YUNUS SURESİ

 

10

 

İndiği Yer   :

 

Mekke

 

İniş Sırası   :

 

51

 

Âyet Sayısı :

 

109

 

Nüzulü

 

Mushaftaki sıralamada onuncu, iniş sırasına göre elli birinci sûredir. İsrâ sû­resinden sonra, Hûd'dan önce Mekke'de, büyük bir ihtimalle hicretten iki yıl ön­ce nazil olmuştur. 40. âyetle 94-96. âyetlerin Medine'de nüzulüne dair rivayetler de vardır,[1]

 

Âdı

 

Yûnus peygamberin adma ve onun verdiği mücadeleye dair bilgilere Sâffât sûresinin 139-148. âyetlerinde daha geniş yer verilmiştir. Burada ise onun adı sa­dece 98. âyette bir defa geçmektedir. Buna rağmen Sâffât sûresine değil bu sûre­ye "Yûnus" adının verilmesi, Kur'an'in genel amacı bakımından önemlidir. Kur'an'da peygamber kıssalarının anlatılmasından maksat insanlara hoşça vakit geçirtmek olmayıp, geçmişten ibret almalarını sağlamaktır. 98. âyete göre Yûnus peygamberin kavmi onu dinlediği için dünyada cezadan kurtulmuştur. Allah'ın peygamber ve kitap göndermekteki maksadı, insanların dünya ve âhiret mutlulu­ğuna ermeleridir. Âyet bunun bir örneğini verdiği için sûreye Yûnus isminin ve­rildiği düşünülebilir. [2]

 

Konusu

 

Yûnus sûresinin temel konuları, İslâmî kaynaklarda tevhİd, nübüvvet ve âhi-rct terimleriyle İfade edilen "bir Allah'a iman ve kulluk etmek, bilgi kaynağı va­hiy, vahyin taşıyıcısı ve açıklayıcısı olarak peygamber ve dünya hayatında pey­gamberin çağrısına uyanlarla uymayanları ebedî âlemde bekleyen âkıbet"tir. Sûre bütün peygamberlerin görev ve işlevlerine, bu arada son peygamber Muhammed iilcyhisselâmın gerçek bir peygamber olduğuna, onun insanları Allah'a iman ve yalnızca O'na kulluk etmeye çağırdığına, içlerinde Yûnus aleyhisselâmm da bu­lunduğu başka peygamberlerden örnekler vererek tarih boyunca yaşanan şirk-tev "Allah katındaki değerli yer"den maksat, itaatkâr kulların dünyadaki amelle­rine uygun derecedir, Allah'a manevî yakınlıktır, çeşitli ödüllerdir. Bir başka âyet­te bu ödül "doğruluğun hakim olduğu bir ortamda, hoşnut olunacak güzel bir yer­de, dost meclisinde, boş sözler konuşulmayan, günah işlenmeyen, hak ve hakikat meclisinde" bulunma mânasında olmak üzere "mak'ad-i sıdk" şeklinde ifade edil­miştir.[3]

 

Meali

 

3. Kuşkusuz rabbiniz, gökleri ve yeri attı günde yaratan, sonra da (yarat­tığı) arşa hâkim olan, her işi yöneten Allah'tır. O izin vermedikçe şefaat ede­cek biri de yoktur. İşte bu Allah sizin rabbinizdir, öyleyse O'na kulluk ediniz. Bunlan düşünmez misiniz! 4. Hepiniz dönüp O'nun huzurunda toplanacak­sınız, bu Allah'ın gerçek vaadidir. O, iman edip iyi işler yapanları, adaletle ödüllendirmek için baştan yaratır, sonra da yaratmayı tekrar eder. İnkâr yo­lunu tutmaları sebebiyle münkirlerin nasibi kaynar bir içecek ve acı veren bir azaptır. 5, Güneşi aydınlatıcı, ayı ise aydınlık yapan, yılların sayısını ve he­saplamayı bilesiniz diye ona menziller belirleyen O'dur. Allah bütün bunları hikmet ve fayda esasına göre yarattı. Bilme kabiliyetinde olanlar için de âyet­lerini detaylı bir şekilde gözler önüne seriyor. 6. Geceyle gündüzün farklı ol­masında, Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı bunca varlıkta, O'na saygısız­lıktan sakınanlar için büyük işaretler vardır. [4]

 

Tefsiri

 

 

3. Bu kümede yer alan dört âyet tevhid ilkesiyle ilgili önemli açıklama ve kanıtlar ihtiva etmektedir. Müşrikler, Allah hakkında bilgi sahibi olmadıkları halde O'nunla ilgili değerlendirmeler yapıp, fül ve iradesine tanım ve sınırlar getiriyor­lardı. Bu çerçevede onlar putlar edinmişler, bunlara Allah katında kendileri için şefaatçi olma işlevi yüklemişler ve O'nun bir insana vahiy göndermesini de yadır-gamışlardı. Böyle bir inancın, tavır ve düzenlemenin tutarlı olabilmesi için Al­lah'ın niteliklerini ve muradını bilmeye ihtiyaç vardır. Allah bu âyette, putperest­leri düşündürmek ve yanlış yoldan dönmelerine yardımcı olmak için kendi fiil ve sıfatlarından bahsediyor, sonra da "kendi izin vermedikçe nezdinde kimsenin şe­faatçi olamayacağı" gerçeğini açıklıyor. Putperestlerin inancının mâkul bir daya­nağı olabilmesi için, "Allah'ın, putlarına şefaat yetkisi verdiği" bilgisine sahip ol­maları gerekir, âyet böyle bir salâhiyetin söz konusu olmadığını ifade ederek put­perestliğin önemli bir dayanağını ortadan kaldırmış oluyor. Şefaatle ilgili âyetle­rin tefsirinde[5]ifade edildiği üzere Allah âhirette, diğer peygam­berler ve özellikle Hz. Peygamber olmak üzere bazı kullarına şefaat izni verecek­tir, ancak bu kulların en Önemli özellikleri put veya yedek tanrılar değil, Allah'ın kulu olmaları, O'na iman ve itaat etmiş bulunmalarıdır.

Altı günde yaratma ve arşa hâkim olma konusu daha önce geçen ilgili âyet­lerde açıklanmıştır. [6]

Allah'ın kendini "her İşi yöneten" şeklinde nitelemesi, tarihî olarak müşrik­lere ve bazı düşünce sistemlerine cevap teşkil etmektedir, Allah her işi yönettiği­ne göre, belli işler için başka tanrılar edinmeye gerek yoktur. Ayrıca Allah, yarat­tıktan sonra varlıklarla ilgisini kesmediğine, bütün yaratılmışları çerçeveleyen ar­şa hâkim olduğuna, her an yarattığına ve her işi yönettiğine göre "Tanrı yarattık­tan sonra varlıklarla ilgisini kesmiş, haşa istirahata çekilmiştir" diyen din ve felse­felerin düşünceleri isabetli değildir. [7]

 

4. İnsanlar yok iken Allah onları yaratmış ve onlara imtihan dünyasında hür iradeyle yaşama, İyi veya kötü olma gibi imkânlar vermiştir. O dileseydi İmtiha­nın sonucu da dünyada açıklanır, her kişi ettiğini bulur, ektiğini biçerdi. Allah'ın muradı böyle olmamış, hem insanlar ve hem dünya İçin bir ömür biçilmiştir, vak­ti geldiğinde insanlar ölecek, kıyamet kopacak, dünya hayatı son bulacaktır. Allah, ölenlere yeniden hayat verecek, yok olanları yeniden yaratacak, geri aldığı varlığı ve hayatı iade edecektir. Dünyada geçirilen imtihanın sonucunu bu İkinci ve ebe­dî âlemde açıklayacak, verdiği İmkân ve nimetlerin hesabını soracak; iman edip iyi işler yapanların ödüllerini, adaletle yani haksızlığa uğratılmadan verecek; in­karcıları ise hak ettikleri şekilde cezalandıracaktır. [8]

 

5-6. Mealdeki "aydınlatıcı" kelimesinin metindeki karşılığı zıyıi, "aydınlık"ın karşılığı ise nurdur. Sözlük mânası bakımından zıya "güçlü ışık", nur ise "güçlü olsun olmasın ışık" demektir. Bilimsel araştırmalar güneşin ışığının ken­dinden olduğunu, ayın -güneşe nispetle zayıf olan, gece gerektiği kadar aydınlık veren, ama istirahatı de engellemeyen- ışık ve aydınlığının ise güneşten geldiğini ve aydan yansıdığını ortaya koymuştur.

Dünya kendi etrafında günde bîr, güneş etrafında ise yılda bir defa dönmek­tedir. Günlük dönüş gece ile gündüzü, yıllık dönüş ve eğim ise mevsimleri oluştur­maktadır, Ay, yörünge düzlemine oranla 83 derece 30 dakikalık eğime sahip bir eksen etrafında döner. Dönüş süresi ayın, yer etrafındaki dolanım süresine eşittir. Yerin, ay üzerindeki çekim etkisinin sebep olduğu gelgit olayı bu eşitliği sağlamış­tır. Bu sebeple ayın yeryüzünden daima aynı yüzü gözlenir. Ayın yer etrafındaki dönüşü 27 gün 7 saat 43 dakika 25 saniyedir; fakat yerin, güneşin çevresinde dön­mesi sebebiyle bu hareketini 29 gün 12 saat 44 dakika 3 saniyede tamamlar. Ay, güneş ve dünyanın birbirine nispetle açısal durumu, konumu ve ışık etkisi sebebiy­le biz ayı, o değişmediği halde her gece ayrı bir yerden doğarken ve farklı şekiller­de görürüz. Ayın gökyüzündeki hareketi için, her biri bir günlük yola tekabül et­mek üzere 13'er derecelik yaylardan oluşan 28 menzil tespit edilmiş ve bu kavram, aynı safhalarını tanımlamak için kullanılmıştır. "MenzİV'm sözlük mânası "inile­cek yer ve durak"tır. [9] Güneş ve ayın doğup batması, ayın menzil ve şekil değiştirerek görünmesi insanların takvim yapmalarını, gün, ay ve yıl he­saplan yapabilmelerini, işlerini plan ve programa bağlayabilmelerini mümkün kıl­mıştır. Sahip oldukları zihnî melekelerini doğru kullanabilenler, varlığın ve haya­tın anlamını derinden kavramaya çalışanlar; gerçek, kararlı ve iyi niyetli arayış içinde olanlar için Allah'a İmana götüren deliller, işaretler ve imam güçlendiren kanıtlar vardır. Bilimin her keşfi, her buluşu âlemdeki ilâhî sanatı, incelikleri, gü­zellikleri gittikçe daha açık ve detaylı olarak, gören gözlerin önüne sermektedir. [10]

 

Meali

 

7-8. Bize kavuşma ümidi taşımayanlar, dünya hayatıyla yetinip onunla mutlu ve huzurlu olanlar, nişanlarımızı görmemekte ısrar edenler var ya, hak ettikleri için onların yeri ateştir, 9. İman edip düzgün işler yapanlara rableri, inanmalan sebebiyle yol gösterir; nimetlerle dolu cennetlerde onların bulun­dukları yerin altından ırmaklar akar. 10. Orada onların duaları, "Sen bütün noksan sıfatlardan uzaksın A İlahım!"; karşılıklı iyi dilekleri de "Selâm" şek­linde olacaktır. Duaları ise, "Âlemlerin rabbi olan Allah'a hamdolsun" diye­rek son bulur. [11]

 

Tefsiri

 

7-8. "Allah'a kavuşma ümidi taşımamak"tan maksat âhirete inanmamaktır. Âhirette bütün insanlar yaratanın huzuruna çıkacak ve O'na hesap vereceklerdir; bu mânada her insan Allah ile buluşacaktır. Bu benzersiz buluşma ve karşılaşma kimi­leri için ebedî saadetin ilk basamağı, kimileri için de pişmanlığın, perişanlığın, re­zilliğin ve hak edilen cezanın ilk adımıdır. İnsan kendi bilgi vasıtalarıyla âhireti bi­lemez, âhiret inancı "gayba iman'la gerçekleşir, öldükten sonra dirilmeye, ebedî âlemde mutlu veya mutsuz bir hayatın bulunduğuna inanmayanların; bu imana gö­türen sayısız delilleri, kanıtlan, nişanlan görmeyenlerin; imanın insana verdiği fera­set, sezgi ve irfandan mahrum olanların önlerinde yalnızca bu dünya hayatı vardır; burada ebedî kalmak isterler. Bu mümkün olmayınca olabildiği kadar uzun yaşama­ya ve dünyadan zevk almaya bakar, burada mutlu olmanın yollarını ararlar. İman­dan yoksun oldukları için bunların ibadetleri de olmaz. Ayrıca çıkar gütmeyen bir iyilik ve ödev duygusunun ancak derin ve samimi bir dinî inançla oluşacağı dikka­te alındığında bunların ahlâkı da eksik, kusurlu, samimiyetten uzak ve -değişik açı­lardan da olsa- çıkar hesabına göre olur. Böyle bir hayatın sonu âyette bildirildiği gi­bi olacaktır. Dünyada meşru otan faydalara (zevk, mutluluk) kapılarım kapatma-makla beraber bunları asıl mutluluğun gölgesi ve küçük örnekleri olarak gören, gön­lü bunlara değil, ebediye yönelen, Allah'ın rızâsını, O'na keyfiyetsiz yakınlığı ebe­dî nimetlerin en büyüğü ve en değerlisi bilen müminler ise dünyada kontrollü ve denge!i bir ömür geçirecekler, bu hayatın sonunda âyetin müjdelediği mutluluğa ere­ceklerdir. Cennette olanların artık dua ederek Allah'tan bir şey istemeye ihtiyaçları kalmamıştır, orada insanı mutlu kılacak bütün nimetler herkes için yeterince vardır. Burada Allah'a yakınlık ve gerçekleşen, tadılan, içinde yaşanan nimetler kula İki şey telkin etmekte, onu her an iki davranışa sevketmektedir: Biraz daha yaklaştıkları ve kemalini daha ziyade idrak ettikleri Allah'ı tenzih (kemalini idrak edip anmak, teş­bih), ve nimetlere şükretmek, bu nimetleri bahşeden rabb'i övmek (hamd). [12]

 

Meali

 

11. Eğer Allah insanlara iyi olanı hemen verdiği gibi kötü olanı da onlar için ertelemeden gerçekleştirseydi derhal sonları gelirdi. Bize kavuşacakları­na inanmayanları, azgınlıkları içinde bocalayıp durmak üzere kendi halleri­ne bırakırız. 12. İnsanın başına zararh bir şey geldiğinde yan üstü yatarken veya otururken ya da ayakta iken hemen bize dua etmeye koyulur; onu za­rarlı durumundan kurtardığımızda ise -sanki başına gelen zarar sebebiyle bi­ze o dua etmemiş gibi- inkarcılığa dönüp yoluna devam eder; haddi agantanı işte bu şekilde yaptıkları güzel görünmektedir. [13]

 

Tefsiri

 

11-12. Bu iki âyet bize insanı tanıtmakta; onun tabiatı, eğilim ve /.mil Inn İm nusunda önemli bilgiler vermekte, fıtratında din duygusu du bulimtliip.ii tısıldc İm nu körelten ve yaratıcıyı inkâr yoluna sapanlara Allah'ın nasıl muamele ringim açıklamaktadır. Bütün peygamberlere ve müminlere karşı iııkftıvılının ıi|Hk Ut tepkisi, "Dedikleriniz doğruysa Allah bizi hemen cezalandırsın” cümlesiyle ifade edilebilir. Halbuki Allah'ın irade ve karan, bu dünyada kendisine inansın inanmasın bütün İnsanlara maddî nimetlerini belirli bir davranaşa bağlı olarak değil kendi dilediği biçimde hemen vermek, inkâr ve isyan edenlerin cezası ise ahirete ertelemektir. Böyle yapmasa da inkarcılara bu dünyada nimetlerini verdeiği gibi hak ettikleri ve hemen uygulanmasını istedikleri cezalarım tin niolnıınlcıı hemen ver­seydi ilk günahlarından itibaren hem onların hem ile imtihan dünyasının sonu ge­lirdi; çünkü sonuçlan açıklandıktan sonra imtihanın anlamı kalmaz.

