ENFAL SÛRESİ 2

Kur’andaki Sırası:8. 2

Nüzul Sayısı:93. 2

Ayet Sayısı:75. 2

İndiği Dönem:Medine. 2

Sûrenin Tanıtımı 2

Bedir Savaşı'na İlişkin Görüntüler. 5

Rasul'e İtaat Allah'a İtaattir. 8

Emanet Bilinci 10

İnkar Edenlerin Tuzakları Ve Ölçüsüz İddiaları 11

Ganimetlerin Paylaşımındaki Geleneksel Yanlışlar Ve "Yakınhk"In Adanmışhk Bilinciyle Bağlantısı 14

Direnişin Ve Allah'a Dayanmanın Gücü. 17

Değişimin Yasası Ve İçerdiği Sosyal Öğretiler. 18

Anlaşmaya Sadakat Ve İhanete Karşı Tavır. 19

Mücadeleye Hazırlıklı Olmak. 20

Barışın Niteliği 20

"Ey Peygamber! Allah Ve Sana Tabi Olan Mü'minler Sana Yeter...". 22

Esirlere Yapılacak Muamelenin Niteliği 22

Esirlerden Beklenen Tavır. 24

Mü'minlerin Velayeti Ve Kafirlerle Yapılan Antlaşmalara Sadakat 25


ENFAL SÛRESİ

 

Kur’andaki Sırası:8

Nüzul Sayısı:93

Ayet Sayısı:75

İndiği Dönem:Medine

 

Sûrenin Tanıtımı

 

Bu sûrede tavsiye ve tenkil yoluyla Bedir Savaşı'na, o dönemin koşullarına ve Bedr'in gerek müslümanlar gerekse kâfirler üzerindeki tesirlerine değinilmiş, Nebi fsl'nin otoritesi ve ona itaatin gerekliliği önemle vurgulanmıştır. Islamî vahdet ve bu vahdette şahsî ya da ailevî hiç bir şey öne sürülmeden kamu maslahatı için samimiyet öngörülmüştür.

Yine sûrede muhalifler, kâfirler, ahdi bozanlar ve hainler yerilmiş, onlara karşı savaş­mak, savaşta sebat gösterip Allah'ın dinini hakim ve özgür kılmak için mü'minler, hazırlıklı olmaya teşvik edilmiştir. Ayrıca, bu hazırlığın İslam'a tekrar tekrar yapılan davet ile birlikte barışa yönelik tavırlara barışla karşılık verilmesi şeklinde gerçekleşmesi vurgulanmıştır. Savaşta elde edilen ganimetlerin beşte biri hükme bağlanarak bunun kamu yararına ve ihtiyaç sahiplerine tahsis edilmesi öngörülmüştür.

Sûredeki bölümler birbiriyle uyum İçerisinde olduğundan bu sürenin bir defada nazil olduğunu veya Bedir Savaşı'ndan sonra sözkonusu bölümlerin birbirinin peşi sıra indiğini söyleyebiliriz.

30-36. ayetlerin Mekke'de nazil olduğu nakledilmiştir. Ancak biz bu rivayetin doğrulu­ğunda şüpheliyiz. Çünkü ayetler gerek mevzu gerekse üslûp olarak birbiriyle uyum içinde­dir. Kaldı ki bu rivayeti diğer müfesssirler de şüpheli bulmuşlardır.

Bazı raviler, bu sürenin. Medeni sûrelerin ikincisi, bazıları üçüncüsü, diğer bazıları ise dördüncüsü olduğunu söylemişlerdir[1]. Ancak herhâlükörda sürenin nüzulü. Bedir Sava­şı'ndan hemen sonraya rastlamaktadır. Sûredeki ayetler de bunu açıkça ortaya koymak­tadır. Nitekim, Bedir Savaşı, Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden bir yıl, ya da bir kaç ay-sayısında ihtilaf var- sonra meydana gelmiştir.

Bakara sûresinin 217 ve 218. ayetleri daha önce değindiğimiz gibi Abdullah bin Cahş'ın seriyyesi hakkında inmiştir. Bu seriyye ise, Bedir'den önce Hz. Peygamberin gönderdiği son seriyyedir. Dolayısıyla Enfal Sûresi, her ne kadar kesin değilse de Medenî sûrelerin ikincisi durumundadır. Kesin olmayışı, Âl-i İmrân sûresinin 12-13. ayetlerinden kaynaklanı­yor: "İnkar edenlere söyle: "Yenileceksiniz ve cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir döşektir!"Karşılaşan şu İki toplulukta sizin için bir ibret vardır...'Ravilerin hemen hepsi bu ayetlerin yahudi Kaynuka oğulları hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Nitekim, Enfal sûresinde sözkonusu yahudiler ve onların muhasara edilip sürgün edilmesi hakkında indi­ği, ravilerin icmaıyla nakledilen ayetler bulunmaktadır. Bu nedenle Enfal sûresinin Medenî sûrelerin ikincisi olup olmadığı kesin değildir. [2]

 

Rahman ve Rahim Allah'ın Adıyla

1- Sana savaş ganimetlerinden[3] sorarlar; de ki: "Ganimet­ler, Allah'ın ve Rasulünündür. Siz (gerçekten) İnanan in­sanlar iseniz, Allah'tan korkun, aranızı[4] düzeltin, Allah'a ve Rasulü'ne itaat edin!"

2- Mü'mİnler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürek­leri ürperir, onun ayetleri kendilerine okunduğu zaman imanlarını artırır ve Rab'lerine tevekkül ederler.

3-  Namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.

4-  İşte gerçek mü'mİnler onlardır. Onlara Rab'lerinin ka­tında dereceler, bağışlanma ve tükenmez rızık var.

 

Ayetlerde şu hususlar yer almaktadır;

 

I- Müslümanların, savaş ganimetleri konusunda, Nebi (s)'ye yönelttikleri soru anla­tılıyor.

II- Bu soruya cevap olarak ganimetlerin Allah ve Rasulü'ne ait olduğu bildiriliyor.

III- Cevabın hemen ardından, soru soranlara yönelerek, eğer gerçek mü'min iseler Allah'tan sakınmaları, nefislerini düzeltmeleri ve Allah'a, Rasulü'ne itaat etmeleri em­rediliyor.

IV-  Daha sonra gerçek mü'minlerin karakteri çiziliyor: Onlar öyle kimselerdir ki, Allah'ın ismi anıldığında, Allah korkusu ve heybetini hissederler. Allah'ın ayetleri okunduğunda ise imanları artar ve Allah'a tevekkül ederler. İşleri O'na havale eder, na­mazı O'nun için kılarlar. Kendilerine rızık olarak verilen maldan, iyilik ve hayır yolda infakta bulunurlar. İşte bunlar gerçek mü'minlerdir. Allah indinde yüksek derecelerin sahipleri de bunlardır. İşte, Allah'ın bağışlaması ve lütfü bunlaradır.

Yukarıdaki ayetlerin nüzul sebebi hakkında çeşitli rivayetler zikredilmiş[5], bu riva­yetlerden bazıları mâna itibariyle aynı, lafzen farklı; bazıları ise hem manen hem lafzen farklı gelmiştir.

İmam Ahmed'in Ubade bin Samit'ten tahric ettiği hadiste şunlar yer alıyor: "Rasu-mllah ile birlikte sefere çıktık. Bedir Savaşı'na tanık oldum. Taraflar karşı karşıya geldi ve Allah, düşmanı hezimete uğrattı. Bir kısım, onlann peşinde giderek onları öldürüyor bir kısım ise ordugâhlarına gidip ganimetleri topluyordu. Rasulullah'ın etrafındakiler ganimet toplayanlara: "Sizler bizden daha fazla ganimet üzerinde hak sahibi olamazsı­nız. Biz, düşmanın hücum edebileceği korkusuyla Rasulullah'ın yanından ayrılmadık ve sadece bununla meşgul olduk" dediler. Bunun üzerine "Sana savaş ganimetlerinden soturlar" ayeti nazil oldu ve Rasulullah toplanan ganimetleri müslümanlar arasında bö­lüştürdü[6].

İbn Hİbban yine Ubade bin Samit'den şu rivayeti nakleder: "Ganimetler üzerinde anlaşamayıp huysuzluk ettiğimizde Allah, biz Bedir savaşçıları hakkında bu ayeti indir­di. Ganimetleri elimizden alıp Rasulullah'a verdi. Rasulullah da bunları müslümanlara eşit şekilde dağıttı"[7].

Yine İmam Ahmed'in Sa'd bin Ebi Vakkas'tan naklettiği bir rivayette şunlar yer alı­yor: "Sa'd bin Ebi Vakkas'ın kardeşi Bedir'de öldürülmüş daha sonra Said bin As da katili öldürmüş ve kılıcını almıştı. Bunun üzerine Rasulullah kılıcı ganimetlere bırakma­sını emretti. Döndü ve gerek kardeşinin öldürülmesi gerekse öldürdüğü kişiden aldığı teçhizatın kendisine verilmemesi onu oldukça üzmüştü. Derken, Enfal Sûresi'nin ilk ayetleri nazil oldu. Bunun üzerine Allah Rasulü ona git ve teçhizatı geri al dedi"[8]. Bu konuya değinen Müfessir Tabresi'ye göre, Muhacirler, ganimetin beşe bölünmesine iti­raz etmiş, tümünün bölüştürülmesini istemişler ve bunun üzerine ayetler nazil olmuştur. Ancak, bu görüşüne herhangi bir delil zikretmeyen Tabresi, naklettiği haberde münferit kalmıştır. Fakat biz, sûrede anlaşmazlık konusu olan ganimetlerle ilgili hükümler ışığın­da bu haberin önemli ve doğru olacağı kanaatindeyiz. Çünkü, ganimetlerin sadece beşte birinin bölüşümünden doğan anlaşmazlık ayetlerin iniş sebebidir. Nitekim, bu sûrenin 41. ayetinde şöyle buyuruluyor: "Eğer Allah'a ve (hak ile batılın) ayrılma gününde, o i-ki topluluğun karşılaştığı (Bedir) gün(ün)de kulumuz (Muhammed)e indirdiğimiz (ayet-ler)e inanmışsanız bilin ki, aldığınız ganimetlerin beşte biri, Allah'a, Rasulü'ne ve (Al­lah'ın Elçisi ile) akrabalığı bulunan(lar)a, yetimlere, yoksullara ve yolcu(lar)a aittir. Al­lah her şeye kadirdir."

Şu da var ki, bu haberin doğruluğu, diğer rivayetlerin içeriğine ters düşmemektedir. Her halükârda bu ayetler, Bedir Savaşı'na katılan müslümanlarm, savaş ganimetlerinin bölüşümünde anlaşamamaları üzerine nazil olmuştur. Ganimetler Allah'ın ve Rasulünündür. Rasul, bu ganimetleri Allah'ın direktifi doğrultusunda dağıtır. Allah'a ve Rasulü'ne itaat ise, gerçek iman sahiplerinin boyun borcudur. Buna ilave olarak mü'minler, Allah'tan korkmalı, O'ndan sakınmalı, derun" duygularını temizleyerek her türlü aykırı davranışlardan kaçınmalı, Allah'ın ve Rasulü'nün emirlerine tabi olup ne-hiylerinden kaçınmalıdırlar.

Bedir Savaşı'ndaki ganimetlerle ilgili mü'mirilere hitabeden bu ayetler, akıl-kalp de­rinliklerine nüfuz eden güçlü ve üstün bir üsluba sahiptir. Bu ayetlerin, biraz önce zik­rettiğimiz 41. ayeti kerime ile neshedilip edilmediği konusunda müfessirlerden ve onlar­dan iktibas yapanlardan farklı içtihatlar sadır olmuştur[9]. Nitekim bir kısım müfessirler bu ayetlerin 41. ayetle neshedildiğini söylerken, diğer bir kısım müfessirler ise ayetlerin neshcdilmediğini, zira ayetlerin muhkem olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu görüş bizce daha tutarlıdır. Çünkü, bu ayetlerde hak olarak ifade edilen; ganimetlerin Allah ve Rasulüne ait oluşu bir hükümdür ve nesh ile iptal edilemez. Rasulullah'a ise, bu hükmü icra ederek Allah'ın gösterdiği şekilde ganimetleri dağıtmak düşüyor.

Taberi, Hazin ve Beğavi gibi müfessirler ayette geçen "Onlara dereceler vardır" ifadesini şöyle tefsir etmişlerdir: Buradaki derecelerden maksat cennetteki derecelerdir. Bu derecelere cennet ehli ulaşmaya çalışır. Her bir derece arasındaki mesafe, gök ile yer arasındaki mesafe kadardır. Bir başka deyişle idmanlı bir küheylantn yetmiş yıl koşarak varacağı mesafe kadardır! Bize göre, bu ifade, Allah katında mü'minlerin üstün ma­kamlarını teşvik ve övgü ile beyan etmek maksadına dayanır. İbn Kesir ve Taberi de bu görüşü benimsemişlerdir.

"İmanlarını artırır". Bu ifade, imanın artması[10] ve azalması şeklinde başlı başına Kelam ilminin bir konusudur. Bizce İmanın haddi zatında sıfat yönüyle artması veya eksilmesi doğru değildir. Çünkü imanın artışı, demek önceki noksanlığa binaen fazla­laşmayı, eksilmesi ise bir geriye dönüş ve şüpheyi ifade eder. Her iki durum da imanın sıfatına aykırıdır, Allah'ın İbrahim (a)'e yönelttiği soru ve İbrahim'in bu soruya verdiği cevabı anlatan Bakara süresindeki: "(Allah) İman etmedin mi? dedi. (İbrahim ise) El­bette (iman ettim), fakat kalbim mutmain olsun (diye soruyorum) dedi" ayetinde olduğu gibi burada, ilahi bir delile (burhana) dayanarak kalbin tatmininden önce, ayni imana dönüşebilecek gaybi bir iman sözkonusudur. Konu itibariyle "imanlarını artırır" cümlesi bu anlamdadır. Genel olarak bu cümle; mü'minîerin, Allah zikredilip, ayetleri okundu­ğunda imanlarmdaki kararlılık ve derinliğin arttığını ifade etmekte, bir ihtilafın vukuu halinde kayıtsız şartsız Allah'a teslim olup işleri, O'na havale etmenin gerekliliğini vur­gulamaktadır.

Bazı müfessirler[11] bir takım hadislerde imanın artıp eksildiğine işaret edildiğini sa­vunmuşlardır. Bu hadislerden bazıları şunlar: "İman, yetmiş ya da altmış küsur şubedir. Bu şubelerin en faziletlisi La ilahe illallah sözü, en düşüğü ise yoldan sıkıntı veren şey­lerin kaldırılmasıdır. Utanma duygusu da imanın şubelerindendir."[12] "Sizden biri kendi­si için istediğini mü'min kardeşi için de istemediği müddetçe iman etmiş olamaz."[13]"İmanın alâmeti, Ensan sevmektir, nifakın alâmeti ise Ensara buğzetmektir."[14]

Yukarıdaki hadislerde imanın arttığını ya da eksildiğini ifade eden işaretler olduğu söylenmiştir. Ancak, bize göre, ne bu hadislerde ne de benzeri hadislerde imanın arttığı veya eksildiğini çağrıştıran hiç bir işaret sözkomısu değildir.

Fakat burada konu ile uygunluğu bakımından Hucurat sûresinin 14-15. ayetleri zik­redilebilir: "Bedeviler: İman ettik dediler. De ki: siz iman etmediniz ve fakat müslüman olduk deyin. İman henüz kalplerinize girmedi. Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederseniz yap­tıklarınızdan hiç bir şey eksilmez. Şüphesiz Allah Gafur ve Rahimdir. Mü'minler o kim­selerdir ki, Allah'a ve Rasulü'ne inanırlar da sonra şüpheye düşmezler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşırlar. İste onlar doğru söyleyenlerin ta kendileridir."

Şüphe yok ki, Allah, bedevilerin şek ve tereddüt içinde olduklarını biliyordu. Şüphe ise, imanla bağdaşmayan bir durumdur. Bu yüzden Allah Rasulü'ne, onların iman etme­diklerini bildirmesini emir buyurdu. Ancak onlar, müslüman olduk diyebilirlerdi. Çünkü onlar itaat ederek boyun eğmiş ve bu itaatleri kabul edilmişti. Sonra Allah, gerçek mü'minleri tanıtarak onların şüpheye düşmediklerini beyan buyuruyor... [15]

 

5-  Nitekim hak uğruna (savaşa gitmek için} Rabb'in seni, evinden çıkardığı zaman[16], mü'mİnlerden bir takımı bun­dan hoşlanmıyorlardı.

6-  Hak ortaya çıkmış İken sanki gözleri göre göre ölüme sürülüyorlarmış gibi seninle tartışıyorlardı.

7- Allah size, iki topluluktan birinin sizin olduğunu va'de-diyordu; siz İse kuvvetsiz olanın'[17] sizin olmasını istiyor­dunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve kâ­firlerin ardını kesmek istiyordu.

8-  Ki suçlular istemese de hakkı gerçekleştirsin, batılı da ortadan kaldırsın

9-  Siz Rabb'inizden yardım istiyordunuz O da: "Ben size birbiri ardınca'[18] bin melek ile yardım edeceğim," diye du­anızı kabul buyurmuştu.

10-  Allah bunu ancak müjde olsun ve kalbiniz bununla yatışsın diye yapmıştı. Yardım yalnız Allah kalındandır. Allah daima üstün, hüküm ve hikmet sahibidir.

11-  O zaman sizi, Allah'tan bir güven olmak üzere hafif bir uyku buruyordu, üzerinize sizi temizlemek, şeytanın pisliğini[19] (içinize attığı kötü düşünceleri) sizden gider­mek, kalblerinizi bağlamak ve ayaklarınızı pekiştirmek için üzerinize gökten bir su indiriyordu.

12-  Rabb'in meleklere vahyediyordu ki: "Ben sizinle bera­berim, siz inananları pekiştirin; ben inkar edenlerin yürek­lerine korku salacağım; vurun boyunlarının üstüne, vurun onların her parmağına!"

13-  Böyledir, çünkü onlar Allah'a ve Elçisine karşı geldi-ler[20]. Kim Allah'a ve Elçisine karşı gelirse muhakkak ki, Allah'ın cezası çetin olur.

14-  "İşte siz şimdi tadın onu; kâfirler için ateş azabı da vardır!"

 

Bu ayetler, Bedir Savaşı'ndaki tablolara ilişkin hatırlatıcı, uyarıcı ve övücü ifadelere yer vermektedir:

I-  Allah Nebi'sine düşmana karşı harekete geçmesini ilham ederek her iki düşman taifesinden güçlü, silahlı ve savaşa hazır olanına karşı zafer elde edeceğini vadediyordu.

II-  Allah'ın gösterdiği yolda kendileri için doğru ve hayırlı şeyler olduğu hafde, müslümanlardan bîr kısmı, ganimetlerde olduğu gibi düşmana karşı harekete geçme hu­susunda da Nebi (s) ile tartışıyor ve sanki ölüme gidiyormuşcasına korkuya kapılıyorlar­dı.

III- O bir kısım müslümanlar, Allah'ın güçlü kavmi mağlup edeceklerine dair verdi­ği vaade rağmen; zayıf kavme karşı savaşmak istiyordu. Halbuki Allah, vaadiyle Hak­kın yücelmesini, Batılın ise zelil olmasını ve cürümkâr kâfirlerin iflahının kesilerek, re­zil edilmelerini murad etmişti.

IV- Müslümanlar güçlü düşmanla karşılaştıklarında Allah'tan yardım istemeye baş­lamış, Allah ta onların bu isteğine icabet ederek kendilerine bin tane melek ile yardım edeceğini vaadetmişti. Allah'ın bu vaadi mü'minlerin kalplerini tatmin etmek ve korku­larını gidermek içindi. İşte Allah'tır mü'minlere yardım eden ve yücelik, kuvvet ve hü­küm O'na mahsustur.

V- Allah, huzur ve sükunete ermeleri için mü'minleri hafif bir uykaya büründürmüş, kalp huzurları artsın, daha fazla sükunet bulsunlar ve şeytanın vesveseleri kesilsin diye üzerlerine yağmur indirmişti. Meleklere de, müslümanlann saflarında olmaları, kalpleri­ni ve ayaklarını sabit kılmaları için kafirlerin yüreklerine korku salarak boyunlannı ve ellerini vurmalarını murad etmişti. Çünkü kâfirler, Allah'a ve Rasulüne karşı gelerek inatlaşmış ve şiddetli azabı haketmişlerdi. İşte içine düştükleri bu durumda tatsınlar o azabı. Daha sonra ise, cehennem azabı bekliyor onları... [21]

 

Bedir Savaşı'na İlişkin Görüntüler

 

İfade ettikleri mânâ ve üsluptan da anlaşılacağı gibi bu ayetler Bedir Savaşı'nda za­fer elde edildikten sonra nazil olmuştur. Ayetler, ganimetlerin bölüşümünde çıkan an­laşmazlık üzerine nazil olan önceki ayetlerin bir devamıdır.

Ayetler, Savaşın nasıl geliştiğini tam olarak anlatmıyor. Çünkü aslolan ve anlatıl­mak istenen savaşın bizzat kendisi değildir. Burada Allah (c), hatırlatma ve serzenişte bulunarak. Hakkı üstün kılıp bâtılı zelil etmek ve kâfirleri şiddetli bir cezaya çarptırıp onların iflahını kesmek istediğini bildirmiştir. Yine ayetlerde ganimetler hususunda tar­tışarak sıkıntı oluşturan müslümanlar ayıplanmıştır. Nebi (s)'sine savaşa çıkması için Allah'ın ilhamda bulunduğu, zafer ve ganimeti de O'nun bahşettiği bildirilmiştir.

Gerek "Kemâ ahreceke" cümlesi ve gerekse "ve izyağrikum" cümlesi, sefere çıkma­nın Rabbani bir ilham olduğunu göstermektedir. İşte burada Nübüvvet sırlarından birine tanık oluyoruz. Allah'ın, Peygamberi ile arasındaki iletişime... Bu ve benzeri durumlar, İslam Peygamberinin yaşantısından kesitler halinde bir bir karşımıza çıkıyor. Kıblenin, Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram'a doğru değiştirilmesi, Bakara sûresinin ilgili ayet­lerinde de açıkladığımız gibi Allah ile Peygamberi arasındaki ilahi iletişim ağını sergi­lemektedir.

