YÛNUS    SÛRESİ 4

Kapsadığı Başlıca Konular İse Şöyledir: 4

Meali : 5

İniş Sebebi 5

Hikmet Ve Hüküm Taşıyan Kitap. 5

Uyarıcı Ve Müjdeci 6

Gönderilen Her Peygamber Aynı Tepkilerle Karşılanmıştır. 6

Âyetler Arasında Bağlantı 7

Meali: 7

Hakkı Hak İle İsbat 7

Göklerin Ve Yerin Altı Devirde Yaratılması 8

"Arş Üzerinde İstiva. 8

Tedbîrinde Ortağı Yoktur. 9

Dönüş, Ancak O'nadır. 9

Mükâfat Da, Ceza Da Adilâne Olacaktır. 9

Âyetler Arasında Bağlantı 10

Meali: 10

Güneşi Ziya, Ay'ı Nur Kılmıştır. 10

Ay'a Konaklar Takdir Edilmesi 11

Allah Hak İle Yarattı 11

Gece İle Gündüzün Birbirini İzleyip Değişmesi 11

Âyetler Arasinda Bağlantı 12

Meali: 12

İlgili Hadîsler. 12

Öldükten Sonra Dirileceklerine İnanmayanlar. 12

Cennetteki Duâ. 13

Sağlık Ve Dirlik Temennileri 13

Cennet'te Ruhun Alacağı En Yüksek Gida. 13

Âyetler Arasında Bağlantı 14

Meali; 14

İniş Sebebi 14

İlgili Hadîsler. 14

İnsan Acelecidir. 15

Allah'ı Hatırlama Ve O'na Sığınma. 15

Âyetler Arasında Bağlantı 16

Meali 16

İlgili Hadîsler. 16

Suçlu, Günahkâr Millet 16

Âyetler Arasında Bağlantı 17

Meali: 17

İniş Sebebi 17

Kendi Anlayışlarına Göre Bir Din Ve Bir Kitap Arzu Edenler. 17

İnkarcıların Teklifi 17

Peygamberimizin (A.S.)  Müşrikler Arasında Uzun Bir Süre Kalması 18

Âyetler Arasında Bağlantı 18

Meali: 19

Zarar Ve Yarar Veremiyen Bâtıl İlâhlar. 19

Yirminci Asrın Putperestleri 19

İnsanlar Bir Tek Ümmet İdi 20

Haklı İle Haksız Arasında Hüküm.. 20

Müşriklerin Açık Bir Mu'cize Beklemeleri 21

Cok Büyük Bir Mu'cizenîn Meydana Geleceği Haber Veriliyor. 21

Âyetler Arasında Bağlantı 21

Meali: 21

İniş Sebebi 22

İlgili Hadîsler. 22

Sıkıntıdan Sonraki Ferahlık Ve Böbürlenme. 22

İlmî Yönü Karada Ve Denizde Gezdiren O'dur. 23

Tehlikeli Anlarda Allah'ı Anmak. 23

Âyetler Arasında Bağlantı 23

Meali: 24

İlgili Hadîs. 24

Su Hayattır. 24

Âyetler Arasinda Bağlantı 24

Meali: 25

İlgili Hadîsler. 25

İhsanın Karşılığı 25

Allah Dilediğini Doğru Yola Eriştirir. 25

Kötülüğün Cezası Misliyledir. 26

İmansız Kişi, Neden Cehennem'de Temelli Kalacak?- 26

Tahlil 26

Âyetler Arasında Bağlantı 26

Meali: 27

İlgili Hadîs. 27

Allah, Tevhîtten Başkasına Razı Değildir. 27

Cansızları Da Konuşturan Yüce Kudret 27

Hak Mevlâ'nın Adaletine Döndürülecekler. 28

Tahliller. 28

Âyetler Arasında Bağlantı 28

Meali: 28

Gökten Ve Yerden Rızık Veren. 28

Kulağa Ve Gözlere Kim Sahip?. 29

Diriyi Ölüden, Ölüyü Diriden Çıkaran Odur. 29

Âyetler Arasında Bağlantı 30

Meali: 30

İlkin Yaratıp Meydana Getiren. 30

Hakk'a Doğru Yol Gösteren Kimdir?. 30

Onların Çoğu Zanna Uyarlar. 31

Âyetler Arasinda Bağlanti 31

Meali: 31

İlgili Hadîs. 32

Kur'ân İnsan Uydurması Değildir. 32

Kur'ân'ın Taşıdığı Yüksek Hikmet 32

Kur'ân'ı Yalanlıyanlar. 33

Allah Fesatçıları, Bozguncuları Çok İyi Bilir. 33

Bakan Körler, İşiten Sağırlar. 34

Allah Kimseye Zulmetmez. 34

Âyetler Arasında Bağlantı 35

Allah'ın Va'dettiği Azap. 36

Her Ümmetin Bir Peygamberi Vardır. 36

Peygamberlerin Yetki Alanı 36

Milletlerin Ömrü. 36

Fidye (Kurtuluş Akçesi) 37

Âyetler Arasında Bağlantı 37

Meali: 37

İlgili Hadîsler. 38

Kur'ân'ın  Dört Vasfı 38

Helâl Ve Haram Sınırı 38

Allah Fazl-Ü Kerem Sahibidir. 39

Düşünce Ve Davranışlarımızı Bilen Yüce Kudret 40

Zerre Ve Ağırlığı  (Molekül Ve Atom) 40

Âyetler Arasında Bağlantı 40

Meali: 41

İlgili Hadîsler. 41

Evliya (Alllah Dostları) 41

Allah Dostunun Korkmadığ1 Hususlar. 42

Her İki Hayatta Da Müjde Onlara! 42

Allah'ın Sözünde Değişme Olmaz. 42

Âyetler Arasında Bağlanti 43

Meali: 43

Batılın Şatafatı 43

Putperestler Putlara Değil, Zanlarına Uyarlar. 44

Allah'ın İzzetine Delâlet Eden Belgeler. 44

Allah, Çocuk Edinmekten Münezzehtir. 44

Âyetler Arasında Bağlantı 45

Meâli : 45

Nuh Peygamber'in Başından Geçenler. 45

Âyetler Arasında Bağlantı 46

Meali; 47

Musa Peygamber Kıssasının Bir Özeti 47

Âyetler Arasında Bağlantı 49

Meali: 49

Evlerin Kıbleye Yönelik Bulunması 49

Namazın Sağladığı Güven Ve Dayanışma. 49

Musa Peygamberin Şirretliğe Karşı Tepkisi 50

Doğrulukta Ve Doğru Yolda Devam Etmek. 50

Denizin Yol Vermesi 51

Neden Fir'avn'ın İmanı Kabul Edilmedi?. 51

Iı. Ramses'in Mumyası 51

Musa Peygamber İle Fir'avn Olayında Yer Alan İlâhi Mesajlar. 52

Âyetler Arasında Bağlantı 52

Meali: 52

Sıkıntıdan Sonra Genişlik. 52

Kendilerine İlim Gelince İhtilafa Düştüler. 53

Âyetler Arasında Bağlantı 53

Meali: 54

İlgili Hadîs. 54

Peygamber (A.S.) Şüpheden Her Zaman Kendini Uzak Tutmuştur. 54

Daha Önce Kitap Okuyanlar. 54

Rabb1mızın Sözü Kimler Hakkında Gerçekleşmiştir?. 55

Âyetler Arasında Bağlantı 55

Meali: 55

İlgili Hadisler. 55

Azabı Görünce İman Etmek. 56

Yunus Peygamber Ve Kavmi 56

Rabbın Dileseydi, Bütün İnsanlar Hakk'a İnanırdı 56

Dinde Zorlama Yoktur. 57

Allah'ın İzni Olmadan Kimse  İman  Etmez. 57

Murdarlık Azabı 57

Göklerde Ve Yerde Neler Var?. 58

Mekkeli'ler Ve Onlar Gibi Olanlar. 58

M E A L İ : 59

İlgili Hadîs. 59

Aklın Ve Vicdanın Hakemliği 59

Yarar Ve Zarar Verme, Allah'ın İrade Ve Takdirine Bağlıdır. 59

Ayetler Arasında Bağlanti 60

M E A Li : 60

Uyarının Son Halkası 60

Allah'tan Gönderilen Hak. 60

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YÛNUS    SÛRESİ

 

Bu sûre ismini, içinde kıssası geçen Yûnus Peygamber'den alır.

Tamamı 109 âyet, 1832 kelime ve 9099 harftir. Sûre bütünüyle çok be-lîğ bir üslûpla ilâhî rahmetin genişliğini yansıtır. Ayrıca değişik yönleriyle Nuh Peygamber ile Musa Peygamberden, risâlet görevini yerine getirirler­ken karşılaştıkları önemli safhalardan bahseder. [1]

 

 

Kapsadığı Başlıca Konular İse Şöyledir:

 

a)  Tevhit inancının esasları açıklanır.

b) Allah'a  ortak  koşmanın,  insanın  hılkatindaki  azizlik  ve yüceliğe ters düştüğüne atıflar yapılarak küfür ile imân arasındaki önemli farklara yer verilir.

ç)   Peygamberliğin önemi üzerinde durulur, insan aklına ışık tutar an­lamda ana fikirler verilir.

d) Öldükten sonraki ikinci hayatın hikmeti ve bazı önemli safhaları anlatılır ve böylece insan olarak yaratılmamızın  hikmetine dikkatler çe­kilir.

e)  Kıyamet, ceza ve mükâfat gibi, uhrevî konular üzerinde durulur; her insanın anlayabileceği bir anlatımla bu konularla önce duygulara, son­ra da akıl ve idrâklere seslenilerek yeterince açıklık getirilir.

f)  Tevbe sûresi, Hz. Muhammed'in (A.S.) risâletine yer vererek onun müstesna vasıflarını sıralayarak noktalanır. Bu sûreye de onun risaletinin bazı özelliklerine temas edilerek başlanır.

g)  İnkarcı sapıkların yalan ve iftiralarının nasıl bir vebal ve haksızlık taşıdığına işaretle küfür ve nifakın selîm bir akılla bağdaşamıyacağı ka-palı şekilde anlatılır.

Yûnus sûresi, el-Hasan, İkrime, Atö' ve Câbir'e göre Mekke'de inmiş­tir. İbn Abbas'a (R.A.) göre, 94, 95 ve 96. âyetler dışında kalan kısmı Mek­ke döneminde inmiştir. Mukatil'e göre, 94, 95. âyetler dışında diğer bütün âyetleri Mekke döneminde, o iki âyeti ise Medine döneminde inmiştir. Kei-bî'ye göre, 40. âyet dışında tamamı Mekke'de inmiştir. [2]

 

Meali :                   

 

1— Elif -Lâm- Râ. İşte bunlar hikmet ve hüküm dolu kitabın âyetleridir.

2— İnsanları (tuttukları yolun tehlikesine karşı) uyar; iman edenleri Rablarının yanında kendilerine ayrılan KADEM-İ SIDK (güzel sevap, sâlih amel, ebedî saadet, yüksek makam) ile müjdele diye, içlerinden bir adama vahyetmemiz (Mekkeli'ler için) şaşılacak şey mi ki, o kâfirler, «bu ancak açık bir büyücüdür» dediler

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki: «Allah (c.c), Muhammed (A.S.) Efendimizi peygamber olarak görevlendirip gönderince, Araplar onu inkâr ve ret edip şu ölçüsüz görüşlerini ortaya koyup savundular: Allah, Muhammed gibi bir insanı peygamber olarak göndermekten çok yücedir, onu böyle bir (ölçüsüzlükten) tenzîh ederiz!»

O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [3]

Onlardan bir kısmı da şöyle diyorlardı: «Allah, Ebû Tâlib'in yetiminden başka gönderecek bir kimse bulamadı mı?!» [4] Yukarıdaki âyetler onla­rın bu akıl ve din dışı iddialarını reddeder mahiyette indi.

Elif - Lâm - Râ harflerinin sonu harekesiz okunur. Bunlar sûrenin şif­resi, ilâhî tecellinin damgası, sûredeki hikmet ve hükümlerin anahtarı sa­yılırlar. Bundan başka taşıdığı hikmetleri, delâlet ettikleri mana ve hü­kümleri Allah daha iyi bilir.. [5]

 

Hikmet Ve Hüküm Taşıyan Kitap

 

«İşte bunlar hikmet ve hüküm dolu kitabın âyetleridir.»

Bu âyetle Kur'ân'ın iki önemli özelliğine parmak basılıp beşer aklına ışık tutuluyor ve bunlarla o kitabın diğer kitaplardan farklı bulunduğuna işaret ediliyor:

1—  Kur'ân   bütünüyle  Allah   sözüdür,-  içindeki   hüküm  ve   hikmetler O'na aittir ve o bakımdan Allah boş ve anlamsız, fazla ve lüzumsuz söz söylemekten çok yüce ve çok münezzehtir. Bu acıdan da, Kur'ân'ın her âyeti, insan hayatını iyiye, güzele, doğruya ve en yararlı olana çeviren ay­rı bir hüküm ve hikmet kaynağıdır.

2—  Kur'ân'da dünya ve âhiretle ilgili ve insan için lüzumlu bütün hü­kümler yer almıştır.

O halde Kur'ân'ın her hükmünde mutlak hikmet; tıer hikmetinde mut­lak ders, öğüt ve ibret vardır. Hükümleri zamanın ve sosyal yapıların de­ğişmesiyle değişmeyen, insan hayatını onun ruhundaki yüceliğe, hılkatın-daki hikmete eşdeğerde düzenleyen ölçü ve muhtevadadır.

İlmî araştırmaların, yeni yeni buluşların ilerlemesiyle tazeliğini kay­betmeyen tek kitaptır. Gerçeği bulan ilimle hiçbir zaman ters düşmez. Hikmetindeki derinlik, hükümlerindeki açıklık ve esneklik, akla ve idrâke her zaman kapı açıp seslenecek güçtedir. İnsan aklına, ilmî harekete can­lılık sağlamak için yer yer ana fikirler, temel bilgiler verir.

Nitekim Hıristiyan olup 1974 yılında İslâm'a giren ünlü  Fransız ilim adamı Prof. Dr. Maurice BUCAILLE, «La Bible, le Coran, et la science» adlı eserinde diyor ki: «Kur'ân ile bilim arasında ortak tarafların bulun­ması, ilk bakışta insanı hayrette bırakır. Zira bu ikisi arasında uyuşmazlık değil, uyum vardır.»

«Bati'da İslâm hakkında ortaya çıkan tamamen yanlış değer hüküm­leri, bazan cehaletten, bazan da kasıtlı bir aleyhtarlıktan ileri gelir.»

İşte Allah kitabının hakîm olmasının bir anlamı da budur. Özetliyecek olursak, Kur'ân'ın hakîm vasfından anlaşılan manaları şöyle maddeleştire-biiiriz:

a)  Helâl, haram, hudut ve ahkâm ile muhkemdir.

b)  Helâl ve haram sınırlarını belirlemede, insanlar arasındaki ihtilâfı çözmede, kardeşlik duygularını geliştirmede, hakkı her zaman ayakta tut­mada kusursuz hükümler ihtiva etmektedir.

c)  Allah o kitapta adaletle,  iyilikle, yakınları  gözetmekle, her türlü hayasızlıktan ve kötülüklerden, haksızlık ve tuğyandan kaçınmakla hük­metmiştir Bu manayla da Kur'ân, hükrrıolunan hakimdir, yani mahkûm an­lamına gelen hakîm sıfatını taşır.

d)  İlmî konularda en sağlam anc düşünceyi hikmetle ortaya koyar. Hiçbir devirde ilimle, ama gerçeği bulmuş ilimle uyumsuzluk halinde olmaz.

e)  Ferdin iç âleminde, aile ve toplum yapısında fazîlet ışığını yakıp güzel ahlâk doğrultusunda dengeyi sağlar.  Hükümleri,  Cenâb-ı  Hakk'ın Kelâm sıfatının tecelüsidir, o bakımdan ebedîdir ve kusursuzdur. İnsan ka­fasının ürünü olan hükümler ise, zamanla insan gibi eskimeye, yıpranma­ya, tazeliğini kaybetmeye mahkûmdur ve insan kadar kusurludur. [6]

 

Uyarıcı Ve Müjdeci

 

«İnsanları uyar, imân edenleri Rablarının yanında kendilerine ayrılan Kadem-i Sıdk ile müjdele...»

İlgili âyetle Kur'ân, insanlar içinden seçilip yine insanlara peygamber olarak gönderilen Hz. Muhammed'in (A.S.), yüklendiği ağır, fakat çok şe­refli ve kutsal görevin daha çok iki ana hedefi bulunduğunu açıklıyor: Hak yoldan sapmışları, tuttukları yanlış yolun sonundaki tehlikeye karşı uyar­mak; aklını iyiye, güzele ve hakka çevirip Allah'a imân ederek doğru yol­da yürüyenleri sonsuz mutluluklarla müjdelemek.,

Aklıyla değil hissiyle; idrâkiyle değil nefsiyle olayları değerlendirmek

isteyen Mekkeli putperestler, Hz. Muhammed'in (A.S.) peygamber olarak gönderilmesini bir türlü hazmedemeyip aşırı şaşkınlık gösterdiler. Çünkü onlara göre, gönderilecek peygamberin ya bir melek, ya da en zengin ve nüfuzlu bir adam olması gerekirdi. Şüphesiz ki, uzun yıllar hakkın sesini duymayan o insanların değer ölçüleri çok farklı idi. Onlara göre, büyüklük ve yüceliği ahlâk ve fazilette, asalet ve doğrulukta değil, mal, evlât ve güç­lü kabile sahibi olmakta aramak gerekiyordu.

Hz. Muhammed (A.S.), ilim ve hikmet dolu ilâhî âyetleri getirip tebliğ edince durum derhal değişti. Bazan da akla durgunluk veren mu'cizeler ortaya koyunca putperestlerin şaşkınlıkları bir kat daha arttı. O. bakımdan ne diyeceklerini, nasıl bir yakıştırmada bulunacaklarını kestiremediler; so­nunda onun için «apaçık bir büyücü, bir sihirbaz» diyecek kadar âdileşti-ler.

Oysa sihirbaz veya büyücü, güzel ahlâkı sağlamak, haksızlıkları gider­mek, cihan kardeşliğini getirmek, zulüm ve haksızlığı durdurmak, yardım­laşma ve dayanışmayı gerçekleştirmek. Yüce Yaratan'ı kemal sıfatlarıyla tanıtmak, O'na kulluğun hikmet ve manasını açıklamak, dünya ve âhiret mutluluğuna yol açmak gibi toplum ve milletleri sapasağlam ayakta tu­tacak konu ve kurallarla, hüküm ve prensiplerle uğraşmazlar; esasen bu gibi önemli meseleleri açıklayacak bilgi ve kültüre, fazilet ve ahlâka, imân ve irfana sahip değillerdir.

İşte gerek Mekkeli putperestler, gerek her çağda ve dönemde ortaya çıkıp hak dinlerin lüzumsuzluğunu veya dinlerin insanlar tarafından, bazı şeylerden korkup endişelenmeleri sebebiyle ortaya çıkarıldığını iddia eden maddeciler, akıl nimetini yerinde kullanmadıkları, sadece duygularının ön­cülüğünde düşünüp hareket ettiklerinden bu farkı anlayamamışlar ve bü­yük bir şaşkınlık atmosferi içinde inkâr ve inatlarını artırmışlardır.

Sûrenin ilk iki âyetiyle Hz. Peygamberin (A.S.) asıl görevi açıklanır­ken müşrikler kınanmakta, doğruyu araştırmadıkları için de inzarla teb-şîr üzerinde düşünmeleri telkin edilmektedir. [7]

 

Gönderilen Her Peygamber Aynı Tepkilerle Karşılanmıştır

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den önce gelip geçen hemen her peygam­ber, küfür ve azgınlıkla mücadele etmiş ve aynı tepkilerle, yakışıksız söz­lerle, bir sürü yalan ve iftirayla karşılaşmıştır. Nitekim Âl-i İmrân sûresi 184. âyette bu husus şöyle belirtilmektedir: «Ey Muhammedi Eğer seni(n peygamberliğini) yalan saydılarsa, senden önceki birçok peygamberler de yalanlanmalardır ki, onlar da açık belgeler, mu'cizeler, irşat dolu sahife-ler ve aydınlatıcı kitaplar getirmişlerdi.»

İnkarcı azgınların, şaşkın müşriklerin peygamberlere sataşmaları yer yer anlatılarak birtakım ölçüler ortaya konulmuştur. Onlardan bir kısmını şöyle sıralayabiliriz :

«Allah, peygamber olarak bir insan mı gönderdi!?» [8]

«De ki: Eğer yeryüzünde eyleşip mutmain ve huzur içinde yürüyen melekler bulunsaydı, elbette üzerlerine gökten peygamber olarak melek gönderirdik.» [9]

«Eğer o indireceğimizi melek kılsaydık, yine onu bir adam (şeklinde) yapardık da düştükleri şüpheye tekrar onları düşürmüş olurduk.» [10]

«Hani onlara peygamberler, önierinden-arkalarından gelmişti de an­cak Allah'a kulluk edin (demişlerdi). Onlar ise, eğer Rabbımız dileseydi melekleri indirirdi. Bu bakımdan biz elbette sizinle gönderilen şeyi inkâr edenleriz, demişlerdi.» [11]

«Ve bir de dediler ki: Bu Kur'ân, şu iki şehirden büyük bir adama in­dirilmeli değil miydi?» [12]

Görüldüğü gibi, Hz. Muhammed'e (A.S.) başka kusurlar bulup yakış­tıramadıkları için cahil halkı ondan uzak tutmayı amaçlıyarak zaman za­man yukarıda belirtilen sözleri sarfederek inkârlarında ısrar etmişlerdir. İniş bölümünde naklettiğimiz gibi, «Allah, Ebû Tâlib'in yetiminden başka peygamber gönderecek bir kimse bulamadı mı?!» demeleri, onların ne öl­çüde bir peygamber görmek istediklerinin bir başka belgesidir. Şüphesiz ki, müşriklerin şaşkınlıklarının en gülünç tarafı, büyücüyle peygamberi, si­hirle mu'oizeyi, faziletle rezîleti, hakla bâtılı, iyi ile kötüyü ayırt edememe­leridir.

