama murdarların bir araya gelmesi, normal bir toplanma şekli değildir, üstüste bir yığın halinde olacaklardır. Çünkü üstüste yığılmanın da bir azabı olacaktır.

Dünyada Allah'ın yoluna engel olmak için mallarını yığın halinde nasıl bir araya getirdilerse, cehennemde de öyle yığın halinde atılacaklardır.

Buradan şu neticeyi çıkartıyoruz: İnkarcıların dünyada bir araya gelip Allah yolunu engellemelerindeki beraberlikleri, sosyolojik mânada bir yığın beraberliğidir, içten kaynaşan bir sevgi beraberliği değildir. Bunu nasıl ispat­larız? "Sen onları derli toplu sanırsın, halbuki kalp­leri darmadağınıktır" (Haşr 59/14). Kâfirler dışarıya karşı derin bağlarla bir­birine bağlanmış imajını verirler, ama aslında onların kalpleri dağınık yığın halindedir. Buradaki yığın hallerinin, cehennemde de devam edeceğini âyet bize anlatmaktadır.

Yüce Allah'ın bu durumu anlatmaktaki maksadı, murdar ile temiz olan insanları anlatmak, iyiyi kötü, kötüyü de iyi ile açıklamak ve insanları iyiye yönlendirmektir. İnsana murdar demek, onu murdar olarak nitelendirmek için, onun eylemlerine bakıp bu eylemlerin onda yerleşip yerleşmediğini tes-bit etmek gerekir. Bu konuda insanları aydınlatarak temiz işlerden yana tavır koymalarını temin etmektir.

c) "İşte onlar ziyana uğrayanların kendileridir". Bura­daki hâsirûn kavramı, "manevî iflâs edenler" anlamına gelmektedir. Malla­rını Allah yolundan insanları alıkoymak için harcayanlar dünyada emellerine ulaşamadıkları için, hem maddî bakımdan hem de manen iflâs etmişlerdir. Manen iflâs etme, her bakımdan aldanma demektir. Diğer taraftan insan ola­rak Allah katındaki değerlerini boşuna harcadıkları için de iflâs etmişlerdir.

Böylece Allah, manen kimlerin iflâs ettiklerini anlatarak, müminleri şu-urlandırmaktadır. Ticarî hayatı bilmeyen, kısa zamanda iflâs eder. Manevî hayatı bilmeyenler de Allah katındaki değerlerini kaybedip iflâs edebilirler. Yüce Allah bu iflâsın nereden ve hangi davranışlardan geleceğini öğreterek, aldanmayı önlemektedir.

7. "İnkâr edenlere vazgeçerlerse, geçmiş günâhlarının bağışlanacağını söyle! Yok ge­ri dönerlerse, kendilerinden öncekilerin hali gözlerinin önündedir".

a) Yüce Allah bu âyette Hz. Peygamber'den onlara bir değişim teklifi yapmasını emretmektedir. Bu değişimin adı, Hz. Peygambere düşmanlıktan. tevhîd inancına karşı gelmekten, Allah'ın yolundan insanları alıkoymaktan vazgeçmektir. Başka bir ifade ile inkârlarım düşmanlık haline getirip insan­lığı kirletmekten, murdar olmaktan vazgeçmeleri için teklifte bulunmaktır.

b) Allah yolundan insanları alıkoymaktan vazgeçmek, bu konuda di­renmek, neticede günâhların bağışlanmasına gidecektir. Öyle anlaşılıyor ki Allah, değişim konusunda önce kâfirlerin adım atmasını istemekte, sonra da kendisinin günâhları bağışlayacağını ilân etmektedir. Kâfirler kendi değişim­lerini gösterecek, ardından Allah affedecektir.

Yeniye intibak eden, geçmişi kaybetmeyecektir. Yeniye intibak etmek için değişim yapamayanlar, geçmişlerini de kaybedeceklerdir. Ferdî ve sos­yal mânada tarihî oluşumun hikmeti budur. Geçmişi kaybetmemek için gele­ceğe intibak edebilmek için yeniliğe ve değişime gönül vermek gerekir. Kay­bedilen geçmiş, geleceğe intibak, kendini yenilemek ve gerekli olan değişi­mi yapmakla yeniden kazanılabilir. Âyetin bir ve ikinci kısmı bunu vurgula­maktadır. Geçmişlerini şirk ve inkâr ile kirletip kaybedenlerin, iyiden yana olarak onu kazanabileceklerini bu âyet müjdelemektedir.

c) Âyette geçen sünnet kavramı, "örnek, olgu, durum" anlamlarına gel­mektedir. Geçmiş toplumların yanlışta ısrarlarının, başlarına neleri getirdiği­ne bakarak, yapılan teklifin, verilen çıkış kapısının ve fırsatın kullanılması önerilmektedir.

Yüce Allah kendi yolundan insanları alıkoyma yanlışından vazgeçir­mek için inanmayanlara bir fırsat vermekte, onlara bir çıkış yolu sunmakta­dır. Bu fırsat hem onların faydasına olacak hem de Allah'ın yolunun tıkanma­sı önlenmiş olacaktır.

Demek ki insanlara hatalarından dönmek için bir fırsat tanımak bir çı­kış yolu sunmak, değişim için çok önemli bir dinamiği teşkil etmektedir. İn­sanların hata ve günâhları, onlardan ayrılmayan nitelikler olarak düşünülme­meli, onların kaderi haline getirilmemelidir. Fırsat verilirse, af imkânı tanı­nırsa, bir çıkış yolu olduğu onlara bildirilirse, değişim göstermelerinin müm­kün olacağı asla göz ardı edilmemelidir. İnatla doğruyu görmezlikten gelme­nin, yani fırsatı kaçırmanın neticesinin ağır olacağı da bilinmelidir. Fırsatı kaçırmak da bir suçtur.[23]

 

Savaş Özgürlük İçindir:

 

39.  Yeryüzünde fitne ortadan kalkıp din tamamen Al­lah 'm oluncaya kadar onlarla savaşınız. (İnkâr ve fit­neden) vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah onların yaptık­larını çok iyi görür.

40.  Eğer yüz çevirirlerse biliniz ki, Allah sizin sahibi-nizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır.

Her iki âyetin açıklanmasından varılacak neticeler şunlardır:

 

1. "Yeryüzünde fitne orta­dan kalkıp din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşınız." Buradaki fitnenin ne olduğunu anlamak için Enfâl sûresinin 36. âyetine bakmak gerekir, Mallarını, Allah yolundan insanları alıkoymak için harcamak, bu konuda insanları ayartma faaliyetidir. Allah bu dayatmanın, belânın, bozgunculuğun kaldırılması için savaşa izin vermekte, hatta onu emretmektedir. Dinin tamamen Allah'ın olmasının anlamı inanç ve din özgürlüğünün tam anlamı ife hayata geçmesidir. Enfâl sûresinin 30 ile 34. âyetlerinde geçen inanç ve ibadet özgürlüğüne mani olmak hem fitne hem de insanları Allah katından koparmak anlamına gelmektedir.

"Din, sadece Allah'a ait oluncaya kadar" ifadesine Muhammed Esed, "hiçbir cezalandırma korkusu duymadan Allah'a ibadet edilinceye ve hiç kimse başka bir insana korku ile boyun eğmek zorunda kalmayıncaya kadar" anlamını vermektedir (Bakara 2/193. âyete yaptığı 170. dipnot açıklaması).

İnsanların inanç ve ibadet özgürlüğünü engellemek için yapılan bütün zorlamalar, dayatmalar insan ile Allah'ın arasındaki ilişkileri boz­duğundan hem fitne hem de zulümdür. Bu zulüm ve fitneyi ortadan kal­dırmayı Allah insanlara, yani müminlere hedef olarak tesbit etmektedir. Özgürlükleri korumak, zulmün alanını daraltıp kaldırmak savaşa bir se­beptir.

Müşriklerin, Hz. Peygamber'i hapsetme, öldürme veya ülkesinden çıkarma teşebbüsleri, müminleri ibadet yapmak için gittikleri Mescid-i Haram'dan geri çevirmeleri, Allah'ın yolundan insanları alıkoymak için teşkilâtlanmaları (Enfâl 8/30, 34, 36) bütün bunlar inanç ve ibadet öz­gürlüğünü engellemek anlamına gelmektedir. Bu da savaş sebebi olmak­tadır.

Bu ilkeden hareket edersek şu noktaya varabiliriz: Bedir Savaşı i-nanç ve ibadet özgürlüğü uğruna yapılan bir savaştır. Öyle söylendiği gibi kervanı soymak, ganimet almak ve kendini tatmin etmek için ya­pılmamıştır. İnanç ve ibadet konusunda kimsenin kimseye dayatma yapmaması, kimsenin kimseye bu konuda zorla ve korkudan dolayı bo­yun eğmemesi, insanın inanç uğruna yaptığı Özgürlük savaşıdır. Müşrik­lerin insanları inançlarından dolayı yurdundan çıkarmaları, Mescid-i Haram ve Allah'a giden yolu tıkamaları, insanlığın şerefini, onurunu ve erdemini alıp götürmeyi hedefledikleri için Bedir Savaşı, bunu yapanları terbiye etme savaşıdır.

2. "5on verirlerse, şüphesiz ki Allah anların yaptıklarını çok iyi görür." Burada neye son vermeleri isten­mektedir? Ayetin birinci bölümü bunu açıklamaktadır: Fitneye son ver­mek, inanç ve ibadet özgürlüğünü engellemeyi terk etmektir. Buradaki son verme kavramı direnmeyi bırakıp değişimi gerçekleştirmeyi ifade etmektedir. Savaşın çıkmasından önce veya savaş anında bu değişimi gösterir]erse, artık onlarla savaşmanın bir anlamı kalmayacaktır. Onların değişimi gerçekleştirmek için sergileyecekleri eylemleri Allah gözle­mektedir. Bunun anlamı onların değişiminin değerlendirmeye tâbi tutu­lacağıdır. Değişim iyiden yana olacağından ilâhî değerlendirme de iyi­den yana olacaktır.

3. "Eğer yüz çevirirlerse biliniz ki Allah sizin sahibinizdir. O, ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır." Yüce Allah fitneye son vermeme ihtimalinin olabileceğini bildiğinden, onların imandan yüz çevirme durumunda ne olacağına da işaret etmektedir. Enfâl sûresinin 38. âyetinde kâfirler inkârlarından vazgeçtikleri takdirde, geçmiş günahlarının affedileceği ilân edildiği halde, bu tekliften yüz çevirmeleri durumunda ne olacağı anlatılırken müminlere seslenilmektedir.

Onların bu teklifi kabul etmeyip fitnede ısrar etmeleri, onların sal­dırgan bir psikolojiye sahip olduklarının delili olmaktadır. Onun içindir ki âyetin son kısmında müslümanlara sahip çıkılacağı ilân edilmektedir. Müslümanların mevlâsi olmakla Allah onları koruduğunu, desteklediğini açıklamaktadır. Allah'tan başka tam anlamıyla destekleyici ve yardım edici yoktur. Güzellik O'nun sahip çıkmasında ve yardım etmesindedir.

Netice olarak diyebiliriz ki Bedir Savaşı inanç ve ibadet özgürlü­ğünü tanımayıp, bunu eylem haline getirecek olanlara karşı nasıl bir dav­ranış sergilemesi konusunda açılım getirmiştir. Belki insanlık Bedir Sa-vaşı'nı yaşamayacak, ama özgürlükler için nice mücadeleler verecektir. İnsanlar farkında olmadan kendi değerlerine yakışmayan davranışlarda bulunarak kötünün uğruna yatırım yapacak ve hayal kırıklıklarına uğra­yacak, yürekten acı çekecek ve pişmanlık duyacaktır.

Müminlerin savaşı insanların onurundan geçen fay hattının mey­dana getirdiği depremin sebep olduğu kırılmaları onarmak uğruna olaçaktır. Manevî alandaki depremin meydana getirdiği kırılmaların mü­minlerin gönlünde ve sosyal yapılarında olmaması için Allah onlara sa­hip çıkacaktır. Müsîümamn savaşı eğitim amaçlıdır.[24]

 

Ganimetlerin Taksimi:

 

41. Eğer Allah 'a ve bir de hak ile bâtılın ayrıldığı, daha doğrusu Bedir'de iki ordunun karşılaştığı gün kulumuza indirdiğimize iman etmişseniz biliniz ki, savaşta elde ettiğiniz ganimetlerin beşte biri Allah 'a, Peygamber'e, yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış olanlara aittir. Allah, her şeye gücü ye­tendir.

Enfâl sûresinin birinci âyetinde ganimetlerin Allah ve Peygambe­ri'ne ait olduğu söylenmiştir, bu âyette ise farklı bir dağıtım yapılmakta­dır. Her iki âyet savaşla ilgili hukukun öğretimini yapmaktadır. Onun için birinci âyet "sormak" fiiliyle, bu âyet ise "bildirmek" emriyle baş­lamaktadır.

İki âyet bilinmeyeni bilinir hale getiren nitelikleri taşımaktadır. Her iki âyet arasında bir çatışma, karşıtlık var mıdır? Bize göre yoktur. Çünkü birinci âyette ganimetlerin tamamının Allah ve Peygamberi'ne ait olması, onların dağıtımını onların yapacağı anlamına gelmektedir. Birinci âyet dağıtım yetkisini halktan almakta, ikinci âyette yetkiyi alanların dağıtımı yapmalarını anlatılmaktadır, fiimdi âyetin açıklamasına geçebi­liriz:

1. "Biliniz ki, savaşta elde etliğiniz ganimetlerin beşte biri Allah'a, Peygamber'e, yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış olanlara aittir." Görüldüğü gibi âyetin bu kısmı, savaşta elde edilen ganimetlerin dağıtımını yapmaktadır. Âyette kullanılan ifa­desi, "beşte biri" mânasına gelmektedir. Âyetin metninde "ganimetlerin beşte biri Allah'ındır" ifadesi yer almaktadır. Bazı âlimler "Beşte bir pay sadece Allah'a ait değildir, o da beşe ayrılacaktır" diyorlar. Râzî bu gö­rüşü meşhur olarak nakletmektedir. Geri kalan beşte dört ne olacaktır? Fakihlere göre geri kalan beşte dört savaşa aktif olarak katılanlara dağıtı­labilir, yahut kamunun refahına, ihtiyaçlarına göre harcanabilir.

Diğer taraftan âyette sayılan gruplara verilmek üzere bütçede özel bir fon ayrılması da gündeme getirilmiştir. Bu durumda Allah ve Pey-gamberi'ne ayrılan payın devlet yönetiminin ihtiyaç ve giderlerine kul­lanılacak olan paydır. Bize göre Allah ve Peygamberi'ne ayrılacak olan pay, devlet harcamalarının özellikle eğitim, kültür ve din eğitimine yö­nelik olarak harcanmalıdır. Yani bu payın, Allah'ın dinini tebliğ edilme­si, Peygamber'in dinî faaliyetlerini yerine getirmesi için doğan ihtiyaçla­ra harcanması daha iyi olacaktır. Allah'ın payı Allah'a yönelik olarak yapılan bir faaliyette kullanılmalıdır. Peygamberin payı da onun faaliyet­lerine harcanmalıdır.

Ganimetlerin dağıtılacağı gruplar şöyle sıralanmaktadır:

a) Allah'a

b) Peygamberine

c) Yakınlara

d) Yetimlere

e) Yoksullara

f) Yolda kalmışlara.

"Yakınlara" denirken kimler kastedilmektedir? Bu soruyu cevaplandıran âlimler farklı görüşler beyan etmişlerdir. Bu gö­rüşleri Râzî çok kısa olarak anlatırken Kurtubî geniş olarak açıklamakta­dır. Bazıları "yakınlardan" kasıt "Kureyş kabilesidir", diğerleri "Hâşimoğulları ile Abdülmuttalİboğullarıdır" derken, bir kısmı da "Hâşimoğullarıdır" görüşünü öne sürmüşlerdir. Yapılan açıklamalardan anlıyoruz ki âyetin mânası daraltılmaktadır. Şu kabileden veya bu kabi­leden olmakla bu âyet evrenselleştirilemez.

O dönem için âyete bu yorumlar getirilebilir, ama âyet çağlara, ne­sillere hitap edeceğinden böylesine katı ve dar sınırlar içerisine hapsedilemez. Savaş sadece bu kabileler tarafından yapılacak değildir. Geleceğin savaşları daha farklı olacağından ganimetleri de farklı olacak­tır. Geleceğin bu tip savaşlarında Hz. Peygamber olmayacağı için âyette geçen "Peygamber'in payı" ne olacaktır? Bütün bunları düşündüğümüz zaman âlimlerin çağa hitap etmeyen görüşleri zaman bakımından o dev­reyi ve o toplumu ilgilendirmektedir diyebiliriz. Bize göre âyette, yakın­larından ziyade "savaşa giden gazi ve orada şehid olanların yakınları" kastedilmektedir. O zaman âyetteki bu kelime zaman ve mekân kaydın­dan kurtulup evrensel bir boyut kazanacaktır.

"Yetimlere" verilmesinden kastedilen, savaşta esir olanların çocuklarıdır. Ama onların geriye bıraktığı yetim çocuklardan başka ye­timlere de verilebilir. Birinci derecede kastedilen yetimler, şehidlerin çocuklarıdır.

"Yoksullara" kelimesi âyette el-mesâkîn olarak geçmek­tedir. eİ-Mesâkîn, "fakirliğin kendisinde yerleştiği, mesken tuttuğu ve asla fakirlikten kurtulamayacak olan" anlamına gelmektedir. "Yoksul­lardan kasıt toplumun genelindeki ağır fakirlerdir. Ganimetten onlar da istifade etmelidir. Buradaki ilgili kelimeyle Bedir Savaşı'nın yapıldığı o dönem müslüman Medine toplumundaki fakirler kasedilebileceği gibi, günümüzde ve gelecekte yapılacak savaşlardan elde edilecek ganimetler, bütün müslüman ülkelerin yoksullarına da verilebilir. Öncelikle savaşan ve zafer elde eden müslüman ülkenin yoksulları düşünülmelidir.

"Yolda kalmışlar" ifadesi sadece yolcu anlamına alın­mamalıdır; geniş anlamı ile yolda kalmış projeler olarak da düşünülme­lidir. Kamunun yararına olan çok büyük projeler olabilir. Bu projeler tamamlanamaz hale de gelebilir. Bu projelere infak ve zekât verileceği gibi ganimetlerden de bir pay ayrılabilir.

Görüldüğü gibi Kur'an sadece ganimetleri elde eden gazileri değil, onlarla beraber savaşıp şehid olanların yakınlarını, yetimlerini, toplumun yoksullarını ve bitirilemeyen projeleri de gündeme getirmekte, ganimeti ona göre dağıtmaktadır. Ama elde edilen ganimetlerde Allah'ın beşte bir hakkını ve Peygamber'in payını ayırdıktan sonra ötek; dağıtıl­maktadır.

Enfâl sûresinin 41. âyetini Enfâl sûresinin birinci âyetinin neshettiğini söyleyenler olmuş ama pek çok âlım onlara kalmamıştır. Enfâl sûresinin 41. âyeti, Enfâl sûresinin birine: amı ve ta-mamlayıcısıdır. Böylece bu âyetler ganimetle- meseks:n: de hukuka sokmuş ve dağıtımı konusundaki incelikleri de vurgı:tîr

Bazı âlimler âyette geçen humus yan:şîe bir" kavramına şu yorumu getirmektedirler: Enfâl sûresinin 41. etince geçen Allah'a, Peygamber'e, yakınlara, yetimlere, yoksullara »e yc-idî Sunuşlara beşte bir dağıtılacaktır. Bunu savunanlar şu had:îi de!:! olarak getirmektedir­ler "Herhangi bir kasaba Allah ve Peygamber: edecek olursa şüphesiz kasabının beşte biri Allah vs Peygamber: ren kalanı da; size aittir.[25] Buradaki ganimetin, eşyadan ziyade fcjûsbû halkını kapsamına al-iıt: düşünülmelidir. Ama kasabanın taşınmaz mallan da bu îçıne girmektedir Ebû Dâvud  LHz Peygamber'in safî denen bir payı olduğur.u. istsdığ: Lîkdirde bunun bir köle, bir at olabileceğin- ifadeyi Hz. Paygember'in bunu beşte be avn'insacfcr. önce ad:ğını belınrmşcır.[26]

Gamiretje vetie bahsedilenlere verilmesinden sonra, beşte nıda sanki bir eşitsizlik görülmekte­dir. Âyette geçen ; yenmier. savaşta şehid olanların yakınları ve   yetimleri   deĞis-e   be  eşıdık   ortadan   kalkmış   olacaktır.   Çünkü şehidlerin payına çok az düşmüş olacaktır. Gazilere ayrılan beşte dört­ten, şehidİerin yakınları ve geriye bıraktıkları yetimler de hak alırsa ada­letin sağlanmış olacağına inanıyoruz. Allah yapmış olduğu bu ganimet taksimini, gazilerin isteklerine değil de İmanlarına bırakmaktadır.

2. "Eğer Allah'a ve hak ile bâtılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiriyle karşılaştığı gün kulumuza indirdiğimize inanmışsamz (bu böy­ledir). Allah her şeye kadirdir." Âyetin bu kısmının analizinden çıkarı­lacak neticeler şunlardır:

a) Yüce Allah, yapılan ganimet dağıtımına iman ile yaklaşılırsa bir problem çıkmayacağına işaret etmektedir. Elde edilen ganimetlerin tak­simi o kadar Önemlidir ki, mala olan tutku sebebiyle tartışmanın çıkması muhtemeldi. Allah bu tartışmanın çıkmasını önlemek için konuyu Al­lah* a iman ve ayrılıkla buluşma gününde Hz. Peygamber'e İndirilene iman etme olgusuna kadar götürmüştür.

"Furkan günü" ifadesinden artık Bedir Savaşı'nda hakkı tutanlarla bâtılı tutanlar kesin olarak birbirinden ayrılmış olduğunu an­lamak gerekir. Demek ki bir anlamı ile Bedir günü, hak ile bâtılın ayrıl­dığı gündür. Aslında bu ayrılık vardı ama tatbikata dökülüşü o gün oldu­ğundan adına "ayrılık günü" denmiştir. Demek ki Bedir Savaşı'nm Öne çıkan neticelerinden biri hak ile bâtılın ayrılışının tatbikat haline dönüş türülmesidir. Bâtılın safları ile hakkın safları net olarak ayrılmıştı.

Fizik kanununda eksi yüklerle artı yükler birbirini çektiği gibi, hakkı temsil edenlerle bâtılı temsil eden zıtîar da birbirini çekmiş ve Bedir'de toplanmışlardır. Artı kutup ile eksi kutup birleşince elektrik yanar ve ışık verir. Müslüman kutup ile kâfir kutup Bedir de bir araya gelince bir ışık yandı. O da müslümanlann zaferi olmuştur. Onun içindir ki âyette Bedîr'e "toplanma günü" İsmi de verilmiştir. Bedir Savaşı hak­kın ışığının yandığı gündür. Artı kutup denenlerle eksi kutup denenler bir araya geldi ve devre tamamlandı. Devrenin tamamlanması müslümanlann zaferinin ışığını yakmış oldu.

Bedir günü hem ayrılıkların hem de buluşmaların günü olmuş, ay­nı zamanda İslâm ışığının yandığı günü tarihe kazandırdığı gün olmuşrur. Ayrılık ve toplanma gününün diğer bir önemi de orada inen vahiy olmuştur. Onun içindir ki Allah o günlerde Peygamber'e indirilene iman etmeyi şart koşmaktadır.

Hz. Peygamber'e Bedir günü indirilen neydi? Elmalılı Hamdi Yazır bunların vahiy âyetleri, yardım melekleri ve ilâhî yardım ve zafer olarak belirlemektedir[27].

Bedir Savaşı'na Allah meleklerini gönderdi ve bizzat kendisi düş­man askerlerinin gönlüne korku saldı. Buna inanılıyorsa ganimetlerin taksimi de Allah'ın yaptığı gibi yapılmalıdır. Ayrıca Bedir günü Hz. Peygamber'e Bedir Savaşı ile ilgili âyetler indi, bunlara da inanılmasi şart koşulmaktadır. Bu iman ganimetlerin dağıtımının temelini teşkil etmelidir. Âyetin şartı "iman", sonucu da ilk kelimesi olan "bilmektir." Böylece Allah bilmek ile inanmayı bir araya getirmiştir.

"Allah'ın gücü her şeye yeter. " Müminlerin Al­lah'ın gücünün her şeye yettiğine inanmaları gerekir. Ayrılık ve toplan­ma günü olan Bedir gününde zaferi müminlere getiren güç ilâhî güçtür, Bu gücü görmek, ganimetlerden "beşte biri"nin O'na avnlacağıni bilmek demektir. Hakla bâtılı ayıran, tekrar onlan bir araya getiren Allah olduğu için burada "güç" sıfatı gündeme getirilmektedir. Melekleri indirip müş­riklerin gönlüne korku veren Allah her şeye gücünün eniğini göstermiş­tir.

Netice olarak diyebiliriz ki Allah bu âyette müminlere Bedir Sava­şı' nın analizini yapmalarını istemektedir. Bu analizde Kendi yaptıkları ile Allah'ın çeşitli açılardan yardımını iyi tesbıi etmeleri için öğretimde bulunmaktadır. Yüce Allah, hukuk ile iman ve bilginin ilişkisini günde­me getirerek, hak İle İmanın ayrılmayan iki değer olduklarını vurgula­maktadır. Bilgi ve iman hukukun işlediğini temin edeceğinden, hukuk alanını ihtirastan, tutkudan ve nefsin nevasından temizleyecektir. Gani­metlerin taksiminde müminlerin ihtiraslarının öne geçip ganimetlerin tamamının kendilerine ait olduğu kanaatlerini önlemenin yolunun, bilgi ve imandan geçtiği bu âyetle ortaya konmaktadır. Allah ve Peygambe-ri'ne iman bilgi île birleşince, ganimetlerin taksimine yapılacak bütün İtirazlar ortadan kalkacaktır. Onun içindir ki Allah ganimetlerin dağıtım işini Hz. Peygamber'e bırakmadan kendi üzerine almakta ve problemi vahiyle çözmektedir.