Müfessirlerin ve eski siret kitaplarının kaydettiği çeşitli rivayetler, Bedir olayını ay­rıntılarıyla anlatmaktadır. Bu rivayetlerin özeti şöyle: Nebi (s) Kureyş'e ait Şam'dan ge­len bir ticaret kervanının Mekke'ye doğru yol aldığını ve bu kervanı koruyacak büyük bir kuvvetin bulunmadığını haber almıştı. (Ayette geçen kuvvetsiz taife budur) Allah'ın ilhamı ile müslümanlan sefere çıkmaya çağırmıştı. Allah (c) bu seferi onlar için gani­met elde edecekleri bir sefer kılacaktı. Muhacir ve Ensar'dan yaklaşık üçyüz kişilik iki bölük, Nebi (s) kumandasında yola çıktı. Kureyş kervanının başında ise Ebu Süfyan bin Harb bin İmeyye vardı. Ebu Süfyan, Nebi (s) ve müslümanlardan korkuya kapılarak Mekke'ye derhal bir yardım göndermeleri için haber yolladı. Tehlikeden uzaklaşabil­mek için kervanın yolunu değiştirdi. Müslümanlar, kervanın kurtulduğunu ve Mek­ke'den güçlü bir saldırının geldiğini öğrendiklerinde, içlerinden bazıları çatışmaya katıl­madan dönmek istediler. Çünkü sadece kervan maksadıyla gelmişlerdi. Derken, tartış­maya; savaşmak istemediklerini, savaştan ve doğuracağı sonuçlardan korktuklarını açı­ğa vurmaya başladılar. Fakat, kâfirlerin bunu kendilerinden korkup kaçtıkları şeklinde yorumlayacaklarını düşünerek diğer müslümanlar, savaşmaya hazır olduklarını ve dön­meyeceklerini açıkladılar. Bunun üzerine muhacir saflarında savaşa yönelik bir tercih yapılınca Nebi (s) müslümanların görüşlerini aldı. Muhacirler "savaş" deyince Nebi (s): "görüşünüzü belirtin" şeklinde yineledi. Ensardan Evs lideri Sad bin Muaz: "Ya Rasu-lullah her halde bizi kastediyorsun" dedi. Rasulullah "evet" dedi. Bunun üzerine Sad şöyle konuştu: "Biz sana iman ettik ve seni doğruladık. Senin getirdiğin şeyin hak olduğuna şehadet ederek sana itaat edip sözünü dinleyeceğimize dair söz verdik. Bizi istedi­ğin yere götür. Biz seninle beraberiz. Seni Hak ile gönderen Allah'a yemin olsun ki, sen faizi denize daldırsan, seninle birlikte dalarız. Bizden hiç kimse geride kalmaz. Bizi düş­manla karşılaştırmandan çekinmeyiz. Biz savaşa sabırlı, karşılaşmaya sadığız. Allah, bi­zimle gözünü aydın kılsın. Bizi Allah'ın bereketine götür." Bunun üzerine Rasululah (s) sevinerek ashabına şöyle dedi: "Yürüyün ve sevinin çünkü Allah bana iki taifeden birini vaadetti. Vaüahi Kureyş'in yenilgisini görür gibiyim".

Müslümanlar kâfirlere karşı savaşa giriştiğinde onlar müslümanların üç katı bir güce sahipti. Allah, müslümanlara sebat vererek inayetiyle onları kuşattı ve ölümüne giriştik­leri bu savaşta galip geldiler. İçlerinde Kureyş'in ileri gelenlerinden ve Nebi (s) ile ge­tirdiği davaya karşı Mekke'de en çok düşmanlık yapanların da bulunduğu yaklaşık yet­miş kişi öldürülerek bir o kadar da esir alındı. Esir alınanlar arasında da ileri gelenler vardı[22].

Bu savaşta müslümanların kazandığı zafer, İslam davasının en güçlü dinamiklerin­den biri olmuştur. Bu yüzden Bedir vakası, Nebevi sirette azımsanamayacak büyüklükte bir yer işgal etmiştir. Bu savaşa katılanlar ise, İslam tarihinde ölümsüzleşerek övgü ve saygıya mazhar olmuşlardır. Rasulullah (s), Bedir Savaşi'na katılanlar hakkında şu tari­hi sözü söylüyordu: "Allah, Bedir ashabına umarım şunu bildirmiştir: Dilediğiniz gibi davranın sizler affolundunuz"[23]

Buhari'nin Hz. Ömer'den'naklettiği rivayette Hz. Ömer şöyle demiştir: "Bedir günü Rasulullah müşriklere baktı. Onlar bin kişiydiler. Ashabı ise 319 kişiydi. Kıbleye yönel­di ve ellerini uzatıp şöyle dua etti: Ey Allah'ım, bana verdiğin sözü yerine getir. Ey Al­lah'ım, eğer şu miislüman cemaat helak olursa yeryüzünde sana ibadet eden kimse kal­maz. Bu şekilde o kadar dua etti ki, cübbesi omuzlarından düştü. Hz. Ebubekir cübbeyi alıp omuzlarına koydu ve onun yanından ayrılmayarak şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü Rabbine yaptığın dua suna yeler. Şüphesiz Alah sana verdiği sözü yerine getirecektir". Bumın üzerine şu ayel nâ/il oldu:  "lUınrlaym ki, Siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O'da "ben sîze meleklerden peşpeşe gelen bin tanesi ile yardım edeceğim" diyerek du­anızı kabul etti[24]. Bu rivayet, Bedir'de İslam'ın zaferinin İslam davasının bekası için ne kadar büyük bir önem taşıdığını ortaya koymaktadır.

Muhacir ile Ensar arasında, daha önce din kardeşliğin de olduğu gibi bu defa cihad kardeşliğinde de sıkı bağlar kuruldu. Bedir Savaşı'na katılanların diliyle gelen rivayetle­rin ifadesine göre Bedir ashabı Meleklerin kendileriyle birlikte savaştıklarını hissetmiş­lerdir. Bu, tamamen gaybi bir hadisedir ve Kur'an'ın haber verdiği, inanılması gereken hakikatlerdendir. Allah, bu savaşta meleklerle müslümanlara yardım ettiğini bildirmişse buna iman etmek lazım gelir. Ayetlerde, bu konu ile ilgili açıklamalara bakılacak olur­sa, müslümanların melekleri gördüğüne dair herhangi bir ifade sözkonusu değildir. Bu ayetlerde sadece Allah'ın mü'minlere yardım etliği zikredilmiş, mü'minlerin Allah'tan yardım istemeleri hatırlatılarak Allah'ın bu isteği kabul ettiği bildirilmiştir. Bu da göste­riyor ki mü'minler, Allah'tan böyle bir yardım talebinde bulunmuşlardı.

Savaş kızıştığında ve mü'minler dünya ile irtibatlarını keserek Allah yolunda cihada daldıklarında, zihinlerinde Allah'tan, Rasulü'nden ve Allah'ın dininden başka bir şey bulunmadığı için Rabbani yardım onları kuşatmıştı. Dualarının Allah tarafından kabul edildiğine kanaat getirmişler, meleklerle kendilerine yardım olunduğuna inanmışlardı. Mü'minler bu şekilde, Allah'ın savaş sonrası ayetlerde bildirdiği gerçeği gözlemlemiş­lerdi.

Bu sûrenin 10. ayetinde yapılan konu değişikliğindeki üslup dikkate şayandır. Mü'minleri kuşatan ve onlarda, meleklerin de kendileriyle birlikte savaştıkları hissini uyandıran bu ruh haleti, şüphesiz kalplerini tatmin ederek onları müjdelemek amacım taşıyordu. Yoksa zafer, elbettekİ Allah kaündandır. Bizce buradaki konu değişikliği, mü'minlerden herhangi birinin zihninde, meleklerin yaşamın akışına tesir ettiklerine da­ir oluşabilecek bir inancın kaldırılması amacına yöneliktir. Nitekim bu inanç, İslam'dan önce Araplar arasında yaygındı. Araplar, Allah'a yaklaştırırlar diye meleklere ibadet ediyorlardı. İşte bu ayette edebi bir üslupla Allah'a ortak koşulmaması tenbih edilmek­tedir.

Ayette müslümanların hafif uyku haline bürünmeleri ve üzerlerine Allah'ın yağmur yağdırması ile ilgili ifadeler hakkında şunları söyleyebiliriz. Bilindiği gibi müslümanlar yorgun argın bir vaziyetteydiler ve hem içmek, yıkanmak hem de ayaklarının kumda kaymaması için suya ihtiyaçları vardı. Bütün bu hususlarda şeytan, onlara vesvese vere­rek korkutuyor ve kalplerini tasalandırıyordu. Durum böyle olunca Allah'ın inayetiyle uyku haline büründürüldüler. İçine daldıkları bu uyku hali, yorgunluklarım ve endişele­rini giderdi. Allah üzerlerine yağmuru da yağdırarak susuzluklarını giderdi. Hem yıkan­dılar hem de ayaklan sabitleşti. İşte onları çepeçevre saran bu hal, kalplerini pekiştirdi ve Allah, meleklerle kendilerine yardım ettiğini gösterdi.

Bütün bunlar, Allah Rasulü ve onun gerçek dostları için apaçık bir yardım, bir muci­zedir. Gerçek mü'minlerin, Allah düşmanları ve kendi düşmanları ile giriştikleri imani savaşlarda benzeri mucizelerle karşılaşmaları mümkündür. [25]

 

15-  Ey İnananlar, kâfirlerle toplu halele karşılaşırsanız, on­lara arkanızı dönüp kaçmayın'[26].

16-  Kim o gün savaşmak İçin bir tarafa çekilmez'[27] ya da başka bir birliğe katılmak'[28] dışında arkasını döner (ka-çar)sa o, Allah'tan bir gazaba uğrar, onun yeri cehennem­dir, o ne kötü varılacak bir yerdir!

17- Onları sîz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü; at­tığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı. Bu mü'minlerİ güzel bir imtihanla sınamak içindir[29]'. Doğrusu Allah işi­tendir, bilendir.

18-  İşte size böyle yaptı. Çünkü Allah, kâfirlerin tuzağını zayıflatır.

19-  Eğer fetih İstiyorsanız[30]' İşte size fetih geldi. Eğer (yap­tıklarınızdan) vazgeçerseniz, bu sizin için İyidir. Ama yine dönerseniz, biz de döneriz. O zaman topluluğunuz çok da olsa, size hiç bir yarar sağlayamaz. Allah, mü'minlerle be­raberdir.

15. ve 16. ayetler, müslümanlara seslenerek savaş esnasında düşman önünden kaç­mamalarını sıkı sıkı tenbih ediyor. Kim ki, bir savaş taktiği olarak ya da kendisinden olan başka bir gruba yardım maksadının dışında düşman önünden kaçarsa Allah'ın ga­zabına duçar, cehennem azabına ise müstehak olur. Onlar için bu ne kötü bir sonuçtur.

17.  ayet İse, ilk etapta müslümanlara sesleniyor ve kâfirleri kendilerinin değil Al-îah'ın öldürdüğünü beyan ediyor. İkinci olarak Nebi (s)'ye sesleniyor ve "atıp isabet et­tiren sen değildin Allah'tı" diyor. Ayrıca ayet Allah'ın mü'minler için hayır ve sevabı murad ederek onları imtihan ettiğini ve Allah'ın her şeyi işitip söylemek istedikleri her şeyi bildiğini anlatıyor.

18.  ayet, kafirlerin komplo ve tuzaklarının, Allah'ın lütfü ve yardımı sayesinde bo­zulduğunu bildiriyor.

19. ayet ise, uyan mahiyetinde kafirlere seslenerek, Allah'ın hükmünü bekliyorlarsa bu hükmün aleyhlerine olduğunu, şayet küfür, inat ve düşmanlıktan vazgeçerlerse bu­nun kendileri için daha hayırlı olacağını bildiriyor. Eğer düşmanlığa dönerlerse, Allah onları gözetleyecek ve toplulukları çok bile olsa bu çokluk onlara fayda sağlamayacak­tır. Çünkü Allah her zaman mü'minlerin yanındadır.

"Ey iman edenler toplu halde kafirlerle karşılaştığınız zaman.." ayeti ile devamın­daki dört ayet, görüldüğü gibi Önceki ayetleri takip ederek devam ediyor. Önceki ayetler gibi bunlar da savaştan sonra nazil olmuştur. Her ne kadar ayetlerde değişik kişilere ses-leniliyorsa da bu ayetler bir biri arasında bir bütünlük oluşturmaktadır. Bu yüzden biz de bu ayetleri bir bütün olarak ele almayı yeğledik.

Ayetlerin nüzul sebebi olarak müfessirler vuku bulmuş bazı olayları ve söylenmiş bir takım sözleri rivayet etmişlerdir[31].

SÖzkonusu rivayetlerden birinde, Nebi (s) savaş başlamadan Önce bir avuç toprak veya kum alarak kafirlere doğru serpti ve şöyle dedi. "Yüzleri çirkinleşti onların. Serpti­ğim kumun isabet etmediği kimse kalmadı". 17. ayette bu olaya İşaret edilmiştir. Bir di­ğer rivayete göre ise, 19. ayetin işaret ettiği gibi Ebu Cehil, Bedr'e çıkmadan önce Ka­be'nin önünde durarak Allah'a dua etmiş ve Allah'tan her iki taraf için de en doğru ve en faziletli olanı üstün kılmasını istemişti. Ayetlerin iniş sebebi olarak zikredilen riva­yetlerin bir diğerinde, müslümanlar arasında, filanın falancayı öldürdüğü şeklinde bir ta­kım üstünlük arayışlarının belirmeye başladığı yer almaktadır. 17. ayetin ilk kısmında bu konuya işaret vardır.

Her ne kadar sözkonusu rivayetlerde belirli bir takım hadiseler zikredilmiş ise de, bu ayetler 17. ayette olduğu gibi pekala bu ve benzeri olayları da çağrıştırabilir. Bu ayette, müslümanlann arasında beliren üstünlük arayışının dışında daha şümullü bir anlam çı­karılabilir. Şöyle ki, savaşta mü'mİnlere yardım eden, İslam düşmanlarını mağlup edip onların komplolarını bozan bizzat Allah'tır. Eğer Allah savaşmalarını ilham etmeyip mü'minlerin ayaklarım sabit kılmasa ve korktukları bir anda kalplerini sabitleştirmesey-di, o taktirde bu zafer gerçekleşmeyecekti. 19. ayetin son kısmında, bu hususa güçlü bir gönderim yer alıyor. Belki de burada, sûrenin giriş kısmında anlatılmak istenenlere bir uyum sözkonusu. Çünkü mü'minlere yardım eden de, kafirleri öldürüp onlan vuran da Allah'tır. Dolayısıyla ganimetler, Allah'ın emrine bağlıdır ve hiç kimsenin ganimetler üzerinde söz sahipliği yoktur.

19. ayet, kafirlere yönelik bir uyarı ve meydan okumayı içermekle birlikte, onları ye­niden inkarcı tutumlarından vazgeçerek hakka ve doğruya davet etmektedir. Çağn bu şekilde galip taraftan mağlup tarafa yapılmaktaydı. İşte bu durum, İslam" cihad ve Mu­hammedi mesajın inananları -bütün farklılıkları ve farklı konumları ile birlikte- doğru yola götürürken sahip olduğu üstün değerleri ortaya koymaktadır. Her fırsatta ve her or­tamda tekrar tekrar onları, Hakka, doğruya, iyiye ve İslam'a çağıran bu ifadeler, Kur'an'ın hem Mekki hem de Medeni ayetlerinde benzer olaylar için tekrar etmiştir.

15. ve 16. ayetlerin sebeb-i nüzulü hakkında müfessirler, herhangi bir rivayet naklet-memişlerdir. Bu iki ayet hakkında tek söyledikleri, Bedir ashabı hakkında nazil olmala­rıdır ifadelerine bakılsa, bu iki ayet Bedir Savaşı'ndan sonra nazil olmuştur.

Söz konusu iki ayete göre (15-16.), savaşın şiddetli zamanında bazı müslümanlann sıkıntıları gözlenmiş halta bazıları neredeyse düşmana karşı çözülecek gibi olmuşlardı. İşte burada ilahi hikmet devreye giriyor ve gerekli lenbihi yaparak şiddetli uyarıda bulu­nuyor. 15-16. ayetlerde geçen şiddetli tenbih ve uyan geleceğe dönük bir yönlendirme­dir. Tenbih ve uyarıdaki ifadenin bunca sert oluşu olayın önemine binaendir. Ayrıca ya­pılan telkin, ileriye dönüktür. Çünkü cihad, bir kararlılık ve azim işidir. Cihad safından bir kişinin bile kaçması, safın tümünü olumsuz yönde etkiler. Zaferi, hezimete ve mağ­lubiyete dönüştürebilir. Eğer, müslümanlar Bedir savaşında yenilgiye uğrasalardı, İslam Tarihinin akışı değişebilirdi. Nitekim, Nebi (s) duasında buna işaret etmişti: "Allah'ım! Eğer bu müslüman topluluk helak olursa, yeryüzünde Sana ibadet eden kalmaz." Mü­fessirler ve müçtehitlerin çoğuna göre, savaştan kaçmak, büyük günahlardandır.

Bir kısım Kelam uleması, hiç bir şeyin kendi zatıyla müessir olmadığı görüşünü sa­vunurlar. Bu görüşlerine delil olarak da, 17. ayeti getirirler. Bu düşünceye göre, ateş kendi zâtı ile yakmadığı gibi, bıçak da, kendi zatıyla kesmez. Zira, yakma etkisi ve kes­me etkisi Allah'tandır. Bu görüşün zıddı olan bir görüşte ise, insanın fiil ve sorumlulu­ğu, gerçekleştirdiği eylemlerde müessirdir. Usul, fıkıh, kelam, toplumbilim ve ahlak ile ilgili Kur'an'ın temel ilke ve öğretilerinden yola çıkarak doğruyu teslim etmekle birlik­te, bu ayette (17. ayet) kullanılan üslubun, mânâsının gerekli kıldığı ifade üslubu oldu­ğuna kanaat getirdik. Bize göre doğru olan budur. Dikkat edecek olursak, fiil ve fiilin oluşturduğu etkinin, faile yani fiili yapana nisbet edileceğini, fiil ile bu fiilin oluşturdu­ğu etkinin dünya ve ahirette, failin sorumluluğunda olduğunu ifade eden bir çok ayet-i kerime mevcuttur. Hatta, Mekki ve Medeni sûrelerin büyük bir bölümünde, bu ifadeler geçmektedir. Durum böyleyken, Enfal sûresi 17. ayete, sözkonusu mânânın yüklenmesi ve bir kısım kelamcıların, bu ayeti delil getirmeleri, Kur'anî naslardan uzaklaşmadır. Nitekim, Kelam ilminin bu konusu ile ilgili olarak ateşin yakma, bıçağın ise kesme ka­rakterinde olduğunu söyleyenlerin, aynı zamanda, Allah'ın insana çalışma ve irade ka­biliyeti verdiği gibi, ateşe yakma, bıçağa da kesme kabiliyeti verdiğini, söyledikleri bi­linmektedir. Bu görüşün, eşyanın tabiatına, Allah'ın sünneti ve yaratmadaki hikmetine daha uygun olduğu, açıkça görülmektedir. Aynca bu görüş, Kur'an'ın, "fiili failine nis­pet ederek, sorumluluğunu ona yüklediği ve insanlara bu mefhumu esas alarak seslendi­ği" ifadelerine uyum sağlamaktadır. [32]

 

20-  Ey İman edenler, Allah'a ve Rasulü'ne itaat edin; işitti­ğiniz halde ondan dönmeyin.

21- İşitmedikleri halde "İşittik" diyenler gibi olmayın.

22- Aİlah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağır­lar ve dilsizlerdir.

23- Allah onlarda bir iyilik olduğunu bilseydi, elbette onla­ra işittirdi, onlara işittirseydi de, yine aldırmayarak döner­lerdi.

24-  Ey İman edenler {Elçi), sizi yaşatacak şeylere çağırdığı zaman, Allah'ın ve Rasuiü'nün çağrısına koşun ve bilin ki, Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz, O'nun huzu­runa toplanacaksınız.

25-  (Öyle) bir fitneden[33]' sakının ki, aranızdan yalnız hak­sızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize erişir). Bilin ki Allah'ın azabı çetindir.

26-  Düşünün ki, bir zaman siz az idiniz, yeryüzünde mus-tazaflardınız. İnsanların sizi kapıp götürmesinden korku-yordunuz. Allah, sizi barındırdı, sizi yardımıyla destekledi, sizi güzel şeylerle besledi ki, şükredesiniz.

 

Yukarıdaki ayetlerde sırasıyla şu mevzulara değinilmektedir:

I- Mü'mirilere seslenilerek, Allah'a ve Rasulü'ne itaat etmeleri emrediliyor ve duy­dukları halde, O'nun emirlerine karşı gelmeleri vurgulanıyor. İşittik deyip de kulak as­mayanlar gibi olmamaları noktasında insanlar uyarılıyor,

II- Hak davete kulak vermeyerek kabul etmeyenler kınanıyor. Çünkü, Allah katında insanların en şerlisi, hakka kulak vermeyen; hayvanlar gibi, ona ilgisiz kalanlardır. Bu yönüyle, onlar duymayan ve akletmeyen sağır ve dilsizlerdir. Eğer, onlarda hayır bulun­saydı, Allah onlara hak daveti işittirirdi. Fakat, onlar, bu durumlarıyla, iyilik kabiliyeti ve hakka meyletme erdemliliğinden yoksun kimselerdir. Eğer kulak verselerdi bile.çağ-nya icabet etmeyecek ve haktan yüz çevireceklerdi.

III- Son kez mü'minlere sesleniliyor ve Allah ile Rasulü tarafından, kendilerine ha­yat verecek bir çağrı yapıldığı zaman, icabet etmeleri emrediliyor. Ayrıca, Allah'ın, kişi ile kalbi arasına girdiğini ve işledikleri fiillerin hesabım vermek üzere O'nun huzurunda toplanacakları ihtar ediliyor.

IV- Mü'minler, fitneden uzak durmaya ve hep birlikte fitneyi kendilerinden uzaklaş­tırmaya çağrılıyorlar. Fitnenin şerri, sadece onunla uğraşan zalimlere ulaşmakla kalmaz. Bilakis, fitnenin zararları herkese bulaşır. Allah'ın şiddetle azabettiği hatırlatılarak bu azaptan kaçınmaları ve Allah'ın emirlerine karşı gelmemeleri tenbih ediliyor.

V- Daha önce bulundukları hal hatırlatılarak, Allah'ın lütfü ve inayeti sayesinde gel­dikleri durum bildiriliyor. Bu halleri, onlara anlatılırken, ilahi davete kulak verip itaat etmeleri gerektiği pekiştiriliyor. Bir zamanlar, onlar, kafirlerin yaptığı eziyetler yüzün­den zayıf kalmış az bir topluluk idiler. Allah onları emin ve güvenli bir yere sığındırdı. Zayıflıktan sonra, Allah onları güçlü ve şerefli kıldı. Zafer vererek onları destekledi. Helal ve temiz şeylerle onları rızıklandırdı. Bütün bunlar, mü'minierin şükretmelerini, Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederek emirlerine tabi olmaların! gerekli kılmaktadır. [34]

 

Rasul'e İtaat Allah'a İtaattir

 

"Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer" cümlesinin tefsiri hakkında, bazı müfes-sirler şöyle demişlerdir[35] Allah sizlerin ecelinizi ansızın tamamlar ve Allah'a itaat edip Allah ve Rasuiü'nün çağrısına kulak verme fırsatı ansızın elinizden kaçar. Ayette, bir an evvel itaat edip çağrıya kulak vermeleri teşvik ediliyor.