Günümüzde de Kur'ân'ı, Peygamberimizin nezîh hayatını, İslâm'ın yüksek" amaç ve hikmetini bilimsel açıdan inceleyip araştırma zahmetine katlanmadan Kur'ân'a «çöl kanunu», Hz. Muhammed'e (A.S.) «çok akıl­lı bir adam», İslâmî esas ve prensiplere «ilkel kanunlar» diyenlerle put­perest cahil Araplar arasında temelde bir fark yoktur. Dün, sergilenen şaş­kınlık ve inkâr nasıl insanlık adına bir yüz karası ise, bugün de ilim ve medeniyet adına ortaya atılan sözler ve yakıştırmalar da ilim ve medeniyet adına birer yüz karasıdır. Dünkülerin ilmi ve irfanı yoktu, akıllarını da kul­lanmıyorlar, şartlanmış bir kafayla, kökleşmiş bir önyargı ile hakka karşı çıkıyorlardı. Bugünkülerin ilmi ve kültürü olmakla beraber, ne ilimlerini, ne de akıllarını gerçeği arayıp bulma doğrultusunda kullanıyorlar, Birincilerin cehalet ve taassupları; ikincilerin maddeciliği üstün gelmiştir.

Son yıllarda aklını gerçeği bulmaya çeviren, materyalizmin donduru­cu havasından sıyrılıp hakkı bulmaya heveslenen ve Fransa'da sosyaliz­min beyni sayılan Roger Garaudy, 180 derecelik bir dönüş yapıp İslâm'ı kendine din olarak seçtikten sonra eline kalemi alıp'İslâm'ın Va'dettikleri adlı eserinde şöyle diyor;

«İslâm günümüzde, geçmişi içinde donmuş değildir. Çağın yaşayan problemlerini Medine toplumunun anlayış ve duyuşu ile çözebilecek nite­liktedir.» [13]

«Bin yıla yakın bir zaman içinde Batı kültürüne kaynak sağlayan İs­lâm medeniyetinin Grotius'ten Michelet Servet'e kadar uluslararası huku­ka yaptığı etkileri görmemek için Batılılara, çoğu zaman Müslümanlar ko­nusunda ileri sürüldüğünden fazla «yobazlık» gereklidir..» [14]

«İslâm'da yanlış bir Tanrı bilgisi aşılayacak aracılara, Allah'ın yeryü­zünde temsilcisi olduklarını iddia edecek krallara ve prenslere yer yoktur. Allah kendi kanunlarını kendisi iletmiştir..» [15]

Şüphesiz ki gerçeği yansıtan, hakkı itiraftan başka yanı olmayan bu sözler, derin bir araştırmanın, bilimsel gayret ve himmetin, sağduyunun ürünleridir. Allah yanında böyle imân edip gerçeği yansıtanlar için KA-DEM-l SIDK mükâfatı söz konusudur. Dünyada adımını doğruya, iyiye ve fazîlete doğru atan bahtiyarlar için, mükâfat olarak hep iyilik ve güzel­likler hazırlanmıştır. [16]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle inkarcı sapıkların, azgın putperestlerin, son peygamber olarak gönderilen Hz. Muhammed'e (A.S.) karşı menfi tutum­ları açıklandı. Peygamberin daha çok iki ana görevi yerine getirmek için gönderildiğine temas edilerek Kur'ân'ın bütünüyle, insan hayatını en gü­zel şekilde düzene sokacak hüküm ve hikmetler hazinesi olduğu açık­landı.

Aşağıdaki âyetlerle insan aklına sesleniliyor. Kâinattaki mutlak dü­zen ve dengeye bakmamız ve onlardan birtakım olumlu sonuçlar çıkarma­mız isteniliyor. Kâinat plânında yer alan her şeyin ilâhî damgayı taşıdığı­na işaretle Allah'ın kudret ve azameti anlatılıyor. Böylece önyargıyı bıra­kıp kafa ve kalbi gerçeği arayıp bulmaya çevirmenin gereği üzerinde du­ruluyor, [17]

 

Meali:

 

3—  Şüphesiz ki Rabbınız gökleri ve yeri altı gün  (devir)de yaratıp sonra da Arş üzerine saltanatı ve kudretiyle tecelli ederek her işi gereği gibi düzenleyip yürüten Allah'tır. Onun  izni olmadıktan  sonra hiçbir  şe­faatçi şefaat edemez. İşte bu Allah sizin Rabbınızdır. Artık O'na kulluk ediniz. Hâlâ düşünüp öğüt almaz mısınız?!

4—  Hepinizin dönüşü ancak O'nadır. Allah'ın verdiği söz haktır. Şüp­hesiz ki O, imân edip iyi-yararlı amellerde bulunanları -adalet ölçüleriyle-mükâfatlandırmak için önce halkı yaratıp varlık alamna getirir, sonra da geri çevirip (diriltir). İnkâr edenlere ise, küfrettiklerinden dolayı fıkır fıkır kaynayan su ve elem verici bir azap vardır.

 

Hakkı Hak İle İsbat

 

Kur'ân'ın yüksek ve yönlendirici metotlarından biri de, önce konuyu belli bir çerçeve içine alıp ana temasını işlemek, sonra ondaki amaç ve hikmeti duygu ve düşüncelere malzeme vererek açıklamak, sonra da in­san aklına ışık tutup, onu duygunun dar çerçevesinden çıkartıp görüş uf­kunu açarak akıl ve idrâkine seslenmektir.

O bakımdan sûrenin baş kısmında, indirilen kitabın hikmet ve hüküm dolu olduğu bir cümleyle ortaya konuldu. Uyarıcı ve müjdeci bir hüviyetle gönderilen Hz. Muhammed'in (A.S.) yüksek şahsiyeti üzerinde duruldu. İnkarcıların Onun hakkındaki ölçüsüz, akıl ve idrâk dışı sözleri ve sataş­maları konu edilerek vicdanlara seslenildi. Dosdoğru imân edenler için Allah yanında yüce makamların, göz ve gönül dolduran mükâfatların ha­zırlandığına geçilerek insan arzu ve ihtirasına cevap verildi; doğruyu bu­lup seçenlerin doğruluk makamında ebediyen mutlu olacakları müjdelen­di. Sonra da göklerin ve yerin altı devir ve dönemde yaratıldığına geçilerek düşünce, duygu ve akıl biraraya getirilmek suretiyle aklın öncülük yap­masına işaret edildi. Böylece hak olan Kur'ân ve Peygamberin, hak olan kâinat düzeniyle isbatı yapılarak inkarcılar ilmî araştırmaya davet edildi. [18]

 

Göklerin Ve Yerin Altı Devirde Yaratılması

 

Şüphesız ki Rabbiniz gökleri ve yeri altı gün (devir)de yaratıp sonra da Arş üzerine saltanatı ve kudretiyle tecelli ederek her işi gereği gibi düzenleyip yürüten Allah'tır.»

A'raf sûresi 54. âyetin tefsîrinde aynı konuya yer verilmiştir. Ayrıca bu âyet az bir farkla Kur'ân'ın sekiz yerinde geçmektedir, Allah böylece kudretinin sonsuzluğunu, sünnetinin şaşmazlığını, tedbirinin kusursuzlu­ğunu, kurduğu düzenin mükemmelliğini belirtmek için zaman zaman be­şer aklına seslenir; ilmî araştırma yapmak isteyenlere ana fikir verir.

Sekiz yerde az farkla tekrar edilmesinin bir başka sebebi ise, dikkat­leri, değişik ilmî konulara, ilâhî kanunlara çekmek; astronomi ve jeoloji gi­bi her yönüyle ilâhî plânın eşsizliğini yansıtan önemli iki mevzuda ciddi araştırma ve incelemeyi teşvik etmek ve hafızalarda derin izler bırakıp idrâki uyanık tutmakdır.

A'raf sûresi 54. âyetin tefsîrinde de açıkladığımız gibi, göklerin ve ye­rin yaratılması işlenirken «yevm» tabirinin kullanılması, müstesna bir an­latım tarzı ve eşsiz bir esneklik üslûbu ortaya koymaktadır. Zira bu tabir

üç ayrı mânaya delâlet etmekte ve bulunduğu cümle ve konuya göre, üç mânadan biriyle yorumlanmaktadır. Onları kısaca şöyle sıralayabiliriz :

1_Başlangıcı ve sonu kesin bilinmeyen, fakat tahmini mümkün olan uzun bir devir ve dönem.

2—  Qok kısa bir zaman parçası.

3—  24 saatlik bir zaman dilimi.

Üçüncü âyette geçen ve astronomi ile jeoloji ilimleriyle ilgili bulunan «yevm», birinci mâna ve yorumla içiçedir. Böylece Kur'ân, göklerin ve ye­rin yaratılmasında sürüp gelen altı jeolojik devreye işarette bulunmaktadır. [19]

 

"Arş Üzerinde İstiva

 

«Sonra da Arş üzerine saltanatı ve kudretiyle tecelli ederek....»

Bu husus da A'raf sûresi 54. âyetin tefsîrinde açıklanmış ve gereken bilgi verilerek yorumda bulunulmuştur. Ancak burada «Arş» denildikten sonra şu cümle ile tamamlanmıştır; «Her işi tedbîr eder, her işi gereği gi­bi düzenleyip yürütür..»

Âyetin kelime dizisinde önemli bazı hususlar vardır ki, üzerine dik­katle eğilmek gerekir. Şöyle ki :

a)  Allah gökleri ve yeri yarattıktan sonra Arş üzerine istiva etmiştir. Bu sözden, gökleri ve yeri yaratıp sünnetullah'ı doğrultusunda tam bir den­ge ve düzende tuttuğu, her varlığın, diğer bir tabirle her şeyin varlık ale­mindeki yerine ve özelliğine göre, kâinatın dengesini sürdürmesinde yar­dımcı bir parça olarak görev yaptığı anlaşılıyor. Çünkü.kâinattaki denge kanunu, bir zincirin düzenli halkaları gibi birbirleriyle bağlantılıdır. Kıya­met kopuncaya kadar bu bağlantı sürüp gider. Ancak bazı parçalardaki mevcut dengeyi  bilgisizliğimiz veya  ilgisizliğimiz yüzünden  biz  insanlar bozmaktayız ki, bunun zararı yine bize dönmektedir.

b)  Arş denilen ilâhî saltanatın tecelli ettiği makam, kâinatta sürüp gelen denge ve düzenle çok yakından ilgilidir veya o dengenin odağını oluşturmaktadır. Sahîh hadîslerden, Arş'ın göklerden ve yerden çok büyük olduğu anlaşılıyor. Böylece Arş'ın en hâkim noktada beşer idrâkini aşan büyüklüğü, kuvvetli bir ihtimalle, kendisinden küçük olan göklerin denge­sinin temelini ve ana merkezini oluşturmaktadır. Zira istiva -A'raf sûresin­de de belirttiğimiz gibi- ya birden fazla şeyin aynı seviyede   olduğu,    ya da bir şeyin dimdik dengede ayakta durup çevresiyle ayrı bir denge sağ­ladığı anlamına gelir.

c) İstivadan sonra tedbîr geliyor, «yüdebbirü» tef'ÎT kökünden şimdiki ve gelecek zamana delâlet eden bir fiildir. Ona bu açıdan bakıl­dığında şu mânaları ifade ettiği görülür:

  Hikmeti uyarınca hükmedip takdîr etmek,

 İsabetli ve istikrarlı iş yapmak,

 Olayların ve fiillerin sonunu, doğuracakları meseleleri önceden he­saba katmak veya tesbît edip bilmek ve öylece lâyık olmayan bir duru­mun meydana gelmesini önlemek,

 Kurduğu düzeni dengeli, plânlı, programlı ve amacına uygun devam ettirmek ve bunun için bütün önlemleri almak...

İşte âyetteki «tedbîr» bir bakıma istivayı açıklıyor. Denge sağ­lanıp her iş ve olay gerektiği gibi düzenlenip yürütülüyor ve her varlık kâ­inat planındaki yerini alıp yaratıldığı amaca yönelerek hizmet veriyor.

Bu açıklamadan çıkarılacak sonuç ise, özetle şu olabilir: Kâinatta, başka bir tabirle varlık âleminde meydana gelen her olay, mutlak surette Allah'ın ezelî tedbîri, takdiri ve terbiyesiyle vücut bulur. O'nun kudretine bir son, hikmetine bir sınır, tedbirinde bir kusur söz konusu olamaz.

d) Gökleri ve yeri altı devirde yaratan ve sonra Arş üzerine istiva edip her işi tedbîrle yürüten Allah, rab sıfatıyla anılmıştır. Çünkü rab, her şeyi türünün özelliğine, yaratılışının amaç ve hikmetine uygun terbiye eden, her şeyi yavaş yavaş kemâle erdiren ve kâinatı bir okul misali elinde tutup en ince hesaplar, en şaşmaz kanunlar ve değişmez programlarla eğitip yetiştiren zatın sıfatıdır. O'nun terbiye sistemi ve kemale erdirme progra­mı her zerreyi içine alıp kapsamıştır. O bakımdan varlık âleminde hiçbir şey, rab sıfatının kapsamı dışında değildir ve olamaz da.. O halde gök­leri ve yeri yaratmaya, sonra da Arş üzerine kudretiyle tecelliye ve kâinatı tedbîre en uygun sıfat   rab'dır. [20]

 

Tedbîrinde Ortağı Yoktur

 

«O'nun izni olmadan hiçbir şefaatçi şefaat ede­mez..»

Şefaatçi diye çevirisini yaptığımız «şefiî1» sözü, bir şefaatçıdan ziyade, denge ve tedbîrde Allah'a yardımcı olacak, birliğinin yüce kudretini ortak-

lık düzeyine itecek, ilâhî tedbiri süratlendirecek veya yönlendirecek hiç ama hiçbir ortak, kuvvet ve yardımcı yoktur ve olamaz da.. Aksi halde vah­daniyet kalkar, tedbîr bozulur, plân alt-üst olur, program yön değiştirir. Bunun neticesi mevcut,denge yıkılır. Aynı zamanda hiçbir varlık O'nun katında şefaatçi da olamaz; meğer ki, O, izin vermiş olsun..

İşte birliğinde eşi, tedbîrinde yardımcısı, fiilinde ortağı, kudretinde benzeri, terbiyede destekçisi olmayan Allah, fâil-i muhtar'dır ve işte o hem bizim, hem de bütün eşyanın yegâne terbiyecisidir. Bize gereken, kâinatta­ki denge ve düzen atmosferi içinde plândaki yerimizi almak, yaratıldığımız hizmete yönelmek ve mutlak denge içinde kendi dengemizi korumaktır.

Bunca bilimsel ve açık belgelere rağmen hâlâ düşünüp öğüt ve ibret almamız gerekmiyor mu? [21]

 

Dönüş, Ancak O'nadır

 

«Hepinizin dönüşü ancak O'nadır.»

Varlık âlemi ilâhi kudretin eseridir. Öyle ki, ilâhî kudret sınırsız bir güç ve sonsuz bir enerji kaynağıdır. Bu kaynağın büyük bir enerji oluştu­rup tezahür etmesi ve bu enerjinin yoğunlaşıp kâinatı meydana getirmesi, bir halk ve icaddır. Belli ve belirli kanunlarla idare edilip şaşmadan hedef ve amacına yönelik tutulması, tedbîr ve terbiyedir.

O halde her şey ilâhî kudretin tezahürüdür. Ancak bu tezahürün en şerefli ve belirgin cüz'ü insandır; yani kâinat insan için, insan da Allah için yaratılmıştır. O bakımdan sonunda insanların dönüşü Allah'a olacaktır.

Gerçek bu olmakla beraber, bunca meziyetleri kendinde taşıyan in­sanoğlu neden şu aşağı âleme getirilmiştir? Bu sorunun cevabını Adem Peygamberin önce Cennet'e konulması bahislerinde birkaç yerde cevap­lamış bulunuyoruz. Ancak burada bir özet mahiyetinde de olsa, diyebiliriz ki, insanın Dünya denilen aşağı âleme getirilmesi, hayatın anlamını, nî-metlerin zevkini ve kıymetini tadıp idrâk etmesine yönelik bir hikmeti te­rennüm etmektedir. Doğrudan âhirete geçmek, hayat ve nimetin kıyme­tini anlamaya imkân vermez. Ölüm ise, bu kuralın ışığı altında İnsan için çok gereklidir. Çünkü mevcut beden yapımız, Dünya şartlarına uygun ve onunla uyum sağlayacak ölçü ve vasıfta yaratılmıştır. Âhiret'teki değişik şartlara ve ortama uyum sağlaması mümkün değildir. O bakımdan ruhu­muz eskiyen bu beden elbisesini terketme kanununa bağlı kılınmıştır. Bir süre Berzah âleminde kendisine ayrılan yerde eyleştikten veya konuk ola­rak kaldıktan sonra Âhiret hayatının şartlarına ve ortamına uygun hazırlanan bedene gelip yerleşir de Allah'ın yüce huzurunda yerini alır.

Yokluktan varlığa çıkış bir zıddın oluşumu ise, hayattan ölüme geçiş ikinci bir zıddın oluşumudur. Bu, gerçek ve mümkün olduğuna göre, ölüm­den sonra üçüncü bir zıddın, yani hayatın oluşması neden mümkün olma­sın?

Hem insanı yoktan yaratan, model ve Örneksiz ona vücut veren O Yüce Kudret, bu defa model ve örneği varken onu tekrar yaratmaya kadir değil midir?

Allah'ın bu konuda da va'di haktır; sırası, vakti ve saati gelince O'nun va'di bir bir gerçekleşir. O verdiği sözden asla caymaz, ezelî ilmi asla ya-nılmaz.. [22]

 

 

Mükâfat Da, Ceza Da Adilâne Olacaktır

 

«Şüphesiz ki O, imân edip iyi,

yararlı amellerde bulunanları -adalet ölçüleriyle- mükâfatlandırmak için önce halkı yaratıp varlık alanına getirir, sonra da geri çevirip (diriltir), in­kâr edenlere ise, küfrettiklerinden dolayı fıkır fıkır kaynayan su ve elem verici bir azap vardır.»

Allah'ın 99 isminden biri de el-Adl'dır. O bakımdan her işinde mutlak hikmetin sırrı, adaletin özü ve mayası mevcuttur. Kâinat bile adalet ve hakkaniyet üzerine kurulmuştur. Akıl, zekâ, idrâk ve diğer yeteneklerden her insana, yine âdil ölçülerle pay vererek toplum düzenini, yaşama den­gesini sağlamıştır. O, Rab sıfatının tecellisi ve Adi sıfatının tezahürü ile denge ve düzeni kurmuştur. Toplum bünyesinde akıl ve zekâ nimetinden az veya çok mahrum olanlar varsa, bu, bütünüyle aile ve çevreden kay­naklanmakta, ilâhî terbiye ve tedbîre uymamaktan neş'et etmektedir.

Bazı materyalist ve sosyalistler, insanların her hususta eşit olması­nın gereğini savunurken, feministler de kadınların her bakımdan erkek­lerle eşit olmasını ileri sürüp Rab ve Adi sıfatlarına karşı isyankâr bir tavır takınırlar. Şüphesiz ki, bu tür iddiaların hem din, hem de ilim nazarında bir değeri yoktur, İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşit yetenekte ve fiziksel güc ve kudrette yaratılsaydt, hayat durur, düzen bozulurdu. Aynı zamanda aile ve fertlerin işledikleri kusurların çocuklarına ve torunlarına geçmeme­si için ilâhî müdahale gerekirdi. Oysa Allah, mutlak anlamda denge ve dü­zen kanunlarını koymuş, her şeyi en iyi şekilde yaratıp hilkatinin hikmeti doğrultusunda görevlendirmiştir. Onun hilkat ve hayat kanunlarına uyan­lar mutlu ve bahtiyar oluyorlar, uymayanlar hem kendilerine, hem de ço-

cuklarına haksızlık ediyorlar. Meselâ, Cenâb-ı Hak, insanın ruh ve beden afiyetini ayakta tutmak için alkollü ve uyuşturucu maddeleri haram kıl­mıştır. Buna rağmen bir anne ve baba ilâhî yasağı -hikmet ve maksadını düşünmeden- dinlemez ele kendini zehirler ve o yüzden mariz ve sakat, geri zekâlı ve bön çocuk dünyaya getirirlerse, kendi nesillerine karşı cina­yet işlemiş ve Allah'ın Rab ve Adi sıfatlarına sırt çevirmelerinin cezasını çekmiş olurlar. Kusur Allah'ın terbiye ve tedbîrinde değil, kulların terbiye ve tedbirindedir.

İkinci hayat kabul edilen Kıyamet gününde ise, ceza ve mükâfat Al­lah'ın el-Adl ve el-Hakem sıfatlarının tecellisiyle takdir edilecektir. Böyle­ce insanlar şu hazırlık dönemi olarak önlerine konulan dünya hayatını ya lehlerine, ya da aleyhlerine çevirme serbestisine sahiptirler. Hiçbir zorla­ma söz konusu değildir. Allah denge ve düzeni kurup insanları birçok ye­teneklerle donatarak serbest bırakmış, üstelik akıllarına ışık tutacak kitap ve peygamber göndermiştir. O nedenle herkes yaptığından sorumlu tutu­lacaktır. Kısacası, her insan şu dünyadan Cennet veya Cehennem'ini hazır­layıp beraberinde taşıyacaktır. [23]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Cenâb-ı Hakk'ın birliğine ve kudretinin sınırsızlı­ğına delâlet eden, insan aklına ışık tutan kevnî âyetlere yer verildi. İlim adamlarına ve araştırıcılara ana fikir verilerek varlık âleminin bütünüyle Hakk'ı tasdik etmekte olduğu belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle Güneş ve Ay'la ilgili temel bilgiler veriliyor, gece ile gündüzün birbirini izleyip durmasındaki esrara dikkatler çekiliyor ve sonra da Allah'ı bilip O'ndan saygı ile korkanların varlıktaki acık belgeleri görerek Hakk'a kul olmanın şuuruna erişeceklerine -işarette bulunuluyor. [24]

 

Meali:

 

Güneş'i ziya (ışık ve enerji), Ay'ı nûr (aydınlık) yapan ve yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için Ay'a konaklar takdir eden O'dur. Allah bunu ancak hak ile (katıksız, kusursuz, şaşmayan kanunla) yarattı. Bilip (anlayacak) bir millete âyetleri (böylece) bir bir açıklıyor,

6— Şüphesiz ki gece ile gündüzün birbirini izleyip değişmesinde ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde, O'ndan korkup kötülükler­den sakınan bir topluluk için âyetler-belgeler vardır.

