- 8 -
ENFÂL SÛRESİ
Mushaf’taki
sıralamaya göre 8, nüzûl sıralamasına göre 88, esseb’ut tıval kısmının da 7
sûresi olan Enfâl sûresinin âyetleri 75 olup Medine’de nâzil olmuştur.
“Rahmân ve Rahîm olan
Allah'ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin
Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile
halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi
işitensin, her şeyi bilensin.
Bedir savaşını, savaş sonrası ganîmetlerin
taksimi konusunda Müslümanlar arasında çıkan bir tartışmayı konu ederek söze başlayan
bir sûreyi tanımaya başlayacağız. Bu sûrede savaşı, barışı, savaş ve barışın
yasalarını, savaşta Allah’ın müminlere desteğini, takvayı, sabrı, gerek savaş
esnasında gerekse hayatın her bir alanında Allah ve Resulüne mutlak itaati,
savaş ganîmetlerinin paylaşım problemlerinin çözümünü çok net ve açık olarak
göreceğiz, öğreneceğiz.
İman küfür savaşlarının tamamının
Allah’ın elinde olduğunu, savaşların sonucunun belli olduğunu, galibiyetin
Allah’ın yardımına ve desteğine bağlı olduğunu çok açık ve net bir biçimde
anlayacağız. İslâm’ın savaşlarının hedefinin çok net bir biçimde ortaya
konulduğuna şâhit olacağız.
Yine savaşların alt yapısında
akidenin, dinin rolünü öğreneceğiz. Gerek savaş esnasında, gerek savaş öncesi
ve sonrasında ruhlardaki, zihinlerdeki duygulara, niyetlere şâhit olacağız.
Kâfirler karşısında Allah desteğindeki mü’minlerin güçlerinin oranlanmasını öğreneceğiz.
Bunun gibi daha pek çok konunun anlatıldığı Enfâl sû-resinin ilk âyetini tanımaya
başlayalım.
1. “Ey Muhammed! Sana ganîmetlere ait soru sorarlar, de
ki: Ganîmetler Allah'ın ve Peygamberindir. İnanıyorsanız Allah'tan sakının,
aranızdaki münâsebetleri düzeltin, Allah'a ve Peygamberine itaat edin.”
Sana Enfâl’ı soruyorlar, de ki o
Allah ve Resulü içindir. Evet Bedir savaşı sonrasında ganîmetlerin taksimi konusunda
bir problem çıkmıştı. Bedir savaşı Müslümanların ilk savaşıydı. Onun içindir ki
sa-vaş hakkında ve savaşta elde edilen ganîmetler konusunda Müslümanların fazla
bilgileri yoktu. Bu konuda açık talimatlara ihtiyaç vardı. İslâm’ı kabul etmiş
olmalarına rağmen Müslümanlar hâlâ üzerlerinde cahilliye kalıntıları
taşıyorlardı. İşte Bedir savaşı sonunda herkes önceden olduğu gibi ellerine
geçirdikleri ganîmetlerin kendilerine ait olduğunu iddia ediyorlardı.
Müslümanlar arasında düşmanı takip ettikleri için ganîmet elde edemeyenler ise
o mallarda bizim de hakkımız var diyorlardı. İşte Rabbimiz sûreye bu problemin
gündemiyle başlar.
Peygamberim,
sana ganîmetlerden sorarlar. Ne yapacağız? Nasıl paylaşacağız? Kim ne kadar
alacak? Burada Rabbimiz onlar Allah ve Resulüne aittir buyururken ilerde bunun
yasasını açık bir şekilde ortaya koyacaktır. Bir de dikkat ederseniz burada
ganîmet kelimesi yerine Enfâl yâni lütuf ve nîmet anlamına gelen bir kelimenin
kullanılışı calibi dikkattir. Sanki Rabbimiz bununla şunu hatırlatıyordu:
Ey Müslümanlar, söyleyin sizler
şu anda Allah’ın lütfettiği nî-metler konusunda mı tartışıyorsunuz? Eğer bunlar
Rabbinizin size bir lütfu keremiyse, o zaman size ne oluyor ki onların
paylaşımı konu-sunda Allah’ın hükmünü bilmeden hak iddiasında bulunuyorsunuz?
İyi bilin ki onların paylaşımı konusunda karar onları size lütfeden Allah’a aittir.
Şunu da çok iyi bilesiniz ki sizin savaşınızın hedefi bu ganîmetlere ulaşmak
değildir. Sizler Allah için, yeryüzünde Allah’ın iradesini hakim kılmak, insanları
diriltmek, insanları cennete ulaştırmak için savaşan insanlarsınız.
Allah’tan
korkun. Allah’a karşı takvalı olun. Hayatınızı Allah için yaşayın. Allah
yasalarıyla hareket edin. Unutmayın ki bu iş Al-lah’a ve Onun vahyine tâbi olan,
Allah talimatlarıyla hareket eden Resulüne aittir. Peygamber, Rabbi kendisine
nasıl buyurmuşsa, nasıl yol göstermişse Enfâl öylece paylaşılacaktır. Sizler bu
malları nasıl paylaşacağınızın derdinde değil Allah ve Resulüne nasıl tâbi olacağınızın
peşinde olun. Allah’a karşı nasıl takvalı olacağınızın peşinde olun.
Ve aralarınızı da düzeltin. Ümmet
arasında vahdeti, salahı gerçekleştirin. Müslümanların birbirlerine bakışı,
birbirleriyle ilişkisi Allah’ın istediği gibi değilse, ganîmet duygusu, menfaat
duygusu ön plana çıkmışsa, Allah ve Resulüne itaat ve kardeşlikleri zedelenmişse,
takva yıpratılmışsa bu yapılan şeyin adı da cihad olmaktan çıkmış demektir.
Müslümanlar arasındaki saflar pekişmemişse, gönüller, kalpler, kafalar,
düşünceler bir değilse bunun adına cihad denmez.
Öyleyse sizler önce aranızdaki,
saflarınızdaki, kalplerinizdeki açıklıkları gidermeye, saflarınızdaki
boşlukları doldurmaya, ihtilâflarınızı gidermeye, durumunuzu düzeltmeye bakın.
Bunu başarırsanız aranızda ganîmetlerin paylaşımı da kolay olacaktır. O zaman
kardeşine fazlası gittiği zaman, sana kötüsü geldiği zaman hiç fark etmeyecektir.
Çünkü onun da senden bir parça olduğunu düşünecek, bunu çok rahatlıkla kabul
edeceksiniz. Zayıfların, fakirlerin zaten korunduğu bir toplumda bu konuda hiç
bir problem çıkmayacaktır. Onun için siz önce aranızı ıslah etmeye bakın.
Birbirinize kardeşler olarak sıkı sıkıya bağlı bir ümmet olmaya ve her konuda
Allah ve Resulüne itaat eder mü’minler olmaya bakın. Eğer gerçekten mü’minler
iseniz, gerçekten Allah’a, cennete, Allah’ın sizlere vaadettiği mükâfatlara
iman ediyorsanız.
2,3. “İnananlar ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman
kalpleri titrer, âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır. Ve
Rablerine güvenirler; namaz kılarlar; kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli
yerince sarf ederler.”
Mü’minlerin, gerçek mü’minlerin
özelliklerinin açıklandığı bir âyet. Gerçekten inanmış, tam anlamıyla iman
etmiş, emniyet ve güvenlik içine girmiş, Rabbiyle tam bir diyalog halinde, rıza
halinde olan, Allah’tan ve Ondan gelenlerin tümünden razı olmuş mü’minlerin özellikleri
şunlardır:
Allah
anıldığı zaman, Allah’ın esmâsından birisi gündeme gel-diği zaman, veya ef’ali,
fiilleri, sıfatları, âyetleri gündeme getirildiği zaman, en büyük olarak Allah
gündeme getirildiği zaman, Rab olarak, İlâh olarak, Melik olarak, Rahmân olarak
gündeme getirildiği zaman kalpleri titreyen, kalplerinde bir hareket, bir
depreniş, bir heyecan, bir arzu, bir saygı meydana gelen kimselerdir onlar.
Evet
kalpler ancak Kur’an’la mutmain olur. Ancak Kur’an’la itminan bulur, ancak
onunla yatışır ve sükûnete kavuşur. Çünkü kalp Allah’ın âyetlerini duydukça,
tanıdıkça şüphe ve tereddütlerden kurtulup doyuma ve itminana ulaşacaktır.
Demek ki
Allah’ın âyetleri okundukça, âyetlerle karşı karşıya geldikçe mü'minlerin
kalpleri coşar, taşar, sanki kabına sığmaz hale gelir. Bu âyetin bize
anlattığına göre kalplerin itminana kavuşmasının birinci yolu elimizdeki şu
Kur’an âyetleridir. Bunun bir ikinci yolu da yine kitabımızın Bakara sûresinin
beyanıyla meşhut âyetlerle olacaktır. Rabbimizin kâinata serpiştirdiği görsel
âyetlerini gördükçe kalpler doyuma ulaşacaktır.
Allah’ın
âyetleri kendilerine tilâvet olunduğu, duyurulduğu, izlettirildiği zaman
onların imanları artar. Gerek Allah’ın şu elimdeki kitabının âyetlerini
okuyarak izlediği, veya gerekse âyetleri okuyan bir Müslüman kardeşinin kendisine
duyurmasıyla izlediği zaman onların mânâsına nüfuz ederek, Rabbinin kendisinden
istediklerinin bilincine ererek, farkına vararak dinlerler. İşte böyle ne
dendiğini, ne istendiğini anlamaya, kavramaya çalışarak izleme onların
imanlarını artırır. Çünkü böyle âyetler üzerinde kafa yorarak izleyenler
görürler ve anlarlar ki tüm kâinatta Allah yasaları uygulanmaktadır. Çevrelerinde
cereyan eden tüm hadiselerde bu Allah yasalarının uygulandığını gören mü’-minlerin
imanları artacaktır.
İman
aslında kalbin işidir. Ve iman için kişi Kur’an bilmek zo-rundadır. Önce
bilecek kişi, inanacak ve sonra da onu amel haline getirecek. Bilmeden
inanılmadığı gibi inanmadan da yapılmaz. Neye inanıyoruz? Bunu bileceğiz.
Meselâ benim kaç tane sâlih amelim var-sa o kadar imanım var demektir. Meselâ
benim yirmi tane sâlih amelim varsa yirmi tane imanım var demektir. Bunu çoğalttıkça
benim imanım da çoğalacaktır. Öyleyse kitaptan iman birimlerini çoğaltmak, yâni
tanıdığımız her bir âyetle imanlarımızı çoğaltmak ve buna oranla da sâlih
amellerimizi çoğaltmak zorundayız.
Evet
Allah’ın iman birimi âyetlerini tanıdıkça, öğrendikçe ki-şinin imanı
artacaktır. Yâni Kur’an’da her bir iman konusu gündeme geldikçe bunu öğrenip
iman eden mü’minlerin imanları, iman konuları artıverir. Öğrendiği her bir âyet
karşısında Allah demişse doğrudur, Allah ne demişse kabulümdür diyerek Allah’ın
âyetleriyle tanıştıkça kendisini, hayatını, bakışını, düşüncesini değiştiren
kişinin imanı artacaktır. Zira her bir yeni âyeti tanıyıp inandıkça müminlerin
imanları artmaktadır. Çünkü mü’min durağan değildir. Mümin sürekli imana,
teslimiyete doğru bir gelişim içindedir. Öğrendiği her bir yeni âyete imanla,
mü’minler taklitten çıkıp tahkike ulaşırlar.
Meselâ eğer şu ana kadar bu
sûreyi bilmiyorsak şimdi iki âyet öğrendik, iman ettik ve iki âyetlik bir iman
artışımız oldu, ya da iki iman birimi daha kazandık demektir. Öyleyse her yeni
âyete inandıkça bir iman birimimiz daha oluyor demektir. O halde bizler de
bugün Rabbimizin âyetlerini tanıyarak iman birimlerimizi artırmak zorundayız.
(Dinleyiciler arasından imanın
artıp eksilmesiyle ilgili bir hadis soruldu.)
Ben aslında burada bu konuya girmek
istemiyordum, ama arkadaşın sorusuna binaen birkaç söz
söyleyelim inşallah: İman taat ve ibadetle artar, isyan ile de azalır. Selef
âlimlerimiz bu konuda ittifak etmişlerdir. Kur’an’da imanın artmasına işte bu
âyet delil gösterilmiştir. İbni Mübârek azalıp çoğalma ifadesi yerine üstünlük,
kuvvetlilik ve zayıflık ifadesini kullanmıştır. İman için sadece dil ile ikrar
ve kalp ile tasdikin yeterli olmadığını, aynı zamanda amellerle bizzat ortaya
konarak gösterilmesi gerektiğini söyleyenler de olmuştur. Âlimlerimizden
kimileri; imanın ameller cihetinden ziyadeleşmesi asr-ı saadete mahsustur. Zira
asr-ı saadette İslâm ahkâmı yeni nâzil oluyordu. Her yeni gelen hükme inandıkça
mü’minlerin imanları ziyadeleşiyordu. Ama devri saadetten sonra, yâni ahkâm
tamamlandıktan sonra imanın ziyadeleşmesi artık mümkün değildir demişlerdir.
Kimileri; iman adına söz konusu olan bu artış kemiyet itibariyle değil,
keyfiyet itibariyledir derken, Fahrettin Râzî gibi kimi âlimlerimiz de; insan
fıtraten zaten mü’min olarak doğar. Buna imanî fıtrî denir ve bu iman buluğ çağına
kadar sürer. Bu çağdan sonra kişi iman-i istidlâlî ile Allah’ın varlığına,
birliğine, peygamberine iman eder. İşte imanda ziyadeleşme budur der. Tıpkı;
“ya Rabbi, ölüleri nasıl dirilttiğini görmek isti-yorum” diyen İbrahim
aleyhisselâmın imanı gibi. Biz biliyoruz ki İbrahim aleyhisselâmın imanı tamdı,
eksiksizdi. Onun imanı kendisine tâ-bi olanların tamamının imanından üstündü.
Ama o Allah’tan imanı ko-nusunda daha da kemal istedi. İşlerin zuhurunu görerek
imanına kuvvet kazandırmak istedi.
İşte
ben meseleye bu yönden bakıyorum. Bu artma ve eksilmeyi İmanın eylemi ve
aksiyonu olan amel açısından anlıyorum. Çünkü bakıyoruz meselâ nehy-i
anil’münker hadisinde de aynı konu anlatılıyor. Hani; “sizden biriniz bir
münker görürse onu eliyle düzeltsin, eğer buna gücü yetmezse diliyle, ona da
gücü yetmezse kalbiyle düzeltsin” buyuruluyordu ya. İşte anlıyoruz ki birinin
imanı güçlüdür. Derhal bu iman onu elle müdahaleye zorluyor. Güçlü olan imanı
bu şekilde tezahür ediyor. Yani iman hemen aktif hale geliyor. Kalpte, batında
iman ne ise zahirde de amel o ölçüde kendini gösteriyor. Ötekisinin imanı bu
birinciye nispetle daha zayıf ki ancak dilini hareket ettirebiliyor. Ancak o
kadar bir aktivite gösterebiliyor.
Yine
kitabımızda ashab-ı sebt’in durumuna baktığımız zaman aynı durumu
görebiliyoruz. Cumartesi günü balık tutma yasağını çiğneyen toplum üç grup
oluyor. Bu konuyu A’râf sûresinde uzunca anlattık.
1-
Yasağa uymayarak balık tutmaya devam edenler.
2-
Cumartesi yasağına riayet edip, balık tutmaya gitmeyen, ancak bunu sadece kendi
şahıslarında uygulayabilen, başkalarını da bu işten menetmeye imanları yetmeyenler.
İmanları var, ama bu imanları onları başkalarını uyarmaya sevk edecek kadar
güçlü değil.
3- Kendileri yasağa riayet etmekle birlikte, günahkârların
yanlış hareketlerine iştirak etmemekle birlikte, aynı zamanda emr-i bil’-maruf
ve nehy-i anil’münker dediğimiz sürekli hareketlilik ve dinamizm isteyen cihat
ruhunu canlı tutanlar. İşte bu üçüncü grubun imanı kendilerini günahtan uzaklaştırdığı
gibi, başkalarını da menetmeye yetecek kadar güçlü idi. Günahkârlarla iç içe
yaşadıkları bir ortamda bu iman onları Allah’ın yakın bir azabından
korkutuyordu. Hattâ kalplerindeki bu imanlarının dışa yansıyan maddi bir
tezahürü olarak da bunlar günahkârlarla kendi evleri, mahalleleri arasına bir
duvar çekip tedbir almışlardır. İşte bu imanın güçlülüğünün madde planında,
amel planında, aksiyon planında açığa çıkışıydı. Tebuk seferinden geri kalan
Kâb Bin Malik’in imanı da kendisi gibi aynı suçu işleyen ötekilerin imanından
daha güçlüydü ki, o iman kendisine ötekiler gibi yalan söylemesine engel oldu.
Peki bir mü’min böyle üstün bir imanı nasıl kazanacak? Bu
soruya da bir iki söz ettikten sonra inşallah sonraki âyete geçelim. Benim
bildiğim, iman birimleri olan şu kitabı ve Resûl aleyhisselâmın hadislerini
sürekli elimizde tutarak, Rabbimizi yakından tanımak, O’-nun esmasına,
sıfatlarına, fiillerine muttali olmak, mutlak gücün, kuvvetin, kudretin sadece
Allah’a ait olduğunu kavramaya çalışacağız. Bu, bizim Allah’a daha çok
yaklaşmamızı sağlayacaktır. Zira Allah’tan başka hiçbir varlıkta kuvvet ve
kudretin, yetkinin olmadığını bilmek O’na teslimiyeti iltizam edecektir. O’nun
mülkün mutlak maliki olduğunu bilmemiz bizi O’nun dışındaki eşyaya, varlıklara
bağımlı olmaktan kurtaracaktır. O zaman şu anda insanların putlaştırıp önünde eğildikleri
teknik üstünlük, teknolojik farklılık, sayısal üstünlük vs vs gö-zümüzde
küçülecek ve sadece Allah büyüyecektir. Kendilerinden kat kat fazla olan
düşmanları karşısında Bedir’de zafer kazanan mü’min-lerin yaşadıkları durum
işte buydu. Ama Huneyn de yaşanan durum bunun tamamen zıddıydı. Bedirde aslan
kesilen ruh orada pörsüyü-verdi.
Evet, bu iman önünde Kızıl Deniz, arkasında dünyanın en büyük
ordularının sahibi Firavun olduğu halde Allah’a güven ve teslimiyetinde zerre
kadar bir sarsılma yaşamayan Hz. Musa’yı tanıyarak kazanılacaktır. Veya sizler
yeryüzünde güç ve kuvvet iddiasında bulunan bir başka tâğut tarafından ateşe
atılırken imanıyla dimdik ayakta duran İbrahim aleyhisselâmla tanışmadan onun
imanını kazanmayı, ya da aynı tâğutların ateşlerinin sizleri de yakmamasını
nasıl isteyeceksiniz? Bu kitapta İsmail aleyhisselâmla tanışmadan onun teslimiyetini
nasıl kazanacaksınız? Benim bu konuda diyebileceklerim bu kadardır. İnşallah
konu anlaşılmıştır, artık başka soru olmasın da bundan sonraki âyeti tanımaya
geçelim.
Ve onlar
sadece Rablerine tevekkül ederler. İşlerini Rablerine havale ederler. Gerek
kendisiyle ilişkilerinin düzenlenmesi konusunda, gerek kendi aralarındaki
ilişkilerinin düzenlenmesi konusunda yasa koyma salahiyetini kesinlikle
kendilerinde görmezler. Her konuda velileri, vekilleri Allah’tır. Kul olarak
bizler bize düşenleri, gücümü-zün yetebileceklerini yaptıktan sonra sonucu
Rabbimize havale edeceğiz. Rabbimizin bizden işte bu sûrede istediği gibi savaşa
hazırlanacağız. Savaş için sadece maddî hazırlıklar değil, Rabbimizin bu konuda
bize haber verdiği tüm yasalarına uygun hareket ederek savaş meydanına
koşacağız. Karşımıza çıkan Allah düşmanları kaç kişi olurlarsa olsunlar,
güçleri, kuvvetleri ne olursa olsun, isterse bizim on katımız olsunlar, onlarla
savaşa hazır olacak ve gerisini Allah’a bırakacağız. Ve kesinlikle bileceğiz ki
bizler yasalara teslim olup Rab-bimize güvendiğimiz sürece O bizim vekilimiz
olarak bizi zafere ulaştıracak, bizim için hayırlı olanı bize lütfedecektir.
Onlar
namazı ikame edenlerdir. Namazı ayağa kaldıranlardır onlar. Rabbimiz bize
cihadı anlatacak, ama onu gündeme getirmeden önce mü’minlerin uymaları gereken
yasaları, mü’minlerin sahip olmaları gereken özellikleri ortaya koyuyor. Çünkü
bu özelliklere sahip olunmadan sadece silah ve sayısal güçle kâfirler
karşısında galip gel-mek mümkün olmayacaktır. İşte bunun içindir ki Rabbimiz
önce bu hazırlıkları gündeme getiriyor.
Onlar
namazı ikame ederler. Salât aslında mü’minin tümüyle, tüm varlığıyla, içiyle
dışıyla, kalbiyle bedeniyle Rabbine yönelişi demektir. Salât kişinin Allah’la
diyalogu demektir. Allah’a yalvarış ve ya-karış halidir. İnsanın tüm
varlığıyla, tüm hareketleriyle Rabbine gerçekleştirdiği bir dua, bir kıraat,
bir secde, bir rüku, bir teslimiyet, bir yöneliştir, bir doğruluş, bir Allah
için oluştur namaz. Tüm hayatı Allah’ın istediği gibi düzenlemektir namaz.
Hayatın tümünü kapsayan Allah’a kulluğu herkesin görebileceği şekilde ayakta
tutmak demektir namaz. Allah’ın istemediği her türlü hayatın, her türlü düşüncenin,
her türlü anlayışın, her türlü putun, her türlü programın reddedilişini ortaya
koyan, sadece Allah’a kulluğu abideleştiren bir eylemdir namaz. Tevhidin
simgesi olarak ortaya dikilmiş bir ameldir.
Rasulullah
efendimiz döneminde bunu çok hoş görürüz. Müslümanlar Kâbe’nin avlusunda namaz
kıldılar ve bu namazlarıyla şu abideyi diktiler, şu reddiyeyi ortaya koydular.
Biz bu namazımızla, biz bu tevhidimizle, bu pratik gösterimimizle Allah
evindeki tüm putlarınızı, kafalarınızın içindeki tüm putlarınızı, kalplerinizin
içindeki tüm küfür ve şirk düşüncelerinizi reddediyoruz. Allah’tan kaynaklanmayan,
Allah’a kulluk esasına dayanmayan tüm hayatınızı reddediyoruz. Sa-dece Allah’a
kulluk edeceğimizi, sadece Allah huzurunda eğileceğimizi, sadece Allah’ı
dinleyeceğimizi gösteriyoruz. Bakın, görün işte inancımızı diktik gözlerinizin
önüne. Tevhidimizi serdik nazarlarınıza diyerek bir namaz ikame etmişlerdi.
Bir de o
mü’minler kendilerine rızık olarak verdiklerimizi infak ederler. Kendilerine
verilenleri Allah kullarıyla paylaşmanın kavgası içine girerler. Allah’ın
verdiklerinden Allah kullarına bir delik açarlar. Hem de hiç kapanmayacak bir
delik açarlar da oradan Allah kullarını hep istifade ettirirler. Onlar namazı
ikameyle bedenlerinde Allah’ın söz sahibi olduğunu bildikleri gibi, mallarını
da Allah yolunda infak ederek o mallarında Allah’ın söz sahipliğini ortaya
koyarlar. Çünkü onlar bilirler ki o malları kendilerine lütfeden Rableridir.
Rızık çok
genel bir ifadedir. Tüm hayat bizim için Rabbimizin lütfettiği bir rızıktır.
Öyleyse elimizi, ayağımızı, gözümüzü, kulağımızı, kalbimizi, bedenimizi,
malımızı, paramızı, bilgimizi, zamanımızı, imkânımızı, fırsatımızı, oğlumuzu,
kızımızı, evimizi, arabamızı, her şeyimizi Allah’ın istediği yerde harcayıp
infakta bulunacağız. Tüm hayatımızı Allah için yaşayarak infak edeceğiz.
Allah’ın verdiği ilim rızkını insanlara ulaştıracağız. Allah’ın bize verdiği
ilimden insanları istifade ettireceğiz. Ondan bir delik açıp insanlara akıtıp
duracağız. İnsanların karşısında güzel bir Müslümanlık sergileyerek onlara
infakta bulunacağız.
İşte böyle
olduğumuz zaman, Allah’ın âyetleriyle tanışarak kalplerimiz doyuma ulaştığı,
kalplerimiz yatıştığı, her an âyetlerle iman birimlerimiz arttığı; durağan,
taklidi bir hayattan tahkiki bir hayata koştuğumuz, namazı ikame ettiğimiz, tüm
bedenimizde Allah’ı söz sahibi bildiğimiz, tüm malımızda Allah’ı söz sahibi
bildiğimiz zaman çok rahat cihad meydanlarına koşabilecek ve Allah yolunda bir
savaşı göze alabileceğiz demektir. Çünkü cihad Allah için mal ve candan
vazgeçebilmeyi gerektirir. Şu anda sahip olduğu şeylerde Allah’ın söz
sahipliğini kabul edemeyen, Allah için onlardan bir delik açamayan, onların bir
kısmını Allah için veremeyen insanlar cihada hazır olabilirler mi? Elbette
olamayacaklardır.
4. “İşte gerçekten inanmış olanlar bunlardır. Onlara Rablerinin
katında mertebeler, mağfiret ve cömertçe verilmiş rızıklar vardır.”
İşte gerçek mü’minler bunlardır.
Demek ki bir mü’min var, bir de gerçek mü’min vardır. İmanlarının eylemini
gerçekleştirmiş, imanlarını iddia planından ispat planına dökmüş, hem dilleri,
hem kalpleri ve hem de amelleriyle, hayatlarıyla imanlarını ortaya koymuş
insanlar bunlardır. İmanlarının gereklerini yerine getirmiş mü’minler
bunlardır.
Öyleyse bir insan gerçek mü’min
olmak istiyorsa kesinlikle bu özelliklere sahip olmak zorundadır. Kalbim temiz
olduktan sonra namaz kılmasam da olur diyen bir kimse gerçek mü’min değildir.
Namazını kıldığı halde onu ikame etmeyen, namazda Allah’tan hiç bir mesaj
almayan, hayatıyla namazı doğru orantılı olmayan, namazı kendisini kimi
kötülüklerden alıkoyamayan kimse gerçek mü’min değildir. Malında, bilgisinde, zamanında,
hayatında ve tüm sahip olduklarında Allah’ın söz sahibi olduğunu bilmeyen,
sahip olduklarını Allah kullarıyla paylaşma kavgası içine girmeyen bir kimse de
gerçek mü’min değildir.
Evet bunlar
gerçek müminlerdir ve onlar için Allah katında de-receler vardır, mağfiret vardır,
Allah onların geçmişlerini sıfırlayacak, hatalarını bağışlayacak ve onlara
Kerîm bir nîmet, değerli bir cennet lütfedecektir. Kesintisiz ve baş kakıntısı
olmayan bir cennet vardır on-lar için. Evet Rabbimizin kitabından ve Resulünün
Sünnetinden cenneti öğrenen bir kimsenin onu kaybettirecek bir hayatı yaşaması
mümkün değildir.
Bu
mukaddimeden sonra Rabbimiz savaş âyetlerini gündeme getirecek. Allah’ın
sevgili elçisi ve beraberindeki mü’minler Mekke’de gerçekten çok mükemmel bir
dâvet gerçekleştirdiler. Namazlarıyla, infaklarıyla, Allah için bir hayat
yaşamalarıyla gerçekten çok güzel bir Müslümanlık sergilediler. Sonra
Rabbimizin emriyle Medine’ye bir hic-ret gerçekleşti. Medine İslâm yurdunda
Allah ve Resulü egemenliğinde özgürce bir hayata kavuştular. Tabii Müslümanların
eğitilmeleri bu-rada da devam etti. Ve artık cihad zamanı gelmişti. Ama henüz
yeni Müslüman olanlar içinde Rabbimizin burada anlattığı gibi bir takım
olumsuzluklar da ortaya çıkabilmektedir. Bakın Rabbimiz onu şu şekilde dile
getiriyor:
5,6. “Nitekim Rabbin seni hak uğrunda evinden savaş için
çıkarmıştı, oysa Müslümanların bir takımı bundan hoşlanmamıştı. Sanki göz göre
göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi, gerçek ortaya çıktıktan sonra bile seninle
tartışıyorlardı.”
Nitekim Rabbin seni evinden hak
ile çıkardı. Buradaki “Ke-ma” ifadesi ilk âyete bir
atıftır. İlk âyette ne demişti Rabbimiz? Ganîmetler Allah ve Resulüne aittir.
Ganîmetlerin taksimi konusunda söz sahibi Allah ve Resulüdür. Tıpkı seni
evinden hak ile çıkaranın Allah olduğu gibi. Veya tıpkı ganîmetlerin taksimi
konusunda bir hoşnutsuzluk duydukları gibi senin evinden hak ile çıkarılman
konusunda da hoşnutsuzluk duymuşlardı. Veya tıpkı senin hak ile, hakkı ikame
için, Allah dinini aziz kılmak için savaşa çıktığın gibi Allah da sana yardım
ederek seni ve dinini aziz kılmıştır.
Evet ey
peygamberim, Rabbin seni hak uğrunda, hak yolunda, hak ile evinden çıkardı.
Çünkü Rasulullah efendimizin Allah’ın kendisinden istediği kulluğu
gerçekleştirme çabası içinde yaşadığı tüm hayatı, tüm davranışları Hakka göre
idi. Tüm hayatı kulluktu ve işte bu kulluğun bir parçası olarak cihad için de
evinden çıkıyordu. Ama müminlerden bir grup bu işi kerih görüyorlar, isteksiz
davranıyorlardı. Hak hususunda peygamberle mücâdele ediyorlardı. Yaşadıkları
Müs-lümanca bir hayatın sonunda kendilerine verilen bir cihad emrine sıcak
bakmıyorlardı. Hak hususunda peygamberle mücâdeleye tutuşuyorlardı. Hak açığa
çıktığı halde, hak olan cihad yasası ortaya konduktan sonra, hak olan bir cihad
emrine muhatap oldukları halde seninle bu hak konusunda mücâdele ediyorlardı.
Az evvel Rabbimizin özelliklerini
saydığı gerçek müminlerden olmayan, tam yetişmemiş olan Müslümanlar Allah’ın
cihad emri karşısında bir isteksizlik hali yaşıyorlar. Çünkü cihad gerçekten
zor bir kulluktur. Allah dininin izzet ve şerefe ulaşması, Allah kullarının cennete
kazandırılması adına bir kimsenin her şeyini bir tarafa bırakarak yola çıkması,
cennete bilet alması demektir. Öyle değil mi? Adam ailesini, çocuklarını,
sevdiklerini, malını, mülkünü geride bırakacak, dünyasını, memleketini terk
edecek ve Allah için yola çıkacak. Savaş ortamına varıncaya kadar pek çok eziyetlere
maruz kalacak. Savaş meydanında da eli kolu budanacak, canını kaybedecek,
sevdiklerini kaybedecektir. İşte böyle bir durumla karşı karşıya kaldığı zaman
henüz iman hazırlığını tamamlamamış, amel hazırlığını ikmal etmemiş, henüz
gerçek mü’minler olabilme özelliğini kazanamamış mü’minler bundan bir
isteksizlik halet-i ruhîyesi yaşayacaklardır.
Sanki göz
göre göre ölüme doğru sürükleniyorlarmış gibi bir durum açığa çıkacaktır.
Aslında şu anda hepimiz ölüme doğru sürükleniyoruz. Ancak ölümü kendimizden çok
uzak hissettiğimizden dolayı ölümden etkilenmemiz söz konusu olmuyor. Her an
ölüme doğru gidiyoruz ama insan kendisini ölüme yakın hissettiği durumlara giderken
o zaman ölümün kendisi adına taşıdığı riskin farkına varabiliyor. İşte aynen
bunun gibi öleceğini anlayan bir insan her şeyinin biteceğini, henüz cennete
hazır olmadığını, bu haliyle cehenneme gidebileceğini düşünerek korkuların kendisini
sardığını hisseder. İşte böyle bir ortamda kişinin ölümü hissetmesi aslında
kendi durumunu değerlendirmesi anlamına geliyor.
Ama gerçekten ölümün kendisini
cennete ulaştıracağı inancı, hazırlığı içinde olan bir mümin onun için öyle
acele ediyor ki ağzındaki bir hurmayı yiyecek zamanı bile kayıp sayıp ölüme
atılabiliyor. Çünkü artık onun için ölüm gerçekten cenneti yakalama fırsatıdır.
Tüm sıkıntılardan kurtulma fırsatıdır. Ebedî saadeti yudumlama, Rabbini görme,
O’nun devletlerine erme zamanıdır. Zaten bu dünyada bir insanın peygamberlikten
sonra ki -o kesbî değil, Vehbî’dir, yâni çalışılarak el-de edilen bir makam
değil Allah’ın lütfettiği bir makamdır- elde edebileceği ikinci mertebe şehitliktir. Şehitlik en büyük bir kurtuluştur.
Evet bir
insan imanıyla, ameliyle ölüme hazır değilse, ölümün kendisini cennete
götüreceği konusunda tereddütleri varsa bu insanın ölüme koşması düşünülemez.
İşte burada anlatılanlar da böyle kimselerdir. Sanki göz göre göre ölüme
sürükleniyorlarmış gibi bir ruh haleti içine düştüler. Halbuki Allah onları
böyle bir cihad meydanında tertemiz hale getirmek istiyordu. Allah onları
imanlarında ve teslimiyetlerinde kemale erdirmek istiyordu.
7,8. “Allah bu iki taifeden birini size vaadetmişti; siz,
kuvvetsiz olanın size düşmesini istiyordunuz. Oysa, suçluların hoşuna gitmese
de, hakkı ortaya çıkarmak ve bâtılı tepelemek için, Allah sözleriyle hakkı
ortaya koymak ve inkârcıların kökünü kesmek istiyordu.”
Hani Allah size iki gruptan
birini vaadediyordu. İki gruptan birisi sizindir diyordu. Rabbimiz
Müslümanların karşısına iki taife, iki grup çıkarıyor ve tercihlerini kendilerinin
yapmalarını istiyor. Bakalım hangileri zor olanı, faziletli olanı, hangileri de
kolay olanı tercih edecekler? Evet Rabbimiz bu konuda bize seçim yetkisi
vererek bizi bize göstermek istiyor. Gönül dünyamızın nasıl olduğunu bize göstermek,
bizi bizimle yüzleştirmek istiyor. Yanlışlarımızdan, kendi kıt bilgilerimizden
vazgeçip bizim için nelerin hayırlı, nelerin hayırsız olduğunu tam bilen
Rabbimizin arzularına teslim olalım istiyor. Kendisinin istediği şekilde
Müslüman olalım istiyor.
Evet Allah
size bu iki gruptan birisini vaadetmişti de sizler güçlü kuvvetli olmayan,
fazla silahı ve silahşörleri olmayanın, yâni kervanın sizin için olmasını
istiyordunuz. Evet Mekke’ye doğru yol alan Kureyş’e ait bir kervan, bir de o
kervanın tehlikede olduğunu haber alarak yola koyulan müşrikler ordusu.
Rabbimiz müminlere her ikisinden birini vaadetmişti. Yâni kervanın üzerine
giderek tüm mallarıyla birlikte kervanı ele geçireceklerini de, kendilerine
doğru gelmekte olan müşrikler ordusunun üstüne giderek, onlarla savaşarak muzaffer
olacaklarını da vaadetmişti Allah onlara. İkisi de müyesser olacaktı onlar için
ama onlar savaş ve zorluk riski olmayanı, kervanı tercih et-tiler. Allah Resulüne
bir savaş için hazırlıklı olmadıklarını beyan ettiler. Ey Allah’ın Resulü, biz
evlerimizden çıkarken kervan için çıktık. Bize bir orduyla savaşacağımız söylenmemişti
dediler.