İnkarcıların bir başka davranışı da sıkıştıkları zaman Allah'ı hatırlamaları, O'na sığınmaları, üstesinden gelemedikleri ağır yük ve musibetleri kaldırması için şuurlarının derinliklerinden veya açıkça Allah'a yakarmaları, sıkıntı geçer geçmez tekrar inkarcılıklarına dönmeleridir. Ama marifet, makbul olan iman ve kulluk, iyi ve kötü, zararlı ve faydalı, geniş ve dar, acı ve tatlı her durumda Allah'ı hatırla­mak, ibadet, dua, tövbe, hamd, şükür gibi davranışlarla O'na yönelmektir. [14]

 

Meali

 

13. Sizden önceki nice nesilleri, haksızlık ve kötülük yoluna saptıkların­da yok ettik; halbuki peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi, ama onların iman edecekleri yoktu. Günah yolunu seçen toplulukları işte böyle ce­zalandırırız. 14. Nasıl davranacağınızı görelim diye yeryüzünde sizi, onlardan sonra yerlerine getirdik. 15. Kendilerine âyetlerimiz açıkça okunup anlatılın­ca bize geleceklerine inanmayanlar "Bundan başka bîr Kur'an getir veya bu­nu değiştir" dediler. Onlara şöyle de: "Onu değiştirmeye hak ve yetkim yok­tur, ben ancak bana vahyedilene uyuyorum. Eğer rabbime itaatsizlik eder­sem şüphesiz dehşetli bir günün azabından korkarım." 16. Yine de ki, "Allah öyle dileseydi ne ben onu size okuyabilirdim ne de siz onu anlayabilirdiniz; o gelmeden aranızda uzun bir süre yaşadım, siz aklınızı kullanıp düşünmez mi­siniz?" 17. Allah hakkında yalan uyduran veya O'nun âyetlerini yalanlayan­dan daha zalim kimse var mıdır? Günah yoluna sapanların kurtuluşu yoktur. 18. Allah'ı bırakıp kendilerine fayda da zarar da veremeyen şeylere tapıyor­lar ve "Bunlar Allah katında bizim aracılarımız" diyorlar. Onlara şöyle de: "Göklerde ve yerde Allah'ın bilmediği bir şeyi O'na bildirmeye mi kalkığıyorsunuz?" Onların yakıştırdıktan ortaklardan O'nun yüce ve münezzeh ol­duğunda şüphem yoktur. [15]

 

Tefsiri

 

13-14. İnsanın yaratılış amacı doğrultusunda geçen tarihi özetleniyor: Arka arkaya nesiller, peygamberlerin çağrılarına muhatap olan ümmetler gelip geçiyor, inkâr ve isyan yolunu seçenler tarih sahnesinden çekiliyor, yerlerine başkaları ge­liyor. Şimdi de son Peygamber'in ümmeti aynı imtihana tâbi tutuluyor. Çağrıya uyanlar icabet ümmeti, çeşitli bahanelerle çağnya karşı direnenlerse, "davet edil­miş ve edilmekte olanlar" mânasında davet ümmeti olarak nöbetlerini geçirmiş oluyorlar. İmtihanın iki temel konusu tevhid ve adalettir. Tevhid inancına sadık kalan ve adalete riayet edenler imtihanı kazanmış, kendilerine tahsis edilen yur­dun, oradaki hayatın ve nimetlerin hakkını vermiş olacaklar; buna karşılık şirke ve zulme sapanlar ise kısmen dünyada, eksiksiz olarak da âhirette bunun cezasını çe­keceklerdir. [16]

 

15-16. Müşrikler Kur'an'ın ya tamamen veya kısmen değiştirilmesini iste­mekle çelişkili, ve anlamsız bir teklifte bulunmuş oluyorlar; çünkü onların istekle­rini yerine getirmesi halinde Peygamber -Kur'an'ın Allah'tan geldiği iddiasında-yalancı durumuna düşecektir, ayrıca Allah'tan geldiği iddia edilen bir Kur'an'a iman etmeyenler, Peygamber tarafından yenilenen veya değiştirilen bir kitaba hiç inanmayacaklardır. Allah'ın, Peygamber'i aracılığı ile müşriklere verdiği cevap, tutarlı ve şartlanmamış insanlar için ikna edicidir; çünkü topluluğun içinde yıllar­ca yaşamış bir kimsenin düşünceleri ve üslûbu ile bir başka içerik ve üslûbun bir­birinden ayrılması kolaylıkla mümkün olacaktır. Âyet, Kur'an'ın lafız ve muhte­vasında Hz. Peygamber'in hiçbir katkı ve etkisinin bulunmadığı konusunda son derecede açıktır. [17]

 

17. Müşrikler bir yandan Allah'ın zâü, sıfat ve fiilleri hakkında asılsız sözler uydurup söylemek, bir yandan da O'nun, Peygamber'i vasıtasıyla gönderdiği çok önemli açıklamaları inkâr etmek suretiyle insana verilen kabiliyetleri yersiz ve kö­tüye kullanmakta, bu mânada kendilerine en büyük zulmü reva görmektedirler. [18]

 

18. "Göklerde ve yerde Allah'ın bilmediği bir şeyi O'na bildirmeye mi kal­kışıyorsunuz?" cümlesi şu anlama gelmektedir: Siz O'nun ortağından veya O'nun katında şefaatçiden söz ederek -hâşâ- Allah'a bilmediğim öğretmeye kalkışıyorsu­nuz. Eğer tanrılıkta Allah'a ortak olacak ve O'nun nezdinde şefaat görevi yapacak varlıklar olsaydı bunları herkesten önce Allah bilirdi, kullarına da O bildirirdi. Âyrlk:, haşka birçok bakımdan olduğu gibi bu yönden de putperestlik saçma bir ııuım, olduğunu işaret edilmektedir. [19]

 

Meali

 

19. İnsanlar inanç birliği olan bir topluluktan ibaretti, sonra aralarında inanç farklılığı oluştu. Eğer rabbinin katından daha önce verilmiş bir söz ol­masaydı, ayrılığa düştükleri konuda aralarında hüküm verilir, iş bitirilirdi. 20. "Ona rabbinden bir işaret gelse ya!" diyorlar. De ki: "Gaybı bilmek Al­lah'a mahsustur; bekleyiniz, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim." 21. İn­sanlara dokunan bir zarardan sonra bir rahmet tattırdığımızda bir de bakar­sın ki onlar, bize ait işaretler üzerinde hileye sapmışlardır. De ki: "Hileye kar­şı Allah'ın tedbiri daha çabuktur." Şüphesiz elçilerimiz sizin hile ve düzenle­rinizi kaydediyorlar. 22. Kara ve denizde yol alıp ilerlemenizi sağlayan O'dur. Gemide bulunduğunuzda, güzel bir rüzgârla gemiler onları kaydırıp götürdü­ğü ve bu yüzden sevinç içinde oldukları sırada onları bir fırtına yakalar, üzer­lerine her taraftan dev dalgalar gelmeye başlar, kuşatıldıklarını zannederler, (işte bu durumda) "Eğer bizi bu felâketten kurtarırsan vallahi sana şükreden-lerden olacağız" diye -ibadeti yalın? O'na özgü kılarak- dua ederler. 23. (Al­lah) onları kurtardığında bir de görürsün ki bulundukları yerde hak hukuk ta­nımazlar! Ey insanlar! Haksızlığınız ancak sizin zararınızadır. Dünya hayatı­nın geçici menfaati... Sonra gelişiniz bizedir, geldiğinizde size yaptıklarınızın ne olduğunu bildireceğiz. [20]

 

Tefsiri

 

19. İnsanların inanç bakımından tek ümmet, aynı inancı paylaşan topluluk ol­maları iki şekilde anlaşılmıştır:

a) Allah'ın insanlara verdiği akıl, onu şaşırtan baş­ka faktörler devreye girmediği takdirde insanı Allah'ın varlık ve birliği inancına götürür. Bu bakımdan bütün insanlar potansiyel olarak tevhİd İnancını paylaşabi­lecek kabiliyette yaratılmışlardır, ancak akim doğru işletilmesini engelleyen İç ve dış faktörler devreye girmiş ve insanlar tevhid inancı konusunda farklılaşmışlar­dır.

b) Allah'ın yarattığı ilk insan ve ilk topluluk tevhid inancını paylaşmaktaydı, sonra birçok iç ve dış etki onların bir kısmını bu inançtan saptırdı, ihtilâfa düşür­dü. Dünya imtihan dünyası olduğu, Allah insanların inanç ve amellerinin sonucu­nu âhİrette açıklamayı, ödül ve cezayı da orada vermeyi murat ettiği, ezelde böy­le dilediği için bu ihtilâf devam edecek, müminlerin yanında inkarcılar da olacak­tır, [21]

 

20. Müşrikler Peygamber'İn tevhid çağrısına karşı itirazlarına devam ederek yeni bir Kur'an talebinden sonra bu defa da yeni bir işaret (mucize, âyet) istiyor­lar. Mealde "işaret" diye tercüme edilen âyet kelimesi "Kur'an âyeti, mucize, in­sanı Allah'a inanmaya götüren işaretler, nişanlar" gibi anlamlarda kullanılmakta­dır. Mucizeler hem Allah'ın varlığını hem de Peygamber'İn doğru söylediğini gös­teren işaret ve delillerdir, ancak mucizeyi yaratan, onu dilediği zaman peygambe­rine lütfeden Allah'tır, mucize gayb âlemine dahildir; Allah yaratıp göstermedik­çe peygamber tarafından bile bilinemez ve gösterilemez. [22]

 

21-23, "Allah'a mahsus işaretler, deliller üzerinde hile yapmak" çeşiüi şekil­lerde olmaktadır; âyette zikredildiği gibi "Allah müşrikleri lütuf olarak bir sıkıntı­dan kurtardığı, böylece onlara varlık ve birliğinin işaretini verdiği halde bu lütfün putlardan geldiğini ifade etmek, sıkıştıklarında Allah'a sığınıp bir daha kötülük yapmayacaklarına söz verdikleri halde O'nun lütfuyla selâmete çıkınca yine hak-M/hk ve günahkârlık yoluna sapmak" bunun tipik örnekleridir. [23]

 

Meali

 

24. Dünya hayatı gökten indirdiğimiz bir su misalidir ki insanların ve hayvanların yediği yeryüzü bitkileri o su sayesinde gürleşip birbirine girer. Yeryüzü bu güzelliğe kavuşup süslendiğinde ve sahipleri bu güzellikleri ken­di güçlerine bağladıklarında oraya, bir gece vakti yahut güpegündüz emrimiz ulaşır da onu -sanki dün de yokmuş gibi- kökünden biçilmiş hale getiririz. Düşünenler için âyetlerimizi işte böyle açıklıyoruz. 25. Allah esenlik yurduna çağırıyor ve dilediğini doğru yola iletiyor. 26, Güzel yapanlara güzellik var­dır, daha fazlası da vardır. Onlann yüzlerinde ne toz toprak bulaşığı olur ne de aşağılannuşlık izi, işte bunlar cennetlik kullardır, kendileri orada sonsuza kadar kalıcıdırlar. 27. Bilerek ve isteyerek kötülük yapanlara gelince, kötülü­ğün karşılığı dengi olan cezadır, bunlar aşağılannuşlık içinde yaşarlar, kendi­lerini Allah'ın cezasından kurtaracak biri de yoktur. Yüzleri sanki kapka­ranlık gecenin bir parçasıyla kaplanmıştır, İşte bunlar da cehennemliklerdir, kendileri orada devamlı kalıcıdırlar. 28-29. Bir gün ki, onlann hepsini bir araya getireceğiz sonra bize ortak olarak yakıştırdıklarına "Siz ve ortakları­nız yerlerinizde durup bekleyiniz" diyeceğiz, böylece aralarını böleceğiz ve yakıştırdıkları ortaklar onlara "Siz bize tapmıyordunuz, sizin bize ibadet et­tiğinizin farkında bile olmadığımıza Allah şahittir" diyecekler. 30. İşte o gün her şahıs, dünyada yaptığının karşılığını görecek, gerçek mevlâları olan Al­lah'ın huzuruna götürülecekler ve uydurup yakıştırdıkları putlar da onları yüzüstü bırakıp kaybolacaklardır. [24]

 

Tefsiri

 

24. Metindeki "ihteleta" fiili "karışma" anlamına gelir. Bitkinin su İle karış­ması, -bu bağlamda- bitkinin suyu emmesiyle sonuçlanacağından mealde bu sonuç dikkate alınmıştır. Dünya hayatındaki güzelliklerin gelip geçici olduğu, onkn ve­ren Allah'ın bir gün geri alacağı, dünyada yapıp ettiklerimizin hesabını da öbür dünyada bizden soracağı âyette, anlatımın gücünü arttırmak için edebî bir benzet­meyle ifade etmektedir. [25]

 

25-30. Allah kullarını esenlik yurduna, âyetteki güzel ifade ile "dârüsselânTa çağırmaktadır, dinin amacı insanlara ebedî mutluluğu sağlamaktır. Dünya hayatın­da peygamberleri dinleyenlere, akıl ve iradelerini doğru kullananlara Allah doğru yolu göstermektedir. Bu yolun sonu cennettir, cemaldir, insanlara eşsiz saadet bah­şeden Allah rızâsıdır (ndvandır). Böylesine bir mutluluktan mahrum olanlar, olma­dık hayallerin peşine düşerek, hurafelere kapılarak kendi sonlarım hazırlamış ol­maktadırlar, Hz. Peygamber'in vazifesi onları uyarmaktır, o da vahyi tebliğ ederek, gerekli açıklamaları yaparak vazifesini hakkıyla yerine getirmiştir, kimsenin "Bizi uyaran olmadı, biraz yardım görseydik böyle olmazdık" demeye hakkı yoktur.

28. âyetin meâünde yer alan "Siz bize tapmıyordunuz" cümlesi, Allah'tan başkasına tapanların amaç ve ruh hallerini yansıtması bakımından dikkat çekici­dir, Allah'tan başka bir varlık insanlar içîn din koyamaz, din öğretemez. Bunlara tapanlar aynı zamanda gerçek bir dinin insan için yararlı olan talimat ve sınırlama­larından da uzak kalmakta, dünya hayatını nefislerinin arzu ettiği gibi yaşamakta, kendi arzularını meşrulaştırmak üzere tanrı adına kurallar koymaktadırlar. Putpe­restlerin peygamberleri dinlememelerinin, inkarcılıkta ısrar etmelerinin arkasında yatan sebeplerden biri de hak dînin disiplininden kaçmak, dünya hayatını kendi ar­zularına göre yaşamaktır; yani onlar görünüşte putlara, fakat gerçekte kendi men­faat ve arzularına tapmaktadırlar. [26]

 

Meali

 

31. De ki: Size gökten ve yerden kim rızik veriyor? Ya da işitme ve gör­me yeteneklerini hükmü altında kim tutuyor? Ölüden diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çıkaran kim? Her türlü işi kim yürütüyor? "Allah..." diye cevap ve­recekler. "Öyleyse (O'na ortak koşmaktan) sakınmıyor musunuz?" de. 32. İşte O Allah sizin gerçek rabbinizdir. Gerçeğin dışında sapkınlıktan başka ne ola­bilir ki? Nasıl yoldan çıkarılabiliyorsunuz? 33. Böylece günahkârlık batağına saplananlarla ilgili olarak rabbinin verdiği, "Onlar artık iman etmeyecek­ler!" şeklindeki hüküm gerçekleşti. 34. "O sizin tanrılaştırdığınız varlıklar arasında bir şeyi ilk defa yaratan, sonra yaratmayı tekrar eden biri var mı?" diye sor. De ki: "İlkten yaratan da yaratmayı tekrar eden de Allah'tır. Şu hal­de nasıl gerçeğin dışına saptırılıyorsunuz!" 35. Tanrı diye taptıklarınız içinde hakka götüren biri var mı!" diye sor. De ki: "Hakka götüren yalnız Al­lah'tır." Öyleyse hakka götüren mi izlenmeye daha lâyıktır, yoksa rehberlik edilmedikçe bir başına yolunu bulmaktan bile âciz olan mı? Size ne oluyor, nasıl yargıda bulunuyorsunuz böyle? 36. Onların çoğu sadece zanna uyuyor. Oysa zan hiçbir şekilde hakkın yerini tutamaz, Allah yaptıklarınızı çok iyi bilmektedir! [27]

 

Tefsiri

 