 

Güneşi Ziya, Ay'ı Nur Kılmıştır

 

«Güneş'i ziya (ışık ve enerji), Ay'ı nûr (aydınlık) yapan... O'dur.»

İlgili âyetle Güneş ve Ay'ın önemli özelliklerinden biri belirtilerek bu konuda bilimsel araştırma yapanlara ön bilgi veriliyor.

Ziya, kelime olarak ateş ve benzeri parlak cisimlerden yayılan ışık ve enerjiye verilen bir isimdir. Nitekim Râğıb el-Asbahanî, Müfredatında «devi1» maddesinde bu tarif üzerinde durmuş ve gereken açıklamayı yap­mıştır. Kamus mütercimi Asım da bu kelimeyi açıklarken şöyle diyor: «Biz­zat olan aydınlığa    ziya,   bilfarz, yani sonradan arız olanına   nûr  denir.»

Bu tarîf ve delâletten, Güneş'in ışık ve enerjisinin kendisinde mevcut olduğu, başka bir parlak cisimden ona gelmediği ve yansımadığı; Ay'ın nu­runun, yani aydınlığının ise, kendisinden değil, başka bir cisimden gelip ona yansıdığı anlaşılıyor.

Ay üzerinde yapılan bilimsel araştırmalar Kur'ân'ın bu açıklamasını kesinlikle tasdîk etmiş ve Ay'ın Güneş'ten ışık alıp yansıttığını şüphe ka­bul etmiyecek bir katiyetle ortaya koymuştur.

Güneş'e gelince : Son birkaç yıl içinde yapılan ilmî araştırmalarla şu hususlar tesbit edilip belirtilmiştir: «Güneş'te büyük yer çekimi basıncı al­tında, merkezdeki madde sıkışır ve orada sıcaklığı 15 milyon C (24 mil­yon F) çıkarır. Böyle büyük bir sıcaklık ve basınç altında atomlar parçala­ra bölünür, atomların dış kabukları koparak çekirdekten uzaklaşır. Çekir­dekler birbirlerine doğru saniyede binlerce mil hızla yaklaşır ve bazan da birbirine yapışır. Hidrojen çekirdekleri birbirine bağlanınca hidrojen çekir­değinden biraz daha büyük helyum çekirdekleri oluşur. Buna «hidro­jen füzyonu» denir. Herbir saniyede Güneş'in merkezinde 650 milyon ton hidrojen, 645,4 milyon ton helyuma dönüşmektedir. Bu süreç enerji mey­dana getirir. Herbir saniyede kaybolan 4.6 milyon ton madde Güneş'ten etrafa yayılan enerjidir. Bunun çok küçük bir kısmı Dünya tarafından tu­tulur ve burada hayatı mümkün kılar. Bir saniyede çok büyük miktarda hid­rojen füzyona uğradığı halde Güneş'te o kadar bol hidrojen vardır ki, yak­laşık beş milyar yıldır süregelen füzyondan sonra Güneş'in hemen tama­mına yakını hâlâ hidrojendir. Belki de daha birçok milyar yıl füzyon sürüp gidecektir.

İşte Kur'ân'da ilgili âyetle birinci hayattan sonra ikinci hayatın başla­yacağı haber verilirken ilâhî kudretin yüceliğine ve yaratmadaki sınırsız gücüne delil olarak Güneş ve Ay getiriliyor. Güneş'in bitip tükenmeyen bir enerji kaynağı olması, bütünüyle ilâhî takdirin bir tezahürüdür. [25]

 

Ay'a Konaklar Takdir Edilmesi

 

«Ve yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için Ay'a konaklar takdir eden O'dur.»

Ay batıdan doğuya doğru Dünya'nın çevresinde döner. Öte yandan Ay'ın diğer yıldızlara göre durumu da sürekli olarak değişir. Bunun nede­ni de Ay'ın yer çevresindeki hareketidir. Eklipîiğe eğikliği 5° 8'40" olan elips biçiminde bir yörünge üzerinde dönerek diğer bir yıldıza göre, bu dönüsünü 27 gün, 7 saat, 43 dakika, 11,5 saniyede tamamlar ve böyleee di­ğer yıldızlara göre, yeniden aynı duruma gelmiş olur. Güneş'in durumuna göre ise, bu dönüşünü 29 gün, 12 saat, 44 dakika, 2,8 saniyede tamamlar.

Ay'ın yer çevresindeki daima doğuya doğru olan bu hareketi gökte yıldızlara göre her gün 13° 16'6" gecikmesine, böylece her gün aşağı yu­karı 50 dakika daha geç doğup batmasına yol açar.

Ay'ın aydınlatması Güneş'e oranla 650.000'de biri kadardır.

Ay bir de yılları ve hesabı sağlıklı ölçüde tesbit etmemize bir kıstas olarak takdir edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de Ay'ın sözünü ettiğimiz hareket­leri ve her gün gökteki yıldızlara göre 50 dakika geç doğup ayrı bir gö­rünüm arzetmesi ilâhî sünnetin şaşmayan belgelerinden biri olarak vasıf­landırılıyor ve her şeyin kesin hesaplara göre düzenlendiğine işarette bu­lunularak insan aklına ışık tutuluyor; aynı zamanda Yüce Yaratan'i insa­na hatırlatıp tanıtıyor. Zira bunca ince hesaplar, çekim kanunları ve mey­dana getirdiği düzeni tesadüflere bağlamak mümkün değildir. [26]

 

Allah Hak İle Yarattı

 

Hak kelimesi üzerinde sık sık durulmaktadır. Burada ise, Güneş ve Ay'ın hak ile yaratıldığı belirtiliyor ki, bundan şu manalar anlaşılmaktadır: Güneş ve Ay, kâinat planındaki yerlerine oturtulmuştur. Her ikisi de var­lıktaki mutlak denge ve düzenin cüzleri olarak bulunuyor. İnsanların ya­rarına yaratılan bu ikisi de şaşmayan kanunlara bağlanmıştır ve hayat şartlarıyla uyum halinde bir düzeye getirilmiş, her biri için ayrı bir yörünge takdir edilmiştir.

İşte Kur'ân'da bütün bu incelikler hak kelimesiyle anlatılmakta ve akıl sahiplerine seslenilmektedir: «Allah bunu ancak hak ile (katıksız, ku­sursuz, şaşmayan kanun ile) yarattı. Bilip (anlayacak) bir millete âyetleri (böylece) bir bir açıklar.» [27]

 

Gece İle Gündüzün Birbirini İzleyip Değişmesi

 

 «Şüphesiz ki gece ile gündüzün birbirini izle­yip değişmesinde............ âyetler, belgeler vardır.»

Kur'ân bu âyetle Dünya'nın Güneş'in çevresinde bir elips çizip dön-ıekie kalmadığım, aynı zamanda kendi ekseni etrafında da dönerek geçe ie gündüzün meydana gelmesini sağladığı ve bu birbirini izlemenin sürüp gittiğini açıklıyor.

Başta insan olmak üzere hayvanların ve bitkilerin yaşamlarını sürdüre­bilmeleri, gelişip çoğalabilmeleri için Dünya'nın bu iki ayrı hareketine mut­lak surette ihtiyaç bulunduğuna işaret edilerek Allah'ın değişmeyen sün-netiyle gece ile gündüzün belli hareket ve kesin hesaplarla oluştuğu bil­diriliyor ve bunlar Allah'ın varlığının ve sonsuz kudretinin belgeleri olarak gösteriliyor. Sonra da bu kudretin insanları yeniden diriltip ikinci hayata döndürmeye muktedir bulunduğu hatırlatılıyor.

Kur'ân insanla Allah arasındaki engelleri kaldırmak, duyguları yönlen­dirmek, düşüncelere berraklık kazandırmak ve akıllara ışık tutup insanla hakikati yüzyüze getirmek için dört ayrı belge sıralıyor:

1—  Güneş'in ışık ve enerji kaynağı olduğu, ilâhî kudretin dışında baş­ka bir kaynaktan enerji almadığı,

2—  Ay'ın ışık kaynağı olmadığı, onu Güneş'ten alıp yansıttığı ve Dün­ya çevresinde onunla birlikte hareketini sürdürürken yörünge düzlemine göre 83° 30' eğik bir eksen üzerinde döndüğü, dönüş süresinin yer etra­fında dolanma süresine tamamen eşit bulunduğu ve bu sürenin eşitliği ne­deniyle, Dünya'ya da uzaklığının 363.300 km. ile 405.500 km. arasında de­ğişmesi sebebiyle hilâllerin meydana geldiği,

3—  Gece ile gündüzün birbirini takip etmesinin, Dünya'nın kendi ek­seni etrafında ve Güneş'in çevresinde dönmesiyle vücut bulduğu,

4—  Göklerde ve yerde yaratılanların Allah yanında belli hesaplar ve belli kanunlarla varlıklarını ve hareketlerini sürdürmeleri, Allah'ın varlı­ğını isbat etmekte ve insan aklını harekete geçirip ona ön bilgi vermekte­dir.

Bütün bunların hak ile yaratıldığına baktığımızda, iiimle malûmat arasında bir uyumsuzluk ve farklılık almadığını görürüz. Zira her düzen ve denge, her plân ve program mutlak surette bir düzenleyicinin, bir plan-layıcı ve proğramlayıcmın varlığına delâlet eder.

Rağıp el-Asbahanî, Müfredat adlı eserinde hak tabirini açıklarken diyor ki: «Kök mana olarak mutabakat ve muvafakat demektir. Bir şeyi hikmetin gerektirdiği şekilde icat edene ve icat edilene de hak denil­miştir. Bu manayla Allah'a HAK denildiği gibi, yarattığı şeye de hak denil­miştir.»

Şüphesiz ki, mevcut düzenin bir düzenleyicisi bulunduğunu istidlal edebilmek için daha çok üç şeye ihtiyaç vardır: Bilgiye dayalı sağlam imân, hakkı ve gerçeği arayıp bulmak için irfan ve Allah'tan saygı ile korkmayı

ilham eden takva.. Onun için 6. âyetin son cümlesinde, «Ondan korkup kö­tülüklerden sakınan bir millet için âyetler, belgeler vardır» denilmiştir. [28]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Allah'ın varlığına, birliğine, sanatının benzersizli­ğine delâlet eden delil ve belgeler sıralandı. Güneş ve Ay'la ilgili ana fi­kirler verildi. Sonra da bunlardan ancak Allah'tan saygı ile korkup inkâr ve maddecilikten sakınan akıl sahiplerinin öğüt alacağı belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, mevcut düzeni sapasağlam kuran ve mutlak den­ge sağlayıp kâinatı kusursuz bir plâna göre ayakta tutan Allah'ın, insan­ları öldürdükten sonra dirilteceği haber veriliyor. Bunca delil ve belgeye rağmen Âhiret'e inanmayıp dünya hayatına razı olan ve sadece onunla yetinenlerin kendilerine çok kötü bir gelecek hazırladıkları bildiriliyor. Bun­ların aksine akıl ve idrâkini, zekâ ve yeteneklerini gerçeği arayıp bulmak için kullanan ve öylece Allah'a ve Âhiret gününe inanıp iyi, yararlı iş ve amellerde bulunanların göz ve gönül dolduracak bir gelecekleri, sonsuz mükâfatları olacağı müjdeleniyor. Bu bahtiyarların Cennetteki duaları, esenlik dilekleri ve sözlerinin sonu tesbîh, selâm ve hamd Kapsamında olacağı ayrı bir lütuf olarak öğretiliyor. [29]

 

Meali:

 

7-8— (Öldükten sonra yeniden dirilip) bize kavuşmayı ümit etmeyen, Dünya hayatına razı olup onunla gönlü yatışanlarla bizim âyetlerimizden gafil olanlar var ya, işte onların, kazandıklarına karşılık varacakları yer ateştir.

9—  Onlar ki imân edip iyi-yararlı amellerde bulundular, elbette Rab-ları onları, imânlarına karşılık, altlarından ırmaklar akan Naîm Cennetle­rine eriştirir.

10—  Oradaki duaları, «Alfahım! Sen her türlü noksanlıktan münez­zehsin» sözüdür. Sağlık ve esenlik temennileri ise, «Selâm»dır. Dualarının sonu ise, «Hamd (Her türlü güzel övgü), âlemlerin Rabbi Allah'adır.»

 

İlgili Hadîsler

 

«Cennet ehli Cennet'te yerler, içerler ama, ne tükürürler, ne idrar çı­karırlar, ne de sümkürürler.»

Bunun üzerine ashab-ı kiram sordu :

— Ya Resûlellah! yedikleri yemek ne oluyor?

Cevap verdi :

Hafif geğirmek, misk terlemesi gibi bir ter (çıkar). Teşbih ve tah-mîd (Allah'ı tenzîh edip O'na hamdetmek)le ilham olunurlar.» [30]

«Kim Cennet'e girerse, nan-u nimet içre olur, hiçbir sıkıntı ve meşak­kate uğramaz, elbisesi eskimez, gençliği de hiç bitmez.» [31]

 

Öldükten Sonra Dirileceklerine İnanmayanlar

 

«(Öldükten sonra yeniden dirilip) bize kavuşmayı ümit etmeyenler    »

İnsan hayatını et           î doğru düzenleyen, disiplin altında tutan ve vicdanları geliştirip rru        ışt duygusunu harekete geçiren, meşru yol­lan tercih edip ömrü \        kazanç sınırları içinde tutan şey, şüphesiz ki Allah'a ve Âhiret gün        dosdoğru imân, Peygamberin getirdiği esas ve prensipleri kabul ed         :arla yaşamaktır. Dünya hayatında hiçbir âmil insanı bunun kada:          sndiremez ve ona kişilik kazandıramaz. Onun için semavî dinlerin ar,a  hedeflerinden ve değişmeyen amaçlarından biri, insanların kalblerini ve kafalarını böylesine bir imân ışığıyla aydınlatmak olmuştur. O nedenle                  mahrum olanlardan vefa beklemek, düzen­li bir hayat sürmeler                k, kalblerini insanlıktan yana çevirip mer­hamet duygularını v                    irmek safdillik olur.

İsa Peygambf                  .un (A.S.) Efendimiz arasında altı asırlık bir

fetret devrinin sü                 .udilerin iyice katılaşıp dini ve dindarlığı kendi

tekellerinde tutu               0 yayma temayülü göstermemeleri;  Tevrat'taki

âhiretle ilgili be'              ayboiup unutulması ve sonra da İncil'in aslının za-

yi1 edilip sadec            .-ilerin İsa Peygamberden işittikleri öğütleri ve İsa

Peygamberin öz geçmişiyle ilgili bilgileri kendi anlatım kalıplarına dökerek yazmaları, neticesinde dinî esaslardan çok şeylerin unutulmasına neden olmuş ve o sebeple yavaş yavaş tek tanrı inancı yerine çok tanrı; mahiyeti bilinmeyen fakat eserleriyle, sıfatlarıyla mevcudiyetine inanılan Allah'a ibâdet yerine, taştan, ağaçtan yontulup şekillendirilmiş bir sürü putlara tapma  inancı ortaya  çıkmıştı. Arapların çoğu  ne öldükten  sonra dirilip kalkmaya, ne de âhiretteki hesap ve cezaya inanıyorlardı. Onların bu vadideki inançsızlığı koyu bir cehalet ve aşın bir taassuba dayanıyordu. Bu bakımdan günümüzdeki maddecilerde görüldüğü gibi, dünya hayatı on­ların tek amacı ve gönül yatışkanlığı idi.

Günümüzde ciddi bir eğitim almamış, zekâ bakımından gelişip ruh ve vicdan bakımından geri kalmış inkarcılar da dünyalığı ve maddeyi temel esas kabul etmişlerdir. Aradaki fark: Arapların ciddi bir bilgileri olmadığı gibi, bilimsel bir dayanakları da yoktu. Körükörüne dede ve babalarının yolunu takip ediyor, ondan başka bir inanç yolu kabul etmiyorlardı. Çağı­mızın maddeei inkarcıları ise, bilimsel yönden de kendilerini savunmakta, birtakım doktrin ve ideolojileri paravana edinip görüş ve düşüncelerinin isabetli olduğunu gösterme gayreti gütmektedirler. Evet, bunlar ilâhî kud­reti bütünüyle reddeder, otodinamizme, yani varlığın kendisinden kaynak­lanıp gelen kuvvete inanırlar. Elmayı olgunlaşmaya götüren iç prosedürler zincirini buna örnek gösterirler. Ruhun da maddenin yüksek bir ürünün­den başka bir şey olmadığını söylerler. Dinin ise, insanın sınırlı bilgisin­den doğduğunu iddia ederler.

Şüphesiz ki, böylesine dayanaksız ve delilsiz bir iddia ve inanç, in­sanlık için bir ateştir; bu ateş her yönüyle ümitsizlik, yok olup unutulmak ateşi; fazilet ve güzel ahlâktan uzak, acımamak, korumamak ateşi; insan­ları bir hiç uğruna yok etme ateşidir. İşte bu ateş, kıyamette sonu gelme­yen daha beter bir ateşi hazırlar. Kur'ân-ı Kerîm'de, «Onların kazandıkları­na karşılık varacakları yer ateştir», buyurulurken, bu ateşin yakıtını bir bakıma dünyada yüklenip taşıdıklarına işaret eder.

Allah'a ve Âhiret'e imân ise, insanı büyük ve köklü bir ümide sevkeder, gönüllerde fazîlet lambasını yakar, Cennet misali bir iç huzuru ve derin bir güven meydana getirir. Böylece şüpheden uzak bir imânla hayatını de­ğerlendiren her mü'min, ölürken tam teslimiyet ve sarsılmaz bir ümit ve güven üzere gözlerini yumar; beraberinde Cennet nîmetlerinin mayasını götürür. [32]

 

Cennetteki Duâ

 

«Oradaki duaları «AMahım! Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin» sözüdür. Sağlık ve esenlik te­mennileri ise, sefâm'dır...»

Dünya hayatında ilme'l-yakiyn derecesinde Allah'ın yüce kudretini eş­yanın heY parçasında gören, O'nun varlığına ve birliğine bütün eşyanın

şehadet ettiğini idrâk eden mü'minlerin, her namazdan sonra olduğu gibi, «Sübhanellah, el-Hamdu lillah ve Allahu Ekber» diyerek Allah'ı her türlü noksan sıfatlardan tenzih edip her şeyin O'nu tesbîh ettiğini ilân etmeleri; övülmeğe ancak Allah'ın lâyık olduğunu düşünerek her türlü güzel övgü­nün Allah'a mahsus olduğunu söylemeleri ve gerçek büyüklüğü, sınırsız, ölçüsüz, keyfiyetsiz ve kemiyetsiz olarak Allah'a has kılıp «Allah çok bü­yüktür» diyerek kendi mahviyet ve aczlerini dile getirmeleri, onlara Cen-net'te ibâdeti idrâk nîmetini hazırlar.

Çünkü dünya ve kâinat, Hakk'i tesbîh edip her zerresiyle «Sübhanel­lah» demektedir. Cennet bütün nimetleriyle, «Sübhanelîah» tesbihiyle ibâ­det etmektedir. Kabirlerinden dirilip kalkan mü'minler, o tüyler ürpertici manzarayı görünce, yine ilk sözleri «Sübhanellah» olacak, Cennet'e gir­diklerinde de yine duâ ve ibâdetleri «Sübhanellah ve el-Hamdu lillah» ola­cak.. [33]

 

Sağlık Ve Dirlik Temennileri

 

SELÂM, bilindiği gibi, Allah'ın sıfatlarından, yani 99 isminden biridir. Kelime olarak, açık-gizli, görünür-görünmez afetlerden güven ve esenlik içinde kalmak ve kalmayı dilemek veya bunu sağlamak manalarına gelir. Gerçek selâmet, yani her türlü afet, sıkıntı ve üzüntüden kurtulup esenliğe kavuşmak ancak Cennet'te olur. Çünkü orada fenaya yüz tutmayan baka, fakirliğe dönüşmeyen gına; zilletsiz azizlik, hastalıksız sağlık ve sıhhat var­dır.

Dünyada İslâm terbiyesinde şekillenip din kardeşlerine dünya ve âhi-ret esenliği dileyerek selâm veren kimse, her şeyden önee kendine Cen­net'te selâmet yurdunu hazırlamıştır. İlâhî selâmete her an muhtaç olan insanlar bunu daha çok Cennet'e girdikten sonra hissederler ve birbirleri­ne «selâm» diyerek sağlık ve dirlik dileğinde bulunurlar. [34]

 

Cennet'te Ruhun Alacağı En Yüksek Gida

 

Dünya hayatında insanın iki ayrı gıdaya ihtiyacı olduğunu biliyoruz: Bedenin topraktan çıkan ürünlere, ruhun yüce âlemden inen feyiz ve rah­metlere ihtiyacı vardır. Zaten insan olmanın da anlamı ve özelliği budur. Zira hayvanlar sadece aşağı âlem diye adlandırılan yerden çıkan ürünle­re ihtiyaç duyarlar ve onunla beslenip varlıklarını belli bir süre ayakta tu­tarlar. Melekler ise, sadece yüee âlemle ilgili feyiz ve rahmetlerle besle­nirler. İnsan bu iki ayrı mahlûk arasında üçüncü bir varlık olarak her iki cihetten gelen maddî ve manevî gıdalarla beslenip hayatını dengeli ayakta tutabilir.

İşte dünyada Allah'a ve Âhiret'e imân düzeyinde namaz, duâ ve tes­bîh gibi ibâdetler, kutsî âlemden gönderilen feyiz ve rahmetlerdir. Ruh bun­larla beslenip muhtaç olduğu gıdayı alır. Kendini bu ve benzeri feyizler­den mahrum bırakan kişi, hakikatte insan olmanın anlamını yitirmiş de­mektir. Bu âlemde ruhunu belirtilen feyiz ve rahmetlerle beslemediği için de onu manen katletmiş sayılır. Kirlenip kararan, nurâniyet ve safiyetini, hayvanı sıfatların galebesiyle kaybeden bir ruh, kıyamette arınmadıkça ebedî feyiz ve saadet yurduna girmeye lâyık olamaz.