Demek ki insanın, savaşta elde edilen mallardan kamunun ihtiyaç­larına harcama konusundaki itirazları durduran bir özelliği vardır. Böy­lece dinin gerekliliğini belirleyen bir konu da bu olmaktadır. Hukuka saygıyı temin etmenin yollarından biri de dindir.[28]

 

Allah İşitendir, Bilendir:

 

42. Hatırlayım?, ki, (Bedir Savaşı 'nda) siz vadinin yakın kenarında (Medine tarafında) idiniz; onlar da uzak ke­
narında (Mekke tarafında) idiler. Kervan sizden daha aşağıda (deniz sahilinde) idi. Eğer (savaş için) sözleş-
miş olsaydınız, sn'zleştiğiniz vakit hususunda ihtilâfa düşerdiniz. Fakat Allah gerekli olan emri yerine getir­mesi, helak olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helak olması, yaşayanın da açık bir dille yaşa­
ması için (böyle yaptı). Çünkü Allah hakkıyla işitendir, bilendir.

43.Hatırlayınız ki Allah, uykunda sana onları az gös­terdi. Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette çekine­
cek ve bu iş hakkında münakaşaya girişecektiniz. Fakat Allah (sizi bundan) kurtardı. Şüphesiz O, kalplerin özü­
nü bilir. Allah, olacak bir işi yerine getirmek için (savaş alanında) karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinizde
az gösteriyor sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Bütün işler Allah'a döner.

44.Yüce Allah ganimetler hukukunu müslumanların hayatına yerleş­tirmek için Bedir Savaşı'nın oluşumundaki ince konulara girmektedir.

1. "Hatırlayı­nız ki, (Bedir Savaşı'nda) siz vadinin yakın kenarında idiniz. Onlar da uzak kenarında idiler. Kervan da sizden daha aşağıda idi." Ayetin bu kısmında ed-dünyâ kelimesi "yakın" anlamına gelmektedir. Dünya yakını ifade ettiği için yaşadığımız hayata dünya hayatı, yani yakın hayat denmektedir. Âyetin başındaki iı iz kelimesi Enfâl sûresinin 26. âyetindeki vezkürû kelimesinin anlamı olan "hatırlama"yı ifade etmek­tedir. Vadinin yakınında, Medine tarafında demektir. Vadinin uzak kena­rı da Mekke tarafına işaret etmektedir. Kervanın daha aşağıda olmasının anlamı deniz kenarından yol alması anlamına gelmektedir.

Bedir Savaşı'ndaki müslüman, müşrik ve kervanın konumu anlatı­lırken önemli bir şeyin açıklamasının zemini tesbit edilmektedir. Allah sonsuz ilmini müslümanlara anlatırken, orduların konumunu onlara de­tayına varıncaya kadar açıklamaktadır.

"Eğer için sözleşmiş olsaydınız, sözleştiğiniz vakit hususunda ihtilâfa düşerdiniz. Fakat Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helak olanların açık bir delille helak olması, hayatta kalanın da açık bir delille hayatta kalması için (böyle yaptı). Çünkü Allah hakkı ile işitendir, bilendir. "

a) Âyetin bu kısmının ele aldığı konu ihtilâfın çıkması ile sözleş­menin yapılmamış olmasıdır. Mekke ordusu ile müslüman taraf arasın­da, muayyen bir yerde buluşmak için sözleşme yapılsaydı ne olacağını Allah açıklamaktadır. Mekkeliler'in çokluğu ve müslümanlann azlığı sebebiyle müsliimanların arasında tartışma çıkacaktı. Bundan anlıyoruzki Bedir Savaşı'nın zaman ve yeri konusunda bir sözleşme yapılmamıştı. Buluşma, âni olduğu için müslüman taraf müşrik ordusunun durumunu iyi bilmiyordu, bu sebeple ihtilâfa düşmeden savaşa girdiler.

Elmalılı Hamdi Yazır bu konuyu şu şekilde açıklamaktadır: Bu vaziyeti görünce cesaret edemez, verdiğiniz sözden döner, zaferden de ümidinizi keserdiniz. Onlara üstün gelmeyi düşünmek şöyle dursun, kar­şılarına çıkmayı bile göze almazdınız, savaştan kaçınırdınız. Şu halde iş size ve sizin anlayışınıza ve görünürdeki sebeplere bağlı kalsa idi, ara­daki bu büyük farklılıklardan dolayı bu başarı ve zaferin meydana gel­mesine imkân yoktu.[29]

b) Öyle bir sözleşme olmadan, müşriklerle müminleri kendi haline bırakmadan ya da müminleri kendi başlarına terketmeden, Allah, iki tarafı da onların zamanını ve oranlarım bilemedikleri beklenmedik bir şekilde bir araya getirip savaştırmışım. Fakat Allah gerekli olan emri yerine getirsin diye." Olması gereken olguyu hayata geçirdi, böylece Allah yolunda olanlarla düşman olanları, o yol­dan insanları alıkoyanları birbirinden ayırt etmiş oldu.

Bunun anlamı Allah, Bedir Savaşı'na tam anlamı ile müdahale et­miş ve zaferdeki katkısını burada anlatmıştır. Yapılması gerekeni yap­makla Allah neyi amaçlıyordu? Bunu iki boyutlu olarak belirlemektedir: "Helak olan açık bir delile dayalı ola­rak helak olsun. Yaşayan da yine açık bir delile dayalı olarak yaşasın. "

Yüce Allah Bedir Savaşı'na olan müdahalesinin başka amaçlarını burada bildirmekte, Mekkeli müşriklerin ordusunda ölenlerin helak ol­duğunu beyan etmektedir. Diğer taraftan Allah'ın yolunu açmaya çalı­şan, inanç ve ibadet özgürlüğü için savaşanların şehid olanlarının da hayatta kalanlarının da diri olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır. Ama bu oluşumun doğru olduğunun ispatı savaş alanıdır.

Bazı müfessirler âyetin bu kısmındaki helak kavramını hakkı in­kâr, hayatta kalmayı da iman etmek olarak mânalandırmışlardır. Bu a-çiklama doğru olabilir mi? Bu sorunun cevabını Zemahşerî vermektedir. Biz bunun delilini şu âyetlerle tesbit edebiliriz. Enfâl sûresinin 24. âye­tinde şu ifade yer almıştı:

"Ey inananlar.' Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Peygamberi'ne uyunuz." Burada hayat veren şey tevhid inancıdır. Yasin sûresinin 70. âyetinde de şu ifade yer almaktadır: "Diri olanları uyarastn ve kâfirler cezayı hak etsinler diye!" Buradaki diri olanlar "i-man edenler"dir. Zemahşerî, Kâdî Beydâvî, Hâzin ve Nesefî burada hayy kelimesini "aklını kullanıp iman eden" olarak mânalandırmaktadırlar. Bu âyetler Enfâl sûresinin 42. âyetindeki "diri" kavramını iman eden olarak anlamaya delil teşkil etmektedir. Onun kar­şıtı olan helak de inkâr edenler olarak alınacaktır.

c) "Çünkü Allah hakkı işitendir, bilendir. " İşitmek ve bilmek sıfatlarım âyetin sonuna koymakla Allah bu fermanın altında­ki karar imzasını hangi sıfatları ile atacağını belirlemektedir. Ayrıca âye­tin içeriğine uygun olarak ilgili sıfatlarını sonuna koymuştur. Âyetin içindeki eylemler bir taraftan 41. âyetin sonundaki "kadir" sıfatı, diğer taraftan da işitme ve bilme sıfatlarını ilgilendirmektedir.

3. "Hatırlayınız ki Allah uykuda sana onları az gösteriyordu. Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette çekinecek, bir iş hakkında münakaşaya girişecektiniz.." Allah Bedir Savaşı'ndaki ön hazırlıklarını nasıl sürdür­düğünü bu âyette anlatmaktadır. Müslümanlara yaptığı yardımlardan biri, uyku halindeyken, düşmanın sayısını onlara az göstermiş olmasıdır. Allah niçin böyle yaptığını da âyette açıklamaktadır.

Eğer müslümanlar müşrik ordusunu olduğu gibi çok görseydi yıl­gınlık duyacak ve anlaşmazlığa düşeceklerdi. Tartışma ve dağılmayı önlemek için böyle bîr müdahalede bulunulmuştur. Hz. Peygamber'in, uyku halinde gördüğü bu durum hakkında bir hadise rastlamıyoruz, ama İbn Kesîr ve Râzî, Mücâhid'den naklettikleri bir habere göre, Hz. Pey­gamber uykusunda gördüğü bu durumu mümin savaşçılara anlatıp onları yüreklendirmiştir.

Eğer Allah Hz, Peygamber'e düşmanın sayısını az göstermeseydi, müminler savaşa girip girmeme konusunda tartışmaya girecek ve sa­vaşma gücünü kaybedeceklerdir. Enfâl sûresinin 12. âyetinde düşman askerlerinin kalbine korku salarken, Hz. Peygamber'e uykusunda düş­manı az gösterip müminlerden korkuyu, yılgınlığı, tartışmayı gidermiş­tir.

4. "Fakat Allah (sizi bundan) kur­tardı. Şüphesiz O, kalplerin özünü bilir. "

a)  Allah savaş konusunda müminleri yılgınlığa düşüp tartışmaya girmekten kurtardı.

b) Bunların nasıl yapıldığı âyetin sonunda açıklanmaktadır. Bu da kalplerin özünün bilinmesiyle

gerçekleştirilmektedir. Burada bilme sıfatı gündeme getirilmek suretiyle bilginin müslümanlarm kalplerine nüfuz
ettiğine dikkat çekilmektedir. İnsanların kalplerinde ne varsa onun bilgi­sine Allah sahiptir. Âyetin son kelimesi olan es-sudûr kelimesini "sine"olarak da tercüme edebiliriz. Allah sinelerde olanları bilendir. Allah sa­
vaşın kazanılmasının ve kaybedilmesinin esas merkezinin kalp olduğunu vurgulayarak manevî oluşumun en etkili silâhının kalp olduğuna dikkat çekmektedir. İş gönülde başlayıp gönülde bitiyor.

Yüce Allah bunları anlatırken müslümanlara, gönül eğitiminin ö-nemli olduğunu öğretmektedir. Aile hayatında sevgi, savaşta cesaret ve kahramanlık, siyasette merhamet, iş hayatında adalet, hukukta tarafsız­lık, hepsinde de ortak paydayı gönül oluşturmaktadır. Nadasa bırakılan gönlü bâtılın dikenleri örter. Şayet gönül eğitilirse cennet bahçelerinden bir bahçe olur.

Bedir Savaşı'nda kazanılan en önemli ganimet gönül ülkesidir. Gönüller fethedildi, müminler inanç ve ibadet özgürlüğünü elde etti, Allah'a giden gönül yolunu tıkatan kolestroller temizlendi, ucu bucağı olmayan gönül ülkesine hâkim olundu. Bedir Savaşı'nın müminlere geti­rişi bu olmuştur. Gerek birinci gerekse 41. âyetlerde, maddî ganimetten çok manevî getiri üzerinde durulmaktadır.

5. "Allah olacak bir işi yerine getirmek için (savaş alanında) karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Bütün işler Allah'a döner. "

a) Yüce Allah burada bir işi gerçekleştirmek için neler yaptığını anlatmaktadır. Tedbir almadan başarının

gelmeyeceğini Öğretmektedir. Bir işi tatbikata koymadan önce ne gibi hazırlıkların yapılması gerekti­ğini de bilmek lâzımdır. Bu yüzdendir ki Allah olacak bir İşi yerine ge­tirmek için neler yaptığını anlatmaktadır.

b) Bedir Savaşı'nda neticenin müslümanlardan yana zaferle bitme­si için müslümanların gözünde müşrikleri az gösterdi. Ayette geçen "göstermek" ifadesinden anlıyoruz ki Allah müshımanlann muzaffer olabilmesi için, gözlerinden kalplerine giden yolları açıp gönüllerinde birtakım oluşumlar meydana getirmiştir.  Demek ki  zaferin kökleri müslümanların gönüllerinde idi. İlâhî lütuf gözlerinden kalplerine ini­yordu.

Bu durum bize niçin anlatılıyor? Bedir'de olanlar olmuştur, biz o günü bir daha yaşayabilir miyiz ki bunlar bize anlatılıyor? Bedir Savaşı olmuş bitmiş olabilir, ama Bedir Savaşı bizim içimizde akıl ile nefis, hak bâtıl arasında devam etmektedir. Akıl ile nefis ve gönül arasında ben­zer savaşlar devam etmektedir. Akıl ile nefis, gönül ülkesini almak için Bedir'den daha büyük bir savaş halindedir. Bilgi ile cehalet de aynı tarz­da hem bizim içimizde hem de insanlıkta savaşmaktadır.

6. "Bütün işler Allah 'a döndürülecektir. " Bunun anlamı bütün işler gelip Allah'a dayanacaktır. Demek ki hiçbir amel kaybolmayıp Allah'a dönmekte ve O'nun tarafından değerlendirmeye tâbi tutulmaktadır. Diğer taraftan her iş gelip Allah'ta son bulacak ve O'na dayanacaktır. Onun için dünyada başlayıp dünyada değer taşıyacak eylemler değil, dünyada başlayıp asıl ürününü âhirette verecek olan ey­lemlere girişilmesi öngörülmelidir.

Müşriklerin verdiği mücadele ile müminlerin verdiği mücadele de Allah'a dönecektir. Böylece Allah hakkın uğruna mücadele verenlere, işlerinin ne olacağı konusunda bilinç vermektedir. Diğer taraftan mü­minlerin, işlerinin neticede Allah'a dayanacağını da bilmeleri istenmek­tedir. Gönülden geçirilen niyet ve eylemlerin tamamı asla kaybolmuyor ve mutlaka Allah katında lâyık olduğu yeri alıyor ve değerlendirmeye tâbi tutuluyor.[30]

 

İman Edenler Ne Yapmalı?

 

45.Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile karşılaş­tığınız zaman sebat ediniz ve Allah 'ı çok anınız ki başa­
rıya erişesiniz.

46.Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ediniz, birbirinizle çekişmeyiniz, sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz
gider. Sabrediniz. Çünkü Allah sabredenlerle beraber­dir.

47. İnsanlara çalım satarak, gösteriş yaparak yurtla­rından çıkan ve Allah yolundan alıkoyanlar gibi olma­
yınız. Allah, onların yaptıklarım çepeçevre kuşatmıştır,

48.Hani şeytan onlara yaptıklarını süslü gösterdi de: "Bugün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur, şüphesiz ben de sizin yardımcımzım" dedi. Fakat iki ordu birbirini görünce ardına döndü ve: "Ben sizden
uzağım, ben sizin görmediklerinizi görüyorum, ben Al­lah'tan korkuyorum, Allah'ın azabı şiddetlidir" dedi.

Bu âyetler müslümanların ne yapmalarını, ne yapmamaları, kime benzememeleri gerektiğini açıklamakta, önce olumlu eylem ve sonuçlannı, sonra da olumsuz eylemlerin sonuçlarını vermektedir. Şimdi bunla­rın analizlerini yapabiliriz:

1. " Ey iman edenler! Herhangi bir toplulukla karşılaştığınız zaman sebat ediniz ve Allah'ı çok anınız ki başarıya erimesiniz." Anlamını "başarı" olarak verdiğimiz bu âyetteki el-felâh kavramı "kurtuluş, zafer" anlamla­rına gelmektedir. Felah kelimesine bu âyetler içerisinde "kurtuluş" an­lamını vermek daha doğru olur. Çünkü müslümanlar inanç ve ibadet özgürlüğünden yoksun bırakılmak isteniyor ve bunun endişesi içinde yaşıyorlardı. Bedir Savaşı'nı kazanmak bu baskılardan kurtulmak anla­mına geliyordu. Yüce Allah kurtuluşa giden yolun önemli eylemlerini vermektedir:

a) Düşman topluluğu üe karşılaşılınca sebat göstermenin önde ge­len bir eylem olduğu anlatılmaktadır. Bunun anlamı sırtını düşmana dö­nüp kaçmamaktır, Âyetin bu kısmındaki fesbütû (sebat gösteriniz) emri, Âl-i İmrân sûresinin 125. âyetinde "sabır göstermek", Enfâl sûre­sinin 15. âyetinde de "arkanızı dönmeyiniz" şeklinde yer almaktadır.
Böylece sebat göstermek, "sabretmek, korkup arkayı dönmemek" de­mektir. Sebat göstermek, sabretmek, korkup sırtını dönmemek gönlün eylemleridir. Gönlün bu eylemleri davranışlara yansıyarak savaşta zafer
ya da kurtuluşu getirmektedir.

Âyeti dikkatle analiz edersek görülecektir ki Allah, müminlerden sebat göstermelerini istemektedir. Mümin bu eylemini gösterince Allah da ona Muhammed sûresinin 7. âyetinde olduğu gibi: "Allah da ayaklarınızı sebat

ettirir", yani kaydırmaz.

b) "Allah'ı çok anınız." En zor şartlar altında Allah'ı zikretmenin en önemli neticesi Rad sûresinin 28. âyetine göre kalplerin huzur bulmasıdır. Kalbi huzur bulanın cesareti artar.

Burada anma işini müminin kendisi yapacaktır. Allah'ı anma hem beynin hem de gönlün eylemi olmaktadır. Bu eylemlere düşmanın da­yanması mümkün müdür? O zaman düşmana gönül yürümektedir. Böyle bir yürüyüşün Allah tarafından desteklenmesi garanti edilmektedir.

"Sebat" ve "Allah'ı anmak" gibi manevî eylemlerin kurtuluşu ge­tirme ihtimali vardır. Onun içindir ki felah kavramının başına le'alle, yani ihtimali ifade eden kelime gelmiştir. "Sebat" sabrı getirmekte, "Al­lah'ı anma" da malını ve çocuklarını hatırlamayı ortadan kaldırmaktadır.

Allah müminlere askerî bir eğitim yaparak düşmana karşı kullanı­lacak manevî silâhların neler olduğunu öğretmektedir. Sabır, sebat, korkmamak ve dünyayı bir tarafa bırakıp Allah'ı anmak savaş silâhları­nın önde gelen, savaş taktiğinin en ince ayrıntılarını teşkil etmektedir. Bu silâhlar ve taktikler her çağa hitap etmektedir. Savaş silâhları tekno­loji geliştikçe değişmektedir, ama sabır, sebat, korkusuzluk ve Allah'ı anma gibi manevî silâhlar değişmemektedir.

2. "Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ediniz." Kur'an'ın pek çok âyetinde geçen bu emrin, önceki ve sonraki âyetlerle ilişkisi vardır. Buradaki itaat emri bir önceki âyette geçen emirlerin de­vamı mahiyetindedir. Yani: "Sebat ediniz", "Allah'ı çokça anınız" ve" Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ediniz."

Buradaki itaat kelimesi "bağlılık, saygı ve duyarlık gösterip emir­lerini yerine getirmek" anlamına gelmektedir. Allah'a ve Peygamberi'ne itaat, savaşta kumandana itaati getirecektir. Savaşta kumandana bağlılı­ğını göstermek için, kişinin, daha önce bu bağlılığı göstermiş bir manevî tecrübeye sahip olması gerekir. Bu âyette itaat eylemi başka olumsuz­lukları önleyeceği için emredilmektedir.

3. "Birbirinizle çekişmeyiniz, sonra korkuya kapılırsınız, da kuvvetiniz gider. " Savaş anında müminlerin bir­
birleriyle çekişmesi beraberinde korkuyu getirir. Allah ve Peygambe­ri'ne itaat eden insanlar çekişmeyi bırakacaklardır. İtaat bu çekişmeyi önlemenin uğruna emredilmiştir. Yüce Allah burada bir toplumun çöküş
dinamiklerini de vermektedir: Çekişme, korkma ve sosyal güç kaybı. Çekişme dağılmaya sebep olacak, onlar da sosyal gücün gitmesine ne­den olacaktır.

 "Rüzgârınız." kelimesi fizikî anlamdaki rüzgârı değil de, sosyal ve siyasî anlamındaki gücü ifade etmektedir. Râzî buradaki rüzgârı "devlet" anlamına almaktadır. Râzî bu mânayı Zemahşerî'den almıştır. Devlet, işleri yürür halde iken rüzgâra ve rüzgârın esmesine

Devlet, işleri yürür halde iken rüzgâra ve rüzgârın esmesine benzetilir diyen Zemahşerî, bir kimsenin devleti, yani saltanatı iyi gittiğinde, bu­nun rüzgârı esiyor dendiğini nakletmektedir[31].

Her toplumun ve savaş alanında bulunan her ordunun bir rüzgârı, yani bir gücü vardır. Toplumlar bilgi, kültür, ekonomi ve teknoloji ile bir hava bir ağırlık yakalarlar. Bu durumda rüzgâr durmadan eser, kimi za­man hafif, kimi zaman şiddetli. Bu gücü tahrip edenler toplumdaki ihti­lâflar, çatışmalar, ya da kısaca tefrikalardır. Savaşlarda da durum aynı­dır. Ordular birbirlerinden doğal olarak çekinirler. Ama ordudaki bera­berliğin kaybolması, dayanışmanın ortadan kalkması, yerini korkuya ve dağılmaya bırakır.

4. "Sabrediniz. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir." Bütün bunların yerine gelmesi için müminlerin sabırlı ol­ması gerekir. Sabtr hem Allah ve Peygamberi'ne itaati hem de Allah ile beraberliği getirir. Yüce Allah burada savaşın en etkili silâhını gündeme getirmektedir. Sabır pasifliği değil tam tersine aktifliği, yani karşılaşılan problemlerin altında ezilmeden, onlara göğüs germek, onları çözmek, onların üstesinden gelmek anlamını ifade etmektedir. Sabır, gönlün ey­lemi olduğuna göre, gönlün nefisle olan mücadelesinin en etkili silâhı durumundadır.

Onun içindir ki Âl-i İmrân sûresinin 200. âyetinde Yüce Allah, hem sabretmeyi hem de sabırla yarışmayı emretmektedir. Zorluklara katlanmak sabretmek olduğuna göre, sabırda yarışmak da daha üst bir ibadet olmaktadır. Demek ki Allah'ın beraberliğini çeken, yardımını, lutfunu, ihsanını göndermek anlamına gelen güç sabır olmaktadır. Sab­reden insanlarla beraber olduğunu ilân ederken Allah, müminlere cesaret vermektedir.

"Çalım satmak, insanlara gösteriş yapmak ve (insanları) Allah yolundan alıkoymak için yurtlarından çıkanlar gibi olmayınız- "

a) Yüce Allah burada "olmayınız" emri ile aslında "farklı" olunmasını istemektedir. Müslüman, müşrikten farklı olmalıdır. Özellik-le savaşta müşriklerin yaptıklarını yapmamalıdırlar. Mümin, müşrikle aynîleşenıez, onu taklit edemez, örnek alamaz.

b) Müminler, müşriklerin hangi davranışları gibi yapamazlar? Ça­lım satmak, gözlen kamaştıran bir gösterişte bulunarak savaşa çıkmak. Diğer taraftan insanları yurtlarından çıkartmak İçin savaşmak da müşrik­lerin amacı ve davranışları olmaktadır. Mümin insanın savaşmaktaki amacı, insanları Allah yolundan engellemek için savaşanlara benzemek olamaz. Gösteriş içinde olan, insanlara çalım satan, insanları Allah'ın yolundan çıkaranlar gibi davranmamak Allah'ın emridir.

Müşrikler savaşa çıkarken yani Cuhfe denen yere vardıklarında Ebû Süfyân'ın gönderdiği adam gelmiştir. Kervanın tehlikede olmadığı­nı ve bu sebeple geri dönmelerini söylemişti. Bu haber üzerine Ebû Ce­hil yemin ederek, Bedir'e vanp şarap içeceklerini, çalgı eşliğinde câriye oynatacaklarını, Araplar'a yemekler yedireceklerini söyledi. Ebû Ce-hil'in söylediklerinin Kur'an'daki değerlendirmesi çalım satmak, göste­riş yapmaktır. Bu durum sadece Bedir'de olmuş değildir. Ondan sonra da olmuş ve olmaya da devam edecektir.

6. "Allah onların yaptıklarım çepeçevre kuşatmıştır." Buradaki "kuşatma"nın birçok anlamı vardır. Bunlardan biri Allah, onların yaptıklarını her şeyi ile bilmektedir. Onların eylemleri kuşatıldığı için kimseye zararları dokunmayacaktır. Bir bahçenin etrafı­nı duvar içine almak gibi, Yüce Allah da onların amellerini kontrol altı­
na almıştır, kıpırdayacak alanları yoktur.

7. "Hani şeytan onlara yaptıklarını süslü gösterdi." Âyetin bu kısmından çıkaracağımız önemli neticeler vardır: Şeytan onlara amel yaratmadı. Onların amelleri vardı da, şeytan onu onlara güzel gösterdi. Var olmayanı var etmedi, var olanı onlara süsledi. Şeytanın insanı etkileyip yoldan çıkartmasının metotlarından biri, ey­
lemlerini insanlara süslemesidir.

 "Ve şeytan da onlara yaptıklarını süsle­di" (En'âm 6/43). Kalpleri katılaşanlara, çocuklarını öldürenlere, pey­gamberlere tepki gösterenlere, şeytan amellerini süslü göstermektedir. Şeytan, bakırı altın suyuna batınp sahte bir süs vererek altın diye satan- lar gibi, kötü işlemlere sahte bir süs vererek insanlara sunmaktadır. Al­lah müslümanlara şeytanın bu etkinliğini anlatarak, onların da aynı hata­ya düşmelerini engellemeyi istemektedir. Buradaki şeytanın güzel gös­termesinin anlamı, yapılacak eylemin yerinde olduğunu göstermektir. Şeytan, eylemin doğru zaman, doğru yer ve haklı bir durumda olduğunu göstererek müşrikleri aldatmıştır. Şeytanın bu aldatma tarzındaki etkin­liği devam etmektedir.

8. "(Şeytan): 'Bugün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur, şüphesiz ben de sizin yardımcınızım' dedi." Şeytan hangi sözlerle müşrikleri- etkilediğini, hangi eylemlerin yerinde olduğunu söylediğini burada gündeme getirip detaylarına kadar inmektedir. Şeytan müşrikleri savaş için cesaretlendirirken, onları kimsenin mağlûp edemeyeceği vesvesesini vermiştir. Âyette geçen ifade şudur, "Size komşuyum." "Komşu komşunun

yardtmcısıdır" ilkesinden hareketle, şeytan onlara "Ben sizin komşunuzum, arkanızdayım, yardımcınızım"

demiştir. Arap Örfüne göre komşunun komşusunu koruması namus borcudur. Şeytan bu örfü kullanarak onları

aldatma yoluna gitmiştir.