31-32. Cenâb-ı Hakk'ın insanlara pek çok lütfü bulunmakla birlikte, bunlar içinde onların hayatiyetini devam ettirmesini sağlayan nimetlerin yani -31. âyette­ki deyimiyle- nzıkların özel bir önemi olduğu muhakkaktır. Çünkü diğer bütün imkânlar hayatın devam etmesiyle bir anlam taşır. Hayatı devam ettiren nzıkların hem semavî hem de yere (arz) ait şartlarla ilişkisi vardır. Semavî şartların ilk ak­la geleni yağmur, güneş ışığı ve ısısıdır; bunlar olmadan hiçbir canlı varlığını sür­düremez. Yere ait olanlar ise kısaca canlı ve cansız tabiat varlıklarıyla orada yaşa­maya, beslenmeye ve barınmaya imkân veren nimetler, ortam ve şartlardır. Bütün bunları veren ve elverişli kılan da lütuf ve merhamet sahibi Allah'tır. Ama ega Allah insan oğluna gerek semavî gerekse yere ait imkânlardan yararlanmak için lüzumlu olan donanımı sağlamasaydı bu nimetlerin hiçbir anlamı olmazdı. Âyetin

devamında bu donanıma işaret edilmiştir. Allah'ın "işitme ve görme yeteneklerini hükmü altında tutmasi"ndan maksat, insanın bütün duyulan gibi bunların en önemlileri olan İşitme ve görme duyularının, Allah'ın yasaları altında, O'nun gök­ten ve yerden verdiği nzıklardan istifade edecek şekilde işlemesidir. Hz. Ali'nin, "Bir sıvı"yla (göz bebeği) görmemizi, bir kemikle (kulak kemiği) ile işitmemizi, bîr et parçası (dil) ile konuşmamızı sağlayan kudret ne yücedir!" dediği rivayet edilir. [28] Cansız nesnelerden canlıları yaratan, canlıları cansız hali­ne getiren de O'dur. Kısaca semaya, arza, insana ve hayata hâkim olan O'dur; "her türlü iş"i idare eden, yani bütün olup bitenleri yapıp yöneten O'dur. Aslında put­perest Araplar da bütün bunları yaratan ve idare edenin kim olduğu sorulduğunda "Allah" dîye cevap veriyorlar, onlar bile bir ulu kudretin varlığını tanıyorlardı. Fa­kat bazı sıradan varlıkların tanrısal özellikler taşıdığına inandıkları için inançları­nı şirkle bozmuş ve kirletmişler, dinî hayatta putları öne çıkararak kalplerinde, ah­lâk ve yaşayışlarında sadece Allah'a ait olması gereken yere putları koymuşlardı. İşte bu sebeple âyette Peygamber'in diliyle "Öyleyse (O'na ortak koşmaktan) sa­kınmıyor musunuz!" buyurularak müşrikler bu hususta uyarılmışlar; gerçek rab olarak yalnız O'nu tanımaları istendikten sonra, bunun dışındaki her türlü inancın sapkınlıktan ibaret olduğu bildirilmiş ve bu suretle yalnız müşrik Araplar'in inanç­ları değil, âyette özetlenen tevhid akidesine aykırı her türlü inanç şekillerinin sap­kınlık olduğuna işaret edilmiştir, [29]

 

33. "Hüküm" diye çevirdiğimiz âyet metnindeki "kelime", genellikle "Al­lah'ın günahkârlar hakkındaki ezelî bilgisine dayanan takdiri, hükmü" şeklinde açıklanmıştır. [30]  Buna göre Allah ezelde, "günahkârlık batağına saplananlar iman etmeyecek" diye hükmetmiş, aynı vasfı taşıyan müşrik Araplar hakkında da bu hüküm gerçekleşmiştir. Bazı çağdaş müfessirler -muhtemelen bu .ınlayışrn koyu bir kaderciliğe yol açtığından kaygılandıkları için- âyeti, "Böylece t'iinahkârlık batağına saplananlarla ilgili olarak rabbinin hükmü şöyle tahakkuk et-ü: "Onlar artık iman etmeyecekler!" şeklinde anlamayı tercih etmişlerdir. Taberî, XI, 114[31] Ancak tercih ettiğimiz mealden de mutlaka insan ıtiidesini dışlayan bir kaderci anlam çıkarmak gerekmez. Allah'ın mutlak yasası isiinnetuüah) şudur: Doğru yoldan sapıp isyan ve günahkârlıkta ısrar edenler, bu ılımımlarını devam ettirdikleri sürece imandan mahrum kalacaklardır. Bu mutlak hüküm, isyan ve günahkârlıklarını sürdüren Arap müşrikleri hakkında da gerçek-leşmişlir, Buna karşılık akıllarını başlarına topladıkları, yanlış yolda bulundukla-ı ıtn gördükleri için imanla şereflenenler de olmuştur. [32]

 

34. Müşriklerin rtldilkten sonra yeniden dirilmeyi inkâr etmelerine karşı bir cevap teşkil eden âyette yaratılışın başlangıcından itibaren, herkesin görüp gözle­diği tabiattaki sürekli canlanmaya, yenilenmeye dikkat çekilerek bunları gerçek­leştiren yaratıcının insanları yeniden diriltmeye ve dolayısıyla âlıiret hayatını ger­çekleştirmeye de muktedir olduğu kanıtlanmak istenmiştir. Evrendeki her şey gi­bi hayat da ilk defasında yoktan var edilmiştir; sürekli olarak da yenilenmektedir. İnsanların, tanrısal güçler yükleyip Allah'a eş tuttukları varlıklarda bu muhteşem olayı düzenleyecek, gerçekleştirecek ilim, irade, güç var mıdır, böyle bir şey ola­bilir mi? Ayet, bu sorunun tek cevabı olduğunu bildiriyor: "İlkten yaratan da ya­ratmayı tekrar eden de Allah'tır." Şu halde insanların sahte tanrılara yönelmesi an­lamsızdır. Başka yönlerden olduğu gibi yaratıcı güç olarak da Allah birdir ve or-taksızdır. İslâmî literatürde buna rubûbiyyet tevhidi denilmektedir. [33]

 

35.  "Gerçek, sabit, doğru, varlığı kesin olan şey" gibi anlamlara gelen hak kelimesi genellikle bâttlm zıddı olarak gösterilir. Râgıb el-İsfahâiıî, âyetlerden ör­nekler vererek hakkın Kur'an'da başlıca dört mânaya geldiğini belirtir: 1. Bir şe­yi hikmete uygun olarak İcat eden; buna göre hak, Allah'ın ismi veya sıfatıdır. 2. Hikmete uygun iş; Allah'ın bütün fiilleri buna göre haktır. 3. Bir şeye aslına uy­gun ve doğru olarak İnanma; bu şekilde kazanılmış inanç, bilgi. 4. Gerektiği şekil­de, gerektiği ölçüde ve uygun zamanda yapılan iş[34] Bu ta­riflerden de anlaşılacağı gibi hak kelimesi hem doğru bilgi ve İnancı hem de düz­gün ve erdemli yaşayışı ifade eden bir terimdir.

Bİr önceki âyette Allah'tan başka yaratıcı tanımamak gerektiği ifade buyu-rulduktan sonra burada da İnsanların fikirde, inanç ve yaşayışta hakka yani doğru ve iyi olana ulaşma hususunda Allah'ı dışlayarak O'ndan başkasının rehberliğine bel bağlamasının kesinlikle yanlış olduğu belirtilmektedir. Çünkü "Hakka götüren yalnız Allah'tır." O'nu inkâr ederek yahut O'na ilgisiz kalarak nihaî hakikate, en iyi yaşayışa ulaşılamaz. Bu nedenle Allah Teâlâ, Fatiha sûresinde bize, "Ancak sa­na kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola ilet" diyerek kendisine dua etmemizi öğütlemiştir. Son noktada hidayet de bu anlama gelir. Şu halde insanın hayatını hatta insan olarak varlığını anlamlı kılan bu temel amaca ulaşma hususunda kendisine hiçbir şey kazandırmayan sıradan varlıkları izlemesi yani onları tanrı yerine koyup kul olması ona yaraşır mı? Sonuç olarak Allah, ya­ratıcı güç olarak bir olduğu gibi kendisine kulluk edilmeye lâyık olması bakımın­dan da ortaksızdır, birdir. Bu inanca da ulûhiyet tevhidi denilmektedir. [35]

 

36. Zan kelimesini, "kesin delile dayanmayan görüş; aksi de muhtemel olan kanaat" gibi değişik şekillerde tarif edenler olmuştur. [36] Taberi, âyetteki hak kelimesini "kesin bilgi" (yjıkîıı),zannı da "kuşku" (şek) olarak açıklamıştır (XI, 114). Buna göre müşriklerden ço­ğunun dinî konulardaki inançları, kesinlikten uzak, ihtimalli ve kuşkulu kanaatler­den ibaretti. Halbuki imanda foışku ve İhtimale yer olamaz. Âyetten anlaşıldığına göre bazı müşrikler aslında Allah'ın birliği, Hz. Muhammed'in peygamberliği, âhiret hayatı gibi temel itikadı konularda Peygamber'in bildirdiklerinin doğrulu­ğunu; putlarının işe yaramaz nesneler olduğunu biliyorlardı; ne var ki, mevki ve itibarlarının sarsılacağı, menfaatlerinin zedeleneceği gibi kaygılarla bunları muha­faza ediyor, İslâm'a ve Resûlullah'a karşı düşmanlık besliyorlardı.

Âyetteki "Zan hiçbir şekilde hakkın yerini tutamaz" sözü, genel ve evrensel bîr ilmî kuralı ifade etmektedir. Bu ifadeyle dolaylı olarak Kur'an yolundan giden­lerden inanç, düşünce, bilgi ve hayatlarını her türlü safsatadan, hurafeden vb. te­melsiz anlayışlardan arındırarak gerçekler üzerine kurmaları istenmektedir. [37]

 

Meali

 

37. Bu Kur'an Allah'tandır, başkası tarafından uydurulmuş değildir; o, kendisinden önceki kitapları doğrulamakta ve konulmuş olan hükümleri açıklamaktadır; bunda kuşku yoktur, O âlemlerin rabbindendir. 38. Yoksa "Onu Muhammed uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Eğer iddianızda doğru ise­niz » zaman onun benzeri bir sûre de siz getirin bakalım; Allah'tan başka ça-jtırubildiğinizi de yardımınıza çağırın!" 39. İşin gerçeği şu ki onlar, kuşatıcı »hırtık bilemedikleri ve sonucu henüz önlerine gelmemiş olan şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de işte böyle yalanlamışlardı; ama bak zalimlerin so­nu nice oldu! 40. Onların arasında bu Kur'an'a inanan da var inanmayan da. Rabbin bozguncuları çok iyi bilmektedir. 41. Seni yalanlamaya kalkışırlarsa şöyle de: "Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız size aittir; siz benim yaptı­ğımdan sorumlu değilsiniz, ben de sizin yaptığınızdan sorumlu değilim." 42. İçlerinde seni dinleyenler de var; ama sağırlara -üstelik akıllarını da işletmi­yorlarsa- gerçeği sen mi duyuracaksın? 43. Onların arasmda sana bakanlar da var; ama eğer basiretleri yoksa körlere doğru yolu sen mi göstereceksin? 44. Gerçek şu ki Allah insanlara zerrece kötülük etmez, fakat insanlar kendi­lerine kötülük ediyorlar. [38]

 

Tefsiri

 

37. İlk âyetlerinden de anlaşılacağı üzere sûrenin asıl maksadı, inkarcıların Kur'an'a itirazlarını cevaplamak, onun vahiy eseri olduğunu ortaya koymaktır. Bu­nun için -diğer bazı konular yanında- özellikle yüce Allah'ın nelere muktedir oldu­ğunu anlatan açıklamalar yapıldıktan, hatta bu hususu bizzat putperestlerin de ka­bul ettikleri hatırlatıldıktan sonra, aynı yüce kudretin, olağan üstü bir yolla Pey-ganıber'ine Kur'an'ı göndermesinin de imkânsız olmadığını anlatmak üzere tekrar vahiy konusuna dönülmüş; konumuz olan âyette, vahiy fikrine bir türlü akıllan yat­mayan veya statülerini ve menfaatlerini korumak için öyle davranan müşriklerin, Kur'an't Hz. Muhammed'in uydurduğu şeklindeki İddialarına cevap verilmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'in "kendisinden önceki ilâhî kitapları doğrulamasından maksat, İnsanlığın gelişmelerine paralel olarak yeni hükümler İçermesi yanında, zamanla kısmen tahrife uğradığı için kuşkulu hale gelmiş olan Tevrat, İncil gibi kutsal kitapların kusurlarını gidererek onların doğru olan asıllarını onaylaması ve yeni ifade kalıplan İçinde tekrar insanlığa sunmasıdır. Bazı müfessirler, "konulmuş olan hükümler" diye çevirdiğimiz âyet metnindeki "kitap" kelimesini de eski ki­taplar olarak anlamışlardır; ancak Taberî [39] ve Zemahşerî[40]  gibi mü­fessirler -muhtemelen bu anlayışın, âyette lüzumsuz bir tekrar bulunduğu ihtimali­ne yol açacağını düşündükleri için- buradaki "kitap" kelimesini "Allah'ın Muham-med ümmetine yazdığı, onlara farz kıldığı hükümler" şeklinde açıklamışlardır. [41]

 

38. Kur'ân-ı Kerîm'in Hz. Peygamber'in sözü olduğunu iddia edenlere karşı yer yer onun hiç olmazsa bir bölümünün benzerini kendilerinin de ortaya koymala­rı yönünde meydan okuyan çeşitli âyetler vardır. [42]

 

39.Mdşıikinin, Kur'ân-ı Kerîm'i yalanlamaları yani onun Allah kelâmı olmadiğini iddia etmeleri, Kur'an hakkında yeterli bilgiye sahip olmalarından kay­naklanmıyordu; tam tersine onlar her yönüyle inceleyip üzerinde gerektiği kadar düşünmeden, mahiyeti hakkında kuşatıcı bilgiye ulaşmadan, Kur'an'in ilerisi için bildirdiği şeyler henüz vuku bulmadan onu yalanlamaya kalkışıyorlardı ki bu bir cahillik örneğidir. Bu şekildeki bir yalanlamanın aslı ise küstahlık ve düşmanlık duygusudur. [43]  Zemahşerî (II, 191) bu âyeti şöyle açıklamakta­dır: "Onlar, Kur'an'ı anlamadan, mahiyeti hakkında yeterince bilgi sahibi olma­dan, üzerinde düşünmeden, nihaî yorumunu ve anlamlarını yeteri kadar kavrama­dan onun asılsızlığını ileri sürmeye kalkışıyorlardı; bunun sebebi de kendi dinleri­ne uymayan şeylerden nefret etmeleri, atalarının dinini terketmekten korkmaları­dır. Onların durumu taklitçi olarak yetişmiş haşvîlerin durumuna benzer. Nitekim bunlar da içinde yetiştikleri, alışageldikleri telakkiye uymayan küçük bir söz dahi duysalar, -isterse bu söz, güneş ışığından daha açık bîr gerçeği, şaşmaz hakikati ifade etsin- onun doğruluğu veya yanlışlığı üzerine düşünüp taşınmadan, daha duyar duymaz reddederler, çünkü taklitçinin aklı, sadece kendi yolunun doğru olduğu, diğer bütün inançların asılsız olduğu kanaatinden başka bir şeyi düşüne­mez."