Diğer müfessirler ise, bu cümlenin, "Biz ona şah damarından daha yakınız" ifadesi­ne benzediğini ve anlam olarak, "kişinin aklı ile yapacağı ve terkedeceği şeylerin arası­na girer" şeklinde mânâ kazandığını söylemişlerdir. Bu konudaki bir diğer görüşte ise, bu cümlenin anlamı, "Allah, mü'min ile küfür; kafir ile iman arasına girer"[36] şeklinde ifade edilmektedir. Bize göre, birinci görüş daha tutarlıdır. Allah, itaat ve davete kulak vermek hususunda tereddüt ederek, kalpleri katılaşan ve erdem kabiliyetlerini yitirenleri imtihan ediyor. Herhâlükârda, bu cümlenin, mü'minleri, bir an Önce itaat etmeleri ve hak davete kulak vermeleri noktasında teşvik ettiği, sûrenin akışından açıkça görülmek­tedir.

"Allah onlarda bir hayır görseydi elbette onlara i§İttirirdi" cümlesinin tefsiri hak­kında bazı miifessirler şöyle demişlerdir[37] Eğer, Allah onlarda hidayeti kabullenecekle­ri ve hakka teslim olacakları kabiliyeti görseydi, işitmekten yüz çevirdikleri çağrıyı on­lara işittirirdi. Diğer bazı müfessirler ise, şu yorumu yapmışlardır[38] Eğer onların işitebi­lecek kabiliyetleri olsaydı Allah, sordukları her şeyin cevabını onlara duyuracaktı. Her iki görüş de sağlıklıdır. Fakat bizce, "işittik" deyip de kulak vermeyen topluluk kastedi­lerek bu topluluğu tasvir eden sağır-dilsiz yakıştırması yapılmaktadır. Allah'ın, sağır-dilsiz olanların işitmeyeceklerini; işitseler bile, akledemeyeceklerini bildiği, belirtilmek­tedir. Burada kastedilen topluluk öyle bir topluluktur ki, içlerinde kötülük, art niyet ve i-nat olduğundan işitemezler. İşitseler bile akledemezler. Çünkü onlar işitmeyen ve aklct-meyen sağir-dilsizlerdir. Büyük bir ihtimalle, bu topluluk, kalplerinde hastalık bulunan münafıklardır. Çünkü, onlar "işittik ve itaat ettik" dedikleri halde iman etmemiş, dinle­yip itaat etmemişlerdir.

Bazı müfessirlerin naklettiklerine göre, 22 ve 23. ayetler, içlerinde Mus'ab bin Umeyr dışında hiç birinin iman etmediği Abduddaroğulları hakkında veya Nadr bin Ha­ris bin Kelde hakkında nazil olmuştur[39] Nadir bin Haris, bildiği şeylerle övünen biri olarak tanınırdı. İnsanlara: "Ben size Muhammedin anlattıklarından daha güzelini anla­tırım" diyordu.

Müfessirler 23. ayet hakkında Zübeyr bin Avvam'ın şöyle dediğini nakletmişlerdir: "Biz bu ayeti okuduğumuz zaman, ayete konu olanları görmedik." Yine, rivayetler ara­sında, bu ayetin, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin hilafetleri döneminde vuku bulan fitne, öl­dürme olayları ve bu olaylara Talha ile Zübeyr'in de katılması sebebiyle, Osman, Ali, Talha ve Zübeyr hakkında indiği de bulunmaktadır. Sözkonusu fitneye, Bedir ehlinden adı karışanlar hakkında nazil olduğu da zikredilmiştir[40]. Bir diğer rivayette ise, bu ayet nazil olduğunda Nebi (s) şöyle demiştir: "Vefatımdan sonra halifem Ali'ye kim zulme­derse, benim ve benden Önceki peygamberlerin nübüvvetini inkar etmiş gibi olur."[41]Di­ğer ayetlerin nüzul sebepleri hakkında herhangi bir rivayete rastlamadık.

Ayetlerle, Bedir Savaşı ve bu savaşta bazı müslümanîann durumları ile ilgili önceki ayetler arasında, konu bakımından bir bağlantı mevcuttur. Allah'a ve Rasulü'ne itaati, fitne, muhalefet ve Nebi'nin çağrısına tereddütsüz yaklaşılması gerektiğini bildiren bu ayetlerin mânâsı ile Bedir Savaşi'ndan önce, bazı müslümanîann, Peygamber (s)'i yara­layıcı mahiyette, emirlerine karşı sergiledikleri tutumlan ve savaş sonrası ganimetlerin bölüşümündeki fitneye sebep olan davranışlarını konu alan önceki ayetler arasında, mevzu itibariyle, bir bütünlük sözkonusudur. Bu ayetlerde, önceki tutum ve davranışları sert bir şekilde yerilerek mü'minler uyarılmışlardır. Ayetler arasındaki bu bütünlükten dolayı, önceki ayetlerle bu ayetlerin bir defada nazil oldukları kanaatini tercih ediyoruz. Özellikle Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde meydana gelen acı fitne hakkındaki rivayet­lere gelince, rivayetlerde sözkonusu fitnenin etkisi göz önündedir ve gerçekliği üzerinde durulabilir. Veya, fitne vaki olduktan sonra, bu söz uyarlanmış da olabilir. Tabresi'nin 23. ayetle ilgili rivayet ettiği hadis ise, senetsizdir. Şia tarafından uydurulmuş olsa ge­rek.

Ayetlerin, mevzuu itibariyle, arzettiği önemle birlikte, nazil oldukları şartlar ileriye dönük bir sosyal değeri ihtiva etmektedir. O da, mü'minlerin, Allah ve Rasulü tarafın­dan sınırlan belirlenmiş emirler ve nehiyler çerçevesinde hareket etmeleri, Hak karşı­sında büyüklenmeyerek hakka yardımda tereddüt etmemeleridir.

"Size hayat veren" ifadesi, kendine has büyük bir meramı dile getirmektedir. Şöyle ki, İslam'da iktidar sahibi veya halife, müslümanîann maslahatlarının olmadığı bir hu­susa çağıramaz. Şayet, halife, Allah ve Rasulü tarafından öngörülen sınırın dışına çıkar­sa, o taktirde, müslümanîann itaat mecburiyeti yoktur.

îbn Kesir, 23. ayetle ilgili, ayeti açıklayıcı mahiyette bir çok hadis nakletmiştir. Bu hadislerden birinde: "Allah azze ve celle, yöneticilerin işledikleri ile umuma azab et­mez. Fakat yöneticiler kötü işler yapar, umum ise bu kötülüğü reddetmeye imkan oldu­ğu halde kötülüğü reddetmezse yöneticilerle birlikte azab eder." Ümmü Seleme'den ri­vayet edilen bir diğer hadiste, "Ümmetimde Allah'a isyan olursa Allah, katından üm­metin tümünü azaplandınr. Ey Allah'ın Rasulü, ümmetinde salih kimseler de var? diye sorunca, Rasulullah: Elbette var, dedi. Yine, Ümmü Seleme: Peki onlar neden? diye sordu. Rasulullah: İnsanlara dokunan şey onlara da dokunur ancak bunlar daha sonra Allah'ın afvına ve rızasına mazhar olurlar diye cevap verdi." Bir başka hadiste şunlar y-er alıyor: "İsyan eden hiç bir topluluk yoktur ki, içlerinde şerefli, izzet sahibi kimseler bulunmasın. Fakat bunlar, Allah'ın o topluluğa azabetmesini ya da azabın o topluluğa dokunmasını değiştirmez." [42]

 

27-  Ey iman edenler bile bile emanetlerinize hıyanet et­mek suretiyle Allah'a ve Rasulü'ne hıyanet etmeyin.

28-  Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız birer fitne[43] imti­handır. Allah'a gelince büyük mükafat, O'nun yanındadır.

29-  Ey iman edenler, Allah'tan korkarsanız O size iyi ile

kötüyü ayırdedici bir anlayış'[44] verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.

 

Ayetlerde mü'minlere seslenilerek şu hususlara temas edilmiştir:

 

I- Allah mü'minleri, kendisine ve Rasulü'ne hainlik edip bilerek ve kasten emanetle­rine ihanet etmekten menediyor, onlan bu konuda uyarıyor.

II-  Malların ve çocukların birer imtihan aracı olduğu hatırlatılarak Allah katındaki büyük ecre teşvik edilmiş ve sanki onlara şöyle denilmiştir. Allah katında olan şey mal ve çocuklarınızdan daha güzel ve daha hayırlıdır. Mü'minlere düşen görev, mallarının ve çocuklarının, sorumluluklarını yerine getirmelerine engel teşkil etmemesini, Allah'a, Rasulü'ne ve emanetlere ihanetlerine sebep olmamasını sağlamaktır. Aksi taktirde Al­lah'ın gazabına uğramış ve Allah katında kendilerini bekleyen fazilet ve ecirden mah­rum kalmış olurlar.

III- İkinci bir kez mü'minlere seslenerek onların Allah'tan sakınmaları halinde, Al­lah'a bağlanıp temiz niyetli oldukları taktirde, Allah'ın kendilerine yardım edeceği ve hakkı batıldan ayırabilecek furkan nimetini onlara bahşedeceği bildirilmektedir. Bunun­la kalmayarak onları, ayaklarının kaymasından kurtarıp kötülüklerini örtecek ve günah­larını affedecektir. Allah, kendisinden sakınan, iyi niyetli, işlerinde Allah'a karşı sıdk ve doğruluğu şiar edinenlere büyük lütuf sahibidir. [45]

 

Emanet Bilinci

 

Müfessirler, bu ayetlerin Ensar'dan Ebu Lübabe hakkında nazil olduğunu rivayet et­mişlerdir. Rasulullah, Beni Kurayza yahudilerini kuşattığında, onlar bu ayetin Sa'd b. Muaz'ın hükmü üzerine inmiş olmasından korktular. Ahzab veya Hendek vakıası olarak tarihte bilinen olayda Medine'yi kuşatan orduların geri çekilmesiyle Beni Kureyza sı­kıntıya düştü. Çünkü onlar Sa'dın hükmüne razı olmayı tercih etmişlerdi. Ebu Lübabe ise onların kesileceklerini ima ederek gırtlağını gösterdi. Sonra Allah'a ve Rasulü'ne hi-yanet ettiğini anladı ve kendisini mescidin direklerinden birine bağladı. Allah tevbesini kabul edinceye kadar, ölünceye dek yiyip içmeyeceği üzerine yemin etti.

Bir başka rivayete göre ise bu ayetler, Ebu Süfyan'a haber sızdıran bir münafık hak­kında nazil olmuştur. Rivayete göre, bu münafık, Ebu Süfyan'a gönderdiği haberde: "Muhammed, sana doğru geliyor. Tedbirini al." demişti. Ancak rivayette bu uyarının ne zaman yapıldığı belirtilmemiştir. Bilindiği gibi Hendek Savaşı, Bedir Savaşı'ndan uzun bir müddet sonra olmuştur. Ahzab Sûresi'nde buna defalarca işaret edilmiştir. Bu ayet­lerin Ebu Lübabe hakkında nazil olup da, bir münasebet olmaksızın rastgele bir sûreye konulduğu uzak bir görüştür. Kaldı ki, bu ayetlerle Önceki ayetler arasında, sûrenin akı­şı yönünden bir insicam, bir bağ mevcuttur. Bu yüzden biz, ayetlerin Bedir Savaşı ile bağlantılı olduğu kanaatindeyiz. Bedir Savaşı'ndan sonra bazı mücahitler dönüp gani­metleri topladılar ve bu sebeple aralarında anlaşmazlık çıktı. Bu anlaşmazlık üzerine Enfal Sûresi'nin ilk ayetleri nazil oldu. Daha sonra Peygamber (s), herkesin aldığını bı­rakmasını emrederek bölüştürmeyi kendisinin yapacağını söyledi. Bazıları aldıklarını bırakmak istemeyince onlan uyarıcı, teşvik ve tenbih eder mahiyette ayetler nazil oldu. Bedir Savaşı'nı Özetlerken, Ebu Süfyan'm, kervana Peygamber ve ashabı tarafından ta­arruz yapılacağını haber aldığım söylemiştik. Hal böyle iken, zikrettiğimiz ikinci riva­yetin doğru olduğu söylenebilir. Belki de Ebu Süfyan'ı haberdar eden kişi, Mekke'deki malları ve akrabaları için bunu yapmıştı. Böyle yaparak Ebu Süfyan'ın yanındaki malla­rım ve akrabalarını korumayı düşünmüştür.

İkinci rivayette, Ebu Süfyan'a haber sızdıran kişinin münafık olduğu zikredilmemiş-tir. Fakat, ravi, bu fiili, ancak bir münafığın yapabileceğini düşünmüş olmalı ki, bu kişi­yi münafık olarak tanıtmış. Buhari ve Müslim, Mümtehine sûresinin tefsiriyle ilgili ola­rak Peygamber (s)'in Mekke'yi fetih için yola çıktığı dönemde vuku bulmuş bir olayla ilgili rivayette bulunmuşlardır. Bu rivayete göre, Muhacirlerden ve Bedir Savaşı'na ka­tılmış olanlardan Hatıb Bin Ebu Bella, Ebu Süfyan'a durumu haber vermişti. Bunu öğ­renen Rasulullah (s), onu çağırttı ve durumu bildirdi. Hatıb yaptığını itiraf etti. Daha sonra pişman bir vaziyette: "Ben gerçekten mü'minim. Mekke'de akrabalarım var. On­ları himaye edecek kimse olmadığından Ebu Süfyan'ın yanında bir desteğim olsun iste­dim." Rasulullah (s) onu doğruladı ve affetti. Hatıb'ın boynunu vurmak isteyen Ömer bin Hattab'a ise, Rasulullah şöyle dedi: "Ne bilirsin, belki de Allah Bedir ashabını bildi de onlar hakkında: istediğinizi yapın, siz bağışlandınız, dedi." Hatıb da Bedir Savaşı'na katılmıştı. Mümtehine sûresinin ilk ayetinde bu olaya işaretle şöyle buyrulmuştur: "Ey iman edenler! Benîm de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri, onlara sevgi ile­terek dost edinmeyin..."

Bir kısım müfessirler[46] "emanetlerinize İhanet etmek suretiyle" cümlesini şöyle tef­sir etmişlerdir: Allah'a ve Rasulü'ne karşı hainlik, gerçekte mü'minlere yüklenilmiş olan emanetlere yapılmış hainliktir. Nitekim, bu görüş te doğrudur.

Netice olarak bu ayetlerin içerdiği emirler, yasaklar, teşvik ve sakındirmalar genel olup ahlaki ve sosyo-psikoloik değerleri ihtiva etmektedir. "Emanetlerinize ihanet et­mek suretiyle Allah'a ve Rasulü'ne ihanet etmeyin" cümlesi, Beğavi'nin dilinden anla­tılmaya değer. Beğavi'ye göre bu cümlenin yorumu şöyledir: Hainlik, özellikle de Al­lah'a, Rasulü'ne ve emanetlere karş: yapılan hainlik yasaklanmıştır. Her müslümanın maslahatı, Allah ve Rasulü'nün emirlerindedir. Bu emirlere ihanet etmek ise, kişinin kendi nefsine ihanet etmesidir. [47]

 

30-  İnkar edenler seni tutup bağlamaları[48], öldürmeleri, ya da çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlarken Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuran­ların en iyisidir.

31-  Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman "işittik" dediler, "istesek, biz de bunun gibisini söyleriz. Bu, evvelkilerin masallarından başka bir şey değiidir.!"

32-  Ve: "Allah'ım, eğer bu, senin yanından gelmiş bir ger­çekse başımıza gökten taş yağdır, yahut bize acı bir azab

getir!" demişlerdi.

 

Bu ayetlerde, Hz.Peygamber Mekke'ye yöneldiğinde, kafirlerin ona karşı tutumları konu alınarak Nebi (s)'ye seslenilmekte ve hatırlatmada bulunulmaktadır. Zira kafirler, Hz. Peygamberin hapsedilmesi, Öldürülmesi ve Mekke'den çıkarılması için komplolar düzenliyorlardı. Allah onlann komplolarını başlarına geçirdi. Çünkü Allah, onlardan çok daha güçlü ve kuvvetlidir. Kur'an ayetleri kendilerine okunduğu zaman alayvari bir tarzda: "Biz senin söylediklerini duyuyoruz. Bunlar geçmişlerin masalları ve hikayeleri­dir. Eğer istersek, biz de aynısını söyleyebiliriz." Okunan ayetlerle alay ediyor ve akıl­larınca meydan okuyarak: "Allah'ım eğer katından Muhammed'e indirdiğin doğru ise başımıza taş yağdır ve o elim azabı başımıza getir" diyorlardı. [49]

 

İnkar Edenlerin Tuzakları Ve Ölçüsüz İddiaları

 

Kaynak aldığımız Kur'an-ı Kerim nüshasına göre, bu ayetler Mekki'dir. Yani Mek­ke'de nazil olmuşlardır. Fakat, gerek ayetlerin üslubu gerekse içeriği, Mekki olmasına uymadığı gibi kesinlikle Medeni olduğunu gösteriyor. Müfessirlerin ekserisine göre bu ayetler, Bedir Savaşı döneminde elde edilen zafer sırasında, Mekke kafirlerinin şiddetli inkarlarını ve meydan okuyuşlarını hatırlatmakta[50] ve Mekke'de, müslümanlara karşı tutumlarını sergilemektedir.

Enfal sûresi 30. ayetin, Nebi (s)'ye hitaben bahsettiği mevzuyu, rivayetler uzunca anlatıyor. Özetle bu olay şöyle cereyan etmiştir: Kureyşli ileri gelen kafirler, Nebi (s)'nin ölümünü gözlüyorlardı. Er ya da geç Peygamber ölecek ve kendileri ondan kur­tulacaklardı. Medineli Evs ve Hazrec liderlerinin Peygamber'le görüşüp müslüman ol­dukları ve onu koruyacaklarına dair söz verdikleri haberini aldılar. Medineliler, Pey­gamber (s) ve ashabının Medine'ye hicret etmelerini dile getirmiş ve bu takdirde onları himaye ederek yardımda bulunacaklarım taahhüt etmişlerdi. Mekkeli müşrikler, ashabın grup grup hicret ettiklerini görünce endişeye kapılmış ve iş ciddiye binmişti. Çünkü on­lar, bu şekilde İslam davasının başarı elde ederek, alanını genişleteceğini ve kuvvet bu­larak Mekke'yi baskı altında tutacağını biliyorlardı. Zira Mekke'nin ticaret kervanları Medine üzerinden geçiyordu.

Durum böyle olunca, her ne pahasına olursa olsun kesin bir çözüm bulmaya karar verdiler ve Darü'n-Nedve de bir araya gelerek Peygamber (s)'i Medine'ye hicretten na­sıl alıkoyacaklarını tartıştılar. Bazıları onu tutup hapsetmeyi, bazıları Mekke'den uzak­laştırmayı, bazıları ise kesin çözüm olarak onu öldürmeyi önerdiler.

Nihayet Peygamber (s)'i öldürmek üzere görüş birliğine varan Mekke müşrikleri, Kureyşli her kabileden bir genç görevlendirerek onu gözetlemelerini ve öldürmelerini kararlaştırdılar. Böylece Peygamber (s)'in kanı, bu kabileler arasında dağılacak, Abdulinenaf oğullan da bu kabilelerle savaşmayacağından diyeti kabul etmek zorunda kala­caktı. Allah, durumu peygamberine bildirdi ve Mekke'den çıkmasını emretti. Nebi (s) ise, yanında kalan Ali bin Ebi Talib'i, yatağında yatıp, örtüsünü örtmesi için görevlen­dirdi. Kendisi de güneş battıktan sonra evden çıktı ve bir avuç toprak alarak kapıda onu bekleyenlere serpti. Daha sonra Ebubekir'in evine gitti. Oradan Ebubekir'le birlikte Mekke dağlarından birinin mağarasına girdi. Orada üç gün bekledi. Çünkü, Mekkeli ele-başlar, onun kurtulduğunu haber alınca derhal harekete geçmiş ve adamlar göndererek onu yakalayan kişiye büyük ödüller vaadetmişlerdi. Allah, Rasulü'nü himaye ederek kalbini sabit kıldı ve takip edenlerin gözlerini bağlamak suretiyle aramaktan ümitsizliğe düşmelerini sağladı. Daha sonra Peygamber (s) iki deve hazırlamış olan Ebu Bekir ile birlikte bir yol rehberini takip ederek tali yollardan Medine'ye sağ salim vardı. Ensar ve muhacirlerden oluşan müslümaniar topluluğu onları karşıladı. Bu hicret olayı, Peygam­ber tarihinin ikinci büyük ve bereketli hadisesidir. Zira ilk ve en büyük hâdise Allah'ın emri ile vahyin Peygamber (s)'e inmesidir. Evet, hicretle birlikte İslam davetinin ufku genişlemiş ve İslam'ın yayılarak zafer elde etmesi sağlanmıştır.

31. ayetin ifade ettiği, kafirlerin "istesek Kur'an gibisini söyleyebiliriz" şeklindeki iddialarına gelince, bu iddianın Abduddar oğullarından Nadr bin Hars tarafından Pey­gamber (s)'i Kur'an okuduğu zaman gördüğünde söylediği rivayet edilir. Zira, Nadr bin Hars, Fars, yahudi ve hnstiyan bölgelerine giderek oralardaki efsane ve sair türden anla­tılanları dinliyordu[51].

Burada kafirler tarafından öne sürülen iddia, zandan doğan bir övünmedir. Kaldı ki, Kur'an, insan anlayışının fevkinde değildi ve o insanların bilmedikleri bir konudan bah­setmiyordu. Hakikat böyleyken, Kur'an, Mekke'de onlara meydan okuyarak Kur'an gi­bisini veya Kur'an'dan on sûre yahut bir sûre gibisini getirmelerini hatta bir ayet getir­melerini istemiş fakat bundan aciz kalmışlar ve acziyetleri bu şekilde adeta bir tasdike dönüşmüştür. Nitekim bu konuya Yunus, Hud, İsra, Kasas ve Zariyat sûrelerinde deği­nilmişti. Hicretten sonra da Bakara sûresinin 23 ve 24. ayetlerinde kafirlerin Kur'an gi­bisini getirmekten aciz kaldıkları beyan edilmiş, onların "biz de Kur'an gibisini söyleye­biliriz" diyerek övünmelerinin beyhude olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca bu ayetlerde, Kur'an'ın sadece taklidi kolay bir söz, bir kıssa olmadığı, bilakis taklidi mümkün olma­yan ruhani bir yapıya, belirli ilkelere, doğru anlatım tarzına, ulvi bir çağrıya ve güçlü i-mana sahip olduğu vurgulanmıştır. İşte Kur'an, bu özellikleriyle Rabbani vahiyden baş­ka bir şey değildir.