Ama biz "Ben sizin komşunuzum" ifadesinden başka bir mâna çı­kartıyoruz. Bunu âyetin devamındaki şeytanın hareketinden anlıyoruz. Dikkat edilirse şeytan doğrudan "Ben size yardımcıyım, sizin destekçi-nizim" demiyor da "komşunuzum" diyor. Bunun anlamı sahte komşu gibi davranacağı anlayışında yatmaktadır. Âyetin devamı bunu göster­mektedir. Öyle anlaşılıyor ki şeytan müslüman tarafla uğraşamamakta-dır. Çünkü onlar inanç ve ibadet özgürlüğü adına savaşma karanını al­mıştır, onların gönülleri ile Allah ilgilenmektedir. Allah'ın ilgilendiği gönüle şeytanın girmesi mümkün değildir.

9. "Fakat iki ordu birbirini görünce (şeytan), ardım döndü ve: 'Ben sizden uzağım, ben sizin görmediklerinizi görüyo­rum; ben Allah 'tan korkuyorum; Allah'ın azabı şiddetlidir' dedi. "

Müslüman ordusu ile müşrik ordusu birbirlerini görebilecek mesa­feye geldiklerinde, Allah burada şeytanın davranışını anlatarak, onları nasıl aldattığına dikkat çekmektedir. Şeytanın hareketi, nekesa ke­limesi ile ifade edilmektedir. Bu kelime "izi üzere geri dönmek, geri durmak, bırakıp kaçmak" anlamlarına gelmektedir. Nükûs kelimesi Kur'an'da Enfâl sûresinin 48 ve Mü'minûn sûresinin 66. âyetlerinde geçmektedir. Enfâl sûresinin 48. âyetinde şeytanın geri dönüp verdiği sözde durmaması ifade edilirken, Mü'minûn sûresinin 66. âyetinde Al­lah'ın âyetleri okunduğunda, kibirlenip arkasını dönenlerin davranışı açıklanmaktadır. Demek ki kibirlenip Allah'ın âyetlerine sırtını dönenle şeytanın hareketi müştereklik arzetmektedir. Nükûs kavramı Kur'an'da şeytan ve kâfirin eylemi olarak geçmektedir.

Şeytan tabanları üzerine geri dönerken, yaptığı eylemin mazeretini de ifade etmekten geri durmamıştır, "Ben sizden uzağım" ifadesi, şeytanın dönekliğini gösteren bir ifadedir. Önce beraber olduğu­nu söylüyor sonra da iş ağırlaşmca uzak olduğunu söylüyor. Böylece yapamayacağı işi söylediğinden dolayı döneklik gösteriyor. Demek ki bir işe söz verip ardından cayanın ahlâkı, şeytanî bir ahlâk olmaktadır. Aynı davranışı şeytan Haşr sûresinin 16. âyetinde imanlı bir insana da yapmaktadır: "(Münafıkların durumu) tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana, 'inkâr et' der, insan inkâr edince de: 'Ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah 'tan korkarım' der."

Şeytan Allah'a inanmaktadır, oysa inkâr eden insan, şeytandan da­ha kötü bir çizgiye gelmiş demektir. Ama şeytan inkâr edenden derhal uzak durma kararlığını göstermektedir. Arkadaşını yüzüstü bırakıp on­dan ayrılmak münafıklık ahlâkıdır.

"Sizin görmediğinizi ben görüyorum." Şeytan, me­lekleri görmüş ve onların müslümanlara yardım etmesinden korkmuştur. Kâfirlerin görmeyip şeytanın gördüğü şey meleklerdir. Enfâl sûresinin dokuzuncu âyetinde peşpeşe gönderilen bin meleğin, Âl-i İmrân sûresi­nin "O zaman sen müminlere: Rabbinizin size indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi size yetmedi mi? diyordun. Evet, sabreder, korunursamz onlar hemen üzerinize gelseler Rabbiniz size nişanlı beş bin melekle yardım eder." şeklindeki 124. ve 125. âyetlerinde üç bin meleğin, ve beş bin meleğin Bedir Savaşı'na katıldığı Allah tarafından bildirilmektedir.

Şeytanın melekleri görmesi onu dehşete düşürmüştür. Aslında şey­tanın müşrikleri böylesine yüzüstü bırakıp kaçması ve onlara böyle ko­nuşması müslümanlarm lehine olmuştur. Çünkü müşrikleri korkutmuş­tur.

"Ben Allah'tan korkuyorum; Allah'ın azabı şiddetlidir dedi." Demek ki şeytan Allah'a inanıyor ve O'ndan korkuyor. Korkunun sebebini de azabının şiddetli olması diye göstermektedir. Şeytan Allah'ın azabını göstererek niçin O'ndan korktuğunu söylemektedir? Bize göre Allah müminlerin tarafını tuttuğu için, şeytan da müşriklerin tarafını tutmuş olacaktı. Böylece şeytan Allah'a karşı savaşmaktan korktuğu için böyle söylemiştir.

Enfâl sûresinin 45-48. âyetlerinden şu neticeyi çıkartıyoruz: Al­lah düşman ordusu ile karşılaştığında normal silâhların dışında müslümanlarm sahip olması gereken manevî silâhların neler olduğunu öğreterek savaş taktiği vermektedir.

Sabır ve sebat göstermek, Allah'ı çok anmak, Allah ve Peygam­beri'ne itaat etmek, müminlerin dağılmalarına ve sosyal güçlerinin kay­bolmasına sebep olacak çekişmelere girmemek, sabrederek Allah'ın be­raberliğini temin etmek; gösteriş yaparak insanları hak yolundan çıkar­mak isteyenler gibi davranmamak. Çünkü şeytan bu tip insanlara amelle­rini sahte süsle süsleyip onları aldatıyor. Ne yapacakları ile ne yapmaya­caklarını açıklayan bu savaş taktiği manevî silâhlanmanın önemini vur­gulamaktadır. Bu noktada, askerlik müessesesi ile din eğitiminin ilişkisi ortaya çıkmaktadır.[32]

 

Münafıkların Durumu:

 

49. Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar (sizin için): "Bunları dinleri aldatmış" diyorlardı. Oysa kim Allah'a dayanırsa Allah daima galip, hüküm ve hikmet sahibidir.

50.Görseydin o inkâr edenleri: Melekler onların canla­rını alırken yüzlerine ve arkalarına vuruyorlar: 'Haydi yangın azabını tadın' (diyorlardı).

51.İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzünden­dir. Yoksa Allah, kullara zulmedici değildir,

52.(Bunlar da) tıpkı Firavun ailesi ve onlardan önceki­lerin gidişi gibi (davrandılar. Onlar da): Allah 'm âyetle-

rini inkâr etmişlerdi; Allah onları, günahlarıyla yakala­mıştı. Kuşkusuz Allah güçlüdür, cezası çetindir.

Bu âyetlerin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:

1. "Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar (sizin için): 'Bunları dinleri aldatmış7 diyorlardı." Yüce Allah müslümanların ordusundaki durumu ele almak­tadır. Münafıklarla, kalplerinde hastalık olanlardan kasıt müslümanların ordusundaki korkaklardır.

Onun İçindir ki Enfâl sûresinin 45. âyetinde Allah müminlere, düşman ordusu gördüklerinde sebat etmelerini, Allah'ı anmalarını; 46. âyette Allah ve Peygamberi'ne itaat etmelerini, çekişmemelerini ve sab­retmelerini emretmişti. Müslümanların arasında böyle davranan veya davranma ihtimali olanlar olmasaydı Allah bu emirleri vermezdi. Demek ki müslümanların ordusunda münafıklar olduğu gibi korkaklar da vardı. Mânevi kalp hastalığına yakalananlar, Kureyş ordusuna karşı savaşma konusunda şüphede olanlardır. Öylesine kuvvetli ve teçhizatlı bir orduya karşı Allah'ın yardım edip zafer kazanacaklarından şüphe içindeydiler. Bunun anlamı imanları gönüllerinde kökleşmemişti, ama münafıklardan daha iyi durumdaydılar. Allah, münafıklarla gönülleri hasta olanların orduda bulunduğunu Hz. Peygamber'e haber vermiş, gelecekte de böyle insanların olacağına işaret etmiştir.

Bu gönül hastaları müslümanlarla beraber Bedir Savaşı'na katıl­mamışlar ve münafıkların etkisinde kalarak müminlerin durumunu de­ğerlendirmişlerdir. Münafıklarla gönül hastası olanların ortak değerlen­dirmesi âyette nakledilmektedir. "Bunları dinleri aldatmış. "

Münafıklarla korkaklar müslümanlara karşı bu bakış açısını muha­faza etmektedirler. Dinlerinin aldatması, onları maceraya itiyor anlamına gelmektedir. Bu değerlendirme, sadece Bedir Savaşı gibi savaşlarda de­ğil aynı toplumda oluşan sosyal grupların müslümanlara bakışını da yan­sıtmaktadır. Münafık ve korkaklar, müminlerin yaptıklarını bir aldanma, bir macera olarak görürler Günümüzde aynı toplum içinde böylelerinin olduğunu ve İslâm âlemine bu şekilde baktıklarını görmek mümkündür. pünümüzde dünya münafıkları ve manevî kalp hastaları, müslüman ül-kelere böyle bakarlar, ama yine de onlarla beraber yaşarlar. Müslüman­ları 'dinleri tarafından aldatılmış zavallılar' olarak görürler ve onları geri bırakanın dinlen olduğunu kabullendirmeye çalışırlar.

Demek ki Allah münafıklarla korkakların, müslümanlara içten i-hanet ettiklerini anlatmaktadır. Bir milletin içinde kendi milletine ihanet edenlerin çıkabileceği bilincini veren bu âyet, temel bir ilkeyi gündeme getirmektedir: Geçmiş toplumlar bu insanlardan çok çekmiş, geleceğin milletleri de bunlardan çekecektir. Bir milletin içinde bunların maya­lanması, tutunması, palazlanacak ortam bulması, dış düşmanlardan daha tehlikeli olmaktadır, insanlığın ve özel mânada toplumların erdemini bu insanlar tahrip etmekte, tarla faresi gibi mânevi kültürün altınt delik de­şik etmektedirler,

Kurtubî'nirı bu âyetin tefsirinde münafıklarla korkaklar aynı insan­lar olduğu görüşünü dile getirmiş, ancak ispat etmemiştir.

Bize göre bu görüşün Bakara sûresinin 8, 9 ve 10. âyetleriyle ispat edilmesi mümkündür:

"insanlardan bazıları da vardı ki inanmadıkları halde 'Allah'a ve âhiret gününe inandık' derler.

Onlar güya Allah'ı ve müminleri aldatırlar. Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar, bunun farkında değillerdir.

Onların kalple­rinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığım çoğaltmıştır.17 Bu âyetler münafıklığın özelliğini vermekte ve tanımını yapmaktadır. Gönül hastalığı münafıklık özelliği olduğuna göre KurtufrTnin naklettiği bu yorum doğru olabilir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyete dönersek, münafık kelime­si ile gönül hastaları arasında  vav harfi yer almaktadır. Atıf harflerinden biri olan bu harfin özelliği gereği âyette sözü edilen münafıklarla kalplerinde hastalık bulunanların birbirinden farklı grup insanlar olduğu görüşü diğer görüşe göre daha doğru gözükmektedir.

2. 'Halbuki kim Allah'a dayanırsa, bilsin ki Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir, " Yüce Allah, münafıkların ve gönül hastası olanların zahirî görünüşe göre değerlendirip 'güçlü ve sayı bakımından fazla olan orduya karşı koymanın bir aldanma olduğu' şeklindeki değerlendirmelerinin yanlış olduğunu ifade etmektedir.

Zaferi kazanmanın yolu, askerlerin çokluğundan ve teçhizatın faz­lalığından geçmiyor, Allah kendine güveneni, bütün imkânları hazırla­dıktan sonra, Allah'a dayananı galip kılacağının bilinmesini istemekte­dir. Sayı ve teçhizat üstünlüğü mülkünde galip ve hikmet sahibi Allah'ın desteğini almadıkça zafere ulaşamaz. Allah'ın desteğini alan, iman ve takva ile dolu bir gönülle teçhizat zafere ulaşacaktır. Bedir Savaşı bunu öğreten bir fırsat oldu. Böylece Bedir Savaşı, savaş olmanın ötesinde ilâhî bir öğretidir.

3. Görseydin o inkâr edenleri: Melekler onların canlarım alırken yüzlerine ve arkalarına vuruyorlar: 'Haydi yangın azabını ta­dın'' (diyorlardı)". Bu âyetin Bedir Savaşı ile ilgili olarak evrensel bo-yutuna gitmek gerekir. Enfâl sûresinin 12. âyetinde "Vurunuz boyunlarına, vurunuz onların bütün parmaklarına" emri meleklere verilmişti. Bu vurmaların nihaî noktası da Enfâl sûresi­nin 50, âyetinde gündeme getirilmektedir. Bu âyetten çıkarılacak netice­ler şunlardır:

a) Meleklerin çoğul olmasından anlıyoruz ki, Azrail denen ölüm meleği tek değildir. Onun içindir ki âyette melekler ifadesine yer veril­miştir.

b) Melekler insanların canını alırken yapacakları muameleyi öten insanın durumu tayin etmektedir. Meselâ En'âm sûresinin 93. Âyetinde Allah'a iftira eden, yahut yalancı peygamberlik iddiasında bulunan veya Kur'an gîbi bir kitabı yazabileceğini iddia edenlere, canlarını alırken meleklerin yapacağı muamele ele alınmaktadır. Melekler onlara pençele­rini uzatacak, "Haydi canlarınızı kurtarınız" diyecek ve azabı tatmalarını

söyleyeceklerdir. Yorumunu yapmakta olduğumuz bu âyette de yüzleri

ne ve arkalarına vura vura canlarını alacakları gündeme getirilmektedir.

Kısaca kâfirlerin» Allah'a iftirada bulunanların, yalancı peygam­berlerin ve Kur'an gibi bir kitabı 

yakabileceklerini iddia edenlerin canla nnın farklı alınacağı, onların bu durumunun ölümlerini bile etkileyeceği

anlaşılmaktadır, İyi insanın ölümü ile kötü insanın ya da kâfirin ölümü­nün farklı olacağı buradan anlaşılmaktadır. Bu durum sadece Bedir Sa­vaşana katılan kâfirleri değil Allah'ın dinine düşman olan bütün insanla­rı da kapsamaktadır.

Diğer taraftan Vakıa sûresinin 88-91, âyetlerinde Allah'a yakın çı­lanlarla, iyi insanların can verişlerinin ne kadar güzel olacağı da açık­lanmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki insanların inançları dünyadaki yaşam şekilleri, onların can verme biçimlerini etkileyecek ve meleklerin mua­melelerini belirleyecektir,

c) Yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını alırken melekler onlara: Yaktp kavuran azabı tadınız" diyeceklerdir. Ayetin bu kısmından öyle anlaşılıyor ki melekler canlarını alırken onlar yakıcı azabı tadacaklardır. "Yakıp kavuran azap, ölüm anında mı yoksa âhirette mi olacaktır" sorusuna müfessirler farklı cevaplar vermektedirler. Râzî gibi bazıları ölüm anında, bazıları da âhirette olacaktır diyorlar el-Hasen gibi. el-Hasen'in bu görüşte olduğunu Kurtubî nakletmektedir.

Bize göre bu tartışmalara veya farklı görüşlere gerek yoktur. Çün­kü En'âm sûresinin 93. âyetinde melekler pençeleri ile Allah'a iftira edenlerin, yalancı peygamberlerin ve Kur'an gibi bir kitap yazacağını iddia eden zalimlerin canım alırken de onlara şöyle diyeceklerdir: "O zalimler ölüm dalgaları içinde, melekler ellerini uzatmış: 'Haydi canlarınızı çıkarın, Allah'a, gerçek olmayanı söylemenizden ve O 'nun âyetlerine karşı kibirlilik tas­lamış olmanızdan dolayı, bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız' (derken) onların halini bir görsen."

Öyle anlaşılıyor ki bu azap şekilleri hem ölüm anında hem de âhirette olacaktır. Çünkü bu ifadelerden onların canlarının alınacağı anlaşılmaktadır. Demek ki vurula vurula ve yanarak bu dünyadan ayrılıp giden kâfirlerin durumunu dışarıdakilerin görmesi, anlaması imkânsız­dır. Onun içindir ki Allah "görebilseydin" ifadesine yer vermektedir. Beşerî idrak ve gözlerle görülüp anlaşamayan olgulardan biri burada anlatılmaktadır.

Kâfirlerin canı çıkarken çektikleri ıstırapla, iyi insanın canı çıkar­ken içinde bulunduğu rahatlık arasındaki fark Kur'an'da anlatılarak, kötülüklerden caydırma ve iyiliğe teşvik ruhunun inananlara kazandırıl­ması istenmektedir.

Teşvikten caydırmaya giden bu oluşumun ilâhî eğitimdeki yerini tesbit ettikten sonra din eğitimindeki önemini de vurgulanmalıyız: Biz buna zıthklarıyla eğitim diyebiliriz. Işıkla karanlık, hak ile bâtıl, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin nihayet korku ile sevinç beraber anlatılınca veya ardarda insanın ruhunda oluşturulunca eğitimin devresi tamamlan­mış olacaktır.

4. "İşte hu, ellerinizle yaptığınız yüzündendir, yoksa Allah kullarına zttlmedici değildir." Bu âyet 50. âyetin devamıdır. Burada geçen zâlike "işte bu'\ 50. âyetin sonunda yer alan "yakıcı azabı" ifade etmektedir. Söz konusu kelime burada "tadacakları azab"ın yerine konmuştur. Diğer taraftan bimâdaki bâ harfi de sebep bildirmektedir. Böylece Allah sebep-sonuç ilişkisi içerisinde konuyu açıklamaktadır,

"Yakıcı azabı tatmak" sonuç, "elleriyle yaptıkları ameller11 de se­bep olmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki Allah önce sonucu, sonra da sebebi gündeme getirmektedir. "Ellerinizle yaptığınız" ne anlama

gelmektedir? Sorunun cevabını 50. âyetteki "inkâr etme" ile verilebilir, yani "ellerinizle yaptığınız" demek "yaptığınız inkâr sebebi ile bu azap size tattırılmaktadır" dinebilir.

Âyetteki "el" kelimesi, "güc"ü ifade etmektedir. Kendi gücü­nüzle yaptığınız anlamına gelmektedir. Öyle anlaşılıyor ki insan kendi amellerini özellikle inkâr gibi kalbî eylemini kendi kudreti ile ortaya koymaktadır. Çünkü Allah isteyerek insana kendisini inkâr ettirmez.

"Yoksa Allah kullara zulmedici değildir" buyurulurken inkârın arkasında ilâhî takdirin olmadığını, aksi takdirde bunun zulüm olacağını bildirmektedir Allah bunu Fussılet sûresinin 46, âyetinde şöyle açıklamaktadır: 

"ATım iyi bir iş yaparsa bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara zulmedici değildin "

İyiliği Allah ve kul ister, Allah yaratır, ama kötülüğü kul ister Al­lah yaratır. Fakat işlenen her iki amelin sonucu kula dönecektir ve onun olacaktır. "Neden kötü amelîn altında kulun isteği var da Allah'ın isteği yoktur" sorusuna şöyle cevap verilir: Kuluna kötülüğü Allah isteseydi zulmetmiş olacaktı. Çünkü bazı kullarına iyiliği bazılarına da kötülüğü istemiş olacaktı.

Herkes yaptığının karşılığını görürse adalet gerçekleşmiş olur. Böylece Allah zulmün ne olduğunu, insana davranış özgürlüğünü ver­menin ne anlama geldiğini ve önemini vurgularken, kendisinin de bu özgürlüğü kullarına tanıdığını öğretmekte, insanın insana dayatarak yap­tırdığı bir davranışın hem ahlâkî hem de hukukî sorumluluğu olmadığını vurgulamaktadır.

Diğer taraftan Yüce Allah, kulunu cezalandırırken bu cezayı niçin verdiğini, yanı sebebini bildirmektedir. Bu durum beşerî âleme şu ilkeyi bildirmektedir: insanlar cezalandırılırken onlara bunun sebebinin bildi­rilmesi gerekir. Kişi niçin cezalandırıldığını bilmelidir. Onun için yargı­sız infaz yapılmamalıdır. Aırâf sûresinin 12. âyetinde anlatıldığı gibi yargısız infaz olmaz.. Hukukta zulmü ortadan kaldırmak için haklı bir sebebe dayanmak gerekir.

5. "Bu durum,   tıpkı Firavun  ailesi  ve onlardan öncekilerin gidişatı gibidir. Onlar da Allah'ın âyetlerini inkâr etmişlerdi de Allah onları günahları sebebiyle yakalamıştı Allah güçlüdür, Onun cezası şiddetlidir."

a) "Bu durum, tıpkı Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişatı gibidir." Yüce Allah Bedir Savaşı'ndaki cezalandırmayı    tarihî    olgularla    anlatırken    benzetme    yöntemine

başvurmakta   ve   özellikle   Firavun   ailesinin   ve   ondan   öncekilerin ta ve özellikle Firavun ailesinin ve ondan öncekilerin kötülüklerine dik­kat çekmektedir. Firavun ailesi ve ondan öncekilerin başına gelenler,

onlara verilen cezalar sünnetullahı oluşturmaktadır.

Ayetin ilk bölümünde yer alan ed-de'b kelimesinin anlamı âdettir. Fiil olarak alınınca "ısrar etmek, inat etmek, sebat etmek, devam etmek, yorulmamak, bıkmamak, usanmamak, bir işe girişmek, iştirak etmek, uygulamak, vakfetmek, büyük arzu ile tatbikata koymak" anlam­larına gelmektedir. Bu kelime Âl-i İmrân sûresinin 11. âyetinde açıklan­dı.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Enfât sûresinin 52. âyetinde kötü mânada toplumsal değişimin sebepleri arasında, insanlann inkâr psikolo­jisi ile kendi şahsiyetlerini değiştirmeleri ifade edilmektedir. "Bir işi sürdürmek" anlamı ile de'b kavramı» davranışların âdet haline gelmesi demektir.

b) "Onlar da Allah'ın âyetlerim inkâr etmişlerdi/' Ayetin bu kısmından anlıyoruz ki inkâr ırmağı insanlığın ilk dönemle­rinden çıkıp gelmektedir ve devam ettiği için de de'b adını atmıştır. İn­kâr ırmağı kirlidir, ama onun yanında nur ırmağı akmaktadır. Kimi za­man bazı insanlar ırmağın kirli olduğunu farketmeden onun içine dal­maktadırlar, fakat inkâr ırmağı insanda bir alışkınlık haline gelmiştir.

Allah'ın âyetlerini yalanlamak sadece Hz. Muhammed devrinin in­sanlarının yaptığı bir iş değildir. Firavun ailesi ve ondan önceki toplum­lar da aynı eylemi yapmışlardır. Sanki Allah'ın âyetlerini yalanlama eylemi nesilden nesile intikal eden bir süreç halini almıştır, Allah bu örneği verirken hangi benzerliklerten hareket etmiştir? Bunlardan biri "Allah*in âyetlerini yalanlamaktır", ikincisi de âyetin devamında veril­mektedir.

c) "Allah onları günahları sebe­biyle yakalamıştı, Allah güçlüdür. Onun cezası şiddetlidir." İkinci ben­zerlik günahları sebebiyle Allah'ın onları yakalayıp cezalandırmasıdır.

Bedir Savaşı'na katılan Mekkeli müşriklerle Firavun ailesi ve ön­cekilerin   arasında   benzerlikler   vardı.   Onlar,   Allah'ın   âyetlerini

yalanlıyorlar ve günahları sebebiyle cezalandırılıyorlar. Burada tarihî bir sürecin işlediğine işaret edilmektedir.

Geçmişin kötüleri kimi zaman tufanla, kimi zaman rüzgârla, kimi zaman suyla boğularak helak edilirken, Hz, Peygamber zamanında da kötüler, iyilerin ve meleklerin savaşım gücüyle yok ediliyorlardı. Artık iyiler kendilerini kötülerin saldırısına karşı savunma gücünü ve fırsatını elde etmişlerdi. İşte fark ve değişim bu noktada ortaya çıkmıştı.

Ayetin bu kısmında da, günahları sebebiyle Allah'ın, onları yaka­ladığı beyan edilirken, keyfî olarak cezalandırmadığı da vurgulanmakta­dır.

Aradaki fark ne olabilir? Geçmişteki toplumların cezalandırılması­nı genelde tabiat olaylarını kullanarak gerçekleştiren Allah, Hz. Pey­gamber döneminde bunu insanlarla insanlara açtığı savaşla gerçekleştir­miştir. Geçmişte iyiler kötülere karşı koyamıyordu ama Hz. Peygamber döneminde iyiler kötülere karşı durma, direnç gösterme gücünü bulmuş ve bunu pratiğe dökmüşlerdi.

Hukukun tatbik edilebilmesi için bir toplumun siyaset kültürü ba­kımından güçlü olması gerekir. Güçsüz toplumlar hukuku, özellikle ceza hukukunu tatbik edemezler. Onun içindir ki Allah güçlü olduğu için ce­zayı tatbik etmektedir.

Öte yandan cezalar şiddetli olmalı ki caydırıcı olsunlar. Allah'ın azabı şiddetlidir1' ifadesine âyetin sonunda bunun için yer verilmiştir. Cezayı uygularken suça denk bir ceza uygulanmalı ve asla cezanın şiddetinden tâviz verilmemelidir.

Hukuk kültürü ve siyasî idarenin zayıf olduğu toplumlarda statüsü yüksek olanlara hafif ceza verilirken, aynı suçu işleyen diğer insanlara daha ağır ceza verilir. İşte bu durum adaletsizliğin en açık göstergesi olmaktadı.[33]

 

Kötüden Yana Değişim:

 

53. Bu böyledir, bir toplum, kendilerinde bulunanı de­ğiştirmedikçe, Allah da onlara verdiği nimeti değiştirmez Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.

54. Firavun'un adamlarının ve onlardan öncekilerin yaptığı gibi Rabblerinin ilkelerim yalanlamalarından

ötürü, onları günahlarına karşılık yok ettik ve Firavun taifesini suda boğduk, hepsi haksızdı.

