Bedir Savaşı'na İlişkin Görüntüler
Rasul'e İtaat Allah'a İtaattir
İnkar Edenlerin Tuzakları Ve Ölçüsüz İddiaları
Ganimetlerin Paylaşımındaki Geleneksel Yanlışlar Ve "Yakınhk"In
Adanmışhk Bilinciyle Bağlantısı
Direnişin Ve Allah'a Dayanmanın Gücü
Değişimin Yasası Ve İçerdiği Sosyal Öğretiler
Anlaşmaya Sadakat Ve İhanete Karşı Tavır
"Ey Peygamber! Allah Ve Sana Tabi Olan Mü'minler Sana Yeter..."
Esirlere Yapılacak Muamelenin Niteliği
Mü'minlerin Velayeti Ve Kafirlerle Yapılan Antlaşmalara Sadakat
Bu sûrede tavsiye ve
tenkil yoluyla Bedir Savaşı'na, o dönemin koşullarına ve Bedr'in gerek
müslümanlar gerekse kâfirler üzerindeki tesirlerine değinilmiş, Nebi fsl'nin
otoritesi ve ona itaatin gerekliliği önemle vurgulanmıştır. Islamî vahdet ve bu
vahdette şahsî ya da ailevî hiç bir şey öne sürülmeden kamu maslahatı için
samimiyet öngörülmüştür.
Yine sûrede
muhalifler, kâfirler, ahdi bozanlar ve hainler yerilmiş, onlara karşı savaşmak,
savaşta sebat gösterip Allah'ın dinini hakim ve özgür kılmak için mü'minler,
hazırlıklı olmaya teşvik edilmiştir. Ayrıca, bu hazırlığın İslam'a tekrar
tekrar yapılan davet ile birlikte barışa yönelik tavırlara barışla karşılık
verilmesi şeklinde gerçekleşmesi vurgulanmıştır. Savaşta elde edilen
ganimetlerin beşte biri hükme bağlanarak bunun kamu yararına ve ihtiyaç
sahiplerine tahsis edilmesi öngörülmüştür.
Sûredeki bölümler
birbiriyle uyum İçerisinde olduğundan bu sürenin bir defada nazil olduğunu veya
Bedir Savaşı'ndan sonra sözkonusu bölümlerin birbirinin peşi sıra indiğini
söyleyebiliriz.
30-36. ayetlerin
Mekke'de nazil olduğu nakledilmiştir. Ancak biz bu rivayetin doğruluğunda
şüpheliyiz. Çünkü ayetler gerek mevzu gerekse üslûp olarak birbiriyle uyum
içindedir. Kaldı ki bu rivayeti diğer müfesssirler de şüpheli bulmuşlardır.
Bazı raviler, bu
sürenin. Medeni sûrelerin ikincisi, bazıları üçüncüsü, diğer bazıları ise
dördüncüsü olduğunu söylemişlerdir[1].
Ancak herhâlükörda sürenin nüzulü. Bedir Savaşı'ndan hemen sonraya
rastlamaktadır. Sûredeki ayetler de bunu açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim,
Bedir Savaşı, Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden bir yıl, ya da bir kaç
ay-sayısında ihtilaf var- sonra meydana gelmiştir.
Bakara
sûresinin 217 ve 218. ayetleri daha önce değindiğimiz gibi Abdullah bin Cahş'ın
seriyyesi hakkında inmiştir. Bu seriyye ise, Bedir'den önce Hz. Peygamberin
gönderdiği son seriyyedir. Dolayısıyla Enfal Sûresi, her ne kadar kesin değilse
de Medenî sûrelerin ikincisi durumundadır. Kesin olmayışı, Âl-i İmrân sûresinin
12-13. ayetlerinden kaynaklanıyor: "İnkar edenlere söyle:
"Yenileceksiniz ve cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir
döşektir!"Karşılaşan şu İki toplulukta sizin için bir ibret vardır...'Ravilerin
hemen hepsi bu ayetlerin yahudi Kaynuka oğulları hakkında nazil olduğunu
söylemişlerdir. Nitekim, Enfal sûresinde sözkonusu yahudiler ve onların
muhasara edilip sürgün edilmesi hakkında indiği, ravilerin icmaıyla nakledilen
ayetler bulunmaktadır. Bu nedenle Enfal sûresinin Medenî sûrelerin ikincisi
olup olmadığı kesin değildir. [2]
Rahman ve Rahim
Allah'ın Adıyla
1- Sana
savaş ganimetlerinden[3]
sorarlar; de ki: "Ganimetler, Allah'ın ve Rasulünündür. Siz (gerçekten)
İnanan insanlar iseniz, Allah'tan korkun, aranızı[4]
düzeltin, Allah'a ve Rasulü'ne itaat edin!"
2- Mü'mİnler
o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, onun ayetleri
kendilerine okunduğu zaman imanlarını artırır ve Rab'lerine tevekkül ederler.
3- Namazlarını kılarlar ve kendilerine
verdiğimiz rızıktan infak ederler.
4- İşte gerçek mü'mİnler onlardır. Onlara
Rab'lerinin katında dereceler, bağışlanma ve tükenmez rızık var.
I-
Müslümanların, savaş ganimetleri konusunda, Nebi (s)'ye yönelttikleri soru anlatılıyor.
II- Bu
soruya cevap olarak ganimetlerin Allah ve Rasulü'ne ait olduğu bildiriliyor.
III- Cevabın
hemen ardından, soru soranlara yönelerek, eğer gerçek mü'min iseler Allah'tan
sakınmaları, nefislerini düzeltmeleri ve Allah'a, Rasulü'ne itaat etmeleri emrediliyor.
IV- Daha sonra gerçek mü'minlerin karakteri
çiziliyor: Onlar öyle kimselerdir ki, Allah'ın ismi anıldığında, Allah korkusu
ve heybetini hissederler. Allah'ın ayetleri okunduğunda ise imanları artar ve
Allah'a tevekkül ederler. İşleri O'na havale eder, namazı O'nun için kılarlar.
Kendilerine rızık olarak verilen maldan, iyilik ve hayır yolda infakta
bulunurlar. İşte bunlar gerçek mü'minlerdir. Allah indinde yüksek derecelerin
sahipleri de bunlardır. İşte, Allah'ın bağışlaması ve lütfü bunlaradır.
Yukarıdaki ayetlerin
nüzul sebebi hakkında çeşitli rivayetler zikredilmiş[5], bu
rivayetlerden bazıları mâna itibariyle aynı, lafzen farklı; bazıları ise hem
manen hem lafzen farklı gelmiştir.
İmam Ahmed'in Ubade
bin Samit'ten tahric ettiği hadiste şunlar yer alıyor: "Rasu-mllah ile
birlikte sefere çıktık. Bedir Savaşı'na tanık oldum. Taraflar karşı karşıya
geldi ve Allah, düşmanı hezimete uğrattı. Bir kısım, onlann peşinde giderek
onları öldürüyor bir kısım ise ordugâhlarına gidip ganimetleri topluyordu.
Rasulullah'ın etrafındakiler ganimet toplayanlara: "Sizler bizden daha
fazla ganimet üzerinde hak sahibi olamazsınız. Biz, düşmanın hücum edebileceği
korkusuyla Rasulullah'ın yanından ayrılmadık ve sadece bununla meşgul olduk"
dediler. Bunun üzerine "Sana savaş ganimetlerinden soturlar" ayeti
nazil oldu ve Rasulullah toplanan ganimetleri müslümanlar arasında bölüştürdü[6].
İbn Hİbban yine Ubade
bin Samit'den şu rivayeti nakleder: "Ganimetler üzerinde anlaşamayıp
huysuzluk ettiğimizde Allah, biz Bedir savaşçıları hakkında bu ayeti indirdi.
Ganimetleri elimizden alıp Rasulullah'a verdi. Rasulullah da bunları müslümanlara
eşit şekilde dağıttı"[7].
Yine İmam Ahmed'in
Sa'd bin Ebi Vakkas'tan naklettiği bir rivayette şunlar yer alıyor: "Sa'd
bin Ebi Vakkas'ın kardeşi Bedir'de öldürülmüş daha sonra Said bin As da katili
öldürmüş ve kılıcını almıştı. Bunun üzerine Rasulullah kılıcı ganimetlere
bırakmasını emretti. Döndü ve gerek kardeşinin öldürülmesi gerekse öldürdüğü
kişiden aldığı teçhizatın kendisine verilmemesi onu oldukça üzmüştü. Derken,
Enfal Sûresi'nin ilk ayetleri nazil oldu. Bunun üzerine Allah Rasulü ona git ve
teçhizatı geri al dedi"[8]. Bu
konuya değinen Müfessir Tabresi'ye göre, Muhacirler, ganimetin beşe bölünmesine
itiraz etmiş, tümünün bölüştürülmesini istemişler ve bunun üzerine ayetler
nazil olmuştur. Ancak, bu görüşüne herhangi bir delil zikretmeyen Tabresi,
naklettiği haberde münferit kalmıştır. Fakat biz, sûrede anlaşmazlık konusu
olan ganimetlerle ilgili hükümler ışığında bu haberin önemli ve doğru olacağı
kanaatindeyiz. Çünkü, ganimetlerin sadece beşte birinin bölüşümünden doğan
anlaşmazlık ayetlerin iniş sebebidir. Nitekim, bu sûrenin 41. ayetinde şöyle
buyuruluyor: "Eğer Allah'a ve (hak ile batılın) ayrılma gününde, o i-ki
topluluğun karşılaştığı (Bedir) gün(ün)de kulumuz (Muhammed)e indirdiğimiz
(ayet-ler)e inanmışsanız bilin ki, aldığınız ganimetlerin beşte biri, Allah'a,
Rasulü'ne ve (Allah'ın Elçisi ile) akrabalığı bulunan(lar)a, yetimlere,
yoksullara ve yolcu(lar)a aittir. Allah her şeye kadirdir."
Şu da var ki, bu
haberin doğruluğu, diğer rivayetlerin içeriğine ters düşmemektedir. Her
halükârda bu ayetler, Bedir Savaşı'na katılan müslümanlarm, savaş
ganimetlerinin bölüşümünde anlaşamamaları üzerine nazil olmuştur. Ganimetler
Allah'ın ve Rasulünündür. Rasul, bu ganimetleri Allah'ın direktifi
doğrultusunda dağıtır. Allah'a ve Rasulü'ne itaat ise, gerçek iman sahiplerinin
boyun borcudur. Buna ilave olarak mü'minler, Allah'tan korkmalı, O'ndan
sakınmalı, derun" duygularını temizleyerek her türlü aykırı davranışlardan
kaçınmalı, Allah'ın ve Rasulü'nün emirlerine tabi olup ne-hiylerinden
kaçınmalıdırlar.
Bedir Savaşı'ndaki
ganimetlerle ilgili mü'mirilere hitabeden bu ayetler, akıl-kalp derinliklerine
nüfuz eden güçlü ve üstün bir üsluba sahiptir. Bu ayetlerin, biraz önce zikrettiğimiz
41. ayeti kerime ile neshedilip edilmediği konusunda müfessirlerden ve onlardan
iktibas yapanlardan farklı içtihatlar sadır olmuştur[9].
Nitekim bir kısım müfessirler bu ayetlerin 41. ayetle neshedildiğini söylerken,
diğer bir kısım müfessirler ise ayetlerin neshcdilmediğini, zira ayetlerin
muhkem olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu görüş bizce daha tutarlıdır. Çünkü, bu
ayetlerde hak olarak ifade edilen; ganimetlerin Allah ve Rasulüne ait oluşu bir
hükümdür ve nesh ile iptal edilemez. Rasulullah'a ise, bu hükmü icra ederek
Allah'ın gösterdiği şekilde ganimetleri dağıtmak düşüyor.
Taberi, Hazin ve
Beğavi gibi müfessirler ayette geçen "Onlara dereceler vardır"
ifadesini şöyle tefsir etmişlerdir: Buradaki derecelerden maksat cennetteki
derecelerdir. Bu derecelere cennet ehli ulaşmaya çalışır. Her bir derece
arasındaki mesafe, gök ile yer arasındaki mesafe kadardır. Bir başka deyişle
idmanlı bir küheylantn yetmiş yıl koşarak varacağı mesafe kadardır! Bize göre,
bu ifade, Allah katında mü'minlerin üstün makamlarını teşvik ve övgü ile beyan
etmek maksadına dayanır. İbn Kesir ve Taberi de bu görüşü benimsemişlerdir.
"İmanlarını artırır".
Bu ifade, imanın artması[10] ve
azalması şeklinde başlı başına Kelam ilminin bir konusudur. Bizce İmanın haddi
zatında sıfat yönüyle artması veya eksilmesi doğru değildir. Çünkü imanın
artışı, demek önceki noksanlığa binaen fazlalaşmayı, eksilmesi ise bir geriye
dönüş ve şüpheyi ifade eder. Her iki durum da imanın sıfatına aykırıdır,
Allah'ın İbrahim (a)'e yönelttiği soru ve İbrahim'in bu soruya verdiği cevabı
anlatan Bakara süresindeki: "(Allah) İman etmedin mi? dedi. (İbrahim ise)
Elbette (iman ettim), fakat kalbim mutmain olsun (diye soruyorum) dedi"
ayetinde olduğu gibi burada, ilahi bir delile (burhana) dayanarak kalbin
tatmininden önce, ayni imana dönüşebilecek gaybi bir iman sözkonusudur. Konu
itibariyle "imanlarını artırır" cümlesi bu anlamdadır. Genel olarak
bu cümle; mü'minîerin, Allah zikredilip, ayetleri okunduğunda imanlarmdaki
kararlılık ve derinliğin arttığını ifade etmekte, bir ihtilafın vukuu halinde
kayıtsız şartsız Allah'a teslim olup işleri, O'na havale etmenin gerekliliğini
vurgulamaktadır.
Bazı müfessirler[11] bir
takım hadislerde imanın artıp eksildiğine işaret edildiğini savunmuşlardır. Bu
hadislerden bazıları şunlar: "İman, yetmiş ya da altmış küsur şubedir. Bu
şubelerin en faziletlisi La ilahe illallah sözü, en düşüğü ise yoldan sıkıntı
veren şeylerin kaldırılmasıdır. Utanma duygusu da imanın şubelerindendir."[12]
"Sizden biri kendisi için istediğini mü'min kardeşi için de istemediği
müddetçe iman etmiş olamaz."[13]"İmanın
alâmeti, Ensan sevmektir, nifakın alâmeti ise Ensara buğzetmektir."[14]
Yukarıdaki hadislerde
imanın arttığını ya da eksildiğini ifade eden işaretler olduğu söylenmiştir.
Ancak, bize göre, ne bu hadislerde ne de benzeri hadislerde imanın arttığı veya
eksildiğini çağrıştıran hiç bir işaret sözkomısu değildir.
Fakat burada konu ile
uygunluğu bakımından Hucurat sûresinin 14-15. ayetleri zikredilebilir:
"Bedeviler: İman ettik dediler. De ki: siz iman etmediniz ve fakat
müslüman olduk deyin. İman henüz kalplerinize girmedi. Allah'a ve Rasulü'ne
itaat ederseniz yaptıklarınızdan hiç bir şey eksilmez. Şüphesiz Allah Gafur ve
Rahimdir. Mü'minler o kimselerdir ki, Allah'a ve Rasulü'ne inanırlar da sonra
şüpheye düşmezler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşırlar. İste
onlar doğru söyleyenlerin ta kendileridir."
Şüphe
yok ki, Allah, bedevilerin şek ve tereddüt içinde olduklarını biliyordu. Şüphe
ise, imanla bağdaşmayan bir durumdur. Bu yüzden Allah Rasulü'ne, onların iman
etmediklerini bildirmesini emir buyurdu. Ancak onlar, müslüman olduk
diyebilirlerdi. Çünkü onlar itaat ederek boyun eğmiş ve bu itaatleri kabul
edilmişti. Sonra Allah, gerçek mü'minleri tanıtarak onların şüpheye
düşmediklerini beyan buyuruyor... [15]
5- Nitekim hak uğruna (savaşa gitmek için}
Rabb'in seni, evinden çıkardığı zaman[16],
mü'mİnlerden bir takımı bundan hoşlanmıyorlardı.
6- Hak ortaya çıkmış İken sanki gözleri göre
göre ölüme sürülüyorlarmış gibi seninle tartışıyorlardı.
7- Allah
size, iki topluluktan birinin sizin olduğunu va'de-diyordu; siz İse kuvvetsiz
olanın'[17]
sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve
kâfirlerin ardını kesmek istiyordu.
8- Ki suçlular istemese de hakkı
gerçekleştirsin, batılı da ortadan kaldırsın
9- Siz Rabb'inizden yardım istiyordunuz O da:
"Ben size birbiri ardınca'[18] bin
melek ile yardım edeceğim," diye duanızı kabul buyurmuştu.
10- Allah bunu ancak müjde olsun ve kalbiniz
bununla yatışsın diye yapmıştı. Yardım yalnız Allah kalındandır. Allah daima
üstün, hüküm ve hikmet sahibidir.
11- O zaman sizi, Allah'tan bir güven olmak üzere
hafif bir uyku buruyordu, üzerinize sizi temizlemek, şeytanın pisliğini[19]
(içinize attığı kötü düşünceleri) sizden gidermek, kalblerinizi bağlamak ve
ayaklarınızı pekiştirmek için üzerinize gökten bir su indiriyordu.
12- Rabb'in meleklere vahyediyordu ki: "Ben
sizinle beraberim, siz inananları pekiştirin; ben inkar edenlerin yüreklerine
korku salacağım; vurun boyunlarının üstüne, vurun onların her parmağına!"
13- Böyledir, çünkü onlar Allah'a ve Elçisine
karşı geldi-ler[20]. Kim Allah'a ve Elçisine
karşı gelirse muhakkak ki, Allah'ın cezası çetin olur.
14- "İşte siz şimdi tadın onu; kâfirler için
ateş azabı da vardır!"
Bu ayetler, Bedir
Savaşı'ndaki tablolara ilişkin hatırlatıcı, uyarıcı ve övücü ifadelere yer
vermektedir:
I- Allah Nebi'sine düşmana karşı harekete
geçmesini ilham ederek her iki düşman taifesinden güçlü, silahlı ve savaşa
hazır olanına karşı zafer elde edeceğini vadediyordu.
II- Allah'ın gösterdiği yolda kendileri için
doğru ve hayırlı şeyler olduğu hafde, müslümanlardan bîr kısmı, ganimetlerde
olduğu gibi düşmana karşı harekete geçme hususunda da Nebi (s) ile tartışıyor
ve sanki ölüme gidiyormuşcasına korkuya kapılıyorlardı.
III- O bir
kısım müslümanlar, Allah'ın güçlü kavmi mağlup edeceklerine dair verdiği vaade
rağmen; zayıf kavme karşı savaşmak istiyordu. Halbuki Allah, vaadiyle Hakkın
yücelmesini, Batılın ise zelil olmasını ve cürümkâr kâfirlerin iflahının
kesilerek, rezil edilmelerini murad etmişti.
IV-
Müslümanlar güçlü düşmanla karşılaştıklarında Allah'tan yardım istemeye başlamış,
Allah ta onların bu isteğine icabet ederek kendilerine bin tane melek ile
yardım edeceğini vaadetmişti. Allah'ın bu vaadi mü'minlerin kalplerini tatmin
etmek ve korkularını gidermek içindi. İşte Allah'tır mü'minlere yardım eden ve
yücelik, kuvvet ve hüküm O'na mahsustur.
V- Allah, huzur ve sükunete ermeleri için mü'minleri hafif bir uykaya
büründürmüş, kalp huzurları artsın, daha fazla sükunet bulsunlar ve şeytanın
vesveseleri kesilsin diye üzerlerine yağmur indirmişti. Meleklere de,
müslümanlann saflarında olmaları, kalplerini ve ayaklarını sabit kılmaları
için kafirlerin yüreklerine korku salarak boyunlannı ve ellerini vurmalarını
murad etmişti. Çünkü kâfirler, Allah'a ve Rasulüne karşı gelerek inatlaşmış ve
şiddetli azabı haketmişlerdi. İşte içine düştükleri bu durumda tatsınlar o
azabı. Daha sonra ise, cehennem azabı bekliyor onları... [21]
İfade ettikleri mânâ
ve üsluptan da anlaşılacağı gibi bu ayetler Bedir Savaşı'nda zafer elde
edildikten sonra nazil olmuştur. Ayetler, ganimetlerin bölüşümünde çıkan anlaşmazlık
üzerine nazil olan önceki ayetlerin bir devamıdır.
Ayetler, Savaşın nasıl
geliştiğini tam olarak anlatmıyor. Çünkü aslolan ve anlatılmak istenen savaşın
bizzat kendisi değildir. Burada Allah (c), hatırlatma ve serzenişte bulunarak.
Hakkı üstün kılıp bâtılı zelil etmek ve kâfirleri şiddetli bir cezaya çarptırıp
onların iflahını kesmek istediğini bildirmiştir. Yine ayetlerde ganimetler
hususunda tartışarak sıkıntı oluşturan müslümanlar ayıplanmıştır. Nebi
(s)'sine savaşa çıkması için Allah'ın ilhamda bulunduğu, zafer ve ganimeti de
O'nun bahşettiği bildirilmiştir.
Gerek "Kemâ
ahreceke" cümlesi ve gerekse "ve izyağrikum" cümlesi, sefere
çıkmanın Rabbani bir ilham olduğunu göstermektedir. İşte burada Nübüvvet
sırlarından birine tanık oluyoruz. Allah'ın, Peygamberi ile arasındaki
iletişime... Bu ve benzeri durumlar, İslam Peygamberinin yaşantısından kesitler
halinde bir bir karşımıza çıkıyor. Kıblenin, Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram'a
doğru değiştirilmesi, Bakara sûresinin ilgili ayetlerinde de açıkladığımız
gibi Allah ile Peygamberi arasındaki ilahi iletişim ağını sergilemektedir.
Müfessirlerin ve eski
siret kitaplarının kaydettiği çeşitli rivayetler, Bedir olayını ayrıntılarıyla
anlatmaktadır. Bu rivayetlerin özeti şöyle: Nebi (s) Kureyş'e ait Şam'dan gelen
bir ticaret kervanının Mekke'ye doğru yol aldığını ve bu kervanı koruyacak
büyük bir kuvvetin bulunmadığını haber almıştı. (Ayette geçen kuvvetsiz taife
budur) Allah'ın ilhamı ile müslümanlan sefere çıkmaya çağırmıştı. Allah (c) bu
seferi onlar için ganimet elde edecekleri bir sefer kılacaktı. Muhacir ve
Ensar'dan yaklaşık üçyüz kişilik iki bölük, Nebi (s) kumandasında yola çıktı.