Müfessirlerden bazıları[52] "Ya da seni çıkarmaları için" ifadesinin Hz. Peygamberi yurdundan istediği yere çıkarmak istedikleri anlamına geldiğini söylemişlerdir. Bu gö­rüş uzak bir görüştür. Nitekim, tuzak kurmak düşüncesinde olan kafirler, Nebi (s)'nin tehlikesini bertaraf edebilecek en kesin yöntemi belirlemek için istişare ediyorlardı. Hz. Peygamber istediği gibi serbest bırakmaları pek akıllıca olamazdı. Çünkü onların asıl maksatları ancak Nebi (s)'yi zor kullanarak belirli bir yere sürgün etmek şeklinde olabi­lirdi. Bu şekilde Hz. Peygamber'in hareketi iflas edecek ve kafirler onun kendileri için oluşturacağı tehlikeden emin olacaklardı. Dolayısıyla yukarıdaki mânâ sahih değildir. Binaenaleyh bu konuda şunları söyleyebiliriz: Hz. Peygambere tuzak kuranlar Mek­ke'nin ileri gelen yöneticileriydi. Nitekim Darünnedve'de toplanmaları da bunu teyid etmektedir. [53]

 

33- Oysa sen onların içinde bulundukça Allah onlara azab edecek değildi ve onlar istiğfar ederlerken (içlerinde istiğ-far edenler var iken} de Allah onlara azab edecek değildi. (Senin ve içlerinde bulunan mü'minlerin yüzü hürmetine Allah onlara azab etmedi. Yoksa onların meziyetlerinden dolayı değil)

34-  Onlar, (iman edenler) Mescid-i Haram'dan geri çevir­dikleri ve onun velisi (bakıcısı, koruyucusu) olmadıkları halde neden Allah onlara azabetmesin? Onun velileri, sa­dece muttakiler (günahlardan korunanlar)dir. Fakat çokları bilmezler.

35-  Onların Beyt(ullah) yanındaki namazları da, ıslık çal­madan'[54] ve el çırpmadan[55] ibarettir. "O halde inkarınız­dan dolayı azabı tadın!"

36-  İnkar edenler, Allah yoluna engel olmak için mallarını harcarlar ve harcayacaklar da. Sonra bu, kendilerine dert olacak, nihayet yenilecekler ve inkar edenler cehenneme sürüleceklerdir.

37- Ta ki, Allah, murdarı temizden ayıklasın ve bütün mur­darları birbiri üzerine koyup yığsın da hepsini cehenneme atsın. İşte ziyana uğrayanlar onlardır.

 

Yukarıdaki ayetler, bir başka konuya geçmekle birlikte, Önceki ayetleri takip etmek­tedir. 33. ayette, Önceki ayetin ifade ettiği vaadedilen azabın karşılarına gelmesi için meydan okuyan kafirlere bir cevap verilmiştir.

Ayetler, Rasulııllah'a seslenerek aşağıda­ki mevzulara değinmektedir.

I-  Kâfirlerin "haydi vaadettiğin azabı başımıza getir" diyerek meydan okumalarına karşılık Allah'ın azabetmeyişinin nedeni Rasulullah'm aralarında bulunmasıdır. Çünkü Allah ancak peygamberlerinin terkettiği, aralarından ayrıldığı kavimlere azabını indirir. Bu bir sünnetullahtır. Nitekim, bu gerçek, Mekki sûrelerin bir çok ayetlerinde dile geti­rilmiştir.

II- Kaldı ki içlerinde, af dileyenler olduğu sürece Allah azab etmez.

III- Küfürleri ve Özellikle de Mescid-i Haram'dan alıkoymalarından sonra artık aza­bı haketmişlerdir. Gerçekte Allah'ın dostu olmadıkları halde "biz Allah'ın dostlarıyız" diyorlar. Hakikat bu değildir. Çünkü, Allah'ın dostları Allah'tan korkan, hududullaha ri­ayet eden ve kimseyi Allah yolundan ahkoymayanlardır. Onların çoğu bilmese, bilmez­likten gelse de hakikat budur. Onların Kabe'de eda ettikleri namaz(!) da ıslık çalıp, el çırpmaktan ibarettir. Böyle yapmakla kendilerini Allah dostu sanıyorlar. Kabe'nin Rab-bine bağlılıklarını ve O'ndan sakındıklarını ifade edecek bir davranış değildir bu.

IV- Daha sonra Kur'an kafirlere sesleniyor. Bedir'de ilahi bir azab olarak uğradıkla­rı yenilgiden sonra, inkar ettiğinizden Ötürü "tadın azabı" diyor. İşte Allah vaadini yeri­ne getirdi ve meydan okumanıza karşılık Nebisini ve ashabını aranızdan çıkardıktan sonra sizi zillete gark etti ve istediğiniz şeyi başınıza çaldı.

V-  Kâfirlerin sergiledikleri tutum ve davranışlarından dolayı yerici, korkutucu bir üslupla Kur'an devam ediyor: Onlar, Allah yolundan saptırmak, uğruna insanları bîr araya toplamak gayesiyle mallarını harcıyorlar.Bu harcadıkları mallar heba olacak, zarar olarak kendilerine dönecektir. Dünyada yenilgiye uğrayacak, ahİrette de cehenneme toplanacaklardır. Böylece Allah, habis ile tayyibi yani, pis olanla temiz olanı birbirinden ayıracak ve murdarları cehenneme yığacaktır. Cehennem ashabı, hem dünyada hem de ahirette zarara uğrayanlardır.

"Oysa sen onların içinde bulundukça..." ayeti ile devamındaki dört ayet, kaynak al­dığımız Kur'an-ı Kerim nüshasına göre, 30-32. ayetlerle birlikte; 33-36. ayetler de Mekke'de nazil olmuştur.

Bazı müfessirler 33. ayetin Mekke'de nazil olduğunu söylemişlerdir[56]. Ayetlerdeki üsluba, ayetlerin içeriğine ve makamına bakıldığında, bu ayetlerin de Medeni ayetler zincirinin başlarına geçirilen azabı hakettikleri mânâsına geldiğini kabul etmek gerekir. Çünkü ayetlerde, kafirlerin Allah yolundan ve Mescid-İ Haram'dan alıkoymaları, ken­dilerinin Mecsid-i Haram'in hadimi oldukları iddiasında bulunmaları hatırlatılmıştır.

"İğlerinde istiğfar edenler varken Allah onlara azab edecek değildi" cümlesinin yo­rumu hakkında çeşitli rivayetler vardır. Bir yoruma göre, burada istiğfar edenler, Nebi (s)'nin hicretinden sonra Mekke'de kalan mü'minlerdir. Bu sebeple, onların Mekke'den çıkmalarına kadar Allah, kafirlere olan azabını ertelemiştir. Bir başka yorum ise şöyle­dir: İstiğfar edenlerden maksat, kafirler arasında "Affına sığınırım Rabbim" gibi sözleri söyleyenlerdir. Çünkü onlardan, Allah'ın gerçek mağfiret sahibi olduğuna inananlar vardı.

Sözkonusu cümlenin bir başka yorumuna göre, kafirler yaptıklarından dolayı af dile­yerek tevbe ederler ve Allah'a dönerlerse Allah, onlara azab edecek değildir[57]. Bize öy­le geliyor ki, bu son yorum daha tutarlı ve gerek ayetlerin gerekse olayların maksadına daha uygundur. Çünkü, "O halde inkarınızdan dolayı tadın azabı" cümlesi Bedir sava­şını çağrıştırmakta ve dolayısıyla naklettiğimiz son yorum Bedrin bir azab-ı Rabbani oluşuna uygun düşmektedir.

Mazeretli oldukları için hicret edemeyip Mekke'de kalan müslümanlar bulunmak­taydı. Bunlardan bir kısmı imanlarını gizlemek zorunda kalmışlardı. Nitekim, Fetih sû­resinin 25. ayetinde Cenab-ı Rab şöyle buyuruyor: "Eğer orada, kendilerini bilmediği­niz İçin tepeleyeceğiniz ve bilmeyerek tepelemenizden ötürü kendileri yüzünden kınana­cağınız iman etmiş erkekler ve iman etmiş kadınlar olmasaydı..." Fetih sûresinin Hu-deybiye Barışı'ndan sonra nazil olduğu gözönüne alınırsa demektir ki, ayette istiğfar edenlerden kasıt Mekke'de kalan mü'minler değildir. Çünkü bunlar, Bedir Savaşı'ndan sonra da Mekke'de bulunuyorlardı,

Bu konuda müfessirler, Hz. Peygamber'in şu sözünü nakleder: "Ümmetim için Al­lah bana iki eman verdi. Biri, sen içlerinde bulundukça Allah onlara azab edecek değil­dir diğeri, onlar istiğfar ederlerken Allah onlara azab edecek değildir. Ben onlardan ay-nlsam bile onlara kıyamet gününe dek istiğfar emanını bıraktım". Bu hadis, son yorumu teyıd etmenin yanısıra, mü'minlerin gönüllerini ferahlatan, onları daima işledikleri hata ve günahlardan ötürü Rablerinden istiğfar dilemeye çağıran, istiğfarın hata ve günahlardan tevbe ederek Allah'ı hatırlamaya vesile olduğunu ifade eden anlamlar taşımaktadır.

Bazı müfessirler "Ve Mescid-i Haram'dan alıkoyuyorlar" cümlesinin, Hudeybiye olayı sırasında nazil olduğunu söylemişlerdir. Çünkü, Kureyşli kafirler Rasulullah ile birlikte ashabını Kabe'yi ziyaretten alıkoymuşlardı. Fakat bu, uzak bir görüştür. Şöyle ki; Bedir Savaşı ile Hudeybiye olayı arasında konu münasebeti olmadığı gibi, zaman ba­kımından da uzun bir mesafe bulunmaktadır. Bu durumda, Bedir Savaşı'ndan bahseden ayetler arasında Hudeybiye ile ilgili bir ayetin bulunması uzak düşer. Dolayısıyla bu cümleden maksat: Mekke döneminde Kureyş'in, müslümanları, bilhassa zayıf müslü-manları, Kabe'de namaz kılmaktan menetmeleridir. Nitekim, Hacc sûresinin 25-28. ayetleri ve tefsirinde naklettiğimiz rivayetler bu mânâyı teyid etmektedir[58].

Tefsirini yapmaya çalıştığımız bu ayetler, yermesinde, korkutmasında ve yer yer kullandığı ifadelerinde güçlü bir anlatım niteliğine sahiptir. Bilhassa, kafirlerin yenilgi ve hasara uğradıkları Bedir Savaşı'nın hemen ardından nazil olmuş ayetlerdeki güçlü ifadeyi göstermektedir.

Şunu da belirtelim ki, gerçekte bu ayetler kafirlerin durumunu ve ayetlerin indiği sı­radaki tutumlarını sergiliyor. Mekke fethinin akabinde onlardan sağ kalanların hepsi i-man ederek müslümanca yaşadılar ve Allah onlardan, onlar da Allah'tan razı oldular. Dolayısıyla ayetlerdeki yergi ve korkutucu ifadeler, onlardan kafir olarak ölenlere nis-betle uhrevi azab hakkındadır.

"Onların Beyt(uUah) yanındaki namazları da ıslık çalmadan ve el çırpmadan ibaret­tir." cümlesi herhâlükârda müşriklerin "namaz" diye isimlendirdikleri ibadet şekillerine işaret etmekle beraber bu ibadet şekli hakkında ayrıntılara girmemiştir. [59]

 

38- inkar edenlere söyle: "Eğer vazgeçerlerse, geçmişteki kendilerine bağışlanır; yok yine dönerlerse, öncekilerin (başlarına gelen Allah) kanunu geçmiştir (başlarına gele­cektir).

39-  Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! Eğer vazgeçerlerse muhakkak ki Al­lah, ne yaptıklarını görmektedir.

40-  Eğer dönerlerse, bilin ki Allah sizin sahibinİzdir. O, ne güzel sahib, ne güzel yardımcıdır.

 

"İnkar edenlere söyle eğer vazgeçerlerse ..." ayeti ile devamındaki iki ayette kulla­nılan ifadeler, açık ve net ifadelerdir. Önce ki ayetlerle mevzu ve sûrenin akışı itibariyle bağlantılı olup, Bedir Savaşı sonrası müslümanların zafer kazanmaları ile ortaya çıkan sonuçları işlemektedir. Müslümanların galibiyetinin sonucu olarak İslam'ın kazandığı izzet ve kuvvete işaret edilmiş ve müslümanlar hoş görülü olmaya davet edilmiştir. Ne­bi (s)'nin Kureyş kafirlerini inattan, düşmanlık ve inkardan vazgeçmeye davet etmesi emredilip onların durumu, yaptıkları her şeyi bilen ve gören Allah'a havale ediliyor. Eğer küfürlerinde ısrar ederlerse o takdirde, mü'minler için savaştan başka bir yol yok* tur. "Öyleyse yeryüzünde fitne kalmayıncaya, din tamamen Allah'ın oluncaya kadar sa­vaş... ve mü'minler bilmeliler ki Allah, onların velisi ve yardımcıstdır. Allah, ne güzel bir dost ve ne güzel bir yardımcıdır".

Ayetlerdeki korkutucu, haber verici ifadelere gelince bu ifadelerde, ileriye dönük üstün Kur'ani telkinler bulunmaktadır. Müslümanların, düşmanlarından isteyeceği şey­ler, Allah'ın gerçek yoluna gelmeleri ve müslümanlarla aynı hukuku paylaşmalarıdır. Çünkü, onların hayır ve maslahatı bundadır. Böyle yaparlarsa geçmişte işledikleri gü­nahları affedilerek müslümanlarla aynı hukuku paylaşacaklardır. Tevbe sûresinin 11. ayetinde Allah şöyle buyurmuştur: "Eğer tevbe eder, namazı kılar, zekat verirlerse din­de sizin kardeşi er inizdirler. Bilen bir topluluk için ayetlerimizi açıklıyoruz."

Müfessirler Bakara sûresinin 191-193. ayetleri hakkında söylediklerinin bir kısmını bu sûrenin 38-40. ayetleri hakkında da söylemişlerdir. Bakara süresindeki bu ayetleri yeteri ölçüde açıkladığımız için burada tekrarına lüzum görmüyoruz. [60]

 

41-  Eğer Allah'a ve {hak ile batılın) ayrılma gününde[61]', o iki topluluğun karşılaştığı (Bedir) gün(ün)de kulumuza in­dirdiğimiz şeye inanmışsanız bilin ki, aldığınız ganimetle­rin beşte biri, Allah'a, Rasulü'ne ve yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah her şeye kadirdir.

42-  O gün siz, vadinin yakın kenarında[62]' idiniz[63], onlar da uzak kenarında[64]' idiler. Kervan'[65] da sizden daha aşa­ğıda idi. Eğer sözleşmiş olsaydınız dahî, sözleştiğiniz vakit­te öyle buluşamazdınız. Fakat Allah, yapılması gereken bir işi yerine getirmek için {sizi böyle buluşturdu) ki helak olan, açık delille helak olsun ve yaşayan açık delille yaşa­sın. Çünkü Allah, işitendir, bilendir.

43- Allah, sana onları uykunda az gösteriyordu. Eğer sana onları çok gösterseydi, çekinirdiniz[66]' ve (savaş) iş(in)de çekişirdiniz. Fakat Allah, (sizi bundan) kurtardı. Doğrusu O, göğüslerin özünü bilir.

44-  Karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinize az göste­riyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu ki yapılması gereken bir işi yerine getirsin. İşler hep Allah'a döndürüle­cektir.

 

Yukarıdaki ayetlerde sırasıyla şunlar yer alıyor:

 

I- Allah, müslümanların, ganimet olarak aldıkları her şeyin beşte birini Allah ve Ra­sulü'ne, yakınlara, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara ait olduğunu bildiriyor. Mü'minler eğer, kendileriyle kafirler arasında savaşın kızıştığı günde Allah'ın, Nebisi­ne indirdiği zafere inanmışlarsa bu hükme boyun eğmelidirler.

II- Bir başka mevzuyu geçerek Bedir gününde kendilerinin, vadinin Medine'ye ya­kın kenarında olduklarını, kafirlerin ise vadinin uzak kenarında olduklarını ve mü'min-lerin yerinin daha sağlam olduğunu hatırlatıyor. Mü'minlerin ve kafirlerin konuşlandığı yerler, aralarında bir sözleşme olmaksızın ulaşılan yerlerdi. Eğer sözleşmiş olsalardı bu kadar isabet etmiş olamazlardı. O gün helak olan, açık delille helak olsun ve yaşayan da açık delille yaşasın ve Allah'ın muradı icra olsun diye bu şekil bir konuşlanma Rabbani iradeyle gerçekleşmişti. İşte Allah işiten ve bilendir. O her şeyi işitir ve bilir.

III- Devamla ayet, Bedir günü meydana gelen bazı olaylara işaret ederek Allah tara­fından rüyada Nebi (s)'ye düşmanın az olduğunun gösterildiğini bildiriyor. Nebi (s) bu­nu müslümanlara haber vermiş ve mü'min gönüller bununla daha bir bilenmişlerdi. Eğer müslümanlar düşmanı çok görselerdi, korkuya kapılıp aralarında savaş konusunda çekilebilirlerdi. Aralarında çıkan çekişme ise, onların yenilgi ve zilleti ile sonuçlanabi­lirdi. İşte böyle bir durumda Allah onları az gösterdi ve muhtemel bir gevşekliği önledi. Zira, Allah insanların kalplerindeki çekişme ve korkuyu nasıl gidereceğini çok iyi bilir. Kâfirleri, onların gözünde az bir topluluk olarak göstermek suretiyle iki topluluğu bir araya getirdi ve hikmeti ilahiye uygun bir tarzda hükmünü icra elti. [67]

 

Ganimetlerin Paylaşımındaki Geleneksel Yanlışlar Ve "Yakınhk"In Adanmışhk Bilinciyle Bağlantısı

 

Açıkça anlaşılacağı üzere bu ayetler, önceki ayetlere dönüktür ve onların, hem tertip hem de mevzu yönünden bir devamıdır. Bununla birlikte "Helak olan açık bir delille helak olsun yaşayan da açık bir delille yaşasın diye" tabiri mutlak mânâdadır ve bu tabirle Bedir'de kafirlerin helak, müslümanların ise hayat bulduğuna ve bunun ilahi mu-rad olduğuna işaret edilmiştir. Ancak, ayette kullanılan üsluba bakılırsa amacın, olayı hikaye etmek olmadığı görülür. Zira, burada amaç, Allah'ın müslümanlara yardımını belirtmektir. Nitekim bu yardım olmasaydı onca topluluğa karşı zafer elde edilmiş ol­mayacaktı.

Sûrenin ilk ayetlerinde açıklamalarım sunduğumuz rivayetlere göre, ganimet konu­sundaki anlaşmazlık, ganimetlerin kimlere ve nasıl dağıtılacağı hususundaydı. Ancak, 41. ayette sadece "beşte biri" ifadesi zikredilmiş, bunun haricinde başka bir şey zikredil-memiştir. Rivayetler arasında, ganimetlcrdeki anlaşmazlığın, "beşte bir" üzerinde oldu­ğunu ifade edenler de vardı. Bizce, Nebi (s), ganimetlerin beşte birini ayırırken bu du­rum bazı müsliimanlann ağırına gitmiş ve ilk defa böyle bir uygulama ile karşılaşmışlar­dı. Bunun üzerine Allah, bu konudaki hükmünü koymuştur. İhtilaf konusu olan gani­metler, Bedir ganimetleri ve bu konuda inzal buyrulan hüküm, Bedir ganimetleri hak­kındaki hükümdür, Ancak, Allah tarafından konulan hüküm, genel bir üslupla ifade edilmiştir. Yani, müslümanların elde ettiği bütün ganimetlerin beşte biri Kur'an'ın zik­rettiği yerlere aittir. Bu hüküm her zaman ve her yer için geçerlidir.

Kur'an'da, sınırlan belli ilk mali ve resmi hüküm olması hasabiyle, bu hüküm büyük bir öneme sahiptir. Hükmü icra makamında, o gün İslam'ın gücünü temsil eden Hz. Peygamber vardı. Bu hüküm gereğince, toplanan ganimetlerin beşte biri Allah'a, Rasu-lü'ne, yakınlara, yetimlere, miskinler ile yolda kalmışlardan oluşan fakirler zümresine harcanmıştı. Buradan da anlaşılıyor ki İslam" devletinin ekonomik yapısında fakirlere yardım etmek esastır. İşte, bu yönüyle İslam hukuku, diğer hukuk sistemlerine göre en mükemmel sistemdir.

Öncelikle "humus"un yani "beşte bir ganimet"in hükmünü açıkladık. Çünkü, zekat harcamalarının nereye yapılacağının Kur'ani çerçevesi henüz çizilmemişti. Ancak, Tev-be Sûresi'nin 60. ayetiyle bu harcamanın nereye yapılacağı belirtilmiştir: "Sadakalar (zekatlar), Allah'tan bir farz olarak fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde çalışan me­murlara, kalpleri ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir" Nitekim Tev-be Sûresi de, Rasulullah (s)'in son döneminde nazil olmuştur. Zaten, zekatın, ayette sö­zü edilen yerlere dağıtılması humus açısından bir engel teşkil etmez.

Ayette, ganimetten geri kalan beşte dörtlük bir kısmın ne yapılacağı belirtilmemiştir. Ancak, bu kısmın ne yapılacağı hakkında, Hz. Peygamberin mütevatir uygulaması bize bir fikir vermektedir. Nitekim, Hz. Peygamber, kalan kısmı savaşa katılanlar arasında dağıtmıştır. Ebu Davud ve Nesei'nin rivayet ettiği bir hadiste şunlar yer alıyor: "Rasu­lullah (s), ganimet alman develerin yanından bir deve tüyü aldı ve söyle dedi: Hu­mus'un dışında elindekini göstererek sizin ganimetleriniz bana helal değildir. Humus da size yasaklanmıştır." Bubari, Müslim, Ebu Davud ve Nesei'nin rivayet ettiği hadiste de şöyle denilmiştir: "Rasulullah (s), süvarilere iki pay, yayalara bir pay vermek suretiyle ganimeti taksim etti" Yine Buhari, Müslim ve Ebu Davud'un rivayet ettiği bir başka ha­diste ise şunlar kaydedilmiştir: "Nebi (s), Necid'e bir seriyye gönderdi Seriyye, deve ve koyundan oluşan bir miktar hayvanı ele geçirmişti. Bizim hissemize onikişer hayvan düştü. Rasulullah her birimize birer koyun da verdi. Böylece, her birimizin hissesi onüç hayvan oldu"[68]

İbn Kesir'in Ebu'l-Aliye er-Rubahi'den naklettiği rivayette Ebu'l-Aliye şöyle de­miştir: "Rasulullah (s) ganimetleri beşe ayırırdı. Dördünü savaşa katılanlara verir, birini ise humus olarak alırdı." Yine İbn Kesir'in naklettiği bir diğer rivayette şunlar kaydedi­liyor: "Rasulullah (s), ganimetler hakkında soru soran birine şöyle dedi: Beşte biri Al­lah'ın geri kalan beşte dördü ise ordunundur. Soru soran adam: Ganimette, biri diğerin­den daha üstün olmalı değil mi, deyince Rasulullah: Hayır, ganimet payı senin cebinden çıkmıyor. Senin müslüman kardeşinden daha fazla pay almaya hakkın yoktur" dedi.

Müslümanlar, savaşa kendi öz sermayeleri ile hazırlık yapıyorlardı. Bunun içindir ki Allah, ganimetlerin beşte dördünü onlara tahsis etmiş ve onların gösterdiği cİhad ve fe-dekarlığı bu şekilde mükafatlandırmıştır.