Bu âyetlerin analizi bize siyasî ve sosyal değişimlerin dinamikleri­ne götürecektir.

1. Bu böyledir, bir millet kendilerinde bulananı değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimeti değiştirmez. Şüphesiz Allah işitendir, biledin " "Kendinde bulananı değiştirme"nin anlamı, toplumsal ahlâk ve meziyetlerdir Ayetteki nimet, siyasî erkin meydana getirdiği nimettir. Başka bir ifade ile bir toplumun sürü olmaktan kurtulup devlet kurması bir nimettin Nimete başka bir mâna da verilebilir: Güzel ahlâk ve mezi­yetler toplum için önemli sosyal ve manevî nimetlerdir. Bu nimetlerdeki değişimi meydana getiren sebep insanların, o toplumdaki fertlerin şahsi­yetlerini, güzel ahlâk ve meziyetlerini değiştirmeleridir, İnsanların meydana getirdiği bu değişim ilâhî değişimi getirmekte ve onun sebebi ol­maktadır.

Bir toplum kendi iyi hallerini bozmadıkça Allah'ın onlara bahşet-:iği ekonomik, siyasî ve ahlâkî nimetleri değiştirilmeyecektir Allah'ın r.imetlerini değiştirmesi, onların başına felâketlerin gelmesi demektir. Beşerî değişim ilâhî değiştirmeye sebep olmaktadır.

Toplumdaki değişim Allah'ın onlara bahşettiği devlet kurma nime değiştirmekten yana oluşuyorsa, Allah o toplumu çökertir yerine başka bir toplum getirir. Böylece ilâhî değiştirme siyasî erkin el değiş-::rmesi şeklinde tecelli eder.

Allah'a kul olmayanları, Allah başkalarının kölesi yapar. 50. âyet­te geçen "inkâr" meselesini buraya taşırsak, insanın tevhid inancından "tara geçmesi 53. âyetteki değişimi ifade etmiş olabilir. Allah'a inan-rr.avan toplumun başkalarına köle olması mukadderdir diyebiliriz.

'Kendilerinde bulunan" ifadesine başka bir anlam daha verilebilir: Toplum iç dinamiklerini değiştirmedikçe, dış dinamikler onları asla de süremeyecektir. Toplumların içten çürüyeceğini, içteki özellikler canlı onlar kötüden yana değişmedikçe, Allah onlara dışarıdan de-

çşnnci bir etki yapmayacaktır.

Allah, bir devletin iç işleri düzgün yürüdükçe, iç dinamikleri bo-zulnıadıkça onları değiştirmeyeceğini hükme bağlamaktadır. Bunu biyo olgu ile açıklayabiliriz: Kanama iç organlarda ise Ölüm tehlikesi var demektir, kanama dışta ise tehlike az demektir. Bu kanunu ile Allah :oHumlann yöneticilerine iç dinamiklerdeki değişimin toplumu yıkmaya götüreceğini öğreterek, değişmeyen evrensel siyasî kanunu koy-

Ra'd sûresinin âyetinde de aynı kanun gündeme getirilmekte, rncelikli iç dinamiklerin kötüden yana insan iradesiyle değiştirilmesinin itr±ndan ilâhî iradenin devreye gireceği vurgulanmakta ve bu ilâhî ira-m tecelli etmesinin asla durdurulamayacağına dikkat çekilmektedir.

Yüce Allah bu kanunu toplum açısından koymaktadır, ama top al değişimin ferdî mânada psikolojik değişimle gerçekleştiğini be-it ekmektedir. Siyasal, sosyal, ekonomik ve ahlâkî değişimin temelinde insanların manevî değişimlerinin olduğunu söylemektedir. Böylece içten dışa doğru bir değişim sürecinin olduğu gündeme getirilmektedir. Allah insanın içinde oluşan sesleri ve fırtınaları bilmektedir.

2. "(Evet bunların durumu) Firavun ailesi ve onlardan Öncekilerin durumuna benzer." Yüce Allah 53. âyette
koyduğu değişim kanununa geçmişten delil getirmektedir. Buradaki benzetmenin en önemli yanlarından biri 52. âyette olduğu gibi Firavun ailesi esas alınarak ondan öncekiler ve sonrakiler diyerek tarihî bir ayı­rım yapılmaktadır.

Demek ki insanlık tarihinin en kötü simgesi Firavun ailesi olmak­tadır. Kötülük tarihinin milâdı Firavun ailesidir. Allah kötülükleri örnek getirirken "Firavun ailesinden Öncekiler" ifadesine yer vermektedir. Bu aileden sonra kötülüğe bulaşanları onlara ve onlardan öncekilere ben­zetmektedir.

Kötülük tarihinin geçmişini geleceğe bağlayan ve ona bir süreç özelliği veren temel dinamikler nedir?

3. "Onlar Rabblerinin âyetlerini yalanlamışlardı; biz de onları günahla­rından ötürü helak etmiştik ve Firavun

ailesini boğmuştuk. Hepsi de zalimler idiler." Yukarıda sorduğumuz sorunu cevabını âyetin bu kısmı

vermektedir.

a) Allah'ın âyetlerini yalanlamaları, bu sebeplerden birini teşkil etmektedir. Firavun ailesi, ondan öncekiler ve Hz. Peygamber dönemin-dekilerin temel özelliği, Allah'ın âyetlerini yalanlamış olmalarıdır. Top­lumu helake götüren sebeplerden biri Allah'ın mucizelerini, emirlerini ve vahyini yalanlamalarıdır. Tarihte helak olan toplumları objektif bir araştırma metodu ile tedkik edersek bu sebebin yakalanacağını bu âyet vermektedir. Şöyle bir örnek verebiliriz:

Halk kendi devletinin kanunlarını yalanlarsa, onları tanımazsa dev­letle çatışma durumuna girer ve devlet bu harekete ihanet damgasını vurur. Bu kâinatın yaratıcısı, hâkimi ve idare edeni Allah olduğuna göre, onun emirlerini tanımamak, onları yalanlamak O'nunla savaşa girmek

anlamına gelmektedir. Bu da bir çeşit ihanettir. Allah'ın mülkünde Al­lah'ın emirlerini yalanlayarak ihanet etmek helak şeklindeki değişime sebep olmaktadır.

b) Yüce Allah geçmiş toplumların helakinin sebebini işledikleri günahlara bağlamakta, yine sebep-sonuç ilişkisi içerisinde tarihî olgula­rın nasıl yorumlayacağına ışık tutmaktadır.

c) Allah, denizde boğduğu Firavun ailesini bu helake bir örnek olarak vermektedir. Hz. Musa ve kardeşi Harun'un durduramadığı bu ailenin cezasını Allah bir tabiat olayı ile vermiştir. Demek ki Allah, eği
tilmesİ mümkün olmayan ve günahları ile dünyayı kirletmeye devam eden ve buna giderek ivme kazandıran toplumu yaşamaya değer bulma­makta, çöküşüne karar verip uygulamaya koymaktadır.

d) "Hepsi de zâlim idiler." Zulüm kötülük tarihinin en önemli sebeplerinden biridir. Aynı zamanda helak olan toplumların müşterek özelliklerinden biri olmaktadır, Allah'ın âyetlerini yalanlama ve zulüm toplumların çöküş sebeplerindendir. O'nun âyetlerini yalanla­mak dinî boyutun, zulüm de hukukî boyutun kirlenmesine işaret etmek­tedir.

Netice olarak diyebiliriz ki Yüce Allah Bedir Savaşı'nı anlatırken geçmişe işarette bulunmakta, kötünün devamlılığını anlatırken olguların benzeşmesine dikkat çekmekte, o dönemin dinamiklerinin hâlâ devam ettiğini vurgulamakta, günümüzü yorumlarken nelere dikkat edilmesi gerektiğini öğretmektedir Bir taraftan bize iyi ile kötüyü öğretirken di­ğer taraftan da kötüden caydırmaya çalışmaktadır.

Ayette kötüden yana değişimin sebepleri anlatılırken, iyiden yana değişimin sebeplerini çıkarmamız istenmektedir. Böylece kullarına doğ­ru düşünmeyi öğretirken, bizim de aynı yollarla insanlara öğretmemiz

istenmektedir, Enfâl sûresinin 49 ile 54, âyetleri arasında bu öğretim tarzını görmek mümkündür. Olgular sebep-sonuç ilişkisi içerisinde anla­tılırken, geçmişten geleceğe ışık tutulmakla Bedir Savaşı gibi bir olgu­nun etrafına evrensel öğretiler örülmektedir.[34]

 

İnkar Ve İhanet:

 

55. Allah katında canlıların en kötüsü kâfirlerdir, artık onlar inanmazlar,

56. Sen kendileri ile anlaşma yaptığın halde onlar, hiç çekinmeden her defa anlaşmalarını bozarlar.

57.Savaşta onları yakalarsan, onlar ile arkalarında bulanan kimseleri de dağıt ki ibret alsınlar,

58.Bir kavmin hainlik etmesinden korkarsan, sen de aynı şekilde (onlarla yaptığın antlaşmayı) onlara at;
çünkü Allah hainleri sevmez.

59.İnkâr edenler {bizim elimizden kurtulup) geçtikleri­ ni sanmasınlar. Onlar (bizi) âciz bırakamazlar.

Yukarıdaki âyetlere baktığımız zaman insanın manevî özellikleriy­le bir örgü kurulduğunu görürüz. Burada iman, takva, ibret alma, söz verme, antlaşma yapma gibi Özelliklere dikkat çekilmektedir. Diğer ta raftan bu bölümde inkâr, ihanet, sakınmama gibi Allah katında insanın değerini düşüren olumsuzluklar da ele alınmaktadır.

1. "Allah katında canlıların en kötüsü kâfirlerdir, artık onlar inanmazlar."

a) "Allah katında", "Allah'a göre" anlamına gelmektedir, Canlı­ların en kötüsü" konusu daha önce Enfâl sûresinin 22, âyetinde geçmişti. Buradaki ed-devâb kelimesi "yeryüzünde debelenen, yürüyen, ha­ reket eden canlı" - anlamına gelmektedir. En küçük böcekten insana kadar hatta daha büyük cüsseli bütün canlılar bu kavramın kapsamına girmek­tedir.

Yüce Allah "canlı" ile "en kötü" kavramlarını bir araya getirerek değerlendirme yapmaktadır. Allah "en kötü"yü farklı yerlerde ve olu­şumlarda aramaktadır. Kötü yani âdi, en kötü yani en âdi sıfatı biyolojik yapıya göre verilmemektedir. Enfâl sûresinin 22, âyetinde düşünce, can kulağını ve dilini kullanmadaki yeteneğe göre en iyi, en kötü sıfatları yakıştınlmaktadır. Düşünemeyen, can kulağı ile dinlemeyen ve dilini kullanamayan insanlar en kötü canlılardır. Yorumunu yapmakta oldu­ğumuz Enfâl sûresinin 55, âyetinde de en kötü canlının iman etmeyen ve etmesi imkânsız hale gelen kâfirler olduğu beyan edilmektedir.

b) "Artık onlar inanmazlar'' ifadesinden anlıyoruz ki bu tür insanların iman etmeleri mümkün değildir.

Demek ki bir inkâr vardır ki îmana geçişi muhtemeldir, bu tür insanların iman etmesi ümit edilen bir vak'adır. Bir de ümitsiz vak'a vardık ki en âdi, en kötü sevi­yeye düşmektedir. İman etme ihtimali ortadan kalkan kâfir, canlıların en kötüsü olmaktadır.

Enfâi sûresinin 22. âyetinde geçen canlıların en kötüsü olmanın özelliklerini bir bütün olarak burada vermeye çalışalım: Düşünmemek, iman etmemek, can kulağı ile dinlememek, dili ile gerçeği ifade etme­mek. Böylece Allah'ın "en kötü" değerlendirmesini beyin ve gönül ey­lemlerine göre yaptığı ortaya çıkmaktadır.

2. "Onlar kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra her defasında hiç çekinmeden ahidlerini bozan kimselerdir. " Bundan önceki âyette iman etmeme özelligi verilirken burada da antlaşma yaptıklarında hiç çekinmeden onu tek taraflı olarak bozduklarına değinilmektedir.

Âyetin sonundak "hiç çekinmeden" ifadesinde, bu insanların manevî bağışıklık sistemi olan ve çekinmek anlamına gelen takvayı kaybettikleri mânası vardır. Demek ki yaptığı antlaşmayı yerine getirme, verdiği sözde durma takvanın unsur­ları arasında yer almaktadır.

Bu tür insanlar, çekinme denen duygunun meydana getirdiği er­demi kaybetmişlerdir. "Her defasında" böyle yapmalarının anlamı ant­laşmayı bozmalarının, verdikleri sözde durmamalarının onlarda bir alış­kanlık haline gelmiş olmasıdır. Bu alışkanlıktan kopmaları imkânsızdır. Tıpkı iman etmelerinin imkânsız hale gelmesi gibi.

Buradaki antlaşmayı bozma fiilini, Mekke müşriklerine silâh ve mühimmat yardımında bulunan Kureyzâoğullan ve Nadîroğulları mey­dana getirmiştir. Daha sonra unuttuk diyerek Hz. Peygamberden özür dilediler; onlarla bir antlaşma daha yapıldı, onu da Hendek günü bozdu­lar.

Bu âyet sadece Kureyzâoğullan ve Nadîroğulları'm anlatmak için gönderilmemiştir. Aynı Özelliği taşıyan her devirde toplumlar gelecektir, insanlık hiç utanmadan, çekinmeden yaptığı antlaşmayı tek taraflı olarak bozan toplum liderleriyle doludur. Bu durumun yaraladığı en önemli değer güvendir Antlaşmalara bağlı kalmak, verdiği sözü tutmak güven duygusunu emziren iki memedir. O dönemde farklı bir dine mensup ol­maları sebebiyle müslümanlara karşı böylesine tutarsızca davranarak antlaşmalarını bozuyorlardı. Bunu ahlâk haline getirmeleri, onların ter­biye edilme zorunluluğunu getirdi.

3.  Eğer harpte onları ele geçirirsen, onlarla birlikte arkadakıleri de korkutup dağıt ki, ders alabilsinler." Allah'ın, Hz. Muhammed bir rahmet peygamberi olmasına rağmen, ona bu şekilde davranmasını emretmesinin iki önemli amacı vardır:

a) Yaptığı antlaşmayı tek taraflı olarak bozan, verdiği sözde dur mayan ve bunu defalarca yapıp ahlâk haline getiren grup veya toplumlar cezalandırılmayı haketmişlerdir. Çünkü bu insanlar güven denen değeri

yaralamaktadırlar. Antlaşmayı bozmanın savaşı hak edecek büyük bir ahlâksızlık olduğunu göstermek için onları ele geçirip dağıtmak, aslında arkada kalanlara eğitici bir etki yapma amacını gütmektedir. Onun için­dir ki âyetin sonunda "ders alabilsinler yani "uyum sağla­sınlar" ifadesine yer verilmiştir. Demek ki Hz. Peygamber'e verilen bu emir eğitim amaçlı bir cezalandırmadır.

Âyette geçen Utf sekıfe kelimesi "yakalamak, yetişmek", insanla kullanılınca "insanın zeki ve mahir olması" mânasına gelmektedir. Allah 'pfötâ tâ "Onları yakalarsan" buyururken, Kurtubî bu ifadeye "onları esir alırsan, onları yenik düşürecek ve zayıf hallerinde bulacak olursan" anlamını vermektedir. Bazıları da "onlara rastlarsan, onlarla karşılaşır­san" mânasını vermişlerdir. Bakara sûresinin 191- âyetinde de aynı an­lama gelmektedir: "Onları bulduğunuz yerde öldürü­nüz. " Buradaki bulduğunuz anlamına gelen kelime aslında "karşılaştığı­nız, yakaladığınız" demektir.

Yorumunu yapmakta oluduğumuz Enfâi sûresinin 57. âyetine dö­nersek "yakalamak" mânası en doğru olanıdır diyebiliriz. Buradaki ya­kalamak eylemini Hz. Peygamber ve ordusu yapacaktır. Yakalama ey­lemi bir gayreti, çalışmayı, hareketi ifade etmektedir. Savaşta eylem ve hareket vardır. îlâhî yardım bu gayretle gelecektir. Âyette kullanılan  "Onlarla birlikte arkadahileri dağıt!" emrindeki şerrede kelimesi "ürküp kaçmak, yoldan sapmak, itaatten çıkmak, kovmak, ürkütüp kaçırmak, dağıtmak, ayıbını teşhir etmek" anlamlarına gelmekter. "Yaptıklarını başkaları da işitsin, onları ibretli bir şekilde cezalan-i:r" diyen Dahhâk ve "Onları öldür ki, geriye kalanları bundan dolayı darmadağın olsunlar" diyen Zeccâc mânayı oldukça germişlerdir.

"Dağıtmak ve birbirinden uzaklaştırmak" mânası ile kelime, onla-nn bir sosyal güç olmalarını önlemeyi ifade etmektedir. Öyle anlaşılıyor üg antlaşmayı bozmayı ve müslümanlann düşmanlarıyla antlaşmalarına rağmen, onlara silâh tedarikinde bulunmayı ahlâk edinenlere verilecek :eza. arkadakilere ibret olacak mahiyette olmalıdır. Sağlam organları rüriitmemesi için tedavisi mümkün olmayan ve kangren olan organların edilmesi, ihanet edenlerin cezalandırılıp arkadakilerin kurtarılması a acını hatırlatmaktadır. Âyetin sonundaki "öğüt almak", "ibret almak.

uyum sağlamak" demektir. Önceki neslin başına gelenlerden ibret al­mak, gerekene uyum sağlamak demektir.

4. Eğer bir topluluktan hıyanet kuşkusu duyarsan, antlaşmaya bağlı kalmayaca­ğını aynı şekilde sen de onlara bildir. Çünkü Allah hainlik edenleri sevmez."

a) Yüce Allah birtakım işaretlerden dolayı, antlaşma yapılan bir topluluk veya milletin ihanet etmesinden endişe duyulduğunda, onlarla yapılan anlaşmayı bozacağının bildirmesini istemektedir,

b) Milletlerarası hukukta antlaşmanın önemi büyüktür. Antlaşma­ya rağmen bir toplumun diğerine ihanet etmesi, diğer tarafın antlaşmayı bozmasının şartlarını hazırlaması anlamına gelmektedir. Ayetteki ihanet ile korku bir araya gelmektedir. Bir tarafın ihanet etme teşebbüsleri öteki tarafta korku uyandırmaktadır. Bu korkuyu duyan tarafa da antlaşmayı feshetme fırsatı verilmektedir.

Yüce Allah âyetin sonunda "Allah hıyanet eden­leri sevmez" ibaresini koymakla, antlaşmayı bozup ihanet etmenin sade­ce hukukî bakımdan bir değerlendirmesini yapmıyor, aynı zamanda bu hareketin Allah tarafından değerlendirilip, eylemi yapanlara karşı bir tavır takındığını göstermektedir. Yüce Allah ihanet eden insanlardan sevgisini esirgemektedir.

Bu âyetin Hz. Peygamberin antlaşma yaptığı Kurayzâoğulları ve Nadîroğulları hakkında indiği ifade edilmektedir.  Aslında Kaynuka yahudileri hakkında indiği görüşü daha doğrudur. Ayetin getirdiği hük mün hareket noktası onlar olabilir ama, isimlerinin geçmemiş olması hükmün evrenselliğini gündeme getirmektedir.

c) Âyette geçen at emri "reddetmek" anlamına gelmekte ve burada "seninle kendileri arasında antlaşma yaptığın topluluğun ihanet edeceğinden korkuyorsan antlaşmalarını onlara at" mânasını ifade et­mektedir. Âyette geçen sevâ' kelimesi de "adalet" anlamına gelmektedir.

Bu kelime "eşitlik, adalet, denge" mânalarını ifade etmekte olduğu gibi "orta, düzlük" anlamlarına da gelmektedir. Bu mânalardan hareket ederek Kurtubfnin nakline göre Ferrâ âyete şu mânayı vermiştir: "Ada­let üzere kendilerine antlaşmalarını bozduğunu bildir."

Hz. Peygamber bu âyeti yorumlanmasına şöyle buyurmuştur: "Bir kavimle arasında antlaşma bulunan kimse, antlaşmanın zamanı sona erinceye kadar, antlaşmanın ne bîr düğümünü çözsün ne de bağlasın. Ama karşı taraf antlaşmayı bozarsa, kendisi de onlara karşı antlaşmayı bozar"[35].

Hadiste geçen "düğüm" kavramı antlaşmanın maddesi anlamına gelmektedir. "Ne bir maddesini silsin, yürürlükten tek taraflı kaldırsın ne de antlaşmaya bir madde ilâve etsin" anlamına gelmektedir. Başka bir açıdan bakarsak, antlaşmaya sıkı sıkıya bağlılık düğümle ifade edilmek­tedir.

Allah'ın burada vermiş olduğu emir, aslında müslümanlar antlaş­mayı bozarken açıktan bozması, entrika çevirerek yapmaması gerektiğini ifade etmektedir. Yahudilerin antlaşmayı gizli bozduğu, ama müslümanların açıktan tarif etmeleri gerektiği güdeme getirilmektedir. Karşı taraf anlaşmayı bozmadan, müslümanların da bozamayacaklarını hükme bağlamaktadır. Müslümanlar antlaşmayı bozan ilk adımı atamaz ve bunda açık olmalıdırlar. Bunun başka bir anlamı da müslümanların davranışlarında şeffaf olmaları gereğidir.

Diğer taraftan âyetteki "korku", zan üzerine antlaşmayı bozmayı değil, "kesin ve objektif delillere dayanarak antlaşmayı bozma" anlamını ifade etmektedir- Enfâl sûresinin 56. âyeti ile bu âyeti bir araya getirir­sek, inanmayanların öne çıkan özelliklerinden biri antlaşmalarında dur­mamalarıdır. İman eden veya bir dine mensup olduğunu söyleyen kişi de aynı hatayı yaparsa aynı davranışı taşıyor demektir.

Fertler arasında yapılan bir antlaşmayı bozmak günahtır, ama top­lumlar arası antlaşmaları bozmak ise ihanettir. Demek ki antlaşma siyasî, sosyal ve milletlerarası bir nitelik taşıyorsa, onu bozmak ihanet olarak nitelenmektedir. Bir de bu antlaşma, başka toplumların saldırısına karşı, birbirlerine yardım etmek, ortak savunmada bulunmak üzere yapılmış, ardından saldıran düşmanın tarafına geçmek gibi çok kötü bir davranışı içeriyorsa bu davranış tam ihanet olmaktadır.

Eğer bu ihaneti yapanlar kâfir olsalardı, âyetin sonunda Allah hem ismini hem de sevgisini anmazdı. Bu fiili İşleyenler, inançlı insanlar ol­duklarından dolayı, Allah ismini ve sevgisini orada anmakta, caydırmak için sevgisini esirgediğini ilân etmektedir. Aslında Allah'ın sevgisini esirgemesi en büyük ceza olmaktadır.

5. "İnkâr edenler (bizim elimizden kurtulup) geçtiklerini sanmasınlar. Onlar bizi âciz bırakamaz­lar."

a) "İnkâr edenler geçtiklerini sanmasınlar" cümlesi, "Allah'tan ka­çıp kurtulacaklarını sanmasınlar" anlamına gelmektedir. Demek ki kâfir­lerin böyle bir düşünceleri vardır, ya da Hz. Muhammed'e karşı yapılan
ihanetin Allah'a yapılması anlamına gelmektedir. Hz, Muhammed'i yenmekle Allah'ı yenmiş olacakları

düşüncesini taşıyorlardı.

b) Yüce Allah, özelde Bedir Savaşı, genelde bütün müslümanlann nefis amaçlı savaşlarda esas gaye, tevhid İnancını yaymaktır. Buradan hareket ederek diyebiliriz ki, mutlak mânada Allah uğruna olmayan bir
savaşı müslürnanlar yapamazlar.

Üstünlük sağlamak, ülkeleri fethetmek, ganimetler elde etmek için yapılan savaş müslümanlann amacı olamaz. Zaten özellikle Hz, Pey gamber zamanına bakıldığında o dönemde yapılan savaşların hep sa­vunma amaçlı olduğu, herhangi birsaldın amacı taşımadığı rahatlıkla görülecektir. Ordusu güçlü olan tarafın savaşı kazacağı bilinmektedir. Bu durumda kâfirlerin, göklerin ve yerin orduları kendisine ait olan Al­lah'ı âciz bırakacakları iddiasından vazgeçmeleri onlara öğütlenmektedir, Burada âciz bırakmak, Allah'ın murat ettiği bir şeyi engellemeleri­nin imkânsızlığı anlamına gelmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki Bedir Savaşı eğitim amaçlı bir savaş olduğundan, Yüce Allah antlaşma hukukunu gündeme getirerek ihanet konusunu ele almıştır. Uluslararası antlaşma hukukunda tarafların davranma şeklini ele alan bu âyetler, Allah'ın devreye girişine de işaret et­mektedir.

Antlaşmanın yapıldığı konuya göre, kimi zaman onu bozmanın i-hanet olduğunu vurgulayan bu âyetler, hukuk eğitimi ile beraber din eğitimi de vermektedir. Allah bir taraftan antlaşmayı bozanları canlıların en kötüsü olarak nitelemekte, diğer taraftan da onları hain ilân ederek sevgisini onlardan esirgemektedir. Onların bu yaptıkları, Allah'ın murat ettiği amacın gerçekleşmesini engellemeyecektir.[36]

 

Silah Caydırıcı Olmalıdır:

 

60, Onlara karşı gücünüzün yettiğince kuvvet hazırla­yınız. Ordugâhlarda atlar besleyiniz. Böylece hem Al­lah'ın düşmanını hem kendi düşmanınızı hem de onlar­dan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.

Bu âyetin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:

1. "Onlara karşı gücünü-zûn yettiğince kuvvet hazırlayınız. Ordugâhlarda atlar besleyiniz." Aye-:tn bu kısmında, özelde Bedir Savaşı, genelde kıyamete kadar müsliiman milletlerin savaş için teknoloji üretip silâh yapmalarının önemi vurgu-.an maktadır.

a) "Kuvvet hazırlayınız" emri ile, askerlik ocağının kurulmasına işaret edilmektedir. Savaş zamanlarında, sokaktaki insanları savaşa çağırma döneminin bittiği, savaş yapacak insanların ayrıca eğitilmesinin önemi

gündeme getirilmektedir.

