Bedir Savaşı'nda Gelen İlâhî Yardım:
Allah'ın Müminlere Yardım Etmesinin Sebebi:
Savaşta Müminler Ne Yapmalıdır?
Müminler Ne Yapmalı Ne Yapmamalıdır?
İnkarcıların Kurduğu Tuzağın Boyutları:
Allah'ın Âyetleri Ve Öncekilerin Masalları:
Barışa Barışla Karşılık Vermek:
Ceneha Kelimesinin
Kur'an'daki Anlamları:
Allah'ın Ve İnsanların İstekleri:
Geciktirilerek Yapılan Eylemler:
Enfâl Sûresinden Çıkarılacak Neticeler:
Adını 1. âyette geçen
ganimetlerle iigîlı kelimeden almaktadır. Bedir Savaşi'ndan sonra inmiş Medenî
bir süredir Tamamı Bedir Savaşı'na tahsis edilmiştir, ondan alınacak dersleri
belirlemektedir. İyi anlaşılabilmesi için Bedir Savaşfnm tarihî olgusunun
bilinmesi gerekir. Bu savaşın geçirdiği safhalar ve doğurduğu neticeler,
ganimetlerin taksimi meseleleri ele alını ihanet ve barış konularma açılım
getirimıektedİT.
Tartışmanın, tefrikanın,
sosyal göçü nasıl ortadan kaldırdığı gündeme getirilerek, münafıkların
davranışları, sosyal olgular arasındaki benzerlikler, devletlerin çöküş
sebepleri, kalplerin kaynaşmasının arkasındaki güç,j hicret ve Allah yolunda
cihad konuları açıklanmaktadır.
Sûrenin ilk kelimesinde
"Sana soruyorlar" ifadesi yer almaktadır. Bu soru, yetmiş beş âyetle
cevaplandırılmıştır. Enfal, yani "ganimetlef'le ilgili olarak sorulan buj
soru, sûrenin iniş sebebim teşkil etmektedir.
Bedir Savaşı ile ilgili
olması açısından, Bakara sû-j resinin 216-218. âyetleri, Âl-i îmrân sûresinin
12-13, 123-126. âyetlerinin açılımı durumundadır. Diğer taraftan kalplerin
kaynaşmasının ele alınması bakımından Âî-i İmrâu sûresinin 103. âyetinin de bir
devamı durumundadır, Enfal sûresinin 3 ve 4, âyetleri, Bakara sûresinin 3.
âyetinin açılımını yapmaktadır. Enfâl sûresinin 61. âyeti, Bakara sûresinin
208. âyetindeki barışla ilgili âyetin hayata geçirilmesini içeren hükmü
taşımaktadır.
Âyet sayısı 75'tîr.[1]
1. Sana savaş ganimetlerini
soruyorlar. De ki: "Ganimetler Allah ve Peygamberi'ne aittir. O halde
Allah'tan sakınınız, aranızda barış ve esenliği sağlayınız. Eğer müminler
iseniz, Allah ve Resulü'ne itaat ediniz".
Âyetin analizinden
çıkarılacak neticeler şunlardır:
1. "Sana savaş
ganimetlerini soruyorlar". Kur'ân, sorulan sorulan cevaplandırma
bakımından zenginlik taşımaktadır. Se'ele kelimesi, "sormak, istemek,
sorgulamak, araştırmak, dilenmek" mânalarına gelmektedir. Bu bağlamda
Kur'ân'da pek çok konuda soru sorulduğu ve bunların cevaplarının verildiği
görülür. Bu âyetlere bakınca, şu neticeyi çıkartmak doğru olur. Nasıl ki Allah
insanların sorularını cevaplandınyorsa, eğitimciler de öğrencilerinin
sorularını cevaplandırmalıdırlar.
"Ganimetler" diye
tercüme ettiğimiz enfâl kelimesi, neflin çoğuludur. Sözlük mânası,
"hakkının ya da alacağının ötesinde fazladan alman şey"dir. Başka bir
açıdan "yükümlülüğünden fazla olarak zorunlu olmadan verilen veya alınan
şey"e nefl denmektedir. Nafile namaz denen salâtü'n-nefl de bunu ifade
etmektedir. Zorunlu olmadığı halde kılınan namaza nafile denmektedir. Savaşta
galip gelen tarafın mağlûp olan taraftan ele geçirdiği mal, erzak ve mühimmata
da bu isim verilmektedir.
Müslümanlar savaşırken amaçlarının ötesinde, önemi olmayan, basit ve arızî bir şeyi ele geçirmelerine de enfâl denmiştir. Asıl amaç, vatanını hürriyetini ve canını korumak olduğu halde fazladan elde ettiği ganimetlere de bu isim verilmektedir.
2. "Deki: 'Ganimetler
Allah ve Peygamberi'ne aittir". Bunun sebebi, müslümanlann ganimetler
konusunda tartışmaya girmemeleridir. Eğer âyetin başındaki "sormak"
kelimesi, "Senden ganimetleri istiyorlar" . "Deki: 'Ganimetler
Allah ve Peygamberi'ne aittir" âyetlerinde olduğu gibi, sormak anlamında
alınırsa, açıklama yapıldığım; istemek mânasına alınırsa, ganimetlerin
kendilerine verilemeyeceğini anlamak mümkündür.
Yüce Allah'ın ganimete
ihtiyacı var mı da ganimetlerin Allah'a ait olduğu beyan edilmektedir?
Ganimetlerin Allah ve Peygamberi'ne ait olmasının bir anlamı da, o konuda
fetvayı verecek olanların onlar olduğudur. Başka bir ifade ile ganimetler
konusundaki fetvayı Allah ve Resûlü'nün vermesi için bu ifadeye yer
verilmiştir.
Başka bir açıdan bakarsak
şöyle bir neticeye ulaşabiliriz: Ganimetlerin mülkiyetinin Allah ve Resûlü'nün
üzerine alınmasıyla onlar kamulaştırılmış oldu. Çünkü Kur'ân ve Hz.
Peygamber'in sünnetine göre ganimetler kamu malıdır. Yöneticiler tarafından
kamunun yararına kullanılmalıdırlar. Onun içindir ki ganimetlerin dağıtımı,
Enfâl sûresinin 41. âyetinde yapılmaktadır. "Bilesiniz ki, (savaşta)
ganimet olarak her ne ele geçirdiyseniz, onun beşte biri Allah ve
Peygamberi'ne, yakın akrabaya, yetimlere, ihtiyaç içinde olanlara ve yolda
kalmışa aittir".
Enfâl sûresinin 1.
âyetindeki enfâl ile 41. âyetindeki "humus" kelimeleri arasında
bağlantı kurup, "enfâl"in doğrudan doğruya ganimeti değil de Allah ve
Peygamberi adına alınan beşte bir olan "humus"u ifade ettiğini söyleyenler
vardır. Hatta enfâlin, savaşsız müşriklerin mülkiyetinden çıkıp müslümanlann
eline geçen "fey" olduğunu söyleyenler de vardır[2].
3. '"O halde siz müminler
iseniz Allah'tan korkunuz, aranızı düzeltiniz, Allah ve Peygamberine itaat ediniz!"
Ayetin bu kısmında "müminler iseniz" buyurularak, ganimetlerin Allah
ve Peygamberi'ne ait olduğunu kabullenip eyleme dönüştürmenin alt yapısına
işaret edilmektedir. Ganimetlerin kamunun yararına ve ihtiyaçlarının giderilmesinde
kullanılacağını kabullenmenin zor bir iş olduğu, bunun kabulünün ancak iman
sayesinde olacağına dikkat çekilmektedir. Âyetin sonundaki iman, insana neleri
temin edecektir de insanlar enfâl hakkındaki hükmü kabulleneceklerdir? Sorunun
cevabını âyetin bu kısmı vermektedir:
a) "Allah'tan
sakınınız". Muhammed Esed'in dediği gibi "Allah'tan yana bilinç ve
duyarlılık içinde olunuz" şeklinde anlaşılmalıdır. Allah bu emri ile
konunun kabulünü, takvanın alanına almış ve onun gibi bir ruh olgunluğunun
gerekliliğini şart koşmuştur. Takva denen ruh olgunluğunun, öncelikle hem iman
etmiş olmanın işareti, hem de Allah'ın ganimetler hakkında verilen hükmün alt
yapısı olduğu ortaya çıkmaktadır.
b) "Aranızı
düzeltiniz!" Bu emirden anlaşılıyor ki, Bedir Savaşı'nı kazananlarla
savaşa katılmayanların arasında ganimetlerden faydalanma konusunda bir
tartışma çıkmıştır. Yoksa "Aranızı düzeltiniz!" emri burada yer alır
mıydı? Savaşa katılmadığı halde ganimetlerden istifade edenlerin üçü
muhacirlerdendi: Hz. Osman, Talha ve Saîd b. Zeyd. Onların beşi de ensârdandı:
Ebû Lübâbe Mervân b. Abdülmünzir, Âsim, Haris b. Hatîb, Haris b. Samt, Huvât
b. Cübeyr.
Bunun anlamı din kardeşi
olduğunuzu, aynı değerlere bağlı olduğunuzu asla aklınızdan çıkartmayınız,
aranızdaki tartışmaları, çekişmeleri, uyuşmazlıkları bir kenara atarak
aranızdaki kardeşlik bağlarını canlı tutunuz, demektir. Benzer bir emir,
Hucurât sûresinin 10. âyetinde de verilmektedir. Orada, inananların kardeş
oldukları, aralarını düzeltmenin gerekli olduğu gündeme getirilmektedir.
c)
"Allah ve Peygamberi'ne itaat
ediniz!" Münakaşa, tartışma ve kavgaları ortadan kaldırmak için Allah ve
Peygamberi'ne itaat etmek, çok önemli bir alt yapıyı teşkil etmektedir. Enfâl
sûresinin 46. Âyetinde de bu durum gündeme taşınmaktadır. Demek ki Allah ve
Peygamberi'ne itaat, saldırganlık içgüdüsünü disipline etmekte, yanlış
üzerinde tartışmayı önlemektedir.
Netice olarak diyebiliriz
ki, burada ganimetlerin Allah ve Peygamberi'ne ait olduğu şartı getirilmekle,
müminlerin Allah'tan sakınmalarının bir sonucu olarak aralarındaki tartışmayı
düzeltmeleri, Allah ve Peygamberi'ne itaat etmeleri gibi önemli eylemlerin
gerçekleştirilmesi istenmektedir. Kısaca söylersek takva, barış ve itaat,
imanın ürünleri olmaktadır.
Buradaki ganimetler
meselesi, tarihî bir olgu olarak kalmamalı, günümüze ve geleceğe taşınmalıdır.
Savaş yoluyla veya savaş yapmadan elde edilen menkul veya gayri menkullerin
kamuya ait olduğu ve onlardan nasıl istifade edileceği konusuna Enfâl
sûresinin 1 ve 41. âyetlerinde açıklık getirilmektedir.
Bu âyette yer alan
emirlerden de şunu anlıyoruz: Allah'tan sakınma, aralarında barış yapma, Allah
ve Peygamberi'ne itaat etme gibi eylemleri insanlar gerçekleştireceklerdir.
İnanan insanların bu eylemlerinin arkasında kendi iradeleri vardır. Onun için
bu eylemleri yaptıkları takdirde, ürünleri de kendilerine ait olacaktır. Diğer
taraftan bu eylemlerin, imanın gerekleri olduğunu da görüyoruz.
"İnanıyorsanız bunları gerçekleştirmeniz gerekir" denirken, imam,
eylemlerin olmazsa olması haline getirmektedir.[3]
2. inanmış olanlar ancak o
kişilerdir ki, Allah anıldığında yürekleri ürperip titrer ve onlara Allah'ın
âyetleri okunduğunda, bu onların imanlarını artırır ve onlar yalnız Rablerine
güvenip dayanırlar.
3. Onlar namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine
rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcarlar.
4. işte onlar gerçek
müminlerdir. Rableri katında dereceler, bağışlanma ve onlar için bol rızık
vardır.
Burada inanan insanların
psikolojik analizi yapılmaktadır. Bir önceki âyette, inanmış olmanın gerekleri
olan eylemler gündeme getirilmekte, burada ise onların psikolojik durumları
ele alınarak Allah'ın anılması ve âyetlerinin okunması durumunda nasıl bir değişime
uğrayacalanna dikkat çekilmiştir.
1.
"Allah anıldığında
yüreklen ürperip titrer". 1. âyetle bağlantı kurarak açıklamak gerekirse,
1. âyette Allah'ın adı üç kere anılmaktadır. "Ganimetler Allah'ındır,
Allah'tan sakınınız ve Allah'a itaat ediniz" . Bu âyetlerde geçen Allah
ismine karşı nasıl bir tavır takınılacağı meselesi de 2. âyette ele
alınmaktadır.
Allah'ın adı anıldığı zaman
müminin kalbi ürperir. Bu hali şu şekilde açıklayabiliriz: Bir genç sevgilisi
ile bir araya geldiğinde veya onun ismi anıldığında heyecanlanır, kalbi
yerinden çıkacakmış gibi çarpar. İnanan insan da Allah'ı öylesine sever ki,
O'nun ismi anıldığında kalbi titrer. Burada manevî oluşumun, kalbi harekete
geçirmesine şahit oluyoruz. Manevî oluşum, biyolojik organın hareketini
değiştirmektedir. Allah'ın adı anılınca, inanan insanın kanının dolaşımı
değişmekte, kalp atışları da hızlanmaktadır.
Âyette geçen vecile
kelimesi, "çok korkmak" mânasına da gelmekte ve Hicr sûresinin 53.
âyetinde bu anlamda yer almaktadır: "Korkma! Biz, sana bilgili bir oğul
müjdeliyoruz". Kur'ân'm diğer âyetlerinde vecile kelimesinin psikolojik
anlamını taşıyan başka kelimeler de vardır. Meselâ Zümer sûresinin 23. âyetinde
bununla ilgili olarak şu ifade yer almaktadır:
"Allah sözün en
güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap
olarak indirdi. Rablerine saygı duyanların, bu kitabın etkisinden tüyleri
ürperir, derken hem bedenleri hem de gönülleri Allah'ın zikrine ısınıp
yumuşar".
Öyle anlaşılıyor ki, Kur'ân
okunduğunda müminlerin tüyleri, yani âyette geçen derileri ürperir, daha sonra
da hem derileri hem de gönülleri yu-muşayacaktır. Burada ürperme ile yumuşama
arasında bir iniş çıkış vardır. Bu iniş çıkışın, yani derilerin ürpermesi,
sonra da yumuşamasının son noktası, yani durulma noktası Ra'd sûresinin 28.
âyetinde "doyum" noktası olarak tesbit edilmiştir.
,i£!&\jwl£A\3uW "Bilesiniz ki kalpler ancak Allah'ı düşünüp anmakla
doyuma ulaşır". Ürperti ile yumuşama ritmi, doyum psikolojisinde zirveye
ulaşır.
2. "Kendilerine Allah'ın
âyetleri okunduğunda, bu onların imanlarını artırır". Allah'ın ismi
anıldığında kalpleri ürperip titrerken, Allah'ın âyetleri okunduğunda imanları
artıyor. "İmanlarını artırması" ifadesinden çıkarılacak önemli
neticeler vardır. İslâm düşünürleri, imanın artıp artmadığı meselesini
tartışmışlar ve artmayacağını söyleyenler olmuştur. Âyetin bu kısmında onlara
cevap verilmektedir.
Allah'ın âyetlerini dinleyip
anlayanların imanlarının artacağının belir-tilmesiyle, beyin ile gönül
arasındaki ilişkiye de işaret edilmektedir. Okunan âyetlerin duyumları kulaklar
vasıtasıyla beyne taşınır, beyin onları aklın kalıplarına sokar. Bunların
anlaşılmasıyla, gönüldeki imana doğru akım başlar ve iman tatmin noktasına
doğru yol alır. Onun bu şekilde yücelmesinin anlamı, artmasıdır.
"İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye müminlerin kalplerine güven
indiren O'dur" (Fetih 48/4) buyurulmakla, imanın artacağına dikkat
çekilmekte, kalpteki imanı artıran iki şey gündeme getirilmektedir: Kur'ân
âyetleri (Enfâl 8/2), sükûnet ve göklerle yerin bütün güçlerinin Allah'a ait
olduğunun bilgisi (Fetih 48/4). Demek ki iman artmaktadır ve bu artış doyum
noktasına kadar devam etmektedir.
3. "Rablerine dayanıp
güvenirler". Mümin sadece Allah'a güvenir. Tevekkülün tam anlamıyla
gerçekleşebilmesi için imanın doyum noktasına doğru yol alması gerekir. Bu
yüzden önce kalbin ürpermesi, ardından imanın artması, sonra da Allah'a
tevekkül gündeme getirilmiştir. Bütün işlerinde sadece Allah'a güvenmek, O'na
dayanmak, O'nu vekil edinmek imanın zirvedeki durumunun birer ürünü
olmaktadır.
Allah'ın adı anıldığında
kalbin ürpermesini, Allah'ın azabından korkma; âyetleri okununca imanın
artmasını, O'nun bütün emirlerine boyun eğme; O'na tevekkülü de O'nun lütuf ve
ihsanına itimat olarak alabiliriz. Allah dışındaki bütün varlıklardan
sıyrılmayı, her şeyde Allah'a dayanmak anlamında almak gerekir.
4. "Onlar namazlarını
doğru kılarlar". Namazın "doğru kılınması" ne anlama
gelmektedir? Bu sorunun cevabını Mü'minûn sûresinin 2. âyeti vermektedir:
"Onlar ki, namazlarında huşu bulur-
lar" . Namazda huşu,
namazın doğru kılındığının bir işaretidir. Huşu, "kalbin ürpertisinden
sonra yumuşaması, imanın artmasından sonra duyulan bir alçak gönüllülük,
samimiyet ve ihlâs"tır. Burada sözü edilen namaz, bütün bu oluşumları
içinde taşıyarak kılınan namazı ifade etmektedir. Namaz konusu, Bakara
sûresinin 3. âyetinde anlatılmıştı.
5.
"Kendilerine rızık
olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcayanlardır". Allah yolunda infak,
yani malın harcanması meselesi, Bakara sûresinin 3. âyetinde derinlemesine
açıklanmış, burada inanan insanın özelliklerinden biri olarak ele alınmış, çoğu
âyetlerde olduğu gibi namazdan sonra getirilmiştir.
İnfâk, yani kamunun ve
fakirin lehine maldan fedakârlık yapma meselesinde, şuurun olmasına dikkat
çekilmektedir. Âyette "kendilerine rızık olarak verdiğimizden"
buyurulurken, nimetin, rızkın, Allah'tan geldiği bildirilmekte ve infak
öğretilmektedir. Mümin insan, rızkı Allah'ın verdiğini ve O'nun adına
fedakârlık yapılarak kamuya veya fakire verileceğinin bilincinde olmalıdır.
Kendisinin elde ettiğini
bilerek veya inanarak infak etmesi çok yanlış olacaktır. Sahip olduğu mal mülk
veya paranın kaynağında Allah'ın iradesi, takdiri, planlaması, diğer tarafta
kendi emeğinin, çalışmasının olduğuna inanarak yardımda bulunmasının önemi
vurgulanmaktadır.
6. "İşte onlar gerçek
müminlerdir. Onlar için Rableri katında nice dereceler, bağışlanma ve tükenmez
bir rızık vardır". Enfâl sûresinin 1. âyetinden itibaren müminlerin
özellikleri ele alınırsa, "gerçek mümin "in kim olduğu ortaya
çıkarılmış olur. Allah'tan sakınan, aralarında barış yapan, Allah ve
Peygamberi'ne itaat eden, Allah anıldığında kalbi ürperen, Allah'ın âyetleri
okunduğunda imanı artan, Allah'a güvenip dayanan, namazını kılan ve Allah
yolunda O'nun verdiği nimetlerden harcayanlar gerçek müminlerdir.
Buradan şu neticeyi
çıkartıyoruz: Mümin, imanının gerçekliğini ve gücünü eylemleriyle ortaya koyup
ispat edecektir. Allah, "iman" kelimesinin yanında bir de
"hak" kelimesini getirmiş, iman ile gerçek iman meselesine dikkat
çekmiştir. Yüce Allah imana gerçeklik sıfatını kazandırmak için müminin neler
yapacağım öğretmekte, bu sıfatın kolaylıkla elde edilemeyeceğine işaret
etmekte, böylece amelin imana hangi sıfatı kazandıracağını da öğretmektedir.
İman uçarnayan bir kuşu
andırmakta, amel ise onu yücelere uçurmaktadır. "Allah'a ancak güzel
sözler yükselir; onları da Allah'a iyi amel ulaştırır" (Fâtır 35/10).
Demek ki güzel söz, imanı ifade eden kelime-i tevhîd, yani lâ ilahe illallah olduğuna
göre, bu söz Allah'a yükselme özelliği taşımakta, onu Allah'a ulaştıran da
amel olmaktadır.
Enfâl sûresinin 4. âyetinde
imandan bahsedilirken, ona bir "gerçek" sıfatının ilâve edilmesini
temin eden gücün ve yukarıda sıralanan amellerin neler olduğunu görüyoruz.
İman olmadan amelin bir değeri olmadığı gibi, amelsiz imanın da bir gerçekliği
yoktur. Enfâl sûresinin 4. âyetinde gerçek imana sahip olan müminlerin
durumunun neler olduğu açıklanmaktadır.
1. "Onlar için Rableri
katında nice dereceler vardır". Buradaki "Allah katında"
ifadesini hem dünyada hem de âhirette onların Allah katında büyük onurları ve
dereceleri olacağına bir işaret olarak almak gerekir. İman ve amelin dünyada
ferdin iç âlemine sağladığı esenlik, huzur ve tatminin dereceleri olduğuna
işaret eden bu âyet, âhirette de aynı konuda insana bir esenlik, huzur ve
mutluluk temin edecektir. Âyetteki "dereceler" kelimesini,
"üstünlükler" şeklinde mânalandırmak da mümkündür. Eylemsiz imana
sahip olanla, gerçek mümin, yani yukarıdaki eylemleri gerçekleştirenlerin aynı
derecede olmayacağı gündeme getirilmektedir. Allah katında insanların bu
dünyada ve âhirette kazandıkları derecelerin sebepleri, âyetlerde şöyle
sıralanmaktadır: Amel, iman ve ilim (Mücâdele 58/11), amel (Ahkâf 46/19), iman ve
amel (Tâhâ 20/75), Allah uğruna vatanını, hürriyetini, namusunu ve dininin
korumak için savaşmak (Nisa 4/95-96), farklı anlarda farklı amel üretmek (Hadîd
57/10). Bütün bu âyetler bize, iman ile amelin insanlara Allah katında
üstünlükler temin ettiğini öğretmektedir.
Burada sorulması gereken
soru şudur: Dünyadaki dereceler ne olabilir? Bu sorunun cevabım Kur'ân âyetleri
olmaksızın vermek mümkün değildir. Yüce Allah, gerçek iman ile ameli
birleştirenlere lâyık gördüğü takdirde siyasî erki elinde bulundurma
üstünlüğünü vermekte, bunu onlara bir deneme olarak yöneltmektedir:
"Sizi yeryüzünün
idarecileri kılan, size verdiği nimetler konusunda sizi denemek için kiminizi
kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur" (En'âm 6/165).
İnsanlığa akıl verecek,
kendisine danışılacak, ayağına gidilecek ve insanlığı idare edecek ölçüde
siyasî erki elinde bulunduracak seviye, dünyevî derecelerin doruk noktasını
teşkil etmektedir. Böyle bir derece câhile, gerçek imana sahip olmayana,
inandığını ve bildiğini eyleme dönüştüremeyene elbette verilemez. Siyasî erki
elinde bulunduracak insanların bilgi, gerçek iman ve bunların eyleme
dönüştürecek niteliğe sahip olması gerekir. Bu insanlar, yani gerçek imana
sahip olup gerekli eylemleri üretenlerin diğer bir derecesi de, işveren olup
başkalarını istihdam edecek seviyeye gelmesidir: "Rabbinin rahmetini onlar
mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliliklerini aralarında biz
paylaştırdık. Birbirlerini istihdam etmeleri için kimini ötekine derecelerle
üstün kıldık" (Zuhruf 43/32).
Bu insanların bir de
âhirette Allah katında dereceleri, yani üstünlükleri vardır. Meselâ Allah
yolunda vatanını, milletini, hürriyetini, namusunu korumak için savaşıp şehid
olarak ölen müminin şehidlik derecesini kazanması,
ulaşılamayacak bir derecedir
(Bakara 2/154; Tevbe 9/20). Böyle bir mümin imanını, kendini Allah yolunda feda
ederek eyleme dönüştüren biridir. İman ve amelleriyle Allah'a yaklaşan bir kul
olan insana Allah, naîm cennetini ödül olarak verecektir (Vâki*a 56/88-89). Bu
da âhirette en önemli derecelerden birini teşkil etmektedir.
Yüce Allah cennetin en
yüksek makamını, bazı amelleri gerçekleştirenlere verecektir: Câhil insanlar
kendilerine laf ettiğinde selâm deyip geçenler, gecelerini namaz kılarak
geçirenler, azaptan kurtulmak için dua edenler, harcarken cimrilik veya israfa
kaçmadan orta yolu tutanlar, şirk koşmayan, insan öldürmeyen ve zina
etmeyenler, tövbe edip af dileyenler, yalan yere şahitlik etmeyip boş laflara
kulak asmayanlar, Allah'ın âyetlerine karşı kör ve sağır gibi davranmayanlar,
gelecek nesilleri için Allah'a yalvaranlar, cennetteki bu yüksek makama
sabırları gereği ereceklerdir. Orası çok güzel bir yerleşme yeridir (Furkân
25/63-76).
Demek ki âhiretteki
dereceler, farklılıklar ve üstünlükler, bu dünyadaki iman ve amelle
kazanılmaktadır. Dereceler buradan oraya taşınmaktadır. Dünya ve âhiretteki
üstünlük kazanmanın eğitim açısından en önemli etkinliği, müminleri motive
etmesi ile ortaya çıkmaktadır. Dereceler, bu dünyada iyilik konusunda yarışmayı
ve bu yarışmayı kazanma gayretini oluşturmaktadır (Tevbe 9/100).
2. "Onlar için bir af
vardır". Enfâl sûresinin 1-3. âyetlerinde sıralanan amelleri yerine
getirenlere af ilân edilmektedir. Bundan şunu anlıyoruz: Bu kadar güzel
amelleri gerçekleştiren insanlar, küçük de olsa günâh işlemiş olabilirler.
Günâhlarından dolayı onlara ceza değil de bir af olacağı ilân edilmektedir. Af
ilânının insan psikolojisine etkisi şudur: Günâhlarından dolayı karamsarlığa
kapılmasını önleyip, ona bir çıkış kapısı sunmak.
İyi amellerin kötülükleri,
yani günâhları ortadan kaldıracağına dikkat çekilmektedir (Hûd 11/114). Ama bu
müminler öylesine erdemli davranışlar sergilemektedirler ki, bu amelleri,
onların günâhlarının silinmesine bile sebep olmaktadır. Bu durum bize, çok
başarılı ve verimli olan insanların bazı hatalarının görmezlikten gelinmesi
ilkesini öğretmektedir.
Buradan şu kural çıkıyor:
Müminler iyi ameller ürettikçe, kötülüklerin alanını, ağırlığını ve çokluğunu
ortadan kaldıracaklardır. İyiliği üretmedikçe, yaymadıkça, kötülükle mücadele
verilemez ve onun alanı daraltılamaz. İyi ameller yapanlar, kendi
kötülüklerini, günâhlarını ortadan kaldırması için Allah'ın takdirini harekete
geçirmekte, O'nun af sıfatını çalıştırmaktadırlar.
3. "Onlar için bol bol
rızık vardır". Rızık deyince hem dünyada hem de âhirette olacak rızık
ödüllendirmesi vurgulanmaktadır. Demek ki iyi ameller, insana Allah katında
şeref kazandırıyor, yani manevî bir yücelmeyi temin ediyor, hatalarının affını
temin ediyor, aynı zamanda ekonomik değerinin teminini sağlıyor. Âyetin bu
kısmında geçen kerîm sıfatının anlamını, "bol, tükenmez, değerli"
olarak verebiliriz. Dünyada ekonomik nimeti ifade eden nzık kelimesi, âhirette
de cennet nimetlerine işaret etmektedir. Daha önce Bakara sûresinin 25.
âyetinde anlatılan, cennette ruhî olarak tadılan ve dünyadakilere benzeyen
sonsuz nimetleri içermektedir.
Kur'ân'ın çeşitli
âyetlerinde anlatılan cennet nimetleri, "kerîm"dir, yani
tükenmezdir, sonsuzluk âleminin nimetlerini teşkil etmektedir. Bu âyette
tükenmez nimetlerin neler olduğu anlatılmamakta, ama Kur'ân'm diğer âyetlerinde
onların neler olduğu açıklanmaktadır. Aslında rızkı dünyada bir ekonomik
değer, âhirette de cennet nimetleri olarak düşünmek yeterli değildir. Ruhsal
esenlik, huzur ve mutluluk da bir nzık, bir nimet ve bir lütuftur. Dünya ve
âhirette duyulan mutluluk, "şerefli nimet" olarak düşünülebilir.
Böylece iman ile iyi amellerin kimi zaman ekonomik, kimi zaman da manevî mutluluğa
dönüştüğünü görüyoruz.[4]
5. Bildiğiniz gibi, Rabbin seni hak uğruna, öz
yurdundan çıkartmıştı ve müminlerden bir grup tamamen isteksizdi.
6. İş apaçık ortaya
çıktıktan sonra bile, hak konusunda seninle çekişiyorlardı. Sanki onlar gözleri
baka baka ölüme sürükleniyorlardı.
7. Hatırlayınız ki, Allah size iki gruptan
(kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vaad ediyordu, siz de
kuvvetsiz olan (kervan)n sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah sözleriyle
hakkı gerçekleştirmek ve (Kureyş ordusunu yok ederek) kâfirlerin ardını kesmek
istiyordu.
8. Bu istek, günahkârların
hoşuna gitmese de hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı ortadan kaldırmak içindi.
Bu âyetlerin analizinden
çıkarılacak önemli sonuçlar vardır. Bunlar Bedir Savaşı'nın sebeplerini ve
sonuçlarını verecek, savaş kahramanlarının psikolojik tavırlarını da
belirleyecektir. Zaten Enfâl sûresinin tamamı, Bedir Sa-vaşı'nın çeşitli
boyutlarını ele almakta, sonuçlarını tesbit etmektedir.
1. "Bildiğiniz gibi,
Rabbin seni hak uğruna, öz yurdundan çıkarmıştı". Âyetin bu kısmında yer
alan "ev" kelimesi, Hz. Pey-gamber'in Medine'deki evi olacağı gibi,
Medine'nin tamamı da olabilir. Onun için "ev"e yurt mânası
verebiliriz. "Senin evinden" buyurulurken, "senin öz
yurdundan" ifadesi kastedilmiş olabilir.
Burada sorulacak soru şudur:
Yurdundan, yani evinden Hz. Peygam-ber'i Rabbi niçin çıkartmıştır? Âyetin bu
bölümündeki bi'1-hakk kelimesi, soruyu cevaplandırmaktadır: "Hak
uğruna". O zaman buradaki hak ne anlama gelmektedir? sorusu sorulabilir.
Cevap olarak da hikmet ve doğruluk dolu olan bir gerçek uğruna çıkarılmıştır,
diyebiliriz. Düşmana karşı verilecek olan savaşın getireceği bütün faydalarla
dolu olduğu bir amaç uğruna demektir. Âyetteki hak kelimesinden şu sonuç
çıkartılabilir: Savaş, mutlaka hikmet dolu, yani topluma fayda getirecek bir
amaç uğruna yapılmalıdır. Aksi takdirde bir hiç uğruna savaş yapılıp insan
öldürülmemeli ve barış katle-dümemelidir.
2.
"Müminlerden bir grup
kesinlikle istemediği halde!" Müminlerin bir grubu, savaşmayı
istemediğinden dolayı senin yurdundan, yani evinden çıkmanı istemiyordu. Allah
onların istememesine rağmen seni yurdundan çıkardı, anlamına gelmektedir.
Allah, gelecek nesillere eğitim verirken, geçmişin olgularını örnek olarak
seçmektedir.
Savaş ateşi yanmaya
başlayınca, bazı insanların savaştan korkarak bunu istemeyeceklerine işaret
eden bu âyet, ihanetin içten geleceğini vurgulamaktadır. Kimi zaman savaşa
karşı gelme, toplumun direncini, cesaretini ve müdafaa gücünü kırabilir.
Böylesine olumsuz bir tepkinin nereden kaynaklanabileceği daha önce Bakara
sûresinin 216. âyetinde etraflıca izah edilmişti: "Hoşunuza gitmediği
halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi
sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de
mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz".
Demek ki gerekli olduğu
zaman savaşta iyilikler vardır. İnsanoğlu bilmediğinden dolayı savaşı istemez.
Bu isteksizliğinde kendisi için iyilik olduğunu farkedemez. Ama bazan bir şeyi
canıgönülden ister, ama onda kötülüğün olduğunu farkedemez. Demek ki
insanların istekleri her zaman faydalı olana yönelik olmayabilir. İstek yanlış
olunca, yönlendirici özelliğini kaybedecek ve bir seçenek olmaktan çıkacaktır.
Allah, Hz. Peygamber'e ve daha sonra gelecek devlet adamlarına, halkın yanlış
isteklerine prim vererek, kendi kararlarını ve bundan etkilenmemesi, kararın
hak uğruna verilmesi gerektiğini öğretmektedir.
3.
"ݧ aPaSık ortaya sonra
bile, hak konusunda seninle çekişiyorlardı. Sanki onlar gözlen baka baka ölüme
sürükleniyorlardı". Apaçık ortaya çıkan neydi? Hz. Peygam-ber'in hayatında
Bedir Savaşı bir "cihâd" idi. Sosyal şartlar öylesine gelişmişti ki,
savaş kaçınılmaz bir hal almıştı.
Hz. Peygamber Mekke'yi
terkedip Medine'ye yerleşmesinden sonra, Mekkeli müşriklerle Medine'deki müslümanlar
arasında soğuk savaş hali, varlığını her zaman hissettiriyordu. Hicrî 2. yıla
kadar iki taraf arasında fiilî bir karşılaşma olmamıştı. Buna rağmen Medineli
müslümanlar her an Mekkeli müşriklerin saldırısıyla karşı karşıya
kalacaklarını hissediyorlardı.
Öyle anlaşılıyor ki Hz.
Peygamber, müslümanlarm devamlı olarak müşriklerin saldırı tehdidi altında
yaşamalarına son vermek, müşriklerle sıcak harbe girerek onlara bir darbe
indirip, müslümanlara güvenlik duygusu sağlamak ve müslümanlarm gücünü göstermek
amacını güdüyordu. Pek çok kitapta anlatıldığı gibi müslümanlar, Ebû Süfyân'ın
önderliğinde Suriye'ye giden bir ticaret kervanının Mekke'ye dönmek üzere
güneye doğru yola çıkmış olduğu ve birkaç hafta sonra Medine yakınlarından
geçeceğini öğrenip, kervana sadece ganimet almak için saldırmak istemişti. Hz.
Peygamber'in asıl amacı kervana saldırmak olsaydı, Ebû Süfyân'a, Mekke'den âcil
bir yardım isteme fırsatım vermeyebilirdi. Ama Hz. Peygamber, Ebû Süfyân'a
hızlı bir kurye gönderip Mekke'den yardım isteme fırsatını verdi.
Demek ki Hz. Peygamber'in
asıl amacı ticaret kervanına saldırmak değil, kervanı ürküterek Mekke
müşrikleriyle bir meydan muharebesi yapıp müslümanlann soğuk savaş tehdidi
altında yaşamalarına son vermek ve bir güvenlik ortamı oluşturmaktı.
Ebû Süfyân müslümanlann saldırı haberini alınca, Medine yolundan uzaklaşarak kıyı şeridine yaklaştı ve oradan Mekke'ye doğru yol aldı. 700 deve, 100'den fazlası süvari olmak üzere zırh kuşanmış 1000'den fazla savaşçıdan meydana gelen Kureyş ordusu, Ebû Süfyân'ı karşılamak üzere yola çıktı ve Ebû Süfyân kıyı şeridinden yol aldığı için, onunla karşılaşmadan Bedir'e geldiler.
Aynı zamanda Hz. Peygamber
de 70 deve, 2 at ve son derece zayıf donanımı olan 300 kadar savaşçı ile
Bedir'e gelmişti. Bu hareketleriyle müslü-manlann bir kısmı kendisini
müdafaadan âciz bir ticaret kervanına saldıracaklarını zannediyorlardı.
Bedir'de kendilerinden hem sayıca hem de donanım bakımından üç kat daha fazla
olan bir ordu ile karşılaşınca, bir savaş şûrası toplayıp meseleyi
tartıştılar. Şûrada Medine'ye dönmek isteyenler oldu, ama Hz. Ebû Bekir ve
Ömer'in başını çektiği grup da derhal müşrik ordusu ile savaşa girmek
istiyordu. Ebû Bekir ve Ömer'in bu düşünceleri ve tutumları müslümanlann
üzerinde etkili oldu ve Hz. Peygamber müşrik ordusuna karşı taarruz emrini
verdi.
Enfâl sûresinin 6. âyetinde
geçen "hak ortaya çıktıktan sonra" ifadesi, sıcak savaşa girme kararı
ve onun önemi ortaya çıktıktan sonrasını kastetmektedir. "Göz göre göre
ölüme sürükleniyorlarmış gibi seninle tartışıyorlardı" ifadesi de, savaş
şûrasında Medine'ye dönmek ve savaşmak isteyen gruba işaret etmektedir.
"Seninle mücadele ediyorlardı" ifadesinden çıkarılacak önemli netice
şudur: Bir savaş sırasında peygamberi ile tartışma yapacak kadar müslümanlar
hürriyete sahiptiler.
Hz. Peygamber köle ruhlu bir
toplum değil, düşüncesi yanlış bile olsa onu söyleyebilen, sürülükten kurtulmuş
bir toplum meydana getirmek istiyordu. Danışılan, danışıldığında fikrini beyan
eden, yeri geldiğinde fikrinden kendi iradesi ile vazgeçip doğru olana katılan
bir toplum oluşturmanın idealini, savaş sonrasında bile hayata geçiriyordu.
"Ey iman edenler Peygamber'e, 'Bizi güt!' demeyiniz" (Bakara 2/104)
emrini kendi uygulamalarıyla ashabına yaşatıyordu.
4.
"Hatırlayınız ki, Allah
size iki gruptan (kervan veya müşrik ordusundan) birinin sizin olduğunu vaad
ediyordu. Siz de kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz"
. Yüce Allah denemek mahiyetinde iki seçenekle müslümanları karşı karşıya
bıraktı. Ticaret kervanı mı, yoksa Mekke'den gelen müşrik ordusu mu? Her ikisi
vaad ediliyordu. Bu konuda da Hz. Peygamber müslümanlar-la istişare etti,
çoğunluk müşrik ordusunu tercih etti. Ashâb, kervanı bırakıp müşrik ordusuna
saldırmayı uygun buldu. İsrâüoğuHarinın Hz. Musa'ya: "Sen git Rabbinle
beraber savaş, biz burada oturacağız" (Mâide 5/24) demeleri gibi
demeyeceklerini beyan ettiler.
Yüce Allah, müslümanlann bir
kısmının güçsüz olanı, yani kervanı tercih etmelerini âyette gündeme
getirmekte, böylece insanların daima güçsüz olanı ezmeye çalıştığı
psikolojisinin analizini yapmaktadır. Diğer taraftan zayıf olanı yenmekle
başarılı bir zafer elde edilemeyeceğine, ama güçlü olana karşı koyup mağlûp
etmekle basan elde edileceğine de dikkat çekilmektedir. Başarının zor olanı
gerçekleştirmekle kazanılacağı ilkesini getiren bu âyet, yine seçenek sunmanın
önemini de vurgulamaktadır.
5.
"Oysa Allah, sözleriyle
hakkı gerçekleştirmek ve kâfirlerin ardını kesmek istiyordu. (Bunlar)
günahkârlar istemese de hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı ortadan kaldırmak
içindi". 7. âyetin son kısmı ve 8. âyetin tamamı ile, Bedir Sava-şı'nın
amacı belirlenmektedir. Bu amaçları maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:
a) "Sözleriyle hakkı
gerçekleştirmek!" Yüce Allah emirleriyle hakkı gerçekleştirmeyi, açığa
çıkartmayı ve bunun insanların hayatında yer almasını istiyordu. "Allah
istiyor" ifadesi ile Allah Bedir Savaşı'nın yapılma kararını Hz.
Peygamber'in vermediğini, onun arka planında ilâhî iradenin olduğunu
göstermektedir. Allah, emirleriyle hakkı açıklamaktadır, ama bir de hakkın
eylem ile gerçekleştirilmesi vardır. Hakkın emrini Allah veriyor, eylem haline
gelmesini müslümanlardan istiyor. Ayetin bu kısmında "hak" kavramı
hem yüklem hem de tümleç durumundadır. Bunun anlamı, emredilen hakkın hayata
geçmesidir.
Mücadele vermeden Allah'ın
emrettiği hakkı hayata geçirmenin imkânsız olduğu anlardan biri de Bedir
Savaşı'nın şartları olmuştur. Birinci derecedeki amaç, inkârın insanların
gönlünü kirletmesini ortadan kaldırıp hakkı onun yerine dikmektir. Böyle bir
amaç uğruna savaş yapılabilir.
b) "Ve kâfirlerin ardını
kesmek istiyordu". Kâfirleri mağlûp edip, onların korkutucu etkinliklerini
yok etmek, soğuk savaşın getirdiği ezici psikolojik bunalımı ortadan
kaldırmak, güvenliği temin etmek, artık Hz. Muhammed'in başlattığı bu hareketin
bir hayal olmadığını, yeni bir siyasal gücün doğduğunu kabul ettirmek için
müşriklerin hezimete uğratılmasını amaçlıyordu.
Âyetin bu kısmında yer alan
dâbir kelimesi, "sonucu" anlamına gelmektedir. Bir kimse arkasını
dönüp gittiğinde söylenen debere fiilinden türemiştir. Kesmek fiili ile
beraber kullanılınca, "kökünü kesmek, kökünü kurutmak" mânasına
gelmektedir. Müslümanların bir kısmı birtakım mallan ele geçirmek için kervana
saldırmak istiyorlardı, ama Allah, kâfirlerin ordusuna saldırarak şirkin
kökünü kazımak istiyordu.
Kâfirlerin kökünü, ardını
kesmenin anlamı, onları öldürmek değildi. Müslümanların ağır bastığını görerek,
onların nesillerinin İslâm'a girmelerini temin etmek suretiyle inkârın ardını
kesmeyi ifade etmektedir. Kâfirleri öldürünce, dini kime tebliğ edecekti? Amaç
insanları öldürmek değildir, inkârın kökünü kesmektir. Ama inkârı müdafaa
etmek için savaşı tercih edenler de zamanı gelince ölümle karşı karşıya
kalacaklardır.
c) "Hakkı gerçekleştirmek
ve bâtılı ortadan kaldırmak içindi". Müşrikler bâtılı savunuyordu, Kur'ân
ise hakkın ta kendisi idi. Kur'ân gelince, bâtıl gitmeliydi. Kur'ân bunu bilgi
düzeyinde yapıyordu, ama hayata tatbik edilmesi bakımından insanın emeğine,
eylemine, gerektiğinde mücadelesine ihtiyacı vardı.
İsrâ sûresinin 81. âyetinde
şöyle buyurulmaktadır: "De ki: 'Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti. Zaten
bâtıl yıkılmaya mahkûmdur". Enfâl sûresinin 8. âyetinde hakkı
gerçekleştirme ve bâtılı ortadan kaldırma amacına yönelik ilâhî takdirin
gerçekleşmesi, Kur'ân sayesinde olmaktadır. Bedir Savaşı, bu eylemin
vasıtalarından biri durumundadır.
Günümüzde Bedir Savaşı gibi
savaşlar olmakla beraber, esas savaş medya alanındadır. Söz ve kalemleriyle
bâtılı müdafaa edenler karşısında, müslümanlar da aynı vasıtalarla hakkı
savunarak mücadele vermelidirler.
"Allah'ın nurunu
ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki hoşlanmasalar da Allah nurunu
tamamlamaktan asla vazgeçmez. Müşrikler hoşlanmasalar da dini bütün dinlere
üstün kılmak için resulünü hidâyet ve hak din ile gönderen O'dur" (Tevbe
9/32-33).
Hak gerçekleşince, bâtıl
kendiliğinden gidecektir, çünkü bâtılın bulunacağı yerleri hak işgal etmiş
olacaktır. Böylece şu gerçek ortaya çıkmaktadır: Bedir Savaşı'nın asıl amacı
hakkı yaymak, gerçekleştirmek ve onu yaparken bâtılın gitmesini, iptalini, yok
olmasını temin etmektir.
Dikkat edilirse 7. âyetin
sonunda "Allah istiyor" ifadesi yer almaktadır. Allah istiyor, ama
ilâhî iradeyi insan tatbikat alanına koyuyor. Böylece Bedir Savaşı ilâhî irade
ile kulun eyleminin buluştuğu bir faaliyet olmaktadır. Demek ki Bedir Savaşı,
daha çok eğitim amaçlı bir faaliyet olmuştur. Allah bu eğitim amaçlı
faaliyetini "Günahkârlar istemeseler bile!" gerçekleştireceğini
âyetin sonunda vurgulamaktadır.
Bunu şu şekilde
yorumlayabiliriz: Bir öğrenciyi öğretmenleri terbiye etmek için çeşitli
metotlar kullanırlar. Maksatları disipline uymayan yaramaz öğrenciyi
kazanmaktır. Yaramaz öğrenci, disiplinsizlik alışkanlığını sürdürdükçe,
cezalandırma da tedricen arttırılır. Ceza, eğitim yerini değiştirmeye kadar
varabilir. Allah bâtılı savunan müşrikleri, suçluları ve kâfirleri terbiye
etmek için peygamberini göndermiş, onun eğitimi için gerekli vahyi de vermiştir.
Buna rağmen terbiye olmayanların cezalandırılıp yola getirilmesi metoduna
başvurmaktadır. Bedir Savaşı böylesine eğitim amaçlı bir cezalandırma metodu
olmuştur. Dünya da Allah'ın bir sınıfı olduğuna göre, gönderdiği vahiyle bu
sınıfta ders vermektedir.
Serkeşlik edip dersi
dinlemeyenlerin, haddi aşanların cezalandırılması gerekir. Cezalandırma şekli
de eğitim amaçlı olan Bedir Savaşı ile belirlenmiştir. Tabii ki suçlular bunu
istemeyeceklerdir. Bedir Savaşı putperestliğe, müşrikliğe, bâtıla karşı elde
edilen zaferin simgesi olurken, aynı zamanda Arap ve insanlık tarihinde yeni
bir çağın başlangıcı olmuştur. Hakkın bâtıla karşı olan zaferi, Müslümanlık
için de yeni bir oluşumun hareket noktasını teşkil ediyordu. Artık yeni
değerlerin üzerinde tesis edilen bir ahlâk ve hayat anlayışı ile yeni bir
toplum düzeni kuruluyor, bunun tohumlarının atıldığı ilk mekânı Bedir Savaşı
teşkil ediyordu. Hakkı gerçekleştirip bâtılı ortadan kaldırma şeklindeki
iradenin hayata geçirilmesi, Bedir Savaşı ile başlamıştır.[5]
9. Hani siz Rabbinizden
yardım ve destek diliyordunuz. O da sizin dileğinize şöyle cevap vermişti:
"Hiç kuşkunuz olmasın, ben size meleklerden birbiri ardınca bin tanesiyle
yardım ulaştıracağım".
10. Allah bunu, sadece bir müjde olsun ve o
sayede kalpleriniz huzur ve rahatlık bulsun diye yaptı. Yardım yalnız ve yalnız
Allah katındadır. Hiç şüphesiz Allah azizdir, hakimdir.
11. O zaman sizi, Allah'tan bir güven olmak üzere
hafif bir uyku buruyordu; sizi onunla temizlemek, şeytanın pisliğini sizden
gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak, ayaklarınızı sağlam bastırmak için
üzerinize gökten bir su indiriyordu.
12. Hani Rabbin, meleklere şöyle vahyediyordu:
"Ben sizinle beraberim, imanı olanları sağlamlaştıriniz. inkâr edenlerin
kalplerine korku salacağım. Vurun boyunlarına, vurun onların bütün
parmaklarına!
Bu âyetlerin iniş sebebi
konusunda müfessirlerin ittifak ettiği olgu şudur: Bedir Savaşı'nın olacağı
gün, yani müşrik ordusu ile müslümanların Be-dir'de buluştuğu gün, Hz.
Peygamber bir taraftan 300'ü aşkın müslümana, diğer taraftan 1000'in üstünde
olan müşriklere baktı ve ellerini kaldırarak müs-lümanlarla beraber şu duayı
yaptı: "Ey Allahım! Bana ne söz verdiysen, onu gerçekleştir! Ey Allahım!
Eğer canlarını sana teslim etmiş olan bu küçük topluluk yok olacak olursa,
yeryüzünde sana kulluk edecek kimse kalmayacak"[6]. Hz. Peygamberin bu duasına cevaben Enfâl sûresinin 9. âyeti
indirilmiştir.
1. Âyette geçen istegase
kelimesinin kökü, gâsedir. Anlamı "Allah'ın yeryüzüne yağmur
yağdırması"dır. egâse kalıbından alınınca, "kullarının dualarını
yerine getirmek" anlamına gelmektedir. Gays kalıbı da "yağmur"
demektir. İstegase kalıbı da "yalvarmak, yardım istemek, imdat
istemek" mânalarını ifade etmektedir.