Bazı ulema ve fakihler, humusun (beşte bir ganimet) altı parçaya ayrılacağını ve her bir payın eşit şekilde ayette belirtilen altı harcama yerine dağıtılacağım söylemişlerdir. Bazı alimler de, dağıtım işinin veliyy-i emre ait olduğunu, humusun veliyy-i emr tara­fından uygun yerlere harcanacağını söylemişlerdir[69].

Nebi (s), humustan bir pay alıp, onu kendisi ve ailesi için harcar geri kalanı ise, dev­let hazinesine bırakır ya da muhtaçlara dağıtırdı. Nebi (s)'nin vefatından sonra bu payın ne yapılacağı tartışma konusu oldu. Kimisi, bu pay, halifeye aittir derken kimisi de Ra-sulullah'ın yakınlarına verilmesi gerektiğini söylediler. Fakat, Râşid halifeler bu payı Allah yolunda harcanmak üzere devlet hazinesine bıraktılar[70]

Ayette geçen "yakınlar"ın humus payı hakkında da çeşitli sözler ve rivayetler vardır. Kimisine göre bu pay, Kureyşin, kimisine göre Beni Haşim ve Beni Muttalib'indir. Nakledilen bir rivayete göre ise bu pay Rasulullah, Beni Haşim arasında taksim etmiş, Nevfel ve Şemsoğulları'na bu paydan vermemiştir.[71]

"Yakınlar" kelimesini yorumlayanlar ve sadakanın Muhammed (s) ile akrabasına haram olduğu hadisini doğru bulanlar görüşlerini Müslim ve Nesei'nin rivayet ettiği şu hadise dayandırırlar: "Şüphesiz bu sadakalar, insanların kirinden başka bir şey değildir ve Muhammed ile akrabasına haramdır[72] Bu görüşün sabit olmadığını söyleyenler de vardır.[73] Ali bin Ebi Talib de içlerinde olmak üzere, Raşid halifelerden hiç birinin, hu­mustan, Peygamber akrabasına veya Beni Haşime bir pay verdiğini zikreden hiç bir ri­vayet kaydedilmemiştir[74]. Şia'nın, Ebu Bekir, Ömer ve Osman (Allah onlardan razı ol­sun) hakkında ve onların uygulamalarına sessiz kalan sahabiler hakkında taan ettikleri bilinmektedir. Onların iddiası, bir yönden garip bir iddia olmakla birlikte, diğer yönden, ganimet "humsu"nun içinde, Nebi (s)'nin akrabasının hakkı olup olmadığı sabitleşme-miştir. Çünkü Kur'an'da ve sünnette, açıkça belirtilmiş bir hakka karşı, bütün bir saha-binin sessiz kalması mümkün değildir. Bu durum, Hz. Ali bin Ebi Talib döneminde de devam etmiş ve gerek kendisi gerekse ailesi sözkonusu paydan bir şey almamışlardır.

Rivayete göre, Hz. Fatıma ve Hz. Abbas, Hz. Ebu Bekir'e gelerek Hayber'de ve Fe-dek arazisinde, Rasulullah'ın payına düşenin verilmesini istemişlerdi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir onlara şöyle demişti: "Ama ben Rasulullah'tan, biz (peygamberler) mi­ras bırakmayız, bıraktığımız şey sadakadır ve Muhammed akrabası da bu maldan yer" dediğini duydum. Ve ben, Rasulullab'm ne uyguladığını gördüysem onu yapmış imdir[75].

Müfessirler, Râşid halifelerin, Peygamber akrabasını diğer müslümanlarla bir tuttu­ğunu ve Peygamber yakınlarından savaşa katılanlara, diğer müslümanlar gibi eşit pay verdiklerini rivayet etmişlerdir38. Ömer b. Hattab zamanında, devlet hazinesinden yapı­lan bağışlarda da aynı uygulama esas alınmış ve müslüman fakirlere olduğu gibi Pey­gamber yakınlarından fakir kimselere de aynı şekilde davranılmıştır.

Beğavi ve Taberi Tabiinden naklederek şunları zikrediyorlar: Akraba, (yakınlar)ın payına düşeni, Rasulullah (s) alıyor ve uygun gördüğü yerlere harcıyordu. Hz. Peygam­berin vefatından sonra bu pay veliyy-i emr-i müslimine bırakılmış, o da uygun gördüğü yerlere harcamıştır. Beğavi ve Taberi'nin zikrettiğine göre, yakınların ve Rasulullah'ın ganimetteki paylan İslam ve müslümanlar için harcanmak üzere beytülmala devredil­miştir. Tabiinden nakledilen bu rivayet, mevzu için ayrı bir delildir.

Rum sûresinin [76]. ayetinde şöyle buyurulmuştur. "Yakına, yoksula, yolcuya hakkım ver..." Bu ayeti açıklarken de belirttiğimiz gibi Taberi, yakınlardan maksadın, Allah'a yakın olanlar ve İslam toplumu yararına hizmet edenler olduğunu söylemiştir. Bu konu­da söylenenlerle "yakınlar" tabirini açıklamak doğru olur. Nakledilen rivayetler de, râşid halifelerin, yakınların payını müslümanların yararına harcadıklarım ifade ediyor. Kaldı ki, "yakın" tabiri tekil olarak kullanılmıştır. Halbuki, Rasulullah'ın yakınları kas­tedilmiş olsaydı, bu tabir çoğul olarak kullanılırdı. Yani "zî" değil "zuviye" şeklinde kullanılırdı. Bu da gösteriyor ki Taberi'nin "zil kurba" tabirine yüklediği anlam daha tu­tarlıdır. Ayetlerin nazil olduğu sırada, Rasulullah'ın akrabalarının büyük bir kısmının, Mekke'de kafirler zümresinden oluşu da bu mânâyı desteklemektedir. Nitekim, Bedir Savaşı'nda müslümanların esir aldıkları arasında rivayetlerde isimleri zikredilenler şun­lardır: Rasulullah'ın amcası Abbas bin Abdulmuttalib, Ukayl bin Ebi Talib, Nevfel bin Hars bin Abdulmuttalib, Ebu Aziz bin Umeyr bin Haşim, Saib bin Ubeyd bin Haşim, Nu'man bin Amr bin Abdulmuttalib, bunlardan başka bir de ismi zikredilmeyen, Abba-sın iki yeğeni bulunmaktadır. Rasulullah'ın diğer amcası Ebu Leheb'in, bunları Abbas'ı serbest bırakması için Rasulullah'a gönderdiği ve Kureyş'in mağlub olduğunu öğrendi­ğinde de üzüntüsünden öldüğü rivayetler arasındadır[77].

Yukarıda serdettiğimiz bütün rivayetler Taberinin görüşünü desteklemektedir. Bize göre, bu ve benzeri tartışmalar, sadr-i İslam'da Haşimiler ile Emeviler arasındaki reka­bet ve çekişmelerden kaynaklanmaktadır. Çünkü, her iki topluluk ta, nasları te'vil edi­yor ve zayıf ya da uydurma hadisler rivayet ederek kendi düşüncesini desteklemeye ça­lışıyordu. Abbasi devletinde fey ve ganimetler Haşimiler için Önemli olduğundan görüş­lerini destekleyecek delillere ihtiyaç vardı. Ganimetler hakkındaki tartışmanın sebeple­rinden biri belki de en önemlisi bu olsa gerek. Burada, şunu söylemek yerinde olur, ga­nimetlerin beşle birinden Peygamber yakınlarına bir pay ayrılması, maddi anlamda bir ücret, bir ikram sayılacağından böyle bir tutum, Kur'an'm defalarca menettiği ve nü­büvvet makamının azametine, ahlakına ve hedeflerine yakışmayan bir davranıştır. Haşr sûresinde bu konuya daha genişçe değineceğiz. "De ki: Bunun için sizden bir ücret iste­miyorum. Ancak yaklaşmayı arzu ediyorum" ayetini Şia uleması, "Ancak yakınlarıma sevgiyi arzu ediyorum" şeklinde yorumlamaya çalışmışlardır. Şu anda tefsirini yaptığı­mız ayeti de böyle te'vil etmişlerdir. Müfessirlerin büyük bir kısmı, ayetin bu şekilde te'vil edilmesine muhaliftir.

Nebi (s)'nin içinden neşet ettiği tertemiz aileye mensup olanları en güzel şekilde an­dığımızı ve onları yücelttiğimizi bir kez daha burada vurgulamak isteriz. Ancak biz, ge­rek burada gerekse başka ayetlerin tefsirinde, ayetlerin ruhu, nübüvvet makamının şanı ve rivayetlerin sağlam olanları ile en çok uyuşan görüşü tercih etmek durumundayız. Allah daha iyi bilir.

Şia mezhebi, düşmandan alınan ganimetlere ek olarak, insanların kazancından, kâ­rından, ticaretinden ve sahip oldukları servet ve madenlerinden humus vermelerinin va­cip olduğunu savunmuş ve bu görüşünde tek kalmıştır. "Bilin ki, aldığınız ganimetletin..." ifadesini de bu görüşlerine delil getirmişlerdir. Çünkü, ayette mutlak bir ifade kullanılmıştır. Evet, her ne kadar ayetteki ifade mutlak ise de, bu ayet Bedir ganimetleri hakkında inmiştir. Bu ayet ile ilgili rivayetlerin hepsi de, ayetin Bedir ganimetleri hak­kında indiğini ifade etmektedir. Dolayısıyla, ayetteki ifade, ancak ganimetleri kapsar. Akla gelen şu ki, Şia lider ve imamları, iktidarı ele geçirmeye çalıştıkları ve Emevilere karşı mücadelelerinin en şiddetli anlarında bağlılarından daha büyük meblağlarda vergi toplayabilmek için bu yola başvurmuşlardır.

Ayetlerde, nüzul hikmetinin gerektirdiği tarzda, mücadele alanına işaret edilmiş ve bu işaretlerde müslümanların elde ettiği başarının, Allah'ın yardımı ile olduğuna dikkat çekilmiştir. Bu hususu, rivayetler ayrıntısıyla açıklamıştır. Bu rivayetlerin birinde, Ra-sulullah (s) Bedir'deki kuyulardan en yakın olanına indiği sırada Habbab bin Münzir ona şöyle demiştir: "Ya Rasulullah! Burada konuşlanmamız Allah'ın emri midir yoksa senin görüşün ve savaş taktiğin midir.? Rasulullah bu, benim görüşüm ve taktiğimdir, deyince Habbab şöyle devam etti: Burası uygun bir yer değildir. Emir ver, herkes kalk­sın ve Kureyşlilere en yakın olan kuyuya gidelim. Suyun etrafını çevreleyip havuz yapa­lım. Suyu kullandıktan sonra havuzu doldururuz. Bunun üzerine Rasulullah: Bu iyi bir görüş,dedi ve kalktı, müşriklere en yakın olan kuyuya gitti. Suyun etrafını çevirip havuz yapmalarını emretti..." Bu rivayette, Nebi (s)'nin kendi içtihadıyla öngördüğü taktiği bı­rakıp, savaş taktiğinde usta birinin görüşünü benimsemesi her yerde ve her zaman lider­lere büyük bir örnek teşkil etmelidir.

Rasulullah için bir çadır yapıldı ve etrafa muhafızlar yerleştirildi. Rasulullah içeride Rabbine dua ediyordu. Rivayete göre bir an bayılır gibi oldu, sonra kendine geldi. Ya­nında Ebubekir (r) vardı. Ona dönerek: Müjdeler olsun ey Ebubekir, Allah'ın yardımı geldi. İşte, yokuşta atını dizginleyen Cibril" dedi. Sonra dışarı çıktı ve ashabı teşvik ede­rek şöyle dedi: Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin olsun ki, bu gün düşma­na sırtını dönmeyerek, sabırla savaşan ve öldürülen herkesi Allah, cennetine koyacak­tır." Bu söz üzerine, Beni Selemc'nin kardeşi Umeyr bin Humam kalktı. Elinde yemekte olduğu hurmalar vardı. Ne güzel! Ne güzel! Benimle cennete girmek arasında sadece düşman tarafından öldürülmem mi var! diyerek elindeki hurmaları fırlattı ve kılıcını ala­rak ölünceye kadar savaştı[78].[79]

 

45-  Ey iman edenler, bir toplulukla karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çok anın ki, başarıya erİşesİnİz.

46-  Allah'a ve Rasulü'ne itaat edin, birbirinizle çekişme­yin, yoksa korkuya kapılırsınız, devletiniz gider'[80]. Sabre­din, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.

47-  Yurtlarından çalım satarak, İnsanlara gösteriş yaparak çıkan ve Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayın. Allah, onların bütün yaptıklarını kuşatmıştır.

48-  O zaman şeytan onlara yaptıkları işi süslemiş: "Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur, (korkmayın), ben sizin yanınızdayım!" demişti. Fakat iki topluluk birbirini görünce ardına dönüp: "Ben sizden uzağım, ben sizin gör­mediğinizi görüyorum, ben Allah'tan korkarım, zira Al­lah'ın cezası çetindir!" demişti.

49-  Münafıklar ve kalblerinde hastalık bulunanlar (sizin için): "Bunları dinleri aldatmış, (baksana başa çıkamaya­cakları bir kuvvetle savaşmağa kalkıyorlar)." diyorlardı. Oysa, kim Allah'a dayanırsa şüphesiz Allah, daima galib-tir, hüküm ve hikmet sahibidir.

 

Ayetlerde ana hatlarıyla şu hususlara değiniliyor:

 

I-  Müslümanlara seslenilerek, düşmanla karşılaşıp savaşa giriştiklerinde sebat gös­termeleri, Allah'ı çokça anmaları emrediliyor. Çünkü, bu ruhu onlara veren, onları des­tekleyip, başarıya götüren Allah'tır. Allah'a ve Rasulü'ne itaat etmeleri teşvik ediliyor ve her nerede olurlarsa olsunlar ihtilaftan ve çekişmeden kaçınmaları gerektiği bildirili­yor. Çünkü, ihtilaf ve çekişme onların mağlub olmaları demektir. Ayrıca mü'minlerin sabırlı olmaları emrediliyor. Zira sabır, Allah'ın destek ve yardımının bir teminatıdır, Allah yolundan alıkoyan kafirler gibi, kibir, gösteriş ve böbürlenme duygularından ka­çınmaları emrediliyor. Allah, kafirlerin hem kendilerini, hem de yaptıkları amellerini kuşatıcıdır.

II-  Bedir günü şeytanın, münafıkların ve kalplerinde hastalık bulunanların tutumları hatırlatılıyor. Şeytan, kafirleri savaşa çıkmaya teşvik etmiş, savaşı onlara süslü göster­mişti. Onların güçlü olduğunu, kimsenin kendilerini yenemeyeceğini ve kendisinin on­lar için bir destek, bir yardımcı olduğunu söylemişti. İki topluluk karşılaştığı, savaşın kı­zıştığı an gelince kafirleri terkederek onlardan uzaklaşmış ve ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah'tan korkarım zira O'nun azabı çetindir diyerek yanlarından ayrıl­mıştı. Medine'deki münafıklar ve kalpleri hasta olanlar, müslümanlann savaşa olan ce­saretlerine şaşmış ve dehşet içinde, sayıca müslümanlardan fazla olan kafirlere bakarak müslümanlar için; Dinleri, bunları aldatmış, demişlerdi.

Daha sonra ayetler, tevekkül eden müslümanlara Allah'ın yardımını övgüyle anlatı­yor ve bu şekilde noktalanıyor. Allah güçlüdür, hüküm sahibidir ve kendisine dayanıp, kulpuna yapışanları yardımıyla destekler. [81]

 

 

Direnişin Ve Allah'a Dayanmanın Gücü

 

Bu ayetlerle, öncekiler arasında hem akıcılık, hem de mevzu itibariyle bir ilgi sözko-nusudur. 48. ayet hakkında nakledilen rivayetlerden birine göre, Kureyş, yolu üzerinde bulunan ve aralarında düşmanlık bulunan Kinaye oğullarının hesabını yapıyordu. İblis, Kinanc büyüklerinden Süraka bin Malik'in şekline bürünerek Kureyş'e şöyle dedi: Ben sizinle beraberim. Hoşlanmadığınız şeye karşı Kinane arkanızdadır. Bu şekilde onları cesaretlendirdi ve savaş azimlerini biledi. Hemen harekete geçip bir an önce Şam kerva­nını kurtarmak için yola koyulmaları da bu sebeptendir. Yine, şeytanın savaşa onlarla birlikte katıldığı ve müslüm ani ardan ölümüne, tam bir azimle savaş görünce de onlardan elini çektiği ve ayetlerde bahsi geçen sözleri sarfettiği rivayet edilmiştir[82].

Bu rivayet hakkında söyleyeceğimiz şudur: İnsanlar İblisi ve kabilesini görmezler. Bu, Kur'anda açıkça ifade edilmiştir. Nitekim, A'raf sûresinin 27. ayet-i kerimesinde şöyle buyrulmuştur: "O ve kabilesi sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi. görürler..."

Kaldı ki, yukarıdaki rivayetin güçlü bir senedi de yoktur. Dolayısıyla bize göre 48. ayet­teki şeytan ifadesi iki şekilde yorumlanabilir. Birincisi, Kur'an kafir elebaşlarından ya da şeytanlarından, kafirlerin kalplerini etkileyici özelliğe sahip birini kastetmiş olabilir. Çünkü, Kur'anda kafir kelimesi insana da atfedilmiştir. En'am sûresinin 112. ayet-i ke­rimesinde "Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarım düşman yaptık. Al­datmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar." İkincisi, ayette şeytanın bahsi ma­nevi bir canlandırma da olabilir. Bu şekilde Kur'an, kafirlerin savaş girişimlerini, şeyta­nın vesvese ve yaldızlı sözlerine kanarak düştükleri bir helak çukuru olarak değerlendir­miş oluyor. Tabresi'nin Hasan Basri'den rivayet ettiği bu rivayet makul ölçüdedir.

Ayrıca, ayette bir karşılaştırma sözkonusudur. Şöyle ki: Kafirler, şeytanın vesvese-leriyle yola çıkmış bir topluluktur ve şeytan onlara destek vermektedir. Müslümanlar ise, Allah'ın emri ile yola çıkmış, ona dayanmış bir topluluk... Durum böyle olunca Al­lah da onlara yardım etti ve sayıları az olmasına rağmen müslümanları galip getirdi. Müslümanlann sayısı münafıkları ve kalplerinde hastalık bulunanları şaşırtmış, kafirler karşısında müslümanlann yenilgisini bekler hale getirmişti.

Sûrenin 47. ayeti hakkında ise şunlar rivayet edilmiştir: "Ebu Süfyan, Mekke ordu­suna haber gönderdi. Gönderdiği haberinde, kervanın kurtulduğunu ve dönmelerinin iyi olacağını bildirdi. Haber ulaşınca Ebu Cehil: Vallahi Bedir'e ulaşıncaya kadar dönme­yeceğiz. Orada içki içecek, deve keseceğiz. Şarkıcı kızlar şarkı söyleyecek, Araplar bizi duyacak ve bize sürekli saygı gösterip, bizden korkacaklar, dedi" Nitekim, bu ayette, kafirlerin çalım satarak, gösteriş yaparak savaşa giriştikleri ifade edilmişti. Onların amacı, artık, kervanı kurtarmak değil çalım satmak, gövde gösterisi yapmaktı[83].

Evet, ayetler, indiği dönemin Özelliğini taşımakla birlikte, genel telkinleri, üstün ve ileriye dönük yönlendirmeleri İhtiva etmektedir. Nitekim, bu ayetlerde, şiddet anında Allah'ın anılması ile güçlü bir psikolojik tedavi vardır. Ayrıca, ayetler mü'minleri sa­bırlı olmaya ve sebat göstermeye teşvik etmiş, rıza-yı ilahinin, zafer ve yardımın sabır ile olacağını vurgulamıştır. Çekişmenin sonucunda, kuvvetin elden gideceği ve yenilgi­nin gündeme geleceği bildirilerek sosyal bir değere temas edilmiş, kuvvet ve özgürlü­ğün İslami vahdetle gerçekleşeceğine dikkat çekilmiştir. Devamla ayetler, Kur'an ve sünnetle temsil edilen Allah ve Rasulü'ne itaat etmeyi teşvik etmiştir. [84]

 

50-  Görseydİn o İnkar edenleri. Melekler onların canlarını alırken yüzlerine ve arkalarına vuruyorlar. "Haydi, yangın azabını tadın!"

51- "İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzünden­dir. Yoksa Allah, kullara zulmedici değildir."

52- (Bunlar da) tıpkı Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibi (davrandılar, Onlar da) Allah'ın ayetlerini inkar etmişlerdi; Allah da onları, günahlarıyla yakalamıştı. Şüp­hesiz Allah güçlüdür, O'nun cezası çetindir.

53-  Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez, Allah işitendir, bilendir.

54- (Evet) Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibi: Rab'lerinin ayetlerini yalanlamışlardı; biz de onları günah­larıyla mahvetmiştik ve Firavun ailesini boğmuştuk. Hepsi de zulmedİcilerdİ.

 

Yukarıdaki ayetlerde:

 

I- Nebi (s)'ye ya da diğer muhataplara hitaben, kafirlerin ahiretteki durumlarına de­ğinilmiş ve melekler onların canlarını alırken yüzlerine ve arkalarına vurup sonra da ce­henneme sürerek "tadın yangın azabım" dedikleri anlatılmıştır. "Tadın yangın azabını" denilerek, zulme uğramadıkları sadece, yaptıklarından dolayı bir cezaya uğradıkları bil­dirilmiştir.

II- Kafirler ve içinde bulundukları durum, kendilerinden önce geçenlerin durumu ile açıklanmış, onların içinde bulundukları durumun, Firavun kavminin ve ondan önce Al­lah'ın ayetlerini inkar edenlerin durumu gibi olduğu belirtilmiştir. Zira, öncekiler Al­lah'ı inkar etmiş Allah da günahlarından ötürü helak etmek suretiyle onları cezalandır­mıştır. Gerek öncekiler gerekse bunlar zalimdirler. Zulmettikleri için, ahiretteki cezala­rının yanısıra, dünyada da Allah'ın azabına duçar olmuşlardır. Şüphesiz, Allah güçlü­dür, kahhardır. Azabı, şiddetli ve serttir.

III- Kafirlerin durumunu zikrettikten sonra, Allah'ın dünya toplumları için koyduğu kanundan -burada kasıt sünnetullahtır- bahsedilmiştir. Allah, bir kavme verdiği nimeti değiştirmez. Emniyetlerini korkuya, zenginliklerini fakirliğe, izzetlerini zillete, selamet­lerini helaka dönüştürmez. Ama o kavim, eğer Allah'ın sağlam yolundan sapar, günah­lara ve kötülüklere dalarsa o taktirde Allah verdiği nimeti değiştirir. Şüphesiz Allah, işi­ten ve bilendir. O, her şeyi işitir, her şeyi bilir ve kullarına yaptıkları ile muamele eder.