Yüce Allah, askerî eğitim almamış insanların güç olamayacağım biliyor. Buradaki güç bize göre insan gücüdür.

Eğitilmiş asker "savaş tekniklerini bilen asker, uzaktan ve göğüs göğüse savaşmanın metotları­nı bilen asker"

anlamına gelmektedir. Diğer taraftan bu askerleri savaş alanında sevkedecek kumandanların yetiştirilmesi gereği

de âyetten an­laşılmalıdır. Yani bu âyet: "Müslüman milletler bağımsızlıklarını, bay­raklarını, namuslarım

sokaktan toplama insanlarla korunamayacağını artık bilmelidir" anlamında verilen bir emirdir. Öyle anlaşılıyor ki Allah kuvvet hazırlamayan ve asker ocağı kurup eğitim vermeyenlere yardımı­nı kesme uyarısında

bulunmaktadır.

Bedir Savaşı'nın müslümanlara getirdiği en önemli devrimlerden biri belki de en önemlisi, eğitilmiş bir ordunun kurulmasının temelleri­nin atılmasıdır. Bedir'de binlerce meleği Allah göndermiş, ileriki yılarda ve asırlarda da öyle olacaktır. Bu sebeple askerlik ocağı kurmakla, 'eği­tilmiş asker yetiştirmenin bir anlamı yoktur' gibi sözler söylemenin kötü neticelerinin de engellenmesi sağlanacaktır.

b) "Ordugâhlarda atlar besleyiniz." Ayetin bu kıs­mında, ordunun süvari kısmına işaret edilmektedir. Savaş için özel atla­rın beslenmesini emreden Yüce Allah, günümüz ordusunda mekanize birliklerin oluşmasına işaret etmektedir. Top, tüfek» uçak, tank, füze gibi savaş silâhlarının üretilmesi de bu emrin kapsamına girmektedir.

Barış dini olan islâm'a gönül verenlerin böylesine savaş teknoloji­sine yatırım yapmaları, ordu kurmaları doğru mudur? Sorunun cevabı âyetin devamında verilmektedir.

2. "Böylece hem Allah'ın düşmanını hem kendi düşmanınızı hem de sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz." Ayetin bu kısmında geçen "korkutursunuz" kelimesi ordu kurmanın, silâh teknolojisi üretmenin asıl amacının savaşa teşvik değil, tam   tersine   savaştan    caydırmak   olduğu   anlaşılmaktadır.    Korku vaştan caydırmak olduğu anlaşılmaktadır. Korku uyandırmak caydırma­nın olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Müslüman mîlletler haksız yere savaşmak ve barışı bozmak için ordu kurmayacak ve silâh teknolojisi üretmeyecektir. Bunun aksine barışı korumak, barış yoksa tesis etmek için bunları yapacaktır. Onun içindir ki Yüce Allah, hem kendisinin düşmanını hem müminlerin düşmanını hem de müslümanların bilmeyip Allah'ın bildiği düşmanları caydırmak maksadı ile ordu kurulmasını ve silâh üretilmesini emretmektedir.

Allah'ın bildiği ama müslümanların bilmediği diğer düşmanlar kimler olabilir? A'râf sûresinin 27. âyetine bakacak olursak, şeytan olan cinlerin insanoğlu ile çeşitli tarzlarda mücadele verdiği, bizim onları görmediğimiz boyuttan onların bizi gördüğü anlaşılmış olacaktır. Ayrıca işte şeytan olan bu cinlerin de savaş teknolojisi vardır: "Onlardan güç yetirdi-ğini sesinle yerinden oynat; süvarilerinle, piyadelerinde yaygara kopa­rıp üzerlerine çullan. Mallarda, evlâtlarda onlara ortak ol!" (İsrâ 17/64). Demek ki cinlerin de atlıları ve piyadelerinden oluşan ordusu vardır."

Allah'ın bildiği, ama müslümanların bilemeyeceği düşmanlar, mü­nafıklar da olabilir. Münafıklar çifte standart uyguladıklarından onların kalplerindeki düşmanlığı bilmeleri mümkün değildir, ama Allah gönülle­ri bildiğinden onların düşmanlığını bilmektedir. Böyle bir yorumu ispat­lama imkânımız var mıdır? Bunun cevabı olarak iki âyeti verebiliriz: "Medine halkından iki yüzlülüğe irice alışmış münafıklar vardır ki sen onları bitmezsin; onları biz bili­riz" (Tevbe 9/101). işte buâyette Yüce Allah, Hz. Peygamber'in, Medi­ne'deki münafıkları bilmediğini ifade etmektedir. Diğer âyet ise  "Kalplerinde sakladıkları düşmanlıkları ise daha büyüktür ÂI-i İmrân 3/118) şeklindeki âyettir. Müslümanlar kâfirlerin ya da mü­nafıkların düşmanlıklarının sadece görüneni bilebilir, ama asla gönülle-r.ndekini bilemezler, onu ancak Allah bilir. Buradan anlıyoruz ki düş­manı iki kısma ayıracağız: Görünen düşman; bunu da iki kısma ayıraca­ğız: Allah'ın düşmanı, müminlerin düşmanı. Görünmeyen düşman; bunu iz sadece Allah bilmektedir. Bütün bu düşmanları caydırmak için ordu vurmak, silâh teknolojisini geliştirmek Allah'ın emridir.

Ayette geçen kuvvet ve at yetiştirmek konusuyla ilgili hadisleri bir araya getirdiğimiz zaman şu netice çıkar: Hz. Peygamber7in güçten, at­mayı kastettiği; kaliteli at yetiştirmeyi günümüze uyarladığımızda silâ­hın en modernini, en gelişmişini üretmeyi önerdiği görülecektir[37].

3. "Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız, " Burada müslümanlara önemli konular öğretmektedir:

a) Allah yolunun ne olduğu konusuna biraz da olsa âyette açık­lık getirilmektedir. Müslümanların, tevhid inancını

savunmak, bağımsız­lıklarını korumak, namuslarını muhafaza etmek, inanç ve ibadet özgür­lüklerini müdafaa etmek için verdikleri mücadele Allah yolunda verilen mücadele olmaktadır. Bu saydıklarımız da Allah'ın yolu olmaktadır. Bedir Savaşı'nın bir eğitim öğretim savaşı olduğu bundan anlaşıldığı gibi, insanlığa bıraktığı önemli hukukî, ahlâkî ve toplumsal değerleri de açıklanmaktadır.

b) Çizilen bu ilâhî yol uğruna infak, yani harcama yapılması gere­kiyor. Ayetin önceki bölümleriyle irtibat kurarsak şöyle bir netice çı­kartmak gerekir: Allah'ın yolunu oluşturan hukukî, ahlâkî, siyasî ve top­
lumsal değerleri müdafaa etmek ve bu değerlere saldıracak olan düşman­ları caydırmak için teşkil edilecek ordu ve savaş teknolojisi araştırmala­rına yapılacak yardım ancak infakla temin edilecektin Buradaki harcama
anlamındaki yatırımı devlet yapacağı gibi özel sektör, fertler ve kurum­lar da yapabilirler, yapmalıdırlar. Allah buradaki infak kavramı ile hem devletin savaş teknolojisini üretmek, geliştirmek hem de bu konularda
fertlerin yatırıma katkıda bulunmalarını istemektedir.

c) "Eksiksiz size ödenir" ifadesiyle, Allah'ın yolunda ya­pılacak karşılıksız bağışların sevabının yapana

ödeneceğine dikkat çe­kilmektedir Devletin yatırımından daha çok, kişilerin silâh teknolojisine
yatırım yapılması için yapacağı İnfak âyette kastedilmektedir.

Diğer taraftan infakın karşılığı olan sevabın yapana ödeneceği or­taya çıkmaktadır. Bu infakı yapan kişi sevabını başkasına göndermek üzere yapamaz. Sevap, ibadeti yapana ödenecektir. Zamanımızda yapı­lan hayırları başkasının adına yapmanın yanlışlığı ortaya çıkmaktadır. Bu konu Bakara sûresinin 272. âyetinde açıklandı,

d) "Siz asla haksızlığa uğratılmazsınız" Buradaki "haksızlık" kavramı âyetin metninde "zulüm" olarak

geçmektedir. Allah zulüm kavramının başka bir açıdan tanımını yapmaktadır: Allah yolunda harcama yapanların sevaplarını, yani karşılığını vermemek zulümdür, Allah bu harcamanın karşılığını vereceğinden zulüm yapmamış olacak­tır.

Bu durumu insan ilişkileriyle bağlantılandırdığımız zaman şu neti­ceye varıyoruz: Kamu yararına karşılıksız bir iş yapanı ödüllendirmek incelikle devletin, sonra da toplumun görevi olmaktadır. Karşılıksız yapılan yardımların mutlaka ödüllendirilmesi gerekir, bu Allah'ın sünne­tedir. Bu sünneti insanlar hayata geçirmelidirler.

Allah bizzat düşmanları caydırmak için korkutma amaçlı silâh üre-nmine yapılan karşılıksız yardımın kendi tarafından sevap olarak ödene­ceğini gündeme getirerek yardımı teşvik etmektedir. Burada ödeme ba­kımından kimsenin haksızlığa uğratılmayacağına, uğratılırsa böyle bir davranışın, bir hak sahibinin haksızlığa uğratılmış olacağına dikkat çekilmektedir. [38]

 

Barışa Barışla Karşılık Vermek:

 

61. Eğer onlar barışa eğilim gösterirlerse, sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et! Çünkü Allah her şeyi ışi-:en, her şeyi bilendir.

1. Ayetin açıklamasını yapmadan önce oradaki kavramların açık­lamasını yapmak gerekir: Meselâ bunlardan biri  ceneha fiilidir. "Meyletmek, yanaşmak", gece iJe kullanılınca "gecenin gelmesi, hava­nın kararması", gemi ile kullanılınca "geminin derin olmayan suya yana­şıp karaya oturması", kuş ile kullanılınca "kanadını vurması, kanadı kınlması, kanat yapmak, takmak", secde edenle beraber kullanılınca sec­deye varıp kollarını yere dayamadan yanlara kanat gibi açmak", deve için kullanılınca "süratle gitmesi", "vadinin sağ ve sol tarafı", "günah, cürüm" mânalarına gelmektedir. Bu kelimenin Kur'an'daki mânaları şunlardır:

 

Ceneha Kelimesinin Kur'an'daki Anlamları:

 

1) Meyletmek. Yorumunu yapmakta olduğumuz Enfâî sûresinin

61. âyetinde bu kelime hem meyletmek hem de yanaşmak anlamlarına gelmektedir. "Onlar barışa meylederlerse, sen de barışa yanaş T emrinde bu kelime kullanılmakta ve barışla ilgili bir eylemi ifade etmektedir. "Kanat" anlamından hareket edersek de bu defa âyeti, "onlar barışa ka­nat açarlarsa sen de barışa kanat aç!" şeklinde mânalandırmak mümkün­dür.

2) Kanat. Bu mânası ile isim kalıbında geçmektedir. En'âm sûre­sinin 38. âyetinde Kuşun kanadı anlamında, Fatır sûresinin 1. âyetinde meleklerin kanadı mânasında geçmektedir. Bu kelime manevî anlamda birilerine yapılacak kibar, nazik ve hoşluk eylemini ifade etmek için de kullanılmaktadır. Meselâ "Fakat müminlere şefkat ve alçak gönüllülükle kanatlarını indir" (Hicr 15/88), Aslında söz konusu kelime "kol kanat ger, alçak gönüllü davran" mânalarına da gelmektedir. "Onlara acıyarak alçak gönüllülükte kanatla-rını ger" (Isrâ 17/24); (Sana uyan müminlere merhamet kanadım indir" (Şuarâ 26/215).

3) Koltuk altı, koyun. Koltuk altlan, yan ve insanın ellerinin müş­terek olarak meydana getirdikleri bütünün adı olmaktadır. "Elini koynuna sok" (Tâhâ 20/22), Bunun anlamı koltuğunun altına, yani sağ elini sol, sol elini sağ koltuğunun altına sokmaktır. Hz. Musa'ya emredilen bir eylemdir, ve bu eylemde ''cenah" kelimesi yer almaktadır.

4) Günah. Bu anlamda ceneha kelimesinin cunâh kahbı kul­lanılmakta ve "günah, mahzur, sakınca, engel ve sorumluluk" mânaları ile Kur'an'da yer almaktadır. Örnekler vererek bu mânaları tesbit edebi­liriz: Hac mevsiminde ticaret yapmanın günah olmadığı (Bakara 2/198); hac ve umre yaparken Safa ile Merve arasında yürümesinin 'mahsurlu olmadığı (Bakara 2/158); Evlilik ümidini kesmiş, çocuktan kesilmiş, yaşlı Kadınların ziynetlerini yabancı erkeklere teşhir etmeksizin bazı elbiselerini çıkarmalarında sakınca olmadığı (Nur 24/60); Kocasının geçimsizliğinden yahut kendisine yüz çevirmesinden endişe eden Kadın ile kocası arasında barış yapmakta bir engel bulunmadığı (Nisa 4/128); Kur'an'da bir şey haram kılınmadan önce yenen şeylerden dolayı bir sorumluluk olmadığı (Mâide 5/93) âyetleri bu mânalara örnek gösterile­bilir.

Kanat ile günah arasında nasıl bir ilişki vardır? Günah olan fiiller insana güzel gösterildiği için, insan o fiillere uçan bir kuş gibi kanat açıp gider. İçindeki bir kuş, duygu, arzu, heva kuşu onu oraya doğru uçurur. Bu sebeple her ikisi de aynı kavramla ifade edilmektedir.

Âyete geçen diğer kavram es-selmdir. Bu kelimenin kökü siLmdir (Bakara 2/208), ''Teslim olmak, kurtarmak, boyun eğmek, barış ait olmak, sağlam olmak, güven, kusursuz, lekesiz, vermek, merdiven, rahmet" mânaları ile Bakara sûresinin 112, âyetinde açıklandı. Yorumu­nu yapmakta olduğumuz âyette "barış" anlamında geçmektedir.

2. Yüce Allah barışa yanaşan düşmanlara karşı, Hz. Peygam­ber'den ve sonraki nesillerden barışa kanat açmalarını istemektedir. Bu âyeti 60. âyetle bağlantılı olarak ele alırsak şu neticeye varırız: Düşmanı sindirmek için caydırıcı amaçlı kuvvet teşkil edip silâh üretmek iki neti­ce doğuracaktır: Düşman korkudan müsiümanlara saldırmaktan vazge­çecek veya barışa yanaşacaktır. Barışa yanaşınca müslümanlar da barışa

kanat açacaktır. Çünkü İslâm dininin mânası "barış dini" demektir. Müs­lümanlar için asıl olan barıştır. Savaş bir nefis müdafaası olarak hayata girmektedir. Savaş da insanlık tarihinin dinamiklerinden birini teşkil eden sosyal bir kaderdir, ama asıl amaç değildir.

3. Barışa kanat açan müslümanlar, özel mânada Hz. Peygamber bu eylemlerinden sonra Allah'a dayanmalıdırlar. Barışa koşma emrini yeri­ne getirdikten sonra tevekkül etmek gerekir. Böylece Allah kulun eylemi ile tevekkül ilişkisine belirleyici bir açıklama yapmaktadır Eylemden sonra tevekkül etmek gerekir. Barışa kanat açmayan müslüman tevekkül etmiş olamaz.

Yüce Allah âyetin sonunda her şeyi işittiğini ve her şeyi bildiğini ortaya koyarak, bu konuya hani sıfatlarıyla yaklaştığını ve emri hangi sıfatları gereği verdiğini bildirmektedir. Böylece Bedir Savaşı düşman­larla barış yapma hukukunu da gündeme taşımıştır. Güçlü olandan barış istenir. Güçlü orduya ve güçlü silâhlara sahip olan müslümanlardan düşmanları barış isteyecektir. Savaş olmadan barış denen değerin önemi ortaya çıkmaz, Bu bir nevi "dalgalanmadan durulma olmaz" sözünü ha­tırlatmaktadır. Savaş bir nevi toplumlararası dalgalanmadır. Dalgalan­manın sonu da barış olmalıdır.

Düşmanın barış istemesinin bir anlamı da, müslümanların Mekke müşriklerinin saldırısı korkusunun altında devamlı olarak yaşamlarının son bulmasıdır. Bu durum, soğuk savaşın bittiğinin göstergesidir. Bazı âlimler yorumunu yapmakta olduğumuz Enfâl sûressinin 61. âyetinin hükmünün, "Müşrikleri nereden bulursanız öldürünüz" (Tevbe 9/5); "Bütün müşriklerle savaşınız*' (Tevbe 9/36); "Üstün durumda iken gevşe­yip barışa çağırmayınız" (Muhammed 47/35) âyetleri tarafından kaldı­rıldığını, yani neshedildiğini iddia etmektedirler. Fakat bazı âlimler de bu âyetin hükmünün devam ettiğini söylemektedirler. Bu konunun geniş açıklaması için Kurtubî'nin tefsirine (VII, 87-89) bakılabilir.

Bu açıklamaların dışında söylenecekler şunlardır: Kur'an'da uygu lanan en önemli metotlardan biri, insanları tek yönlü bir yola sokmamak­tır. Onlara şartlara göre davranma imkânı tanınmıştır. Yukarıda zikredi-

len üç âyet savaş anındaki durumu anlatmaktadır. Hem savaş cereyan ederken hem de savaş olmadığı anlarda düşman tarafın barış isteğine karşı barışla cevap vermek hükme bağlanmaktadır. Savaş olmadığı za­manlarda müşrikler nerede bulunursa öldürülür mü? Savaş anında mü­minlerin üstün durumdayken barışa çağırmamaları başka şey, düşman barışa çağırırsa barışa uymak başka bir şeydir.

Bu âyetlerle Enfâl sûresinin 61. âyeti arasında da zıtlık görmek doğru değildir. Bu dört âyet şartlara göre müminlerin nasıl davranış ser­gileyeceklerini açıklamaktadır Farklı şartlar altında, farklı davranabilme seçeneği müminlere tanınmaktadır. Din âlimleri halka Kur'an'ın bu me­todunu dikkate alarak fetva vermelidirler. Aksi takdirde sünnetulJaha ters hareket etmiş olurlar.

Fiilî savaşın devam ettiği durumlarda geçerli olan hükümleri sava­şın olmadığı normal durumlara da uyarlamak doğru değildir. Kaldı ki barış dini olan İslam'ın dolayısıyla müslümanların, saldırganlık yapma­yan insanlara karşı saldırganca davranması gibi bir durum söz konusu olur ki bu da İslam'ın hem kelime anlamıyla hem de Hz. Peygamber dönemindeki fiilî uygulamalarla çelişik bir görünüm arzetmesine neden olur.[39]

 

Allah Kafidir:

 

62. Eğer sana hile yapmak isterlerse Allah sana yeter. O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir,

63. Ve onların kalplerini kaynaşttrmıştır. Sen yeryü­zünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönülle­rini kaynaştıramazdın, fakat Allah onların gönüllerini kaynaştırdı. Çünkü Allah mutlak galip, hikmet sahibi­dir.

64. Ey Peygamber! Sana ve sana uyan müminlere Allah  yeter.

Bu âyetler birlikte açıklandığında varılacak neticeler şunlardır:

1. "Eğer sana hile yapmak ister­lerse Allah sana yeter " Yüce Allah bu âyeti 61, âyetle ilgili göndermiş­tir. Düşmanlar barış istemelerine ve senin de barışa yanaşmana rağmen, onların hile yapma ihtimali vardır. Allah bu ihtimali gündeme getirerek, Peygamber ve müminlere dikkatli olmalarını önermektedir. Bu durum sadece Hz. Peygamber'in dönemine tahsis edilmemelidir. Kıyamete ka­dar inanmayanlar, inananlarla barış yapmalarına rağmen hile kurma yo­luna gidebilirler. Bu ihtimal göz ardı edilmemelidir.

Diğer taraftan 61. âyette düşman tarafın barış isteğine barışla ce­vap verirken Allah'a tevekkül şart koşulmuştu. 62. âyette tevekküle ce vap olarak Allah kendisinin yeteceğini söylemektedir. Allah'a dayanana Allah'ın yeteceği hükme bağlanmaktadır. Bu iki âyet bir araya getirilin­ce çıkarılacak başka bir netice de şudur: 61. âyette geçen barışa kanat açtıktan sonra yine de seni aldatmak isterlerse, sen yine barıştan yana olmaya devam et buyurulmaktadır. "Onların niyetleri bozuktur" diyerek barıştan vazgeçmenin doğru olmayacağı vurgulanmaktadır. Allah'a te­vekkül eden mümin bilmelidir ki Allah ona yeterli olacaktır.

"O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir."

a) Yüce Allah burada "desteklemenin iki yolla olduğunu ve ola­cağını belirlemektedir, "Yardımı ile

desteklemesi"nin anlamı, beşerî  hiçbir şeyi vasıta olarak kullanmadan yardım etmesidir. Bu,  yaptığı yardım ile desteklemesi anlamına gelmektedir.

b) Yüce Allah'ın, "müminlerle" desteklemesinin anlamı da insan-hidayet ederek Peygamberini onlar vasıtasıyla

ciesteklemesidir. Bi­rincisi doğrudan, ikincisi ele dolaylı desteklemedir. Olumlu mânada müminin, peygamberi veya başka bir mümini desteklemesinde ilâhî tak-iir. ihsan ve lütuf yer almaktadır. Allah müminlerle Hz, Peygamberdi ısıl destekletti? Bu sorunun cevabı 63. âyette verilmektedir.

3. "Ve (Allah) onların kalplerini kaynaştırmış tır," Vaktiyle düşmanlann kalplerinde değişim yapan Allah kin, nefret ve iuşmanhğı onlann gönüllerinden çıkartarak, sevgiyle doldurdu ve o gö­nülleri kaynaştırdı. Sevgi ile kaynaşan gönüllere sahip olan müminler Hz. Peygamber'e destek vermişlerdir. Âl-i îmrân sûresinin 103. âyetinde konu açıklanmıştı.

Düşmanların gönüllerini kaynaştırıp kardeş yapması, söz konusu iyette Allah'ın insanlara sunduğu bir nimet olarak nitelendirilmektedir. 3öylece Allah İnsanların gönlünde imandan yana meydana getirdiği cöklü değişimin ardından, kaynaşma operasyonunu gerçekleştirmiştir,

4. "Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönülle-i kaynaştıramazdm, fakat onların

gönüllerini Allah kaynaştırdı. Çün-Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir." Âyetin bu kısmından çıkarı­lacak

neticeler şunlardır:

a) Kalplerin kaynaştırılması alanına Hz. Peygamber bile gireme­mektedir. Beşerî eğitimle İlâhî eğitimi ayıran en önemli konulardan biri ?udur. Onun içindir ki Allah Hz. Peygamber'e ve dolayısıyla bütün din rğitimcilerine "sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini kaynaştıramazdin" buyurmaktadır. Gönül alanına hiçbir in­san giremez. Gönüllerdeki bütün oluşumlar ve değişimler tabii ki iyiden »ana olmak şartıyla Allah'ın kudretinden kaynaklanmaktadır.

b) "Yeryüzünde bulunan her şeyi" demekle Allah gönüllerin madde üzerinde, maddî bir menfaatten dolayı kaynaşmayacagına işaret etmektedir. Kişi, insanların gönüllerini kaynaştırmak için yeryüzündeki bütün maddî değerleri infak etse de bu kaynaştırmayı gerçekleştiremez. Çünkü daha önce de değinildiği üzere gönüllere

insan­lar müdahele edemezler.

c) "Çünkü Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir. " Azîz ve hakîm sıfatlarıyla Allah onların gönüllerini kaynaştırmıştır. Bu kaynaştırma olmuş bitmiş bir iş değildir. Allah her an insanların gönlün­de bu operasyonu devam ettirmektedir, Din âlimleri bütün öğretim ve eğitim vasıtalarını kullandıktan sonra, gönüllerdeki değişimi ve gönüller arası kaynaşmayı Allah'a bıra­kacaklardır. Böylece Allah beşerî eğitimin alanını ve gücünü belirlemiş
olmaktadır.

Din eğitimi gönüllere hükmedecek sihirli bir değnek değildir. Gö­nül alanına kadarki bölümde beşerî din eğitiminin etkisi söz konusu olur ancak gönül alanına girilince beşerî din eğitiminin etkisi geçersiz hale gelir. O alan ilâhî müdahalenin ve takdirin sınırlan alanında bulunmak­tadır.

Özel mânada Araplar arasındaki kabilecilik taassubunun meydana getirdiği düşmanlık duygularını gönüllerden söküp atmak, ardından kay­naştırıp onları kardeş yapmak; genel anlamda hâlâ devam eden bir olgu olarak önümüzde durmaktadır.

5. "Ey Peygamber! Sana ve sana uyan müminlere Allah yeter." Yüce Allah burada Peygamber ve ona uyan müminlerle olan ilişkisini "yeterlilik" alanında gündeme ge­tirmektedir. Enfâl sûresinin ilk âyetinden itibaren, Bedir Savaşı ve onun­la ilgili hükümler açıklanmaktadır.

Ordu ve silâh hazırlama emri, barışa yanaşma ve hile konusu gün­deme getirilmiştir. Savaş gibi soğuk bîr harekette insan kendisini güven­de hissedebileceği bir sığınak arar. Bu durum, insan psikolojisinin doğal

bir sonucudur. Korku, endişe, merak ve tecrübesizlik bu arayışı zor bir hale getirir.[40]

 

Savaşa Teşvik:

 

65. Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et! Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz (kâfir)e galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.

66. Şimdi Allah yükünüzü hafifletti, sizde zayıflık oldu­ğunu bildi O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) iki yüz kişiye galip gelir, ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle (onlardan) iki bin kişiye ga­lip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.

Bu âyetleri açıklarken karşımıza yine nâsih-mensuh, yani hükmü kaldıran ile hükmü kalkan âyetler meselesi çıkmaktadır. Öncelikle bu âyetlerin arasında nâsih-mensuh meselesinin olup olmadığına bakmak

gerekir.