Âyetteki metinde "Rabbinizden yardım diliyordunuz" mânasında yer almaktadır. Bedir Savaşı'nda Hz. Peygamberle beraber müs-lüman savaşçılar Allah'tan yardım dilemek için dua ediyorlardı. Bunun bize anlatılmasının sebebi ne olabilir? Bizce bize şu mesajı vermektedir: Zor durumlarda, bütün imkânları hazırladıktan sonra Allah'a yalvarıp yardım dilemek, müslüman olmanın bir gereğidir. Bu duayı yerine getirmekle Allah,.müslümanlan zafere ulaştıracaktır. Böyle durumlarda dua, müminin en etkili silâhı olmaktadır.
2. "O, sizin dilediğinize
şöyle cevap vermişti: 'Hiç kuşkunuz olmasın, ben size meleklerden birbiri
ardınca bin tanesi ile yardım ulaştıracağım". Öyle anlaşılıyor ki
Allah'ın Bedir Savaşı'nda müminlere melekler vasıtasıyla gönderdiği yardım üç
kademede gerçekleşmiştir.
a) Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette beyan edildiği gibi peş peşe bin melek gönderildi.
b) Âl-i İmrân sûresinin 124.
âyetinde üç bin melek gönderildiğine işaret edilmektedir. "Rabbinizin,
indirilmiş üç bin melekle destek vermesi size yetmiyor mu?" Demek ki
ikinci safhada, bin meleğe iki bin tane daha ilâve edilmişti.
c) "İŞ sanıldı-ğı gibi
değildir. Onlar, hemen şu anda üstünüze gelseler bile, eğer siz sabreder ve
korunursanız, Rabbiniz sizi, üzerlerine nişan vurulmuş beş bin melekle
destekler" (Âl-i İmrân 3/125).
3.
Yüce Allah önce bin, sonra üç bin daha sonra
da beş bin melekle müslümanlara Bedir Savaşı'nda yardım etmiştir. Bu yardımın
amaçlarından bir kısmı, Âl-i imrân sûresinin 126. âyetinde şu şekilde
açıklanmaktadır.
"Allah bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı. Zafer yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır". Görüldüğü gibi bu yardımın müslümanlar açısından amaçları bu şekilde açıklanmıştır. Buradaki müjde, kalplerin doyuma ulaşması ve zaferin sadece Allah katından geleceğinin bilincini kazandırmaktır.
Bu yardımın kâfirler
açısından amaçları da şöyle tesbit etmektedir: "Allah, kâfirlerden bir
kısmının kökünü kessin veya onlar perişan, bozulmuş bir halde dönüp
gitsinler" (Âl-i İmrân 3/127). Zaten bu amaç, Enfâl sûresinin 7. âyetinin
sonunda tesbit edilmişti.
Âl-i İmrân sûresinin 126.
âyetindeki amaçlar, Enfâl sûresinin 10. âyetinde gündeme getirilmiştir:
"Allah bunu (meleklerle yardımı) sadece müjde diye yapmıştı. Zaten yardım,
yani zafer, yalnız Allah tarafındandır. Çünkü Allah mutlak galiptir, yegane
hikmet sahibidir".
Bu âyette de müjde, kalbin
tatmininin ve yardımın sadece Allah katından geleceği bilincinin amaç olarak
tesbit edildiği vurgulanmaktadır. Âyetin sonundaki yüce Allah'ın
"azîz" sıfatı ile "hakîm" sıfatı, yapılan yardımın içeriği
ile alâkalı olan sıfatlardır. Azîz "mülkünde galip olan, asla mağlûp edilemeyen",
hakîm de "yaptığı işi yerli yerinde yapan" anlamına geldiğine göre,
Bedir Savaşı'nda müslümanlara yaptığı yardımın bu sıfatlar gereği olduğuna
işaret edilmektedir.
Netice olarak diyebiliriz
ki, Enfâl sûresinin 7 ve 8. âyetleri Bedir Savaşı'nın amaçlarını belirlerken,
10. âyette de yardımın amaçlan tesbit edilmektedir. Kelimeleriyle hakkı
gerçekleştirmek, kâfirlerin kökünü kazımak, hakkı ortaya koyup bâtılı ortadan
kaldırmak, Bedir Savaşı'nın amaçlan; müjdelemek, kalpleri huzura kavuşturmak
ve yardımı sadece Allah'ın yapabileceğinin bilincini vermek de yardımın
amaçlan olmaktadır.
4.
"O zaman, katından bir
güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi temizlemek,
şeytanın pisliğini sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak,
ayaklarınızı sağlam bastırmak için üzerinize gökten bir su indiriyordu".
Yüce Allah meleklerle yardımını 10. âyette gündeme getirdiği gibi, başka
yardımlarını da 11. âyette açıklamaktadır.
a) "O zaman sizi,
Allah'tan bir güven olmak üzere hafif bir uyku buruyordu". Âyetin bu
kısmında geçen nü'âs kelimesi, "uykudan önce gelen uyuşukluk"
anlamına gelmekle beraber, bu kelimeye "hafif bir uyku" mânasını
verenler de vardır. yugaşşî kelimesi de "bürümek, saldın vermek,
daldırmak" anlamlarına gelmektedir. Muhammed Esed buna "iç sükûneti,
iç huzuru" mânasını vermektedir. Bize göre Muhammed Esed haklıdır.
Savaşta uykuya değil, iç huzuruna ihtiyaç vardır. Muhammed Esed bu mânayı neye
göre verdiğine delil getirmemektedir, ama biz onun delilini getirebiliriz. Âl-i
İmrân sûresinin 126 ve Enfâl sûresinin 10. âyetlerinde geçen kalbin huzur
bulması, doyuma ulaşması anlamındaki "Onunla kalpleriniz yatışsın"
ifadesi, bunun delili olmaktadır. Bu durumda âyetin bu kısmına şöyle mâna
verilebilir: "O zaman sizi, Allah'tan bir güven olmak üzere bir iç huzuru
buruyordu".
Uyku insana iç huzuru ve
güven getirir. Demek ki Allah, müslümanlara Bedir Savaşı'nda bir iç huzuru
verip güven sağlayarak yardımda bulunmuştu. Dışarıdan meleklerle, içerden de
huzur ve güven duygusunu meydana getirerek yardım ediyordu.
b) "Üzerinize gökten su
indiriyordu". Demek ki Allah üçüncü yardımını gökten su indirmekle
gerçekleştirmişti. Bu yardımın amacı ne idi? Âyetin devamı, su ile yardımın
amacını belirlemektedir. "O su ile sizi arındırsın". Buradaki
temizlemek, arındırmak eylemini iki mânada almak gerekir. İlki, maddî
pislikten temizlenmeyi amaç edinmektedir. Bedendeki terin üzerinde biriken
tozların meydana getirdiği pisliği temizlemek için taharet almak da olabilir.
Âlimler buna cünüplükten temizlenmeyi de katmaktadırlar. Eğer nü'âs kelimesini
"uyku" anlamında alırsak, cünüplükten temizlenmeyi de âyetin bu
kısmına dahil edebiliriz. Nü'âs kelimesini "iç huzuru" anlamına
alırsak, bu durumda susuzluğun meydana getirdiği iç huzursuzluğundan
temizlenmek anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
"Şeytanın pisliğini
sizden gidermek". Şeytanın pisliğini açıklayabilmek için Âl-i İmrân
sûresinin 154. âyetine dönmeliyiz:
sadece kendilerini düşünenler, Allah'a karşı haksız yere Câhiliye
devrin-dekine benzer düşüncelere kapılıyorlar. Bu işten bize ne diyorlardı. De
ki: 'İş tamamen Allah'a aittir. Onlar sana açıklayamadıklarını içlerinde
gizliyorlar" . Düşmanın Bedir'deki sulan tutmuş olması sebebiyle
müslümanlann susuz kalması, kalplerinde bazı kirli düşünceler teşekkülüne yol
açtı. Diğer taraftan şeytanlar onlann gönlündeki cesareti kınyor, manevî
sorumluluk duymalarını önlüyordu. Müslümanlar inançlan doğrultusunda yapmalan
gereken davranışı sergilemekte eksiklik gösteriyor, kendi kendilerine mazeret
arama yoluna giriyorlardı. Böylece şeytan onlara umutsuzluğu, vesvese ile
aşılıyordu.
Yüce Allah onların
kalplerindeki bu şeytanî kiri gidermek için, bereketli bir yağmur gönderip onları
susuzluktan kurtardı. Susuzluktan kurtulmaları, onların kalplerindeki şeytanî
vesvesenin meydana getirdiği kiri de ortadan kaldırıp temizledi. Bundan şunu
çıkartıyoruz: Şeytan, maddî nimetlerin yokluğunu kullanarak, insanın kalbini,
onu kirletecek vesveselerle doldurmaktadır. Fakirliğin getirdiği bütün yanlış
davranışların altında şeytanî vesveselerin insanların kalbini kirletmesinin
olduğuna işaret etmektedir. İnsanların yoksulluklarını gidermek, onların
gönüllerini temizleyecek ve onları şeytanın vesvesesinden kurtaracaktır. Demek
ki fakirliğin kol gezdiği toplumlarda, şeytanın kirletmesi de kol geziyor
demektir.
Bu yüzdendir ki din
eğitimcileri, din görevlileri, zenginleri fakirlerin elinden tutmaya teşvik
etmeli, bunun Allah katında ne kadar önemli bir amel olduğunu anlatmalıdırlar.
Yağmur indirerek Bedir'deki müslümanlann gönüllerini temizlemedeki ilâhî
eylemi yeryüzüne de indirerek, yardımlaşma ve fedakârlık yaparak insanların
birbirlerinin kötü niyetlerini, hasetlerini, kinlerini temizlemelidirler.
"Kalplerinizi birbirine
bağlamak". Allah, suyu gönderme-sindeki amacının üçüncüsünü, müslümanlann
gönüllerinin kaynaşması, pekişmesi ve bağlanması olarak tesbit etmektedir.
Demek ki şeytanî vesvesenin meydana getirdiği kir, müslümanlan birbirinden
ayırmış, farklı niyet ve düşüncelere kaptırmış, korku ve endişelerin doğmasına
sebep olmuştur. Yağmurun yağması ile korkular ve endişeler ortadan kalkmış,
yerine kaynaşmayı getirmiştir.
Bundan önceki iki amaç ferdi
ilgilendirdiği halde, bu amaç sosyal boyutlu bir nitelik taşımaktadır.
Müslümanların kalpleri Allah'a karşı olan güvenle dolunca, yani tevekkül tam
anlamıyla gönüllerde teşekkül edince, aynı doğrultuda birbirlerine olan
bağlılıkları da artmış oldu! Yağmur şeklinde gelen ilâhî lütuf onların
gönüllerine hâkim oldu, aynı duygu ve düşüncelerle gönülleri doldurdu, neticede
de birlikte hareket edecek şekilde kaynaşmış oldular.
"Ayaklarınızı sağlam
bastırmak için". Ayakların yere sağlam basmasına âlimler çeşitli yorumlar
getirmişlerdir. Kimileri bunu tamamen maddî anlamda alıp, yağmurun kumları
pekiştirip insanların rahat hareket etmeleri şeklinde yorumlamışlardır. Çünkü
kuru halde kumda yürüyüp hareket etmek çok zordur. Yağmur kumları pekiştiriyor
ve böylece rahat hareket etme imkanı sağlıyor.
Bu yoruma katılmakla
beraber, biz ayakların yere sağlam basmasından başka bir şey anlıyoruz:
Güvenlik duygusuna, içi huzura sahip olmak, ruh temizliğini elde etmek,
şeytanın vesvesesinden kurtulmak ve nihayet kalplerin bağdaşması, bağlanması,
kaynaşmasının getirdiği gücü ifade etmektedir. Bu güç ile insanların manen
ayaklarını sağlam yere basmaları temin edilmiş olacaktır. Râzî'nin dediği
gibi, kalbi zayıf olan, yani korkan insanlar kaçarlar, yerlerinde duramazlar ve
ayaklarını yere sağlam basamazlar.
Bizim de kabul ettiğimiz
Râzî'nin bu yorumunu nasıl ispat edebiliriz? Çünkü Râzî bu yorumunu ispat
etmemektedir. Bize göre bunun ispatı Mu-hammed sûresinin 7. âyetidir: "Ey
iman edenler! Eğer Allah'ın davasına yardım ederseniz, O da size yardım eder ve
ayaklarınızı yere sağlam bastırır". Buradaki ayakların yere sağlam basmasının
anlamı, tamamen güven, cesaret ve iman psikolojisi ile hareket etmektir.
Netice olarak diyebiliriz
ki, Allah Bedir Savaşı'nda müslümanlara meleklerle yardım etmesinden başka, iç
huzurunun getirdiği güven ve çeşitli faydaları olan su ile de yardım etmiştir.
Müslüman savaşçıların Allah'tan yardım dilemesine karşılık, Allah onlara bu
şekilde yardım ederek, dualarını kabul ettiğini göstermiştir. Bu durum o
dönemde olup bitmiş bir olgu değil, tam tersine kıyamete kadar gelecek olan
nesillere vaad edilen bir yardım şeklidir.
Kötülüklerle verilecek her
çeşit mücadelede iyiler bu yardımı dilemeli ve bu yardım onlara gelmelidir.
Allah'ın bu dileklere her zaman kapısının açık olduğu, bu olgu ile
anlatılmaktadır. Müslümanların hak yolunda hareket etmeleri şartıyla az
olmaları, maddî teçhizatlarının noksan olması önemli değildir. Önemli olan
Allah'ın yardımını dilemeleri, o yardımın onları dışarıdan ve içeriden kuşatmış
olmasıdır. Aslında imkânsız gibi görünen bu durumun imkân dahilinde olduğunu
anlatmak için bu âyetler bize gönderilmiştir.
5.
"Rabbin meleklere şöyle
vahyediyordu: Ben sizinle beraberim. İmanı olanları sağlamlaştırınız. İnkâr
edenlerin kalplerine korku salacağım. Vurun boyunlarına! Vurun onların bütün
parmaklarına!" Bu âyetin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:
a) "Ben sizinle
beraberim". İlk bakışta bu ifadeden Allah'ın meleklerle beraber olduğu
anlaşılmaktadır. Biz Allah'ın sadece meleklerle beraber olacağına, müminlerle
olmayacağına inanmıyoruz. Bize göre âyetteki "sizinle" ifadesine, hem
melekler hem de müminler dahildir. Meleklerle beraber olup diğerleriyle
olmaması, Kur'ân'daki Allah-insan ilişkilerindeki beraberlik ilkesine terstir.
"Allah, nerede olursanız olun sizinle beraberdir" (Hadîd
57/4); "Üç kişi aralarında fısıldaşmaya görsün, dördüncüleri de
O'dur; beş kişi fısıldaşmaya görsün, altıncıları da O'dur. Bundan az da olsalar
çok da olsalar, O, mutlaka onlarla beraberdir" (Mücâdele 58/7).
"Andolsun ki insanı biz
yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona, şah damarından
daha yakınız" (Kâf 50/16). Bütün bu ve buna benzer âyetlerden hareket
ettiğimiz zaman, Allah'ın beraberliğinin sadece meleklerle değil, diğer insanlarla
da olduğu anlaşılmış olacaktır. Demek ki "sizinle beraberim"
buyuru-lurken, melekleri ve insanları kapsamına almaktadır. Buradaki
beraberlik, yardım etmede ve güven vermedeki beraberliktir, maddî anlamda
değildir.
b) "İman edenleri
sağlamlaştırınız". Melekler, iman edenleri nasıl sağlamlaştırıyorlardı?
Meleklerin Hz. Peygamber'e, Allah'ın müminlerin yardımcısı olduğunu
bildirmesiyle sağlamlaştırmış oluyorlardı. Mu-hammed Esed'in Râzî ve Reşîd
Rızâ'dan naklettiğine göre, melekler maddî anlamda fiilî olarak savaşa
katılmışlardır. Bu durumun anlatılmasının menkı-bevî bir nitelik taşıdığını
söylenmektedir. Enfâl sûresinin 12. âyetinin sonu bunun böyle olmadığını
göstermektedir. Bunun anlamı, Allah'ın âyetleriyle meleklerinin müminleri
yüreklendirmeleridir. Müminlere cesaret vermek, onların gönüllerindeki korkuyu
ve endişeyi söküp atarak onları cesaretlendirmektir. Şeytan insanlara vesvese
verdiği gibi, melekler de ilham verebilirler, demektedir. Meleklerin ilham
vermesi, sebat vermeleri anlamına gelebilir.
c)
"Ben kâfirlerin yüreklerine korku salacağım".
Allah meleklere, müminlere yardım etmesini emrederken, kâfirlerin kalplerine
korku salma görevini onlara vermeyip kendisi üstlenmektedir. Melekler Allah'ın
sözleriyle müminleri yüreklendirirken, Allah da kâfirlerin kalplerine korku
salacaktı. Bilindiği gibi "korku"nun merkezi kalptir. Korku
psikolojisi, kaypak ve oynak bir alanı andırmaktadır. Aşın bir korku psikolojisi,
olmayanı olmuş gösterir ki, bu tehlikeli bir hal alabilir.
Allah, kâfirlerin kalplerine
korku salarak, bütün cesaretlerini kırmış, müminlerin önünde tutunamayacak hale
getirmiştir. Âyetin bu kısmındaki ru'b "korku" anlamına gelmektedir,
ama aynı zamanda "doldurmak" mânasını da ifade etmektedir.
"Doldurmak" mânasına alırsak, Allah'ın onların kalplerini korku ve
dehşetle dolduracağı anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Korku salma işini
Ahzâb sûresinin 26. âyetinde de görüyoruz. Aynı şekilde Haşr sûresinin 2.
âyetinde de, Allah'ın müminlere yardım etmek için, düşmanların yüreklerine
korku salmdığı beyan edilmektedir. Âl-i İmrân sûresinin 151. âyetinde, şirk
koşmaları sebebiyle kâfirlerin gönüllerine korku salarak müminlere yardım
ettiği ve edeceği gündeme getirilmektedir.
Demek ki Allah pek çok
savaşta müminlere bu şekilde yardım ettiğini anlatırken, her zaman müminleri bu
şekilde destekleyeceğine işaret etmektedir. İlâhî yardım bir anda olup bitmez,
devam eden bir oluşumu kapsar.
d)
"Vurunuz boyunlarına! Vurunuz onların
bütün parmaklarına!" Yüce Allah boyunlarına ve parmaklarına vurma emrini
kimlere vermiştir? Bu sorunun cevaplandırılması konusunda âlimler ikiye
ayrılmışlardır. Bu emir meleklere verilmiştir diyenler o/dugu gibi, mumın verildiğini söyleyenler de vardır. Bize göre
bu emir meleklere verilmiştir. Boyunlarına, parmaklarına vurma eylemi, onların
canını almak anlamına^gel-mektedir.
Bunun bu anlama
geldiğini nasıl ispat
ederiz?
"Melekler yüzlerine ve
arkalarına vurarak ve 'Tadın yakıcı cehennem azabını (diyerek) o kâfirlerin
canını alırken onları
bir görseydin" (Enfâl
16/50).
"O zâlimler, ölümün sarhoşluğu içinde, melekler
de pençelerini uzatmış, onlara: 'Haydi canlarınızı kurtarınız ... derken'
onların halini görseydin" (En'âm 6/93).
Görüldüğü gibi melekler
yüzlerine ve arkalarına vurarak kâfirlerin canını almakta olduğuna göre, Bedir
Savaşı'nda da aynı görevi görmüş olabilirler. Âyetin başındaki
"vahyediyordu" fiilinin muhatabı, meleklerdir. Başka bir ifade ile
Allah, meleklere hangi eylemleri yapacaklarım ve bizzat kendisinin kâfirlere
ne yapacağını vahyetmektedir. Muhatap müminler olmadığından, emir onlara
verilmiş olamaz.
Netice olarak şu genellemeye
varabiliriz: Allah müslümanlara Enfâl sûresinin 7. âyetinde, sayıca fazla ve
teçhizat bakımından güçlü olan ordudan korkutmamasını, önemli olanın savaşmanın
hangi amaçla yapılacağı olduğunu anlatmaktadır. Enfâl sûresinin 7 ve 8.
âyetleri de bu amaçları vermektedir. Diğer taraftan Allah'tan yardım dilemenin
ve Allah'ın savaşa müdahale etmesini istemenin önemini ve dua bilincini
vermektedir. Yüksek amaçlar uğruna Allah'tan yardım dilemekle Allah'ın yardım
edeceğini Bedir Savaşı olgusu ile anlatmakta ve ispat etmektedir. Bu yardımın
şartlara göre yapılacağını ve müminlerin ihtiyacının dikkate alınacağını
vurgulamaktadır.[7]
13. Bu durum, onların
kendilerini Allah'tan ve O'nun peygamberinden koparmalanndandır. Kim ki
kendisini Allah'tan ve O'nun peygamberinden koparırsa, bilsin ki Allah azabında
çok zorludur.
1.
"Bu durum" şeklinde tercüme
ettiğimiz zâlike, aslında önceki âyetlerde Allah'ın melekleri vasıtasıyla
müminlere yardım etmesinin, destek çıkmalarını emretmesinin, onların
yüreklerine korku salacağını söylemesi, meleklere onların boyun ve parmaklarına
vurmalarını emretmesinin yerini doldurmaktadır. Allah müminlere yardım olsun
diye kâfirleri cezalandırmasının sebebini açıklamaktadır.
2.
"Onların kendilerini
Allah'tan ve O'nun peygamberinden koparmalanndandır". Âyetin bu
kısmındaki 3tL şâkka kelimesinin açıklaması, Bakara sûresinin 137. âyetinde
yapılmıştır. Bu kelime "parçalamak, yarılmak" anlamı ile fizikî
oluşumu; "karşı gelmek, münakaşa etmek, sıkıntı vermek, ağır gelmek,
ayrılık" mânaları ile de manevî ve sosyal oluşumu ifade etmesinin yanında,
mücadele, muhalefet ve düşmanlık göstermek anlamı da vardır. Bu kelimenin
taraf anlamına gelen şıktan türediğini söyleyenler de vardır. İlgili kelime bu
âyette "karşı gelmek, koparmak" anlamına gelmektedir. Karşı gelen
kişi, karşı geldiği kişiden bağlarını koparmaktadır. Aralarındaki alâka
parçalanmakta, ayrılık doğmaktadır. Bu kelime, basit bir karşı gelme veya
muhalefet etmeyi değil, aradaki ilişkilerin, bağların kopması, parçalanması,
yarılması anlamında bir değişimi; telâfisi çok zor olan bir çatlamayı, kopmayı,
yarılmayı ifade etmektedir.
Kâfirler, Allah ve
Peygamberi'ne karşı geldiler, yani Allah'tan ve O'nun peygamberinden
kendilerini kopardılar. İnkâr psikolojisinin en ağır etkinliği, bu bağlan
koparmasıdır. Bu anlamı ile kelime manevî, dinî ve sosyal bir anlam
kazanmaktadır.
Dikkat edilirse şâkkû
fiilinin faili, insan olmaktadır. Çünkü Allah kulunu kendisinden koparmaz, kul
kendini Allah'ından ve peygamberinden koparır. Allah 12. âyette melekler ve
müminlerle beraberliğini, 13. âyette kâfirlerin kendisinden bağlarını
kopardıklarını, kendisine karşı geldiklerini ilân ederken, iman ile inkârın
etkinliğinin farkını göstermektedir. Bu durumun bize anlatılmasının sebebi, hem
kendimize çekidüzen vermemizin hem de insanları değerlendirirken doğru hüküm
vermemizin amaçlanmasıdır.
Kendini müslüman, mümin
olarak görenlerin, dünya arenasındaki mağlûbiyetinin sebeplerini iyi
değerlendirebilmek için bu âyetlere dikkat etmeleri gerekir. Allah ve
melekleri müminlere yardım etmesine rağmen, neden bu durumlara düşüldüğünün
teşhisinin, imanda aranması gerekir. Gerçek imana sahip olanlar Allah ile olan
bağlarım kuvvetlendireceklerinden, onlar için mağlûbiyet söz konusu değildir.
"Eğer inanıyorsanız, üstün sizsiniz" (Âl-i îmrân 3/139) buyruğu iyi
anlaşılmalıdır.
3. "Kim ki kendini
Allah'tan ve O'nun peygamberinden koparırsa, bilsin ki Allah azabında çok
zorludur". Kim Allah'a ve O'nun peygamberine karşı gelip bağlarını
koparırsa, Allah'ın şiddetli azabına uğrayacaktır. Allah bu olgunun bilincini
vermektedir. Allah ve Peygamberi'ne karşı gelen cezasını çekecektir. Bu ceza
hem dünyada hem de âhirette olacaktır.[8]
14. ݧte bu (yenilgi, size
Allah'ın azabıjdır. İşte siz o (azabı) tadınız! İnkarcılara bir de cehennem
ateşinin azabı vardır.
Demek ki yenilginin sebebi,
Allah ve Peygamberi'nden kopmalarıdır. Yenilgi, bu âyette azap olarak
nitelendirilmektedir. Düşmana karşı savaşı kaybetmenin bir azap olduğunu
dikkate alarak tarihe bakarsak, ilginç neticelere ulaşabiliriz. Özellikle
savaşların kaybedilmesinin sebepleri arasında bu manevî oluşumu saymak gerekir.
Âyet savaşların çoklukla ve teçhizatın zenginliği ile değil, manevî teçhizatla
kazanılacağı ilkesini getirmektedir. Ama maddî teçhizat, yani savaş
teknolojisini üretemeyenler, biz imanımızla düşmana karşı koyuyoruz,
diyemezler. O zaman Enfâl sûresinin 60. âyetine ters düşülmüş olur. Çünkü o
âyette, "kuvvet" ve "silâh" hazırlanması emredil-mektedir.
Kuvvet, silâh ve iman beraber olunca, Allah'ın yardımı da gelmektedir. Dünya
azabı yenilgi olurken, âhirette de cehennem azabı olacaktır. Demek ki inkâra
hem dünyada hem de öteki dünyada azap vardır.
İnkâr psikolojisi savaşı
neden kaybettiriyor? Kuvvet ve silâhlan daha güçlü olmasına rağmen yenilginin
sebebi nedir? Bu soruya şu şekilde cevap verebiliriz: Savaşta öldüğünde şehid
olacağına ve cennete gideceğine inanan insanlarla, bu inanca sahip olmayanların
savaşması mümkün değildir. Öldüğünde boşu boşuna gittiğini düşünen inkarcı
ile, şehid olup ebedî hayata kavuştuğuna inanan insan, psikolojik olarak eşit
değillerdir. Birisi dünya hayatından kopmayı tanrısından ayrılmak, diğeri de
ölümü Allah'a kavuşmak olarak görmektedir.[9]
15. Ey iman edenler! İnkâr
edenlerle savaşmak üzere karşılaştığınızda, sakın onlara arkanızı
dönmeyiniz!"
16. Tekrar savaşmak için bir
tarafa çekilmek veya diğer bir birliğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında, kim
öyle bir günde onlara arka çevirirse, elbette o, Allah'ın azabını hak etmiş
olarak döner. Onun yeri de cehennemdir; orası, varılacak ne kötü yerdir.
Yüce Allah bundan önceki âyette
Allah ve Peygamberi'ne karşı gelenlerin onlarla bağlarını koparanların dünyada
ve âhirette ceza çekeceğini beyan etmişti. 15 ve 16. âyetlerde de düşmana
sırtını dönüp kaçan müminlerin cehenneme gideceği gündeme getirilmektedir.
1.
"Ey iman edenler! İnkâr
edenlerle savaşmak üzere karşılaştığınızda, sakın onlara arkanızı dönmeyiniz!"
Bu âyet, savaş anında müslümanlardan beklenmeyen davranışı açıklayıp hükme
bağlamaktadır. Âyetin bu kısmında geçen zahf kelimesinin anlamını Râzî ve
Kurtubî şöyle açıklamaktadır: Çocuk ayaklan üzerinde yürümeden önce sürünür ve
emekler. Bu anlamdan hareketle, savaşmak için birbirlerine doğru hareket eden
iki grubun yürümesini ifade ettiği anlaşılmaktadır.
Demek ki Allah, düşman
ordusu ile karşılaştıktan sonra onlardan kaçarak geri dönmeniz mümkün
değildir, demek istiyor. Savaşa karar verip düşmanın üzerine doğru hareket
ettikten sonra geri dönmek, Allah tarafından yasaklanmaktadır.
"Arkalarınızı onlara dönmeyiniz!" emri, bu eylemin haram olduğunu
ifade etmektedir.
2.
16. âyette iki şey istisna edilerek hükme
bağlanmaktadır.
a)
"Tekrar savaşmak için
bir tarafa çekilmek veya diğer bir birliğe ulaşıp mevzi tutmak durumu
hariç". Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmeyi Allah, taharruf kavramı
ile ifade etmektedir. Bu kelime, taktik gereği geri çekilerek düşmana kaçıyor
hissini verdikten sonra ansızın düşmana hücum etmektir. Bu durum bir bakıma
savaş taktik ve tuzağı olmaktadır.
Diğei taraftan âyetin bu kısmında tehayyüı kelimesi yer almakta ve "başka bir birliğe katılmak üzere uzaklaşmak, bir tarafa çekilmek" anlamına gelmektedir. Bu kelime birtakım şeylerin birbirine eklenmesi anlamından hareketle "toplanmak, katılmak" mânasını da ifade etmektedir. Bu iki davranışın dışında müminler sırtlarını düşmana dönemezler.
b) Bu iki taktik hariç, kim
öyle bir günde düşmana arka çevirirse, Allah'tan bir gazaba çarpılmış olur.
Onun yurdu cehennemdir ve orası ne kötü varış yeridir". Allah sebepsiz
yere düşmana sırtını dönen müslümanlara iki türlü ceza uygulamaktadır: 1. Allah'ın gazabına uğramaktadır.
Bunun anlamı dünyevî ceza olan yenilgi tattırılıyor. 2. Yurdu cehennem olmaktadır. Demek ki bu kişiler âhirette de
cezaya çarptırılacaklardır.
Bu ceza şekillerinden
anlıyoruz ki, Allah müminleri düşmana sırtlarını dönmekten caydırmak için ağır
cezalar koymuştur. Caydırmanın dışında başka bir sebep olabilir mi? Enfâl
sûresinin 12. âyeti ile bu âyetleri birlikte anarsak, şu durumu görürüz:
Melekler müslümanlara yardım için görevlendirilmiştir. Yüce Allah kalplerine
korku salmakta, melekler kâfirlerin boyun ve parmaklarına vurmakta iken, onları
bırakıp düşmana sırtını dönüp kaçmak hem müdafaa ettiği davaya hem meleklere
hem de Allah'ın emrine ihanet olmaktadır. Bu davranışların hem dünyada hem de
âhirette ağır cezası vardır.
Netice olarak diyebiliriz
ki, düşmana karşı savaşmanın Allah tarafından tesbit edilmiş amaçlan vardır
(âyet: 7-8, 10-11). Bu amaçların yerine gelmesi için başvurulacak en son çare
savaştır. Onun için İslâm'da cihad ya da savaş, tamamen eğitim ve nefis
müdafaası amaçlıdır.[10]
17. Onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı. Müminleri güzel bir imtihanla sınamak için (bunu yaptı). Doğrusu Allah işitendir, bilendir.
18. İşte size böyle yaptı,
çünkü Allah, kâfirlerin tuzağını zayıflatır.
Âyetin analizinden
çıkarılacak neticeler şunlardır:
1.
"Onları siz
öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü" . Âyetin bu kısmının iniş
sebebini âlimler şöyle nakletmektedirler: Bedir Savaşı'nda mümin savaşçılar, "Düşmanı
ben öldürdüm, sen öldürdün" şeklinde tartışmaya başladılar. Bir bakıma
zaferi kendilerine mal ediyorlardı. Bunun üzerine Allah tartışmaya son vermek
için âyetin bu kısmını indirdi. "Onları siz öldürmediniz, fakat Allah
öldürdü" buyurarak gerçeği ortaya koydu, böylece tartışmaya son verdi.
Âyetin bu kısmından çıkarılacak netice şudur: Mümin, yaptığı iyi bir eylemi
kendine mal etmemelidir. O bilmelidir ki, her iyi eylemin kaynağında ilâhî
takdir ve yaratma vardır.
Bedir Savaşı'nda ölen müşrik
savaşçıları siz değil, Allah öldürdü. Çünkü savaşta haklılık payı müminler
tarafında ise, ölüm olgusunu Allah kendi üzerine almaktadır. "Ben
öldürdüm" sözünde katil olma ihtimali vardır. Savaştaki haklılık, katil
olmayı ortadan kaldırmaktadır. Katil olmayı ortadan kaldırmak için de, gerçek
olarak ortada duran ölüm olayını birisinin üzerine alması gerekir. Burada da,
Bedir Savaşı'ndaki ölümleri gerçekleştiren kaynak Allah olduğundan, bunun
kendisi olduğunu ilân etmektedir.
Âyetin bu kısmını, Enfâl
sûresinin 1. âyetine bağlayarak da açıklayabiliriz: "De ki ganimetler
Allah ve Peygamberi'ne aittir". Burada ganimet niçin onlara aittir,
sorusunu sorabiliriz. Savaşı kazanan, müşrikleri öldüren Allah olduğu için,
savaşta daha çok kimin etkinliği olduysa, ganimetler de O'na ait olacaktır.
Madem ki müşrikleri Allah öldürdü, ganimetler de O'na ait olacaktır.
Bedir Savaşı'na katılan
mümin savaşçıların samimiyeti, kendilerini Allah'a adamaları, mal ve canlan
ile savaşmaları sebebiyle Allah'ın onlara olan desteği ifade edilmektedir.
Böyle bir desteğin, "Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü"
ifadesine kadar götürecek delilimiz ne olabilir?
Buradaki delilin birincisi,
Enfâl sûresinin 18. âyetidir. "Allah kâfirlerin tuzağını zayıflatır"
ifadesi buna delildir. Diğer taraftan Buhârî'nin naklettiği hadîsi de
("Rikak", 38) delil olarak anabiliriz. Olgun müslümanlara Allah şöyle
yardım etmektedir: "Kulum öyle bir dereceye gelir ki, onun gören gözü,
işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı ben olurum. Benimle görür, benimle
işitir, benimle tutar, benimle yürür".
Bedir Savaşı'nda müminlerin
iman ve takvaları öylesine doruk noktasına ulaştı ki, Allah onların
kuvvetlerini arttırdı, müşrikleri öldürerek onlara yardım etti. Demek ki,
"Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü" bölümünden, iki yönlü
bir netice çıkartıyoruz. Birisinde öldürme olaylarını kendilerine mal ederek
gurura kapılmalarını önlemek, diğerinde ise onlara yardım edilecek kadar
manevî yüceliğe sahip olduklarını hatırlatmaktır.
2. "Atığın zaman sen
atmadın, fakat Allah attı". Âyetin bu kısmı için de bir nüzul sebebi
anlatılmaktadır: Bedir Savaşı başlamak üzereyken, Hz. Peygamber yerden bir avuç
toprak, kum, çakıl aldı ve düşman tarafına attı. Atarken "Yüzleri
kurusun!" duasında bulundu. Bu bir avuç toprak müşriklerin gözlerine
girince, gözleriyle meşgul olmaya başladılar, o arada müminler de onların
üzerine atılarak işlerini bitirdiler. Başka bir rivayette de, Hz. Peygamber ok
atıp insan öldürmüştür. Âyetin başında müminlere "Siz öldürmediniz, Allah
öldürdü" buyurması gibi, Hz. Peygam-ber'e de, "Sen atmadın ben
attım" diyerek eylemi kendi üzerine almıştır.
Bazı müfessirler, ki
bunların başında Râzî geliyor ve ondan aldığı anlaşılan Muhammed Esed,
buradaki atmanın korku salmak anlamına geldiğini ifade etmektedirler. Bunu
söylerken delil getirmemektedirler, ama onların doğru söylediklerine dair delil
şudur: "Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım" (Enfâl 8/12). Demek
ki "Onların kalplerine korkuyu salan sen değilsin ya Muhammed, o korkuyu
ben saldım, ben attım" anlamına gelmektedir.
Bir ve ikinci bölümlerde
anlatılan olguların amacı nedir? Yüce Allah bu müdahaleyi ve yardımı niçin
yaptı? sorularının cevabını aynı âyetin devamı vermektedir.
3. "Ve bunu, müminleri
güzel bir imtihanla denemek için (yaptı), şüphesiz Allah işitendir,
bilendir". Âlimler buradaki imtihan anlamına gelen belâ kelimesini,
"nimet" mânasına almışlardır. Biz âyeti her iki anlamıyla
yorumlamaya çalışacağız. Allah yolunda savaşırken, samimi olarak canını feda
edecek kadar fedakârlıkta bulunanlara yardım edilecektir. Bu yardım çeşitli
şekillerde gerçekleşmektedir. Enfâl sûresinin 17. âyetinde, "Siz
öldürmediniz, Allah öldürdü, sen atmadın Allah attı" denecek bir seviye,
boyut ve derinlik kazanmıştır. Yüce Allah'ın bu eylemi, müminler için bir
imtihandır. Çünkü onlar hâlâ savaşı kendilerinin kazandıklarını iddia
edebilirlerdi. Allah bu tarihî olguyu anlatırken, müminlerin yaptıkları ile
kendisinin yaptıklarını anlatmaktadır. Verilen bu dersin ardından imtihan
olması doğaldır.
Âyetteki belâ kavramını
"nimet" anlamında alırsak, bu nimet Allah'ın yardımı, lutfu ve ihsanı
olmaktadır. Verilen nimet, yapılan yardımın karşılığında bir deneme olacaktır.
Acaba müminler bu yardım ve nimetin kaynağını biliyorlar mı? O nimeti yerli
yerinde kullanıyorlar mı? Bu soruların cevabını vermek, ancak imtihanın
neticesinde gerçekleşecektir.
Diğer taraftan Bedir Savaşı
Allah'ın yardımıyla kazanıldıktan sonra, müminlere gurur veya rehavet gelip
gelmeyeceğini belirlemek de bir imtihan niteliği taşımaktadır. İmtihanla ilgili
ilâhî sıfatlar, âyetin sonuna konmuştur. Allah savaş anında ve sonrasında
müminlerin neler konuştuğunu duymakta ve konuşulan her söz tarafından
değerlendirilmektedir. Diğer taraftan Allah müminlerin gönlünde gerçekleşen her
şeyi, orada cereyan eden fırtınaları, niyetleri ve duyguları da bilmektedir.
Bu da bir imtihan konusu ve alanıdır.
Enfâl sûresinin 9. âyetinde
müminler Allah'tan yardım istedi. Allah da bir taraftan melekleri
görevlendirdi, diğer taraftan da düşmanların gönüllerine korku saldı. Öte
yandan da müminlere sabredip savaşmalarını emretmiştir. Bedir Savaşı bu
faaliyetlerle kazanılmıştır. "Bu zafer kime mal edilmelidir?" sorusu
ile yüce Allah müminleri imtihan etmiştir ve gelecek nesilleri de imtihan
edecektir. Bu imtihanın müminleri başarısız kılmak için değil, tam tersine
başarılı olmalarını tescil etmek için yapıldığına delil, belâ kelimesinden
sonra gelen "güzel, iyi" anlamındaki hasene kavramıdır. Bu kelime ile
imtihan kavramı, "güzel bir imtihan"; nimet de "iyi bir
nimet" mânasını kazanmaktadır.
4. "Bu böyledir. Şüphesiz
Allah, inkarcıların tuzağını bozar". Allah'ın yardımı, kâfirlerin tuzağını
bozmak şeklinde tecelli etmektedir. Burada şu soruyu sormakta yarar vardır:
Kâfirlerin tuzağı nasıl bozuldu? Bu sorunun cevabını 10-12. âyetlerde
bulmaktayız.
a)
Müminlere müjde vermesi, gönüllerini huzura
kavuşturması, kendi katından onlara yardım etmesi.
b) Müminlere güven telkin
etmesi için iç huzuru vermesi, onları temizleyip şeytanın kirini gidermesi,
kalplerini birbirine bağlayıp birlik beraberliği temin etmesi.
c) Meleklere, müminleri
desteklemeleri için emir vermesi, müşriklerin gönüllerine korku salması,
meleklere onların boyun ve parmaklarına vurma emrini vermesi, kendi
beraberliğini ilân ederek içten destek çıkması yollarıyla kâfirlerin
tuzaklarını bozdu ve başlarına geçirdi. Demek ki bütün bu yapılanlar,
kâfirlerin tuzağını bozmayı amaçlıyordu.[11]
19. Zafer (mi) istiyordunuz,
işte zafer size ulaştı. Eğer vazgeçerseniz, hakkınızda daha hayırlı olur. Eğer
dönerseniz, biz de döneriz. Topluluğunuz çok da olsa, size zerre kadar yarar
sağlamaz. Allah inananlarla beraberdir.
Bu âyetin analizini
yapanlar, Allah'ın burada kimlere hitap ettiği konusunda farklı görüşler beyan
etmişlerdir, bu durum âyetin tefsirine de yansımıştır. Onun içindir ki, önce
bu ihtilâfları ele alıp bir çözüme kavuşturmak gerekir.
1. "Zafer (mi)
istiyordunuz, işte size zafer ulaştı". Yüce Allah burada kime hitap
etmektedir? Bu sorunun cevabını Zemahşe-rî'ye sorarsak, "kâfirler"
cevabını verecektir: Onun bu görüşünün kaynağı Hasan-ı Basrî, Mücâhid ve
Süddî'ye ulaşıyor. Olmayacak bir olgu anlatılarak görüşlerini
temellendirmektedirler: Onlara göre Bedir günü Ebû Cehil, zafere ulaştırması
için Allah'a dua etmiştir. Râzî bu duanın şekillerini nakletmektedir.
Buna göre fetih kavramına
hüküm mânası verilmektedir. Kâdî Beyzâ-vî, Hâzin, Nesefî de bu hitabın Mekkeli
müşriklere ya da kâfirlere olduğunu savunmaktadırlar. Ama Râzî bu görüşleri
ikiye ayırırken, Kurtubî üçe çıkartmaktadır. Süleyman Ateş hitabın müminlere,
Elmalık Hamdi Yazır da rivayetlere dayanarak müşriklere olduğunu ifade
etmektedirler.
Meallerde Muhammed Esed
hariç diğerleri Mekkeli müşrikler olarak mayalandırmaktadırlar. Acaba bu
görüşlerden hangisi doğrudur? Bize göre âyeti önceki âyetlerle ilişkili olarak
düşünülürse ve sonraki âyetler dikkate alınırsa, hitabın müminlere olduğu
ortaya çıkacaktır. Ayetin son kelimesi, yani "Allah müminlerle
beraberdir" ifadesini kâfirlere söylemesi imkân dahilinde değildir.
Kurtubî'nin dediği gibi, "Eğer siz fetih istemekteyseniz, işte size o
fetih gelmiştir" buyruğu müminlere, ondan sonrası kâfirleredir fikri kabul
edilemez. Kurtubî de zaten bu görüşü sadece nakletmektedir.
a)
Âyetin bu kısmında geçen
fetih kelimesi, "açmak" anlamına gelmektedir. Bu kelimeye, altı
harfli fiil kalıbından getirildiği için "işitmek" mânası da ilâve
edilebilir. O zaman "fetih istiyordunuz" anlamı verilebilir ve bu
âyeti, Enfâl sûresinin 9. âyetine bağlamak mümkündür. Enfâl sûresinin 9.
âyetinde, "Hani yardım için Rabbinize yalvarıyordunuz" ifadesi yer
almaktadır. Bu yalvarışın ardından gelen çeşitli yardımlarla müminler zafere
ulaştı. Enfâl sûresinin 19. âyetinde zafer, yani fetih istiyordunuz, işte
fetih size ulaştı denmektedir.
Âyetin bu kısmında dikkat
edilmesi gereken konu, "gelme" fiilinin failinin fetih olmasıdır.
Bunun anlamı şudur: Sanki fetih canlı bir varlık gibi hareket etmekte ve gelme
fiilini gerçekleştirmektedir. Biz bu ifadeden fethin, zaferin, hareket eden bir
canlı olduğu kanaatine ulaşıyoruz. Böylece sosyal olgularında canı vardır
diyebiliriz. Demek ki sosyal olguların da canı vardır, onlar da hareket
etmektedir, onlar da gidecekleri yeri bilirler, onların da tarihte yerleri
vardır, onlar da ölürler.
Fetih kavramı bağlamında şu
neticelere ulaşılabilir: Fetih açmak olduğuna göre, Bedir Savaşı ile müminler
korku psikolojisinden güvenlik yurduna geçiş kapısını açtılar, anlamına
gelmektedir. Zafer bu kapıyı açmak mânasını ifade etmektedir. Fetih, Allah'ın
yardımı ile gerçekleştiğinden, ilâhî lut-fun, ihsanın, yardımın kapılarının
müminlere açılması demektir. İlâhî lütuf, ihsan ve yardımın kapılarından çıkıp
müminlere gelmiştir.
Bu âyetteki fetihte,
müminlerin gönüllerindeki korkunun çıkıp kahramanlığın ve iç huzurunun araya
girmesi mânası da vardır. Bedir Savaşı'nda-ki zafer sadece düşmanı yenmek
değil, aynı zamanda müminlerin gönüllerinde güven, iç huzuru ve imanın
yerleşmesidir.
2. "Eğer vazgeçerseniz,
sizin için daha iyi olur". Buradaki "vazgeçmek" ne anlama
gelmektedir? Bize göre Enfâl sûresinin 17. âyetinde geçen ifadenin gelmesine
sebep olan, "Sen öldürdün, ben öldürdüm" tartışmalarına son vermeyi
ifade etmektedir. İstediğiniz zafer değil miydi, işte o zafer geldi ve böylece
tartışmanın anlamı kalmadı.
Bundan şunu anlıyoruz: Tartışmayı
ortadan kaldıracak bir olay meydana gelince, o tartışmanın sona erdirilmesi,
toplumsal bir değer taşımaktadır. Bu demektir ki, toplumsal tartışmaları sona
erdirecek bir şeyler yapmak gerekir. Yapılacak şey yapılmazsa, hem tartışma
büyür hem de kaba kuvvete başvurmak zorunda kalınır. Yüce Allah burada
müminlere, "İstediğiniz zaferidi, ona ulaşınca tartışmaların son bulması
gerekir" demek istiyor. Hedefe ulaşınca, oraya varıncaya kadar meydana
gelen ayrılıklar, tartışmalar son bulmalıdır. Böylece Allah, medenî olmanın
basamaklarından birini öğretmekte, bir sosyal yara olan tartışmaya son verme
kültürünü kazandırmaktadır. Yaptığı yanlıştan vazgeçebilme erdemini
sürdürmektedir. Bu eğitimde "daha iyi" olanın ne olduğu öğretilmekte
ve daha iyi olanın yayılması sağlanmaktadır.
3. "Eğer dönerseniz, biz
de döneriz". Bölünmeye kadar varan tartışma günâhına dönerseniz, biz de
zafer, lütuf ve yardım için verdiğimiz sözden döneriz. Enfâl sûresinin 15.
âyetine bakarsak, toplu halde kâfirlerle karşılaşınca, sırtını dönme günâhına
dönerseniz, denildiğinde olduğu gibi, 17. âyette geçen tartışmaya dönme de
olabilir.
Âyetin bu kısmından
çıkarılcak netice şudur: İnsanın eyleminden sonra Allah'ın eylemi
gerçekleşmektedir. Allah "Siz dönerseniz ben de dönerim" buyururken,
kendi dönüşünü insanın dönüşüne bağlamaktadır. Kendi takdirini, kulunun
eylemine bağlı olarak gerçekleştirmektedir.
Diğer taraftan
"dönerseniz" buyurulurken, dönme konusunda insanlara hürriyet
verildiği ifade edilmektedir. Allah istese, kullarının günâha dönmemesini
temin edebilir, ama o zaman 17. âyette geçen imtihanın anlamı kalmazdı.
Hürriyet, imtihanın varlığını ve insanın erdemini ortaya çıkarmaktadır. İnsan
kendi iradesi, hür düşüncesi ve kararı ile günâhtan dönmelidir. Ayrıca yine kendi
iradesi ve hür karan ile günâha dönmelidir. İnsanın kendi hür irade ve
kararının olmadığı bir davranışı ne günâh olur ne de ahlâksızlık olur.
4. "Topluluğunuz çok da
olsa, size zerre kadar yarar sağlamaz. Allah inananlarla beraberdir".
Bundan anlıyoruz ki, müminlerin çok olması, Allah'ın yardımı olmadıkça bir şey
ifade etmeyecektir. Çokluk değil, ilâhî yardım önemlidir. Bedir Savaşı'ndan
sonra tekrar korku ve günâha, yani tartışmalara dönmenin ilâhî yardımı keseceğine,
istikbalde çoğaldıklarında kendilerini bir güç olarak görmelerinin işe
yaramayacağına dikkat çekilmektedir.
Müminler, inançlarına uygun
olarak doğru yolda kaldıkları müddetçe Allah onlarla birlikte olacaktır. Doğru
yoldaki eylemlerine sadık kalmak, onlara Allah'ın beraberliğini getirecektir.
Übey b. Kâ'b'ın desteğini alan İbn Kesîr, bu âyetin müminlerle ilgili olduğunu
söylemektedir. Demek ki Allah desteğini vermezse, gelecekte müminler ne kadar
çok olurlarsa olsunlar, güçsüz ve dayanıksız kalacaklarına dair bir uyarı
yapmaktadır.