Âhiret'te, dünyada sağladığı iki yönlü beslenme ve elde ettiği denge ile Cennet'e ehil olanlar, ruhlarına sunulan ikinci bedenle birlikte yine iki ayrı gıdaya ihtiyaç duyarlar. Beden posası olmayan Cennet ürünüyle beslenip lezzet alırken, ruh, kutsî âlemin en tatlı ve en nefis gıdası olan «Sübhaneke'llahümme» ve «el-Hamdulillahi Rabbi'l-âlemîn» tesbîh ve tah-mîdini dem be-dem alır. O âlemde sözün ve işin başı, «Sübhanellahstır; sonu ise, «el-Hamdu lillah»tır. Bu iki söz aynı zamanda Cennet ehlinin en çok huzur ve mutluluk duyacağı bir ibâdettir.

Özetliyecek olursak, diyebiliriz ki: Bedenini gıdasız bırakan dünyada, ruhunu gıdasız bırakan âhirette yaşayamaz, yani ebedî saadet yurduna ehil olamaz. [35]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle âhirete inanmayan ve böylece bütün umu­dunu dünya hayatına bağlayan maddeciler uyarıldı. Sonra da imâna kar­şılık verilecek mükâfatın ancak Cennet olacağı haber verilerek mü'minler müjdelendi. Dünya'da imân doğrultusunda Allah'ı her türlü noksanlıktan tenzîh edip din kardeşlerine selâmet ve esenlik dileyen, bunun için onlara rastladığı zaman selâm veren mü'minlerin bu güzel amellerine karşılık Cennet'te sonsuz selâmet ve esenliğe kavuşacaklarına atıf yapıldı.

Aşağıdaki âyetlerle insanın hayrı istemede aceleci olduğu belirtiliyor. Allah'ın ise, her şeyi belli ölçüde yarattığı ve belli bir plan ve programa göre yürüttüğüne işaretle, insanların işledikleri kötülüklerin cezasını ver­mekte acele etmediğinin hikmetine temas ediliyor. Sonra da insanın geç­mişi çarçabuk unutan bir yapıya sahip olduğu, sıkıntılı anlarda durmadan Allah'a yalvarıp yakardığı halde, genişliğe ve ferahlığa kavuşunca Allah'a hiç duâ ve niyaz etmemiş gibi bir duruma girdiği konu edilerek insan ka­rakteri hakkında bilgi veriliyor. [36]

 

Meali;

 

11—  Eğer Allah insanlara, hayrı acele istedikleri gibi, şerri çabuklaş-tırsaydı, ecelleri hemen yerine gelip (her şey) bitmiş olurdu. Ne var ki, bize kavuşmayı arzu etmeyenleri azgınlıkları içinde bocaladıkları bir halde bı-rakıveririz.

12—  İnsana bir dert ve sıkıntı dokunduğu zaman gerek yan üstü uza­nırken, gerek otururken, gerek ayakta dururken bize duâ eder. !*fndisin-den dert ve sıkıntıyı kaldırdığımızda ise, kendisine dokunan dert ve sıkın­tıdan (kurtulmak için) bize (hiç) duâ etmemiş gibi (eski haline) geçip gi­der. İşte müsriflere (haddini aşanlara) yapageldikleri ameller böylece süs­lenmiştir.

 

İniş Sebebi

 

Mekke müşriklerinden başta Nadr b. Hars olduğu halde birkaç kişi İslâm'ın feyiz pınarının hayat veren damlalarının nasıl bir şifa ve rahmet iksiri olduğunu düşünemediklerinden, «Aliahım! eğer Muhammed'in getir­diği hak ise, üzerimize gökten taş yağdır», diye duâ etmişlerdi. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler, aydınlatıcı bilgi vererek indi. [37]

 

İlgili Hadîsler

 

«Kendi kendinize beddua etmeyin. Çocuklarınıza ve mallarınıza da beddua etmeyin. Sonra Allah tarafından (belirlenen) icabet saatına rast­lar da bedduanız kabul olunabilir.» [38]

«Mü'minin her hâli hayret uyandırıcıdır; Allah onun hakkında ne kadar bir hüküm yerine getirirse, mutlaka onun için hayır olur: Kendisine bir za­rar ve sıkıntı dokunur da sabrederse, bu onun için hayır olur. Bir genişlik ve kolaylık dokunur da şükrederse, yine onun için hayır olur. Bu (lütuf) ancak mü'mine verilmiştir.» [39]

«Şüphesiz ki sevenin sevgilisi, dostun dostu aleyhine yapacağı dua­nın kabul olunmamasını Allah'tan dilerim.» [40]

«Şüphesiz ki ben lânetleyici olarak gönderilmedim, rahmet olarak gönderildim.» [41]

Hz. Câbir (R.A.) anlatıyor:

— Peygamber (A.S.) Efendimiz Batn-i Buvat gazasına giderken de­velere nöbetleşerek biniyorduk. Ansardan bir adamın sırası gelince, deve­yi çökertip bindi, fakat deve yerinde mıhlanıp kaldı, bir türlü kalkıp yürü­medi. Adam öfkelendi ve «Allah sana lanet etsin!» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (A.S.), «Devesine lanet eden adam kim?» diye sordu. Adam da, «Benim...» diye cevap verince, Efendimiz (A.S.) ona: «İn aşağı, lanet­lenmiş bir hayvanla bize arkadaşlık etme! Kendi kendinize, çocuklarınıza ve mallarınıza beddua etmeyin. Sonra Allah'ın kabul edeceği saate denk gelir de sizin için o beddua kabul olunabilir.» [42] buyurdu. [43]

 

İnsan Acelecidir

 

«Eğer Allah insanlara, hayrı ace­le istedikleri gibi, şerri çabuklaştırsaydı...»

İnsanın sonu gelmeyen arzu ve istekleri birbirini izler durur. Din, ah­lâk ve ilim onları meşru sınırlar içine almaya çalışır. İnsanın bunca ihtiras ve isteklerine rağmen ömrü pek o kadar uzun değildir. Yapılacak çok şey, düzeltilecek birçok konu vardır. Ömür sermayesini plânlı, programlı şe­kilde harcamasını bilenler, az-cok insanlıktan yana başarılı ve feyizli hiz­metler verirler. Derdi ve kaygısı sadece şahsi çıkarı ve nefsanî istekleri olanlar ise, ciddi hiçbir hizmette bulunmadan Dünya'yı terkederler.

İnsanın arzu ve istekleri bir sınır tanımadığından, onların gerçekleş­mesinde o, çok acelecidir. Hayra ve iyiliğe çabuk kavuşmak, şer ve kötü­lükten; sıkıntı ve üzüntüden acele kurtulmak ister. Geçen iyi ve kötü olay­ları çabuk unutabilir bir yapıya sahiptir.

Oysa bilerek, neticesini hesaba katarak, fayda ve zararlı taraflarını düşünerek sabırla yapılan bir iş; bilmeden, neticesini hesaba katmadan acele yapılan birçok işten hem hayırlı, hem de daha yararlıdır. Mesele çok iş yapmak, çok şey söylemek değil, Allah'ın rızasına uygun olanı seçip kı­sa ömrü feyizli bir hava içinde amacına ve yaratıldığı hikmete yöneltmek­tir. Unutmamalıyız ki, hiçbirimiz arzuladığımızı elde etmeden, peşinde koş­tuklarımızın çoğuna erişmeden, arzu ve isteklerimizin bütününü gerçek­leştirmeden, başladığımız işlerin tamamını bitirmeden şu dünyadan ayrıl­mak zorundayız.

Kur'ön ve hadîs bu konuda bize, iyi düşünüp sonra istekte bulunma terbiyesini öğretir. Öfkelenip biri veya bir şey hakkında beddua etmemizin doğru olmadığını telkin eder. Kabul saatına rastlayabilir de sonradan piş­manlık duyacağımız bir sonuç doğurabilir. Zira günün öyle anları vardır ki, yapılan duâ ve beddualar pek karşılıksız kalmaz. O bakımdan mü'minler ağızlarından çıkaracakları sözleri, önoe ölçüp tarttıktan, doğuracağı so­nuçları hesaba kattıktan sonra sarfetmelidirler.

Kâfirlere gelince, küfür ve inatlanyla, azgınlık ve hayasızlıklarıyla şer­rin çabuklaşmasını isteseler bile, Cenâb-ı Hak onların bu yoldaki beddua ve dileklerini hemen kabul etmez. Birkaç yıllık bir ömür sınırları içinde dün­yalık ile başbaşa bırakıp ezelî plân ve programının kusursuz hedefine ulaş­masını bekler. O'nun sünnetullahı gereği, âhiret saadetini bütünüyle kay­beden bedbaht bir zümreye mutluluk veren dünya hayatını hemen karan­lığa boğmaz; iki mutluluğu birden çekip almaz. Zulüm ve tuğyana sapma­dıkları sürece ellerindeki nîmeti dünyada azaba çevirmez, bir süre oyala­nıp bocalamalarına imkân verir. Çünkü Allah âdildir, her işi mutlak 'hik­met, her mühlet verişi mutlak adalettir. Nitekim Bakara sûresi 15. âyette bu inceliğe temasla buyuruluyor ki : «Allah onlarla alay eder de kendileri­ni taşkınlıkları içinde bocalar şekilde bırakır. İşte onlar öyle kimselerdir ki,

doğru yola karşılık sapıklığı satın almışlardır. Bu alış-verişleri kendilerine kâr sağlamamıştır; doğru yolu da bulmuş değillerdir.» [44]

 

Allah'ı Hatırlama Ve O'na Sığınma

 

«İnsana bir dert ve sı­kıntı dokunduğu zaman gerek yan üstü uzanırken, gerek otururken, gerek ayakta dururken bize duâ eder....»

İnsan ruhu, ilâhî inayet ve feyizlere mazhar kılınarak yaratılmıştır. Ma­yasında bir tek Allah düşüncesi ve dindarlık arzusu mevcuttur. Dühya'ya gözlerini açınca içinde bulunduğu aile ve çevresi ve beraberinde taşıdığı akıl, zekâ, idrâk gibi yetenekleri, ya ondaki bu düşünce ve arzu cevherinin kabuğunu kırıp onun aşıldeğerini ortaya çıkarır, ya da büsbütün kabuğun­da kalıp küllenerek küflenmesini sağlar.

Her iki durumda da ruhun derinliğindeki bu cevher sırası gelince ken­dini az veya çok hissettirir. Özellikle dert, sıkıntı, felâket ve musibet an­larında belirginleşir. Hattâ Allah'ı inkâr edenler bile, ölüm saçan felâket anlarında her türlü umut ve yardımcının ışığı kesildiği bir zamanda «Allah!» demeye başlarlar ve görünmeyen O Yüce Kudretten yardım bekleme ihti­yacını duyarlar. Bu, elde olmayan bir duygudur ki, böyle anlarda frenlen­mesi âdeta mümkün değildir. Tıpkı sıcakta buharlaşan su gibi. Bu onun tabiatında vardır; belli bir sıcak ortamını bulunca ister istemez buharlaş­maya başlar. Ateşe düşen odun, ister istemez yanmak zorundadır; zira bu onun hilkatında ve tabiatında mevcuttur.

Sıkıntı ve felâket kalkınca, felâkete uğrayanların çoğu kendilerine hiç­bir şey dokunmamış gibi eski halerine dönerler. Bu da insanın nankör, unutkan ve gafil olduğunu gösterir.

Ömür sermayesini bir hiç uğruna acımasızca harcayanların durumu böyledir. Ecel gelinceye kadar başladıkları gibi devam ettirirler, İşleri ve amelleri kendilerine iyice süsletilmiştir; gerisini, sonucunu düşünüp ger­çeği anlamaları çok zordur. Kırık, dökük bir tekneyle denize acılan gafil bilgisizlerin durumu bunlar için ne güzel ve ibretli misaldir. [45]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, insanların hayır ve iyiliği elde etmek için acele davranmalarına, öfkelenip veya inkâra sapıp şer ve felâketi istemelerine karşılık Allah'ın sabırla karşılık verdiği açıklandı. Sonra da insan ruhuna

enjekte edilen din ve Allah duygusunun sıkıntılı ve felâketli günlerde daha da belirginleştiği belirtilerek, Allah'ı inkâr etmenin mümkün olmadığı ha­tırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, insan ruhundaki bu ezelî cevhere rağmen küfür ve azgınlıkta ısrar ve inat edip işi ahlâksızlığa ve zulme kadar uzatanlar, daha önce o yüzden yok edilen kavim ve milletler hatırlatılarak uyarılıyor ve geçmişten ibret almaları için o yok edilenlerin yerine yeni kuşakların getirildiği, o nedenle yaşamakta olanların çetin bir sınavla karşı karşıya bulundukları haber veriliyor. [46]

 

Meali

 

13—  And olsun ki sizden önce nice kuşakları, kendilerine peygam­berlerimiz açık belgelerle gelmişken (baş kaldırıp) zulmettikleri ve imâna gelmıyecekieri (sabit olup dönme ihtimalleri kalmadığı) zaman yok ettik. İşte biz, suclu-günahkâr milleti böyle cezalandırırız.

14—  Sonra onların ardından nasıl amel edeceğinizi görmemiz için si­zi onların yerine getirdik.

 

İlgili Hadîsler

 

«Doğrusu dünya tatlı ve yeşilliktir. Allah sizi orada (kendi adına söz söyleyip hükmetmeniz için) halîfe edinmiştir; neler işlediklerinize bakmak­tadır. O halde dünyadan da, kadından da (her ikisinin fitnesinden) sakı-

nın.» [47]

 

Suçlu, Günahkâr Millet

 

«İşte biz, suçlu günahkâr milleti böyle ceza­landırırız.»

Milletlerin de fertler ve aileler gibi hayatlarının üç devresi var: Ço­cukluk, gençlik ve yaşlılık.. Millet olma şuurunun uyanması, bağımsız du­ruma gelme arzusu ve kendi kendini idare etme başarısı ortaya çıkınca, birinci devresi başlamış olur. Güçlü ordu, istikrarlı maliye, iktisadî bağım­sızlık ve gelişen maarif onun ikinci devresi sayılır. Bu iki devrede idare edenlerle idare edilenler, kuvvet ve kudreti, başarı ve izzeti Allah'a çevirip ülkenin manevî ihtiyacı olan din, ahlâk, adalet ve fazîleti geliştirip maari­fi bu unsurların harcıyla inşa ederse, o milletin gençlik devresi çok uzun sürer. İlâhî yardım, yüce âlemden inen feyiz o milleti devamlı destekleyip güçlendirir. Bunun aksine şımarıklık, azgınlık, inkâr ve haklara tecavüz başlar, maddecilik ön plâna alınır, ahlâksızlık ve adaletsizlik her sınıfın ruhuna işlerse, artık o milletin gençlik devresi pek kısa olur. İlâhî inayet kesilir, yüce âlemden feyiz ve rahmet inmez olur. Halk arasında bölünme­ler başgösterir, toplum yapısında güven ve huzur sarsılır ve çok sürmez bir belâ başlarına iner de ne olduklarını, nereye gittiklerini, ne yaptıkları­nı bilemez olurlar. Şaşkınlık içinde kalıp bocalamaya başlarlar. Öyle fır­tınalı günlerde uyanıp Hakk'a yönelir, adaleti yeniden kurup ahlâk ve fa­zîleti ihya ederlerse, belki kurtulabilirler. Biraz daha ihmal ederlerse, sürat­le yaşlılık devresine girip güçten ve kudretten kesilirler.

İlgili âyetle, «İşte biz, suçlu günahkâr milleti böyle cezalandırırız» buyurularak milletler, özellikle Müslüman ülkeler uyarılıyor.

Milletlerin tarihlerini incelediğimizde, onların bu yıkılıp yok olma olay­larıyla dopdolu olduğunu görürüz. Yıkılan bir milletin, silinen birkaç nes­lin yerine başkaları gelip geçer. Yeni gelenler, geçmişteki aynı hataları iş­lerlerse, onlar da bir süre sonra silinip yok olmaya mahkûm edilirler ve böylece Allah'ın sünneti, hayat kanunu kusursuz biçimde, arızasız bir iş­leyişle sürüp gider. Şimdi de, Rabbü'l-âlemîn olan Allah yaşamakta olan milletlerin nasıl bir yol tutacaklarına, geçmişten ne derece ders ve ibret aldıklarına bakmaktadır.

Bu âyetin açıklamasını yapan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, hadîs bölümünde belirtildiği gibi, Müslüman milletlerin dikkatlerini iki tehlikeli fit­neye çekmiştir:

1.  Dünyayı tek amaç seçip, maddeciliği ilâhlaştırmak,

2.  Kadını tam bir şehvet aracı veya oyuncağı haline sokmak.

Birinci fitne, kıpkızıl bir yel estirir; ikinci fitne, aile ve ahlâkı kökün­den yıkıp götürür. Günümüzde ve yakın tarihimizde bu iki fitneye kapı açanların ne hale düştüklerini anlatmaya gerek var mıdır? Son birkaç yıl ipinde, beynelmilel kumarhane ve fuhuşhane olan Lübnan'ın dramatik tab­losu önümüzde duruyor. Süper bir devlet olarak büyük bir ekonomik güç oluşturan Amerika'da ahlâksızlığın nasıl kol gezdiği, 1-15 yaş arası er­kek çocukları bile akşamdan sonra sokağa bırakmanın büyük bir felâket ve fecaatle neticeleneceği, bakire kız diye bir kavramın unutulduğu, aile yuvasının temeline dinamit konulduğu bilinen gerçeklerden bîr kısmıdır. İnançsızlık ve ahlâksızlığın bu ülkeyi yakın gelecekte yıkıp yok edeceğini söylersek bir keramet izhar etmiş sayılmayız. Avrupa ülkelerinin bir çoğu başaşağı gelmiş durumda. Maddî refahın yalnız başına hiçbir milleti kur-taramıyacağının hazîn örneklerini yakında biz görmesek bile, çocuklarımız ve torunlarımız görecektir. [48]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle tarihte yıkılıp yok edilen milletlerden ibret alma­mız istenildi. Zulüm, maddecilik ve ahlâksızlık ffrtınasına kapılarını açık bulunduran hiçbir milletin o fırtınadan kendini kurtaramıyacağına  işaret

edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, aynı fırtınaya kapılarını açık bulunduran ve âhi-rete; Allah'a kavuşmaya inanmayan Mekkeli müşrikler uyarılıyor. Kur'ân'ın milletlerin hayatını yönlendiren ilâhî mesaj olduğu açıklanarak, Hz. Mu-hammed (A.S.) tarafından uydurulmadığı belirtiliyor ve Hz. Muhammed'in (A.S.) ne kadar doğru ve faziletli bir kişiliği bulunduğu, aralarında geçir­diği bir ömür hatırlatılarak belgelendiriliyor. [49]

 

Meali:

 

15—  Âyetlerimiz onlara karşı açık-seçik okunduğu zaman, bize ka­vuşmayı ummayanlar, «bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiş­tir» derler. De ki: Onu kendiliğimden değiştiremem, bu bana yakışır şey değildir, (böyle bir hak ve yetkim söz konusu değildir); ben ancak bana vahyedilene uyarım. Eğer Rabbıma isyan edersem, o büyük günün aza­bından korkarım.

16—  De ki: Eğer Allah dileseydi ben size onu okumaz ve O da size (benim vasıtamla) bildirilmemiş olurdu. Elbette bundan önce aranızda bir ömür bulundum; artık aklınızı kullanmaz mısınız?

17—  Allah'a karşı yalan uydurandan veya O'nun âyetlerini yalan sa­yandan daha 2âlim kim olabilir? Doğrusu suçlu günahkârlar kurtuluşa eri­şemezler.

 

İniş Sebebi

 

Mukatil'e göre, Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden beş kişi, Hz. Peygamber'e (A.S.) başka bir Kur'ân getirmesini veya putları kötüleyen âyetleri değiştirmesini önermişlerdi. O sebeple yukarıdaki âyetler indi ve istenilen hususlarda Hz. Muhammed'in (A.S.) hiçbir yetkisinin bulunma­dığı açıklandı. [50]

 

Kendi Anlayışlarına Göre Bir Din Ve Bir Kitap Arzu Edenler

 

«Bize kavuşmayı ummayan-lar, bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir, derler.»

Mekkeli putperestlerin ileri gelenlerinden birkaç kişinin kendi arzu ve hevesleri doğrultusunda bir Kur'ân getirilmesini veya indiği iddia edilen Kur'ân âyetlerinin putlara dokunmayacak şekilde değiştirilmesini istemesi, önemli bir konuyu gündeme getiriyor. Çünkü bunun altında birçok gerçek­ler ve hikmetler yatmakta, mü'minleri aydınlatan mesajlar yer almakta­dır. Şöyle ki :

1—  İnen Kur'ân'ın bütünüyle ilâhî olduğunu bir defa daha açıklamak ve kanıtlamak,

2—  Hz. Muhammed'in (A.S.) Allah ile kulları arasında bir araoı bu­lunduğunu, o bakımdan indirilen hiçbir âyeti kendiliğinden değiştirme yet­kisi olmadığını vurgulamak,

3—  Kişilerin anlayış ve mantıklarına göre dini ve taşıdığı hakikatleri değiştirip yorumlamanın çok sakıncalı sonuçlar doğuracağını hatırlatmak ve bunun din adına bir cinayet olduğuna işarette bulunmak,

Dinî konuları ve meseleleri, duyguyla değil, akıl ve idrâkla ince­lemenin ve sonra da imân ile birleştirip bütünleştirmenin gereğini açıkla­mak gibi hikmetler bu cümledendir.