1. Birinci âyette, yani 65. âyette yirmi kişinin iki yüz kâfire üstün geleceği ifade edilirken, 66. âyette yüz müslümanın iki yüz kâfire galip geleceğine dikkat çekilmektedir. Bu ifadelerden sonuncusunun, ilkini ortadan kaldırdığını iddia eden âlimler vardır. Oranın, birinci âyette bire on, ikinci âyette bire İki olarak belirlenmiş olması onları bu iddiaya yö­neltmiştir. Bununla beraber bu iki âyetin arasında nâsih-mensuh ilişkisi olmadığını Ebû Müslim el-İsfahânî iddia etmektedir. Ebû Müslim iki delille âyetler arasında nâsıh-mensuhun olmadığını ispatlamaktadır.

a) Ebû Müslim'e göre birinci âyette emir yoktur ve âyet bir durum bildirmektedir. Yüce Allah sabretmeyi şart koşmaktadır. Sabırlı mümin­lerin bire karşı on kişiye güçlerinin yetip onları yenebileceklerini beyan etmektedir,

b) İkinci âyette kendinden on fazla olan bir gruba karşı koyamayacağını bildirerek, oranı bire karşı ikiye indirmektedir. Böylece ikinci âyet de müminlerin iki kat daha fazlasına galip gelebileceğini haber vermektedir. Birinci âyet sabredenlerin durumunu, ikinci âyet de onlar kadar sabırlı olmayan müminlerin durumunu belirlemektedir. Birinci âyet, özel anlamda sabırlı olan güçlü müminlerin durumunu anlatırken,
ikincisi de genel anlamda bütün müminlerin haline dikkat çekmektedir. Taban sınırı bire iki, tavan sının da bire ondur.
[41]
Râzînin kendisi de bu iki âyet arasında neshin olduğuna dair icmâ varsa,  neshi   kabul  ettiğini   söylemektedir[42]. Kurtubî'nin naklettiğine göre İbnü'l-Arabî bu iki âyet arasında nesri ol­duğunu kabul

etmemektedir,

İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadisten anlaşılıyor ki, bu iki âyet arasında nesih yoktur. Bire on âyeti inince, bu durum müslümanlara ağır geldi. Daha sonra hafifletici buyruk geldi: "Şimdi Allah sizden hafiflet­ti" buyurdu. Allah sayı bakımından hafifletince sabırdan da hafifletti[43]. Enfâl sûresinin 65 ve 66.

iyeüeri arasında neshin olup olmadığı konusunda âlimler ikiye ayrılmış, ama Ebû Müslim el-Isfahânî kadar konuya açıklık getirememiş-erdir.

Şimdi kendi görüşümüzü açıklayabiliriz: Daha önce Bakara sûre-Krin 106, âyetinin tefsirini yaparken, Kur*anda neshin olmadığını söyeştik. Farklı şartlara göre davranma seçeneğini Allah insanlara tanı-Tjstır, onun için âyetler arasında nesih aramanın doğru olmayacağını Delinmiştik. Aym görüşümüzü burada da muhafaza ediyoruz.

Şartlara göre bir mümin on düşmana galip gelebilir. Günümüzdeki  ih teknolojisine bakılırsa bu oran daha da çoğalabilir, II, Dünya Sava­sı p.da atom bombasını taşıyan bir uçağın pilotu Nagazaki'ye bombayı binlerce insanı öldürmüş ve İL Dünya Savaşı'm bitirmişti. Bura-oranı düşündüğümüzde, şartların ve kullanılan silâhların, oranı aşa-,ukarı çekeceği gerçeğini görmüş oluruz. Değil bîre on, bire binlerce-

Dikkat edilirse Allah eksen değer olarak insandaki gücü ve sabrı etmektedir. Güç ve sabır konusu kaynak itibariyle psikolojiktir,  ve sabırlı olan müminler birinci âyete göre, güç ve sabır bakımın-ıueeı daha düşük seviyede olan müslümanlar ikinci âyete göre hareket rLe:. Yüce Allah birinci âyeti neshetmiyor, tam tersine müminlere lzrâ göre farklı davranabilme imkânını tanıyor.

2. "Ey Peygamber! Müminleri Teşvik et! Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa iki yüze galip. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan hin kişiye galip  Ayetin bu kısmında teşvik etmek mânası verdiğimiz jef ha­rada kelimesi yer almaktadır. Bu kelime harada kalıbından alınırsa "yorulmak; bitkin ve âciz olmak; bozmak; ölümle karşı karşıya kal- ve ahlakı bozuk olmak; harida kalıbından alındığında "elbi- Lenarlarının eskimesi; midesi bozulmak; üzüntü veya aşktan dola- cudunu eritmek"; ehrada kalıbıdan alındığında "hastalığın : Sozması, kendini helak etmek, teşvik etmek, tahrik etmek"; kalıbı   da   "teşvik   etmek"   mânalarına   gelmektedir. mânaları Nisa sûresinin 85. âyetinde açıklandı.

Muhammed Esed psikolojik mânadan hareket ederek, savaş korku­sunu yenmeleri için bu kelimeye müminleri "yüreklendir" mânasını vermektedir. Bize göre harrid emrine iki türlü mâna vermek gere­kir. Eğer müminler savaş anında ise "müminleri yüreklendir, teşvik et" anlamını vermek daha doğru olur; ama savaştan önceki durumu göz ö-nünde bulundurursak, "Müminleri teşvik edip savaşa çıkar" mânası daha uygun düşer. Başka bir açıdan bakarsak Arap toplumunda savaş kültürü vardı, ama Allah uğruna malı ve canı ile savaş edip şehid olma inancı ve kültürü yoktu.

Savaştan önce veya savaş anında müminleri kendilerinden daha güçlü olan topluluğa karşı savaşmak üzere teşvik etmek, yani motive etme görevi peygambere verildiğine göre, onun olmadığı dönemlerde devlet başkanı, ordu kumandanı ve en öndeki din âlimi bu teşvik işini yerine getirecektir.

Bir müminin on düşman askerine galip gelebileceği esasından ha­reket ederek bu teşvik yapılacaktır. Burada olmazsa olmaz olan değer "sabretmektir. Acaba sabredince bir mümin on düşman askerinin üste­sinden gelebilir mi? Bu soruya "evet" demek mümkün değildir. Ancak buradaki sabrın getirdiği bir şeyi görmek gerekir. Bunun ne olduğunu ancak Al-i Imrân sûresinin 125. âyetiyle tesbit edebiliriz;

"Evet, eğer sabreder ve Allah'tan sakınırsanız, onlar hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz. nişanlı beş bin melekte sizi takviye eder," Demek ki sabır Al­lah'ın yardımını getirmekte ve öylece bir mümin on düşman askerine galip gelmektedir.

Ayrıca savaş teknolojisinin ürettiği son derece gelişmiş ve kaliteli silâhlarla bir mümin binlerce düşman askerine galip gelebilir. Dikkat edilirse Allah'ın burada sayı vermesinden başka bir netice çıkartabiliriz: Kitle İmha silâhlarının kullanılmamasına bir işaret vardır diyebiliriz. Sivilleri imha etmek değil, sıcak olarak karşılaşılan düşman askeri ile ölüm düşünülebilir. Askerle asker savaşır, ama askerle sivil savaşmamahdır.

3. "Çünkü onlar, anlamayan bir topluluktur." Ayetin bu kısmının bumda gelmesi manidardır Mağlûbiyetin sebebi ola­rak anlayışsızlık gösterilmektedir. Buradaki anlamanın konusu ne olabi­lir? İman ederek Allah adına savaşanların şehid olacağını, bu sebeple savaşta öldürüldüğünde şehid olup cennete gideceğine inanan ve bunu
anlayanlarla, kâfir olanların, yani buna inanmayanların savaşmasının imkânsızlığını işte bu kâfirler kavrayamazlar.

Akıllarını kullanıp anlamaya çalışmayan insanların kuru kalabalığı savaşı kazanmaya yetmeyecektir. İnsanı güçlü kılan aklını kullanıp an­lamasını temin etmektir Anlayan insanlarla anlamayan insanların ara­sındaki mücadelede galibiyetin anlayanlardan yana olacağını vurgulayan Allah, inanç ve ibadet özgürlüğünü tanımayan kâfirlerle, inanç ve ibadet özgürlüğü için mücadele veren müminlerin durumunu anlatmaktadır. Kâfirler inanç ve ibadet özgürlüğünün ne olduğunu anlayamazlar.

4."Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti, sizde zayıflık olduğunu bildi" Kur'an temel prensibi Nisa sûresinin 28, âyetinde koydu: "Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister, çünkü insan zayıf yaratılmıştır." Allah, burada ifadesini insana yaratılıştan vermiş olduğu zayıflık üzerine kurmaktadır. Allah bile yaratılış kanuna uymakta, iradesini ona göre ayarlamaktadır, yani kendisinin insana vermiş olduğu doğayı temel almaktadır. Allah bu

ilkesini savaşta da uygulamakta, zayıf gördüğü müminlere bire karşı  on  yerine bire karşı  iki  yük vermiştir. 

Enfâl sûresinin 66. âyetinde bu değişimi insanın zayıflığından dolayı yaptığını da vurgulamaktadır. Buradan

çıkarılacak önemli neticeler şunlardır:

a) Enfâl sûresinin 65 ile 66. âyetleri birbirini tamamlamaktadırlar. Her iki âyet, insanların yaptıkları kanunlar halka ağır geliyorsa, derhal onu değiştirmelidirler, Allah bunu

insanlara öğretmektedir. Müminlere bire on uygularken zayıf olduklarını bilince bire iki ilkesine geçen deği­
şimi yapmıştır.

b) Eğitimciler öğrencilerine ders konusunda görevler yüklerken ya da öğrencilerin çoğunluğunun başarısız olduğu imtihanların neticesini değerlendirirken imtihanı iptale gidecek kadar yükleri hafıfletmelidirler.

Nisa sûresinin 28 ile Enfâl sûresinin 65-66. âyetleri bir araya getirilince eğitimde insanın doğasını merkeze almanın kanunu ortaya çıkmaktadır.

Buna bir de Rûm sûresinin 30. âyetini katarsak eğitimin olmazsa olmaz kanununun, insanın fıtratına dikkat etmek olduğu anlaşılmış ola­caktır. "Sen yfeöna Hanif olarak dinet Allah imanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevirir. İnsanın fıtratı insanın tabiatı, yaratılışı demektir. Demek ki Allah insanın doğa sini dikkate alıyor ve bütün hükümlerini ona göre koyuyor, Fıtrata dikkat etmesini Peygamberine ve dolayısıyla bizlere emrediyor.

c) Anne babalar, çocuklarının kapasitelerini bilerek onları yetiş­tirmelidirler, onlara bir hedef ve gelecek planlamazdırlar, Kapasite ve yeteneklerini zorlamadan onları geleceğe yönlendirmelidirler. Başkaları­nın çocukları ile mukayese ederek, onları yetiştirmeye kalkarlarsa altın­dan kalkamayacakları yüklerin altında hayata küsen insan portresi ile karşılaşmış olabilirler. Biz doğaya değil, doğa bize ne yapacağımızı söy­lemelidir. Bu âyetlerin ilişkisi bize bunları anlatırken onların arasında nesih vardır diyenlerin haksızlığı ortaya çıkmaktadır,

5. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelir, ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle iki bin kişiye galip gelirler." Dikkat edilirse bu âyetle önceki âyetin, yani Enfâl sûresinin 65 ile 66. âyetlerinin ortak manevî eylemlerinden biri de sabırdır, Al-i lmrân sûre­sinin 125. âyetinde de sabır yer almaktadır. Bire on ile bire iki dengesi­nin aradığı önemli özellik sabretmektir. ''Dayanıklılık, meselenin üste­sinden gelmek, zorluklara karşı göğüs germek" anlamına gelen sabır, insan ruhunun ayağa kalktığı, korkunun ezici baskısını ortadan kaldırdı­ğı, âhirete imanın bütün benliği sardığı oluşumun adı olmaktadır. Sava­şın getirdiği bütün olumsuzluklara rağmen ayağını yere sağlam basma­nın, dünya hayatının sahip olduğu değerin küçüldüğü, eriyip yok olduğu, bağımsızlığı, mânevi değerleri uğruna ölmenin aslında hayat olduğu anlayışının taşıdığı ruh haline, sabır denmektedir.

Bu ruh hali, Allah'ın izni ile buluşmakta ve neticede zaferi getir­mektedir. "Allah'ın İzni ile galip gelirsiniz'' ifadesi, savaşta zafere ulaşmanın kime maJ edileceğine cevap olmaktadır. Müslümanlar savaşın neticesinde zafere ulaşırlarsa bunu kendilerinden daha çok Allah'a mal etmelidirler. Allah, bunun eğitimini burada vermektedir.

Kur'an Allah'ın izni ile yapılacak eylemleri sıralamaktadır: Cebrâ il Allah'ın izni ile Kur'an'ı Hz. Peygamber'in gönlüne indirmiştir (Ba­kara 2/97). Büyücüler Allah'ın izni olmadan kimseye zarar veremezler (Bakara 2/102), İnsanlara ihtilâfa düştükleri gerçeği Allah izni ile gös­terdi (Bakara 2/213). Allah kendi izni ile cennete ve affa çağırır (Bakara 2/221). Allah'ın izni olmadan kimse şefaat edemez (Bakara 2/255). Nice az askerî birlikler çok sayıdaki birlikleri Allah'ın izni ile yenmişlerdir (Bakara 2/249). Tâlût'un askerleri Câlût'un ordusunu Allah'ın izni ile yendiği Kur'an'da bir olgu olarak anlatılmaktadır (Bakara 2/250-251). Hz, İsa'nın çamurdan kuş suretini üfleyip kuş olması, Allah'ın izni ile gerçekleşen bir mucizedir (Âl-i İmrân 3/49). Hz. İsa'nın, sedef hastaları-nı, körlen iyileştirmesi de Allah'ın izni ile olmuştur (Âl-i İmrân 3/49), Her eanlının ölümü Allah'ın izniyledir (Âl-i İmrân 3/145), Savaşta mü­minler düşmanları Allah'ın izni ile öldürür (Âli İmrân 3/152), Bedir Savaşı'nda iki tarafın karşılaşması ile müslümanların başına gelenler Allah'ın izni ile olmuştur (Âl-i İmrân 3/166). Peygambere itaat Allah'ın izni iledir (Nisa 4/64). Verimli toprağın bitkisi Allah'ın izni ile çıkar (A'raf 7/58). İnanan, Allah'ın izni ile inanır (Yûnus 10/100). Âhirette Allah'ın izni olmadan kimse konuşamaz (Hûd 11/105). Peygamberlerin mucize getirmeleri Allah'ın izni iledir (Ra'd 13/38), Kitap ile insanları karanlıktan aydınlığa bir peygamberin çıkarması ancak Allah'ın izni iledir (İbrahim 14/1). Peygamberler Allah'ın izni ile insanlara delil geti­rebilirler (İbrahim 14/11). İman edip iyi amelleri bu dünyada işleyenler Allah'ın izni ile ebedî olarak cennette kalacaklardır (İbrahim 14/23). Verimli ağaç meyvesini Allah'ın izni ile verir (İbrahim 14/25), Göğün yer üzerine düşmemesi Allah'ın izni iledir (Hac 22/65). Peygamber Al­lah'a Allah'ın izni ile çağırır (Ahzâb 33/46). Hz. Süleyman cinleri Al­lah'ın izni ile istihdam etmiştir (Sebe 34/12). Hayırda yarışanlar, Al­lah'ın izni ile yansırlar (Sebe 34/32). Hiçbir peygamber Allah'ın izni olmadan bir âyet getiremez (Gafir 40/78). Allah dilediğini peygambere kendi izni ile vahyeder (Şûra 42/51). Allah'ın izni olmadan, şeytan kim­seye zarar veremez (Mücâdele 58/10). Bir ağacı kesmek veya kesmemek

Allah'ın izni iledir (Haşr 59/5). Allah'ın izni olmadan hiçbir musibet isabet etmez (Tegabün 64/11). Kadir gecesinde melekler ve ruh yeryü­züne Allah'ın izni ile inerler (Kadir 97/4).

Allah Kur'an'da hangi işlerin kendi izni olmadan yapılamayacağı­nı, yani hangi işlerin kendi izni iie yapılacağını bu âyetlerde belirlemek­tedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyete döner ve onu Bakara sûre­sinin 249-251. âyetleriyle ilişkilendirirsek şu neticeye varırız: Geçmişte Tâlûfun ordusundan az sayıda bir grup Câlût'un çok sayıdaki ordusunu yenmiştir A13ah bunu değerlendirirken galibiyetin kendi izni ile olduğu­na dikkat çekmektedir. Bakara sûresinin 249. âyetinde geçmişte de bu­nun böyle olduğuna işaret edilmektedir. Demek ki Allah'ın izni olunca bir müslüman iki düşmana galip gelebilir. Enfâl sûresinin 65. âyetine dönersek, bir kişinin on kişiyi yenmesinde üç şey bir aradadır: Allah'ın izni, müminin sabrı ve düşmanın anlayışsızlığı.

6. "Allah sabredenlerle beraberdir " Enfâl sûresi­nin 46. âyetinde Allah ve Peygamberi'ne itaat etme ve aralarında müna­kaşa yapma meselesinde sabır gösterenlerle Allah'ın beraber olduğu vurgulanmıştı. Burada da savaş artında Allah'ın sabredenlerle beraber olduğu ilan edilmektedir. Buradan şu neticeye varıyoruz: Mümin insanın savaştaki silâhı sabrı, düşmanın akılsızlığı, Allah'ın izni ve beraberliği­dir. Bir de bunlara 60. âyette belirtilen eğitilmiş ordu ve son derece mo­dern silâhlar eklenince zafer kaçınılmaz olmaktadır.

Görüldüğü gibi Allah siyasete, hukuka, eğitime, savaş politikasına kadar uzanan bir dizi meseleye ışık tutan âyetleri göndermiştir. Bunlar arasında nesih değil, tam tersine bir bütünlük vardın Zaferde yatan ma­nevî boyut derinlemesine ele alınmış, insan doğasının, Allah'ın sorumlu­luk yüklemesinin temelini teşkil ettiğine işaret edilmiştir. Eğitilmiş or­dunun, insanın yüksek seviyede manevî yapısıyla birleşince nelerin ola­bileceğinin analizi yapılarak temel ilkeler konmuştur.[44]

 

Allah'ın Ve İnsanların İstekleri:

 

67. Yeryüzünde ağır basıncaya kadar, hiçbir peygam­bere esir sahibi olmak yaraşmaz. Siz geçici dünya ma­lını   istiyorsunuz,   halbuki Allah  (sizin   için)  âhireîi istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.

68. Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olma­saydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir
azap dokunurdu.

69.Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yiyiniz, ve Allah'tan korkunuz. Şüphesiz kî Allah bağış­
layan, merhamet edendir.

Bedir Savaşı sonrasında meydana gelen hadiselerin hukukî boyutu bu âyetlerde kendini belli etmektedir. Dolayısıyla Bedir Savaşı'nın eği­tim amaçlı bir savaş olduğu anlaşılmaktadır.

1. Bu âyetlerin nüzul sebebi âlimler tarafından şöyle anlatılır: Be­dir'de savaş bittikten sonra, alınan esirlere uygulanması ön görülen mu­ameleler tartışılırken, Hz. Ömer esirlerin, Hz. Peygamberdi yalanlamaları ve onu yurdundan çıkarmaları sebebiyle öldürülmelerini isterken; Hz. Ebû Bekir, esirlerin Hz. Peygamberdin kavminden olmaları, tövbe edip müslüman olma ihtimallerinin bulunması ve onlardan fidye alarak asha­bın   ekonomik   açıdan   kuvvetlenmesinin   sağlanması   gibi   (Müslim, Cihâd", 58; Ebû Dâvûd, "Cihâd", 121) hususları ileri sürerek onların serbest bırakılmasını önerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Ebû Be­kir'in görüşünü benimseyip esirleri serbest bıraktı.

Hz. Peygamber, Ömer ve Ebû Bekir'in görüşleriyle ilgili olarak şu açıklamayı yapmaktadır: "Allah bazı kimselerin kalplerini kendi rızası için sütten daha yumuşak oluncaya kadar yumuşattı. Yine kendi rızası için bazı kimselerin kalplerini taştan daha katı olacak kadar katılaştırdı. Ey Ebû Bekir! Senin örneğin şudur: 'Kim bana uyarsa, kuşkusuz o ben­dendir. Kim de bana karşı gelirse, kuşkusuz sen çok bağışlayansın, ra­himsin' (İbrahim 14/36) diyen Hz. İbrahim'e benzersin; yine ey Ebû Bekir! Sen, 'Şayet onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen mülkünde galipsin, mutlak hikmet sahibisin' (Mâide 5/118) diyen İsa'ya benzersin. Ey Ömer sen de, 'Yer­yüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!' (Nûh 71/26) diyen Nuh'a benzersin. Yine ey Ömer sen, 'Onların mallarını yok et, kalplerine sıkın­tı ver!' (Yûnus 10/88) diyen Musa'ya benzersin"[45].

2. Bu tartışmalar üzerine, "Yeryüzünde ağır basıncaya kadar, hiçbir peygambere esir sahibi olmak yaraşmaz" âyeti inmiştir. Allah bu âyetle Hz. Peygamber'i, esir alma gibi bir hatadan uzaklaştırmış oldu. Hz. Peygamber fidye karşılı­ğında onların serbest bırakılması emrini vermişti; böylece âyet onu da önlemiş oldu.

Âyetten Allah'ın esirlik müessesesini kaldırdığı anlaşılmaktadır. Fakat esir ve esirlik olmasaydı, Enfâl sûresinin 70. âyetinde Hz. Pey­gamber'e "esirlere söyle ki" buyurulmazdı. Enfâl sûresinin 70. âyetinin tamamı dikkate alındığında, burada bir öğretim faaliyetinin olduğu görü­lür. Bir bakıma esirlikten kurtulmanın yolunun tevhid inancını benim­semekten geçtiği hatırlatılmaktadır. Çünkü orada Allah'ın affedici ve merhamet sahibi olduğu hatırlatılarak, onlara daha iyisinin verileceği vaad edilmektedir. Bütün bunlara rağmen Hz. Peygamber'in şahsında esirlik müessesesinin kaldırılmasının ilk adımı atılmaktadır. Savaş gerçeğine dönersek düşman tarafından yakalanıp ele geçiri­lenlere bir statü vermek gerekiyor. Buna evrensel mânada esir denmek­tedir. Müslümanlık esir alır ama, esire esir muamelesi değil insanca mu­amele edilmesini ister. Esirler ihanet etmezlerse insan muamelesi görür­ler. Onun içindir ki, bir peygamberin amacı tevhid inancını yayacak, şirki ortadan kaldıracak, insan haklarını öne çıkaracak iktidarı, hâkimi­yeti kurmaktır, esir almak değildir.

3. "Siz geçici dünya malım istiyorsunuz; halbuki Allah (sizin için) âhireti istiyor. Allah güç­lüdür, hikmet sahibidir." Fidye karşılığı esirleri serbest bırakmak, "dün­ya malının peşinde koşmak" anlamına gelmektedir. Müslümanlar ilk defa bir savaş yapıp esir aldıkları için, yanlış bir uygulamada bulunabi­lecekleri endişesi dolayısıyla Allah onları eğitmektedir.

İnsanlar dünya menfaatine tutku ile bağlanırlar, fakat Allah onlar için âhireti ister. Bu âyetle Allah, kimin neyi istediğini belirtirken, müslümanlara hatta bütün insanlığa âhiret hayatından yana tavır koyma­ları konusunda rehberlik etmektedir. Müslümanlara hatalarını ve doğru­nun ne olduğunu öğretmektedir.

Böylece Allah beşerî eğitime bir ilke kazandırmaktadır. Bir şeye yanlış denirken, doğrunun ne olduğunun da öğretilmesi gerekir, yani yanlış denen şeye çözüm getirmek lâzımdır. Yanlış olan dünyaya bağ­lanmaktır, olması gereken ise âhirete hazırlanmaktır. Böylece dünya ve âhiret dengesinin sağlanması istenmektedir. Allah hükmünü âyetin so­nunda belirtmektedir.

4. "Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azap dokunurdu/' Bedir'de müşriklerden ölenlerle esirler, müslümanlardan şehid düşenler konusunda sayı bakımından ihti­lâflar vardır ama doğru olan rivayet şudur: Amr b. Alâ der ki: Bedir Sa­vaşı'nda müşriklerden öldürülenler yetmiş kişi idi. Bir o kadar da esir alınmıştı. İbn Abbas da aynı şeyi söylemiştir (Müslim, "Cihâd", 58). Esirlere ne yapılacağı konusu, ve fidye alıp serbest bırakılmalarının de­ğerlendirilmesi 68. âyette yapılmaktadır. "Allah tarafından önceden ve­rilmiş bir hüküm olmasaydı!" Verilen bu hüküm ne olabilir? Âlimler bu

konuda farklı görüşler beyan etmişlerdir. Bu hususu Kur'an bağlamında açıklamaya çalışacağız.

a) "Halbuki sen onların içindeyken. Allah onlara azap edecek değildir17 (Enfâl 8/33). İşte bu hüküm olmasaydı, müslümanları büyük bir azap yakalayacaktı. Demek ki Enfâl sûresinin 33. âyetindeki Hz. Peygamber'in içinde bulundu­ğu topluma genel bir azapla helak edilmeyeceği hükmü, Enfâl sûresinin 68. âyetindeki ifadeden önce gönderilmişti. Dikkat edilirse burada bir azarlama ve tehdit vardır. "Sizi daha önce verdiğim hükümden dolayı cezalandırmıyorum ama yaptığınız hareket cezalıktır" demek istiyor.

b) En'âm sûresinin 131. âyetinde şu hüküm verilmişti: "Gerçek şu ki, halkı habersizken, Rabbin haksızlıkla ülkeleri helak edici değildir." Bedir Savaşı'nda alınan esir ve ganimetler konusunda, müslümanlann yaptığı hatalar bilgisizliklerinden kaynaklanmaktaydı. Gafletlerinden dolayı helak edilmeyecekleri daha önceden hükme bağlanmıştı.

c) "Halkı ıslahatçı olan ülkelerir senin Rabbin asla haksız yere helak edecek değildir" (Hûd 11/117).
Bu da Allah'ın koyduğu evrensel bir kanundur. Kendini düzeltmek için çaba sarfeden bir toplumu Allah helak etmez. Çünkü bu toplum iyiden yana gelişmektedir. Bize göre Enfâl sûresinin 68. âyetinde belirtilen ki­tap, yani hüküm bu âyetlerin birleşimi olmaktadır. Allah'ın daha önce koyduğu hüküm bunlardan biri olacağı gibi, üçünün oluşturduğu ortak hüküm de olabilir.

d) "Rabbiniz, kendi nefsine rahmeti yazmış-tır" (En'âm 6/54). Bedir gibi eğitim, inanç ve ibadet özgürlüğü uğruna yapılan bir savaşta yapılan hatalara Allah merhamet etmiştir. Çünkü merhameti zâtına yazmıştır. Bu sebeple onlara azap etmedi. Burada ge­çen "yazmak" fiili ile, Enfâl sûresinin 68. âyetinde geçen "kitap" keli­mesi arasındaki benzerlik dikkat çekicidir.