Yukarıdaki ayetler, Bedir Savaşı'nm sonuçlarını izlemek suretiyle önceki ayetlere bağlıdır. Kafirlerin durumunun, dünyevi azap yönünden Firavun kavmi ve daha önceki kavimler gibi olduğunu, ahirette de onlarla aynı akıbeti paylaşacaklarını bildiriyor. Ka­firlerin başlarına gelen felaketi edebi bir üslupla tahlil eden ayetler, onların, bu felaketi tutumlarından ve küfürlerinden ötürü hakettiklerini ifade ediyor. [85]

 

Değişimin Yasası Ve İçerdiği Sosyal Öğretiler

 

Burada, bütün zaman ve nesilleri içine alan mutlak bir ifade kullanılmış, Ölümsüz bir sosyal gerçekliğe dikkat çekilmiştir.

Gerek olumlu gerekse olumsuz yönde bir toplumun sosyal değişimi, toplumun ken­dini değiştirmesine bağlıdır. Allah'nm toplum tabiatına koyduğu kanun budur. Yani, bir topluluk içinde bulunduğu olumsuz yapıdan, olumlu ve daha iyi bir sosyal yapıya ulaş­mak için sahip olduğu olumsuz değer yargılarını olumlu yönde değiştirmek zorundadır.

Bu ayette, nimetin değişimi yani, iyiden kötüye bir değişim sözkonusudur. Bunun sebebi ayetin nüzul sebebi ve indiği zamandır. Ra%d sûresinin II. ayet-i kerimesinde ise, hem iyiden kötüye hem de kötüden iyiye bir değişimden bahsedilmiştir. Nitekim, ayette şöyle buyuruluyor; "Bir kavim kendinde olanı değiştirmezse Allah ta onların du­rumunu değiştirmez." Bu cümlenin açıklanmasını yaparken çift yönlü değişimin, top­lum bireylerinin çaba ve gayretine bağlı olduğunu söylemiştik. Çünkü Allah insana bu kabiliyeti vermiş ve ona sorumluluk yüklemiştir.

Bir kısım müfessirler, Tabiin ulemasından Süddi'ye nisbet ettikleri bir kavli naklct-mişlerdir[86]. 53.ayet hakkındaki bu kavle göre, ayette geçen nimet, Allah tarafından Ku-reyş'e, Muhammedi risalet ile verilen nimettir. Kureyş, Muhammed (s)'i yalanlayınca, Allah bu nimeti Medineli Ensara verdi. Ancak Muhammedi mesajın, Kureyş için büyük bir nimet ve Hz. Peygamber'in kıyamete kadar bütün alemlere bir rahmet olarak gönde­rilmesi göz önüne alınırsa, ayetin mânâsından da anlaşılacağı üzere Kur'an'ın sosyal hikmetlerinden birini en kapsamlı, en geniş bir şekilde ele aldığı görülecektir. Bunu, Kureyş'in sözkonusu risalet nimetinden ebediyyen mahrum bırakılın ayışı, sadece az bir zaman bu nimetten mahrum kalması da teyid ediyor. Fetih gerçekleştikten ve Mekke halkı Allah'ın dinine girdikten sonra Kureyş de bu nimetten yararlanmaya başladı. [87]

 

55-  Allah'a göre canlıların en kötüsü, kafirlerdir; artık on­lar inanmazlar.

56-  Sen kendileriyle andlaşma yaptığın halde onlar, hiç çekinmeden, her defa andlaşmaiarını bozarlar.

57- Savaşta onları yakalarsa[88]', onlar (a vereceğin ceza) ile arkalarında bulunan kimseleri de dağıt[89] ki, İbret alsınlar.

58- Bir kavmin, hiyanet etmesinden korkarsan, sen de aynı şekilde onlara davran'[90] çünkü Allah, hainleri sevmez.

59-  İnkar edenler (bizim elimizden kurtulup) geçtiklerini sanmasınlar. Onlar (bizi) aciz bırakamazlar.

 

Bu ayetlerde:

 

I-  Hak ve doğru yol ortaya çıktığı halde inanmayan ve küfürde ısrar eden kafirlere aşağılayıcı bir haber verilerek onların Allah katında canlıların en kötüsü olduğu bildiri­liyor.

II- Akabinde bunların kimler olduğu açıklanıyor. Bunların, Nebi (s)'nin kendileriyle anlaşma yaptığı ve her defasında çekinmeyerek anlaşmayı bozan kimseler olduğu bildi­riliyor.

III- Savaşta onların yakalandıkları, zaman cezalandırılmaları Hz. Peygamber'e emre-diriliyor. Böylece bu davranışla, onların arkasındakilere bir ibret, bir korku verilmiş ola­caktır. Neticede akıllanacak, korkacak ve isyana, komploya baş vurmayıp hainlik yapa­mayacaklardır.                       

IV- Hz. Peygambere başka bir emir: Anlaşma yaptığın topluluk; anlaşmayı bozacak

gibi olursa sen de boz. Çünkü Allah hainleri sevmez.

V- Kafirler verilen cezadan kurtulduklarında, Allah'ın cezasından da kurtulacakları­nı sanmasınlar. Onlar mutlaka cezalarını çekeceklerdir. Çünkü onlar, Allah'ı aciz bira-kamazlar. [91]

 

Anlaşmaya Sadakat Ve İhanete Karşı Tavır

 

Bazı müfessiricr[92] bu (55 ve 56.) ayetlerin yahudi Kureyzaoğulları hakkında nazil olduğunu nakletmişlerdir. Çünkü Kureyza yahudileri müşriklerle dirsek temasına geçe­rek Hendek Savaşı'nda Nebi (s) ile yaptıkları anlaşmayı bozmuşlardı. Bir kısım müfes-sir de 58. ayetin Kaynuka yahudileri hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir[93].

Ayetlerde Nebi (s) ile aralarında anlaşma bulunan yahudilerin tümüne işaret edil­miştir. Rasulullah Medine'ye geldiğinde bir anlaşma düzenlemiş, bu anlaşma gereğince yahudileri Evs ve Hazrec kabileleri ile olan münasebetlerinde ve havralarında serbest bırakmıştı. Bu anlaşmaya göre, savaş durumunda, müminlere yardım etmeleri ve mü­minlerle ittifak halinde olmaları gerekiyordu. Mü'minlerin de aynı şekilde bu anlaşma ile onlara yardım etmeleri gerekiyordu[94]. Fakat, anlaşmaya rağmen, onların küfürde ve anlaşmayı bozmada ısrar ettikleri, defalarca anlaşmaya aykırı davrandıkları ayetlerde belirtilmiştir.

55. ve 56. ayetlerin Kureyza yahudilerini kasdettiğini ifade eden rivayet üzerinde bi­raz durmak gerekiyor. Çünkü bu sûredeki ayetler, Bedir Savaşı akabinde nazil olmuş, yahudilerin anlaşmayı bozdukları Hendek Savaşı ise, Bedir'den üç yıl sonra meydana gelmiştir. Arada, gerek ilgi gerekse zaman yönünden bir uzaklık sözkonusudur. 58. aye­tin, Kaynuka yahudileri hakkında nazil olduğunu rivayet edenlere gelince, bunlar ayet nazil olduğunda Hz. Peygamber'in; "Kaynuka yahudilerinden endişe duyuyorum" dedi­ğini naklederler.

Kaynuka yahudileri, Rasulullah (s) ile anlaşmalarını bozan ilk yahudi topluluğudur. Bedir Savaşı ile Uhûd Savaşı arasındaki dönemde Nebi (s) ile savaşmışlardır. Allah Ra-sulü, onlarda hainlik ve tuzak belirtileri görünce, Bedir Savaşı'ndan sonra hepsini topla­dı ve onları uyardı. Onlar ise Rasulullah'a şöyle dediler: "Savaş nedir bilmeyen bir top­lulukla karşılaştın ve eline fırsat geçti. Bu seni aldatmasın. Vallahi bizimle savaşa giri­şirsen nasıl insanlar olduğumuzu anlarsın."[95]

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, ayetler, yahudilerin genel tutumlarını içeriyor. Ayet­lerin sebeb-i nüzulü de, özellikle Kaynuka yahudilerinden sadır olan komplo ve hainlik belirtileridir. Bu ayetlerin, Enfal sûresinin bölümleri arasına konulması, aynı dönemde nazil olduğunu gösterir.

Kaynuka yahudileri Medinede oturuyorlardı. Onlara ait bir çarşı vardı. Müslüman bir kadın, onlarım çarşısına, alış verişe gitmiş ve sonra bir kuyumcunun önünde dur­muştu. Yahudilerden bazıları müslüman kadının yüzünü açmak istediler, kadın ise di­rendi. Daha sonra kuyumcu müslüman kadının eteğini beline kaldırdı, ayağa kalktığında vücudu göründü, yahudiler alay ve hakaretle duruma gülerken müslüman kadın feryat etti ve bir müslüman yetişerek kuyumcuyu öldürdü. Yahudiler de bu müslümanı öldür­düler, öldürülen müslümanın ailesi, müslümanlardan yardım isteyince olanlar oldu. Ne­bi (s) onların bulunduğu kaleyi kuşattı. Kuşatma on gün devam etti. yahudiler artık da­yanamayınca teslim oldular. Kaynuka yahudileri Hazrec kabilesi ile müttefiktiler. Mü­nafıkların ileri gelen ismi Abdullah bin İbey, müttefiklerine iyi davranılmasını Rasulul-lah'tan taleb etti. Talebinde ileri gidip, Nebi (s)'ye karşı edepsizlik etti ve şöyle dedi: "Dörtyüz kişi zırhsız, üçyüz kişi de zırhlı olarak beni, kırmızı ve siyah kabilelere karşı korudular. Onları bir günde biçecek misin". Bunun üzerine Nebi (s) onları Medine'den sürmekle yetindi ve mallarından, silahlarından alabildiklerini götürmelerine izin verdi. Geride kalan şeylerin, humsunu aldıktan sonra kalanı, kale kuşatmasına katılanlar ara­sında dağıttı[96].

Ayetler, her ne kadar belirli hadiseler üzerine nazil olmuşlarsa da, genel ve kesin prensiplere dayalı telkinleri ihtiva etmektedir. Hakkı tasdik etmeyenler, Hak karşısında inatla komplo peşinde olanlar ve defalarca anlaşmayı bozmaktan çekinmeyenler... İşte onlar, canlıların en kötüsüdürler.

Hz. Peygamber'in, onlarla giriştiği savaşlar bir savunma ve ibret savaşıdır. Bu savaş­larla düşmanlara yüklenilerek, bir ibret dersi verilmiştir. Aksi halde, bu savaşlar intikam, düşmanlık ve imha savaşları değildir. Çünkü, ayetlerin mânâsına göre, ne olursa olsun, Nebi (s) ve müslümanların anlaşmalarına sadık kalmaları ve anlaşmayı ilk bozan taraf olmamaları gerekir. Düşmanlığa karşı misliyle, hainliğe karşı hainin hakkını vermekle mukabele edilmelidir. Eğer, karşı taraf ilk önce anlaşmayı bozar gizli yada açık bir şe­kilde komplo peşinde olup düşmanlarla dirsek temasına geçerse, müslümanların aynı şe­kilde anlaşmayı bozma ve aynı tutumları sergileme haklan vardır. Bu durumda, mümin­lerin anlaşmayı feshettiklerini bildirmeleri, habersiz şekilde aniden savaşa girmemeleri gerekir işte, bütün bu prensipler, üstün bir sosyal değeri ve yüceliği sergilemektedir. [97]

 

60- Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar[98] hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bil­mediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursu­nuz. Allah yolunda ne harcarsanız tam olarak size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız.

 

Ayette:

I-  Mü'minlerin, güçleri yettiğince kuvvet hazırlamaları emredilmiş ve Allah düş­manlarının kalbine korku salmak için savaşa hazır olmaları öngörülmüştür.

II-  Yine bu hazırlık için müslümanlar, infakta bulunmaya teşvik edilmiş, infak ede­cekleri şeylerin karşılığını mutlaka görecekleri belirtilmiştir. [99]

 

Mücadeleye Hazırlıklı Olmak

 

Bu ayet-i kerimenin sebeb-i nüzulü İle ilgili bir rivayete rastlamadık. Bizce, bu ayet­ler önceki ayetlerle ilgilidir ve onların bir devamıdır. Bu Özelliğiyle anlaşmayı bozan, komplo ve hainlik peşinde koşan düşmanların tümü bu ayetten nasibini almıştır. Ayet, anlaşmayı bozanların tümünü kapsamış ve önceki ayetlerin manâsıyla uyum içinde ileri­ye dönük bir telkin sunmuştur. Güç yettiğince kuvvet ve teçhizatla savaşa yapılan hazır­lık, saldırının önlenmesi ve düşmanın korkutulması amaçlarına yöneliktir. Böylece a-maç yerini bulmuş ve düşmanların İslam'a yönelik saldırıları önlenmiş olacaktır.

Hülasa, burada sözü edilen savaş hazırlığı ve bu yolda infakta bulunmak, gayeye ulaştıracak her türlü savaş teçhizatını hazırlamayı gerekli kılabilir. Hazırlıkta kusur et­mek ya da hazırlığı ihmal etmek bir günahtır. Çünkü, hazırlıkta bulunmamak Allah'ın emrine karşı gelmektir. Bu emre karşı gelmenin neticesinde, müslümanlar ve içinde ya­şadıkları belde, tehlikeyle karşı karşıya gelecek, hem maddi hem de manevi zararlarla yüzyüze olacaktır. Bu hususta, Bakara sûresinin 195. ayet-i kerimesinde: "Allah yolun­da infak edin. Nefislerinizi tehlikeye atmayın ve ihsanda bulunun. Allah İhsan edenleri sever." buyurulmaktadır.

Müfcssirler, bu ayeti tefsir ederken şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Dikkat edin kuv­vet, üç defa atıştadır. Bilin ki, Allah size memleketin fethini müyesser kılacaktır. Bir şeye ihtiyacınız kalmayacak ve sizden biriniz ganimetten aldığı hisseyle oynaşmaktan a-ciz olmayacaktır." Rivayet edilen hadislerden bir diğerinde Allah Rasulü şöyle buyur­muştur: "Bininiz ve atınız, binmeniz atmanızdan daha hayırlıdır". Bir başka hadiste ise şunlar yeralıyor: "Kıyamet gününe kadar atların alnında hayır yazılıdır. Sahibine onun vesilesiyle yardım olunmuştur. Kim cihad için bir at bağlar ve besler, nafakası onun üzerinde olursa, sadakasını elinde tutmayıp uzatan kimse gibidir."[100]Hadisler, Nebi (s) döneminde savaş araç-gereçlerinin önemini göstermektedir. [101]

 

61-  Eğer onlar barışa yanaşırlarsa[102] sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et Çünkü O, işitendir, bilendir.

62-  Eğer sana hile yapmak isterlerse (korkma) Allah sana yeter. O ki, yardımıyla seni ve mü'minleri destekledi.

63- Ve onların kalblerinin arasını uzlaştirdı. Sen yeryüzün­de bulunan herşeyİ verseydin, yine onların kalblerinin ara­sını uzlaştıramazdın. Çünkü O, daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.

 

Ayetlerde:

I- Düşmanlar barışa meylederlerse, Nebi (s)'nin de banşa yanaşması ve Allah'a te­vekkül etmesi emredilmiştir. İlminden ve işitmesinden, hiç bir şeyin uzak kalamayacağı Allah, işitendir, bilendir.

II- Rasulullah (s)'ın kalbi tatmin edilmiş ve düşmanların barışa meyletmek suretiyle bir komplo peşinde olmaları halinde, Hz. Peygamber, Allah'a dayanıp güvenmeye da­vet edilmiştir. Çünkü Allah, onun dayanağı ve vekilidir. Onu ve mü'minleri yardımıyla destekleyen, mü'minlerin kalplerini sıkıca birleştiren Allah'tır. Allah'ın ilham ve yardı­mı olmasa, dünyayı bile bu yolda infak etseler yine kalpleri bunca kaynaşıp birleşmez­di. Allah, güçlüdür, hakimdir. Peygamberine pekala yardım etmeye kadirdir. O, hikme­ti, doğruyu ve maslahatı emreder. [103]

 

Barışın Niteliği

 

Buradaki ayetlerde, önceki ayetlere bir atıfta bulunulmuş ve onların bir devamı ola­rak gelmiştir. Ayetlerde sözü edilen yardım, Bedir'de yapılan yardımdır. Kalplerin uz­laşması ise, Evs ve Hazrec arasındaki uzlaşmadır. Bu iki kabile Medine'de Peygamber (s)'in hicretinden önce birbirlerine düşmandılar. Aralarında savaşlar yapılırdı, kan dö­külür ve yağmalar olurdu. Bu iki kabile arasındaki sürtüşme İslam öncesi Arablann, sosyal ve siyasal yaşamlarında derin etkiler bırakmıştı. Hz. Peygamber ile Hazrec kabi­lesinden birinin Mekke'de görüştüklerini nakleden İbn Hişam'm rivayetinde, sözkonusu adam şunları söylemiştir: "Biz kavmimizi bıraktık. Aramızdaki düşmanlık gibi bir düş­manlık hiç bir kavimde yoktur. Umulur ki, Allah (c) seninle bu iki kabileyi birleştirir. Eğer seninle bu kaynaşma sağlanırsa, senden daha izzetlisi yoktur."[104]

Düşmanların barışa yanaşmaları halinde, Nebi (s)'nin de barışa yanaşmasının isten­mesi defalarca tekrarlanmış olan ve Hz.Peygamber tarafından girişilen savaşların bir sa­vunma savaşı olduğunu gösteren ilkelerdendir. Kur'an'ın bu prensiplerine göre İslam'da savaş zaruret halinde ve müslümanların selameti ile dinin hürriyeti için yapılır. Ayrıca ayette, düşmanın hile ile barışa yanaşması ihtimali olsa bile Nebi (s)'nin barışa yanaş­ması öngörülmüştür. Bu ise, biraz önce belirttiğimiz Kur'anî prensibin ne denli güçlü bir ifade ile vurgulandığını gösterir. Ayetlerde emredilen bir diğer husus, düşmana ge­rektiğinde karşı koymak ya da düşmanın gözünü korkutmak amacı ile savaşa hazırlıklı olmak ve her iki durumda Allaha dayanmaktır. İşte Kur'an'ın her çağa ve her topluma ışık tutan üstün mesajı...

Bir kısım müfessirler, ayette "barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş" emrinin "kitap ehli ve müşriklerle, boyun eğip cizye verinceye kadar savaşın" emri ile neshedildiğini söylemiş,[105] diğer bir kısmı ise neshin olmadığını söylemişlerdir.[106] Hükmün neshedil-mediği görüşü daha doğru ve Kur'an'ın mesajına daha uygundur.

Taberi ncshedildiği görüşünü reddederek, ne Kur'an'da, ne sünnette ne de aklı salim olanda bu hükmün neshedildiğini destekleyici bir delilin bulunmadığını söylemiştir.

Ayetin mefhumundan anlaşıldığına göre, sözü edilen barış tam bağlılıkla, boyun eğ­mek veya teslim olmak arasında bir anlama sahiptir. Bu tür bir barış saldırmazlık anlaş­ması ile ifade edilebilir. Ayette zikredilen bu anlaşma, Bakara sûresinin 190-194. ayetle­ri ve Kâfirûn süresiyle ilgili yaptığım tefsiri teyid ediyor. Nitekim bu ayetlerde, durum­ları ne olursa olsun, kayıtsız şartsız teslim oluncaya kadar kafirlerle savaşmanın, İs­lam'da olmadığı zikredilmiştir.

Ayetler, her ne kadar yahudilerle ilgili bir konunun akabinde yeralıyorsada, kullanıl­dığı ifade bakımından hem yahudileri hem de diğerlerini kapsamaktadır.

Burada önemli bir noktaya dikkatleri çekmemiz gerekir. Yukarıda bahsi geçen barış, Filistin'i işgal edip sonra, "Araplarla barış istiyoruz" naraları atan yahudilerle olamaz. Çünkü, ayette zikredilen barış ancak, asıl yurdu ve devleti olan düşman ile yapılabilir. Filİstindeki yahudiler ise, müslümanların ve Arapların toprağına tecavüz etmiştir. Em­peryalist tağullann yardımı ile müslüman Araplarla savaşa girişen yahudiler Filistin'i iş­gal ederek, onlara karşı en vahşi savaş usûllerini kullanmış onları yurtlarından sürerek topraklarım, mallarını, servetlerini, bağ ve bahçelerini yağmalamış, mukaddes değerleri­ni ayaklar altına alıp, İslam medeniyetinin izlerini silmeye çalışmışlardır. Onların, müs-lümanlarla barış taleplerine karşılık, işgal ettikleri toprakları terketmeleri gerekirken, gasbetlikleri yerler ve kurdukları gayr-ı meşru devlet, ayakta kalmak koşuluyla barış is­temeleri karşısında müslümanların barışa yanaşmaları ayetin ruhuyla uyuşmaz. Gaspettikleri yerlerden bir kısmım terketseler ve BM'nin tayin ettiği yere çekilseler bile müs­lümanların bu isteğe olumlu cevap vermeleri caiz değildir. Çünkü, Filistin, müslüman­ların vatanıdır. BM Filistin topraklarından bir karış bile yahudilere verme hal ve selahi-yetine sahip değildir. Müslüman Araplar'a düşen, güç yetirebildikleri ölçüde kuvvet ha­zırlığı içinde olmaları ve bütün imkanlarıyla anlaşmaya ve zillete yanaşmayarak yahudi­leri Filistin'den çıkarıncaya, her bir köşesini Siyonistlerin pisliğinden temizleyinceye ve Filistin'i İslami hüviyetine döndürünceye kadar onlarla savaşmalarıdır. [107]

 

64-  Ey Peygamber, Allah sana ve sana tabi olan müzminle­re yeter'[108].

65-  Ey peygamber, mü'minleri savaşa teşvik et. Eğer siz­den sabreden yirmi kişi olsa, iki yüz (kafİr)i yenerler. Siz­den yüz kişi olursa kafirlerden bin kişiyi yenerler. Çünkü kafirler, anlamaz bir topluluktur.

66- Şimdi Aİlah sizden hafifletti, ve sizde zayıflık[109] bulun­duğunu bildi. Bundan böyle sizden sabreden yüz kişi olsa, iki yüz (kafir)i yenerier. Ve eğer sizden bin kişi olsa Al­lah'ın izniyle iki bin (kafir)i yenerler. Allah sabredenlerle beraberdir.

 

Ayetlerde;

I-  Düşmanlarına karşı Allah ve sana tabi olan mü'minler sana yeter, denilmek sure­tiyle Nebi (s)'nin kalbi tatmin edilmiştir.

II- Nebi (s)'nin mü'minleri, düşmanlarıyla savaşa ve savaşta sebat göstermeye teşvik etmesi ve bu teşvike devam etmesi emredilmiş, mü'minler eğer sebat ederlerse yirmi ki­şinin, ikiyüz kişiyi, yüz kişinin de bin kişiyi mağlup edebileceği bildirilmiştir. Çünkü, kafirler topluluğu anlamazlar.

III-  Mü'minlerden birinin on kâfire galip[110] gelebileceği bildirildikten sonra, bunun mü'minlere ağır geleceği ve dolayısıyla eğer sabredip, sebat gösterirlerse yüz kişinin Allah'ın izniyle onlardan ikiyüz kişiyi, bin kişinin, onlardan ikibin kişiyi mağlup edebi­leceği belirtilmiştir. [111]

 

"Ey Peygamber! Allah Ve Sana Tabi Olan Mü'minler Sana Yeter..."