Kur'ân bu hikmetleri amaç edinip müşriklerin yersiz isteğini redde­derken, mü'minlere şöyle bir uyarıda da bulunmaktadır: Her çağ ve dö­nemde birtakım bilgiç geçinen inançsız kişiler çıkarlar da kendi mantıkları­na göre, ya bir din ararlar, ya da hak dini kendilerine uydurmaya çalışır-

lar. Oysa din kişilerin mantığına göre değil, kişilerin yaşadığı çağda yeti­şen büyük din âlimlerinin meydana getirdiği cumhurun mantığıyla uyum sağlar. O bakımdan dini, kişilerin mantığına göre te'vîl etmek, onu aslın­dan uzaklaştırmayı sonuçlandırır ki bu, din ve ilim adına bir cinayet ve yüz karası olur. [51]

 

İnkarcıların Teklifi

 

Müfessir İmam Kurtubî'nin tesbitine göre, Mekke'de oturan inkarcıla­rın teklifleri şu üç maddede toplanıyordu:

a)  Kur'ân'da yer alan ve kâfirlerle münafıkları hedef seçen azap âyet-leriyle, mü'minlere güven va'deden ve müjde veren belgelerin değiştiril­mesi ve çoğunun Kur'ân'dan çıkarılması,

b)  Putları kötüler, ayıplar ve yerer mahiyetteki âyetlerin değiştirilme­si veya tamamen çıkarılması, aynı zamanda helâlin haram, haramın da helâl sayılması cihetine gidilmesi,

c)  Kıyametle ilgili bütün âyetlerin Kur'ân'dan çıkarılması, ya da de­ğiştirilmesi..

İnkarcıların amacı, inanmak değil, Kur'ân'ı ve Hz. Muhammedi (A.S.) akıllarınca oyuncak durumuna sokmaktı. Hâşâ Hz. Muhammed (A.S.) on­ların bu cahilce arzusuna -bilfarz- uyarak Kur'ân'da bazı değişiklikler yap­mış olsaydı, onlar yine inanmayacaklardı. Kaldı ki, ilâhî buyruklar kesin­likle değiştirilemezler. Hepsi bir bütün halinde ya kabul edilir, ya da red­dedilir. Bir kısmına inanmak, bir kısmını ret ve inkâr etmek, tamamını red­detmek ve bütününe inanmamak demektir.

Günümüzde de görünüşte Müslüman geçinen, gerçekte İslâm'la ilgisi bulunmayan bazı mürekkep yalamışlar, hiçbir araştırma, inceleme zahme­tine katlanmadan, hayat kanunlarıyla ilâhî buyruklar arasındaki kopmaz bağları tesbite çalışmadan Kur'ân'ın bazı hükümlerini tenkit eder; haa ve­ya namaz hususunda yeni şekiller önerirler. Camilere, kilise ve havralarda olduğu gibi, iskemle ve sıra konulmasının uygunluğunu savunurlar. Oysa o tiplerin camiyle, hacla ve namazla uzaktan, yakından ciddi hiçbir ilgileri yoktur. Camileri ve namazı beğenmiyorlarsa, neden kilise veya havraya gitmiyorlar? İstedikleri reformun çoğu bu iki ibâdet yerinde zaten mevcut­tur. Ama mesele o değildir,- ülkelerin omurgası mesabesinde olup, aile ve toplumu ayakta tutan İslâmiyet'i mefluç hale getirmektir.

İlgili âyetlerle hem Mekkeli putperestlerin, hem de günümüzdeki re­form havarilerinin nasıl büyük bir haksızlık içinde bulundukları teşhîr edi

lerek şöyle buyuruluyor: «Allah'a karşı yalan uydurandan veya O'nun âyet­lerini yalan sayandan daha zâlim kim olabilir?» [52]

 

Peygamberimizin (A.S.)  Müşrikler Arasında Uzun Bir Süre Kalması

 

«Elbette   bundan   önce aranızda bir ömür bulundum; artık aklınızı kullanmaz mısınız?»

Mekke'de doğan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, kendisine peygamberlik görevi verilmeden önce tam kırk yıl gibi uzun bir süre putperestler arasın­da tertemiz, nezîh, dürüst namuslu, iffetli, şerefli ve fazîlet dolu bir hayat geçirmiş; herkesin sevgi ve saygısını kazanmış, bir gün olsun yalancılıkla suclanmamıştır. Peygamberlik göreviyle sahneye çıkınca, müşriklerin ço­ğu hemen ağız değiştirip suçlamalara geçtiler, akla hayale gelmedik ya­lanlar ve iftiralar peşpeşe sıralayıp onu küçük düşürmeye başladılar. Kur'ân, ilgili âyetle onları insafa çağırıp, bundan önce Muhammed (A.S.) aranızda bir ömür bulunmadı mı? Kırk yaşına kadar hiç yalan söyletmeyen, doğruluktan ayrılmayan ve aranızda «el-Emîn» diye anılan bir zatı, kendi­sine vahiy indi diye mi suçluyor, ona yalan ve iftira atıyorsunuz? Böyle yapmanız büyük bir haksızlık değil midir? diyerek onları kınıyor.

Abdullah b. Selâm diyor ki:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Mekke'den Medine'ye hicret edip gel­dikleri gün, onu görmek için halk büyük bir coşku ve sevine içinde koşu­yor, mahşeri bir kalabalık oluşturuyorlardı. Ben de o koşanlar arasında bulunuyordum. Merakla ilerledim ve mübarek yüzünü gördüğüm an, ya­lancı bir yüz olmadığını anladım. Kendisinden ilk duyduğum söz de şu ha­dîsleri olmuştu: «Ey insanlar! Selâm vermeyi yaygınlaştırın, (Allah için aç­lara, muhtaçlara) yedirin, akrabalık bağlarını koruyun ve halk uyurken siz gece kalkıp namaz kılın ki, selâmetle Cennet'e giresiniz.» [53]

Aynı zamanda geçen kırk yıl içinde Kur'ân âyetlerinin yüce ve lâhutî manalarını, yüksek edebî üslûbunu içeren ve o kudrette akıcılık ve çekici­lik arzeden bir söz de O'ndan işitilmemişti, yani kırk yaşına kadar gecen ömrü ve kırk yaşından sonraki kalan hayatı arasında sözünü ettiğimiz husus hakkında bir mukayese yapıldığında, peygamberlik döneminde inen vahyin yüksek kudreti bütün açıklığıyla ortaya çıkar ve daha önce bu öl-Cü ve kudrette bir söz sarfetmediği kesinlik kazanır.

Abdullah bin Selam'ın (R.A.) dediği gibi, «O halde şimdi söyledikleri onun değil, âlemlerin Rabbi Allah'ındır.» [54]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda gecen âyetlerle, Kur'ân'ın lâhutî kudretini takdîr edemiyen cahil Arapların, «Bize başka bir Kur'ân getir», demeleri üzerinde duruldu ve Peygamberin (A.S.) hiçbir zaman böyle bir yetkiye sahip olmadığı açık­landı. Sonra Peygamber (A.S.) Efendimizin tertemiz geçen hayatı misal ve­rildi. Peygamberliğinden önce gecen kırk yıllık uzun bir süre içinde O'nun yalan söylediğine hiçbir kulun şahit olmadığına; iftiracı ve maceracı bir in­san olduğunu ise hiç kimsenin iddia etmediğine işaret edildi. Sonra da Al­lah'a karşı yalan uydurmanın büyük bir zulüm ve ahlâksızlık sayılacağına atıf yapıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, hayatı bu kadar temiz ve nezîh gecen bir zata iftira edenlerin Allah'ı bırakıp kendi elleriyle yontup şekillendirdikleri put­lara tapınmaları ve onları Allah yanında şefaatçiler kabul etmeleri kına­nıyor; bunda aklın, ilmin, vicdanın ve sağ duyunun payı bulunmadığı, hele insaf ölçüsüne hic girmediği kapalı bir şekilde ifade ediliyor.

Sonra da insanların, ilk yaratılıp bir aile ve kabile kurma düzeyine gel­dikleri zaman tek bir din üzere olup, Tevhîd inancına bağlı bir ümmet du­rumuna eriştiklerine ve yavaş yavaş çoğalıp yeryüzüne yayıldıkça düşün­celer, inançlar ve kültürler arasında birtakım farkların meydana geldiğine işaret ediliyor.

Kâinat kitabında milyonlarca âyet ve belgeleri, eşya üzerindeki ilâhî damgayı görmeyip hâlâ peygamberden mu'cize isteyenlere, ileride nasıl büyük bir inkılâbın meydana geleceği ve Hz. Muhammed'in (A.S.) asıl bü­yük mu'cizesinin o zaman bütün açıklığıyla ortaya çıkacağı haber veriliyor. [55]

 

Meali:

 

18—  Onlar (inkarcı putperestler), Aliah'ı bırakıp kendilerine zarar ve yarar veremiyen cisimlere tapıyorlar ve «Bunlar Allah yanında şefaatçile-rimizdir» diyorlar. De ki: Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi haber veriyorlar?» O, onların ortak koştuklarından münezzehtir ve cok yü­cedir.

19—  İnsanlar ancak bir tek ümmet idi; sonra ayrılığa düştüler. Eğer Rabbından bir söz (hükme bağlanıp) geçmemiş olsaydı, elbette onların ihtilâfa düştükleri şey hakkında hüküm verilirdi de (iş) bitmiş olurdu.

20—  Bir de derler ki: Ona Rabbından bir âyet (açık bir mu'cize) in­dirilmeli değil miydi? De ki: Gayb ancak Allah'a aittir. Bekleyin, ben de sizinle beraber bekliyenlerdenim.

 

Zarar Ve Yarar Veremiyen Bâtıl İlâhlar

 

«Allah'ı bırakıp kendileri­ne zarar ve yarar veremiyen cisimlere tapıyorlar...»

Tapmadıkları zaman zarar, taptıkları zaman yarar vermiyen şekillen­dirilmiş cisimlere kulluk etmek veya onları Allah katında yardımcı şefaat­çiler kabul etmek koyu bir cehaletin, bâtılı yaşatan kötü bir âdetin; hissi aklın ve idrâkin önünde tutmanın eseridir. Hele onlarda birtakım sır ve hikmetlerin, gizli kuvvet ve kudretlerin varlığını vehm edip inanmak, çok şerefli yaratılan ve varlık âleminin bir bakıma amaç ve hikmeti sayılan in­sana hiç, ama hiç yakışmamaktadır. Zira tapındığı cisimlerden kendisi çok daha mükemmel olan ve onların hiç birinde bulunması mümkün olmayan yetenekleri kendinde taşıyan âdemoğlunun bu derece adileşmesi son de­rece düşündürücü ve üzücüdür.

Bilinen bir gerçek vardır, o da şudur: Mabudun mutlaka âbitden, yani ibâdet edilen varlığın, ibâdet edenden çok üstün kudrette ve kıyas kabul etmez yetenekte bulunması ve kendisine ibâdet edenler üzerinde mutlak tasarrufa sahip olması şarttır. Oysa putperestlerin durumu tam tersine­dir: Âbid, mâbuddan çok kudretli ve yetenekli ve onun üzerinde tasarrufa sahiptir; istediği zaman onun şeklini değiştirebilir veya imha edebilir. Ay­rıca ibâdet, saygı ve tazimin en üst noktası, kulluğun en belirgin belirtisi­dir. O halde ibâdete lâyık görülenin herhalde çok üstün, sınırsız imkânla­ra sahip olması ve her çeşit nîmeti verme güoünü taşıması gerekmektedir. Oysa müşriklerin ilâh edindikleri cisimlerin hiç birinde bunlar mevcut de­ğildir.

Müfessir Fahruddin Râzî'nin tesbitine göre, müşriklerin tapındıkları ve şefaatçi kabul ettikleri şeyler birkaç grupta toplanmıştın

,a) Onlara göre yeryüzünün herbir iklimine sahip olan ve onu idare edip yürüten belli bir ruh vardır. O ruhun adına bir put yapıp.ibâdet et­mekte yarar vardır. Bu düşünce ve inanç çok tanrı sistemini getirip yay-gınlaştırmıştır.

b)  Yıldızlardan bir kısmını ilâh veya şefaatçi ilâh sayanlar da vardı. O yıldızların gündüzleri kaybolup görünmez duruma geldiklerini dikkate alıp onlardan herbiri adına bir put yaparak kendileri için Allah yanında şefaatçi olacağına inanırlardı.

c)  Yaptıkları putların üzerine birtakım belli tılsımlar koyup, sonra on-ların sırlarını sezdiklerine inanarak yaklaşmaya çalışırlardı. Bu yaklaşma

zamanla ibâdet şekline dönüşmüştür.

d) Müşriklerden bir kısmı ise, putları, çok sevdikleri insanların sure­tinde yapar, ona ibâdet etmekle, o çok sevdiği büyük kişilerin ruhlarının Allah katında şefaatçi olacaklarına inanırlardı. [56]

 

Yirminci Asrın Putperestleri

 

Putperestlik hemen her çağda ve bölgede yer yer kendini farklı am­balaj, değişik şekil, kılık ve kıyafette göstermiştir. Bazan cehalet kalıbında, bazan taassup doğrultusunda, bazan da bilimsel düzeyde poz vermiştir. Ama aralarında ortaklaşa bir bağ vardır ki, o da, Allah'ı inkâr, peygamber­leri ret ve âhireti hayal saymaktır.

Günümüzün putperestlerine gelince : Onların inanç, anlayış, kültür ve tutumları değişiktir. Bunları kısaca şöyle özetleyebiliriz :

a)  Kimi ölülerden medet bekleyip yatırlara koşar, yüz sürüp toprak alır; derdini o yatıra anlatır, ondan şifa ve yardım bekler.

Bunların durumu incelendiğinde, Allah'a imân ettikleri ortaya çıkar; ama sağlam dinî bilgi ve kültür almadıklarından dolayı şekilde Allah'a or­tak koşarlar ve büyük günahlarla birlikte bazısı küfre kadar bu inancını ileri götürür.

b)  Kimi de büyük liderlere taparcasına eğilip tazimde bulunurlar. Al­lah'a ibâdet eder gibi, onların maddî ve manevî huzurunda eğilirler. O ka­dar ki, inanıp bağlandıkları lideri her türlü kusurdan uzak görür, onlara toz kondurmamaya özen gösterirler. Şüphesiz ki, bunda da putperestliğin do­laylı ve değişik bir yanı söz konusudur.

Oysa Allah yalnız peygamberleri günah ve kusurlardan koruyup on­ları ismet sıfatıyla teçhiz etmiştir. Onların dışında hiçbir insanı sözü edilen sıfatla teçhiz etmediği için, her insandan günah, kusur, isyan ve kayma sadır olabilir.

c)  Kimi de maddeyi ilâhlaştırır. Materyalist ve komünistler gibi. Eko­nomik gücün tek kurtarıcı faktör olduğunu savunurlar,- bunun ötesinde baş­ka bir güce ve kudrete inanmazlar. Onlara göre ekonomik hayatta temel olan şey fert değil, toplumdur. Din ve Allah inancı toplum için afyondur.

d)  Kimi de para ve serveti hayatın ve insanlığın tek amacı olarak se­çip kabullenir ve bunu elde etmek için bütün kutsal ve manevî değerleri Çiğneyip geçer. Onlara göre, din, dindarlık ve Allah'a inanmak insan için

lüzumlu değil, hayatını renklendirmek için bir fantezidir.

Görüldüğü gibi, bu düşünce ve inancın altında koyu bir cehalet ve gizli bir putperestlik yatmaktadır.

O halde putperestlik sadece taştan, madenden yapılıp şekillendirilen cisimlere tapmak veya onları şefaatçi kabul etmek değil; Allah'ı ve kutsal değerleri unutturan, ilâhî sevgiyi söndüren her ilgi ve sevgi, her bağlanış ve inanışı dejenere eden bir eğilimdir. [57]

 

İnsanlar Bir Tek Ümmet İdi

 

 «İnsanlar ancak bir tek ümmet idi...»

Klasik tefsirlerimiz bu sözün dört ihtimal taşıdığı, dört ayrı yorumu ge­rektirdiği üzerinde durmuşlardır;

1—  Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzere dünyaya gözlerini açar. Son­ra onu bu fıtrî cevherden uzaklaştıranlar olur. O halde insanların hepsi ruhlarındaki bu fıtrî maya veya cevher itibariyle İslâm'dır; ayrılık, bölünme ve farklı inançlar sonradan ortaya çıkmıştır.

2—  İlk insan Âdem Peygamber ve eşi Havva tek bir ümmet idi. Son­ra Hâbil ile Kabil olayının ortaya çıkmasıyla ayrılığa düşenler oldu ve za­manla farklı inançlar doğdu.

3—  Nuh tufanı, vuku' bulduğu kesimde küfür adına ne varsa hepsini temizlemiş ve sadece hak din üzerinde olanlar bir tek ümmet olarak kur­tulup kalmışlardı. Sonra yine insanlar çoğalıp kabile ve bölgelere ayrılın­ca, inançlarda, düşünce ve görüşlerde birtakım ihtilâflar ortaya çıkmıştır.

İbrahim Peygamber (A.S.) devrinde Araplar ile Ibrânîler Hanîf dini üzerinde birleşerek bir ümmet haline gelmişler ve sonra çoğaldıkça ayrılığa düşmüşlerdir.

Bu dört yorumdan birincisi daha çok akla yakınsa da, âyetin ifade kudretindeki yüksek mânayı yansıtmaktan biraz uzak görünmektedir. Ko­nuyu bu açıdan ele alıp değerlendirmeye çalıştığımızda, karşımıza muhte­şem bir tablo çıkmaktadır; şöyle ki: Âyette en-n a s tabiri kullanılmıştır ki, başındaki «elif-lâm» edatı bütün insan cinsini içerip kapsamaktadır. Bundan anlıyoruz ki, yeryüzündeki kara parçası ayrılmadan, yani kıtalar meydana gelmeden önce insanların hepsi birbirine yakın sayılacak verim­li topraklar üzerinde bir tek ümmet olarak yaşıyorlardı. O devirde insanlar daha yeni çoğalma halinde bulunduklarından sayıları azdı. Bu bakımdan hepsi bir olan Allah'a inanıyor ve bu inanç üzerinde birleşiyorlardı. Sonra

Cenâb-ı Hak, kara parçasını kıtalara ayırınca her kıta üzerinde birkaç in­san bulunuyordu. Bunlar zamanla çoğalıp gelişince din ve inanç yönün­den ayrılığa düştüler.

Bizim bu yorumumuz da bir ihtimalden ileri geçmez. Bizi böyle bir ihtimale iten sebeplerden biri de Amerika kıtası keşfedildiğinde orada ya­şayan insanların mevcudiyetidir. Allah daha iyisini bilir. [58]

 

Haklı İle Haksız Arasında Hüküm

 

«Eğer Rabbından bir söz (hükme bağlanıp) geçmemiş olsaydı, elbette onların ihtilâfa düştük­leri şey hakkında hüküm verilirdi de (iş) bitmiş olurdu.»

İnsanların, Allah'ı bir bilme ve O'na teslim olma fıtratı üzere yaratıl­dıkları ve gönderilen peygamberler bu fıtratın üzerindeki kabuğu yarıp asıl cevherini meydana çıkardıkları ve geliştirip topluma yansıttıkları hal­de, çoğalan insanların ekserisi bu fıtrattan uzaklaşıp sapıtmışlardır. O ne­denle birçok kabile, kavim ve milletler haktan uzaklaştıkça bâtıla yaklaş­mışlar ve kendi yapılarına göre birtakım bâtıl dinler icat etmişlerdir. Sün-netullah, diğer bir tabirle insanların hayat düzeniyle, denge sistemiyle ve inanç esasıyla ilgili kanunlar değişme esnekliğinde olsaydı, herhalde Ce­nâb-ı Hak, hakkı batıldan ayırt edip gereken hükmü hemen indirirdi ve böylece inkarcı azgınlar, putperest sapıklar yok olurlardı. Ama sünnetul-lah böyle bir esneklik taşımaz, ezelde takdir edildiği gibi hedefine kusursuz ilerler ve bu hal kıyamete kadar devam eder.

Bundaki hikmet ise, çok açıktır:

Varlık âleminde bazı istisnalarla hemen her şey çift yaratılmıştır. Öy­le ki, her varlık karşıtıyla bilinmekte veya onunla gelişme kaydetmektedir. İşte bu da ilâhî sünnetlerden biridir. O halde bâtıl olmasaydı hakkın mahi­yet ve değeri yeterince anlaşılmaz; inkâr olmasaydı imânın kıymeti ve gerçek ölçüsü bilinmezdi. Aynı zamanda mücadele diye bir canlılık ve hareket olmaz, hayat âtıl kalır; toplum ve milletler araştırma yeteneğini yi­tirirlerdi. O nedenle rahatlıkla diyebiliriz ki, Cenâb-ı Hak dünyayı yarat­mışsa, ona karşı âhireti; Cennet'i yaratmışsa karşıtı sayılan Cehennem'i de yaratmıştır. Melek ile şeytan, ruh ile madde, kadın ile erkek hep bir­birinin karşıtı, fakat birbirini tamamlayan denge ve unsurlardır.

Bir an varsayafım ki küfür diye bir şey yoktur, imânın değerini hangi kıstas ve ölçüyle takdîr edebiliriz? Aynı zamanda hak uğrunda çalışıp di-

dinme, mücadele edip araştırma ve inceleme yapmak kimsenin aklından geçmezdi. Bu da ruhun uyuşmasına, ilmin birçok konularda durmasına, aklın araştırıcı gücünün sönmesine sebep olurdu.

İşte Kur'ân bu gerçeğe dikkatlerimizi çekerek ilâhî sünnetin şaşmaz-lığını ve değişmezliğini ortaya koyuyor; «Eğer Rabbından bîr söz (hükme bağlanıp) geçmemiş olsaydı, elbette onların ihtilâfa düştükleri şey hak­kında hüküm verilirdi de (iş) bitmiş olurdu.» [59]

 

Müşriklerin Açık Bir Mu'cize Beklemeleri

 

«Bir de derler ki: Ona Rabbından bir âyet (açık bir mu'cize) indirilmeli değil miydi?»