Zemahşerî'nin açıklamalarından da anlaşılacağı üzere bu âyet bize, müşrik­lerin Kur'an karşısındaki ön yargılı tutumlarım bildirmesi yanında, daha genel ola­rak şunu öğretmektedir: Bir görüşü, düşünceyi, iddiayı kabul veya reddederken onun mahiyeti, anlamı, amacı hakkında yeterli ve kuşatıcı bir bilgi birikimine sa­hip olmak; onu bütün derinlİğiyle iyi kavrayıp yorumlamak; onun bizi nereye gö­türeceğini, zihnî ve amelî yönden, dünya ve âhiret hayatımız açısından bize ne sağlayacağını iyice ölçüp tartmak gerekir. Arap putperestlerinin Kur'an ve İslâmi­yet karşısındaki cehaletten, taassuptan ve ön yargıdan kaynaklanan olumsuz tu­lumları, tarihin sonraki dönemlerinde, daha çok din adamlarının ve siyasetçilerin kışkırtmalarıyla hıristiyan dünya tarafından da yüzyıllarca sürdürülmüştür. Batı 'da objektif ve bilimsel düşünme alışkanlığının gelişmesine paralel olarak Kur'an kar­şısındaki bu önyargılı tutumun da zayıfladığı gözlenmektedir. Âyet, eski çağlarda ıia ilâhî dinler karşısında böyle bilgi ve insaf temeline dayanmayan olumsuz dav­ranışların sergilendiğini belirttikten sonra "...ama bak zalimlerin sonu nice oldu!" ifadesiyle son noktada doğrunun yanlışa, adaletin haksızlığa galip geleceğine işa-tvt etmektedir. [44]

 

40. İnkâr ve kötülüğe saplanmış başka birçok toplulukta olduğu gibi putpe-n'st Araplar arasında da -bir önceki âyette belirtildiği üzere- yeterince bilgi edin-ııinlen Kur'an'a inanmayanların veya onun doğruluğundan şüphe edenlerin yanında, Kur'an'ın gerçekleri ifade ettiğini vicdanen kabul ettikleri halde sosyal statü­lerinin, menfaatlerinin sarsılacağı gibi psikolojik nedenlerle onu reddedenler de vardı. Miifessirlerin çoğu âyeti bu şekilde anlarken Taberî [45] gibi bazı mü-fessirler şöyle açıklamışlardır: "O müşrikler arasında bu Kur'an'a ileride inanacak olanlar bulunduğu gibi ebediyen inanmayacak olanlar da var." Râzî, âyetten her iki anlamın çıkarılabileceğini belirterek bir tercih yapmadan bu iki anlayışı aktar­mıştır. [46]  Bununla birlikte mealde tercih ettiğimiz anlam, insanların ter­cihlerini yaparken sadece zihinsel olarak ulaştıktan doğru-yanlış yargılarına göre davranmadıklarım, çeşitli duygusal zaaflarının da tesirinde kaldıklarını, hatta put­perest Araplar gibi gelişmemiş toplumlarda çoğunlukla duygusal zaafların aklî yargıları bastırdığını ifade etmesi bakımından daha anlamlı ve Kur'an'ın maksada na daha uygun görünmektedir. [47]

 

41. Peygamberin dinle ilgili sorumluluğunun, Allah'ın hükümlerini insanla­ra duyurup bu hususta onları yeteri kadar aydınlatmaktan ibaret olduğunu bildiren âyet, sorumluluğun ferdîliği ilkesini ifade etmesi bakımından da özel bir önem ta­şımaktadır. Bu âyetin, cihadı emreden âyetlerle neshedildİğini söyleyenler olmuş­sa daRâzî'ye göre[48]  bu görüş isabetli değildir. Çünkü nesihten söz edi­lebilmesi için nesheden nassın, nesh edilendeki hükmü kaldırması gerekir. Halbu­ki bu âyet için böyle bir durum söz konusu değildir; zira burada herkesin eylemi­nin kendisini bağladığı ve ister mükâfat ister ceza şeklinde olsun, sonucunun da kendisine ait olacağı bildirilmektedir. Bu ilkenin mevcudiyeti savaşa karşı olmayı gerektirmez; savaş âyeti de bu ilkeyi ilga etmiş değildir. [49]

 

42-43. Putperest Araplar'ın bir kısmı Hz. Peygamber'in tebliğini bizzat din­liyor; tutum ve davranışlarını, neler yaptığını, nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu gözleriyle görüyorlardı. Buna rağmen onun tebliğ ettiği vahyi Allah kelâmı olarak kabul etmeyip kendisini yalancılıkla suçlamaları kalplerinin hidayete kapalı oldu­ğuna işaret eder; Onlar, Peygamberi dinledikleri halde hakikati kavrama niyeti ta­şıyıp bu yönde gayret göstermemişler, bu maksatla akıllarını kullanmamışlardır; keza basiretli davranarak gördüklerinden ders alıp hidayete yönelmemişlerdir. Şu halde insan için asıl büyük kayıp görme ve işitme duyul arından mahrum kalmak değil, akıl ve basiretini kullanmamaktır; nitekim gözleri görmediği veya kulakları işitmediği halde akıllan ve basiretleri sayesinde inanç, düşünce ve davranış olarak doğru yolu bulmuş nîce insan vardır. [50]  Bazı insanların bizzat kendilerinde iyi niyet, irade ve gayret olmayınca yalnızca Peygamber'in çabası da onların hidayete kavuşmaları için yeterli olmamıştır. Şu halde bu iki âyetten çıkan sonuca göre insanların doğru bilgi ve inanca, güzel ve erdemli yaşayışa ulaşabilmeleri için hem iyi eğitimci, rehberlerden yararlanmaları; hem de kendilerinin İyi niyetle, akıl ve basiretlerini de devreye sokarak gerçeği, iyi olanı kabul edip uygu­lama iradesine sahip olmaları gerekmektedir. Böylece bu iki âyette doğru kaynak­tan edinilen doğru bilgi ve iyi niyet, hakikate ulaşmanın vazgeçilmez şartları ola­rak ortaya konmaktadır. [51]

 

44. Hidayet de dalâlet de hayır da şer de ceza da mükâfat da Allah'tandır. Fa­kat âyet bunun, asla Allah'ın insanları haksız yere sapkınlığa sevkettiği veya zarar verdiği, cezalandırdığı anlamına gelmediğini açık bir ifadeyle ortaya koymaktadır. Yukarıdaki iki âyette de işaret edildiği üzere yüce Allah İnsanlara hem peygamberler göndererek hem de onları akıl ve basiret gibi yüksek melekelerle donatarak doğru yolu bulmaları için gerekli olan imkânları bahsetmiştir. Buna rağmen yan­lış yolda ısrar edenler, artık kendilerine -başkası değil- yine kendileri kötülük et­miş olurlar. Her ne kadar bazı âlimler, ısrarla Mu'tezile mezhebinin bu âyete da­yanarak savunduğu kadercilik karşıtı görüşünü çürütmeye çabalamışlarsa da onla­rın getirdiği cebirci yorum âyetin lafzına da maksadına da aykın düşmektedir. [52]  Buna karşılık Taberî (XI, 120), Şevkânî (II, 509) gibi bazı Ehl-i sünnet mensubu müfessirler, âyeti Mu'tezi­le'nin görüşüyle uyuşacak şekilde açıklamakta sakınca görmemişlerdir. [53]

 

Meali

 

45. Sanki (dünyada) sadece günün bir saatinde, aralarında tanışacak ka­dar kısa bir süre kaldıklarını düşünür bir durumda Allah onları mahşerde topladığı vakit, Allah'ın huzuruna çıkarılacakları uyarısını asılsız sayanlar ve doğru yolda yaşamamış olanlar hüsrana uğramış olacaklar. 46. Onlara bil­dirdiğimiz cezanın bir kısmını ya sana gösteririz veya (görmeden) seni vefat ettiririz; ama sonuçta dönüşleri bizedir; sonra Allah onların neler yaptığına d» şahittir. 47. Her ümmetin bir peygamberi olmuştur. Onlara peygamberle­ri geldiğine göre aralarında olup bitenler hakkında adaletle hüküm verilir, huksı/lıgıı uğratılmazlar. [54]

 

Tefsiri

 

45. Allah'ın huzurunda hesap vermek üzere mahşerde toplanan insanlar, kı­yametin dehşetini ve âhiret hayatının sonsuzluğunu anladıklarında dünyadaki ha­yatlarının veya -daha zayıf bîr görüşe göre- kabirde kaldıkları sürenin  [55]"sadece günün bir saati kadar" kısa sürmüş bir hayat olduğunu[56]  hâlâ birbirlerini tanıdıklarına göre uzun bir süre ayn kalmadıkları­nı, dolayısıyla kabirde bulunduktan sürenin de çok fazla olmadığını düşünecekler­dir. Fakat daha sonra İnsanların dünyada yakınlığı bulunanlarla bağı kopacak, her­kes başının derdine düşecek, dünyadaki iman ve ameline göre ya mutlu ve sevinç­li olacak ya da kederlere boğulacaktır. [57] Allah'ın huzuruna çı­kartılacaklarına, dünyada iken yapıp ettiklerinin hesabını vereceklerine inanmayan ve bunun sonucunda doğru yolda yaşama sorumluluğunu duymayanlar o gün en büyük hüsranla karşılaşacaklardır. Allah onları mahşerde topladığı vakit, kendile­rine öyle gelir ki sadece gündüzün görüşüp tanışacakları bir saati kadar (dünyada) kalmışlar. [58]

 

46.  Putperest Araplar'ın İslâm'ın gücü karşısında toptan yenilgiye uğraya­caklarını müjdeleyen âyette, Hz. Peygamber'e daha hayatta iken gösterileceği be­lirtilen inkarcılara yönelik ceza, onların müslümanlar karşısındaki yenilgileridir. Nitekim bu sûrenin gelmesinden sonra Hz. Peygamber, putperestlere karşı Mek­ke'nin fethedilmesine kadar varan büyük zaferler elde etmiştir. Âyet, putperestle­rin yenilgilerinin Resûlullah vefat ettikten sonra da süreceğine işaret etmektedir. [59]

 

47. İnkarcılar, bu dünyevî cezaları tatmakla kalmayacak, İnkâr ve isyanları­nın hesabım vermek üzere âhirette Allah'ın huzuruna çıkarılıp 45. âyette belirtilen akıbetle de yüz yüze gelecekler; sonunda ilmiyle her şeyi kuşatan ve bütün olup bitenlerin şahidi olan yüce Allah, herkese hak ettiğinin karşılığını âhirette verecek­tir. Ancak bu cezalandırmalar keyfî değildir, Allah Teâlâ âdildir; bu sıfatının bir sonucu olarak doğru inanç ve erdemli yaşayış konusunda İnsanları irşad eden el­çiler göndermiştir. Aslında "her ümmetin bir peygamberi olmuş"; yüce Allah, pey­gamber ile hayattayken onu reddedenler arasında adalede hükmetmiş, yani pey­gamberini himaye ederken ona karşı haksızca mücadele verenleri dünyada ceza­landırmıştır, âhirette de cezalandıracaktır. [60] Fakat bazı peygamberlerden bir süre sonra onun dini unutulmuş veya değiştirilmiş, bu suret­le "fetret dönemi" denilen cehalet dönemleri yaşanmıştır. Böyle dönemlerde yaşa­yanlarla bulundukları yer ve durum itibariyle peygamberlerin tebliğlerini alama­mış olan insan topluluklarına fetret ehli denir. [61]

 

Meali

 

48. "Şayet doğrujsanız ne zaman gerçekleşecek şu tehdit?!" diyorlar, 49. De ki: "Allah dilemedikçe ben kendime bile herhangi bir zarar ve fayda Yer­meye muktedir değilim. Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde ne bir an geri kalır ne de bir an ileri gidebilir." 50. Şunu da söyle: "Ne dersiniz, ya O'nun azabı bir gece veya gündüz vakti üstünüze inerse!" Günah içinde boğulmuş olanların böyle acilen olmasını istedikleri bunların hangisidir? 51. Olacaklar olduktan sonra mı buna iman edeceksiniz? O anda, öyle mi? Hani azabın çarçabuk gelmesini istemiştiniz! 52. Sonra o kötülük edenlere şöyle denilir: "Tadın bitmeyen azabı! Vaktiyle yaptıklarınızdan başka şeyler sebe­biyle mi cezalandırılıyorsunuz?" 53. "Sahi bu doğru mu?" diye sana soruyor-lıır. De ki: "Elbette! Rabbime yemin ederim ki bu söylenenler kuşku götür­mez bir gerçektir. Siz de bunları önleyemeyeceksiniz!" 54. Haksızlık yapan İler insan, dünyadaki her şey kendisinin olsa kurtulmak için onu feda eder. Onlar azabı gördükleri vakit pişmanlıklarını içlerinde saklayacaklar. Onlar hakkında adaletle hüküm verilecek, kendilerine haksızlık edilmeyecektir. 55. lülesiniz ki göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır. Dikkat edin, Allah'ın olıınıgını bildirdiği şey gerçektir; ama onların çoğu bilmezler. 56. Hayatı ve-ı rıı dr ulun d» O'dur; sonunda O'na döndürüleceksiniz. [62]

 

Tefsiri

 

48-49. Hz. Peygamber, âhiretle ilgili âyetleri putperestlere okuyarak onları uhrevî sorumluluk ve diğer âhiret halleriyle, cehennem azabıyla uyardıkça, "Ne zamanmış bu söylediklerin, şunu bir gerçekleştirsen de görsek!" gibi alaylı sözler­le inanmadıklarını ima ederler, gerçekten doğruysa onu gerçekleştirmesini ister, ancak o zaman inanacaklarını söylerlerdi. 49. âyette bu isteğe karşı Resûlullah'ın nasıl bir cevap vermesi gerektiği bildiriliyor. Herkese yaptığının karşılığını vere­cek olan Allah'tır; peygamberler de dahil olmak üzere hiç kimseye bu yetki veril­memiştir. Allah'ın insanlara imtihan için tanıdığı mühlet tamamlanınca herkes yaptığının karşılığını bulacaktır. Bu mühleti ertelemek veya çabuklaştırmak, pey­gamberler de dahil olmak üzere, hiç kimse için mümkün değildir. [63]

 

50-54. "Şayet doğruysanız ne zaman gerçekleşecek şu tehdit?" diyerek inkar­cılıktan kaynaklanan bir sorumsuzluk örneği sergileyen müşriklere, ne kadar önemli bir konuyu ne kadar seviyesizce hafife aldıkları anlatılmaktadır. Burada özellikle şu husus dikkat çekicidir: Âhirete inanmayanlar güya onu aklî yönden imkânsız görüyorlar. Halbuki konuyu iman noktasında değil de sırf akıl açısından düşündüğümüzde bile, inkarcıların kanaatinin aksine, teorik olarak âhiretin olma ihtimali en az olmama ihtimali kadar güçlüdür. Şu halde, ya olma ihtimali gerçek­leşir de bu suretle Allah'ın azabı "bir gece veya gündüz vakti" ona inanmayanla­rın üstüne ansızın inerse -ki öyle olacağında kuşku yoktur- artık ondan kurtulma­nın imkânı var mı? 51. âyette, etkili ve uyarıcı bir üslûpla âhireti inkâr edenlerin, azapla yüz yüze geldiklerinde iman etmelerinin anlamsızlığına ve hissedecekleri pişmanlığa işaret edilmekte; 52. âyette, onlar İçin söz konusu azabın sürekliliği ve bunun kendi olumsuz tutum ve davranışlarının bir sonucu olduğu bildirmekte; 53. âyette bütün bu gerçeklere rağmen hâlâ âhiret hakkında inkarcı veya kuşkucu dav­rananlara, dürüstlüğünden herkesin emin olduğu Peygamber'in yemin ederek ver­diği cevapla, bunun kesin olduğu, zamanı geldiğinde kıyametin ve diğer âhiret hal­lerinin gerçekleşmesini artık hiç kimsenin engelleyemeyeceği haber verilmekte; 54. âyette ise inkarcıların âhirette yaşayacakları korku, telâş ve bunalım özetlen­mektedir.