Ama Allah
onlar için başka bir şey istiyordu. Ama Allah hakkı hak olarak yerleştirmek
istiyordu. Allah doğru olan, gerçek olan, hak olan yasalarını gözler önüne
sermek istiyordu. Allah vadinin hak olduğunu ispat etmek istiyordu. Müminlere
zafer vadinin, kâfirlere azap vaiydinin hak olduğunu gözler önüne sermek ve
göstermek istiyordu. Dostlarını galip, düşmanlarını mağlup kılmak istiyordu. Dininin,
programının hak olduğunu göstermek istiyordu. Allah Bedirde sayısal ve güç
yönünden zafer kazanmaları âdeta imkânsız olan mü’minleri ga-lip getirerek
kıyâmete kadar hak yasalarının hak oluşunu insanlara göstermek istiyordu. Allah
kelimeleriyle, ol emriyle bunu gerçekleştirmek istiyordu. Allah kıyâmete kadar
bir yasa olarak kendilerinden çok daha fazla güç ve sayıya sahip olan kâfirler
karşısında Müslümanlara desteğini göstererek onların imanlarını, cesaretlerini,
şereflerini artırmayı dilemişti. Rabbin dinini üstün getirmeyi dilemişti, çünkü
işlerin âkıbetini en iyi bilen Oydu.
Böylece
kâfirlerin kökünü kesmek istiyordu Allah. Hakkı üstün getirmek, bâtılı da
tepelemek, bâtılın defterini dürmek istiyordu. Allah dinini, sistemini, hayat
programını üstün getirmek Ebu Cehilleri ve onların sistemlerini yok etmek
istiyordu. Zira Ebu Cehil bâtıldı, Ebu Cehilin sistemi bâtıldı, Ebu Lehepler
bâtıldı, Ebu Leheplerin yasaları bâtıldı, müşriklerin düşünceleri, müşriklerin
hukukları, müşriklerin ekonomik anlayışları, müşriklerin Allah’tan kaynaklanmayan
tüm hayatları bâtıldı. Allah bunları yok etmek, ortadan kaldırmak istiyordu. Onların
düşüncelerine, hayatlarına, egemenliklerine son vermek istiyor-du. Allah’ın bu
iradesi kıyâmete kadar geçerlidir. Rabbimiz ne zaman isterse hak karşısındaki
bâtılları ortadan kaldırır. Bu vadini ne zaman isterse o zaman gerçekleştirir.
Suçlular istemese
de, kâfirler hoş görmese de Allah onları ve sistemlerini yok edecektir.
Mücrimler, günahkârlar, kâfirler ve zâlimler elbette mü’minlerin küfre karşı,
şirke karşı galip gelmesini hiçbir zaman istemezler. Yine mü’minler içinde
belli bir dereceyi tamamlayamamış olanlar da böyle bir şeyi ya zamanı değildir
diye, veya biz şu anda güçsüzüz diye, veya küfre ve şirke karşı galip gelemeyiz
diye, veya başka gerekçeler sebebiyle, başka zaaflar sebebiyle onlar da
istemiyorlar.
Evet
Rabbimiz bu âyetiyle buyuruyor ki, ey Müslümanlar, sizler basit menfaatler,
basit dünya nîmetleri, basit hesaplar peşindeydiniz. Ama Allah sizin için
yüksek menfaatler istiyordu. Dininin yücel-mesini, dinine sahip çıkan siz
mü’minlerin izzet ve şerefe ulaşmanızı istiyordu. Allah sizin kâfirlerle
savaşarak zafere ulaşmanızı istiyordu. Çünkü hak savaşsız ikame edilmediği
gibi, bâtıllar da savaşsız yıkılmayacaktır.
9. “Rabbinizin yardımına sığınıyordunuz. O, “Ben size
birbiri peşinden bin melekle yardım ederim" diye cevap vermişti.”
Hani siz Rabbinizin yardımına
sığınıyordunuz. Hoşlanılmayan bir durumdan kurtulmak için Rabbinizden yardım
isteğinde bulunuyordunuz. Düşman karşısında sayısal azlığınızdan dolayı dua dua
Rabbinize yöneliyor, O’ndan destek ve zafer bekliyordunuz. Sizin bu dua dua
yalvarıp yakarmalarınıza karşılık Allah buyurdu ki: Ben size birbiri ardınca,
peş peşe bin melekle imdat edeceğim.
Evet
Bedirde mü’minlerin sayısı 310, kâfirlerin sayısı da 1000 kadardı. Böyle bir
durumda güç kaynaklarını bilen müslümanlar Allah’tan yardım istiyorlardı. Demek
imdat Allah’adır. Medet denilecek varlık sadece Allah’tır. İmdat ya Rab! Medet
ya Rab! Yetiş ya Rab! diyerek sadece Allah’tan imdat isteyeceğiz. Çünkü bizi
işitecek olan, bize icâbet edecek olan, bize ordularını gönderecek olan, kalbimize
inşirah verecek olan, kalbimize kuvvet ve cesaret verecek olan gerçek imdat
sahibi Allah’tır.
Bir de kitabımızın bu ve benzeri
âyetlerinden anlıyoruz ki Rab-bimizin imdadı melekleriyle olmaktadır. Birileri
birilerinin gönderildiğini iddia etmeye çalışsalar da Allah hep meleklerini
gönderiyor. Şimdi karşılarında hiçbir gücün duramayacağı, hiçbir silahın işe
yaramayacağı melekler desteğinde olan bir Müslümanın gücünü kuvvetini, izzetini
ve şerefini bir düşünün. Kim galip gelebilir ona karşı? Kim ne yapabilir ona?
Kim dokunabilir onun kılına? Şimdi bu âyetler gerçekten bizim zihnimizde iman
olabilse, bu âyetlerle gerçekten bizim imanımız artsa hiç böyle bir zilletin
mahkumu olur muyduk?
Evet
Rabbimiz Bedirde mü’minlerin yardımına melekleriyle imdat ediyordu. Peş peşe
bin melek. Peki ne gerek vardı buna? Yâni meleklerini göndermeden de Allah
onları galip getiremez miydi? Veya bu kadar çok meleğe ne gerek vardı? Bir tek
melekle bile yerin altını üstüne getiren Rabbimizin bununla muradı neydi?
10. “Allah bunu ancak bir müjde olması ve kalplerinizin
yatışması için yapmıştı. Yardım ancak Allah katındandır. Doğrusu Allah
güçlüdür, hakimdir.”
Allah bunu ancak size bir müjde
olsun diye yaptı. Sırf size bir destek olsun diye yaptı. Onlarla sizin kalpleriniz
huzura kavuşsun, kalpleriniz yatışsın diye. Mü’minler insan sûretinde bu
melekleri görüyorlar ve onlarla kalpleri yatışıyor, cesaretleri artıyordu. Evet
sadece sizin kalpleriniz yatışsın, kalpleriniz güvenle dolsun diyedir. Tabii insan
olarak Müslümanlar yanı başlarında kendileri gibi savaşan insan sûretinde
yardımcıları görünce kalpleri yatışacak ve güven duygusu içine gireceklerdi.
İşte Rabbimiz buyuruyor ki burada
biz bunu sırf sizin kalpleriniz yatışsın diye yapıyoruz, değilse zafer, yardım,
galibiyet sadece Azîz ve Hakîm olan Allah’a aittir. Zafer sadece Allah
katındadır, Allah tarafındandır. O dilediği takdirde melekler göndermeden de
düşmanlarını helâk, dostlarını muzaffer etmeye muktedirdir.
Gökleri ve yerleri iradesiyle
kudret elinde tutan Rabbimiz ol deyivermekle her şeyi olduruverecektir. Tek
başına bir ümmet tavrı sergilemiş bir tek mümini tüm dünyaya galip getirir.
Bizler şu anda Rabbimizin istediği kaliteyi bir yakalayabilsek bizim önümüzde
du-racak hiç bir güç ve kuvvet yoktur. Muhakkak ki Allah Azîzdir, O asla
yenilmez, O hep galiptir.
Ancak Rabbimiz Firavunlara mühlet
tanıyor. Kıyâmete kadar da onlara mühlet tanıyacaktır. Ama kesinlikle bilelim
ki hâşâ bu Allah’ın âcizliğinden, onlarla başedemediğinden değildir. İman etmeleri
için, gerçeği anlayıp teslim olmaları için fırsat tanıma hikmetinden merhametinden
dolayıdır.
Ama bir gün helâk yasasına sıra
geldiği zaman onların hiç bir tutanakları olmayacaktır. Onlar tıpkı Firavun
gibi bir gün Allah yakalamasıyla karşı karşıya geldiği zaman yaşamış oldukları
tüm hayatlarına, tüm inanışlarına ters düşen bir söz söylemekten kendilerini alamayacaklardır.
Biz Allah’a inandık! Biz âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman edip teslim olduk!
demek zorunda kalacaklardır.
Çünkü Allah
Azîzdir, Allah Kahhâr’dır, Allah göklerde ve yerde tek egemendir. İzzet ve
şeref arayanlar, güç ve kuvvet arayanlar, iti-bar arayanlar bunu Allah katında
aramak zorundadırlar. Allah yasalarına, Allah’ın kulluk programına teslimiyette
aramak zorundadır. Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşamakta aramak
zorundadır. Allah Hakîmdir. Hüküm O’nundur, hâkimiyet O’nundur. Hikmet sahibi
O’dur. Gerçek hükümran O’dur. Kâinatta cereyan eden O’nun yasalarıdır.
Kâfirlerin, zâlimlerin, tâğutların yasaları da sadece O’nun müsaade etmesiyle
vardır. İşte bu âyetlerde anlatılan savaş yasaları da en hik-metli yasalardır.
Öyleyse hikmete ulaşmak isteyen, bilgin olmak, bilge olmak isteyenler de
hikmeti Allah katında, Allah yasalarında aramak zorundadır.
Evet
Rabbimiz mü’minleri savaşa hazırladı. Şimdi müslüman-lar savaş alanındalar.
Rabbimiz hükmü ve hikmeti gereği mü’minleri zafere ulaştırmak istiyor. Böyle
bir savaşta mü’minlerin çok yüksek bir morale, çok yüksek bir ruh haline sahip
olmaları gerekiyordu. Ve savaşı idare eden, her şeyi takdir ve tedbir eden
Rabbimiz bir taraftan onların yardımına meleklerini gönderirken, diğer taraftan
da onlara şu lütuflarda bulunuyordu:
11. “Allah kendi
katından bir güven işareti olarak sizi hafif bir uykuya daldırmıştı. Sizi
arıtmak, sizden şeytan vesvesesini gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve
sebatınızı artırmak için gökten size su indirmişti.”
Hani Allah kendisinden bir güven,
bir emniyet olarak size uyuklamayı sardırıyordu. Savaş ortamında, savaş öncesi
gecesi Allah tarafından Müslümanları bir uyku, bir uyuklama almıştı. Bu uyuklama
Allah’tandı. Ne içindi bu uyku? Mü’minlerin kalplerindeki bir takım sı-kıntıların,
korkuların kaldırılması, dinlenmeleri, yapacakları savaşa hazır olmaları için
Rabbimiz o sıkıntılı, o telaşlı dönemlerinde onlara bir uyku lütfediyordu.
Böyle bir emniyet duygusu veriyordu. Müslümanlar silahlarını bile bırakacak
şekilde kendilerini emin hissedip uyuyorlardı. İşte bunlar içinizden Allah’a güvenleri
tam olan, Allah’a tevekküllerinden ötürü cesaretlerini hiçbir zaman kaybetmeyen
kimselerdi ki böylece Allah onların savaş ortamındaki korkularını kaldırıp
yardım ve desteğini ulaştırmıştır.
Evet
Rabbimizin müminlere lütfettiği bu uyku gaflet için değil, emniyet içindi.
Korkudan çıkarıp dinlendirmek içindi. Bir de Allah üzerinize gökten su
indiriyordu ki onunla sizi temizlesin, hadesten ve şeytanın ricsinden sizi temizlesin.
Abdest ve gusül ihtiyacınızı gideresiniz diye ve de düşmanın sizden önce
gelerek savaş alanındaki suları tutup sizin telef olacağınız konusunda,
şeytanın size verdiği vesveseleri gidermek için. Hadesten ve necasetten
temizlenememiş insanlar şehadet konusunda kendilerini rahatsız hissederler.
Allah gökten su indirerek onların tertemiz temizlenmelerini sağlayıverdi. Bir
de ayaklarınızı sağlam basasınız diye. Yâni mü’minler hem maddî hem de manevî
yönden tam bir temizlik, tam bir hazırlık içinde savaşa girdiler.
Gökten Rabbimizin indirdiği o
suyla bastıkları kumsal bölge sertleşti ve ayaklarını sağlam bastılar. Kalpleri
sabır ve dirençle pekiştirildi ve böylece ayaklarını sağlam bastılar. Allah
için giriştikleri bu savaşta Allah’ın açık lütuf ve desteklerine şâhit olarak
düşman karşısında ayak direyip tabansızlık göstermediler, kaçmayı düşünmediler.
Evet içleri temiz, dışları temiz, içlerinde ve dışlarında imandan başka bir şey
bulunmadığı halde, kalplerinde Allah yolunda olabilmenin, Allah yolunda
ölebilmenin en üst derecesini yaşar bir vaziyette ayaklarını sağlam bastılar.
Bakın Rabbimiz bir başka şey gönderiyor onlara:
12. “Rabbin meleklere, “Ben sizinleyim, inananları destekleyin”
diye vahy etti. “Ben inkâr edenlerin kalplerine korku salacağım, artık onların
boyunlarını vurun parmaklarını doğrayın" dedi.”
Rabbin, meleklere: Ben sizinle
beraberim! Ben sizinleyim! Ben sizin arkanızda ve desteğinizdeyim! Sizler mü’minleri
destekleyin! Mü’minlerin yardımında olun! diye vahy etti. Düşünebiliyor musunuz?
Bir tek melek ki tek başına bir şehri, bir ülkeyi kanadıyla altüst edebilecek
şekilde yaratılmışken, Rabbimizin arşını 8 melek taşıyorken onların güçlerini,
kuvvetlerini düşünebilmemiz gerçekten mümkün de-ğildir. İşte böyle güçlü
meleklerine bir de üstelik Rabbimiz siz yürü-yün! Ben sizinle beraberim! Ben
sizin desteğinizdeyim! ifadesini kullanıyorsa meselenin ciddiyetini anlamaya
çalışın.
Ey
meleklerim, mü’minlerin yardımında olunuz! Mü’minlerin desteğinde olunuz!
Müminlere cesaret ve sebat veriniz! Mü’minlerin gözlerine birer savaşçı bahadır
olarak görünerek onlara moral kazandırın ki onlar kâfirler karşısında
ayaklarını sağlam bassınlar! Onların kalplerinde karşılarındaki kâfirlere karşı
en ufak bir korku, en ufak bir çekinme kalmasın. Onlar büyük bir cesaret, büyük
bir heyecanla Bana doğru, cennete doğru, şehadete doğru koşsunlar. Benim
yolumda ölüm onlar için oğul balı olsun. Şehadet gerçek hayat olsun. Cennetin kokusunu
teneffüs edip koşar adımlarla ona doğru yönelsinler. Bir yarış içinde olsunlar
buyurarak Rabbimiz meleklerini görevlendiriyor, gönderiyordu.
Ayrıca
Rabbimiz Ben kâfirlerin kalbine korku salacağım bu-yuruyor. Bu da Müslümanlara
ayrı bir desteğiydi Rabbimizin. Böyle bir durumda aslında neredeyse mü’minler
hiçbir şey yapmasalar bile savaş mü’minlerin lehine sonuçlanacaktır. Müminlere
büyük bir cesaret, kâfirlerin kalplerine de bir korku, bir ürkme, bir yılgınlık
veriyor Rabbimiz. Daha önce hazırlanan şartlar zaten mü’minlerin lehine ve
kâfirleri mahvedecek biçimde tezahür ediyordu. Mü’minler ayaklarını sağlam
basarlarken, ne adına? Kim adına? Hangi neticeyi elde etme adına bir savaş
verirlerken, sonunda cennet kazanacakları bir kavganın içine girerlerken,
kâfirler ne adına savaştıklarının bile farkında değiller. Böyle bir karmaşa
içinde, böyle bir korku ve tedirginlik içinde savaşa çıkan kâfirlerin ellerinde
en modern silahları bile olsa hiç bir işe yaramayacaktır. Müslümanlar da bu kadar
cesaretli ve nereye bastıklarının bilincinde iken kesinlikle bilelim ki cesaretin,
kararlılığın karşısına çıkabilecek hiç bir silah yoktur. Rasulullah efendimizin
bir hadislerinde bana bir aylık mesafeden düşmanlarımın kalbine korku ile
yardım edildi buyurması da işte bunu anlatır.
Evet
Müslümanların ayakları sapasağlam basarken kâfirlerin ayaklarının altı çamur
haline gelmiş. Ne yaptıklarını, nereye bastıklarını bilemez olmuşlar.
Kalplerinde hiçbir rabıta kalmamış. Çünkü Allah kalplerine bir korku, bir
yılgınlık atmış ve şeytanın pislikleri her yönden onları kuşatıvermiş. İleride
gelecek, şeytan onları bu savaşa teşvik etmiş. Ama tam savaşın başlayacağı bir
sırada Müslümanların safında, Allah’ın meleklerini görünce ben âlemlerin Rabbi
olan Allah’tan korkarım. Ben sizden beriyim. Vay bugün Müslümanlardan
çekeceklerinize, diyerek onları yüzüstü bırakarak kaçıp gitmiş. İşte böyle bir
ortamda pis olan kâfirler, zâlimler orada kaldılar.
Evet bütün bu yönlerden
kıyaslandığı zaman İslâm ordusu küfür ordusu karşısında zafer kazanmaya
lâyıktır. Bu durumda sadece sayısal bir azlığın çok fazla bir önemi
olmayacaktır. Kendilerine yardımcı olarak gönderilen melekleri saymazsanız,
Allah’ın bizzat kendi desteğini hesaba katmasanız görünüşte bir azlık söz konusudur.
Ama işin iç yüzüne bakıldığı zaman böyle Allah ve melekleri desteğindeki bir
iman ordusu karşısında durabilecek hiçbir küfür ordusu yoktur.
Ey
meleklerim, onların boyunlarının üzerine vurun. Ve onların her parmağına vurun.
Acaba melekler bu savaş içinde nasıl bir rol aldılar? Rabbimizin bu emirlerini
nasıl gerçekleştirdiler? Bu konuda açık rivâyetler olmadığı için bunu net
olarak bilemiyoruz. Şu kadarını söyleyebiliyoruz ki; onlar İslâm ordusunun
kâfirlere yaptığı darbelerin tam İsâbet edip yerlerine gelmeleri anlamında bir
yardımları mutlaka olmuştur. Ayrıca karşıdaki kâfirlerin sindirilmeleri,
etkisiz hale getirilmeleri için bu melekler Allah’ın yardımıyla yapmaları gerekenleri
yap-mıştır. Bu konuda kitabımızın başka bir yerinde ve Rasulullah efendimizin
sünnetinde açık seçik bir bilgi ulaşmadığı için ancak bu kadar
söyleyebiliyoruz.
Meleklerin kâfirlerin
boyunlarının üzerine vurması bizzat onları öldürdü mü? Yoksa onları etkisiz
hale getirdi de mü’minler mi öldürme işini tamamladı bunu bilmiyoruz.
Her
parmaklarına vurunuz ifadesini de böyle anlıyoruz. Bir in-sanın boynunun
üzerine vurulduğu zaman aslında o insan etkisiz hale gelir. Bir nevi baygınlık
haline gelir. Parmakların üzerine vurulduğu zaman da, savaş esnasında en çok
kullanılan parmaklar artık işe ya-ramaz hale gelir ki işte böylece melekler
kâfirlerin tümüyle etkisiz hale getiriyorlardı. Tabii bu arada mü’minler
mutlaka savaşa devam ettiler. Ama onlara düşen sadece armut toplamak türünde
bir görevdi. Boyunlarına ve ellerine meleklerin vurdukları darbelerle etkisiz
hale getirilmiş kâfirleri kesmek türünde bir görev yapmışlardır.
Tabii Rabbimiz zâhirde bunu böyle
göstermedi. Niye? Çünkü mü’minler bu savaşta büyük bir kahramanlık gösterisinde
bulunsunlar, gerçekten bir şeyler yaptıklarını görsünler de cesaretleri artsın
diye. İşte burada Rabbimiz bize bu işin perde arkasını anlatıyor. Ama görünürde
kâfirler mü’minlerin üzerine, mü’minler de kâfirlerin üzerine yürüyor ve savaş
meydanında kıyasıya bir mücâdele sürüyordu. Ama Allah katında bu savaşın
neticesi belliydi. Rabbimiz bu savaşın sonunda hakkı galip getirecek, İslâm’a
ve Müslümanlara izzet ve şeref kazandıracaktı. Orada bir avuç Müslümanı helâk
etmeyecekti. Onların nesillerinden kıyâmete kadar mü’minler gelecekti.
Kâfirlerin de tamamı helâk edilmeyecekti. İçlerinden belli bir kısmı helâk edilecek
geriye kalanlardan ileride Müslüman olanlar çıkacaktı.
Evet netice belliydi. Neticesi
belli olan bir savaş yapılıyordu. Ve bu savaşta iki taraf vardı. Birisi Allah,
diğeri de Allah düşmanı kâ-firler. Mü’minler de Allah safında yer almışlardı.
Allah müminlerle bir-likte ordularını getirmişti. Niçin? Kâfirler kıyâmete
kadar Allah’la savaşılamayacağını bilsinler diye. İşte görüyoruz ki bu savaşı
bizzat Allah kendisi hazırladı. İki tarafı da savaş meydanına kendisi getirdi.
Peki ne içindi bu?
13,14. “Bu, onların Allah'a ve peygamberlerine karşı koy-malarındandır.
Kim Allah'a ve peygamberine karşı koyarsa, bilsin ki, Allah'ın cezası
şiddetlidir. İşte bunu tadın, in-kâr edenlere cehennem azabı da vardır.”
Allah ve Resulüne karşı düşman
olmalarındandı. Allah ve Re-sulüne karşı başka bir şık, başka bir alternatif olmalarından,
oluşturmalarındandır. Kim ki Allah ve Resulüne karşı bir şık, bir cephe, bir
alternatif olursa hiç şüphesiz ki Allah ikabı, cezalandırması çok şedit
olandır. Onun karşısında herhangi bir gücün durması, herhangi bir silahın dayanması
mümkün değildir.
İşte böyle.
Haydi tadın bakalım Allah’ın azabını. Varın bakalım Allah’ın azabının tadına.
Bugüne kadar Allah’ın nîmetlerinin tadına baktınız hainler. Hep Allah’ın
nîmetleriyle Allah’a kafa tutmaya alıştınız. Hep Allah’ın nîmetleriyle Allah
kullarına düşmanlık yaptınız. Allah’ın arzında, Allah’ın mülkünde Allah’a hayat
hakkı tanımadınız. Allah’ın mülkünde Allah yasalarına söz hakkı tanımadınız.
Allah’ın arzında Allah’ın mü’min kullarına hayat hakkı tanımadınız. Allah kullarının
Allah’a kulluk merkezi olan mescitlerini harap ettiniz. Kâbe’yi putlarla
doldurup mü’minlerin oraya girmelerini yasakladınız. Rabbi-niz hep size
lütuflarda bulunduğu halde siz O’na ve dinine karşı düş-manca bir tavır
sergilediniz. Nîmetleriyle yaşadığınız Rabbinize iman ve şükür gereği
duymadınız. Ama bu Allah aynı zamanda ikabı, azabı, yakalaması da çok şedit
olandı. İntikam sahibi bir Allah’tı. Haydi şimdi bir de Allah’ın azabının
tadına bakın bakalım. Hem de küçümsediğiniz, değersiz gördüğünüz mü’minler
eliyle böyle bir öldürülüşle öldürülerek tadın azabı.
Bu sizin
dünyada tadacağınız azaptır. Ama unutmayın ki kâfir olarak yaşayıp da kâfir
olarak ölenlerin bir nasipleri daha vardır. Tadına bakacakları bir azapları
daha vardır ki o da kıyâmet günü görecekleri cehennem azabıdır. Evet işte
Rabbimiz bu âyetlerini savaş meydanında hem müminlere gösterdi hem de kâfirlere
gösterdi. Neden? Kâfir olmak isteyen bilerek kâfir olsun, mü’min olmak isteyen
de bilerek mü’min olsun diye. Allah ve Resulüne şık olmak, şak olmak, ayrılmak,
cephe olmak, muhalefet etmek, düşmanlık etmek ne demekmiş? Bunu herkes anlasın
ve bilsin diye.
Evet yeryüzünde hiç kimse
Allah’ın nîmetleriyle bir hayat yaşarken O’na düşmanlığı savunabilecek bir
delil, bir mâzeret bulamaz. Allah’ın nîmetleriyle O’na kulluğu ön plana
çıkaracağı yerde, O’na te-şekküre yöneleceği yerde, O’na düşmanlığa kalkışmanın
hiçbir mantığı yoktur. Yâni kâfirliğin hiçbir tutarlı ve hayırlı yönü yoktur. Kâfirler
ve müşrikler ne bu dünyada, ne de âhirette insana hiç bir kâr sağla-maz. Onun
içindir ki bu kâfirlerin niçin kâfirliği tercih ettiklerini anlamak gerçekten
mümkün değildir.
15. “Ey
İnananlar! Savaş için ilerlerken, inkâr edenlerle toplu halde karşılaştığınızda
onlara arkanızı dönmeyin.”
Ey mü’minler, ağır ordular
halinde kâfirlerle karşılaştığınız za-man, sizden sayıca üstün olarak
karşınızda saf tutmuş olan kâfirlerle buluştuğunuz zaman, onlara asla arkanızı
dönmeyin. Allah’ın değişmeyen yasalarından birisi de işte budur. Tarih boyunca
hep böyle kâfirler sayısal yönden çok, mü’minler de hep az olagelmişlerdir.
Allah safındaki mü’minler bazen kendilerinin beş katı, bazen on katı, bazen
yirmi katı kâfir karşısında Allah’ın yardımıyla zafere nail olmuşlardır. Tarih
bunun örnekleriyle doludur. Bu yasalarını Allah her devirde göstermiştir. Bir
avuç Müslümana koskoca güçler karşısında, Allah zaferi tattırmıştır. İşte şu
anda da yeryüzünün en güçlü ordusu denen Ruslar karşısında bir avuç Çeçenlerin
zaferlerini görüyoruz. Rabbimiz kâfirlerin kalplerine atmış olduğu korkuyla,
hiç savaşsız kâfirleri anlaşma masasına bile oturtmuştur.
İşte bütün
bunları, bütün bu Allah desteklerini gören müslü-manlar hiç bir düşman ordusu
karşısında arkasını dönüp kaçmamalıdır. Çünkü düşmanlarıyla savaşan bizzat
Allah’tır. İman küfür savaşlarının iki tarafı, iki cephesi vardır. Bunlardan
birisi Allah cephesi, ötekisi de kâfirler cephesi. Yâni savaşmak üzere
Müslümanlarla karşı karşıya gelen kâfirler Müslümanlardan önce Allah’la karşı
karşıya gelmektedirler. Mü’minler bu savaşta taraf değil, sadece Allah safında
bulunmaktadırlar. Yâni anlıyoruz ki kâfirler önce Allah’ı yenecekler sonra da
mü’minleri yenecekler. Allah’ın mağlup edilmesi mümkün olmayacağına göre Allah
yasalarına riayet eden mü’minlerin böyle bir savaşta yenilmeleri de mümkün
olmayacaktır.
Evet Allah müminlerden bir tavır
istemektedir. Rabbimizin mü’-minlerden istediği tavır şudur: Onlar kâfirler
karşısında dimdik dura-caklar ve kendisine güvenecekler. İşte mü’minlerden bu
istenmek-tedir. Ve işte Rabbimiz mü’minlerin sadece kendisine güvenip dayanarak
bu savaşa girmelerini sağlamak için bazen iki tarafın sayılarını, sayısal
güçlerini birbirlerine ters bir şekilde göstermektedir. Savaş başlamadan önce
iki tarafın da savaşa böylece teşvik edildiğini görüyoruz. Yeter ki savaşa
başlansın. Çünkü savaş başladıktan sonra zaten Müslümanlar lehine sonuçlanacak,
zaten kazanılacaktır.
Eğer Allah safındaki, Allah
desteğindeki mü’minler Allah’ın istediği şekilde bu savaşa girmişlerse,
Rablerine güveniyorlarsa, savaşın sonucunu Allah’ın belirleyeceğine inanıyorlar
ve düşman karşısında kaçmayı akıllarının ucundan bile geçirmeyerek sabırla
şehadeti ve cenneti hedeflemiş olurlarsa, Allah’ın rızası adına ebedî dirilik
olan ölüme, şehadete koşabilirlerse o zaman kesinlikle bilelim ki Allah on-lara
zaferi nasip edecektir. Böyle bir iman ordusunun sayısı ne kadar da az olursa
olsun, karşısında durabilecek hiç bir güç ve kuvvet yoktur.
Çünkü bu ordu sadece
mü’minlerden ibaret değildir. Allah ve melekleri o ordunun safındadır.
Allah’ın rüzgar, yağmur, yıldırım vs. tüm orduları o mü’min ordunun safında ve
kâfirlerin karşısındadır. Kâ-firlerinse tek dostu şeytandır. Şeytanınsa
mü’minlere verebileceği hiç bir zararı da, kâfirlere verebileceği hiç bir
desteği yoktur. Bakın Rab-bimiz son derece açık ve net bir biçimde Mücâdele
sûresinde şöyle buyurur:
“Allah,
“Andolsun ki ben ve peygamberlerim üstün geleceğiz” diye yazmıştır. Doğrusu
Allah kuvvetlidir. Güçlüdür.”
(Mücâdele 21)
Evet bu bir
yasadır. Yeryüzünde değişmeyen bir yasadır. Öy-leyse peygamber ve peygamber
yolunun yolcuları Müslümanlar kâfirler karşısında sabredecekler, direnecekler,
dayanacaklar, yılgınlık göstermeyecekler. Müslümanlar eğer düşmanları karşısında
Allah’ın kendilerinden istediğini yerine getirirlerse kesinlikle bilelim ki
Allah da onlara karşı yardımını gönderecektir. Ve sonunda zafere ulaşacak olanlar
mü’minler ve helâk olacak olanlar da kâfirler ve müşrikler olacaktır.
16. “Tekrar
savaşmak için bir tarafa çekilmek veya bir başka topluluğa katılmak maksadı
dışında, o gün arkasını düşmana dönen kimse Allah’tan bir gazaba uğramış olur.
Onun varacağı yer cehennemdir. Ne kötü bir dönüştür!”
Evet sayısal oran ne olursa olsun
Müslümanlar asla kâfirler karşısında sırt dönüp kaçmayacaklar. Ancak bunun iki
istisnası anlatılıyor burada. Hem böylece Müslümanlara bir savaş taktiği de
öğretiliyor. Evet böyle neticesi belli olan, kesinlikle Müslümanlar lehine so-nuçlanacak
bir savaş ortamında kişi, düşmânâ sırt dönüp kaçacak olursa ona verilecek
cezayı da Rabbimiz âyetin sonunda anlatıyor. Ama önce kâfirler karşısında arka
dönmenin iki istisnası gündeme getiriliyor.
Bunlardan birincisi savaş için
bir taktik uygulayandır.
Şu anda Çeçenistan’daki
kardeşlerimizin yaptığı gibi önce kaçar gibi, geri çekilir gibi yaparak düşmanı
aldatan, düşmanı içeriye doğru çekerek vur kaç taktiği uygulayarak düşmanı
darmadağın edenler bunun dışındadır. İşte bu ve buna benzer savaş taktikleri uygulamak
üzere düşman karşısında geri çekilmek müstesnadır.
İkincisi
de, başka bir savaş birliğine katılmak üzere hareket edenler de bunun
dışındadır. Onlar da kaçıyor değillerdir. Meselâ bir birliktekilerin ekserisi
doğrandı, çok az sayıda mücahit kaldı. O kalan Müslümanlar bir başka İslâm birliğine
katılarak onlarla birlikte çarpışmak üzere, savaşa devam etmek üzere bir taktik
uygulaması içine giriyorlarsa işte bu da müstesnadır.
Savaş alanında yana doğru, sağa
sola doğru gitmek de bir savaş taktiği olarak bunun dışındadır. Yine savaşmaya
devam etmektedirler. Zafere ulaşana veya şehadete ulaşana kadar oradadırlar. Yine
savaş topluluğunun emiri, kumandanı nihaî emrini verinceye ka-dar ordunun
içinden ayrılmayacaklardır. İşte bu savaş taktikleri hariç, kim de düşman
karşısında yılgınlık gösterip, korkak davranıp sırt dönerek kaçarsa o Allah’tan
bir gazaba uğramıştır.
Artık ben de Müslümanım diyen bir
kimse için her hangi bir kurtuluş söz konusu olmayacaktır. Neden? Çünkü
Allah’ın bizzat destek verdiği, meleklerin, yağmurun onlarla birlikte savaşa
katıldığı bir savaş ortamından kaçıp gitmek gerçekten düşünülebilecek bir şey
değildir. Allah ordusunun içinden kaçan bir kimsenin vebalini bir düşünün. Bu
adam resmen: Ey Allah’ım! Sen bu kâfir ordu karşısında asla galip gelemezsin!
Allah’ın yenilebileceğine itikat etmiş, imanını kaybetmiş ve Allah’ın gazabına
maruz kalmış demektir bu kişi ve işte böyle bir kimsenin Me’vâsı, sığınağı,
barınağı da cehennemden başka bir yer değildir. O ne kötü bir varış yeri? Ne
kötü bir sığınaktır? Rabbimiz bu genel yasalarını ortaya koyarken yine Bedir’de
Müslümanlar lehine gerçekleşen ve Müslümanların göremediği bir takım yasaları
da gündeme getirir.
17. “Onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü. Attığın
zaman da sen atmamıştın, fakat Allah atmıştı. Allah bunu, inananları güzel bir
imtihana tâbi tutmak için yapmıştı. Doğrusu O işitir ve bilir.”
Ey Müslümanlar, onları, o
kâfirleri siz öldürmediniz. Fakat o kâfirleri Allah öldürdü. Gerçekten savaşın
tüm şartları Allah tarafından hazırlanmışsa, Allah meleklerini göndererek
Müslümanlara destek vermişse, müslümanların kalplerine cesaret ve sebat
vermişse, yağmurla Müslümanların imdadına yetişmiş, böylece Müslümanları temizlemiş,
kalplerine büyük bir rabıta vermiş, bu arada yine mü’minler le-hine kâfirlerin
kalplerine de bir korku ve tedirginlik salmışsa, sonunda ortaya serilmiş şu kâfir leşleri
Allah’ın bu lütufları sonucunda meydana gelmişse şimdi siz söyleyin onları
Allah öldürmemiş de kim öldürmüştür? Gerçi kılıcı sallayanlar, okları atanlar
zahirde Müslümanlardır ama öldüren Allah’tır.
Attığın zaman sen atmadın, lâkin
Allah attı. Tefsirler savaşın başlangıcında Rasulullah efendimizin uzunca bir
dua ederek eline bir avuç kum alıp kâfir ordunun üzerine attığını, o kumlardan
her birinin bir kâfirin gözüne gittiğini anlatmışlar. Tabii Firavun ve ordusu
karşısında Mûsâ (a.s) nın Asasını denize vurması gibi Rasulullah efendimizden
de bir kulluk bekleniyordu. Ondan da bir hareket isteniyordu. Rasulullah
efendimiz de işte bunu yaptı. Allah da gerisini tamamlayıverdi.
İşte sana
atma emrini veren Allah’tı. Allah emretti, sen de attın. Attığını hedefine
ulaştıran Allah’tı. Sizi galip getiren Allah’tı. Do-layısıyla size bu konuda
bir şeref payesi yoktur. Yâni bir okun, bir kı-lıcın, bir silahın onu kullanan
kimseye karşı durumu neyse, o Müslümanların Allah’a karşı durumu hattâ onun da
altındadır. Kılıç, silah, ok nasıl onu kullananın emrindeyse Müslümanlar da
Allah’ın emrindedirler. Öldüren silahtır, öldüren kılıçtır ama öldüren onu kullanandır
değil mi? Savaşı şu kılıç kazandı. Düşmanı şu ok öldürdü demeyiz. Ben kazandım,
biz öldürdük deriz. İşte aynen bunun gibi öldüren Müslüman’dır ama öldüren
Allah’tır. Çünkü her şey Allah’ın dilemesi ve yaratmasıyla gerçekleşmektedir.