Kureyş kervanının başında ise Ebu Süfyan bin Harb bin İmeyye vardı. Ebu Süfyan,
Nebi (s) ve müslümanlardan korkuya kapılarak Mekke'ye derhal bir yardım
göndermeleri için haber yolladı. Tehlikeden uzaklaşabilmek için kervanın
yolunu değiştirdi. Müslümanlar, kervanın kurtulduğunu ve Mekke'den güçlü bir
saldırının geldiğini öğrendiklerinde, içlerinden bazıları çatışmaya katılmadan
dönmek istediler. Çünkü sadece kervan maksadıyla gelmişlerdi. Derken, tartışmaya;
savaşmak istemediklerini, savaştan ve doğuracağı sonuçlardan korktuklarını açığa
vurmaya başladılar. Fakat, kâfirlerin bunu kendilerinden korkup kaçtıkları
şeklinde yorumlayacaklarını düşünerek diğer müslümanlar, savaşmaya hazır
olduklarını ve dönmeyeceklerini açıkladılar. Bunun üzerine muhacir saflarında
savaşa yönelik bir tercih yapılınca Nebi (s) müslümanların görüşlerini aldı.
Muhacirler "savaş" deyince Nebi (s): "görüşünüzü belirtin"
şeklinde yineledi. Ensardan Evs lideri Sad bin Muaz: "Ya Rasu-lullah her
halde bizi kastediyorsun" dedi. Rasulullah "evet" dedi. Bunun
üzerine Sad şöyle konuştu: "Biz sana iman ettik ve seni doğruladık. Senin
getirdiğin şeyin hak olduğuna şehadet ederek sana itaat edip sözünü
dinleyeceğimize dair söz verdik. Bizi istediğin yere götür. Biz seninle
beraberiz. Seni Hak ile gönderen Allah'a yemin olsun ki, sen faizi denize
daldırsan, seninle birlikte dalarız. Bizden hiç kimse geride kalmaz. Bizi düşmanla
karşılaştırmandan çekinmeyiz. Biz savaşa sabırlı, karşılaşmaya sadığız. Allah,
bizimle gözünü aydın kılsın. Bizi Allah'ın bereketine götür." Bunun
üzerine Rasululah (s) sevinerek ashabına şöyle dedi: "Yürüyün ve sevinin
çünkü Allah bana iki taifeden birini vaadetti. Vaüahi Kureyş'in yenilgisini
görür gibiyim".
Müslümanlar kâfirlere
karşı savaşa giriştiğinde onlar müslümanların üç katı bir güce sahipti. Allah,
müslümanlara sebat vererek inayetiyle onları kuşattı ve ölümüne giriştikleri
bu savaşta galip geldiler. İçlerinde Kureyş'in ileri gelenlerinden ve Nebi (s)
ile getirdiği davaya karşı Mekke'de en çok düşmanlık yapanların da bulunduğu
yaklaşık yetmiş kişi öldürülerek bir o kadar da esir alındı. Esir alınanlar
arasında da ileri gelenler vardı[22].
Bu savaşta
müslümanların kazandığı zafer, İslam davasının en güçlü dinamiklerinden biri
olmuştur. Bu yüzden Bedir vakası, Nebevi sirette azımsanamayacak büyüklükte bir
yer işgal etmiştir. Bu savaşa katılanlar ise, İslam tarihinde ölümsüzleşerek
övgü ve saygıya mazhar olmuşlardır. Rasulullah (s), Bedir Savaşi'na katılanlar
hakkında şu tarihi sözü söylüyordu: "Allah, Bedir ashabına umarım şunu
bildirmiştir: Dilediğiniz gibi davranın sizler affolundunuz"[23]
Buhari'nin Hz.
Ömer'den'naklettiği rivayette Hz. Ömer şöyle demiştir: "Bedir günü
Rasulullah müşriklere baktı. Onlar bin kişiydiler. Ashabı ise 319 kişiydi.
Kıbleye yöneldi ve ellerini uzatıp şöyle dua etti: Ey Allah'ım, bana verdiğin
sözü yerine getir. Ey Allah'ım, eğer şu miislüman cemaat helak olursa yeryüzünde
sana ibadet eden kimse kalmaz. Bu şekilde o kadar dua etti ki, cübbesi
omuzlarından düştü. Hz. Ebubekir cübbeyi alıp omuzlarına koydu ve onun yanından
ayrılmayarak şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü Rabbine yaptığın dua suna yeler.
Şüphesiz Alah sana verdiği sözü yerine getirecektir". Bumın üzerine şu
ayel nâ/il oldu: "lUınrlaym ki, Siz
Rabbinizden yardım istiyordunuz. O'da "ben sîze meleklerden peşpeşe gelen
bin tanesi ile yardım edeceğim" diyerek duanızı kabul etti[24]. Bu
rivayet, Bedir'de İslam'ın zaferinin İslam davasının bekası için ne kadar büyük
bir önem taşıdığını ortaya koymaktadır.
Muhacir ile Ensar
arasında, daha önce din kardeşliğin de olduğu gibi bu defa cihad kardeşliğinde
de sıkı bağlar kuruldu. Bedir Savaşı'na katılanların diliyle gelen rivayetlerin
ifadesine göre Bedir ashabı Meleklerin kendileriyle birlikte savaştıklarını
hissetmişlerdir. Bu, tamamen gaybi bir hadisedir ve Kur'an'ın haber verdiği,
inanılması gereken hakikatlerdendir. Allah, bu savaşta meleklerle müslümanlara
yardım ettiğini bildirmişse buna iman etmek lazım gelir. Ayetlerde, bu konu ile
ilgili açıklamalara bakılacak olursa, müslümanların melekleri gördüğüne dair
herhangi bir ifade sözkonusu değildir. Bu ayetlerde sadece Allah'ın mü'minlere
yardım etliği zikredilmiş, mü'minlerin Allah'tan yardım istemeleri
hatırlatılarak Allah'ın bu isteği kabul ettiği bildirilmiştir. Bu da gösteriyor
ki mü'minler, Allah'tan böyle bir yardım talebinde bulunmuşlardı.
Savaş kızıştığında ve
mü'minler dünya ile irtibatlarını keserek Allah yolunda cihada daldıklarında,
zihinlerinde Allah'tan, Rasulü'nden ve Allah'ın dininden başka bir şey
bulunmadığı için Rabbani yardım onları kuşatmıştı. Dualarının Allah tarafından
kabul edildiğine kanaat getirmişler, meleklerle kendilerine yardım olunduğuna
inanmışlardı. Mü'minler bu şekilde, Allah'ın savaş sonrası ayetlerde bildirdiği
gerçeği gözlemlemişlerdi.
Bu sûrenin 10.
ayetinde yapılan konu değişikliğindeki üslup dikkate şayandır. Mü'minleri
kuşatan ve onlarda, meleklerin de kendileriyle birlikte savaştıkları hissini
uyandıran bu ruh haleti, şüphesiz kalplerini tatmin ederek onları müjdelemek
amacım taşıyordu. Yoksa zafer, elbettekİ Allah kaündandır. Bizce buradaki konu
değişikliği, mü'minlerden herhangi birinin zihninde, meleklerin yaşamın akışına
tesir ettiklerine dair oluşabilecek bir inancın kaldırılması amacına
yöneliktir. Nitekim bu inanç, İslam'dan önce Araplar arasında yaygındı.
Araplar, Allah'a yaklaştırırlar diye meleklere ibadet ediyorlardı. İşte bu
ayette edebi bir üslupla Allah'a ortak koşulmaması tenbih edilmektedir.
Ayette müslümanların
hafif uyku haline bürünmeleri ve üzerlerine Allah'ın yağmur yağdırması ile
ilgili ifadeler hakkında şunları söyleyebiliriz. Bilindiği gibi müslümanlar
yorgun argın bir vaziyetteydiler ve hem içmek, yıkanmak hem de ayaklarının
kumda kaymaması için suya ihtiyaçları vardı. Bütün bu hususlarda şeytan, onlara
vesvese vererek korkutuyor ve kalplerini tasalandırıyordu. Durum böyle olunca
Allah'ın inayetiyle uyku haline büründürüldüler. İçine daldıkları bu uyku hali,
yorgunluklarım ve endişelerini giderdi. Allah üzerlerine yağmuru da yağdırarak
susuzluklarını giderdi. Hem yıkandılar hem de ayaklan sabitleşti. İşte onları
çepeçevre saran bu hal, kalplerini pekiştirdi ve Allah, meleklerle kendilerine
yardım ettiğini gösterdi.
Bütün
bunlar, Allah Rasulü ve onun gerçek dostları için apaçık bir yardım, bir mucizedir.
Gerçek mü'minlerin, Allah düşmanları ve kendi düşmanları ile giriştikleri imani
savaşlarda benzeri mucizelerle karşılaşmaları mümkündür. [25]
15- Ey İnananlar, kâfirlerle toplu halele
karşılaşırsanız, onlara arkanızı dönüp kaçmayın'[26].
16- Kim o gün savaşmak İçin bir tarafa çekilmez'[27] ya da
başka bir birliğe katılmak'[28]
dışında arkasını döner (ka-çar)sa o, Allah'tan bir gazaba uğrar, onun yeri
cehennemdir, o ne kötü varılacak bir yerdir!
17- Onları
sîz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, fakat
Allah attı. Bu mü'minlerİ güzel bir imtihanla sınamak içindir[29]'.
Doğrusu Allah işitendir, bilendir.
18- İşte size böyle yaptı. Çünkü Allah,
kâfirlerin tuzağını zayıflatır.
19- Eğer fetih İstiyorsanız[30]'
İşte size fetih geldi. Eğer (yaptıklarınızdan) vazgeçerseniz, bu sizin için
İyidir. Ama yine dönerseniz, biz de döneriz. O zaman topluluğunuz çok da olsa,
size hiç bir yarar sağlayamaz. Allah, mü'minlerle beraberdir.
15. ve 16. ayetler,
müslümanlara seslenerek savaş esnasında düşman önünden kaçmamalarını sıkı sıkı
tenbih ediyor. Kim ki, bir savaş taktiği olarak ya da kendisinden olan başka
bir gruba yardım maksadının dışında düşman önünden kaçarsa Allah'ın gazabına
duçar, cehennem azabına ise müstehak olur. Onlar için bu ne kötü bir sonuçtur.
17. ayet İse, ilk etapta müslümanlara sesleniyor
ve kâfirleri kendilerinin değil Al-îah'ın öldürdüğünü beyan ediyor. İkinci
olarak Nebi (s)'ye sesleniyor ve "atıp isabet ettiren sen değildin
Allah'tı" diyor. Ayrıca ayet Allah'ın mü'minler için hayır ve sevabı murad
ederek onları imtihan ettiğini ve Allah'ın her şeyi işitip söylemek istedikleri
her şeyi bildiğini anlatıyor.
18. ayet, kafirlerin komplo ve tuzaklarının,
Allah'ın lütfü ve yardımı sayesinde bozulduğunu bildiriyor.
19. ayet ise, uyan
mahiyetinde kafirlere seslenerek, Allah'ın hükmünü bekliyorlarsa bu hükmün
aleyhlerine olduğunu, şayet küfür, inat ve düşmanlıktan vazgeçerlerse bunun
kendileri için daha hayırlı olacağını bildiriyor. Eğer düşmanlığa dönerlerse,
Allah onları gözetleyecek ve toplulukları çok bile olsa bu çokluk onlara fayda
sağlamayacaktır. Çünkü Allah her zaman mü'minlerin yanındadır.
"Ey iman edenler
toplu halde kafirlerle karşılaştığınız zaman.." ayeti ile devamındaki
dört ayet, görüldüğü gibi Önceki ayetleri takip ederek devam ediyor. Önceki
ayetler gibi bunlar da savaştan sonra nazil olmuştur. Her ne kadar ayetlerde
değişik kişilere ses-leniliyorsa da bu ayetler bir biri arasında bir bütünlük
oluşturmaktadır. Bu yüzden biz de bu ayetleri bir bütün olarak ele almayı
yeğledik.
Ayetlerin nüzul sebebi
olarak müfessirler vuku bulmuş bazı olayları ve söylenmiş bir takım sözleri
rivayet etmişlerdir[31].
SÖzkonusu rivayetlerden
birinde, Nebi (s) savaş başlamadan Önce bir avuç toprak veya kum alarak
kafirlere doğru serpti ve şöyle dedi. "Yüzleri çirkinleşti onların. Serptiğim
kumun isabet etmediği kimse kalmadı". 17. ayette bu olaya İşaret
edilmiştir. Bir diğer rivayete göre ise, 19. ayetin işaret ettiği gibi Ebu
Cehil, Bedr'e çıkmadan önce Kabe'nin önünde durarak Allah'a dua etmiş ve
Allah'tan her iki taraf için de en doğru ve en faziletli olanı üstün kılmasını
istemişti. Ayetlerin iniş sebebi olarak zikredilen rivayetlerin bir diğerinde,
müslümanlar arasında, filanın falancayı öldürdüğü şeklinde bir takım üstünlük
arayışlarının belirmeye başladığı yer almaktadır. 17. ayetin ilk kısmında bu
konuya işaret vardır.
Her ne kadar sözkonusu
rivayetlerde belirli bir takım hadiseler zikredilmiş ise de, bu ayetler 17.
ayette olduğu gibi pekala bu ve benzeri olayları da çağrıştırabilir. Bu ayette,
müslümanlann arasında beliren üstünlük arayışının dışında daha şümullü bir
anlam çıkarılabilir. Şöyle ki, savaşta mü'mİnlere yardım eden, İslam
düşmanlarını mağlup edip onların komplolarını bozan bizzat Allah'tır. Eğer
Allah savaşmalarını ilham etmeyip mü'minlerin ayaklarım sabit kılmasa ve
korktukları bir anda kalplerini sabitleştirmesey-di, o taktirde bu zafer
gerçekleşmeyecekti. 19. ayetin son kısmında, bu hususa güçlü bir gönderim yer
alıyor. Belki de burada, sûrenin giriş kısmında anlatılmak istenenlere bir uyum
sözkonusu. Çünkü mü'minlere yardım eden de, kafirleri öldürüp onlan vuran da
Allah'tır. Dolayısıyla ganimetler, Allah'ın emrine bağlıdır ve hiç kimsenin
ganimetler üzerinde söz sahipliği yoktur.
19. ayet, kafirlere
yönelik bir uyarı ve meydan okumayı içermekle birlikte, onları yeniden inkarcı
tutumlarından vazgeçerek hakka ve doğruya davet etmektedir. Çağn bu şekilde
galip taraftan mağlup tarafa yapılmaktaydı. İşte bu durum, İslam" cihad ve
Muhammedi mesajın inananları -bütün farklılıkları ve farklı konumları ile
birlikte- doğru yola götürürken sahip olduğu üstün değerleri ortaya
koymaktadır. Her fırsatta ve her ortamda tekrar tekrar onları, Hakka, doğruya,
iyiye ve İslam'a çağıran bu ifadeler, Kur'an'ın hem Mekki hem de Medeni
ayetlerinde benzer olaylar için tekrar etmiştir.
15. ve 16. ayetlerin
sebeb-i nüzulü hakkında müfessirler, herhangi bir rivayet naklet-memişlerdir. Bu
iki ayet hakkında tek söyledikleri, Bedir ashabı hakkında nazil olmalarıdır
ifadelerine bakılsa, bu iki ayet Bedir Savaşı'ndan sonra nazil olmuştur.
Söz konusu iki ayete
göre (15-16.), savaşın şiddetli zamanında bazı müslümanlann sıkıntıları
gözlenmiş halta bazıları neredeyse düşmana karşı çözülecek gibi olmuşlardı.
İşte burada ilahi hikmet devreye giriyor ve gerekli lenbihi yaparak şiddetli
uyarıda bulunuyor. 15-16. ayetlerde geçen şiddetli tenbih ve uyan geleceğe
dönük bir yönlendirmedir. Tenbih ve uyarıdaki ifadenin bunca sert oluşu olayın
önemine binaendir. Ayrıca yapılan telkin, ileriye dönüktür. Çünkü cihad, bir
kararlılık ve azim işidir. Cihad safından bir kişinin bile kaçması, safın
tümünü olumsuz yönde etkiler. Zaferi, hezimete ve mağlubiyete dönüştürebilir.
Eğer, müslümanlar Bedir savaşında yenilgiye uğrasalardı, İslam Tarihinin akışı
değişebilirdi. Nitekim, Nebi (s) duasında buna işaret etmişti: "Allah'ım!
Eğer bu müslüman topluluk helak olursa, yeryüzünde Sana ibadet eden
kalmaz." Müfessirler ve müçtehitlerin çoğuna göre, savaştan kaçmak, büyük
günahlardandır.
Bir
kısım Kelam uleması, hiç bir şeyin kendi zatıyla müessir olmadığı görüşünü savunurlar.
Bu görüşlerine delil olarak da, 17. ayeti getirirler. Bu düşünceye göre, ateş
kendi zâtı ile yakmadığı gibi, bıçak da, kendi zatıyla kesmez. Zira, yakma
etkisi ve kesme etkisi Allah'tandır. Bu görüşün zıddı olan bir görüşte ise,
insanın fiil ve sorumluluğu, gerçekleştirdiği eylemlerde müessirdir. Usul,
fıkıh, kelam, toplumbilim ve ahlak ile ilgili Kur'an'ın temel ilke ve
öğretilerinden yola çıkarak doğruyu teslim etmekle birlikte, bu ayette (17.
ayet) kullanılan üslubun, mânâsının gerekli kıldığı ifade üslubu olduğuna
kanaat getirdik. Bize göre doğru olan budur. Dikkat edecek olursak, fiil ve
fiilin oluşturduğu etkinin, faile yani fiili yapana nisbet edileceğini, fiil
ile bu fiilin oluşturduğu etkinin dünya ve ahirette, failin sorumluluğunda
olduğunu ifade eden bir çok ayet-i kerime mevcuttur. Hatta, Mekki ve Medeni
sûrelerin büyük bir bölümünde, bu ifadeler geçmektedir. Durum böyleyken, Enfal
sûresi 17. ayete, sözkonusu mânânın yüklenmesi ve bir kısım kelamcıların, bu
ayeti delil getirmeleri, Kur'anî naslardan uzaklaşmadır. Nitekim, Kelam ilminin
bu konusu ile ilgili olarak ateşin yakma, bıçağın ise kesme karakterinde
olduğunu söyleyenlerin, aynı zamanda, Allah'ın insana çalışma ve irade kabiliyeti
verdiği gibi, ateşe yakma, bıçağa da kesme kabiliyeti verdiğini, söyledikleri
bilinmektedir. Bu görüşün, eşyanın tabiatına, Allah'ın sünneti ve yaratmadaki
hikmetine daha uygun olduğu, açıkça görülmektedir. Aynca bu görüş, Kur'an'ın,
"fiili failine nispet ederek, sorumluluğunu ona yüklediği ve insanlara bu
mefhumu esas alarak seslendiği" ifadelerine uyum sağlamaktadır. [32]
20- Ey İman edenler, Allah'a ve Rasulü'ne itaat
edin; işittiğiniz halde ondan dönmeyin.
21-
İşitmedikleri halde "İşittik" diyenler gibi olmayın.
22- Aİlah
katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.
23- Allah
onlarda bir iyilik olduğunu bilseydi, elbette onlara işittirdi, onlara
işittirseydi de, yine aldırmayarak dönerlerdi.
24- Ey İman edenler {Elçi), sizi yaşatacak
şeylere çağırdığı zaman, Allah'ın ve Rasuiü'nün çağrısına koşun ve bilin ki,
Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz, O'nun huzuruna
toplanacaksınız.
25- (Öyle) bir fitneden[33]'
sakının ki, aranızdan yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize
erişir). Bilin ki Allah'ın azabı çetindir.
26- Düşünün ki, bir zaman siz az idiniz,
yeryüzünde mus-tazaflardınız. İnsanların sizi kapıp götürmesinden
korku-yordunuz. Allah, sizi barındırdı, sizi yardımıyla destekledi, sizi güzel
şeylerle besledi ki, şükredesiniz.
Yukarıdaki ayetlerde
sırasıyla şu mevzulara değinilmektedir:
I-
Mü'mirilere seslenilerek, Allah'a ve Rasulü'ne itaat etmeleri emrediliyor ve
duydukları halde, O'nun emirlerine karşı gelmeleri vurgulanıyor. İşittik deyip
de kulak asmayanlar gibi olmamaları noktasında insanlar uyarılıyor,
II- Hak
davete kulak vermeyerek kabul etmeyenler kınanıyor. Çünkü, Allah katında insanların
en şerlisi, hakka kulak vermeyen; hayvanlar gibi, ona ilgisiz kalanlardır. Bu
yönüyle, onlar duymayan ve akletmeyen sağır ve dilsizlerdir. Eğer, onlarda
hayır bulunsaydı, Allah onlara hak daveti işittirirdi. Fakat, onlar, bu
durumlarıyla, iyilik kabiliyeti ve hakka meyletme erdemliliğinden yoksun
kimselerdir. Eğer kulak verselerdi bile.çağ-nya icabet etmeyecek ve haktan yüz
çevireceklerdi.
III- Son kez
mü'minlere sesleniliyor ve Allah ile Rasulü tarafından, kendilerine hayat
verecek bir çağrı yapıldığı zaman, icabet etmeleri emrediliyor. Ayrıca,
Allah'ın, kişi ile kalbi arasına girdiğini ve işledikleri fiillerin hesabım
vermek üzere O'nun huzurunda toplanacakları ihtar ediliyor.
IV-
Mü'minler, fitneden uzak durmaya ve hep birlikte fitneyi kendilerinden uzaklaştırmaya
çağrılıyorlar. Fitnenin şerri, sadece onunla uğraşan zalimlere ulaşmakla
kalmaz. Bilakis, fitnenin zararları herkese bulaşır. Allah'ın şiddetle
azabettiği hatırlatılarak bu azaptan kaçınmaları ve Allah'ın emirlerine karşı
gelmemeleri tenbih ediliyor.
V- Daha önce bulundukları hal hatırlatılarak, Allah'ın lütfü ve inayeti
sayesinde geldikleri durum bildiriliyor. Bu halleri, onlara anlatılırken,
ilahi davete kulak verip itaat etmeleri gerektiği pekiştiriliyor. Bir zamanlar,
onlar, kafirlerin yaptığı eziyetler yüzünden zayıf kalmış az bir topluluk
idiler. Allah onları emin ve güvenli bir yere sığındırdı. Zayıflıktan sonra,
Allah onları güçlü ve şerefli kıldı. Zafer vererek onları destekledi. Helal ve
temiz şeylerle onları rızıklandırdı. Bütün bunlar, mü'minierin şükretmelerini,
Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederek emirlerine tabi olmaların! gerekli
kılmaktadır. [34]
"Bilin ki Allah,
kişi ile kalbi arasına girer" cümlesinin tefsiri hakkında, bazı müfes-sirler
şöyle demişlerdir[35]
Allah sizlerin ecelinizi ansızın tamamlar ve Allah'a itaat edip Allah ve
Rasuiü'nün çağrısına kulak verme fırsatı ansızın elinizden kaçar. Ayette, bir
an evvel itaat edip çağrıya kulak vermeleri teşvik ediliyor.
Diğer müfessirler ise,
bu cümlenin, "Biz ona şah damarından daha yakınız" ifadesine
benzediğini ve anlam olarak, "kişinin aklı ile yapacağı ve terkedeceği
şeylerin arasına girer" şeklinde mânâ kazandığını söylemişlerdir. Bu
konudaki bir diğer görüşte ise, bu cümlenin anlamı, "Allah, mü'min ile
küfür; kafir ile iman arasına girer"[36]
şeklinde ifade edilmektedir. Bize göre, birinci görüş daha tutarlıdır. Allah,
itaat ve davete kulak vermek hususunda tereddüt ederek, kalpleri katılaşan ve
erdem kabiliyetlerini yitirenleri imtihan ediyor. Herhâlükârda, bu cümlenin,
mü'minleri, bir an Önce itaat etmeleri ve hak davete kulak vermeleri noktasında
teşvik ettiği, sûrenin akışından açıkça görülmektedir.