Diğer birçok âyette, İnkarcıların öldükten sonra yeniden diriüp âhiret halleri­ni açık seçik gördüklerinde inkâr ve isyanlarından dolayı pişmanlık duyacakları, bu pişmanlıklarını acı ve üzüntü yüklü ifadelerle dile getirecekleri bildirilmektedir. [64] Bu sebeple "...piş­manlık hinin içlerinde saklayacaklar" diye çevirdiğimiz 54. âyetteki "eserrü'n-ne-ıliiıııcir" kısmıyla ilgili ohırak farklı yorumlar yapılmıştır. [65]

Bize göre bunların en makul olanı, dünyadayken âhireti inkâr edenlerin öbür dün­yada kaçınılmaz âkıbetleriyle yüz yüze geldiklerinde hayret, dehşet ve korku duy­gularıyla sarsılacakları, bu yüzden âdeta dillerinin tutulacağı, pişmanlıklarını ifa­de etmeye bile mecal bulamayacakları şeklindeki yorumdur. [66] Kı­sacası, inkarcılar, âhİrette yargılanmaları sırasında çeşitli hallerle karşılaştıkça dünyada yapıp ettikleri yüzünden pişmanlık ve üzüntülerini dile getirecekler; bu­rada ifade edildiği üzere, içine atılacakları cehennem azabını karşılarında görmek gibi bazı durumlarda da korku ve dehşetten dilleri tutulacak, pişmanlıklarını dile getirmeye bile takat bulamayacaklardır. [67]

 

55-56. "Gökler ve yer" İfadesiyle topyekün evren kastedilmektedir. Evren ve hayat bütün var olanları kuşatan kavramlardır. Evren ve hayatın kaderine toplu bir bakışı dile getiren bu iki âyet, dolaylı olarak bu kaderi elinde tutan yüce kudretin âhiret hayatını gerçekleştirmesini imkânsız görmenin saçmalığına işaret etmekte­dir. "Allah'ın olacağını bildirdiği şey gerçektir"; O, "Âhiret gerçekleşecek ve her insan bu dünyada yapıp ettiklerinin hesabını orada verecek" dediğine göre bu mu­hakkak ki olacaktır; aksini düşünmek -hâşâ- Allah'ın âciz olduğunu veya sözünde durmayacağını kabul etmek anlamına gelir; bu anlayış ise olsa olsa bir cehalet ürü­nü olabilir. Bu sebeple 55. âyetin sonunda âhireti inkâr edenler kastedilerek "On­ların çoğu bilmezler" yani "delillerden habersizdirler, varlık ve olayların dış görü­nüşleriyle yetinip aldanırlar; sonuçta da gerçeğin engin bilgilerinden mahrum ka­lırlar"[68] buyurulmuş; 56. âyetin sonunda da Allah'a dönüşün ka­çınılmaz olduğu bir defa daha teyit edilmiştir. [69]

 

Meali

 

57. Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt, kalplerdeki hastalıklara bir şifa, inananlara bir rehber ve rahmet gelmiştir. 58. Söyle onlara, Allah'ın lüt­fü ve rahmetiyle, evet bununla sevinsinler; çünkü bu, onların toplayıp birik­tirdiklerinden daha değerlidir. 59. De ki: "Allah'ın size rızık olarak indirdiği şeylerden bir kısmını helâl bir kısmını haram saymanıza ne demeli?" De ki: "Buna Allah mı izin verdi yoksa Allah adına hüküm mü uyduruyorsunuz?" 60. Peki, kendi uydurmalarını Allah'a yakıştıranlar, kıyamet gününde ola­caklar için ne düşünüyorlar? Muhakkak ki Allah insanlara karşı lütufkârdır; ama onların çoğu şükretmezler. 61. Ne zaman sen bir faaliyet göstersen, Kur'an'dan bir bolüm okusan ve siz ne zaman bir iş yapsanız, o işe koyuldu­ğunuzda muhakkak ki biz üzerinizde gözetleyici oluruz. Ne yerde ne de gök­te, zerre miktarı bir şey bile rabbtnin bilgisi dışında kalmaz; bundan daha küçük veya büyük ne varsa istisnasız apaçık bir kitapta yazılıdır. [70]

 

Tefsiri

 

57, Özellikle âhiretle ilgili açıklama ve uyarıların yer aldığı 45-56. âyetlerin ardından Kur'an-ı Kerîm'in öğüt, şifa, rehber (hüdâj, rahmet olarak gösterilmesiy­le, bîr bakıma, bu açıklama ve uyanların niçin yapıldığının cevabı da ortaya kon­muş bulunmaktadır. Çünkü âhireti inkâr etmek ve bunun neticesinde âhİret sorum­luluğunu hissetmeden yaşamak iman ve amelde sapma demektir. Kur'an, öncelik­le bu tehlikeli duruma karşı insanlara öğüt vermekte, onları aydınlatmakta; ikinci olarak her bir İnsanın gönül dünyalarına hitap ederek oradaki manevî ve ahlâkî bo­zuklukları tedaviye yönelmekte, insanın iç dünyasını arındırmasını, doğru inanç ve güzel hasletler kazanmasını sağlayıcı hükümler getirmekte; üçüncü olarak Kur'an'm uyarı ve öğütlerini ciddiye alıp onun şifa verici hükümlerini benimseyen müminin doğru ve yanlışları görmesine, ebedî kurtuluşa yönelmesine ve hak yol­da yürümesine rehberlik etmekte; nihayet bu kemal derecelerini aşan müminlerin Allah'ın sevgi ve merhametini kazanmalarını sağlamaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'in özellikle müminler için bir rehber ve rahmet olarak gösterilmesi, insanların Kur'an karşısındaki tavrıyla ilgilidir. Çünkü inatçı ve ön yargılı tavırlarıyla daha baştan doğru ve hayırlı olan şeylere kendilerini kapatanlar, nübüvvet ve vahiy nurundan yararlanamazlar; bu yüzden de Özünde hidayet ve rahmet olan Kur'an bunlara fay­da sağlamaz[71] Nitekim A'râf sûresinde (7/179) "...Onların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da akılsızdırlar. İşte asıl gafiller onlardır " buyurularak bu hususa açıklık getirilmiştir.

Fahreddin er-Râzî, peygamberlerin doğruluğunu kanıtlayan biri mucize, di­ğeri aklî burhan olmak üzere iki farklı delil şekli bulunduğunu belirtmekte ve bu âyeti, Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu aklî olarak kanıtlayan deliller­den biri olarak göstermektedir. [72]

 

58. Bazı tefsirlerde. [73] âyetteki "Allah'ın lütfü" ile İslâm dininin, "Allah'ın rahmeti" ile Kur'ân-ı Kerîm'in kastedildiği belirtilmekle birlikte, her iki ifadeyi, İslâm ve Kur'an da dahil olmak üzere bütün nimetleri içi­ne alan bir kapsamda yorumlamak daha isabetli görünmektedir. [74] Bu genel yaklaşım çerçevesinde âyetin, bir önceki âyette sıralanan öğüt, şifâ, reh­ber (hüdâ) ve rahmet olma özellikleri dolayısıyla Kur'an'ın müminler için Al­lah'ın bir lütfü, rahmetinin bir tezahürü ve dolayısıyla bir huzur ve mutluluk kay­nağı olduğuna işaret ettiği de düşünülebilir.

İnsan oğlunun mutluluğu yanlış yerlerde aramaması konusunda veciz bir uyarı ve aydınlatma değeri taşıyan bu âyete göre, ne olursa olsun bir şeylere sahip olmamız değil, sahip olduğumuz şeylerin Allah'ın lütfü sayılmaya değer olup ol­madığı önemlidir; maddî ve mânevi İmkânları Allah'ın bize ihsanı, O'nun bize olan sevgi ve rahmetinin bir tecellisi olarak görmeli, işte asıl Allah bizi böyle bir mazhariyete lâyık gördüğü, bize böyle bir iltifatta bulunduğu için tutum ve davra­nışlarımızla mutluluğumuzu sergilemeliyiz. Esasen ancak böyle bir anlayış ve yaklaşım sayesindedir ki insan, hem nimetlerin önemini ve değerini doğru olarak kavrar hem de onların kendisine yüklediği sorumluluğun bilincine varır ve yerine getirir. Nimet ve imkânlardan duyulan sevincin şımarıklık ve azgınlığa dönüşme­mesi İçin bunlan verenin yüce Allah olduğunu bilmek gerekir. Nitekim burada "sevinç" kelimesiyle karşıladığımız ferah kavramı, Kur'an'da Allah ile ilişkisinin bulunmadığı bağlamda "şımarıklık, azgınlık" anlamında da kullanılmış[75] böylece Allah şuuruyla bütünleşme-yen sevinçlerin insanları baştan çıkarma tehlikesine dikkat çekilmiştir. [76]

 

59-60. Rızık, kısaca "insanların istifade ettiği nimet ve imkânlar" demektir. Allah'ın nzık vermesi, bir lütuf ve ihsan olduğu için 59. âyette bu husus, "rızık in­dirme" olarak ifade edilmiştir. Ayrıca meyve, sebze, hububat gibi besinlerin yağ­mur sayesinde yetişmesinden dolayı da bu ifade kullanılmış olabilir. [77]

Taberî'ye göre[78] burada putperest Araplar'ın, En'âm sûresinde (6/136) bir örneği zikredilen temelsiz anlayış ve uygulamalarına işaret edilmekte­dir. Meselâ onlar, ziraat ürünleriyle hayvanlarından bir bölümünü, şefaatini unı-ıluMiirı putları için ııyırarak bunu kendileri veya başka insanlar için harcamanın haram olduğunu ileri sürer, sadece âyin ve putların bakımı gibi hizmetlerde kulla­nırlardı. Buna göre âyetin asıl maksadı, putperestlerin bazı nzıklan keyfî olarak haram saymalarıdır. [79] Halbuki ilke olarak Allah'ın verdiği rızık-ların hepsi helâldir (Zemahşerî, II, 194); haram hükmünü koyma yetkisi Allah'a aittir. Eğer Allah haram sayılmasına izin vermediyse onun haram olduğunu söyle­mek 59. âyette "Allah adına hüküm uydurmak" şeklinde değerlendirilmiş; 60. âyette de bunu yapanların kıyamet gününde başlarına gelecekleri İyi düşünmeleri uyarısında bulunulmuştur. [80]

 

61. Hz. Peygamber'in Kur'an'ı okuyup tebliğ etmesi de onun görevleri içinde yer almakla birlikte öneminden dolayı bu faaliyeti Özellikle zikredilmiştir. Allah, yalnız Peygamber'in yaptıklarına değil, insanların bütün faaliyetlerine de şahit ve vâkıftır. Şu halde müminler, gizli açık bütün faaliyetlerini tam bir sorumluluk şu­uruyla yerine getirmelidirler. Ayrıca âyet, bir yandan müminlerin yaptıkları güzel işlerin Allah tarafından bilindiğini, dolayısıyla zayi olmayacağını hatırlatarak onla­ra ümit ve güven aşılarken, diğer yandan, inkâr ve isyanlarım sorumsuzca sürdü­renler için de bir uyarı ve tehdit anlamı taşımaktadır. Çünkü hiçbir şey Allah'ın bil­gisi dışında cereyan etmez. "Apaçık" diye çevirdiğimiz mübîn kelimesi Allah'ın il­minin kesinliğini, ihtimallerden uzak olduğunu ifade eder. [81]

 

Meali

 

62. Bilesiniz ki Allah dostlarına asla korku yoktur; onlar üzüntü de çek­meyecekler. 63-64. Onlar ki, iman etmişler ve takvaya ermişlerdir, işte onla­ra hem bu dünya hayatında hem de âhirette müjdeler otsun! Allah'ın sözle­rinde değişme olmaz; (öyleyse) en büyük kazanç budur. [82]

 

Tefsiri

 

62-64. "Dostlar" diye çevirdiğimiz 62, âyetteki evliya, "birine yakın olan, bi­rini himayesinde bulunduran, koruyucu, dost, yardımcı" gibi mânalara gelen veB kelimesinin çoğuludur. Kur'ân-ı Kerîm'de velî kelimesi, tekil veya çoğul olarak kırk sekiz âyette Allah'ın, kendisine inanıp buyruğunca yaşayan kullarına sevgisi­ni, himaye ve yardımını, bu anlamda Allah ile insan arasındaki sevgi bağını ifade etmek üzere" kullanılmıştır. Allah ile kendileri arasında böyle bir sevgi bağı gerçekleşmiş, bu mazhariyete ulaşmış olanlar kültürümüzde "Allah dostları" diye anıldığından 62. âyetteki evliyâullah deyimini bu şekilde çevirdik.

Kur'ân-ı Kerîm'de sadece bu âyette geçen evliyâullah kavramının kapsamı her ne kadar zamanla bilhassa tasavvuf geleneğinde oldukça daraltılmış, hatta gi­derek İslâm toplumlarında bu kavramla keramet arasında bir ilişki dahi kurulmuş­sa da 63. âyette Allah dostlarının özelliği kısaca İman ve takva kelimeleriyle özet­lenmektedir. Şu halde Allah'a iman eden ve takva (günah işlemekten sakınma, Al­lah'a saygı) bilinciyle yaşayan her müslüman Allah dostudur. Müfessirlerin kay­dettiği bir hadiste evliyâullah, "görünüşleriyle Allah'ı hatırlatanlar" (tutum ve davranışlarıyla Allah'ın iradesine uygun bir yaşayışı yansıtanlar) şeklinde tanıtıl­mıştır[83]  Zemahşerî de "Evliyâullah, Allah'a yakınlıklarını itaatleriyle gösterir, Allah da onlara yakınlığını lütuflarıyla gösterir" ifadesini kul­lanır (II, 195). Bu müfessire göre "Onlar ki, iman edip günah işlemekten sakınmış-lurdır" ifadesi, evliyâullahın Allah'a yaklaşmasını, "Onlara hem bu dünyada hem de âhirette müjdeler vardır" ifadesi de Allah'ın evliyâullaha yaklaşmasını dile ge-lirmektedir. 64. âyetteki "Allah'ın sözlerinde değişme olmaz" ifadesi, bu âyetler­de Allah dostlarına verilen müjdelerle bağlantılı olarak açıklanmıştır. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, bu kullarına verdiği müjdeler O'nun birer vaadidir ve O mutla­ka vaadini yerine getirecektir.

64. âyetteki dünya hayatıyla ilgili müjdeyi "hayırlı (sâlih) rüya", âhiret haya­lıyla ilgili müjdeyi ise "cennet" olarak açıklayanlar olmuştur. [84] Ancak Râzî'nin de belirttiği gibi[85]  müjde kelimesi "insanın yü­zünü güldürecek şekilde sevindiren haber" anlamına geldiğine göre insanı bu şe­kilde mutlu edecek olan her şey bu âyetin kapsamına girer. Allah dostlarının ge­rek dünya hayatında gerekse âhirette kendileri İçin müjde değeri taşıyan bütün iyi ve güzel şeyleri elde etmesi âyette "en büyük kazanç" şeklinde nitelenmiştir. [86]

 

Meali

 

65, Onların sözleri seni üzmesin. Kuşkusuz güç tamamıyla Allah'ındır; O her şeyi duymaktadır, bilmektedir. 66. Bilesiniz ki göklerde ve yerde olan­lar Allah'ındır. Allah'ı bırakıp da O'na ortak koştukları sözde tanrılara ta­panlar neyin peşinden gidiyorlar? Onlar yalnızca bir zannın peşinden gidi­yorlar ve sadece yalan söylüyorlar. 67. İçinde dinlenesiniz diye geceyi, (işleri­nizi) görmenizi sağlasın diye gündüzü size bahşeden O'dur. Kuşkusuz dinle­mesini bilen bir topluluk için bunda dersler vardır. 68. Onlar, "Allah çocuk edindi" dediler. Hâşâ!.., O hiçbir şeye muhtaç değildir. Göklerde olanlar da yerde olanlar da O'nundur. Yanınızda bu iddianızı kanıtlayacak bir deliliniz asla yoktur. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz? 69. De ki: "Allah hakkında asılsız şeyler yakıştıranlar kurtuluşa eremezler." 70. Bu dünyadaki önemsiz bir menfaattir; sonunda onların dönüşü bizedir ve niha­yet inkâr etmiş olmaları sebebiyle onlara şiddetli azabı tattıracağız! [87]

 

Tefsiri

 

65. Mekke putperestleri bir yandan Allah'ın birliği ve aşkınlığıyla bağdaşma­yan sözler sarfederken bir yandan da Hz. Muhammed'i yalancılıkla suçluyor, Kur'an'ın onun uydurması olduğunu söylüyor, kendilerini çok güçlü görerek ona tehditler savuruyor, buna benzer üzücü sözlerle onu incitiyorlardı. Âyette bu tu­tumlar karşısında Hz. Peygamber teselli edilmekte, asıl gücün tamamıyla Allah'a ait olduğu hatırlatılarak bir bakıma Hz, Peygamber1 e ve onun şahsında müminler arasında inkarcıların haksız saldırılarına uğrayanlara şöyle denilmektedir: "Sen üzülme; Allah onların konuştuklarını duymakta bilmektedir ve ortaksız gücüyle onların hakkından gelecek, sana yardım edecektir. Son tahlilde basan, Allah'ın yo­lundan giden, imanda ve güzel işlerde sebat göstererek Allah'ın yardımını hak edenlerindir. [88]

 

66. Evrende var olan her şey Allah tarafından yaratıldığına, Allah her şeyin mâliki, sahibi ve hâkimi olduğuna göre O'ndan başka bir varlığı O'na ortak tanı yıp tanrılıkla nitelendirmek doğru bir davranış değildir! Böyle bir iddiayı bir din haline getirip o yolda yürümek, akıl ve ilimden uzaklaşarak bir kuruntunun, yala­nın peşinden gitmek demektir. [89]

 