İşte Rabbimiz böylece
Müslümanları güzel bir imtihanla im-tihan etmeyi murad etti. Onlara güzel bir
zafer tecrübesi kazandırmak istedi. Belâ kelimesi hem deneme, sınama anlamına,
hem de daha güzel bir noktaya getirme anlamınadır. Rabbimiz böylece mü’minleri
hem denedi, imtihan etti, hem de onları bulundukları durumdan çok daha güzel
bir konuma getirdi. Evet Müslümanlar bu olayların tümünü orada yaşadılar.
Allah’ın kendilerine olan lütuflarının bazısını gör-memiş olsalar bile ama
Rablerinin bu lütuflarını hissettiler.
Tabii böyle
bir savaş meydanında bulunulmadıkça o ortamda Allah âyetlerinin, Allah
yasalarının nasıl hissedildiğini, gönüller üzerinde nasıl tesirler meydana
getirdiğini anlamak da, anlatmak da mümkün değildir. Ancak bunu şöyle izah
edebiliriz. Meselâ namaz kıl-mayan, namazı tanımayan bir insana namaz
içerisinde insan gönlünün duyduğu, insan derisinin hissettiği, benliğinin yaşamış
olduğu zevki anlatabilmek mümkün değildir. İşte Rabbimiz savaş meydanında kendi
safında savaşan mü’minlere bu âyetlerinin, bu desteklerinin tamamını
hissettirerek, gönüllerinde yaşatarak onların zaten Rablerine bağlı olan
gönüllerini daha sıkı, bağlı bir hale getirdi.
Mü’minler gerçekten çok güzel
sınavdan geçirildiler. Bu sınav onları daha güzel mü’minler haline getirdi. Allah’a
İmanları arttı, güvenleri arttı, teslimiyetleri arttı, gönülleri Allah’a daha
bağlı hale geldi. Ayaklar Allah yoluna gidebilmeye, eller Allah yolunda vurabilmeye,
gözler cenneti daha güzel görebilmeye götürüldü. Meselâ gelip o Müslümanlardan
birisi Rasulullah efendimize soruyordu. Ey Allah’ın Resulü, şimdi ben burada
öldürülürsem karşılığında ne vardır? Resulü Ekrem buyuruyordu ki cennet. Efendisinden
aldığı bu müjdeyle yerinde duramaz hale gelen o sahâbe de diyordu ki şu
ağzımdaki hurmaları yiyecek zaman kadar bile cennetten uzak kalmamalıyım. Sonra
ileri atılıp şehadet şerbetini içip, cennete uçuveriyordu.
Gerçekten
orada onlar Allah’ı görmeseler bile görmüş gibi ol-dular. Veya en azından
Allah’ın kendilerini görüp gözettiğini, rızasıyla, ihsanıyla kendileriyle
beraber olduğunu yaşadılar, hissettiler. Cenneti görmemiş olsalar bile sanki
görmüş gibi oldular, kokusunu duydular. Bizler de şu anda uzaktan o havayı
teneffüs eder gibi oluyoruz değil mi? Böylece bizlerin de gönüllerimiz
Rabbimize daha bir güven ve bağlılık kazanıyor. Bir de bunları bizzat
yaşayanları düşünün. İşte on-lar için bunlar imtihanların en güzeliydi.
Muhakkak ki
Allah işitendir, bilendir. Safındaki mü’minlerin du-alarını, kendisine yalvarıp
yakarışlarını, zafer isteyişlerini, o anda, sa-vaş meydanında gönüllerde
cereyan eden nice heyecanları, nice di-lekleri, dile getirilmeyen nice
duyguları işitiyordu, biliyordu ve aynıyla onlara icâbet ediyordu. Mü’minlerin
sığınmalarını, dualarını bilen ve işiten Allah, aynı zamanda azgın müşriklerin
söylediklerini de biliyor ve işitiyordu. Bazen onların söylediklerine karşı ne
yapacaksa, nasıl bir mukabelede bulunacaksa yapıyordu. Yâni o andaki olup biten
tüm ayrıntıları, gerek iki tarafça dile getirilen, gerekse dile getirilmeyip
gönüllerde taşınanları, savaş öncesi hazırlıkları, savaş sonrası olup bitecekleri
tüm ayrıntılarıyla bilen ve işitendi Allah. Her şey O’nun bil-gisi ve kontrolü
altındaydı.
18. “İşte bu, Allah'ın inkârcıların düzenini zayıflatıp
yok etmesidir.”
İşte yasa böyledir. Allah yasası
böyledir ve bu Allah yasasından asla kurtuluş yoktur. Allah kendi adına, kendi
safında savaşan müminlerle beraberdir. Allah mü’minlerin desteğindedir. İşte
Allah yasası böyledir. Allah kâfirlerin karşısındadır. Kâfirler Allah’ın düşma-nıdır.Kâfirler,
müşrikler Allah’a karşı cephe açmış zavallı kimselerdir. Müminlerse gücün,
kudretin, izzet ve şerefin, zafer ve galibiyetin Allah katında olduğuna inanmış
ve bu inanç istikâmetinde bir hayat yaşa
yan bahtiyar ve şerefli insanlardır. İşte yasa böyledir.
Bu Allah yasasını değiştirebilecek hiçbir güç ve kuvvet yoktur.
Allah
kâfirlerin tüm tuzaklarını, tüm hilelerini, mü’minler aleyhine kurdukları tüm
komplolarını, tüm plan ve programlarını bozacak, boşa çıkaracak, zayıflatacak,
etkisiz hale getirecektir. Ama dikkat ederseniz Rabbimiz burada ve kitabımızın
değişik yerlerindeki âyetlerinde onların hilelerini tamamen ortadan
kaldıracağım, tamamen yok edeceğim demiyor da onlara vehim vereceğim, gevşeklik
vereceğim diyor. Çünkü onların ellerini, kollarını kırarak, onları tamamen
etkisiz hale getirerek biz Müslümanların onlar karşısında emin bir vaziyette
bir kenarda oturan miskinler olmamızı istemiyor. Kâfirler karşısında elbette
bizim de yapacağımız bir şeyler olacak ve böylece bizler de kendimizi diri ve
canlı tutacağız.
Yâni Mûsâ (a.s) gibi bizler de
elimizdeki asayı denize vurmak, veya Rasulullah efendimiz gibi yerden kum alıp
onların üzerine atmak, esbaba tevessül etmek zorundayız. Cihad meydanına çıkmak
ve onlar karşısında kılıç sallamak zorundayız. Bizim ortaya koyduğumuz bu hareketle
onların tüm çabaları, tüm hazırlıkları, tüm plan ve programları Rabbimiz
tarafından boşa çıkarılacaktır.
19. “Ey inkârcılar! “Zafer istiyorsanız, işte zafer geldi
size; (Aleyhinize çıktı). Peygamberlere karşı gelmekten vazgeçerseniz sizin
iyiliğinize olur, yok, tekrar dönerseniz biz de döneriz; topluluğunuz çok da
olsa size hiçbir fayda vermez. Allah inananlarla beraberdir.”
Ey kâfirler, eğer fetih, eğer
zafer istiyor idiyseniz işte size fetih geldi. İş aleyhinize çıktı. Hani sizler
bu savaşa çıkmadan önce Kâbe’nin avlusunda Kâbe’nin Rabbine dua dua
yalvarmıştınız. Ey Kâbe’nin Rabbi, iki taraftan hangisi haklıysa, hangimiz
haktaysak bu savaşta o tarafı galip getir de kimin haklı, kimin haksız olduğunu
an-layalım diye yalvarıp yakarmıştınız. İşte şimdi Allah haklı tarafı galip
getirdi. Fethetmeyi arzu ediyordunuz, işte fethedildiniz. Öldürmek is-tiyordunuz,
işte öldürüldünüz. Galip gelmek istiyordunuz, işte mağlup oldunuz.
Rabbimiz
burada gerçekten kâfirlerin aklını başına getirecek bir uyarıda bulunuyor. Alay
vari bir uyarıda bulunuyor. Kâfirlerin Müslümanlar lehine dua ettiklerini
ortaya koyuyor. Rabbimiz mü’minlerin galibiyeti için her şeyi, bütün yasalarını
onlar lehine uyguladı. Halbuki kâfirler ya Rabbi yarın kim haklıysa ona yardım
edip onu galip getir derlerken elbette kendilerinin haklı olduklarını ve Allah’ın
kendilerine yardım etmesini, kendilerini galip getirmesini istiyorlardı. Ama
madem ki bu işi Allah’a havale ettiler, o zaman anlamalıdırlar ki işte zafer
Müslümanlara nasip edildiğine göre, haklı taraf Allah’a göre onlardır. Hakta
olanlar Allah tarafında olan Müslümanlardır. Aslında kâfirler de farkında
olmadan Müslümanların galibiyeti, kendilerinin mağlubiyetine dua ettiler.
İşte burada Rabbimiz onlara bunu
hatırlatarak buyuruyor ki Ey kâfirler, sizler haklı taraf için fetih
istiyordunuz ya, işte o fetih geldi. Haklı taraf galip gelsin diye dua ediyordunuz
ya, işte haklı taraf galip geldi. Fetih bekliyordunuz, ama bu fetih istediğiniz
gibi sizin beyinlerinizde patladı. Çünkü siz fethi haklı olan taraf için
istemiştiniz. Haklı olan tarafın Müslümanlar olduğu ortaya çıktı. Kâfir ve
müşrikler olarak da sizin haksız taraf olduğunuz anlaşıldı. Burada artık size
akl edip, akıllarınızı kullanıp bu küfür ve şirklerinizden, Allah ve Resulüne
cephe almaktan vazgeçmeniz düşmektedir. Bu inatlarınızdan vaz geçmeniz ve
Müslüman olmanız gerekmektedir. Eğer vazgeçerseniz bu sizin iyiliğinize, sizin
hayrınıza olacaktır. Yok eğer sizler bu gerçeği gözlerinizle görerek anladıktan
sonra tekrar yine eski küfrünüze, şirkinize, Allah ve elçisine karşı cephe
oluşturmaya dönerseniz kesinlikle bilesiniz ki Biz de döneriz.
Savaş
öncesi dua dua yalvardıkları Allah gözlerinin önünde haklı tarafı galip
getirdi. O zaman bu neyi gösterir? Demek ki haklı taraf müminlerdir. Tüm müşriklere
gösterdi Allah bunu. Şimdi böyle bir durumda ne yapmaları gerekiyordu bu
müşriklerin? Küfür ve şirklerine bir son verip, Allah ve Resulüne iman etmeleri
gerekiyordu. İş-te Rabbimiz onlara bunu tavsiye ederek buyuruyor ki; eğer Allah
ve Resulüne düşmanlıktan vazgeçerseniz bu sizin için hayırlı olacaktır.
Rabbimiz her şeyi gözleriyle gördükleri bu savaşta ölmemiş olanlara rahmet
kapılarının açık olduğunu müjdeliyor.
Ve işte bu uyarıyı alıp da Müslüman
olanlar hariç tekrar küfür ve şirklerine, Allah ve Resulüne düşmanlıklarına
dönenlere Allah’ta Uhut savaşında, Hendek savaşında ve diğer savaşlarda tekrar
döndü de hepsi geberip gittiler. Demek ki Allah’la savaşılmaz. Bunu an-layanlar
Müslüman oldular ve kurtuldular. En son Mekke’nin fethiyle tüm müşrikler
Müslüman oldular.
Evet
böylece anlıyoruz ki Rabbimizin savaşlarda şöyle bir yasası da vardır: Rabbimiz
rahmeti gereği bir anda kâfirlerin tamamını helâk etmiyor. Zaman zaman
âyetlerini gösteriyor onlara, yasalarını izlettiriyor. Niye? Bu âyetlerini
gözleriyle görenler mü’min olsunlar, Allah ordusu safına katılsınlar diye.
Rahmeti ve merhameti gereği daha çok insan cennete gitsin diye.
Sizin
grubunuz, sizin topluluğunuz çok da olsa kesinlikle bi-lesiniz ki bu size hiç
bir fayda sağlamayacaktır. Ve hiç şüphesiz ki Allah müminlerle beraberdir.
Söyleyin Allah mü’minlerin desteğinde oldukça mü’minlerin karşısında hangi güç,
hangi ordu durabilir? Evet Rabbimiz tekrar tekrar bunları kâfirlere
hatırlatarak onlara karşı uyarısını sürdürüyor. Bizler de şu anda Rabbimizin bu
âyetlerini kâfirlere duyurarak onları İslâm’a ve cennete kazandırma gayreti
içinde olacağız. Rabbimiz tarihi böyle güzel bir şekilde yorumluyor. Öyleyse
bizler de bu gerçeklerin herkese duyurulmasıyla yükümlüyüz. Evet Allah
müminlerle beraberdir, Allah mü’minlerin desteğindedir, ama bir şartla tabii.
Neymiş o?
20,21. “Ey
İnananlar! Allah'a ve peygamberine itaat edin, Kuranı dinleyip dururken yüz
çevirmeyin, dinlemedikleri halde "Dinledik" diyenler gibi olmayın.”
Ey mü’minler Rabbinizin sizinle
beraber olmasını, sizin desteğinizde olmasını istiyorsanız, böyle bir zaferin
sizlere de müyesser olmasını istiyorsanız, diyerek şimdi de Rabbimiz sözü
mü’minlere çeviriyor ve bu sûre içinde defalarca, sık sık ey iman edenler diyerek
Rabbimiz Müslümanlara seslenişini sürdürecek görüyoruz. Bu hitap Rabbimize
aittir. Rabbimiz bizzat kendi has kullarına sesleniyor. Bunun sebebi de
kendisini bu hitabın muhatabı kabul eden herkes Allah’ın emirlerine koşsun ve
herkes Allah’ın isteklerine göre kendilerini düzeltsin diyedir.
Ey mü’minler Allah’a itaat edin. Allah
ne diyorsa tamam de-yin. Allah ne diyorsa doğrudur deyin. Allah ne istiyorsa
kabulümdür deyin. Resulüne de itaat edin. Resul ne diyorsa, nasıl istiyorsa ona
akıl vermeye kalkışmadan tamam deyin. Allah ve Resulüne itaat etmeden, Allah ve
Resulünün istediği şekilde olmadan zaten Müslümanlık mümkün değildir.
İşittiğiniz halde, Allah ve Resulünün emirlerini, uyarılarını duyduğunuz halde
tevellâ edenlerden olmayın. Yâni dönenlerden, yüz çevirenlerden, kendi bildiğini
yapanlardan olmayın. Allah ve Resulünün buyruklarını duyup durduğunuz halde,
bilip durduğunuz halde onları bir tarafa bırakıp sanki hiç duymamış gibi kendi
hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamaya yönelenlerden olmayın.
Kitabı ve sünneti duyduğunuz halde, işittiğiniz halde kendi bildikleri gibi
yaşayanlardan olmayın. Kitap ve sünneti duyduğunuz halde kendi kuruntularınız
peşinde gitmeyin. Kitap ve sünneti bildiğiniz halde toplumun istediği, âdetlerin
istediği, tâğutların istediği bir hayata yönelmeyin. Bu âyetleri duyduğunuz
halde, bu âyetlerin muhatabı olduğunuz halde bile bile kendinizi cehenneme
atmayın.
İşitmedikleri
halde işittik diyenler gibi olmayın. Demek ki bir kısım insanlar varmış ki
onlar duymadıkları halde duyduk, işitmedikleri halde işittik diyorlarmış. Demek
ki bir kısım insanlar varmış ki onlar kalplerini, gönüllerini, dikkatlerini
vererek dinlemiyorlarmış. Dinler gibi görünüyorlar, kulak verir gibi
görünüyorlar, bir takım harfler, bir takım kelimeler onların kulaklarına
çalınıyor ama o kelimelerin mânâlarını anlamadıkları halde biz işittik
diyorlar. Lâkin işittiklerinin, duyduklarının tamamen aksini yapmaya
yöneliyorlar. Biz bildiğimizi yaparız di-yorlar. Böyle bir işitme Allah’a göre
bir işitme değildir. Böyle anlamadan bir okuma da Allah’ın istediği bir okuma
değildir. İnsan Allah’ın kitabını okurken, dinlerken can kulağıyla dinleyecek,
okuyup dinlediğini anlamaya çalışacak, anlayamamışsa soracak, soruşturacak
iyice anlayıp iman ettikten sonra da gereğini yerine getirmeye çalışacaktır.
22. “Allah katında, yeryüzündeki canlıların en kötüsü gerçeği
akl etmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”
Muhakkak ki Allah katında
varlıkların en şerlisi, hayvanlar, sürüngenler, mikroplar da dahil canlıların
en kötüsü sağır ve dilsiz olanlardır. Vahyi duymayanlar, vahye karşı sağır ve
dilsiz kesilenler yaratıkların en şerlisidir. Aslında yarattığı tüm canlılar
için Rabbimiz belli bir yasa koymuştur ve tüm varlıklar onları yerine
getirmektedirler. Belki bu yaratıklardan kimilerinin kulakları da, dilleri de
yoktur ama Rabbimizin kendilerine verdiği içgüdüleriyle hareket etmektedirler.
Ki-tabımızın başka bir âyetinin beyanıyla her şeyin, her varlığın bir tes-bihi,
bir salâtı vardır. Varlıkların tamamı Rablerinin kendilerine yüklediği o salâtlarını,
o tesbihlerini yerine getirmektedirler. İşte tüm bu varlıklarla kıyas
edildikleri zaman onların en kötüleri, en şerlileri, en kötü bir konumda
olanları insanların sağır ve dilsiz olanlarıymış.
Kitap karşısında, peygamber
karşısında, Allah’ın vahyi karşısında sağır ve dilsiz kesilenler, kulaklarını,
dillerini, akıllarını kullanmak istemeyenlerdir. Allah’ın vahyine hakkıyla
kulak vermeyenler, verseler bile anlamaya yanaşmayanlar, anlamadan kulak verenler
ve gereğini yerine getirmeyenlerdir. Yâni Allah’ın vahyini nasıl duyması, nasıl
işitmesi gerekiyorsa öylece duyup işitmeyen insanlar. Tıpkı bir hayvan gibi
işitip anlamamak, anlamadan duymak insana yakışan bir özellik değildir.
Veya duyduğu, işittiği ve
anladığı bir şeyi sanki hiç duymamış gibi davranan, duyduğunun gereğini yapmayan,
yaşamayan kimse de onu hakkıyla duymuş sayılmayacaktır. Böyle bir kimse sağır
ve dilsizdir. Onun ağzından çıkan sözler Allah sözleri değildir, vahiy değildir.
Tamamen boş ve bâtıl sözlerdir. İnsan vahye mutâbık değerli şeyler söylediği
zaman, kelime-i tevhidi, Allah’a imanı söylediği zaman söz söylemiş olur.
Dilini Allah’ın istediği yerde kullanmayan kimsenin dili yoktur.
Bunlar,
böyleleri akıllarını da kullanmayan insanlardır. Akılda bir bağlanma, bir
bağlılık ifadesi vardır. Hani deveni sağlam bağla ve Allah’a tevekkül et
buyuruyordu ya Allah’ın Resulü. Deve bağlandığı zaman bağlanmış oluyor. Öyleyse
Rabbimiz istiyor ki insan akl edecek, aklını kullanacak, aklını bağlayacak
hidâyete. Hidâyete tâbi olacak, hidâyet kaynağı olan kitabın âyetlerini anlamaya,
kavramaya ça-lışacak, Allah’ın kendisine gönderdiği bu âyetlerin kendisine ne
dediğini, kendisinden ne istediğini anlamaya çalışacak ve bu âyetler istikâmetinde
kendisini ıslah etmeye, düzeltmeye gayret edecektir. Allah’ın kendisine verdiği
akılla belli bir çizgiye, belli bir özelliğe, insan olma vasfına sahip olmaya
çalışacaktır.
Türkçe’deki uslanmak ifadesi de
bu anlamadır. Allah’ın kendisine verdiği aklını kullanmaya yanaşmayan kişi hem
kendisine, hem de çevresine zulmediyor demektir. Hem kendisine, hem de etrafın-dakilere
zararlı oluyor demektir. Aklını kullanmayan kimse duyduğu ve söylediği şeylerin
ne anlama geldiğini bilmeyen kimsedir. Kulağına neyin gittiğinin, ağzından
neyin çıktığının farkında olmayan kimsedir. Akıllarını, kulaklarını ve
dillerini Allah’ın istediği şekilde kullanmayan insanlar, kör bir taklitten
yana tavır alan maymunlar gibidirler. Bu insanların akılları başkalarının
cebinde olduğu için Allah’tan başka kim ne demişse ona tâbi olurlar.
23. “Allah onlarda bir iyilik görseydi onlara
işittirirdi. Onlara işittirmiş olsaydı yine de yüz çevirirlerdi, zaten dönektirler.”
Vahye karşı, Allah’ın kitabına ve
Resulünün sünnetine karşı akıllarını, duyularını kullanmak istemeyen, tüm
kapılarını, pencerelerini kapamış olan bu insanlarda zerre kadar hayır yoktur.
Eğer Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi, onlarda zerre kadar bir adam olma
emaresi görseydi elbette onlara da işittirirdi. Rabbimizin ezelî ilmine göre
demek ki onlarda hiçbir hayır mevcut olmadığı için onlara işittirmiyor. Şâyet
Rabbimiz onlara işittirecek olsaydı yine işitmemiş gibi, hiç duymamış gibi
işittiklerinden yüz çevirip bildikleri gibi bir hayat yaşamaya yönelirlerdi.
Yine kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde yanlışlarına dönerlerdi. Burada
münâfık tipli insanlar anlatılıyor. Allah’ın vahyini duydukları halde yan çize
çize duymazlıktan, anlamaz-lıktan gelerek kendi bildikleri hayatı yaşamaya
yönelen kimselerin münâfıklıkları ortaya konuyor.
Tamam duyduk, tamam anladık
canım, sağır değiliz ya diyerek duydukları vahyin tamamen aksine bir hayata,
burunlarının doğrusuna giden insanlar anlatılıyor. İşte bunlar mahlukât içerisinde
en şerli, en kötü durumda olmayı isteyen kimselerdir. Allah’ın kendisine
yüklediği kulluğu yerine getiren bir sivrisinek bile bunlardan çok üstündür.
Çünkü bu adamlar yaratıcılarına, rızık vericilerine karşı hiçbir görevlerini
yerine getirmemektedirler. Allah’ı hayatlarına karıştırmıyorlar. İşte bu durum,
insan adındaki, insan görümündeki o varlığı tüm varlıkların en şerlisi konumuna
düşürmektedir.
24. “Ey inananlar! Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek
şeye çağırdığı zaman icâbet edin. Allah'ın kişi ile kalbi arasına girdiğini ve
sonunda O’ nun katında toplanacağınızı bilin.”
Ey
mü’minler. Ey Gönlünü ve tüm hayatını Allah’a vererek, Allah’ın tüm yasalarını
kabul ederek, tasdik ederek ebedî güveni hakketmiş kullarım. Ey Allah denilince,
Allah buyuruyor denilince kalpleri yatışmış olan kullarım. İnandığınız Allah ve
Resulüne icâbet ediniz. Allah ve Resulü sizi, size hayat verecek şeylere
çağırdığı zaman hemen icâbet edin. Anlıyoruz Allah ve Resulünün çağırdığı
şeylerin tamamı bize hayat veren şeylerdir ve onlardan mahrum olanlar da ölüdür.
Yine biliyoruz ki Kur’an’ın bir adı da ruhtur ve bu ruhla ilişkisi kesilmiş
insan ölüdür. Zaten irtidat eden, Kur’an’dan irtibatını kesen kişi ruh hakkını,
hayatiyet hakkını kaybettiği için İslâm’da ölümü hakketmiş insandır.
Evet
dünyaya karışmak üzere, hayata karışmak üzere, kul-larının hayatına karışmak
üzere, kullarına hayat kazandırmak, kul-larını gerçek hayat olan cennete
ulaştırmak üzere gönderdiği tüm emirlerine icâbet edin.
Müslümanlar olarak bizler
Rabbimizin ve Resulünün tüm çağrılarına icâbet etmek zorundayız. Meselâ bakın
Rasulullah efendimiz sahâbeden birini namazdayken çağırır, o kişi de namazını
tamamlamadan Rasulullah’ın dâvetine icâbet etmez. Bunun üzerine Allah’ın Resulü
bu âyet-i kerîmeyi okur, veya bu olay üzerine âyet iner. Ama sebeb-i nüzûl
âyetin genel mânâsını sınırlandırmaz. Bu tefsirde genel bir yasadır.
Hangi konuda olursa olsun Allah
ve Resulü sizi neye çağır-mışsa, neleri emretmiş, neleri yasaklamışsa tümüne icâbet
etmek ve baş üstüne demek zorundayız. Eğer Allah ve Resulü bu kitabın istediği
bir hayatı yaşamaya çağırıyorsa hemen icâbet ediniz. Allah ve Resulü savaşa
çağırıyorsa hemen hiç beklemeden icâbet ediniz. Allah ve Resulü infaka
çağırıyorsa, sahip olduklarınızı Allah kullarıyla paylaşmaya çağırıyorsa hemen icâbet
ediniz. Allah ve Resulü neyi beğenmişse, sizler de hemen onu beğenin. Allah ve
Resulü nelerden uzaklaşmanızı istemişse hemen onlardan uzaklaşın. Allah ve
Resulü kitap ve sünnet karşısında dilsiz ve sağırlar kesilmeyin demişse hemen
bu tavrınızı değiştirin. Allah ve Resulü vahyi işitmedikleri halde işittik
diyenlerden olmayın demişse, olmayın. Allah ve Resulü kitap ve sünnete karşı
vurdum duymaz bir tavır takınanları mahlukâtın en şerlileri olarak vasf
etmişlerse, onlar gibi olmayın. Allah ve Resulüyle muvafakat halinde bulunun.
Allah ve Resulü neyi sevmişse siz de onu sevin, neye düşman olmuşsa siz de ona
düşman olun. Allah ve Resulünün razı olduklarından razı olup gazap ettiklerine
gazap edin... İşte Allah ve Resulüne icâbet budur.
Şimdi böyle yaptığımız zaman,
böyle yaşadığımız zaman bunun menfaati kime dokunur? Allah ve Resulü mü? Hayır.
Rabbimiz buyuruyor ki:
Sizi
diriltecek, size hayat verecek, sizi yaşatacak, sizi Allah’ın istediği ebedî
diriliğe ulaştıracak buyuruyor. Sizi gerçek dirilik hayatı cennete ulaştıracak.
Öyleyse bunun sonunda menfaatlenecek olanlar bizleriz.
Şunu da
kesinlikle bilin ki, iman etmek ve amele dönüştürmek üzere bilin ki; Allah kişi
ile kalbi arasına havl yapar. Allah kişi ile kalbi arasına engel olur. Çünkü
Allah kişiye kendi kalbinden daha yakındır. Allah insan ile kalbi arasına engel
olur. Allah sadece insanın kendisiyle başkaları arasına değil onun bizzat
kendisi ile kalbi arasına girer de insanı bir anda kalbindeki niyetlerinden ve
amellerinden mahrum bırakır. Bir anda insanın iradesini bozup tersyüz eder.
İnsanın düşüncelerini, kanaatlerini, zevklerini, hedeflerini değiştiriverir.
Aklını, şuurunu yok ediverir. Kendi kendini duymaz ve anlamaz hale getiriverir.
Allah, Mukallib
el Gulûptur. Kalpleri değiştiren, kalplere hükmedendir. Bir kimse Allah
ve Resulünün kendisine hayat kazandıracak, kendisini diriltecek dâvetlerine
hemen icâbet etmez, Allah ve Resulünün çağrılarına uyma duygusunu yitirir ve
nefsinin, hevâ ve heveslerinin çağrılarına, başkalarının çağrılarına icâbet etme
eğilimi gösterirse, başkalarının hayat programlarına, başkalarının yasalarına
evet demeye yönelirse Rabbimiz de onun kalbi üzerinde etkisini kuruverir ve
artık şerri, küfrü, şirki, pisliği, murdarlığı yazıverir de onların kalplerini
bunları sever bir hale gelir. Artık bir daha hakkı, doğruyu, İslâm’ı, imanı
sevmez ve asla bunlara dönemez hale gelir. Çünkü Allah, Muhavvil el
Gulûbdur. Kalplere egemen olan, onlara söz geçiren, onları evirip
çevirip dilediği hale sokandır.
Hani Rabbimiz kitabımızın bir
başka âyetinde şöyle buyuruyordu: “Ey peygamberim, sen yeryüzündekilerin
tamamını infak edip harcasaydın onların kalplerinin arasını telif edemezdin.”
O birbirlerini yemeye çalışan insanları sahâbe-i kirâm olarak tek bir üm-met
haline getiremezdin. İşte aynen burada olduğu gibi Rabbimiz Allah ve Resulüne
iman etmeye çalışan, Allah ve Resulünün dâvetlerine icâbet etmeye yönelen o
topluluğun kalpleriyle kendileri arasına girmiş ve onların kalplerindeki tüm
kini, düşmanlığı, yanlış duyguları kaldırıp onları ümmet içinde en şerefli
mü’minler haline getirivermiştir.
Burada
Rasulullah efendimizin bir duasını da hatırlayalım. Bizler Rabbimizin ve
Resulünün istediği bir takım eylemleri yapmaya çalışmakla birlikte sürekli bu
duayı yapalım inşallah. “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Sebbit
galbi ala diynik. Benim kalbimi dinin üzerine sabit kıl” İnşallah bu duayı sürekli bizler de yapalım.
Çünkü gönüllerimiz nelere bağlı değil ki? Meselâ bir namazımız var, onda bile
kalbimiz tümüyle Allah’a bağlı değil. Bir orucumuz var, onda da tamamiyle
Allah’a bağlı değiliz. Onun için biz de tıpkı Rasulullah efendimizin istediği
gibi Rabbimizden kalplerimizi dinine bağlamasını isteyelim. Kalbimizle irtibatımız
kesilmeden önce, canımız elimizden alınmadan önce, fırsat elimizde iken Allah
ve Resulünün dâvetine icâbet edelim.
Tirmîzi’nin rivâyetinde
Rasulullah efendimizin az evvel okuduğu duasını duyan sahâbe-i kirâm
efendilerimiz buyurdular ki: Ey Allah’ın Resulü, biz sana getirdiğin mesaja
inandığımız halde bizim için korkuyor musunuz? diye sorunca şöyle buyurdu:
“Evet, kalpler şanı yüce Allah’ın
iki parmağı arasındadır, onları evirip çevirir.”
Ve
unutmayın ki sonunda O’na haşir olacak, O’nun huzuruna getirileceksiniz. Hesabı
O’na ödeyeceksiniz. Öyleyse faturayı kendisine ödeyeceğiniz Rabbinizin istediği
gibi küfürden, şirkten, nifaktan, ihlassızlıktan, dünyaya bağlılıktan kurtulmuş
tertemiz bir kalple Rab-binizin huzuruna gitmeye bakın. İşte ancak o zaman
hesabınızın kolay olacağını düşünebilirsiniz. Eğer düşüncemiz, itikadımız, imanımız,
amelimiz ve kalbimiz bir uygunluk ifade ediyorsa işte o zaman kurtuluş söz
konusu olacaktır. Değilse bilesiniz ki sadece kalp temizliği de yetmeyecektir.
Öyle değil mi? Âyetin başında Rabbimiz Allah ve Resulüne icâbet edin buyurdu.
Allah ve Resulü ne istemişse öylece uygulayın, böylece dirilik kazanacaksınız .
25. “Aranızdan
yalnız zâlimlere erişmekle kalmayacak fitneden sakının, Allah'ın azabının
şiddetli olduğunu bilin.”
Öyle bir fitneden sakının, öyle
bir fitneden korkun, ürkün ki o aranızda sadece zâlimlere, zulmü, küfrü ve
şirki yürütenlere erişmekle kalmayacaktır. Yaş kuru demeden, günahkâr günahsız
demeden hepinizi saracaktır. Şunu kesinlikle bilesiniz ki Allah ikabı, azabı, yakalaması
çok şiddetli olandır.
Öyleyse
kesinlikle bilelim ki Müslümanlar olarak sadece kendimizi kurtarmamız, sadece
kendi dirlik ve düzenimizi sağlamamız bi-ze yetmeyecektir. Sadece sâlihler olmamız
yetmeyecektir, muslihler olmadıkça. Sadece kendimizi diriltmemiz yetmeyecektir
başkalarını da dirilticiler olmadıkça. Tıpkı Rasulullah efendimizin yaptığı
gibi ken-dimizi dirilttiğimiz gibi, bu âyetleri kendimize duyurduğumuz gibi insanlara
da götürmek zorundayız. Allah’ın kitabından ve Resulünün sünnetinden habersiz
oldukları için gerek kendilerine karşı, gerek ailelerine, gerek çevrelerine
karşı zulüm içinde bir hayat yaşayan insanlara karşı emr-i bil’maruf ve nehy-i
anil’münker görevimizi yerine getirmek zorundayız.
Şunu kesinlikle bilelim ki eğer
biz onlara karşı bu görevimizi yapmazsak, o zâlimlere İsâbet edecek zulümlerinden
bize de mutlaka bir pay ayrılacaktır. Bu pay ne kadar olacak? Bunu Rabbimiz bizim
kalbimize, eylemlerimize veya ihmallerimize, vurdumduymazlığımıza göre ayarlayacaktır.
Kötülüğü sineye çekmiş, günahkârlara karşı en ufak bir tavır alamamış insanlar
onlara gelecek azaba hazır olsunlar. Eğer bir toplum içinde kötülük
taraftarları kötülüklerini açıktan açığa işleyecek kadar cesaret bulabilmişler
ve mü’minler de onları baskı altında tutabilecek cesareti gösteremiyorlarsa o
zaman zaten yeterli belâ onlara gelmiş demektir. Kötülerin kötülüğü,
ahlâksızların ahlâksızlığı o toplum içinde yayılmış ve berikileri de sarmış
demektir. Böyle bir durumda Allah’ın azabı genelleşecektir. İşte görüyoruz, hal
dilden daha iyi anlatıyor.
26. “Yeryüzünde az sayıda olduğunuz ve zayıf sayıldığınız
için insanların sizi esir alıp götürmesinden korktuğunuz zamanları, hatırlayın.
Allah, şükredesiniz diye sizi barındırmış, yardımıyla desteklemiş, temiz
şeylerle rızıklandır-mıştır.”
Hatırlayın. Hani sizler çok
azdınız, yeryüzünde müs’taz’afdı-nız, aşağılanıyor, horlanıyordunuz. İnsanlar,
müstekbirler sizi zaafa düşürüyorlardı. İnsanlar sizi zayıf görüyorlardı. Zâlimlerin,
kâfirlerin baskıları altında bir takım fonksiyonlarınızı icra edemiyordunuz.
Mekke, zulüm ortamında kâfirler
tarafından mü’minlerin düşürüldükleri durum anlatılıyor. Mekke’de kâfirler tüm
güçleriyle mü’min-lerin üzerine yükleniyorlar, onları bir kaşık suda boğmaya
çalışıyorlardı. Bazen bir yerlere hapsediyorlar, ekonomik ambargolar uygulu-yorlar,
bazen öldürüyorlar, bazen işkenceler altında inim inim inletiyorlardı. İşte ey
Müslümanlar, o ortamı bir hatırlayın. Kimi görevlerinizi icra edemiyordunuz.
İnsanların sizi esir alıp götürmelerinden korkuyordunuz. Bana imanlarınızı
gündeme getiremiyor, Benim yüceliğimi açıktan açığa haykıramıyor, ilân
edemiyordunuz. İnandığınız gibi bir hayat yaşayamıyordunuz. Kızgın kumlar
üzerinde sürükleniyordunuz. İnsanların sizi kapıvermesinden korku içindeydiniz...