 

Ayetler, gerek mevzuu, gerekse akışı itibariyle önceki ayetlerle ilgili olup, onların bir devamıdır. Kafirlerin "anlamayanlar" olduklarının dile getirilmesindeki maksat mü­minlerin Allanın yardımına iman ederek herhâlükârda güzel bir netice elde edeceklerini ve müminlerin uğrunda mücadele ettikleri gayenin yüceliğini bildirdiklerini ortaya koy­maktadır. Bütün bu hususlarda Allah düşmanlarının [112]sayısı ne olursa olsun, sebat göste­ren müminlere yardım eder. Kafirler sabreden müminleri çepe çevre saran moral değer­lerden uzaktırlar.

Burada sabır, ruhun sebat göstermesi ve sayılarının azlığına rağmen, Allah'ın mümin­lere nzık olarak verdiği zafer hususunda psikolojik bir tahlil ve tadavi uygulanmaktadır.

Müfessirler, 65. ayetten mü'minlerin kendilerinin on misli bir kuvvetle karşılaşacak­ları sonucu çıkarmaları ve bu miktarı çok bularak Allah'tan bu sayıyı azaltması temen­nisinde olmaları üzerine, 66. ayetin bir müddet sonra indiğini rivayet etmişlerdir[113]. 66. ayetin mânâ ve içeriği de bu rivayetin doğruluğunu teyid etmektedir. Nitekim ayette, sayılan ne kadar çok olursa olsun, nıüslümanların düşmanlarına karşı mücadele ruhu, sa­bır ve sebat göstermelerinin teşvik edilmesi ayetin genel mânâsından da anlaşılacağı üzere, temel hedef durumundadır. [114]

 

67- Yeryüzünde ağır basıncaya kadar[115] hiç bir peygambere esirler sahibi olmak yakışmaz. Siz, geçici dünya malını isti­yorsunuz, Allah ise (sizin için) ahireti istiyor. Allah daima üstün, hüküm ve hikmet sahibidir.

68-  Eğer Allah'tan, (yanılma ile verilen hükümlerden ötürü azabetmemek hakkında) bir yazı geçmemiş olsaydı, aldığı­nız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azab dokunur­du.

69- Artık aldığınız ganimetten helal ve temiz olarak yeyİn ve Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, bağışlayan, esirge­yendir.

 

Ayetlerde:

I- Nebi (s)'nin savaşta düşmanlarını esir alıp, canlı tutmaması gerektiği, bunu ancak kuvvetlendiği otoritesinin güç bulduğu zaman yapabileceği beyean edilmiştir.

II-  Ayetin hitap ettiği mü'minlere işaret edilmiş, yapmaları gereken bir işten dolayı geçici dünya malını istedikleri ancak Allah'ın ise, onlar için Ahireti dilediğini belirtmiş­tir. O Allah ki, güçlüdür, hakimdir, kudretli ve kuvvetlidir. Doğrunun ve iyiliğin olma­dığı bir hususu Allah istemez.

III-  Yine o mü'minlere seslenilerek, esirlere karşı müsamahalı davranmak hususunda AUahın hükmü olmasaydı, onlardan almanlar yüzünden büyük bir azaba uğrayacak­ları belirtilmiştir.

IV- Artık esirlerden aldıkları şeylerden faydalanmaları helal kılınmıştır. Allah gafur­dur, rahimdir. Günahlarını örter ve onları rahmetine garkeder. [116]

 

Esirlere Yapılacak Muamelenin Niteliği

 

"Yeryüzünde ağır basıncaya kadar hiç bir peygambere esir..."

Hz .Peygamber, Bedir Savaşı'nda mü'minlerin esir aldığı kimseler hususunda ashabı ile istişare etti. Ömer (r) onları bir bir öldürmeyi, Ebubekir (r) ise, bir bir affedip salı­vermeyi ve onlardan fidye alıp tevbe etmelerini sağlamayı Önerdi ve Nebi (s)'ye: "Her halükârda bunlar senin kavmin" dedi. Ömer (r)'in teklifini olumsuz karşılayan Nebi (s), Ebubekir (r)'in görüşünü benimsedi ve bu görüşü uyguladı. Bunun üzerine, ayetler nazil oldu. Ayetlerdeki mânâ ve içerik, rivayetlerle uyuşmaktadır.

Ayette, Allah'ın ilminde, evla olmayan bir işin yapılması kınanmıştır. Buradan yola çıkarak, Nebi (s)'nin vahiy dışında kendi içtihadıyla yaptığı işlerde zaman zaman hata yaptığı ya da doğruya isabet ettiği söylenebilir. Ancak bu durum onun ismet sıfatına bir halel getirmez. (Necm sûresinin tefsirinde bu konuyu açıkladık.) Rasulullah (s)'in ismet sıfatı yani günahsız oluşu, haktır, hakikatin ta kendisidir. Nitekim Allah'tan kendisine ulaşan emir ve nehiylere bağlılığı bunun bir göstergesidir. Nebi (s)'nin ismet sıfatını ha­iz oluşu ile Kur'an'da ve rivayetlerde işaret edilen hataları arasında bir tezat sözkonusu değildir. Nitekim Bedir kuyularının en yakın olanı yanında konaklama fikrine karşı, Habbab Bin Münzir'in görüşünü benimseyerek fikir değiştirmesi ve Abese sûresinde bahsi geçen "âmâya" davranışı bu hususta zikredilebilir ve bu gibi olaylar Nebi (s)'nin ismetine halel getirmez. Çünkü, Nebi (s) kendi görüşüne dayanarak ve bu görüşün doğ­ru olduğuna kanaat getirerek yapmış ve bu konularda Allah'ın kesin bir emri olmadığın­dan, hataya da düşse günaha girmemiştir.

Esirler konusunda rivayet edilen hadis hakkında müfessirler Ömer Bin Hattab'dan şu rivayeti naklediyorlar[117]. "Ömer (r), esirler hakkındaki istişareden sonra esirlerden fidye alınması görüşünün benimsendiği günün ertesinde Rasulullah'a geldi. Peygambe­rin yanında Hz. Ebubekir'de vardı, ağlıyorlardı: "Ey Allah Rasulü niçin ağlarsınız?" de­di. Rasulullah şöyle buyurdu: "Ashabıma, esirlerden fidye aldıkları için arız olan güna­ha ağlıyorum. Onların azabı bana şu ağacın altında arz edildi. Bunun üzerine Allah (c) bu ayetleri indirdi" Bu hadis, Nebevi duygu ile Kur'anî vahyin birlikteliği konusunda, büyük bir anlam taşımaktadır.

Ayetler, esir almayı ve fidyeyi bir anda yasaklamıyor. Ancak bu uygulamanın, İsla-mın güç ve otoritesinin kuvvetlenip, kafirlerin yüreklerine korku saldığı zaman yapıl­ması gerektiğini vurguluyor. Ayrıca, düşmanlarla muamele, şiddete ve belirginliğe da­yalı olmalı, bu ve benzeri koşullarda İslam davranışının maslahatı için zaruri olan güç ve heybete sahip olunmalıdır. Muhammed, sûresinde bu güç ve heybete sahip olduktan sonra müslümanlar esirlere karşı davranışın ne şekilde olacağı konusunda muhayyer bı­rakılıyor: "İnkar edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları iyi­ce vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın) Ondan sonra ya lütfeder bıra­kırsınız veya karşılığında fidye alırsınız. Harb ağırlıklarını bırakıncaya kadar (böyle yaparsınız), (Muhammed, 4-5). Bu ayette müslümanlann güç ve heybet sahibi oldukla­rı zamanlarda ne şekilde hareket edebileceklerini belirleyen hüküm bildirilmiş olmakla birlikte, Kur'anî Öğretilere uygun olarak, İslam'da cihad ameleyesinin özgürlük, ba-ğımssızlık ve İslam çağrısının önündeki engelleri kaldırıp, saldırıları önlemek amacıyla girişilen bir savunma savaşı, yapılan düşmanlıklara misli ile karşılık verme mücadelesi olduğu vurgulanmıştır. Bu hedeflere ulaşacak Ölçüde mücadele edilmesi esastır. Hedefe ulaştıktan sonra sadece düşmanlık niyetiyle yapılabilecek saldırı öngörülmemiştir.

Kur'an'in Nebi (s)'ye kendi içtihadı ile yaptığı uygulamaya izin vermesine gelince; burada zaruret anında ve kötü niyet olmaksızın evla olmayan bir uygulamanın da yapı­labileceğine işaret edilmiş, İslam nokta-i nazarında girişilen savaşların merhamet Ölçü­lerinde olması gerektiği vurgulanmıştır[118].

Bunlara ilave olarak sözkonusu ayette, Arap müşrikleri için "ya İslam ya da ölüm!" diyenlerin bu sözlerini tenkid edici ifadeler mevcuttur. Bütün bu öğretiler, Kur'an'ın muhtelif ayetlerinde dile getirilmiştir.

Açıklamasını sunmaya çalıştığımız Enfal sûresinin 67-69. ayetlerinde ifade edilen, esirler konusundaki uygulama ile ilgili olarak müfessirler ve siret yazarları tarafından değişik rivayetler nakledilmiştir. Bu rivayetleri aktarmakta fayda mülahaza ediyoruz.

Mekke'de müslümanlara karşı eziyet ve işkencesi ile bilinen Nadir bin Hars ve Uk-be bin Muit adında iki kişinin öldürülmesini emretmiş olan Nebi (s) Medine'ye vardı­ğında esirleri, ashabı arasında dağıttı ve onlara iyi davranılmasını, işkence edilmemesini emretti. Çok geçmemişti ki, esirlerin sahipleri, fidye verip esirleri almak için gelmeye başladırlar. En yüksek fidye miktarı 4 bin dirhem, en düşüğü ise, bin olan Ebul As bin Rabi de vardı Zeynep, kocası için gerdanlığını göndermişti. Peygamber, gerdanlığı gö­rünce çok duygulandı ve ashabına şöyle dedi: "Eğer bunu serbest bırakıp göndermek di­lerseniz gönderin, dedi. Onlar da öyle yaptılar ve bunun karşılığında Nebi (s), Ebul As'-tan Zcyneb'i Medine'ye göndermesi için söz aldı. O da gönderdi.

Esirler arasında Peygamber'in amcası Abbas'da vardı. Ensardan bazıları: "Eğer izin verirsen kızkardeşimizin oğlu Abbas'in fidyesini almayalım" dedi. Rasulullab; "Hayır! bir dirhem bile bırakmayacaksınız" dedi ve yüz altın fidye aldı. Bunun üzerine Abbas: "müsiüman oldum" deyince Rasuluİlah ona: "Allah daha iyi bilir. Eğer dediğin gibiyse Allah mükafatını verecektir1' dedi. Hz. Peygamber hem kendisi hem de kardeşinin oğul-lan, Nevfel bin Haris bin Abdulmuttalib ve Ukayl bin Ebi Talib için Abbas'ı fidye ver­mekle yükümlü kılınca Abbas: "Ey Allah'ın Rasulü yanımda o kadar yok" dedi. Pey­gamber Efendimiz ise, ona şöyle cevap verdi: "Ümmü Fadıl'a saklaması için altınları bıraktığında "seferde bana bir şey olursa bu altınlar çocuklarının ve Abdullah'ın olsun demedin mi?" Bunun üzerine Abbas: "Vallahi şehadet ederim ki, sen allah'ın Rasulü-sün. Benden ve İmmü Fadıl'dan başkası bunu bilmiyordu. Mekke'den çıktığında yanın­da yirmi altın vardı. Abbas,'fn esaretinden sonra onları aldım. Abbas: "Ya Rasuluİlah bu yirmi allını fidyem olarak kabul et" dedi. Rasuluİlah ise: "Hayır, yola çıktığında doksan altın vardı. Allah onları bize nasib etti."

Ayrıca esirler arasında Amr isminde Ebu Süfyan'ın bir oğlu vardı. Ebu Süfyan'ın Hanzala adındaki bir oğlu da öldürülmüştü. Ebu Süfyan'a "oğlunun fidyesini ver, onu esaretten kurtar" dediklerinde şöyle cevap verdi: "Kanımı aldı, şimdi de malımı mı ala­cak?" Hanzala'yı öldürdüler bir de fidye mi vereyim? bırakın ellerinde kalsın" O esnada Beni Av f tan Sa'd bin Nu'man, müsiüman olmuş ve Medine'den Mekke'ye umre ziya­reti için yola çıkmıştı. Ebu Süfyan onu yakaladı ve oğluna karşılık onu hapsetti. Akraba­ları Rasulullah'a gelerek Ebu Süfyan'ın oğlunu serbest bırakmasını bunun mukabilinde Sa'd bin Nu'man'ı serbest bırakacaklarını söylediler. Rasuluİlah Ebu Süfyan'ın oğlunu serbest bıraktı ve onlar da Sa'd bin Nu'manı salıverdiler. Nebi (s), malı olmayan ve ak­rabaları fidye için gelmeyen esirleri serbest bıraktı. Bunlardan biri Ebu Uzza Amr bin Abdullah El-Cemhi idi. Rivayete göre, bu adam Rasulullah'ı şiiriyle övmüş ve ebediy-yen ona karşı savaşmayacağına dair söz vermişti[119].

Nebi (s), fidye verecek malı olmayan esirleri, Muhacir ve Ensarın çocuklarına oku-ma-yazma Öğretmeleri karşılığında serbest bıraktığı varid olmuştur.

Evet "Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, Allah ise ahireti istiyor" cümlesine ge­lince, dünya malını isteme, Kur'an'da bir çok yerde kafirlere nisbet edilmiştir. Dolayı­sıyla bu cümle Nebi (s) ve ashabı için farklı bir şekilde yorumlanmahdır. Şöyle ki, Allah müslümanlar için güzel akıbeti, dünyanın geçici isteklerinden tam arınmayı arzu ediyor­ken, onlann cihad ve şiddet zamanında dünyaya meyletmeleri Kur'anî hilaba konu ol­muştur. [120]

 

70- Ey peygamber, ellerinizde bulunan esirlere söyle: "Eğer Allah, sizin kalblerinizde bir hayır olduğunu bilirse, size, sizden alınan (fidye)den daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Aiiah bağışlayandır, esirgeyendir.

71 - Eğer sana hainlik yapmak isterlerse, daha önce Allah'a hainlik yapmışlardı. Bu yüzden (Allah) onlara karşı (sana) imkan verdi. Allah (her şeyi) bilendir, yerli yerince yapandır.

 

Ayetlerde:

Esirlerin, niyetleri iyi, kalpleri temiz olduğu zaman Allah onları hayra ve iyiye doğ­ru yöneltecek ve kendilerinden alman fidyeden daha büyük bir mükafatı onlara verip geçmişte yaptıklarını affedecektir. Çünkü Allah, gafurdur, rahimdir. Ama hainlik eder, Peygamber ile yaptıkları anlaşmayı bozarlarsa o takdirde Nebi (s) onların bunu daha ön­ce de yaptıklarını söylemelidir. O, herşeyin doğru ve hikmet dolu hükmünü bilir. [121]

 

Esirlerden Beklenen Tavır

 

Müfessirler[122] Abbas bin Abdulmuttalib'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu ayet ben Rasulullah'a müsiüman olduğumu bildirdiğim zaman nazil oldu. Allah, bana alınan fidyeden daha ziyade bir hayrı ihsan etti.

Ayetlerin mânâsından da anlaşılacağı üzere, 70. ayet, ayete muhatap olanların bir ki­şiden fazla olduğunu ya da bütün esirlerin kastedildiği görülüyor. Her halükârda, 70. ayette kullanılan ifade şekline göre,

I- Esirlerin tümü ya da bir kısmı iyi niyet belirtileri göstermiş, Nebi (s)'ye karşı düş-manlşık yapmayacaklarına dair söz vermişlerdir. Kaldı ki, esirlerden bazıları müsiüman olmuş, bir kısmı da İslma'a yönelerek, Rasuluİlah'tan Mekke'ye gidip oradaki işlerini halletmeleri için izin istemişlerdi.

II- Esirler, bu şekilde İslam'a davet edilmiş, kalpleri ve niyetleri arındırılmıştı.

71. ayetin ifadesine ve içerdiği mânâya bakılırsa, ikinci ihtimalin daha geçerli oldu­ğu görülür. Nitekim, ayetin genel olarak ifade ettiği anlam, esirlerin tümden muhatap alınmasıdır. Esirlerden bazılarının fidye vererek, bazılarının da karşılıksız olarak serbest bırakıldıkları nakledilmiş, bunun dışında oların müslüman olduklarına dair bir rivayet varid olmamıştır. Şu var ki, esirlerin tümü ya da bir kısmının müslüman olması ve bu şekilde Mekke'ye dönme cesaretini gösterebilmesi uzak bir ihtimaldir. Nitekim, rivayet­lerde esirlerin tümünün Mekke'ye döndüğü ifade edilmiştir.

Özet olarak bu ayetlerde, bir kısım esirlerden fidye alıp, bir kısmını da fidyesiz ser­best bıraktıktan sonra esirlere karşı Nebi (s)'nin tasarruf etmesi gereken Rabbani bir tel­kin vardır. Peygamber (s)'in bu telkin ile, savaştan el çekmeleri ve barışa yanaşmaları için ahid almış olması da muhtemeldir. Hatta, ahidlerine bağlı kalıp, niyetleri iyi olursa Allah'ın rahmet ve mağfiretine mazhar olacakları müjdesi verilirken, esirlerden bazıları­nın gizli olarak müslüman olacaklarına dair ahid vermiş olmaları da mümkündür. Ayrı­ca, komplo ve hainlik yapacak olurlarsa, bu Allah'ın azabı ile korkutulmuşlardır. [123]

 

72-  Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda malla­rıyla, canlarıyla savaştılar ve onlar ki, barındırdılar ve yar­dım ettiler[124] işte onlar, birbirlerinin dostudurlar. İnanıp da hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye ka­dar, onların velayetinden size bir şey yoktur (onları koru­makla yükümlü değilsiniz). Fakat dinde yardım isterlerse, yardım etmeniz gerekir. Yalnız, aranızda andlaşma bulu­nan bir topluma karşı (yardım etmeniz) olmaz. Allah, yap­tıklarınızı görmektedir.

73-  İnkar edenler, birbirlerinin velisidirler. Eğer bunu yap­mazsanız, (mü'minleri bırakıp kafirleri dost tutarsanız) yer­yüzünde fitne ve büyük bir kargaşa oiur.

74- Onlar ki, inandılar, hicret ettiler. Allah yolunda savaş­tılar ve onlar ki, barındırdılar ve yardım ettiler, işte gerçek mü'minler onlardır. Onlar için bağış ve bol rızık vardır.

75-  Onlar ki, sonradan inandılar, hicret ettiler, sizinle be­raber savaştılar, İşte onlar da sizdendir. Rahim sahipleri (kan akrabaları), Allah'ın Kitabına göre birbirlerine daha yakın dostturlar. Allah her şeyi bilir.

 

Bu ayetler, mü'minlerle kafirler arasındaki ilişkilerin ne düzeyde olacağını açıkla­makta ve gerek mü'minlerin gerekse kafirlerin hem kendi aralarında hem de diğer top­luluğa karşı durumlarını ihtiva etmektedir.

I-  Ayetlerin nüzul tertibine göre, iman edip hicret edenler ve Allah yolunda malla­rıyla, canlarıyla cihad edenler, Mekke'den Medine'ye hicret eden Muhacirlerdir. Hima­ye edip yardım edenler ise Medineli müslümanlardır. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Aralarındaki kardeşlik bağı pekişmiştir. Bütün koşullarda yardımlaşir ve birbirlerine destek olurlar.

II- İman etmiş olup da Peygamber ve mü'minlerc katılmak için Medine'ye hicret et­meyenlere gelince, hicret edip mü'minlere katılmadıkları müddetçe Muhacir ve Ensar için onları himaye ve velayetleri altında bulundurmak vacip değildir. Ancak, dinleri se­bebiyle düşmanlık yapan bir kavme karşı mü'minlerden yardım isterlerse onları himaye etmek vaciptir. Fakat, bu durumda da düşmanlık yapan kavim ile müslümanlar arasında bir anlaşma olursa durum değişir ve onları himaye etme gerekliliği ortadan kalkar. Allah (c), mü'minlerden her birinin ne yaptığından ve ne yapmak islediğinden haberdardır.

III-  Kafirler de biribirlcrinin dostlarıdır. Hangi şartlarda olursa olsun onlar ile mü'minler arasında herhangi bir sevgi ya da bağ sözkonusu değildir. Büyük bir fitne ve fesada sebebiyet vereceğinden gerçek mü'minlerin bu sınırı aşmaktan kaçınmaları gere­kir.

IV-  Gerçek iman sahipleri ise, iman edip hicret eden ve Allah yolunda cihad eden­lerle onları himaye eden, onlara yardım eden Ensardır. Bütün bunlar için Allah katında bir mağfiret ve cömertçe bir nzık vardır.

V-  Bundan sonra iman edip mü'minlere katılanlar ve onlarla birlikte cihad edenler de gerçek mü'minlerden sayılarak onların sahip oldukları haklara sahip olurlar. Muha-cir-Ensar arasında akrabalık ve yakınlık bağları onlar için daha evladır. İşte bu, Allah'ın kitabında belirttiği hükümdür. Allah (c) her şeyin gereğini bilendir. [125]

 

Mü'minlerin Velayeti Ve Kafirlerle Yapılan Antlaşmalara Sadakat

 

İlk etapta, bu ayetlerle önceki ayetler arasında bir ilginin olmadığı zannedilmektedir. Fakat, daha dikkatle bakıldığında, bizce, aralarında bir ilginin olduğu görülecektir. Şöy­le ki; Bedir Savaşı Muhacirler ile Ensar arasındaki kardeşliği pekiştirdi. Çünkü onlar ay­nı savaşa katılmış ve bu savaşın getirdiği onca şiddetli sosyal sorumlulukları birlikte gö-ğüsl em işlerdi. Ayrıca bu savaş, Muhacir ve Ensardan oluşan mü'minlerin düşmanları olan kafirler ile aralarındaki düşmanlığı da pekiştirdi. Nitekim, Muhacirlerle Mekkeli kafirler arasında akrabalık, hısımlık, mal ortaklığı gibi bağlar bulunuyordu. İşte ayetler nazil olarak her iki topluluk arasındaki bağla ilgili hükmü beyan etmiştir. Bu ayetler, öncekileri nüzul sırasına göre takip ettiğinden ya da mevzu bakımından Enfal sûresinin ayetlerine uygun olduğundan buraya konulmuştur.

İbn Abbas ve bir kısım Tabiin'e göre 72 ve 73. ayetlerde geçen velayet (dostluk), te­varüs (mirasçılık) anlamındadır. Bu görüşe göre; 72. ayet, Peygamber (s)'in kardeş kıl­dığı Muhacir ve Ensar arasındaki miras hükmünü belirlemektedir. 73. ayet ise, mü'min-lerlc kafirler arasında tevarüs olmadığını anlatır.