Âyetin baş ve son cümleleri arasındaki ifade dikkate alınınca, inkar­cılar, Hz. Muhammed'in (A.S.) peygamber olarak gönderildiğine, Kur'ân'ın da gökten indirildiğine inanmıyorlar ve «eğer Muhammed (A.S.[ davasın­da haklıysa, sözlerinde doğruysa, ey Allah! Başımıza gökten taş yağdır, bize acıklı bir azap indir», diyerek bu anlamda açık bir mu'cize istiyorlar­dı. Oysa bu istek ilâhî sünnete ters düşüyordu. Çünkü inkarcıları hemen yok etmek, İslâmiyeti güçlendirmez, belki zayıflatırdı. Zira her tez, ancak antitezin güç ve şiddeti oranında kuvvet kazanma şansına sahiptir. Hem din rahmettir, azap değildir. O bakımdan Allah, Hz. Muhammed'in (A.S.) on­lara şunu söylemesini emretti: «Gayb ancak Allah'a aittir. Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.»

Öyle ki, dinin rahmet olduğu bütünüyle reddedilerek küfürde son ker­teye gelindiğinde, ilâhî takdîr ve tesbitin günü saati dolmuş oiur ve böyle­ce O, hükmünü elbette yürütür. Zira Allah bizim veya sizin isteğinize gö­re, takdîr ve hükmünü değiştirmez. [60]

 

Cok Büyük Bir Mu'cizenîn Meydana Geleceği Haber Veriliyor

 

«Bekleyin, ben de sizinle beraber bek­leyenlerdenim!»

İnanmadıkları halde sırf Hz. Muhammed'i (A.S.) acze düşürmek için birtakım yersiz ve anlamsız mu'cizeler göstermesini, gökten azap indir­mesini  istiyorlardı.  Cenâb-ı  Hak, yakın  gelecekte  büyük bir mu'cizenin

meydana geleceğini kapalı bir anlatımla haber vererek müşriklerin bi­raz olsun akıllarını kullanmalarını istiyordu. Her geçen gün adım adım ge­lişme kaydedip sesi Arap Yarımadasında duyulan İslâmiyetin dünya tari­hinde benzeri görülmemiş büyük bir inkılâp yapacağına işarette bulunu­yor, o günlerin pek yakın olduğunu imâ ederek Peygamberinin diliyle on­lara : «Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!» buyurarak, her iki tarafın da o büyük mu'cizeyi, benzersiz büyük inkılâbı göreceğini belir­tiyordu. Nitekim öyle oldu; çeyrek asır geçmeden İslâmiyet kıtalar üzerinp yayıldı, en güçlü devletleri dize getirip yenilmez bir kuvvet oluşturdu. Mek­ke'nin fethi bunun en güçlü adımlarından biri idi. Son Tebûk seferi, Bizansa göz dağı veren ikinci güçlü bir adımdı. Sonra da İslâm mücahitleri önüne geçilmez, engel tanımaz bir sel halinde Allah'ın ismini yeryüzüne yayma­ya, Tevhît İnancı'nı gönüllere ve kafalara işlemeye devam ettiler., [61]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, müşriklerin kendi elleriyle yontup şekillendirdik­leri cisimlere tapınmaları konu edildi. Daha aziz, şerefli ve üstün yetenekli insanın kendinden aşağı maddelere ibadet etmesinin ne kadar gülünç ve akılsızca bir davranış olduğuna işaret edildi. Sonra da birden fazla din ve mezheplerin ortaya çıkmasının nedeni üzerinde duruldu. Yakında İs­lâm'ın büyük bir inkılâp yapacağına atıfla, her iki tarafın da o günleri bek­lemeleri istendi.

Aşağıdaki âyetlerle, inkarcı sapıkların, mü'minlere erişen rahmet ve genişlikten rahatsız oldukları açıklanıyor. O yüzden birtakım yalan ve do­lana baş vuracakları hatırlatılıyor. Sonra kara ve denizde insanlara hazır­lanan sayısız nimetlere atıf yapılarak vicdanlar harekete geçirilmek iste­niyor. Sonra da insanoğlunun dönek ve kaypak tabiatına temasla, felâket ve tehlikeli anlarda ruhundaki Allah duygusunun kendini hissettireceği, felâket ve sıkıntı atlatıldıktan sonra yine eski hallerine dönüp azgınlık ve taşkınlık edecekleri belirtilerek bunun nedeni üzerinde aklımızı kullanma­mız emrediliyor. [62]

 

Meali:

 

21— İnsanlara dokunan bir sıkıntı ve dertten sonra onlara bir rah­met (genişlik, ferahlık ve bolluk) tattırdığımız zaman, âyetlerimiz hakkın­da (bir de bakarsın) yalan-dolan düzerler. De ki: Allah (yalan dolana) kar­şılık vermekte daha çabuktur. Çünkü elçilerimiz (olan melekler) sizin kur­duğunuz yalan-dolanı yazmaktadırlar.

22— Sizi karada da, denizde de gezdiren O'dur. O kadar ki, gemide bulunduğunuz bir sırada, gemiler, okşayıcı hoş bir hava içinde seyredip yol alırken, yolcular da bununla ferahlık ve neşe duyarlarken ansızın şid­detli bir fırtına gelir de dalgalar her yandan onlara yönelir, derken tama­men kuşatılıp (yok olacaklarını) sanırlar ve (bu korku ve telaş içinde) ih-

lâs üzere dîni Allah'a has kılıp O'na duâ ederler, «eğer bizi bundan kurta­rırsa, elbette şükredenlerden oluruz» diye yalvarırlar.

23— Ne vakit ki Allah onları kurtarır, (vakit kaybetmeden) onlar yine yeryüzünde haksız yere taşkınlık ve azgınlığa başlarlar. Ey insanlar! taş­kınlık ve azgınlığınız ancak kendi aleyhinizedir. Bu da dünya hayatının ge­çici, önemsiz bir geçimliğidir. Sonra da dönüşünüz bizedir; yapageldikle-rinizi size bir bir haber vereceğiz.

 

İniş Sebebi

 

Mekke'de birkaç yıl kuraklık hüküm sürdü. Halk sıkıntı içinde kıvranıp kaldı. Başka çare kalmayınca, başta Ebû Süfyan olmak üzere bir grup ileri gelen kişi, Hz, Peygamber'e (A.S.) gelerek, «Duâ et de yağmur yağsın. Eğer yağmur yağıp sıkıntımız kalkarsa seni tasdîk ederiz.» dediler. Hz. Peygamber (A.S.) onlara acıyarak ellerini kaldırıp duâ etti ve çok geçme­den bol yağmur yağmaya başladı. Sıkıntı kalktı, fakat «seni tasdîk ederiz» sözü unutuldu ve bu rahmet ile genişliği putlara mal ettiler. O sebeple yu­karıdaki âyetler indi. [63]

 

İlgili Hadîsler

 

Ashab-ı Kirâm'dan Zeyd b. Hâlid (R.A.) anlatıyor:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Hudeybiye'de, geceleyin yağan yağmu­run yerdeki eseri üzerinde bize sabah namazını kıldırdıktan sonra, «Rab-bımzın bu gece ne buyurduğunu biliyor musunuz?» diye sordu. Ashab-ı Kiram da, «Allah ve Peygamberi daha iyi bilirler» diye cevap verdiler. Pey­gamber (A.S.) Efendimiz, onlara: Rabbmız buyurdu ki: Kullarımdan bir kıs­mı bana imân eder ve beni inkâr eder halde sabahladı. Kim Allah'ın fazl-ü rahmetiyle yağmurlandık, derse, o bana imân edip yıldızların gücünün ve kudretinin olmadığını belirterek Allah'ın kudretini tasdîk, yıldızların kud­retini) inkâr etmiştir. Kim de şu ve şu yıldızın akması, kayması bizi yağ-murfandırdı, derse, o beni inkâr etmiş, yıldızlara imân etmiştir.» [64]

 

Sıkıntıdan Sonraki Ferahlık Ve Böbürlenme

 

«İnsanlara dokunan bir sıkıntı ve dertten sonra bir rahmet (genişlik, ferahlık ve bolluk) tattırdığımız za­man....»

İyi dinî tahsîl, ciddi terbiye görmeyen, Allah'ın yüce kudretinin sayısız eserlerini ve izlerini eşyada müşahede etmiyen, varlıkta mutlak düzen ve dengenin hikmet ve amacını kavrayamıyan ham kişiler, bir sıkıntı ve fe­lâkete uğrayıp başka tutamaklarının kalmadığını gördükleri zaman, ruh­larındaki Allah duygusu harekete geçer de Allah'a yönelip yalvarırlar. Bü­tün kurtuluş kapılarının kapalı bulunduğunu o anlarda az-çok sezerler. Tehlikeyi atlattıklarında, ondan kendilerine büyük bir pay ayırırlar, cesa-retleriyle, soğukkanlılıklarda ve çetin mücadeleleriyle dayandıklarını bö­bürlenerek anlatırlar. Kuvvet ve kudreti Allah'a değil, kendi nefislerine çe­virirler.

Allah ise, onların bu sakıncalı ve nankörce tutumlarına karşılık ver­mede daha çabuktur; onların ne meta1 olduklarını diğer bir olayla ortaya koyar da ilâhî uyarısını bir defa daha -rahmetinin gereği olarak- yansıtır. Dünyada bunu yapmıyacak olursa, mutlaka âhirette her şeyi ayan-beyân ortaya döker. Çünkü O'nun şerefli kâtipleri olan melekler, insanların kur­nazlık ve böbürlenmelerini, Allah'ı unutup kuvvet ve kudreti fânilere irca' etmelerini bir bir tesbit edip yazarlar. Nitekim iniş sebebinde nakledilen olay, âyetlerin asıl mana ve hikmetini yansıtmaktadır. O halde gerek sa­vaşlarda elde edilen başarı ve zaferi, gerek başa gelen bir sıkıntı ve fe­lâketin kalkmasını kişilere değil, Cenâb-ı Hakk'a izafe etmek, gerçek ima­nın gereğidir. Zira olayları sebeplere bağlayan Allah'tır. Sebepleri başıboş bırakmayıp onları kudret elinde tutan O'dur. Mülkün gerçek sahibi elbet­te ki başkası değildir. O, mülkü dilediğine verir, dilediğinden çekip alır; di­lediğini aziz ve şerefli kılar; dilediğini zelîl ve hakîr yapar. Her türlü hayır ve iyilik O'nun elindedir.

Tarihî bir olay :

Türk denizcilik tarihinin en büyük zaferi ile sonuçlanan Preveze de­niz savaşı, imparatorluğun yenilmez bir devlet olduğunu bütün dünyaya bir defa daha göstermiştir. Zaferden dönen orduy-u hümayunu, baş­ta Kanunî Sultan Süleyman olmak üzere devletin ileri gelenleri karşılama­ya çıkmışlardı. Herkes sevinç çığlıkları atarken Kanunî başını yere doğru eğip gözlerinden yaş damlıyordu. Sebebi sorulduğunda ise, şu tarihî ceva­bı vermiştir:

«Milletleri üstün kılan, zaferleri kazandıran Allah'tır. Elde edilen bu zaferi kişilere değil, Allah'ın inayet ve kudretine irca' etmemiz gerekir. Onun bu yüce lütuf ve inayeti karşısında duygulanmamak elde değil..» [65]

 

İlmî Yönü Karada Ve Denizde Gezdiren O'dur

 

«Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur.»

Yeryüzünde dengeli ve rahat yürümemizi, diğer bir tabirle ölçülü ha­reket etmemizi yerçekim kuvveti sağlamaktadır, Yerçekim alanının ayni noktasında bulunan bütün cisimlere yerçekiminin kazandıracağı ivme-n i n (hareket halinde bulunan bir şeyin sonsuz küçük bir zaman hızında meydana gelen artının bu zamana oranı) aynı olması gerektiği görülür. Bu yüzden yerkürenin aynı noktasındaki bütün cisimler boşlukta aynı şekilde düşer ve yerçekim ivmesi bütün maddesel noktalar için aynıdır.

Şüphesiz ki, yerçekimi, bir kanundur, yani ilâhî sünnetlerden biridir, değişmez ve canlıların dengeli ve rahat hareketini sağlar. Aynı zamanda at­mosferi çevresinde tutar. Eğer dünya ay kadar küçük olsaydı, cisimler bu­günkü ağırlığının altıda birine düşer ve aynı zamanda atmosfer diye bir şey kalmazdı. Çünkü durmadan sıçrayan atom ve moleküllerin uzaya kaç­masını durduracak güçte bir yerçekimi olmazdı. Oysa dünyanın büyük olu­şu ve bu nedenle yerçekim kuvvetinin ay'dakine oranla altı kat bulunuşu, atmosferdeki molekül ve atomların uzaya kaçmasını önlemekte, aynı za­manda bu atmosfer, sıcaklığı ayarlayan bir örtü görevini sürdürmektedir.

İşte «Sizi karada da, denizde de gezdiren O'dur!» mealindeki âyet, yerküre üzerinde gezip dolaşmamızı ve yaşamamızı sağlayan fiziksel bir olaya parmak basmakta ve onu programlayıp insanoğlunun hizmetine ve^ ren O çok yüce kudreti hatırlatmaktadır.

Denizde de gezdiren O'dur:

Bilindiği gibi, yeryüzünün onda yedisi su ile kaplıdır. Taşırdığı suyun ağırlığına eşit ağırlıkta bulunan tekne, gemi ve benzeri cisimler denizde rahatlıkla yüzebilirler. Yük hacmi ise, eisim boşken ve dolu iken taşırdığı suların arasındaki farka eşittir. Bu da fiziksel bir kanundur. Suyu bir ölçü ve ağırlıkta yaratıp düzenleyen yüce kudret, denizlerde gezip dolaşmamı­za imkân vermiştir.

İlgili âyet bu nîmet ve sünneti hatırlatarak ilâhî kudretin her şeye ku­sursuz yöneldiğine, her varlığı hılkatındaki kanuna has ölçülerle düzenle­diğine işaret etmekte ve aklımızı kullanmamızı ilham etmektedir. [66]

 

Tehlikeli Anlarda Allah'ı Anmak

 

«Ansızın şiddetli bir fırtına gelir de dafgalar her yandan onlara yönelir...... (bu korku ve telâş içinde) ihlâs üzere dini Allah'a has kılıp duâ ederler..»

İnsan çok defa acelecidir ve aynı zamanda unutkandır. Kur'ân'da onun bu iki huyuna yön verilmek istenerek sık sık korku ve ümit anları; ferahlık ve sıkıntıB durumları konu edilmektedir.

Kur'ân ve ilmin bize verdiği ipuçlarından, kâinatın bile sabırla, plân ve programla yaratıldığını anlıyoruz. Geçmişi unutmak, geleceği karanlığa boğabilir. Tecrübeli ve basiretli kişiler, geçmişteki olayların ışığında ge­leceklerine yön verirler; kendilerini ona göre hazırlarlar.

Tehlikeli ve felâketli günlerde ve anlarda ruhumuzun özündeki Allah duygusu, O'na imân mayası -istesek de, istemesek de- harekete geçer, ya­ni bizi için için dürter ve kalbimizi Yüce Yaratan'a döndürür. O bakımdan sebepler zincirinin koptuğu, yardımcıların kalmadığı bir anda, sebepleri kudret elinde tutan Allah'a yüzcevirip duâ eder, yardım bekleriz. Neden? Çünkü içimizde varlığını kabul ettiğimiz o yüce kudrete sığınma duygusu yatmaktadır. Tehlikeli olaylar bu duygu üzerindeki perdeyi aralar veya üzerindeki kabuğu sıyırır. Bir anda bakarsın ki Allah'ı inkâr eden mün­kir, O'na el açıp yalvarıp yakaran bir mü'min oluvermiştir!

İlgili âyetle Cenâb-ı Hak içimizdeki bu asil duygu cevherinin varlığını hatırlatarak daha iyi düşünmemizi, insanoğlunun psikolojik yapısını çok yönlü araştırmamızı ve bu açıdan hareketle bir olan Allah'ın varlığını isbat etmemizi emrediyor.

Gerçek bu olunca, felâket ve tehlike atlatıldıktan sonra Hakk'ı unu­tup azgınlık ve taşkınlığa dönenler veya heveslenenler, herhalde derin bir gaflet, büyük bir nankörlük içindedirler. Oysa geçici bir hevesle mağrur olmanın hiçbir makul yanı yoktur; dönüş eninde-sonunda Allah'adır. Ön­ce inkâr, sonra için için Allah'ı sezip sonra da unutmak ve çok geçmeden O'na döndürülmek, kaçınılmaz bir sonuçtur. İşte üzerinde düşüneceğimiz bir yolculuk ve hayat tablosu!. Bir gün bu tablo iyi ve kötü görüntüleriyle, kalın ve ince çizgileriyle karşımıza çıkarılacak ve yaptıklarımız kronolojik bir düzenleme içinde önümüze konulacaktır.

Cenâb-ı Hak ezelde kudret kalemiyle yazıp hazırladığı son mesajında hepimize şöyle seslenmektedir: «Ey insanlar! taşkınlık ve azgınlığınız an­cak kendi aleyhinizedir. Bu da dünya hayatının geçici, önemsiz bir geçim-

ligidir. Sonra da dönüşünüz bizedir; yopageldiklerinizi size bir bir haber vereceğiz..» [67]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle insanın aceleci, unutkan olduğuna işaret edildi. Bolluk ve refah içindeyken nereden geldiğini, nerede bulunduğunu ve ni­çin geldiğini, sonra da nereye gideceğini hesaba katmadan kendini bütü­nüyle az bir geçimliğe verenlerin derin bir gaflet içinde bocaladıkları ha­tırlatıldı.

Sonra da Allah'ın yüce kudretine delâlet eden iki önemli belge zikre­dilerek insan aklı harekete geçirilmek istendi.

Aşağıdaki âyetle sözü edilen gafiller bir defa daha uyarılıyor. Dünya hayatının ne kadar önemsiz ve kısa olduğu bir misal ile açıklanarak insan İdrâkinde silinmez bir iz bırakılıyor. Sonra da Allah'ın, indirdiği kitaplarla, gönderdiği peygamberlerle ve peygamberlerin yolunda yürüyen samimi mürşitlerle insanlar selâmet yurduna davet ediliyor, ebedî saadet kapı­larının inananlara her zaman açık bulunduğuna işaretle en doğru yol gös­teriliyor, [68]

 

Meali:

 

24— Dünya hayatının misali, ancak gökten indirdiğimiz suya benzer; insan ve hayvanların yediği yeryüzündeki bitkiler (ve ürünler) onunla bir­birine karışır (imtizaç edip harekete geçer), tâ ki yeryüzü bütün zînetini takınıp süslendiği, yeryüzü ehli de kendilerini onun üzerinde kudretli san­dıkları bir sırada, geceleyin, ya da gündüzleyin o yere emrimiz gelir de sanki bir gün önce hiçbir şenlik yokmuş gibi onu biçik ve sökük hale ge­tirir.

İşte düşünebilen bir millete âyetleri böylece bir bir açıklarız.

 

İlgili Hadîs

 

«Kıyamet günü, dünya nimetinden en çok nasibini alan kimse getiri­lip ateşe bir defa daldırıldıktan sonra kendisine, hayatında hiç hayır gör­dün mü? Sana orada hiçbir nîmet uğradı mı? diye sorulur. O da, hayır, di­ye cevap verir.

Sonra dünyada en çok azap ve sıkıntı çeken kimse getirilip (Cennet) nimetine bir defa daldırıldıktan (sokulduktan) sonra kendisine sorulur: Ha­yatında hiç sıkıntı çektin mi? O da, hayır, diye cevap verir.» [69]

 

Su Hayattır

 

Her canlı sudan yaratıldığı gibi, bütün bitkilerin de hayat kanalı su­dur. Suyun toprağa inmesi ve ondaki tohum ve kökleri harekete geçirme­siyle yeryüzünde bir canlılık başlar, derken renkleri, kokuları, tadları ve bi­çimleri değişik binlerce bitki yeşerip her tarafı süsler. Bakanlara huzur ve neşe verir, umut ve güven va'deder. Ancak bu çekicilik, bu süs ve güzel­lik, günü gelip sebepler oluşunca bütün cazibesini kaybeder, böylece bit­kilerin hayatı sona erip belirsiz hale gelir.

Görüldüğü gibi, hiçbir eşya bulunduğu hal üzere kalmıyor. Herbirinin belirlenip takdîr edilmiş bir eceli ve sonu vardın günü, saati gelince sü­resini tamamlamakta; bir halden başka bir hale geçmektedir.

Milletlerin ve ailelerin hayatı da böyledir; ya bir felâket sonucu yıkı­lıp yok olurlar, ya da hayat süreleri, yani takdîr edilen ömürleri sona erip silinirler. Bu, başta insan olmak üzere her canlı için değişmeyen bir ka­nundur. Sırası gelince hükmünü yürütür.

Hayat bu kadar kısa ve tehlikelerle kuşatılmış olunca, insan için dün­yada sonsuza dek yaşama şansı ve umudu yoktur. Her nîmet ve şöhret de ömür kadar kısa ve fânidir. O halde gönül bağlayıp güvenilecek ne var? Bitki mi? kurumaya mahkûm; mal ve makam mı? terkedilmeye mahkûm, O halde tek ümit kaynağı olarak Allah'tan, O'nun sonsuz rahmetinden baş­ka bir şey kalmıyor.

İşte ilgili âyetle bu gerçeğe parmak basılarak, yağmurun yeşerttiği bitkiler insan hayatına ve eriştiği nimetlere misâl veriliyor; fâniden baki­ye, sonludan sonsuza, zayıftan en kudretliye, yıpranmaktan yıpranmama-ya, verilenden verene, yönelmemiz için uyarıda bulunuluyor. Düşünebilen bir aile, bir millet ve her insan için Allah'ın âyetleri yol gösteriyor, uyarı­da bulunuyor, gerçekler bir bir açıklanıyor.

Felâket ve musibet başa gelmeden, ruhumuzun derinliğine yerleştiri­len Allah duygusunu mutlu ve neşeli günlerimizde için için duymamız ve Kur'ân'ın programladığı şekilde o duyguyu geliştirip yaratılış hikmetimizi anlayarak Hakk'a kulluk etmemiz ne kadar akıllıca bir seziş ve anlayıştır! Böylece felâket anlarında sesimizi o yüce kudrete çok daha rahat duyu­rabilir; bizimle beraber bulunduğu için felâket ve sıkıntının çok önemsiz olduğunu imânımızın bütün kuvvetiyle anlar ve teslimiyet gösteririz. [70]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle dünya hayatının az bir süre ve kısa bir geçimlik ol­duğu belirtildi ve buna 'misal olarak yağan yağmur sebebiyle yeşeren bit­kilerin kısa ömrü verildi.