Böyle bir
zulüm ortamındayken, Allah şükredesiniz diye, kendisine, kendisinin istediği
gibi kulluk edesiniz diye sizi oradan kurtarmış, Medine’de, dar’ul İslâm’da
barındırmış ve zaferiyle sizi teyit etmiştir. Sizi Allah ve Resulü egemenliğinde
Medine özgür ortamına ka-vuşturmuştur. Medine’de size güzel güzel rızıklar
lütfetmiştir. Tabii o gün için bu âyetin muhatabı o Müslümanlardı, ama kıyâmete
kadar her bir dönem Müslümanları bu âyetin muhatabıdırlar. Her çağın az olan,
azınlıkta olan Müslümanları Rabbimiz tarafından aynen onlar gibi
desteklenmekte, az iken, mus’taz’af iken, insanlar sizi kapıverecekler, boğuverecekler,
tanklarıyla üzerlerinize yürüyüverecekler diye tir tir titrerken sizi onların
elinden kurtaran, size güvenlik yurtları nasip eden de Rabbinizdir.
Öyleyse Allah’ın üzerinizdeki bu
büyük lütuflarını unutmayın. Bunu sürekli gündemde tutarak Rabbinize şükredin.
Rabbinizin verdiği nîmetleri O’nun istediği yerde kullanın. O’nun verdiği
hayatı O’-nun için yaşayın. Hayatı Allah için yaşamak zorunda olduğunuzu hep
gündemde tutun. Bunu sürekli gündemde tutuş kişinin Allah’la bağını
artıracaktır. Evet sürekli Rabbinizin size olan ihsanlarını gündemde tutun.
Çünkü O
Allah sizi hoş şeylerden, tayyibattan rızıklandırmış-tır. Yedikleriniz,
içtikleriniz, giydikleriniz, hanımlarınız, kocalarınız, çocuklarınız, bilginiz,
imanınız, hidâyetiniz, ömrünüz, hayatınız, geceniz, gündüzünüz, havanız,
suyunuz her şeyiniz birer rızıktır ve unutmayın ki onların tamamını size veren
Allah’tır. Tüm bunları Allah yolunda ve Allah’ın istediği gibi kullanın. O
zaman umulur ki şükür makamına erişmiş olursunuz. Yâni eğer bu makama
ulaşırsanız o zaman Allah yolunda başınıza gelen bir takım problemleri problem
etmekten çıkarırsınız. Ya Rabbi, ben her an sana şükretme makamındayım
diyebilme özelliğini elde edersiniz. O zaman Allah yolunda başınıza gelen bir
takım felâketlere sabredebilme, dayanabilme gücünü, sabrını elde etmiş
olursunuz. Çünkü Rahmânın büyük nîmetlerini düşünebilen kişi, onların yokluğu
anında da şükretmesini, sabretmesini becerebilecektir.
27. “Ey inananlar! Allah'a ve Peygambere karşı hainlik
etmeyin, size güvenilen şeylere, bile bile ihanet etmiş olursunuz.”
Ey iman edenler. Ey buraya kadar
anlatılanlara inandım diyenler. Bakın Rabbimiz her bir emrini beyan buyururken,
sizden her bir kulluğu isterken tekrar tekrar bu ifadeyi kullanıyor. Anlıyoruz
ki Rab-bimiz kendisine çok değer verdiği kulunu hep karşısında görmek is-tiyor.
Kulunu hep muhatap almak istiyor. Mü’minler için bundan daha büyük bir şeref
düşünülemez. Öyleyse bizler, bize böylece hitap ederek bizi izzetlerin en
büyüğüne lâyık gören Rabbimizi dinlerken doğrudan O’na muhatap olarak dinleyeceğiz.
Rabbimizin muhatabı olarak kulak vereceğiz. Buyur ya Rabbi! Emret ya Rabbi!
Dediklerini dinlemeye ve uygulamaya hazırım ya Rabbi! diyecek ve öylece dinleyeceğiz.
Ey
mü’minler, Allah ve Resulüne sakın ihanette bulunmayın. Allah ve Resulüne
hainlik yapmayın. Allah’ın size verdiği emânetlere karşı hain davranmayın.
Değil mi ki siz bu emânetleri yüklendiniz. Dağların, taşların, semavat ve arzın
yüklenmekten kaçındığı bu emânetlere siz kabul dediniz...
Nedir
bu emânet? Bu emânet en genel anlamıyla Rabbimizin insan fıtratına koyduğu, ya
da insan fıtratına uygun olarak indirdiği kitabı ve Resulünün sünnetidir. Yâni
insan fıtratıyla, Allah’ın indirdiği kitap ve sünnet tam bir uygunluk
içindedir. Kitap ve sünnet bize Allah’ın emânetidir. Ezelde, ya da Müslüman
olduğumuz gün Rabbimi-ze verdiğimiz söz bize emânettir. Din emânettir, Kur’an emânettir,
peygamber emânettir, hidâyet emânettir, akıl emânettir, bilgi emânettir, zaman emânettir,
çocuklarımız emânettir, emânettir. Tüm bu emâ-netlerle ilişkimizi emânetin sahibinin
istediği gibi ayarlamak zorundayız. Rabbimiz bunları bize ne için vermişse
onları o istikâmette kullanmak zorundayız. Bu emânetlerle Allah’ın istemediği
bir ilişki içine girer, emânetlere hıyanet edersek Allah’a hain olmuş oluruz.
Rabbimiz
buruyor ki ey Müslümanlar, bunu bile bile böyle yapmayın. Allah’ın emânetlerini,
Allah’ın yasalarını bile bile onlara hain davranmayın. Eğer Allah ve Resulüne
karşı onların emir ve ne-hiylerine, size hayat verecek dâvetlerine ihanette
bulunursanız, Allah ve Resulünün isteklerine saygısızlık yaparsanız, kitap ve
sünnete karşı ilgisiz bir tavır takınırsanız kesinlikle bilesiniz ki Rabbinizin
size: Ey Müslümanlar! şeklindeki hitabının muhatabı olma şerefinden mahrum
kalırsınız.
Burada, sûrenin başına gidiyoruz.
Ne demişti Rabbimiz? Ganîmetler Allah ve Resulüne aittir buyurmuştu. Öyleyse ey
Müslümanlar, ganîmetler konusunda, ganîmetlerin paylaşımı konusunda Allah ve
Resulüne karşı haince bir tutum içine girmeyin. Ganîmetler konusunda Allah ve Resulünün
taksimine itiraz ederek, ganîmetleri hakkınız olmadığı halde zimmetinize
geçirerek hıyanette bulunmayın. Bu konuda ve her konuda Allah ve Resulüne
ihanette bulunursanız, ha-ince bir tutum içine girerseniz o zaman kendi emânetlerinize
de haince davranır ve birbirinize düşersiniz. Aranızdaki tüm kardeşlik bağları
çözülüverir. Bile bile, Allah’ın bu konudaki yasalarını duya duya böyle bir
şeye tevessül etmeyin. Ancak belki bu bir hata sonucu, bir gaflet sonucu
olabilir. Önceki uygulamalar sebebiyle böyle bir şeyi düşünebilirsiniz. Ama bu
konuda Allah’ın yasalarını bildiğiniz, duyduğunuz andan itibaren yapmayın.
Çünkü mal mülk konusunda insan niye sapar? Çoluk-çocuk derdi, evlâd-u ıyal
derdi değil mi? Ama iyi bilin ki:
28. “Mallarınızın ve çocuklarınızın, aslında bir sınama
olduğunu ve büyük ecrin Allah katında bulunduğunu bilin.”
Mallarınız ve çoluk-çocuğunuz
sizin için bir fitnedir, bir denenmedir. Bilesiniz ki ecirlerin en büyüğü, en
büyük mükafat Allah katındadır. Dikkat edin mallarınız ve çocuklarınız sizi meftun
edip Al-lah yolundan saptırmasınlar. Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah ve
Resulüne karşı hain davranmaya itmesinler. Bunlar sizin için birer imtihan sebebidir.
Onlarla ilişkilerinizi Allah’ın istediği şekilde mi ayar-lıyorsunuz? Değil mi?
Denenmekte olduğunuzu unutmayın. Öyleyse onlarla ilişkilerinizi Allah’ın
istediği şekilde ayarlayın da imtihanı kaybetmeyin. Aman ha! Mal tutkunuz,
çoluk-çocuk derdiniz sizi Allah’a kulluktan ayırmasın.
Fitne:
Herhangi bir madeni içindeki katkı maddeleri, cürufları ayrılsın diye potaya
atmak ve eritmek ve arıtmak demektir. Demek ki bizler çoluk-çocuk sahibi
olmakla, mal-mülk sahibi olmakla bir potadan geçiriliyoruz. Bunlar konusunda
Allah’ın yasalarına, bunların hukukuna riâyet edip etmeyeceğimiz konusunda
denenmekteyiz. Madem ki bunlar bizim için bir imtihan konusudur, öyleyse
bunlara hiç sahip olmayalım da imtihanda başarılı çıkalım demeye, Allah’ın imtihanından
kaçmaya da hakkımız yoktur. Bunlarla birlikte bu hayatı yaşamamız da bir Allah
yasasıdır. Yâni müslüman helâl bir şekilde rızık peşinde, evlâd-u ıyal peşinde
olacaktır.
Kitabımızın
başka bir âyetinde de eşlerimizin ve çoluk çocuklarımızın bize düşman oldukları
vurgulanır. Ve sonunda da buyurulur ki ey kullarım, dikkat edin sakın, bunlar
sebebiyle sapmayın. Bunlar sebebiyle kulluğunuzu aksatmayın. Unutmayın ki ecirlerin
en büyüğü Rabbinizin katındadır; hanımlarınızın, çocuklarınızın, mallarınızın yanında
değil buyuruyor. Peki madem ki mallarımız, hanımlarımız, evlâtlarımız bizim için
bir imtihan konusuysa, o zaman ne yapalım? Hemen tüm mallarımızı elimizden
çıkaralım mı? Evlâtlarımızı evlâtlıktan reddedip, hanımlarımızı boşayalım mı?
Biz bunlarsız yaşayamayız. Rabbimiz bir başka yasası gereği bunlarla birlikte
olmamızı istiyor. Evlilik yasasını koyan, kadını erkeğe, erkeği kadına muhtaç yaratan
Allah’tır. Koyduğu bu evlilik yasasının sonunda çoluk-çocuğa ulaşılıyor.
Mal-mülk de böyledir. Allah vermeseydi bütün bunlara ulaşma imkânımız da yoktur.
Yâni böyle bir yasa koyan Allah, bunların bizim için fitne konusu olduğunu
haber vererek bizi uyarısını şöyle anlamaya çalışıyoruz.
Eğer
mallarımız, eşlerimiz ve çocuklarımız bizi Allah’a kulluk yolundan
alıkoyuyorlarsa, kulluğumuza engel olabilecek bir noktaya gelmişlerse, onlar
yüzünden kulluğumuz engelleniyor ve cenneti kay-betmeye doğru gidiyorsak işte o
andan itibaren anlıyoruz ki onlar bi-zim düşmanımız olmaya başlamışlardır. Eğer
kadınsak kocamız, ko-caysak karımız, babaysak evlâdımız, evlâtsak babamız bizi
Rabbi-mize kulluktan, bizi cennete gitmekten engelleyecek bir noktaya gel-mişlerse
kesinlikle bilelim ki onlar bizim düşmanımızdırlar. Eğer bizi cehenneme doğru
götürmeye başlamışlarsa kesinlikle bilelim ki onlar bizim düşmanımızdırlar.
Onlar için bu böyle olduğu gibi, eğer biz ken-di kendimizi hayırdan şerre,
kulluktan isyana, cennetten cehenneme doğru götürmeye başlamışsak kesinlikle
bilelim ki biz kendi kendimizin de düşmanı olmaya başlamışız demektir.
İşte
görüyoruz. Allah’a kulluk yolunda yürüyen mü’min bir ko-caya, aksi istikâmette
yürüyen karısı ve çocukları; veya Allah’a itaate yönelmiş mü’mine bir kadına,
aksi istikâmette yürüyen kocası ve çocukları büyük engeller ve problemler
çıkarabilmektedir. Genellikle Allah’a kulluğu birinci plana almış, dünyayı,
dünya ikballerini, dünya zevk-ü sefasını ikinci plana atmış bir erkeğe karşı,
hanımı ve çocukları büyük bir talihsizlik olarak bakarlar. Öyle ki kocalarını,
babalarını cehenneme gönderme pahasına da olsa bu dünyada kendilerine refah ve
zenginlik içinde bir dünya sunmasını beklerler. Yine Allah’a kulluğu birinci
plana çıkarmış pek çok mü’mine hanımın, kocaları ve çocukları onların
hayatlarını zindan ettiklerini görüyoruz. Evet Allah için bir cihada çıkacak
kocaların önünde en büyük engel hanım ve çocuklardır.
Bir de tâbi
bizim emânetimize verilmiş, bizim için bir imtihan konusu yapılmış
mallarımızla, hanımlarımızla, çocuklarımızla ilişkilerimizi Allah’ın istediği
gibi ayarlayıp ayarlamadığımız konusunda, onların hukuklarına Allah’ın istediği
gibi riâyet edip etmediğimiz konusunda imtihana çekileceğiz. Eğer bizler onları
Allah çizgisine çekmeye çalışır, onları Allah’ın istediği gibi Müslümanca
eğitir, onları inandığımız yolumuza, kendi kulluk programımıza çekmeye çalışır,
onları Allah’ın kitabı ve Resulünün sünnetiyle tanıştırır, barıştırır, Allah’la
aralarını düzeltirsek, onları Allah’a iyi kullar, cennete iyi aboneler yapabilirsek,
bunun kavgasını verebilirsek bu imtihandan başarıyla çıkmış olacağız. O zaman
inşallah Rabbimiz hem bizi, hem de haklarında imtihana tâbi tutulduğumuz
yakınlarımızı bağışlayacaktır.
Varlığıyla
yokluğuyla, azlığıyla çokluğuyla bilelim ki mallarımız, mülklerimiz,
oğullarımız, kızlarımız bir denemedir, bir imtihandır. Rab-bimiz bu
verdikleriyle bizi sürekli denemektedir. Mallarımız mülklerimiz konusunda,
oğullarımız-kızlarımız konusunda cennete gidebilmenin hesabını güzel yapmak
zorundayız. Eğer bir imtihan sebebiyle bize verilen mallarımız ve
çocuklarımızla ilişkilerimizi Allah’ın istediği biçimde ayarlayamaz ve onların
altında ezilirsek, dünya bize hakim olursa, bu sahip olduklarımız bize Allah’ı,
âhireti, Allah’ın hesabını unutturursa, Allah korusun bu imtihanı kaybettik demektir.
Rabbimizin bize verdiklerini
imtihan sebebi bilmez de mutlak gaye olarak görmeye başlarsak kaybetmişiz demektir.
Ama bütün bu sahip olduklarımızı bize bir imtihan sorusu olarak Allah’ın
verdiğinin bilinci içinde, onları Allah’a kullukta kullanmayı becerebilirsek,
eşimizi, oğlumuzu, kızımızı Allah’ın istediği bir yöne yönlendirebilirsek işte
o zaman imtihanı kazanmışız demektir. Eşimizle, malımızla, oğlumuzla, kızımızla
Allah’a itaate ve cennet kazanmaya yönelebilirsek unutmayalım ki Allah’ın öbür
taraftaki mükafatı çok büyük olacaktır.
Ama eğer
biz onlara karşı görevlerimizi yapar da buna rağ-men onlar adam olmazlarsa, o zaman
elbette biz onlardan sorumlu tutulmayacağız. Meselâ bir Nuh (a.s) oğlu ile
imtihana tâbi tutuldu. Allah’ın elçisi oğlunu Müslümanlaştırabilmek için çok
uğraştı, ama olmayınca Rabbimiz Onu bu konuda hesaba çekmeyecek.
29. “Ey inananlar! Allah'tan sakınırsanız, O size iyiyi kötüden
ayırt edecek bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter sizi bağışlar. Allah
büyük, bol nîmet sahibidir.”
Ey iman edenler, eğer muttaki
olursanız, eğer Allah için bir hayat yaşar, Allah’ın dediğini yapma çabası
içinde olursanız, Allah’ın size verdiği emânetlere karşı haince davranmaktan
sakınırsanız, yolunuzu Allah’la bulmaya çalışır, Allah yasalarına ters
düşmekten çekinirseniz bilesiniz ki Allah size bir Furkân verecektir. Size ayırıcı,
fark edici bir özellik verecektir. Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, hakkı
bâtıldan ayıracak, fark ettirecek bir nîmet lütfedecektir size. Size böyle
belirgin bir özellik kazandırarak, sizi diğer insanlardan ayıracaktır.
Ya da düşmanlarıyla dostları
arasında ayırım günleri, ayırım işaretleri lütfedecektir Rabbimiz. Yâni
dostlarına kurtuluş, zafer ve hidâyet yollarını gösterecektir. Böylece
mü’minler kendilerinin kâfirlerden farklı olduklarını anlayacaklar, kâfirler de
kendilerinin mü’min-lerden farklı olduklarını anlayacaklardır. Sizi tıpkı Ömer
el Faruk gibi yapacaktır. Tüm problemlerinizi çözecek, çözüm yollarını
gösterecek ve hayatınızı düzlüğe çıkaracaktır. Sizin kötülüklerinizi,
kusurlarınız, hatalarınızı örtecek, size mağfiret edecektir. Sizi ebedî bir
lütufla nîmetlerinin en büyüğü olan cennetine ulaştıracaktır.
Evet gerek dünya hayatında
gerekse âhiret hayatında mü’-minler kâfirlerden farklı olacaklar. Ama
Rabbimizin bu va’di gerçek-leşirken elbette kâfirler de kendilerine düşeni
yapmaya devam ede-cekler. Nasıl? İşte bundan sonraki âyetinde Rabbimiz
Resulünün şah-sında onu bize şöylece anlatıyor:
30. “İnkar edenler, seni bağlayıp bir yere kapamak veya
öldürmek yada sürmek için düzen kuruyorlardı. Onlar düzen kurarken, Allah da
düzenlerini bozuyordu. Allah düzen yapanların en iyisidir.”
Hani kâfirler sana karşı
komplolar hazırlıyorlar, dolaplar çe-viriyorlardı. Tabii Allah düşmanlarının,
Allah elçisine karşı açıkça, mertçe yapabilecekleri bir şeyleri olmadığı için
elbette karanlık işler çevireceklerdi. Sinsice, kancıkça dalavereler çevirmenin
ötesinde zaten onların yapacakları bir şey yoktur.
Seni
durdurmak, hapsetmek, bir yere bağlamak, susturmak istiyorlardı. İşte
kâfirlerin bir Müslümana yapabilecekleri ilk şey budur. İslâmî hareketi, İslâmî
hareketi götüren dâvetçiyi durdurmak, hapsetmek, susturmak, etkisiz hale
getirmek. Dâvetçinin insanlara ulaşmasını önlemek, ya da dâvetçiyle insanların
ilgisini, iletişimini kesmek, koparmak. İşin en kolay yönü, en risksiz olanı
işte budur. Dâvetçiyle insanların arasına engeller koyarlar. Dâvetçiyi
durdurabilmek, susturabilmek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Gerekirse
para, makam, koltuk, kadın her şeyi onun ayağının altına sererler. Ya da onu
kodese atarak susturmaya, halkın gözünden gizlemeye çalışırlar. İşte Rasulullah
efendimiz için bunları düşünüyorlardı.
Veya seni
durdurabilmek için uzak bir yerlere, insanların ku-laklarından, gözlerinden
ırak bir yerlere sürmeyi düşünüyorlardı. Eğer bu da olmazsa senin vücudunu ortadan
kaldırmayı planlıyorlardı. Şahsını ortadan kaldırırsak mesajı da yok olur gider
diyorlardı. Rasu-lullah efendimizi öldürmeyi planlıyorlardı.
Onlar tuzak
kuruyorlar, dolap çeviriyorlar, Allah da onların tuzaklarına karşı bir eylem,
bir fiil içerisindedir. Onların bir hesabı var-sa elbette Allah’ın da bir
hesabı vardı. Onlar Allah’ın elçisine
tuzak-lar kurmak istediler, hile yapmak istediler, Ama Allah da onlara
bir tuzak kuruyordu. Allah’ın kurduğu tuzağın yanında elbette onların tuzakları
başarılı olamayacak, neticeye ulaşamayacaktı. Allah’ın kur-duğu tuzaklar geçerli
olacaktı. Çünkü hiç kimse O’na karşı koyama-yacaktı. Onların tuzaklarının
tümüne Allah muttali iken, Allah’ın ilmi onları kuşatmışken, onlar Allah’ın
tuzaklarından gafildirler. Onun içindir ki Allah, elçisine karşı kurdukları tüm
tuzakları, tasarladıkları tüm komploları boşa çıkaracak veya kendi başlarına
geçirecektir.
Çünkü Allah makîrinin en
hayırlısı idi. Yâni Allah onlara öyle bir tuzak kuracak ki bu tuzak onlar için
mahza hayır olacaktır. Herkes için hayır murad eder Rabbimiz. Rabbimizin tuzakları
mü’minler için de hayırlıdır, kâfirler için de. Çünkü Allah’ın kurduğu tuzak
sinsice, al-çakça bir tuzak değildir. Rabbimizin tuzakları zulüm unsurlarını, küfür
ve şirk unsurlarını kaldırmaya yönelik mahza hikmete dayalı bir tuzaktır.
Kâfirler peygamberi öldürmeye yönelik bu eylemlerinden ötürü, aslında ölümü hak
etmelerine rağmen Rabbimiz onları öldürmeyecek, ama peygamberini de onların elinden
sağ salim kurtarıp Medine’ye ulaştıracaktı. Medine’de ona devlet nasip edecek
ve o devlet eliyle bu kâfirlerin dirilişini hazırlayacaktı. Çok az kâfir hariç
tüm Mekkeli müşrikler Mekke’nin fethiyle birlikte sonunda hakkı bulacaklar,
kurtuluşa ereceklerdi. Ne kadar da hayırlı bir tuzak değil mi Rabbimizin mekri?
Zulmün ortadan kaldırılışı da hayırdır, peygamberin ve peygamber yolunun
yolcularını zulümden kurtarılmaları da.
Evet işte
kâfirlerin Müslümanlar karşısında yapabilecekleri bunlardır. Durdurmak, yolunu
kesmek, asmak, kesmek, sürmek, kodese atmak. Bugün de kâfirler Müslümanlara
karşı bunları işletecekler. Ama Rasulullah efendimizi korkutmadığı gibi ölüm
bizi de asla korkutmayacak. Mûsâ (a.s) karşısında Firavunlar ölümü gündeme ge-tirince,
Rabbimiz hayır buyurdu, ölümden asla korkma ey Mûsâ. Kesinlikle bilesin ki
onlar senin kılına bile dokunamazlar. Ama sürgün olabilecek, hicret olabilecek.
Zaten muhacirlik mü’minin kaderinde vardır. Allah’ın istediği kulluğu icra
etmekte sıkıntı çektiğimiz bir ortamdan rahat icra edebileceğimiz bir ortama
gidecek ve sağ oldukça her yerde Allah’ın bizden istediği kulluğa devam edeceğiz.
Dün böyle
olduğu gibi, bugün de, yarın da bu böyle olacaktır. Şu anda da kâfirler
Allah’a, Allah’ın dinine, Allah’ın elçisine, Allah elçisinin yolunu takip eden
Müslümanlara tuzaklar kurmaya çalışıyorlar. Hayatı, ekonomiyi, eğitimi, hukuku,
kılık kıyafeti, vitrinleri, sokakları Allah’a kulluğun aksine düzenleyerek
tuzaklar kurmaya çalışıyorlar. Kendilerine göre din kitapları oluşturarak, işte
din budur diye insanlara sunarak, Allah’ın dinini bozarak tuzaklar kurmaya
çalışıyorlar. Din eğitimini yasaklayarak, İmâm Hatipleri kapatarak, Kur’an
kurslarını bi-tirerek, Allah kullarının Allah dinine ulaşma yollarını kapatarak
Allah dinine tuzaklar kurmaya çalışıyorlar. Kendi âyetlerinin gündemde kal-ması
adına Allah’ın âyetlerini toplumun gündeminden düşürmeye çalı-şıyorlar.
Allah’ın elçisine hayat hakkı tanımamaya çalışıyorlar. Al-lah’ın elçisinin
örnekliliğini bitirmeye çalışıyorlar.
Böylece Allah elçisini öldürmeye
çalışıyorlar. Allah’a ve Onun elçisine, Allah ve elçisi yolunun yolcularına çeşit
çeşit tuzaklar kurmaya çalışıyorlar. Müslümanların çocuklarının beyinlerini orada
Kur’an ve sünnete yer kalmasın diye, çok lüzumsuz bilgilerle doldurarak tuzaklar
kuruyorlar. Allah’a kulluğa zamanları kalmasın diye insanların hayatlarını
eğlencelerle, kendi vahiyleriyle, kendi oluşturdukları gündemlerle doldurarak
tuzaklar kuruyorlar.
Ama ne yazık ki günümüz kâfirleri
de tıpkı dünün kâfirleri gibi Allah’tan gafildirler. Kime tuzak kurduklarının,
kiminle savaşa tutuştuklarının farkında değiller. Halbuki tüm tuzaklar Allah’a
aittir. Tüm düzenleri bozmak Allah’a aittir.
Öyle değil
mi? Kâfirler Allah’ın sistemine karşı, Allah’ın âyetlerine karşı, Allah’ın
elçisine karşı ne kadar tuzak kurabilecekler? Üstelik onların tuzaklarının
tümünü Allah biliyorken. Allah onların tuzaklarının tümünü bilir, ama onlar
Rabbinin tuzaklarını bilmezler, bilemezler. Rabbin onların kurdukları
tuzakların nereye kadar gideceğini bilmektedir, ama onlar Rablerinin
kendilerine karşı neler hazırladığını asla bilmemektedirler. Ama onlar gözlerinin
önündeki çukuru bile gö-rememektedirler. Elbette Allah’la, Allah’ın
elçileriyle, Allah’ın mü’min kullarıyla girecekleri bir savaşta mağlup olanlar
onlar olacaktır, galip olanlar da Allah desteğinde olan mü’minler olacaktır.
Çünkü Allah on-ların kendisine karşı, kendi âyetlerine ve siz Müslümanlara
karşı tüm niyetlerini, tüm komplolarını bildiği için unutmayın ki sizi onların
komplolarından koruyacaktır. Onların kurdukları tuzaklar konusunda sizi
bilgilendirecek ve korunma yollarını gösterecektir.
Gerçi bundan sonra vahiy
gelmeyecek ama Rabbimiz önce gönderdiği o vahiyleriyle Müslümanlara öyle bir
basiret, öyle bir feraset kazandırmıştır ki kendilerine nereden nasıl bir
tehlike geleceğini müminler bilmektedirler.
Şu anda
irtica-mirtica hikâyeleriyle Müslümanları yok etmeye soyunanlar, Allah’la,
Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın sistemiyle savaşa tutuşanlar kiminle
savaştıklarının farkında değildirler. Kiminle savaştığını dahi bilmeyen zavallı
insanlardır bunlar. Zannediyorlar ki Müslümanlar zayıftır. Zannediyorlar ki
Müslümanlar yalnız ve yardımcısızdırlar. Onların safında Allah’ın bulunduğunun
farkında olmayan bu iman yoksunları yakında nasıl bir inkılapla sarsıldıklarını
görecekler.
Evet Mekke
kâfirleri Allah’ın elçisini yok etmek için harekete geçtiler. Peygamberi
öldürüp, peygamberin maddî ve manevî varlığını, örnekliliğini bitirip
keyiflerine göre bir hayat yaşayacaklardı. Ama Allah buna izin vermedi.
31. “Âyetlerimiz onlara okunduğu zaman, “İşittik,
işittik! İstesek biz de aynını söyleyebiliriz; bu sadece eskilerin
masallarıdır" derlerdi.”
Âyetlerimiz kendilerine okunduğu
zaman, âyetlerimiz kendilerine izlettirildiği zaman derler ki tamam biz bunları
işittik. Anladık! Ne demek istediğiniz anlaşılmıştır. Şâyet istesek bunun
aynısını biz de söyleyebiliriz. Ama bir türlü istemezler hainler. Veya Allah’ın
âyetleri karşısında müstekbirce bir tavır takınıp bunlar basit şeyler demeye çalışıyorlar.
İstersek insanlar için biz de bunun gibi yasalar koyarız. İstesek bizler de bu
âyetlerden daha iyi nazariyeler geliştirebiliriz. Kur’an’ın ortaya koyduğu gibi
bir hayat tarzı, bir hukuk sistemi, bir ekonomik yapı, bir siyasal düzenleme,
bir eğitim yapılanması biz de ortaya koyabiliriz. Diyorlar bunu ama ortaya
koyabildikleri hiçbir şeyleri yoktur. Allah kitabının sağladığı neticeyi sağlayabilecek
hiçbir şey yapabilmiş değillerdir. İnsanlara hidâyeti, insanlara hakkı,
cenneti, dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayabilecek, insanlara ruh ve beden
dengesi kurabilecek hiçbir şey ortaya koyabilmiş değillerdir. Sözleri,
iddiaları sadece bir reklamdan başka bir şey değildir.
İşte
görüyoruz, bu Allah tanımazlar yüzünden tüm toplum ha-yatımız bozuktur.
Allah’tan ve Allah’ın kitabından ve elçisinin hayat programından habersiz yasa
yapmaya çalışan toplumun tüm hayatı, bâtıllarla doludur. Aile hayatımız
bozuktur, ticârî hayatımız bozuktur, sosyal hayatımız bozuktur, ekonomik
hayatımız bozuktur, insanlarla ilişkilerimiz, çevremizle münâsebetlerimiz
bozuktur, hâsılı tüm hayatımız bozuk ve bâtıllarla doludur.
Şu anda tıpkı
Mekke kâfirleri gibi Allah’ın kitabına, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın
yasalarına, Allah’ın hayat programına bedel getireceklerini, Allah’ın koyduğu
yasaların aynısını koyabileceklerini iddia eden günümüz kâfirleri de dalâlette
kalmış, çölün ortasında yolsuz, yordamsız, çözümsüz olarak ne yapacaklarını
bilemez bir vaziyette bocalayan insanlardır. Binlerce yol vardır karşılarında,
ama bu yollardan hangisinin kendilerini sahil-i selâmete çıkaracağını
bilememektedirler. Binlerce alternatif vardır hayatlarında, ama hangisinin
doğru, hangisinin yanlış olduğunu bilememektedirler.
Bir yasa yaparlar, onunla
problemlerini çözeceklerini zannederler, ama üç gün geçmeden değiştirmek
zorunda kalırlar onu. Yaptıkları yasalar üç gün bile gitmiyor. Yaptıklarının
hiç birisi sadırlarına şifa olmuyor. Yaptıklarının hiç birisi problemlerini
çözmesi ve hayatlarına huzur getirmesi şöyle dursun, her yaptıkları yasa başka
huzursuzluklara, başka sıkıntılara dâvetiye çıkarıyor. Tam doğruyu bulduk
dedikleri anda farklı bir batağa saplandıklarını görüyorlar. Allah yasalarına
dönecekleri ana kadar daha çok çekecekler, çok çektirecekler hainler.
Yine Allah
âyetleri kendilerine duyurulduğu zaman derler ki bu kâfirler, bu ancak
eskilerin masallarıdır. Bu eskilerin masallarından, eskilerin Üstûrelerinden
başka bir şey değildir.
Bunlar
eskilerin yazdıkları, eskilerin uydurdukları, eskilerin uy-guladıkları
satırlardır. Bunlar çok eski şeyler, modası geçmiş, günü-müzde geçerliliği
olmayan şeylerdir. Bunlar çağdaş şeyler değildir. Bunlar mitolojik şeyler. Efsaneden
ibarettir bunlar. Bunlar bugün ya-şanmaz şeyler. Belki bir zamanlar, eski
zamanlarda bunları uygulamak mümkündü, ama bu devirde kesinlikle yaşanacak
şeyler değildir bunlar.
Hem masal diyorlar, hem de
insanları bundan, bu kitaptan engellemeye çalışıyorlar. Madem ki masal öyleyse
niye korkuyorsunuz bu kadar bu kitaptan? Niye yasaklıyorsunuz bu kitabın okunup
öğrenilmesini? Madem ki masal, bırakın dinlesin insanlar bu kitabı. Madem ki bu
kitap bir mitolojidir, öyleyse bırakın öğrensinler insanlar kitaplarını. Niye
ödünüz kopuyor bu kitaptan? Niye barikatlar koyuyorsunuz bu kitapla insanların
arasına? Niye ürküyorsunuz bu kitabın gündeme getirilmesinden? Masal okuyan,
masal dinleyen başka kimse yok mu? Hikâye okuyan başka insan yok mu piyasada?
Bırakın birileri de bu masalları okusunlar. Hayır hayır, masal diyorlar, hikâye
diyorlar ama buna kendileri de inanmıyorlar. Masal dedikleri bu kitabın
serbestçe okunması, anlaşılması sonunda hem kendilerine hem de çevrelerindeki
insanlara tesir edeceğinden korkuyorlar da onun için yasaklamaya çalışıyorlar
hainler.
32. “Allah'ımız! Eğer bu Kitap, gerçekten Senin katından
ise bize gökten taş yağdır veya can yakıcı bir azap ver" demişlerdi.”
Bakın ey Allah’ımız diyorlar. Ey
Allah’ımız diyerek, bizzat bil-dikleri, tanıdıkları Rabbimizin ismiyle hitap ederek,
darda kaldıkları zaman hatırladıkları, işleri bitince de unuttukları Rabbimizin
adıyla hitap ederek diyorlar ki, eğer gerçekten bu kitap, bu peygamber se-nin
katından bir hak ise, gerçek ise haydi bize gökten taşlar yağdır. Yahut da bize
elim bir azap gönder. Ey Allah’ım! Eğer bu kitap senin tarafından gelmiş hak
bir kitapsa, eğer bu Muhammed doğru söy-lüyorsa hemen üzerimize gökten taşlar veya
acıklı bir azap gönder diyorlardı.
"Bize, bizi tanrılarımızdan alıkoymak için mi geldin?
Doğru sözlülerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir" dediler.
(Ahkâf 22)
Ey Hud,
eğer bu söylediklerin konusunda sâdıksan haydi ne getireceksen getir de görelim
diyorlardı. Allah’ın elçisini peşinen red-dediyorlardı bu sözleriyle. Hud (a.s)
un getirdiklerinin Allah’tan olma-dığını kendisinin uydurduğunu söylemeye
çalışıyorlardı. İşte burada da Mekke müşriklerinin sözleri anlatılıyor. Ondan
önce de, ondan sonra da insanların söyleye geldikleri sözlerdir bu sözler. Yâni
her dö-nemde kâfirin karakteristik bir özelliğidir bu. Bugün de aynı şeyleri
söylüyor kâfirler. Ey Müslümanlar, eğer doğru söylüyorsanız, eğer kı-yâmet
varsa, eğer öldükten sonra dirilme varsa, eğer bir azap, bir ikap, bir hesap
kitap varsa hadi ne gelecekse geliversin de görelim bakalım. İşte böyle bir
tavrı, böyle bir kâfir tavrını Rabbimiz burada sorguluyor.
Yâni
gerçekten çok korkunç bir şey. Bir insanın Allah’a karşı söyleyebileceği en
feci bir söz. Muhtaç oldukları nîmetleri konusunda daima Allah’a yalvarıp
yakaran insanların aynı Allah’ın dinini kabul, peygamberine iman söz konusu
olduğu zaman Ondan azap istediklerine şahit oluyoruz. Bu tip müşrik insanların
ne kadar çapraz bir şahsiyet sergilediklerine şaşmamak elden gelmiyor. Yâni
başka bir şey isteseler, meselâ hayır isteseler, mal mülk isteseler, Ebrehe’nin
ordusu karşısında korunma isteseler bütün bunların Allah katından olduğunu
biliyorlar, hak olduğunu biliyorlar. Keşke bir de bunu biliverseler ve
Rablerine teslimiyet gösteriverseler elbette Rablerinin kendilerine ne hayırlar
açacağını müşahede edecekler.