Müfessirler ise, buradaki velayetin birliktelik ve yardımlaşma anlamında olduğunu nakletmişIerdir. Bizce, ayetlerin ifade ettiği anlama göre, bu görüş daha tutarlıdır. 72. ayette Muhacir ve Ensarın hicret etmeyen mü'minlere karşı tutumları da bu mânâyı güç­lendirmektedir.

"Sizden yardım İsterlerse" ve "yardım etmeniz gerekir" tabirleri, bundan önce zikri geçen "evliya" (dostlar) ile "velayethum" (dostlukları) kelimelerinin anlamlarını açıklamaktadır. 73. ayette emredilenlere aykırı davranmak suretiyle, mü'minler ve kafirler arasında dostluk bağı oluşmasının, büyük bir fitne ve fesada sebebiyet vereceği anlatıl­makta ve bu mânâ, yukarıdaki anlamı pekiştirmektedir. Netice olarak, mü'minler ara­sındaki velayet yani dostluk, onlar arasındaki miras bağı şeklinde değil, birliktelik ve yardımlaşma şeklindedir.

72. ayette hicret etmeyen mü'minlerden bahsedilmiş ve onların Mekke'de oldukları­na işaret edilmiştir. Mekke'de İman etmiş olup hicret etmeyen bu mü'min topluluğa, başka sûrelerde de değinilmiştir. Bütün bu değinilerden anlaşılmaktadır ki, bu topluluk­tan bazıları hicret etmeye güç bulamamış veya hicret etmelerine engel olunmuş, bazıları da imanlarını gizlemişlerdir. Nitekim, Nisa sûresi 75. ayette şöyle buyrulmuştur: "Size ne oluyor da, Allah yolunda ve 'Rabbimiz! bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize katından bir sahip, bir yardımcı gönder' diyen erkek, kadın ve çocuklar uğruna savaşmı­yorsunuz..." Yine aynı sûrenin 98 ve 99. ayetlerinde de şöyle buyruluyor: "Yalnız hiçbir çareye gücü yetmeyen ve göç için yol bulamayan, gerçekten zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç. Çünkü Allah'ın onları affetmesi umulur. Allah, çok affeden, çok bağış­layandır." Fetih sûresinin 25. ayetinde ise: "Eğer orada, kendilerini bilmediğiniz için te­peleyeceğiniz ve bilmeyerek tepelemenizden ötürü, kendileri yüzünden kınanacağınız inanmış erkekler ve inanmış kadınlar olmasaydı..." Hicret etmeyenlerin bir kısmı da, mazeretleri olmadığı halde hicret etmemiş ve Nisa sûresinin 97. ayetinde bunlar hakkın­da şöyle buyrulmuştur: "Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: Ne işte idiniz, dediler. Biz yer yüzünde zayıf bırakılmıştık, diye cevap verdiler. Melek­ler dediler ki: Allah'ın arzı geniş değil miydi ki, onda göç edeydiniz. İşte onların durağı cehennemdir. Ne kötü bir gidiş yeridir orası!"

72. ayette, hicret etmeyenleri kınayıcı bir üslup kullanılmıştır. Nisa sûresinin 97. ayetinde ise daha sert bir üslupla mazereti olmaksızın hicret etmeyenler kınanmıştır. Bu yüzden, gerek Muhacire, gerekse Ensara, onlara -sınırlı bir alan dışında- yardım etmek vacip kılınmamıştır. "Eğer din konusunda sizden yardım isterlerse" tabiriyle, ancak di­ni özgürlükleri sözkonusu olduğunda onlara yardım etmek gerekiyor. Zira, burada söz­konusu olan şey, Allah ve O'nun dinidir. Allah'ın dini sözkonusu olduğunda da sınırlı bir yardım vacip olur. Çünkü, aralarında anlaşma ve barış olan bir kavme karşı onlara bu yardım yapılmaz. Mazeretleri olmaksızın hicret etmeyenlerin, dünyevi ve ailevi problemleri ile ilgili meselelerde ise, müslümanlann onlara yardım etmeleri vacip değil­dir.

Buhari, Müslim, İbn Hanbel ve sünen sahiplerinin rivayet ettiği bir hadiste şunlar yer alıyor: "Fetih'ten sonra hicret yoktur. Fetihten sonraki hicret ancak, niyet ve ci-had'dır. Eğer sizi cihada çağırırlarsa koşun." Bu hadisten anlaşılıyor ki, ayetteki kına­ma, fetihten Önce hicret etmeye güçleri olduğu halde, fedakarlık edip kardeşlerine katıl­mayarak, küfür ve zulüm diyarında kalmayı yeğleyenlere yönelik bir kınamadır.

Bununla birlikte 72. ayet, her zaman geçerli olacak bir telkinde bulunuyor ve zul­mün, isyanın olduğu bir beldede, müslümanlann zulme rıza göstererek kalmalarını ya­saklıyor, güç yetirebildikleri taktirde, kardeşlerinin bulunduğu ve kardeşleriyle birlikte gerek sıkıntı, gerekse genişlikte zulmü ortadan kaldırmak için birlikte olabilecekleri bir mekana hicret etmelerini öngörüyor.

Ayette, üstün hikmetli bir başka telkin daha bulunuyor. Bu telkin, başka yerlerde bu­lunan diğer müslümanlann zaferlerine engel olsa bile, müslümanlann, antlaşmalarına sadık kalmalarını gerekli kılmaktadır. Kaldı kî, müslümanlarla gayr-ı müslimler arasın­daki bu antlaşma, gayr-ı müslimlerin yanında bulunan müslümanlann hürriyetlerinin kı­sıtlanması anlamına gelmez. Çünkü, ayette sadece anlaşmanın bozulmaması öğütlenmiş, yardım istedikleri zaman başka yerlerdeki müslümanlann yardımına koşmak da bir ge­reklilik olarak zikredilmiştir.

73. ayette güçlü ve şiddetli bir ifade kullanılmıştır. Ayetin indiği dönemde, Kureyşli müslümanlar ile kafirler, adeta birbirlerine girmiş bir vaziyette yaşıyorlardı. Yine, müs­lümanlarla kafirler arasında şiddetli bir düşmanlık belirmişti. Dolayısıyla küçük bir ta­viz ve müsamaha, müslümanlann maslahatını tehdid edecek şiddetli tehlikelere ve bü­yük bir fitneye sebep olabilirdi. Bu ayette olduğu gibi, benzeri ayetlerde de aynı üslup kullanılmıştır. Nitekim, Mücadele sûresinin 22. ayetinde şöyle buyuruluyor: "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin babalan, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Rasulü'ne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. Allah, onların kalple­rine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ır­maklar akan cennetlere sokacak, orada ebedi kalacaklardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'dan razı olmuşlardır. İşte onlar, bizbullahtır. Muhakkak ki, başarıya ulaşacak olanlar hizbullahtır." Tevbe sûresinin 23 ayetinde ise: "Ey iman edenler, eğer İmana karşı küfrü seviyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim on­ları veli tanırsa işte zalimler onlardır" buyrulmaktadır.

72-73. ayetler ile birlikte bu ayette, müslümanlann aralarındaki soy farklılıklarına rağmen bir araya getiren İslami vahdet (İslam birliği) vurgulanmış, bu vahdet anlayışı­nın; kabile, ırk, soy üstünlüğü fikrinin yerine koyulması gerektiği belirtilmiştir. Nite­kim, İslam'dan önce Araplar arasında hayata, bu değerler yön veriyor ve doğal olarak düşmanlık, kabile savaşları en basit nedenlerle bile ortaya çıkabiliyordu. İşte, ayetlerde, nefsin isyanını önleyen; şahsi, ailevi, kabilevi değer yargılarının tesirini engelleyen yü­ce, ölümsüz bir telkin çıkıyor karşımıza...

73. ayette, yardımlaşma ve dostluk hakkında yapılan şiddetli uyarı; öncelikle, müs­lümanlar ile kafirler arasında herhangi bir savaş ve düşmanlık sözkonusu olduğu zaman­larda sozkonusudur. Ancak, Kur'an'da birçok ayet, müslümanlar ile diğer topluluklar arasında barış ve hoşgörü olması ifade edilmiş, aralarında anlaşma yaptıkları topluluk­lar, anlaşmayı bozmadıkları sürece, mü'minlerin de anlaşmayı bozmamaları cmredilmistir. Bu duruma Bakara sûresinde de değinilmiştir. Nitekim, Mümtehine sûresinin 8-9. ayet-i kerimelerinde şöyle buyuruluyor: "Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmak­tan menetmez. Çünkü, Allah, adalet yapanları sever." "Allah sizi ancak din hususunda sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım eden kimselerle dost olmaktan men eder. Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır."

74. ayetin içerdiği uyarı, çok güçlü ve yücedir. İman edip hicret eden, Allah yolunda tereddütsüz cihad edenler, Muhacirlere kucak açıp yardım eden, onlarla dayanışan, ne­fislerini dizginleyen, dayanışmadan kaçınmayanlar gerçekten birbirlerinin velisi, mü'min ve Allah'ın nzasına layık olanlardır. Bu ayet görüldüğü gibi sürekli devam ede­cek yüce imani, içtihadi, ve nefsi telakkiler içermektedir. 75. ayetin birinci bölümünde Peygaber'den sonra hicret eden, cihad eden mü'min, önde gelen mücahid, muhacir, as-hab grubuna katılmaya kapı aralamaktadır. "Muhacirlerden ve Ensardan öne geçenler ile bunlara güzelce tabi olanlardan Allah razı olmuştur..." (Tevbe, 100) ayetinde geçen "onlara güzelce tabi olanlar" cümlesinde müslümanlar arasında kardeşliği güçlendi­ren, bazısı bazısından geri kalsa da cihad, iman, hicret, iman üzere onlan tevhid saha­sında birleştiren yüce bir telkin bulunmaktadır. Böylece hoşgörü, samimiyet ve kötü mazinin unutulmasıyla birbirlerine bağlamırlar. Bu yüce telkinin bütün şartlarda sürek­liliği anlaşılmaktadır. Tevbe sûresinin 11. ayeti de değişik bir üslupla bu anlamı güçlen-dirmehedir: "Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar ve zekatı verirlerse dinde sizin kar-deşlerinizlerdir. Bilen bir kavim için ayetleri böyle açıklıyoruz." Hepsinin müslüman olma durumunda akrabalık bağlarını 75. ayetin ikinci bölümü düzenler. Tabii olarak birbirlerine mirasçı kılar. Bu ayet; Buhari, Müslim, Tirmizİ'de geçen Hz. Peygamber'in "Müslüman kafire, kafir de müslümana mirasçı olmaz" [126] hadisinin açıkladığı gibi müs­lümanlarla kafirler arasında mirasçı olmayı yasaklar. Aynı şekilde sünen sahipleri de "I-ki millet (kafir- müslüman) hiçbir şekilde birbirlerine mirasçı olamaz"[127] hadisini rivayet etmektedirler. Müfessirler[128] bu ayetin öncekilerden sonra inmesi hasebiyle Ensar ve Muhacirlerden kardeşler arasındaki mirası neshettiğini rivayet ederler. Muhtemeldir ki, ayetin sonra inmiş olması, müslümanlara sonradan katılan mücahit, Muhacirleri önceki­lerle objektif şekilde eşitlemeyle alakalı bir hüküm içermesindendir. Müfessirlerin nes­hin varlığıyla ilgili çıkarımları bizi tatmin etmemektedir. Biz ayetin Muhacir ve Ensar­dan kardeşler arasındaki mirastan çok, aralarındaki yardımlaşma ve dayanışmayı içerdi­ğini düşünüyoruz.

Ardarda gelen 72 ve 73. ayetler şiddetli bir üslupla kan ve akrabalık bağı dolayısıyla müminlerin kafirleri veli edinmelerini veya önceden var olan bağları devam ettirmelerini yasaklamaktadır. 75. ayel ise kafirlerden sonra inanıp muhacirlere katılan ve onlarla birlikle cihad edenlerin hükmünü açıklamak için gelmiştir. Sonradan inanlar öncekilerin konumundadırlar. Bu ayet geçmiş yasaklan onlardan kaldırmaktadır. Hepsi müslüman olduktan sonra öncekilerle sonrakiler arasındaki akrabalık bağlan bilinen sorumluluk ve hukuka yeniden dayanmıştır. Bu açıklamalar, ayetin önceki üç ayetle beraber indiğini ve konu bütünlüğüne sahip olduğunu söylememize imkan vermektedir. [129]

 

 



[1] Bkz. Sİrefür-Resul adlı eserimiz, c. 2, s. 9.

[2] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/325-326.

[3] El-enfal Hak edilenin fazlası anlamına gelen "neflun" kelime-326 sinin çoğuludur. Farz ve vacip olmayan namazlara da nafile "nevafılu" deni­lir. Savaş bineği, silah ve mühimmata da bu İsim verilmiştir. Savaş ganimet­leri demektir. Rivayet edilen bir hadiste Nebi (s) ashabını, Mekke'ye gitmek­te olan Kureyş kervanı üzerine gönderdiğinde şöyle demiştir: ''Kervanın üze­rine gidin. Umulur ki Allah infalde bulunur" Görülüyor ki, infal tabiri Al­lah'ın müslümanlara verdiği bağış mânâsında kullanılmıştır.

[4] Zate beynikum İç aleminiz, nefislerinizin sırlan mânâsın-dadır.

[5] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresİ, Kasımi ve Zemahşeri, ayrıca bkz. İbn Hişam, c. 2, s. 242 ve 324.

[6] Kasımi Tefsiri.

[7] Kasımi Tefsiri.

[8] A.g.e.

[9] A.g.e.

[10] Hazin, Beğavi

[11] Bkz. Hâzin Tefsiri.

[12] A.g.e.

[13] Tac, C. 1, s. 22-23.

[14] A.g.e.

[15] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/327-330.

[16] Kema ehraceke Rabbin seni evinden çıkardığı zaman. Müfessirler burada, ganimetler hususunda olduğu gibi çıkışta da Nebi (s) ile onların tartışmalarına işaret edilerek bir atıf yapıldığını söylemişlerdir.

[17] Gayra zatişşevke Kuvvetsiz olan, süahsız olan.

[18] Mûrdifıne Birbiri ardınca.

[19] Riczeşşeytan Şeytanın vesvesesi mânâsında.

[20] Şekva Karşı gelme ve zorluk çıkarma anlamında

[21] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/332.

[22] Tabakat-ı İbn Sa'd, c. 3, s: 57. Taberi, Kureyş'ten Öldürülenlerin 44 kişi olduklarını esir alınanların da yaklaşık bu kadar olduğunu tarihinde zikreder. Bkz. Taberi, c. 2, s. 157.

[23] Tac, c. 4, s. 232.

[24] Tac, c. 4, s. 365-366.

[25] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/333-335.

[26] Fela Tuveluhumul edbar Düşmana arkanızı dönüp o-nun önünden kaçmayın.

[27] Muteharrifen likital Harp hareketleri ve savaş metotların­dan biri.

[28] Mütehayyizen ilafietin Bir topluluğa yardım amacı ile katılmak.

[29] Va li yebliyel mü'minine minhu betaen hase­tten Mü'minlerİ güzel bir imtihanla denemek için.

[30] İn testeftihu Eğer siz fetih ya da zafer istiyorsanız. Yahut eğer siz Allah'ın hükmünü istiyorsanız mânâsında. Çünkü, bazı ayetlerde fe­tih kelimesi hüküm anlamında kullanılmıştır. Nitekim Araf Sûresi'nde bu an­lamda kullanılmıştır. "Rabbİmiz, bizimle bu kavmimiz arasında fetih (hüküm) ver."

[31] Taberİ, Bağavi, İbn Kesir, Hazin, Ayrıca bkz. İbn Hişam, Bedir savaşı ile İlgili kısım.

[32] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/337-339.

[33] El-fıtne Burada fesat, çekişme ve aykırılık anlammadir.

[34] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/340-341.

[35] Tabresi, Mecma-ul Beyan.

[36] Taberİ, Hazin, İbn Kesir.

[37] Tabresi.

[38] Taberi, Hazin.

[39] Tabresi, Hazin,Taberi, Bağavi, İbn Kesir, Zemahşeri.

[40] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi.

[41] Tabresi.

[42] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/341-343.

[43] Fiîneîûn Burada imtihan, sınama ya da günaha teşvik etme ve in­hiraf anlamındadır.

[44] Furkanen Hidayet, zafer, yardım veya hak ile batılı ayırabilecek kabiliyet mânâsındadır.

[45] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/344.

[46] Bkz. Beğavl Tefsiri.

[47] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/344-346.

[48] Liyusbitûke Bağlayıp hapsetmekiçin.

[49] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/347.

[50] Bkz. Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi ve Zemahşerİ. Suyuti El-İtkan'ında tabiin ulemasından Mukatii'in bu ayetlerin Mekki olduğunu rivayet ettiğini söyler.

[51] Taberi, Tabresi, Hazin, İbn Kesir, Beğavi

[52] Taberi, Beğavr, Hazin, İbn Kesir.

[53] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/347-349.

[54] Mükaen Islık çalmak.

[55] Tasdiye Eli çırpmak.

[56] Beğavi, Hazin, Taberi.

[57] İbn Kesir, Taberi, Beğavi ve Hazin.

[58] Bkz. Ömer bin Hattab Tarihi, İbn Kayyım el-Cevzi, s. 13.

[59] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/350-352.

[60] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/353.

[61] Yevme'l-Furkan Burada Allah'ın mü'minlere müyesser kıl­dığı zafer günü anlamındadır. Nitekim, bu zafer ile Hak ehli ve Batıl ehli bir­birinden ayrılmıştır.

[62] El-Udve Burada kastedilen vadinin bir kenarı ya da geçit yeridir.

[63] Ed-Dünya Yakın taraf. Burada Medine bölgesine yakın taraf an­lamında.

[64] El-Kusva Uzak taraf. Yani, Mekke tarafı.

[65] Er-Rekbu Burada, Kureyş ordusu anlamında.

[66] Feşiltum Zayıf düşüp, zelil olurdunuz.

[67] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/355.

[68] Tac, c. 4, s. 335-338. Birinci hadisi Ebu Davud, ikincisini Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Nesaı, üçüncü­sünü de Buhari, Müslim, Ebu Davud rivayet etmiştir.

[69] Jbn Kesir.

[70] A.g.e.

[71] Tac, c. 4, s. 338.

[72] A.g.e. c. 2, s. 31.

[73] Beğavi

[74] Taberi, Beğavi, Hazin ve İbn Kesir.

[75] El-İmametü ve's-Siyase, Tarİhül- Hulefa, İbn Kuteybe, c. 1, s. 13. Ayrıca bkz.Ebu Bekir-İ Sıddık, Tanta-Vİ, s. 170.

[76] Taberi, Beğavi, İbn Kesir. Hazin ve Tarihü Ömer bin el-Hattab, İbn Kayyım el Cevziyye, s. 108 ve son­rası.

[77] İbn Hişam, c. 2, s.269 ve 364. Ayrıca, Bkz. Taberi, İbn Kesir.

[78] İbn Hişam, c. 2, s. 259-260.

[79] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/

[80] Tezhebe rihukum Devletiniz ve hakimiyetiniz elden gi­der. Uygun bir şekilde esen rüzgarın değişmesine benzetme yapılmaktadır.

[81] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/362.

[82] Tezhebe rihukum Devletiniz ve hakimiyetiniz elden gi­der. Uygun bir şekilde esen rüzgarın değişmesine benzetme yapılmaktadır.

[83] İbn HIşam, c. 2, s.257-258, Ayrıca Bkz. İbn Kesir, Beğavi, Hazin, Taberi.

[84] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/362-363.

[85] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/364-365.

[86] Beğavi.

[87] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/365-366.

[88] Teskafennehum Onları yakalarsan, onları elde edersen ya da onları mağlup edersen.

[89] Fe şerrid bihim men halfehum Korkut ve destekçi­lerini dağıt.

[90] Fenbiz ileyhim ala's - seva Sende aynı şekilde onlara davran. Müfessirlerin ekserisi bu cümleyi şöyle yorumlamışlardır. Anlaş­ma yaptığın topluluktan, anlaşmayı bozmaları yönünde bir emmare görürsen sende tuzağa düşmüş olmamak için aynı şekilde davran ve anlaşmayı boz.

[91] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/367.

[92] Taberi, Beğavi, Hazin, Tabresi, İbn Kesir.

[93] A.g.e.

[94] İbnHişam, C:2, s.119-122.

[95] İbn Hişam, c. 2, s.429.

[96] A.g.e., Ayrıca Bkz. Tabakat-ı İbn Sa'd, C:3, s.67-68.

[97] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/367-369.

[98] Ribatu'l-hayl Savaş için donatılmış atlar.

[99] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/369.

[100] Ibn Kesir, Beğavi.

[101] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/370.

[102] Cenaha Meyletti mânâsında.

[103] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/371.

[104] İbn Hişam, c. 2, s. 38

[105] İbnKesir.Taberi, Tabresi                                                                                                            .

[106] A.g.e.

[107] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/371-373.

[108] Hasbukellahu ve men itteheake mi­ne!-mü'minin Bazı müfessirler, "Allah sana ve sana tabi olan mü'minlere yeter" şeklinde tefsir etmiş, bazıları ise "Allah ve sana tabi olan mü'minler,

sana yeter." Her iki mânâ da tutarlıdır. Ancak bize göre ikincisi daha doğ­rudur. Çünkü 62. ayette bu mânâya delalet vardır. Ayette; "Odur, seni ve mü'minleri yardımıyla destekleyen" buyrulmuştur.

[109] Alîme enne fikum da'fen Bazıları "da'fen" (zayıflık) kelimesini duafâc (zayıflar) şeklinde okumuştur54. Her iki

şekilde de mânâ değişmez.

Alîme enne fikum da'fen Bazıları "da'fen" (zayıflık) kelimesini duafâc (zayıflar) şeklinde okumuştur. Her iki

şekilde de mânâ değişmez.

[110] Taberi, Beğavi

[111] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/374.

[112] A.g.e.

[113] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir.

[114] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/374-375.

[115] Hatte yüshine Ta ki kuvvetlensin, güç bulsun ve yeryüzün­de yerleşsin mânâsında.

[116] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/375-376.

[117] Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Tirmizi, bu hadisi sahih senedie rivayet etmiştir. Bkz.Tac, c. 4, 5. 111, Tefsir bölümü.

[118] Taberi, Beğavi, İbn Kesir. Tirmizi bu hadisi sahih senetle rivayet etmiştir. Bkz. Tac, c. 4, s.111.

[119] İbn Hişam, c. 2, s. 269-99. Ayrıca bkz. Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir.

[120] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/376-378.

[121] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/379.

[122] Taberi, Beğavi, Hazin ve İbn Kesir.

[123] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/379-380.

[124] Ellezine avevve nasarû Rasulullah (s)'ın Medine-li Ensanndan kinayedir. Çünkü Ensar Peygamber ve Muhacirlere kucak aç­mış ve onlara yardım etmişlerdi.

[125] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/381-382.

[126] Bkz. et-Tac, c. 2, sh. 229

[127] A.g.e

[128] Bkz. Taberi, Beğavi ve İbn Kesir

[129] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/382-386.