Aşağıdaki âyetlerle sözü edilen kısa süreyi ve az geçimliği ilâhî prog­rama göre değerlendirenlerin ebedi saadetin yolunu seçtiklerine işaret ediliyor. Kur'ân'ın ise hep bu saadet yurduna davet ettiği açıklanıyor. İmân temeli üzerinde yeşeren iyi-yararlı amellerin fazlasıyla ve daha güzeliyle karşılık göreceği; inkâr ve inat temeli üzerinde yeşeren kötülüklerin mis­liyle karşılık göreceği ve böylece dünyada en yüksek nimet ve devleti el­den kaçırmaları sebebiyle aşağılık ve horluk içinde kalacakları haber ve­riliyor. [71]

 

Meali:

 

25—  Allah selâmet yurduna çağırır; dilediğini de doğru yola eriştirir.

26—  İyi, yararlı güzel amelde bulunanlara daha iyisi ve güzeli, bir de fazlası vardır. Yüzlerini ne bir toz-duman, ne de aşağılık ve horluk kaplar. İşte onlar Cennet yaranıdırlar. Orada devamlı kalıcılardır onlar.

27—  Kötülükleri kazananlara gelince: Kötülüğün cezası, misliyledir; onları ayrıca bir aşağılık ve horiuk kaplar. Allah'tan kendilerini kurtaracak hiçbir kurtarıcı ve koruyucu da yoktur. Yüzleri sanki geceden kara bir par­ça ile örtülmüştür. İşte bunlar Cehennem yaranıdırlar ve orada temelli ka­lıcılardır.

 

İlgili Hadîsler

 

Ashab-ı Kirâm'dan Câbir (R.A.) anlatıyor:

«Peygamber (A.S.) Efendimiz uyuduğu bir sırada melek ona geliyor. Bir kısmı, «o uyuyor» diyor. Bir kısmı da, «gözleri uyuyor, kalbi uyanıktır» diyor. Sonra şöyle diyorlar: «Dostumuzun bir misali olsa gerek, Ona bir misal getirin.» Bunun üzerine bir kısmı şöyle bir misal veriyor: Muhammed Peygamber (A.S.), bir ev yapıp o evde sofra hazırlıyor, bir çağrıcı gönde­rip (halkı) ona davet ediyor. Çağrıcıya olumlu cevap veren (kimseler) eve girip sofradan (bir şeyler alıp) yiyorlar. Olumsuz cevap verenler ise, ne eve giriyorlar, ne de sofradan bir şeyler yiyorlar.» [72]

İbn Cerîr'in de rivayet ettiği aynı hadîsin sonunda şu cümleler de nak­ledilmiştir: «Allah ev sahibidir. Sofra ise, İslâm dinidir. Ev cennettir. Sen de ey Muhammed! elçisin. Senin çağrına gelen, İslâm'a girer; İslâm'a giren Cennet'e girer. Cennet'e giren oradaki nimetten yer.»

«Üzerine güneş doğan hiçbir gün yoktur kî, iki melek onunla birlikte bulunmasın. İnsanlarla cinler dışında o iki meleğin duyurusunu işitme­yen kalmaz. Şöyle seslenirler: Ey insanlar! Rabbinize hazırlanıp yöneliniz. Şüphesiz ki, az olup yeterli olanı, çok olup oyalayıcı olanından hayırlı­dır.» [73]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, 26. âyeti okuduktan sonra şöyle buyurdu: «Cennet ehli Cennet'e; Cehennem ehli de Cehennem'e girdikten sonra bir çağrıcı şöyle çağırır: Ey Cennet ehli! sizin için Allah katında verilmiş bir söz vardır ki, onu sizden yana yerine getirmek istiyor. Bunun üzerine Cennet ehli şöyle derler: O söz ne olabilir? Terazimiz ağır gelmedi mi? Yüzlerimizi ak-pak kılmadı mı ve bizi Cennet'e sokup ateşten kurtarmadı mı? Bunun üzerine perde onlara açılır da Rablarına bakarlar. Allah'a and olsun ki, onlara, Rablarına bakmaktan daha sevimli ve gözlerini daha ay­dınlatıcı bir şey (o ana kadar) verilmiş değildir.» [74]

«Şüphesiz ki, Allah kıyamet günü bir çağrıcı gönderir de, öncekilerle sonrakilerin duyabileceği bir sesle şöyle çağırır: Ey Cennet ehli! Allah si­ze daha güzelini ve daha fazlasını va'detti. Daha güzeli Cennet'tir, fazlası ise, Rahmân'ın yüzüne bakmaktır.» [75]

«İhsan, Allah'ı görürcesine ibâdet etmendir. Sen O'nu göremiyorsan, muhakkak ki O seni görüyor.» [76]

 

İhsanın Karşılığı

 

«İyi, yararlı güzel amellerde bulunanlara da­ha iyisi ve güzeli, bir de fazlası vardır.»

İhsan: Güzel iş, iyi, yararlı amel, mutlak iyilik ve güzellikte bulun­mak, karşılıksız yardım etmek vb. mânalara geldiği gibi, hadîs-i şe­rifte yorumunu bulan, «Allah'ı görür gibi ibâdet etme» manasında da kul­lanılmıştır.

İlgili âyette gecen «ahsenû» fiiliyle bu manaların hepsine delâlet ve işaret vardır. Her şeyde Allah'ın kudret ve hilkat damgasını görmek, her davranışta Allah'ı hatırlamak ve ibadete bu şuur ve anlayışla başlamak, mü'mini i h sa n derecesine yükseltir. O kadar ki, onun nazarında dünya­nın her nimeti geçici ve eğretidir, her makam ve şöhreti fânidir. Saadet ve selâmetin tek kaynağı Allah'tır,                                                               

Böyle olunca, yani kul kendini bu irfana getirince onun için üç büyük mutluluk va'dedilmiştir:

1—  Daha güzel bir mükâfat. Cennetin verilmesi,

2—  Fazla olarak da ilâhî cemali görme bahtiyarlığına erişmesi,

3— Selâmet yurdunda, yüzünde, kendisini aşağılayacak, zelîl ve ha-kîr kılacak bir toz ve lekenin bulunmaması..

Böylece kınanmak, mahcup olmak, utanmak, sıkılmak, ayıplanmak ve azarlanmak gibi tarizler hep Cennet'in dışında kalır. Allah'ın insanları ih­san doğrultusunda selâmet yurdu olan Cennet'e çağırması, bu saadet ha­vasını ve va'dini beraberinde getirmektedir. [77]

 

Allah Dilediğini Doğru Yola Eriştirir

 

«Dilediğini de doğru yola eriştirir.»

Allah ile kullan arasında bir sınır vardır. Kulları o sınıra götürecek va­sıtalar hemen her zaman mevcuttur. Akıl, idrâk, peygamber sünneti ve ki­tap bu vasıtaların en önemlileri ve başta gelenleridir. Bunlardan amaç ve hikmetlerine uygun yararlanmasını bilen ve uygulayan kimse, kendini sö­zü edilen sınıra getirmiş veya iyice yaklaştırmış olur. Artık Allah bu du­rumda dilerse ona doğru yolda yürüme basiretini verir, yani onun hakkın­da hidayetini tecelli ettirir.

O halde «Allah dilediğini doğru yola eriştirir.» mealindeki âyetin bir bakıma mana ve yorumu budur. Ayrıca Allah kimde uyumluk ve doğrudan, iyiden yana harekete geçen bir yetenek görürse ona bu vasıtalardan amaç­larına uygun şekilde yararlanmayı ilham eder. O takdirde ilâhî rahmet ve hidâyet kişilerin uyumluluğuna ve harekete geçen, doğruyu arayan yete­neklerine göre tecelli eder. İç yapısını imân ve irfanla uygun duruma ge­tirmeyen, yani yeteneğini başka yolda kullanmaya azmeden veya kullan­maya başlayan kimse ise, ilâhî hidâyete lâyık değildir. Zira içinde hidâyet­le uyum sağlayacak irfan ve idrak havası oluşmamıştır. Tıpkı güneşten, sudan ve havadan yeterince veya hiç yararlanmayan çorak toprak gibi. [78]

 

Kötülüğün Cezası Misliyledir

 

«Kötülüğün cezası misliyledir.»

İlâhî rahmet ve adalet, iyiliğin karşılığını birden yediyüz misliyle lüt­fedecek kadar kullarına cömert davranır. Kötülüğün cezasını ise, ancak misliyle vermektedir. Buna «cezâ-i vifak» denilir.

Ebedî saadet yurdunun dışında kalanların, işledikleri kötülüklerin, yap­tıkları haksızlıkların dünyada ortaya konulmayan utanç verici tabloları âhirette mutlaka ortaya çıkardır ve amelin cinsine göre misliyle ceza ve­rilir.

Böylece dünyada akıllarını Kitap ve Peygamberin getirdiği esas ve prensiplerle birleştirmiyenler kendi aleyhlerine üç büyük kötülük işlemiş olurlar ve o sebeple âhirette üç ayrı azapla cezalandırılırlar:

1—  Onları zillet, aşağılık ve horluk çepeçevre kuşatır.

2—  Yüzleri mahcubiyetten ve işledikleri kötülüklerin verdiği eziklikten simsiyah kesilir.

3—  Ellerinden tutacak, yardımcı olacak hiçbir kurtarıcıları bulunmaz.

Burada üzerinde durulacak önemli bir husus var, o da şudur: Eğer iş­ledikleri kötülük ve günahları kendilerine mubah saymışlarsa, imân nime­tini de kaybetme bedbahtlığına uğramışlardır. Bu durumda küfür ehliyle birlikte haşır-neşir olunurlar ve onlarla birlikte bulunurlar. Mubah sayma-mışlarsa, sadece büyük günahlar işlemiş kabul edilirler ve misliyle ceza­landırılırlar. [79]

 

İmansız Kişi, Neden Cehennem'de Temelli Kalacak?-

 

Allah'ı, O'nun gönderdiği peygamberi ve indirdiği kitabı inkâr eden veya hafife alan kimse, canlı-cansız her şeyin hakkına tecavüz etmiş ve çok çirkin hakarette bulunmuş; her varlığın kendi üzerinde taşıdığı ilâhî damgayı inkâr edip, inatla reddetmiş sayılır. Gerçek şu ki, kâinat mutlak bir plâna göre düzenlenmiştir. Her şey bu plândaki yerini almış, yaratıldığı hikmet ve amaca yönelip hem dengeyi sağlamış, hem de hizmetini sür­dürmüştür. Plân dışı, hizmet ve denge kavramlarına ters bir şey düşün­mek mümkün değildir. O bakımdan her şeyin kaynağı birdir, o da Allah'­tır. Her şey O'nun buyruğuna uymakta, O'nun kudretinin damgasını taşı­makta ve O'nun sünnetine uyup yaratıldığı gayeye yönelmektedir, Allah'ı inkâr, varlık alemindeki carî kanunları, kör ve sağır maddeye veya tesa­düfe irca' etmektir ki, bu büyük bir tecavüz ve küstahlık sayılır; aynı zav manda her varlığın hakkına saygısızlık edip kal veya hal diliyle Hakk'ı tesbîh etmesine dil uzatmak olur.

O halde, hem ilâhî hakları, hem de kâinatta var olan eşyanın hakkı­nı ret ve inkâr edip çiğnemenin, plân ve program dışı bir keyfî hayat sür­menin, Allah'ın mülkünde yaşayıp O'nun verdiği nîmetlerle beslenmekle beraber O'na baş kaldırıp itaatsizlik etmenin cezası ebedî idam olmalı de­ğil midir? İşte Kur'ân bu tabii sonucu yer yer haber vermekte, durmadan insan oğlunun böyle bir çıkmaza girmesini önlemeye çalışmaktadır.

İlgili âyetle, «İşte bunlar Cehennem yaranıdırlar ve orada temelli ka­lıcılardır!» buyurulmasının sebep ve hikmeti budur.. [80]

 

Tahlil

 

Cennet'in adlarından biri de «Dârü's-Selâm»dır. Türkçe olarak buna «Selamet yurdu» diyebiliriz. Selâm, hem Allah'ın sıfatlarından biridir, hem de İslâm kelimesiyle aynı kökten gelmedir. Böylece İslâm, uygulandığı tak­dirde, hem dünyayı hem de âhireti selâmet ve saadet yurdu haline sokar. O bakımdan Cennet'e girenlere melekler selâm vereceği gibi, cennetlik­ler de birbirlerine yine selâm vererek Allah'ın Selâm sıfatına mazhar olduk­larını gösterirler, [81]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle ilâhî davetin mutlak saadet va'dettiği bildi­rildi. Bu sese kulak verip imân temeli üzerinde iyi-yararlı amellerde bulu­nanlara daha güzeliyle ve fazlasıyla karşılık verileceği va'dedildi. Kötülük İşleyip tevbe etmeden, haklan ödemeden ölenlerin, misliyle karşılık göre­cekleri açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle Allah'a ortak koştukları halde ölenlerin durumu tasvîr edilerek âhirette şirklerine uygun yerlerini alacakları; tapındıkları putların bile, onların kendilerine ibâdet etmediklerini, sadece akılsızca bir hayat sürdüklerini söyleyerek onlardan beri olduklarını beyan edecekleri hakkında bilgi veriliyor. Sonra da âhirette o gibilerin hak ettikleri azabı ta­dacakları açıklanarak yaşamakta olan inkarcılar uyarılıyor. [82]

 

Meali:

 

28—  O gün onların hepsini biraraya getireceğiz, sonra da Allah'a or­tak koşanlara, «siz ve ortak koştuklarınız yerlerinize!» diyeceğiz ve böy­lece onları birbirlerinden ayıracağız. Ortaklan ise, «siz bize tapmıyordu­nuz;

29—  Bizimle sizin aramızda şahit olarak Allah yeter. Gerçekten si­zin ibâdetinizden hiç ama hiç haberimiz yoktu,» diyecekler.

30—  İşte orada her kişi işleyip önceden gönderdiği şeylerin sınavını verir ve Hak olan Mevlâ'larına (Onun adaletine) döndürülürler. Uydurdukları (putlar ve put misâli) şeyler de onlardan uzaklaşarak yok olup gitmişler­dir.

 

İlgili Hadîs

 

«And olsun ki her ümmet tapındığı şeyin peşine takılacak; Güneş'e tapan onun peşine, Ay'a tapan onun peşine, put ve şeytanlara tapanlar onların peşine takılacaklar.» [83]

 

Allah, Tevhîtten Başkasına Razı Değildir

 

Varlık âleminde insan unsuru, Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden en açtk belgelerden biridir. Akıl, idrâk ve diğer yetenekleriyle Allah'ın lü­tuf ve inayetine en çok mazhar olan canlı yine odur. Beynindeki güçlü ve geniş merkezler her gün binlerce yolcunun konaklayıp geçtiği mükemmel bir istasyon, kendisine uğrayan her şeyin birçok vasıflarını alıp muhafaza eden kusursuz bir arşiv1 ve milyarlarca görüntüleri kendinde toplayan çok büyük bir film makinasıdır.

O halde bu kadar mükemmel bir canlı cihazın kendiliğinden var oldu­ğunu iddia etmek, bir bilgisayarın kendiliğinden oluşup vücut bulduğunu söylemek kadar gülünçtür. Demek oluyor ki, insan kendisinin yaratıcısı de­ğildir. Güneş, ay ve yıldızlar da onu yaratmamıştır; çünkü bunlar şuursuz taş, toprak ve çeşitli gaz yığınından başka bir şey değillerdir. Hele yontu­lup şekillendirilen putların yaratıcı olmaları hiçbir zaman düşünülemez. Bu bakımdan insanı, ondan çok mükemmel, hatta kıyas kabul etmiyecek ka­dar üstün, yani kıyas ve nisbetin ötesinde çok yüce bir kudretin yarattığı neticesi ortaya çıkar. İşte o yüce kudret, âlemlerin Rabbı Allah'tır. Onun için Allah bu mükemmel eserini kendi varlığına delil kılmış ve diğer eşyayı onun hizmetine vermiştir. Tevhît İnancı'ndan başka hiçbir inancı ve düşün­ceyi ona yakıştırmamakta ve ondan sadece böyle katıksız bir inanç iste­mektedir.

Gerçek bu olunca, ilâhî tezgâhın mükemmel mamulü insanın kendi­sinden her bakımdan aşağı olan canlılara ve cisimlere tapması şaşılacak bir olay değil midir?! Onu böylesine bir basiretsizlikten ve aşağılanmak­tan korumak ve kurtarmak için Allah kitap ve peygamber göndermiştir. Buna rağmen kendini böylesine zillet çukuruna düşürenler, kıyamet günü, tapındıkları eşya ile biraraya getirilecekler. Hakkı ve gerçeği o gün göz­leriyle görüp anlayabilenlerin yüzleri simsiyah kesilecek; nelere taptık­larına baktıkça hayıflanıp kahrolacaklar. Böylece insan olarak yaratıldık­larının hikmet ve amacını dünyada idrâk etmiyenler, âhirette bunun farkı­na varacaklar, neden sonra.. [84]

 

Cansızları Da Konuşturan Yüce Kudret

 

«Ortakları ise, siz bize tapmıyordunuz; bizimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Gerçekten sizin ibâdetiniz­den hiç, ama hiç haberimiz yoktu, diyecekler.»

Kıyâmet'ten hazîn ve şaşırtıcı bir tablo veriliyor. Eşyaya tapanlarla ta-pılanlar biraraya getirilecek; «durun yerinizde!» denilecek. Putperestler kendi elleriyle yaptıkları putlardan şefaat beklerken, o taş ve maden yı­ğınlarına Cenâb-ı Hak konuşma yeteneği verecek. Böylece onlar, kendi­lerine tapanlara, siz bize tapmıyordunuz... Çünkü biz akletmeyen, gör­meyen, işitmeyen cansız varlıklar idik. Sizin gelip bize tapındığınızı ne bi­lelim, diyecekler ve ortadan bir anda toz olacaklar.

Cenâb-ı Hak, insanı geniş rahmetinin bir tezahürü olarak, onu henüz ölmeden ve dirilip kalkmadan önce uyarıyor ve böylece kıyametten bir tab­lo tasvir ediyor.Hamd, âlemlerin Rabbı Allah'a mahsustur, [85]

 

Hak Mevlâ'nın Adaletine Döndürülecekler

 

«Ve Hak olan Mevlâ'larına (O'nun adaletine) döndürülürler.»

İnsan kendinden çok aşağı yaratıklara ve nihayet kendisi gibi insan­lara tapınmak zilletine uğrayınca, ilâhî emânete ve O'nun eşsiz eserine ihanet etmiş olur. Kendi yaratılışlarındaki azizlik ve şerefi görmeyen ve tanımayan insanların, Allah'ı tanımaları elbetteki beklenemez. Kendini yi­yen, içen, uyuyan, çalışan ve sonra da ölüp basit parazitlere dönüşerek silinen basit bir canlı gibi kabul eden veya öyle sanan kimseler, her şey­den önce varlık alemindeki yerini ve hizmet ölçüsünü belirliyememişlerdir. O yüzden hem kendilerine, hem de çevrelerine haksızlıkta bulunma şuur­suzluğu ve körlüğü içinde ömür sermayelerini bir hiç uğruna heder etmiş­lerdir.

Yegâne âdil olan Allah, kıyamet günü onlara karşı yine âdil davrana­cak; amellerinin cinsine, türüne ve ölçüsüne göre karşılık verecektir. Pu­ta, putlaştınlan canlılara tapmakla kendini insanlık şeref ve fazilet maka­mından düşürenler, hiç şüphe yok ki, ruhlarına en kötü azabı uygulamış­lardır. Kıyamet gününde ise, bu azap belirginleşecek ve her kişi kendi eliy­le hazırladığı cezayı görecektir. [86]

 

Tahliller

 

Mevlâ, veliy kökünden türetilmiştir. Veliy, bir adamın

dostu, yarı, yardımcısı ve kendisine yakından sıcak ilgi duyan koruyucu­su demektir. Mevlâ ise, bütün bu manaları içermekle beraber mâlik, sahip

mânalarına da gelir. Bazan da iki zıt manada kullanıldığı da olur. Meselâ, köle ve efendi; yakın dost ve hasım bu cümledendir. [87]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Allah'ı bırakıp putlara tapınanların kıyamet gü­nünde putlarıyla biraraya getirilecekleri ve putların konuşturulacakları ha­ber verildi. Sonra da putların, kendilerine ibâdet edildiklerinin farkında bi­le olmadıklarını açıklayarak şahit olarak Allah'ın yeterli olduğunu söyle­yecekleri açıklandı. Böylece her şeyin eninde, sonunda Allah'a döndürüle­ceği belirtilerek inkarcıların iyi düşünmelerine işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle Allah'a döndürülmenin mutlaka gerçekleşeceğine atıf yapılarak Allah'ın damgasını taşıyan belgeler sıralanıyor; özellikle ku­lak ve göz gibi iki önemli organ üzerinde durularak iyice düşünmemiz il­ham ediliyor. Bütün bunların Hak olan Rabbımizın eseri bulunduğu hatır­latılarak haktan sonra sadece bâtıl ve sapıklık var, deniliyor. Sonra da, Allah ile kulları arasındaki sınırı görmeyen, hak ile bâtılın sınırlarını tefrîk etmiyenlerin imân etmiyecekleri beyân buyuruluyor. [88]

 

Meali:

 

31— De ki: Gökten ve yerden size rızik veren kimdir? Kimdir kulağa

ve gözlere (yaratma yönünden) sahip? Ya diriyi ölüden, ölüyü de diriden çıkaran kimdir? Kimdir işleri düzene koyan? Hemen «Allah'tır» diyecekler. O halde de ki: Artık (Allah'tan saygı ile) korkup (fenalıklardan, putlara tap­maktan) sakınmaz mısınız?

32—  İşte bu Allah, hak (olan) Rabbınızdır. Haktan sonra ancak sapık­lık var. O halde nasıl (olur da Hak'tan) döndürülüyorsunuz?!