İşte gözlerinin önünde öldürmek
istedikleri, sürmek, susturmak istedikleri Ebu Talibin yetimi Allah tarafından
korunuyor ve adım adım zafere doğru yürüyor. Bunu gözleriyle göre göre onun
haklılığı konusunda Allah’tan daha başka ne bekliyorlar bu hainler? Bakın
Rabbimiz onların bu azap isteklerine karşılık şöyle buyuruyordu:
33. “Oysa, sen içlerinde iken Allah onlara azap etmez. Onlar
bağışlanma dilerken de elbette Allah azap edecek değildir.”
Evet Rabbimiz onlara karşı,
insanlara karşı, onların kendileri hakkında düşünemeyecekleri kadar merhametli
idi. Rabbimiz hiç um-mayacakları kadar onlara rahmet kapıları açmaya devam
edecekti. Bakın işte burada rahmeti gereği bir yasasını gündeme getiriyor.
Peygamberim, onlar istedikleri kadar farkında olmadan, cahilce kendileri hakkında
azap istesinler. İstedikleri kadar azaplarına, helâklerine dua etsinler. Sen
onların arasında olduğun sürece Rabbin asla onlara azap edecek değildir. Çünkü
bu kâfirliklerinden, bu zâlimliklerinden ötürü onlar toptan helâk edilseler
Rasulullah efendimizin gönderiliş hikmeti ortadan kalkmış olacaktı. Çünkü o tüm
âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. İnsanlar Müslüman olsunlar, insanlar hidâ-
yeti bulsunlar, küfür ve şirkten tevhide yükselsinler
diye gönderilmişti o şerefli peygamber.
Yıllar
sonra da olsa şu anda ne yaptıklarını bilmeyen bu in-sanların tamamı Müslüman
olacaklardı. Onun içindir ki sen onların içindeyken onlara azap edecek değilim
diyor Rabbimiz. Çünkü peygamber onların arasında tebliğini sürdürdüğü sürece,
bir toplum içinde hakkı tavsiye edenler olduğu müddetçe o topluma bir azap gön-dermiyor
Rabbimiz. Çünkü bir toplum, içinde hakkı tebliğ edenler ol-duğu sürece Allah o
toplum üyeleri içinden adam olacakların adam olmasına imkân tanıyor. Yâni o
toplum içinde dâvetçiyi dinleyip düzelme süreci içine girenler, istiğfar
edenler olduğu müddetçe Allah o toplumu helâk etmiyor.
Veya o toplum içinde ileride
istiğfar edecekler çıkacaksa Rab-bimiz onlara azap göndermiyor. Tabii burada
istiğfarı da anlamak zorundayız. Bir insan susamayınca su istemez değil mi?
Önce susayacak, suyu bilecek, suyu isteyecek, suya muhatap olmayı isteyecek.
İstiğfarda da böyle bir mânâ vardır. Yâni bir adam günah işlediğini, günahkâr
olduğunu bilecek, anlayacak, pişman olacak ve ya Rabbi beni bağışla diye
Allah’tan mağfiret isteyecek, günahlarının örtülmesini, kusurlarının kale
alınmamasını talep edecek.
Evet böyle
aralarında elçilerin bulunduğu ve istiğfar edenler olduğu veya istiğfar
edecekler olabileceği bir toplumu toptan helâk etmiyor Rabbimiz. Onun içindir
ki tarihte hiçbir toplum peygamberler aralarından çekip alınmadıkça toptan
helâk edilmemiştir. Evet peygamber ve peygamber yolunun yolcusu tebliğcilerin
varlığı bir toplum için rahmet sebebidir. Peki Rasulullah Mekke’yi terk edip
onların arasından ayrılışından sonra ne olacak? Bakın şimdi de bu yasayı anlatıyor
Rabbimiz:
34. “Yoksa Mescid-i Haram'a girmekten men ederlerken
Allah onlara niçin azap etmesin? Hem de O’nun dostu değiller; O’nun dostları
ancak karşı gelmekten sakınanlardır. Fakat çoğu bunu bilmiyorlar.”
Ne oluyor onlara? Yâni ne hakları
var onların? Nelerine gü-veniyorlar ki Allah onlara azap etmeyecek? Ne güvenleri,
ne ruçha-niyetleri var ki Allah onlara helâkini göndermeyecek? Onlar hiç bir
velâyet hakları olmadığı halde o dokunulmaz mescide Müslümanları
sokmuyorlarken, Müslümanların ibadet özgürlüklerini ellerinden alıp
dururlarken, Allah onlara niye azap etmesin? Üstelik de o mescidin evliyası da değiller.
O mescit üzerinde hiçbir hakları ve liyâkatleri yoktur onların. Çünkü onlar o
mescide de, o mescidin Rabbi olan Allah’a da inanmıyorlar. O mescidin gerçek sahibi
muttakilerdir. Allah’a inanan, Allah’la yol bulan, hayatlarını Allah için
yaşayanlardır. Allah’ın mescitlerine liyâkat şerefi muttaki mü’minlerin
hakkıdır. Mescitleri küfür gibi, şirk gibi, putlar gibi manevî pisliklerden, necaset
gibi maddî pisliklerden temizleme yetkisi mü’minlere aittir.
Orada bir çok putları büyütüp
onlara hamd edip, yalnız bunlar büyüktür, ancak Lat ve Menat büyüktür diyerek
Allah’ın mescidini putlarla doldurup Allah’ın Resulü’nü ve Rabbim Allah diyen
Müslümanları oraya sokmamaya çalışan siz müşriklerin o mescitle hiçbir ilginiz
kalmamıştır. Orada, Allah’ın mescidinde Allah’tan başka ne kadar tanrıça, tanrı
taslağı varsa bunların hepsinin adının anılmasına müsaade edip Allahu Teâlânın
adının zikredilmesine müsaade etmeyenlerin, Müslümanları oraya sokmamaya, orada
namaz kılmalarına engel olmaya çalışanların oranın sahipleri, oranın
yöneticileri olması mümkün değildir.
Hem sizler
İbrahim’in yolunda olduğunuzu, Kâbe’nin sahibi olduğunuzu iddia edeceksiniz,
hem de orada putları yücelteceksiniz. Bu mu Kâbe’ye sahiplik? Kâbe’de putlara
egemenlik tanıyıp Allah’ı unutacaksınız. Bu mu Kâbe’ye sahip olmak? Bu mu
İbrahim’in yolunda olmak? Böyle mi yapmıştı İbrahim? Bir ömür boyu putlarla savaşan
bir İbrahim’in yolunda olmak bu mu olmalıydı? Hayır hayır sizler ne İbrahim
(a.s)ın yolundasınız, ne de Kâbe’nin velilerisiniz. Kâbe’nin velileri,
sahipleri ancak İbrahim (a.s) in tevhid dinini sürdüren muttaki müminlerdir
diyor Rabbimiz.
Ancak onlardan pek çoğu bunu
bilmezler. Şu anda da bakıyoruz kâfirler, müşrikler buna ehil olmadıkları
halde, buna liyakatleri olmadığı halde tüm dünya mescitlerinde, tüm arz
mescidinde egemenliklerini kurmuşlar, şirk sistemlerini kurmuşlar ve dünya mescidi
üzerinde Müslümanların Allah’a kulluklarına, Allah’ı yüceltmelerine, Allah’ın
istediği bir hayatı yaşamalarına engel olmaya çalışıyorlar. Allah’ın yasalarını
uygulamalarına engel olmaya çalışıyorlar. İnsanları Allah yasalarından başka
yasalara teslim etmek için, put yasalarını egemen kılmak için ellerinden gelen
her şeyi yapıyorlar.
35. “Kâbe’deki tapınmaları sadece ıslık çalmak ve el
çırpmaktan başka bir şey değildir. İnkârınıza karşılık artık azabı tadın.”
Evet onların Beyt yanındaki
salâtları, duaları, namazları, Allah’a yönelişleri, ya da bunların yerine
koydukları şeyler sadece ıslık çalmak, alkış tutmak, horon tepmek, müzik
çalmak, el çırpmak ve hoplayıp zıplamaktan başka bir şey değildir. Allah’a,
Allah’ın istediği şekilde kulluk yaparak O’na hamd etmek, Allah’ı, Allah’ın
âyetlerini gündemde tutmak tamamiyle ortadan kalkmış, Allah’ın iradesine ters
eylemler geliştirilmiş. Halbuki Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk
yapılır. Allah’a Allah’ı belirlediği kurallarla yaklaşılır. Adamlar Allah’a
sormadan kendi kendilerine kulluk modelleri, tapını usulleri geliştiriyorlar ve
güya Allah’a kulluk yapıyoruz derken, Onunla çatışmaya, O’na düşmanlık yapmaya
ve şirke düşüyorlar. Allah’a yaklaşacağız diye Allah’ın beytinin içini putlarla
dolduruyorlar, Allah’a yapılması gerekenleri bu putlara yaparak güya Allah’a
kulluk yaptıklarını zannediyorlar.
Öyle değil mi? Bu âyetleri
hayatın tümüne indirgeyecek olursak müşriklerin hayatın tümünde kendini
gösteren bu özelliklerinin yayıldığını görürüz. Rabbimiz buyuruyor ki bu
yaptığınız kâfirliklerden dolayı tadın Allah’ın azabını. Alçaklar, sizler Allah’tan
başkalarına çığlık attınız. Allah’tan başkalarına bağırıp çağırdınız. Allah’tan
başkalarından medetler umdunuz. Allah’tan başkalarını ulûhiyet makamına oturtup
onlara bel bağladınız.. İnsanlara Allah’ı unutturabilmek için elinizden ne
geliyorsa yaptınız.
36,37. “Doğrusu inkâr edenler mallarını Allah'ın yolundan
insanları alıkoymak için sarf ederler ve daha da sarf edeceklerdir; ama sonra
içleri yanacak, hem de mağlup olacaklardır. Bu Allah'ın, temizi murdardan
ayırması ve murdarları üst üste koyup hepsini yığarak cehenneme yerleştirmesi
içindir; inkâr edenler cehenneme toplanacaklardır. İşte onlar mahvolanlardır.”
Mallarınızı insanları Allah
yolundan alıkoymak için sarf ettiniz. Kâfirler insanları Allah yolundan
alıkoymak için mal sarf ederler. Ellerinde avuçlarında neleri varsa harcayacaklardır.
Niçin? Yeter ki insanlar Allah’a kulluğu düşünmesinler. Yeter ki insanlar
Allah’ın kitabından uzaklaşsınlar. Yeter ki Allah, kitap, peygamber, Kâbe
insanların gündeminde olmasın. Yeter ki Allah’ın dini gündemde olmasın. Yeter
ki
insanlar Kâbe’ye değil de başka taraflara dönsünler.
Yeter ki insanlar moda tanrılarına, oyun eğlence tanrılarına yönelsinler. Bunun
için yığın yığın mallar harcayacaklar, müesseseler kuracaklar kâfirler. Peki ne
olacak sonunda? Muvaffak olabilecekler mi bu konuda? Hayır:
Sonra
yaptıkları bu harcamalardan ötürü onların içi yanacak, mağlup olacaklar ve
ulaşmak istedikleri neticeye asla ulaşamayacaklar diyor Rabbimiz. Evet
yenilecekler ve hasret içine düşecekler. Alçaklar zaten insanların mallarını,
mülklerini gasp ederek Allah yoluna engel olabilmek için harcama yapıyorlardı.
Ey
Müslümanlar, şunu kesinlikle bilesiniz ki Allah düşmanlarının dünya hayatındaki
harcamaları, size karşı askeri ve siyasal güce ulaşmak için yaptıkları
harcamalar, sizi yok etmek için, sizi yeryüzünden silmek için yaptıkları
harcamalar, kurdukları düzenler, hazırladıkları komplolar hiç bir işe
yaramayacaktır. Onların sizi yok etmek için yaptıkları harcamaları, askeri ve
savaş yatırımları tıpkı bir rüzgara, bir
rüzgar ortamına benzetiliyor. Son derece yakıcı, kavurucu bir rüzgar, bir
toplumun ekinine İsâbet eder ve tüm ekinlerini, tüm zenginliklerini, tüm
ekonomik varlıklarını altüst ediverir.
İşte kâfirlerin dünyadaki tüm
harcamaları buna benzer. Bir gece ayazıyla meyveye durması beklenen tüm çiçeklerin
bir anda sararıp, solup dökülmesi gibi, kâfirlerin harcamaları da, Müslümanları
yok etmek üzere tüm yapıp ettikleri de savrulup yok olacak ve dünyada elleri
boşa çıkacaktır. Allah onların tüm planlarını, tüm komplolarını bozacak,
neticesiz bırakacaktır.
İşte bu âyetleriyle
Rabbimiz kâfirlerin yaptıkları harcamalarla Müslümanlar karşısındaki bir
yenilgilerini gündeme getirerek bu savaş çerçevesinde hem kıyâmete kadar
gelecek Müslümanlara, hem de onların karşılarında yer alan kâfirlere mesajlar
sunmaktadır. Kâfirlerin Allah’la girişecekleri bir savaşta ne mallarının, ne
evlâtlarının, ne ekonomik güçlerinin ne de askeri ve siyasal güçlerinin
kendilerine hiç bir fayda sağlamayacağı, Allah’a karşı bunların bir işe yaramayacağı,
kâfirlerin Müslümanlar karşısında hiçbir güç ve kuvvetlerinin
olmadığı, Müslümanlar karşısında hiçbir zaman zafere, başarıya ulaşma imkânlarının
olmadığı anlatılmaktadır.
Böylece bu savaş çerçevesinde
yaptığı bu değerlendirmeleri, bu açıklamalarıyla Rabbimiz istiyor ki Müslümanlar
bu gerçeği iyi anlasınlar. Savaşı bu âyetlerle değerlendirsinler. O günden
itibaren kıyâmete kadar yapılacak tüm iman küfür savaşlarında bu âyetler Müslümanlara
güç olsun, ışık olsun, yol göstersin.
Öyleyse Müslümanlar kıyâmete
kadar Allah düşmanı kâfir-lerle giriştikleri bir savaşta sadece Allah’a güvensinler,
sadece Allah’ı vekil bilsinler ve zinhar zaferi Allah’tan beklesinler. Allah’ın
yardımı olmadan zafer kazanmalarının kesinlikle mümkün olmadığını bilsinler.
Karşılarındaki kâfirler ne kadar da sayısal ve ekonomik yönden kendilerinden
çok fazla, çok güçlü, ne kadar da teknolojik yönden kendilerinden üstün
olurlarsa olsunlar, sonuçta zaferin, galibiyetin Allah’a ait olduğunu, göklerde
ve yerde hiç bir gücün Allah’la baş edemeyece-ğini anlasınlar, bilsinler, böylece
inansınlar. İşte Rabbimiz bu âyetleriyle bunu anlatıyor.
Tabii
Müslümanlar açısından böyle olduğu gibi onların karşılarında saf tutan kâfirler
açısından da bu böyledir. Rabbimiz bu âyetleriyle kâfirlere de diyor ki: Ey
kâfirler, sizler kiminle savaştığınızın farkında mısınız? Bu iman küfür
savaşında, bu hak bâtıl savaşında karşınızda kimin bulunduğunu anlayamadınız
mı? Unutmayın ki Müslümanlarla giriştiğiniz bir savaşta karşınızda onlardan
önce Beni bulacaksınız. Müslümanları yok edebilmek, onlara karşı galip
gelebilmek için önce beni yenmek, beni diskalifiye etmek zorundasınız. Ben varken
onların kılına bile dokunamazsınız buyurarak, Allah’la savaşta ısrarlı
olmamalarını, Allah’a teslim olup Müslüman olmalarını istemektedir.
Evet habis
olanı hoş olandan, güzel olanı pisten ayırmak için, habis olanları üst üste
yığarak cehenneme atması için Rabbimizin koyduğu bir yasasıdır. Rabbimiz pisle
temizi elbette bir tutmayacak, onların arasını ayıracaktır. Onun içindir ki hiç
bir kâfirin, hiç bir müşrikin, hiç bir pisin, hiç bir Firavunun, hiç bir Ebu
Cehilin Allah’ın bu yasasına itiraz etme hakkı yoktur. İsterse itiraz etsinler,
bu yasayı değiştirme güçleri yoktur.
İşte görüyoruz tüm insanlar bile;
habisi tayipten ayırmakta-dırlar. Kimse pisle temizi bir tutmuyor. Müminiyle
kâfiriyle insanlar bile habis olanları, pis olanları atıp temiz olanları almaya
çalışıyorlarken, Allah niye habisle tayibi ayırmasın ? Kendinize tanıdığınız bu
hakkı Allah’a niye tanımamaya çalışıyorsunuz? Aklınız yok mu sizin? Yemeğin içine
düşen kılı, necaseti niye atıyorsunuz? Öyleyse akıllarınızı başlarınıza alın da
Allah’ın yasalarının güzelliğini görmeye çalışın. Allah’ın size lütfettiği
rızıkları hatırlayın da Ona karşı isyan gibi, küfür gibi, şirk gibi pislikleri
üzerinizden atmaya bakın. İşte bunun içindir ki Peygamber ve peygamber
misyonunu üslenip sizi bunlarla uyaranlar aranızda olduğu sürece Rabbiniz size
bir azap göndermeyerek fırsat tanımaktadır.
Değilse siz
bilirsiniz. Unutmayın ki yarın Allah pisleri, kâfirleri üst üste koyarak,
pestil yaparak, yoğunlaştırarak hepsini cehennemine atacaktır. İşe yaramayan
pislerin âkıbeti işte budur. Akıllarını, duyularını, hayatlarını, sermayelerini
boşa harcayanlar, kendilerini bozuk para gibi harcayanlar bunlardır. Cenneti
kaybedenler bunlardır. Gerçekten en büyük kayıp, en büyük zarar budur. Öyleyse
yeryüzünde kâfir olanlar, kâfirlerin peşinden gidenler, kâfirlerin hayatlarına
imrenenler, kâfirlerin egemenliği altında bir hayata razı olanlar neyi
kaybettiklerini iyi düşünmek zorundadırlar. Bakın kullarına karşı sonsuz
merhamet sahibi olan Rabbimiz kâfirlere tekrar tekrar sesleniyor:
38. “İnkar
edenlere, eğer savaştan vazgeçerlerse, geçmişlerini bağışlayacağını ve tekrar
başlarlarsa evvelkilerin hükmünün uygulanacağını söyle.”
Rabbimiz bu dünyada kâfirlere
kurtuluş yollarını göstermeye, onları uyarmaya devam ediyor. Peygamberim, kâfirlere
de ki, eğer küfürlerinizden, şirklerinizden, zulümlerinizden, Benimle savaştan,
mü’minlerle savaştan, mü’minleri Benim yolumdan engellemekten vazgeçerseniz;
kesinlikle bilesiniz ki yaptıklarınızın tamamı bağışlanacaktır. Ben sizin tüm
geçmişinizi mağfiret edeceğim. Ama yok eğer tekrar eski küfürlerinize, eski
zulümlerinize dönerseniz kesinlikle bilesiniz ki size aynen ilklerin,
öncekilerin sünneti uygulanacaktır. Onların âkıbetlerinden sizler de kurtulamayacaksınız.
Görüyor musunuz? Rabbimiz bir
taraftan müjdelerken diğer taraftan da onları, öncekilerin başlarına gelenlerle
korkutuyor. Beşîr ve Nezîr olarak gönderdiği peygamberinin nasıl hareket etmesi
gerektiğini anlatıyor. Rasulullah efendimiz de aynen Rabbimizin buyurduğu gibi
yapmıştır. Kâfirlerin tüm düşmanlıklarına karşılık, her türlü durdurma,
öldürme, sürme eylemlerine karşılık o yine onları mükafat ve azapla uyarmaya
devam etmiştir.
Eğer şu anda
bizim için de kâfirler aynı şeyleri düşünmüşlerse, aynı tedbirlere
başvurmuşlarsa kesinlikle bilelim ki bizler de peygamber yolundayız, bizler de
bir şeyler yapıyoruz demektir. Yâni bizi de durdurmayı, hapsetmeyi, sürgün
etmeyi düşünmüşlerse biz de Rasulullah’ın yolundayız demektir. Ama şu ana kadar
bizim için ne ölüm, ne sürgün, ne de hapis, yargılanma söz konusu olmamışsa biz
yatıyoruz demektir. Kırk yıldır kürsülerde vaaz ediyorum, ama elhamdülillah hiç
bir polisle başım derde girmedi diyen adam gibi, biz peygamber sünneti peşinde
değiliz demektir. Tüm peygamberlerin hayat programına sahip çıkacağız. Tüm
peygamberlerin dâvet anlayışına sahip çıkacağız. İnsanları Allah’ın dinine
dâvet için gayret sarf edeceğiz. Hattâ dâvet de yetmeyecek inancımız uğrunda
Allah için bir savaşı da göze alacağız. Yâni tüm bu uğraşılarımızın sonunda en
son yapmamız gereken şeyi de yapmaya hazır olacağız da sonra da; ya şehadet, ya
da ganîmetlere ulaşacağız Allah’ın izniyle.
Tabii dâvetten önce savaşı
düşünmemek gerekir. İnsanlar Allah’ın istediği gibi Allah yoluna dâvet
edilecek, edilecek, söz anlamadıkları zaman âkıbetleri açık ve net bir şekilde
kendilerine duyuru-lacaktır. Allah’ın azabı, cehennemle karşı karşıya
getirilecekler, teslim oldukları takdirde tüm yaptıklarının affedileceği
müjdelenecek, teslim olmadıkları takdirde öncekilerin âkıbetleriyle
uyarılacaklardır. Bu uyarı sürecinde tarih gündemlerine getirilecek, tarih içinde
uyarıdan nasiplenmedikleri için yerin dibine batırılanlar anlatılacak. Ad,
Semûd, Firavunlar gözlerinin önüne serilecek, buna rağmen yine de küfür ve şirklerine
devam ediyorlarsa, kendilerine hakkı anlatanları öldürmeyi, dur-durmayı
düşünüyorlarsa o zaman da Rabbimizin yardımına güvenerek savaşa girişeceğiz.
Neyimiz varsa Allah yolunda fedâ etmeye yöneleceğiz. Bakın bundan sonraki âyetinde
Rabbimiz savaşımızın hedefini de şöylece ortaya koyuyor:
39. “Fitne kalmayıp, yalnız Allah'ın dini kalana kadar
onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse bilsinler ki Allah onların işlediklerini
şüphesiz görür.”
Evet ey mü’minler! Onlarla
savaşın. Tâ ki yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din, sistem, hayat programı
sadece Allah’ın oluncaya kadar. Yâni yeryüzünde egemenlik sadece Allah’ın
oluncaya, sadece Allah’ın dini yeryüzünde hükümran oluncaya kadar. İşte İslâm’ın
savaşı bu gerçekleşinceye kadar sürecektir.
Fitne,
küfür ve şirk demektir. Fitne yeryüzünde Allah’a isyan bayrağının çekilmesi
demektir. Fitne yeryüzünde Allah’a kulluğu yasaklayıp, Allah’a kulluğa geçit vermeyip
onun yerine şirki, küfrü yaymaya çalışmak, Allah’ın dinini ve yasaların
çiğnemek, mü'minleri zorla dinlerinden döndürüp onları kâfirleştirmek için
programlar yapmak demektir. İslâm’a girmiş insanları zorla dinlerinden döndürebilmek
için çeşitli yollar, çeşitli işkenceler denemektir. Fitne şiddete başvurarak
zorla, zorbayla bir fikri, bir inancı ortadan kaldırmaya çalışmak demektir. Kan
dökmek çok kötü bir şey olmasına rağmen, insanları dinlerinden, inançlarından
zorla vazgeçirerek, ezerek, bellerini ve gururlarını kırarak onları kendi
inançlarını benimsemeye zorlamak demektir ki; Rabbimiz Bakara sûresinde ölümden
çok daha beter bir şey olduğunu ifade eder.
Kâfirlerin
Allah’ı inkârları, Allah’a şirk koşmaları, insanları Al-lah yolundan
alıkoymaları, İslâm eğitiminden mahrum bırakarak in-sanları cehenneme doğru
sevk etmeleri, onları İslâm’dan onları küfre çevirmeye çalışmaları ölümden çok
daha beter bir suçtur. Çünkü fitne dine tecavüzdür, dinin tebliğini yasaklamak
demektir. İnsanların Allah dinine ulaşmalarını engellemek demektir.
Materyalizmi, dinsizlik öğretimini teşvik ederek din eğitimini, din hürriyetini
yasaklamak demektir fitne.
İşte
yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaşın
onlarla diyor âyet-i kerîme. Yâni hayatın tümünde din yalnız Allah’ın oluncaya
ve yeryüzünde Allah’ın kullarının Allah’ın dinine ulaşmalarını engelleyen, din
eğitimini engelleyen, Allah’ın dinini tercih etmiş kişileri dinlerinden
döndürebilmek için yapılan tüm fitneler, tüm barikatlar ve tüm engeller
kalkıncaya kadar savaşın. Yeryüzünde küfür ve şirkten eser kalmayıncaya kadar
Müslümanların savaşı sürecektir öyleyse. İnsanların inançlarına saygı göstermek
yerine vahşi gücü seçen, insanlara zorla kendi inançlarını dayatanlarla yeryüzünde
savaşmak mü'minlerin en büyük görevlerinden birisidir. Mü’minler böyleleriyle
savaşmalılar ki yeryüzünde Allah’ın dini hakim olsun. Savaşmalılar ki din
yalnız Allah’a ait olsun.
Din hayat tarzı demektir. Din bir toplumun
uymak zorunda olduğu kurallar, kanunlar manzumesi ve hayat tarzı demektir. Bu mânâda
dinsiz bir toplum düşünülemez. Kanunsuz, kuralsız, sitemsiz bir toplum
düşünülemez. Her toplumun mutlaka uymak zorunda olduğu bir dini, bir sistemi ve
kanunları vardır. Ancak dinler, sistemler iki türlüdür. Allah tarafından
belirlenmiş hak dinler, Hakka dayanan sitemler, bir de insanlar tarafından
geliştirilmiş, ortaya atılmış bâtıl dinler, bâtıl sistemler. Bu mânâda komünizm
bir dindir, Kapitalizm bir dindir, diğer sistemler, diğer hayat programları da
birer dindir. Çünkü bunlar da toplumun uyması gereken sistemler, kanunlar
manzumesidir. Ve tarih boyunca gelen tüm peygamberler insanlar tarafından
ortaya atılmış bu bâtıl dinlerle, bu bâtıl sitemlerle mücâdele ederek onları
kaldırıp, yerine Allah’ın sistemini ikame etmeye ve böylece Allah’ın kullarını
kulların sistemlerine ve dinlerine uyarak onlara kulluk etmekten kurtarıp
yalnız Allah’ın dinine, Allah’ın sitemine kul olmaya çağırmışlardır.
Evet demek
ki yeryüzünde bir tek kâfir kalmayıncaya kadar değil, yeryüzünde bir tek
Müslüman kalmayıncaya kadar bizim savaşımız sürecek diyorlar. Biz öyle demiyoruz.
Biz yeryüzünde bir tek kâfir kalmayıncaya kadar bizim savaşımız sürecek
demiyoruz. Ne diyoruz? Yeryüzünde fitne kalmayıncaya, herkes beğendiği inancını
yaşayabileceği bir özgürlük ortamına ulaşıncaya, kimsenin kimseye dayatma
yapamayacağı ana kadar ve din yalnız Allah’ın oluncaya ka-dar savaşımız sürecektir
diyoruz.
Evet demek
ki yeryüzünde bu gerçekleşinceye kadar savaş da bitmeyecektir. Kâfirler suni
bir barıştan söz etseler de, yeni dünya düzeninden söz etseler de, savaşsız bir
dünya yutturmacısından dem vursalar da, bunlar gerçekleşmedikçe yeryüzünde asla
savaşlar bitmeyecektir. Çünkü işte bu yasayı Allah koyuyor. Allah yasasını değiştirecek
de yoktur.
Eğer bu işe
bir son verirlerse, fitne durumlarına bir son verirlerse, küfürlerinden,
şirklerinden vazgeçerler, Allah, Resulü ve Müslümanlarla savaşlarına bir son
verirler ve iradelerini Allah iradesine mahkum ederlerse, kesinlikle bilsinler
ki hiç şüphesiz Allah onların yapmakta olduklarını görendir, bilendir. Yâni
şüphesiz Müslüman ol-duktan sonra da bu insanların işleri bitmeyecektir. Nasıl
ki mü’minler insanların dirilişi için tüm imkânlarını, tüm hayatlarını ortaya
koymuşlarsa onlar da artık Allah’ın dininin egemenliği için yapmaları gerekenleri
yapacaklardır. Yâni şu anda biz onların dirilişi için ne yapıyorsak onlar da
kendileri gibilerin dirilişi için yapmaları gerekenleri yapacaklardır. Bizim
için şu anda Allah’ın emirlerine riâyet, haramlarından kaçınmak neyse onlar
için de aynısı olacaktır. Değilse Müslüman ol-duktan sonra onlar bizim
sömürgemiz, bizim mahkumumuz değillerdir. Onlar da bizler gibi aynı haklara
sahip, aynı yasalara tâbi insanlardır.
40. “Eğer yüz çevirirlerse Allah'ın sizin dostunuz olduğunu
bilin; O ne güzel dost, ne güzel yardımcıdır!”
Eğer
yüz çevirir bildiklerine göre bir hayat yaşamaya yönelir-lerse, kendi
kafalarına göre takılmaya kalkışırlarsa bilesiniz ki Allah sizin Mevlâ’nızdır.
Yâni onlar sizinle verdikleri bir savaşın sonunda sizden korkarak biz de Müslüman
olduk derler, sizi kandırırlar ama yine eski bildiklerine, eski kâfirliklerine
dönerlerse kesinlikle bilesiniz ki sizin Mevlâ’nız, sizin dostunuz, sizin
koruyucunuz Allah’tır. Onlardan korkmanıza, çekinmenize hiç de gerek yoktur. Medine’de
aynı şey yaşanmıştır. Rasulullah efendimizin Medine’ye hicretinden sonra orada
yaşayan insanlardan kimileri korktukları için biz de Müslüman olduk dediler.
İman etmedikleri halde münâfıklar olarak İslâm cema-atinin içine katıldılar. Bazen
kendilerini kurtarabilmek için namaz kıl-dılar, savaşa iştirak ettiler.
Maskeleri düşmesin diye Müslümanca gö-rüntüler sergilediler. İslâm devletini yıkmaya
çalıştılar. Çevrelerindeki
Yahudilerle, Mekke
kâfirleriyle ilişkiler kurarak Müslümanları arkalarından hançerlemeye
çalıştılar.
İşte böyle kimseler için Rabbimiz
Müslümanlara buyuruyordu ki, ey Müslümanlar, hiç korkmayın onlardan. Allah
sizin velinizdir, Al-lah sizin dostunuzdur. Allah sizi onların komplolarından
koruyacaktır. Mevlâ’nız olan Allah size onların sahip olmadıkları silahlarını,
meleklerini, ordularını gönderir. O Allah ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcı-dır.
İşte mü’minler böylece dua edecekler. Bundan sonra Rabbimiz ta sûrenin başında
sözünü ettiği ganîmetlerin taksimini anlatacak. Bakın şöyle buyuruyor:
41. “Eğer Allah'a
ve hakkı bâtıldan ayıran o günde, iki topluluğun karşılaştığı günde kulumuz
Muhammed'e indirdiğimize inanıyorsanız bilin ki ele geçirdiğiniz ganîmetin
beşte biri Allah'ın, Peygamberin ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve
yolcularındır. Allah her şeye Kadirdir.”
Evet ey Müslümanlar, ey
ganîmetler konusunda tartışmalara giren Müslümanlar, eğer Allah’a ve o hakkı
bâtıldan ayıran o Bedir gününde elçiniz Muhammed’e indirdiğimize inanıyorsanız
bilesiniz ki ganîmetlerin taksimi şöyle olacaktır diye yol tarif ediyor
Rabbimiz.
Rabbimiz
ganîmetlerden nîmet olarak, Allah lütfu olarak söz etmiş ve bu ganîmetlere
ulaşabilmek için mü’minlerde bulunması gereken özelliklerden bahsetmişti.
Ey
Müslümanlar! Ey Allah ne demişse tamam diyenler! Bilesiniz ki ganîmet olarak elinize
ne geçirmişseniz onun beşte biri Allah ve Resulü içindir. Akrabalar içindir.
Başta Peygamberin yakınları, akrabalarıdır ki onlar bu ganîmetlerin beşte
birinden nasip dar edileceklerdir. Sonra yine bu beşte bir yetimler, yoksullar,
yolda kalmışlar içindir. Eğer Allah’a iman etmişseniz. Eğer Furkân günü Allah’ın
peygamberine indirdiği âyetlere iman etmişseniz. Eğer iki grubun, hayırlı ve
hayırsız, tayip ve habis grubun karşılaştığı, ayrıldığı, ayrıştırıldığı günde
Rabbinizin size gönderdiği ordularına, âyetlerine, yardımlarına, zaferine iman
etmişseniz işte bu taksimat bu şekilde olacaktır. Evet fıkhen bu ganîmetlerin
taksimi işini böylece anlamalı ve kabul etmelisiniz. tâbi ben burada bu işin
detayına girmiyorum. Detayını öğrenmek isteyenler fıkıh kitaplarına müracaat
ederler.
Sadece şu
kadar bir inceliğe dikkatlerinizi çekeyim: Genelde cihada katılanlar güçlü
olan, kuvvetli olan, cihada katılabilecek kapasitede insanlardır. Ancak onlar
Allah için bir cihada gittikleri zaman geride kalan akrabalar, yetimler,
yoksullar, yolda kalmışların da bu ganîmetten payları vardır. Çünkü onlar da
katılmak istemişler ama imkân bulamamışlar, giden kardeşlerine zafer için dua
etmişlerdir. Çünkü İslâm ümmeti top yekun bir ümmettir. Tıpkı şu anda Allah’ın
bize verdiklerini verilmeyenlere de ulaştırma kavgası içine girmek zo-runda
olduğumuz gibi, savaş ganîmetlerinden onları da istifade ettir-meye
çalışacağız. Rabbimiz burada bize bunu
anlatıyor.
Daha önceki
âyetlerinde eğer biz muttaki olursak bize Furkan vereceğini vaad etmişti
Rabbimiz. Burada da Furkân gününden söz ediyor. Müminlerle kâfirlerin
karşılaştıkları o güne, Bedir gününe Fur-kân günü diyor Rabbimiz. Mü’minler o
güne kadar yapmaları gerekenleri yapmışlar, kâfirler de yapmışlardır ve nihâyet
o gün orada ay-rılış noktasına gelmişlerdi. Allah, dostlarına, mü’minlere yardımını
göndermiş, meleklerini göndermiş, mü’minlerin kalplerine cesaret vermiş,
inşirah vermiş, yağmur yağdırarak ayaklarına sebat vermiştir. Karşılarındaki
Allah düşmanlarına da onlara yaptıklarının tam tersini yapmış, morallerini
bozmuş, yardımcısız bırakmış, yağdırdığı yağmurla ayaklarının altını kaygan
yapmış ve böylece dostlarıyla düşmanlarının arasını ayırmıştır. Dostlarına
zafer, düşmanlarına da hezimet tattırmıştır. Öyleyse o günkü neticeyi Allah
indirmiştir.
Öyleyse bizzat Allah’ın
gerçekleştirdiği bu zaferin sonunda ulaştığınız ganîmetlerin taksimi konusunda
şükrâne olarak Allah dinlenmelidir. Çünkü bu Furkân’ı veren Allah’tır. Bu
ayrılışı gerçekleş-tiren Allah’tır. Belki bundan önce insanlar hangi safta yer
alacakları konusunda net bir tavır sergileyememiş olabilirlerdi. Mü’min oldukları
halde müşrik, müşrik oldukları halde mü’min görünmeye çalışanlar ol-muştu. İşte
bugün saflar tamamen ayrılmıştır. Artık bundan sonra kâ-firlerin safı arasında
yer alan hiçbir kimseye mümin gözüyle bakılmayacaktır.
42. “Siz vadiye en yakın ve onlar da en uzak yamaçta idiler;
kervanın süvarileri sizden daha aşağıdaydı. Savaş için buluşmak üzere
söyleşmeye kalksaydınız, vaktini tayinden anlaşmazlığa düşerdiniz; fakat Allah
mahvolan, apaçık belgeden ötürü mahvolsun; yaşayan da apaçık belgeden ötürü
yaşasın diye olacak işi yaptı. Doğrusu Allah işitir ve bilir.”