Enfâl sûresinin 68. âyetinden çıkarılacak başka bir netice daha vardır: Allah koyduğu hükme uymaktadır. Şartlar o hükme ters düşen şeyleri üretebilir, ama bunların hükmü değiştirecek nitelikte olmaması

gerekir. Önceden konan bir hüküm ihlâl edilmemelidir, yani ana hüküm­ler değiştirilmemelidir. Azabı gerekli kılan bir davranış ortaya çıkmasına rağmen Allah daha önce koyduğu hükmü bozmayıp onları bağışlamıştır. Bu âyetlerden anlıyoruz ki, söz konusu hükmü Allah bütün toplumlara uygulamaktadır. İlâhî hukukun inançlara, milletlere ve gruplara göre değişken değil, tam tersine tarafsız ve nesnel bir yönü de vardır.

5. "Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yiyiniz, ve Allah'tan sakınınız. Şüphesiz Allah bağışlayan, merhamet edendir." Bu âyette iki emrin yer aldığını görüyoruz:

a) "Elde ettiğiniz ganimetten helâl, temiz ola­rak yiyiniz" ifadesindeki helâl ve temiz ne anlama gelmektedir? Bize göre bu sorunun cevabının, Enfâl sûresinin 1 ve 41. âyetleriyle verilmesi gerekir. Ganimetlerin Allah'a ve Peygamberce ait olduğunu belirledikten sonra,  Enfâl sûresinin 41. âyetinde olduğu gibi ganimetlerin beşte birini
Allah'a, kalanı Peygamberce, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara ayırdıktan sonra geri kalan helâl olmaktadır. Helâl olan şeyde zaten temiz demektir. Yukarıda sayılan grupların haklan ganimetten
ayrılınca geri kalan kısım temiz hale gelmektedir. Âyette helâl ile temiz kelimeleri arasında "ve" yoktur.

b) Allahtan sakınınız" buyurulurken "Ganimetler konu­sunda helâllik ve temizlik meselesini asla hatırdan çıkarmayınız, Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olunuz" denmektedir. Takva olma­
dan "helâl" kavramının eğitimini vermek mümkün değildir. Enfâl sûre­ sinin 1, 29 ve 69. âyetlerinde takva duygusunun canlı tutulması isten­mektedir.

Yediklerinin temiz ve helâl olup olmadığına bakmadan beslenmek takva değildir. Sadece helâl ve temiz olandan yemek takvadır. Bu du­rumda takva kavramına farklı bir tanım getirilmektedir. Takva helâl rızıkla beslenmektir. Bu yorum doğrultusunda takvanın mânası geniş bir alana yayılmakta ve dolayısıyla söz konusu kavram bu mânalarla hem derinlik kazanmakta, hem de insanın ruh ve davranış yapısında yerini almaktadır.

c) Allah merhamet sıfatını burada gündeme getirmektedir. Bu de­mektir ki daha önce bilmeden alınan fidye ve yenen ganimetlerden olu­şan günahlar affedilecektir. Bilgilendirme gerçekleştirildikten sonra ise durum farklı bir boyut kazanacaktır.

Netice olarak diyebiliriz ki son kısımda ele aldığımız âyetler birbi­rini tamamlar mahiyettedir. Peygamberlerin amacı inkâr ve şirkin hâki­miyetini devre dışı bırakmaktır. Yoksa insanları esir almak değildir Demek ki müslümanların savaşı insanları eğitmek içindir, onları öldürmek veya esir almak için değildir. Diğer taraftan bu bölümde dünya e âhiret dengesinin sağlanması gerçeği öğretilmektedir. Geçmişte kon; n ilkeyi, birtakım sebeplerden dolayı bozmamanın önemi gündeme geu-rilmekte; helâl rızıkla beslenmenin gerekliliği belirlenmektedir.[46]

 

İyilik Mekanı: Kalp:

 

70.Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah kalplerinizde hayır olduğunu bilirse, sizden alınandan
daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Çünkü Allah bağışlayandır, merhamet edendir.

71.Eğer sana hainlik etmek isterlerse, daha önce Al­lah'a da hainlik etmişlerdi de Allah onlara karşı sana imkân ve kudret vermişti Allah bilendir, hikmet sahibi­dir.

Bu âyetlerin iniş sebepleri anlatılırken aynı olgu gündeme getiril­mektedir. Bedir Savaşı'nın müslümanlardan yana zaferle bitmesinin ar­dından Hz. Peygamber fidye karşılığı esirlerin serbest bırakılmasını em­retmişti. Esirlerden fidye alınması onlara güç geldi. İşte Enfâl sûresinin 70. âyeti onların bu durumunu ele almakta ve konuya çözüm getirmek­ledir. Âyetin nüzul sebebi İbn Abbas'a dayandırılmaktadır. İbn Abbas'a göre bu âyet Abbas, Akıl b. Ebî Tâlib ve Nevfel b. Haris hakkında in­miştir.

Bedir Savaşı'nda Abbas esir düşenler arasında bulunuyordu. Mek­ke müşriklerinin savaşanlarına harcamak üzere yanına 20 ukıyye alan Abbas, Bedir Savaşı'nda Kureyş ordusunu besleyecek olan on kişiden biriydi. Yedirme sırası kendisine gelmeden savaş bitmiş ve esir düşmüş-7J Abbas aslında müslüman olduğunu, bu duruma müşriklerin kendisini zorladığını söylemesi üzerine Hz. Peygamber: "Eğer senin söylediğin iognı ise, Allah seni mükâfatlandıracaktır, ama senin dış görünüşün bize sorşı olmuştur" buyurdu. Abbas, Hz. Peygamber'le görüşerek 10 altını şen istedi. Hz. Peygamber de düşmanı desteklemek için yanında getirdi-£: o parayı geri vermeyeceğini söyledi. Hatta Akıl b. Ebî Tâlib ve Nevfel r Haris'in fidyeleri olan 20 ukıyye altını ödemesini ona iletti. Abbas da Hz,. Peygamber'e, kendisini Kureyş'e el açacak duruma düşürdüğünü kdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Senin Mekke'den çıkarken, es:n Ümmü'l-Fadra verdiğinden başıma ne gelir bilmiyorum, eğer baia kötü bir şey gelirse, bu sana, Abdullah'a, Ubeydullah'a ve Fazl'a üciır dediğin o altınlar ne oluyor?" deyince, Abbas bunu nereden bildi­rini Hz. Peygamber'e sordu. "Onu bana Rabbim haber verdi" cevabını iiuie Abbas, "Ben senin doğruluğuna, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin O'nun kulu ve peygamberi olduğuna iman ederim" dedi. Abbas eğenlerinin de müslüman olmalarını sağladı.[47]

Hz. Peygamber'in Abbas'a, "Hanımına verdiğin altınlar ne oldu" rusunun doğru olup olmadığını tartışmak gerekir. Daha önce A'râf hâresinin 188. âyetinde Peygamber'in gaybı bilemeyeceği ifade edilmiş-:ı. Ancak Allah'ın bildirmesi onu gayp olmaktan çıkarmaktadır.

Bu bağlamda Tahrîm sûresinin 3. âyetini hatırlamak gerekir. "Peygamber eşlerinin birine gizlice bir söz söylemişti Fakat eşi o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu PeygamberVne açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kıs­mından da vazgeçmişti Peygamber bunu ona haber verince eşi, 'Bunu sana kim bildirdi?9 dedi Peygamber, 'Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi* dedi "

Demek ki Bedir Savaşanda Hz. Peygamber'e, Abbas'ın, "Bunu nereden biliyorsun" sorusuna karşı Hz. Peygamber'in "Onu bana Allah haber verdi" demesinin bir örneği de Tahrîm sûresinin 3. âyetinde yer almaktadır. îbn Abbas'ın anlattığı bu olgu, gaybdan haber vermek olmuyor ve hadisin de gerçek olduğu ortaya çıkıyor. Âyetin iniş sebebini bu şekilde tesbit ettikten sonra açıklamasına geçebiliriz:

1. "Ey Peygamber! Elinizdeki esir-lere de ki: Eğer Allah kalplerinizde hayır olduğunu bilirse, sizden alı­nandan daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Çünkü Allah affeden­dir, merhamet sahibidir."

a) Allah Hz. Peygamber vasıtasıyla müşrik esirlere konuşmaktadır. Onları muhatap almayacağı için, peygamber aracılığı ile çözümü onlara iletmektedir.

b) "Eğer Allah kalplerinizde hayır olduğunu bilirse!" Bu âyette yine işin kalpten başlayacağına dikkat çekilmektedir. Abbas'ın, "Aslında ben müslümandım, ama onlar beni buna zorladı" ifadesine, âyetin bu kısmı denk düşmektedir. Âyetteki çoğul zamirler, söz konusu kişinin sadece Abbas olmadığı, alman esirlerin çoğunu gün­deme getirdiğininm delili durumundadır.

Âyetin birden fazla esiri kapsamına aldığına delil olarak Râzî altı şey göstermektedir: Elleriniz, esirlere, kalpleriniz, size daha hayırlısını verir, sizden alınanlardan, sizi bağışlar ifadesi ve zamirlerin çoğul olma­sı bunu ortaya koymaktadır. Bu hitap tarzı, sadece Bedir Savaşı'ndakı esirleri değil, kıyamete kadarki savaş esirlerini kapsamına almaktadır.

Âyetin bu kısmındaki hayr kavramı ne anlama gelmektedir? Zemahşerî "imanda samimiyet ve niyette doğruluk", Hâzin "iman ve tasdik", Râzî "iman etmek, bütün sorumluluklarda Allah'a ve Peygam-ber'e itaat etmek, inkâr ve isyanlardan tövbe etmek", Kurtubî "İslâm" anlamına geldiğini söylemektedir.

Âlimlerin hayr kelimesine verdikleri mânaların ortak noktasını almak gerekir. Buradaki hayır, gönüllerde iyiden yana olan değişimi ifade etmektedir. Bedir Savaşanda Hz. Peygamber'e karşı savaşması dolayısıyla, söz konusu kişinin gönlünde bir pişmanlık ve İslâm'a karşı oluşan bir sempati olabilir. Bu hal inkârdan imana doğru yol alan gönül­deki değişimin her çeşidini ifade etmektedir. Buradaki değişimin bilin­mesi Allah'a aittir. Gönüllerdeki oluşumların bilgisi veya bilinmesi sa­dece ve sadece Allah'ın ilmi dahilindedir.

"Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer" (Enfâl 8/24) ifadesi, Enfâl sûresinin 70. âyetindeki, "Eğer Allah kalple­rinizde hayır olduğunu bilirse!" ifade ile birleştirildiğinde, Bedir Sava­şanın Allah ile kullarının gönülleri arasındaki ilişkinin boyutlarını ortaya koyduğu görülmekte, böylece gönlün, insan ilişkilerindeki rolü gündeme getirilmektedir,

c) Allah "ilmi" ile, insana şah damarından daha yakın olduğunu öğretmektedir; "Andolsun insanı biz yarattık; nefsinin kendisini fısıldadıklarını biliriz ve ona şah damarından daha yakınız" (Kaf 50/16). Allah tekvîn ve alîm sıfatlarıyla insana şah damarından daha yakın olduğuna göre, Bedir Sa-vaşı'nda alınan esirlerin gönüllerindeki gelişmeleri yakînen bildirmekte, onların gönüllerinde oluşana göre sonucu takdir edeceğini açıklamakta­dır.

2. "Sizden alınandan daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar, çünkü Allah bağışlayandır, merhamet sahibidir." Demek ki Allah esirlerin gönlüne göre takdirini yapmakta ve onlara daha iyisini vermektedir yani, hem daha iyisini ver­mekte hem de onları affetmektedir.

Gönüller, daha iyiyi ve ilâhî affı getirmektedir. Önemli olan ora­daki oluşumların niteliğidir. Gönül ilâhî âlemi harekete geçirmekte, ilâh lutfu yeryüzüne indirmektedir.

Başka bir açıdan bakarsak Yüce Allah daha iyisini verir. Daha ha yırlısını verme, dünya nimetleriyle alâkalı olacağı gibi, âhiretteki ödülL de alâkalı olabilir. Ama "affetme" olayı tamamen âhiretle alâkalı bi ödül niteliğindedir. İyi dünya ile, daha iyi de âhiretle alâkalıdır.

Allah gönüllerdeki iyiden yana olan oluşuma karşılık, sadece dah iyisini vermiyor, aynı zamanda af ve merhamet sıfatıyla da bağışlıyor Demek ki Allah, gönüldeki samimiyetin, niyetin ve değişimin nereler ulaştığı konusunda bilgi vererek iman etmelerini teşvik ediyor.

3. "Eğer sana hainlik etmek isterlerse!" Esirler Hz, Peygamber'e ihanet edebilecekleri, dolayısıyla iradelerini bu yönde kullanabilecekleri ihtimali gündeme getirilmektedir. Râzî, İslâm âlimk rinin ihanetin ne olduğu konusundaki fikirlerini şu şekilde nakletmektedir: a) Buradaki ihanet inkâr olabilir, b) Ödemek mecburiyetinde oldulan fidyeyi vermemeleri olabilir, c) Fidye karşılığında esirleri Hz. Peygamber salıverdi, yani onları serbest bırakıp özgürlüklerine kavuşturdı. Buna karşılık onların Hz. Peygamber'le savaşmayacaklarına ve onu
düşmanlarına yardım etmeyeceklerine dair söz vermişlerdi, bu sözde caymaları anlamında ihanet etmiş

olabilirler.

Bu ihtimallerin en önde geleni bize göre üçüncüsüdür. Ama bu it timallerin ortak noktası da alınabilir. Esir düşmüş insanların, sözlerine : durmama ihtimali yüksek olduğu için Allah, Peygamberi uyarmaktadı . Savaşın ardından ihanet safhası gelebilir. Bu durum hiçbir zaman gö' ardı edilmemelidir.

4. "Daha önce Allah'a da hainlik etmişlerdi de Allah onlara karşı sana imkân vermişti. Allah alimdir, hakimdir." Bedir Savaşı'nda İslâm'a karşı savaşmaları Allah'a ihanet olarak görülmektedir. Onların bu ihanetine karşı Allah müminlere yardım ederek, onların üstünlüklerini sağladı.

Allah, müşriklerin daha önce denenmiş olduklarını hatırlatarak, geçmişteki ihanetlerini tekrarlayabileceklerine dikkat çekmektedir. Al­lah'a ihanet edenler sana da ihanet edebilirler Geçmişte seni nasıl des­tekleyip imkân ve kuvvet vermişsek, şimdi ve gelecekte de verebiliriz. Geçmişteki ihanetleri onlara Bedir'deki yenilgiyi getirdi, yine ihanet ederlerse aynı şekilde cezalandırılacaklardır. "İhanet cezasız kalmamalı­dır" ilkesi bu âyetin izahında öne çıkan özelliklerden biri olmaktadır.

Ayetin sonundaki bu sıfatlar iki açıdan yorumlanabilir. Ayetteki ferman, alîm ve hakim olan Allah tarafından verilmiştir. Diğer taraftan 71. âyette belirlenen ilkenin ortaya konması, Allah'ın alîm ve hakîm sıfatlarıyla gerçekleştirilmiştir. Allah bunu, ilmi ile ve "işi yerli yerinde yapmak" anlamına gelen hikmet sıfatı ile ortaya koymuştur.[48]

 

Müminler Ve Dostluk:

 

72. İman edip de hicret edenler, Allah yolunda malla­rıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barın­dırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının dostlarıdır. İman edip de hicret etmeyenle­re gelince, onlar hicret edinceye kadar size onların mi-

rasından hiçbir pay yoktur. Eğer onlar din hususunda sîzden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir havim aleyhine olmaksızın, yardım etmek üzerinize borçtur Allah yapacaklarınızı hakkıyla gör­mektedir.

Bedir Savaşı'nm en ince noktalarına kadar ele alındığı Enfâl sûre­sinde, ortaya çıkan komplolar ele alınıp kimlerin birbirinin dostu oldu­ğuna dair özellikler, kimlerin birbirine destek çıkacağı ve İslâm'ı hayata geçirmenin gerekliliği tesbit edilmektedir.

1. "îman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp onlara yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının dostları­dır. " Bu âyette inananların durumu ele alınmakta, müminleri birbirinin dostu yapmaya giden yolun temel özellikleri sıralanmaktadır.

a) İman etmek. İman, kendisinden sonra gelen bütün davranışları ibadete çeviren bir akıl ve gönül eylemidir. İman içsel bir eylemdir. Bu eylem kendisinden sonra gelen bütün eylemlere yön vermekte, şekillen­
dirmekte ve ibadet kimliği kazandırmaktadır. Bir nevi insanın fiillerini ateşleme niteliğini taşımaktadır. Sosyolojik anlamda insanların dostlu­ğunun olmazsa olmazını teşkil eden iman, âyette ilk sırayı alan bir özel­
lik olmaktadır.

b) Hicret etmek. İmandan sonra ikinci özellik olarak belirlenen ey­lem hicret etmektir. Hicret kelimesi hecere kökünden gelmektedir. "Kesmek, terketmek, küsmek, dostluğu ve ülfeti kesmek, ayakların;î bağlanan iple hayvanı bağlamak; uyku ve hastalık halinde sayıklamak: cariyenin yetişkinliğe ermesi; biri ile alay etmek; öğle sıcağında yürümek; hamilenin karnının büyümesi; tam ve kâmil olmak; ülkesinder
ayrılıp göç etmek; su başında nöbetleşmek"; muhacir de Hz. Peygamber'le "Mekke'den Medine'ye göç edenler" anlamına gelmektedir.

Hicran kelimesi hecrden türemiştir. Bedenen, lisanen veya kalben insanın diğerlerinden ayrılmasıdır. Hücr kalıbında alınınca.

bu kelime "çirkin söz" anlamını ifade eder. Bu kelimenin Kur'an'daki mânaları Bakara sûresinin 218. âyetinde açıklandı.

Burada Bedir Savaşı5nı dikkate alarak hicret olgusuna bir mâna ve­recek olursak şu neticeye varabiliriz: O dönemde Mekke bir "cehalet" beldesi halini almıştı. İman ve ibadet özgürlüğünün olmadığı bir ülke­den, bu özgürlüklerin yaşanma ihtimali olan bir ülkeye gidişe hicret denmektedir. Dolayısıyla hicret, sadece bir göç değil, cehalet ülkesinden Kur'an'in, aklın, bilginin, iman ve iradenin oluşturduğu aydınlık ülkesi­ne intikal etmektir.

c) Allah yolunda mal ve canlarıyla cihad etmek. Cehede. kelimesi­nin geniş açıklanması Bakara sûresinin 218. âyetinde yapıldı. Mallarıyla cihad edenler, özel anlamda Bedir Savaşı9m maddî imkânlarıyla destek­lemek, infak etmek, savaşa katılanların ailesine yardımda bulunmak ve silâh tedarik etmek için harcamada bulunmaktadırlar.

Diğer taraftan cehalet bulutlarını kaldırmak, insanları aydınlığa ta­şımak için eğitime yapılan karşılıksız yatırımlar da cihad anlamına gel­mektedir. Enfâl sûresinin 60. âyetinde düzenli ordu kurmak, modern silâh teknolojisini kurup caydırıcı olabilmek için yapılan bütün yardım­lar mal ile cihaddır. Sadece malı ile değil, kendini Allah yoluna feda ederek, şehid olanlar da bu grubun içine girmektedir. Canını Allah yo­lunda veren insanlar, ödülün en yücesine kavuşacaklardır.

Buradaki "Allah yolunda" ifadesi, bunun dışında herhangi bir se­beple müslümanların savaşamayacağı anlamını içermektedir. Allah yo­lunu oluşturan değerler de şunlardır: Vatan, iman ve ibadet özgürlüğü, insan hakları, namus, bağımsızlık,.,.

Önceden ordu tesisi, silâh donanımı için para harcayan ve savaşan­larla savaş sırasında bunu yapanlar arasında bile fark vardır: "Elbette içinizden, fetihten önce harcayan ve savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlara eşit değildir. Onların derecesi sonradan infak eden ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı vaad etmiştir" (Hadîd 57/10).

İhtiyacı önceden görüp Allah yolunda harcayanla, ihtiyaç anında harcayanlar arasında bile fark vardır. Bu üç özellikten "ikincisi" Medine yerlileri için o dönemde olmamıştır. Hicretin yerine onlar da başka amel­ler yapmışlardır.

d) Barındırıp yardım etmek. Bu özellik ensâr, yani "yardım sever" anlamına gelen Medine yerlilerinindir. Onlar belki hicret etmediler ama, hicret edenleri bağırlarına bastılar, barındırıp onlara yardım ettiler, Medineler bu eylemleriyle hem Kur5 an'da övüldüler, hem de insanlığa çok önemli bir âdet bıraktılar. Daha sonra müslümanların onların açtığı yol­dan yürüdüğünü görüyoruz. İspanya ve Almanya'da zulme uğrayan
yahudilere kucak açan Osmanlı ve Türk devletleri bu sünneti yaşatmış­lardı.

e) Menfaatsiz olarak birbirinin dostu olmak. Buradaki velî kavramı"birbirine yakın, birbirine saygı duyan, birbirinin işleri ile ilgilenen, bir­birine yardımda bulanan, birbirini seven", Haşr sûresinin 9, âyetinde
belirtildiği gibi "iman kardeşini kendine tercih eden" anlamına gelmek­tedir. Bu erdemlere sahip olanlar, düşmana karşı savaşta tek yumruk haline gelmektedirler.

Enfâl sûresinin 72. âyetinin bu kısmını bir önceki âyetle bağlantılı olarak açıklarsak şu neticeye varabiliriz: Müşrik esirlerin ihanet etme ihtimali vardır; ama iman edip hicret eden, mal ve canı ile Allah yolunda cihad eden, muhacirleri koruyup yardım eden insanlardan böyle bir iha­net beklenmemelidir. Demek ki ihanet eden insanların ruh halini anlat­mak, onlardaki erdem eksikliğini tesbit etmek için Allah bu âyeti gön­dermiştir. Eğer ihanet eden müslüman ise, imanını bir kere daha sorgu­lamalıdır.

Allah, "dost" olarak tercüme ettiğimiz velî kelimesine burada yeni bir tanım getirmektedir.

Kâfirlerin dostları tâğuttur" (Bakara 2/257), ama iman eden, hicret eden, Allah yolunda malı ve canı ile cihad edip muhacirleri koruyup yardım eden insanlar hem Allah'ın, hem de birbirlerinin dostu olmaktadırlar. Buradaki değer­lerden sadece "iman etmek" ferdî, diğerleri ise tamamen sosyal içerikli eylemlerdir. îman, hicret, cihad, barındırmak ve başkalarına yardım et-

mek insanı, toplumları yücelten, Allah'a yaklaştıran ve müminler arasın­da dostluğu kuran temel değer ve eylemlerdir.

2. iman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar size on­ların mirasından hiçbir pay yoktur/' İman edip de Hz. Peygamber3 le beraber hicret etmeyenlerin durumu da bu âyette ele alınmaktadır. "Hic­ret etmeyenler" ifadesinden anlıyoruz ki, bu kişiler hicret etmemeye kendi iradeleriyle karar vermişlerdir.

Onlar hicret edinceye kadar, hicret edenlerin onlar üzerinde bir ve-lâyetleri olmayacaktır. Ayetin bu kısmındaki velayete farklı mâna ve yorum getirenler vardır: Saygı duyma ve ikram etmek [49]; yardımcı olmak ve nesep bağı ile bağlanmak[50]; miras[51]; sorumluluk[52]; müdahale etmek [53]. Bu mânalar içinde tercihe şayan olanı "sorumluluktur." Hicret edenler birbirlerinden sorumludurlar; hicret edenler etmeyenlerden sorumlu değillerdir.

Hicret edenlerin, hicret edemeyenlerden sorumlu olabilmeleri için, onların hicret etmesi gerekir. Sorumsuzluk hicret etmeleriyle sona er­mektedir. Biraz daha ayrıntılı düşünülürse, burada hicret etmeyenlerin hicrete teşvik edildiği anlaşılır, .

3. "Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir toplum aleyhine olmaksızın onlara yardım etmek üzerinize borçtur. Allah yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir." Âyetin bu kısmından şu neticeleri çıkartmak mümkündür.

a) Bir önceki bölümde velayeti yardım olarak mânalandıranlar ha­ta etmişlerdi. Çünkü âyetin bu kısmında dinî konularda yardım edileceği emri verilmektedir. Burada sadece inanç ve ibadet özgürlüklerine mani olunursa yardım edilmesi gerekiyor. Müslüman olduklarından dolayı baskıya mâruz kalıyorlarsa, o baskıyı kaldırmak için gerekli olan müda­haleler yapılıp onlara yardım edilmelidir. Allah, yardımın "din" konu­sunda olacağını vurgulamaktadır.

Ayeti günümüze uyarlarsak devletlerarası hukukta, inanç ve ibadet özgürlüğüne saygı duymak, inanç farklılığından dolayı insanlara baskı yapmamak, herkesin kendi inancını yaşamasına müsaade etmenin önemi ortaya çıkmaktadır.

b) Hicret etmeyenlerin yardım istedikleri konu, eğer müslümanların antlaşma yaptığı bir toplumun aleyhine olacaksa bu yar­dım yapılmamalıdır. Mîsâk kavramı "antlaşma, muahede" anlamına gelmektedir. Kur'an antlaşmaya saygıyı, onu bozmamayı müslümanlara din konusunda yardım etmekten üstün tutmaktadır.