"Allah onlarda
bir hayır görseydi elbette onlara i§İttirirdi" cümlesinin tefsiri hakkında
bazı miifessirler şöyle demişlerdir[37]
Eğer, Allah onlarda hidayeti kabullenecekleri ve hakka teslim olacakları
kabiliyeti görseydi, işitmekten yüz çevirdikleri çağrıyı onlara işittirirdi.
Diğer bazı müfessirler ise, şu yorumu yapmışlardır[38] Eğer
onların işitebilecek kabiliyetleri olsaydı Allah, sordukları her şeyin
cevabını onlara duyuracaktı. Her iki görüş de sağlıklıdır. Fakat bizce,
"işittik" deyip de kulak vermeyen topluluk kastedilerek bu topluluğu
tasvir eden sağır-dilsiz yakıştırması yapılmaktadır. Allah'ın, sağır-dilsiz
olanların işitmeyeceklerini; işitseler bile, akledemeyeceklerini bildiği,
belirtilmektedir. Burada kastedilen topluluk öyle bir topluluktur ki,
içlerinde kötülük, art niyet ve i-nat olduğundan işitemezler. İşitseler bile
akledemezler. Çünkü onlar işitmeyen ve aklct-meyen sağir-dilsizlerdir. Büyük
bir ihtimalle, bu topluluk, kalplerinde hastalık bulunan münafıklardır. Çünkü,
onlar "işittik ve itaat ettik" dedikleri halde iman etmemiş, dinleyip
itaat etmemişlerdir.
Bazı müfessirlerin naklettiklerine
göre, 22 ve 23. ayetler, içlerinde Mus'ab bin Umeyr dışında hiç birinin iman
etmediği Abduddaroğulları hakkında veya Nadr bin Haris bin Kelde hakkında
nazil olmuştur[39] Nadir bin Haris, bildiği
şeylerle övünen biri olarak tanınırdı. İnsanlara: "Ben size Muhammedin
anlattıklarından daha güzelini anlatırım" diyordu.
Müfessirler 23. ayet
hakkında Zübeyr bin Avvam'ın şöyle dediğini nakletmişlerdir: "Biz bu ayeti
okuduğumuz zaman, ayete konu olanları görmedik." Yine, rivayetler arasında,
bu ayetin, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin hilafetleri döneminde vuku bulan fitne, öldürme
olayları ve bu olaylara Talha ile Zübeyr'in de katılması sebebiyle, Osman, Ali,
Talha ve Zübeyr hakkında indiği de bulunmaktadır. Sözkonusu fitneye, Bedir
ehlinden adı karışanlar hakkında nazil olduğu da zikredilmiştir[40]. Bir
diğer rivayette ise, bu ayet nazil olduğunda Nebi (s) şöyle demiştir:
"Vefatımdan sonra halifem Ali'ye kim zulmederse, benim ve benden Önceki
peygamberlerin nübüvvetini inkar etmiş gibi olur."[41]Diğer
ayetlerin nüzul sebepleri hakkında herhangi bir rivayete rastlamadık.
Ayetlerle, Bedir
Savaşı ve bu savaşta bazı müslümanîann durumları ile ilgili önceki ayetler
arasında, konu bakımından bir bağlantı mevcuttur. Allah'a ve Rasulü'ne itaati,
fitne, muhalefet ve Nebi'nin çağrısına tereddütsüz yaklaşılması gerektiğini
bildiren bu ayetlerin mânâsı ile Bedir Savaşi'ndan önce, bazı müslümanîann,
Peygamber (s)'i yaralayıcı mahiyette, emirlerine karşı sergiledikleri tutumlan
ve savaş sonrası ganimetlerin bölüşümündeki fitneye sebep olan davranışlarını
konu alan önceki ayetler arasında, mevzu itibariyle, bir bütünlük sözkonusudur.
Bu ayetlerde, önceki tutum ve davranışları sert bir şekilde yerilerek mü'minler
uyarılmışlardır. Ayetler arasındaki bu bütünlükten dolayı, önceki ayetlerle bu
ayetlerin bir defada nazil oldukları kanaatini tercih ediyoruz. Özellikle Hz.
Osman ve Hz. Ali döneminde meydana gelen acı fitne hakkındaki rivayetlere
gelince, rivayetlerde sözkonusu fitnenin etkisi göz önündedir ve gerçekliği
üzerinde durulabilir. Veya, fitne vaki olduktan sonra, bu söz uyarlanmış da
olabilir. Tabresi'nin 23. ayetle ilgili rivayet ettiği hadis ise, senetsizdir.
Şia tarafından uydurulmuş olsa gerek.
Ayetlerin, mevzuu
itibariyle, arzettiği önemle birlikte, nazil oldukları şartlar ileriye dönük
bir sosyal değeri ihtiva etmektedir. O da, mü'minlerin, Allah ve Rasulü tarafından
sınırlan belirlenmiş emirler ve nehiyler çerçevesinde hareket etmeleri, Hak
karşısında büyüklenmeyerek hakka yardımda tereddüt etmemeleridir.
"Size hayat
veren" ifadesi, kendine has büyük bir meramı dile getirmektedir. Şöyle ki,
İslam'da iktidar sahibi veya halife, müslümanîann maslahatlarının olmadığı bir
hususa çağıramaz. Şayet, halife, Allah ve Rasulü tarafından öngörülen sınırın
dışına çıkarsa, o taktirde, müslümanîann itaat mecburiyeti yoktur.
îbn
Kesir, 23. ayetle ilgili, ayeti açıklayıcı mahiyette bir çok hadis
nakletmiştir. Bu hadislerden birinde: "Allah azze ve celle, yöneticilerin
işledikleri ile umuma azab etmez. Fakat yöneticiler kötü işler yapar, umum ise
bu kötülüğü reddetmeye imkan olduğu halde kötülüğü reddetmezse yöneticilerle
birlikte azab eder." Ümmü Seleme'den rivayet edilen bir diğer hadiste,
"Ümmetimde Allah'a isyan olursa Allah, katından ümmetin tümünü
azaplandınr. Ey Allah'ın Rasulü, ümmetinde salih kimseler de var? diye sorunca,
Rasulullah: Elbette var, dedi. Yine, Ümmü Seleme: Peki onlar neden? diye sordu.
Rasulullah: İnsanlara dokunan şey onlara da dokunur ancak bunlar daha sonra
Allah'ın afvına ve rızasına mazhar olurlar diye cevap verdi." Bir başka
hadiste şunlar y-er alıyor: "İsyan eden hiç bir topluluk yoktur ki,
içlerinde şerefli, izzet sahibi kimseler bulunmasın. Fakat bunlar, Allah'ın o
topluluğa azabetmesini ya da azabın o topluluğa dokunmasını değiştirmez." [42]
27- Ey iman edenler bile bile emanetlerinize
hıyanet etmek suretiyle Allah'a ve Rasulü'ne hıyanet etmeyin.
28- Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız birer
fitne[43] imtihandır.
Allah'a gelince büyük mükafat, O'nun yanındadır.
29- Ey iman edenler, Allah'tan korkarsanız O size
iyi ile
kötüyü ayırdedici bir
anlayış'[44] verir, kötülüklerinizi
örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.
I- Allah
mü'minleri, kendisine ve Rasulü'ne hainlik edip bilerek ve kasten emanetlerine
ihanet etmekten menediyor, onlan bu konuda uyarıyor.
II- Malların ve çocukların birer imtihan aracı
olduğu hatırlatılarak Allah katındaki büyük ecre teşvik edilmiş ve sanki onlara
şöyle denilmiştir. Allah katında olan şey mal ve çocuklarınızdan daha güzel ve
daha hayırlıdır. Mü'minlere düşen görev, mallarının ve çocuklarının,
sorumluluklarını yerine getirmelerine engel teşkil etmemesini, Allah'a,
Rasulü'ne ve emanetlere ihanetlerine sebep olmamasını sağlamaktır. Aksi taktirde
Allah'ın gazabına uğramış ve Allah katında kendilerini bekleyen fazilet ve
ecirden mahrum kalmış olurlar.
III- İkinci bir kez mü'minlere seslenerek onların Allah'tan sakınmaları
halinde, Allah'a bağlanıp temiz niyetli oldukları taktirde, Allah'ın kendilerine
yardım edeceği ve hakkı batıldan ayırabilecek furkan nimetini onlara
bahşedeceği bildirilmektedir. Bununla kalmayarak onları, ayaklarının
kaymasından kurtarıp kötülüklerini örtecek ve günahlarını affedecektir. Allah,
kendisinden sakınan, iyi niyetli, işlerinde Allah'a karşı sıdk ve doğruluğu
şiar edinenlere büyük lütuf sahibidir. [45]
Müfessirler, bu
ayetlerin Ensar'dan Ebu Lübabe hakkında nazil olduğunu rivayet etmişlerdir.
Rasulullah, Beni Kurayza yahudilerini kuşattığında, onlar bu ayetin Sa'd b.
Muaz'ın hükmü üzerine inmiş olmasından korktular. Ahzab veya Hendek vakıası
olarak tarihte bilinen olayda Medine'yi kuşatan orduların geri çekilmesiyle
Beni Kureyza sıkıntıya düştü. Çünkü onlar Sa'dın hükmüne razı olmayı tercih
etmişlerdi. Ebu Lübabe ise onların kesileceklerini ima ederek gırtlağını
gösterdi. Sonra Allah'a ve Rasulü'ne hi-yanet ettiğini anladı ve kendisini
mescidin direklerinden birine bağladı. Allah tevbesini kabul edinceye kadar,
ölünceye dek yiyip içmeyeceği üzerine yemin etti.
Bir başka rivayete
göre ise bu ayetler, Ebu Süfyan'a haber sızdıran bir münafık hakkında nazil
olmuştur. Rivayete göre, bu münafık, Ebu Süfyan'a gönderdiği haberde:
"Muhammed, sana doğru geliyor. Tedbirini al." demişti. Ancak
rivayette bu uyarının ne zaman yapıldığı belirtilmemiştir. Bilindiği gibi
Hendek Savaşı, Bedir Savaşı'ndan uzun bir müddet sonra olmuştur. Ahzab
Sûresi'nde buna defalarca işaret edilmiştir. Bu ayetlerin Ebu Lübabe hakkında
nazil olup da, bir münasebet olmaksızın rastgele bir sûreye konulduğu uzak bir
görüştür. Kaldı ki, bu ayetlerle Önceki ayetler arasında, sûrenin akışı
yönünden bir insicam, bir bağ mevcuttur. Bu yüzden biz, ayetlerin Bedir Savaşı
ile bağlantılı olduğu kanaatindeyiz. Bedir Savaşı'ndan sonra bazı mücahitler
dönüp ganimetleri topladılar ve bu sebeple aralarında anlaşmazlık çıktı. Bu
anlaşmazlık üzerine Enfal Sûresi'nin ilk ayetleri nazil oldu. Daha sonra
Peygamber (s), herkesin aldığını bırakmasını emrederek bölüştürmeyi kendisinin
yapacağını söyledi. Bazıları aldıklarını bırakmak istemeyince onlan uyarıcı,
teşvik ve tenbih eder mahiyette ayetler nazil oldu. Bedir Savaşı'nı Özetlerken,
Ebu Süfyan'm, kervana Peygamber ve ashabı tarafından taarruz yapılacağını
haber aldığım söylemiştik. Hal böyle iken, zikrettiğimiz ikinci rivayetin
doğru olduğu söylenebilir. Belki de Ebu Süfyan'ı haberdar eden kişi, Mekke'deki
malları ve akrabaları için bunu yapmıştı. Böyle yaparak Ebu Süfyan'ın yanındaki
mallarım ve akrabalarını korumayı düşünmüştür.
İkinci rivayette, Ebu
Süfyan'a haber sızdıran kişinin münafık olduğu zikredilmemiş-tir. Fakat, ravi,
bu fiili, ancak bir münafığın yapabileceğini düşünmüş olmalı ki, bu kişiyi
münafık olarak tanıtmış. Buhari ve Müslim, Mümtehine sûresinin tefsiriyle
ilgili olarak Peygamber (s)'in Mekke'yi fetih için yola çıktığı dönemde vuku
bulmuş bir olayla ilgili rivayette bulunmuşlardır. Bu rivayete göre,
Muhacirlerden ve Bedir Savaşı'na katılmış olanlardan Hatıb Bin Ebu Bella, Ebu
Süfyan'a durumu haber vermişti. Bunu öğrenen Rasulullah (s), onu çağırttı ve
durumu bildirdi. Hatıb yaptığını itiraf etti. Daha sonra pişman bir vaziyette:
"Ben gerçekten mü'minim. Mekke'de akrabalarım var. Onları himaye edecek
kimse olmadığından Ebu Süfyan'ın yanında bir desteğim olsun istedim."
Rasulullah (s) onu doğruladı ve affetti. Hatıb'ın boynunu vurmak isteyen Ömer
bin Hattab'a ise, Rasulullah şöyle dedi: "Ne bilirsin, belki de Allah
Bedir ashabını bildi de onlar hakkında: istediğinizi yapın, siz bağışlandınız,
dedi." Hatıb da Bedir Savaşı'na katılmıştı. Mümtehine sûresinin ilk
ayetinde bu olaya işaretle şöyle buyrulmuştur: "Ey iman edenler! Benîm de
düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri, onlara sevgi ileterek dost
edinmeyin..."
Bir kısım müfessirler[46]
"emanetlerinize İhanet etmek suretiyle" cümlesini şöyle tefsir
etmişlerdir: Allah'a ve Rasulü'ne karşı hainlik, gerçekte mü'minlere
yüklenilmiş olan emanetlere yapılmış hainliktir. Nitekim, bu görüş te doğrudur.
Netice
olarak bu ayetlerin içerdiği emirler, yasaklar, teşvik ve sakındirmalar genel olup
ahlaki ve sosyo-psikoloik değerleri ihtiva etmektedir. "Emanetlerinize
ihanet etmek suretiyle Allah'a ve Rasulü'ne ihanet etmeyin" cümlesi,
Beğavi'nin dilinden anlatılmaya değer. Beğavi'ye göre bu cümlenin yorumu
şöyledir: Hainlik, özellikle de Allah'a, Rasulü'ne ve emanetlere karş: yapılan
hainlik yasaklanmıştır. Her müslümanın maslahatı, Allah ve Rasulü'nün
emirlerindedir. Bu emirlere ihanet etmek ise, kişinin kendi nefsine ihanet
etmesidir. [47]
30- İnkar edenler seni tutup bağlamaları[48],
öldürmeleri, ya da çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak
kurarlarken Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en iyisidir.
31- Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman
"işittik" dediler, "istesek, biz de bunun gibisini söyleriz. Bu,
evvelkilerin masallarından başka bir şey değiidir.!"
32- Ve: "Allah'ım, eğer bu, senin yanından
gelmiş bir gerçekse başımıza gökten taş yağdır, yahut bize acı bir azab
getir!"
demişlerdi.
Bu
ayetlerde, Hz.Peygamber Mekke'ye yöneldiğinde, kafirlerin ona karşı tutumları
konu alınarak Nebi (s)'ye seslenilmekte ve hatırlatmada bulunulmaktadır. Zira
kafirler, Hz. Peygamberin hapsedilmesi, Öldürülmesi ve Mekke'den çıkarılması
için komplolar düzenliyorlardı. Allah onlann komplolarını başlarına geçirdi.
Çünkü Allah, onlardan çok daha güçlü ve kuvvetlidir. Kur'an ayetleri
kendilerine okunduğu zaman alayvari bir tarzda: "Biz senin söylediklerini
duyuyoruz. Bunlar geçmişlerin masalları ve hikayeleridir. Eğer istersek, biz
de aynısını söyleyebiliriz." Okunan ayetlerle alay ediyor ve akıllarınca
meydan okuyarak: "Allah'ım eğer katından Muhammed'e indirdiğin doğru ise
başımıza taş yağdır ve o elim azabı başımıza getir" diyorlardı. [49]
Kaynak aldığımız
Kur'an-ı Kerim nüshasına göre, bu ayetler Mekki'dir. Yani Mekke'de nazil
olmuşlardır. Fakat, gerek ayetlerin üslubu gerekse içeriği, Mekki olmasına
uymadığı gibi kesinlikle Medeni olduğunu gösteriyor. Müfessirlerin ekserisine
göre bu ayetler, Bedir Savaşı döneminde elde edilen zafer sırasında, Mekke
kafirlerinin şiddetli inkarlarını ve meydan okuyuşlarını hatırlatmakta[50] ve
Mekke'de, müslümanlara karşı tutumlarını sergilemektedir.
Enfal sûresi 30.
ayetin, Nebi (s)'ye hitaben bahsettiği mevzuyu, rivayetler uzunca anlatıyor.
Özetle bu olay şöyle cereyan etmiştir: Kureyşli ileri gelen kafirler, Nebi
(s)'nin ölümünü gözlüyorlardı. Er ya da geç Peygamber ölecek ve kendileri ondan
kurtulacaklardı. Medineli Evs ve Hazrec liderlerinin Peygamber'le görüşüp
müslüman oldukları ve onu koruyacaklarına dair söz verdikleri haberini
aldılar. Medineliler, Peygamber (s) ve ashabının Medine'ye hicret etmelerini
dile getirmiş ve bu takdirde onları himaye ederek yardımda bulunacaklarım
taahhüt etmişlerdi. Mekkeli müşrikler, ashabın grup grup hicret ettiklerini
görünce endişeye kapılmış ve iş ciddiye binmişti. Çünkü onlar, bu şekilde
İslam davasının başarı elde ederek, alanını genişleteceğini ve kuvvet bularak
Mekke'yi baskı altında tutacağını biliyorlardı. Zira Mekke'nin ticaret
kervanları Medine üzerinden geçiyordu.
Durum böyle olunca,
her ne pahasına olursa olsun kesin bir çözüm bulmaya karar verdiler ve
Darü'n-Nedve de bir araya gelerek Peygamber (s)'i Medine'ye hicretten nasıl
alıkoyacaklarını tartıştılar. Bazıları onu tutup hapsetmeyi, bazıları Mekke'den
uzaklaştırmayı, bazıları ise kesin çözüm olarak onu öldürmeyi önerdiler.
Nihayet Peygamber
(s)'i öldürmek üzere görüş birliğine varan Mekke müşrikleri, Kureyşli her
kabileden bir genç görevlendirerek onu gözetlemelerini ve öldürmelerini
kararlaştırdılar. Böylece Peygamber (s)'in kanı, bu kabileler arasında
dağılacak, Abdulinenaf oğullan da bu kabilelerle savaşmayacağından diyeti kabul
etmek zorunda kalacaktı. Allah, durumu peygamberine bildirdi ve Mekke'den
çıkmasını emretti. Nebi (s) ise, yanında kalan Ali bin Ebi Talib'i, yatağında
yatıp, örtüsünü örtmesi için görevlendirdi. Kendisi de güneş battıktan sonra
evden çıktı ve bir avuç toprak alarak kapıda onu bekleyenlere serpti. Daha
sonra Ebubekir'in evine gitti. Oradan Ebubekir'le birlikte Mekke dağlarından
birinin mağarasına girdi. Orada üç gün bekledi. Çünkü, Mekkeli ele-başlar, onun
kurtulduğunu haber alınca derhal harekete geçmiş ve adamlar göndererek onu
yakalayan kişiye büyük ödüller vaadetmişlerdi. Allah, Rasulü'nü himaye ederek
kalbini sabit kıldı ve takip edenlerin gözlerini bağlamak suretiyle aramaktan
ümitsizliğe düşmelerini sağladı. Daha sonra Peygamber (s) iki deve hazırlamış
olan Ebu Bekir ile birlikte bir yol rehberini takip ederek tali yollardan
Medine'ye sağ salim vardı. Ensar ve muhacirlerden oluşan müslümaniar topluluğu
onları karşıladı. Bu hicret olayı, Peygamber tarihinin ikinci büyük ve
bereketli hadisesidir. Zira ilk ve en büyük hâdise Allah'ın emri ile vahyin
Peygamber (s)'e inmesidir. Evet, hicretle birlikte İslam davetinin ufku
genişlemiş ve İslam'ın yayılarak zafer elde etmesi sağlanmıştır.
31. ayetin ifade
ettiği, kafirlerin "istesek Kur'an gibisini söyleyebiliriz"
şeklindeki iddialarına gelince, bu iddianın Abduddar oğullarından Nadr bin Hars
tarafından Peygamber (s)'i Kur'an okuduğu zaman gördüğünde söylediği rivayet
edilir. Zira, Nadr bin Hars, Fars, yahudi ve hnstiyan bölgelerine giderek
oralardaki efsane ve sair türden anlatılanları dinliyordu[51].
Burada kafirler
tarafından öne sürülen iddia, zandan doğan bir övünmedir. Kaldı ki, Kur'an,
insan anlayışının fevkinde değildi ve o insanların bilmedikleri bir konudan bahsetmiyordu.
Hakikat böyleyken, Kur'an, Mekke'de onlara meydan okuyarak Kur'an gibisini
veya Kur'an'dan on sûre yahut bir sûre gibisini getirmelerini hatta bir ayet
getirmelerini istemiş fakat bundan aciz kalmışlar ve acziyetleri bu şekilde
adeta bir tasdike dönüşmüştür. Nitekim bu konuya Yunus, Hud, İsra, Kasas ve
Zariyat sûrelerinde değinilmişti. Hicretten sonra da Bakara sûresinin 23 ve
24. ayetlerinde kafirlerin Kur'an gibisini getirmekten aciz kaldıkları beyan
edilmiş, onların "biz de Kur'an gibisini söyleyebiliriz" diyerek
övünmelerinin beyhude olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca bu ayetlerde, Kur'an'ın
sadece taklidi kolay bir söz, bir kıssa olmadığı, bilakis taklidi mümkün olmayan
ruhani bir yapıya, belirli ilkelere, doğru anlatım tarzına, ulvi bir çağrıya ve
güçlü i-mana sahip olduğu vurgulanmıştır. İşte Kur'an, bu özellikleriyle
Rabbani vahiyden başka bir şey değildir.
Müfessirlerden
bazıları[52] "Ya da seni
çıkarmaları için" ifadesinin Hz. Peygamberi yurdundan istediği yere
çıkarmak istedikleri anlamına geldiğini söylemişlerdir. Bu görüş uzak bir
görüştür. Nitekim, tuzak kurmak düşüncesinde olan kafirler, Nebi (s)'nin tehlikesini
bertaraf edebilecek en kesin yöntemi belirlemek için istişare ediyorlardı. Hz.