Güçlü iman, iyiden yana
kalmak ve tavır almak, ilâhî beraberliği getireceğinden, daima bu imana sahip
olanlar zafere ulaşacaklardır. Demek ki Allah'ın beraberliğini kazanmak,
zaferin ana dinamiğini oluşturmaktadır. İman sadece bir şeyi tasdik edip
kabullenmek değildir, aynı zamanda Allah'ın beraberliğini kazanmaktır. Allah'ın
beraberliği de O'nun lutfu, ihsanı ve yardımı demektir.
Netice olarak diyebiliriz ki
Allah, bir savaş, iman, sadakat, sözünde durma ve ilâhî beraberlik konularında
derinlemesine ders vermekte ve insanın eylemlerinde hür olduğuna da işaret
etmektedir.[12]
20. Ey iman edenler! Allah
ve Resûlü'ne itaat ediniz, işittiğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyiniz!
21. İşitmedikleri halde
işittik diyenler gibi olmayınız!
22. Şüphesiz Allah katında canlıların en kötüsü,
düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.
23. Allah onlarda bir hayır
görseydi, elbette onlara işit-tirirdi. Fakat işittirseydi bile onlar yüz
çevirerek dönerlerdi.
24. Ey inananlar! Hayat
verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resûlü'ne uyunuz, ve biliniz
ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda
toplanacaksınız.
25. Bir de öyle bir fitneden
sakınınız ki, o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz, (umuma sirayet
ve hepsini perişan eder). Biliniz ki Allah'ın azabı şiddetlidir.
Yukarıda sıralanan âyetler
birbirini tamamlamaktadır. Onun içindir ki, onları bir arada yorumlamayı uygun
buluyoruz.
1. "Ey iman edenler!
Allah ve Resûlü'ne itaat ediniz!" Enfâl sûresinin merkezî konularından
biri ve en önemlisi, Allah'a ve O'nun peygamberine itaat etmektir.
Buradaki itaat,
"bağlılık" anlamına gelmektedir. Diğer bir anlamını da 19. âyette
geçen günâha dönmemek ve günâha son vermek kelimelerinden alabiliriz. Ama Enfâl
sûresinin Bedir Savaşı ile olan sıkı ilişkisini düşünürsek, ganimetlerin Allah
ve Peygamberi'ne ait olduğu ilkesine boyun eğmek, Allah'a karşı sorumluluğunun
bilincinde olmak, barış yapmak konusundaki emirleri yerine getirmek, Allah ve
Peygamberi'ne itaat etmek demektir. Aynı emir, Enfâl sûresinin 1. âyetinde de
gündeme gelmişti.
Enfâl sûresinin 15. âyeti
dikkate alındığında, "Düşmanlarla karşılaşıldığında onlara sırt
dönmeyiniz" emrini yerine getirmenin Allah'a itaat olacağı görülmüş olur.
Bu âyetten sonra gelecek pek çok âyette yer alan emir de bu itaat kavramının
içine girmektedir.
2. "İşittiğiniz halde
O'ndan yüz çevirmeyiniz!" Burada mealini verdiğimiz "ondan"
kelimesinden kimin kastedildiğine açıklık getirdiğimizi söyleyemeyiz. anhüdeki
zamirin, bazılarına göre Allah'a, bazılarına göre Kur'ân'a, hatta peygambere
gittiğini söyleyenler vardır. Bunların içinden seçilmesi gereken mâna,
"Kur'ân" olmalıdır. Bu seçişteki delilimiz ne olabilir? Âyetin
sonunda gelen "işittiğiniz halde" ifadesi, buna delil olmaktadır.
İşitilen, sözdür; Kur'ân Allah'ın sözü olduğuna göre, onu işitince ona sırtını
dönmemek gerekir. İtaatin bir şekli de budur. Kur'ân'ı dinleyen bir müslüman
ondan yüz çeviremez ve çevirmemelidir.
Âyetin ilk kısmındaki hitap
iman edenlere olduğuna göre, demek ki iman edenlerin işittikleri, dinledikleri
Kur'ân'a yüz çevirme ihtimalleri vardır. Eğer bu ihtimal olmasaydı, Allah bu
emri vermezdi. Bu emir sadece Kur'ân'ın indiği dönemdeki insanları kapsamına
almamakta, kıyamete kadar gelecek bütün nesillere hitap etmektedir. İlk bakışta
iman eden insanların, dinledikleri Kur'ân'a yüz çevirmeleri ihtimal dahilinde
görülmemektedir, ama bu ihtimal her zaman vardır
3. "Dinlemedikleri halde
işittik diyenler gibi olmayınız!". "Kabul etmedikleri halde kabul ettik
diyenler gibi olmayınız!" anlamına gelmektedir. "İşitmek, dinlemek,
kabul etmek, tasdik etmek, inanmak" demektir. "İşittik" demek,
kabul ettik demektir; dinlememek de kalben kabullenmemek mânasını ifade
etmektedir. "Dinlemek" duyu organlarının en önde geleninin
eylemidir. Eski eğitim sisteminde kulak önde, modern eğitimde ise göz öndedir.
Ancak din eğitiminde, özellikle tebliğ konusunda kulak öne geçmektedir. Çünkü
Kur'ân'ın başkalarına duyurulması gerekiyor. Mümin, dinlemediği halde dinledim,
dememelidir. Bu durum münafıklığın özelliğini yansıtmaktadır. Mümin, münafığın
davranışını paylaşamaz. Bakara sûresinin 14. âyetinde anlatılan münafığın
davranışını asla göstermemelidir.
4. "Şüphesiz Allah
katında canlıların en kötüsü, aklını kullanamayan sağırlar ve
dilsizlerdir". Bu âyette geçen devâbb kelimesinin tekili dabbehtir.
İnsanlar dahil olmak üzere, yürüyen ve sürünen hayvanların tamamı devâbb
kavram içine girmekledir. sûresinin 45. âyeti bunu açıklamaktadır "Allah
her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki
ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür...".
Demek devâbb,
"yaratıklar, canlılar" anlamına gelmektedir. Canlıların karın üstü
sürünmesinin, ayak üstü yürümesinin önemi yoktur. Önemli olan aklı, kulağı ve
dili olmaktır. Aklı olmak, düşünmenin; kulağı olmak, dinlemenin; dili olmak da
hakikati itiraf etmenin işareti olmaktadır. Bütün bunlar tekâmül etmiş haliyle
insan denen canlıda bulunmaktadır. Bu organları, kabiliyet ve yetenekleri
kullanmak, insanı en şerefli canlı durumuna getirirken, kullanılmaması da en
kötü duruma düşürmektedir.
Aklını kullanamayan sağırlar
ve dilsizler, canlıların en bayağısı ve kötüsü olmaktadır. Demek ki insan,
psikolojik kabiliyet ve yeteneklerini kullanarak insan oluyor; çünkü ondaki
bütün biyolojik organlar hayvanda da vardır.
Bu âyet bir yönü ile A'râf
sûresinin 179. âyetine, diğer bir yönüyle de Bakara sûresinin 18 ile 171.
âyetine bağlı durumdadır. Bu âyetler, insanların yeteneklerini kullanmadıkları
zamanlarda ne gibi hallere düştüklerini açıklamaktadır. Söyleneni anlamayan,
aklını kullanıp düşünemeyen ve anlatılana kulak vermeyen insanların
değerlendirmesi yapılırken, "en kötü, en bayağı canlı" ifadesine yer
verilmektedir.
Allah bu değerlendirmeleri
niçin yapmaktadır? Bu âyetler, din eğitimine ve genel eğitime, insanı hayvan
olmaktan kurtarıp insan olma onurunu kazandırabilmek için aklını kullanmasını,
doğru düşünmesini, dinlemesini ona öğretmesinin gerekliliğini vurgulamaktadır.
5. "Allah onlarda bir
İyilik olduğunu bilseydi, elbette onlara işittirirdi. Fakat işittirseydi bile
yine onlar yüz çevirerek dönerlerdi". Bu âyet, kader konusunun çok önemli
bir boyutunu gündeme getirirken, ilâhî eğitimin temel ilkelerinden birine de
dikkat çekmektedir. Kader boyutunu açıklayabilmek için şu soruyu sormakta
yarar vardır:
Yüce Allah onlara işittirebileceği halde neden işittirmemektedir? Onlara işittirseydi, belki de onlar da işiteceklerdi. Bu soru ve açıklamaların cevabını bu âyet vermektedir. Allah'ın onlara işittirmesinin sebebi, onlarda bir iyilik olmadığını, işitmeye hazır olmadıklarını bilmesidir. Allah ilim sıfatının gereği olarak, onların durumunun ne olduğunu önceden bilmektedir. İyilik adına kendinde bir alt yapı olan insanı işittirmeye lâyık gördüğünü hükme bağlamaktadır. Demek ki insanın durumu ilâhî takdiri etkilemektedir. Çünkü onlara işittirmiş olsa bile yüz çevirip döneceklerini de biliyordu. Böylece Allah insanın önceki durumu ile sonraki durumunun ne olacağını bilmektedir. Yapacağı işittirmenin ne alt yapısı ne de geleceği vardı. Allah'ın bir değer taşımayana ve gelecekte bir değişime uğrama ihtimali olmayana böyle davrandığı ortaya çıkmaktadır.
Diğer taraftan bu âyet,
eğitilemeyecek insanların olduğuna da işaret etmektedir. Peygamberler ve din
âlimleri, bütün insanların etkilenebileceği ilkesinden hareket ederler, ama
zamanla bazı kimselerin eğitilemeyeceğini anlarlar. Allah bu durumu daha önce
bildiği için takdirini ona göre düzenlemektedir.
Dinlemeyen, konuşmayan ve
aklını kullanmayan insanda iyiden bir kırıntı olmadığı için Allah ona
işittirmemektedir. Yûnus sûresinin 100. âyetinde, aklını kullanmayan insanın
pislik olduğu belirtildiği gibi, bu insanı temize çıkartmakla rahatsız olacağı
da bir gerçektir; çünkü o, pislik içinde yaşamaya alışmıştır.
6.
"Ey insanlar! Allah ve
Peygamberi sizi size can verecek şeylere çağırdığı zaman, çağrılarına koşunuz.
Allah'ın kişi ile kalbi arasına girdiğini ve O'nun huzurunda toplanacağınızı
biliniz". Bu âyetin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:
a) Yüce Allah ve elçisi,
insanları ona can verecek şeylere çağırmaktadır. Bu ne anlama gelmektedir?
Allah insana can vermiştir, tekrar ona can vermesi neyi ifade etmektedir? Allah
ve elçisi insanları Kur'ân'a çağırmaktadır. Kur'ân'ı dinleyen ve onun hükümlerini
yerine getirenler başka bir can elde etmektedirler. Şûra sûresinin 52. âyetinde
bu husus şu şekilde belirtilmektedir. "İşte böylece sana da emrimizden
bir ruh vah-yettik". Bir ruh taşıyoruz, bu biyolojik canlılığımızı temin
ediyor; bir ruh, yani Kur'ân taşıyoruz, manevî canlılığımızı temin ediyor.
Kur'ân'ın insanın iç âlemine
ve sosyal hayatına getirdiği değerlere göre hareket etmek, aslında can
kazanmak, hayat bulmaktır. O zaman Kur'ân'ı düşünce, duygu ve davranış olarak
yaşamayanlar da yaşayan ölü durumundadırlar. Bunun böyle olduğunu Nemi
sûresinin 80 ve Rûm sûresinin 52. âyetlerinde görüyoruz: "Elbette sen
ölülere duyuramazsın".
Beynini, gönlünü ilâhî
çağrıya kapatanlar, kendi beyin ve gönüllerinin etrafında bir duvar örmüşler,
bir mânada kendilerini mezara koymuşlardır. Bu psikolojik mezar onların
gerçekleri duymasını engellemektedir. Âyette, "Dirilerle ölüler bir olmaz.
Şüphesiz Allah dilediğine işittirir, sen kabirlerdekilere işittiremezsin"
(Fâtır 35/22) buyurulurken, bu ölülere işaret edilmektedir.
Demek ki Allah ve Peygamberi
neye çağırıyorsa, o şeye karşı kalbi ve gönlü açık olana can vermektedir. Onun
içindir ki, can veren davete uyulmasını emretmektedir. Can veren davete uyup
uymama seçeneği, iman edenlerin iradesine kalmıştır. Eğer Allah zorla
uydursaydı, bu emre gerek kalmayacaktı. Birisi çıkıp "Bu davete sizi
zorla uydururum" diyemez.
Enfâl sûresinin muhtevası
içinde, bu davet edilen şeye mâna verecek olursak, bunun "savaş"
olduğunu söyleyebiliriz. Bedir Savaşı bu sûrede konu edildiğinden, bazı
müminler savaşa gönülsüz gidiyorlardı. Bu âyette Allah vatanını, milletini,
namusunu, hürriyetini korumak için savaşa gitmenin aslında hayat olduğunu
söylemektedir. Bu değerler uğruna savaşmayanlar, zamanla düşmanların
kuvvetlenip saldırmaları ile bütün hayatlarını kaybedeçeklerdir.
Allah ve Peygamberi'nin, bu
sûrenin konusu olan Bedir Savaşı'na davet
" Allah yolunda
öldürülenlere ölüler demeyiniz. Bilâkis onlar diridirler, fakat siz
anlayamazsınız" (Bakara 2/154).
Allah ve Peygamberi'nin davet
ettiği şeyler, âhirette insanı ebedî cennete götürecek olan eylemler olabilir.
Âyet, iman edenleri davet ettiğine göre, davet edilen şey iman değil,
eylemlerdir. îman ile amel insanı ebedî olan cennete götüreceğine göre,
buradaki can verme olgusu âhiret hayatı olabilir. Bunu nasıl delillendiririz?
"Bu dünya hayan sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Âhiret yurduna
gelince, işte asıl yaşama odur, keşke bilmiş olsalardı" (Ankebût 29/64).
îman ederek iyi davranışlar
sergileyenlerin iyi bir hayat yaşamasına, yaşatılmasına da bir işaret olabilir.
"Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel
bir hayat ile yaşatacağız" (Nahl 16/97). Demek ki iyilikleri,
güzellikleri, doğrulukları ve hakikati yaşayan insan, iyi bir dünya hayatına
sahip olacaktır. Demek ki Allah ve Peygamberi'nin çağırdığı değerler
bunlardır. Bunlar insana, hayatın içinde hayat bahşediyorlar. Allah ve
Peygamberi'nin davet ettiği eylemler ve değerler, insana hayat vermektedir.
Âyetin bu kısmından çıkarılacak
başka bir netice de vardır: Âyet, Allah ve Peygamberi'nin çağırdığı şeylerin
amacını tesbit etmektedir. Bu çağrının amacı, insana yeni bir hayat vermek
olmalıdır. İnsanın psikolojik ve sosyal hayatına can katacak değerlerin
öğretilmesinin ve yaşatılmasının önemi vurgulanmaktadır. Beşerî eğitim de aynı
değerlerin peşinde koşarsa, onları öğretirse, insanlara can vermiş olacaktır.
Demek ki bir insanın
biyolojik yapısını ayakta tutan can vardır, bir de Allah katında onun şerefini
ayakta tutan can vardır. Bu can, güzellikleri, doğrulan, iyileri ve hakikati
hayata geçiren eylemlerdir. İyi eylemler de ferdin ve toplumun hayatına can
katmakta ve onu yaşatmaktadır.
b)
Yüce Allah inananların şu
gerçeği de bilmelerini istemektedir: "Biliniz ki, Allah kişi ile onun
kalbi arasına girer. Ve siz elbette onun huzurunda toplanacaksınız". Allah
"kişi" kavramı ile "ben"i kastetmekte, "kalp" ile
kalbin, yani aklın birbirinden ayrı olduğuna işaret etmektedir. Çünkü insanda
bir "düşünen ben", bir de "düşünülen ben" vardır. Akıl,
düşünen ben; insanın aklı kendine yöneldiğinde, kendi üzerinde düşündüğünde
"düşünülen ben" durumunu kazanmaktadır. Yûnus Emre, "Bir ben
var bende benden içeri" derken buna işaret etmektedir. Demek ki insanda
"iki ben" vardır. Bunlardan biri "düşünen ben", yani akıl,
diğeri de üzerinde "düşünülen ben", yani insanın kendisi. Allah, bu
iki "ben"in arasına girmekte ve oradaki oluşumları bilmektedir.
Kişi ile kalbi, yani düşünen
ben ile düşünülen benin arasına girilmesinin anlamı, insana olan yakınlığıdır.
Sadece yakınlığı değil, aynı zamanda insanın iç âleminde olan her şeyden
haberi olduğunu, kendi etkinliğini orada sürdürdüğünü ifade etmektedir.
Ayetin bu kısmında şu ifadeye niçin yer verilmiştir? Bunun cevabını, âyetin birinci bölümünde bulabiliriz. Âyetin ilk bölümündeki emir, "çağrıya uymak"tır. Çağrıya uymanın ilk merhalesi, insanın gönlündeki oluşumdur. Allah insanın iç alemindeki "uyma" şeklindeki oluşumu bildiğini anlatırken, yakınlığını gündeme getirmektedir. Bu yakınlığın başka bir ifadesini Kâf sûresinin 16. âyetinde bulmaktayız: "Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız", Bu âyette, insanda vesvese veren bir "ben" ve bir de vesveseyi alan bir "ben" olduğu ifade edilmektedir.
Demek ki bir "etkileyen
ben", bir de "etkilenen ben" vardır. Bunun başka bir açıklaması
da şudur: İnsan psikolojik yapısı ile hem süje hem de obje olmaktadır. Başka
bir ifade ile hem fail hem de mef'ûl yapısını taşımaktadır. Allah,
"düşünen ben" ile "düşünülen ben", vesvese veren ben ile
vesvesele-nen ben, etkileyen ben ile etkilenen ben arasına girmekte ve bu
etkinliğinin müminler tarafından bilinmesini emretmektedir. Onun içindir ki
"Biliniz!" emrini vermektedir. İnsanın psikolojik yapısı ile
davranışları arasında bağlantı ve sıkı ilişkinin Allah tarafından bilindiğinin
bilinmesi isteniyor. Çünkü insan bu ilişkiler sistemini Allah huzurunda
toplandıkları zaman daha net görecektir.
Allah huzurunda toplanmanın
anlamı, bu ilişkiler sisteminin düzenli kurulmasını temin etmektir. Allah ve
Peygamberi'nin çağrısına uymak bir eylem, bunu yöneten de akıl olmaktadır.
Allah bu eylem arasına girebilmektedir, çünkü düşünen ben dediğimiz akıl,
düşünürken psikolojik bir eylem halindedir.
Din eğitimcileri, düşünen
ben ile düşünülen benin aynı insanda olduğunu, insanın kendine
yönelebildiğini, kendini hissedip gözleyebildiğini, böyle bir oluşumun
olabileceğini insanlara anlatmalıdırlar. İnsanın aklı, hem düşünen hem gören
hem de emreden bendir. Bu ben hem kendine emretmekte hem.de insanın diğer arzu
ve eğilimlerine emretmektedir. Yapılan kanunlara uyan bir devlet başkanı gibi,
"düşünen ben" denen akıl, kendi emirlerine de uymakta, hatta kendi
kendine emir vermektedir.
7. "Bir de, aranızda
yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmayacak fitneden sakınınız ve Allah'ın
cezalandırmasının çetin olduğunu biliniz".
a) Yüce Allah takva
kelimesinden oluşan emri sosyolojik bir anlamda kullanmaktadır. Âyetin ilk emri
şudur: "Fitneden sakınınız!" Buradaki fitne kelimesine Muhammed
Esed, "kötülük yönündeki ayartı" anlamını vermektedir.
"Ayartma, imtihan, deneme, insanın sınanıp denendiği bir belâ, fesat,
yani karışıklık" mânasına gelen bu kavram, çoğunlukla sosyal yapının
bozulması anlamında kullanılmaktadır.
Âl-i Imrân sûresinin 7. ve
En'âm sûresinin 23. âyetlerinde olduğu gibi, buradaki fitne, "ihtilâf,
çekişme, karışıklık, kafaları karıştırmak, şaşkınlık" anlamlarındadır.
İnsanın manevî değerlere sırtını dönecek kadar baskı görmesi, zulme uğraması
şeklindeki musibeti göstermektedir. Bakara sûresinin 191. âyetinde de bu
mânadadır. "Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürünüz.
Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarınız. Fitne adam öldürmekten daha
kötfi-dür". Bakara sûresinin 193. âyetinde geçen fitne de aynı anlama
gelmektedir.
Toplumu şaşkınlığa düşüren,
kardeş kavgası çıkaran, başı bozukluğa sebep olan, anarşi meydana getiren ve
insanları kötülük adına ayartan her davranış, fitnenin kapsamına girmektedir.
Toplumsal hayatı çürüten fitne denen oluşumdan sakınma emrini takva
kelimesinden oluşturması ile Allah, takva denen ruh olgunluğuna ve sorumluluk
bilincine nasıl ulaşılacağını da öğretmektedir. Bir toplumda fitne, kardeş
kavgası devam ederken takva denen ruh olgunluğunu yakalamak mümkün değildir.
Demek ki takva, toplumsal hayat içinde kazanılır, kendini ondan soyutlayarak
değil.
b)
Fitne bulaşıcı bir
hastalıktır. Kötülüklere karşı ses çıkartmamak, tepki göstermemek de fitnedir.
Fitne, özellikle haksızlık edenlere isabet etmekle kalmaz, haksızlığa göz
yumanlara da isabet eder. Bu anlamda fitne, "belâ" demektir. Zulme
rıza göstermek de zulümdür. Yayılan kötülüklere, toplumu saran zulme tepki
göstermemek, ona dur dememek, önlemek için çare aramamak da zulümdür.
Yüce Allah müminlere şu bilinci
kazandırmaktadır: Zulüm yapanlara karşı sesinizi yükseltiniz, tepkinizi
gösteriniz, önlemek için çare arayınız. Bu tepki sizin toplumsal takvanızı
oluşturacaktır. Toplumsal hayatın bağışıklık sistemini, takva bilinci
oluşturacaktır.
Netice olarak diyebiliriz
ki, fitne denen toplumsal karışıklık, bozuşma sadece onu üretenlerde kalmaz,
bir bulaşıcı hastalık halinde toplumun tamamına yayılır. Bunun önünde durmak
ve onu üretenlerle mücadele vermek gerekir. Fitneyi Allah'ın verdiği ceza,
belâ olarak alırsak, iyiler, toplumdaki bozuşmayı, dengelerin altüst olmasını
engellemelidirler. Aksi takdirde gelecek olan ilâhî ceza, iyileri de kapsamına
alacaktır. Kötülüğü üretmekle kötülüğe mani olmamak, neredeyse aynı ağırlıkta
suç olmaktadır. Bunun böyle olduğunu ve olacağını şu hadîs de nakletmektedir:
"İnsanlar zâlimi görüp de ona engel olmayacak olurlarsa, aradan fazla
zaman geçmeden Allah onların hepsini kendi katından göndereceği bir azaba
çarptırır"[13].
Buhârî ("Fiten", 6) ve Tirmizî'de ("Fiten", 12) yer alan Hz. Peygamber'in gemi benzetmesi de bunu ifade etmektedir. Allah'ın hükümlerini çiğneyenlerle, onlara saygı gösterenler, kura ile geminin katlarına yerleşirler. Alt kattakiler su ihtiyaçlarını gidermek isterler ve üst kattakileri rahatsız etmemek için bulundukları yerden bir delik açıp su almaya kalksalar, hepsi beraber batarlar. Üsttekilerin, onlara mani olması gerekir; onlara mani olurlarsa kurtulurlar.
Burada şu soruyu sormak
gerekir: "Herkesin kazanacağı yalnız kendisine aittir. Hiçbir suçlu
başkasının suçunu yüklenmez" (En'âm 6/164); "Her kişi kazandıkları
karşılığında rehin alınmıştır" (Müddessir 74/38); "Kazandığı
iyilikler onun lehine, yaptığı kötülükler de aleyhinedir" (Bakara 2/286)
bu-yurulduğuna göre, cezanın sadece suçu işleyene gelmesi gerekmiyor mu? Bu
sorunun cevabını, yorumunu yapmakta olduğumuz Enfâl sûresinin 25 âyeti
vermektedir. Kötülüklerle mücadele etmeyen, zâlimi durdurmaya çalışmayan,
toplumdaki bozuşma ile ilgilenmeyen insanlar, ne kadar iyi olurlarsa olsunlar,
bu ilgisizlikleri sebebiyle azaba uğrayacakları suçu işlemiş olmaktadırlar.
c) Allah'ın azabının şiddetli
olmasının bilinmesi, kötülüğe, bozuşmaya, karışıklığa karşı ilgisiz kalmaya
karşı caydırıcı bir nitelik taşımaktadır. Âyetin bu kısmındaki
"Biliniz!" emri, "Sakınınız!" emrini tamamlamaktadır.
Âyetin başındaki takva kelimesinden üretilen "Sakınınız!" emri, sonundaki
"Biliniz!" emrine dayanmalıdır. Çünkü takvanın temellerinde
"bilgi" vardır. Bilmeyen insan toplumdaki çürümeyi anlayamaz, ondan
nasıl sakınacağını bilemez, çürümenin, bozuşmanın, karışıklığın nerelere
ulaşacağını kestiremez. Bilmeyen insan, iyiden yana değişimin nereden başlaması
gerektiğini, iyinin nasıl üretilip hayata geçirileceğini bilemez. Câhil insan
toplumdaki zulmün ateşini söndürme yerine, benzine ateşle yaklaşma gibi zulmü
körükleyebilir. Düzelteyim derken bozar, durdurayım derken hız kazandırır,
yapayım derken yıkar, temizleyeyim derken kirletir.
Bu âyetin Enfâl sûresinin
konu edindiği Bedir Savaşı ile ne ilgisi vardır? Bedir Savaşı eğitim amaçlı
bir savaş olduğundan, şirk denen zulme karşı yapılmıştır. Şirk Allah'a karşı
yapılan bir haksızlıktır. Müşrikler, Hz. Pey-gamber'i Mekke'den çıkartmakla ona
zulmetmişlerdi. Bu zulme karşı gösterilen iki tepkinin adına Bedir Savaşı
denmektedir. Böyle bir savaşa çıkmamak, katılmamak, zulme rıza göstermek
olacağından, zulüm yapanların uğrayacağı cezaya onların da uğrayacağına dikkat
çekilmektedir.
İman edenlerin "İman
ettik" diyerek kenara çekilmelerinin, zulme karşı ilgisiz ve tepkisiz
kalmalarının, onlar için iyi olmayacağı vurgulanmaktadır. Yüce Allah savaşı
bir eğitim faaliyeti olarak görmüş, sebep olarak da zulmü belirlemiştir. Nisa
sûresinin 148. âyetinde olduğu gibi, zulme uğrayanın sesini duyurmasını
istemektedir.[14]
26. Yeryüzünde az olduğunuz ve zayıf sayıldığınız
için insanların sizi kapıp götürmesinden korktuğunuz zamanları hatırlayınız.
Allah sizi barındırdı, yardımıyla destekledi ve kükredesiniz diye size iyi ve
hoş rızıklar da verdi.
27. Ey inananlar! Allah'a ve
Elçisi'ne hainlik etmeyiniz, bile bile size güvenilen şeylere hainlik etmiş
olursunuz.
28. Doğrusu, mallarınızın ve çocuklarınızın da
bir sınav olduğunu, büyük ödülün Allah'ın katında bulunduğunu biliniz.
1. "Yeryüzünde az olduğunuz
ve zayıf sayıldığınız için insanların sizi kapıp götürmesinden korktuğunuz
zamanları hatırlayınız". Âyetin bu kısmı, müminlerin hicretten önceki
Mekke döneminin analizini yapmaktadır. Burada üç önemli kavram öne çıkmaktadır:
Azlık, kapıp götürmek ve korku. Hz. Peygamber zamanındaki müslümanların durumu
anlatılarak, bütün çağların müminlerine hitap edilmektedir.
Yüce Allah müminlerin
azlığının, onlarda bir korku meydana getirdiğine işaret etmektedir. Böylece
toplumsal durumun, psikolojik bir oluşumu meydana getirdiğine dikkat
çekilmektedir. Müslüman nüfusun azlığı korkuyu doğurmaktadır. Azlık, sebep;
korku da netice olmaktadır. Bu korkunun konusu da müşrikler tarafından alıp
götürülmektir. Çünkü onların gözünde müminler zayıftı. Azınlık, zayıflığı, her
ikisi de tehlike korkusunu doğurmaktadır.
Yüce Allah Medine'ye hicret
ettikten sonra, Bedir Savaşı zamanlarında müminlere Mekke dönemindeki bu
durumlarını hatırlamalarını istemektedir. Geçmişte çekilen zahmetleri,
çileleri, ıstırapları hatırlamayanlar, yaşadıkları zamanın kıymetini
anlayamazlar. Geçmişin çileleri, geleceğin mücadelesi ve başarısı için itici
bir güç olmaktadır.
Sosyal olgular, kitap
sayfalarında değil, beyinlerde yaşamalıdır. Kitap sayfaları onları muhafaza
eder, ama beyin onları canlı tutar. Yüce Allah "Hatırlayınız!"
buyururken, Mekke döneminin hafızalarda canlı tutulmasını istemektedir. Geçmiş
bir kin olarak geleceğe aktarılmayacak, ama geleceğin mücadelelerine bir çıkış
noktası; haksızlığa, zulme karşı tepki göstermenin bir itici gücü olacaktır.
2. "Allah sizi
barındırdı, sizi yardımı ile destekledi ve şükredersiniz diye size iyi ve hoş
rızıklar da verdi". Allah geçmişteki çileleri, korkulan, baskılan
hatırlamakla, yaşanan hayatın bir değerlendirmesini yapmalarını onlardan
istemektedir.
a) Allah sizi banndırdı, yani
himaye etti. Düşmanların gönlüne saldığı korkudan emin olmaları için müminleri
himaye etmesinin önemli bir lütuf olduğunu bilmelerini istemektedir. Medine'ye
göç ettirip yuva sahibi yaptı, orada yerleştirdi, orada güven ve barış içinde
yaşamalarını temin etti. Demek ki Allah Medine yerlilerinin, yani Ensâr'ın
gönlüne müminleri barındırma, bağırlarına basma gibi, merhamet duygusunu koydu.
O duygu sayesinde Mu-hâcirler'i barındırdı, yani himaye ettirdi.
b) Yüce Allah müminlere,
Medine halkının Muhâcirler'i desteklemesi ve Bedir Savaşı'nda meleklerle ve
gönüllerindeki korkuyu bizzat kendisinin gidermesiyle yardım etti. Buradaki
yardımı, Enfâl sûresinin 10. âyetindeki yardım olarak düşünebiliriz.
c) Yüce Allah'ın müminleri hoş
ve temiz nzıklarla nzıklandırması da üçüncü nimeti teşkil etmiştir. Bu şekilde
nimetlendirmesinin amacı, onların şükretmesidir. Öyle anlaşılıyor ki geçmişin
sıkıntılarını, korkulu günlerini hatırlamak, yaşadığı dönemde sahip olduğu
nimetlere şükretmek gerekiyor. Hatırlama eylemi ile şükretme eylemi yan yana
gelmektedir. Geçmişi hatırlamayan, yaşadığı dönemdeki nimetlere şükredemez.
Onun içindir ki âyetin birinci emri hatırlama, amacı da şükretmek olmuştur.
Diğer taraftan barınma,
yardım ve beslenme şeklindeki sıralama, temel ihtiyaçların önemine göre
sıralanmaktadır. Demek ki yurt, güven ve beslenme şeklinde açıklayacağımız bu
kavramlar, Allah tarafından müminlere temin edilmiştir. Âyetin analizinden
hareketle şükrün bir anlamı da ortaya çıkmaktadır. Şükür toplumda sahip olunan
nimetlerde ilâhî lütfü görebilmektir. Bu durum nimetin değerini anlamaya
götürecektir.
3. "Ey iman edenler!
Allah ve Peygamberi'ne hainlik etmeyiniz. Bile bile size emanet edilen şeylere
ihanet etmiş olursunuz". Buradaki emanetin ne olduğu anlaşılırsa, ihanetin
ne olduğu da anlaşılmış olur. Âyetin nüzul sebebini tesbit etmekle, emanetin
ne olduğu anlaşılacaktır. Bedir Savaşı'nda, mücâhidler, topladıkları ganimetlere
sahip olmak istediler. Hz. Peygamber herkesin sahip olduğu ganimetlerin bir
yerde toplanmasını emretti. Bazı mümin savaşçılar bu emri yerine getirme
konusunda ağırdan aldılar, o ganimetlerin kendilerine ait olduğu iddiasında
bulundular. Allah, ganimetlerin emanet olduğu ve emanete iha-
Allah ve Peygamberi'ne
ihanet ne anlama gelmektedir? Enfâl sûresinin 1. âyetini hatırlarsak,
ganimetlerin Allah ve Peygamberi'nin olduğu orada hükme bağlanmıştı.
Ganimetlere ihanet etmek, Allah ve Peygamberi'ne ihanet etmek olacağından bu
hüküm verilmiştir. Ganîmet kamunun malı olduğu için bir emanettir. Kamunun
malına ihanet, emanete ihanet olacaktır.
Âyetteki hıyanet kelimesi,
"bir şeyi saklayıp gizlemek, gadretmek" anlamında Gâfîr sûresinin
19. âyetinde geçmektedir: "Allah, gözlerin art niyetli bakışlarını ve
kalplerin gizlediği şeyleri bilir". Bunun anlamı, gözlerin hain bakışı
demektir. Hz. Peygamber, hainliği şöyle anlatmaktadır: "Allah'ım! Açlıktan
sana sığınırım, çünkü açlık, kişi ile oturup kalkanların en kötüsüdür.
Hainlikten de sana sığınırım, çünkü o, en kötü bir sırdaştır"[15].
Demek ki emanet, "kamu
malı" anlamına alınabileceği gibi, ihanetin bağdaşmayacağı akıl anlamına
da alınabilir. Allah ve Peygamberi'ne hainlik etmek, akla hainlik etmektir. O
zaman emanetin ekonomik bir değer olarak alınması değil, manevî bir değer
olarak alınması gündeme gelmektedir. Böyle bir açılımı yapmak mümkün müdür? Bu
durumda delilimiz ne olabilir? Biz buna delil olarak Ahzâb sûresinin 72.
âyetini gösterebiliriz: "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik
de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan
yüklendi". Buradaki emanetin ne olduğu konusunda müfessirler çok farklı
görüşler beyan etmişlerdir. Emanetin akıl, irâde ve muhakeme olabileceği bir
gerçektir. Bu üç maddeyi teke in-dirirsek "akıl" demek zorundayız.
Şimdi emanete verdiğimiz bu
mâna ile beraber yorumunu yaptığımız Enfâl sûresinin 27. âyetine dönebiliriz.
Allah ve Peygamberi'ne hainlik etmek, onların teklifine, emirlerine muhalefet
etmek, akıl denen emanete ihanet etmektir. Âyetin sonunda gelen "bile
bile" ifadesinden, bu ihanetin bilerek yapılacağına dikkat çekilmektedir.
Bunun anlamı şudur: Mümin, hainliğin ne olduğunu bildiğine göre, hainliğin
çirkinliğini, ondaki isyanı ve ayıbı bilerek onu işlemektedir.
Bütün mânaları bir araya
getirirsek, şöyle bir açıklama yapabiliriz: İnanan insanların da Allah ve
Peygamberi'ne ihanet etme ihtimalleri vardır. Onların bu ihaneti, kendi
emanetlerine, kamu mallarına ve akıllarına ihanet etmek olacaktır. Kamu
mallarına veya akla ihanet etmeyi önleyecek en önemli güç, bunun Allah ve
Peygamberi'ne ihanet olacağı bilincini taşımaktır. Saklayıp gizlemek anlamı
ile ihanet, kamunun malını ve aklın faaliyetini saklayıp gizlemek mânasına
gelmektedir. Bilerek bu ihaneti yapmak, iman ile bağdaşacak bir durum değildir.
4.
"Doğrusu, mal ve çocuklarınızın
da bir sınav olduğunu, büyük ödülün Allah katında bulunduğunu biliniz" .
Allah, insanları ihanete iten iki şeyi gündeme getirmektedir. Birisi mal,
diğeri de çocuklar. Mal veya çocuk çok sevilince, tanrı halini alır ve insanın
onlar uğruna yapmayacağı şey yoktur. Buradaki fitne kavramını "imtihan"
anlamına alabileceğimiz gibi, Enfâl sûresinin 25. âyetindeki fitne kelimesine
bağlayarak, "çözülme, ayartı, belâ" mânası da verebiliriz.
Yüce Allah, mal denen
ekonomik değer ile çocuk denen sosyal değeri gündeme getirmektedir. Allah bu
iki değerle müminleri imtihan etmektedir. Bir önceki âyete bağlarsak, emanetin
mal ve çocuklar olduğu anlaşılmış olur. Allah ve Peygamberi'ne hainlik eden,
mal ve çocuklarına da ihanet etmiş olur. Malına ihanet etmiş olur, çünkü
ganimetler, yani kamunun malı Allah ve Peygamberi'nindir hükmünü veren Enfâl
sûresinin 1. âyetine ters düşerek, ganimeti haksız yere gizlerse, malına haram
katmış olacaktır. Bu da malını haramla kirletmek anlamına geldiğinden, ona ihanet
etmektir. Diğer taraftan çocuklarına haram lokma yedirmek suretiyle onların
asaletini bozacağından, onlara da ihanet etmiş olacaktır.
Bu âyetin sonunda yer alan
"Büyük ödülün Allah katında olduğunu biliniz" ifadesiyle bağlantılı
olarak düşünecek olursak, farklı bir netice çıkartmak mümkündür: Malınıza mal
katmak ve çocuklarınızın geçimini düşünerek Allah ve Peygamberi'nin hakkı olan
ganimetleri gizlemeyiniz. Hakkınızı Allah'ın hakkına tercih etmeyiniz. Aksi
takdirde imtihanı kaybetmiş olursunuz.
Başka bir açıdan bakarak
farklı bir netice çıkartmamız da mümkündür: Bazı müslümanlar Bedir Savaşı'na
katılmak konusunda ağır davranıyorlardı. Onun içindir ki Enfâl sûresinin 15.
âyetinde şöyle buyurulmaktadır: "Ey iman edenler! Toplu halde kâfirlerle
karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyiniz". 16. âyette de
"Tekrar sava§mak için
bir tarafa çekilmek veya diğer bir birliğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında,
kim öyle bir günde onlara arka çevirirse, elbette o, Allah'ın azabını hak etmiş
olarak döner".
Bu dönüş, malını ve
çocuklarını düşünerek gerçekleşirse, ödülün yanlış yerlerde arandığı ortaya
çıkmış olur. Mal ve çocuklar konusundaki imtihanı başarı ile veren mümin,
ödülünü Allah katında bulacaktır. Bu iki emaneti korur ve gerektiği şekilde
değerlendirirse, büyük ödülü Allah'tan alır. Buradaki mal ve çocukları, Enfâl
sûresinin 26. âyetinde geçen "Geçiminiz için temiz ve hoş rızıklar
bahşetti size ki sonunda şükredesiniz" ifadesine de bağlarsak, mal ve
çocuklar konusundaki imtihanı, şükrederek geçeceğimiz anlaşılacaktır. Bütün bu
âyetlerden şu neticeleri çıkartıyoruz:
a) Azlığın meydana getirdiği
korku psikolojisinden yüce Allah, müminleri himaye ederek, yardımda bulunarak
ve temiz gıdalarla besleyerek gidermiştir. Bu durum Mekkeli müşriklerle,
müminlerin arasında geçen bu olgu, bütün çağlara hitap etmektedir.
b) Allah'ın emir ve
yasaklarına karşı çıkarak Allah ve Peygamberi'ne ihanet etmekle, kendi
emanetlerine ihanet etmiş olacaklardır. Böylece Allah, ihanet ile emanet
kavramlarını bir araya getirerek, İslâm ahlâkının temel öğelerini gündeme
getirmektedir.
c) Mal ve çocukların bir
imtihan sorusu olduğu, bu soruların iyi cevaplandırılmasının önemi üzerinde
durulup, bu imtihanı kazananların Allah tarafından ödüllendirileceklerine
dikkat çekilmekte ve korku psikolojisi, ilâhî himaye, yardım ve ihsan, şükür,
ihanet ve emanet, çocuk, mal ve imtihan gibi dinin ve ahlâkın temel konularının
ele alınıp müminlere öğretilmesini, din eğitimine bırakmaktadır. Dinin değerler
sisteminin önde gelen bu konularına karşı çıkmanın müminlere neler getireceğini
vurgulamak gerekir. Müminlerin sahip oldukları birçok değerin kaynağını bilerek
şükretmelerinin önemi, gönüllere kazınırcasına öğretilmelidir. Böylece mümin,
Allah ile kendisi ve sahip olduğu değerlerle ilişkilerinin hangi doğrultuda
olacağının bilincinde olmalıdır.[16]
29. Ey iman edenler! Eğer
Allah'tan sakınırsanız, O, size iyiyi kötüden ayıracak bir anlayış verir,
suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir.
Yüce Allah bu âyette iman
edenlere hitap etmektedir. Müminlerin takva eylemini gündeme getirerek, bu
eylemle kazanacaklarını, yani o eylemin neticelerini açıklamaktadır.
Âyette geçen "Allah'tan
sakınırsanız" şartını koşarken, "sakınma" diye tercüme ettiğimiz
takvaya "saygı duymak, Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde
olmak" mânalarını verebiliriz. Allah'a, takva denen ruh olgunluğu içinde
kulluk etmek, O'nun emirlerini ve yasaklarını samimi olarak yerine getirmek,
bazı kazammları temin edecektir. Bu kazanımlar bir bakıma takva puanı ile
ilâhî üniversiteye kaydolmanın ödülleri olacaktır. Âyet bunları şöyle
sıralamaktadır:
1. "O, size iyiyi kötüden
ayıracak" anlayış olarak tercüme ettiğimiz kelime furkândır. Furkân
kelimesi, fark kelimesinden türemiştir. Kur'ân'a, hak ile bâtılı, doğru ile
yanlışı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini birbirinden ayırdığı için bu isim
verilmiştir. Âyetteki furkân kavramına farklı mânalar veren âlimleri ve
verdikleri mânaları Kurtubî nakletmektedir. İmam Mâlik, Talak sûresinin 2.
âyetine dayanarak "çıkış yolu"; Süddî, "kurtuluş", Ferrâ,
"fetih ve zafer" mânalarını vermişlerdir. Buradaki mânasının iyiyi kötüden,
doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden, hakkı bâtıldan ayıracak bir anlayış
olduğunu bir âyetle ispat etmek mümkün müdür? Enfâl sûresinin 8. âyetinde
bunun ispatını görmekteyiz. "Hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı ortadan
kaldırmak içindi". Yüce Allah bunu yaparken müminlere de hak ile bâtılı
ayırma gücünü vermektedir. Bedir Savaşı hem müşrikleri eğitmek amacını gütmüş hem
de müminlere hak ile bâtılı ayırma anlayışını getirmiştir. Müşriklere bu
eğitimi meydan muharebesinde verirken, müminlere gönül, yani akıl alanında
vermektedir.
Âyette geçen furkân
kavramını "basiret" mânasına alırsak, o zaman A'râf sûresinin 201.
âyetini bunu destekleyen bir delil olarak getirebiliriz: "Takvaya erenler
var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda, düşünüp hemen
gerçeği görürler" . Demek ki takva öyle bir ruh olgunluğudur ki, içindeki
oluşumların şeytanî veya rahmani olup olmadığım ayırabilen düşünce ve basireti
insana kazandırmaktadır.
Âyetin bu kısmında şu
gerçeği de yakalayabiliyoruz: Allah, takva denen sakınma eylemini müminlere
gösterip, hak ile bâtılı ayırma anlayışını verecektir. Takva denen gönül
eyleminin öznesi, insan; iyi ile kötüyü ayırma anlayışını verme eyleminin
öznesi de Allah'tır. Demek ki önce kul, takva denen Allah'tan sakınma ya da
Allah'a saygı duyma eylemini gerçekleştiriyor, sonra da Allah ona iyi ile
kötüyü ayırma anlayışını veriyor. Kul eylemini gerçekleştirmeden Allah
takdirini gerçekleştirmiyor.
Hak ile bâtılı ayırma
anlayışının ilâhî âlemden insanın gönlüne inebilmesi için, o gönülde takva
denen bir ortam oluşmalıdır. Çünkü furkân denen hak ile bâtılı ayırma anlayışı,
basiret sahibi kâmil insanın özelliğidir. Bu özelliğin ağırlığını kaldıracak
bir gönül, bu gönül de takva denen bir ilâhî sorumluluk bilincini ister.
Yüce Allah'ın insana hak ile
bâtılı ayıracak anlayışı vermesini, Enfâl sûresinin 24. âyetine giderek de
açıklayabiliriz: Buradaki furkân, müminlere hayat veren çağrıdır. Yüce Allah,
kişi ile kalbi arasına girip orada bazı değişimler gerçekleştirmektedir. 26 ve
27. âyetlerde şükretme kapasitesi, 27. âyette ihanetin ne olduğu, 28. âyette
ise mal ve çocukların bir imtihan olduğu gerçeği anlatılmaktadır.
Enfâl sûresi Bedir Savaşı
ile ilgili olduğuna göre, furkân kavramına Râ-zî'nin kabul ettiği şu mânayı
verebiliriz: Allah sizinle kâfirlerin arasını ayırır. İnkarcılarla müminlerin
arasındaki ayırıcı vasıfların tamamını kapsamına almaktadır. Takva denen ruh
olgunluğuna eren müminlerin gönül boyutu, davranışları ve ahlâkı,
kâfirlerinkinden farklıdır. Bu farklar Allah'tan gelmektedir. Demek ki müminin
furkân olması, onun düşünce, niyet, samimiyet ve davranış bakımından farklı
olması anlamına gelmektedir.
2. "Suçlarınızı
örter". Ayetin bu kısmındaki sey-yiât kelimesini, "ayıplar"
olarak mânalandırmak mümkündür. Bu mânayı verirken delilimiz ne olabilir?
A'râf sûresinin 20. âyetinde bu kelime "ayıp yerleri" anlamına
gelmektedir. Şeytan, Âdem ile eşini yasak meyveden yedirte-rek, avret yerlerini
kendilerine göstermek istedi.
"Suçlarınızı
örter" yerine, "ayıplarınızı örter" mealini vermek daha iyi
olacaktır. Avret yerlerini örtmenin anlamı, insanı utandıracak çirkin hareketlerinden
kendilerini uzaklaştırmaktır. Keffere kelimesi, "tohumu toprağın altında
örtmek" anlamına gelmektedir. Bu kelimeye kötü eylemleri görmezlikten
gelmek, onları silmek mânası da verilebilir. Bu ilâhî eylemi, âyetin başındaki
takva eylemine bağlamak gerekiyor. Mümin, Allah'a karşı sorumluluk bilincinde
olursa, Allah onun ayıplarını örtecektir.
Demek ki takva öyle bir ruh
olgunluğudur ki, Allah'ın ayıpları örtmesine sebep olmaktadır. Takva denen
bilinç, ayıpların Allah tarafından örtülmesine sebep olmakta ve ayıpların
örtülmesi mânasına gelmektedir. Takva denen manevî bağışıklık sistemine sahip
olmayanlar, manen çıplak durumda olduklarından, ayıpları ortada durmakta ve
şeytanın etkisine açık halde bulunmaktadırlar. Takva denen ruh olgunluğunu
gösteren müminlerin bu çıplak durumunu Allah örtmektedir.
3.
"Sizi
bağışlayacak". Ayıplarını örtmekle bağışlamak arasındaki temel fark, ayıp
kavramının bu dünya ile alâkalı olması, bağışlamanın ise âhiretle alâkalı
olmasıdır. Âhirete uzanan yanlış eylemlerin bağışlanması, affedilmesi ile
ayıpların örtülmesi, farklı eylemlerdir. Onun içindir ki, bu iki durum âyette
ayrı ayrı ele alınmaktadır. Allah'tan sakınma eylemi, âhi-rette sadece ödül
kazanmamakta, aynı zamanda başka günâhların affını da getirmektedir.
Görüldüğü gibi Allah
müminlerden bir şey isteyip, karşılığında onlara üç şey vermektedir. Hak ile
bâtılı, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü ayırma an-
da temin etmektedir.
Âyetin sonunda yer alan
"Allah büyük lütuf sahibidir" ifadesinin anlamı, Allah'ın vaadinde
duracağı anlamına gelmektedir. Müminin takvası, akıl ile gönülde ortaya
çıktığından, ilâhî lütuf da müminin gönlünde ve beynindeki oluşumlarda kendini
göstermektedir. Müminin beyninde ve gönlündeki iyiden yana bütün oluşumlara
uzanan ilâhî lütuf, alt yapı olarak orada takva denen sorumluluk bilincini
meydana getiriyor.
Öyle anlaşılıyor ki Allah,
bire üç karşılık vermektedir. Müminin bir adımına üç adım ile cevap
vermektedir. Ama bu büyük karşılığı müminin takvası temin etmektedir. Takv2
denen düşünce, basîret ve niyetle amelin bütünleşmesi, din eğitimin insanlara
kazandıracağı en büyük erdemlerdendir.[17]
30. Hani inkarcılar seni
bağlayıp bir yere hapsetmek, ya da öldürmek veya seni yurdundan çıkarmak için
tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarken, Allah da karşı tuzak kuruyordu.
Allah tuzağı boşa çıkaranların en iyi-sidir.
Enfâl sûresinin önemli
özelliklerinden biri de "hatırlayınız" veya "hani" diye
tercüme ettiğimiz kelimesiyle başlayan âyetlerin çok olmasıdır. "Hatırlayınız
ki, Allah size iki gruptan birinin sizin olduğunu vaad ediyordu" (âyet
7), "Hatırlayınız ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz" (âyet: 9),
"Hatırlayınız ki, kendi katından bir güven olarak Allah sizi uyuklamaya
daldırmıştı..." (âyet: 11), "Hani Rabbin meleklere, 'Elbette ben sizinle
beraberim' diye vahyediyordu..." (âyet: 12), "Hatırlayınız ki, bir
zaman siz yeryüzünde âciz tanınan az (bir toplum) idiniz" (âyet: 26).