67. Hayat gece ile gündüzün içinde geçmekte; insanlar yaşamak için hem dinlenmekte hem de çalışmaktadırlar. Genellikle gecenin karanlığı dinlenmek için, gündüzün aydınlığı da çalışmak için daha elverişlidir. İşte insanların hakiki tanrı­sı, hayatlarını İçinde geçirdikleri bu süreci gerçekleştiren; istirahat vakti olan ka­ranlık geceleriyle, çalışma vakti olan aydınlık gündüzleriyle bütün zamanı yaratan ve yararlı kılan Allah'tır. Allah'ın aydınlatıcı kelâmında ortaya koyduğu delilleri dinleyip üzerinde düşünmesini bilenler bu sistemin anlamını ve onu kuran kudre­tin eşsiz ve ortaksız olduğunu da anlarlar. [90]

 

68-70. "Tann'nm oğlu, kızı" gibi sözlerle Allah'a çocuk isnat etmek şirk içe­ren dinlerde yaygın bir anlayıştır. Putperest Araplar'da da meleklerin Allah'ın kız­ları olduğu inancı vardı. [91]  Onların bazıları melekleri, dişi cinlerin seçkinleri olarak kabul eder, bazıları da cinlere taparlardı. [92] Ce-nâb-ı Hak, "sübhânehû" ifadesiyle zât-t ulûhiyyetini bu tür isnatlardan tenzih et­mekte; kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığını, dolayısıyla evlât sahibi olmak gibi bir şeyin de kendisi hakkında söz konusu olamayacağını bildirmektedir. Çün­kü çocuk sahibi olma süreci bir dizi beşerî zaaf ve ihtiyaçların sonucu olarak ger­çekleşir ve yaratıcının değil, yaratılmışların özelliğidir; oysa evrende bulunan her şey Allah'ındır; dolayısıyla O'nun hakkında ne bir ihtiyaçtan ne de eksiklikten söz edilebilir. Şu halde bütün şirk inançları kanıtsızdır ve Allah hakkında bilgisizce id­dialardan ibarettir. Bu nedenle 69. âyette Allah'a çocuk isnat etme yani şirk iddi­ası "Allah hakkında asılsız şeyler yakıştırma" anlamında iftira ve kezib kavramla­rıyla nitelenmiş, eleştirilmiş, bunu yapanların kurtul anlayacakları uyarısında bulu­nulmuştur. [93]

 

70. Putperest Araplar, genellikle kendi zenginlik ve soyluluklarını müslü-manlara karşı bir meziyet, yollarının doğruluğuna bir kanıt olarak ileri sürerler; şirk anlamına gelen iddialarda bulunarak bâtıl dinlerini korumaya çalışırken do­laylı olarak bu statülerini yaşatmayı da amaçlarlardı. Âyette onların bu dünyada meziyet diye böbürlendikleri zenginlik ve soyluluk gibi imkân ve şartların geçici menfaatlerden ibaret olduğu hatırlatıldıktan sonra İnsanların bunlara aldanıp da böyle yalan yanlış inançlara kapılmamaları istenmektedir. Nihayet herkes gibi on­lar da sonunda Allah'ın huzuruna dönecek, bu inkarcı ve zalimce tutumları nede­niyle şiddetle cezalandırılacaklardır. [94]

 

Meali

 

71. Onlara Nuh'un kıssasını da oku! O, kavmine şöyle demişti: "Ey Kav­mim! Eğer benim aranızda bulunmam ve Allah'ın âyetlerini bildirmem zoru­nuza gidiyorsa, bilin ki ben yalnız Allah'a dayanıp güveniyorum; siz de or­taklarınızı toplayıp ne yapacağınızı kararlaştınnız, yapacağınız iş içinizde ni­yet olarak kalmasın ve bana mühlet de vermeden yapacağınızı yapınız, 72. Şayet yüz çevirirseniz, zaten benim sizden bir karşılık beklediğim yok; benim mükâfatımı ancak Allah verir. Bana teslimiyet içinde olmam emredildi." 73. Yine de onu yalancılıkla itham ettiler. Biz de onu ve gemide kendisiyle bera­ber olanları kurtardık, âyetlerimizi yalan sayanları ise suda boğduk; bunları onların yerine geçirdik. İşte gör, o uyarılanların sonu nice oldu! 74. Onun ar­dından da birçok peygamberi kendi topluluklarına gönderdik; onlara açık kanıtlar getirdiler; fakat onlar daha önce yalan saydıklarına bir türlü inan­mak istemediler. Sınırı aşanların kalplerini işte biz böyle mühürleriz. [95]

 

Tefsiri

 

71-74. Sûrenin ana konulan olan Allah'ın birliği, peygamberlerin O'nun el­çileri olduğu ve âhiret hayatında dünyadaki davranışların karşılığının görüleceği inançlarıyla ilgili kanıtlara yer verildikten sonra, bu âyetlerden itibaren bazı pey­gamberlerin tevhit! mücadelelerinden ve buna karşı inatla direnenlerin akıbetlerin­den örnekler getirilmekte, somut olaylardan yola çıkılarak daha önce üzerinde du­rulan konular hakkında düşünme fırsatı sağlanmaktadır.

Kur'an'm birçok sûresinde Hz. Nuh'tan söz edildiği gibi, 71. sûresi de onun adını almıştır. Ayrıca Nûh aleyhisselâmın sabırlı ve kararlı çağrılarına inatla karşı çıkanların helak edildiği tufan olayı da onun adıyla anılır.

Hz. Nuh'un çok uzun bir süre devam eden öğüt ve çağrılarına kulak vermeinekte direnen toplumuna karşı ortaya koyduğu tavır, kullandığı üslûp ve ifade, her şeyden önce onun Allah'a olan bağlılığını ve güvenini anlatmakta, oldukça yalnız sayılmasına rağmen yılmadan sürdürdüğü bu tevhid mücadelesinde gösterdiği ce­sareti simgelemektedir.

Hz. Muhammed (s.a.) hitap ettiği Mekkeliler Nuh kavminin milletler tarihin­de nüfusunun çokluğu ve gücüyle tanınmış bir toplum olduğunu yaygın rivayetler­den biliyorlardı; dolayısıyla bu meydan okuma örneği onların beyninde de şimşek­ler çaktırmalıydı. Öte yandan, Hz. Nuh'un kendisine karşı çıkanları toplu bir mü­zakere sonunda hatta mümkünse ittifakla karar almaya çağırması, artık daha son­ra içlerinden kimsenin diğerlerinin üstüne suç atamayacak duruma gelmelerini İs­teme anlamı taşıyordu. Bu sözleriyle o, âdeta son tercihlerini şirkte ısrar yönünde kullanmaları halinde hiçbirinin kurtulamayacağı çok kapsamlı ilâhî bir cezaya çarptırılacaklarının İşaretini veriyordu. Bu ifadede, toplumun varlığını ve gelece­ğini ilgilendiren konularda görüş ortaya koyabilecek yeterliğe sahip kimselerin âzami katılımını sağlayan müzakere ortamı oluşturmanın Önemine dolaylı bir te­masın bulunduğu da söylenebilir. Bu arada, Hz. Nuh'un onlardan, hicivli bir üs­lupla "ortaklan" olarak nitelediği, aslı esası olmayan tanrılarını da bu karan alır­ken yanlannda bulundurmalarım İstemesi, bir taraftan tapındıkları o varlıkların so­rumluluk üstlenip üstlenemediğini ve yardım vaadinde bulunup bulunamadığını test etmeye çağırdığı, diğer taraftan kendisinin onlara da meydan okuduğu şeklin­de yorumlanabilir.

Hz. Nuh'un bütün bu uyanlarına ve söylediklerinden emin tavırlanna rağ­men, kavmi onu yalancılıkla itham etmeyi sürdürmüş, sonunda büyük bir tufana Yakalanmışlar ve inkarcıların hepsi boğularak tarih sahnesinden silinip gitmişler-ılir. [96] Bununla birlikte, daha son­ra gelenlerden birçoğu da peygamberlerini yalancı saymaya devam etmiş, ya inat­ları veya çıkarlan uğruna hakikati kabullenmeye bir türlü yanaşmamışlar, bu taş­kınlıkları yüzünden kalpleri artık gerçekleri idrak yeteneğini yitirir hale gelmiştir; İm durum Kur'an'm birçok yerinde -kısmen farklı lafızlarla olmak üzere- "Al­lah'ın kalplere mühür vurması" şeklinde ifade edilmiştir. [97]

71. âyetteki "benim aranızda bulunmam" diye çevirdiğimiz makamı kelime-Mik-, "benim konumum; aranızda çok uzun bir süre yaşamam; toplandığınız yer­inde kalkıp konuşma yapmam, öğüt vermem" gibi mânalar da verilmiştir. [98]  Muhammed Esed, 73. âyetin "bunlan onların yerine geçirdik" şek-lım! çevirdiğimiz kısmını Zemahşerî'nin "Onlan (diğerlerinden) fazla yaşattık"

şeklinde açıkladığını ifade ediyorsa da (1,410), belirtilen tefsirde sadece "boğula­rak helak olanların yerine geçmelerini (sağladık)" açıklaması yer almaktadır. [99]

 

Meali

 

75. Onların da ardından Mûsâ ve Harun'u açık kanıtlarımızla Fira­vunca ve çevresindeki ileri gelenlere gönderdik. İman etmeyi kibirlerine yedi-remediler; onlar günaha gömülmüş kimselerdi. 76. Öyle ki, kendilerine nez-dimizden hakikat geldiğinde "Bu düpedüz bir büyü!" dediler. 77. Mûsâ şöy­le dedi: "Size gerçek ulaştığında böyle mi söylersiniz? Sihirbazlar gerçek bir başarıya ulaşamazken bu hiç sihir olabilir mi?" 78. "Sen", dediler, "Bizi ata­larımızı üzerinde bulduğumuz yoldan çevirtsin de bu yerde nüfuz ve egemen­lik ikinizin olsun diye mi aramıza geldin? Biz ikinize de inanacak değiliz!" 79. Firavun da "İşi bilen bütün sihirbazları huzuruma getirin" diye emretti. 80. Sihirbazlar gelince Mûsâ onlara "Haydi atabileceklerinizi atın" dedi. 81. On­lar hünerlerim ortaya koyunca Mûsâ şöyle dedi: "Asıl bu sizin ortaya koydu­ğunuz sihirdir. Allah onu mutlaka boşa çıkaracaktır. Kuşkusuz Allah boz­gunculuk edenlerin işini düzeltmez. 82. Ve Allah, günaha batmış olanlar hoş-lanmasa da, sözleriyle gerçeği ortaya çıkarır." [100]

 

Tefsiri

 

75-82. Mekkeli müşrikler tarafından bilinmekte olan Hz. Mûsâ ile Firavun arasındaki mücadelenin öyküsü Kur'an'in birçok yerinde değişik yönleriyle ele alınmış, bir yandan bu kıssadan alınacak ibretlere dikkat çekilmiş, diğer yandan da daha çok İsrâiloğullan'nca aktanlagelen yanlış bilgiler düzeltilmiştir.

Borada, Hz, Musa'nın, kardeşi Hz. Harun'la birlikte Firavun'a ve çevresin­deki ileri gelenlere açık kanıtlarla gönderildiği belirtilmekte, halktan söz edilme­mektedir. Bunu -tarihî bilgiler ve Kur'an'da yer alan açıklamalar ışığında- o dö­nemde halkın korkunç bir baskı altında bulunmasıyla izah etmek mümkündür. Fi­ravun'un İsrâiloğullan'nın erkek çocuklarını tek tek katlettirdiği bir dönemde Hz. Musa'nın bizzat onun sarayında ve himayesinde büyütülmüş olması bile başlı ba­şına bir mucize ve ilâhî iradenin mutlak gücünün açık bir göstergesi olduğu halde, günaha gömülmüş olmaları bu gerçeği görmelerini önlemiş ve iman çağrısını ka­bullenmeyi kibirlerine yedirememişlerdi. Hz. Musa'nın getirdiği mucizeleri "si­hir" diye İtham etmeleri bile aslında bunlardan büyülenmiş gibi etkilendiklerinin ipuçlarını veriyordu. Fakat asıl engellilerinde tuttukları nüfuz ve gücün kendile­rinden alınması endişesiydi. Güya atalarından aldıkları emanete sahip çıkarak mu­hafazakâr bir tavır sergilemeye çalışırken dahi "Bu yerde egemenlik ve nüfuz iki­nizin olsun diye mi?" sözleriyle gerçek rahatsızlıklarını açığa vurmuş oluyorlardı. Böyle bir durumda yapılan çağrının gerçekliği üzerinde düşünmek yerine ne kadar ön yargılı olduklarını açıkça muhataba hissettirip maneviyatını kırmak ve onun bu çabadan vazgeçmesini sağlamak en kestirme yol olabilirdi. Nitekim "Biz İkinize de inanacak değiliz" diyerek bunu denediler. Fakat sihrin çok revaçta olduğu böy­le bir ortamda hem Musa'nın getirdiklerini sihir olarak niteleyip hem ondan üstü­nünü ortaya koyamamak Firavunsu kendi kamuoyu önünde küçük düşürecekti. Bu sebeple ülkesindeki en hünerli sihirbazları toplatıp Musa'ya dersini vermelerini is­ledi. Ne var ki asıl sihir işte o büyücülerin ortaya koyduğuydu ve Allah'ın yardı­mıyla Hz. Musa'nın gösterdiği mucizeler karşısında bunların ipliğinin pazara çık­ması kaçınılmazdı. Başka sûrelerde açıklandığı üzere, Mûsâ'mn mucizeleri karşı­sında ilk etkilenenler de bizzat o ünlü sihirbazlar oldu. [101]

 

Meali

 

83. Hâsılı, Firavun ve adamlarının kendilerine kötülük etmelerinden korktukları için, kavminden ancak az sayıda insan Musa'ya iman etti. Çün­kü Firavun o topraklarda gerçekten güç ve iktidar sahibiydi, üstelik ölçüsüz, sınır tanımaz biriydi. 84. Mûsâ "Ey Kavmim!" dedi, "Eğer Allah'a iman et­tiyseniz, gerçekten O'na teslim olduysanız, artık yalnız O'na güvenip daya­nın." 85. Onlar da şöyle karşılık verdiler: "Güvenimizi yalnız Allah'a bağla­dık. Rabbimiz! Bizi o zalimler için imtihan aracı kılına. 86. Merhametinle bi­zi o inkarcılar güruhundan kurtar." 87. Musa'ya ve kardeşine şöyle vah} et­tik: "Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın, evlerinizi kıbleye dönük yapın ve namazı kılın. (Ey Mûsâ!) İnananları müjdele." 88. Mûsâ, "Rabbimiz!" de­di, Sen Firavun'a ve adamlarına dünya hayatında ihtişam ve servet verdin; nişanlan senin yolundan saptırsınlar diye mi yâ rab! Ey Rabbimiz! Artık on­lunu servetlerini silip yok et, kalplerine sıkıntı ver; elem veren cezayı görme­dikçe iman etmesinler de görsünler! 89. Allah şöyle buyurdu: "İkinizin de du­ası kabul edildi; doğruluktan ayrılmayın ve sakın kendini bilmezlerin yoluna uymayın." 90. Derken İsrâiloğulları'nı denizin öteki yakasına geçirdik. Fira­vun ve ordusu da haksız yere onlara saldırmak üzere peşlerine düşmüştü. So­nunda Firavun boğulmayla yüz yüze gelince şöyle dedi: "Elhak inandım ki, İsrâiloğulları'nın iman ettiğinin dışında tanrı yokmuş! Ben de artık kendini O'na teslim edenlerdenim." 91. Şimdi, öyle mi? Halbuki daha önce hep bas kaldırmış ve bozguncular arasında yer almıştın. 92. İşte bugün senin cesedi­ni kurtaracağız ki, senden sonra gelenler için bir ibret olsun! İnsanların pek çoğu gösterdiğimiz delillerin bilincinde değildirler. 93. Ândolsun biz İsrâilo-ğuüarı'nı seçkin bir yere yerleştirdik ve onları güzel nimetlerle rızıklandır-dık. Kendilerine ilim gelinceye kadar da ayrılığa düşmediler. Rabbin ayrılığa düştükleri konularda kıyamet günü aralarında hükmünü elbette verecektir. [102]

 

Tefsiri

 