Peygamber istediği gibi serbest bırakmaları pek akıllıca olamazdı. Çünkü
onların asıl maksatları ancak Nebi (s)'yi zor kullanarak belirli bir yere
sürgün etmek şeklinde olabilirdi. Bu şekilde Hz. Peygamber'in hareketi iflas
edecek ve kafirler onun kendileri için oluşturacağı tehlikeden emin
olacaklardı. Dolayısıyla yukarıdaki mânâ sahih değildir. Binaenaleyh bu konuda
şunları söyleyebiliriz: Hz. Peygambere tuzak kuranlar Mekke'nin ileri gelen
yöneticileriydi. Nitekim Darünnedve'de toplanmaları da bunu teyid etmektedir. [53]
33- Oysa sen
onların içinde bulundukça Allah onlara azab edecek değildi ve onlar istiğfar
ederlerken (içlerinde istiğ-far edenler var iken} de Allah onlara azab edecek
değildi. (Senin ve içlerinde bulunan mü'minlerin yüzü hürmetine Allah onlara
azab etmedi. Yoksa onların meziyetlerinden dolayı değil)
34- Onlar, (iman edenler) Mescid-i Haram'dan geri
çevirdikleri ve onun velisi (bakıcısı, koruyucusu) olmadıkları halde neden
Allah onlara azabetmesin? Onun velileri, sadece muttakiler (günahlardan
korunanlar)dir. Fakat çokları bilmezler.
35- Onların Beyt(ullah) yanındaki namazları da,
ıslık çalmadan'[54] ve el çırpmadan[55]
ibarettir. "O halde inkarınızdan dolayı azabı tadın!"
36- İnkar edenler, Allah yoluna engel olmak için
mallarını harcarlar ve harcayacaklar da. Sonra bu, kendilerine dert olacak,
nihayet yenilecekler ve inkar edenler cehenneme sürüleceklerdir.
37- Ta ki,
Allah, murdarı temizden ayıklasın ve bütün murdarları birbiri üzerine koyup
yığsın da hepsini cehenneme atsın. İşte ziyana uğrayanlar onlardır.
Yukarıdaki ayetler,
bir başka konuya geçmekle birlikte, Önceki ayetleri takip etmektedir. 33.
ayette, Önceki ayetin ifade ettiği vaadedilen azabın karşılarına gelmesi için
meydan okuyan kafirlere bir cevap verilmiştir.
Ayetler, Rasulııllah'a
seslenerek aşağıdaki mevzulara değinmektedir.
I- Kâfirlerin "haydi vaadettiğin azabı
başımıza getir" diyerek meydan okumalarına karşılık Allah'ın
azabetmeyişinin nedeni Rasulullah'm aralarında bulunmasıdır. Çünkü Allah ancak
peygamberlerinin terkettiği, aralarından ayrıldığı kavimlere azabını indirir.
Bu bir sünnetullahtır. Nitekim, bu gerçek, Mekki sûrelerin bir çok ayetlerinde
dile getirilmiştir.
II- Kaldı ki
içlerinde, af dileyenler olduğu sürece Allah azab etmez.
III-
Küfürleri ve Özellikle de Mescid-i Haram'dan alıkoymalarından sonra artık azabı
haketmişlerdir. Gerçekte Allah'ın dostu olmadıkları halde "biz Allah'ın
dostlarıyız" diyorlar. Hakikat bu değildir. Çünkü, Allah'ın dostları
Allah'tan korkan, hududullaha riayet eden ve kimseyi Allah yolundan
ahkoymayanlardır. Onların çoğu bilmese, bilmezlikten gelse de hakikat budur.
Onların Kabe'de eda ettikleri namaz(!) da ıslık çalıp, el çırpmaktan ibarettir.
Böyle yapmakla kendilerini Allah dostu sanıyorlar. Kabe'nin Rab-bine
bağlılıklarını ve O'ndan sakındıklarını ifade edecek bir davranış değildir bu.
IV- Daha
sonra Kur'an kafirlere sesleniyor. Bedir'de ilahi bir azab olarak uğradıkları
yenilgiden sonra, inkar ettiğinizden Ötürü "tadın azabı" diyor. İşte
Allah vaadini yerine getirdi ve meydan okumanıza karşılık Nebisini ve ashabını
aranızdan çıkardıktan sonra sizi zillete gark etti ve istediğiniz şeyi başınıza
çaldı.
V- Kâfirlerin sergiledikleri tutum ve
davranışlarından dolayı yerici, korkutucu bir üslupla Kur'an devam ediyor:
Onlar, Allah yolundan saptırmak, uğruna insanları bîr araya toplamak gayesiyle
mallarını harcıyorlar.Bu harcadıkları mallar heba olacak, zarar olarak
kendilerine dönecektir. Dünyada yenilgiye uğrayacak, ahİrette de cehenneme
toplanacaklardır. Böylece Allah, habis ile tayyibi yani, pis olanla temiz olanı
birbirinden ayıracak ve murdarları cehenneme yığacaktır. Cehennem ashabı, hem
dünyada hem de ahirette zarara uğrayanlardır.
"Oysa sen onların
içinde bulundukça..." ayeti ile devamındaki dört ayet, kaynak aldığımız
Kur'an-ı Kerim nüshasına göre, 30-32. ayetlerle birlikte; 33-36. ayetler de
Mekke'de nazil olmuştur.
Bazı müfessirler 33.
ayetin Mekke'de nazil olduğunu söylemişlerdir[56].
Ayetlerdeki üsluba, ayetlerin içeriğine ve makamına bakıldığında, bu ayetlerin
de Medeni ayetler zincirinin başlarına geçirilen azabı hakettikleri mânâsına
geldiğini kabul etmek gerekir. Çünkü ayetlerde, kafirlerin Allah yolundan ve
Mescid-İ Haram'dan alıkoymaları, kendilerinin Mecsid-i Haram'in hadimi
oldukları iddiasında bulunmaları hatırlatılmıştır.
"İğlerinde
istiğfar edenler varken Allah onlara azab edecek değildi" cümlesinin yorumu
hakkında çeşitli rivayetler vardır. Bir yoruma göre, burada istiğfar edenler,
Nebi (s)'nin hicretinden sonra Mekke'de kalan mü'minlerdir. Bu sebeple, onların
Mekke'den çıkmalarına kadar Allah, kafirlere olan azabını ertelemiştir. Bir
başka yorum ise şöyledir: İstiğfar edenlerden maksat, kafirler arasında
"Affına sığınırım Rabbim" gibi sözleri söyleyenlerdir. Çünkü
onlardan, Allah'ın gerçek mağfiret sahibi olduğuna inananlar vardı.
Sözkonusu cümlenin bir
başka yorumuna göre, kafirler yaptıklarından dolayı af dileyerek tevbe ederler
ve Allah'a dönerlerse Allah, onlara azab edecek değildir[57].
Bize öyle geliyor ki, bu son yorum daha tutarlı ve gerek ayetlerin gerekse
olayların maksadına daha uygundur. Çünkü, "O halde inkarınızdan dolayı
tadın azabı" cümlesi Bedir savaşını çağrıştırmakta ve dolayısıyla
naklettiğimiz son yorum Bedrin bir azab-ı Rabbani oluşuna uygun düşmektedir.
Mazeretli oldukları
için hicret edemeyip Mekke'de kalan müslümanlar bulunmaktaydı. Bunlardan bir
kısmı imanlarını gizlemek zorunda kalmışlardı. Nitekim, Fetih sûresinin 25.
ayetinde Cenab-ı Rab şöyle buyuruyor: "Eğer orada, kendilerini bilmediğiniz
İçin tepeleyeceğiniz ve bilmeyerek tepelemenizden ötürü kendileri yüzünden
kınanacağınız iman etmiş erkekler ve iman etmiş kadınlar olmasaydı..."
Fetih sûresinin Hu-deybiye Barışı'ndan sonra nazil olduğu gözönüne alınırsa
demektir ki, ayette istiğfar edenlerden kasıt Mekke'de kalan mü'minler
değildir. Çünkü bunlar, Bedir Savaşı'ndan sonra da Mekke'de bulunuyorlardı,
Bu konuda müfessirler,
Hz. Peygamber'in şu sözünü nakleder: "Ümmetim için Allah bana iki eman
verdi. Biri, sen içlerinde bulundukça Allah onlara azab edecek değildir
diğeri, onlar istiğfar ederlerken Allah onlara azab edecek değildir. Ben
onlardan ay-nlsam bile onlara kıyamet gününe dek istiğfar emanını
bıraktım". Bu hadis, son yorumu teyıd etmenin yanısıra, mü'minlerin gönüllerini
ferahlatan, onları daima işledikleri hata ve günahlardan ötürü Rablerinden
istiğfar dilemeye çağıran, istiğfarın hata ve günahlardan tevbe ederek Allah'ı
hatırlamaya vesile olduğunu ifade eden anlamlar taşımaktadır.
Bazı müfessirler
"Ve Mescid-i Haram'dan alıkoyuyorlar" cümlesinin, Hudeybiye olayı
sırasında nazil olduğunu söylemişlerdir. Çünkü, Kureyşli kafirler Rasulullah
ile birlikte ashabını Kabe'yi ziyaretten alıkoymuşlardı. Fakat bu, uzak bir
görüştür. Şöyle ki; Bedir Savaşı ile Hudeybiye olayı arasında konu münasebeti
olmadığı gibi, zaman bakımından da uzun bir mesafe bulunmaktadır. Bu durumda,
Bedir Savaşı'ndan bahseden ayetler arasında Hudeybiye ile ilgili bir ayetin
bulunması uzak düşer. Dolayısıyla bu cümleden maksat: Mekke döneminde Kureyş'in,
müslümanları, bilhassa zayıf müslü-manları, Kabe'de namaz kılmaktan
menetmeleridir. Nitekim, Hacc sûresinin 25-28. ayetleri ve tefsirinde
naklettiğimiz rivayetler bu mânâyı teyid etmektedir[58].
Tefsirini yapmaya
çalıştığımız bu ayetler, yermesinde, korkutmasında ve yer yer kullandığı
ifadelerinde güçlü bir anlatım niteliğine sahiptir. Bilhassa, kafirlerin
yenilgi ve hasara uğradıkları Bedir Savaşı'nın hemen ardından nazil olmuş
ayetlerdeki güçlü ifadeyi göstermektedir.
Şunu da belirtelim ki,
gerçekte bu ayetler kafirlerin durumunu ve ayetlerin indiği sıradaki
tutumlarını sergiliyor. Mekke fethinin akabinde onlardan sağ kalanların hepsi
i-man ederek müslümanca yaşadılar ve Allah onlardan, onlar da Allah'tan razı
oldular. Dolayısıyla ayetlerdeki yergi ve korkutucu ifadeler, onlardan kafir
olarak ölenlere nis-betle uhrevi azab hakkındadır.
"Onların
Beyt(uUah) yanındaki namazları da ıslık çalmadan ve el çırpmadan ibarettir."
cümlesi herhâlükârda müşriklerin "namaz" diye isimlendirdikleri
ibadet şekillerine işaret etmekle beraber bu ibadet şekli hakkında ayrıntılara
girmemiştir. [59]
38- inkar
edenlere söyle: "Eğer vazgeçerlerse, geçmişteki kendilerine bağışlanır;
yok yine dönerlerse, öncekilerin (başlarına gelen Allah) kanunu geçmiştir
(başlarına gelecektir).
39- Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın
oluncaya kadar onlarla savaşın! Eğer vazgeçerlerse muhakkak ki Allah, ne
yaptıklarını görmektedir.
40- Eğer dönerlerse, bilin ki Allah sizin
sahibinİzdir. O, ne güzel sahib, ne güzel yardımcıdır.
"İnkar edenlere
söyle eğer vazgeçerlerse ..." ayeti ile devamındaki iki ayette kullanılan
ifadeler, açık ve net ifadelerdir. Önce ki ayetlerle mevzu ve sûrenin akışı
itibariyle bağlantılı olup, Bedir Savaşı sonrası müslümanların zafer
kazanmaları ile ortaya çıkan sonuçları işlemektedir. Müslümanların
galibiyetinin sonucu olarak İslam'ın kazandığı izzet ve kuvvete işaret edilmiş
ve müslümanlar hoş görülü olmaya davet edilmiştir. Nebi (s)'nin Kureyş
kafirlerini inattan, düşmanlık ve inkardan vazgeçmeye davet etmesi emredilip
onların durumu, yaptıkları her şeyi bilen ve gören Allah'a havale ediliyor.
Eğer küfürlerinde ısrar ederlerse o takdirde, mü'minler için savaştan başka bir
yol yok* tur. "Öyleyse yeryüzünde fitne kalmayıncaya, din tamamen Allah'ın
oluncaya kadar savaş... ve mü'minler bilmeliler ki Allah, onların velisi ve
yardımcıstdır. Allah, ne güzel bir dost ve ne güzel bir yardımcıdır".
Ayetlerdeki korkutucu,
haber verici ifadelere gelince bu ifadelerde, ileriye dönük üstün Kur'ani
telkinler bulunmaktadır. Müslümanların, düşmanlarından isteyeceği şeyler,
Allah'ın gerçek yoluna gelmeleri ve müslümanlarla aynı hukuku paylaşmalarıdır.
Çünkü, onların hayır ve maslahatı bundadır. Böyle yaparlarsa geçmişte
işledikleri günahları affedilerek müslümanlarla aynı hukuku paylaşacaklardır.
Tevbe sûresinin 11. ayetinde Allah şöyle buyurmuştur: "Eğer tevbe eder,
namazı kılar, zekat verirlerse dinde sizin kardeşi er inizdirler. Bilen bir
topluluk için ayetlerimizi açıklıyoruz."
Müfessirler
Bakara sûresinin 191-193. ayetleri hakkında söylediklerinin bir kısmını bu
sûrenin 38-40. ayetleri hakkında da söylemişlerdir. Bakara süresindeki bu
ayetleri yeteri ölçüde açıkladığımız için burada tekrarına lüzum görmüyoruz. [60]
41- Eğer Allah'a ve {hak ile batılın) ayrılma
gününde[61]', o iki
topluluğun karşılaştığı (Bedir) gün(ün)de kulumuza indirdiğimiz şeye
inanmışsanız bilin ki, aldığınız ganimetlerin beşte biri, Allah'a, Rasulü'ne
ve yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah her şeye kadirdir.
42- O gün siz, vadinin yakın kenarında[62]'
idiniz[63],
onlar da uzak kenarında[64]'
idiler. Kervan'[65] da sizden daha aşağıda
idi. Eğer sözleşmiş olsaydınız dahî, sözleştiğiniz vakitte öyle
buluşamazdınız. Fakat Allah, yapılması gereken bir işi yerine getirmek için
{sizi böyle buluşturdu) ki helak olan, açık delille helak olsun ve yaşayan açık
delille yaşasın. Çünkü Allah, işitendir, bilendir.
43- Allah,
sana onları uykunda az gösteriyordu. Eğer sana onları çok gösterseydi, çekinirdiniz[66]' ve
(savaş) iş(in)de çekişirdiniz. Fakat Allah, (sizi bundan) kurtardı. Doğrusu O,
göğüslerin özünü bilir.
44- Karşılaştığınız zaman onları sizin
gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu ki yapılması
gereken bir işi yerine getirsin. İşler hep Allah'a döndürülecektir.
I- Allah,
müslümanların, ganimet olarak aldıkları her şeyin beşte birini Allah ve Rasulü'ne,
yakınlara, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara ait olduğunu bildiriyor.
Mü'minler eğer, kendileriyle kafirler arasında savaşın kızıştığı günde
Allah'ın, Nebisine indirdiği zafere inanmışlarsa bu hükme boyun eğmelidirler.
II- Bir
başka mevzuyu geçerek Bedir gününde kendilerinin, vadinin Medine'ye yakın
kenarında olduklarını, kafirlerin ise vadinin uzak kenarında olduklarını ve
mü'min-lerin yerinin daha sağlam olduğunu hatırlatıyor. Mü'minlerin ve
kafirlerin konuşlandığı yerler, aralarında bir sözleşme olmaksızın ulaşılan
yerlerdi. Eğer sözleşmiş olsalardı bu kadar isabet etmiş olamazlardı. O gün
helak olan, açık delille helak olsun ve yaşayan da açık delille yaşasın ve
Allah'ın muradı icra olsun diye bu şekil bir konuşlanma Rabbani iradeyle
gerçekleşmişti. İşte Allah işiten ve bilendir. O her şeyi işitir ve bilir.
III- Devamla ayet, Bedir günü meydana gelen bazı olaylara işaret ederek
Allah tarafından rüyada Nebi (s)'ye düşmanın az olduğunun gösterildiğini
bildiriyor. Nebi (s) bunu müslümanlara haber vermiş ve mü'min gönüller bununla
daha bir bilenmişlerdi. Eğer müslümanlar düşmanı çok görselerdi, korkuya
kapılıp aralarında savaş konusunda çekilebilirlerdi. Aralarında çıkan çekişme
ise, onların yenilgi ve zilleti ile sonuçlanabilirdi. İşte böyle bir durumda
Allah onları az gösterdi ve muhtemel bir gevşekliği önledi. Zira, Allah
insanların kalplerindeki çekişme ve korkuyu nasıl gidereceğini çok iyi bilir.
Kâfirleri, onların gözünde az bir topluluk olarak göstermek suretiyle iki
topluluğu bir araya getirdi ve hikmeti ilahiye uygun bir tarzda hükmünü icra
elti. [67]
Açıkça anlaşılacağı
üzere bu ayetler, önceki ayetlere dönüktür ve onların, hem tertip hem de mevzu
yönünden bir devamıdır. Bununla birlikte "Helak olan açık bir delille
helak olsun yaşayan da açık bir delille yaşasın diye" tabiri mutlak
mânâdadır ve bu tabirle Bedir'de kafirlerin helak, müslümanların ise hayat
bulduğuna ve bunun ilahi mu-rad olduğuna işaret edilmiştir. Ancak, ayette
kullanılan üsluba bakılırsa amacın, olayı hikaye etmek olmadığı görülür. Zira,
burada amaç, Allah'ın müslümanlara yardımını belirtmektir. Nitekim bu yardım
olmasaydı onca topluluğa karşı zafer elde edilmiş olmayacaktı.
Sûrenin ilk
ayetlerinde açıklamalarım sunduğumuz rivayetlere göre, ganimet konusundaki
anlaşmazlık, ganimetlerin kimlere ve nasıl dağıtılacağı hususundaydı. Ancak,
41. ayette sadece "beşte biri" ifadesi zikredilmiş, bunun haricinde
başka bir şey zikredil-memiştir. Rivayetler arasında, ganimetlcrdeki
anlaşmazlığın, "beşte bir" üzerinde olduğunu ifade edenler de vardı.
Bizce, Nebi (s), ganimetlerin beşte birini ayırırken bu durum bazı
müsliimanlann ağırına gitmiş ve ilk defa böyle bir uygulama ile karşılaşmışlardı.
Bunun üzerine Allah, bu konudaki hükmünü koymuştur. İhtilaf konusu olan ganimetler,
Bedir ganimetleri ve bu konuda inzal buyrulan hüküm, Bedir ganimetleri hakkındaki
hükümdür, Ancak, Allah tarafından konulan hüküm, genel bir üslupla ifade
edilmiştir. Yani, müslümanların elde ettiği bütün ganimetlerin beşte biri
Kur'an'ın zikrettiği yerlere aittir. Bu hüküm her zaman ve her yer için
geçerlidir.
Kur'an'da, sınırlan
belli ilk mali ve resmi hüküm olması hasabiyle, bu hüküm büyük bir öneme
sahiptir. Hükmü icra makamında, o gün İslam'ın gücünü temsil eden Hz. Peygamber
vardı. Bu hüküm gereğince, toplanan ganimetlerin beşte biri Allah'a,
Rasu-lü'ne, yakınlara, yetimlere, miskinler ile yolda kalmışlardan oluşan
fakirler zümresine harcanmıştı. Buradan da anlaşılıyor ki İslam"
devletinin ekonomik yapısında fakirlere yardım etmek esastır. İşte, bu yönüyle
İslam hukuku, diğer hukuk sistemlerine göre en mükemmel sistemdir.
Öncelikle
"humus"un yani "beşte bir ganimet"in hükmünü açıkladık.
Çünkü, zekat harcamalarının nereye yapılacağının Kur'ani çerçevesi henüz
çizilmemişti. Ancak, Tev-be Sûresi'nin 60. ayetiyle bu harcamanın nereye
yapılacağı belirtilmiştir: "Sadakalar (zekatlar), Allah'tan bir farz
olarak fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde çalışan memurlara, kalpleri
ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna
ve yolcuya mahsustur. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir" Nitekim
Tev-be Sûresi de, Rasulullah (s)'in son döneminde nazil olmuştur. Zaten,
zekatın, ayette sözü edilen yerlere dağıtılması humus açısından bir engel
teşkil etmez.
Ayette, ganimetten
geri kalan beşte dörtlük bir kısmın ne yapılacağı belirtilmemiştir. Ancak, bu
kısmın ne yapılacağı hakkında, Hz. Peygamberin mütevatir uygulaması bize bir
fikir vermektedir. Nitekim, Hz. Peygamber, kalan kısmı savaşa katılanlar
arasında dağıtmıştır. Ebu Davud ve Nesei'nin rivayet ettiği bir hadiste şunlar
yer alıyor: "Rasulullah (s), ganimet alman develerin yanından bir deve
tüyü aldı ve söyle dedi: Humus'un dışında elindekini göstererek sizin
ganimetleriniz bana helal değildir. Humus da size yasaklanmıştır." Bubari,
Müslim, Ebu Davud ve Nesei'nin rivayet ettiği hadiste de şöyle denilmiştir:
"Rasulullah (s), süvarilere iki pay, yayalara bir pay vermek suretiyle
ganimeti taksim etti" Yine Buhari, Müslim ve Ebu Davud'un rivayet ettiği
bir başka hadiste ise şunlar kaydedilmiştir: "Nebi (s), Necid'e bir
seriyye gönderdi Seriyye, deve ve koyundan oluşan bir miktar hayvanı ele
geçirmişti. Bizim hissemize onikişer hayvan düştü. Rasulullah her birimize
birer koyun da verdi. Böylece, her birimizin hissesi onüç hayvan oldu"[68]
İbn Kesir'in Ebu'l-Aliye
er-Rubahi'den naklettiği rivayette Ebu'l-Aliye şöyle demiştir:
"Rasulullah (s) ganimetleri beşe ayırırdı. Dördünü savaşa katılanlara
verir, birini ise humus olarak alırdı." Yine İbn Kesir'in naklettiği bir
diğer rivayette şunlar kaydediliyor: "Rasulullah (s), ganimetler hakkında
soru soran birine şöyle dedi: Beşte biri Allah'ın geri kalan beşte dördü ise
ordunundur. Soru soran adam: Ganimette, biri diğerinden daha üstün olmalı
değil mi, deyince Rasulullah: Hayır, ganimet payı senin cebinden çıkmıyor.
Senin müslüman kardeşinden daha fazla pay almaya hakkın yoktur" dedi.
Müslümanlar, savaşa
kendi öz sermayeleri ile hazırlık yapıyorlardı. Bunun içindir ki Allah,
ganimetlerin beşte dördünü onlara tahsis etmiş ve onların gösterdiği cİhad ve
fe-dekarlığı bu şekilde mükafatlandırmıştır.
Bazı ulema ve
fakihler, humusun (beşte bir ganimet) altı parçaya ayrılacağını ve her bir
payın eşit şekilde ayette belirtilen altı harcama yerine dağıtılacağım
söylemişlerdir. Bazı alimler de, dağıtım işinin veliyy-i emre ait olduğunu,
humusun veliyy-i emr tarafından uygun yerlere harcanacağını söylemişlerdir[69].