Hani siz o gün aşağı yamaçta,
vadiye yakın olan, Medine’ye yakın olan bir yamaçta bulunuyordunuz. Onlar da en
uzak yamaçta idiler. Yâni kâfir ordusu Medine’ye nisbetle uzak bir yamaçta
bulunuyordu. Kervan ise sizden aşağıda bulunuyordu. Kervan sahil kıyısından
Mekke’ye doğru yol tutturmuş gidiyordu. Eğer sizler vaatleşecek olsaydınız,
müşriklerle bu savaş konusunda randevulaşacak olsaydınız, falan yerde
karşılaşalım, falan yerde hesaplaşalım diye bir sözleşmede bulunmuş olsaydınız
kesinlikle o randevu vakti konusunda ihtilâf ederdiniz. Yâni vaatleştiğiniz
günde, vaatleştiğiniz yerde bir araya gelmeniz ve böyle bir savaşın
gerçekleşmesi asla mümkün olmazdı. Muhakkak ki savaşın vaktini ve yerini tayin
hususunda ihtilâf ederdiniz. Sizin sayısal azlığınız cesaretinizi kıracak,
onların kervanlarının sağ salim kurtulmuş olması da onları savaştan vazgeçirecekti.
Halbuki siz iradenizin dışında
Allah’ın takdiriyle bir anda düş-manla karşı karşıya gelmiş oldunuz. Allah işlenmesi
mukadder olan bir işi yerine getirmek için bunu yaptı. Dinini üstün ve aziz
kılmak, kelimesini yüceltmek, dostlarını muzaffer, düşmanlarını zelil ve peri-şan
etmek için bunu yaptı. Böylece helâk olan apaçık bir delil üzerine helâk olsun
da kâfirin Allah’a karşı savunabilecek bir haklılık delili kalmasın. Aynı
şekilde Müslümanın da teslimiyeti kesin bilgiye da-yansın diye bunu böylece yapmıştır.
Evet o gün
o iki orduyu oraya getiren Allah’tır. Her iki ordunun da oraya gelmesinin
sebeplerini ortaya koyan Allah’tır. Çağımızda cereyan eden savaşların tümünü de
biz aynı şekilde değerlendirmek zorundayız. Mü’minler Allah’ın istediği gibi
mü’min olma yoluna girerlerse Rabbimiz her an onların hayrına olabilecek bir
sürükleniş içine sokacaktır onları. Rabbimiz mü’minleri yönetecek, yönlendirecektir.
Tıpkı şu anda Çeçenistan’da olduğu gibi. Mü’minleri Mısır’ı terk etmeye doğru
yürütecek, Firavunları arkalarından denizde boğulmaya doğru sevk edecek,
çekecek ve orada onları boğacaktır. Yâni bir ayrılış vaktini mutlaka gerçekleştirecektir
Allah. Rabbimiz mü’minleri böylece cennete doğru sürüklerken, kâfirleri de
cehenneme doğru sürükleyecektir.
İşte bizim bilmediğimiz
Rabbimizin bildiği pek çok hikmetlerle Rabbimiz bizi istemediğimiz bir savaş
alanına sürüklerse o zaman sabretmemiz, savaşa devam etmemiz gerekecektir.
Çünkü giriştiğimiz o savaşın sonucu zaten Allah katında bellidir. Rabbimiz
sanki yapılmış bitmiş gibi olan bir işi mutlaka neticeye ulaştıracaktır. İsterse
işte Bedirde olduğu gibi şartlar tümüyle Müslümanların aleyhine olsun. Tüm
şartları Rabbimiz Müslümanların lehine çevirecektir. Niçin? Helâk olan bir beyyineden
dolayı helâk olsun, yaşayan da bir beyyi-neden dolayı yaşamış olsun. Yâni kâfirliği
tercih eden bir delilden sonra kâfirliği tercih etsin, mü’min olan da Allah
tarafından indirilen âyetleri görsün, Allah’ın mü’min kullarına gönderdiği
yardımlarını görsün de ona göre mü’min olsun. Ne kâfirin ne de mü’minin yolu
konusunda bir şüphesi kalmasın diye.
Kâfirler de haklı tarafa yardım
etmesi için dua ettikleri Allah’ın, kime yardım edip galip getirdiğini bizzat
gördüler. Her iki taraf da bu âyetleri gözlerinin önünde yaşadılar. Rasulullah
efendimizin gerçekten Allah’ın elçisi olduğunu anladılar. İşte bunların tamamı beyyiney-di.
Yâni açık ve net olarak bu dinin, bu kitabın, bu peygamberin Allah’tan gelme
bir hak olduğunu bildiler. Bütün bu beyyineler sabit ol-du.
Elbette Beyyine’ye ulaştıktan
sonra küfür ve şirkini sürdüren insanların helâkten kurtulmaları mümkün olmayacaktır.
Yaşayan da Beyyine ile yaşayacaktır artık. Yâni bu Beyyine’leri gören mü’minler
de Allah âyetlerinin hak olduğunu daima hatırlarında canlı tutarak ya-şasınlar.
Bu Beyyinelerle Allah’a imanları bir kat daha artsın da gerçek mü’minler olarak
hayatiyet özellikleri, dirilikleri artsın. Bundan sonra kâfirlerle bir daha
karşılaştıkları zaman hep korkak değil ileri atılan, kâfirlerin egemenliğini
kabul değil onlara egemen olan birer diri topluluk olsunlar.
Evet
Bedirde kâfirlerin yenilmesiyle bir Ebu Cehil sistemi temelinden sarsıldı.
Allah sistemini reddeden bir beşer sisteminin sallandığını Rabbimiz tüm dünyaya
göstermiş oldu. Muhakkak ki Allah işitendir, bilendir. Yaptığımız tüm
eylemlerimizi, dualarımızı, niyetlerimizi bilen ve işitendir. İşte bizim böyle
bir Allah’la velâyet ilişkimiz vardır. Allah her an bizimle beraberdir.
Bakın Rabbimiz bundan sonraki
âyetlerinde bizimle bu beraberliğine, bizim velîmiz oluşuna, kendisinin ve bizim
düşmanlarımıza karşı hep bizi desteklediğine dair bir örnek sunacak:
43. “Allah onları uykunda sana az gösteriyordu. Çok göstermiş
olsaydı, yılacak ve bu hususta çekişmeye başlayacaktınız, fakat Allah sizi
kurtardı; çünkü O kalplerde olanı bilir.”
Hani, hatırlasana ey peygamberim,
Allah sana rüyanda onları az gösteriyordu. Rasulullah efendimiz daha Medine’den
Bedir’e hareket ettiğinde rüyasında, Allah ona müşriklerin ordusunu az gösterdi.
Rasulullah efendimiz de rüyasını mü’minlere anlatmış, bu da onlara cesaret
vermişti. Eğer Allah sana onları oldukları gibi, ya da çok gösterseydi elbette
yılgınlık gösterecek, gevşeyecek, münakaşa edecek, bu iş hakkında tartışmalara
girecek, birbirinize düşecek, aranızda görüş ayrılığı çıkacak, gücünüz,
moraliniz azalacak ve başarısızlık ortaya çıkacaktı. Fakat böyle yaparak Allah
size selâmeti verdi, size selâmet yollarını açıverdi, İslâm’ın zaferini gösteriverdi,
sizin için
daru’s selâm olan cennetin yollarını açıverdi. Çünkü
Allah göğüslerde, kalplerde olanın özünü bilendir.
Yâni böyle bir durumda ne
yapılacak? Nasıl davranılacak? Cesaret mi gösterilecek? Korkaklık mı
sergilenecek? İleri mi atılı nacak? Yılgınlık mı gösterilecek? Allah bunu çok
iyi bilendir. Yâni gönüllerde ne var, ne yok bunu en iyi bilen Allah’tır. Yâni
gerçekten o topluluk niçin oradaydı? Bunu bilen Allah’tır. Mü’minler kervan
için mi yola çıkmışlardı? Ganîmete ulaşmak için mi oradaydılar? Bunu çok iyi bilen
Rabbimiz dikkat ederseniz sûrenin ilk âyetlerinde hemen ganîmet taksimi
konusuna girmedi. Mü’minlerin kalplerini bu işe hazırladı, içlerindeki
niyetlerini temizledi, değiştirdi, onların kalplerindeki ganîmet sevgisini
kaldırdı, ganîmete ulaşmak için savaşa çıkmanın yanlışlığını onlara anlattı,
gösterdi, yaşattı, duyurdu, hissettirdi. Allah için orada bulunmaları
gerektiğini onlara kabul ettirdi, cennetin kokusunu duyurdu ve gerçekten
Allah’a lika arzusuyla onları dolup taşırdı.
İşte o
savaş meydanında kimin kalbinde ne varsa, bunlardan başka ne yüce duygular
varsa bunların tamamını biliyordu Allah. Kalplerindekilere lâyık olarak
Rabbimiz de onlara, Bedir zaferini lütfetti. Onları Bedir ashabı yaptı ve
onların günahlarını bağışladım müjdesiyle onları sevinçlerin en büyüğüne nail
kıldı. Eğer gerçekten bizler de şu anda onların izindeysek, onların gittiği
yere gitme çabası için-deysek, kendilerini ihsan ile takibe yönelmişlersek o
zaman bizler de onlar gibi olmak, onlar gibi yaşamak, onları her yönüyle örnek
almak zorundayız. Eğer bizler onların örnekliliğini yakalayabilir, onlar gibi
bir hayat yaşayabilirsek kesinlikle bilelim ki Rabbimiz aynı zaferleri bize de
lütfedecek demektir. Bunu hiç bir zaman hatırımızdan çıkarma-yalım.
Orada
rüyadaki bir gösterim anlatılırken bundan sonraki âyetinde de bizzat uyanık
halinde gösterilen bir gösterimden söz ediliyor. Bakın Rabbimiz o hususu da
şöyle anlatıyor:
44. “Karşılaştığınızda, olacak işi oldurmak için, onları
gözlerinize az gösteriyor ve sizi de onların gözünde azaltıyordu. Bütün işler
dönüp Allah'a varır.”
Düşmanla karşı karşıya
geldiğinizde Allah onları size az gösteriyordu. Ve onların gözlerine de sizi az
gösteriyordu. İki tarafa da karşılarındakileri az gösteriyordu. Karşı tarafa
Müslümanları az gösteriyordu ki, onlar cesarete gelip savaştan vazgeçmesinler,
ve az gördükleri mü’minleri ezip geçeceklerini zannetsinler. Mü’minlere de onları
az gösteriyordu ki onlar da bu savaşta sebat göstersinler. Rivâyetlere göre
İbni Mesud efendimiz yanındaki bir sahâbeye soruyordu. Karşıdaki düşmanı ne
kadar görüyorsun? diye, o sahâbe de diyordu ki vallahi ben onları yaklaşık yüz
kişi kadar görüyorum. Ebu cehil de Müslümanların sayıları hakkında bir lokma
kadarlar diyordu. Böylece iki ordu vuruşsun da Allah intikam alacağı taraftan
intikamını alsın, galip getireceği tarafın da üzerine nîmetlerini tamamlayıp
galip getirsin. Çünkü Allah dilediğine hükmeder ve neye hükmetmişse onu uygular.
Çünkü bütün işler sonunda Allah’a dönüp varır.
Evet işte böylece mü’minler az
gördükleri kâfirlere saldırıyorlar, kâfirler de az gördükleri mü’minlerin
üzerine yürüyorlar. Netice Allah’ın zaten verilmiş bir kararını, yapılmış bir
işini, verilmiş bir emrini gerçekleştirmek. Bunu gerçekleştirmek, savaşın
devamını sağlamak için Rabbimiz âyetlerini böylece gösteriyordu. Rüyada gösteriyordu,
bizzat uyanıkken gösteriyordu. Böylece iş aynen Allah’ın istediği, planladığı
gibi cereyan ediyordu. Çünkü bütün işler Allah’a döndürülür. Emreden O’dur,
takdir eden, gerçekleştiren O’dur. Rüyada O gösterir, şartları O hazırlar,
meleklerini O gönderir ve işler O’nun istediği şekilde gerçekleşir.
Peki bu durumda mü’minlere düşen nedir?
Mü’minler Cenâb-ı Hakkın bu mûcize diyebileceğimiz âyetlerini beklemekten
ziyâde Allah’a, Allah’ın istediği kulluğa yönelmelidir. Yâni mü’mine düşen kendisinin
yapması gerekenleri yapmaktır, Allah da kendisine düşeni elbette yapacaktır.
Ama işin başında, ama ortasında, ama sonunda. İşte orada da yaptı Rabbimiz
yapacağını.
Savaşın başında her iki tarafı da
birbirine az gösteren Rab-bimiz yine Âl-i İmrân sûresinin beyanıyla savaşın başlamasıyla
bir-likte mü’minleri kâfirlerin sayılarının, güçlerinin iki katı gösteriveriyor. Sayısal ve güç yönünden çok azınlıkta olan
mü’minler kâfirlerin gö-zünde iki katı gösteriliyor ve Müslümanlara da o kâfirleri
mevcut sa-yılarından ve güçlerinden çok daha az gösteriliyor. Böylece Rabbimiz
istediklerini az, istediklerini çok göstererek mü’minleri güçlendiriyor,
kâfirlerin cesaretlerini kırıyor.
45,46. “Ey inananlar! Bir toplulukla karşılaşırsanız dayanın;
başarıya erişebilmeniz için Allah'ı çok anın. Allah'a ve peygamberine itaat
edin; çekişmeyin yoksa korkar başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider.
Sabredin, doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir.”
Ey Allah’ın istediği gibi iman
edenler. Ey Allah’a, Allah’ın dinine, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın yasalarına,
Allah’ın velâyetine, tarih içinde hep Allah’ın yasalarının üstün olup
uygulandığına iman edenler. Öyleyse bu imanınızın gereği olarak bir toplulukla
karşı karşıya gelirseniz sebat edin, dayanın, direnin, dişinizi sıkın.
Ayaklarınız yerlerinden kaymasın. Ayağınız sağlam bassın. İmanlarınızla,
teslimiyetlerinizle, tevekküllerinizle sabit olun. Geri adım atmamak, kaçmamak
üzere yerlerinizde çakılıp kalın. Gönlünüz Rabbinize bağlansın. Yolunuzda,
dâvânızda, imanınızda, Allah’ın yardımı konusunda şüpheniz, tereddüdünüz
olmasın.
Kesinlikle bilesiniz ki Allah
sizinle beraberdir, Allah sizin desteğinizdedir, Allah size yardımını
ulaştıracaktır. Bu Allah’ın va’didir, bu Allah’ın bir yasasıdır ve Allah yasalarında
asla bir değişiklik olmaz
Kâinatta
işleyen yasaların tamamı Allah yasasıdır. İşte Bedir. Müslümanlar çok az. Böyle
bir durumda Müslümanların kendilerinden çok fazla güce sahip olan kâfirler
karşısında galip gelmeleri normal yasalar dahilinde âdeta mümkün değil gibi
görünmektedir. Ama elbette Allah orada bizzat kendi emrini gündeme getirecek,
meleklerini göndererek mü’minlere va’dini gerçekleştirecektir. Şartları tamamen
mü’minlerin lehine değiştirecektir. Çünkü zaferin tamamıyla Allah ka-tından
olduğunu önceki âyetlerde bildirmişti Rabbimiz. Öyleyse mü’-minlere düşen
sadece kâfirler karşısında, o kâfirler kendilerinden ne kadar da fazla olurlarsa
olsunlar sabretmek, Allah’ın istediği gibi davranmaktır. Daima ileriye doğru
yürümek ve asla kaçmayı düşünmemektir. İleri gittikçe Rabbinin rızasını ve Cennetin
kokusunu duymaktır. Böyle yapınca şehit olsa da, kazansa da galip olacaktır
Müslüman.
Evet
savaşta sabredin ve felaha, başarıya ulaşabilmek için Allah’ı çokça zikredin.
Zafere ulaşabilmek için Allah’ı çokça gündeme alın. Savaş esnasında bile, ölüm
kalım ortamında bile Allah’ı zikirlerin en büyüğü olan namazlarınızı terk
etmeyin. Allah’ın hayatınızın ve ölümünüzün sahibi olduğunu unutmayın. Sonunda
Rabbinize kavuşacağınızı, O’nun rızasına ve cennetine doğru gittiğinizi
aklınızda canlı tutun. Allah için bir savaş verdiğinizi asla unutmayın. Allah’a
ve Resulüne gönülden itaat edin. Allah ve Resulünün emir ve yasaklarına riâyet
edin. Allah ve Resulü sizin nasıl davranmanızı istiyorsa öylece davranın.
Yapılacak iş belli iken, Allah ve Resulünün istedikleri açıkken çekişme içine
girmeyin, tartışma içine düşmeyin, çözülmeyin, birbirinizle ihtilâflara düşmeyin.
Çok kötü bir durumda olsanız bile kontrolü kaybetmeyin. Yoksa gevşer, yılgınlık
gösterir ve gücünüz kuvvetiniz gider ve sonunda başarısızlığa düşersiniz.
Sabredin doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir.
Peki
Müslümanlar arasında hiç ihtilâf olmaz mı? Hiç görüş ay-rılığı olmaz mı?
Olabilecektir elbette ama, Şûrâ vardır gerek devlet iş-lerinde, gerek askeri
işlerde. Elbette Şûrâda bu meseleleri görüşmek, tartışmak, danışmak ayrı
şeydir, parçalanıp birbirine düşmek ayrı şeydir. Bir konu Şûrâda karara bağlanmışsa,
Emîr’ul Mü’minîn neye karar vermişse artık iş bitmiştir. Artık o emre itaat
Allah’a itaat demektir. İslâm’daki itaat mekânizmalarını biliyoruz. Allah ve
Resulüne mutlak itaat, emir sahiplerine de Allah ve Resulünün istediklerini
emrettikleri sürece itaat edilecektir. Emir çevresindekilerle istişare sonucu
bir karar vermişse artık öteki Müslümanların ayaklarını geri atmalarına imkân
kalmamıştır. Allah ve Resulünün arzularına ters düşmeyecek bir biçimde emirin
aldığı kararı uygulamak zorundadır Müslümanlar. Değilse emir bir tarafa, öteki
Müslümanlar da başka bir tarafa çekecek olurlarsa ne cihadımız, ne devlet
işimiz başarıya ulaşır, ne de kâ-firlere karşı bir kuvvet gösterisi içinde
olabiliriz.
İşte
Rabbimiz buyuruyor ki gevşersiniz, gücünüz, kuvvetiniz gider, havanız kaybolur,
egemenliğiniz yok olur. Kâfirler için onları bizden korkutacak bir güce, bir
havaya sahip olmak zorundayız. Peki acaba şu anda kâfirler üzerinde hiç bir
havamız, hiç bir gücümüz, etkinliğimiz var mı? Yok değil mi? Müslümanca bir
kimliğimiz, bir şahsiyetimiz var mı? Yok değil mi? Neden? Çünkü Müslümanlar olarak
ümmet olma şuurunu kaybettik. Birbirimiz için canımızı fedâ edecek kadar
birbirimizle bir kardeşliğimiz kalmadı da ondan. Şu anda Filistin’deki
kardeşlerimiz, Çeçenistan’daki kardeşlerimiz, dünyanın çeşitli
coğrafyalarındaki kardeşlerimizle bir kardeşlik ilişkimiz var da onları
öldürenlerin bu kardeşlerden bir çekincemeleri yok değil mi? Bırakalım çok
uzaktakileri, şu anda bu ülkede birileri bir grup Müslümanı yok etmeye
çalışırken öteki Müslümanlardan zerre kadar bir çekincemesi yoktur.
Halbuki Medine’de bir Müslüman
kadının örtüsüne el uzatan bir Yahudi karşısında öteki kardeşlerinin nasıl davrandıklarını
biliyoruz. Bir Müslüman kardeşleri için savaşa karar veren Müslümanların bu
kardeşlik bağını gören Yahudi korkmaz mı Müslümanlardan? Çekinmez mi bir
Müslümana ilişmekten? Ama işte şu anda kâfirler ta-rafından Müslümanların
kanları dökülürken, ırzları, namusları kirletilirken diğer Müslümanların
seyirci kalmaları, kıllarının bile kıpırdamayışı, hattâ kimilerinin oh olmuş,
onlar şunlardandı, onlar bizden değildi gibi İslâm dışı bir tavır sergilemeleri
kâfirleri cesaretlendiriyor ve Müslümanların onlar üzerinde en ufak bir
etkilerinin kalmadığını gösteriyor. Böyle bir durumda ne fert olarak ne de toplum
olarak zerre kadar bir Müslüman şahsiyetimiz kalmayacaktır.
İşte
Rabbimizin yasaları gözlerimizin önündedir. Eğer böyle parça parça değil de top
yekun Allah ve Resulünün emirlerine itaat eden, birbirleriyle çekişmeyen
mü’minler olabilirsek peşinen bir çok savaşı kazanmış olabileceğiz demektir.
Çünkü hayatı seven kâfirler o zaman asla şu anda olduğu gibi bizler karşısında
savaşı göze alamayacaklardır. Ama eğer bizler Allah ve Resulüne itaat halinde değilsek,
kitap ve sünnet etrafında toplanarak kardeşler olamamışsak, birbirleriyle
çekişmeyen, birbirleriyle kenetlenmiş bir ümmet olamamışsak bizdeki bu zaafı
gören kâfirler hep bize saldıracaklar ve galip geleceklerdir. Öyleyse sabredin
ey mü’minler. Kendinizi Allah ve Resulünün istediği yerde tutun. Allah ve
Resulüne itaat makamında tutun. Bilesiniz ki Allah sabredenlerle beraberdir.
47. “Yurtlarından böbürlenerek, insanlara gösteriş yaparak
çıkan ve Allah yolundan menedenler gibi olmayın. Allah onların işlediklerini
her yönüyle Bilendir.”
Şunlar gibi de olmayın ki; onlar
yurtlarından böbürlenerek, insanlara gösteriş yaparak çıkmışlardır. İnsanları
Allah yolundan men ederek çıkmışlar. Kâfirler debdebe ve alayiş içinde,
yanlarına şarkıcı, eğlendirici kadınları da alarak, çalgı, çığırtı unsurlarıyla
birlikte, tüm ziynetlerini takınmışlar, Müslümanlara hava atmak, Müslümanları
Al-lah yolundan engellemek, inanları sindirebilmek, o bölgede sahip oldukları
egemenliklerini daha bir güçlendirmek için insanlara gözdağı vererek
çıkmışlardı. Sakın sizler onlar gibi olmayın diyor Rabbimiz mü’minlere.
Bunların asıl amacı yeryüzünde
insanları Allah’a kulluktan alıkoymaktır. Allah dininin gelişiyle, Allah Resulünün
gelişiyle menfa-atleri sarsılmış, konumlarını, egemenliklerini kaybetmişler.
Onun için Rasulullah’a düşman kesiliyorlardı. Onun için Allah’ın Resulünü öldür-me,
sürme, hapsetme planları peşindeydiler. Asıl amaçları hakkı yok etmek, hakkı
susturmak, hakkı sindirmek, Hak olan Resul etrafındaki Müslümanları ortadan
kaldırmaktı. Yâni asıl düşmanlıkları Allah düşmanlığıydı. Allah’ın hayata karışmasına
karşıydılar. Ama:
48. “Şeytan onlara işlediklerini güzel gösterir ve
"Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur; doğrusu ben de size
yardımcıyım" dedi. İki ordu karşılaşınca da, geri dönüp, "Benim
sizinle ilgim yok; doğrusu sizin görmediğinizi ben görüyorum ve şüphesiz Allah’tan
korkuyorum, Allah'ın azabı şiddetlidir" dedi”
Bir tek dostları var kâfirlerin.
O da şeytan. Allah’la savaşın içindelerken şeytan onlara bu yaptıklarını süslü
gösteriyordu. Şeytan onlara amellerini süslü ve mantıklı gösterdiği için ne
yaptıklarının farkında değillerdi alçaklar. Şeytan kendilerine gelip cesaret
vererek, destek va’dinde bulunarak diyordu ki, bugün insanlardan size galip
gelebilecek kimse yoktur. Sizin karşınızda durabilecek hiç bir güç yoktur.
Derdi neydi şeytanın? Tüm derdi onları Müslümanlarla savaştırıp Müslümanlara
bir yenilgi tattırmak. Çünkü Allah dostlarının ezelî düşmanıdır şeytan.
Bakın kâfirlere doğrusu ben size
yardımcıyım, ben size müzâhirim, size destek vereceğim. Ama ne zaman ki iki
ordu karşı karşıya geldi, şeytan hemen ökçeleri üzerinde gerisin geriye dönerek
kaçarken şöyle diyordu: Ben sizden beriyim. Ben sizden uzağım. Benim sizinle
bir ilgim yoktur. Çünkü ben sizin görmediklerinizi görüyorum. Ben Cebrâil’i
görüyorum. İçinde Cebrâil’in bulunduğu bir orduyla sa-vaşılmaz. Bu orduyla baş
edilmez. Böyle bir ordunun karşısında durmaktan Allah’a sınırım. Ben Allah’tan
korkarım zira Allah’ın azabı çok şedittir.
Dikkat
ediyor musunuz? Bu sözleri kim söylüyor? Şeytan. Ben Allah’tan korkarım diyor.
Vay bugün Müslümanlardan başınıza geleceklere diyor. İşte böyledir şeytan. İşte
kâfirlerin dostu bu kadardır. Teşvik eder, cesaret verir, dürtükler, oraya
kadar getirir, sonra da dostlarını terk ederek kaçıp gider. Tabii bizzat bir
insan sûretinde mi geldi onlara? yoksa bu vesveseleri kâfirlerin gönlüne mi
attı? bunu bilemiyoruz. Bu âyetler bize şunu söylüyor: Ey Müslümanlar, işte kâfirlerin
destekçisi bu kadardır. Eğer sizler bir kâfir ordu karşısında sabreder,
direnir, dayanır ve yılgınlık göstermezseniz onların kalplerine geçici bir
cesaret veren şeytanları onları terk edecek, mutlaka onların kalplerini korku
dolduracak ve Rabbiniz desteğiyle sizi galip getirecektir. Kâfirlerin dostları
sahtedir, sizin dostunuz Allah’tır bunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın.
Tabii bu
kâfirlerin başka dostları, başka destekçileri de vardır. Sözde destekçiler.
Bakın onları da Rabbimiz bundan sonraki âyetinde şöylece anlatıyor:
49. “İki yüzlüler ve kalplerinde hastalık bulunanlar
"Müslümanları dinleri aldattı" diyorlardı; oysa kim Allah'a güvenirse
bilmelidir ki Allah güçlüdür, hakimdir.”
Evet kâfirlerin ikinci sahte
dostları olan münâfıklar, kalplerinde nifak hastalığı bulunanlar da diyorlar
ki, bu Müslümanları dinleri aldatmış, dinleri gözlerini döndürmüş, akıllarını
başlarından almıştır. Aklı yok bu Müslümanların. Şu küçücük hallerine bakmadan
güçlü, kuvvetli Kureyş ordusuyla savaşma çılgınlığına kapılıyorlar. Dinleri bu
adamları körleştirmiş olmalı ki böyle bir şeye cüret edebiliyorlar. Evet
zâhirde bu böyleydi. Kâfirler görünüşte Müslümanların üç katıydı. Böyle güçlü
kuvvetli bir ordunun karşısında durabilmek zâhiren mümkün değildi. Bu adamlar
çok büyük bir felâketle karşılaşacaklar diyordu münâfıklar.
Peki hangi münâfıklardı bunu
söyleyenler? Bunlar ya Medine’de inanmadıkları halde iman iddiasında bulunan
Medine münâfıklarıydı, yahut da Mekke’de iman ettikleri halde, inandık
dedikleri halde henüz kalplerine iman oturmamış, hâlâ bir takım şüpheleri bulunan
kimselerdi. Bunlar müşrik orduyla birlikte Bedir’e kadar sürüklenip gelmiş insanlardı.
Şu hesabın içindeydiler: Eğer orada Müslümanlar güçlüyse onlara katılırız, yok
eğer müşrik ordu güçlüyse onların içinde kalırız niyetiyle gelmişlerdi. Şimdi
Bedirde Müslümanları çok zayıf görünce de böyle diyorlardı. Dinleri bu adamları
kandırmış.
Bunlar aslında kendi
menfaatlerinden başka bir şey görmeyen kimselerdir. Sadece dünyayı görebilen
insanlar. Uğrunda savaşabilecekleri her hangi bir düşünceleri, dâvâları olmayan
insanlar. Kitabımızın pek çok âyeti bu zümreyi anlatır. Bunlar sadece kendi
canlarını, çıkarlarını düşünen insanlardır. Menfaat icabı kim güçlüyse onun yanında
yer alan bir karakter. Savaşa gelmeleri de, namaz kılıp, zekât vermeleri de
imanlarından kaynaklanmaz. Sadece Müslümanlardan kendilerine gelebilecek
zararlara karşı kendilerini diskalifiye endişelerindendir.
Evet bunlar
kâfirdir ve kâfirlerin dostudurlar. Kalpleri hep kâ-firlerden yanadır ama,
bakın Rabbimizin buradaki beyanlarına göre bunlar aslında kâfirlerin de sâdık
dostları değillerdir. Yâni küfrün de sâdık bekçileri değillerdir bunlar.
Kâfirlerin safında yer almalarının al-tında yatan sebep de eğer bir iman-küfür
savaşında kâfirler galip gelirlerse Müslümanlarla birlikte bizi kırıp
geçirmesinler, kâfirlerin yanında kendimizi garantiye alacak bir yerimiz, yeri
geldikçe onlardan da menfaatlenelim diyedir. Onun içindir ki hem iman safının
hem de küfür safının bu tür insanlardan ciddi bir fedâkarlık beklemeleri mümkün
değildir. İşte onun içindir ki Rabbimiz bunlardan söz ederken kalpleri hasta
adamlar tabirini kullanıyor.
Halbuki kim
Allah’a güvenip tevekkül etmişse, kim işlerini Allah’a havale etmişse, kim
kendisine vekil olarak Allah’ı bilmiş ve sadece Ona güvenip dayanmışsa bilsin
ki O Allah Azîzdir ve Hakimdir. Allah mutlak galiptir. Allah mutlak güçlüdür.
Çünkü işin sahibi Allah’tır. Başında da sonunda da iş Allah’a aittir. Kâfirlerle
savaşan aslında biz değil Allah’tır. Müslümanlar savaşanlar önce karşılarında
Allah’ı bulacaklardır. Bu bir Allah yasasıdır.
Öyleyse burada Müslümana düşen iş
sadece adına savaşa çıktığı Allah’a güvenip tevekkül etmektir. Bu konuda, her
konuda Allah’ı kendisine vekil kabul edip işi O’na havale etmektir. Tabii Müslüman
salahiyeti olan konularda kendisine düşeni yapacak. Yâni Allah’ın kendisinden
istediğini yapacak. Yâni savaş için kâfirlerin karşısına dikilecek ve sonucunu
Allah’a havale edecektir. Çünkü O bizim velimizdir. Bizim adımıza en güzel, en
uygun kararı alan O’dur. O bi-zim adımıza nasıl bir yasa belirlemişse o yasaya
uymak zorundayız.
İşte Bedir’de de Müslümanlar
aynen böyle yaptılar. Velileri Olan Allah’ın adlarına aldığı bir karar gereği
kâfirlerin karşısına dikil-diler. Allah adına hareket eden Allah elçisinin çevresinde
tek güç, tek yumruk, tek kalp oldular. Bunlar Allah’ın emriydi. Kendilerine
düşeni yaptılar. Ve güçlerinin yetmeyeceği şeyi de Rablerinden beklediler.
Rablerine dua dua yalvarıp zafer istediler. Zaten o noktadan itibaren
Rabbimizin va’di gerçekleşecektir. Vekil olan Allah’ın yardımı ve desteği
gelecektir. Evet işte kim böyle Allah’a tevekkül ederse kesinlikle bilsin ki
galip gelecek olan Allah’tır. Çünkü Allah Azîzdir, Hakîmdir. Allah yenilmeyen
ve yanılmayandır. İki orduyu böyle bir hikmetle karşı karşıya getirip onlar
üzerinde mutlak egemenliğini gerçekleştirendir Allah.
50,51. “Melekler inkâr edenlerin yüzlerine ve sırtlarına
vurarak, "Yakıcı azabı tadın, bu, kendi ellerinizle yaptığınızın
karşılığıdır" diyerek canlarını alırken bir görseydin! Yoksa Allah kullara
asla zulmetmez.”
Peygamberim, keşke kâfirlerin
durumlarını bir görseydin. Ne zaman? Nasıl? Meleklerin o kâfirleri öldürdüklerini.
İleri atılırlarken o kâfirlerin yüzlerine, kaçarlarken de sırtlarına, ense köklerine
vurup vurup onları yerlere sererlerken bir görseydin. Savaş ortamında cereyan
eden hadiseleri bir bir gözler önüne seriyor Rabbimiz. Niyetleri, düşünceleri,
kalplerden geçenleri, ölüm sahnelerini en ince teferruatına kadar bilen
Rabbimiz anlatıyor. Bakın Allah’ın askerleri melekler kâfirlerin hayatlarına
son veriyorlar. Bunu da onların yüzlerine ve en-
se köklerine vurarak gerçekleştiriyorlar. Ve de diyorlar
ki onlara, tadın alçaklar yangın azabını, çünkü bu sizin yaptıklarınızın
karşılığıdır. Bu Allah’la savaşmanızın, Allah’a cephe almanızın karşılığıdır.
Bakın bakalım Allah’la savaşmak ne demekmiş? Bu yaşadığınız o pis hayatın, o
küfür ve şirk programlarınızın cezasıdır.
Küçümsedikleri Müslümanların
elleriyle birer birer devrilmenin acısını tadıyorlar şimdi. Bütün bunları duyup
öğrendikten sonra kim kâfirliğe razı olabilir? Kim özenebilir kâfirliğe? İşte
kâfirlerin durumu budur. İşte onların yolunda giden, onların egemenliği altında
bir hayata razı olanların âkıbetleri budur. Çünkü onlar mahlukâtın en şerlileridirler.
Allah
kimseye zulmetmiyor. Bakın buyuruyor ki bütün bunlar sizin ellerinizle
yaptıklarınız sebebiyledir. Allah kullarına asla zulmet-mez. Allah asla
kullarının hakkını gasbetmez. Kullar Allah’a Allah’ın istediği kulluğu yerine
getirdikleri sürece Rabbimiz vaatlerini mutlaka onlara ulaştırır. Ama ne zaman
ki onlar Allah’a kul olacakları yerde düşman kesilirlerse yine bir başka yasası
gereği hak ettikleri cezayı onlara gönderiverir. Ama unutmayalım ki Rabbimizin
cezası işlenen suç oranında, yâni bire bir iken mükafatına sınır yoktur. Bu da
Rab-bimizin âdil oluşunu gösterir. Allah için zaten zulmü düşünmek mümkün değildir.
Zulmü kendisine haram kılmıştır Rabbimiz. Ve zulmü in-sanlar arasında da haram
kıldığını beyan buyuruyor.
52. “Firavun taifesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibi,
Allah'ın âyetlerini yalanladılar da Allah onları günahlarından ötürü yok etti.
Allah kuvvetlidir cezalandırması şiddetlidir.”
Bunların durumu Firavun ailesinin
durumu gibidir buyurarak Rabbimiz tarihten bir misâlle bizi yüz yüze getirecek.
Tıpkı Firavun ailesi ve onlardan öncekiler gibi. Onlar bildikleri tanıdıkları
halde Allah’ın âyetlerini yalanladılar. Firavun ve halkı Mûsâ (a.s) nın
kendilerine Allah’tan getirdiği âyetleri biliyorlardı. Her bir âyet geldikçe ey
Mûsâ bizim için Rabbine dua et, eğer bu belâ üzerimizden kaldırılırsa iman
edeceğiz demişlerdi. Allah âyetleri karşısında müstağni ve müstekbir
davranmışlardı. Firavun böyle yatığı zaman etrafındakiler de onun bu küfrüne
ortak olmuşlardı. Ve neticede birbirlerini cehenneme sürüklemişlerdi.