Şimdi de 30. âyette tekrar bir hatırlatma yapılmaktadır.
Öncekileri bir tarafa bırakarak,
26 ile 30. âyetleri dikkate alarak bir yorum getirmek yararlı olacaktır. 26.
âyette müminlerin sayısal bakımdan az olmaları sebebiyle kapıldıkları korku
psikolojisine karşılık, Allah'ın onlara olan yardımı gündeme getirilirken, 30.
âyette de Hz. Peygamber'e kurulan tuzakların ortadan kaldırılması
hatırlatılmaktadır.
Müşrikler Dârünnedve denen
yerde toplanıp Hz. Peygamber'i önlemenin çarelerini arıyorlardı. O toplantıda
üç plan ileri sürüldü. Bunlardan biri olan öldürme planının uygulamaya konulmasına
karar verildi. Yüce Allah bu planı peygamberine bildirdi ve hicret etmesine
müsaade etti. Hz. Peygamber yatağına Hz. Ali'yi bırakarak evini terketti. Bu
âyet, müşriklerin o toplantıda tartıştıkları ve ileri sürdükleri planları ele
almakta ve kararlaştırdıkları ölüm planını yüce Allah'ın nasıl boşa çıkardığını
açıklamaktadır.
1. "Seni bağlayıp bir
yere kapamak". Hz. Peygamber'in vahyi tebliğ etmemesi, böylece kendi
inançlarına karşı çıkmaması, otoritelerinin kaybolmaması için onu bir yere
hapsetme planı teklif edilmişti.
2. "Ya da öldürmek".
Teklif edilen ikinci plan, Hz. Peygamber'in öldürülmesi idi ve bunun
uygulanmasına karar verilmişti. Çünkü öldürmenin dışında kurulacak diğer
tuzaklar, onun faaliyetini durdurmak için yeterli olmayacaktı; öldürme köklü
çözüm olacaktı.
3.
"Veya seni yurdundan
çıkarmak". Uygulanması istenen diğer bir tuzak da Hz. Peygamber'i
Mekke'yi terketmeye zorlamaktı. Bunun da köklü bir çare olmayacağını
anlamışlardı, çünkü Hz. Peygamber gittiği yerde tebliğine devam edecekti. Bu
tuzaklardan, öldürme teklifi kabul edilmişti. Yüce Allah daha sonra
peygamberinin hicret etmesine müsaade ederek onu korudu. Âyette bu nimetin
hatırlanması istenmektedir.
Bize göre konunun amacı Hz.
Peygamber'in hayatında çok önemli bir yeri olan yurdunu, yani Mekke'yi terketme
olgusunu anlatarak, geleceğin nesillerine yeni bir mesaj vermektir. Bu âyet
geçmişte hak ile bâtılın mücadelesinin nasıl cereyan ettiğini, bâtılı
savunanların tuzak kurmak için neler teklif ettiklerini, hangi planları tartıştıklarını
ve bunlardan hangisini uygulamaya koymak istediklerini anlatarak, geleceğin
hak ile bâtıl mücadelesine ışık tutmakta, bu konuda müminleri eğitmektedir.
Hapsetmek, yurdunu terke
zorlamak ve ölüm gibi tuzakların tatbikata konduğu, kötünün bunlarla yaşatılmak
istendiği anlatılarak, geleceğin nesilleri bu konuda bilinçlendirilmektedir.
Bu tuzaklar geçmişte olmuş bitmiş değildir, kimi zaman kılık değiştirerek
bugün de devam etmektedir.
İnanç özgürlüğünün bir hak
ve özgürlük olduğunu gelecek nesillere anlatmanın yolu, geçmiş olguları
anlatmaktan geçmektedir. Kur'ân, inanç özgürlüğünü insanlığa kazandırmanın
mücadelesini verirken, bu özgürlüğe tahammül edemeyenlerin, farklı inanca
mensup olanlara kurdukları tuzakları anlatmaktadır.
İnanmaları için insanların
zorlanmayacağı (Yûnus 10/99), dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin (Kehf
18/29) ilkelerini getirip, inanç özgürlüğü ile insanlığı tanıştıran Kur'ân ve
onu tebliğ eden peygamber, bu özgürlüğü yok etmek isteyenlerin tuzakları ile
karşılaştı.
İnanç özgürlüğünü ortadan kaldırmak isteyenler, aslında toplumdaki otoritelerini, statülerini korumak ve kendi inançlarını müdafaa etmek için öne çıkmışlardır. Bu mücadele şeytanla insan arasında başlamış, daha sonra insanla insan arasında devam etmiş ve etmektedir. Tevhîd inancını savunanlarla şirki savunanlar veya inkâr psikolojisinde olanlar arasında cereyan eden bu mücadelenin tuzakları, bu âyette anlatılmaktadır.
inanç özgürlüğünün önüne
konan bu tuzaklar, çoğu zaman hedefine ulaşmış, kimi zaman da ilâhî müdahale
ile boşa çıkmıştır. Nisa sûresinin 155. âyetinde peygamberlerin haksız yere
öldürüldüğü ifade edilirken de tuzakların hedefine ulaştığına dikkat
çekilmektedir. Hz. Peygamber'e kurulan öldürme tuzağı da geçmişte
İsrâiloğulları'nın yaptığı uygulamanın tekrarından başka bir şey değildi. Bu
tuzaktan Hz. Peygamber'in kendi gücü ile kurtulması imkânsızdı. Onun içindir
ki yüce Allah ^fSfj oj!mj "Onlar tuzak kurarken Allah da karşı tuzak
kuruyordu" ifadesiyle, Hz. Peygamber'e ve müminlere nasıl yardım ettiğini
anlatmaktadır. Allah'ın kurduğu tuzağın mükemmelliği ve O'nun mağlûp
edilmesinin imkânsızlığı anlatılırken de "Allah tuzağı boşa çıkaranların
en iyisidir" ifadesine yer verilmektedir.
Yüce Allah Hz. Peygamber'e
hicret izni vererek onların ölüm tuzağını boşa çıkartmıştır. Böylece hicretin
sebeplerinden en önemlisi gündeme getirilmiş ve hicretin inanç özgürlüğü
uğruna yapıldığına dikkat çekilmiştir.
Burada sorulması gereken
soru şudur: Bedir Savaşı'nı anlatan Enfâl sûresinde böyle bir âyetin yer almasının
sebebi nedir? Bedir Savaşı'nm asıl amacı, inanç özgürlüğünün insanlığın
hayatında yer almasıdır. Bedir Sava-şı'nın temelleri Mekke döneminde bu tuzakla
atılmış, şirkin tevhîd inancını bozmak için Mekke döneminde ölümüne kurduğu
planlarla hayata geçirilmek istenmiştir.
Bedir Savaşı'nı hazırlayan
tuzaklar anlatılırken, aslında Bedir Sava-şı'nın inanç özgürlüğü uğruna verilen
mücadelelerin dönüm noktalarından biri olduğu vurgulanmaktadır. İnanç
özgürlüğü, insan haklarının başında gelen haklardan biridir. Onun uğrunda
verilen her mücadele kutsaldır. İnanç özgürlüğünü tanımak ve yaşatmak Allah'ın
kanunu olduğuna göre, bu uğurda verilen mücadelelere de Allah destek vererek
yardımda bulunmaktadır.[18]
31. Âyetlerimiz onlara
okunduğu zaman dediler ki: "İşittik, istesek'biz de bunun benzerini
elbette söyleyebiliriz. Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey
değildir".
Ayetin analizinden
çıkarılacak neticeler şunlardır:
1. "Âyetlerimiz onlara
okunduğu zaman, dediler ki: 'işittik, istesek biz de bunun benzerini elbette
söyleyebiliriz"
a)
Âyetin bu kısmı, Kur'ân'ı Hz. Peygamber'in
insanlara okuduğunu, onlara ilettiğini ispat etmektedir. Âyetteki okuma
fiilinin meçhul kalıbında gelmesinin sebebi, her çağda Kur'ân'ın okunacağına ve
ona benzer şekilde tepki gösterileceğine işaret etmektedir. Kur'ân'ı sadece Hz.
Peygamber okuyup insanlara iletmeyecektir, gelecek nesiller de bu görevi
yerine getirecektir. Buradaki "okumak" kelimesini,
"iletmek" mânasına almak gerekir. Yüz yüze gelip okunduğu gibi, mesaj
olarak iletilmesi de mümkündür.
b)
"İşittik" demeleri, Kur'ân'ın
onlara okunduğunu ispat etmektedir. Anadilleri Arapça olduğundan, Kur'ân'ın
âyetlerini doğrudan anlama imkânına sahiptiler. Onun için "işittik"
ifadesinde "anladık" anlamı da vardır.
c)
"İşittik" ifadesinin
"anladık" anlamına geldiğinin delili, daha sonra yaptıkları
değerlendirmeden çıkmaktadır. "İstesek biz de aynısını söyleriz".
Buradaki "söyleriz" kavramına Muhammed Esed, "düzeriz"
mânasını vermektedir. Ona göre le kulnâ, sadece söylemek değil, bazan da
"ileri sürmek, görüş bildirmek", "seslendirmek" mânalarına
gelmektedir.
Okunan Kur'ân'ın âyetlerini işittikleri halde, onları hafife almaları sebebiyle kendilerinin de böyle metinler yazacaklarını beyan ettiler. Onların Kur'ân âyetlerinin benzerini getirip getiremeyeceklerini, araştmrsak görürüz ki, Kur'ân benzeri bir sûre getiremeyeceklerdir (Bakara 2/23-24); Onun gibi sûre getiremeyeceklerdir (Hûd 11/13) âyetleriyle ifade etmektedir. "İstesek biz de aynısını söyleriz" ifadesinde bunun "istek" safhasında kalacağı, tatbikata konamayacağı ortaya çıkmaktadır.
2. "Bu, öncekilerin
masallarından başka bir şey değildir". İnkârlarını, Kur'ân'a olan
tepkilerini bu şekilde dile getirmişlerdi. Her çağda Kur'ân'ı hafife alan, onu
okumadan, tetkik etmeden, anlamadan hakkında konuşma yapanlar olacaktır.
"Öncekilerin masalları" değerlendirmesi ile "Kur'ân çöl
kanunudur" demenin arasında pek fark yoktur. Hz. Pey-gamber'den önce ilâhî
vahyin metinlerine benzer tepkiler gösterilmiştir. Bunun sebeplerinden biri de
her yeni şeye, yeniliğe gösterilen tepkidir.
Peygamberlerin hepsine, bu
yeni hayat tarzına getirdikleri mesajlar sebebiyle, yaptıkları ve yapacakları
değişimin radikal olması yüzünden tepki gösterilmiş ve bu tepki alaycı bir
üslûba dönüşmüştür. Alaycı tavırları, "Bu eskilerin masallarından başka
bir şey değildir" sözleriyle ağızlarından dökülmüştür. Yeniye karşı
gösterilen tepki psikolojisi, kimi zaman kibre, kimi zaman da alaya
dönüşmüştür. Küstahça bir tavır takınarak Kur'ân'ın ilâhî vahiy olmadığını
iddia eden bu insanlar, söyledikleri noktada kalmadılar, tam tersine
tepkilerini fiilî duruma getirerek, Hz. Peygamber'in Mekke'yi terket-mesine
sebep oldular.[19]
32. Hani "Allahımız! Eğer
bu kitap senin katından gelen gerçek ise, gökten üzerimize taş yağdır veya bize
elem verici bir azap ver!" demişlerdi.
Âyetin analizinden şu
neticeleri çıkartmak mümkündür:
1.
"Allahımız!" Bu
âyet müşriklerin konuşmasını naklettiğine göre, onların "Allahımız!"
diyerek dua etmeleri mümkün müdür? Bu soruya Ankebût sûresinin 61 ve Lokman
sûresinin 25. âyetleriyle cevap verebiliriz. Meselâ Lokman sûresinin 25. âyeti
şöyledir: "Andolsun ki onlara gökleri ve yeri kim yarattı, diye sorsan,
mutlaka Allah derler". Demek ki müşrikler Allah'a inanmaktaydılar, ama
O'na eş koştuklarından dolayı müşrik sıfatını almışlardı. Enfâl sûresinin 32.
âyetinde "Allahımız!" diyenler, Allah'a inanan müşriklerdi.
2.
"Eğer bu kitap senin
katından gelmiş bir gerçekse. ..". Âyette geçen hazâ ve hüve zamirlerini
âlimler Kur'ân şeklinde yorumlamaktadırlar. Bunun böyle olduğunu nasıl ispat
edebiliriz? Bir önceki âyette geçen, "Âyetlerimiz onlara okunduğu
zaman" ifadesinden, o âyetlerin bulunduğu kitap kastedilmiş olabilir.
Müşriklerin dinleyip de aynısını söyleyebilecekleri kitap anlamına gelebilir.
Böylece bu âyetteki hazâ ve hüve zamirleri Kur'ân'a gitmiş olabilir ki, bu
iddia doğrudur. Öyle anlaşılıyor ki, müşrikler de hakkı aramakta, hak ile
Kur'ân'ı eşleş-tirmekte, Kur'ân'ın hak olduğunun ispatını istemekte, fakat
ispatm şeklini de onlar belirleyip bunun tabiat olayları ve azapla yapılmasını
istemektedirler.
3. "Gökten üzerimize taş
yağdır veya bize elem verici bir azap ver!" Bu şekilde konuşan insanın
kültürlü ve tarihten haberdar olması gerekir. Bu şahsın Nadr b. Haris olduğunu
söyleyenler olmuştur, ama Enes b. Mâlik bunun Ebû Cehil olduğunu öne sürmüştür
[20]. Demek ki Ebû Cehü ve yandaşları böyle bir istekte bulunmuşlardır.
Gökten taş yağdırmak, elem
verici bir azap vermek gibi olguları bilen kültürlü bir grubun olduğu
anlaşılmaktadır. Hakikatin ispatmı, yani Kur'ân'ın hak olduğunu bu şekilde
delillendirmenin neticesinin yokluğa gideceğini göremediler. Gökten taş yağarsa
ve elem verici bir azapla karşı karşıya kalırlarsa, yok olacaklarını
düşünemediler. İstedikleri şeyler gerçekleştiğinde hayatta
kalamayacaklarından, böyle bir ispatın işe yaramayacağının farkına bile
iyiliği isteyeceğine
kötülüğü ister". Bunlar da kendilerine iyilik yerine kötülüğü
çağırıyorlardı.[21]
33. Halbuki sen onların
içinde iken Allah onlara azap verecek değildir ve onlar bağışlanma dilerken de
şüphesiz Allah onlara azap etmez.
Yüce Allah onların ispat
olsun diye elem verici azabı istemelerine cevabını Hz. Peygamber'e vermektedir.
Onları doğrudan muhatap almayıp dolaylı olarak cevap vermektedir. Âyetin
açıklanmasıyla elde edilecek neticeler şunlardır:
1. "Sen onların içinde
iken Allah onlara azap edecek değildir". Bu ifade ne anlama gelmektedir?
Kur'ân'da geçen bazı cezalandırma şekillerine bakarsak, yüce Allah
cezalandıracağı toplumların içinden peygamberlerini çıkarmıştır. Meselâ Hz.
Nuh'a gemiyi yaptırdı, kendisine inananları oraya aldırdıktan sonra tufan ile
inkarcıları yok etti (Hûd 11/37-43). Lût kavmini batırmadan önce Hz. Lût'u
onlardan ayırdı ve oradan çıkardı (Hûd 11/81,82).
Demek ki Allah
cezalandıracağı toplumların arasından peygamberlerini çıkartmaktadır, yani
peygamberin bulunduğu bir toplumu helak etmemektedir. Onun içindir ki Hz.
Peygamber'e "Sen onların içinde iken onlara azap etmem"
buyurmaktadır.
Burada sorulması gereken
soru şudur: Madem ki peygamber onların arasında iken onları
cezâlandırmayacaktı, neden savaşta onları mağlûp ederek cezalandırmıştı?
"Onlarla savaşınız ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın,
onları rezil etsin..." (Tevbe 9/14). Demek ki savaşta mağlûp olmak bir
cezadır. Bu cezayı galip gelenler vasıtasıyla onlara vermektedir. O zaman
Bedir Savaşı'ndaki yenilgileri müşriklere bir azap olmuştur. Allah melekleri
göndererek müminlere yardım etti ve böylece müşrikleri cezalandırdı. Buradaki
cezalandırma, helak olma şeklindeki bir cezalandırma ya da azap etme değildir.
Ama müşriklerin istediği azaptan sağ çıkmaları mümkün değildir. Allah
tarafından doğrudan gelen azap, "kökleri kazıma azabı" olacağından,
eğitici yönü yoktur. Fakat savaş yoluyla verilen azabın bir de eğitici yönü
vardır. Netice olarak diyebiliriz ki, "kökleri kazıma azabını"
Allah, peygamberin bulunduğu bir topluma vermemektedir.
Burada sorulacak başka bir
soru vardır: "Sen onların içinde iken" ifadesinde yer alan
"içinde" kelimesi, fizikî mânada mı manevî anlamda mı kullanılmıştır?
Eğer fizikî anlamda kullanıldıysa, âyetin hükmü bitmiştir. Çünkü Hz. Peygamber
vefat etmiştir, artık onların içinde, yani arasında değildir. Böylece âyetin
hükmü veya geçerliliği Hz. Peygamber'in vefatı ile sona ermiştir. Âyetin
geçerliliği devam ediyorsa o zaman "içinde" ifadesine manevî anlam
vermek gerekir. Hz. Peygamber'e karşı sevgiyi ve imanı gönüllerinde taşıyan
insanların bulunduğu topluma, "köklerini kazıma azabı"nı yapmayacaktır
diyebiliriz.
2.
"Ve onlar, bağışlanma
dilerken de şüphesiz Allah onlara azap etmez". Demek ki suçunu itiraf edip
af dileyen topluma da Allah azap etmemiştir ve etmeyecektir. Burada Allah bir
toplumun helakini önleyen önemli bir sebebi gündeme getirmektedir. Bağışlanmayı
isteyenler, aslında günahkâr olduklarını peşinen kabul etmektedirler. Aslında
bu durum köklü bir değişimin göstergesidir. Aynı zamanda kötülüğü emreden nefis
seviyesinden, kendini kınayan levvâme nefis seviyesine çıkışın bir işaretidir.
Âyete baktığımız zaman af dileme gibi, suçunu, günâhını itiraf etme erdemini, fert değil, toplum göstermektedir. Bu durumda toplumda kendini yenileme, değiştirme, geliştirme kültürü başlamış demektir. Bu hal cezalandırmayı engellemektedir.[22]
34. Onlar Mescid-i Haram'ın mütevellileri olmadıkları halde müminleri oradan geri çevirirlerken, Allah onlara ne diye azap etmeyecek? Oranın mütevellileri takva sahiplerinden başkaları değildir. Fakat onların çoğu bunu bilmez.
35. Onların Beytullah'ın yanındaki duaları da
ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. Ey inkarcılar! inkâr
etmekte olduğunuz şeylerden ötürü şimdi azabı tadınız!
36. Şüphesiz ki inkâr
edenler mallarını, insanları Allah yolundan alıkoymak için harcıyorlar, daha da
harcayacaklardır, ama sonunda bu, onlara yürek acısı olup en sonunda mağlûp
olacaklardır. İnkârda ısrar edenler ise cehenneme toplanacaklardır.
37. Bu toplanma, Allah'ın
murdarı temizden ayırması ve bütün murdarların bir kısmını diğer bir kısmının
üstüne koyup yığarak cehenneme atması içindir. İşte onlar ziyana uğrayanların
ta kendileridir.
38. İnkâr edenlere, sana düşmanlıktan
vazgeçerlerse, geçmiş günâhlarının bağışlanacağını söyle! Yok geri dönerlerse,
kendilerinden öncekilerin hali gözlerinin önündedir.
Bu âyetlerin açıklanmasından
elde edilecek neticeler şunlardır:
1.
"Onlar Mescid-i
Haram'in mütevellileri olmadıkları halde müminleri oradan geri çevirirlerken,
Allah onlara ne diye azap etmeyecek?" Âyetin bu kısmı, Allah'ın bazı
insanlara azap etmesinin "sebebini" tesbit etmektedir. Enfâl
sûresinin 30. âyetinde müşriklerin inanç özgürlüğüne mani olduğu anlatılmıştı.
Burada ise "ibadet özgürlüğü" gündeme getirilmektedir. Müminleri
Mescid-i Haram1 dan geri çevirmenin bugünkü anlamı, ibadet özgürlüğüne engel
olmak, Daha önce Bakara sûresinin 217. âyetinde de Mescid-i Haram'm ziyaretine
mani olduklarını, halkını oradan çıkardıklarını görmüştük. Mescid-i Haram'ı
ziyaret özgürlüğünü engelleyip halkı oradan çıkartmanın en büyük günâhlardan
biri olduğu, Bakara sûresinin 217. âyetinde hükme bağlanmıştı.
Hicrî 2. yılda Mekke,
müşriklerin elinde olduğundan, Mescid-i Haram'ı ziyaret için müslümanlara izin
vermiyorlardı. Araplar'ın, özellikle de Kureyş kabilesinin kendilerini Hz.
İbrahim'in soyundan kabul etmeleri sebebiyle, Mescid-i Haram'ın bakıcılığının
sadece kendilerine ait olduğuna inanıyorlardı. Kur'ân onların kendilerini bu
şekilde görevlendirmelerini yalanlamaktadır.
Bu âyet, Mescid-i Haram'ın
mütevellilerinin müşrikler olamayacağını vurgulamaktadır. Âyetin bu kısmında
geçen evliya kelimesi, "koruyucu, bekçi" veya "mütevelli"
anlamlarına gelmektedir. Mescid-i Haram'ın mütevellileri demek daha isabetli
olacaktır. Mütevellileri olmadıkları halde müşriklerin müminleri Mescid-i
Haram'ın ziyaretinden alıkoymaları, yani ibadet özgürlüğünü engellemeleri,
Allah'ın onlara azap etmesine sebep olmaktadır.
Yüce Allah'ın onları
cezalandırma şekli, Tevbe sûresinin 14. âyetinde belirtildiği gibi müminlerin onları
savaşta yenmesi ile gerçekleşmektedir. Demek ki Allah ibadet özgürlüğüne mani
olanlara savaş açtırmakta ve buna izin vermektedir. Hac sûresinin 39 ve 40.
âyetlerine bakıldığında, savaşa hangi sebeple izin verildiği görülecek, bunun
inanç ve ibadet özgürlüğü olduğu anlaşılmış olacaktır.
2. "Mescid-i Haram'ın
mütevellileri takva sahiplerinden başkaları değildir, fakat onların çoğu bunu
bilmez". Yüce Allah Mescid-i Haram'ın mütevellisi olarak müttakîleri
tayin etmektedir. Allah'ın haramlarından kaçan, farzlarını yerine getiren,
Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olan, Allah'a saygı duyan müttakîler,
oranın mütevellileri olacaktır. Bu yaklaşımın rülmektedir:
edenler! Müşrikler ancak bir
pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar".
Burada şu soruyu
sorabiliriz: Yüce Allah neden müşriklerin Mescid-i Haram'm mütevellisi
olamayacağını buyurmaktadır? Biliyoruz ki Allah bunu
bildirmişti: zamanlar Rabbi
ibrahim'i birtakım kelimelerle imtihan etmişti. Onları tam olarak yerine
getirince, 'Ben seni insanlara önder yapacağım demişti. 'Soyumdan da (önderler
yap, ya Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)'
buyurdu" (Bakara 2/124).
Demek ki âyette geçen
zâlimler kavramı, müşrikler olarak tercüme edilmelidir. "Ahdim müşriklere
ermez" ifadesinin anlamı da, "Onları önder yapmam" demektir.
Onun için müşrikler Mescid-i Haram'ın mütevellileri olamazlar. Demek bu yasak,
Hz. İbrahim'e bildirilen o dönemden başlayan bir yasak olmuştur. Hz. İbrahim'in
soyundan bile olsa zâlimler, yönetici olmamalıdır. Diğer taraftan Tevbe
sûresinin 28. âyetine göre müşrikler, Mescid-i Haram'a yaklaşamazlar.
Müşriklerin çoğunluğunda bilgi eksikliğinin olduğu burada ortaya çıkmaktadır.
"Fakat onların çoğu bunu bilmez" buyuru-lurken, bu bilgi eksikliğine
dikkat çekilmektedir.
Kısaca şu neticeyi
çıkartabiliriz: Enfâl sûresinin 34. âyetinde ibadet özgürlüğüne mani olmanın
azabı gerektirecek bir davranış olduğu insanlara ilân edilirken, insan
haklarından biri olan ibadet hakkının, yani ibadet özgürlüğünün önemi
vurgulanmıştır. İleri ve gelişmiş toplumların bu özgürlüğe inanç özgürlüğü
kadar önem vereceğine işaret edilerek, gelişmişliğin ölçüleri arasında ona da
yer verilmiştir.
Diğer taraftan ibadet
yapılacak yerlere sahip çıkacak, onlarla ilgilenecek mütevellilerin
müminlerden oluşmasını da hükme bağlamaktadır. Günümüz dünyasında insan eliyle
yapılan ibadet yerleri, yani mescidler, Mescid-i Haram'm şubeleri durumundadır,
onların tapusunu bizzat Allah üzerine almakta ve "Mescidler şüphesiz
Allah'ındır" (Cin 72/18) ifadesine yer vermektedir.
3. "Onların Beyt'teki
yalvarmaları da ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir". Bu
âyet, Enfâl sûresinin 32. âyetinin bir değerlendirmesi mahiyetindedir. O
âyette şöyle dua etmişlerdi: "Ey Allahımız! Eğer bu kitap senin katından
gelmiş bir gerçekse, üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elem veren bir
azap getir".
Yüce Allah kâfirlerin, daha
doğrusu müşriklerin bu duasını ıslık çalma ve el çırpma olarak
nitelendirmektedir. Aslında bazı müfessirler, âyette geçen salât kelimesine,
dua mânası vermişlerdir. Salâtın bir anlamı da "namaz kil-mak"tır.
Biraz daha ileri götürürsek, âyetteki salât kelimesine "tapınma" demek
de mümkündür. O zaman mânayı "Onların Kabe'nin önünde tapınmaları, ıslık
çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir" şeklinde verebiliriz.
Bunun anlamı şudur: Yüce Allah iman etmeyen insanların duasını, tapınmasını
kabul etmemektedir.
Islık çalma ve el çırpma
nitelemesi, onların tapınmasının manevî ve ruhî derinlikten yoksun, şekle
bağlı ve içsel öğelerden uzak bir tapınma türü olduğunu anlatmak içindir.
Diğer taraftan ıslık çalma ve el çırpma nitelemesi, İslâm öncesinden gelen
tapınma şekillerini de anlatmış olmaktadır. Bu anlatımın tarihî bir nitelik
taşıdığını da söyleyebiliriz. Buradan bir bakıma âdetlerin dinî bir nitelik
kazanması olarak da değerlendirebiliriz.
Diğer taraftan şunu da
çıkartabiliriz: Müşriklerin bile bir tapınma ve tapınılacak yer kavramı vardı.
Çünkü âyet bu tapınmalarım Beytullah'ın önünde yaptıklarını söylemektedir.
Demek ki aynı mekânda, aynı şekilde yapılan eylemler, her zaman aynı değeri
taşımayabilir. Bunları birbirinden ayıran temel öğe, iman, ikinci derecede de
niyetteki samimiyet ve amaçtır. Aynı mes-cidde ibadet eden iki müslümanın bile
ibadetlerinde derece farkı olabilir.
4. "İnkâr etmekte
olduğunuz şeylerden dolayı şimdi azabı tadınız!" Allah sebep-sonuç
ilişkisi içinde hükmünü vermektedir, inkâr etmelerinden ötürü onlara
"Azabı tadınız!" buyurmaktadır. İnkâr edilen şeyler çok önemli ise,
cezalandırma devreye girmektedir. Bir önceki âyetleri dikkate alırsak, Hz.
Peygamber'i inkâr ettiklerinden, ölümüne varıncaya kadar niyetlerini bozdular,
Allah'ın âyetlerine geçmişin masalları diyerek hem inkâr ettiler hem de alay
ettiler, Kur'ân'ın hak kitap olduğunu kabullenmediler, inanç ve ibadet
özgürlüğünü ortadan kaldırmaya çalıştılar (âyet: 30-34). Bu tutumları ve
inkârları, azabı getirmiştir. Netice şudur: Allah sebepsiz yere kullarını
cezalandırmaz. İlâhî azabı getiren, kulun eylemleridir. İnsanın inkârı,
özgürlüklere ve haklara saldırması, cezayı hak eden ve cezaya sebep olan
tutumlar olmaktadır.
5.
"Şüphesiz ki inkâr
edenler, mallarını Allah yolundan alıkoymak için harcıyorlar, daha da
harcayacaklar. Ama sonunda bu onlara yürek acısı olup en sonunda mağlûp
olacaklardır. Kâfirler ise cehenneme toplanacaklardır".
Bu âyeti iyi analiz etmek
gerekir. Bedir Savaşı'ndan yenilgi ile dönen Mekkeli müşrikler, aralarında para
ve malzeme toplayarak müslümanlara karşı mücadeleye devam etmek istediler.
Allah, mallarını karşılıksız olarak veren bu insanların niyetini
açıklamaktadır.
a) İnsanları Allah yolundan
alıkoymak için mallarını harcıyorlardı. Bunun anlamı, ekonomik değerlerini bir
araya getirerek Allattın yolunu engellemek için güç kazanıyorlardı. Demek ki
ekonomik güç, çok iş becermektedir. Diğer taraftan işi yapanların kâfir olduğu
söylenerek, eylemin arkasındaki psikolojik sebebe inilmektedir. Ayrıca inkâr
psikolojisine sahip olanların, bu psikolojilerini başkalarına bulaştırmak
istedikleri için mücadele verdiklerine de dikkat çekilmektedir. Öyle
anlaşılıyor ki inkâr psikolojisi, bulaşıcı bir hastalık niteliğini
taşımaktadır.
b) "İstikbalde daha da
harcayacaklardır" buyruğu ile Allah, kıyamete kadar bu mücadelenin devam
edeceğine işaret etmektedir. Tevhîd inancı ile inkârın mücadelesi hiçbir zaman
bitmeyecektir. Asırlar, sadece onun kılık değiştirmesine sebep olacaktır, ama
mücadele devam edecektir.
Allah'ın yolundan insanları
alıkoymak için o zaman da yatırım yapılıyordu, şimdi de yapılmakta, istikbalde
de yapılacaktır. Allah'ın yolunu engellemek, insanları o yoldan alıkoymak için
harcamalar giderek dozunu artırmakta, metotlar değişmekte ve çeşitli kılıklara
bürünmektedir.
Kitap, makale, konferans, çeşitli teşkilâtlar kurmakla, çeşitli yayın kuruluşları ile bu mücadele, tevhîd inancına karşı verilmektedir. İstikbalde dahası da olacaktır. Tevhîd inancını karşılarına alarak Allah'ın yoluna engel koyanlar, kimi zaman insanı dehşete düşürecek çapta ezici ekonomik güce sahip olduklarından, insanların karamsarlığa düşmesine sebep olmaktadır.
c)
Sonunda bu harcamaları ile
amaçlarına ulaşamayacaklarından dolayı onlara bir yürek acısı olacak, derin
bir ıstırap çekeceklerdir. Allah'ın yoluna taş koyanların, insanların o yola
girmelerine engel olup amaçlarına ulaşamamalarından dolayı çektikleri ıstırap
insanlığı çok geri bırakmış, erdemini alıp götürmüş ve bir kültürel enkaz
olarak tarihte yerini almıştır. Boşa giden emek ve malın getirdiği yürek acısı,
onları bu işten vazgeçirmesi gerekirken, tam tersine mücadelelerini daha da
koyulaştırmıştır. Bu durumu bir benzetme ile açıklamak gerekirse, parasını
kumarda kaybeden kişi, onu kurtarabilmek için her şeyini vermekten çekinmez.
Kaybettiğini geri almak amacı ile geri kalan her şeyini vermek için oynar.
Allah'ın yolunu engellemek için sonu gelmeyen, başarıya ulaşılamayan
eylemlerin ardından, başarısızlığını geri almak için daha da harcama yapar,
ama bir türlü kaybettiği malı geri alamaz.
d) Tevhîd inancına karşı
mücadele eden ve bunda inatlaşanlann, bu dünyada mağlûp olmalarıyla tadacakları
azap ve çekecekleri yürek acısı yeterli olmayacak, âhirette cehennemde de bir
araya geleceklerdir.
Allah'ın yolunu engellemek
için dünyada hem düşünce hem eylem hem de ekonomik birliği kurdukları gibi,
aynı sahneyi cehennemde de tekrar edeceklerdir. Hakka karşı olan o düşünce,
emek ve harcamalar, cehenneme doğru akmakta ve orada toplanmaktadır. Buradaki
düşünce, eylem ve harcamaları, orada cehenneme dönüşecek ve cehenneme
tıkılacaklardır.
Yüce Allah bu âyeti ile inkâr edenlerle tevhîd inancına sahip olanların amansız ve kesintiye uğramayan mücadelelerine dikkat çekmekte ve mağlûbiyetin ve sonuçsuz kalan harcamaların ardından gelen yürek acısını anlatarak psikolojik analiz yapmaktadır. Bu mücadele, tarihin en önemli dinamikleri arasında yer almaktadır.
6. "Bu toplanma, Allah'ın
murdarı temizden ayırması ve bütün murdarların bir kısmını diğer bir kısmının
üstüne koyup yığarak cehenneme atması içindir. İste onlar ziyana uğrayanların
ta kendileridir".
a) Bu âyetin başında yer alan
lâm harfi, bir önceki âyetin açıkladığı malını Allah yolunu engellemek için
harcayıp, dünyada amacına ulaşamadığından yürek acısı çeken, âhirette de
cehenneme tıkılacak olanların neden bu muameleye tâbi tutulduklarına açıklık
getirmektedir.
Buna biraz daha açıklık
getirirsek şu soruyu sormak faydalı olur: Yüce Allah cennet ile cehennemi niçin
yarattı? Bu sorunun cevabı, 37. âyetin ilk bölümünde verilmektedir:
"Murdarı temizden ayırması için". Buradaki murdar, inanç ve ibadet
özgürlüğünü tanımayıp, tevhîd inancına karşı, yani Allah'ın yoluna karşı
mücadele veren, onu engellemeye çalışan ve bu uğurda malını harcayan, inkâr
hastalığına tutulan insanlardır.
İnkârları ile hem kendi
manevî âlemlerini kirleten hem de inkârlarını başkalarına bulaştırarak
insanlığı kirleten bu insanlar murdardırlar. Akıllarını kullanmadıkları için
(Yûnus 10/100), iman etmedikleri için (En'âm 6/125) murdardırlar. Bunların iç
âlemleri kirli olduğu kadar başkalarına da kirlerini bulaştırmak için uğraşırlar.
Âyette geçen tayyib kelimesi de "temiz" anlamına gelmekte ve kâfirlerin tam tersine aklım kullanan, tevhîd inancına inanan, malım Allah'ın yolunu açmak için kullanan, iyiye güzele, doğruya ve hakka yardım eden mümin insanlar tayyib kelimesiyle ifade edilmektedir.
Yüce Allah bu insanları
birbirinden ayırt etsin diye cennet ile cehennemi var etmiştir. Onun için
kâfirleri cehenneme toplayacaktır. Dünyada gönlü ve davranışları ile mükemmeli
yakalayanla, inkâr edip Allah'ın yoluna engel olmak için malını harcayanın aym
muameleyi görmemesi, âhirette farklı şekilde değerlendirilmesi şeklindeki
adaletin gerçekleştirilmesi için var edilmişlerdir.
b) "Ve bütün murdarların
bir kısmını diğer bir kısmının üstüne koyup yığarak cehenneme atması içindir"
. Âyetin bu kısmı bize şunu anlatıyor, yüce Allah mahşerde temizleri bir araya
getirdiği gibi, murdarları da bir araya getirecektir. İnsanların bu dünyadaki
benzer amelleri, orada onların bir araya gelmesini temin edecektir. Murdarlar
murdarlarla buluşacak, temizler temizlerle bir araya gelecektir. Ama
murdarların bir araya gelmesi, normal bir toplanma şekli değildir, üstüste bir
yığın halinde olacaklardır. Çünkü üstüste yığılmanın da bir azabı olacaktır.
Dünyada Allah'ın yoluna
engel olmak için mallarını yığın halinde nasıl bir araya getirdilerse,
cehennemde de öyle yığın halinde atılacaklardır.
Buradan şu neticeyi
çıkartıyoruz: İnkarcıların dünyada bir araya gelip Allah yolunu
engellemelerindeki beraberlikleri, sosyolojik mânada bir yığın beraberliğidir,
içten kaynaşan bir sevgi beraberliği değildir. Bunu nasıl ispatlarız?
"Sen onları derli toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır"
(Haşr 59/14). Kâfirler dışarıya karşı derin bağlarla birbirine bağlanmış
imajını verirler, ama aslında onların kalpleri dağınık yığın halindedir.
Buradaki yığın hallerinin, cehennemde de devam edeceğini âyet bize
anlatmaktadır.
Yüce Allah'ın bu durumu
anlatmaktaki maksadı, murdar ile temiz olan insanları anlatmak, iyiyi kötü,
kötüyü de iyi ile açıklamak ve insanları iyiye yönlendirmektir. İnsana murdar
demek, onu murdar olarak nitelendirmek için, onun eylemlerine bakıp bu
eylemlerin onda yerleşip yerleşmediğini tes-bit etmek gerekir. Bu konuda
insanları aydınlatarak temiz işlerden yana tavır koymalarını temin etmektir.
c) "İşte onlar ziyana
uğrayanların kendileridir". Buradaki hâsirûn kavramı, "manevî iflâs
edenler" anlamına gelmektedir. Mallarını Allah yolundan insanları
alıkoymak için harcayanlar dünyada emellerine ulaşamadıkları için, hem maddî
bakımdan hem de manen iflâs etmişlerdir. Manen iflâs etme, her bakımdan aldanma
demektir. Diğer taraftan insan olarak Allah katındaki değerlerini boşuna
harcadıkları için de iflâs etmişlerdir.
Böylece Allah, manen
kimlerin iflâs ettiklerini anlatarak, müminleri şu-urlandırmaktadır. Ticarî
hayatı bilmeyen, kısa zamanda iflâs eder. Manevî hayatı bilmeyenler de Allah
katındaki değerlerini kaybedip iflâs edebilirler. Yüce Allah bu iflâsın nereden
ve hangi davranışlardan geleceğini öğreterek, aldanmayı önlemektedir.
7. "İnkâr edenlere
vazgeçerlerse, geçmiş günâhlarının bağışlanacağını söyle! Yok geri dönerlerse,
kendilerinden öncekilerin hali gözlerinin önündedir".
a) Yüce Allah bu âyette Hz.
Peygamber'den onlara bir değişim teklifi yapmasını emretmektedir. Bu değişimin
adı, Hz. Peygambere düşmanlıktan. tevhîd inancına karşı gelmekten, Allah'ın
yolundan insanları alıkoymaktan vazgeçmektir. Başka bir ifade ile inkârlarım
düşmanlık haline getirip insanlığı kirletmekten, murdar olmaktan vazgeçmeleri
için teklifte bulunmaktır.
b) Allah yolundan insanları
alıkoymaktan vazgeçmek, bu konuda direnmek, neticede günâhların bağışlanmasına
gidecektir. Öyle anlaşılıyor ki Allah, değişim konusunda önce kâfirlerin adım
atmasını istemekte, sonra da kendisinin günâhları bağışlayacağını ilân
etmektedir. Kâfirler kendi değişimlerini gösterecek, ardından Allah
affedecektir.
Yeniye intibak eden, geçmişi kaybetmeyecektir. Yeniye intibak etmek için değişim yapamayanlar, geçmişlerini de kaybedeceklerdir. Ferdî ve sosyal mânada tarihî oluşumun hikmeti budur. Geçmişi kaybetmemek için geleceğe intibak edebilmek için yeniliğe ve değişime gönül vermek gerekir. Kaybedilen geçmiş, geleceğe intibak, kendini yenilemek ve gerekli olan değişimi yapmakla yeniden kazanılabilir. Âyetin bir ve ikinci kısmı bunu vurgulamaktadır. Geçmişlerini şirk ve inkâr ile kirletip kaybedenlerin, iyiden yana olarak onu kazanabileceklerini bu âyet müjdelemektedir.
c) Âyette geçen sünnet
kavramı, "örnek, olgu, durum" anlamlarına gelmektedir. Geçmiş
toplumların yanlışta ısrarlarının, başlarına neleri getirdiğine bakarak,
yapılan teklifin, verilen çıkış kapısının ve fırsatın kullanılması
önerilmektedir.
Yüce Allah kendi yolundan
insanları alıkoyma yanlışından vazgeçirmek için inanmayanlara bir fırsat
vermekte, onlara bir çıkış yolu sunmaktadır. Bu fırsat hem onların faydasına
olacak hem de Allah'ın yolunun tıkanması önlenmiş olacaktır.
Demek ki insanlara
hatalarından dönmek için bir fırsat tanımak bir çıkış yolu sunmak, değişim
için çok önemli bir dinamiği teşkil etmektedir. İnsanların hata ve günâhları,
onlardan ayrılmayan nitelikler olarak düşünülmemeli, onların kaderi haline
getirilmemelidir. Fırsat verilirse, af imkânı tanınırsa, bir çıkış yolu olduğu
onlara bildirilirse, değişim göstermelerinin mümkün olacağı asla göz ardı edilmemelidir.
İnatla doğruyu görmezlikten gelmenin, yani fırsatı kaçırmanın neticesinin ağır
olacağı da bilinmelidir. Fırsatı kaçırmak da bir suçtur.[23]
39.
Yeryüzünde fitne ortadan kalkıp din tamamen Allah 'm oluncaya kadar
onlarla savaşınız. (İnkâr ve fitneden) vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah onların
yaptıklarını çok iyi görür.
40. Eğer yüz
çevirirlerse biliniz ki, Allah sizin sahibi-nizdir. O ne güzel sahip ve ne
güzel yardımcıdır.
Her iki âyetin açıklanmasından varılacak neticeler şunlardır:
1. "Yeryüzünde fitne ortadan
kalkıp din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşınız." Buradaki
fitnenin ne olduğunu anlamak için Enfâl sûresinin 36. âyetine bakmak gerekir,
Mallarını, Allah yolundan insanları alıkoymak için harcamak, bu konuda
insanları ayartma faaliyetidir. Allah bu dayatmanın, belânın, bozgunculuğun
kaldırılması için savaşa izin vermekte, hatta onu emretmektedir. Dinin tamamen
Allah'ın olmasının anlamı inanç ve din özgürlüğünün tam anlamı ife hayata
geçmesidir. Enfâl sûresinin 30 ile 34. âyetlerinde geçen inanç ve ibadet
özgürlüğüne mani olmak hem fitne hem de insanları Allah katından koparmak
anlamına gelmektedir.
"Din, sadece Allah'a ait oluncaya kadar"
ifadesine Muhammed Esed, "hiçbir cezalandırma korkusu duymadan Allah'a
ibadet edilinceye ve hiç kimse başka bir insana korku ile boyun eğmek zorunda
kalmayıncaya kadar" anlamını vermektedir (Bakara 2/193. âyete yaptığı 170.
dipnot açıklaması).
İnsanların inanç ve ibadet özgürlüğünü engellemek
için yapılan bütün zorlamalar, dayatmalar insan ile Allah'ın arasındaki
ilişkileri bozduğundan hem fitne hem de zulümdür. Bu zulüm ve fitneyi ortadan
kaldırmayı Allah insanlara, yani müminlere hedef olarak tesbit etmektedir.
Özgürlükleri korumak, zulmün alanını daraltıp kaldırmak savaşa bir sebeptir.
Müşriklerin, Hz. Peygamber'i hapsetme, öldürme veya
ülkesinden çıkarma teşebbüsleri, müminleri ibadet yapmak için gittikleri
Mescid-i Haram'dan geri çevirmeleri, Allah'ın yolundan insanları alıkoymak için
teşkilâtlanmaları (Enfâl 8/30, 34, 36) bütün bunlar inanç ve ibadet özgürlüğünü
engellemek anlamına gelmektedir. Bu da savaş sebebi olmaktadır.
Bu ilkeden hareket edersek şu noktaya varabiliriz: Bedir Savaşı i-nanç ve ibadet özgürlüğü uğruna yapılan bir savaştır. Öyle söylendiği gibi kervanı soymak, ganimet almak ve kendini tatmin etmek için yapılmamıştır. İnanç ve ibadet konusunda kimsenin kimseye dayatma yapmaması, kimsenin kimseye bu konuda zorla ve korkudan dolayı boyun eğmemesi, insanın inanç uğruna yaptığı Özgürlük savaşıdır. Müşriklerin insanları inançlarından dolayı yurdundan çıkarmaları, Mescid-i Haram ve Allah'a giden yolu tıkamaları, insanlığın şerefini, onurunu ve erdemini alıp götürmeyi hedefledikleri için Bedir Savaşı, bunu yapanları terbiye etme savaşıdır.
2. "5on verirlerse,
şüphesiz ki Allah anların yaptıklarını çok iyi görür." Burada neye son
vermeleri istenmektedir? Ayetin birinci bölümü bunu açıklamaktadır: Fitneye
son vermek, inanç ve ibadet özgürlüğünü engellemeyi terk etmektir. Buradaki
son verme kavramı direnmeyi bırakıp değişimi gerçekleştirmeyi ifade etmektedir.
Savaşın çıkmasından önce veya savaş anında bu değişimi gösterir]erse, artık
onlarla savaşmanın bir anlamı kalmayacaktır. Onların değişimi gerçekleştirmek
için sergileyecekleri eylemleri Allah gözlemektedir. Bunun anlamı onların
değişiminin değerlendirmeye tâbi tutulacağıdır. Değişim iyiden yana
olacağından ilâhî değerlendirme de iyiden yana olacaktır.
3.
"Eğer yüz çevirirlerse
biliniz ki Allah sizin sahibinizdir. O, ne güzel sahip ve ne güzel
yardımcıdır." Yüce Allah fitneye son vermeme ihtimalinin olabileceğini
bildiğinden, onların imandan yüz çevirme durumunda ne olacağına da işaret
etmektedir. Enfâl sûresinin 38. âyetinde kâfirler inkârlarından vazgeçtikleri
takdirde, geçmiş günahlarının affedileceği ilân edildiği halde, bu tekliften
yüz çevirmeleri durumunda ne olacağı anlatılırken müminlere seslenilmektedir.
Onların bu teklifi kabul etmeyip fitnede ısrar
etmeleri, onların saldırgan bir psikolojiye sahip olduklarının delili
olmaktadır. Onun içindir ki âyetin son kısmında müslümanlara sahip çıkılacağı
ilân edilmektedir. Müslümanların mevlâsi olmakla Allah onları koruduğunu,
desteklediğini açıklamaktadır. Allah'tan başka tam anlamıyla destekleyici ve
yardım edici yoktur. Güzellik O'nun sahip çıkmasında ve yardım etmesindedir.
Netice olarak diyebiliriz ki Bedir Savaşı inanç ve
ibadet özgürlüğünü tanımayıp, bunu eylem haline getirecek olanlara karşı nasıl
bir davranış sergilemesi konusunda açılım getirmiştir. Belki insanlık Bedir
Sa-vaşı'nı yaşamayacak, ama özgürlükler için nice mücadeleler verecektir.
İnsanlar farkında olmadan kendi değerlerine yakışmayan davranışlarda bulunarak
kötünün uğruna yatırım yapacak ve hayal kırıklıklarına uğrayacak, yürekten acı
çekecek ve pişmanlık duyacaktır.
Müminlerin savaşı insanların onurundan geçen fay
hattının meydana getirdiği depremin sebep olduğu kırılmaları onarmak uğruna
olaçaktır. Manevî alandaki depremin meydana getirdiği kırılmaların müminlerin
gönlünde ve sosyal yapılarında olmaması için Allah onlara sahip çıkacaktır.
Müsîümamn savaşı eğitim amaçlıdır.[24]
41. Eğer Allah 'a ve bir de hak ile bâtılın
ayrıldığı, daha doğrusu Bedir'de iki ordunun karşılaştığı gün kulumuza
indirdiğimize iman etmişseniz biliniz ki, savaşta elde ettiğiniz ganimetlerin
beşte biri Allah 'a, Peygamber'e, yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda
kalmış olanlara aittir. Allah, her şeye gücü yetendir.
Enfâl sûresinin birinci âyetinde ganimetlerin Allah
ve Peygamberi'ne ait olduğu söylenmiştir, bu âyette ise farklı bir dağıtım
yapılmaktadır. Her iki âyet savaşla ilgili hukukun öğretimini yapmaktadır.
Onun için birinci âyet "sormak" fiiliyle, bu âyet ise
"bildirmek" emriyle başlamaktadır.
İki âyet bilinmeyeni bilinir hale getiren
nitelikleri taşımaktadır. Her iki âyet arasında bir çatışma, karşıtlık var
mıdır? Bize göre yoktur. Çünkü birinci âyette ganimetlerin tamamının Allah ve
Peygamberi'ne ait olması, onların dağıtımını onların yapacağı anlamına
gelmektedir. Birinci âyet dağıtım yetkisini halktan almakta, ikinci âyette
yetkiyi alanların dağıtımı yapmalarını anlatılmaktadır, fiimdi âyetin
açıklamasına geçebiliriz:
1.