Nebi (s), humustan bir
pay alıp, onu kendisi ve ailesi için harcar geri kalanı ise, devlet hazinesine
bırakır ya da muhtaçlara dağıtırdı. Nebi (s)'nin vefatından sonra bu payın ne
yapılacağı tartışma konusu oldu. Kimisi, bu pay, halifeye aittir derken kimisi
de Ra-sulullah'ın yakınlarına verilmesi gerektiğini söylediler. Fakat, Râşid
halifeler bu payı Allah yolunda harcanmak üzere devlet hazinesine bıraktılar[70]
Ayette geçen
"yakınlar"ın humus payı hakkında da çeşitli sözler ve rivayetler
vardır. Kimisine göre bu pay, Kureyşin, kimisine göre Beni Haşim ve Beni
Muttalib'indir. Nakledilen bir rivayete göre ise bu pay Rasulullah, Beni Haşim
arasında taksim etmiş, Nevfel ve Şemsoğulları'na bu paydan vermemiştir.[71]
"Yakınlar"
kelimesini yorumlayanlar ve sadakanın Muhammed (s) ile akrabasına haram olduğu
hadisini doğru bulanlar görüşlerini Müslim ve Nesei'nin rivayet ettiği şu
hadise dayandırırlar: "Şüphesiz bu sadakalar, insanların kirinden başka
bir şey değildir ve Muhammed ile akrabasına haramdır[72] Bu
görüşün sabit olmadığını söyleyenler de vardır.[73] Ali
bin Ebi Talib de içlerinde olmak üzere, Raşid halifelerden hiç birinin, humustan,
Peygamber akrabasına veya Beni Haşime bir pay verdiğini zikreden hiç bir rivayet
kaydedilmemiştir[74]. Şia'nın, Ebu Bekir, Ömer
ve Osman (Allah onlardan razı olsun) hakkında ve onların uygulamalarına sessiz
kalan sahabiler hakkında taan ettikleri bilinmektedir. Onların iddiası, bir
yönden garip bir iddia olmakla birlikte, diğer yönden, ganimet
"humsu"nun içinde, Nebi (s)'nin akrabasının hakkı olup olmadığı
sabitleşme-miştir. Çünkü Kur'an'da ve sünnette, açıkça belirtilmiş bir hakka
karşı, bütün bir saha-binin sessiz kalması mümkün değildir. Bu durum, Hz. Ali
bin Ebi Talib döneminde de devam etmiş ve gerek kendisi gerekse ailesi sözkonusu
paydan bir şey almamışlardır.
Rivayete göre, Hz.
Fatıma ve Hz. Abbas, Hz. Ebu Bekir'e gelerek Hayber'de ve Fe-dek arazisinde,
Rasulullah'ın payına düşenin verilmesini istemişlerdi. Bunun üzerine Hz. Ebu
Bekir onlara şöyle demişti: "Ama ben Rasulullah'tan, biz (peygamberler) miras
bırakmayız, bıraktığımız şey sadakadır ve Muhammed akrabası da bu maldan
yer" dediğini duydum. Ve ben, Rasulullab'm ne uyguladığını gördüysem onu
yapmış imdir[75].
Müfessirler, Râşid
halifelerin, Peygamber akrabasını diğer müslümanlarla bir tuttuğunu ve
Peygamber yakınlarından savaşa katılanlara, diğer müslümanlar gibi eşit pay
verdiklerini rivayet etmişlerdir38. Ömer b. Hattab zamanında, devlet
hazinesinden yapılan bağışlarda da aynı uygulama esas alınmış ve müslüman
fakirlere olduğu gibi Peygamber yakınlarından fakir kimselere de aynı şekilde
davranılmıştır.
Beğavi ve Taberi
Tabiinden naklederek şunları zikrediyorlar: Akraba, (yakınlar)ın payına düşeni,
Rasulullah (s) alıyor ve uygun gördüğü yerlere harcıyordu. Hz. Peygamberin vefatından
sonra bu pay veliyy-i emr-i müslimine bırakılmış, o da uygun gördüğü yerlere
harcamıştır. Beğavi ve Taberi'nin zikrettiğine göre, yakınların ve
Rasulullah'ın ganimetteki paylan İslam ve müslümanlar için harcanmak üzere
beytülmala devredilmiştir. Tabiinden nakledilen bu rivayet, mevzu için ayrı
bir delildir.
Rum sûresinin [76].
ayetinde şöyle buyurulmuştur. "Yakına, yoksula, yolcuya hakkım
ver..." Bu ayeti açıklarken de belirttiğimiz gibi Taberi, yakınlardan
maksadın, Allah'a yakın olanlar ve İslam toplumu yararına hizmet edenler
olduğunu söylemiştir. Bu konuda söylenenlerle "yakınlar" tabirini
açıklamak doğru olur. Nakledilen rivayetler de, râşid halifelerin, yakınların
payını müslümanların yararına harcadıklarım ifade ediyor. Kaldı ki,
"yakın" tabiri tekil olarak kullanılmıştır. Halbuki, Rasulullah'ın
yakınları kastedilmiş olsaydı, bu tabir çoğul olarak kullanılırdı. Yani
"zî" değil "zuviye" şeklinde kullanılırdı. Bu da gösteriyor
ki Taberi'nin "zil kurba" tabirine yüklediği anlam daha tutarlıdır. Ayetlerin
nazil olduğu sırada, Rasulullah'ın akrabalarının büyük bir kısmının, Mekke'de
kafirler zümresinden oluşu da bu mânâyı desteklemektedir. Nitekim, Bedir
Savaşı'nda müslümanların esir aldıkları arasında rivayetlerde isimleri
zikredilenler şunlardır: Rasulullah'ın amcası Abbas bin Abdulmuttalib, Ukayl
bin Ebi Talib, Nevfel bin Hars bin Abdulmuttalib, Ebu Aziz bin Umeyr bin Haşim,
Saib bin Ubeyd bin Haşim, Nu'man bin Amr bin Abdulmuttalib, bunlardan başka bir
de ismi zikredilmeyen, Abba-sın iki yeğeni bulunmaktadır. Rasulullah'ın diğer
amcası Ebu Leheb'in, bunları Abbas'ı serbest bırakması için Rasulullah'a
gönderdiği ve Kureyş'in mağlub olduğunu öğrendiğinde de üzüntüsünden öldüğü
rivayetler arasındadır[77].
Yukarıda serdettiğimiz
bütün rivayetler Taberinin görüşünü desteklemektedir. Bize göre, bu ve benzeri
tartışmalar, sadr-i İslam'da Haşimiler ile Emeviler arasındaki rekabet ve
çekişmelerden kaynaklanmaktadır. Çünkü, her iki topluluk ta, nasları te'vil ediyor
ve zayıf ya da uydurma hadisler rivayet ederek kendi düşüncesini desteklemeye
çalışıyordu. Abbasi devletinde fey ve ganimetler Haşimiler için Önemli
olduğundan görüşlerini destekleyecek delillere ihtiyaç vardı. Ganimetler
hakkındaki tartışmanın sebeplerinden biri belki de en önemlisi bu olsa gerek.
Burada, şunu söylemek yerinde olur, ganimetlerin beşle birinden Peygamber
yakınlarına bir pay ayrılması, maddi anlamda bir ücret, bir ikram
sayılacağından böyle bir tutum, Kur'an'm defalarca menettiği ve nübüvvet
makamının azametine, ahlakına ve hedeflerine yakışmayan bir davranıştır. Haşr
sûresinde bu konuya daha genişçe değineceğiz. "De ki: Bunun için sizden
bir ücret istemiyorum. Ancak yaklaşmayı arzu ediyorum" ayetini Şia
uleması, "Ancak yakınlarıma sevgiyi arzu ediyorum" şeklinde
yorumlamaya çalışmışlardır. Şu anda tefsirini yaptığımız ayeti de böyle te'vil
etmişlerdir. Müfessirlerin büyük bir kısmı, ayetin bu şekilde te'vil edilmesine
muhaliftir.
Nebi (s)'nin içinden
neşet ettiği tertemiz aileye mensup olanları en güzel şekilde andığımızı ve
onları yücelttiğimizi bir kez daha burada vurgulamak isteriz. Ancak biz, gerek
burada gerekse başka ayetlerin tefsirinde, ayetlerin ruhu, nübüvvet makamının
şanı ve rivayetlerin sağlam olanları ile en çok uyuşan görüşü tercih etmek
durumundayız. Allah daha iyi bilir.
Şia mezhebi, düşmandan
alınan ganimetlere ek olarak, insanların kazancından, kârından, ticaretinden
ve sahip oldukları servet ve madenlerinden humus vermelerinin vacip olduğunu
savunmuş ve bu görüşünde tek kalmıştır. "Bilin ki, aldığınız ganimetletin..."
ifadesini de bu görüşlerine delil getirmişlerdir. Çünkü, ayette mutlak bir
ifade kullanılmıştır. Evet, her ne kadar ayetteki ifade mutlak ise de, bu ayet
Bedir ganimetleri hakkında inmiştir. Bu ayet ile ilgili rivayetlerin hepsi de, ayetin
Bedir ganimetleri hakkında indiğini ifade etmektedir. Dolayısıyla, ayetteki
ifade, ancak ganimetleri kapsar. Akla gelen şu ki, Şia lider ve imamları,
iktidarı ele geçirmeye çalıştıkları ve Emevilere karşı mücadelelerinin en
şiddetli anlarında bağlılarından daha büyük meblağlarda vergi toplayabilmek
için bu yola başvurmuşlardır.
Ayetlerde, nüzul
hikmetinin gerektirdiği tarzda, mücadele alanına işaret edilmiş ve bu
işaretlerde müslümanların elde ettiği başarının, Allah'ın yardımı ile olduğuna
dikkat çekilmiştir. Bu hususu, rivayetler ayrıntısıyla açıklamıştır. Bu
rivayetlerin birinde, Ra-sulullah (s) Bedir'deki kuyulardan en yakın olanına
indiği sırada Habbab bin Münzir ona şöyle demiştir: "Ya Rasulullah! Burada
konuşlanmamız Allah'ın emri midir yoksa senin görüşün ve savaş taktiğin midir.?
Rasulullah bu, benim görüşüm ve taktiğimdir, deyince Habbab şöyle devam etti:
Burası uygun bir yer değildir. Emir ver, herkes kalksın ve Kureyşlilere en
yakın olan kuyuya gidelim. Suyun etrafını çevreleyip havuz yapalım. Suyu
kullandıktan sonra havuzu doldururuz. Bunun üzerine Rasulullah: Bu iyi bir
görüş,dedi ve kalktı, müşriklere en yakın olan kuyuya gitti. Suyun etrafını
çevirip havuz yapmalarını emretti..." Bu rivayette, Nebi (s)'nin kendi
içtihadıyla öngördüğü taktiği bırakıp, savaş taktiğinde usta birinin görüşünü
benimsemesi her yerde ve her zaman liderlere büyük bir örnek teşkil etmelidir.
Rasulullah
için bir çadır yapıldı ve etrafa muhafızlar yerleştirildi. Rasulullah içeride
Rabbine dua ediyordu. Rivayete göre bir an bayılır gibi oldu, sonra kendine
geldi. Yanında Ebubekir (r) vardı. Ona dönerek: Müjdeler olsun ey Ebubekir,
Allah'ın yardımı geldi. İşte, yokuşta atını dizginleyen Cibril" dedi.
Sonra dışarı çıktı ve ashabı teşvik ederek şöyle dedi: Muhammed'in nefsi
elinde olan Allah'a yemin olsun ki, bu gün düşmana sırtını dönmeyerek, sabırla
savaşan ve öldürülen herkesi Allah, cennetine koyacaktır." Bu söz
üzerine, Beni Selemc'nin kardeşi Umeyr bin Humam kalktı. Elinde yemekte olduğu
hurmalar vardı. Ne güzel! Ne güzel! Benimle cennete girmek arasında sadece
düşman tarafından öldürülmem mi var! diyerek elindeki hurmaları fırlattı ve
kılıcını alarak ölünceye kadar savaştı[78].[79]
45- Ey iman edenler, bir toplulukla
karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çok anın ki, başarıya erİşesİnİz.
46- Allah'a ve Rasulü'ne itaat edin, birbirinizle
çekişmeyin, yoksa korkuya kapılırsınız, devletiniz gider'[80].
Sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.
47- Yurtlarından çalım satarak, İnsanlara
gösteriş yaparak çıkan ve Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayın. Allah,
onların bütün yaptıklarını kuşatmıştır.
48- O zaman şeytan onlara yaptıkları işi
süslemiş: "Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur, (korkmayın), ben
sizin yanınızdayım!" demişti. Fakat iki topluluk birbirini görünce ardına
dönüp: "Ben sizden uzağım, ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben
Allah'tan korkarım, zira Allah'ın cezası çetindir!" demişti.
49- Münafıklar ve kalblerinde hastalık bulunanlar
(sizin için): "Bunları dinleri aldatmış, (baksana başa çıkamayacakları
bir kuvvetle savaşmağa kalkıyorlar)." diyorlardı. Oysa, kim Allah'a
dayanırsa şüphesiz Allah, daima galib-tir, hüküm ve hikmet sahibidir.
I- Müslümanlara seslenilerek, düşmanla karşılaşıp
savaşa giriştiklerinde sebat göstermeleri, Allah'ı çokça anmaları emrediliyor.
Çünkü, bu ruhu onlara veren, onları destekleyip, başarıya götüren Allah'tır.
Allah'a ve Rasulü'ne itaat etmeleri teşvik ediliyor ve her nerede olurlarsa
olsunlar ihtilaftan ve çekişmeden kaçınmaları gerektiği bildiriliyor. Çünkü,
ihtilaf ve çekişme onların mağlub olmaları demektir. Ayrıca mü'minlerin sabırlı
olmaları emrediliyor. Zira sabır, Allah'ın destek ve yardımının bir
teminatıdır, Allah yolundan alıkoyan kafirler gibi, kibir, gösteriş ve
böbürlenme duygularından kaçınmaları emrediliyor. Allah, kafirlerin hem
kendilerini, hem de yaptıkları amellerini kuşatıcıdır.
II- Bedir günü şeytanın, münafıkların ve
kalplerinde hastalık bulunanların tutumları hatırlatılıyor. Şeytan, kafirleri
savaşa çıkmaya teşvik etmiş, savaşı onlara süslü göstermişti. Onların güçlü
olduğunu, kimsenin kendilerini yenemeyeceğini ve kendisinin onlar için bir
destek, bir yardımcı olduğunu söylemişti. İki topluluk karşılaştığı, savaşın kızıştığı
an gelince kafirleri terkederek onlardan uzaklaşmış ve ben sizin görmediğinizi
görüyorum, ben Allah'tan korkarım zira O'nun azabı çetindir diyerek yanlarından
ayrılmıştı. Medine'deki münafıklar ve kalpleri hasta olanlar, müslümanlann
savaşa olan cesaretlerine şaşmış ve dehşet içinde, sayıca müslümanlardan fazla
olan kafirlere bakarak müslümanlar için; Dinleri, bunları aldatmış, demişlerdi.
Daha
sonra ayetler, tevekkül eden müslümanlara Allah'ın yardımını övgüyle anlatıyor
ve bu şekilde noktalanıyor. Allah güçlüdür, hüküm sahibidir ve kendisine
dayanıp, kulpuna yapışanları yardımıyla destekler. [81]
Bu ayetlerle,
öncekiler arasında hem akıcılık, hem de mevzu itibariyle bir ilgi
sözko-nusudur. 48. ayet hakkında nakledilen rivayetlerden birine göre, Kureyş,
yolu üzerinde bulunan ve aralarında düşmanlık bulunan Kinaye oğullarının
hesabını yapıyordu. İblis, Kinanc büyüklerinden Süraka bin Malik'in şekline
bürünerek Kureyş'e şöyle dedi: Ben sizinle beraberim. Hoşlanmadığınız şeye
karşı Kinane arkanızdadır. Bu şekilde onları cesaretlendirdi ve savaş
azimlerini biledi. Hemen harekete geçip bir an önce Şam kervanını kurtarmak
için yola koyulmaları da bu sebeptendir. Yine, şeytanın savaşa onlarla birlikte
katıldığı ve müslüm ani ardan ölümüne, tam bir azimle savaş görünce de onlardan
elini çektiği ve ayetlerde bahsi geçen sözleri sarfettiği rivayet edilmiştir[82].
Bu rivayet hakkında
söyleyeceğimiz şudur: İnsanlar İblisi ve kabilesini görmezler. Bu, Kur'anda
açıkça ifade edilmiştir. Nitekim, A'raf sûresinin 27. ayet-i kerimesinde şöyle
buyrulmuştur: "O ve kabilesi sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi.
görürler..."
Kaldı ki, yukarıdaki
rivayetin güçlü bir senedi de yoktur. Dolayısıyla bize göre 48. ayetteki
şeytan ifadesi iki şekilde yorumlanabilir. Birincisi, Kur'an kafir
elebaşlarından ya da şeytanlarından, kafirlerin kalplerini etkileyici özelliğe
sahip birini kastetmiş olabilir. Çünkü, Kur'anda kafir kelimesi insana da
atfedilmiştir. En'am sûresinin 112. ayet-i kerimesinde "Böylece biz, her
peygambere insan ve cin şeytanlarım düşman yaptık. Aldatmak için birbirlerine
yaldızlı sözler fısıldarlar." İkincisi, ayette şeytanın bahsi manevi bir
canlandırma da olabilir. Bu şekilde Kur'an, kafirlerin savaş girişimlerini,
şeytanın vesvese ve yaldızlı sözlerine kanarak düştükleri bir helak çukuru
olarak değerlendirmiş oluyor. Tabresi'nin Hasan Basri'den rivayet ettiği bu
rivayet makul ölçüdedir.
Ayrıca, ayette bir
karşılaştırma sözkonusudur. Şöyle ki: Kafirler, şeytanın vesvese-leriyle yola
çıkmış bir topluluktur ve şeytan onlara destek vermektedir. Müslümanlar ise,
Allah'ın emri ile yola çıkmış, ona dayanmış bir topluluk... Durum böyle olunca
Allah da onlara yardım etti ve sayıları az olmasına rağmen müslümanları galip
getirdi. Müslümanlann sayısı münafıkları ve kalplerinde hastalık bulunanları
şaşırtmış, kafirler karşısında müslümanlann yenilgisini bekler hale getirmişti.
Sûrenin 47. ayeti
hakkında ise şunlar rivayet edilmiştir: "Ebu Süfyan, Mekke ordusuna haber
gönderdi. Gönderdiği haberinde, kervanın kurtulduğunu ve dönmelerinin iyi
olacağını bildirdi. Haber ulaşınca Ebu Cehil: Vallahi Bedir'e ulaşıncaya kadar
dönmeyeceğiz. Orada içki içecek, deve keseceğiz. Şarkıcı kızlar şarkı
söyleyecek, Araplar bizi duyacak ve bize sürekli saygı gösterip, bizden
korkacaklar, dedi" Nitekim, bu ayette, kafirlerin çalım satarak, gösteriş
yaparak savaşa giriştikleri ifade edilmişti. Onların amacı, artık, kervanı
kurtarmak değil çalım satmak, gövde gösterisi yapmaktı[83].
Evet,
ayetler, indiği dönemin Özelliğini taşımakla birlikte, genel telkinleri, üstün
ve ileriye dönük yönlendirmeleri İhtiva etmektedir. Nitekim, bu ayetlerde,
şiddet anında Allah'ın anılması ile güçlü bir psikolojik tedavi vardır. Ayrıca,
ayetler mü'minleri sabırlı olmaya ve sebat göstermeye teşvik etmiş, rıza-yı
ilahinin, zafer ve yardımın sabır ile olacağını vurgulamıştır. Çekişmenin
sonucunda, kuvvetin elden gideceği ve yenilginin gündeme geleceği bildirilerek
sosyal bir değere temas edilmiş, kuvvet ve özgürlüğün İslami vahdetle
gerçekleşeceğine dikkat çekilmiştir. Devamla ayetler, Kur'an ve sünnetle temsil
edilen Allah ve Rasulü'ne itaat etmeyi teşvik etmiştir. [84]
50- Görseydİn o İnkar edenleri. Melekler onların
canlarını alırken yüzlerine ve arkalarına vuruyorlar. "Haydi, yangın
azabını tadın!"
51-
"İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah,
kullara zulmedici değildir."
52- (Bunlar
da) tıpkı Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibi (davrandılar,
Onlar da) Allah'ın ayetlerini inkar etmişlerdi; Allah da onları, günahlarıyla
yakalamıştı. Şüphesiz Allah güçlüdür, O'nun cezası çetindir.
53- Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde
bulunanı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez, Allah
işitendir, bilendir.
54- (Evet)
Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibi: Rab'lerinin ayetlerini
yalanlamışlardı; biz de onları günahlarıyla mahvetmiştik ve Firavun ailesini
boğmuştuk. Hepsi de zulmedİcilerdİ.
I- Nebi
(s)'ye ya da diğer muhataplara hitaben, kafirlerin ahiretteki durumlarına değinilmiş
ve melekler onların canlarını alırken yüzlerine ve arkalarına vurup sonra da cehenneme
sürerek "tadın yangın azabım" dedikleri anlatılmıştır. "Tadın
yangın azabını" denilerek, zulme uğramadıkları sadece, yaptıklarından
dolayı bir cezaya uğradıkları bildirilmiştir.
II- Kafirler
ve içinde bulundukları durum, kendilerinden önce geçenlerin durumu ile
açıklanmış, onların içinde bulundukları durumun, Firavun kavminin ve ondan önce
Allah'ın ayetlerini inkar edenlerin durumu gibi olduğu belirtilmiştir. Zira,
öncekiler Allah'ı inkar etmiş Allah da günahlarından ötürü helak etmek
suretiyle onları cezalandırmıştır. Gerek öncekiler gerekse bunlar zalimdirler.
Zulmettikleri için, ahiretteki cezalarının yanısıra, dünyada da Allah'ın
azabına duçar olmuşlardır. Şüphesiz, Allah güçlüdür, kahhardır. Azabı,
şiddetli ve serttir.
III-
Kafirlerin durumunu zikrettikten sonra, Allah'ın dünya toplumları için koyduğu
kanundan -burada kasıt sünnetullahtır- bahsedilmiştir. Allah, bir kavme verdiği
nimeti değiştirmez. Emniyetlerini korkuya, zenginliklerini fakirliğe,
izzetlerini zillete, selametlerini helaka dönüştürmez. Ama o kavim, eğer
Allah'ın sağlam yolundan sapar, günahlara ve kötülüklere dalarsa o taktirde
Allah verdiği nimeti değiştirir. Şüphesiz Allah, işiten ve bilendir. O, her
şeyi işitir, her şeyi bilir ve kullarına yaptıkları ile muamele eder.
Yukarıdaki
ayetler, Bedir Savaşı'nm sonuçlarını izlemek suretiyle önceki ayetlere
bağlıdır. Kafirlerin durumunun, dünyevi azap yönünden Firavun kavmi ve daha
önceki kavimler gibi olduğunu, ahirette de onlarla aynı akıbeti
paylaşacaklarını bildiriyor. Kafirlerin başlarına gelen felaketi edebi bir
üslupla tahlil eden ayetler, onların, bu felaketi tutumlarından ve
küfürlerinden ötürü hakettiklerini ifade ediyor. [85]
Burada, bütün zaman ve
nesilleri içine alan mutlak bir ifade kullanılmış, Ölümsüz bir sosyal
gerçekliğe dikkat çekilmiştir.