Antlaşma kâfirlerle olsa bile yardıma manidir. Kür'an dünya hu­kuk tarihinde o çağda bir devrim yaparak, antlaşmalara saygı duymaya öncelik tanımakta ve müslümanların tek taraflı olarak antlaşmayı boz­mamalarını ilke haline getirmektedir. Din konusunda müslümana yardım mı, kâfirle antlaşmayı bozmak mı? Bu ikilem içinde kalana Allah ant­laşmaya saygıyı önermektedir.

İnanç ve ibadet özgürlüğü meselelerinde, yardım dileyenlerle yar­dım isteyen müslümanlar aynı toplumda olabilirler. O zaman, kendisin­den yardım istenenler ötekilere yardım etmelidirler. Allah müslümanların davranışlarını gözetlediğini, bu sebeple de anlaşmalarına sadık kalmaları gerektiğine işaret etmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki Bedir Savaşı'nı en ince noktalarına ka­dar inceleyen, onun sayesinde birtakım hukuk ilkelerini ve amaçlarını belirleyen Enfâl sûresi, hicretin iman edenler arasındaki dereceleri ortaya koyduğuna da dikkat çekmektedir. Hicret eden müminlerle, kendi irade­leriyle hicret etmeyenler arasındaki farkı ortaya koymaktadır. "Din ko­nusunda hicret etmeyen müslümanlara yardım mı, yoksa antlaşmaya sadakat mi" ikileminde antlaşmaya sadakati öne alan Kur'an, bu hususu söz konusu âyetle gündeme getirmiştir. Göç eden müslümanları barın­dırmak ve onlara yardım etmenin önemini gündeme getiren Allah, dost olmanın şartları arasında ona da yer vermiştir.[54]

 

İnkarcının İnkarcıya Yardımı:

 

73. inkarcılar da birbirlerinin yardımcılarıdır. Eğer siz onu (Allah'ın emirlerini) yerine getirmezseniz, yeryü­zünde bir fitne ve büyük bir fesat olur.

1. "İnkarcılar da birbirlerinin yardımçılandır/' inkâr psikolojisinin altında ezilenler, birbirlerinin müttefiki
durumundadırlar. İmansızlık onların arasında ortak bir payda oluştur­maktadır. Bu âyetteki evliya kelimesini "yardımcı, müttefik" anlamına almak daha doğru olur.

Öyle anlaşılıyor ki 72. âyet ile 73. âyet farklı inançlann, sosyal ya­pıya nasıl bir darbe vurduğunu anlatmaktadır. înanç duygusu kalpte kalmıyor, davranışlara, sosyal ilişkilere yön veriyor; dostluklar, mütte­fikler kurduruyor, kimi zaman savaştırıyor, kimi zaman düşmanlıklar ilân ediyor, kini körükleyip kan akıtıyor.

2. "Eğer bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur" ifadesinde yer alan hû zamiri nere gidiyor? Âlimler bu konuda farklı görüş beyan etmişlerdir.

a) İbn Zeyd'e göre, müslümanların karşılıklı yardımlaşmaları, des­tek vermeleri, dayanışmaları ve el birliği içinde bulunmaları anlamına gelmektedir[55].

b) Müslümanların kendilerini az ve zayıf görüp kâfirlerin arasına karışıp erimeleri anlamına gelmektedir[56].

c) Buradaki zamir, antlaşmaya saygı ve onu bozmamaya gitmekte­dir[57].

d) Bazı müminlerin müslümanları terkedip, kâfirleri dost edinmeleri anlamına gelmektedir[58].

Biz bunların ortak noktasının alınmasını uygun buluyoruz. 72 v 73, âyetin ortak kavramları iman, inkâr ve veliliktir. Allah bu kavramlaı kullanarak şu ilkeyi getirmektedir. İnananlar birbirinin dostu, kâfirler de birbirinin müttefikidir. Bu kanunun gerekleri yerine getirilmelidir.

Yardım, antlaşmanın önüne geçmemelidir, Hicret etmeyenler yardım edilecek diye antlaşma bozulmamalıdır. Allah'ın kanunları, ilke­leri yerine getirilmezse ne olur?

Ayetin devamında bu sorunun cevabı verilmektedir, "Bir fitne ve büyük bir fesat olur.11 Fitne "azgınlık,

sapıklık, ayrılık, minnet, delilik" anlamlarına gelmektedir. Bu kelimenin geni i açıklaması Bakara sûresinin 191.

âyetinde yapıldı. "Bozuşmak, çüri -mek" anlamına gelen fesâd kavramı, toplumun yapısını ilgilendirmekte din 72 ve 73. âyetlerde verilen emirler yerine getirilmezse, toplum çırümeye başlar. Kâfir kâfirin müttefiki olunca insanlar arasında tevh I inancına sahip olanlar bir araya gelip ittifak kurmalıdırlar.[59]

 

Gerçek Müminler:

 

74. İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, (muhacirleri) barındırıp onlara yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için af ve bol rızık vardır.

Bu âyet sanki 72. âyetin tekrarı olduğu fikrini uyandırmaktadır. Aynı kelimelerle örülü olması buna sebep olmaktadır. Ama âyetlerin devamına bakınca bunun böyle olmadığı anlaşılmaktadır.

1.Ayetin birinci bölümü muhacirlerin özelliklerini açıklamaktadır:

a) İman etmiş olmak, b) hicret etmiş olmak, c) Allah yolunda cihad et­miş olmak.

2. Âyetin ikinci bölümünde ise ensarın öne çıkan özellikleri sıra­lanmaktadır: a) muhacirleri barındırmak, b) onlara yardım etmek. Bu beş özelliğe bakıldığında sadece 72. âyetteki cihadın mal ve canlarla yapıl­
dığı farkı görülmektedir. Oysa âyetlerin her ikisinin devamı da birbirin­den farklı mesajlar içermekte; 72. âyet bu müminlerin dost olduklarını, iman edip hicret etmeyenlerin durumlarını ve dinde yardım istemeleri
halinde onlara takınılacak tavrı ifade etmekteyken 74. âyet başka bir konuya işaret etmek üzere şöyle devam

etmektedir:

3. "İşte gerçek müminler onlardın Onlar için af ve bol rızık vardır "   Ayetin bu kısmı yukarıda anılan   eylemleri   yapanları   hem   nitelenmekte   hem   de   ödüllerini belirlemektedir.

a) Enfâl sûresinin 74. âyetinin bu kısmını, Enfâl sûresinin 4. âyeti­ne bağlı olarak açıklamak gerekir. Enfâl sûresinin 4. âyetinde "gerçek müminler" şöyle anlatılmaktadır; Allah anıldığında kalpleri titrer, Al­lah'ın âyetleri okunduğunda imanları artar, Rablerine güvenirler, namaz­larını devamlı kılarlar, Allah'ın kendilerine verdiği nzıktan infak ederler.

Enfâl sûresinin 74. âyetine farklı bir açıdan bakarak "gerçek mü-min"in özelliklerine ulaşılmaktadır. Enfâl sûresinin gerek 4, gerekse 74. âyetleri imanın hayata geçirilişini gündeme getirerek, gerçek imanm ancak eylemlerle ortaya konabileceğine dikkat çekmektedir. Bu insanlar çocuklarını, mallarını ve doğdukları çevreyi terkedip hicret etmezlerdi. Onlar hicret etmekle, mal ve canlarıyla Allah uğruna cihad etmekle, mu-

hacirleri barındırmakla ve onlara yardım etmekle dünyaya fazla önem vermeyip âhireti tercih ettiklerini ispat etmiş oldular.

b) "Onlar için bir af vardır." Âyetin bu kısmına bakılırsa zamir çoğul olarak gelmiştir. Bunun anlamı yukarıda söz konusu edilen amelleri yapanlar için Allah bir genel af ilân etmektedir. Buradaki af kavramı, onların günah işleme ihtimalinin olduğuna işaret etmektedir. Bu kadar güzel ve faydalı eylemleri yapan insanların geçmişte işlemiş oldukları günahları olabilir, işte bu günahlara af çıkmaktadır.

Buradan hareketle şu genellemeye varabiliriz: Allah bazı günahları hemen cezalandırmamaktadır. Onları işleyenler zamanla öyle güzel ey­lemler gerçekleştirirler ki, ödül olarak Allah onları affeder.

Günah işleyen insanlar zamanla çok faydalı işler üretebilecek şe­kilde değişim meydana getirebilirler, onun için bazı suçların cezasını erteleme ilkesini Kur'an genel hukuka hediye etmektedir. Ertelenen ce­zaların sahipleri zamanla ürettikleri faydalı işlerle affedilmeye hak kaza­nırlar.

c) "Onlar için bol rızık vardır/' Ayetin bu kısmındaki el-kerîm kelimesi ?/ kerume kalıbında "bir şeyin şerefli ve kıymetli olması" anlamına gelmektedir. Cömert olmak bulutla kullanılınca "çok yağmurlu olmak, iyi ve ahlâklı olmak; yerin bereketli mahsul vermesi" anlamlarına gelmektedir. Ayette söz konusu kelime rızık kelimesi ile kullanıldığında ve rızkın sıfatı olduğunda, "bol rızık"; "kutlu rızık" anlamını ifade etmektedir.

Af ile bol rızık ödülleri, hem dünyada hem de âhirette verilecektir. Çünkü bu dünyada insan affedilmese, iyiye gidişine engel olacaktır. "Bol rızık" hem dünyayı hem de öteki dünyayı ilgilendirmektedir. Malı ile hem Allah yolunda harcama yaparak ordu donatıyor; hem de muhacir olanlara yardımda bulunuyor. Bu insanlara sayılması, hesaplanması mümkün olmayan rızık verilecektir. Buradaki kerim sıfatı "sonsuz" an­lamına da alınabilir.

Enfâl sûresinin 74. âyetinden anlıyoruz ki, âyette belirtilen eylem­leri gerçekleştirenler hem sıfat kazanıyor, hem de ödüllendiriliyor. Boylece Allah, hangi eylemlere hangi sıfat ve ödülün denk düştüğünün öğre­timini yapmaktadır. Diğer taraftan hiçbir iyi eylemin yerde kalmayaca­ğına, mutlaka değerlendirilip ödüllendirileceğine de dikkat çekilmekte­dir.[60]

 

Geciktirilerek Yapılan Eylemler:

 

75. Sonradan iman eden ve hicret edip de sizinle bera­ber cihad edenler de sizdendir. Allah'ın kitabına göre, yakın akrabalar birbirlerine daha uygundur. Şüphesiz ki Allah her şeyi iyi bilendir.

Allah Enfâl sûresinin son âyetinde, hicret ve cihad kavramını ev­rensel boyuta taşıyan ilkesini koymaktadır: .

1. "Sonradan ı-man eden ve hicret edip de sizinle beraber cihad edenler de sizdendir." Kısmında yer alan min bad ifadesi ile kimlerin ve hangi zamanın kastedildiği konusunda âlimler ihtilâf etmişlerdir.

a) İbn Abbas, bunların, ilk muhacirlerden sonra hicret edenler ol­duğunu ifade etmektedir. Zemahşerî ve Nesefî de aynı yorumu benim­semektedir. Râzî de bunların fikrinin doğru olduğunu söylemektedir.

b) Hâzin, "bunlar, Bedir'den sonra hicret edenlerdir" görüşünü öne sürmektedir. Bedir'den öncekine birinci hicret, ondan sonrakine de ikin­ci hicret demektedir.

c) Hasan-ı Basrî de, hicretin hiçbir zaman sona ermediğini, gelecek çağlarda da aynı şartlar ortaya çıktığında da hicret edenlerin olacağını belirtmektedir. Reşîd Rızâ da, vellezine âmenû ile başlaya! cümlenin tamamının geleceğe ait olduğunu söyleyerek Hasan-ı Basrî'ni görüşüne paralel fikir beyan etmektedir.[61]

d) Bey'atürrıdvân'dan sonra iman edip hicret edenlerin kastedilğini söyleyenlerin görüşünü Kurtubî

nakletmektedir.

Biz bunlardan ilk hicretten sonra kıyamete kadar olan çağla gerçekleşecek bütün hicretler bu kavramın kapsamına girdiğini söyle rek, İbn Abbas, Hasan-ı Basrî ve Reşîd Rızâ'mn görüşlerini benims* ğimizi ifade edebiliriz. Âyet bütün zamanları ifade etmektedir.

Bu âyetin tefsirinde bazı âlimler şu hadisi nakletmektedirler: ' tihten sonra hicret yoktur"[62]. Bu anlamı gelecek yüzyıllarda yapılacak hicretlerin hicret olmayacağı ğildir. Yani, Mekke'nin fethinden sonra müslümanlar güçlendi, Mekke'den göç etmek anlamında hicret etmeye lüzum yoktur.

Gelecek çağlarda zulümden dolayı, inanç ve ibadet özgürlüği runa hicretlerin olmayacağını kim söyleyebilir? Çeşitli sebeplerle h eden insanlar nitelik ve ödüllendirilme bakımından ilk hicreti yapa dahil olmaktadırlar.

"Bunları kasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla!" (Haşr 59/10). Burada Hz. gamber'den sonra gelen bütün müslümanlar kastedilmektedir.

Onlar da sizlerdendir" ifadesinden ilk hicret eden daha sonra hicret edenlerden üstün olduğunu anlayanlar da vardır. göre kıyamete kadar gerçekleşecek hicretlerin şartlarını, hicret eden   n niyetleri, dereceleri belirleyecektir. Yanlarında Hz. Peygamber'in  :aı lunduğu müminlerin hicretiyle yanlarında Hz. Peygamber'in olma iğ ama aynı şartlara denk şartlar altında hicret edenler arasında neden olsun? Mutlaka üstünlük aranacaksa aslında ikinciler daha üstün olmaz­lar mı?

2. "Allah'ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine daha uygundur. Şüphe­siz ki Allah her şeyi bilendir." Bazı müfessirlerin dediği gibi, "Mek­ke'den Medine'ye hicret eden muhacirlere yardım etme konusunda, ensarın onlara mallarından miras bırakmalarını bu âyet kaldırmaktadır" görüşü buraya uygun düşmemektedir.

"Yakın akrabalar3' mânası verilen ülü'l-erhâm ifadesi-ni, biyolojik bağlarla değil de iman bağı ile kardeş olanlara kadar geniş­letmek gerekir. Yani bize göre buradaki yakınlık, "Onlar artık dinde kardeşlerinizdir" (Tevbe 9/11), "Müminler ancak kardeştir'3 (Hucurât 49/10) âyetlerinin tanımladığı manevî, sosyal ve kültürel bütünleşmeyi ifade etmektedir. Âyeti miras hukuku açısından ele almak yerine, biraz önce verdiğimiz imanın meydana getirdiği yakın­lık açısından incelemek gerekir.

Râhm kelimesinin çoğulu olan el-erhâm kelimesine biyolo­jik anlamda değil de, birbirine karşı merhametli, nazik ve kardeşçe dav­ranmayı temin eden iman anlamını vermek gerekir. Aynı rahimden do­ğanlar biyolojik kardeş oluyorlar, aynı imana sahip olanlar da kardeş oluyorlar. Âyetten ikincisini anlamak daha doğrudur.

Bu âyetin ve Enfâl sûresinin sonu şöyle bitmektedir: "Allah her şeyi bilendir." Bedir Savaşı ile ilgili her açıklamayı ya­pan, o savaştan çıkan bütün hükümleri bildiren, ve onun gelecekle ilgili uygulanabilir yönlerini gösteren Allah, alîm sıfatını gündeme getirip bilmenin önemini vurgulamıştır.

Enfâl sûresinde yazılı olan her açıklamanın, her hükmün altında olan Allah'ın imzası olduğuna işaret vardır. O âyetlerin tamamını Allah göndermiştir; Peygamberdin veya herhangi bir varlığın dahli söz konusu değildir. Onun için Enfâl sûresi bir fermandır; bu ferman her şeyi bilen Allah tarafından gönderilmiştir.[63]

 

Enfâl Sûresinden Çıkarılacak Neticeler:

 

1. Enfâl suresinde özelde Bedir Savaşı ile ilgili ilkeler ele alınmış, genelde ise birtakım evrensel kurallara yer verilmiştir. Biz buna özelden genele giden metot demekteyiz. Özelden evrensele giderken, yaşanan
günden kıyamete kadar eskimeyecek kanunlar konmuştur. İnsanlık bir Bedir Savaşı daha yaşamayacaktır, ama Bedir Savaşı'na benzer iman ve ibadet özgürlüğü uğruna nice savaşlar yapılacaktır. Yer. ve zamanı çok
farklı olsa bile, şartları ve amaçları itibariyle benzer kurallar işleyecek, sebepler-sonuçlar bir süreç olarak hayatta yerini alacaktır. Enfâl sûresin­de özelden genele giderken, söz konusu metotla bu surede Yüce Allah,
mahallî olandan evrensele ışık tutarken müminlere gelecekte de benzer savaşların olacağını ve o zaman nasıl davranılacağını öğretmekmektedir.

2. Bu sûre, insan ilişkilerini sağlam tutabilmek için insan davranış­larının oturduğu psikolojik temeli öğretmekte, dolayısıyla Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olmak; Allah'a, peygambere itaat etme!:;
barıştan yana tavır koymak; iman etmek; Allah'a dayanmak; doğrucu dinlemek; inananların kardeş olduğu düşüncesini ilâhî emirden çıkar­mak; müminlerin gerçekten dost olduğuna inanmak gibi bir dizi erdemin
insan ilişkilerinin temeline konulması gerektiğini ön görmektedir (âyet:1, 2, 20, 22, 49, 41,45, 46, 63, 72).

3. Bedir Savaşı sonrasında gerçek müminleri ortaya çıkartmak! adır. Sözle değil de, gerçek hayat şartları altında bunun ispatı yapılmakdır. Onun içindir ki Enfâl sûresinin 4 ve 74. âyetlerinde "gerçek mümh-
ler" ifadesine yer verilmektedir. Allah'ın adı anıldığında kalbi titreyeıler, Allah'ın âyetleri anıldığında imanı artanlar, Allah'a güvenenler, na­mazlarını kılanlar, Allah'ın kendisine verdiğinden başkalarına karşılıksız
verenler, iman edip hicret edenler, malı ve canı ile Allah yolunda sava­şanlar, muhacirleri koruyanlar ve onlara yardım edenler gerçek mümin olarak nitelenmektedir. Demek ki bir mümin vardır, bir de gerçek mü­
min vardır. Bu gerçek mümin Kur'an'da başka kavramlarla da ifade edilmiştir. Örnek olarak muttaki, muhsin, muhlis  kavramlarını sayabili­riz. Türkçe ifade edecek olursak "kâmil insan" diyebiliriz.

4. Bu sûre, özel anlamda Bedir Savaşi'nın amaçlarını, ama genel anlamda müminlerin gelecekte hangi amaçların uğruna savaş yapacakla­rını belirlemektedir, inanç ve ibadet özgürlüğü uğruna savaşılacaktır.
Hicret etmelerine rağmen, Mekke müşrikleri psikolojik olarak hâlâ mü­minleri korkutuyorlardı. İman ve ibadet özgürlüklerinin uğruna ülkeleri­ni terketmelerine rağmen, yine korku ve endişe müminleri takip ediyor­
du. Bedir Savaşı bu korkuyu ortadan kaldırmak için yapılmıştır.

Diğer taraftan Bedir Savaşı'nin; "hakkı gerçekleştirmek", "bâtılı ortadan kaldırmak", "Allah ve Resulü'ne karşı gelenleri cezalandırmak", "murdar ile temizi ayırmak", "müslümanların güçlenip barışa taraf olabi­leceklerini göstermek" ve "gerçek müminlerle, diğerlerini ortaya çıkart­mak" gibi başka amaçları da vardır (âyet: 5-8, 30, 47, 61).

5. Allah Kur'an'in genelinde, müminlere yardım edeceğini belirt­mektedir. Bu kanunu, Bedir Savaşı'nda hayata geçirmiş, çeşitli şekiller­de onlara yardım etmiştir. Önce bin, sonra üç bin, daha sonra da sekiz
bin melek göndererek onlara yardım etti (âyet: 9-12, 26, 30, 42-44, 59,62).

6. "Halbuki sen onların içindeyken Allah onlara azap edecek de­ğildir, ve onlar mağfiret dilerken de Allah onlara azap edici değildir"(âyet: 33). Bu âyetiyle Allah Hz. Peygamber'in aralarında ve gönüllerin­de bulunduğu ve hatasını anlayıp özür dileyenlere tabiat olayları ile ceza s ermeyeceğini kanuna bağlamıştır

7. Allah olumsuz mânada bir toplumun değiştirmesinin sebebini 53. âyette tesbit etmiştir. Bir milletin halkı, kendi şahsiyetlerini, kendilende bulanan ahlâkî güzelliklerini değiştirmedikçe onları değiştirmeye­
ceğini buyurmaktadır. Değişimin insanın beyninden, gönlünden ve nef­sinden başladığını belirterek, manevî yapıdan sosyal yapıya gidildiğini tıklamaktadır.

8. Münakaşanın, tartışmanın toplumun sosyal gücünü ortadan kalacâğına dikkat çeken Allah, bunun itaat ve sabırla önleneceğine etmektedir. Bunun için de insanlara gösteriş yapmak ve Allah yo- lundan alıkoymak için çıkan kâfirleri örnek göstermektedir (âyet: 46-47).

9. "insanlar kendi elleriyle yaptıklarından dolayı azap görürler" il­kesi konduktan sonra, Firavun ailesi örnek verilmektedir. Onların yaka­lanıp helak edilmesinin sebebi olarak, işledikler günahlar ve Allah'ın
âyetlerini yalanlamaları gösterilmektedir (âyet: 51-52-54). Mal ve evlât sevgisini tutku haline getirmenin yanlışlığı öğretilmektedir. Böylece neyi ne kadar seveceğimizin eğitimi yapılmaktadn
10. Mal ve çocukların dünya hayatının imtihanı için sorular olduğunun bilinmesi istenmektedir. Bu bağlamda sahabenin mal ve çocuklarını birakıp peygamberle hicret etmeleri, imtihanı kazandıklarının bir delildi
(âyet: 28).

11. Peygamberin vermiş olduğu emirler Allah'tan geliyorsa tartıma yapmadan kabul edip yerine getirilmelidir (âyet: 6, 13).

12. Müslümanların düzenli bir ordu kurmaları ve modern sav; teknolojisi üreterek silâh yapmaları emredilirken bunun asıl sebebin caydırıcılık olduğu ilkesi konulmaktadır. Çünkü düşmanın saldırganlı ancak bu yolla önlenebilir (âyet: 60).

13. İnanan sabırlı müslümanların şartlara göre bire on veya bire i düşmanın üstesinden gelebileceği

buyurulmakta, insanların gücüne gösorumluluk yüklemenin esas olduğuna dikkat çekilmektedir (âyet: 666).

14. Sûresinin tamamı göz önünde bulundurulduğunda, Bedir Savşı'nm eğitim amaçlı bir savaş olduğu ortaya çıkmaktadır. Öncelikle savaş hukukunun ne olması gerektiği öğretilmekte, savaşın sonunda brışı tesis etmenin

önemi vurgulanmaktadır.

Bedir Savaşı ganimet elde etmek için yapılmış bir savaş değild Savaşlar doğru zamanda ve zeminde yapılırsa bir şeyin sonu ve yeni 1t şeyin başlangıcı olmaktadır. Zulme son vermek, fitne ve fesadı ortad. kaldırmak, kötülüğün geometrik olarak yayılmasını önlemek, iyiye net' -aldırmak ve yayılmasını temin etmek, insan aklının önünü açmak, özgülüklere hak tanımak, insan haklarını hayata geçirmek için yapılan savaş bir şeyin sonu, bir şeyin de başlangıcı olmaktadır.[64]

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/463-464.

[2] Yazır, age, IV,200.

[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/465-468.

[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/468-475.

[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/475-483.

[6] Müslim, "Cihâd", 58.

[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/483-492.

[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/492-494.

[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/494-495.

[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/495-497.

[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/497-501.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/501-505.

[13] Tirmizî, "Fiten", 8; Ebû Dâvûd, "Melâhim", 17; İbn Mâce, "Fiten", 20.

[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/505-516.

[15] Ebû Dâvûd, "Vitr", 32; Nesâî, "İsti'âze", 19.

[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/516-522.

[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/522-525.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/525-528.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/529-530.

[20] Buhârî, "Tefsîr", 8; "Sûre", 3.

[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/530-532.

[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/532-534.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/534-544.

[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/13-16.

[25] Müslim. "Cihâd", 47: Ebû Dâvud, "Harac", 29.

[26] Ebû Dâvûd, "Haraç", 21.

[27] Yazır, a.g.e., IV, 233.

[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/16-22.

[29] Yazır, a.g.e., IV, 234.

[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/22-28.

[31] Zemahşerî, a.g,e., II, s. 167.

[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/28-36.

[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/37-45.

[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/46-49.

[35] Ebû Dâvûd, "Cihâd", 152; Tirmizî, "Siyer", 27. 

[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/50-57.

[37] Müs­lim, "îmâre", 167; Buhârî, "Cihâd", 48; Ebû Dâvud "Cihâd", 45; Dârimî, "Cihâd", 20; îbn Mâce, "Cihâd", 14.

[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/57-61.

[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/61-65.

[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/65-69.

[41] Râzî, a.g.e. XI, 365-366.

[42] Râzî, a.g.e. XI, 366.

[43] Buhârî, "Tefsir", 8; Ebû Dâvûd, "Cihâd", 96.

[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/69-76.

[45] Tirmizî, "Tefsir", 8, Sûre 8; Müsned, 1, 383-384.

[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/77-82.

[47] bk. Râzî, a.g.e., XI, 378-"9: Kurtubî, a.g.e., VIII, 103-104.

[48] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/82-87.

[49] Râzî.

[50] Kurtubî.

[51] İbn Abbas, Gazı, Hâzin, Nesefî, Zemahşerî.

[52] Muhammed Esed.

[53] Elmalılı Hamdi Yazır.

[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/87-92.

[55] Kurtubî, Zemahşerî.

[56] Râzî.

[57] Kurtubî.

[58] İbn İshak'tan Kurtubî

[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/93-94.

[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/94-97.

[61] Reşid Rıza, Menâr,X,34.

[62] Buhârî, "Sayd", 10; "Cihâd", 1, 27, Müslim, "İmâre", 85; Tirmizî, "Siyer", 33; Nesâî, "Bey'at", 15

[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/97-99.

[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/100-103.