"Biliniz ki, savaşta
elde etliğiniz ganimetlerin beşte biri Allah'a, Peygamber'e, yakınlarına,
yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış olanlara aittir." Görüldüğü gibi
âyetin bu kısmı, savaşta elde edilen ganimetlerin dağıtımını yapmaktadır.
Âyette kullanılan ifadesi, "beşte biri" mânasına gelmektedir. Âyetin
metninde "ganimetlerin beşte biri Allah'ındır" ifadesi yer
almaktadır. Bazı âlimler "Beşte bir pay sadece Allah'a ait değildir, o da
beşe ayrılacaktır" diyorlar. Râzî bu görüşü meşhur olarak nakletmektedir.
Geri kalan beşte dört ne olacaktır? Fakihlere göre geri kalan beşte dört savaşa
aktif olarak katılanlara dağıtılabilir, yahut kamunun refahına, ihtiyaçlarına
göre harcanabilir.
Diğer taraftan âyette sayılan gruplara verilmek
üzere bütçede özel bir fon ayrılması da gündeme getirilmiştir. Bu durumda Allah
ve Pey-gamberi'ne ayrılan payın devlet yönetiminin ihtiyaç ve giderlerine kullanılacak
olan paydır. Bize göre Allah ve Peygamberi'ne ayrılacak olan pay, devlet
harcamalarının özellikle eğitim, kültür ve din eğitimine yönelik olarak
harcanmalıdır. Yani bu payın, Allah'ın dinini tebliğ edilmesi, Peygamber'in
dinî faaliyetlerini yerine getirmesi için doğan ihtiyaçlara harcanması daha
iyi olacaktır. Allah'ın payı Allah'a yönelik olarak yapılan bir faaliyette
kullanılmalıdır. Peygamberin payı da onun faaliyetlerine harcanmalıdır.
Ganimetlerin dağıtılacağı gruplar şöyle sıralanmaktadır:
a)
Allah'a
b) Peygamberine
c) Yakınlara
d) Yetimlere
e)
Yoksullara
f) Yolda kalmışlara.
"Yakınlara" denirken kimler
kastedilmektedir? Bu soruyu cevaplandıran âlimler farklı görüşler beyan
etmişlerdir. Bu görüşleri Râzî çok kısa olarak anlatırken Kurtubî geniş olarak
açıklamaktadır. Bazıları "yakınlardan" kasıt "Kureyş
kabilesidir", diğerleri "Hâşimoğulları ile
Abdülmuttalİboğullarıdır" derken, bir kısmı da
"Hâşimoğullarıdır" görüşünü öne sürmüşlerdir. Yapılan açıklamalardan
anlıyoruz ki âyetin mânası daraltılmaktadır. Şu kabileden veya bu kabileden
olmakla bu âyet evrenselleştirilemez.
O dönem için âyete bu yorumlar getirilebilir, ama
âyet çağlara, nesillere hitap edeceğinden böylesine katı ve dar sınırlar
içerisine hapsedilemez. Savaş sadece bu kabileler tarafından yapılacak
değildir. Geleceğin savaşları daha farklı olacağından ganimetleri de farklı
olacaktır. Geleceğin bu tip savaşlarında Hz. Peygamber olmayacağı için âyette
geçen "Peygamber'in payı" ne olacaktır? Bütün bunları düşündüğümüz
zaman âlimlerin çağa hitap etmeyen görüşleri zaman bakımından o devreyi ve o
toplumu ilgilendirmektedir diyebiliriz. Bize göre âyette, yakınlarından ziyade
"savaşa giden gazi ve orada şehid olanların yakınları"
kastedilmektedir. O zaman âyetteki bu kelime zaman ve mekân kaydından kurtulup
evrensel bir boyut kazanacaktır.
"Yetimlere" verilmesinden kastedilen,
savaşta esir olanların çocuklarıdır. Ama onların geriye bıraktığı yetim
çocuklardan başka yetimlere de verilebilir. Birinci derecede kastedilen
yetimler, şehidlerin çocuklarıdır.
"Yoksullara" kelimesi âyette el-mesâkîn
olarak geçmektedir. eİ-Mesâkîn, "fakirliğin kendisinde yerleştiği, mesken
tuttuğu ve asla fakirlikten kurtulamayacak olan" anlamına gelmektedir.
"Yoksullardan kasıt toplumun genelindeki ağır fakirlerdir. Ganimetten
onlar da istifade etmelidir. Buradaki ilgili kelimeyle Bedir Savaşı'nın
yapıldığı o dönem müslüman Medine toplumundaki fakirler kasedilebileceği gibi,
günümüzde ve gelecekte yapılacak savaşlardan elde edilecek ganimetler, bütün
müslüman ülkelerin yoksullarına da verilebilir. Öncelikle savaşan ve zafer elde
eden müslüman ülkenin yoksulları düşünülmelidir.
"Yolda kalmışlar" ifadesi sadece yolcu
anlamına alınmamalıdır; geniş anlamı ile yolda kalmış projeler olarak da
düşünülmelidir. Kamunun yararına olan çok büyük projeler olabilir. Bu projeler
tamamlanamaz hale de gelebilir. Bu projelere infak ve zekât verileceği gibi
ganimetlerden de bir pay ayrılabilir.
Görüldüğü gibi Kur'an sadece ganimetleri elde eden
gazileri değil, onlarla beraber savaşıp şehid olanların yakınlarını,
yetimlerini, toplumun yoksullarını ve bitirilemeyen projeleri de gündeme
getirmekte, ganimeti ona göre dağıtmaktadır. Ama elde edilen ganimetlerde
Allah'ın beşte bir hakkını ve Peygamber'in payını ayırdıktan sonra ötek;
dağıtılmaktadır.
Enfâl sûresinin 41. âyetini Enfâl sûresinin birinci
âyetinin neshettiğini söyleyenler olmuş ama pek çok âlım onlara kalmamıştır.
Enfâl sûresinin 41. âyeti, Enfâl sûresinin birine: amı ve ta-mamlayıcısıdır.
Böylece bu âyetler ganimetle- meseks:n: de hukuka sokmuş ve dağıtımı
konusundaki incelikleri de vurgı:tîr
Bazı âlimler âyette geçen humus yan:şîe bir"
kavramına şu yorumu getirmektedirler: Enfâl sûresinin 41. etince geçen Allah'a,
Peygamber'e, yakınlara, yetimlere, yoksullara »e yc-idî Sunuşlara beşte bir
dağıtılacaktır. Bunu savunanlar şu had:îi de!:! olarak getirmektedirler
"Herhangi bir kasaba Allah ve Peygamber: edecek olursa şüphesiz kasabının
beşte biri Allah vs Peygamber: ren kalanı da; size aittir.[25]
Buradaki ganimetin, eşyadan ziyade fcjûsbû halkını kapsamına al-iıt:
düşünülmelidir. Ama kasabanın taşınmaz mallan da bu îçıne girmektedir Ebû
Dâvud LHz Peygamber'in safî denen bir
payı olduğur.u. istsdığ: Lîkdirde bunun bir köle, bir at olabileceğin- ifadeyi
Hz. Paygember'in bunu beşte be avn'insacfcr. önce ad:ğını belınrmşcır.[26]
Gamiretje vetie bahsedilenlere verilmesinden sonra,
beşte nıda sanki bir eşitsizlik görülmektedir. Âyette geçen ; yenmier. savaşta
şehid olanların yakınları ve
yetimleri deĞis-e be
eşıdık ortadan kalkmış
olacaktır. Çünkü şehidlerin
payına çok az düşmüş olacaktır. Gazilere ayrılan beşte dörtten, şehidİerin
yakınları ve geriye bıraktıkları yetimler de hak alırsa adaletin sağlanmış
olacağına inanıyoruz. Allah yapmış olduğu bu ganimet taksimini, gazilerin
isteklerine değil de İmanlarına bırakmaktadır.
2. "Eğer Allah'a ve hak
ile bâtılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiriyle karşılaştığı gün kulumuza
indirdiğimize inanmışsamz (bu böyledir). Allah her şeye kadirdir." Âyetin
bu kısmının analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:
a) Yüce Allah, yapılan ganimet
dağıtımına iman ile yaklaşılırsa bir problem çıkmayacağına işaret etmektedir.
Elde edilen ganimetlerin taksimi o kadar Önemlidir ki, mala olan tutku
sebebiyle tartışmanın çıkması muhtemeldi. Allah bu tartışmanın çıkmasını
önlemek için konuyu Allah* a iman ve ayrılıkla buluşma gününde Hz. Peygamber'e
İndirilene iman etme olgusuna kadar götürmüştür.
"Furkan günü" ifadesinden artık Bedir
Savaşı'nda hakkı tutanlarla bâtılı tutanlar kesin olarak birbirinden ayrılmış
olduğunu anlamak gerekir. Demek ki bir anlamı ile Bedir günü, hak ile bâtılın
ayrıldığı gündür. Aslında bu ayrılık vardı ama tatbikata dökülüşü o gün olduğundan
adına "ayrılık günü" denmiştir. Demek ki Bedir Savaşı'nm Öne çıkan
neticelerinden biri hak ile bâtılın ayrılışının tatbikat haline dönüş
türülmesidir. Bâtılın safları ile hakkın safları net olarak ayrılmıştı.
Fizik kanununda eksi yüklerle artı yükler birbirini
çektiği gibi, hakkı temsil edenlerle bâtılı temsil eden zıtîar da birbirini
çekmiş ve Bedir'de toplanmışlardır. Artı kutup ile eksi kutup birleşince
elektrik yanar ve ışık verir. Müslüman kutup ile kâfir kutup Bedir de bir araya
gelince bir ışık yandı. O da müslümanlann zaferi olmuştur. Onun içindir ki
âyette Bedîr'e "toplanma günü" İsmi de verilmiştir. Bedir Savaşı hakkın
ışığının yandığı gündür. Artı kutup denenlerle eksi kutup denenler bir araya
geldi ve devre tamamlandı. Devrenin tamamlanması müslümanlann zaferinin ışığını
yakmış oldu.
Bedir günü hem ayrılıkların hem de buluşmaların günü
olmuş, aynı zamanda İslâm ışığının yandığı günü tarihe kazandırdığı gün
olmuşrur. Ayrılık ve toplanma gününün diğer bir önemi de orada inen vahiy
olmuştur. Onun içindir ki Allah o günlerde Peygamber'e indirilene iman etmeyi
şart koşmaktadır.
Hz. Peygamber'e Bedir günü indirilen neydi? Elmalılı
Hamdi Yazır bunların vahiy âyetleri, yardım melekleri ve ilâhî yardım ve zafer
olarak belirlemektedir[27].
Bedir Savaşı'na Allah meleklerini gönderdi ve bizzat
kendisi düşman askerlerinin gönlüne korku saldı. Buna inanılıyorsa
ganimetlerin taksimi de Allah'ın yaptığı gibi yapılmalıdır. Ayrıca Bedir günü
Hz. Peygamber'e Bedir Savaşı ile ilgili âyetler indi, bunlara da inanılmasi
şart koşulmaktadır. Bu iman ganimetlerin dağıtımının temelini teşkil etmelidir.
Âyetin şartı "iman", sonucu da ilk kelimesi olan
"bilmektir." Böylece Allah bilmek ile inanmayı bir araya getirmiştir.
"Allah'ın gücü her şeye yeter. "
Müminlerin Allah'ın gücünün her şeye yettiğine inanmaları gerekir. Ayrılık ve
toplanma günü olan Bedir gününde zaferi müminlere getiren güç ilâhî güçtür, Bu
gücü görmek, ganimetlerden "beşte biri"nin O'na avnlacağıni bilmek
demektir. Hakla bâtılı ayıran, tekrar onlan bir araya getiren Allah olduğu için
burada "güç" sıfatı gündeme getirilmektedir. Melekleri indirip müşriklerin
gönlüne korku veren Allah her şeye gücünün eniğini göstermiştir.
Netice olarak diyebiliriz ki Allah bu âyette
müminlere Bedir Savaşı' nın analizini yapmalarını istemektedir. Bu analizde
Kendi yaptıkları ile Allah'ın çeşitli açılardan yardımını iyi tesbıi etmeleri
için öğretimde bulunmaktadır. Yüce Allah, hukuk ile iman ve bilginin ilişkisini
gündeme getirerek, hak İle İmanın ayrılmayan iki değer olduklarını vurgulamaktadır.
Bilgi ve iman hukukun işlediğini temin edeceğinden, hukuk alanını ihtirastan,
tutkudan ve nefsin nevasından temizleyecektir. Ganimetlerin taksiminde
müminlerin ihtiraslarının öne geçip ganimetlerin tamamının kendilerine ait
olduğu kanaatlerini önlemenin yolunun, bilgi ve imandan geçtiği bu âyetle
ortaya konmaktadır. Allah ve Peygambe-ri'ne iman bilgi île birleşince,
ganimetlerin taksimine yapılacak bütün İtirazlar ortadan kalkacaktır. Onun
içindir ki Allah ganimetlerin dağıtım işini Hz. Peygamber'e bırakmadan kendi
üzerine almakta ve problemi vahiyle çözmektedir.
Demek ki insanın, savaşta elde edilen mallardan
kamunun ihtiyaçlarına harcama konusundaki itirazları durduran bir özelliği
vardır. Böylece dinin gerekliliğini belirleyen bir konu da bu olmaktadır.
Hukuka saygıyı temin etmenin yollarından biri de dindir.[28]
42. Hatırlayım?, ki, (Bedir Savaşı 'nda) siz vadinin
yakın kenarında (Medine tarafında) idiniz; onlar da uzak ke
narında (Mekke tarafında) idiler. Kervan sizden daha aşağıda (deniz sahilinde)
idi. Eğer (savaş için) sözleş-
miş olsaydınız, sn'zleştiğiniz vakit hususunda ihtilâfa düşerdiniz. Fakat Allah
gerekli olan emri yerine getirmesi, helak olanın açık bir delille (gözüyle
gördükten sonra) helak olması, yaşayanın da açık bir dille yaşa
ması için (böyle yaptı). Çünkü Allah hakkıyla işitendir, bilendir.
43.Hatırlayınız ki Allah, uykunda sana onları az gösterdi.
Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette çekine
cek ve bu iş hakkında münakaşaya girişecektiniz. Fakat Allah (sizi bundan)
kurtardı. Şüphesiz O, kalplerin özü
nü bilir. Allah, olacak bir işi yerine getirmek için (savaş alanında)
karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinizde
az gösteriyor sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Bütün işler Allah'a
döner.
44.Yüce Allah ganimetler hukukunu müslumanların
hayatına yerleştirmek için Bedir Savaşı'nın oluşumundaki ince konulara
girmektedir.
1. "Hatırlayınız ki,
(Bedir Savaşı'nda) siz vadinin yakın kenarında idiniz. Onlar da uzak kenarında
idiler. Kervan da sizden daha aşağıda idi." Ayetin bu kısmında ed-dünyâ
kelimesi "yakın" anlamına gelmektedir. Dünya yakını ifade ettiği için
yaşadığımız hayata dünya hayatı, yani yakın hayat denmektedir. Âyetin başındaki
iı iz kelimesi Enfâl sûresinin 26. âyetindeki vezkürû kelimesinin anlamı olan
"hatırlama"yı ifade etmektedir. Vadinin yakınında, Medine tarafında
demektir. Vadinin uzak kenarı da Mekke tarafına işaret etmektedir. Kervanın
daha aşağıda olmasının anlamı deniz kenarından yol alması anlamına gelmektedir.
Bedir Savaşı'ndaki müslüman, müşrik ve kervanın
konumu anlatılırken önemli bir şeyin açıklamasının zemini tesbit edilmektedir.
Allah sonsuz ilmini müslümanlara anlatırken, orduların konumunu onlara detayına
varıncaya kadar açıklamaktadır.
"Eğer için sözleşmiş olsaydınız, sözleştiğiniz
vakit hususunda ihtilâfa düşerdiniz. Fakat Allah, gerekli olan emri yerine
getirmesi, helak olanların açık bir delille helak olması, hayatta kalanın da
açık bir delille hayatta kalması için (böyle yaptı). Çünkü Allah hakkı ile
işitendir, bilendir. "
a) Âyetin bu kısmının ele
aldığı konu ihtilâfın çıkması ile sözleşmenin yapılmamış olmasıdır. Mekke
ordusu ile müslüman taraf arasında, muayyen bir yerde buluşmak için sözleşme
yapılsaydı ne olacağını Allah açıklamaktadır. Mekkeliler'in çokluğu ve
müslümanlann azlığı sebebiyle müsliimanların arasında tartışma çıkacaktı.
Bundan anlıyoruzki Bedir Savaşı'nın zaman ve yeri konusunda bir sözleşme
yapılmamıştı. Buluşma, âni olduğu için müslüman taraf müşrik ordusunun durumunu
iyi bilmiyordu, bu sebeple ihtilâfa düşmeden savaşa girdiler.
Elmalılı Hamdi Yazır bu konuyu şu şekilde
açıklamaktadır: Bu vaziyeti görünce cesaret edemez, verdiğiniz sözden döner,
zaferden de ümidinizi keserdiniz. Onlara üstün gelmeyi düşünmek şöyle dursun,
karşılarına çıkmayı bile göze almazdınız, savaştan kaçınırdınız. Şu halde iş
size ve sizin anlayışınıza ve görünürdeki sebeplere bağlı kalsa idi, aradaki
bu büyük farklılıklardan dolayı bu başarı ve zaferin meydana gelmesine imkân
yoktu.[29]
b) Öyle bir sözleşme olmadan,
müşriklerle müminleri kendi haline bırakmadan ya da müminleri kendi başlarına
terketmeden, Allah, iki tarafı da onların zamanını ve oranlarım bilemedikleri
beklenmedik bir şekilde bir araya getirip savaştırmışım. Fakat Allah gerekli
olan emri yerine getirsin diye." Olması gereken olguyu hayata geçirdi,
böylece Allah yolunda olanlarla düşman olanları, o yoldan insanları
alıkoyanları birbirinden ayırt etmiş oldu.
Bunun anlamı Allah, Bedir Savaşı'na tam anlamı ile
müdahale etmiş ve zaferdeki katkısını burada anlatmıştır. Yapılması gerekeni
yapmakla Allah neyi amaçlıyordu? Bunu iki boyutlu olarak belirlemektedir:
"Helak olan açık bir delile dayalı olarak helak olsun. Yaşayan da yine
açık bir delile dayalı olarak yaşasın. "
Yüce Allah Bedir Savaşı'na olan müdahalesinin başka
amaçlarını burada bildirmekte, Mekkeli müşriklerin ordusunda ölenlerin helak olduğunu
beyan etmektedir. Diğer taraftan Allah'ın yolunu açmaya çalışan, inanç ve
ibadet özgürlüğü için savaşanların şehid olanlarının da hayatta kalanlarının da
diri olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır. Ama bu oluşumun doğru olduğunun ispatı
savaş alanıdır.
Bazı müfessirler âyetin bu kısmındaki helak
kavramını hakkı inkâr, hayatta kalmayı da iman etmek olarak
mânalandırmışlardır. Bu a-çiklama doğru olabilir mi? Bu sorunun cevabını
Zemahşerî vermektedir. Biz bunun delilini şu âyetlerle tesbit edebiliriz. Enfâl
sûresinin 24. âyetinde şu ifade yer almıştı:
"Ey inananlar.' Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Peygamberi'ne uyunuz." Burada hayat veren şey tevhid inancıdır. Yasin sûresinin 70. âyetinde de şu ifade yer almaktadır: "Diri olanları uyarastn ve kâfirler cezayı hak etsinler diye!" Buradaki diri olanlar "i-man edenler"dir. Zemahşerî, Kâdî Beydâvî, Hâzin ve Nesefî burada hayy kelimesini "aklını kullanıp iman eden" olarak mânalandırmaktadırlar. Bu âyetler Enfâl sûresinin 42. âyetindeki "diri" kavramını iman eden olarak anlamaya delil teşkil etmektedir. Onun karşıtı olan helak de inkâr edenler olarak alınacaktır.
c) "Çünkü Allah hakkı
işitendir, bilendir. " İşitmek ve bilmek sıfatlarım âyetin sonuna koymakla
Allah bu fermanın altındaki karar imzasını hangi sıfatları ile atacağını
belirlemektedir. Ayrıca âyetin içeriğine uygun olarak ilgili sıfatlarını
sonuna koymuştur. Âyetin içindeki eylemler bir taraftan 41. âyetin sonundaki
"kadir" sıfatı, diğer taraftan da işitme ve bilme sıfatlarını
ilgilendirmektedir.
3. "Hatırlayınız ki Allah
uykuda sana onları az gösteriyordu. Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette
çekinecek, bir iş hakkında münakaşaya girişecektiniz.." Allah Bedir
Savaşı'ndaki ön hazırlıklarını nasıl sürdürdüğünü bu âyette anlatmaktadır.
Müslümanlara yaptığı yardımlardan biri, uyku halindeyken, düşmanın sayısını
onlara az göstermiş olmasıdır. Allah niçin böyle yaptığını da âyette
açıklamaktadır.
Eğer müslümanlar müşrik ordusunu olduğu gibi çok
görseydi yılgınlık duyacak ve anlaşmazlığa düşeceklerdi. Tartışma ve dağılmayı
önlemek için böyle bîr müdahalede bulunulmuştur. Hz. Peygamber'in, uyku halinde
gördüğü bu durum hakkında bir hadise rastlamıyoruz, ama İbn Kesîr ve Râzî,
Mücâhid'den naklettikleri bir habere göre, Hz. Peygamber uykusunda gördüğü bu
durumu mümin savaşçılara anlatıp onları yüreklendirmiştir.
Eğer Allah Hz, Peygamber'e düşmanın sayısını az
göstermeseydi, müminler savaşa girip girmeme konusunda tartışmaya girecek ve savaşma
gücünü kaybedeceklerdir. Enfâl sûresinin 12. âyetinde düşman askerlerinin
kalbine korku salarken, Hz. Peygamber'e uykusunda düşmanı az gösterip
müminlerden korkuyu, yılgınlığı, tartışmayı gidermiştir.
4. "Fakat Allah (sizi
bundan) kurtardı. Şüphesiz O, kalplerin özünü bilir. "
a)
Allah savaş konusunda müminleri yılgınlığa düşüp
tartışmaya girmekten kurtardı.
b)
Bunların nasıl yapıldığı
âyetin sonunda açıklanmaktadır. Bu da kalplerin özünün bilinmesiyle
gerçekleştirilmektedir. Burada bilme sıfatı gündeme
getirilmek suretiyle bilginin müslümanlarm kalplerine nüfuz
ettiğine dikkat çekilmektedir. İnsanların kalplerinde ne varsa onun bilgisine
Allah sahiptir. Âyetin son kelimesi olan es-sudûr kelimesini
"sine"olarak da tercüme edebiliriz. Allah sinelerde olanları
bilendir. Allah sa
vaşın kazanılmasının ve kaybedilmesinin esas merkezinin kalp olduğunu
vurgulayarak manevî oluşumun en etkili silâhının kalp olduğuna dikkat
çekmektedir. İş gönülde başlayıp gönülde bitiyor.
Yüce Allah bunları anlatırken müslümanlara, gönül
eğitiminin ö-nemli olduğunu öğretmektedir. Aile hayatında sevgi, savaşta
cesaret ve kahramanlık, siyasette merhamet, iş hayatında adalet, hukukta
tarafsızlık, hepsinde de ortak paydayı gönül oluşturmaktadır. Nadasa bırakılan
gönlü bâtılın dikenleri örter. Şayet gönül eğitilirse cennet bahçelerinden bir
bahçe olur.
Bedir Savaşı'nda kazanılan en önemli ganimet gönül
ülkesidir. Gönüller fethedildi, müminler inanç ve ibadet özgürlüğünü elde etti,
Allah'a giden gönül yolunu tıkatan kolestroller temizlendi, ucu bucağı olmayan
gönül ülkesine hâkim olundu. Bedir Savaşı'nın müminlere getirişi bu olmuştur.
Gerek birinci gerekse 41. âyetlerde, maddî ganimetten çok manevî getiri
üzerinde durulmaktadır.
5.
"Allah olacak bir işi
yerine getirmek için (savaş alanında) karşılaştığınız zaman onları sizin
gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Bütün işler
Allah'a döner. "
a)
Yüce Allah burada bir işi
gerçekleştirmek için neler yaptığını anlatmaktadır. Tedbir almadan başarının
gelmeyeceğini Öğretmektedir. Bir işi tatbikata
koymadan önce ne gibi hazırlıkların yapılması gerektiğini de bilmek lâzımdır.
Bu yüzdendir ki Allah olacak bir İşi yerine getirmek için neler yaptığını
anlatmaktadır.
b)
Bedir Savaşı'nda neticenin
müslümanlardan yana zaferle bitmesi için müslümanların gözünde müşrikleri az
gösterdi. Ayette geçen "göstermek" ifadesinden anlıyoruz ki Allah
müshımanlann muzaffer olabilmesi için, gözlerinden kalplerine giden yolları
açıp gönüllerinde birtakım oluşumlar meydana getirmiştir. Demek ki
zaferin kökleri müslümanların gönüllerinde idi. İlâhî lütuf gözlerinden
kalplerine iniyordu.
Bu durum bize niçin anlatılıyor? Bedir'de olanlar
olmuştur, biz o günü bir daha yaşayabilir miyiz ki bunlar bize anlatılıyor?
Bedir Savaşı olmuş bitmiş olabilir, ama Bedir Savaşı bizim içimizde akıl ile
nefis, hak bâtıl arasında devam etmektedir. Akıl ile nefis ve gönül arasında
benzer savaşlar devam etmektedir. Akıl ile nefis, gönül ülkesini almak için
Bedir'den daha büyük bir savaş halindedir. Bilgi ile cehalet de aynı tarzda
hem bizim içimizde hem de insanlıkta savaşmaktadır.
6. "Bütün işler Allah 'a
döndürülecektir. " Bunun anlamı bütün işler gelip Allah'a dayanacaktır.
Demek ki hiçbir amel kaybolmayıp Allah'a dönmekte ve O'nun tarafından
değerlendirmeye tâbi tutulmaktadır. Diğer taraftan her iş gelip Allah'ta son
bulacak ve O'na dayanacaktır. Onun için dünyada başlayıp dünyada değer
taşıyacak eylemler değil, dünyada başlayıp asıl ürününü âhirette verecek olan
eylemlere girişilmesi öngörülmelidir.
Müşriklerin verdiği mücadele ile müminlerin verdiği
mücadele de Allah'a dönecektir. Böylece Allah hakkın uğruna mücadele verenlere,
işlerinin ne olacağı konusunda bilinç vermektedir. Diğer taraftan müminlerin,
işlerinin neticede Allah'a dayanacağını da bilmeleri istenmektedir. Gönülden
geçirilen niyet ve eylemlerin tamamı asla kaybolmuyor ve mutlaka Allah katında
lâyık olduğu yeri alıyor ve değerlendirmeye tâbi tutuluyor.[30]
45.Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile
karşılaştığınız zaman sebat ediniz ve Allah 'ı çok anınız ki başa
rıya erişesiniz.
46.Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ediniz,
birbirinizle çekişmeyiniz, sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz
gider. Sabrediniz. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.
47. İnsanlara çalım satarak, gösteriş yaparak yurtlarından
çıkan ve Allah yolundan alıkoyanlar gibi olma
yınız. Allah, onların yaptıklarım çepeçevre kuşatmıştır,
48.Hani şeytan onlara yaptıklarını süslü gösterdi
de: "Bugün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur, şüphesiz ben de
sizin yardımcımzım" dedi. Fakat iki ordu birbirini görünce ardına döndü
ve: "Ben sizden
uzağım, ben sizin görmediklerinizi görüyorum, ben Allah'tan korkuyorum,
Allah'ın azabı şiddetlidir" dedi.
Bu âyetler müslümanların ne yapmalarını, ne
yapmamaları, kime benzememeleri gerektiğini açıklamakta, önce olumlu eylem ve
sonuçlannı, sonra da olumsuz eylemlerin sonuçlarını vermektedir. Şimdi bunların
analizlerini yapabiliriz:
1.
" Ey iman edenler!
Herhangi bir toplulukla karşılaştığınız zaman sebat ediniz ve Allah'ı çok
anınız ki başarıya erimesiniz." Anlamını "başarı" olarak
verdiğimiz bu âyetteki el-felâh kavramı "kurtuluş, zafer" anlamlarına
gelmektedir. Felah kelimesine bu âyetler içerisinde "kurtuluş" anlamını
vermek daha doğru olur. Çünkü müslümanlar inanç ve ibadet özgürlüğünden yoksun
bırakılmak isteniyor ve bunun endişesi içinde yaşıyorlardı. Bedir Savaşı'nı
kazanmak bu baskılardan kurtulmak anlamına geliyordu. Yüce Allah kurtuluşa
giden yolun önemli eylemlerini vermektedir:
a)
Düşman topluluğu üe
karşılaşılınca sebat göstermenin önde gelen bir eylem olduğu anlatılmaktadır.
Bunun anlamı sırtını düşmana dönüp kaçmamaktır, Âyetin bu kısmındaki fesbütû
(sebat gösteriniz) emri, Âl-i İmrân sûresinin 125. âyetinde "sabır
göstermek", Enfâl sûresinin 15. âyetinde de "arkanızı
dönmeyiniz" şeklinde yer almaktadır.
Böylece sebat göstermek, "sabretmek, korkup arkayı dönmemek" demektir.
Sebat göstermek, sabretmek, korkup sırtını dönmemek gönlün eylemleridir. Gönlün
bu eylemleri davranışlara yansıyarak savaşta zafer
ya da kurtuluşu getirmektedir.
Âyeti dikkatle analiz edersek görülecektir ki Allah,
müminlerden sebat göstermelerini istemektedir. Mümin bu eylemini gösterince
Allah da ona Muhammed sûresinin 7. âyetinde olduğu gibi: "Allah da
ayaklarınızı sebat
ettirir", yani kaydırmaz.
b)
"Allah'ı çok
anınız." En zor şartlar altında Allah'ı zikretmenin en önemli neticesi Rad
sûresinin 28. âyetine göre kalplerin huzur bulmasıdır. Kalbi huzur bulanın
cesareti artar.
Burada anma işini müminin kendisi yapacaktır.
Allah'ı anma hem beynin hem de gönlün eylemi olmaktadır. Bu eylemlere düşmanın
dayanması mümkün müdür? O zaman düşmana gönül yürümektedir. Böyle bir
yürüyüşün Allah tarafından desteklenmesi garanti edilmektedir.
"Sebat" ve "Allah'ı anmak" gibi
manevî eylemlerin kurtuluşu getirme ihtimali vardır. Onun içindir ki felah
kavramının başına le'alle, yani ihtimali ifade eden kelime gelmiştir.
"Sebat" sabrı getirmekte, "Allah'ı anma" da malını ve
çocuklarını hatırlamayı ortadan kaldırmaktadır.
Allah müminlere askerî bir eğitim yaparak düşmana
karşı kullanılacak manevî silâhların neler olduğunu öğretmektedir. Sabır,
sebat, korkmamak ve dünyayı bir tarafa bırakıp Allah'ı anmak savaş silâhlarının
önde gelen, savaş taktiğinin en ince ayrıntılarını teşkil etmektedir. Bu
silâhlar ve taktikler her çağa hitap etmektedir. Savaş silâhları teknoloji
geliştikçe değişmektedir, ama sabır, sebat, korkusuzluk ve Allah'ı anma gibi
manevî silâhlar değişmemektedir.
2.
"Allah'a ve
Peygamberi'ne itaat ediniz." Kur'an'ın pek çok âyetinde geçen bu emrin,
önceki ve sonraki âyetlerle ilişkisi vardır. Buradaki itaat emri bir önceki
âyette geçen emirlerin devamı mahiyetindedir. Yani: "Sebat ediniz",
"Allah'ı çokça anınız" ve" Allah'a ve Peygamberi'ne itaat
ediniz."
Buradaki itaat kelimesi "bağlılık, saygı ve
duyarlık gösterip emirlerini yerine getirmek" anlamına gelmektedir.
Allah'a ve Peygamberi'ne itaat, savaşta kumandana itaati getirecektir. Savaşta
kumandana bağlılığını göstermek için, kişinin, daha önce bu bağlılığı
göstermiş bir manevî tecrübeye sahip olması gerekir. Bu âyette itaat eylemi
başka olumsuzlukları önleyeceği için emredilmektedir.
3.
"Birbirinizle
çekişmeyiniz, sonra korkuya kapılırsınız, da kuvvetiniz gider. " Savaş
anında müminlerin bir
birleriyle çekişmesi beraberinde korkuyu getirir. Allah ve Peygamberi'ne itaat
eden insanlar çekişmeyi bırakacaklardır. İtaat bu çekişmeyi önlemenin uğruna
emredilmiştir. Yüce Allah burada bir toplumun çöküş
dinamiklerini de vermektedir: Çekişme, korkma ve sosyal güç kaybı. Çekişme
dağılmaya sebep olacak, onlar da sosyal gücün gitmesine neden olacaktır.
"Rüzgârınız." kelimesi fizikî
anlamdaki rüzgârı değil de, sosyal ve siyasî anlamındaki gücü ifade etmektedir.
Râzî buradaki rüzgârı "devlet" anlamına almaktadır. Râzî bu mânayı
Zemahşerî'den almıştır. Devlet, işleri yürür halde iken rüzgâra ve rüzgârın
esmesine
Devlet, işleri yürür halde iken rüzgâra ve rüzgârın
esmesine benzetilir diyen Zemahşerî, bir kimsenin devleti, yani saltanatı iyi
gittiğinde, bunun rüzgârı esiyor dendiğini nakletmektedir[31].
Her toplumun ve savaş alanında bulunan her ordunun
bir rüzgârı, yani bir gücü vardır. Toplumlar bilgi, kültür, ekonomi ve
teknoloji ile bir hava bir ağırlık yakalarlar. Bu durumda rüzgâr durmadan eser,
kimi zaman hafif, kimi zaman şiddetli. Bu gücü tahrip edenler toplumdaki ihtilâflar,
çatışmalar, ya da kısaca tefrikalardır. Savaşlarda da durum aynıdır. Ordular
birbirlerinden doğal olarak çekinirler. Ama ordudaki beraberliğin kaybolması,
dayanışmanın ortadan kalkması, yerini korkuya ve dağılmaya bırakır.
4. "Sabrediniz. Çünkü
Allah, sabredenlerle beraberdir." Bütün bunların yerine gelmesi için
müminlerin sabırlı olması gerekir. Sabtr hem Allah ve Peygamberi'ne itaati hem
de Allah ile beraberliği getirir. Yüce Allah burada savaşın en etkili silâhını
gündeme getirmektedir. Sabır pasifliği değil tam tersine aktifliği, yani
karşılaşılan problemlerin altında ezilmeden, onlara göğüs germek, onları
çözmek, onların üstesinden gelmek anlamını ifade etmektedir. Sabır, gönlün eylemi
olduğuna göre, gönlün nefisle olan mücadelesinin en etkili silâhı durumundadır.
Onun içindir ki Âl-i İmrân sûresinin 200. âyetinde
Yüce Allah, hem sabretmeyi hem de sabırla yarışmayı emretmektedir. Zorluklara
katlanmak sabretmek olduğuna göre, sabırda yarışmak da daha üst bir ibadet
olmaktadır. Demek ki Allah'ın beraberliğini çeken, yardımını, lutfunu, ihsanını
göndermek anlamına gelen güç sabır olmaktadır. Sabreden insanlarla beraber
olduğunu ilân ederken Allah, müminlere cesaret vermektedir.
"Çalım satmak, insanlara gösteriş yapmak ve
(insanları) Allah yolundan alıkoymak için yurtlarından çıkanlar gibi olmayınız-
"
a) Yüce Allah burada
"olmayınız" emri ile aslında "farklı" olunmasını istemektedir.
Müslüman, müşrikten farklı olmalıdır. Özellik-le savaşta müşriklerin
yaptıklarını yapmamalıdırlar. Mümin, müşrikle aynîleşenıez, onu taklit edemez,
örnek alamaz.
b) Müminler, müşriklerin hangi
davranışları gibi yapamazlar? Çalım satmak, gözlen kamaştıran bir gösterişte
bulunarak savaşa çıkmak. Diğer taraftan insanları yurtlarından çıkartmak İçin
savaşmak da müşriklerin amacı ve davranışları olmaktadır. Mümin insanın
savaşmaktaki amacı, insanları Allah yolundan engellemek için savaşanlara
benzemek olamaz. Gösteriş içinde olan, insanlara çalım satan, insanları
Allah'ın yolundan çıkaranlar gibi davranmamak Allah'ın emridir.
Müşrikler savaşa çıkarken yani Cuhfe denen yere
vardıklarında Ebû Süfyân'ın gönderdiği adam gelmiştir. Kervanın tehlikede
olmadığını ve bu sebeple geri dönmelerini söylemişti. Bu haber üzerine Ebû Cehil
yemin ederek, Bedir'e vanp şarap içeceklerini, çalgı eşliğinde câriye
oynatacaklarını, Araplar'a yemekler yedireceklerini söyledi. Ebû Ce-hil'in
söylediklerinin Kur'an'daki değerlendirmesi çalım satmak, gösteriş yapmaktır.
Bu durum sadece Bedir'de olmuş değildir. Ondan sonra da olmuş ve olmaya da
devam edecektir.
6.
"Allah onların
yaptıklarım çepeçevre kuşatmıştır." Buradaki "kuşatma"nın birçok
anlamı vardır. Bunlardan biri Allah, onların yaptıklarını her şeyi ile
bilmektedir. Onların eylemleri kuşatıldığı için kimseye zararları
dokunmayacaktır. Bir bahçenin etrafını duvar içine almak gibi, Yüce Allah da
onların amellerini kontrol altı
na almıştır, kıpırdayacak alanları yoktur.
7.
"Hani şeytan onlara
yaptıklarını süslü gösterdi." Âyetin bu kısmından çıkaracağımız önemli
neticeler vardır: Şeytan onlara amel yaratmadı. Onların amelleri vardı da,
şeytan onu onlara güzel gösterdi. Var olmayanı var etmedi, var olanı onlara
süsledi. Şeytanın insanı etkileyip yoldan çıkartmasının metotlarından biri, ey
lemlerini insanlara süslemesidir.
"Ve
şeytan da onlara yaptıklarını süsledi" (En'âm 6/43). Kalpleri
katılaşanlara, çocuklarını öldürenlere, peygamberlere tepki gösterenlere,
şeytan amellerini süslü göstermektedir. Şeytan, bakırı altın suyuna batınp
sahte bir süs vererek altın diye satan- lar gibi, kötü işlemlere sahte bir süs
vererek insanlara sunmaktadır. Allah müslümanlara şeytanın bu etkinliğini
anlatarak, onların da aynı hataya düşmelerini engellemeyi istemektedir.
Buradaki şeytanın güzel göstermesinin anlamı, yapılacak eylemin yerinde
olduğunu göstermektir. Şeytan, eylemin doğru zaman, doğru yer ve haklı bir
durumda olduğunu göstererek müşrikleri aldatmıştır. Şeytanın bu aldatma tarzındaki
etkinliği devam etmektedir.
8. "(Şeytan): 'Bugün
insanlardan size galip gelecek kimse yoktur, şüphesiz ben de sizin
yardımcınızım' dedi." Şeytan hangi sözlerle müşrikleri- etkilediğini,
hangi eylemlerin yerinde olduğunu söylediğini burada gündeme getirip
detaylarına kadar inmektedir. Şeytan müşrikleri savaş için cesaretlendirirken,
onları kimsenin mağlûp edemeyeceği vesvesesini vermiştir. Âyette geçen ifade
şudur, "Size komşuyum." "Komşu komşunun
yardtmcısıdır" ilkesinden hareketle, şeytan
onlara "Ben sizin komşunuzum, arkanızdayım, yardımcınızım"
demiştir. Arap Örfüne göre komşunun komşusunu
koruması namus borcudur. Şeytan bu örfü kullanarak onları
aldatma yoluna gitmiştir.
Ama biz "Ben sizin komşunuzum" ifadesinden
başka bir mâna çıkartıyoruz. Bunu âyetin devamındaki şeytanın hareketinden
anlıyoruz. Dikkat edilirse şeytan doğrudan "Ben size yardımcıyım, sizin
destekçi-nizim" demiyor da "komşunuzum" diyor. Bunun anlamı
sahte komşu gibi davranacağı anlayışında yatmaktadır. Âyetin devamı bunu göstermektedir.
Öyle anlaşılıyor ki şeytan müslüman tarafla uğraşamamakta-dır. Çünkü onlar
inanç ve ibadet özgürlüğü adına savaşma karanını almıştır, onların gönülleri
ile Allah ilgilenmektedir. Allah'ın ilgilendiği gönüle şeytanın girmesi mümkün
değildir.
9. "Fakat iki ordu
birbirini görünce (şeytan), ardım döndü ve: 'Ben sizden uzağım, ben sizin
görmediklerinizi görüyorum; ben Allah 'tan korkuyorum; Allah'ın azabı
şiddetlidir' dedi. "
Müslüman ordusu ile müşrik ordusu birbirlerini
görebilecek mesafeye geldiklerinde, Allah burada şeytanın davranışını
anlatarak, onları nasıl aldattığına dikkat çekmektedir. Şeytanın hareketi,
nekesa kelimesi ile ifade edilmektedir. Bu kelime "izi üzere geri dönmek,
geri durmak, bırakıp kaçmak" anlamlarına gelmektedir. Nükûs kelimesi
Kur'an'da Enfâl sûresinin 48 ve Mü'minûn sûresinin 66. âyetlerinde geçmektedir.
Enfâl sûresinin 48. âyetinde şeytanın geri dönüp verdiği sözde durmaması ifade
edilirken, Mü'minûn sûresinin 66. âyetinde Allah'ın âyetleri okunduğunda,
kibirlenip arkasını dönenlerin davranışı açıklanmaktadır. Demek ki kibirlenip
Allah'ın âyetlerine sırtını dönenle şeytanın hareketi müştereklik
arzetmektedir. Nükûs kavramı Kur'an'da şeytan ve kâfirin eylemi olarak
geçmektedir.
Şeytan tabanları üzerine geri dönerken, yaptığı
eylemin mazeretini de ifade etmekten geri durmamıştır, "Ben sizden
uzağım" ifadesi, şeytanın dönekliğini gösteren bir ifadedir. Önce beraber
olduğunu söylüyor sonra da iş ağırlaşmca uzak olduğunu söylüyor. Böylece
yapamayacağı işi söylediğinden dolayı döneklik gösteriyor. Demek ki bir işe söz
verip ardından cayanın ahlâkı, şeytanî bir ahlâk olmaktadır. Aynı davranışı
şeytan Haşr sûresinin 16. âyetinde imanlı bir insana da yapmaktadır:
"(Münafıkların durumu) tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana,
'inkâr et' der, insan inkâr edince de: 'Ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin
Rabbi olan Allah 'tan korkarım' der."
Şeytan Allah'a inanmaktadır, oysa inkâr eden insan,
şeytandan daha kötü bir çizgiye gelmiş demektir. Ama şeytan inkâr edenden
derhal uzak durma kararlığını göstermektedir. Arkadaşını yüzüstü bırakıp ondan
ayrılmak münafıklık ahlâkıdır.
"Sizin görmediğinizi ben görüyorum."
Şeytan, melekleri görmüş ve onların müslümanlara yardım etmesinden korkmuştur.
Kâfirlerin görmeyip şeytanın gördüğü şey meleklerdir. Enfâl sûresinin dokuzuncu
âyetinde peşpeşe gönderilen bin meleğin, Âl-i İmrân sûresinin "O zaman
sen müminlere: Rabbinizin size indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi size
yetmedi mi? diyordun. Evet, sabreder, korunursamz onlar hemen üzerinize
gelseler Rabbiniz size nişanlı beş bin melekle yardım eder." şeklindeki
124. ve 125. âyetlerinde üç bin meleğin, ve beş bin meleğin Bedir Savaşı'na
katıldığı Allah tarafından bildirilmektedir.
Şeytanın melekleri görmesi onu dehşete düşürmüştür.
Aslında şeytanın müşrikleri böylesine yüzüstü bırakıp kaçması ve onlara böyle
konuşması müslümanlarm lehine olmuştur. Çünkü müşrikleri korkutmuştur.
"Ben Allah'tan korkuyorum; Allah'ın azabı
şiddetlidir dedi." Demek ki şeytan Allah'a inanıyor ve O'ndan korkuyor.
Korkunun sebebini de azabının şiddetli olması diye göstermektedir. Şeytan
Allah'ın azabını göstererek niçin O'ndan korktuğunu söylemektedir? Bize göre
Allah müminlerin tarafını tuttuğu için, şeytan da müşriklerin tarafını tutmuş
olacaktı. Böylece şeytan Allah'a karşı savaşmaktan korktuğu için böyle
söylemiştir.
Enfâl sûresinin 45-48. âyetlerinden şu neticeyi
çıkartıyoruz: Allah düşman ordusu ile karşılaştığında normal silâhların
dışında müslümanlarm sahip olması gereken manevî silâhların neler olduğunu
öğreterek savaş taktiği vermektedir.
Sabır ve sebat göstermek, Allah'ı çok anmak, Allah
ve Peygamberi'ne itaat etmek, müminlerin dağılmalarına ve sosyal güçlerinin
kaybolmasına sebep olacak çekişmelere girmemek, sabrederek Allah'ın beraberliğini
temin etmek; gösteriş yaparak insanları hak yolundan çıkarmak isteyenler gibi
davranmamak. Çünkü şeytan bu tip insanlara amellerini sahte süsle süsleyip
onları aldatıyor. Ne yapacakları ile ne yapmayacaklarını açıklayan bu savaş
taktiği manevî silâhlanmanın önemini vurgulamaktadır. Bu noktada, askerlik
müessesesi ile din eğitiminin ilişkisi ortaya çıkmaktadır.[32]
49. Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar
(sizin için): "Bunları dinleri aldatmış" diyorlardı. Oysa kim Allah'a
dayanırsa Allah daima galip, hüküm ve hikmet sahibidir.
50.Görseydin o inkâr edenleri: Melekler onların
canlarını alırken yüzlerine ve arkalarına vuruyorlar: 'Haydi yangın azabını
tadın' (diyorlardı).
51.İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler
yüzündendir. Yoksa Allah, kullara zulmedici değildir,
52.(Bunlar da) tıpkı Firavun ailesi ve onlardan
öncekilerin gidişi gibi (davrandılar. Onlar da): Allah 'm âyetle-
rini inkâr etmişlerdi; Allah onları, günahlarıyla
yakalamıştı. Kuşkusuz Allah güçlüdür, cezası çetindir.
Bu âyetlerin analizinden çıkarılacak neticeler
şunlardır:
1.
"Münafıklar ve
kalplerinde hastalık bulunanlar (sizin için): 'Bunları dinleri aldatmış7
diyorlardı." Yüce Allah müslümanların ordusundaki durumu ele almaktadır.
Münafıklarla, kalplerinde hastalık olanlardan kasıt müslümanların ordusundaki
korkaklardır.
Onun İçindir ki Enfâl sûresinin 45. âyetinde Allah
müminlere, düşman ordusu gördüklerinde sebat etmelerini, Allah'ı anmalarını;
46. âyette Allah ve Peygamberi'ne itaat etmelerini, çekişmemelerini ve sabretmelerini
emretmişti. Müslümanların arasında böyle davranan veya davranma ihtimali
olanlar olmasaydı Allah bu emirleri vermezdi. Demek ki müslümanların ordusunda
münafıklar olduğu gibi korkaklar da vardı. Mânevi kalp hastalığına yakalananlar,
Kureyş ordusuna karşı savaşma konusunda şüphede olanlardır. Öylesine kuvvetli
ve teçhizatlı bir orduya karşı Allah'ın yardım edip zafer kazanacaklarından
şüphe içindeydiler. Bunun anlamı imanları gönüllerinde kökleşmemişti, ama
münafıklardan daha iyi durumdaydılar. Allah, münafıklarla gönülleri hasta
olanların orduda bulunduğunu Hz. Peygamber'e haber vermiş, gelecekte de böyle
insanların olacağına işaret etmiştir.
Bu gönül hastaları müslümanlarla beraber Bedir
Savaşı'na katılmamışlar ve münafıkların etkisinde kalarak müminlerin durumunu
değerlendirmişlerdir. Münafıklarla gönül hastası olanların ortak değerlendirmesi
âyette nakledilmektedir. "Bunları dinleri aldatmış. "
Münafıklarla korkaklar müslümanlara karşı bu bakış
açısını muhafaza etmektedirler. Dinlerinin aldatması, onları maceraya itiyor
anlamına gelmektedir. Bu değerlendirme, sadece Bedir Savaşı gibi savaşlarda değil
aynı toplumda oluşan sosyal grupların müslümanlara bakışını da yansıtmaktadır.
Münafık ve korkaklar, müminlerin yaptıklarını bir aldanma, bir macera olarak
görürler Günümüzde aynı toplum içinde böylelerinin olduğunu ve İslâm âlemine bu
şekilde baktıklarını görmek mümkündür. pünümüzde dünya münafıkları ve manevî
kalp hastaları, müslüman ül-kelere böyle bakarlar, ama yine de onlarla beraber
yaşarlar. Müslümanları 'dinleri tarafından aldatılmış zavallılar' olarak
görürler ve onları geri bırakanın dinlen olduğunu kabullendirmeye çalışırlar.