Gerek olumlu gerekse
olumsuz yönde bir toplumun sosyal değişimi, toplumun kendini değiştirmesine
bağlıdır. Allah'nm toplum tabiatına koyduğu kanun budur. Yani, bir topluluk
içinde bulunduğu olumsuz yapıdan, olumlu ve daha iyi bir sosyal yapıya ulaşmak
için sahip olduğu olumsuz değer yargılarını olumlu yönde değiştirmek
zorundadır.
Bu ayette, nimetin
değişimi yani, iyiden kötüye bir değişim sözkonusudur. Bunun sebebi ayetin
nüzul sebebi ve indiği zamandır. Ra%d sûresinin II. ayet-i kerimesinde ise, hem
iyiden kötüye hem de kötüden iyiye bir değişimden bahsedilmiştir. Nitekim,
ayette şöyle buyuruluyor; "Bir kavim kendinde olanı değiştirmezse Allah ta
onların durumunu değiştirmez." Bu cümlenin açıklanmasını yaparken çift
yönlü değişimin, toplum bireylerinin çaba ve gayretine bağlı olduğunu
söylemiştik. Çünkü Allah insana bu kabiliyeti vermiş ve ona sorumluluk
yüklemiştir.
Bir
kısım müfessirler, Tabiin ulemasından Süddi'ye nisbet ettikleri bir kavli
naklct-mişlerdir[86]. 53.ayet hakkındaki bu
kavle göre, ayette geçen nimet, Allah tarafından Ku-reyş'e, Muhammedi risalet
ile verilen nimettir. Kureyş, Muhammed (s)'i yalanlayınca, Allah bu nimeti
Medineli Ensara verdi. Ancak Muhammedi mesajın, Kureyş için büyük bir nimet ve
Hz. Peygamber'in kıyamete kadar bütün alemlere bir rahmet olarak gönderilmesi
göz önüne alınırsa, ayetin mânâsından da anlaşılacağı üzere Kur'an'ın sosyal
hikmetlerinden birini en kapsamlı, en geniş bir şekilde ele aldığı
görülecektir. Bunu, Kureyş'in sözkonusu risalet nimetinden ebediyyen mahrum
bırakılın ayışı, sadece az bir zaman bu nimetten mahrum kalması da teyid
ediyor. Fetih gerçekleştikten ve Mekke halkı Allah'ın dinine girdikten sonra
Kureyş de bu nimetten yararlanmaya başladı. [87]
55- Allah'a göre canlıların en kötüsü,
kafirlerdir; artık onlar inanmazlar.
56- Sen kendileriyle andlaşma yaptığın halde
onlar, hiç çekinmeden, her defa andlaşmaiarını bozarlar.
57- Savaşta
onları yakalarsa[88]', onlar (a vereceğin
ceza) ile arkalarında bulunan kimseleri de dağıt[89] ki,
İbret alsınlar.
58- Bir
kavmin, hiyanet etmesinden korkarsan, sen de aynı şekilde onlara davran'[90]
çünkü Allah, hainleri sevmez.
59- İnkar edenler (bizim elimizden kurtulup)
geçtiklerini sanmasınlar. Onlar (bizi) aciz bırakamazlar.
I- Hak ve doğru yol ortaya çıktığı halde
inanmayan ve küfürde ısrar eden kafirlere aşağılayıcı bir haber verilerek
onların Allah katında canlıların en kötüsü olduğu bildiriliyor.
II- Akabinde
bunların kimler olduğu açıklanıyor. Bunların, Nebi (s)'nin kendileriyle anlaşma
yaptığı ve her defasında çekinmeyerek anlaşmayı bozan kimseler olduğu bildiriliyor.
III- Savaşta
onların yakalandıkları, zaman cezalandırılmaları Hz. Peygamber'e
emre-diriliyor. Böylece bu davranışla, onların arkasındakilere bir ibret, bir
korku verilmiş olacaktır. Neticede akıllanacak, korkacak ve isyana, komploya
baş vurmayıp hainlik yapamayacaklardır.
IV- Hz.
Peygambere başka bir emir: Anlaşma yaptığın topluluk; anlaşmayı bozacak
gibi olursa sen de
boz. Çünkü Allah hainleri sevmez.
V- Kafirler verilen cezadan kurtulduklarında, Allah'ın cezasından da
kurtulacaklarını sanmasınlar. Onlar mutlaka cezalarını çekeceklerdir. Çünkü
onlar, Allah'ı aciz bira-kamazlar. [91]
Bazı müfessiricr[92] bu
(55 ve 56.) ayetlerin yahudi Kureyzaoğulları hakkında nazil olduğunu nakletmişlerdir.
Çünkü Kureyza yahudileri müşriklerle dirsek temasına geçerek Hendek Savaşı'nda
Nebi (s) ile yaptıkları anlaşmayı bozmuşlardı. Bir kısım müfes-sir de 58.
ayetin Kaynuka yahudileri hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir[93].
Ayetlerde Nebi (s) ile
aralarında anlaşma bulunan yahudilerin tümüne işaret edilmiştir. Rasulullah
Medine'ye geldiğinde bir anlaşma düzenlemiş, bu anlaşma gereğince yahudileri
Evs ve Hazrec kabileleri ile olan münasebetlerinde ve havralarında serbest
bırakmıştı. Bu anlaşmaya göre, savaş durumunda, müminlere yardım etmeleri ve müminlerle
ittifak halinde olmaları gerekiyordu. Mü'minlerin de aynı şekilde bu anlaşma
ile onlara yardım etmeleri gerekiyordu[94].
Fakat, anlaşmaya rağmen, onların küfürde ve anlaşmayı bozmada ısrar ettikleri,
defalarca anlaşmaya aykırı davrandıkları ayetlerde belirtilmiştir.
55. ve 56. ayetlerin
Kureyza yahudilerini kasdettiğini ifade eden rivayet üzerinde biraz durmak
gerekiyor. Çünkü bu sûredeki ayetler, Bedir Savaşı akabinde nazil olmuş,
yahudilerin anlaşmayı bozdukları Hendek Savaşı ise, Bedir'den üç yıl sonra
meydana gelmiştir. Arada, gerek ilgi gerekse zaman yönünden bir uzaklık
sözkonusudur. 58. ayetin, Kaynuka yahudileri hakkında nazil olduğunu rivayet
edenlere gelince, bunlar ayet nazil olduğunda Hz. Peygamber'in; "Kaynuka
yahudilerinden endişe duyuyorum" dediğini naklederler.
Kaynuka yahudileri,
Rasulullah (s) ile anlaşmalarını bozan ilk yahudi topluluğudur. Bedir Savaşı
ile Uhûd Savaşı arasındaki dönemde Nebi (s) ile savaşmışlardır. Allah Ra-sulü,
onlarda hainlik ve tuzak belirtileri görünce, Bedir Savaşı'ndan sonra hepsini
topladı ve onları uyardı. Onlar ise Rasulullah'a şöyle dediler: "Savaş
nedir bilmeyen bir toplulukla karşılaştın ve eline fırsat geçti. Bu seni
aldatmasın. Vallahi bizimle savaşa girişirsen nasıl insanlar olduğumuzu
anlarsın."[95]
Bütün bunlardan
anlaşılıyor ki, ayetler, yahudilerin genel tutumlarını içeriyor. Ayetlerin
sebeb-i nüzulü de, özellikle Kaynuka yahudilerinden sadır olan komplo ve
hainlik belirtileridir. Bu ayetlerin, Enfal sûresinin bölümleri arasına
konulması, aynı dönemde nazil olduğunu gösterir.
Kaynuka yahudileri
Medinede oturuyorlardı. Onlara ait bir çarşı vardı. Müslüman bir kadın, onlarım
çarşısına, alış verişe gitmiş ve sonra bir kuyumcunun önünde durmuştu. Yahudilerden
bazıları müslüman kadının yüzünü açmak istediler, kadın ise direndi. Daha
sonra kuyumcu müslüman kadının eteğini beline kaldırdı, ayağa kalktığında
vücudu göründü, yahudiler alay ve hakaretle duruma gülerken müslüman kadın
feryat etti ve bir müslüman yetişerek kuyumcuyu öldürdü. Yahudiler de bu
müslümanı öldürdüler, öldürülen müslümanın ailesi, müslümanlardan yardım
isteyince olanlar oldu. Nebi (s) onların bulunduğu kaleyi kuşattı. Kuşatma on
gün devam etti. yahudiler artık dayanamayınca teslim oldular. Kaynuka
yahudileri Hazrec kabilesi ile müttefiktiler. Münafıkların ileri gelen ismi
Abdullah bin İbey, müttefiklerine iyi davranılmasını Rasulul-lah'tan taleb
etti. Talebinde ileri gidip, Nebi (s)'ye karşı edepsizlik etti ve şöyle dedi:
"Dörtyüz kişi zırhsız, üçyüz kişi de zırhlı olarak beni, kırmızı ve siyah
kabilelere karşı korudular. Onları bir günde biçecek misin". Bunun üzerine
Nebi (s) onları Medine'den sürmekle yetindi ve mallarından, silahlarından
alabildiklerini götürmelerine izin verdi. Geride kalan şeylerin, humsunu
aldıktan sonra kalanı, kale kuşatmasına katılanlar arasında dağıttı[96].
Ayetler, her ne kadar
belirli hadiseler üzerine nazil olmuşlarsa da, genel ve kesin prensiplere
dayalı telkinleri ihtiva etmektedir. Hakkı tasdik etmeyenler, Hak karşısında
inatla komplo peşinde olanlar ve defalarca anlaşmayı bozmaktan çekinmeyenler...
İşte onlar, canlıların en kötüsüdürler.
Hz.
Peygamber'in, onlarla giriştiği savaşlar bir savunma ve ibret savaşıdır. Bu
savaşlarla düşmanlara yüklenilerek, bir ibret dersi verilmiştir. Aksi halde,
bu savaşlar intikam, düşmanlık ve imha savaşları değildir. Çünkü, ayetlerin
mânâsına göre, ne olursa olsun, Nebi (s) ve müslümanların anlaşmalarına sadık
kalmaları ve anlaşmayı ilk bozan taraf olmamaları gerekir. Düşmanlığa karşı
misliyle, hainliğe karşı hainin hakkını vermekle mukabele edilmelidir. Eğer,
karşı taraf ilk önce anlaşmayı bozar gizli yada açık bir şekilde komplo
peşinde olup düşmanlarla dirsek temasına geçerse, müslümanların aynı şekilde
anlaşmayı bozma ve aynı tutumları sergileme haklan vardır. Bu durumda, müminlerin
anlaşmayı feshettiklerini bildirmeleri, habersiz şekilde aniden savaşa
girmemeleri gerekir işte, bütün bu prensipler, üstün bir sosyal değeri ve
yüceliği sergilemektedir. [97]
60- Onlara
karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar[98]
hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka
sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah
yolunda ne harcarsanız tam olarak size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız.
Ayette:
I- Mü'minlerin, güçleri yettiğince kuvvet
hazırlamaları emredilmiş ve Allah düşmanlarının kalbine korku salmak için
savaşa hazır olmaları öngörülmüştür.
II- Yine bu hazırlık için müslümanlar,
infakta bulunmaya teşvik edilmiş, infak edecekleri şeylerin karşılığını
mutlaka görecekleri belirtilmiştir. [99]
Bu ayet-i kerimenin
sebeb-i nüzulü İle ilgili bir rivayete rastlamadık. Bizce, bu ayetler önceki
ayetlerle ilgilidir ve onların bir devamıdır. Bu Özelliğiyle anlaşmayı bozan,
komplo ve hainlik peşinde koşan düşmanların tümü bu ayetten nasibini almıştır.
Ayet, anlaşmayı bozanların tümünü kapsamış ve önceki ayetlerin manâsıyla uyum
içinde ileriye dönük bir telkin sunmuştur. Güç yettiğince kuvvet ve teçhizatla
savaşa yapılan hazırlık, saldırının önlenmesi ve düşmanın korkutulması
amaçlarına yöneliktir. Böylece a-maç yerini bulmuş ve düşmanların İslam'a
yönelik saldırıları önlenmiş olacaktır.
Hülasa, burada sözü edilen
savaş hazırlığı ve bu yolda infakta bulunmak, gayeye ulaştıracak her türlü
savaş teçhizatını hazırlamayı gerekli kılabilir. Hazırlıkta kusur etmek ya da
hazırlığı ihmal etmek bir günahtır. Çünkü, hazırlıkta bulunmamak Allah'ın
emrine karşı gelmektir. Bu emre karşı gelmenin neticesinde, müslümanlar ve
içinde yaşadıkları belde, tehlikeyle karşı karşıya gelecek, hem maddi hem de
manevi zararlarla yüzyüze olacaktır. Bu hususta, Bakara sûresinin 195. ayet-i
kerimesinde: "Allah yolunda infak edin. Nefislerinizi tehlikeye atmayın
ve ihsanda bulunun. Allah İhsan edenleri sever." buyurulmaktadır.
Müfcssirler,
bu ayeti tefsir ederken şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Dikkat edin kuvvet,
üç defa atıştadır. Bilin ki, Allah size memleketin fethini müyesser kılacaktır.
Bir şeye ihtiyacınız kalmayacak ve sizden biriniz ganimetten aldığı hisseyle
oynaşmaktan a-ciz olmayacaktır." Rivayet edilen hadislerden bir diğerinde
Allah Rasulü şöyle buyurmuştur: "Bininiz ve atınız, binmeniz atmanızdan
daha hayırlıdır". Bir başka hadiste ise şunlar yeralıyor: "Kıyamet
gününe kadar atların alnında hayır yazılıdır. Sahibine onun vesilesiyle yardım
olunmuştur. Kim cihad için bir at bağlar ve besler, nafakası onun üzerinde
olursa, sadakasını elinde tutmayıp uzatan kimse gibidir."[100]Hadisler,
Nebi (s) döneminde savaş araç-gereçlerinin önemini göstermektedir. [101]
61- Eğer onlar barışa yanaşırlarsa[102] sen
de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et Çünkü O, işitendir, bilendir.
62- Eğer sana hile yapmak isterlerse (korkma)
Allah sana yeter. O ki, yardımıyla seni ve mü'minleri destekledi.
63- Ve
onların kalblerinin arasını uzlaştirdı. Sen yeryüzünde bulunan herşeyİ
verseydin, yine onların kalblerinin arasını uzlaştıramazdın. Çünkü O, daima
üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.
Ayetlerde:
I- Düşmanlar
barışa meylederlerse, Nebi (s)'nin de banşa yanaşması ve Allah'a tevekkül
etmesi emredilmiştir. İlminden ve işitmesinden, hiç bir şeyin uzak kalamayacağı
Allah, işitendir, bilendir.
II- Rasulullah (s)'ın kalbi tatmin edilmiş ve düşmanların barışa meyletmek
suretiyle bir komplo peşinde olmaları halinde, Hz. Peygamber, Allah'a dayanıp
güvenmeye davet edilmiştir. Çünkü Allah, onun dayanağı ve vekilidir. Onu ve
mü'minleri yardımıyla destekleyen, mü'minlerin kalplerini sıkıca birleştiren
Allah'tır. Allah'ın ilham ve yardımı olmasa, dünyayı bile bu yolda infak
etseler yine kalpleri bunca kaynaşıp birleşmezdi. Allah, güçlüdür, hakimdir.
Peygamberine pekala yardım etmeye kadirdir. O, hikmeti, doğruyu ve maslahatı
emreder. [103]
Buradaki ayetlerde,
önceki ayetlere bir atıfta bulunulmuş ve onların bir devamı olarak gelmiştir.
Ayetlerde sözü edilen yardım, Bedir'de yapılan yardımdır. Kalplerin uzlaşması
ise, Evs ve Hazrec arasındaki uzlaşmadır. Bu iki kabile Medine'de Peygamber
(s)'in hicretinden önce birbirlerine düşmandılar. Aralarında savaşlar
yapılırdı, kan dökülür ve yağmalar olurdu. Bu iki kabile arasındaki sürtüşme
İslam öncesi Arablann, sosyal ve siyasal yaşamlarında derin etkiler bırakmıştı.
Hz. Peygamber ile Hazrec kabilesinden birinin Mekke'de görüştüklerini nakleden
İbn Hişam'm rivayetinde, sözkonusu adam şunları söylemiştir: "Biz
kavmimizi bıraktık. Aramızdaki düşmanlık gibi bir düşmanlık hiç bir kavimde
yoktur. Umulur ki, Allah (c) seninle bu iki kabileyi birleştirir. Eğer seninle
bu kaynaşma sağlanırsa, senden daha izzetlisi yoktur."[104]
Düşmanların barışa
yanaşmaları halinde, Nebi (s)'nin de barışa yanaşmasının istenmesi defalarca
tekrarlanmış olan ve Hz.Peygamber tarafından girişilen savaşların bir savunma
savaşı olduğunu gösteren ilkelerdendir. Kur'an'ın bu prensiplerine göre
İslam'da savaş zaruret halinde ve müslümanların selameti ile dinin hürriyeti
için yapılır. Ayrıca ayette, düşmanın hile ile barışa yanaşması ihtimali olsa
bile Nebi (s)'nin barışa yanaşması öngörülmüştür. Bu ise, biraz önce
belirttiğimiz Kur'anî prensibin ne denli güçlü bir ifade ile vurgulandığını
gösterir. Ayetlerde emredilen bir diğer husus, düşmana gerektiğinde karşı
koymak ya da düşmanın gözünü korkutmak amacı ile savaşa hazırlıklı olmak ve her
iki durumda Allaha dayanmaktır. İşte Kur'an'ın her çağa ve her topluma ışık
tutan üstün mesajı...
Bir kısım müfessirler,
ayette "barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş" emrinin "kitap
ehli ve müşriklerle, boyun eğip cizye verinceye kadar savaşın" emri ile
neshedildiğini söylemiş,[105]
diğer bir kısmı ise neshin olmadığını söylemişlerdir.[106]
Hükmün neshedil-mediği görüşü daha doğru ve Kur'an'ın mesajına daha uygundur.
Taberi ncshedildiği
görüşünü reddederek, ne Kur'an'da, ne sünnette ne de aklı salim olanda bu
hükmün neshedildiğini destekleyici bir delilin bulunmadığını söylemiştir.
Ayetin mefhumundan
anlaşıldığına göre, sözü edilen barış tam bağlılıkla, boyun eğmek veya teslim
olmak arasında bir anlama sahiptir. Bu tür bir barış saldırmazlık anlaşması
ile ifade edilebilir. Ayette zikredilen bu anlaşma, Bakara sûresinin 190-194.
ayetleri ve Kâfirûn süresiyle ilgili yaptığım tefsiri teyid ediyor. Nitekim bu
ayetlerde, durumları ne olursa olsun, kayıtsız şartsız teslim oluncaya kadar
kafirlerle savaşmanın, İslam'da olmadığı zikredilmiştir.
Ayetler, her ne kadar
yahudilerle ilgili bir konunun akabinde yeralıyorsada, kullanıldığı ifade
bakımından hem yahudileri hem de diğerlerini kapsamaktadır.
Burada
önemli bir noktaya dikkatleri çekmemiz gerekir. Yukarıda bahsi geçen barış,
Filistin'i işgal edip sonra, "Araplarla barış istiyoruz" naraları
atan yahudilerle olamaz. Çünkü, ayette zikredilen barış ancak, asıl yurdu ve
devleti olan düşman ile yapılabilir. Filİstindeki yahudiler ise, müslümanların
ve Arapların toprağına tecavüz etmiştir. Emperyalist tağullann yardımı ile
müslüman Araplarla savaşa girişen yahudiler Filistin'i işgal ederek, onlara
karşı en vahşi savaş usûllerini kullanmış onları yurtlarından sürerek
topraklarım, mallarını, servetlerini, bağ ve bahçelerini yağmalamış, mukaddes
değerlerini ayaklar altına alıp, İslam medeniyetinin izlerini silmeye
çalışmışlardır. Onların, müs-lümanlarla barış taleplerine karşılık, işgal
ettikleri toprakları terketmeleri gerekirken, gasbetlikleri yerler ve
kurdukları gayr-ı meşru devlet, ayakta kalmak koşuluyla barış istemeleri
karşısında müslümanların barışa yanaşmaları ayetin ruhuyla uyuşmaz.
Gaspettikleri yerlerden bir kısmım terketseler ve BM'nin tayin ettiği yere
çekilseler bile müslümanların bu isteğe olumlu cevap vermeleri caiz değildir.
Çünkü, Filistin, müslümanların vatanıdır. BM Filistin topraklarından bir karış
bile yahudilere verme hal ve selahi-yetine sahip değildir. Müslüman Araplar'a
düşen, güç yetirebildikleri ölçüde kuvvet hazırlığı içinde olmaları ve bütün
imkanlarıyla anlaşmaya ve zillete yanaşmayarak yahudileri Filistin'den
çıkarıncaya, her bir köşesini Siyonistlerin pisliğinden temizleyinceye ve
Filistin'i İslami hüviyetine döndürünceye kadar onlarla savaşmalarıdır. [107]
64- Ey Peygamber, Allah sana ve sana tabi olan
müzminlere yeter'[108].
65- Ey peygamber, mü'minleri savaşa teşvik et.
Eğer sizden sabreden yirmi kişi olsa, iki yüz (kafİr)i yenerler. Sizden yüz
kişi olursa kafirlerden bin kişiyi yenerler. Çünkü kafirler, anlamaz bir
topluluktur.
66- Şimdi
Aİlah sizden hafifletti, ve sizde zayıflık[109]
bulunduğunu bildi. Bundan böyle sizden sabreden yüz kişi olsa, iki yüz
(kafir)i yenerier. Ve eğer sizden bin kişi olsa Allah'ın izniyle iki bin
(kafir)i yenerler. Allah sabredenlerle beraberdir.
Ayetlerde;
I- Düşmanlarına karşı Allah ve sana tabi olan
mü'minler sana yeter, denilmek suretiyle Nebi (s)'nin kalbi tatmin edilmiştir.
II- Nebi
(s)'nin mü'minleri, düşmanlarıyla savaşa ve savaşta sebat göstermeye teşvik
etmesi ve bu teşvike devam etmesi emredilmiş, mü'minler eğer sebat ederlerse
yirmi kişinin, ikiyüz kişiyi, yüz kişinin de bin kişiyi mağlup edebileceği
bildirilmiştir. Çünkü, kafirler topluluğu anlamazlar.
III- Mü'minlerden birinin on kâfire
galip[110] gelebileceği
bildirildikten sonra, bunun mü'minlere ağır geleceği ve dolayısıyla eğer
sabredip, sebat gösterirlerse yüz kişinin Allah'ın izniyle onlardan ikiyüz
kişiyi, bin kişinin, onlardan ikibin kişiyi mağlup edebileceği belirtilmiştir. [111]
Ayetler, gerek mevzuu,
gerekse akışı itibariyle önceki ayetlerle ilgili olup, onların bir devamıdır.