Onlardan
önce Nuh kavmi, Âd kavmi, Semûd kavmi Lût kavmi, Medyen’liler, Eyke’liler de
aynı şeyi yapmışlardı. Onlar da güçlerine, kuvvetlerine güvenerek Allah’ın âyetlerini
reddettiler. Allah’la, Allah’ın elçileriyle, Allah elçileri safında yer almış
mü’minlerle savaşa tutuştular. Sizler bu toplumların korkunç âkıbetlerini
görmez misiniz? Onları anlatan Rabbinizin şu kitabının sûreleri arasında
gezinti yap-maz mısınız? Nasıl olmuş? Ne yapmışlar onlar? Ne olmuş âkıbetleri?
Allah onların tümünü günahlarından ötürü helâk etmedi mi? Allah on-ları kendi
âyetlerini örtüp, örtbas etmelerinden dolayı yakalayıp cezalandırmadı mı?
Bir hatırlasanıza Firavun
toplumunu. Hatırlasanıza Firavunun gücünü, kuvvetini, saltanatını, ordusunu,
askeri ve siyasal gücünü. Yeryüzünün en süper gücüne sahip olan Firavun
karşısında savaşan Mûsâ ve Harun (a.s)’ları gözlerinizin önüne getirsenize.
Firavun ve toplumuna karşılık iki insan ve onların yanında henüz açıktan açığa
peygamberleri desteklediklerini bile açıklayıp ilân edemeyen, yıllar yılı
Firavun sisteminin köleleştirdiği, dinlerini, imanlarını, namuslarını,
iffetlerini, her şeylerini kaybetmiş İsrail oğullu var. Peki ne oldu? Sonuca
bir baksanıza. Kim galip? Kim mağlup?
Onlar
Allah’ın âyetlerini yalanladılar, yok
farz ettiler, âyetlerin üzerini örterek, gündemlerinden düşürerek bir hayat
yaşadılar. Kendi yasalarını Allah’ın âyetlerine tercih ederek bir hayat
yaşadılar da Allah da bu günahları, bu isyanları sebebiyle yakalayıp muaheze ediverdi.
Ağızlarının paylarını veriverdi.
Peki nasıl
yakaladı? Neyle yakaladı Rabbimiz Firavunu? Bunu aşağıdaki âyet anlatacak,
Rabbimiz onu ve toplumunu suyla yakaladı. Allah’ın yakalaması pek çetindir. O
yakaladı mı tam yakalar. Bazen bir rüzgarla, bazen bir suyla, bazen bulutla,
bazen bir ses, bir sayha, bir çığlıkla, bazen bir denizle, bazen birkaç tane
melekle, bazen anayla-babayla, bazen zâlim idarecilerle, bazen azgın
tâğutlarla, bazen A.B.D. ile, Bazen İ.M.F. ile, bazen bir sarsıntı, bir
zelzeleyle, bazen ekonomik, sosyal veya ailevi hastalıklarla yakalayıverir
Allah. Tarih bunun şâhitleriyle doludur. Allah’la savaşa tutuşan zâlimlerin
hepsi de sonunda mağlup oldular. Hepsi de ellerindeki güç ve kuvvetlerinin,
imkân ve saltanatlarının hiç bir işe yaramadığını gördüler. Hiç birisi Allah’ın
âyetlerini yalanlamalarının ve onlarla savaşa tutuşmalarının karşılığı olarak
Allah’ın kendilerine takdir buyurduğu azaptan kurtulamadılar.
53. “Bu, bir topluluk iyi gidişini değiştirmedikçe
Allah'ın da verdiği nîmeti değiştirmeyeceğinden ve Allah'ın işiten bilen olmasındandır.”
Evet salahla ilgili, ıslahla
ilgili bir başka yasanın böylece gün-deme getirildiğine şâhit oluyoruz.
Herhangi bir toplum kendisini, kendi durumunu, kendi hayatını değiştirmedikçe
Allah da o toplum üzerindeki nîmetlerini değiştirecek değildir. Bu Rabbimizin
hikmetine terstir. Evet Rabbimiz herhangi bir topluma verdiği nîmetlerini değiştirmeyecektir.
Bu nîmet iman nîmeti olabilir, hidâyet nîmeti, sağlık nîmeti, servet nîmeti,
güvenlik nîmeti olabilir. Bir toplum kendisini değiştirip, Allah’a kulluğunu
bozup nankörleşmedikçe onlara verdiği nîmetlerini Rabbimiz asla onlardan geri almamaktadır.
Tabii bu değişim müspet de, menfi
de olabilecektir. Rabbimiz tarafından beğenilen bir durum beğenilmeyen bir durumla
değiştirile-ileceği gibi, bunun tamamen aksi de olabilecektir. Yâni bir toplum
tavırlarıyla Rabbimizin kendilerine lütfettiği nîmetlerine ehil olmadıklarını
göstermedikçe onlara lütfettiği nîmetlerini esirgemez, çekip onların elinden
geri almaz.
Meselâ
Rabbimiz Kureyş’e nîmetler göndermişti. Tüm dünyaya karşı büyük bir güven
duygusu vermişti. İşte onlar kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, yâni
kendilerine Allah’ın Resulü geldikten sonra onu ortadan kaldırma eylemlerinden,
Allah’la savaş cüretlerinden vazgeçmedikleri sürece Allah onlara verdiği bu
nîmetlerini değiştirecektir. Ama insanlar iyiye doğru, Hakka doğru, kulluğa doğru
bir düzelme gösterirlerse Rabbimiz onlara daha çok nîmetler gönderiyor.
Günahlara doğru, isyanlara doğru bir eğilim gösterdikleri zaman da Rabbimiz
ellerindeki nîmetlerini geri alıveriyor.
Evet bu yasa kâfirler için de,
mü’minler için de geçerlidir. Kâfirlerin de mü’minlerin de bu yasayı bilmeleri
gerekmektedir. Eğer her gün biraz daha güzel Müslümanlığa yönelebilirsek,
durumlarımızı biraz daha güzelleştirebilirsek, imanlarımızı, takvalarımızı,
teslimiyetlerimizi, amellerimizi, namazlarımızı biraz daha güzelleştirebilirsek
kesinlikle bilelim ki Rabbimiz bize daha çok nîmetler gönderecektir. Ama şu
anda imtihan için bize verilen nîmetleri Allah’a kulluk yolunda kullanmaz,
bunların birer imtihan sebebi olduğunu unutursak kesinlikle bilelim ki bu
nîmetler elimizden alınacaktır. Hiç şüphesiz ki Allah her şeyi işiten ve
bilendir. İşte yine tarihten bir örnek:
54. “Firavun taifesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibi,
Rablerinin âyetlerini yalanladılar da onları günahlarından ötürü yok ettik.
Firavun taifesini suda boğduk. Hepsi zâlimlerdendi.”
Tıpkı Firavun ve hempalarının,
Firavun ve avenelerinin, onun yolunda gidenlerin durumları gibi. Rabbimiz gerçekten
onlara çok büyük nîmetler vermişti, fırsatlar, imkânlar, egemenlik vermişti.
Onlar bu nîmetleri verenin yolunda kullanacaklar, nîmet vericinin elçisine iman
edeceklerdi. Halbuki onlar bunun tamamen aksini yaptılar. Rablerinin âyetlerini
örttüler, Rablerinin elçisini reddettiler. Allah’ı ve elçisini hayatlarına
karıştırmadılar. Allah âyetleriyle karşı karşıya gelme nîmetine karşı da nankör
davrandılar. Asa âyetini, Yed-i Beyza âyetini, tûfan, kan, kurbağa gibi Allah
âyetlerine karşı ilgisiz kaldılar. Allah’ın bunca âyetini yok farz ettiler,
gelmemiş kabul ettiler, ilgilenmediler, boşa çıkardılar, gereğini yapmadılar da
Allah’ta onları helâk ediverdi. Günahlarından dolayı işlerini bitiriverdi.
Evet Allah
onların her birini farklı bir yakalama usulüyle yakalayıverdi. Kurtulabildiler
mi Allah’ın yakalamasından? Hani güçlüydüler? Hani düzenli orduları vardı? Hani
ekonomik ve siyasal güçleri vardı? Hani karşılarındaki Müslümanlar güçsüzdü?
Hani orduları, askerleri, silahları yoktu? Hani yalnız ve korumasızdılar? Hani
tanklarıyla ezip geçeceklerdi? Hani Allah’ın mülkünde Allah’a ve müminlere
hayat hakkı tanımıyordu? Hani Allah kullarının Rabbim Allah demelerine izin
vermiyordu? Ne oldu sonuç? Allah safında yer alanlar, tercihlerini Allah’tan
yana yapanlar az da olsalar galip, kâfirlerse zillet ve horluk içinde geberip
gittiler.
Elbette öyle olacaktı. Çünkü
onların hepsi de zâlimdiler. Kendilerini Allah’a itaat makamından çıkarıp küfür
ve şirk içinde bir hayatın mahkumu etmiş insanlardı. Elbette Allah’ın
kendilerine gönderdiği bu kadar âyetine karşı duyarsız olmuş, Allah’ın bunca
uyarılarına karşı vurdumduymaz bir tavır sergilemiş insanların âkıbeti bu olacaktı.
Öyleyse
kimin arkasından gideceğimize iyi karar vermek zorundayız. Sonu helâk olan
Firavunları mı takip edeceğiz? Yoksa Allah’ın istediği bir hayat yaşayıp
kazanan Mûsâ (a.s) nın peşinden mi gideceğiz? Bakın Rabbimiz buyuruyor ki:
55. “Allah katında yeryüzünde yaşayanların en kötüsü,
inkâr edenlerdir. Onlar artık inanmazlar.”
Evet işte bunlar yeryüzündeki
mahlukâtın, yaratıkların en şerlileridirler. Hareket eden, canlılık devinimi
gösteren yeryüzündeki varlıkların en kötüsü, en zararlısı, kâfirler ve müşriklerdir.
Bunlar diğer zararlı varlıklar gibi sadece çevreyi bozmakla, mahvetmekle
kalmıyor-lar aynı zamanda nesilleri de mahvediyorlar, ırzları, namusları da
mahvediyorlar, insanların dünyalarını da, âhiretlerini de mahvediyorlar. Aile
hayatlarını mahvediyorlar her şeylerini mahvediyorlar ve artık onlar iman da
etmezler. Kendileri tamamiyle şer oldukları için, hiç bir hayır unsurları olmadığı
için ve de etraflarına da sadece şerleri, pislikleri bulaştığı için, kâfirliği
kendilerine prensip edindikleri için bunların iman etmeleri de mümkün değildir.
Çünkü aslında bunlar Allah’ın
meşhut âyetlerini kendi içlerinde görmüşler, duymuşlar, hissetmişler, Allah’ın
kitabını görmüşler ama açmamışlar, okumamışlar, ilgilenmemişler, kapatmışlar.
Kendi enfüs-lerindeki Allah âyetlerini görmüşler ama örtbas etmişler, vicdanlarının
sesini susturmuşlar.
Etraflarında Allah’ın istediği
kulluk hayatını yaşayan peygamberleri, mü’minleri görmüşler, onların hayatlarına
muttali olmuşlar ama örtüp örtbas etmişler. Böyle insanlar elbette iman
etmeyeceklerdir. Çünkü peşin peşin kapılarını, pencerelerini kapatmışlar. Gördükleri
halde, bildikleri halde hakkı reddetmişlerdir.
Varlıkların,
mahlukâtın en şerlisidir bunlar. Çünkü bunlar Allah’ın kendilerine verdiği tüm
nîmetleri örtmüşler, fıtratlarını örtmüşler, Allah’ın âyetlerini örtmüşler ve Allah’ın
kitabının konuşulmasını, öğrenilmesini yasaklamışlar, duyulmasını,
duyurulmasını istememişler ve örtücü mânâsına kâfirliği tercih etmişlerdir.
Bunlar tüm mahlukâtın en şerlisidirler. Gerçi dış görünüşleri itibariyle
dünyayı hedefledikleri için dünyada gerçekten erişemedikleri bir şey yok gibi
ama nihâyet kâfirlikleri sebebiyle kendi elleriyle dünyalarını da bozmuşlar,
duyguları bitmiştir, hisleri hareketleri kaybolmuştur. Sevmek, sevilmek, ağlamak,
gülmek gibi tüm insani duyguları bitmiştir. Fedâkarlık, cefakarlık gibi
duyguları bitmiştir. Yedirme, içirme, infak ve akrabalık bağları bit-miştir.
Karılık, kocalık bağları bitmiştir. Babalık oğulluk bağları bitmiştir. Her
şeyleri bitmiştir. Böyle bir hayatın içinde tüm dünya onların olsa ne olacak?
Şu anda aslında bu kâfirler cehennemi yaşıyorlar.
Ama ne gariptir böyle bir hayat
da onlara süslü geliyor. Bunu hayat zannediyor zavallılar. Yâni çok rahat altlarından
kaçırdıkları ka-dınlar, üstlerinden kaçırdıkları kocalar onların iç
dünyalarında büyük ıstıraplar oluşturuyor, derin yaralar açıyor ama bunu sanki
fevkalade güzel bir şeymiş gibi süslü görmeye çalışıyorlar ve her biri de bunu
ortaya koymaktan hiç de sıkıntı duymuyor. Çok rahat bir şekilde birbirlerini
aşağıya indirebiliyorlar. Çok rahat bir şekilde birbirlerini atlatabiliyorlar,
rezil rüsva bir hayatı birlikte yaşıyorlar.
Evet bunlar
aslında yaratıkların en adisi, en şerefsizidirler. Ha-kikaten acımak gerekiyor
bu adamlara ama acımaya da hakkımız yok. Tümüyle sefaleti yaşıyorlar, ölür
ölmez de cehenneme gide-cekler, büyük bir azabın içinde bulacaklar kendilerini.
Öyleyse onlara acınacak bir zavallı gözüyle bakalım. Hiçbir zaman onların yaşadığı
hayatın özlemini çekmek gibi bir duruma düşmeyelim.
56,57.“Ey Muhammed! Anlaşma yaptığın kimseler, sonucundan
sakınmayarak anlaşmalarını her defasında bozarlar. Savaşta onları yakalarsan,
arkalarındakilere ibret olacak şekilde, darmadağın et.”
Öyleyse ey peygamberim, sen böyle
kendileriyle anlaşma yaptığın kimseler sonra hiç sonucundan sakınmayarak
anlaşmalarını her defasında nakzederler. Onlar ahde riâyet etmezler. Rasulullah
efendimizin Medine’ye hicretiyle birlikte Rasulullah efendimizle anlaşma
yapmışlardı. Müslümanlar aleyhine hiçbir harekette bulunmayacaklar, Müslümanlar
da onlar aleyhine bir harekette bulunmayacaklardı. Ama biliyoruz ki Yahudiler
her fırsatta anlaşmalarını bozuyorlardı. Meselâ Bedir savaşı esnasında
Rasulullah efendimizle anlaşmalarını bozarak Müslümanlar aleyhine Mekke
müşriklerine silah yardımında bulundular. Sonra yine onlarla yeniden bir
anlaşma daha yapıldı. Bu defa da Hendek savaşı esnasında müşriklerle birlikte
hareket ederek anlaşmayı bozdular.
Neden? Çünkü onların takvaları
yoktu. Hiçbir esasa göre düşünmeleri yoktu. Hiçbir kimseye, hiçbir varlığa karşı
bir çekinceme-leri yoktu. Hiçbir şeyden korkuları, hiçbir şeye saygıları yoktu.
Allah’a karşı takva Allah nasıl bir tavır istiyorsa öylece davranmak demektir.
Kişinin Rabbi karşısında takınması gereken tavrı takınması, yapması gerekenleri
yapması, yapmaması gerekenlerden kaçınması demektir. İşte bunlarda böyle bir
takva olmadığı için hiç bir anlaşmalarına saygı göstermezler.
Onları
savaşta yakaladığın zaman arkalarındakilere ibret o-lacak bir biçimde darmadağın
edip öyle bir cezalandırın ki, onlara öyle bir darbe vurun ki arkalarından geleceklerin
gözleri korksun da böyle bir şeye cesaret edemesinler. Müslümana saldırmanın,
Müslü-manı arkadan hançerlemenin, Müslümana verilen sözü bozmanın ne demek olduğunu
görsünler, anlasınlar. Yâni artık böyle hainlik yapanlara merhametli davranmak
söz konusu olmayacaktır. Çünkü diğer dünya kâfirlerinin gözünü korkutacak
biçimde onlara bir darbe indirilmesi gerekmektedir.
Belki de akıllarını başlarına
alırlar da hainlikten vazgeçerler. Belki de Allah’ın kendi safındaki mü’minlere
açık yardımını ve desteğini görürler de düşmanca tavırlarına bir son verirler.
Allah tarafından kendilerine gönderilmiş vahye kulak verirler de Müslüman olma
yoluna girerler, hidâyete ererler. İşte anlıyoruz ki bunda sadece bizim için
değil kâfirler için de bir hikmet vardır.
58. “Eğer bir topluluğun anlaşmaya hıyanet etmesinden
korkarsan, sen de onlara karşı anlaşmayı bozarak aynı şe-kilde davran. Doğrusu
Allah hainleri sevmez.”
Eğer herhangi bir kavmin
hıyanetinden korkacak olursan, aranızdaki anlaşmayı bozmaları söz konusu olursa
o zaman açıkça onlara durumu söyleyip haberdar et. Yâni sen de onlara karşı
anlaşmayı bozarak aynı şekilde davran. Evet bu âyetiyle de Rabbimiz gerektiğinde
bir toplumla yapılan anlaşmanın bozulabileceğini anlatıyor. Müslümanlar kendileriyle
anlaşma yaptıkları kimselerin anlaşma şartlarına riâyet etmediklerini, ters
davrandıklarını gördükleri zaman, ken-dilerine ihanet edeceklerinden
endişelendikleri zaman bu anlaşmayı bozabileceklerdir.
Bir şartla tabii. Karşı tarafa
anlaşmanın bittiğini haber vere-rek. Kendileriyle bağların koparıldığını açık
açık ilân ederek anlaşmayı bozacaklar. Bunu yapmadan, sanki aralarındaki
anlaşma devam ediyormuş gibi davranarak ansızın onlara saldırıda bulunmanın
caiz olmadığını haber veriyor Rabbimiz.
İşte Müslümanın karakteri budur.
İslâm’ın siyasi ahlâkı bunu gerektirir. Şunu hiç bir zaman unutmamalıyız ki
Müslümanlar olarak bizler Rabbimizin yasalarına uygunluğumuz nisbetinde
Rabbimizin yardımına ehil hale geleceğiz. Bize düşen velimizin bizim adımıza al-dığı
kararları aynen uygulamaktır. Onun kararlarının dışına çıkarak bir tavır
sergilemek unutmayacağız ki O’nun desteğini kaybetmemize se-bep olacaktır.
Allah’ın yasalarına riâyet etmeyerek O’na tevekkül Allah’ın razı olduğu bir
tevekkül değildir. Allah’ın yasalarına uyan mü’-min Allah’ın istediği şekilde tevekkülü
gerçekleştirmiş demektir.
Evet
anlaşmayı bozduğumuzu, kendileriyle savaş kararı aldığımızı karşımızdaki
düşmana açıkça bildirmek zorundayız. Rabbimiz böyle istiyor. Onları haberleri
yokken tek taraflı anlaşmayı bozmak ta, ansızın onlara saldırmak da hainliktir
ki Müslüman asla kâfirler gibi hain olamazlar. Çünkü Müslümanlar kâfirleri
sadece öldürülecek insanlar olarak göremezler. Onları diriltilip cennete
gönderilmesi gereken zavallı insanlar olarak görür. Az evvelki âyette ifade
edildiği gibi onların hainlerinin, azgınlık edenlerinin yakalanıp bir darbe
vurulmasındaki hedef de ötekilerin uyanmasına sebep teşkil etmesi içindi.
Yeryüzünde Müslümanların ırzlarının, namuslarının, inanç hürriyetlerinin korunması,
kâfirlerin saldırılarından emin olunması ve yeryüzünde anarşinin kaldırılmasına
yönelikti bu. Cezayı hakketmiş olana esaslı bir darbe indirilecek diğerlerinin
gözü korkutulacak, hainlik düşünenler bu niyetlerinden vaz geçirilecek. Allah
hainleri asla sevmez. Allah haince davrananları asla sevmez. Onlar hainlik yapıyorlar
diye siz hiçbir zaman onlara hainlik yapmaya kalkışmayın.
59. “İnkâr edenler, asla öne geçtiklerini sanmasınlar,
çünkü onlar sizi âciz bırakamayacaklardır.”
Kâfirler asla öne geçtiklerini
zannetmesinler. Kâfirler hainlik yaparak, tek taraflı anlaşmalarınıza ihanet
ederek asla sizi âciz bırakacaklarını, sizin elinizden kurtulacaklarını
sanmasınlar. Böyle yaparak ne Allah’ı, ne peygamberi, ne de mü’minleri âciz
bırakacaklarını sanmasınlar. Sakın kâfirler böyle bir hesabın içine girmesinler.
Biz sayısal ve silah yönünden Müslümanlardan çok güçlüyüz diyerek Müslümanlara
karşı hain davranmaya kalkışmasınlar. Çünkü bu yanlış bir hesaptır. Çünkü bu
hesabın içine girdikleri anda işler tersine dönmeye başlayacaktır.
Öyleyse bizler de eğer kâfirlere
saldıracağımızı önceden haber verirsek onlar erken davranıp bize zarar verebilirler
hesabı içine girmemeliyiz. Allah ne diyorsa öyle yapmalıyız. İşte görüyoruz,
kâfirler yüz yıldır böyle bir hazırlığın içindeler. En modern silahlar imal
ettiler. Yeryüzünün her tarafını silah deposu haline getirdiler. Ama yaptıkları
hesapların hiçbirisi tutmadı. En güçlü orduların Allah karşısında hiçbir işe
yaramadığını gördük. O halde kâfirler hiçbir zaman Allah’ı âciz bı-rakacaklarını
sanmasınlar. Peki öyleyse biz ne yapacağız? Allah safında olduğumuza göre
kesinlikle galip gelecek taraf olarak yatacak mıyız? Hayır, Rabbimizin bizden istediğini
yaparak sadece O’na güveneceğiz. Ama zinhar O’nun bize emrettiklerini yapmaya
çalışacağız. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz bizim yapmamız gerekenleri
şöylece anlatıyor:
60. “Ey inananlar! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar
Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah'ın bilip
sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Allah
yolunda sarf ettiğiniz her şey size haksızlık yapılmadan, tamamen ödene-cektir.”
Ey mü’minler, sizler kâfirlere
karşı gücünüz yettiği kadar, gücünüzün yettiği kuvvet cinsinden hazırlık yapın.
Evet demek ki nasıl olsa Allah bizim yardımcımızdır diyerek bizler
yatmayacağız. Gücümüz, kuvvetimiz neye yetiyorsa, nereye kadar yetiyorsa güç
kuvvet hazırlığı içine gireceğiz. Biz gücümüzün yettiğinden sorumluyuz. Eğer kâfirlerin
bizim ulaşamayacağımız şeyler elde etmişlerse, silah ve teknoloji yönünden
bizden üstün şeylere sahiplerse o zaman o konuda bir hesabın içine
girmeyeceğiz. Biz bize düşen, bizim hazırlayabileceğimiz kadar bir hazırlık yapmaktan
sorumlu olacağız. Elde edebildiğimiz, imal edebildiğimiz kadarıyla bir hazırlık
içinde olacağız.
Ama elbette biz kâfir olmadığımız için onların bize karşı
kullanmayı düşündükleri silahların pek çoğunu onlara karşı kullanamayacağız.
Ama bizde onlarda olmayan bir silah vardır ki o da şehadete, cennete ulaşma
adına ölüme koşmaktır. Böyle güçlü bir silah hiçbir zaman kâfirlerin elinde
yoktur. Unutmamalıdır ki şehadet için koşan bir mü’-min karşısında durabilecek
bir silah yoktur.
Müslümanlar
böylece kendilerini eğitmelidirler. Böyle bir hazırlık içinde kâfirlerin
karşısına çıkabilirsek kesinlikle o savaş bizim lehimize olacaktır. Yok eğer
sadece maddî silah gücüyle savaş kazanılmış olsaydı tüm savaşları kâfirlerin
kazanmaları gerekecekti. Eğer bizler iman gücümüzü, amel gücümüzü, ahlâk
gücümüzü, şehadete koşma gücümüzü takınarak, bu güçlerle donanarak kâfirlerin
karşısına çıkabilirsek unutmayalım ki bunların yanında melekler gücümüz,
Allah’ın orduları gücümüz, Allah’ın görünen ve görünmeyen orduları gücümüz de
devreye girecektir. Yağmur bizim lehimizde olacak, melekler bizden yana,
cesaret bizden yana, korku kâfirlerden yana olacaktır. Hattâ kâfirlerin dostu
şeytan bile kâfirlere korku salarak bizim lehimize dönecektir.
Evet böyle bir hazırlık içinde
olacağız. Savaş için hazır bekleyen atlar bağlayacağız. Atlı süvarilerimiz
olacak. Tabii bugün hızlı ha-reket eden mekânik zırhlı araçlar, tanklar da
bunun içine girmektedir. Böylece Allah’ın düşmanlarını, bizim düşmanlarımızı,
bir de Allah’ın bilip de bizim bilmediğimiz düşmanlarımızı yıldırma imkânını
elde etmiş olacağız.
Evet demek ki bu yaptığımız savaş
hazırlıklarıyla hem bizim bildiğimiz hem de bizim bilmeyip de Rabbimizin
bildiği düşmanlarımızı korkutmuş olacağız. Tabii bildiğimiz açık düşmanlarımız
olduğu gibi bizim bilemeyip Allah’ın bildiği münâfıkça düşmanlık besleyenler de
olabilecektir. Bu hazırlıklarımızla böylece onların kalplerine de bir korku
salmış olacağız. Bizim bu hazırlığımız düşmanlarımız için caydırıcı bir özellik
taşıyacak, onların saldırganlığını kıracaktır. Öyleyse barış için kuvvetli
olmak zorundayız. Mü’min hem iman yönünden, hem cesaret yönünden, hem de
aktivitesiyle güçlü olmalıdır. Allah’tan başka hiç kimseden korkmadığı tüm
çevresine göstermelidir Müslüman.
Şunu da
asla unutmayın ki ey Müslümanlar bu iş için, Allah yolunda savaş için ne infak
eder, ne harcarsanız, ne ter dökerseniz, ne vakit ayırırsanız o size tastamam
ödenecektir ve siz bu konuda asla bir zarara uğratılmayacaksınız. Rabbimiz
bizden sadır olan her şeyi kayd edecek ve değerlendirmeye tâbi tutacaktır. Yaptıklarınızın
karşılığı eksiltilmeden size ödenecektir. Siz ister farkında olun ister olmayın
yaptığınız her şey değerlendirilmeye tâbi tutulacak. Bazen yaptıklarınız on
katıyla, bazen yedi yüz, bazen da sonsuz mükafatlar verilecektir.
61,62,63. “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş
ve Allah'a güven. O, şüphesiz işitir ve bilir. Seni aldatmak isterlerse, bil ki
şüphesiz Allah sana kafidir. Seni ve inananları yardımıyla destekleyen,
kalplerini uzlaştıran O’-dur. Eğer yeryüzünde olan her şeyi sarf etsen bile,
sen onların kalplerini uzlaştıramazdın, ama Allah onların kalplerini
uzlaştırdı. Doğrusu O güçlüdür, hakimdir.”
Eğer o kâfirler size karşı yaptıkları haince
anlaşmayı bozma niyetlerinden sonra sizin de onlara anlaşmayı bozma ilânınızdan
korkarak tekrar sizinle bir anlaşmaya yönelirlerse sen de barıştan yana ol.
Zira savaş değil, barış esastır.
Evet onlar
senden barış isterlerse sen de onlarla barışa meylet ve Allah’a tevekkül et.
Evet Rabbimizin bu yasaları mutlaka Müslümanların emiri tarafından göz önünde
bulundurulacak, değerlendirilmeye alınacaktır. Onlarda gerçekten barışa bir
meyil görülmüşse bu mutlaka değerlendirilecektir. Ama onlar gerçekten barış
taraftarı değil de yine bir başka hainlik düşünüyorlarsa bu güzel bir şekilde
araştırılıp karar verilecektir. Ve verilen bu barış kararıyla da Müslümanlar
sırtlarını Allah’a dayayacaklar korkmayacaklardır. Rabbimizin bu ifadesini bir
de şöyle anlıyoruz: Yâni eğer onlar bir barıştan söz ederlerse sizler hemen
bunu kabul edin, acaba bu adamlar hinliğine mi barıştan söz ediyorlar? diye bir
korku içine girmeyin, Allah’a güvenip dayanın. Onların niyetlerini bilen Allah
elbette sizi onların komplolarından koruyacaktır.
Tabii Rasulullah efendimiz
hayattayken onların niyetlerini, gizli planlarını Rabbimiz Cebrâil vasıtasıyla
haber vermiştir. Ama artık vahiy kesildiğine göre bizim bunu kesinlikle
bilmemiz mümkün değildir. Bilmesek de elbette değerlendirilecek ve bir karar
verilecektir. Müslümanlar baktılar ve gördüler ki adamların niyeti barıştan
yanadır barışa karar verecekler. Eğer bu kâfirler içlerinde kimseye hissettirmedikleri
bir plan düşünüyorlarsa o zaman da artık korkmayacağız, Allah’ın bize
yeteceğine güveneceğiz. Evet Müslümanların diğer insanlarla, diğer toplumlarla
ilişkileri Allah’a güven esasına dayanır. Allah her konuda Müslümanlara yetecektir.
En olumsuz şartlar içinde bile tüm hainliklere rağmen Rabbimiz mü’minleri
yardımıyla destekleyecek ve zafere ulaştıracaktır. İşte bu konuda da temel yasa
budur. O halde bize düşen her şart altında Allah yasalarına sahip çıkmaktır.
Gerisi Allah’a aittir. Allah’ın bize yüklemediği derin hesapların içine de
girmeyeceğiz.
Allah
işlerin tamamen kendisinin elinde olduğunu anlatmıştı. İşte bakın burada da
insanların kalplerine iman koyarak onları kardeşler haline getirdiğini
anlatıyor. Allah onların kalplerini uzlaştırıp hepsini kardeşler yaptı. Allah
onların kalplerine ülfet verdi. Onları birbirlerine ısındırıverdi. Yüz
yıllardır birbirlerini yiyecek kadar aralarında kin, nefret ve düşmanlık
bulunan Arap kabilelerini birleştirerek, birbirlerine gönülden bağlı insanlar
haline getirivermiştir. Daha önce bu insanlar birbirleriyle menfaat kavgaları
içindeyken, birbirlerini öldürürlerken, kabile savaşları, anarşi, terör
içerisinde bir hayatı sürdürüp giderlerken Rabbimiz onların bu durumlarını
bitirivermiştir.
Saldırganlıkta, vahşette
sırtlanları yüz kere geride bırakmış bu insanlar sahâbe toplumu oluverdiler.
Çünkü Rabbimiz onların kalplerine bir ülfet koydu da gönülleri birbirlerine
bağlanıverdi. Birbirlerini Allah için sever oldular. Allah için, din için bir
araya gelmeyi, Allah için ölmeyi, Allah için ve birbirleri için ölmeyi şiar
haline getirdiler.
Bunu Allah
yapmıştır. Ezelî düşman Evs ve Hazreci kardeş yaptı. Bunu bir insanın başarması
mümkün değildir. Bakın buyuruyor ki Rabbimiz, ey peygamberim eğer sen
yeryüzündekilerin tamamını harcamış olsaydın onların kalpleri arasına böyle bir
ülfet verip onları birleştiremezdin. Tüm dünyayı harcasan onları böyle
kardeşler yapamazdın. Gerçi Rabbimiz yasaları içerisinde müellefe-i kulûb diye
bir statü de tespit buyurmuştur. Bizlere böyle bir statüyü de emretmiştir.
Kalpleri İslâm’a ısındırılmak üzere, kalplerinde bir
ülfet sağlamak üzere kendilerine maddî şeyler verilen insanlar bu verilenlerle
İslâm’a ısındırılacaktır.
Ancak bu ısındırma ile buradaki
ülfet, ısındırma birbirinden farklıdır. Elbette İslâm’ın dünyevî hayırları da
olacaktır. Yâni mü’min olanlara Rabbimiz elbette dünyevî bereketler de
sunacaktır. Onların kendisine şükretmeleri, kendisine daha çok bağlanmaları
için bir takım nîmetlerle de onları elbette imtihan edecektir. O mânâda mal
mülk de ülfet için bir sebeptir. Ancak sahâbe-i kirâm efendilerimizin
birbirlerine bağlandığı gibi, onların Allah için birbirlerini sevdikleri gibi
bir sevgi düzeyine, bir ülfet düzeyine ulaşabilmek ancak ortak pay-laşmalarla
mümkün olacaktır.
Aynı
Allah’a inanan, Allah’ı aynı derecede seven, Allah’tan başka hiçbir ilâh kabul
etmeyen, gönülleri Allah’a bağlı olan, Rasu-lullah (a.s) ve diğer
peygamberlerden başka hiç bir önder kabul et-meyen, aynı imanı, aynı teslimiyeti,
aynı nümune-i imtisâlı kabul e-den insanlar, aynı paylaşım içinde olan
insanlardır. Çünkü onları gö-nüllerinde başka önderler yoktur. Farklı örnekler
yoktur. Kimisi şunu, kimisi bunu seviyor değillerdir. İbrahim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed
(a.s) ların hepsi de aynı yolun önderleri, aynı yolun dâvetçileridirler. İşte
onları aynı önder kabul eden bu insanların arasında değişiklikler olmayacaktır
ki birbirlerine buğz edip düşman olsunlar.
Çünkü paylaşımları ortak
olacaktır. Aynı kitaba yönelmişler hayatlarında bunu bilfiil
gerçekleştirmişlerdir. Böyle olduğu için zaten kalpler birbirine binlerce
noktadan bağlıdır. Aynı şeyleri seviyorlar, aynı şeye inanıyorlar, aynı şeyi
düşünüyorlar, aynı şeylerden korkuyorlar, aynı şeyler uğrunda savaş veriyorlar,
aynı gayelerle infak ediyorlar, aynı safta bulunuyorlar, aynı mescid de, aynı
Allah’a birlikte ibadet ediyorlardır. Aynı önderin, aynı önderlerin ümmetidirler.
Böyle olduğu için onları birbirlerine bağlayan sadece mal mülk olmayacağından 6
bin küsur âyet, bir o kadar ve daha fazla hadisle birbirlerine bağlanmış olan
bu insanları sadece mal mülk ile aynı düzeyde birbirlerine bağımlı hale getirebilmek
elbette mümkün olmayacaktır. Mal-mülk ortaklığı biter bitmez, o bağın
kopmasıyla birbirimizi diğerlerimize bağlayacak başka hangi bağ kalacaktır?
Sahâbe-i kirâm efendilerimiz
böyle değildi tabii. Yüz binlerce bağla birbirlerine bağlıydılar onlar.
Evet Allah
onların kalplerine ülfet vermiştir. 6 bin küsûr âyet ve binlerce hadis-i
şeriflerdeki esaslarla birbirlerine bağlanmaya çalışan bu insanların ayrıca
gönüllerinin birbirlerine daha bağımlı bir hale gelmeleri için Rabbimizin ayrı
bir müdahalesi de söz konusu olacaktır. Hidâyete talip olan insanlara Allah
ayrıca bir hidâyet daha sunmaktadır. Onları şeytanlara karşı koruyacak,
kalplerine itminan ve inşirah verecek, kalplerindeki ülfeti daha bir
artıracaktır. Rahmetiyle kalplerine göndereceği bilinmeyen tesirlerle,
hissedilen fakat adı konamayan tesirlerle bir ümmeti gerçekten top yekun
bağımlı hale getirecektir. Çünkü Allah Azîzdir, asla yenilmeyendir ve en
yücedir, hakimdir, her yaptığı işi bir hikmetle yapmaktadır. Hüküm Onundur, hükümranlık
Ona aittir.
64. “Ey Peygamber! Allah'ın yardımı sana ve sana uyan
mü'minlere yeter.”