Demek ki Allah münafıklarla korkakların,
müslümanlara içten i-hanet ettiklerini anlatmaktadır. Bir milletin içinde kendi
milletine ihanet edenlerin çıkabileceği bilincini veren bu âyet, temel bir
ilkeyi gündeme getirmektedir: Geçmiş toplumlar bu insanlardan çok çekmiş,
geleceğin milletleri de bunlardan çekecektir. Bir milletin içinde bunların mayalanması,
tutunması, palazlanacak ortam bulması, dış düşmanlardan daha tehlikeli
olmaktadır, insanlığın ve özel mânada toplumların erdemini bu insanlar tahrip
etmekte, tarla faresi gibi mânevi kültürün altınt delik deşik etmektedirler,
Kurtubî'nirı bu âyetin tefsirinde münafıklarla
korkaklar aynı insanlar olduğu görüşünü dile getirmiş, ancak ispat etmemiştir.
Bize göre bu görüşün Bakara sûresinin 8, 9 ve 10.
âyetleriyle ispat edilmesi mümkündür:
"insanlardan bazıları da vardı ki inanmadıkları
halde 'Allah'a ve âhiret gününe inandık' derler.
Onlar güya Allah'ı ve müminleri aldatırlar. Halbuki
onlar ancak kendilerini aldatırlar, bunun farkında değillerdir.
Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da
onların hastalığım çoğaltmıştır.17 Bu âyetler münafıklığın özelliğini vermekte
ve tanımını yapmaktadır. Gönül hastalığı münafıklık özelliği olduğuna göre
KurtufrTnin naklettiği bu yorum doğru olabilir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyete dönersek, münafık kelimesi ile gönül hastaları arasında vav harfi yer almaktadır. Atıf harflerinden biri olan bu harfin özelliği gereği âyette sözü edilen münafıklarla kalplerinde hastalık bulunanların birbirinden farklı grup insanlar olduğu görüşü diğer görüşe göre daha doğru gözükmektedir.
2.
'Halbuki kim Allah'a dayanırsa,
bilsin ki Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir, " Yüce Allah,
münafıkların ve gönül hastası olanların zahirî görünüşe göre değerlendirip
'güçlü ve sayı bakımından fazla olan orduya karşı koymanın bir aldanma olduğu'
şeklindeki değerlendirmelerinin yanlış olduğunu ifade etmektedir.
Zaferi kazanmanın yolu, askerlerin çokluğundan ve
teçhizatın fazlalığından geçmiyor, Allah kendine güveneni, bütün imkânları
hazırladıktan sonra, Allah'a dayananı galip kılacağının bilinmesini istemektedir.
Sayı ve teçhizat üstünlüğü mülkünde galip ve hikmet sahibi Allah'ın desteğini
almadıkça zafere ulaşamaz. Allah'ın desteğini alan, iman ve takva ile dolu bir
gönülle teçhizat zafere ulaşacaktır. Bedir Savaşı bunu öğreten bir fırsat oldu.
Böylece Bedir Savaşı, savaş olmanın ötesinde ilâhî bir öğretidir.
3.
Görseydin o inkâr edenleri:
Melekler onların canlarım alırken yüzlerine ve arkalarına vuruyorlar: 'Haydi
yangın azabını tadın'' (diyorlardı)". Bu âyetin Bedir Savaşı ile ilgili
olarak evrensel bo-yutuna gitmek gerekir. Enfâl sûresinin 12. âyetinde
"Vurunuz boyunlarına, vurunuz onların bütün parmaklarına" emri
meleklere verilmişti. Bu vurmaların nihaî noktası da Enfâl sûresinin 50,
âyetinde gündeme getirilmektedir. Bu âyetten çıkarılacak neticeler şunlardır:
a)
Meleklerin çoğul olmasından
anlıyoruz ki, Azrail denen ölüm meleği tek değildir. Onun içindir ki âyette
melekler ifadesine yer verilmiştir.
b)
Melekler insanların canını
alırken yapacakları muameleyi öten insanın durumu tayin etmektedir. Meselâ
En'âm sûresinin 93. Âyetinde Allah'a iftira eden, yahut yalancı peygamberlik
iddiasında bulunan veya Kur'an gîbi bir kitabı yazabileceğini iddia edenlere,
canlarını alırken meleklerin yapacağı muamele ele alınmaktadır. Melekler onlara
pençelerini uzatacak, "Haydi canlarınızı kurtarınız" diyecek ve
azabı tatmalarını
söyleyeceklerdir. Yorumunu yapmakta olduğumuz bu
âyette de yüzleri
ne ve arkalarına vura vura canlarını alacakları
gündeme getirilmektedir.
Kısaca kâfirlerin» Allah'a iftirada bulunanların,
yalancı peygamberlerin ve Kur'an gibi bir kitabı
yakabileceklerini iddia edenlerin canla nnın farklı
alınacağı, onların bu durumunun ölümlerini bile etkileyeceği
anlaşılmaktadır, İyi insanın ölümü ile kötü insanın
ya da kâfirin ölümünün farklı olacağı buradan anlaşılmaktadır. Bu durum sadece
Bedir Savaşana katılan kâfirleri değil Allah'ın dinine düşman olan bütün
insanları da kapsamaktadır.
Diğer taraftan Vakıa sûresinin 88-91, âyetlerinde
Allah'a yakın çılanlarla, iyi insanların can verişlerinin ne kadar güzel olacağı
da açıklanmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki insanların inançları dünyadaki yaşam
şekilleri, onların can verme biçimlerini etkileyecek ve meleklerin muamelelerini
belirleyecektir,
c) Yüzlerine ve arkalarına
vura vura canlarını alırken melekler onlara: Yaktp kavuran azabı tadınız"
diyeceklerdir. Ayetin bu kısmından öyle anlaşılıyor ki melekler canlarını
alırken onlar yakıcı azabı tadacaklardır. "Yakıp kavuran azap, ölüm anında
mı yoksa âhirette mi olacaktır" sorusuna müfessirler farklı cevaplar
vermektedirler. Râzî gibi bazıları ölüm anında, bazıları da âhirette olacaktır
diyorlar el-Hasen gibi. el-Hasen'in bu görüşte olduğunu Kurtubî nakletmektedir.
Bize göre bu tartışmalara veya farklı görüşlere
gerek yoktur. Çünkü En'âm sûresinin 93. âyetinde melekler pençeleri ile
Allah'a iftira edenlerin, yalancı peygamberlerin ve Kur'an gibi bir kitap
yazacağını iddia eden zalimlerin canım alırken de onlara şöyle diyeceklerdir:
"O zalimler ölüm dalgaları içinde, melekler ellerini uzatmış: 'Haydi
canlarınızı çıkarın, Allah'a, gerçek olmayanı söylemenizden ve O 'nun
âyetlerine karşı kibirlilik taslamış olmanızdan dolayı, bugün alçaklık azabı
ile cezalandırılacaksınız' (derken) onların halini bir görsen."
Öyle anlaşılıyor ki bu azap şekilleri hem ölüm
anında hem de âhirette olacaktır. Çünkü bu ifadelerden onların canlarının
alınacağı anlaşılmaktadır. Demek ki vurula vurula ve yanarak bu dünyadan
ayrılıp giden kâfirlerin durumunu dışarıdakilerin görmesi, anlaması imkânsızdır.
Onun içindir ki Allah "görebilseydin" ifadesine yer vermektedir.
Beşerî idrak ve gözlerle görülüp anlaşamayan olgulardan biri burada
anlatılmaktadır.
Kâfirlerin canı çıkarken çektikleri ıstırapla, iyi
insanın canı çıkarken içinde bulunduğu rahatlık arasındaki fark Kur'an'da
anlatılarak, kötülüklerden caydırma ve iyiliğe teşvik ruhunun inananlara
kazandırılması istenmektedir.
Teşvikten caydırmaya giden bu oluşumun ilâhî eğitimdeki yerini tesbit ettikten sonra din eğitimindeki önemini de vurgulanmalıyız: Biz buna zıthklarıyla eğitim diyebiliriz. Işıkla karanlık, hak ile bâtıl, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin nihayet korku ile sevinç beraber anlatılınca veya ardarda insanın ruhunda oluşturulunca eğitimin devresi tamamlanmış olacaktır.
4. "İşte hu, ellerinizle
yaptığınız yüzündendir, yoksa Allah kullarına zttlmedici değildir." Bu
âyet 50. âyetin devamıdır. Burada geçen zâlike "işte bu'\ 50. âyetin
sonunda yer alan "yakıcı azabı" ifade etmektedir. Söz konusu kelime
burada "tadacakları azab"ın yerine konmuştur. Diğer taraftan bimâdaki
bâ harfi de sebep bildirmektedir. Böylece Allah sebep-sonuç ilişkisi içerisinde
konuyu açıklamaktadır,
"Yakıcı azabı tatmak" sonuç,
"elleriyle yaptıkları ameller11 de sebep olmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki
Allah önce sonucu, sonra da sebebi gündeme getirmektedir. "Ellerinizle yaptığınız"
ne anlama
gelmektedir? Sorunun cevabını 50. âyetteki
"inkâr etme" ile verilebilir, yani "ellerinizle yaptığınız"
demek "yaptığınız inkâr sebebi ile bu azap size tattırılmaktadır"
dinebilir.
Âyetteki "el" kelimesi, "güc"ü
ifade etmektedir. Kendi gücünüzle yaptığınız anlamına gelmektedir. Öyle
anlaşılıyor ki insan kendi amellerini özellikle inkâr gibi kalbî eylemini kendi
kudreti ile ortaya koymaktadır. Çünkü Allah isteyerek insana kendisini inkâr
ettirmez.
"Yoksa Allah kullara zulmedici değildir"
buyurulurken inkârın arkasında ilâhî takdirin olmadığını, aksi takdirde bunun
zulüm olacağını bildirmektedir Allah bunu Fussılet sûresinin 46, âyetinde şöyle
açıklamaktadır:
"ATım iyi bir iş yaparsa bu kendi lehinedir.
Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara zulmedici değildin "
İyiliği Allah ve kul ister, Allah yaratır, ama
kötülüğü kul ister Allah yaratır. Fakat işlenen her iki amelin sonucu kula
dönecektir ve onun olacaktır. "Neden kötü amelîn altında kulun isteği var
da Allah'ın isteği yoktur" sorusuna şöyle cevap verilir: Kuluna kötülüğü
Allah isteseydi zulmetmiş olacaktı. Çünkü bazı kullarına iyiliği bazılarına da
kötülüğü istemiş olacaktı.
Herkes yaptığının karşılığını görürse adalet
gerçekleşmiş olur. Böylece Allah zulmün ne olduğunu, insana davranış
özgürlüğünü vermenin ne anlama geldiğini ve önemini vurgularken, kendisinin de
bu özgürlüğü kullarına tanıdığını öğretmekte, insanın insana dayatarak yaptırdığı
bir davranışın hem ahlâkî hem de hukukî sorumluluğu olmadığını vurgulamaktadır.
Diğer taraftan Yüce Allah, kulunu cezalandırırken bu
cezayı niçin verdiğini, yanı sebebini bildirmektedir. Bu durum beşerî âleme şu
ilkeyi bildirmektedir: insanlar cezalandırılırken onlara bunun sebebinin bildirilmesi
gerekir. Kişi niçin cezalandırıldığını bilmelidir. Onun için yargısız infaz
yapılmamalıdır. Aırâf sûresinin 12. âyetinde anlatıldığı gibi yargısız infaz
olmaz.. Hukukta zulmü ortadan kaldırmak için haklı bir sebebe dayanmak gerekir.
5. "Bu durum, tıpkı Firavun ailesi
ve onlardan öncekilerin gidişatı gibidir. Onlar da Allah'ın âyetlerini
inkâr etmişlerdi de Allah onları günahları sebebiyle yakalamıştı Allah
güçlüdür, Onun cezası şiddetlidir."
a)
"Bu durum, tıpkı
Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişatı gibidir." Yüce Allah Bedir
Savaşı'ndaki cezalandırmayı
tarihî olgularla anlatırken benzetme
yöntemine
başvurmakta
ve özellikle Firavun
ailesinin ve ondan
öncekilerin ta ve özellikle Firavun ailesinin ve ondan öncekilerin
kötülüklerine dikkat çekmektedir. Firavun ailesi ve ondan öncekilerin başına
gelenler,
onlara verilen cezalar sünnetullahı oluşturmaktadır.
Ayetin ilk bölümünde yer alan ed-de'b kelimesinin anlamı âdettir. Fiil olarak alınınca "ısrar etmek, inat etmek, sebat etmek, devam etmek, yorulmamak, bıkmamak, usanmamak, bir işe girişmek, iştirak etmek, uygulamak, vakfetmek, büyük arzu ile tatbikata koymak" anlamlarına gelmektedir. Bu kelime Âl-i İmrân sûresinin 11. âyetinde açıklandı.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Enfât sûresinin 52.
âyetinde kötü mânada toplumsal değişimin sebepleri arasında, insanlann inkâr
psikolojisi ile kendi şahsiyetlerini değiştirmeleri ifade edilmektedir.
"Bir işi sürdürmek" anlamı ile de'b kavramı» davranışların âdet
haline gelmesi demektir.
b) "Onlar da Allah'ın
âyetlerim inkâr etmişlerdi/' Ayetin bu kısmından anlıyoruz ki inkâr ırmağı
insanlığın ilk dönemlerinden çıkıp gelmektedir ve devam ettiği için de de'b
adını atmıştır. İnkâr ırmağı kirlidir, ama onun yanında nur ırmağı akmaktadır.
Kimi zaman bazı insanlar ırmağın kirli olduğunu farketmeden onun içine dalmaktadırlar,
fakat inkâr ırmağı insanda bir alışkınlık haline gelmiştir.
Allah'ın âyetlerini yalanlamak sadece Hz. Muhammed
devrinin insanlarının yaptığı bir iş değildir. Firavun ailesi ve ondan önceki
toplumlar da aynı eylemi yapmışlardır. Sanki Allah'ın âyetlerini yalanlama
eylemi nesilden nesile intikal eden bir süreç halini almıştır, Allah bu örneği
verirken hangi benzerliklerten hareket etmiştir? Bunlardan biri "Allah*in
âyetlerini yalanlamaktır", ikincisi de âyetin devamında verilmektedir.
c) "Allah onları
günahları sebebiyle yakalamıştı, Allah güçlüdür. Onun cezası
şiddetlidir." İkinci benzerlik günahları sebebiyle Allah'ın onları
yakalayıp cezalandırmasıdır.
Bedir Savaşı'na katılan Mekkeli müşriklerle Firavun
ailesi ve öncekilerin arasında benzerlikler vardı.
Onlar, Allah'ın âyetlerini
yalanlıyorlar ve günahları sebebiyle
cezalandırılıyorlar. Burada tarihî bir sürecin işlediğine işaret edilmektedir.
Geçmişin kötüleri kimi zaman tufanla, kimi zaman
rüzgârla, kimi zaman suyla boğularak helak edilirken, Hz, Peygamber zamanında
da kötüler, iyilerin ve meleklerin savaşım gücüyle yok ediliyorlardı. Artık
iyiler kendilerini kötülerin saldırısına karşı savunma gücünü ve fırsatını elde
etmişlerdi. İşte fark ve değişim bu noktada ortaya çıkmıştı.
Ayetin bu kısmında da, günahları sebebiyle Allah'ın,
onları yakaladığı beyan edilirken, keyfî olarak cezalandırmadığı da
vurgulanmaktadır.
Aradaki fark ne olabilir? Geçmişteki toplumların
cezalandırılmasını genelde tabiat olaylarını kullanarak gerçekleştiren Allah,
Hz. Peygamber döneminde bunu insanlarla insanlara açtığı savaşla gerçekleştirmiştir.
Geçmişte iyiler kötülere karşı koyamıyordu ama Hz. Peygamber döneminde iyiler
kötülere karşı durma, direnç gösterme gücünü bulmuş ve bunu pratiğe
dökmüşlerdi.
Hukukun tatbik edilebilmesi için bir toplumun
siyaset kültürü bakımından güçlü olması gerekir. Güçsüz toplumlar hukuku,
özellikle ceza hukukunu tatbik edemezler. Onun içindir ki Allah güçlü olduğu
için cezayı tatbik etmektedir.
Öte yandan cezalar şiddetli olmalı ki caydırıcı
olsunlar. Allah'ın azabı şiddetlidir1' ifadesine âyetin sonunda bunun için yer
verilmiştir. Cezayı uygularken suça denk bir ceza uygulanmalı ve asla cezanın
şiddetinden tâviz verilmemelidir.
Hukuk kültürü ve siyasî idarenin zayıf olduğu
toplumlarda statüsü yüksek olanlara hafif ceza verilirken, aynı suçu işleyen
diğer insanlara daha ağır ceza verilir. İşte bu durum adaletsizliğin en açık
göstergesi olmaktadı.[33]
53. Bu böyledir, bir toplum, kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe, Allah da onlara verdiği nimeti değiştirmez Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.
54. Firavun'un adamlarının ve onlardan öncekilerin
yaptığı gibi Rabblerinin ilkelerim yalanlamalarından
ötürü, onları günahlarına karşılık yok ettik ve
Firavun taifesini suda boğduk, hepsi haksızdı.
Bu âyetlerin analizi bize siyasî ve sosyal
değişimlerin dinamiklerine götürecektir.
1.
Bu böyledir, bir millet
kendilerinde bulananı değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimeti
değiştirmez. Şüphesiz Allah işitendir, biledin " "Kendinde bulananı
değiştirme"nin anlamı, toplumsal ahlâk ve meziyetlerdir Ayetteki nimet,
siyasî erkin meydana getirdiği nimettir. Başka bir ifade ile bir toplumun sürü
olmaktan kurtulup devlet kurması bir nimettin Nimete başka bir mâna da
verilebilir: Güzel ahlâk ve meziyetler toplum için önemli sosyal ve manevî
nimetlerdir. Bu nimetlerdeki değişimi meydana getiren sebep insanların, o
toplumdaki fertlerin şahsiyetlerini, güzel ahlâk ve meziyetlerini
değiştirmeleridir, İnsanların meydana getirdiği bu değişim ilâhî değişimi
getirmekte ve onun sebebi olmaktadır.
Bir toplum kendi iyi hallerini bozmadıkça Allah'ın
onlara bahşet-:iği ekonomik, siyasî ve ahlâkî nimetleri değiştirilmeyecektir
Allah'ın r.imetlerini değiştirmesi, onların başına felâketlerin gelmesi
demektir. Beşerî değişim ilâhî değiştirmeye sebep olmaktadır.
Toplumdaki değişim Allah'ın onlara bahşettiği devlet
kurma nime değiştirmekten yana oluşuyorsa, Allah o toplumu çökertir yerine başka
bir toplum getirir. Böylece ilâhî değiştirme siyasî erkin el değiş-::rmesi
şeklinde tecelli eder.
Allah'a kul olmayanları, Allah başkalarının kölesi
yapar. 50. âyette geçen "inkâr" meselesini buraya taşırsak, insanın
tevhid inancından "tara geçmesi 53. âyetteki değişimi ifade etmiş
olabilir. Allah'a inan-rr.avan toplumun başkalarına köle olması mukadderdir
diyebiliriz.
'Kendilerinde bulunan" ifadesine başka bir
anlam daha verilebilir: Toplum iç dinamiklerini değiştirmedikçe, dış dinamikler
onları asla de süremeyecektir. Toplumların içten çürüyeceğini, içteki
özellikler canlı onlar kötüden yana değişmedikçe, Allah onlara dışarıdan de-
çşnnci bir etki yapmayacaktır.
Allah, bir devletin iç işleri düzgün yürüdükçe, iç
dinamikleri bo-zulnıadıkça onları değiştirmeyeceğini hükme bağlamaktadır. Bunu
biyo olgu ile açıklayabiliriz: Kanama iç organlarda ise Ölüm tehlikesi var
demektir, kanama dışta ise tehlike az demektir. Bu kanunu ile Allah :oHumlann
yöneticilerine iç dinamiklerdeki değişimin toplumu yıkmaya götüreceğini
öğreterek, değişmeyen evrensel siyasî kanunu koy-
Ra'd sûresinin âyetinde de aynı kanun gündeme
getirilmekte, rncelikli iç dinamiklerin kötüden yana insan iradesiyle
değiştirilmesinin itr±ndan ilâhî iradenin devreye gireceği vurgulanmakta ve bu ilâhî
ira-m tecelli etmesinin asla durdurulamayacağına dikkat çekilmektedir.
Yüce Allah bu kanunu toplum açısından koymaktadır,
ama top al değişimin ferdî mânada psikolojik değişimle gerçekleştiğini be-it
ekmektedir. Siyasal, sosyal, ekonomik ve ahlâkî değişimin temelinde insanların
manevî değişimlerinin olduğunu söylemektedir. Böylece içten dışa doğru bir
değişim sürecinin olduğu gündeme getirilmektedir. Allah insanın içinde oluşan
sesleri ve fırtınaları bilmektedir.
2.
"(Evet bunların durumu)
Firavun ailesi ve onlardan Öncekilerin durumuna benzer." Yüce Allah 53.
âyette
koyduğu değişim kanununa geçmişten delil getirmektedir. Buradaki benzetmenin en
önemli yanlarından biri 52. âyette olduğu gibi Firavun ailesi esas alınarak
ondan öncekiler ve sonrakiler diyerek tarihî bir ayırım yapılmaktadır.
Demek ki insanlık tarihinin en kötü simgesi Firavun
ailesi olmaktadır. Kötülük tarihinin milâdı Firavun ailesidir. Allah
kötülükleri örnek getirirken "Firavun ailesinden Öncekiler" ifadesine
yer vermektedir. Bu aileden sonra kötülüğe bulaşanları onlara ve onlardan
öncekilere benzetmektedir.
Kötülük tarihinin geçmişini geleceğe bağlayan ve ona
bir süreç özelliği veren temel dinamikler nedir?
3. "Onlar Rabblerinin
âyetlerini yalanlamışlardı; biz de onları günahlarından ötürü helak etmiştik
ve Firavun
ailesini boğmuştuk. Hepsi de zalimler idiler."
Yukarıda sorduğumuz sorunu cevabını âyetin bu kısmı
vermektedir.
a)
Allah'ın âyetlerini
yalanlamaları, bu sebeplerden birini teşkil etmektedir. Firavun ailesi, ondan
öncekiler ve Hz. Peygamber dönemin-dekilerin temel özelliği, Allah'ın
âyetlerini yalanlamış olmalarıdır. Toplumu helake götüren sebeplerden biri
Allah'ın mucizelerini, emirlerini ve vahyini yalanlamalarıdır. Tarihte helak
olan toplumları objektif bir araştırma metodu ile tedkik edersek bu sebebin
yakalanacağını bu âyet vermektedir. Şöyle bir örnek verebiliriz:
Halk kendi devletinin kanunlarını yalanlarsa, onları
tanımazsa devletle çatışma durumuna girer ve devlet bu harekete ihanet
damgasını vurur. Bu kâinatın yaratıcısı, hâkimi ve idare edeni Allah olduğuna
göre, onun emirlerini tanımamak, onları yalanlamak O'nunla savaşa girmek
anlamına gelmektedir. Bu da bir çeşit ihanettir.
Allah'ın mülkünde Allah'ın emirlerini yalanlayarak ihanet etmek helak
şeklindeki değişime sebep olmaktadır.
b)
Yüce Allah geçmiş
toplumların helakinin sebebini işledikleri günahlara bağlamakta, yine
sebep-sonuç ilişkisi içerisinde tarihî olguların nasıl yorumlayacağına ışık
tutmaktadır.
c)
Allah, denizde boğduğu
Firavun ailesini bu helake bir örnek olarak vermektedir. Hz. Musa ve kardeşi
Harun'un durduramadığı bu ailenin cezasını Allah bir tabiat olayı ile
vermiştir. Demek ki Allah, eği
tilmesİ mümkün olmayan ve günahları ile dünyayı kirletmeye devam eden ve buna
giderek ivme kazandıran toplumu yaşamaya değer bulmamakta, çöküşüne karar
verip uygulamaya koymaktadır.
d)
"Hepsi de zâlim
idiler." Zulüm kötülük tarihinin en önemli sebeplerinden biridir. Aynı
zamanda helak olan toplumların müşterek özelliklerinden biri olmaktadır,
Allah'ın âyetlerini yalanlama ve zulüm toplumların çöküş sebeplerindendir.
O'nun âyetlerini yalanlamak dinî boyutun, zulüm de hukukî boyutun kirlenmesine
işaret etmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki Yüce Allah Bedir
Savaşı'nı anlatırken geçmişe işarette bulunmakta, kötünün devamlılığını
anlatırken olguların benzeşmesine dikkat çekmekte, o dönemin dinamiklerinin
hâlâ devam ettiğini vurgulamakta, günümüzü yorumlarken nelere dikkat edilmesi
gerektiğini öğretmektedir Bir taraftan bize iyi ile kötüyü öğretirken diğer taraftan
da kötüden caydırmaya çalışmaktadır.
Ayette kötüden yana değişimin sebepleri
anlatılırken, iyiden yana değişimin sebeplerini çıkarmamız istenmektedir.
Böylece kullarına doğru düşünmeyi öğretirken, bizim de aynı yollarla insanlara
öğretmemiz
istenmektedir, Enfâl sûresinin 49 ile 54, âyetleri
arasında bu öğretim tarzını görmek mümkündür. Olgular sebep-sonuç ilişkisi
içerisinde anlatılırken, geçmişten geleceğe ışık tutulmakla Bedir Savaşı gibi
bir olgunun etrafına evrensel öğretiler örülmektedir.[34]
55. Allah katında canlıların en kötüsü kâfirlerdir,
artık onlar inanmazlar,
56. Sen kendileri ile anlaşma yaptığın halde onlar,
hiç çekinmeden her defa anlaşmalarını bozarlar.
57.Savaşta onları yakalarsan, onlar ile arkalarında
bulanan kimseleri de dağıt ki ibret alsınlar,
58.Bir kavmin hainlik etmesinden korkarsan, sen de
aynı şekilde (onlarla yaptığın antlaşmayı) onlara at;
çünkü Allah hainleri sevmez.
59.İnkâr edenler {bizim elimizden kurtulup)
geçtikleri ni sanmasınlar. Onlar (bizi) âciz bırakamazlar.
Yukarıdaki âyetlere baktığımız zaman insanın manevî
özellikleriyle bir örgü kurulduğunu görürüz. Burada iman, takva, ibret alma,
söz verme, antlaşma yapma gibi Özelliklere dikkat çekilmektedir. Diğer ta
raftan bu bölümde inkâr, ihanet, sakınmama gibi Allah katında insanın değerini
düşüren olumsuzluklar da ele alınmaktadır.
1.
"Allah katında
canlıların en kötüsü kâfirlerdir, artık onlar inanmazlar."
a) "Allah katında", "Allah'a göre" anlamına gelmektedir, Canlıların en kötüsü" konusu daha önce Enfâl sûresinin 22, âyetinde geçmişti. Buradaki ed-devâb kelimesi "yeryüzünde debelenen, yürüyen, ha reket eden canlı" - anlamına gelmektedir. En küçük böcekten insana kadar hatta daha büyük cüsseli bütün canlılar bu kavramın kapsamına girmektedir.
Yüce Allah "canlı" ile "en kötü"
kavramlarını bir araya getirerek değerlendirme yapmaktadır. Allah "en
kötü"yü farklı yerlerde ve oluşumlarda aramaktadır. Kötü yani âdi, en
kötü yani en âdi sıfatı biyolojik yapıya göre verilmemektedir. Enfâl sûresinin
22, âyetinde düşünce, can kulağını ve dilini kullanmadaki yeteneğe göre en iyi,
en kötü sıfatları yakıştınlmaktadır. Düşünemeyen, can kulağı ile dinlemeyen ve
dilini kullanamayan insanlar en kötü canlılardır. Yorumunu yapmakta olduğumuz
Enfâl sûresinin 55, âyetinde de en kötü canlının iman etmeyen ve etmesi
imkânsız hale gelen kâfirler olduğu beyan edilmektedir.
b) "Artık onlar
inanmazlar'' ifadesinden anlıyoruz ki bu tür insanların iman etmeleri mümkün
değildir.
Demek ki bir inkâr vardır ki îmana geçişi muhtemeldir,
bu tür insanların iman etmesi ümit edilen bir vak'adır. Bir de ümitsiz vak'a
vardık ki en âdi, en kötü seviyeye düşmektedir. İman etme ihtimali ortadan
kalkan kâfir, canlıların en kötüsü olmaktadır.
Enfâi sûresinin 22. âyetinde geçen canlıların en kötüsü olmanın özelliklerini bir bütün olarak burada vermeye çalışalım: Düşünmemek, iman etmemek, can kulağı ile dinlememek, dili ile gerçeği ifade etmemek. Böylece Allah'ın "en kötü" değerlendirmesini beyin ve gönül eylemlerine göre yaptığı ortaya çıkmaktadır.
2. "Onlar kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra her defasında hiç çekinmeden ahidlerini bozan kimselerdir. " Bundan önceki âyette iman etmeme özelligi verilirken burada da antlaşma yaptıklarında hiç çekinmeden onu tek taraflı olarak bozduklarına değinilmektedir.
Âyetin sonundak "hiç çekinmeden"
ifadesinde, bu insanların manevî bağışıklık sistemi olan ve çekinmek anlamına
gelen takvayı kaybettikleri mânası vardır. Demek ki yaptığı antlaşmayı yerine
getirme, verdiği sözde durma takvanın unsurları arasında yer almaktadır.
Bu tür insanlar, çekinme denen duygunun meydana
getirdiği erdemi kaybetmişlerdir. "Her defasında" böyle yapmalarının
anlamı antlaşmayı bozmalarının, verdikleri sözde durmamalarının onlarda bir
alışkanlık haline gelmiş olmasıdır. Bu alışkanlıktan kopmaları imkânsızdır.
Tıpkı iman etmelerinin imkânsız hale gelmesi gibi.
Buradaki antlaşmayı bozma fiilini, Mekke
müşriklerine silâh ve mühimmat yardımında bulunan Kureyzâoğullan ve
Nadîroğulları meydana getirmiştir. Daha sonra unuttuk diyerek Hz. Peygamberden
özür dilediler; onlarla bir antlaşma daha yapıldı, onu da Hendek günü bozdular.
Bu âyet sadece Kureyzâoğullan ve Nadîroğulları'm
anlatmak için gönderilmemiştir. Aynı Özelliği taşıyan her devirde toplumlar
gelecektir, insanlık hiç utanmadan, çekinmeden yaptığı antlaşmayı tek taraflı
olarak bozan toplum liderleriyle doludur. Bu durumun yaraladığı en önemli değer
güvendir Antlaşmalara bağlı kalmak, verdiği sözü tutmak güven duygusunu emziren
iki memedir. O dönemde farklı bir dine mensup olmaları sebebiyle müslümanlara
karşı böylesine tutarsızca davranarak antlaşmalarını bozuyorlardı. Bunu ahlâk
haline getirmeleri, onların terbiye edilme zorunluluğunu getirdi.
3.
Eğer harpte onları ele geçirirsen, onlarla
birlikte arkadakıleri de korkutup dağıt ki, ders alabilsinler." Allah'ın,
Hz. Muhammed bir rahmet peygamberi olmasına rağmen, ona bu şekilde davranmasını
emretmesinin iki önemli amacı vardır:
a) Yaptığı antlaşmayı tek
taraflı olarak bozan, verdiği sözde dur mayan ve bunu defalarca yapıp ahlâk
haline getiren grup veya toplumlar cezalandırılmayı haketmişlerdir. Çünkü bu
insanlar güven denen değeri
yaralamaktadırlar. Antlaşmayı bozmanın savaşı hak edecek büyük bir ahlâksızlık olduğunu göstermek için onları ele geçirip dağıtmak, aslında arkada kalanlara eğitici bir etki yapma amacını gütmektedir. Onun içindir ki âyetin sonunda "ders alabilsinler yani "uyum sağlasınlar" ifadesine yer verilmiştir. Demek ki Hz. Peygamber'e verilen bu emir eğitim amaçlı bir cezalandırmadır.
Âyette geçen Utf sekıfe kelimesi "yakalamak,
yetişmek", insanla kullanılınca "insanın zeki ve mahir olması"
mânasına gelmektedir. Allah 'pfötâ tâ "Onları yakalarsan" buyururken,
Kurtubî bu ifadeye "onları esir alırsan, onları yenik düşürecek ve zayıf
hallerinde bulacak olursan" anlamını vermektedir. Bazıları da "onlara
rastlarsan, onlarla karşılaşırsan" mânasını vermişlerdir. Bakara
sûresinin 191- âyetinde de aynı anlama gelmektedir: "Onları bulduğunuz
yerde öldürünüz. " Buradaki bulduğunuz anlamına gelen kelime aslında
"karşılaştığınız, yakaladığınız" demektir.
Yorumunu yapmakta oluduğumuz Enfâi sûresinin 57.
âyetine dönersek "yakalamak" mânası en doğru olanıdır diyebiliriz.
Buradaki yakalamak eylemini Hz. Peygamber ve ordusu yapacaktır. Yakalama eylemi
bir gayreti, çalışmayı, hareketi ifade etmektedir. Savaşta eylem ve hareket
vardır. îlâhî yardım bu gayretle gelecektir. Âyette kullanılan "Onlarla birlikte arkadahileri
dağıt!" emrindeki şerrede kelimesi "ürküp kaçmak, yoldan sapmak,
itaatten çıkmak, kovmak, ürkütüp kaçırmak, dağıtmak, ayıbını teşhir etmek"
anlamlarına gelmekter. "Yaptıklarını başkaları da işitsin, onları ibretli
bir şekilde cezalan-i:r" diyen Dahhâk ve "Onları öldür ki, geriye
kalanları bundan dolayı darmadağın olsunlar" diyen Zeccâc mânayı oldukça
germişlerdir.
"Dağıtmak ve birbirinden uzaklaştırmak"
mânası ile kelime, onla-nn bir sosyal güç olmalarını önlemeyi ifade etmektedir.
Öyle anlaşılıyor üg antlaşmayı bozmayı ve müslümanlann düşmanlarıyla
antlaşmalarına rağmen, onlara silâh tedarikinde bulunmayı ahlâk edinenlere
verilecek :eza. arkadakilere ibret olacak mahiyette olmalıdır. Sağlam organları
rüriitmemesi için tedavisi mümkün olmayan ve kangren olan organların edilmesi,
ihanet edenlerin cezalandırılıp arkadakilerin kurtarılması a acını hatırlatmaktadır.
Âyetin sonundaki "öğüt almak", "ibret almak.
uyum sağlamak" demektir. Önceki neslin başına
gelenlerden ibret almak, gerekene uyum sağlamak demektir.
4. Eğer bir topluluktan
hıyanet kuşkusu duyarsan, antlaşmaya bağlı kalmayacağını aynı şekilde sen de
onlara bildir. Çünkü Allah hainlik edenleri sevmez."
a)
Yüce Allah birtakım
işaretlerden dolayı, antlaşma yapılan bir topluluk veya milletin ihanet
etmesinden endişe duyulduğunda, onlarla yapılan anlaşmayı bozacağının
bildirmesini istemektedir,
b)
Milletlerarası hukukta
antlaşmanın önemi büyüktür. Antlaşmaya rağmen bir toplumun diğerine ihanet
etmesi, diğer tarafın antlaşmayı bozmasının şartlarını hazırlaması anlamına
gelmektedir. Ayetteki ihanet ile korku bir araya gelmektedir. Bir tarafın
ihanet etme teşebbüsleri öteki tarafta korku uyandırmaktadır. Bu korkuyu duyan
tarafa da antlaşmayı feshetme fırsatı verilmektedir.
Yüce Allah âyetin sonunda "Allah hıyanet edenleri
sevmez" ibaresini koymakla, antlaşmayı bozup ihanet etmenin sadece hukukî
bakımdan bir değerlendirmesini yapmıyor, aynı zamanda bu hareketin Allah
tarafından değerlendirilip, eylemi yapanlara karşı bir tavır takındığını
göstermektedir. Yüce Allah ihanet eden insanlardan sevgisini esirgemektedir.
Bu âyetin Hz. Peygamberin antlaşma yaptığı
Kurayzâoğulları ve Nadîroğulları hakkında indiği ifade edilmektedir. Aslında Kaynuka yahudileri hakkında indiği
görüşü daha doğrudur. Ayetin getirdiği hük mün hareket noktası onlar olabilir
ama, isimlerinin geçmemiş olması hükmün evrenselliğini gündeme getirmektedir.
c) Âyette geçen at emri
"reddetmek" anlamına gelmekte ve burada "seninle kendileri
arasında antlaşma yaptığın topluluğun ihanet edeceğinden korkuyorsan
antlaşmalarını onlara at" mânasını ifade etmektedir. Âyette geçen sevâ'
kelimesi de "adalet" anlamına gelmektedir.
Bu kelime "eşitlik, adalet, denge"
mânalarını ifade etmekte olduğu gibi "orta, düzlük" anlamlarına da
gelmektedir. Bu mânalardan hareket ederek Kurtubfnin nakline göre Ferrâ âyete
şu mânayı vermiştir: "Adalet üzere kendilerine antlaşmalarını bozduğunu
bildir."
Hz. Peygamber bu âyeti yorumlanmasına şöyle
buyurmuştur: "Bir kavimle arasında antlaşma bulunan kimse, antlaşmanın
zamanı sona erinceye kadar, antlaşmanın ne bîr düğümünü çözsün ne de bağlasın.
Ama karşı taraf antlaşmayı bozarsa, kendisi de onlara karşı antlaşmayı
bozar"[35].
Hadiste geçen "düğüm" kavramı antlaşmanın
maddesi anlamına gelmektedir. "Ne bir maddesini silsin, yürürlükten tek
taraflı kaldırsın ne de antlaşmaya bir madde ilâve etsin" anlamına
gelmektedir. Başka bir açıdan bakarsak, antlaşmaya sıkı sıkıya bağlılık düğümle
ifade edilmektedir.
Allah'ın burada vermiş olduğu emir, aslında
müslümanlar antlaşmayı bozarken açıktan bozması, entrika çevirerek yapmaması
gerektiğini ifade etmektedir. Yahudilerin antlaşmayı gizli bozduğu, ama
müslümanların açıktan tarif etmeleri gerektiği güdeme getirilmektedir. Karşı
taraf anlaşmayı bozmadan, müslümanların da bozamayacaklarını hükme
bağlamaktadır. Müslümanlar antlaşmayı bozan ilk adımı atamaz ve bunda açık
olmalıdırlar. Bunun başka bir anlamı da müslümanların davranışlarında şeffaf
olmaları gereğidir.
Diğer taraftan âyetteki "korku", zan
üzerine antlaşmayı bozmayı değil, "kesin ve objektif delillere dayanarak
antlaşmayı bozma" anlamını ifade etmektedir- Enfâl sûresinin 56. âyeti ile
bu âyeti bir araya getirirsek, inanmayanların öne çıkan özelliklerinden biri
antlaşmalarında durmamalarıdır. İman eden veya bir dine mensup olduğunu
söyleyen kişi de aynı hatayı yaparsa aynı davranışı taşıyor demektir.
Fertler arasında yapılan bir antlaşmayı bozmak
günahtır, ama toplumlar arası antlaşmaları bozmak ise ihanettir. Demek ki
antlaşma siyasî, sosyal ve milletlerarası bir nitelik taşıyorsa, onu bozmak
ihanet olarak nitelenmektedir. Bir de bu antlaşma, başka toplumların
saldırısına karşı, birbirlerine yardım etmek, ortak savunmada bulunmak üzere
yapılmış, ardından saldıran düşmanın tarafına geçmek gibi çok kötü bir
davranışı içeriyorsa bu davranış tam ihanet olmaktadır.
Eğer bu ihaneti yapanlar kâfir olsalardı, âyetin
sonunda Allah hem ismini hem de sevgisini anmazdı. Bu fiili İşleyenler, inançlı
insanlar olduklarından dolayı, Allah ismini ve sevgisini orada anmakta,
caydırmak için sevgisini esirgediğini ilân etmektedir. Aslında Allah'ın
sevgisini esirgemesi en büyük ceza olmaktadır.
5. "İnkâr edenler (bizim
elimizden kurtulup) geçtiklerini sanmasınlar. Onlar bizi âciz bırakamazlar."
a)
"İnkâr edenler
geçtiklerini sanmasınlar" cümlesi, "Allah'tan kaçıp kurtulacaklarını
sanmasınlar" anlamına gelmektedir. Demek ki kâfirlerin böyle bir düşünceleri
vardır, ya da Hz. Muhammed'e karşı yapılan
ihanetin Allah'a yapılması anlamına gelmektedir. Hz, Muhammed'i yenmekle
Allah'ı yenmiş olacakları
düşüncesini taşıyorlardı.
b)
Yüce Allah, özelde Bedir
Savaşı, genelde bütün müslümanlann nefis amaçlı savaşlarda esas gaye, tevhid
İnancını yaymaktır. Buradan hareket ederek diyebiliriz ki, mutlak mânada Allah
uğruna olmayan bir
savaşı müslürnanlar yapamazlar.
Üstünlük sağlamak, ülkeleri fethetmek, ganimetler
elde etmek için yapılan savaş müslümanlann amacı olamaz. Zaten özellikle Hz,
Pey gamber zamanına bakıldığında o dönemde yapılan savaşların hep savunma
amaçlı olduğu, herhangi birsaldın amacı taşımadığı rahatlıkla görülecektir.
Ordusu güçlü olan tarafın savaşı kazacağı bilinmektedir. Bu durumda kâfirlerin,
göklerin ve yerin orduları kendisine ait olan Allah'ı âciz bırakacakları
iddiasından vazgeçmeleri onlara öğütlenmektedir, Burada âciz bırakmak, Allah'ın
murat ettiği bir şeyi engellemelerinin imkânsızlığı anlamına gelmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki Bedir Savaşı eğitim
amaçlı bir savaş olduğundan, Yüce Allah antlaşma hukukunu gündeme getirerek
ihanet konusunu ele almıştır. Uluslararası antlaşma hukukunda tarafların
davranma şeklini ele alan bu âyetler, Allah'ın devreye girişine de işaret etmektedir.
Antlaşmanın yapıldığı konuya göre, kimi zaman onu
bozmanın i-hanet olduğunu vurgulayan bu âyetler, hukuk eğitimi ile beraber din
eğitimi de vermektedir. Allah bir taraftan antlaşmayı bozanları canlıların en
kötüsü olarak nitelemekte, diğer taraftan da onları hain ilân ederek sevgisini
onlardan esirgemektedir. Onların bu yaptıkları, Allah'ın murat ettiği amacın
gerçekleşmesini engellemeyecektir.[36]
60, Onlara karşı gücünüzün yettiğince kuvvet hazırlayınız.
Ordugâhlarda atlar besleyiniz. Böylece hem Allah'ın düşmanını hem kendi
düşmanınızı hem de onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği
(düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz
ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.
Bu âyetin analizinden çıkarılacak neticeler
şunlardır:
1. "Onlara karşı
gücünü-zûn yettiğince kuvvet hazırlayınız. Ordugâhlarda atlar besleyiniz."
Aye-:tn bu kısmında, özelde Bedir Savaşı, genelde kıyamete kadar müsliiman
milletlerin savaş için teknoloji üretip silâh yapmalarının önemi vurgu-.an
maktadır.
a)
"Kuvvet
hazırlayınız" emri ile, askerlik ocağının kurulmasına işaret edilmektedir.
Savaş zamanlarında, sokaktaki insanları savaşa çağırma döneminin bittiği, savaş
yapacak insanların ayrıca eğitilmesinin önemi
gündeme getirilmektedir.
Yüce Allah, askerî eğitim almamış insanların güç
olamayacağım biliyor. Buradaki güç bize göre insan gücüdür.
Eğitilmiş asker "savaş tekniklerini bilen
asker, uzaktan ve göğüs göğüse savaşmanın metotlarını bilen asker"
anlamına gelmektedir. Diğer taraftan bu askerleri
savaş alanında sevkedecek kumandanların yetiştirilmesi gereği
de âyetten anlaşılmalıdır. Yani bu âyet:
"Müslüman milletler bağımsızlıklarını, bayraklarını, namuslarım
sokaktan toplama insanlarla korunamayacağını artık
bilmelidir" anlamında verilen bir emirdir. Öyle anlaşılıyor ki Allah
kuvvet hazırlamayan ve asker ocağı kurup eğitim vermeyenlere yardımını kesme
uyarısında
bulunmaktadır.
Bedir Savaşı'nın müslümanlara getirdiği en önemli
devrimlerden biri belki de en önemlisi, eğitilmiş bir ordunun kurulmasının
temellerinin atılmasıdır. Bedir'de binlerce meleği Allah göndermiş, ileriki
yılarda ve asırlarda da öyle olacaktır. Bu sebeple askerlik ocağı kurmakla,
'eğitilmiş asker yetiştirmenin bir anlamı yoktur' gibi sözler söylemenin kötü
neticelerinin de engellenmesi sağlanacaktır.
b)
"Ordugâhlarda atlar
besleyiniz." Ayetin bu kısmında, ordunun süvari kısmına işaret
edilmektedir. Savaş için özel atların beslenmesini emreden Yüce Allah, günümüz
ordusunda mekanize birliklerin oluşmasına işaret etmektedir. Top, tüfek» uçak,
tank, füze gibi savaş silâhlarının üretilmesi de bu emrin kapsamına
girmektedir.
Barış dini olan islâm'a gönül verenlerin böylesine
savaş teknolojisine yatırım yapmaları, ordu kurmaları doğru mudur? Sorunun
cevabı âyetin devamında verilmektedir.
2.
"Böylece hem Allah'ın
düşmanını hem kendi düşmanınızı hem de sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği
(düşman) kimseleri korkutursunuz." Ayetin bu kısmında geçen
"korkutursunuz" kelimesi ordu kurmanın, silâh teknolojisi üretmenin
asıl amacının savaşa teşvik değil, tam
tersine savaştan caydırmak
olduğu anlaşılmaktadır. Korku vaştan caydırmak olduğu
anlaşılmaktadır. Korku uyandırmak caydırmanın olmazsa olmazını teşkil
etmektedir. Müslüman mîlletler haksız yere savaşmak ve barışı bozmak için ordu
kurmayacak ve silâh teknolojisi üretmeyecektir. Bunun aksine barışı korumak,
barış yoksa tesis etmek için bunları yapacaktır. Onun içindir ki Yüce Allah,
hem kendisinin düşmanını hem müminlerin düşmanını hem de müslümanların bilmeyip
Allah'ın bildiği düşmanları caydırmak maksadı ile ordu kurulmasını ve silâh
üretilmesini emretmektedir.
Allah'ın bildiği ama müslümanların bilmediği diğer
düşmanlar kimler olabilir? A'râf sûresinin 27. âyetine bakacak olursak, şeytan
olan cinlerin insanoğlu ile çeşitli tarzlarda mücadele verdiği, bizim onları
görmediğimiz boyuttan onların bizi gördüğü anlaşılmış olacaktır. Ayrıca işte
şeytan olan bu cinlerin de savaş teknolojisi vardır: "Onlardan güç
yetirdi-ğini sesinle yerinden oynat; süvarilerinle, piyadelerinde yaygara koparıp
üzerlerine çullan. Mallarda, evlâtlarda onlara ortak ol!" (İsrâ 17/64).
Demek ki cinlerin de atlıları ve piyadelerinden oluşan ordusu vardır."
Allah'ın bildiği, ama müslümanların bilemeyeceği
düşmanlar, münafıklar da olabilir. Münafıklar çifte standart uyguladıklarından
onların kalplerindeki düşmanlığı bilmeleri mümkün değildir, ama Allah gönülleri
bildiğinden onların düşmanlığını bilmektedir. Böyle bir yorumu ispatlama
imkânımız var mıdır? Bunun cevabı olarak iki âyeti verebiliriz: "Medine
halkından iki yüzlülüğe irice alışmış münafıklar vardır ki sen onları
bitmezsin; onları biz biliriz" (Tevbe 9/101). işte buâyette Yüce Allah,
Hz. Peygamber'in, Medine'deki münafıkları bilmediğini ifade etmektedir. Diğer
âyet ise "Kalplerinde sakladıkları
düşmanlıkları ise daha büyüktür ÂI-i İmrân 3/118) şeklindeki âyettir.
Müslümanlar kâfirlerin ya da münafıkların düşmanlıklarının sadece görüneni
bilebilir, ama asla gönülle-r.ndekini bilemezler, onu ancak Allah bilir.
Buradan anlıyoruz ki düşmanı iki kısma ayıracağız: Görünen düşman; bunu da iki
kısma ayıracağız: Allah'ın düşmanı, müminlerin düşmanı. Görünmeyen düşman;
bunu iz sadece Allah bilmektedir. Bütün bu düşmanları caydırmak için ordu
vurmak, silâh teknolojisini geliştirmek Allah'ın emridir.
Ayette geçen kuvvet ve at yetiştirmek konusuyla
ilgili hadisleri bir araya getirdiğimiz zaman şu netice çıkar: Hz. Peygamber7in
güçten, atmayı kastettiği; kaliteli at yetiştirmeyi günümüze uyarladığımızda
silâhın en modernini, en gelişmişini üretmeyi önerdiği görülecektir[37].
3. "Allah yolunda ne
harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız, "
Burada müslümanlara önemli konular öğretmektedir:
a)
Allah yolunun ne olduğu
konusuna biraz da olsa âyette açıklık getirilmektedir. Müslümanların, tevhid
inancını
savunmak, bağımsızlıklarını korumak, namuslarını
muhafaza etmek, inanç ve ibadet özgürlüklerini müdafaa etmek için verdikleri
mücadele Allah yolunda verilen mücadele olmaktadır. Bu saydıklarımız da
Allah'ın yolu olmaktadır. Bedir Savaşı'nın bir eğitim öğretim savaşı olduğu
bundan anlaşıldığı gibi, insanlığa bıraktığı önemli hukukî, ahlâkî ve toplumsal
değerleri de açıklanmaktadır.
b)
Çizilen bu ilâhî yol uğruna
infak, yani harcama yapılması gerekiyor. Ayetin önceki bölümleriyle irtibat
kurarsak şöyle bir netice çıkartmak gerekir: Allah'ın yolunu oluşturan hukukî,
ahlâkî, siyasî ve top
lumsal değerleri müdafaa etmek ve bu değerlere saldıracak olan düşmanları
caydırmak için teşkil edilecek ordu ve savaş teknolojisi araştırmalarına
yapılacak yardım ancak infakla temin edilecektin Buradaki harcama
anlamındaki yatırımı devlet yapacağı gibi özel sektör, fertler ve kurumlar da
yapabilirler, yapmalıdırlar. Allah buradaki infak kavramı ile hem devletin
savaş teknolojisini üretmek, geliştirmek hem de bu konularda
fertlerin yatırıma katkıda bulunmalarını istemektedir.
c)
"Eksiksiz size
ödenir" ifadesiyle, Allah'ın yolunda yapılacak karşılıksız bağışların
sevabının yapana
ödeneceğine dikkat çekilmektedir Devletin
yatırımından daha çok, kişilerin silâh teknolojisine
yatırım yapılması için yapacağı İnfak âyette kastedilmektedir.