Kafirlerin "anlamayanlar" olduklarının dile getirilmesindeki maksat
müminlerin Allanın yardımına iman ederek herhâlükârda güzel bir netice elde
edeceklerini ve müminlerin uğrunda mücadele ettikleri gayenin yüceliğini
bildirdiklerini ortaya koymaktadır. Bütün bu hususlarda Allah düşmanlarının [112]sayısı
ne olursa olsun, sebat gösteren müminlere yardım eder. Kafirler sabreden
müminleri çepe çevre saran moral değerlerden uzaktırlar.
Burada sabır, ruhun
sebat göstermesi ve sayılarının azlığına rağmen, Allah'ın müminlere nzık
olarak verdiği zafer hususunda psikolojik bir tahlil ve tadavi uygulanmaktadır.
Müfessirler,
65. ayetten mü'minlerin kendilerinin on misli bir kuvvetle karşılaşacakları
sonucu çıkarmaları ve bu miktarı çok bularak Allah'tan bu sayıyı azaltması
temennisinde olmaları üzerine, 66. ayetin bir müddet sonra indiğini rivayet
etmişlerdir[113]. 66. ayetin mânâ ve
içeriği de bu rivayetin doğruluğunu teyid etmektedir. Nitekim ayette, sayılan
ne kadar çok olursa olsun, nıüslümanların düşmanlarına karşı mücadele ruhu, sabır
ve sebat göstermelerinin teşvik edilmesi ayetin genel mânâsından da
anlaşılacağı üzere, temel hedef durumundadır. [114]
67- Yeryüzünde
ağır basıncaya kadar[115] hiç
bir peygambere esirler sahibi olmak yakışmaz. Siz, geçici dünya malını istiyorsunuz,
Allah ise (sizin için) ahireti istiyor. Allah daima üstün, hüküm ve hikmet
sahibidir.
68- Eğer Allah'tan, (yanılma ile verilen
hükümlerden ötürü azabetmemek hakkında) bir yazı geçmemiş olsaydı, aldığınız
fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azab dokunurdu.
69- Artık
aldığınız ganimetten helal ve temiz olarak yeyİn ve Allah'tan korkun. Şüphesiz
Allah, bağışlayan, esirgeyendir.
Ayetlerde:
I- Nebi
(s)'nin savaşta düşmanlarını esir alıp, canlı tutmaması gerektiği, bunu ancak
kuvvetlendiği otoritesinin güç bulduğu zaman yapabileceği beyean edilmiştir.
II- Ayetin hitap ettiği mü'minlere işaret
edilmiş, yapmaları gereken bir işten dolayı geçici dünya malını istedikleri
ancak Allah'ın ise, onlar için Ahireti dilediğini belirtmiştir. O Allah ki,
güçlüdür, hakimdir, kudretli ve kuvvetlidir. Doğrunun ve iyiliğin olmadığı bir
hususu Allah istemez.
III- Yine o mü'minlere seslenilerek, esirlere
karşı müsamahalı davranmak hususunda AUahın hükmü olmasaydı, onlardan almanlar
yüzünden büyük bir azaba uğrayacakları belirtilmiştir.
IV- Artık esirlerden aldıkları şeylerden faydalanmaları helal kılınmıştır.
Allah gafurdur, rahimdir. Günahlarını örter ve onları rahmetine garkeder. [116]
"Yeryüzünde ağır
basıncaya kadar hiç bir peygambere esir..."
Hz .Peygamber, Bedir
Savaşı'nda mü'minlerin esir aldığı kimseler hususunda ashabı ile istişare etti.
Ömer (r) onları bir bir öldürmeyi, Ebubekir (r) ise, bir bir affedip salıvermeyi
ve onlardan fidye alıp tevbe etmelerini sağlamayı Önerdi ve Nebi (s)'ye:
"Her halükârda bunlar senin kavmin" dedi. Ömer (r)'in teklifini
olumsuz karşılayan Nebi (s), Ebubekir (r)'in görüşünü benimsedi ve bu görüşü
uyguladı. Bunun üzerine, ayetler nazil oldu. Ayetlerdeki mânâ ve içerik,
rivayetlerle uyuşmaktadır.
Ayette, Allah'ın
ilminde, evla olmayan bir işin yapılması kınanmıştır. Buradan yola çıkarak,
Nebi (s)'nin vahiy dışında kendi içtihadıyla yaptığı işlerde zaman zaman hata
yaptığı ya da doğruya isabet ettiği söylenebilir. Ancak bu durum onun ismet
sıfatına bir halel getirmez. (Necm sûresinin tefsirinde bu konuyu açıkladık.)
Rasulullah (s)'in ismet sıfatı yani günahsız oluşu, haktır, hakikatin ta kendisidir.
Nitekim Allah'tan kendisine ulaşan emir ve nehiylere bağlılığı bunun bir
göstergesidir. Nebi (s)'nin ismet sıfatını haiz oluşu ile Kur'an'da ve
rivayetlerde işaret edilen hataları arasında bir tezat sözkonusu değildir.
Nitekim Bedir kuyularının en yakın olanı yanında konaklama fikrine karşı,
Habbab Bin Münzir'in görüşünü benimseyerek fikir değiştirmesi ve Abese
sûresinde bahsi geçen "âmâya" davranışı bu hususta zikredilebilir ve
bu gibi olaylar Nebi (s)'nin ismetine halel getirmez. Çünkü, Nebi (s) kendi
görüşüne dayanarak ve bu görüşün doğru olduğuna kanaat getirerek yapmış ve bu
konularda Allah'ın kesin bir emri olmadığından, hataya da düşse günaha
girmemiştir.
Esirler konusunda
rivayet edilen hadis hakkında müfessirler Ömer Bin Hattab'dan şu rivayeti
naklediyorlar[117]. "Ömer (r), esirler
hakkındaki istişareden sonra esirlerden fidye alınması görüşünün benimsendiği
günün ertesinde Rasulullah'a geldi. Peygamberin yanında Hz. Ebubekir'de vardı,
ağlıyorlardı: "Ey Allah Rasulü niçin ağlarsınız?" dedi. Rasulullah
şöyle buyurdu: "Ashabıma, esirlerden fidye aldıkları için arız olan günaha
ağlıyorum. Onların azabı bana şu ağacın altında arz edildi. Bunun üzerine Allah
(c) bu ayetleri indirdi" Bu hadis, Nebevi duygu ile Kur'anî vahyin
birlikteliği konusunda, büyük bir anlam taşımaktadır.
Ayetler, esir almayı
ve fidyeyi bir anda yasaklamıyor. Ancak bu uygulamanın, İsla-mın güç ve
otoritesinin kuvvetlenip, kafirlerin yüreklerine korku saldığı zaman yapılması
gerektiğini vurguluyor. Ayrıca, düşmanlarla muamele, şiddete ve belirginliğe dayalı
olmalı, bu ve benzeri koşullarda İslam davranışının maslahatı için zaruri olan
güç ve heybete sahip olunmalıdır. Muhammed, sûresinde bu güç ve heybete sahip
olduktan sonra müslümanlar esirlere karşı davranışın ne şekilde olacağı
konusunda muhayyer bırakılıyor: "İnkar edenlerle karşılaştığınız zaman
boyunlarını vurun. Nihayet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın
(onları esir alın) Ondan sonra ya lütfeder bırakırsınız veya karşılığında
fidye alırsınız. Harb ağırlıklarını bırakıncaya kadar (böyle yaparsınız),
(Muhammed, 4-5). Bu ayette müslümanlann güç ve heybet sahibi oldukları
zamanlarda ne şekilde hareket edebileceklerini belirleyen hüküm bildirilmiş
olmakla birlikte, Kur'anî Öğretilere uygun olarak, İslam'da cihad ameleyesinin
özgürlük, ba-ğımssızlık ve İslam çağrısının önündeki engelleri kaldırıp,
saldırıları önlemek amacıyla girişilen bir savunma savaşı, yapılan
düşmanlıklara misli ile karşılık verme mücadelesi olduğu vurgulanmıştır. Bu
hedeflere ulaşacak Ölçüde mücadele edilmesi esastır. Hedefe ulaştıktan sonra
sadece düşmanlık niyetiyle yapılabilecek saldırı öngörülmemiştir.
Kur'an'in Nebi (s)'ye
kendi içtihadı ile yaptığı uygulamaya izin vermesine gelince; burada zaruret
anında ve kötü niyet olmaksızın evla olmayan bir uygulamanın da yapılabileceğine
işaret edilmiş, İslam nokta-i nazarında girişilen savaşların merhamet Ölçülerinde
olması gerektiği vurgulanmıştır[118].
Bunlara ilave olarak
sözkonusu ayette, Arap müşrikleri için "ya İslam ya da ölüm!"
diyenlerin bu sözlerini tenkid edici ifadeler mevcuttur. Bütün bu öğretiler,
Kur'an'ın muhtelif ayetlerinde dile getirilmiştir.
Açıklamasını sunmaya
çalıştığımız Enfal sûresinin 67-69. ayetlerinde ifade edilen, esirler
konusundaki uygulama ile ilgili olarak müfessirler ve siret yazarları
tarafından değişik rivayetler nakledilmiştir. Bu rivayetleri aktarmakta fayda
mülahaza ediyoruz.
Mekke'de müslümanlara
karşı eziyet ve işkencesi ile bilinen Nadir bin Hars ve Uk-be bin Muit adında
iki kişinin öldürülmesini emretmiş olan Nebi (s) Medine'ye vardığında
esirleri, ashabı arasında dağıttı ve onlara iyi davranılmasını, işkence
edilmemesini emretti. Çok geçmemişti ki, esirlerin sahipleri, fidye verip
esirleri almak için gelmeye başladırlar. En yüksek fidye miktarı 4 bin dirhem,
en düşüğü ise, bin olan Ebul As bin Rabi de vardı Zeynep, kocası için
gerdanlığını göndermişti. Peygamber, gerdanlığı görünce çok duygulandı ve
ashabına şöyle dedi: "Eğer bunu serbest bırakıp göndermek dilerseniz
gönderin, dedi. Onlar da öyle yaptılar ve bunun karşılığında Nebi (s), Ebul
As'-tan Zcyneb'i Medine'ye göndermesi için söz aldı. O da gönderdi.
Esirler arasında
Peygamber'in amcası Abbas'da vardı. Ensardan bazıları: "Eğer izin verirsen
kızkardeşimizin oğlu Abbas'in fidyesini almayalım" dedi. Rasulullab;
"Hayır! bir dirhem bile bırakmayacaksınız" dedi ve yüz altın fidye
aldı. Bunun üzerine Abbas: "müsiüman oldum" deyince Rasuluİlah ona:
"Allah daha iyi bilir. Eğer dediğin gibiyse Allah mükafatını verecektir1'
dedi. Hz. Peygamber hem kendisi hem de kardeşinin oğul-lan, Nevfel bin Haris
bin Abdulmuttalib ve Ukayl bin Ebi Talib için Abbas'ı fidye vermekle yükümlü
kılınca Abbas: "Ey Allah'ın Rasulü yanımda o kadar yok" dedi. Peygamber
Efendimiz ise, ona şöyle cevap verdi: "Ümmü Fadıl'a saklaması için
altınları bıraktığında "seferde bana bir şey olursa bu altınlar
çocuklarının ve Abdullah'ın olsun demedin mi?" Bunun üzerine Abbas:
"Vallahi şehadet ederim ki, sen allah'ın Rasulü-sün. Benden ve İmmü
Fadıl'dan başkası bunu bilmiyordu. Mekke'den çıktığında yanında yirmi altın
vardı. Abbas,'fn esaretinden sonra onları aldım. Abbas: "Ya Rasuluİlah bu
yirmi allını fidyem olarak kabul et" dedi. Rasuluİlah ise: "Hayır,
yola çıktığında doksan altın vardı. Allah onları bize nasib etti."
Ayrıca esirler arasında
Amr isminde Ebu Süfyan'ın bir oğlu vardı. Ebu Süfyan'ın Hanzala adındaki bir
oğlu da öldürülmüştü. Ebu Süfyan'a "oğlunun fidyesini ver, onu esaretten
kurtar" dediklerinde şöyle cevap verdi: "Kanımı aldı, şimdi de malımı
mı alacak?" Hanzala'yı öldürdüler bir de fidye mi vereyim? bırakın
ellerinde kalsın" O esnada Beni Av f tan Sa'd bin Nu'man, müsiüman olmuş
ve Medine'den Mekke'ye umre ziyareti için yola çıkmıştı. Ebu Süfyan onu
yakaladı ve oğluna karşılık onu hapsetti. Akrabaları Rasulullah'a gelerek Ebu
Süfyan'ın oğlunu serbest bırakmasını bunun mukabilinde Sa'd bin Nu'man'ı
serbest bırakacaklarını söylediler. Rasuluİlah Ebu Süfyan'ın oğlunu serbest
bıraktı ve onlar da Sa'd bin Nu'manı salıverdiler. Nebi (s), malı olmayan ve akrabaları
fidye için gelmeyen esirleri serbest bıraktı. Bunlardan biri Ebu Uzza Amr bin
Abdullah El-Cemhi idi. Rivayete göre, bu adam Rasulullah'ı şiiriyle övmüş ve
ebediy-yen ona karşı savaşmayacağına dair söz vermişti[119].
Nebi (s), fidye
verecek malı olmayan esirleri, Muhacir ve Ensarın çocuklarına oku-ma-yazma
Öğretmeleri karşılığında serbest bıraktığı varid olmuştur.
Evet
"Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, Allah ise ahireti istiyor"
cümlesine gelince, dünya malını isteme, Kur'an'da bir çok yerde kafirlere
nisbet edilmiştir. Dolayısıyla bu cümle Nebi (s) ve ashabı için farklı bir
şekilde yorumlanmahdır. Şöyle ki, Allah müslümanlar için güzel akıbeti,
dünyanın geçici isteklerinden tam arınmayı arzu ediyorken, onlann cihad ve
şiddet zamanında dünyaya meyletmeleri Kur'anî hilaba konu olmuştur. [120]
70- Ey
peygamber, ellerinizde bulunan esirlere söyle: "Eğer Allah, sizin
kalblerinizde bir hayır olduğunu bilirse, size, sizden alınan (fidye)den daha
hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Aiiah bağışlayandır, esirgeyendir.
71 - Eğer sana
hainlik yapmak isterlerse, daha önce Allah'a hainlik yapmışlardı. Bu yüzden
(Allah) onlara karşı (sana) imkan verdi. Allah (her şeyi) bilendir, yerli
yerince yapandır.
Ayetlerde:
Esirlerin,
niyetleri iyi, kalpleri temiz olduğu zaman Allah onları hayra ve iyiye doğru
yöneltecek ve kendilerinden alman fidyeden daha büyük bir mükafatı onlara verip
geçmişte yaptıklarını affedecektir. Çünkü Allah, gafurdur, rahimdir. Ama
hainlik eder, Peygamber ile yaptıkları anlaşmayı bozarlarsa o takdirde Nebi (s)
onların bunu daha önce de yaptıklarını söylemelidir. O, herşeyin doğru ve
hikmet dolu hükmünü bilir. [121]
Müfessirler[122]
Abbas bin Abdulmuttalib'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu ayet ben
Rasulullah'a müsiüman olduğumu bildirdiğim zaman nazil oldu. Allah, bana alınan
fidyeden daha ziyade bir hayrı ihsan etti.
Ayetlerin mânâsından
da anlaşılacağı üzere, 70. ayet, ayete muhatap olanların bir kişiden fazla
olduğunu ya da bütün esirlerin kastedildiği görülüyor. Her halükârda, 70. ayette
kullanılan ifade şekline göre,
I- Esirlerin
tümü ya da bir kısmı iyi niyet belirtileri göstermiş, Nebi (s)'ye karşı
düş-manlşık yapmayacaklarına dair söz vermişlerdir. Kaldı ki, esirlerden
bazıları müsiüman olmuş, bir kısmı da İslma'a yönelerek, Rasuluİlah'tan
Mekke'ye gidip oradaki işlerini halletmeleri için izin istemişlerdi.
II- Esirler,
bu şekilde İslam'a davet edilmiş, kalpleri ve niyetleri arındırılmıştı.
71. ayetin ifadesine
ve içerdiği mânâya bakılırsa, ikinci ihtimalin daha geçerli olduğu görülür.
Nitekim, ayetin genel olarak ifade ettiği anlam, esirlerin tümden muhatap
alınmasıdır. Esirlerden bazılarının fidye vererek, bazılarının da karşılıksız
olarak serbest bırakıldıkları nakledilmiş, bunun dışında oların müslüman
olduklarına dair bir rivayet varid olmamıştır. Şu var ki, esirlerin tümü ya da
bir kısmının müslüman olması ve bu şekilde Mekke'ye dönme cesaretini
gösterebilmesi uzak bir ihtimaldir. Nitekim, rivayetlerde esirlerin tümünün
Mekke'ye döndüğü ifade edilmiştir.
Özet
olarak bu ayetlerde, bir kısım esirlerden fidye alıp, bir kısmını da fidyesiz
serbest bıraktıktan sonra esirlere karşı Nebi (s)'nin tasarruf etmesi gereken
Rabbani bir telkin vardır. Peygamber (s)'in bu telkin ile, savaştan el
çekmeleri ve barışa yanaşmaları için ahid almış olması da muhtemeldir. Hatta,
ahidlerine bağlı kalıp, niyetleri iyi olursa Allah'ın rahmet ve mağfiretine
mazhar olacakları müjdesi verilirken, esirlerden bazılarının gizli olarak
müslüman olacaklarına dair ahid vermiş olmaları da mümkündür. Ayrıca, komplo
ve hainlik yapacak olurlarsa, bu Allah'ın azabı ile korkutulmuşlardır. [123]
72- Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah
yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar ve onlar ki, barındırdılar ve yardım
ettiler[124] işte onlar,
birbirlerinin dostudurlar. İnanıp da hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret
edinceye kadar, onların velayetinden size bir şey yoktur (onları korumakla
yükümlü değilsiniz). Fakat dinde yardım isterlerse, yardım etmeniz gerekir.
Yalnız, aranızda andlaşma bulunan bir topluma karşı (yardım etmeniz) olmaz.
Allah, yaptıklarınızı görmektedir.
73- İnkar edenler, birbirlerinin velisidirler.
Eğer bunu yapmazsanız, (mü'minleri bırakıp kafirleri dost tutarsanız) yeryüzünde
fitne ve büyük bir kargaşa oiur.
74- Onlar
ki, inandılar, hicret ettiler. Allah yolunda savaştılar ve onlar ki,
barındırdılar ve yardım ettiler, işte gerçek mü'minler onlardır. Onlar için
bağış ve bol rızık vardır.
75- Onlar ki, sonradan inandılar, hicret ettiler,
sizinle beraber savaştılar, İşte onlar da sizdendir. Rahim sahipleri (kan
akrabaları), Allah'ın Kitabına göre birbirlerine daha yakın dostturlar. Allah
her şeyi bilir.
Bu ayetler,
mü'minlerle kafirler arasındaki ilişkilerin ne düzeyde olacağını açıklamakta
ve gerek mü'minlerin gerekse kafirlerin hem kendi aralarında hem de diğer topluluğa
karşı durumlarını ihtiva etmektedir.
I- Ayetlerin nüzul tertibine göre, iman edip
hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler,
Mekke'den Medine'ye hicret eden Muhacirlerdir. Himaye edip yardım edenler ise
Medineli müslümanlardır. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Aralarındaki
kardeşlik bağı pekişmiştir. Bütün koşullarda yardımlaşir ve birbirlerine destek
olurlar.
II- İman
etmiş olup da Peygamber ve mü'minlerc katılmak için Medine'ye hicret etmeyenlere
gelince, hicret edip mü'minlere katılmadıkları müddetçe Muhacir ve Ensar için
onları himaye ve velayetleri altında bulundurmak vacip değildir. Ancak, dinleri
sebebiyle düşmanlık yapan bir kavme karşı mü'minlerden yardım isterlerse
onları himaye etmek vaciptir. Fakat, bu durumda da düşmanlık yapan kavim ile
müslümanlar arasında bir anlaşma olursa durum değişir ve onları himaye etme
gerekliliği ortadan kalkar. Allah (c), mü'minlerden her birinin ne yaptığından
ve ne yapmak islediğinden haberdardır.
III-
Kafirler de biribirlcrinin
dostlarıdır. Hangi şartlarda olursa olsun onlar ile mü'minler arasında herhangi
bir sevgi ya da bağ sözkonusu değildir. Büyük bir fitne ve fesada sebebiyet
vereceğinden gerçek mü'minlerin bu sınırı aşmaktan kaçınmaları gerekir.
IV- Gerçek iman sahipleri ise, iman edip hicret
eden ve Allah yolunda cihad edenlerle onları himaye eden, onlara yardım eden
Ensardır. Bütün bunlar için Allah katında bir mağfiret ve cömertçe bir nzık
vardır.
V- Bundan sonra iman edip
mü'minlere katılanlar ve onlarla birlikte cihad edenler de gerçek mü'minlerden
sayılarak onların sahip oldukları haklara sahip olurlar. Muha-cir-Ensar
arasında akrabalık ve yakınlık bağları onlar için daha evladır. İşte bu,
Allah'ın kitabında belirttiği hükümdür. Allah (c) her şeyin gereğini bilendir. [125]
İlk etapta, bu
ayetlerle önceki ayetler arasında bir ilginin olmadığı zannedilmektedir. Fakat,
daha dikkatle bakıldığında, bizce, aralarında bir ilginin olduğu görülecektir.
Şöyle ki; Bedir Savaşı Muhacirler ile Ensar arasındaki kardeşliği pekiştirdi.
Çünkü onlar aynı savaşa katılmış ve bu savaşın getirdiği onca şiddetli sosyal
sorumlulukları birlikte gö-ğüsl em işlerdi. Ayrıca bu savaş, Muhacir ve Ensardan
oluşan mü'minlerin düşmanları olan kafirler ile aralarındaki düşmanlığı da
pekiştirdi. Nitekim, Muhacirlerle Mekkeli kafirler arasında akrabalık,
hısımlık, mal ortaklığı gibi bağlar bulunuyordu. İşte ayetler nazil olarak her
iki topluluk arasındaki bağla ilgili hükmü beyan etmiştir. Bu ayetler,
öncekileri nüzul sırasına göre takip ettiğinden ya da mevzu bakımından Enfal
sûresinin ayetlerine uygun olduğundan buraya konulmuştur.
İbn Abbas ve bir kısım
Tabiin'e göre 72 ve 73. ayetlerde geçen velayet (dostluk), tevarüs
(mirasçılık) anlamındadır. Bu görüşe göre; 72. ayet, Peygamber (s)'in kardeş
kıldığı Muhacir ve Ensar arasındaki miras hükmünü belirlemektedir. 73. ayet
ise, mü'min-lerlc kafirler arasında tevarüs olmadığını anlatır.
Müfessirler ise, buradaki
velayetin birliktelik ve yardımlaşma anlamında olduğunu nakletmişIerdir. Bizce,
ayetlerin ifade ettiği anlama göre, bu görüş daha tutarlıdır. 72. ayette
Muhacir ve Ensarın hicret etmeyen mü'minlere karşı tutumları da bu mânâyı güçlendirmektedir.