83. "Kavminden az sayıda insan" diye tercüme ettiğimiz Hz. Musa'ya iman edenler hakkındaki ifade "ziirrİyyetün min kavmihî" şeklinde olup bunun etrafın­da değişik yorumlar yapılmıştır. Bazı müfessirlere göre buradaki "zürriyye" (zür-riyet) kelimesi "az" anlamında kullanılmıştır; âyet onun kavminden ancak az sayı­da insanın İman ettiğini ifade etmektedir. Bu âyette "Musa'nın kavmi"nden söz edildiği kanaatini taşıyan ve zürriyet kelimesinin "gençler topluluğu" mânasını esas alan müfessirlere göre, burada kastedilen anlam şudur: Peygamberliğinin baş­langıcında ona ancak, babaları Firavun ve adamlarının baskısı altında bulunan bir grup genç iman etmişti. Âyette Musa'nın kavminden söz edildiğini kabul etmekle beraber zürriyet kelimesine "soy, nesil" anlamı veren bir kısım müfessirin yorumu şöyledir: Hz. Musa'nın gönderildiği toplum ona iman etmemişti, fakat mücadelesi uzun zamana yayıldığından ilk muhataplarının çoğu ölmüş, onların soyundan olan­lar kendisine iman etmişlerdi. Taberî, âyetin söz dizimine ilişkin bir gerekçeyle bu görüşü daha güçlü bulmaktadır. [103] Diğer bir grup müfessire göre ise burada "Firavun'un kavmi"nden söz edilmekte, dolayısıyla onun yakın çevresin­den az sayıda insanın Hz. Musa'ya iman ettiğine işaret edilmektedir. İbn Atıyye, iarihî bilgilerin Hz. Musa'ya kendi kavminden az kişinin iman etmiş olması ihti­malini desteklemediği gerekçesiyle bu görüşü tercih etmektedir. [104]

Bir kısım dil bilgininin görüşü de şöyledir: Hz. Musa'ya iman edenlerin ba­lcıları kıptî ve anneleri İsrâiloğullan soyundan olduğu için o toplumda böyle kim­seler "zürriyet" diye anılıyordu; âyetteki zürriyet kelimesi de bu anlamda kullanıl­mıştır. [105]  Öte yandan Muhammed Esed'in .iyetin bu kısmına "ancak birkaç kişi Musa'ya olan inançlarını açıkladılar" şeklin-'tı- verdiği mâna kapalı durmaktadır. [106]

 

84-86. Hz. Musa'nın kendilerine hitap ettiği kişilerin iman ettiklerini bildiği onlara "eğer Allah'a İman ettiyseniz" tarzında şart mânası içeren bir söz söy­lemesi, "mademki inanıyorsunuz" şeklinde açıklanmış, bu ifadenin onları kendi U'rdhlerine sahip çıkmaya teşvik etme ve mücadele ruhunu motive etme amacı taulığı belirtilmiştir. Allah'a teslimiyet içinde olmaktan söz edilmesi de bu mânayı desteklemek içindir. [107] Ayrıca âyetten, tevekkül ile teslimiyet arasında sıkı bir bağ bulunduğu da anlaşılmaktadır. [108]

Hz. Mûsâ'nm muhatapları bu çağrıya yalnız Allah'a güvendiklerini belirte­rek cevap verdiler; fakat kendi zaaflarını da göz ardı etmediler, tahammül edeme­yecekleri ağır imtihanlara mâruz kılınmama] an ve zalimlerin cefası altında bıra-kılmamatan için yine Allah'a yakardılar, o inkarcılar güruhunun elinden kurtarıl­maları için O'ndan niyazda bulundular. [109]

 

87. Hz. Mûsâ ve kardeşinden Mısır'da kavimleri için evler hazırlamalarının istenmesi değişik şekillerde yorumlanmıştır. Bazı müfessİrler daha sonra gelen na­maz kılma emriyle de bağ kurarak "kıble" kelimesini "mâbedler" anlamıyla açık­lamışlar ve bu buyruğu "Evlerinizi ibadet mahalleri yapınız" şeklinde yorumla­mışlardır. Bazı müfessirler ise "kıble" kelimesinin sözlük anlamından yola çıkarak burada, karşılıklı evler yapıp dayanışma içinde bulunmalarının kastedildiği kana­atini taşımaktadırlar. [110] İbn Âşûr bu yorumların tarihî bilgilerle bağdaşmadığını belirtip kendi kanaatini şöyle açıklar: Burada evler hazırlama buyruğu anılan iki peygamberin kendi kavminden olanla­ra bu yönde talimat vermelerinin istenmesi anlamındadır. İsrâiloğullan daha önce Mısır'ın güney bölgesinde Menfis şehri yakınlarında oturmakta olduklarına göre, âyette onların yine Mısır'da başka meskenler edinmeleri kastedilmiş olmalıdır. Kı­sa bir süre sonra İsrâiloğullan'nın -kendi İzni ve yardımıyla- Mısır'dan ayrılaca­ğını bilen yüce Allah'ın onlardan mâbedler yapmalarını istemesi anlamlı olmaz; bu emirle onlardan, göçe hazırlık amacıyla, bulunduktan yerin dışında bir mahal­de muhtemelen çadır veya baraka türü meskenler edinmeleri istenmiş olmalıdır. Tevrat'ta da bu yorumu destekleyen bilgiler vardır. Kıble'den maksat da güney is­tikametidir. Bu istikametten kıble diye söz edilmesinin sebebi, Hz. Musa'nın o dö­nemde Hz. İbrahim'in kıblesine yönelmekte bulunuşu olabilir; fakat Hz. Mûsâ'nm güney anlamını ifade eden bir kelime kullanmış ve Kur'an'ın bunu, Araplar ara­sında güney kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanımı yaygın olan kıble kelimesiy­le ifade etmiş olması da muhtemeldir. Evlerin bu yöne dönük yapılmasının isten­mesindeki amaç ise, bütün mevsimlerde gündüzün büyük bir kısmında kapıların­dan güneşin girmesi olmalıdır ki bunun birçok yararlan vardır. [111]

İbn Âşûr'un İşaret ettiği üzere, Hz. Musa'nın -ibadet ederken Kudüs yönüne dönmesi emri gelmeden önce- Hz. İbrahim'in kıblesi olan Kabe'ye yönelmekte ol­duğu ve âyette geçen "kıble" kelimesiyle Kabe'nin kastedildiği kanaatini taşıyan­lar bulunduğu gibi, burada maksadın Beytülmakdis olduğu yorumunu yapan mü­fessirler de vardır. [112]

Âyetteki buyrukların önce ikil, sonra çoğul ve sonunda tekil kalıbında olma­sı müfessirlerce şöyle açıklanmıştır: Önce kendi toplumları için evler hazırlamala­rı hususunda Hz. Mûsâ ve Hz. Harun'a hitap edilmiştir; çünkü yer seçimi ve top­lumların yönlendirilmesi peygamberlerin işidir. Sonra çoğul kalıbı kullanılarak hem onlardan hem de toplumlarındaki bütün yükümlülerden kendi evlerinin, iba­det yerlerinin hazırlanmasına katkı sağlamaları veya kıbleye yönelmeleri ve Al­lah'a kulluk görevini yerine getirmede ihmal göstermemeleri istenmiştir. Nihayet Hz. Musa'ya hitap edilerek, önceki âyette endişelerini dile getiren müminleri müj­delemesi, sonunda kurtuluşa erişeceklerini bildirmesi emredİlmektedir. Peygam­berlik görevinde Hz. Harun tâbi durumda olduğu için hitap Hz. Musa'ya yapılmış­tır. Bu hitabın Hz. Muhammed'e yönelik olduğu yorumunu yapanlar olmuşsa da,bu yorum genellikle zayıf bulunmuştur. Ayetteki namaz buyruğunun mahiyeti hakkında kaynaklarda kesin bilgiler bulunmamakla beraber, İsrâiloğullan'nm Hz. Musa'nın gelmesinden önce de Hz. İbrahim'e ve onu izleyenlere uyarak kılmakta oldukları namazın kastedilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Göç hazırlığının işa­retlerini taşıyan ilâhî buyruğun hemen ardından namazı kılmalarının emredilmiş olması, bu dönemde artacak meşguliyet sebebiyle ibadet görevini ihmal etmeme­leri için özel bir ikaz anlamını hatıra getirmektedir. [113]

 

88-89, İlk âyetin "insanları senin yolundan saptırsınlar diye mi?" şeklinde tercüme ettiğimiz kısmına, özellikle bu cümlenin başındaki "lâm" harfinin Arap dilindeki farklı kullanımları dolayısıyla değişik mânalar verilmiştir. Birçok müfes-sir burada bii soru edatı takdir ederek mealinde esas aldığımız mânayı benimse­mekle beraber bazı müfessirler bu ifadeye "Sen Firavun ve adamlarına senin yo­lundan saptırsınlar diye dünya hayatında ihtişam ve servet verdin" şeklinde bir an­lam yüklemişler, Cenâb-ı Hakk'tn onları cezalandırmak için ve imtihan vasıtası ol­mak üzere bu imkânları vermiş olduğunun kastedildiğini belirtmişlerdir. Tabe-ı in ıı in tercihi bu yöndedir. Bazıları burada bir soru edatı takdir ettikten sonra bu kı-^ımla âyetin sonu arasında bağ kurarak "Sen Firavun ve adamlarına dünya haya­tında ihtişam ve servet verdin; senin yolundan saptırsınlar ve elem veren cezayı i'iiriinceye kadar iman etmesinler diye mi yâ rab?" mânasını vermişlerdir. K ıır'iin'dakİ bir örnekten de yararlanarak [114] burada olumsuzluk eda.lendiği, dolayısıyla, âyetin belirtilen kısmına "Sen Firavun ve adamlarına sentti yolundan saptırmasınlar diye dünya hayatında ihtişam ve servet verdin" şek­limle mâna verilmesi gerektiğini ileri sürenler olmuşsa da, bu âyetteki durumun ör­nek verilen fıyettekine ve Arap dilindeki kullanımlara uygun olmadığı, olumsuzluk edatının ancak "en" edatı kullanılarak gizlendiği gerekçesiyle bu yorum zayıf bulunmuştur. Öte yandan, anılan cümledeki fiilin farklı bir okunuşuna göre buna "...sapar oldular" veya "...sapsınlar diye.." mânası da verilmiştir. [115]

88. âyetin "kalplerine sıkıntı ver; elem veren cezayı görmedikçe iman etme­sinler de görsünler!" diye çevirdiğimiz kısmına tefsirlerde genellikle "kalplerini katılaştır ki... iman etmesinler" veya "kalplerini katılaştır; çünkü ... iman etmeye­cekler" şeklinde mâna verilmekle beraber, bu yorumu yapanlar tarafından da pey­gamberlerin insanların iman etmeleri ve hidayete ermeleri için çaba harcamakla görevli olduklarına, dolayısıyla bu ilke ile âyete verilen anlam arasında bir uyum­suzluğun bulunduğuna dikkat çekilmekte ve ardından şöyle bir izah yapılmakta­dır: Bir peygamber Allah'ın izni olmadan kavmine bedduada bulunmaz, Allah da onlar arasında iman edecek hiç kimsenin bulunmadığını bildiği için buna müsaade eder. Nitekim Hz. Nuh'un kavmine bedduada bulunması da böyle olmuştur. [116] Kanaatimize göre, Hz. Musa'nın duasında onların servetlerinin ellerinden alınmasına ilişkin bir ifade bulunmakla beraber, ar­dından gelen ifadeye dil açısından mutlaka beddua anlamı verilmesi gerekmemek­tedir. Sözün akışı ve bunun peygamber duası olduğu dikkate alındığında, kalpleri­nin imanı kabul etmez hale getirilmesini isteme mânasını izah da zorlaşır. Bu se­beple, İbn Âşûr'un şu açıklamalarından da yararlanarak mealinde verdiğimiz an­lamı tercih ediyoruz: Âyette kalplerle ilgili olarak kullanılan "şedd" fülİ "sıkıntı verme, baskı yapma" gibi mânalara gelir. Burada kalplerin kapatılması veya mü­hürlenmesi anlamını taşıyan bir fiil kullanılmamıştır. Hz. Mûsâ hidayetlerine ve­sile olabilir düşüncesiyle, onları azdıran servetin ellerinden alınmasını, maddi mahrumiyetlerin ardından birtakım manevî sıkıntıları derinden hissederek nefis muhasebesine imkân verecek bir hâlet-i ruhiye içine girmelerini dilemiştir. Âyetin sonundaki cümleyi öncesine bağlayan "fe" harfini de "yoksa, aksi takdirde" şek­linde anlamlandırmak mümkündür. [117] Müteakip âyette duanın kabulü hakkında yapılacak açıklamalar da bu anlayışı destekleyici niteliktedir. Mealinde bu ihtimali de içeren fakat daha kapsamlı bir mâna tercih edilmiştir. "Elem veren ceza" genellikle suda boğulmaları şeklinde açıklanmıştır. [118] İbn Âşûr ise bunu fakirlik, açlık ve ruhî sıkıntılar içine düşme şeklinde yorumlar[119]

Birinci âyette duayı Hz. Musa'nın yaptığı belirtildiği halde ikinci âyette "İki­nizin de duası kabul edildi" buyrulması şöyle izah edilmiştir: Harun Musa'nın du­asına aynı inanç içinde katıldığından ikinci âyette o da "dua eden" olarak niteleniniştir. Yahut duayı birlikte yaptıkları halde peygamberlik görevindeki önceliğine binaen ilk âyette yalnız Musa'nın adı zikredilmiştir; nitekim duada "rabbim!" şek­linde değil "rabbimiz!" şeklinde bir hitap yer almıştır. [120]

89. âyet için tefsirlerde genellikle benimsenen yorum şöyledir: Yüce Allah her iki peygamberin dualarının kabul edildiğini bildirmiş; fakat Firavun ve adam­larının suda boğulmaları uzun yıllar sonra olacağından, Allah'ın vaadi gerçekle­şinceye kadar bulundukları hakikat yolundan asla ayrılmamaları, görevlerine azimle devam etmeleri ve söz konusu vaadin hemen tahakkuku için aceleci davra­nıp kendini bilmezlerin yoluna uymamaları istenmiştir. [121] İbn Âşûr'a göre ise duanın kabul edilmesi, Firavun ve yakın çevresindekilerin mahrumiyetler ve sıkıntılar içine düşürülmeleri ve böylece Mü-sâ'nın çağrısına karşı direnmelerinin temel nedeni olan ihtişam ve debdebelerini yitirmeleridir. Şu mealdeki âyetler de[122] buna işaret etmektedir: "Andolsun ki biz de Firavun'a uyanları, ders alsınlar diye kuraklık yıllan ve ürün kıtlığı ile cezalandırdık", "Biz de açık açık mucizeler olmak üzere onların üzerine tufan, çekirge, haşerat, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular" [123] Kanaatimizce bu âyeflerdeki "ders almaları için" ve "açık kanıtlar, mucizeler" gibi ifadeler İbn Âşûr'un gerek duanın içeriği gerekse kabulünden maksadın ne olduğuyla ilgili yorumunu destekleyici niteliktedir. [124]

 

90-93. İsrâiloğulları'nın ilâhî bir emir uyarınca Mısır'dan ayrılmaları zama­nı gelmiş ve bu amaçla yola çıkmışlardı. Zalimliğinden ve inadından ödün vermek istemeyen Firavun ve adamları da hışımla onların peşine düşmüşlerdi. İşte bu sı­rada bir mucize gerçekleşti: Deniz yarıldı, İsrâiloğulları Allah'ın yardımıyla deni­lin Öteki yakasına geçmeyi başardılar, Firavun ve taraftarları ise boğuldular. [125]

Boğulacağını anlayan Firavun'un o esnada iman sözcüklerini söylemiş olma­sı, 91. âyetteki ifade ve diğer deliller ışığında geniş biçimde tartışılmış ve farklı kanaatler ileri sürülmüş ohnakla birlikte, İslâm âlimlerinin çoğunluğu Firavun'un tnı imanının geçerli olmadığı sonucuna ulaşmışlardır.