Diğer taraftan infakın karşılığı olan sevabın yapana
ödeneceği ortaya çıkmaktadır. Bu infakı yapan kişi sevabını başkasına
göndermek üzere yapamaz. Sevap, ibadeti yapana ödenecektir. Zamanımızda yapılan
hayırları başkasının adına yapmanın yanlışlığı ortaya çıkmaktadır. Bu konu
Bakara sûresinin 272. âyetinde açıklandı,
d)
"Siz asla haksızlığa
uğratılmazsınız" Buradaki "haksızlık" kavramı âyetin metninde
"zulüm" olarak
geçmektedir. Allah zulüm kavramının başka bir açıdan
tanımını yapmaktadır: Allah yolunda harcama yapanların sevaplarını, yani
karşılığını vermemek zulümdür, Allah bu harcamanın karşılığını vereceğinden
zulüm yapmamış olacaktır.
Bu durumu insan ilişkileriyle bağlantılandırdığımız
zaman şu neticeye varıyoruz: Kamu yararına karşılıksız bir iş yapanı
ödüllendirmek incelikle devletin, sonra da toplumun görevi olmaktadır.
Karşılıksız yapılan yardımların mutlaka ödüllendirilmesi gerekir, bu Allah'ın
sünnetedir. Bu sünneti insanlar hayata geçirmelidirler.
Allah bizzat düşmanları caydırmak için korkutma
amaçlı silâh üre-nmine yapılan karşılıksız yardımın kendi tarafından sevap
olarak ödeneceğini gündeme getirerek yardımı teşvik etmektedir. Burada ödeme
bakımından kimsenin haksızlığa uğratılmayacağına, uğratılırsa böyle bir
davranışın, bir hak sahibinin haksızlığa uğratılmış olacağına dikkat
çekilmektedir.
[38]
61. Eğer onlar barışa eğilim gösterirlerse, sen de
ona yanaş ve Allah'a tevekkül et! Çünkü Allah her şeyi ışi-:en, her şeyi
bilendir.
1. Ayetin açıklamasını
yapmadan önce oradaki kavramların açıklamasını yapmak gerekir: Meselâ
bunlardan biri ceneha fiilidir.
"Meyletmek, yanaşmak", gece iJe kullanılınca "gecenin gelmesi,
havanın kararması", gemi ile kullanılınca "geminin derin olmayan
suya yanaşıp karaya oturması", kuş ile kullanılınca "kanadını
vurması, kanadı kınlması, kanat yapmak, takmak", secde edenle beraber
kullanılınca secdeye varıp kollarını yere dayamadan yanlara kanat gibi
açmak", deve için kullanılınca "süratle gitmesi", "vadinin
sağ ve sol tarafı", "günah, cürüm" mânalarına gelmektedir. Bu
kelimenin Kur'an'daki mânaları şunlardır:
1) Meyletmek.
Yorumunu yapmakta olduğumuz
Enfâî sûresinin
61. âyetinde bu kelime hem meyletmek hem de yanaşmak
anlamlarına gelmektedir. "Onlar barışa meylederlerse, sen de barışa yanaş
T emrinde bu kelime kullanılmakta ve barışla ilgili bir eylemi ifade
etmektedir. "Kanat" anlamından hareket edersek de bu defa âyeti,
"onlar barışa kanat açarlarsa sen de barışa kanat aç!" şeklinde
mânalandırmak mümkündür.
2) Kanat. Bu mânası ile isim
kalıbında geçmektedir. En'âm sûresinin 38. âyetinde Kuşun kanadı anlamında,
Fatır sûresinin 1. âyetinde meleklerin kanadı mânasında geçmektedir. Bu kelime
manevî anlamda birilerine yapılacak kibar, nazik ve hoşluk eylemini ifade etmek
için de kullanılmaktadır. Meselâ "Fakat müminlere şefkat ve alçak
gönüllülükle kanatlarını indir" (Hicr 15/88), Aslında söz konusu kelime
"kol kanat ger, alçak gönüllü davran" mânalarına da gelmektedir.
"Onlara acıyarak alçak gönüllülükte kanatla-rını ger" (Isrâ 17/24);
(Sana uyan müminlere merhamet kanadım indir" (Şuarâ 26/215).
3) Koltuk altı,
koyun.
Koltuk
altlan, yan ve insanın ellerinin müşterek olarak meydana getirdikleri bütünün
adı olmaktadır. "Elini koynuna sok" (Tâhâ 20/22), Bunun anlamı
koltuğunun altına, yani sağ elini sol, sol elini sağ koltuğunun altına
sokmaktır. Hz. Musa'ya emredilen bir eylemdir, ve bu eylemde ''cenah"
kelimesi yer almaktadır.
4) Günah. Bu anlamda ceneha
kelimesinin cunâh kahbı kullanılmakta ve "günah, mahzur, sakınca, engel
ve sorumluluk" mânaları ile Kur'an'da yer almaktadır. Örnekler vererek bu
mânaları tesbit edebiliriz: Hac mevsiminde ticaret yapmanın günah olmadığı
(Bakara 2/198); hac ve umre yaparken Safa ile Merve arasında yürümesinin
'mahsurlu olmadığı (Bakara 2/158); Evlilik ümidini kesmiş, çocuktan kesilmiş,
yaşlı Kadınların ziynetlerini yabancı erkeklere teşhir etmeksizin bazı
elbiselerini çıkarmalarında sakınca olmadığı (Nur 24/60); Kocasının
geçimsizliğinden yahut kendisine yüz çevirmesinden endişe eden Kadın ile kocası
arasında barış yapmakta bir engel bulunmadığı (Nisa 4/128); Kur'an'da bir şey
haram kılınmadan önce yenen şeylerden dolayı bir sorumluluk olmadığı (Mâide
5/93) âyetleri bu mânalara örnek gösterilebilir.
Kanat ile günah arasında nasıl bir ilişki vardır?
Günah olan fiiller insana güzel gösterildiği için, insan o fiillere uçan bir kuş
gibi kanat açıp gider. İçindeki bir kuş, duygu, arzu, heva kuşu onu oraya doğru
uçurur. Bu sebeple her ikisi de aynı kavramla ifade edilmektedir.
Âyete geçen diğer kavram es-selmdir. Bu kelimenin kökü siLmdir (Bakara 2/208), ''Teslim olmak, kurtarmak, boyun eğmek, barış ait olmak, sağlam olmak, güven, kusursuz, lekesiz, vermek, merdiven, rahmet" mânaları ile Bakara sûresinin 112, âyetinde açıklandı. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette "barış" anlamında geçmektedir.
2. Yüce Allah barışa yanaşan
düşmanlara karşı, Hz. Peygamber'den ve sonraki nesillerden barışa kanat
açmalarını istemektedir. Bu âyeti 60. âyetle bağlantılı olarak ele alırsak şu
neticeye varırız: Düşmanı sindirmek için caydırıcı amaçlı kuvvet teşkil edip
silâh üretmek iki netice doğuracaktır: Düşman korkudan müsiümanlara
saldırmaktan vazgeçecek veya barışa yanaşacaktır. Barışa yanaşınca müslümanlar
da barışa
kanat açacaktır. Çünkü İslâm dininin mânası
"barış dini" demektir. Müslümanlar için asıl olan barıştır. Savaş
bir nefis müdafaası olarak hayata girmektedir. Savaş da insanlık tarihinin
dinamiklerinden birini teşkil eden sosyal bir kaderdir, ama asıl amaç değildir.
3. Barışa kanat açan
müslümanlar, özel mânada Hz. Peygamber bu eylemlerinden sonra Allah'a
dayanmalıdırlar. Barışa koşma emrini yerine getirdikten sonra tevekkül etmek
gerekir. Böylece Allah kulun eylemi ile tevekkül ilişkisine belirleyici bir
açıklama yapmaktadır Eylemden sonra tevekkül etmek gerekir. Barışa kanat
açmayan müslüman tevekkül etmiş olamaz.
Yüce Allah âyetin sonunda her şeyi işittiğini ve her
şeyi bildiğini ortaya koyarak, bu konuya hani sıfatlarıyla yaklaştığını ve emri
hangi sıfatları gereği verdiğini bildirmektedir. Böylece Bedir Savaşı düşmanlarla
barış yapma hukukunu da gündeme taşımıştır. Güçlü olandan barış istenir. Güçlü
orduya ve güçlü silâhlara sahip olan müslümanlardan düşmanları barış
isteyecektir. Savaş olmadan barış denen değerin önemi ortaya çıkmaz, Bu bir
nevi "dalgalanmadan durulma olmaz" sözünü hatırlatmaktadır. Savaş
bir nevi toplumlararası dalgalanmadır. Dalgalanmanın sonu da barış olmalıdır.
Düşmanın barış istemesinin bir anlamı da,
müslümanların Mekke müşriklerinin saldırısı korkusunun altında devamlı olarak
yaşamlarının son bulmasıdır. Bu durum, soğuk savaşın bittiğinin göstergesidir.
Bazı âlimler yorumunu yapmakta olduğumuz Enfâl sûressinin 61. âyetinin
hükmünün, "Müşrikleri nereden bulursanız öldürünüz" (Tevbe 9/5);
"Bütün müşriklerle savaşınız*' (Tevbe 9/36); "Üstün durumda iken
gevşeyip barışa çağırmayınız" (Muhammed 47/35) âyetleri tarafından kaldırıldığını,
yani neshedildiğini iddia etmektedirler. Fakat bazı âlimler de bu âyetin
hükmünün devam ettiğini söylemektedirler. Bu konunun geniş açıklaması için
Kurtubî'nin tefsirine (VII, 87-89) bakılabilir.
Bu açıklamaların dışında söylenecekler şunlardır:
Kur'an'da uygu lanan en önemli metotlardan biri, insanları tek yönlü bir yola
sokmamaktır. Onlara şartlara göre davranma imkânı tanınmıştır. Yukarıda
zikredi-
len üç âyet savaş anındaki durumu anlatmaktadır. Hem
savaş cereyan ederken hem de savaş olmadığı anlarda düşman tarafın barış
isteğine karşı barışla cevap vermek hükme bağlanmaktadır. Savaş olmadığı zamanlarda
müşrikler nerede bulunursa öldürülür mü? Savaş anında müminlerin üstün
durumdayken barışa çağırmamaları başka şey, düşman barışa çağırırsa barışa
uymak başka bir şeydir.
Bu âyetlerle Enfâl sûresinin 61. âyeti arasında da
zıtlık görmek doğru değildir. Bu dört âyet şartlara göre müminlerin nasıl
davranış sergileyeceklerini açıklamaktadır Farklı şartlar altında, farklı
davranabilme seçeneği müminlere tanınmaktadır. Din âlimleri halka Kur'an'ın bu
metodunu dikkate alarak fetva vermelidirler. Aksi takdirde sünnetulJaha ters
hareket etmiş olurlar.
Fiilî savaşın devam ettiği durumlarda geçerli olan
hükümleri savaşın olmadığı normal durumlara da uyarlamak doğru değildir. Kaldı
ki barış dini olan İslam'ın dolayısıyla müslümanların, saldırganlık yapmayan
insanlara karşı saldırganca davranması gibi bir durum söz konusu olur ki bu da
İslam'ın hem kelime anlamıyla hem de Hz. Peygamber dönemindeki fiilî
uygulamalarla çelişik bir görünüm arzetmesine neden olur.[39]
62. Eğer sana hile yapmak isterlerse Allah sana
yeter. O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir,
63. Ve onların kalplerini kaynaşttrmıştır. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini kaynaştıramazdın, fakat Allah onların gönüllerini kaynaştırdı. Çünkü Allah mutlak galip, hikmet sahibidir.
64. Ey Peygamber! Sana ve sana uyan müminlere
Allah yeter.
Bu âyetler birlikte açıklandığında varılacak
neticeler şunlardır:
1.
"Eğer sana hile yapmak
isterlerse Allah sana yeter " Yüce Allah bu âyeti 61, âyetle ilgili
göndermiştir. Düşmanlar barış istemelerine ve senin de barışa yanaşmana
rağmen, onların hile yapma ihtimali vardır. Allah bu ihtimali gündeme
getirerek, Peygamber ve müminlere dikkatli olmalarını önermektedir. Bu durum
sadece Hz. Peygamber'in dönemine tahsis edilmemelidir. Kıyamete kadar
inanmayanlar, inananlarla barış yapmalarına rağmen hile kurma yoluna
gidebilirler. Bu ihtimal göz ardı edilmemelidir.
Diğer taraftan 61. âyette düşman tarafın barış isteğine barışla cevap verirken Allah'a tevekkül şart koşulmuştu. 62. âyette tevekküle ce vap olarak Allah kendisinin yeteceğini söylemektedir. Allah'a dayanana Allah'ın yeteceği hükme bağlanmaktadır. Bu iki âyet bir araya getirilince çıkarılacak başka bir netice de şudur: 61. âyette geçen barışa kanat açtıktan sonra yine de seni aldatmak isterlerse, sen yine barıştan yana olmaya devam et buyurulmaktadır. "Onların niyetleri bozuktur" diyerek barıştan vazgeçmenin doğru olmayacağı vurgulanmaktadır. Allah'a tevekkül eden mümin bilmelidir ki Allah ona yeterli olacaktır.
"O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir."
a)
Yüce Allah burada
"desteklemenin iki yolla olduğunu ve olacağını belirlemektedir,
"Yardımı ile
desteklemesi"nin anlamı, beşerî hiçbir şeyi vasıta olarak kullanmadan yardım
etmesidir. Bu, yaptığı yardım ile
desteklemesi anlamına gelmektedir.
b) Yüce Allah'ın,
"müminlerle" desteklemesinin anlamı da insan-hidayet ederek Peygamberini
onlar vasıtasıyla
ciesteklemesidir. Birincisi doğrudan, ikincisi ele dolaylı desteklemedir. Olumlu mânada müminin, peygamberi veya başka bir mümini desteklemesinde ilâhî tak-iir. ihsan ve lütuf yer almaktadır. Allah müminlerle Hz, Peygamberdi ısıl destekletti? Bu sorunun cevabı 63. âyette verilmektedir.
3. "Ve (Allah) onların
kalplerini kaynaştırmış tır," Vaktiyle düşmanlann kalplerinde değişim
yapan Allah kin, nefret ve iuşmanhğı onlann gönüllerinden çıkartarak, sevgiyle
doldurdu ve o gönülleri kaynaştırdı. Sevgi ile kaynaşan gönüllere sahip olan
müminler Hz. Peygamber'e destek vermişlerdir. Âl-i îmrân sûresinin 103.
âyetinde konu açıklanmıştı.
Düşmanların gönüllerini kaynaştırıp kardeş yapması, söz konusu iyette Allah'ın insanlara sunduğu bir nimet olarak nitelendirilmektedir. 3öylece Allah İnsanların gönlünde imandan yana meydana getirdiği cöklü değişimin ardından, kaynaşma operasyonunu gerçekleştirmiştir,
4.
"Sen yeryüzünde bulunan
her şeyi verseydin, yine onların gönülle-i kaynaştıramazdm, fakat onların
gönüllerini Allah kaynaştırdı. Çün-Allah mutlak
galiptir, hikmet sahibidir." Âyetin bu kısmından çıkarılacak
neticeler şunlardır:
a) Kalplerin kaynaştırılması
alanına Hz. Peygamber bile girememektedir. Beşerî eğitimle İlâhî eğitimi
ayıran en önemli konulardan biri ?udur. Onun içindir ki Allah Hz. Peygamber'e
ve dolayısıyla bütün din rğitimcilerine "sen yeryüzünde bulunan her şeyi
verseydin, yine onların gönüllerini kaynaştıramazdin" buyurmaktadır. Gönül
alanına hiçbir insan giremez. Gönüllerdeki bütün oluşumlar ve değişimler tabii
ki iyiden »ana olmak şartıyla Allah'ın kudretinden kaynaklanmaktadır.
b)
"Yeryüzünde bulunan her
şeyi" demekle Allah gönüllerin madde üzerinde, maddî bir menfaatten dolayı
kaynaşmayacagına işaret etmektedir. Kişi, insanların gönüllerini kaynaştırmak
için yeryüzündeki bütün maddî değerleri infak etse de bu kaynaştırmayı
gerçekleştiremez. Çünkü daha önce de değinildiği üzere gönüllere
insanlar müdahele edemezler.
c)
"Çünkü Allah mutlak
galiptir, hikmet sahibidir. " Azîz ve hakîm sıfatlarıyla Allah onların
gönüllerini kaynaştırmıştır. Bu kaynaştırma olmuş bitmiş bir iş değildir. Allah
her an insanların gönlünde bu operasyonu devam ettirmektedir, Din âlimleri
bütün öğretim ve eğitim vasıtalarını kullandıktan sonra, gönüllerdeki değişimi
ve gönüller arası kaynaşmayı Allah'a bırakacaklardır. Böylece Allah beşerî
eğitimin alanını ve gücünü belirlemiş
olmaktadır.
Din eğitimi gönüllere hükmedecek sihirli bir değnek
değildir. Gönül alanına kadarki bölümde beşerî din eğitiminin etkisi söz
konusu olur ancak gönül alanına girilince beşerî din eğitiminin etkisi geçersiz
hale gelir. O alan ilâhî müdahalenin ve takdirin sınırlan alanında bulunmaktadır.
Özel mânada Araplar arasındaki kabilecilik
taassubunun meydana getirdiği düşmanlık duygularını gönüllerden söküp atmak,
ardından kaynaştırıp onları kardeş yapmak; genel anlamda hâlâ devam eden bir
olgu olarak önümüzde durmaktadır.
5.
"Ey Peygamber! Sana ve
sana uyan müminlere Allah yeter." Yüce Allah burada Peygamber ve ona uyan müminlerle
olan ilişkisini "yeterlilik" alanında gündeme getirmektedir. Enfâl
sûresinin ilk âyetinden itibaren, Bedir Savaşı ve onunla ilgili hükümler
açıklanmaktadır.
Ordu ve silâh hazırlama emri, barışa yanaşma ve hile
konusu gündeme getirilmiştir. Savaş gibi soğuk bîr harekette insan kendisini
güvende hissedebileceği bir sığınak arar. Bu durum, insan psikolojisinin doğal
bir sonucudur. Korku, endişe, merak ve tecrübesizlik
bu arayışı zor bir hale getirir.[40]
65. Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et! Eğer
sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz (kâfir)e galip gelirler. Eğer
sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar
anlamayan bir topluluktur.
66. Şimdi Allah yükünüzü hafifletti, sizde zayıflık
olduğunu bildi O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) iki yüz
kişiye galip gelir, ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle (onlardan)
iki bin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.
Bu âyetleri açıklarken karşımıza yine nâsih-mensuh,
yani hükmü kaldıran ile hükmü kalkan âyetler meselesi çıkmaktadır. Öncelikle bu
âyetlerin arasında nâsih-mensuh meselesinin olup olmadığına bakmak
gerekir.
1.
Birinci âyette, yani 65.
âyette yirmi kişinin iki yüz kâfire üstün geleceği ifade edilirken, 66. âyette
yüz müslümanın iki yüz kâfire galip geleceğine dikkat çekilmektedir. Bu
ifadelerden sonuncusunun, ilkini ortadan kaldırdığını iddia eden âlimler
vardır. Oranın, birinci âyette bire on, ikinci âyette bire İki olarak
belirlenmiş olması onları bu iddiaya yöneltmiştir. Bununla beraber bu iki
âyetin arasında nâsih-mensuh ilişkisi olmadığını Ebû Müslim el-İsfahânî iddia
etmektedir. Ebû Müslim iki delille âyetler arasında nâsıh-mensuhun olmadığını
ispatlamaktadır.
a)
Ebû Müslim'e göre birinci
âyette emir yoktur ve âyet bir durum bildirmektedir. Yüce Allah sabretmeyi şart
koşmaktadır. Sabırlı müminlerin bire karşı on kişiye güçlerinin yetip onları
yenebileceklerini beyan etmektedir,
b)
İkinci âyette kendinden on
fazla olan bir gruba karşı koyamayacağını bildirerek, oranı bire karşı ikiye
indirmektedir. Böylece ikinci âyet de müminlerin iki kat daha fazlasına galip
gelebileceğini haber vermektedir. Birinci âyet sabredenlerin durumunu, ikinci
âyet de onlar kadar sabırlı olmayan müminlerin durumunu belirlemektedir.
Birinci âyet, özel anlamda sabırlı olan güçlü müminlerin durumunu anlatırken,
ikincisi de genel anlamda bütün müminlerin haline dikkat çekmektedir. Taban
sınırı bire iki, tavan sının da bire ondur.[41]
Râzînin kendisi de bu iki âyet arasında neshin olduğuna dair icmâ varsa, neshi
kabul ettiğini söylemektedir[42].
Kurtubî'nin naklettiğine göre İbnü'l-Arabî bu iki âyet arasında nesri olduğunu
kabul
etmemektedir,
İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadisten
anlaşılıyor ki, bu iki âyet arasında nesih yoktur. Bire on âyeti inince, bu
durum müslümanlara ağır geldi. Daha sonra hafifletici buyruk geldi: "Şimdi
Allah sizden hafifletti" buyurdu. Allah sayı bakımından hafifletince
sabırdan da hafifletti[43].
Enfâl sûresinin 65 ve 66.
iyeüeri arasında neshin olup olmadığı konusunda
âlimler ikiye ayrılmış, ama Ebû Müslim el-Isfahânî kadar konuya açıklık
getirememiş-erdir.
Şimdi kendi görüşümüzü açıklayabiliriz: Daha önce
Bakara sûre-Krin 106, âyetinin tefsirini yaparken, Kur*anda neshin olmadığını
söyeştik. Farklı şartlara göre davranma seçeneğini Allah insanlara tanı-Tjstır,
onun için âyetler arasında nesih aramanın doğru olmayacağını Delinmiştik. Aym
görüşümüzü burada da muhafaza ediyoruz.
Şartlara göre bir mümin on düşmana galip gelebilir.
Günümüzdeki ih teknolojisine bakılırsa
bu oran daha da çoğalabilir, II, Dünya Savası p.da atom bombasını taşıyan bir
uçağın pilotu Nagazaki'ye bombayı binlerce insanı öldürmüş ve İL Dünya Savaşı'm
bitirmişti. Bura-oranı düşündüğümüzde, şartların ve kullanılan silâhların,
oranı aşa-,ukarı çekeceği gerçeğini görmüş oluruz. Değil bîre on, bire
binlerce-
Dikkat edilirse Allah eksen değer olarak insandaki
gücü ve sabrı etmektedir. Güç ve sabır konusu kaynak itibariyle
psikolojiktir, ve sabırlı olan müminler
birinci âyete göre, güç ve sabır bakımın-ıueeı daha düşük seviyede olan
müslümanlar ikinci âyete göre hareket rLe:. Yüce Allah birinci âyeti
neshetmiyor, tam tersine müminlere lzrâ göre farklı davranabilme imkânını
tanıyor.
2.
"Ey Peygamber!
Müminleri Teşvik et! Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa iki yüze galip.
Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan hin kişiye galip Ayetin bu kısmında teşvik etmek mânası
verdiğimiz jef harada kelimesi yer almaktadır. Bu kelime harada kalıbından
alınırsa "yorulmak; bitkin ve âciz olmak; bozmak; ölümle karşı karşıya
kal- ve ahlakı bozuk olmak; harida kalıbından alındığında "elbi-
Lenarlarının eskimesi; midesi bozulmak; üzüntü veya aşktan dola- cudunu
eritmek"; ehrada kalıbıdan alındığında "hastalığın : Sozması, kendini
helak etmek, teşvik etmek, tahrik etmek"; kalıbı da
"teşvik etmek" mânalarına
gelmektedir. mânaları Nisa sûresinin 85. âyetinde açıklandı.
Muhammed Esed psikolojik mânadan hareket ederek,
savaş korkusunu yenmeleri için bu kelimeye müminleri "yüreklendir"
mânasını vermektedir. Bize göre harrid emrine iki türlü mâna vermek gerekir.
Eğer müminler savaş anında ise "müminleri yüreklendir, teşvik et"
anlamını vermek daha doğru olur; ama savaştan önceki durumu göz ö-nünde
bulundurursak, "Müminleri teşvik edip savaşa çıkar" mânası daha uygun
düşer. Başka bir açıdan bakarsak Arap toplumunda savaş kültürü vardı, ama Allah
uğruna malı ve canı ile savaş edip şehid olma inancı ve kültürü yoktu.
Savaştan önce veya savaş anında müminleri
kendilerinden daha güçlü olan topluluğa karşı savaşmak üzere teşvik etmek, yani
motive etme görevi peygambere verildiğine göre, onun olmadığı dönemlerde devlet
başkanı, ordu kumandanı ve en öndeki din âlimi bu teşvik işini yerine
getirecektir.
Bir müminin on düşman askerine galip gelebileceği
esasından hareket ederek bu teşvik yapılacaktır. Burada olmazsa olmaz olan
değer "sabretmektir. Acaba sabredince bir mümin on düşman askerinin üstesinden
gelebilir mi? Bu soruya "evet" demek mümkün değildir. Ancak buradaki
sabrın getirdiği bir şeyi görmek gerekir. Bunun ne olduğunu ancak Al-i Imrân
sûresinin 125. âyetiyle tesbit edebiliriz;
"Evet, eğer sabreder ve Allah'tan sakınırsanız,
onlar hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz. nişanlı beş bin melekte sizi
takviye eder," Demek ki sabır Allah'ın yardımını getirmekte ve öylece bir
mümin on düşman askerine galip gelmektedir.
Ayrıca savaş teknolojisinin ürettiği son derece
gelişmiş ve kaliteli silâhlarla bir mümin binlerce düşman askerine galip
gelebilir. Dikkat edilirse Allah'ın burada sayı vermesinden başka bir netice
çıkartabiliriz: Kitle İmha silâhlarının kullanılmamasına bir işaret vardır
diyebiliriz. Sivilleri imha etmek değil, sıcak olarak karşılaşılan düşman
askeri ile ölüm düşünülebilir. Askerle asker savaşır, ama askerle sivil
savaşmamahdır.
3. "Çünkü onlar,
anlamayan bir topluluktur." Ayetin bu kısmının bumda gelmesi manidardır
Mağlûbiyetin sebebi olarak anlayışsızlık gösterilmektedir. Buradaki anlamanın
konusu ne olabilir? İman ederek Allah adına savaşanların şehid olacağını, bu
sebeple savaşta öldürüldüğünde şehid olup cennete gideceğine inanan ve bunu
anlayanlarla, kâfir olanların, yani buna inanmayanların savaşmasının
imkânsızlığını işte bu kâfirler kavrayamazlar.
Akıllarını kullanıp anlamaya çalışmayan insanların
kuru kalabalığı savaşı kazanmaya yetmeyecektir. İnsanı güçlü kılan aklını
kullanıp anlamasını temin etmektir Anlayan insanlarla anlamayan insanların arasındaki
mücadelede galibiyetin anlayanlardan yana olacağını vurgulayan Allah, inanç ve
ibadet özgürlüğünü tanımayan kâfirlerle, inanç ve ibadet özgürlüğü için
mücadele veren müminlerin durumunu anlatmaktadır. Kâfirler inanç ve ibadet
özgürlüğünün ne olduğunu anlayamazlar.
4."Şimdi Allah, yükünüzü
hafifletti, sizde zayıflık olduğunu bildi" Kur'an temel prensibi Nisa
sûresinin 28, âyetinde koydu: "Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister,
çünkü insan zayıf yaratılmıştır." Allah, burada ifadesini insana
yaratılıştan vermiş olduğu zayıflık üzerine kurmaktadır. Allah bile yaratılış
kanuna uymakta, iradesini ona göre ayarlamaktadır, yani kendisinin insana
vermiş olduğu doğayı temel almaktadır. Allah bu
ilkesini savaşta da uygulamakta, zayıf gördüğü
müminlere bire karşı on yerine bire karşı iki
yük vermiştir.
Enfâl sûresinin 66. âyetinde bu değişimi insanın
zayıflığından dolayı yaptığını da vurgulamaktadır. Buradan
çıkarılacak önemli neticeler şunlardır:
a)
Enfâl sûresinin 65 ile 66.
âyetleri birbirini tamamlamaktadırlar. Her iki âyet, insanların yaptıkları
kanunlar halka ağır geliyorsa, derhal onu değiştirmelidirler, Allah bunu
insanlara öğretmektedir. Müminlere bire on
uygularken zayıf olduklarını bilince bire iki ilkesine geçen deği
şimi yapmıştır.
b)
Eğitimciler öğrencilerine
ders konusunda görevler yüklerken ya da öğrencilerin çoğunluğunun başarısız
olduğu imtihanların neticesini değerlendirirken imtihanı iptale gidecek kadar
yükleri hafıfletmelidirler.
Nisa sûresinin 28 ile Enfâl sûresinin 65-66.
âyetleri bir araya getirilince eğitimde insanın doğasını merkeze almanın kanunu
ortaya çıkmaktadır.
Buna bir de Rûm sûresinin 30. âyetini katarsak eğitimin olmazsa olmaz kanununun, insanın fıtratına dikkat etmek olduğu anlaşılmış olacaktır. "Sen yfeöna Hanif olarak dinet Allah imanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevirir. İnsanın fıtratı insanın tabiatı, yaratılışı demektir. Demek ki Allah insanın doğa sini dikkate alıyor ve bütün hükümlerini ona göre koyuyor, Fıtrata dikkat etmesini Peygamberine ve dolayısıyla bizlere emrediyor.
c) Anne babalar, çocuklarının
kapasitelerini bilerek onları yetiştirmelidirler, onlara bir hedef ve gelecek
planlamazdırlar, Kapasite ve yeteneklerini zorlamadan onları geleceğe
yönlendirmelidirler. Başkalarının çocukları ile mukayese ederek, onları
yetiştirmeye kalkarlarsa altından kalkamayacakları yüklerin altında hayata
küsen insan portresi ile karşılaşmış olabilirler. Biz doğaya değil, doğa bize
ne yapacağımızı söylemelidir. Bu âyetlerin ilişkisi bize bunları anlatırken
onların arasında nesih vardır diyenlerin haksızlığı ortaya çıkmaktadır,
5.
O halde sizden sabırlı yüz
kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelir, ve eğer sizden bin kişi olursa,
Allah'ın izniyle iki bin kişiye galip gelirler." Dikkat edilirse bu âyetle
önceki âyetin, yani Enfâl sûresinin 65 ile 66. âyetlerinin ortak manevî
eylemlerinden biri de sabırdır, Al-i lmrân sûresinin 125. âyetinde de sabır
yer almaktadır. Bire on ile bire iki dengesinin aradığı önemli özellik
sabretmektir. ''Dayanıklılık, meselenin üstesinden gelmek, zorluklara karşı
göğüs germek" anlamına gelen sabır, insan ruhunun ayağa kalktığı, korkunun
ezici baskısını ortadan kaldırdığı, âhirete imanın bütün benliği sardığı
oluşumun adı olmaktadır. Savaşın getirdiği bütün olumsuzluklara rağmen ayağını
yere sağlam basmanın, dünya hayatının sahip olduğu değerin küçüldüğü, eriyip
yok olduğu, bağımsızlığı, mânevi değerleri uğruna ölmenin aslında hayat olduğu
anlayışının taşıdığı ruh haline, sabır denmektedir.
Bu ruh hali, Allah'ın izni ile buluşmakta ve
neticede zaferi getirmektedir. "Allah'ın İzni ile galip gelirsiniz''
ifadesi, savaşta zafere ulaşmanın kime maJ edileceğine cevap olmaktadır.
Müslümanlar savaşın neticesinde zafere ulaşırlarsa bunu kendilerinden daha çok
Allah'a mal etmelidirler. Allah, bunun eğitimini burada vermektedir.
Kur'an Allah'ın izni ile yapılacak eylemleri
sıralamaktadır: Cebrâ il Allah'ın izni ile Kur'an'ı Hz. Peygamber'in gönlüne
indirmiştir (Bakara 2/97). Büyücüler Allah'ın izni olmadan kimseye zarar
veremezler (Bakara 2/102), İnsanlara ihtilâfa düştükleri gerçeği Allah izni ile
gösterdi (Bakara 2/213). Allah kendi izni ile cennete ve affa çağırır (Bakara
2/221). Allah'ın izni olmadan kimse şefaat edemez (Bakara 2/255). Nice az
askerî birlikler çok sayıdaki birlikleri Allah'ın izni ile yenmişlerdir (Bakara
2/249). Tâlût'un askerleri Câlût'un ordusunu Allah'ın izni ile yendiği
Kur'an'da bir olgu olarak anlatılmaktadır (Bakara 2/250-251). Hz, İsa'nın
çamurdan kuş suretini üfleyip kuş olması, Allah'ın izni ile gerçekleşen bir
mucizedir (Âl-i İmrân 3/49). Hz. İsa'nın, sedef hastaları-nı, körlen
iyileştirmesi de Allah'ın izni ile olmuştur (Âl-i İmrân 3/49), Her eanlının
ölümü Allah'ın izniyledir (Âl-i İmrân 3/145), Savaşta müminler düşmanları
Allah'ın izni ile öldürür (Âli İmrân 3/152), Bedir Savaşı'nda iki tarafın
karşılaşması ile müslümanların başına gelenler Allah'ın izni ile olmuştur (Âl-i
İmrân 3/166). Peygambere itaat Allah'ın izni iledir (Nisa 4/64). Verimli
toprağın bitkisi Allah'ın izni ile çıkar (A'raf 7/58). İnanan, Allah'ın izni
ile inanır (Yûnus 10/100). Âhirette Allah'ın izni olmadan kimse konuşamaz (Hûd
11/105). Peygamberlerin mucize getirmeleri Allah'ın izni iledir (Ra'd 13/38),
Kitap ile insanları karanlıktan aydınlığa bir peygamberin çıkarması ancak
Allah'ın izni iledir (İbrahim 14/1). Peygamberler Allah'ın izni ile insanlara
delil getirebilirler (İbrahim 14/11). İman edip iyi amelleri bu dünyada
işleyenler Allah'ın izni ile ebedî olarak cennette kalacaklardır (İbrahim
14/23). Verimli ağaç meyvesini Allah'ın izni ile verir (İbrahim 14/25), Göğün
yer üzerine düşmemesi Allah'ın izni iledir (Hac 22/65). Peygamber Allah'a
Allah'ın izni ile çağırır (Ahzâb 33/46). Hz. Süleyman cinleri Allah'ın izni
ile istihdam etmiştir (Sebe 34/12). Hayırda yarışanlar, Allah'ın izni ile
yansırlar (Sebe 34/32). Hiçbir peygamber Allah'ın izni olmadan bir âyet
getiremez (Gafir 40/78). Allah dilediğini peygambere kendi izni ile vahyeder
(Şûra 42/51). Allah'ın izni olmadan, şeytan kimseye zarar veremez (Mücâdele
58/10). Bir ağacı kesmek veya kesmemek
Allah'ın izni iledir (Haşr 59/5). Allah'ın izni
olmadan hiçbir musibet isabet etmez (Tegabün 64/11). Kadir gecesinde melekler
ve ruh yeryüzüne Allah'ın izni ile inerler (Kadir 97/4).
Allah Kur'an'da hangi işlerin kendi izni olmadan
yapılamayacağını, yani hangi işlerin kendi izni iie yapılacağını bu âyetlerde
belirlemektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyete döner ve onu Bakara sûresinin
249-251. âyetleriyle ilişkilendirirsek şu neticeye varırız: Geçmişte Tâlûfun
ordusundan az sayıda bir grup Câlût'un çok sayıdaki ordusunu yenmiştir A13ah
bunu değerlendirirken galibiyetin kendi izni ile olduğuna dikkat çekmektedir.
Bakara sûresinin 249. âyetinde geçmişte de bunun böyle olduğuna işaret
edilmektedir. Demek ki Allah'ın izni olunca bir müslüman iki düşmana galip
gelebilir. Enfâl sûresinin 65. âyetine dönersek, bir kişinin on kişiyi yenmesinde
üç şey bir aradadır: Allah'ın izni, müminin sabrı ve düşmanın anlayışsızlığı.
6.
"Allah sabredenlerle
beraberdir " Enfâl sûresinin 46. âyetinde Allah ve Peygamberi'ne itaat
etme ve aralarında münakaşa yapma meselesinde sabır gösterenlerle Allah'ın beraber
olduğu vurgulanmıştı. Burada da savaş artında Allah'ın sabredenlerle beraber
olduğu ilan edilmektedir. Buradan şu neticeye varıyoruz: Mümin insanın
savaştaki silâhı sabrı, düşmanın akılsızlığı, Allah'ın izni ve beraberliğidir.
Bir de bunlara 60. âyette belirtilen eğitilmiş ordu ve son derece modern
silâhlar eklenince zafer kaçınılmaz olmaktadır.
Görüldüğü gibi Allah siyasete, hukuka, eğitime,
savaş politikasına kadar uzanan bir dizi meseleye ışık tutan âyetleri
göndermiştir. Bunlar arasında nesih değil, tam tersine bir bütünlük vardın
Zaferde yatan manevî boyut derinlemesine ele alınmış, insan doğasının,
Allah'ın sorumluluk yüklemesinin temelini teşkil ettiğine işaret edilmiştir.
Eğitilmiş ordunun, insanın yüksek seviyede manevî yapısıyla birleşince nelerin
olabileceğinin analizi yapılarak temel ilkeler konmuştur.[44]
67. Yeryüzünde ağır basıncaya kadar, hiçbir peygambere
esir sahibi olmak yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için)
âhireîi istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.
68. Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı,
aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir
azap dokunurdu.
69.Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz
olarak yiyiniz, ve Allah'tan korkunuz. Şüphesiz kî Allah bağış
layan, merhamet edendir.
Bedir Savaşı sonrasında meydana gelen hadiselerin
hukukî boyutu bu âyetlerde kendini belli etmektedir. Dolayısıyla Bedir
Savaşı'nın eğitim amaçlı bir savaş olduğu anlaşılmaktadır.
1. Bu âyetlerin nüzul sebebi
âlimler tarafından şöyle anlatılır: Bedir'de savaş bittikten sonra, alınan
esirlere uygulanması ön görülen muameleler tartışılırken, Hz. Ömer esirlerin,
Hz. Peygamberdi yalanlamaları ve onu yurdundan çıkarmaları sebebiyle
öldürülmelerini isterken; Hz. Ebû Bekir, esirlerin Hz. Peygamberdin kavminden
olmaları, tövbe edip müslüman olma ihtimallerinin bulunması ve onlardan fidye
alarak ashabın ekonomik açıdan
kuvvetlenmesinin sağlanması gibi
(Müslim, Cihâd", 58; Ebû Dâvûd, "Cihâd", 121) hususları
ileri sürerek onların serbest bırakılmasını önerdi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber, Ebû Bekir'in görüşünü benimseyip esirleri serbest bıraktı.
Hz. Peygamber, Ömer ve Ebû Bekir'in görüşleriyle
ilgili olarak şu açıklamayı yapmaktadır: "Allah bazı kimselerin kalplerini
kendi rızası için sütten daha yumuşak oluncaya kadar yumuşattı. Yine kendi
rızası için bazı kimselerin kalplerini taştan daha katı olacak kadar
katılaştırdı. Ey Ebû Bekir! Senin örneğin şudur: 'Kim bana uyarsa, kuşkusuz o bendendir.
Kim de bana karşı gelirse, kuşkusuz sen çok bağışlayansın, rahimsin' (İbrahim
14/36) diyen Hz. İbrahim'e benzersin; yine ey Ebû Bekir! Sen, 'Şayet onlara
azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan,
şüphesiz sen mülkünde galipsin, mutlak hikmet sahibisin' (Mâide 5/118) diyen
İsa'ya benzersin. Ey Ömer sen de, 'Yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi
bırakma!' (Nûh 71/26) diyen Nuh'a benzersin. Yine ey Ömer sen, 'Onların
mallarını yok et, kalplerine sıkıntı ver!' (Yûnus 10/88) diyen Musa'ya
benzersin"[45].
2. Bu tartışmalar üzerine,
"Yeryüzünde ağır basıncaya kadar, hiçbir peygambere esir sahibi olmak
yaraşmaz" âyeti inmiştir. Allah bu âyetle Hz. Peygamber'i, esir alma gibi
bir hatadan uzaklaştırmış oldu. Hz. Peygamber fidye karşılığında onların
serbest bırakılması emrini vermişti; böylece âyet onu da önlemiş oldu.
Âyetten Allah'ın esirlik müessesesini kaldırdığı
anlaşılmaktadır. Fakat esir ve esirlik olmasaydı, Enfâl sûresinin 70. âyetinde
Hz. Peygamber'e "esirlere söyle ki" buyurulmazdı. Enfâl sûresinin
70. âyetinin tamamı dikkate alındığında, burada bir öğretim faaliyetinin olduğu
görülür. Bir bakıma esirlikten kurtulmanın yolunun tevhid inancını benimsemekten
geçtiği hatırlatılmaktadır. Çünkü orada Allah'ın affedici ve merhamet sahibi
olduğu hatırlatılarak, onlara daha iyisinin verileceği vaad edilmektedir. Bütün
bunlara rağmen Hz. Peygamber'in şahsında esirlik müessesesinin kaldırılmasının
ilk adımı atılmaktadır. Savaş gerçeğine dönersek düşman tarafından yakalanıp
ele geçirilenlere bir statü vermek gerekiyor. Buna evrensel mânada esir denmektedir.
Müslümanlık esir alır ama, esire esir muamelesi değil insanca muamele
edilmesini ister. Esirler ihanet etmezlerse insan muamelesi görürler. Onun
içindir ki, bir peygamberin amacı tevhid inancını yayacak, şirki ortadan
kaldıracak, insan haklarını öne çıkaracak iktidarı, hâkimiyeti kurmaktır, esir
almak değildir.
3. "Siz geçici dünya
malım istiyorsunuz; halbuki Allah (sizin için) âhireti istiyor. Allah güçlüdür,
hikmet sahibidir." Fidye karşılığı esirleri serbest bırakmak, "dünya
malının peşinde koşmak" anlamına gelmektedir. Müslümanlar ilk defa bir
savaş yapıp esir aldıkları için, yanlış bir uygulamada bulunabilecekleri
endişesi dolayısıyla Allah onları eğitmektedir.
İnsanlar dünya menfaatine tutku ile bağlanırlar,
fakat Allah onlar için âhireti ister. Bu âyetle Allah, kimin neyi istediğini
belirtirken, müslümanlara hatta bütün insanlığa âhiret hayatından yana tavır
koymaları konusunda rehberlik etmektedir. Müslümanlara hatalarını ve doğrunun
ne olduğunu öğretmektedir.
Böylece Allah beşerî eğitime bir ilke
kazandırmaktadır. Bir şeye yanlış denirken, doğrunun ne olduğunun da
öğretilmesi gerekir, yani yanlış denen şeye çözüm getirmek lâzımdır. Yanlış
olan dünyaya bağlanmaktır, olması gereken ise âhirete hazırlanmaktır. Böylece
dünya ve âhiret dengesinin sağlanması istenmektedir. Allah hükmünü âyetin sonunda
belirtmektedir.
4. "Allah tarafından
önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka
büyük bir azap dokunurdu/' Bedir'de müşriklerden ölenlerle esirler,
müslümanlardan şehid düşenler konusunda sayı bakımından ihtilâflar vardır ama
doğru olan rivayet şudur: Amr b. Alâ der ki: Bedir Savaşı'nda müşriklerden
öldürülenler yetmiş kişi idi. Bir o kadar da esir alınmıştı. İbn Abbas da aynı
şeyi söylemiştir (Müslim, "Cihâd", 58). Esirlere ne yapılacağı
konusu, ve fidye alıp serbest bırakılmalarının değerlendirilmesi 68. âyette
yapılmaktadır. "Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm
olmasaydı!" Verilen bu hüküm ne olabilir? Âlimler bu
konuda farklı görüşler beyan etmişlerdir. Bu hususu
Kur'an bağlamında açıklamaya çalışacağız.
a)
"Halbuki sen onların
içindeyken. Allah onlara azap edecek değildir17 (Enfâl 8/33). İşte bu hüküm
olmasaydı, müslümanları büyük bir azap yakalayacaktı. Demek ki Enfâl sûresinin
33. âyetindeki Hz. Peygamber'in içinde bulunduğu topluma genel bir azapla
helak edilmeyeceği hükmü, Enfâl sûresinin 68. âyetindeki ifadeden önce
gönderilmişti. Dikkat edilirse burada bir azarlama ve tehdit vardır. "Sizi
daha önce verdiğim hükümden dolayı cezalandırmıyorum ama yaptığınız hareket
cezalıktır" demek istiyor.
b)
En'âm sûresinin 131.
âyetinde şu hüküm verilmişti: "Gerçek şu ki, halkı habersizken, Rabbin
haksızlıkla ülkeleri helak edici değildir." Bedir Savaşı'nda alınan esir
ve ganimetler konusunda, müslümanlann yaptığı hatalar bilgisizliklerinden
kaynaklanmaktaydı. Gafletlerinden dolayı helak edilmeyecekleri daha önceden
hükme bağlanmıştı.
c)
"Halkı ıslahatçı olan
ülkelerir senin Rabbin asla haksız yere helak edecek değildir" (Hûd
11/117).
Bu da Allah'ın koyduğu evrensel bir kanundur. Kendini düzeltmek için çaba
sarfeden bir toplumu Allah helak etmez. Çünkü bu toplum iyiden yana
gelişmektedir. Bize göre Enfâl sûresinin 68. âyetinde belirtilen kitap, yani
hüküm bu âyetlerin birleşimi olmaktadır. Allah'ın daha önce koyduğu hüküm
bunlardan biri olacağı gibi, üçünün oluşturduğu ortak hüküm de olabilir.
d) "Rabbiniz, kendi
nefsine rahmeti yazmış-tır" (En'âm 6/54). Bedir gibi eğitim, inanç ve
ibadet özgürlüğü uğruna yapılan bir savaşta yapılan hatalara Allah merhamet
etmiştir. Çünkü merhameti zâtına yazmıştır. Bu sebeple onlara azap etmedi.
Burada geçen "yazmak" fiili ile, Enfâl sûresinin 68. âyetinde geçen
"kitap" kelimesi arasındaki benzerlik dikkat çekicidir.
Enfâl sûresinin 68. âyetinden çıkarılacak başka bir
netice daha vardır: Allah koyduğu hükme uymaktadır. Şartlar o hükme ters düşen
şeyleri üretebilir, ama bunların hükmü değiştirecek nitelikte olmaması
gerekir. Önceden konan bir hüküm ihlâl edilmemelidir, yani ana hükümler değiştirilmemelidir. Azabı gerekli kılan bir davranış ortaya çıkmasına rağmen Allah daha önce koyduğu hükmü bozmayıp onları bağışlamıştır. Bu âyetlerden anlıyoruz ki, söz konusu hükmü Allah bütün toplumlara uygulamaktadır. İlâhî hukukun inançlara, milletlere ve gruplara göre değişken değil, tam tersine tarafsız ve nesnel bir yönü de vardır.
5. "Artık elde ettiğiniz
ganimetten helâl ve temiz olarak yiyiniz, ve Allah'tan sakınınız. Şüphesiz
Allah bağışlayan, merhamet edendir." Bu âyette iki emrin yer aldığını
görüyoruz:
a)
"Elde ettiğiniz
ganimetten helâl, temiz olarak yiyiniz" ifadesindeki helâl ve temiz ne
anlama gelmektedir? Bize göre bu sorunun cevabının, Enfâl sûresinin 1 ve 41.
âyetleriyle verilmesi gerekir. Ganimetlerin Allah'a ve Peygamberce ait olduğunu
belirledikten sonra, Enfâl sûresinin 41.
âyetinde olduğu gibi ganimetlerin beşte birini
Allah'a, kalanı Peygamberce, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda
kalmışlara ayırdıktan sonra geri kalan helâl olmaktadır. Helâl olan şeyde zaten
temiz demektir. Yukarıda sayılan grupların haklan ganimetten
ayrılınca geri kalan kısım temiz hale gelmektedir. Âyette helâl ile temiz
kelimeleri arasında "ve" yoktur.
b)
Allahtan sakınınız"
buyurulurken "Ganimetler konusunda helâllik ve temizlik meselesini asla
hatırdan çıkarmayınız, Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olunuz"
denmektedir. Takva olma
dan "helâl" kavramının eğitimini vermek mümkün değildir. Enfâl sûre
sinin 1, 29 ve 69. âyetlerinde takva duygusunun canlı tutulması istenmektedir.