Ey peygamber, sana Allah yeter,
sana Allah yetecektir. Hesabını yapacağın tek varlık, kendisine güvenip dayanacağın
tek varlık Allah’tır. Tüm düşmanlarına karşı Allah sana yeter. Bir de hesap edilme
konusunda Allah kâfidir. Her konuda sadece hesap edeceğin Allah olsun. İşte
Rabbimizin bu emri gereği Rasulullah efendimiz her konuda tüm hayatı içerisinde
Allah bana yeter, Rabbim bana kafidir. Ben Rabbime güvenip dayandıktan sonra,
işlerimi Ona havale ettikten sonra Rabbim her şeye kadirdir, yolumu mutlaka
açacaktır diye inandı ve yaşadı.
Ayrıca peygamber (a.s)hasb
kelimesinin ikinci anlamıyla tüm hesaplarını zaten Allah’ın iradesine, Allah’ın
emirlerine ve yasalarına, Allah’ın vahyine göre yapmıştır.
Bizler de eğer peygamber (as)ın
izindeysek tüm hesaplarımızı Rabbimize, Rabbimizin arzularına göre yapmak
zorundayız. Rabbimiz nasıl isterse öylece olacaktır demek zorundayız.
Günümüzdeki tüm hesaplarımız, savaş barış hesaplarımız, dünya Âhiret
hesaplarımız, kazanma harcama hesaplarımız Rabbimizin önümüze koyduğu hesaplar
dahilinde olacaktır. Aile hayatımızdaki, bireysel hayatımızdaki, ekonomik,
siyasal hayatımızdaki tüm hesaplarımız Allah’ın istediği ve emrettiği gibi
olacaktır. Çünkü Allah böyle istiyor. Resul (a.s) da aynen böyle yapmıştır.
Bugün bizler de böyle yaptığımız
takdirde unutmayalım ki Allah bize de yetecektir. Tüm düşmanlarımıza karşı
Rabbimiz bize kafi gelecektir. İblise karşı, İblis peşinde giden kâfirlerin tuzaklarına,
müşriklerin tuzaklarına ve komplolarına karşı Allah bize de yetecektir. Çünkü
Allah karşısında onların tuzaklarının tamamı zayıftır. Allah karşısında kim ne
yapabilecek de? Onların tümünün tuzakları Rabbimiz tarafından boşa
çıkarılacaktır. Çünkü onlar Rabbimizin kendilerine nasıl bir hesap içinde
olduğunu bilmezlerken, Allah onların tüm hesaplarını, tüm niyetlerini
bilmektedir.
Meselâ sûrenin önceki âyetlerinde
anlatıldı. Kâfirler toplanmışlar ve Rasulullah efendimizi öldürmeyi
planlıyorlar. Ama onların niyetlerini bilen Rabbimiz onları öyle bir yenilgiye
uğrattı ki bu yenilgi onlar için de kurtuluş sebebi oluverdi. Rabbimiz o
kâfirleri Müslümanların o sabrı ve peygamber (as)‘ın o örnek ahlâkı sayesinde
gün geçtikçe İslâm’a ısınır bir hale getiriverdi. En sonunda hepsi de Müslüman
oldular. Yâni âdeta Rabbimizin planıyla zaman içerisinde onlar düşmanları olan
Rasulullah efendimizin safına dost olarak geçiverdiler. Onlarla kardeş oldular.
Onlarla birlik oldular.
65,66. “Ey Peygamber! Mü'minleri savaş için coştur. Sizin
sabırlı yirmi kişiniz onlardan iki yüz kişiyi yener. Sizin yüz kişiniz, inkâr
edenlerden bin kişiyi yener; çünkü onlar anlayışsız bir güruhtur. Şimdi Allah
yükünüzü hafifletti, zira içinizde zaaf bulunduğunu biliyordu. Sizin sabırlı
yüz kişiniz onlardan iki yüz kişiyi yener; sizin bin kişiniz, Allah'ın izniyle
iki bin kişiyi yener. Allah sabredenlerle beraberdir.”
Ey peygamber, mü’minleri savaşa
teşvik et, onları savaş için coştur. Allah yolunda savaşmaları için onlara teşvikte
bulun. Peygamber kendisi bizzat savaş için vaziyet alacağı gibi aynı zamanda
yanındaki Müslümanları da teşvik edecek. Biz biliyoruz ki zaten peygamber ilk
günden beri böyle bir savaşın içindedir. Biliyoruz ki Rasu-lullah efendimizin
hayatında Allah yasaları belli bir süreç içindedir. Bu yaların pek çoğu zamanı
geldiğinde inmiştir. Bazıları hazırlık yapmak üzere önceden mü’minlere
indirilmiş ve mü’minleri hazırlamıştır. Mü’-minler Rablerinden gelen bu yasalar
istikâmetinde hazırlıklarını yaptıktan sonra Rabbimiz herhangi bir sebep olarak
veya olmayarak âyetlerini indirmiştir. Böylece Rabbimiz mü’minlere ne yapacaklarını
bildirmiştir. Mü’minler de hemen onun gereğini yerine getirmişlerdir.
Meselâ
Mekki sûrelerden Âdiyât sûresinde Rabbimiz cihaddan söz eder. Görkemli cihad
sahneleri mü’minlerin gözleri önüne ge-tirilir. Bu tablolarla, bu cihad
görüntüleriyle mü’minlerin kalbinde ci-had duyguları geliştirilir, mü’minlerin
gönülleri cihada doğru sevk edilir. Mü’minlerin kalplerinde böyle büyük bir
duygu oluşturulur. Ancak bu sûrenin indirildiği Mekke ortamında henüz cihada
izin yoktur. Peki cihada izin yok, hem de cihaddan niye söz ediliyor? O zaman
bundan şunu anlıyoruz. Henüz cihada hiç izin verilmediği zamanlarda bile
gönüllerde cihad coşkusu meydana getirmek içindi. Yâni mü’minler ileride bir
gün yapacakları cihada hem gönülden, hem de diğer yönlerden hazır hale
getiriliyorlardı.
Böylece Allah için, Allah dininin
ikamesi için dünyadan uzak-laşabilmeleri öğretildi onlara. Çünkü Allah için bir
cihad söz konusu olduğu zaman, dünya artık bir kenarda kalacaktı. İnsan sahip olduğu
her şeyini terk edip cihad meydanlarında, ya Rabbi, ben kendimi de sana vermeye
geldim. Senin yolunda canımı da vermeye geldim. Malımdan, mülkümden vaz geçtim.
Çoluk çocuğumu arkada bıraktım. Şimdi de sana canımı vermeye geldim diyerek
cihad meydanında olabilecekti. Bu hazırlıkların hepsi önceden yapılacaktı ve
bir gün cihad emri geldiği zaman, cihad meydanlarına koşun emri geldiği za-man
Allah’ın peygamberi ve onun izinde olan, bu yetkiye sahip olan emirler, komutanlar
mü’minleri cihada teşvik edecekti. Ve işte Rab-bimiz burada savaşla ilgili
diğer yasalarını da bizlere bildiriyor.
Bakın
peygambere ve onun şahsında onun yolunun yolcusu mü’minlere bir savaş desteği,
bir savaş morali. Sizden sabredip kendisini tutacak olan, gerçekten Allah bir savaşta
dimdik düşmana karşı duracak, geri kaçmayı aklının ucundan bile geçirmeyecek,
Allah yolunda çekinmeden canını verebilecek bir kapasitede olan yirmi kişi,
yirmi mü’min kâfirlerden iki yüz kişiyi yener. Sizden bu kapasitede yir-mi
kişi, iki yüz kâfire bedeldir. İşte Rabbimizin mü’minlere ilâhî nusreti ve
desteği. Kâfirlerle mü’minler arasındaki oran işte Rabbimiz tarafından böyle
belirleniyor. Demek ki iman bir mümini kâfir karşısında on katı daha güçlü
kılıyor. Bu kuvvet kâfirler karşısında Müslümanlar yirmi kişilik bir grup
oluşturdukları zaman geçerlidir.
Peki şimdi bir problem var. Acaba
bu Müslümanların özelliği neymiş? Bir tek özellikten bahsedilmiş, o da sabreden
yirmi kişi. Ken-disini tutan yirmi kişi. Hangi konuda sabır? Hangi konuda kendisini
tutmak? Arkadaşlar daha önceden sabır hayatını yaşamış olan, daha önceden
kendisini tutmayı becerebilmiş yirmi kişi. Hangi konuda? Birinci anlamıyla
Allah’ın farzları üzerinde, Allah’ın emir ve yasakları üzerinde kendisini
tutmuş, Allah’ın emirlerini yerine getirmeye çalışmış, sabretmiş, sabirînden
yirmi kişi. İkinci anlamıyla kendisini tutabilmiş, haramlardan kaçınabilmiş,
haramlara hiç yaklaşmama sabrını gösterebilmiş yirmi kişi. Üçüncü bir anlamıyla
başına gelen felâketler karşısında bağırıp çağırmamış, isyan etmemiş, Rabbinin
kaderine, takdirine razı olmuş, gözleri yaşarmış belki, tıpkı Rasulullah efendimizin
oğlu İbrahim’in vefatı esnasında olduğu gibi ama, bağıra çağıra ağlayıp isyan
etmemiş. Allah verdi, O aldı diyebilmiş. İsyan etmemiş, kendisini tutabilmiş.
Böyle bir olgunluğu daha önceki hayatında gerçekleştirmiş yirmi kişi, iki yüz
kişiye galip gelecektir.
Veya daha
önceden Allah için, Allah yolunda mallarını ve canlarını, mallarını ve
bedenlerini vermesini öğrenmiş, namaz ve zekât, namaz ve infak deneyiminden
geçmiş olanlar işte şimdi bu cihad meydanında da Allah için bunları seve seve
verebileceklerdir. Daha önceden İslâm’ın nehylerinden kaçmasını öğrenmiş olanlar,
elbette cihad meydanında da dünyayı bir kenara koyabileceklerdir.
Elbette böyle inanmış, ne adına
savaştıklarının farkında olan, hayatın ve ölümün mânâsını anlamış, âhiretin
mükafatlarını, cenneti, cehennemi bilmiş Müslümanlar karşılarında bunların
hiçbirisini bilmeyen, sadece dünyaları için, ülkeleri için savaşan, ırkçılık
için savaşan kâfirler, kendilerinin yirmi katı olsalar bile onlardan her zaman
güçlüdürler. Çünkü onlar mü’minlerin bildiklerini bilmeyen, onların inandıklarına
inanmayan anlayışsız, bilgisiz bir toplumdur. Onlar cennet için, Allah için
değil, sadece yağma ve talan için savaşan insanlardır. Onlar Allah desteğinden
mahrumdurlar.
Böyle
mü’minlerden yüz kişi o kâfirlerden bin kişiye galip gelecektir. Çünkü onlar
hiçbir şey bilmeyen bir güruhtur. Çünkü onlar işin farkında olmayan, işin
fıkhında olmayan bir toplulukturlar. Çünkü mü’-min ölüme koşarken onlar ölümden
kaçan insanlardır. Mü’min cennet özlemiyle çırpınırken, Allah’ın rızasına
ulaşma heyecanıyla koşarken, kâfirler dünyaya dönsem, sevgililerime tekrar kavuşsam
hayalleriyle savaşmaktadır. Mü’minlerin ayakları ileri ileri koşarken
kâfirlerin ayakları elbette geri, geri gidecektir. Mü’minler cennetteki
Allah’ın nîmetlerine gözünü dikmiş olarak savaşırken, kâfirler ise tekrar
vatanına döndüğü zaman bırakmış olduğu ticaretini, hayatını düşünmektedir.
Elbette bu vasıflara sahip olan
yüz mü’min bu vasıflardan mahrum olan bin kâfire galip gelecektir. Onlar hep
Allah’ın izniyle Allah’ın yasalarına uydukları için zafere ulaşacaklardır.
Mü’minler Allah yasalarına uydukları için, kâfirler ise bu Allah yasalarına
ters düştükleri için, onlara göre şekillenmedikleri için, işin farkında olmadık-ları
için, cenneti, cehennemi, Allah’ın rızasını ve gazabını, uğrunda can verilmesi
gereken şerefli şeyleri bilmedikleri için mutlaka yenileceklerdir.
Allah şu
anda sizden tahfif etmiştir. Yâni sizin için bir indirimde bulunmuştur.. Yasada
bir hafifletme yapılıyor anlıyoruz. Tabii önceki yasa kaldırılmıyor, ancak
mü’minlere yüklenen sorumluluğun bir kısmı kaldırılıyor. Yâni yukarıdaki yasaya
uymak yasaklanmıyor. Sizden yüz kişi, sabreden yüz kişi kâfirlerden iki yüz
kişiye galip gelirler. Sizden bin kişi olursa onlardan iki bin kişiye galip
gelirler. Allah’ın izniyle galip gelirler. Allah hiç şüphesiz sabredenlerle
beraberdir. Evet işte yasa bu hale getirilmiştir. Mü’minlerden sorumluluk noktasında
bir indirme söz konusu edilerek, yukarıdaki âyetlerde gündeme getirilen kendilerinin
on katı bir düşmanla savaşma emri Allah tarafından iki katına indirilmiştir.
Meselâ
düşünün ki Nuh (a.s)döneminde bir avuç Müslüman, bir gemilik Müslüman tüm kâfir
toplumla savaşlarında belli bir noktaya geldiğinde Allah o mü’minlere şunu
emretmiş: Gemi yapacaksınız. Rabbimiz Nuh peygambere böyle emretmiş. Demek ki o
an ki savaş malzemesi olarak mü’minlerin hazırlanmaları gereken, yapabilecekleri
tek şey oydu. Rabbimiz de onu emrediyordu. Ve Nuh peygamber gemiyi yapıyor.
Hazırlıklar tamam, geminin içine alınacaklar alınıyor, azınlıkta olan iman
edenler o gemi içerisine biniyor. Geriye kalanlar dışarıda ve savaş başlıyor.
Nasıl bir savaş? İnsanlar için ve bütün varlıklar için hayat olarak sunulmuş
olan su her taraftan boşanmaya başlıyor. Yerlerden su fışkırıyor, gökler su
boşaltıyor ve kâfirler helâk ediliyor. Mü’minler zafere ulaştırılıyor. İşte
bunlar da örneklerdir. Veya meselâ Mûsâ (a.s)ve Firavun arasındaki savaş da böyledir.
Öyleyse iman küfür arasındaki savaşların illa da insanların düşündükleri gibi
olması gerekmiyor.
Meselâ Haşr
sûresindeki savaşta mü’minler sadece kuşatma yapıyorlar ve Allah her birinin
evi kale gibi olan Yahudilerin içine bir korku salıyor ve kendi elleriyle evlerini
yıkmaya başlayıveriyorlar O korku sebebiyle. Yâni bu savaş aslında iman ile
küfür arasında işin bitirilmesi hadisesidir. Bu hadise nasıl bitecektir? Ne şekilde
gerçekleşecektir? Allah nasıl bitirecektir? Onu Allah bilir. Biz bu yasalardan
herhangi birine kendimizi uydurabiliriz. Yâni bazen bir avuç mü’min, yüz
mü’min, iki yüz mü’min kendisinin on katı değil yirmi katı, icabında otuz katı
kâfirle savaş yapabilir ki bunu yaptıklarında Allah onlara niçin bunu yaptınız
demez. Çünkü İslâm tarihi içerisinde peygamber (a.s)dan sonra bizden çok
değerli mü’minlerin yapmış oldukları savaşların bir çoğuna Allah zafer nasip
etmiştir. İşte onların hareketleri, tavırları İslâm’ın böyle anlaşılması
gerektiğini gözler önüne sermiştir. İslâm’ı bizden daha çok anlayan sahâbe-i
kirâm bu şekilde uygulamalar yapmıştır. Bize düşen Allah katında yasa olarak
indirilenlere tâbi olmak, Allah katındakilere gözümüzü dikmek, Allah için cihad
meydanlarına koşmaktır. Gerçekten sabrettiğimiz takdirde Allah bizlere de
zaferini nasip edecektir.
67. “Yeryüzünde savaşırken, düşmanı yere sermeden esir
almak hiçbir peygambere yaraşmaz. Geçici dünya malını istiyorsunuz, oysa Allah
Âhireti kazanmanızı ister. Allah güçlüdür, hakimdir.”
Bedir savaşının arkasından meşhur
bir hadise zuhur etmişti. Peygamber ve bazı sahâbe müşrik esirlerinin fidye
karşılığında salıverilmelerini ön
görmüşlerdir. İçlerinde Hz. Ömer (r.a) bulunduğu bir diğer kısım ashap
ise onların öldürülmelerini istemişti. Henüz bu konuda bir yasa inmediği için
Rasulullah fidye alma hadisesini uygulamıştır.
Allah’ın yasası da şudur: Yeryüzünde sağlam bir hâkimiyet el-de
etmedikçe, savaşta düşmanı iyice hırpalayıp gücünü kırmadıkça, düşmanı kesin
bir yenilgiye uğratarak bulunduğu coğrafyada İslâm’ın yerleşmesini, İslâm’ın
egemenliğini sağlamadıkça hiçbir peygambere esirler edinmek yakışmaz.
Bundan sonra sözü Peygamberin
şahsından bizlere döndürerek Rabbimiz şöyle buyuruyor. Dünya hayatının
menfaatlerini elde etmek isteyerek, bu maksatla, bu şekilde yapmanız doğru
değildir. Ey Müslümanlar, sizler esir almakla, esir peşinde koşmakla dünya malı
ve menfaati peşinde koşuyorsunuz. Geçici dünya menfaatlerini umuyorsunuz.
Halbuki Allah sizin için âhireti murat ediyor. Unutmayın ki Allah Azîz ve Hakîmdir.
Onun emrine asla karşı gelmeyin.
Artık yasanın inmesinden sonra bizler için
böyle bir şey söz konusu olmamalıdır. Böyle dünya menfaatleri amacıyla onlardan
alınacak fidye karşılığında dünyayı tercih ederek onları esir olarak tutmak
yakışmaz. Peygamber için de bizler için de böyle bir şey söz konusu
olmayacaktır. Rasulullah efendimiz de zaten fidye karşılığında Bedir esirlerini
serbest bırakırken hiç bir zaman dünyayı istememiştir. Ancak böyle Rabbimiz
tarafından bir yasa gönderilmediği için, onlar esir olarak kaldıkları takdirde
belki ileride Müslüman olurlar düşüncesiyle fidye hadisesini öngörmüştür. Çünkü
Allah onun için de bizim için de Âhireti istemektedir. Yâni mü’minler her zaman
âhiret yurdunu düşünerek Allah katındaki Âhireti tercih etmelidirler. Çünkü
Allah’ın her emrinde, her yasağında, her işinde, her yasasında bir hikmet
vardır. Onun bu hikmetli yasaları hükümran olacaktır.
68. “Daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı,
aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azap erişirdi.”
Allah’tan önceden geçmiş bir yasa
olmasaydı aldığınız o fidyelerden dolayı size büyük bir azap dokunurdu. Bizler
için böyle bir azabın söz konusu olduğunu anlatıyor Rabbimiz. Peki acaba burada
kast edilen Allah’ın daha önceki yasası neydi? Bunu düşündüğümüz zaman şöyle
anlayabileceğiz. Yasa inmedikçe, herhangi bir yasa konmadıkça, belli bir konu
içinde konuyla ilgili bir açıklama yapılmadığı takdirde daha önceki inmiş olan
âyetlere göre onları yorumlayarak hükmünü veren bir Müslüman bu konuda sorumlu
olmayacaktır. Ra-sûlullah’ın hayatında özellikle bu söz konusudur. Çünkü o
dönem ya-salar yeni iniyordu. Daha önceki inen yasalar içerisinde esirlere
nasıl davranılacağı konusunda bir açıklama mevcut değildi. Rasulullah bu konuyu
bir önceki yasalarla şöyle yorumladı. Onların öldürülmelerine dair bir emir
olmadığından dolayı fidye karşılığı saldıklarının hayatlarının bağışlanmaları
söz konusuydu.
Peki bunu hangi amaçla yaptı Rasulullah? Belki onların
içinden mü’min olanlar çıkar diye. Eğer zihinlerinizi yoklarsanız şunları da
hatırlayacaksınız. Meselâ bir seferinde Cebrâil (a.s) Rasûlullah’ın başına
gelen bir hadise sebebiyle iki dağı birleştirerek kendisine zulmeden kâfirleri
helâk etmek üzere Rabbinden emir alıp geldiğini hatırlatınca Rasulullah bu
konuda kendisinin serbest bırakıldığını anlayarak bunu istememiş ve belki
onların içinden mü’minlerin çıkabileceğini düşünmüştü. Rabbimiz de o toplumu
helâk etmemiş ve gerçekten on-ların içinden mü’minler çıkmıştır. İşte burada da
Rasulullah efendimiz aynı şekilde bir hareket sergilemiştir. Onların içinden
müminler çıksın diye onları salıvermiştir. Yâni bu konuda nasıl davranacağına
dair önceden açık bir yasa olmadığı için sergilediği bu genel yasa sebebiyle
Rasulullah ve sahâbe-i kirâm cezalandırılmamıştır.
69. “Elde ettiğiniz ganîmetleri temiz ve helâl olarak
yiyin; Allah'tan sakının, doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder.”
Artık rızık olarak aldığınız
ganîmetleri temiz ve helâl olarak yiyiniz içiniz. Dikkat ederseniz bu sûrede üç
defa ganîmetlerden söz edildi, ama taksimatı yapılmadı. Yâni 41. âyet-i
kerîmede her ne kadar taksimat yapılmışsa da yiyiniz emri verilmedi. Bu arada
bir çok yasalar indirildi, mü’minler savaşa hazırlandı, savaş öncesi tavırları
dile getirildi, savaşta takınmaları gereken tavırları anlatıldı. Bütün bunların
Allah’ın yardımı ve desteğiyle gerçekleştiği defalarca dile getirildi. Ve şimdi
artık ganîmetleri yeme izni çıkıyordu. Bu yasalara uyan insanlar ganîmetleri
helâl bir şekilde yeme imkânı elde edeceklerdir.
Allah’a
karşı muttaki olunuz. Allah bağışlayan ve rahmet kapılarını açandır. Takva bu
sûrede sık sık geçti. Takva Allah’ın istediği şekilde bir hayattır. Takva
Allah’ın istediği şekilde yaşamaktır ki
bunu hiçbir zaman göz ardı etmeyeceğiz. Hayatımızda daima Allah’a karşı takva
hakim olacak.
70. “Ey Peygamber! Elinizde bulunan esirlere, “Allah
kalplerinizde bir iyilik bulunursa, size sizden alınanın daha hayırlısını
verir, sizi bağışlar, Allah bağışlayandır, merhamet edendir" de.”
Ey peygamber, ellerinizdeki
esirlere de ki, eğer Allah sizin kalplerinizde bir hayır olduğunu bilseydi
sizden alınmış olanların daha hayırlısını size verirdi ve size mağfiret ederdi.
Yâni dikkat ederseniz daha önceki âyet-i kerîmede esirlerin alınmasıyla ilgili
bir hitap geldi. Fakat şimdi o esirlere yönelik bir uyarı geliyor. Ey esirler,
madem ki peygamber ve sahâbe sizin hakkınızda böyle bir hüküm verdi, önceki
yasaları uyguladı, madem ki öldürülmediniz, madem ki yaşadınız, Al-lah bu yasasını,
öldürme yasasını hemen o hadisenin peşinden indirip Müslümanlara sizi
öldürtmedi, buna müsaade buyurdu, öyleyse unutmayın ki sizler Rabbinizin
rahmeti gereği şu anda İslâm ile müşerref olma hakkına sahip kılındınız. O
zaman Allah tarafından onlara da bir söylemimiz vardır. Onların bu hadiseyle
kendilerini değerlendirmeleri Allah’ın mağfiretine nail olabilmek için bazı
hesapları yapmaları, Allah’ın bu yasalarına göre kendilerini takdir etmeleri
gerekecek. Onun için bu âyetle biz onları Allah ile, Allah’ın âyetleriyle,
Allah’ın rahmetiyle muhatap ederek onlara bunu söyleyeceğiz. Söyleyeceğiz ki onlar
da bu âyetlerle kendi hesaplarını yapsınlar.
Ey kâfirler eğer Allah sizin
kalplerinizde bir hayır görseydi elbette Allah size mağfiret eder ve size, sizden
aldığının daha hayırlısını verirdi. Öyleyse sizler kendinize dönün ve
kalplerinizi bir yoklayın. Gerçekten kalplerinizde bozukluklar varsa onları
temizleyin. Zaten kalplerinde ne varsa onları kendileri bilirler. Onları
atmalısınız. Bakın mü’minleri Allah nasıl zaferle müşerref kılmışsa, onları eğite
eğite, onların kalplerini temizleye, temizleye en sonunda bir çok yasanın
arkasından onlara nasıl ganîmetlerden istifade etme, dünya hâkimiyetini elde
etme şerefini bahşetmişse sizler de aynı şereflere nail olmanın hesabını
yapmalısınız. Onun için kalplerinizi yoklayıp, oradaki kötülükleri atıp mü’min
olmalısınız. Allah’ın mağfiretine erişebilmek için yapmanız gerekenleri yapmak
zorundasınız.
Çünkü işte gördünüz ki daha evvel
tıpkı sizler gibi müşrik olan insanlar mü’min oldular, Allah’ın emirlerini
yerine getirdiler ve Allah kendilerine zafer nasip etti, onları hakim duruma
getirdi. Yeryüzünün hükümranlığını onlara bahşetti. Şu anda sizler onların
elinde esir duruma düştünüz. Sizler de tıpkı onlar gibi vazgeçin şu küfür ve
şirklerinizden de onlar gibi şereflere ulaşın.
Eğer eski halleriniz üzere devam
ederseniz kesinlikle bilesiniz ki Allah’ın lütuflarından istifade edemeyeceksiniz.
71. “Esirler sana hıyanet etmek isterlerse, bilsinler ki
esasen daha önce de Allah'a hıyanet etmişlerdi. Allah bundan ötürü onları
yenmen için sana imkân verdi. Allah bilendir, hakimdir.”
Şâyet sana
hainlik düşünürler, sana ihanet etmek isterlerse daha evvel onlar Allah’a da
hainlik yapmışlardı. Allah kendilerine tüm nîmetlerini yağdırmış olmasına rağmen
yine de Rablerine karşı isyan bayrağını çekmişlerdi. Darda kaldıkları zaman
yalvarıp yakardıkları, ihtiyaçları düştüğü zaman hatırladıkları, kendilerine
yardımını, kendilerini bir çok tehlikelerden kurtarışını bizzat gözleriyle gördükleri
ve işte şu anda da kendilerine bir ölüm yasası indirmeyerek kendilerine hayat
hakkı tanıdığına şâhit oldukları Allah’a karşı hain davrandılar.
Eğer şu anda da önceki yaptıkları
gibi Rablerine karşı haince bir davranışın içine girerlerse kesinlikle bilesin
ki ey peygamberim onların bu hıyanetlerine karşı Allah size imkân verecektir.
Allah Alîmdir, Hakîmdir. Allah her şeyi bilen ve yaptığı her şeyi bir hikmetle
yapandır. İşte bütün bu Rabbimizin âyetlerini, uyarılarını biz elimize esir
düşen insanlara ulaştıracağız. Onları düşünmeye sevk edip Müslüman olmalarına
yardımcı olacağız.
72. “Doğrusu inanıp hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla
canlarıyla cihad edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte
bunlar birbirinin dostudurlar. İnanıp hicret etmeyenlerle, hicret edene kadar
sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din uğrunda yardım isterlerse, aranızda anlaşma
olmayan topluluktan başkasına karşı onlara yardım etmeniz gerekir. Allah
işlediklerinizi görür.”
İman edenler, hicret edenler.
İman edenler ve iman kaynaklı bir hayat yaşayabilmek için, imanlarından kıl
payı ayrılmamak için hicret edenler, imanları için her şeylerini fedâ edenler,
imanları uğrunda cihad edenler, imanlarını yaşayabilmek için malları ve canlarıyla
cehd-ü gayret sarf edenler. Ve barındıranlar, destek olanlar var ya işte onlar
birbirlerinin dostudurlar, birbirlerinin velisidirler. Birbirleriyle kardeşlik
ilişkisi içinde bulunanlardır onlar. Birbirlerine karşı sırdaştır onlar.
Birbirlerine karşı sorumluluk taşıyan insanlardır onlar. Birbirlerine Allah’ın
emirlerini emreden, birbirlerini Allah’ın yasaklarından sakındıran, birbirlerini
cennete kazandırma kavgası veren insanlardır onlar.
İman edip de hicret etmeyenlere, iman
edip iman kaynaklı bir hayata yürümeyenlere, imanlarını yaşayabilecekleri bir
ortam arayışı içine girmeyenlere gelince onlarla sizin aranızda herhangi bir
velâyet ilişkisi yoktur. Zaten doğal olarak böyle bir şeyin gerçekleşmesi mümkün
değildir. Hattâ onlar da hicret edip sizin aranıza katılıncaya kadar... Eğer
din hususunda sizden bir nusret, bir yardım isterlerse o zaman bu konuda onlara
destek olmak zorundasınız. Yâni eğer dinlerine mâni olunuyor, dinlerini
yaşamalarına imkân verilmiyorsa, dinleri konusunda zulme maruz kalıyorlarsa
onlara yardım etmek zorundasınız. Bu da bir Allah yasasıdır. Velâyetin her
türlüsü yasak değildir. Din konusunda bir yardım istemeleri söz konusu olursa onlara
yardım edeceğiz.
Evet İslâm yurduna hicret edip Müslümanlara katılmayan
Müslümanlarla İslâm yurdunda ikâmet eden Müslümanlar arasında sadece İslâm
bağı, İslâm kardeşliği bağı vardır. Küfür ve şirk diyarında yaşayan Müslümanlar
İslâm yurdunda yaşayan Müslümanlara vâris olamazlar, birbirlerinin velisi olamazlar.
Allah’ın Resulü bir hadisle-rinde buyurur ki:
“Müşriklerin arasında yaşayan hiç
bir Müslümana karşı sorumluluk borcum yoktur.”
Ancak
aranızda bir anlaşma, sıkı bir sözleşme olan topluluk-lara karşı bu
olmayacaktır. O topluluk içinde herhangi bir Müslüma-nın din konusunda da olsa
bir problemi var da sizden yardım isti-yorsa savaş açarak o Müslümana yardım
etmeniz söz konusu değildir. Müslüman her zaman anlaşma yaptığı toplumlara
karşı anlaşmasına sâdık kalmak zorundadır. Tabii bu şu anlamda değildir. Hiç müdahale
etmeyeceğiz, ağzımızı hiç açmayacağız, aramızda anlaşma bulunan toplum bizim
din kardeşlerimize zulmederken biz onları kabulleneceğiz anlamına değildir. O
devlet nezdinde hiç bir girişimde bulunmayacağız anlamına değildir bu. Sadece o
antlaşmamızı fiilen kökünden bozup atacak bir davranış içine girmeyeceğiz
anlamınadır. Onun dışında yine o Müslüman kardeşlerimize yardımlarımızı esir-gemeyeceğiz.
73. “İnkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda
dost olmazsanız yeryüzünde kargaşalık, fitne ve büyük bozgun çıkar.”
Kâfirlere
gelince onlar da birbirlerinin velisi ve dostudurlar. Onlar arasında da
karşılıklı velâyet ilişkileri vardır. Birbirleri adına karar alırlar ve
birbirlerinin kararlarını, yasalarını uygularlar. Onlar birbirlerinin
velisidirler, sizler de birbirlerinizin velisisiniz. Kâfirlerin mü’min-lerle,
mü’minlerin de kâfirlerle asla bir velâyet ilişkileri olamaz. Akraba bile
olsalar müminle kâfir arasında bir dostluk, bir velâyet ilişkisi yoktur. Allah
mü’minlerin velisidir, mü’minler de birbirlerinin velisidirler.
Eğer sizler
mü’minler olarak bunu yapmazsanız, yâni sadece mü’minleri velî bilmez, sadece
mü’minler olarak aranızdaki velâyet bağlarını pekiştirmezseniz, aranızdaki
dostluk ve dayanışmalarınızı sağlamlaştırmazsanız, velilerinizi, valilerinizi,
idarecilerinizi kendinizden seçmez, kâfirlerin ve müşriklerin velâyeti altında
bir hayata razı olursanız kesinlikle bilesiniz ki yeryüzünde büyük bir fitne ve
fesat olur.
Şu anda öyle değil mi? Öyle
olmamış mı? Mü’minler birbirleriyle ilişkilerini bozdukları için, kâfirleri ve
kendilerini tek ümmet bilip tek yumruk halinde kendilerinden başkalarının
karşısında durabilme özelliklerini yitirdikleri için, kendilerinden
başkalarının velâyeti altında bir hayattan razı oldukları için yeryüzünde büyük
bir fitne çıkmamış mıdır?
74. “İnanıp hicret edenler, Allah yolunda savaşanlar ve
muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte onlar gerçekten inanmış
olanlardır. Onlara mağfiret ve cömertçe verilmiş rızıklar vardır.”
İman edip hicret edenler ve Allah
yolunda hicret edenler, muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, muhacir
kardeşlerini bağırlarına basanlar, onlara yardım edip destek olanlar var ya
işte onlar gerçek Müslümanlardır. Bu özellikler bizde varsa biz gerçek Müslümanlarız.
Onlar için mağfiret vardır, Rableri tarafından bağışlanma, kusurlarının
örtülmesi vardır ve Kerîm bir ecir, cömertçe bir mükafat vardır.
75. “Sonra inanıp hicret eden ve sizinle birlikte savaşanlar,
işte onlar sizdendir. Birbirinin mirasçısı olan akraba, Allah'ın Kitabı’na göre
birbirine daha yakındır. Doğrusu Allah her şeyi bilir.”
Tekrar iman edenler, sonradan
iman edenler. Öncekiler önceden iman edenlerdi, bunlar da sonradan iman edenlerdir.
Sonradan iman etmiş ve kardeşleriyle velâyet ilişkilerini gerçekleştirmiş
olanlar. Esirler içerisinde, savaşılan toplumlar içerisinde dirilip sonradan imana
gelmiş olanlar, hicret edip Müslüman kardeşlerine katılmış, Müslümanlara destek
vermiş olanlar, hangi ırktan, hangi ülkeden, hangi dinden, hangi coğrafyadan
olurlarsa olsunlar Müslümanlarla birlikte, sizinle birlikte cihada katılarak
kendileri gibi olanları diriltmeye koşmuş olanlar, onlar da sizlerdendirler.
Önceki durumları ne olursa olsun onlar da sizin gibidirler, onlar da sizin
kardeşlerinizdirler. Onları kendinizden bir parça kabul etmek, kardeş bilmek ve
bağrınıza basmak zorundasınız. Artık İslâm ümmetinin bir üyesidirler onlar.
Akrabalık
bağları içerisinde olanlar ise Allah kitabında, Allah yasalarında birbirlerine
daha yakın velâyet ilişkileri içerisindedirler. Yâni arada akrabalık bağları
söz konusu olduğu takdirde onlarla olan ilişkilerin daha yakın, daha farklı
olması bizlere emredilmiş oluyor. Yâni iman noktasında bizler hepimiz
birbirimizin kardeşiyiz. Ama bakın bu âyetlerde anlatıldığı gibi, iman, hicret,
Allah yolunda cihad, akrabalık gibi özellikler sebebiyle daha bir kardeş
olacağız. Ve de ayrıca akrabalığın da getirdiği ayrı bir takım haklar hukuklar
söz konusu olacaktır.
Meselâ akrabalık artı bir de komşuluk
söz konusu olunca el-bette hukuklarımız ve sorumluluklarımız farklılaşacaktır.
Ama kom-şuluk bağlarımız, akrabalık bağlarımız hiçbir zaman İslâm kardeşliği
bağlarımızı zedeleyecek bir noktaya varmayacaktır. Hiç şüphesiz ki Allah
yaptığınız her şeyi bilmektedir. Her şeyi Allah’ın ezelî ve ebedî ilminin
altında yaptığınızı unutmayın. Enfâl sûresiyle alâkalı da bu kadar söz yeter.
Rabbim bu sûrede anlatılan Allah yasalarına uygun hareket ederek Rabbimizin
desteğine ehil Müslümanlar olmayı ve zaferden zafere koşmayı Rabbim cümlemize
nasip buyursun in-şallah. Âhirette de ebedî zafer, ebedî mutluluk bizim olsun.
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.