Mısır'da firavunların cesetleri mumyalanarak koruma altına alınıyordu. 92. nydten ise Hz. Musa'ya karşı direnen ve denizde boğulan bu Firavun'un cesedi­nin mumyalanmadan, bir mucize eseri korunmuş olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim (Vhdein mevkiinde, mumyalanmadığı halde hiç bozulmamış bir ceset bulunmuş­un. Itritish Museum'da muhafaza edilen bu cesedin en az 3000 yıllık olduğu [126]

93. âyette İsrâİloğullan'mn Firavun'un zulmünden kurtarıldıktan sonra seç­kin, güzel ve emin bir yere yerleştirildikleri, nimetlerle donatıldıkları ve ancak ilim geldikten sonra ayrılığa düştükleri belirtilmektedir. [127]

 

Meali

 

94. Şayet sana indirdiklerimizden şiiphen varsa, senden önce kitabı oku­yanlara sor. Rabbinden sana gelen, gerçeğin ta kendisidir, sakın şüpheciler­den olma! 95. Ve asla Allah'ın âyetlerini yalan sayanlardan da olma, yoksa hüsrana düşenlerden olursun! 96-97. Şu bir gerçek ki, haklarında rabbinin hükmü kesinleşmiş olanlar kendilerine her türlü kanıt gelse bile, elem veren azabı görmedikçe iman etmezler. [128]

 

Tefsiri

 

94-95. Burada kime hitap edildiği hususunda birçok yorum yapılmıştır. [129]  Hz. Peygamber'e hitap edildiğini kabul edenler, âyetin deva­mındaki İfadelerden onun Allah'ın âyetlerini yalan sayanlardan olabileceği ve bu hususta uyarıldığı gibi sakıncalı bir sonucun çıkacağını dikkate alarak, bunu Türk­çe'deki "kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!" şeklinde ifade edilen ve Arap­ça'da "ta'rîz" adıyla bilinen üslûp çerçevesinde düşünmek gerektiği veya Resûlul-lah'ın çevresindeki inkarcılara böyle söylemesinin istendiği gibi izahlar yapmış­lardır. Ancak Resûlullah'ın beşer olarak şüphelenmesinin mümkün olduğu, fiilen böyle bir durumun olmamasının da Allah'ın takdir ve inayetinin sonucu olduğu düşünülebilir. Öte yandan, burada "ey insanoğlu!" gibi bir hitabın bulunduğunun ve ilâhî vahye muhatap olan insana seslenilmiş olduğunun kabulü ise, önceki âyet­lerde hatırlatılan peygamber kıssalarının hemen ardından yer verilen bu ikazı daha anlamlı kılmakta ve bu kıssalarından çıkarılacak derslerin evrenselliğini daha belirgin biçimde ortaya koymaktadır.

94. âyetteki "kitâp"tan maksadın Hz. Muhammed'den önceki peygamberle­rin getirdikleri vahiyler ve "daha önce kitabı okuyanlar"dan maksadın da bu pey­gamberlere mensup kişiler olduğu müfessir tarafından genellikle kabul edilir. Öte yandan birçok müfessir yahudilerden belirli kişilerin isimlerini zikrederek burada­ki buyruğu somut bir anlatıma kavuşturmak istemişler, hatta bazıları -Mekke dö­neminde bu yahudilerle temasın bulunmadığım göz önüne alarak- bu iki âyetle müteakip âyetin Medine'de indiğini ileri sürmüşlerdir. Fakat burada bir var sayım­dan hareketle, bütün zamanları ve şahısları kapsayan genel ve soyut bir buyruğun söz konusu olduğunu kabul etmek sözün önüne ve sonuna daha uygun düşmekte­dir. [130]

 

96-97. Yüce Allah birçok âyette insanı sınamak için yarattığını ve bu neden­le ona hem İyiyi hem de kötüyü seçme özgürlüğü verdiğini, kendisine tanınan bü­tün fırsatları ısrarla reddeden ve inkarcılıkta direnenlerin acı bir akıbete duçar ola­caklarını bildirmiştir. İşte burada,bir kısım insanların bu ilâhî kanun gereğince be­lirtilen kötü sonu hak etmiş olacakları haber verilerek, onların da iman etmesi için olağan üstü çaba gösteren Resûlullah ve müminler teselli edilmekte, bu gibi kim­selerin elem veren azabı görmedikçe imana gelmeyecekleri ifade edilmektedir. Başka bazı âyetlerin tefsiri sırasında da belirtildiği üzere, bu ifadenin katı bir ka­dercilik felsefesine kapı araladığı düşünülmemelidir; zira Allah'ın ezelî ilmiyle bu tür kimseleri bilmesi imtihan düzenini bozan bir husus olmadığı gibi, Allah'ın bil­gisi bizim mahiyetini kavrayabileceğimiz bir bilgi de değildir. Aksine buradaki bildirim, ilâhî yasanın işletileceğinden emin olunmasını sağlayan bir vaad anlamı da taşımaktadır. [131]

 

Meali

 

98. Heyhat! {O helak edilen beldelerden) bir belde halkı iman edip de ima­nı kendisine yarar sağlasaydı ya! Ama Yûnus'un kavmi müstesna! Onlar İman edince dünya hayatındaki zillet azabını üstlerinden kaldırmış ve kendi-Itrlııi' belirli süreye kadar imkân vermiştik. [132]

 

Tefsiri

 

98. Hz. Nûh, Mûsâ ve Harun'un mücadelelerine işaret edilip insanlığın ge­nellikle hakikatlere karşı direnen yüzünden bir kesit verilmiş; fakat bunun insan­lık için değişmez bir kader olmadığını, iradesini doğru yönde kullananlar için de kurtuluşun mukadder olduğunu göstermek özere Yûnus kavmi örnek gösterilmiş­tir. Böylece Hz. Peygamber'e ve onu izleyecek tebliğci ve eğitimcilere her iki yo­lun yolcuları bulunduğu hatırlatılarak, İnkarcılıkta ve kötülükte direnenler karşı­sında teselli, tevhid mücadelesine devamdan yılmamak gerektiği açısından da mo­ral ve ümit verilmiştir. [133]

 

Meali

 

99. Eğer rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi topluca iman ederdi. Hal böyleyken, mümin olsunlar diye sen insanları zorlayıp duracak mısın! 100, Allah'ın (kuralına göre işleyen) izni olmadıkça hiç kimsenin inan­ması mümkün değildir. O akıllarını kullanmayanları iğrenç bir duruma so­kar. 101. De ki: "Bir bakın da görün, göklerde ve yerde neler var?" Fakat iman etmeyecek topluma ne o kanıtların ne de uyanların yararı olabilir. 102. Aslında onlar kendilerinden önce gelip geçenlerin günlerinin benzerini bekle­mekteler. De ki: "Bekleyin bakalım, ben de sizinle beraber bekliyorum!" 103. Sonra peygamberlerimizi ve iman edenleri kurtarırız. İşte böyle; inananları kurtarmak bize düşer. [134]

 

Tefsiri

 

99-103. Önceki âyetlerde (95-98) belirtilen hususları teyit eden bu âyetlerde, evrendeki düzenin ve en üstün kudretin yüce Allah'a ait olduğu hakikatinin daima göz önünde tutulması istenmekte, Hz. Peygamber'den, inkarcılıkta direnenler karşısında maneviyatını bozmaması istenmektedir. Aynca bu âyetler, başkalarını zor-l;ı imana getirme çabası içine girenlerin kendi iradelerini Altah Teâlâ'nm iradesi üstüne çıkarmaya çalışmak gibi bir yanlışlığa düşmüş olacakları uyarısında bulun­maktadır.

Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin iman etmeyeceği hususunun hemen ar­dından Allah'ın, akıllarını kullanmayanları iğrenç bir duruma sokacağının, yani kirli halleriyle baş başa bırakacağının bildirilmesi; yaratanın Allah Teâlâ, seçme kararını verecek olanın  ise insan olduğunu, bir başka anlatımla, insanın imanla ilgili sorumluluğunun akıl nimetini yerli yerince kullanıp kullanmamasından kay-nııklandığını açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim 101. âyette hem yer ve göklerİçkilere ibret gözüyle bakılması istenmekte hem de bu tür kanıtların ve peygam-kTİer tarafından yapılan uyarıların, aklını doğru istikamette işletmediği için iman yeteneğini yitirenlere fayda etmeyeceği belirtilmekte, böylece inanmayanı buna /uflamanın faydasız olduğuna dair bîr psikolojik tahlil yapılmış olmaktadır. [135]

 

Meali

 

104, De ki: "Ey insanlar! Eğer benim dinim hakkında şüpheniz varsa bi­tini/ ki Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam; ben ancak, sizin sonu-mı/u getirecek olan Allah'a kulluk ederim. Bana müminlerden olmam emre-ılihli." 105. Yüzünü hak dine çevir ve sakın müşriklerden olma! 106. Allah'ı )nı ııkıp sana yararı da zararı da olmayan varlıklara tapma; bunu yaparsan, kuşkusuz kendine yazık edenlerden olursun. 107. Allah sana bir zarar vere­rek olursa, onu O'ndan başka giderecek yoktur. O senin hakkında bir iyilik dilerse onun liitfunu engelleyebilecek de yoktur. Bunu kullarından dilediğine nasip eder. Bağışlayan ve esirgeyen O'dur. 108. De ki: "Ey insanlar! İşte size rabbinizden gerçek gelmiştir. Artık kim doğru yolu tutarsa kendi lehine bu yolu seçmiş, kim de saparsa kendi aleyhine sapmış olur. Ben sizin adınıza ha­reket edecek değilim. 109. Sana ne vahyedilirse ona uy ve Allah hükmünü ve­rinceye kadar sabret. O hüküm verenlerin en hayırhsıdır. [136]

 

Tefsiri

 

104-109. Peygamberlerin görevi Allah tarafından bildirileri olduğu gibi in­sanlara tebliğ etmek ve ilâhî mesajın doğru anlaşılması için gereken çabayı sarfe-dip insanları aydınlatmaya çalışmaktır. [137]

İnsan bir taraftan kendi sorumluluğunu göz ardı etmeden üzerine düşeni ye­rine getirmeye çalışırken, bir taraftan da hiçbir güç ve iradenin yüce Allah'ın güç ve iradesine sınır getiremeyeceğinin bilincinde olmalı ve yalnız O'ndan yardım di­lemeli, O'na sığınmalıdır. [138]

 



[1]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/101.

[2]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/101.

[3] Kamer 54/55

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/101-102.

[4]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/103.

[5] bk. Bakara 2/255

[6] bk. A'râf 7/54

[7]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/103-104.

[8]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/104.

[9] ay ve güneş hakkında bilgi için bk. Mahmut Kaya, Muammer Dizer, "Ay",DİA, IV, 182-186; Celal Yeniçeri, Yavuz Unat, "Güneş", DİA, XIV, 288-294; ayrıca bk. Yâsîn 36/38-40

[10]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/104-105.

[11]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/106.

[12]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/106.

[13]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/107.

[14]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/107.

[15]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/108-109.

[16]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/109.

[17]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/109.

[18]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/109.

[19]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/109.

[20]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/110.

[21]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/111.

[22]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/111.

[23]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/111.

[24]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/112.

[25]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/113.

[26]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/113.

[27]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/114.

[28] Râzî, XVII, 86

[29]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/114-115.

[30] Taberî, XI, 114

[31] bk. El-mahlı, IV, 2710; Esed, 1,399

[32]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/115.

[33]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/115-116.

[34] el-Müfredât, "hkk" md

[35]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/116.

[36] bk. Râzî, XVII, 92; Cürcil-nî, rt-Ta'rîfât, "Zan" md.

[37]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/116-117.

[38]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/117-118.

[39] XI, 117

[40] II, 191

[41]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/118.

[42] Bakara 2/23-24; Hûd 11/13; Ka-s;ıs 2H/49; Tûr 52/34). Kur'ân-ı Kerîm'in bir sûresinin, hatta bir âyetinin bîle ben-/rı miti yapılıımamusı özelliğine onun "i'câz"ı denir (bilgi için bk. Bakara 2/23

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/118.

[43] ibn Âşür, XV, 171

[44]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/118-119.

[45] XI, 118

[46] XVII, 99

[47]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/119-120.

[48] XVII, 100

[49]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/120.

[50] Zemahşerî, II, 192

[51]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/120-121.

[52] me­selâ bk. Râzî, XVII, 102-103; krş. Zemahşerî, II, 192

[53]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/121.

[54]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/121.

[55] bk. Zemah-şerî, II, 192

[56] krş. Nâziât 79/46

[57] bk. Abese 80/34-42

[58]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/122.

[59]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/122.

[60] Zemahşerî, II, 192-193

[61] bunların dinî ve ahlâkî sorumluluk­ları ile ilgili bilgi için bk. Nisa 4/165; Mâide 5/19

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/122.

[62]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/123-

[63]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/124.

[64] meselâ bk. En'âm 6/27, 31; Ahzâb 33/66-68; Nebe' 78/40

[65] bk. Şevkânî, 11, 514

[66] Râzî, XVII, 111

[67]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/124-125.

[68] Râzî, XVII, 113

[69]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/125.

[70]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/126.

[71] Râzî, XVII, 116-117

[72] XVII, 114-117

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/126-127.

[73] meselâ bk. Taberî, XI, 124

[74] Şevkânî, II, 515

[75] meselâ bk. Nemi 27/36; Kasas 27/76; Gâfir 40/75

[76]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/127.

[77] İbn Âşûr, XI, 209

[78] XI, 127

[79] İbn Âşûr, XI, 209

[80]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/127-128.

[81] İbn Âşûr, XI, 251

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/128.

[82]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/128.

[83] Taberî, XI, 131-163

[84] Taberî, XI, 133-138

[85] XVII, 128

[86]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/128-129.

[87]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/130.

[88] benzer açıklamalar için bk. Zemahşerî, II, 196; Râzî, XVII, 129-130

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/130.

[89]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/130-131.

[90]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/131.

[91] en-Nahl 16/57

[92] İbn Âşûr, XI, 229

[93]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/131.

[94]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/131.

[95]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/132.

[96] Nûh tufanı hakkında bilgi için bk, Hûd 11/36-49

[97] bu konuda bilgi için bk. K;ıkara2/7

[98] Zemah-şı-ıi ,11. 197

[99] Ze-mahşerî, II, 198

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/132-134.

[100]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/134.

[101] sihir hakkında bk. Bakara .VI02; Hz. Mûsâ'mn mucizeleri ve Firavun tarafından düzenlenen sihir yarışması­nın daha geniş anlatımı için bk. A'râf 7/106-126

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/134-135.

[102]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/136-137.

[103] XI, 149-150

[104] III, 136-137

[105] Taberî, XI, 150; İbn Atıyye, III, 136-137

[106] 1,411

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/197.

[107] İbn Atıyye, III, 138

[108] Zemahşerî, II, 200

[109]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/137-138.

[110] Taberî, XI, 153-156; İbn Atıyye, III, 138-139

[111] XI, 265-266

[112] Zemahşerî, II, 200; Şevkânî, II, 530

[113] Zemahşerî, II, 200; Şevkânî, II, 530; İbnÂşÛr, XI, 266-267

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/138-139.

[114] en-Nisâ 4/176

[115] Taberî, XI, 156-157; Zemahşerî, II, 200-201; Şevkânî, II, 531-532; İbn Âşûr, XI, 268-269

[116] Ta­berî, XI, 158-160; Şevkânî, II, 532

[117] XI, 270-272

[118] Taberî, XI, 160; İbn Atıyye, III, 139

[119] XI, 272

[120] Şevkânî, II, 532

[121] Taberî, XI, 160-162; Şev­kânî, E, 532-533

[122] A'râf 7/130, 133

[123] XI, 272-273

[124]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/139-141.

[125] bk. İİLikara 2/50; A'râf 7/136; Enfâl 8/54

[126] Firavun, Firavun'un boğulması, âyetteki "deniz" ile nerenin kastedildİği ve son andaki imanıyla ilgili görüşler hakkında bk. A'râf 7/135-136; Ömer Faruk Harman, "Firavun", DİA, XIII, 118-121

[127] bu yerin neresi olduğu hakkındaki görüşler için bk, A'râf 7/137; "ilmin gelmesi" ve "İhtilâfa düşmele-ri"nin anlamı hakkında bk. Âl-İ İmrân 3/19

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/141-142.

[128]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/142.

[129] Râ-zî, XVII, 160-162

[130] Reşîd Rızâ, XI, 480

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/142-143.

[131]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/143.

[132]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/143.

[133] Hz. Yûnus ve başından geçenler hakkında bk. es-Sâffât 37/139-148

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/144.

[134]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/144.

[135]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/144-145.

[136]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/145-146.

[137] 105. âyetteki "hak din" diye çevirdiğimiz "hanîf' kelimesinin açıklaması için bk. Bakara 2/135

[138]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/146.