Yediklerinin temiz ve helâl olup olmadığına bakmadan
beslenmek takva değildir. Sadece helâl ve temiz olandan yemek takvadır. Bu durumda
takva kavramına farklı bir tanım getirilmektedir. Takva helâl rızıkla
beslenmektir. Bu yorum doğrultusunda takvanın mânası geniş bir alana yayılmakta
ve dolayısıyla söz konusu kavram bu mânalarla hem derinlik kazanmakta, hem de
insanın ruh ve davranış yapısında yerini almaktadır.
c) Allah merhamet sıfatını
burada gündeme getirmektedir. Bu demektir ki daha önce bilmeden alınan fidye
ve yenen ganimetlerden oluşan günahlar affedilecektir. Bilgilendirme
gerçekleştirildikten sonra ise durum farklı bir boyut kazanacaktır.
Netice olarak diyebiliriz ki son kısımda ele
aldığımız âyetler birbirini tamamlar mahiyettedir. Peygamberlerin amacı inkâr
ve şirkin hâkimiyetini devre dışı bırakmaktır. Yoksa insanları esir almak
değildir Demek ki müslümanların savaşı insanları eğitmek içindir, onları
öldürmek veya esir almak için değildir. Diğer taraftan bu bölümde dünya e
âhiret dengesinin sağlanması gerçeği öğretilmektedir. Geçmişte kon; n ilkeyi,
birtakım sebeplerden dolayı bozmamanın önemi gündeme geu-rilmekte; helâl
rızıkla beslenmenin gerekliliği belirlenmektedir.[46]
70.Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: Eğer
Allah kalplerinizde hayır olduğunu bilirse, sizden alınandan
daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Çünkü Allah bağışlayandır,
merhamet edendir.
71.Eğer sana hainlik etmek isterlerse, daha önce Allah'a
da hainlik etmişlerdi de Allah onlara karşı sana imkân ve kudret vermişti Allah
bilendir, hikmet sahibidir.
Bu âyetlerin iniş sebepleri anlatılırken aynı olgu
gündeme getirilmektedir. Bedir Savaşı'nın müslümanlardan yana zaferle
bitmesinin ardından Hz. Peygamber fidye karşılığı esirlerin serbest
bırakılmasını emretmişti. Esirlerden fidye alınması onlara güç geldi. İşte
Enfâl sûresinin 70. âyeti onların bu durumunu ele almakta ve konuya çözüm
getirmekledir. Âyetin nüzul sebebi İbn Abbas'a dayandırılmaktadır. İbn Abbas'a
göre bu âyet Abbas, Akıl b. Ebî Tâlib ve Nevfel b. Haris hakkında inmiştir.
Bedir Savaşı'nda Abbas esir düşenler arasında
bulunuyordu. Mekke müşriklerinin savaşanlarına harcamak üzere yanına 20 ukıyye
alan Abbas, Bedir Savaşı'nda Kureyş ordusunu besleyecek olan on kişiden
biriydi. Yedirme sırası kendisine gelmeden savaş bitmiş ve esir düşmüş-7J Abbas
aslında müslüman olduğunu, bu duruma müşriklerin kendisini zorladığını
söylemesi üzerine Hz. Peygamber: "Eğer senin söylediğin iognı ise, Allah
seni mükâfatlandıracaktır, ama senin dış görünüşün bize sorşı olmuştur"
buyurdu. Abbas, Hz. Peygamber'le görüşerek 10 altını şen istedi. Hz. Peygamber
de düşmanı desteklemek için yanında getirdi-£: o parayı geri vermeyeceğini
söyledi. Hatta Akıl b. Ebî Tâlib ve Nevfel r Haris'in fidyeleri olan 20 ukıyye
altını ödemesini ona iletti. Abbas da Hz,. Peygamber'e, kendisini Kureyş'e el
açacak duruma düşürdüğünü kdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Senin
Mekke'den çıkarken, es:n Ümmü'l-Fadra verdiğinden başıma ne gelir bilmiyorum,
eğer baia kötü bir şey gelirse, bu sana, Abdullah'a, Ubeydullah'a ve Fazl'a
üciır dediğin o altınlar ne oluyor?" deyince, Abbas bunu nereden bildirini
Hz. Peygamber'e sordu. "Onu bana Rabbim haber verdi" cevabını iiuie
Abbas, "Ben senin doğruluğuna, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin
O'nun kulu ve peygamberi olduğuna iman ederim" dedi. Abbas eğenlerinin de
müslüman olmalarını sağladı.[47]
Hz. Peygamber'in Abbas'a, "Hanımına verdiğin
altınlar ne oldu" rusunun doğru olup olmadığını tartışmak gerekir. Daha önce
A'râf hâresinin 188. âyetinde Peygamber'in gaybı bilemeyeceği ifade edilmiş-:ı.
Ancak Allah'ın bildirmesi onu gayp olmaktan çıkarmaktadır.
Bu bağlamda Tahrîm sûresinin 3. âyetini hatırlamak
gerekir. "Peygamber eşlerinin birine gizlice bir söz söylemişti Fakat eşi
o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu PeygamberVne açıklayınca,
Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti Peygamber bunu
ona haber verince eşi, 'Bunu sana kim bildirdi?9 dedi Peygamber, 'Bilen, her
şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi* dedi "
Demek ki Bedir Savaşanda Hz. Peygamber'e, Abbas'ın,
"Bunu nereden biliyorsun" sorusuna karşı Hz. Peygamber'in "Onu
bana Allah haber verdi" demesinin bir örneği de Tahrîm sûresinin 3.
âyetinde yer almaktadır. îbn Abbas'ın anlattığı bu olgu, gaybdan haber vermek
olmuyor ve hadisin de gerçek olduğu ortaya çıkıyor. Âyetin iniş sebebini bu
şekilde tesbit ettikten sonra açıklamasına geçebiliriz:
1.
"Ey Peygamber!
Elinizdeki esir-lere de ki: Eğer Allah kalplerinizde hayır olduğunu bilirse,
sizden alınandan daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Çünkü Allah
affedendir, merhamet sahibidir."
a)
Allah Hz. Peygamber
vasıtasıyla müşrik esirlere konuşmaktadır. Onları muhatap almayacağı için,
peygamber aracılığı ile çözümü onlara iletmektedir.
b) "Eğer Allah
kalplerinizde hayır olduğunu bilirse!" Bu âyette yine işin kalpten
başlayacağına dikkat çekilmektedir. Abbas'ın, "Aslında ben müslümandım,
ama onlar beni buna zorladı" ifadesine, âyetin bu kısmı denk düşmektedir.
Âyetteki çoğul zamirler, söz konusu kişinin sadece Abbas olmadığı, alman
esirlerin çoğunu gündeme getirdiğininm delili durumundadır.
Âyetin birden fazla esiri kapsamına aldığına delil
olarak Râzî altı şey göstermektedir: Elleriniz, esirlere, kalpleriniz, size
daha hayırlısını verir, sizden alınanlardan, sizi bağışlar ifadesi ve
zamirlerin çoğul olması bunu ortaya koymaktadır. Bu hitap tarzı, sadece Bedir
Savaşı'ndakı esirleri değil, kıyamete kadarki savaş esirlerini kapsamına
almaktadır.
Âyetin bu kısmındaki hayr kavramı ne anlama
gelmektedir? Zemahşerî "imanda samimiyet ve niyette doğruluk", Hâzin
"iman ve tasdik", Râzî "iman etmek, bütün sorumluluklarda
Allah'a ve Peygam-ber'e itaat etmek, inkâr ve isyanlardan tövbe etmek",
Kurtubî "İslâm" anlamına geldiğini söylemektedir.
Âlimlerin hayr kelimesine verdikleri mânaların ortak
noktasını almak gerekir. Buradaki hayır, gönüllerde iyiden yana olan değişimi
ifade etmektedir. Bedir Savaşanda Hz. Peygamber'e karşı savaşması dolayısıyla,
söz konusu kişinin gönlünde bir pişmanlık ve İslâm'a karşı oluşan bir sempati
olabilir. Bu hal inkârdan imana doğru yol alan gönüldeki değişimin her
çeşidini ifade etmektedir. Buradaki değişimin bilinmesi Allah'a aittir.
Gönüllerdeki oluşumların bilgisi veya bilinmesi sadece ve sadece Allah'ın ilmi
dahilindedir.
"Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer"
(Enfâl 8/24) ifadesi, Enfâl sûresinin 70. âyetindeki, "Eğer Allah kalplerinizde
hayır olduğunu bilirse!" ifade ile birleştirildiğinde, Bedir Savaşanın
Allah ile kullarının gönülleri arasındaki ilişkinin boyutlarını ortaya koyduğu
görülmekte, böylece gönlün, insan ilişkilerindeki rolü gündeme getirilmektedir,
c) Allah "ilmi" ile,
insana şah damarından daha yakın olduğunu öğretmektedir; "Andolsun insanı
biz yarattık; nefsinin kendisini fısıldadıklarını biliriz ve ona şah damarından
daha yakınız" (Kaf 50/16). Allah tekvîn ve alîm sıfatlarıyla insana şah
damarından daha yakın olduğuna göre, Bedir Sa-vaşı'nda alınan esirlerin
gönüllerindeki gelişmeleri yakînen bildirmekte, onların gönüllerinde oluşana
göre sonucu takdir edeceğini açıklamaktadır.
2. "Sizden alınandan daha
hayırlısını size verir ve sizi bağışlar, çünkü Allah bağışlayandır, merhamet
sahibidir." Demek ki Allah esirlerin gönlüne göre takdirini yapmakta ve
onlara daha iyisini vermektedir yani, hem daha iyisini vermekte hem de onları
affetmektedir.
Gönüller, daha iyiyi ve ilâhî affı getirmektedir. Önemli olan oradaki oluşumların niteliğidir. Gönül ilâhî âlemi harekete geçirmekte, ilâh lutfu yeryüzüne indirmektedir.
Başka bir açıdan bakarsak Yüce Allah daha iyisini
verir. Daha ha yırlısını verme, dünya nimetleriyle alâkalı olacağı gibi,
âhiretteki ödülL de alâkalı olabilir. Ama "affetme" olayı tamamen
âhiretle alâkalı bi ödül niteliğindedir. İyi dünya ile, daha iyi de âhiretle alâkalıdır.
Allah gönüllerdeki iyiden yana olan oluşuma
karşılık, sadece dah iyisini vermiyor, aynı zamanda af ve merhamet sıfatıyla da
bağışlıyor Demek ki Allah, gönüldeki samimiyetin, niyetin ve değişimin nereler
ulaştığı konusunda bilgi vererek iman etmelerini teşvik ediyor.
3.
"Eğer sana hainlik
etmek isterlerse!" Esirler Hz, Peygamber'e ihanet edebilecekleri,
dolayısıyla iradelerini bu yönde kullanabilecekleri ihtimali gündeme
getirilmektedir. Râzî, İslâm âlimk rinin ihanetin ne olduğu konusundaki
fikirlerini şu şekilde nakletmektedir: a) Buradaki ihanet inkâr olabilir, b)
Ödemek mecburiyetinde oldulan fidyeyi vermemeleri olabilir, c) Fidye
karşılığında esirleri Hz. Peygamber salıverdi, yani onları serbest bırakıp
özgürlüklerine kavuşturdı. Buna karşılık onların Hz. Peygamber'le
savaşmayacaklarına ve onu
düşmanlarına yardım etmeyeceklerine dair söz vermişlerdi, bu sözde caymaları
anlamında ihanet etmiş
olabilirler.
Bu ihtimallerin en önde geleni bize göre
üçüncüsüdür. Ama bu it timallerin ortak noktası da alınabilir. Esir düşmüş
insanların, sözlerine : durmama ihtimali yüksek olduğu için Allah, Peygamberi
uyarmaktadı . Savaşın ardından ihanet safhası gelebilir. Bu durum hiçbir zaman
gö' ardı edilmemelidir.
4. "Daha önce Allah'a da
hainlik etmişlerdi de Allah onlara karşı sana imkân vermişti. Allah alimdir,
hakimdir." Bedir Savaşı'nda İslâm'a karşı savaşmaları Allah'a ihanet
olarak görülmektedir. Onların bu ihanetine karşı Allah müminlere yardım ederek,
onların üstünlüklerini sağladı.
Allah, müşriklerin daha önce denenmiş olduklarını
hatırlatarak, geçmişteki ihanetlerini tekrarlayabileceklerine dikkat
çekmektedir. Allah'a ihanet edenler sana da ihanet edebilirler Geçmişte seni
nasıl destekleyip imkân ve kuvvet vermişsek, şimdi ve gelecekte de
verebiliriz. Geçmişteki ihanetleri onlara Bedir'deki yenilgiyi getirdi, yine
ihanet ederlerse aynı şekilde cezalandırılacaklardır. "İhanet cezasız
kalmamalıdır" ilkesi bu âyetin izahında öne çıkan özelliklerden biri
olmaktadır.
Ayetin sonundaki bu sıfatlar iki açıdan yorumlanabilir.
Ayetteki ferman, alîm ve hakim olan Allah tarafından verilmiştir. Diğer
taraftan 71. âyette belirlenen ilkenin ortaya konması, Allah'ın alîm ve hakîm
sıfatlarıyla gerçekleştirilmiştir. Allah bunu, ilmi ile ve "işi yerli
yerinde yapmak" anlamına gelen hikmet sıfatı ile ortaya koymuştur.[48]
72. İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla,
canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler var ya,
işte onların bir kısmı diğer bir kısmının dostlarıdır. İman edip de hicret
etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar size onların mi-
rasından hiçbir pay yoktur. Eğer onlar din hususunda
sîzden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir havim
aleyhine olmaksızın, yardım etmek üzerinize borçtur Allah yapacaklarınızı
hakkıyla görmektedir.
Bedir Savaşı'nm en ince noktalarına kadar ele
alındığı Enfâl sûresinde, ortaya çıkan komplolar ele alınıp kimlerin
birbirinin dostu olduğuna dair özellikler, kimlerin birbirine destek çıkacağı
ve İslâm'ı hayata geçirmenin gerekliliği tesbit edilmektedir.
1.
"îman edip de hicret
edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri)
barındırıp onlara yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir
kısmının dostlarıdır. " Bu âyette inananların durumu ele alınmakta,
müminleri birbirinin dostu yapmaya giden yolun temel özellikleri
sıralanmaktadır.
a)
İman etmek. İman,
kendisinden sonra gelen bütün davranışları ibadete çeviren bir akıl ve gönül
eylemidir. İman içsel bir eylemdir. Bu eylem kendisinden sonra gelen bütün
eylemlere yön vermekte, şekillen
dirmekte ve ibadet kimliği kazandırmaktadır. Bir nevi insanın fiillerini
ateşleme niteliğini taşımaktadır. Sosyolojik anlamda insanların dostluğunun
olmazsa olmazını teşkil eden iman, âyette ilk sırayı alan bir özel
lik olmaktadır.
b)
Hicret etmek. İmandan sonra
ikinci özellik olarak belirlenen eylem hicret etmektir. Hicret kelimesi hecere
kökünden gelmektedir. "Kesmek, terketmek, küsmek, dostluğu ve ülfeti
kesmek, ayakların;î bağlanan iple hayvanı bağlamak; uyku ve hastalık halinde
sayıklamak: cariyenin yetişkinliğe ermesi; biri ile alay etmek; öğle sıcağında
yürümek; hamilenin karnının büyümesi; tam ve kâmil olmak; ülkesinder
ayrılıp göç etmek; su başında nöbetleşmek"; muhacir de Hz. Peygamber'le
"Mekke'den Medine'ye göç edenler" anlamına gelmektedir.
Hicran kelimesi hecrden türemiştir. Bedenen, lisanen
veya kalben insanın diğerlerinden ayrılmasıdır. Hücr kalıbında alınınca.
bu kelime "çirkin söz" anlamını ifade
eder. Bu kelimenin Kur'an'daki mânaları Bakara sûresinin 218. âyetinde
açıklandı.
Burada Bedir Savaşı5nı dikkate alarak hicret olgusuna bir mâna verecek olursak şu neticeye varabiliriz: O dönemde Mekke bir "cehalet" beldesi halini almıştı. İman ve ibadet özgürlüğünün olmadığı bir ülkeden, bu özgürlüklerin yaşanma ihtimali olan bir ülkeye gidişe hicret denmektedir. Dolayısıyla hicret, sadece bir göç değil, cehalet ülkesinden Kur'an'in, aklın, bilginin, iman ve iradenin oluşturduğu aydınlık ülkesine intikal etmektir.
c) Allah yolunda mal ve
canlarıyla cihad etmek. Cehede. kelimesinin geniş açıklanması Bakara sûresinin
218. âyetinde yapıldı. Mallarıyla cihad edenler, özel anlamda Bedir Savaşı9m
maddî imkânlarıyla desteklemek, infak etmek, savaşa katılanların ailesine
yardımda bulunmak ve silâh tedarik etmek için harcamada bulunmaktadırlar.
Diğer taraftan cehalet bulutlarını kaldırmak,
insanları aydınlığa taşımak için eğitime yapılan karşılıksız yatırımlar da
cihad anlamına gelmektedir. Enfâl sûresinin 60. âyetinde düzenli ordu kurmak,
modern silâh teknolojisini kurup caydırıcı olabilmek için yapılan bütün yardımlar
mal ile cihaddır. Sadece malı ile değil, kendini Allah yoluna feda ederek,
şehid olanlar da bu grubun içine girmektedir. Canını Allah yolunda veren
insanlar, ödülün en yücesine kavuşacaklardır.
Buradaki "Allah yolunda" ifadesi, bunun
dışında herhangi bir sebeple müslümanların savaşamayacağı anlamını
içermektedir. Allah yolunu oluşturan değerler de şunlardır: Vatan, iman ve
ibadet özgürlüğü, insan hakları, namus, bağımsızlık,.,.
Önceden ordu tesisi, silâh donanımı için para
harcayan ve savaşanlarla savaş sırasında bunu yapanlar arasında bile fark
vardır: "Elbette içinizden, fetihten önce harcayan ve savaşanlar, daha
sonra harcayıp savaşanlara eşit değildir. Onların derecesi sonradan infak eden
ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel
olanı vaad etmiştir" (Hadîd 57/10).
İhtiyacı önceden görüp Allah yolunda harcayanla,
ihtiyaç anında harcayanlar arasında bile fark vardır. Bu üç özellikten
"ikincisi" Medine yerlileri için o dönemde olmamıştır. Hicretin
yerine onlar da başka ameller yapmışlardır.
d)
Barındırıp yardım etmek. Bu
özellik ensâr, yani "yardım sever" anlamına gelen Medine
yerlilerinindir. Onlar belki hicret etmediler ama, hicret edenleri bağırlarına
bastılar, barındırıp onlara yardım ettiler, Medineler bu eylemleriyle hem Kur5
an'da övüldüler, hem de insanlığa çok önemli bir âdet bıraktılar. Daha sonra
müslümanların onların açtığı yoldan yürüdüğünü görüyoruz. İspanya ve Almanya'da
zulme uğrayan
yahudilere kucak açan Osmanlı ve Türk devletleri bu sünneti yaşatmışlardı.
e)
Menfaatsiz olarak birbirinin
dostu olmak. Buradaki velî kavramı"birbirine yakın, birbirine saygı duyan,
birbirinin işleri ile ilgilenen, birbirine yardımda bulanan, birbirini
seven", Haşr sûresinin 9, âyetinde
belirtildiği gibi "iman kardeşini kendine tercih eden" anlamına
gelmektedir. Bu erdemlere sahip olanlar, düşmana karşı savaşta tek yumruk
haline gelmektedirler.
Enfâl sûresinin 72. âyetinin bu kısmını bir önceki
âyetle bağlantılı olarak açıklarsak şu neticeye varabiliriz: Müşrik esirlerin
ihanet etme ihtimali vardır; ama iman edip hicret eden, mal ve canı ile Allah
yolunda cihad eden, muhacirleri koruyup yardım eden insanlardan böyle bir ihanet
beklenmemelidir. Demek ki ihanet eden insanların ruh halini anlatmak,
onlardaki erdem eksikliğini tesbit etmek için Allah bu âyeti göndermiştir.
Eğer ihanet eden müslüman ise, imanını bir kere daha sorgulamalıdır.
Allah, "dost" olarak tercüme ettiğimiz
velî kelimesine burada yeni bir tanım getirmektedir.
Kâfirlerin dostları tâğuttur" (Bakara 2/257),
ama iman eden, hicret eden, Allah yolunda malı ve canı ile cihad edip
muhacirleri koruyup yardım eden insanlar hem Allah'ın, hem de birbirlerinin
dostu olmaktadırlar. Buradaki değerlerden sadece "iman etmek" ferdî,
diğerleri ise tamamen sosyal içerikli eylemlerdir. îman, hicret, cihad,
barındırmak ve başkalarına yardım et-
mek insanı, toplumları yücelten, Allah'a yaklaştıran
ve müminler arasında dostluğu kuran temel değer ve eylemlerdir.
2.
iman edip de hicret
etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından
hiçbir pay yoktur/' İman edip de Hz. Peygamber3 le beraber hicret etmeyenlerin
durumu da bu âyette ele alınmaktadır. "Hicret etmeyenler"
ifadesinden anlıyoruz ki, bu kişiler hicret etmemeye kendi iradeleriyle karar
vermişlerdir.
Onlar hicret edinceye kadar, hicret edenlerin onlar
üzerinde bir ve-lâyetleri olmayacaktır. Ayetin bu kısmındaki velayete farklı
mâna ve yorum getirenler vardır: Saygı duyma ve ikram etmek
[49];
yardımcı olmak ve nesep bağı ile bağlanmak[50];
miras[51];
sorumluluk[52];
müdahale etmek
[53]. Bu
mânalar içinde tercihe şayan olanı "sorumluluktur." Hicret edenler
birbirlerinden sorumludurlar; hicret edenler etmeyenlerden sorumlu değillerdir.
Hicret edenlerin, hicret edemeyenlerden sorumlu
olabilmeleri için, onların hicret etmesi gerekir. Sorumsuzluk hicret
etmeleriyle sona ermektedir. Biraz daha ayrıntılı düşünülürse, burada hicret
etmeyenlerin hicrete teşvik edildiği anlaşılır, .
3.
"Eğer onlar din
hususunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir
toplum aleyhine olmaksızın onlara yardım etmek üzerinize borçtur. Allah
yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir." Âyetin bu kısmından şu neticeleri
çıkartmak mümkündür.
a) Bir önceki bölümde velayeti
yardım olarak mânalandıranlar hata etmişlerdi. Çünkü âyetin bu kısmında dinî
konularda yardım edileceği emri verilmektedir. Burada sadece inanç ve ibadet
özgürlüklerine mani olunursa yardım edilmesi gerekiyor. Müslüman olduklarından
dolayı baskıya mâruz kalıyorlarsa, o baskıyı kaldırmak için gerekli olan müdahaleler
yapılıp onlara yardım edilmelidir. Allah, yardımın "din" konusunda
olacağını vurgulamaktadır.
Ayeti günümüze uyarlarsak devletlerarası hukukta,
inanç ve ibadet özgürlüğüne saygı duymak, inanç farklılığından dolayı insanlara
baskı yapmamak, herkesin kendi inancını yaşamasına müsaade etmenin önemi ortaya
çıkmaktadır.
b) Hicret etmeyenlerin yardım
istedikleri konu, eğer müslümanların antlaşma yaptığı bir toplumun aleyhine
olacaksa bu yardım yapılmamalıdır. Mîsâk kavramı "antlaşma, muahede"
anlamına gelmektedir. Kur'an antlaşmaya saygıyı, onu bozmamayı müslümanlara din
konusunda yardım etmekten üstün tutmaktadır.
Antlaşma kâfirlerle olsa bile yardıma manidir. Kür'an
dünya hukuk tarihinde o çağda bir devrim yaparak, antlaşmalara saygı duymaya
öncelik tanımakta ve müslümanların tek taraflı olarak antlaşmayı bozmamalarını
ilke haline getirmektedir. Din konusunda müslümana yardım mı, kâfirle
antlaşmayı bozmak mı? Bu ikilem içinde kalana Allah antlaşmaya saygıyı
önermektedir.
İnanç ve ibadet özgürlüğü meselelerinde, yardım
dileyenlerle yardım isteyen müslümanlar aynı toplumda olabilirler. O zaman,
kendisinden yardım istenenler ötekilere yardım etmelidirler. Allah müslümanların
davranışlarını gözetlediğini, bu sebeple de anlaşmalarına sadık kalmaları
gerektiğine işaret etmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki Bedir Savaşı'nı en ince
noktalarına kadar inceleyen, onun sayesinde birtakım hukuk ilkelerini ve
amaçlarını belirleyen Enfâl sûresi, hicretin iman edenler arasındaki dereceleri
ortaya koyduğuna da dikkat çekmektedir. Hicret eden müminlerle, kendi iradeleriyle
hicret etmeyenler arasındaki farkı ortaya koymaktadır. "Din konusunda
hicret etmeyen müslümanlara yardım mı, yoksa antlaşmaya sadakat mi"
ikileminde antlaşmaya sadakati öne alan Kur'an, bu hususu söz konusu âyetle
gündeme getirmiştir. Göç eden müslümanları barındırmak ve onlara yardım
etmenin önemini gündeme getiren Allah, dost olmanın şartları arasında ona da
yer vermiştir.[54]
73. inkarcılar da birbirlerinin yardımcılarıdır.
Eğer siz onu (Allah'ın emirlerini) yerine getirmezseniz, yeryüzünde bir fitne
ve büyük bir fesat olur.
1.
"İnkarcılar da
birbirlerinin yardımçılandır/' inkâr psikolojisinin altında ezilenler,
birbirlerinin müttefiki
durumundadırlar. İmansızlık onların arasında ortak bir payda oluşturmaktadır.
Bu âyetteki evliya kelimesini "yardımcı, müttefik" anlamına almak
daha doğru olur.
Öyle anlaşılıyor ki 72. âyet ile 73. âyet farklı
inançlann, sosyal yapıya nasıl bir darbe vurduğunu anlatmaktadır. înanç
duygusu kalpte kalmıyor, davranışlara, sosyal ilişkilere yön veriyor;
dostluklar, müttefikler kurduruyor, kimi zaman savaştırıyor, kimi zaman
düşmanlıklar ilân ediyor, kini körükleyip kan akıtıyor.
2.
"Eğer bunu yapmazsanız,
yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur" ifadesinde yer alan hû
zamiri nere gidiyor? Âlimler bu konuda farklı görüş beyan etmişlerdir.
a)
İbn Zeyd'e göre,
müslümanların karşılıklı yardımlaşmaları, destek vermeleri, dayanışmaları ve
el birliği içinde bulunmaları anlamına gelmektedir[55].
b)
Müslümanların kendilerini az
ve zayıf görüp kâfirlerin arasına karışıp erimeleri anlamına gelmektedir[56].
c)
Buradaki zamir, antlaşmaya
saygı ve onu bozmamaya gitmektedir[57].
d)
Bazı müminlerin müslümanları
terkedip, kâfirleri dost edinmeleri anlamına gelmektedir[58].
Biz bunların ortak noktasının alınmasını uygun
buluyoruz. 72 v 73, âyetin ortak kavramları iman, inkâr ve veliliktir. Allah bu
kavramlaı kullanarak şu ilkeyi getirmektedir. İnananlar birbirinin dostu,
kâfirler de birbirinin müttefikidir. Bu kanunun gerekleri yerine
getirilmelidir.
Yardım, antlaşmanın önüne geçmemelidir, Hicret
etmeyenler yardım edilecek diye antlaşma bozulmamalıdır. Allah'ın kanunları,
ilkeleri yerine getirilmezse ne olur?
Ayetin devamında bu sorunun cevabı verilmektedir,
"Bir fitne ve büyük bir fesat olur.11 Fitne "azgınlık,
sapıklık, ayrılık, minnet, delilik" anlamlarına
gelmektedir. Bu kelimenin geni i açıklaması Bakara sûresinin 191.
âyetinde yapıldı. "Bozuşmak, çüri -mek"
anlamına gelen fesâd kavramı, toplumun yapısını ilgilendirmekte din 72 ve 73.
âyetlerde verilen emirler yerine getirilmezse, toplum çırümeye başlar. Kâfir
kâfirin müttefiki olunca insanlar arasında tevh I inancına sahip olanlar bir
araya gelip ittifak kurmalıdırlar.[59]
74. İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad
edenler, (muhacirleri) barındırıp onlara yardım edenler var ya, işte gerçek
müminler onlardır. Onlar için af ve bol rızık vardır.
Bu âyet sanki 72. âyetin tekrarı olduğu fikrini
uyandırmaktadır. Aynı kelimelerle örülü olması buna sebep olmaktadır. Ama
âyetlerin devamına bakınca bunun böyle olmadığı anlaşılmaktadır.
1.Ayetin birinci bölümü
muhacirlerin özelliklerini açıklamaktadır:
a) İman etmiş olmak, b) hicret etmiş olmak, c) Allah
yolunda cihad etmiş olmak.
2.
Âyetin ikinci bölümünde ise
ensarın öne çıkan özellikleri sıralanmaktadır: a) muhacirleri barındırmak, b)
onlara yardım etmek. Bu beş özelliğe bakıldığında sadece 72. âyetteki cihadın
mal ve canlarla yapıl
dığı farkı görülmektedir. Oysa âyetlerin her ikisinin devamı da birbirinden
farklı mesajlar içermekte; 72. âyet bu müminlerin dost olduklarını, iman edip
hicret etmeyenlerin durumlarını ve dinde yardım istemeleri
halinde onlara takınılacak tavrı ifade etmekteyken 74. âyet başka bir konuya
işaret etmek üzere şöyle devam
etmektedir:
3.
"İşte gerçek müminler
onlardın Onlar için af ve bol rızık vardır " Ayetin bu kısmı yukarıda anılan eylemleri
yapanları hem nitelenmekte hem
de ödüllerini belirlemektedir.
a) Enfâl sûresinin 74.
âyetinin bu kısmını, Enfâl sûresinin 4. âyetine bağlı olarak açıklamak
gerekir. Enfâl sûresinin 4. âyetinde "gerçek müminler" şöyle
anlatılmaktadır; Allah anıldığında kalpleri titrer, Allah'ın âyetleri
okunduğunda imanları artar, Rablerine güvenirler, namazlarını devamlı
kılarlar, Allah'ın kendilerine verdiği nzıktan infak ederler.
Enfâl sûresinin 74. âyetine farklı bir açıdan
bakarak "gerçek mü-min"in özelliklerine ulaşılmaktadır. Enfâl
sûresinin gerek 4, gerekse 74. âyetleri imanın hayata geçirilişini gündeme
getirerek, gerçek imanm ancak eylemlerle ortaya konabileceğine dikkat
çekmektedir. Bu insanlar çocuklarını, mallarını ve doğdukları çevreyi terkedip
hicret etmezlerdi. Onlar hicret etmekle, mal ve canlarıyla Allah uğruna cihad
etmekle, mu-
hacirleri barındırmakla ve onlara yardım etmekle
dünyaya fazla önem vermeyip âhireti tercih ettiklerini ispat etmiş oldular.
b) "Onlar için bir af
vardır." Âyetin bu kısmına bakılırsa zamir çoğul olarak gelmiştir. Bunun
anlamı yukarıda söz konusu edilen amelleri yapanlar için Allah bir genel af
ilân etmektedir. Buradaki af kavramı, onların günah işleme ihtimalinin olduğuna
işaret etmektedir. Bu kadar güzel ve faydalı eylemleri yapan insanların geçmişte
işlemiş oldukları günahları olabilir, işte bu günahlara af çıkmaktadır.
Buradan hareketle şu genellemeye varabiliriz: Allah
bazı günahları hemen cezalandırmamaktadır. Onları işleyenler zamanla öyle güzel
eylemler gerçekleştirirler ki, ödül olarak Allah onları affeder.
Günah işleyen insanlar zamanla çok faydalı işler
üretebilecek şekilde değişim meydana getirebilirler, onun için bazı suçların
cezasını erteleme ilkesini Kur'an genel hukuka hediye etmektedir. Ertelenen cezaların
sahipleri zamanla ürettikleri faydalı işlerle affedilmeye hak kazanırlar.
c) "Onlar için bol rızık
vardır/' Ayetin bu kısmındaki el-kerîm kelimesi ?/ kerume kalıbında "bir
şeyin şerefli ve kıymetli olması" anlamına gelmektedir. Cömert olmak
bulutla kullanılınca "çok yağmurlu olmak, iyi ve ahlâklı olmak; yerin
bereketli mahsul vermesi" anlamlarına gelmektedir. Ayette söz konusu
kelime rızık kelimesi ile kullanıldığında ve rızkın sıfatı olduğunda, "bol
rızık"; "kutlu rızık" anlamını ifade etmektedir.
Af ile bol rızık ödülleri, hem dünyada hem de
âhirette verilecektir. Çünkü bu dünyada insan affedilmese, iyiye gidişine engel
olacaktır. "Bol rızık" hem dünyayı hem de öteki dünyayı
ilgilendirmektedir. Malı ile hem Allah yolunda harcama yaparak ordu donatıyor;
hem de muhacir olanlara yardımda bulunuyor. Bu insanlara sayılması,
hesaplanması mümkün olmayan rızık verilecektir. Buradaki kerim sıfatı
"sonsuz" anlamına da alınabilir.
Enfâl sûresinin 74. âyetinden anlıyoruz ki, âyette
belirtilen eylemleri gerçekleştirenler hem sıfat kazanıyor, hem de
ödüllendiriliyor. Boylece Allah, hangi eylemlere hangi sıfat ve ödülün denk
düştüğünün öğretimini yapmaktadır. Diğer taraftan hiçbir iyi eylemin yerde
kalmayacağına, mutlaka değerlendirilip ödüllendirileceğine de dikkat
çekilmektedir.[60]
75. Sonradan iman eden ve hicret edip de sizinle
beraber cihad edenler de sizdendir. Allah'ın kitabına göre, yakın akrabalar
birbirlerine daha uygundur. Şüphesiz ki Allah her şeyi iyi bilendir.
Allah Enfâl sûresinin son âyetinde, hicret ve cihad kavramını evrensel boyuta taşıyan ilkesini koymaktadır: .
1.
"Sonradan ı-man eden ve
hicret edip de sizinle beraber cihad edenler de sizdendir." Kısmında yer
alan min bad ifadesi ile kimlerin ve hangi zamanın kastedildiği konusunda âlimler
ihtilâf etmişlerdir.
a)
İbn Abbas, bunların, ilk
muhacirlerden sonra hicret edenler olduğunu ifade etmektedir. Zemahşerî ve
Nesefî de aynı yorumu benimsemektedir. Râzî de bunların fikrinin doğru
olduğunu söylemektedir.
b)
Hâzin, "bunlar,
Bedir'den sonra hicret edenlerdir" görüşünü öne sürmektedir. Bedir'den
öncekine birinci hicret, ondan sonrakine de ikinci hicret demektedir.
c)
Hasan-ı Basrî de, hicretin
hiçbir zaman sona ermediğini, gelecek çağlarda da aynı şartlar ortaya
çıktığında da hicret edenlerin olacağını belirtmektedir. Reşîd Rızâ da,
vellezine âmenû ile başlaya! cümlenin tamamının geleceğe ait olduğunu
söyleyerek Hasan-ı Basrî'ni görüşüne paralel fikir beyan etmektedir.[61]
d)
Bey'atürrıdvân'dan sonra
iman edip hicret edenlerin kastedilğini söyleyenlerin görüşünü Kurtubî
nakletmektedir.
Biz bunlardan ilk hicretten sonra kıyamete kadar
olan çağla gerçekleşecek bütün hicretler bu kavramın kapsamına girdiğini söyle
rek, İbn Abbas, Hasan-ı Basrî ve Reşîd Rızâ'mn görüşlerini benims* ğimizi ifade
edebiliriz. Âyet bütün zamanları ifade etmektedir.
Bu âyetin tefsirinde bazı âlimler şu hadisi
nakletmektedirler: ' tihten sonra hicret yoktur"[62].
Bu anlamı gelecek yüzyıllarda yapılacak hicretlerin hicret olmayacağı ğildir.
Yani, Mekke'nin fethinden sonra müslümanlar güçlendi, Mekke'den göç etmek
anlamında hicret etmeye lüzum yoktur.
Gelecek çağlarda zulümden dolayı, inanç ve ibadet
özgürlüği runa hicretlerin olmayacağını kim söyleyebilir? Çeşitli sebeplerle h
eden insanlar nitelik ve ödüllendirilme bakımından ilk hicreti yapa dahil
olmaktadırlar.
"Bunları kasından gelenler şöyle derler:
Rabbimiz! Bizi ve bizden önce geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla!" (Haşr
59/10). Burada Hz. gamber'den sonra gelen bütün müslümanlar kastedilmektedir.
Onlar da sizlerdendir" ifadesinden ilk hicret
eden daha sonra hicret edenlerden üstün olduğunu anlayanlar da vardır. göre
kıyamete kadar gerçekleşecek hicretlerin şartlarını, hicret eden n niyetleri, dereceleri belirleyecektir. Yanlarında
Hz. Peygamber'in :aı lunduğu müminlerin
hicretiyle yanlarında Hz. Peygamber'in olma iğ ama aynı şartlara denk şartlar
altında hicret edenler arasında neden olsun? Mutlaka üstünlük aranacaksa
aslında ikinciler daha üstün olmazlar mı?
2.
"Allah'ın kitabına göre
yakın akrabalar birbirlerine daha uygundur. Şüphesiz ki Allah her şeyi
bilendir." Bazı müfessirlerin dediği gibi, "Mekke'den Medine'ye
hicret eden muhacirlere yardım etme konusunda, ensarın onlara mallarından miras
bırakmalarını bu âyet kaldırmaktadır" görüşü buraya uygun düşmemektedir.
"Yakın akrabalar3' mânası verilen ülü'l-erhâm
ifadesi-ni, biyolojik bağlarla değil de iman bağı ile kardeş olanlara kadar
genişletmek gerekir. Yani bize göre buradaki yakınlık, "Onlar artık dinde
kardeşlerinizdir" (Tevbe 9/11), "Müminler ancak kardeştir'3 (Hucurât
49/10) âyetlerinin tanımladığı manevî, sosyal ve kültürel bütünleşmeyi ifade
etmektedir. Âyeti miras hukuku açısından ele almak yerine, biraz önce
verdiğimiz imanın meydana getirdiği yakınlık açısından incelemek gerekir.
Râhm kelimesinin çoğulu olan el-erhâm kelimesine
biyolojik anlamda değil de, birbirine karşı merhametli, nazik ve kardeşçe davranmayı
temin eden iman anlamını vermek gerekir. Aynı rahimden doğanlar biyolojik
kardeş oluyorlar, aynı imana sahip olanlar da kardeş oluyorlar. Âyetten
ikincisini anlamak daha doğrudur.
Bu âyetin ve Enfâl sûresinin sonu şöyle bitmektedir:
"Allah her şeyi bilendir." Bedir Savaşı ile ilgili her açıklamayı yapan,
o savaştan çıkan bütün hükümleri bildiren, ve onun gelecekle ilgili
uygulanabilir yönlerini gösteren Allah, alîm sıfatını gündeme getirip bilmenin
önemini vurgulamıştır.
Enfâl sûresinde yazılı olan her açıklamanın, her
hükmün altında olan Allah'ın imzası olduğuna işaret vardır. O âyetlerin
tamamını Allah göndermiştir; Peygamberdin veya herhangi bir varlığın dahli söz
konusu değildir. Onun için Enfâl sûresi bir fermandır; bu ferman her şeyi bilen
Allah tarafından gönderilmiştir.[63]
1.
Enfâl suresinde özelde Bedir
Savaşı ile ilgili ilkeler ele alınmış, genelde ise birtakım evrensel kurallara
yer verilmiştir. Biz buna özelden genele giden metot demekteyiz. Özelden
evrensele giderken, yaşanan
günden kıyamete kadar eskimeyecek kanunlar konmuştur. İnsanlık bir Bedir Savaşı
daha yaşamayacaktır, ama Bedir Savaşı'na benzer iman ve ibadet özgürlüğü uğruna
nice savaşlar yapılacaktır. Yer. ve zamanı çok
farklı olsa bile, şartları ve amaçları itibariyle benzer kurallar işleyecek,
sebepler-sonuçlar bir süreç olarak hayatta yerini alacaktır. Enfâl sûresinde
özelden genele giderken, söz konusu metotla bu surede Yüce Allah,
mahallî olandan evrensele ışık tutarken müminlere gelecekte de benzer
savaşların olacağını ve o zaman nasıl davranılacağını öğretmekmektedir.
2.
Bu sûre, insan ilişkilerini
sağlam tutabilmek için insan davranışlarının oturduğu psikolojik temeli
öğretmekte, dolayısıyla Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olmak; Allah'a,
peygambere itaat etme!:;
barıştan yana tavır koymak; iman etmek; Allah'a dayanmak; doğrucu dinlemek;
inananların kardeş olduğu düşüncesini ilâhî emirden çıkarmak; müminlerin
gerçekten dost olduğuna inanmak gibi bir dizi erdemin
insan ilişkilerinin temeline konulması gerektiğini ön görmektedir (âyet:1, 2,
20, 22, 49, 41,45, 46, 63, 72).
3.
Bedir Savaşı sonrasında
gerçek müminleri ortaya çıkartmak! adır. Sözle değil de, gerçek hayat şartları
altında bunun ispatı yapılmakdır. Onun içindir ki Enfâl sûresinin 4 ve 74.
âyetlerinde "gerçek mümh-
ler" ifadesine yer verilmektedir. Allah'ın adı anıldığında kalbi
titreyeıler, Allah'ın âyetleri anıldığında imanı artanlar, Allah'a güvenenler,
namazlarını kılanlar, Allah'ın kendisine verdiğinden başkalarına karşılıksız
verenler, iman edip hicret edenler, malı ve canı ile Allah yolunda savaşanlar,
muhacirleri koruyanlar ve onlara yardım edenler gerçek mümin olarak
nitelenmektedir. Demek ki bir mümin vardır, bir de gerçek mü
min vardır. Bu gerçek mümin Kur'an'da başka kavramlarla da ifade edilmiştir.
Örnek olarak muttaki, muhsin, muhlis
kavramlarını sayabiliriz. Türkçe ifade edecek olursak "kâmil insan"
diyebiliriz.
4.
Bu sûre, özel anlamda Bedir
Savaşi'nın amaçlarını, ama genel anlamda müminlerin gelecekte hangi amaçların
uğruna savaş yapacaklarını belirlemektedir, inanç ve ibadet özgürlüğü uğruna
savaşılacaktır.
Hicret etmelerine rağmen, Mekke müşrikleri psikolojik olarak hâlâ müminleri
korkutuyorlardı. İman ve ibadet özgürlüklerinin uğruna ülkelerini
terketmelerine rağmen, yine korku ve endişe müminleri takip ediyor
du. Bedir Savaşı bu korkuyu ortadan kaldırmak için yapılmıştır.
Diğer taraftan Bedir Savaşı'nin; "hakkı
gerçekleştirmek", "bâtılı ortadan kaldırmak", "Allah ve
Resulü'ne karşı gelenleri cezalandırmak", "murdar ile temizi
ayırmak", "müslümanların güçlenip barışa taraf olabileceklerini
göstermek" ve "gerçek müminlerle, diğerlerini ortaya çıkartmak"
gibi başka amaçları da vardır (âyet: 5-8, 30, 47, 61).
5. Allah Kur'an'in genelinde,
müminlere yardım edeceğini belirtmektedir. Bu kanunu, Bedir Savaşı'nda hayata
geçirmiş, çeşitli şekillerde onlara yardım etmiştir. Önce bin, sonra üç bin,
daha sonra da sekiz
bin melek göndererek onlara yardım etti (âyet: 9-12, 26, 30, 42-44, 59,62).
6.
"Halbuki sen onların
içindeyken Allah onlara azap edecek değildir, ve onlar mağfiret dilerken de
Allah onlara azap edici değildir"(âyet: 33). Bu âyetiyle Allah Hz.
Peygamber'in aralarında ve gönüllerinde bulunduğu ve hatasını anlayıp özür
dileyenlere tabiat olayları ile ceza s ermeyeceğini kanuna bağlamıştır
7.
Allah olumsuz mânada bir
toplumun değiştirmesinin sebebini 53. âyette tesbit etmiştir. Bir milletin
halkı, kendi şahsiyetlerini, kendilende bulanan ahlâkî güzelliklerini
değiştirmedikçe onları değiştirmeye
ceğini buyurmaktadır. Değişimin insanın beyninden, gönlünden ve nefsinden
başladığını belirterek, manevî yapıdan sosyal yapıya gidildiğini tıklamaktadır.
8. Münakaşanın, tartışmanın toplumun sosyal gücünü ortadan kalacâğına dikkat çeken Allah, bunun itaat ve sabırla önleneceğine etmektedir. Bunun için de insanlara gösteriş yapmak ve Allah yo- lundan alıkoymak için çıkan kâfirleri örnek göstermektedir (âyet: 46-47).
9.
"insanlar kendi
elleriyle yaptıklarından dolayı azap görürler" ilkesi konduktan sonra,
Firavun ailesi örnek verilmektedir. Onların yakalanıp helak edilmesinin sebebi
olarak, işledikler günahlar ve Allah'ın
âyetlerini yalanlamaları gösterilmektedir (âyet: 51-52-54). Mal ve evlât
sevgisini tutku haline getirmenin yanlışlığı öğretilmektedir. Böylece neyi ne
kadar seveceğimizin eğitimi yapılmaktadn
10. Mal ve çocukların dünya
hayatının imtihanı için sorular olduğunun bilinmesi istenmektedir. Bu bağlamda
sahabenin mal ve çocuklarını birakıp peygamberle hicret etmeleri, imtihanı
kazandıklarının bir delildi
(âyet: 28).
11.
Peygamberin vermiş olduğu
emirler Allah'tan geliyorsa tartıma yapmadan kabul edip yerine getirilmelidir
(âyet: 6, 13).
12.
Müslümanların düzenli bir
ordu kurmaları ve modern sav; teknolojisi üreterek silâh yapmaları emredilirken
bunun asıl sebebin caydırıcılık olduğu ilkesi konulmaktadır. Çünkü düşmanın
saldırganlı ancak bu yolla önlenebilir (âyet: 60).
13. İnanan sabırlı
müslümanların şartlara göre bire on veya bire i düşmanın üstesinden
gelebileceği
buyurulmakta, insanların gücüne gösorumluluk
yüklemenin esas olduğuna dikkat çekilmektedir (âyet: 666).
14.
Sûresinin tamamı göz önünde
bulundurulduğunda, Bedir Savşı'nm eğitim amaçlı bir savaş olduğu ortaya
çıkmaktadır. Öncelikle savaş hukukunun ne olması gerektiği öğretilmekte,
savaşın sonunda brışı tesis etmenin
önemi vurgulanmaktadır.
Bedir Savaşı ganimet elde etmek için yapılmış bir
savaş değild Savaşlar doğru zamanda ve zeminde yapılırsa bir şeyin sonu ve yeni
1t şeyin başlangıcı olmaktadır. Zulme son vermek, fitne ve fesadı ortad.
kaldırmak, kötülüğün geometrik olarak yayılmasını önlemek, iyiye net' -aldırmak
ve yayılmasını temin etmek, insan aklının önünü açmak, özgülüklere hak tanımak,
insan haklarını hayata geçirmek için yapılan savaş bir şeyin sonu, bir şeyin de
başlangıcı olmaktadır.[64]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/463-464.
[2] Yazır, age, IV,200.
[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/465-468.
[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/468-475.
[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/475-483.
[6] Müslim, "Cihâd",
58.
[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/483-492.
[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/492-494.
[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/494-495.
[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/495-497.
[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/497-501.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/501-505.
[13] Tirmizî, "Fiten",
8; Ebû Dâvûd, "Melâhim", 17; İbn Mâce, "Fiten", 20.
[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/505-516.
[15] Ebû Dâvûd, "Vitr",
32; Nesâî, "İsti'âze", 19.
[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/516-522.
[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/522-525.
[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/525-528.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/529-530.
[20] Buhârî, "Tefsîr",
8; "Sûre", 3.
[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/530-532.
[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/532-534.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/534-544.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/13-16.
[25] Müslim. "Cihâd",
47: Ebû Dâvud, "Harac", 29.
[26] Ebû Dâvûd,
"Haraç", 21.
[27] Yazır, a.g.e., IV, 233.
[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/16-22.
[29] Yazır, a.g.e., IV, 234.
[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/22-28.
[31] Zemahşerî, a.g,e., II, s.
167.
[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/28-36.
[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/37-45.
[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/46-49.
[35] Ebû Dâvûd, "Cihâd",
152; Tirmizî, "Siyer", 27.
[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/50-57.
[37] Müslim, "îmâre",
167; Buhârî, "Cihâd", 48; Ebû Dâvud "Cihâd", 45; Dârimî,
"Cihâd", 20; îbn Mâce, "Cihâd", 14.
[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/57-61.
[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/61-65.
[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/65-69.
[41] Râzî, a.g.e. XI, 365-366.
[42] Râzî, a.g.e. XI, 366.
[43] Buhârî, "Tefsir",
8; Ebû Dâvûd, "Cihâd", 96.
[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/69-76.
[45] Tirmizî, "Tefsir",
8, Sûre 8; Müsned, 1, 383-384.
[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/77-82.
[47] bk. Râzî, a.g.e., XI,
378-"9: Kurtubî, a.g.e., VIII, 103-104.
[48] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/82-87.
[49] Râzî.
[50] Kurtubî.
[51] İbn Abbas, Gazı, Hâzin,
Nesefî, Zemahşerî.
[52] Muhammed Esed.
[53] Elmalılı Hamdi Yazır.
[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/87-92.
[55] Kurtubî, Zemahşerî.
[56] Râzî.
[57] Kurtubî.
[58] İbn İshak'tan Kurtubî
[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/93-94.
[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/94-97.
[61] Reşid Rıza, Menâr,X,34.
[62] Buhârî, "Sayd",
10; "Cihâd", 1, 27, Müslim, "İmâre", 85; Tirmizî,
"Siyer", 33; Nesâî, "Bey'at", 15
[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/97-99.
[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/100-103.