"Sizden yardım
İsterlerse" ve "yardım etmeniz gerekir" tabirleri, bundan önce
zikri geçen "evliya" (dostlar) ile "velayethum"
(dostlukları) kelimelerinin anlamlarını açıklamaktadır. 73. ayette
emredilenlere aykırı davranmak suretiyle, mü'minler ve kafirler arasında
dostluk bağı oluşmasının, büyük bir fitne ve fesada sebebiyet vereceği anlatılmakta
ve bu mânâ, yukarıdaki anlamı pekiştirmektedir. Netice olarak, mü'minler arasındaki
velayet yani dostluk, onlar arasındaki miras bağı şeklinde değil, birliktelik
ve yardımlaşma şeklindedir.
72. ayette hicret
etmeyen mü'minlerden bahsedilmiş ve onların Mekke'de olduklarına işaret
edilmiştir. Mekke'de İman etmiş olup hicret etmeyen bu mü'min topluluğa, başka
sûrelerde de değinilmiştir. Bütün bu değinilerden anlaşılmaktadır ki, bu
topluluktan bazıları hicret etmeye güç bulamamış veya hicret etmelerine engel
olunmuş, bazıları da imanlarını gizlemişlerdir. Nitekim, Nisa sûresi 75. ayette
şöyle buyrulmuştur: "Size ne oluyor da, Allah yolunda ve 'Rabbimiz! bizi
halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize katından bir sahip, bir yardımcı
gönder' diyen erkek, kadın ve çocuklar uğruna savaşmıyorsunuz..." Yine
aynı sûrenin 98 ve 99. ayetlerinde de şöyle buyruluyor: "Yalnız hiçbir
çareye gücü yetmeyen ve göç için yol bulamayan, gerçekten zayıf erkekler,
kadınlar ve çocuklar hariç. Çünkü Allah'ın onları affetmesi umulur. Allah, çok
affeden, çok bağışlayandır." Fetih sûresinin 25. ayetinde ise: "Eğer
orada, kendilerini bilmediğiniz için tepeleyeceğiniz ve bilmeyerek
tepelemenizden ötürü, kendileri yüzünden kınanacağınız inanmış erkekler ve
inanmış kadınlar olmasaydı..." Hicret etmeyenlerin bir kısmı da,
mazeretleri olmadığı halde hicret etmemiş ve Nisa sûresinin 97. ayetinde bunlar
hakkında şöyle buyrulmuştur: "Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını
alırken melekler: Ne işte idiniz, dediler. Biz yer yüzünde zayıf bırakılmıştık,
diye cevap verdiler. Melekler dediler ki: Allah'ın arzı geniş değil miydi ki,
onda göç edeydiniz. İşte onların durağı cehennemdir. Ne kötü bir gidiş yeridir
orası!"
72. ayette, hicret
etmeyenleri kınayıcı bir üslup kullanılmıştır. Nisa sûresinin 97. ayetinde ise
daha sert bir üslupla mazereti olmaksızın hicret etmeyenler kınanmıştır. Bu
yüzden, gerek Muhacire, gerekse Ensara, onlara -sınırlı bir alan dışında-
yardım etmek vacip kılınmamıştır. "Eğer din konusunda sizden yardım
isterlerse" tabiriyle, ancak dini özgürlükleri sözkonusu olduğunda onlara
yardım etmek gerekiyor. Zira, burada sözkonusu olan şey, Allah ve O'nun
dinidir. Allah'ın dini sözkonusu olduğunda da sınırlı bir yardım vacip olur.
Çünkü, aralarında anlaşma ve barış olan bir kavme karşı onlara bu yardım
yapılmaz. Mazeretleri olmaksızın hicret etmeyenlerin, dünyevi ve ailevi
problemleri ile ilgili meselelerde ise, müslümanlann onlara yardım etmeleri
vacip değildir.
Buhari, Müslim, İbn
Hanbel ve sünen sahiplerinin rivayet ettiği bir hadiste şunlar yer alıyor:
"Fetih'ten sonra hicret yoktur. Fetihten sonraki hicret ancak, niyet ve
ci-had'dır. Eğer sizi cihada çağırırlarsa koşun." Bu hadisten anlaşılıyor
ki, ayetteki kınama, fetihten Önce hicret etmeye güçleri olduğu halde,
fedakarlık edip kardeşlerine katılmayarak, küfür ve zulüm diyarında kalmayı
yeğleyenlere yönelik bir kınamadır.
Bununla birlikte 72.
ayet, her zaman geçerli olacak bir telkinde bulunuyor ve zulmün, isyanın
olduğu bir beldede, müslümanlann zulme rıza göstererek kalmalarını yasaklıyor,
güç yetirebildikleri taktirde, kardeşlerinin bulunduğu ve kardeşleriyle
birlikte gerek sıkıntı, gerekse genişlikte zulmü ortadan kaldırmak için
birlikte olabilecekleri bir mekana hicret etmelerini öngörüyor.
Ayette, üstün hikmetli
bir başka telkin daha bulunuyor. Bu telkin, başka yerlerde bulunan diğer
müslümanlann zaferlerine engel olsa bile, müslümanlann, antlaşmalarına sadık
kalmalarını gerekli kılmaktadır. Kaldı kî, müslümanlarla gayr-ı müslimler
arasındaki bu antlaşma, gayr-ı müslimlerin yanında bulunan müslümanlann
hürriyetlerinin kısıtlanması anlamına gelmez. Çünkü, ayette sadece anlaşmanın
bozulmaması öğütlenmiş, yardım istedikleri zaman başka yerlerdeki müslümanlann
yardımına koşmak da bir gereklilik olarak zikredilmiştir.
73. ayette güçlü ve
şiddetli bir ifade kullanılmıştır. Ayetin indiği dönemde, Kureyşli müslümanlar
ile kafirler, adeta birbirlerine girmiş bir vaziyette yaşıyorlardı. Yine, müslümanlarla
kafirler arasında şiddetli bir düşmanlık belirmişti. Dolayısıyla küçük bir taviz
ve müsamaha, müslümanlann maslahatını tehdid edecek şiddetli tehlikelere ve büyük
bir fitneye sebep olabilirdi. Bu ayette olduğu gibi, benzeri ayetlerde de aynı
üslup kullanılmıştır. Nitekim, Mücadele sûresinin 22. ayetinde şöyle
buyuruluyor: "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin babalan,
oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Rasulü'ne düşman
olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. Allah, onların kalplerine iman yazmış ve
onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan
cennetlere sokacak, orada ebedi kalacaklardır. Allah, onlardan razı olmuş,
onlar da O'dan razı olmuşlardır. İşte onlar, bizbullahtır. Muhakkak ki,
başarıya ulaşacak olanlar hizbullahtır." Tevbe sûresinin 23 ayetinde ise:
"Ey iman edenler, eğer İmana karşı küfrü seviyorlarsa babalarınızı ve
kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli tanırsa işte zalimler
onlardır" buyrulmaktadır.
72-73. ayetler ile
birlikte bu ayette, müslümanlann aralarındaki soy farklılıklarına rağmen bir
araya getiren İslami vahdet (İslam birliği) vurgulanmış, bu vahdet anlayışının;
kabile, ırk, soy üstünlüğü fikrinin yerine koyulması gerektiği belirtilmiştir.
Nitekim, İslam'dan önce Araplar arasında hayata, bu değerler yön veriyor ve
doğal olarak düşmanlık, kabile savaşları en basit nedenlerle bile ortaya
çıkabiliyordu. İşte, ayetlerde, nefsin isyanını önleyen; şahsi, ailevi,
kabilevi değer yargılarının tesirini engelleyen yüce, ölümsüz bir telkin
çıkıyor karşımıza...
73. ayette,
yardımlaşma ve dostluk hakkında yapılan şiddetli uyarı; öncelikle, müslümanlar
ile kafirler arasında herhangi bir savaş ve düşmanlık sözkonusu olduğu zamanlarda
sozkonusudur. Ancak, Kur'an'da birçok ayet, müslümanlar ile diğer topluluklar
arasında barış ve hoşgörü olması ifade edilmiş, aralarında anlaşma yaptıkları
topluluklar, anlaşmayı bozmadıkları sürece, mü'minlerin de anlaşmayı
bozmamaları cmredilmistir. Bu duruma Bakara sûresinde de değinilmiştir.
Nitekim, Mümtehine sûresinin 8-9. ayet-i kerimelerinde şöyle buyuruluyor:
"Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan
çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan menetmez. Çünkü,
Allah, adalet yapanları sever." "Allah sizi ancak din hususunda
sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım eden
kimselerle dost olmaktan men eder. Kim onlarla dost olursa işte zalimler
onlardır."
74. ayetin içerdiği
uyarı, çok güçlü ve yücedir. İman edip hicret eden, Allah yolunda tereddütsüz
cihad edenler, Muhacirlere kucak açıp yardım eden, onlarla dayanışan, nefislerini
dizginleyen, dayanışmadan kaçınmayanlar gerçekten birbirlerinin velisi, mü'min
ve Allah'ın nzasına layık olanlardır. Bu ayet görüldüğü gibi sürekli devam edecek
yüce imani, içtihadi, ve nefsi telakkiler içermektedir. 75. ayetin birinci
bölümünde Peygaber'den sonra hicret eden, cihad eden mü'min, önde gelen
mücahid, muhacir, as-hab grubuna katılmaya kapı aralamaktadır.
"Muhacirlerden ve Ensardan öne geçenler ile bunlara güzelce tabi
olanlardan Allah razı olmuştur..." (Tevbe, 100) ayetinde geçen
"onlara güzelce tabi olanlar" cümlesinde müslümanlar arasında
kardeşliği güçlendiren, bazısı bazısından geri kalsa da cihad, iman, hicret,
iman üzere onlan tevhid sahasında birleştiren yüce bir telkin bulunmaktadır.
Böylece hoşgörü, samimiyet ve kötü mazinin unutulmasıyla birbirlerine
bağlamırlar. Bu yüce telkinin bütün şartlarda sürekliliği anlaşılmaktadır.
Tevbe sûresinin 11. ayeti de değişik bir üslupla bu anlamı güçlen-dirmehedir:
"Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar ve zekatı verirlerse dinde sizin
kar-deşlerinizlerdir. Bilen bir kavim için ayetleri böyle açıklıyoruz."
Hepsinin müslüman olma durumunda akrabalık bağlarını 75. ayetin ikinci bölümü
düzenler. Tabii olarak birbirlerine mirasçı kılar. Bu ayet; Buhari, Müslim,
Tirmizİ'de geçen Hz. Peygamber'in "Müslüman kafire, kafir de müslümana
mirasçı olmaz" [126]
hadisinin açıkladığı gibi müslümanlarla kafirler arasında mirasçı olmayı
yasaklar. Aynı şekilde sünen sahipleri de "I-ki millet (kafir- müslüman)
hiçbir şekilde birbirlerine mirasçı olamaz"[127]
hadisini rivayet etmektedirler. Müfessirler[128] bu
ayetin öncekilerden sonra inmesi hasebiyle Ensar ve Muhacirlerden kardeşler
arasındaki mirası neshettiğini rivayet ederler. Muhtemeldir ki, ayetin sonra
inmiş olması, müslümanlara sonradan katılan mücahit, Muhacirleri öncekilerle
objektif şekilde eşitlemeyle alakalı bir hüküm içermesindendir. Müfessirlerin
neshin varlığıyla ilgili çıkarımları bizi tatmin etmemektedir. Biz ayetin
Muhacir ve Ensardan kardeşler arasındaki mirastan çok, aralarındaki
yardımlaşma ve dayanışmayı içerdiğini düşünüyoruz.
Ardarda
gelen 72 ve 73. ayetler şiddetli bir üslupla kan ve akrabalık bağı dolayısıyla
müminlerin kafirleri veli edinmelerini veya önceden var olan bağları devam
ettirmelerini yasaklamaktadır. 75. ayel ise kafirlerden sonra inanıp
muhacirlere katılan ve onlarla birlikle cihad edenlerin hükmünü açıklamak için
gelmiştir. Sonradan inanlar öncekilerin konumundadırlar. Bu ayet geçmiş
yasaklan onlardan kaldırmaktadır. Hepsi müslüman olduktan sonra öncekilerle
sonrakiler arasındaki akrabalık bağlan bilinen sorumluluk ve hukuka yeniden
dayanmıştır. Bu açıklamalar, ayetin önceki üç ayetle beraber indiğini ve konu
bütünlüğüne sahip olduğunu söylememize imkan vermektedir. [129]
[1] Bkz. Sİrefür-Resul adlı eserimiz, c. 2, s. 9.
[2] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/325-326.
[3] El-enfal Hak edilenin fazlası anlamına gelen
"neflun" kelime-326 sinin çoğuludur. Farz ve vacip olmayan namazlara
da nafile "nevafılu" denilir. Savaş bineği, silah ve mühimmata da bu
İsim verilmiştir. Savaş ganimetleri demektir. Rivayet edilen bir hadiste Nebi
(s) ashabını, Mekke'ye gitmekte olan Kureyş kervanı üzerine gönderdiğinde
şöyle demiştir: ''Kervanın üzerine gidin. Umulur ki Allah infalde
bulunur" Görülüyor ki, infal tabiri Allah'ın müslümanlara verdiği bağış
mânâsında kullanılmıştır.
[4] Zate beynikum İç aleminiz, nefislerinizin sırlan
mânâsın-dadır.
[5] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresİ, Kasımi ve
Zemahşeri, ayrıca bkz. İbn Hişam, c. 2, s. 242 ve 324.
[6] Kasımi Tefsiri.
[7] Kasımi Tefsiri.
[8] A.g.e.
[9] A.g.e.
[10] Hazin, Beğavi
[11] Bkz. Hâzin Tefsiri.
[12] A.g.e.
[13] Tac, C. 1, s. 22-23.
[14] A.g.e.
[15] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/327-330.
[16] Kema ehraceke Rabbin seni evinden çıkardığı zaman.
Müfessirler burada, ganimetler hususunda olduğu gibi çıkışta da Nebi (s) ile
onların tartışmalarına işaret edilerek bir atıf yapıldığını söylemişlerdir.
[17] Gayra zatişşevke Kuvvetsiz olan, süahsız olan.
[18] Mûrdifıne Birbiri ardınca.
[19] Riczeşşeytan Şeytanın vesvesesi mânâsında.
[20] Şekva Karşı gelme ve zorluk çıkarma anlamında
[21] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/332.
[22] Tabakat-ı İbn Sa'd, c. 3, s: 57. Taberi, Kureyş'ten
Öldürülenlerin 44 kişi olduklarını esir alınanların da yaklaşık bu kadar
olduğunu tarihinde zikreder. Bkz. Taberi, c. 2, s. 157.
[23] Tac, c. 4, s. 232.
[24] Tac, c. 4, s. 365-366.
[25] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/333-335.
[26] Fela Tuveluhumul edbar Düşmana arkanızı dönüp o-nun
önünden kaçmayın.
[27] Muteharrifen likital Harp hareketleri ve savaş
metotlarından biri.
[28] Mütehayyizen ilafietin Bir topluluğa yardım amacı ile
katılmak.
[29] Va li yebliyel mü'minine minhu betaen hasetten
Mü'minlerİ güzel bir imtihanla denemek için.
[30] İn testeftihu Eğer siz fetih ya da zafer istiyorsanız.
Yahut eğer siz Allah'ın hükmünü istiyorsanız mânâsında. Çünkü, bazı ayetlerde
fetih kelimesi hüküm anlamında kullanılmıştır. Nitekim Araf Sûresi'nde bu anlamda
kullanılmıştır. "Rabbİmiz, bizimle bu kavmimiz arasında fetih (hüküm)
ver."
[31] Taberİ, Bağavi, İbn Kesir, Hazin, Ayrıca bkz. İbn
Hişam, Bedir savaşı ile İlgili kısım.
[32] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/337-339.
[33] El-fıtne Burada fesat, çekişme ve aykırılık
anlammadir.
[34] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/340-341.
[35] Tabresi, Mecma-ul Beyan.
[36] Taberİ, Hazin, İbn Kesir.
[37] Tabresi.
[38] Taberi, Hazin.
[39] Tabresi, Hazin,Taberi, Bağavi, İbn Kesir, Zemahşeri.
[40] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi.
[41] Tabresi.
[42] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/341-343.
[43] Fiîneîûn Burada imtihan, sınama ya da günaha teşvik
etme ve inhiraf anlamındadır.
[44] Furkanen Hidayet, zafer, yardım veya hak ile batılı
ayırabilecek kabiliyet mânâsındadır.
[45] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/344.
[46] Bkz. Beğavl Tefsiri.
[47] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/344-346.
[48] Liyusbitûke Bağlayıp hapsetmekiçin.
[49] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/347.
[50] Bkz. Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi ve
Zemahşerİ. Suyuti El-İtkan'ında tabiin ulemasından Mukatii'in bu ayetlerin
Mekki olduğunu rivayet ettiğini söyler.
[51] Taberi, Tabresi, Hazin, İbn Kesir, Beğavi
[52] Taberi, Beğavr, Hazin, İbn Kesir.
[53] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/347-349.
[54] Mükaen Islık çalmak.
[55] Tasdiye Eli çırpmak.
[56] Beğavi, Hazin, Taberi.
[57] İbn Kesir, Taberi, Beğavi ve Hazin.
[58] Bkz. Ömer bin Hattab Tarihi, İbn Kayyım el-Cevzi, s.
13.
[59] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/350-352.
[60] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/353.
[61] Yevme'l-Furkan Burada Allah'ın mü'minlere müyesser kıldığı
zafer günü anlamındadır. Nitekim, bu zafer ile Hak ehli ve Batıl ehli birbirinden
ayrılmıştır.
[62] El-Udve Burada kastedilen vadinin bir kenarı ya da
geçit yeridir.
[63] Ed-Dünya Yakın taraf. Burada Medine bölgesine yakın
taraf anlamında.
[64] El-Kusva Uzak taraf. Yani, Mekke tarafı.
[65] Er-Rekbu Burada, Kureyş ordusu anlamında.
[66] Feşiltum Zayıf düşüp, zelil olurdunuz.
[67] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/355.
[68] Tac, c. 4, s. 335-338. Birinci hadisi Ebu Davud,
ikincisini Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Nesaı, üçüncüsünü de Buhari, Müslim,
Ebu Davud rivayet etmiştir.
[69] Jbn Kesir.
[70] A.g.e.
[71] Tac, c. 4, s. 338.
[72] A.g.e. c. 2, s. 31.
[73] Beğavi
[74] Taberi, Beğavi, Hazin ve İbn Kesir.
[75] El-İmametü ve's-Siyase, Tarİhül- Hulefa, İbn Kuteybe,
c. 1, s. 13. Ayrıca bkz.Ebu Bekir-İ Sıddık, Tanta-Vİ, s. 170.
[76] Taberi, Beğavi, İbn Kesir. Hazin ve Tarihü Ömer bin
el-Hattab, İbn Kayyım el Cevziyye, s. 108 ve sonrası.
[77] İbn Hişam, c. 2, s.269 ve 364. Ayrıca, Bkz. Taberi,
İbn Kesir.
[78] İbn Hişam, c. 2, s. 259-260.
[79] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/
[80] Tezhebe rihukum Devletiniz ve hakimiyetiniz elden gider.
Uygun bir şekilde esen rüzgarın değişmesine benzetme yapılmaktadır.
[81] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/362.
[82] Tezhebe rihukum Devletiniz ve hakimiyetiniz elden gider.
Uygun bir şekilde esen rüzgarın değişmesine benzetme yapılmaktadır.
[83] İbn HIşam, c. 2, s.257-258, Ayrıca Bkz. İbn Kesir,
Beğavi, Hazin, Taberi.
[84] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/362-363.
[85] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/364-365.
[86] Beğavi.
[87] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/365-366.
[88] Teskafennehum Onları yakalarsan, onları elde edersen
ya da onları mağlup edersen.
[89] Fe şerrid bihim men halfehum Korkut ve destekçilerini
dağıt.
[90] Fenbiz ileyhim ala's - seva Sende aynı şekilde onlara
davran. Müfessirlerin ekserisi bu cümleyi şöyle yorumlamışlardır. Anlaşma
yaptığın topluluktan, anlaşmayı bozmaları yönünde bir emmare görürsen sende
tuzağa düşmüş olmamak için aynı şekilde davran ve anlaşmayı boz.
[91] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/367.
[92] Taberi, Beğavi, Hazin, Tabresi, İbn Kesir.
[93] A.g.e.
[94] İbnHişam, C:2, s.119-122.
[95] İbn Hişam, c. 2, s.429.
[96] A.g.e., Ayrıca Bkz. Tabakat-ı İbn Sa'd, C:3, s.67-68.
[97] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/367-369.
[98] Ribatu'l-hayl Savaş için donatılmış atlar.
[99] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/369.
[100] Ibn Kesir, Beğavi.
[101] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/370.
[102] Cenaha Meyletti mânâsında.
[103] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/371.
[104] İbn Hişam, c. 2, s. 38
[105] İbnKesir.Taberi, Tabresi
.
[106] A.g.e.
[107] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/371-373.
[108] Hasbukellahu ve men itteheake mine!-mü'minin Bazı
müfessirler, "Allah sana ve sana tabi olan mü'minlere yeter" şeklinde
tefsir etmiş, bazıları ise "Allah ve sana tabi olan mü'minler,
sana yeter." Her
iki mânâ da tutarlıdır. Ancak bize göre ikincisi daha doğrudur. Çünkü 62.
ayette bu mânâya delalet vardır. Ayette; "Odur, seni ve mü'minleri
yardımıyla destekleyen" buyrulmuştur.
[109] Alîme enne fikum da'fen Bazıları "da'fen"
(zayıflık) kelimesini duafâc (zayıflar) şeklinde okumuştur54. Her iki
şekilde de mânâ değişmez.
Alîme enne fikum da'fen
Bazıları "da'fen" (zayıflık) kelimesini duafâc (zayıflar) şeklinde
okumuştur. Her iki
şekilde de mânâ
değişmez.
[110] Taberi, Beğavi
[111] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/374.
[112] A.g.e.
[113] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir.
[114] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/374-375.
[115] Hatte yüshine Ta ki kuvvetlensin, güç bulsun ve
yeryüzünde yerleşsin mânâsında.
[116] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/375-376.
[117] Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Tirmizi, bu hadisi sahih
senedie rivayet etmiştir. Bkz.Tac, c. 4, 5. 111, Tefsir bölümü.
[118] Taberi, Beğavi, İbn Kesir. Tirmizi bu hadisi sahih
senetle rivayet etmiştir. Bkz. Tac, c. 4, s.111.
[119] İbn Hişam, c. 2, s. 269-99. Ayrıca bkz. Taberi,
Beğavi, Hazin, İbn Kesir.
[120] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/376-378.
[121] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/379.
[122] Taberi, Beğavi, Hazin ve İbn Kesir.
[123] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/379-380.
[124] Ellezine avevve nasarû Rasulullah (s)'ın Medine-li
Ensanndan kinayedir. Çünkü Ensar Peygamber ve Muhacirlere kucak açmış ve
onlara yardım etmişlerdi.
[125] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/381-382.
[126] Bkz. et-Tac, c. 2, sh. 229
[127] A.g.e
[128] Bkz. Taberi, Beğavi ve İbn Kesir
[129] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
5/382-386.