33—  Bunun gibi, ilâhî sınırların ve O'na uzanan yolun dışına çıkanla­ra karşı Rabbınin sözü gerçekleşti ki, onlar gerçekten imân etmezler.

 

Gökten Ve Yerden Rızık Veren

 

 «De ki: Gökten ve yerden size rızık veren kimdir?»

İnsan hayatının devamı, havaya, suya, güneşe ve toprağa bağlıdır. Bi­ri diğerini tamamlar. Güneş saniyede 4.6 milyon ton'enerji yaymaktadır. Bunun çok az bir kısmı dünya tarafından tutulur ve dünya çevresindeki at­mosfer bu enerjiyi canlıların ve bitkilerin yararlanabileceği ölçü ve kıva­ma getirir. Ay üzerinde atmosfer bulunmadığından geceleri ısı eksi 200'e, gündüzleri artı 100 dereceye düşüp çıkan ısının canlılar için elverişli bir düzeyde olmadığı muhakkaktır. Dünya'nın dörtte üçünün suyla kaplı olma­sı, yeterince yağmur almamızı sağlamaktadır. Bu oran düşük olsaydı, me­selâ yarısı su ile kaplı bulunsaydı kuraklıktan ne canlı, ne de bitki yaşaya­bilirdi. Yer kabuğunun toprak haline gelmesi, bitkilerin yeşermesine yö­nelik bir düzenlemedir. Atmosfer tabakası mevcut oranın üstünde veya altında olsaydı, güneş enerjisi anormal ölçüde yeryüzüne iner ve hayatı felce uğratırdı.

Görüldüğü gibi, insanın yaşamasını ve rızkını en yararlı şekilde devam ettirmek için birçok fiziksel, kimyasal kanunlar düzenlenmiş ve hepsi de zincirleme birbirine bağlanmıştır.

Bütün bu ölçülü, dengeli ve uyumlu kanunlar bir tesadüf müdür? Bu kadar tesadüflerin açıklık ve noksanlık vermeden birbirini izlemesi, birbi­rine bağlı hizmet vermesi mümkün müdür? Bu plân, program ve düzenle­mede az bir hata, ya da kopukluk hayatı alt-üst etmez mi?

İşte ilgili âyetle insan aklına ve idrâkine seslenilerek fiziksel ve kim­yasal birçok kanunların mecmuuyla oluşan hayat ve onu devam ettiren rızkı gökten ve yerden oluşturup veren kimdir? diye soruluyor. [89]

 

Kulağa Ve Gözlere Kim Sahip?

 

«Kimdir kulağa ve gözlere (yaratma yönünden) sahip?»

Beş duyu organından sadece burada kulak ve gözden, yani işitme ve görme duygusundan söz edilmesi oldukça dikkat çekicidir. Ayrıca önce kulaktan söz edilmesi, onun daha önemli olduğuna işarettir.

İnsan dış âlemle olan ilgi ve temasını daha çok bu iki organla gerçek­leştirir. Beynimiz ve ondaki ilgili merkezler daha çok bu iki organ aracılı­ğıyla gereken bilgi ve malzemeyi toplarlar. Gökten ve yerden verilen rızık daha çok sözü edilen iki organla değerlendirilip verimli hale getirilir.

Kulağın işitme, gözlerin görme sistemi ise, akıllara durgunluk vere­cek bir yapı ve düzenlemeye sahiptir. Şüphesiz ki kulak, sesler dünyasına açılan bir penceredir. Vücudumuzdaki en küçük kemikler kulakta yer alır. Bunların görevi, ses dalgalarını titreşim yapan bir piston mekanizması ile işitme sisteminin iç kısımlarına iletmektir. Böyle bir sistem ve mekanizma acaba kendiliğinden mi oluşup meydana gelmiştir? Bu mümkün müdür?

Kulakta bulunan çok ince tüyler de ses tonunun alçak, ya da yüksek oluşuna göre dalgalanarak beyne uyanları gönderir.

Dış dünyamızdan gelen sesleri bize, yani beynimize ileten kulağın be­lirtilen özelliklerde var kılınması çok yüksek bir kudretin eşsiz sanatını göstermekte ve sadece O'nun damgasını taşımaktadır. Tesadüflerin bun­da az veya çok yeri yoktur. Böyle bir iddia çok gülünç ve gayr-i ilmî kabul edilir. Tesadüfler neden bugüne kadar bir fotoğraf makinası, bir teyp ve­ya bir bilgisayar meydana getirmemiştir? Tesadüfler neden değişik yapı ve sistemde insan kulağı oluşturmamıştır? Bu sorulan çoğaltmak müm­kün, ama cevabını bulmak çok zor, hattâ imkânsızdır. Tesadüfler neden kulakları vücudun başka bir yerine monte etmemiştir? Anlaşıldığı gibi, işin içinde ince bir hesap, hassas bir plan ve çok mahir bir yaratan vardır.

Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı çok yücedir? Ses adı verilen küçük hava basıncının değişimlerini elektrik uyarılarına çevirerek içerdik­leri bilgiyi beyne ulaştıran kulağı yaratan kudret, bütün saltanat ve vah-daniyetiyle eşyada tecelli ve tezahür etmektedir. Şimdi inkarcı şaşkınlar söylesinler bakalım, kulağa ve göze (yaratma yönünden) kim sahiptir, on­ların hakiki mimarı kimdir?

Gözlere gelince, onlar dünya aydınlığına, renk ve şekillerine açılan iki penceredir. Kimi zaman «ruhun aynası» olarak adlandırılan insan gözü,

uzun bir süre kişinin karakterinin de anlaşılmasında güvenilir bir unsur ka­bul edilir.

Cenâb-ı Hak, hilkat fırçasıyla gözün plânını şöyle hazırlamıştır:

a)  Gözü herhangi bir zedelenmeden, sademeden koruyan  kemikten mamul göz çukuru veya yuvası,

b)  Gözün içine gömülü bulunduğu ve korunmasını sağladığı yağ ta­bakası,

c)  Merkezlen aynı olan üç kattan oluşan göz yuvarlağı ve üç boyutlu görme; ışığı düzenleme, ön yüzeyini ıslak tutan göz yaşı, boynuzsu taba­kanın pürüzsüzlüğü ve saydamlığı v.b. özellikleri olan bu harika organ da kör tesadüfün eseri midir, yoksa o sonsuz kudret sahibi Allah'ın çok mü­kemmel düzenlemesinin neticesi  midir? Şüphesiz ki,  her mükemmel ve düzenli şey, çok daha mükemmel bir düzenleyicinin, kusursuz bir proğram-layıcının eseridir.

Yaratanların en güzeli, en mükemmeli olan Allah'ın kudreti ne yüce­dir! O'nun varlığını, birliğini anlamak isteyenler için kulak ve göz yeterli birer belge değil midir? [90]

 

Diriyi Ölüden, Ölüyü Diriden Çıkaran Odur

 

Ya diriyi ölüden, ölüyü de diriden çıkaran kimdir?»

Yumurta kuluçka devresine girmeden önce bir bakıma ölü sayılır. Yu­murta hücreleri hayvan üretim organında döllenince bölünmeye başlar. Dı­şarı çıkınca sıcaklık yetmediğinden döllenme durur. İşte bu bakımdan onun sözünü ettiğimiz dönemi, ölü devre sayılır. 37, 38 derecelik bir sıcaklık ve­rilirse gelişme tekrar başlar ve bu bir bakıma ölüden diri civciv çıkmasını hazırlar.

Erkeğin sperması ile kadının yumurtalığının döllenme devresi bir ba­kıma ölü devre, ceninin oluşması ise, diri devre sayılır.

İlgili âyetle bu biyolojik olaya temas edilmekte ve üremenin şaşmayan kanunlarla gerçekleştiği hatırlatılmaktadır. Bitkilerle tohumları arasında­ki ilgi de buna benzer iki dönem arzetmektedir. Bütün bunları en ince bi­yolojik kanunlarla ve hesaplarla düzenleyen Allah'ın kudreti çok yücedir ve sınırsızdır. Tapınmaya ancak O lâyıktır.

Konuyu önemine binaen bir de modern biyoloji açısından inceleyelim:

Canlının yine canlıdan meydana geldiği muhakkaktır. Buna «biyoge-nez» denilir. Yapılan deneyler bu sonucu kesinkes ortaya koymuştur. Ör­neğin suda yarım saat kaynatılan saman iki ayrı kavanoza eşit miktarda konulmuş; biri saydam bir maddeyle iyice kapatılmış, diğeri açık bırakılmış. Birkaç gün sonra açık bırakılan kapta canlılar görüldüğü halde, kapalı kaptaki suda bir tane bile canlıya rastlanmamıştır.

Kur'ân'daki tabire gelince, onu ikinci bir yorumla şöyle açıklayabili­riz: «İnsan ve hayvandaki sperm, yediğimiz besinlerden oluşmaktadır. Bu açıdan ölüden diri meydana geimiş oluyor. Tohum ve çekirdekteki ha­yat da bir bakıma ölüdür; ortam bulunca dirilip yeşerir. Sonuç ola­rak canlı ancak canlıdan meydana gelmektedir ve başlangıçta canlı ka­bul ettiğimiz hücrelerin bir bakıma ölü dönemi söz konusudur.

Cenâb-ı Hak yegâne terbiyecimiz, yaratıp kemale erdirici m izdir. Hak'­tan sonra ancak sapıklık vardır. Bütün bu gerçeklen göremiyen, eserden müessire intikal sağiayamıyan ve mükemmel düzeni tesadüflere bağlayan inkarcı kişilerin artık imân etmeleri beklenebilir mi? Rabbımızm sözü, hük­mü hak ile tecelli etmiştir. O'nun ilmi ve tesbiti asla yanılmaz. Allah'ın ilmi inkarcılardan kimlerin bu yüzden inanmayacaklarını önceden tesbit et­miştir. [91]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, insan aklını harekete geçirmek ve hılkatındaki azizliğini bildirmek için ilâhî kudrete delâlet eden belgeler sıralandı. Aklını, idrâkini gerçeği bulup aramada kullanmayanları elim bir sonucun bekledi­ği haber verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ı bırakıp başka şeyleri ilâh edinenlerin önce duygu ve vicdanlarına, sonra akıl ve idrâklarına seslenilerek öldürüp di­riltenin kim olduğu soruluyor. Diriltip geri çevirme kudretinin Allah'a mah­sus olduğu belirtilerek en sağlam kıstas ortaya konuluyor. Sonra da bâtıl ilâhlardan hakka ve gerçeğe yol gösteren birinin bulunmadığı hususu yine soru şeklinde putperestlerden soruluyor. İnkarcıların daha çok zanna uyup birtakım varsayımlar peşinde ömür tükettikleri belirtilerek zandan kopup gerçeği bulma arzusuyla yola çıkmanın olumlu sonuçlar doğuracağına işa­ret ediliyor. [92]

 

Meali:

 

34-  De ki: (tanrı diye) ortak edindiklerinizden, ilkin yaratıp   öldür­dükten) sonra tekrar onu (diriltip geri) çeviren var mıdır? De ki: Allah il­kin yaratıp meydana getirir, sonra tekrar {diriltip geri) çevirir. Nasıl da (Hak'tan) çevrilip saptırılıyorsunuz?!

35-  De ki:  Ortak  edindiklerinizden  Hakk'a   doğru   yol   gösteren, Hakk'a ileten var mıdır? De ki: Allah hakka doğru yol gösterir ve ona ile­tir. Hakk'a ileten mi, yoksa iletilmeden kendiliğinden hak yolu bulamayan mı uyulmaya daha layrkt.r? Size ne oluyor, nasıl hükmediyorsunuz?!     ,

36-  Çoğu sadece zanna uyarlar; doğrusu zan haktan yana hiçbir anlam taşımaz (onun yerine hiçbir zaman geçmez). Şüphesiz ki Allah on­ların yapageldiklerini çok iyi bilir.

 

İlkin Yaratıp Meydana Getiren

 

De ki: Allan ilkîn Varat'P meydana getirir, sonra tekrar onu (diriltip geri) çevirir.»

İlim hayatın başlangıcı hakkında kesin bir sonuca varamamıştır. Ceşitli görüşler, birtakım varsayımlar ortaya atılmış, ama hepsi de karşılaş­tıkları bir sürü haklı sorular karşısında cevap veremez olmuşlardır.

Diğer gezegenlerden bazı bakteri sportlarının uzaydaki şartlara daya­narak yeryüzüne gelmiş olabileceğini iddia edenler, «uzak gezegenlerden organizmanın dünyamıza ulaşıncaya kadar uzun süre çok yüksek ve çok düşük ısıların ve öldürücü ışınların tesiri altında kalıp yaşaması mümkün mü?» sorusu karşısında susup kalmışlardır.

Kur'ân'da ilgili âyetle, ilim adamlarına ve araştırıcılara ipucu veriliyor ve hayatı ilk başlatıp meydana getirenin Allah olduğu belirtiliyor. Buna «halk» denilir, yani modelsiz, örneksiz ilk yaratma kudreti Allah'a mahsus­tur. İşte bu ilk yaratma, ilim adamlarının henüz keşfedemediği kanunlarla vücut bulmuştur ki, bu, emrine dayanır. Öldürüldükten sonra ikinci yaratılışın ise, model ve örneği vardır. Allah ilk yaratmayı nasıl ilmin henüz keşfedemediği bir kanunla meydana getirmişse, ikinci yaratmayı da yine ilmin henüz keşfedemediği ayrı bir kanunla meydana getirecektir.

İlgili âyetle, canlı-cansız her çeşit putlara, Allah'tan başka şeylere ta­panlara ve hakkı inkâr edenlere seslenilerek, «ilk yaratıp (öldürdükten) sonra tekrar onu (diriltip) geri çeviren var mıdır?» sorulmaktadır. Böylece Cenâb-ı Hak, yaratma konusunda beşerin ve ilâhlaştırılan her şeyin aczi­ni ve bilgisizliğini açıklıyor; araştırıcı ilim adamlarını uyarıyor ve sözü edi­len konuda hareket noktasını belirliyor.

Buna rağmen tuttukları yolda yürümeye inatla devam ederlerse, on­lara şunu hatırlatıyor: «Hak'tan sonra sadece sapıklık vardır.» [93]

 

Hakk'a Doğru Yol Gösteren Kimdir?

 

 «De ki: Ortak edindiklerinizden Hakk'a doğru yol gösteren, Hakk'a ileten var mıdır?»

Bâtıl putlar, ilâhlaştırılan canlı, cansız varlıklar, doğru yolu bulmaya muhtaçlarken, hakka doğru nasıl irşat edebilirler veya iletebilirler? İnsan ruhuna yerleştirilen fıtratın özelliğini bilmeyen, ruhun yüee âlemden gel­diğinin farkında olmayan; gerek eşyada, gerekse kendinde Allah'ın kud­retinin eşsiz eserini ve değişmeyen damgasını idrâk edemiyen bu yaratık­lar, kimi nasıl doğru yola iletebilirler? Zira kendileri doğru yolda değiller­dir, her an doğru yolu göstericiye ve ileticiye ihtiyaçları vardır.

İnsan ruhundaki fıtratı (Allah ve din duygusu) yitirenler veya ona sa­hip olamayanlar nasıl hidâyet rehberleri olabilirler? Bu mümkün mü? Ken­dileri muhtac-ı himmet iken, umulur mu onlardan himmet? [94]

 

Onların Çoğu Zanna Uyarlar

 

 > «Çoğu sadece zanna uyarlar..»

Allah'ı bırakıp kendileri gibi bazı şahısları ilâhlaştıran, yontup şekil­lendirdikleri cisimleri kendileriyle Allah arasında aracı ve şefaatçi kabul eden, dede ve babalarının doğru yolda bulunduklarını sanıyorlar ve o se­beple aynı yolda yürümekte ısrar ediyorlardı. Peygamberi tasdîk etmeme­leri, zaman zaman onu yalancılıkla suçlamaları da birtakım hayal ve zan ürünü idi. Öyle ki, gaibi hazıra, bilinmeyeni bilinene kıyas ediyorlar, sonra da düşünce, inanç ve amellerinde bir sapıklık olmadığını iddia ediyorlardı. Oysa zan hakkın yerine geçmez, şüphe kesin bilgiyi reddetmez; zan v© şüphe hakkı isbatta delil sayılmaz.

Bunun için dinin aslı yakın (şek ve şüphe arız olmayan kesin bilgi) üzerine kurulmuştur, zan ve tahmin üzerine değil. Zan, hakkı bâtıl, bâtılı da hak gösterebilir. Zan bazı belirtiler sebebiyle kalb ve kafada-oluşur; o belirtilerin doğruluğu ortaya çıkınca, zan bilgiye dönüşür; şüpheden kur­tulup yakîn düzeyine yükselebilir. Belirtiler zayıf kaldığı takdirde, zan bu defa vehim ve hayale yerini bırakır.

Zanla ilgili belirtiler kuvvetlenip doğruluğu ve kesinliği ortaya çıkın­ca, belirttiğimiz gibi, artık zannın yerini yakin alır. Kur'ân-ı Kerîm'de «zan» kelimesinden sonra «enne» edatı kullanılan çoğu yerlerde, zan konulduğu mânada değil, yakin (şüpheden uzak kesin bilgi) ifade eder. Buna birkaç misal verebiliriz: Bakara sûresi 46,249; el-Hakka sûresi 20. âyetlerde geçen «zan» kelimesi, yakin mânasına delâlet etmektedir. Bununla beraber aynı edatla kullanıldığı halde yakin ifade etmiyenleri de vardır.

Genellikle «zan», hem Kur'ân'da, hem de hadîslerde yerilmiş ve hük­me medar olmayacağı yer yer belirtilmiştir.[95]

35. Âyette zannın haktan yana hiçbir anlam taşımadığı açıklandıktan sonra 36. âyetin sonunda her türlü şek ve şüpheden, zan ve tahminden, vehim ve hayalden uzak olan Allah'ın ilminin her şeyi hakkıyla kapsayıp kuşattığına işaretle «Şüphesiz ki Allah, onların yapageldiklerini çok iyi bi­lir.» buyuruldu ve böylece zan ve ilim hakkında daha iyi düşünüp bir ay­rım yapmamız itham edildi. [96]

 

Âyetler Arasinda Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle putların ve ilâhlaştırılan eşyanın ne yaratmaya, ne de diriltmeye kudretleri olmadığı açıklandı. Doğru yolu bulamayan, bul­maya gücü yetmiyen, bir ileticiye hep muhtaç olan fânilerden, akıl ve id­rakten mahrum cansız cisimlerden hidayet beklemek kadar anlamsız ne olabilir, hususuna dikkatler çekildi. Sonra da inkarcıların çoğunun zanna uydukları, kesin bilgi sahibi olmadıkları belirtilerek, zannın haktan yana hiçbir anlam taşımadığı bildirildi.

Aşağıdaki âyetlerle ilâhî beyânda, indirilen kitapta zan ve şüphenin yeri olmadığı ifade edilerek, Tevrat ve İncil'e karıştırılan şüpheli şeyleri tashîh edip onların ilâhî vasfını tasdîk ettiği hakkında bilgi veriliyor. Böy­lece üç kitap arasında ciddi bir mukayesenin çok yararlı olacağına işa­rette bulunuluyor. Sonra da Kur'ân'ın, Muhammed (A.S.) tarafından uy­durulmuş bir kitap olmadığı açıklanarak, böyle yersiz ve anlamsız iddia­larda bulunanların, onun bir sûresinin benzerini tertipleyip getirmeleri is­teniliyor. O bakımdan inkarcı müşriklerin Kur'ân ilmini kavrayamadıklarına, ilâhî kitap hakkında gerçek hiçbir bilgiye sahip olmadıklarına atıf yapılıyor. Sonra da aklını gerçeği bulup, hakikati öğrenmede kullanmayan sağırlara hakkın sesini duyurmanın çok zor olduğu haber verilerek müşriklerin dü­şünce yapısı hakkında bilgi veriliyor. [97]

 

Meali:

 

37—  Bu Kur'ân Allah'tandır, başkası tarafından uydurulup ortaya ko­nulmuş değildir. O ancak önündeki (daha önce indirilen) Tevrat ve İncil'i doğrular ve (Allah katında yazılı olan) kitabı bir bir açıklar. Onda şüphe adına hiçbir şey yoktur. O, âlemlerin Rabbinden (indirilme)dir.

38—  Onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Haydi, eğer doğrulardan ise­niz, onun benzeri bir sûre getirin ve Allah'tan başka gücünüzün yettiği kim­seleri de çağırın.

39—  Hayır, onlar ilmini kavrayamadıkları ve henüz yorumu da kendi­lerine gelip ulaşmayan şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle ya­lanlamışlardı. Bir bak, zalimlerin sonu ne oldu?!

40—  İçlerinden buna inanan da var, inanmayan da var. Rabbin ise müfsiîleri (Hakk'ı yalanlayıp toplum içinde fitne ve kargaşalık çıkaranları) çok iyi bilir.

41—  Seni yalanlarlarsa de ki: Benim işlediğim bana, sizin işlediğiniz size. Benim işlediğimle sizin ilişiğiniz yoktur; benim de sizin işlediğinizle ili­şiğim yoktur.

42—  İçlerinden sana kulak verenler eksik değildir. Sen sağırlara -hele bir de akılları ermiyorsa-     ^irebilir misin?

43—  İçlerinden bir             da sana durup bakar; sen körlere -hele bir de göremiyorlarsa- yol gösterebilir misin?

44—  Şüphesiz ki Allah, insanlara hiçbir şey ile zulmetmez; ama in­sanlar kendilerine zulmederler.

 

İlgili Hadîs

 

Kudsî hadîs :

«Ey kullarım! şüphesiz ki ben zulmü kendime haram kıldım ve onu si­zin aranızda da haram kıldım. O halde birbirinize zulmetmeyin.» [98]

 

Kur'ân İnsan Uydurması Değildir

 

 «Bu Kur'ân Allah'tandır, başkası tarafından uydurulup ortaya konulmuş değildir.»

Şüphesiz ki Kur'ân her yönüyle, her kelime ve cümlesiyle, her hüküm ve ifadesiyle Allah sözüdür ve O'ndan indirilmedir. Çünkü:

a)  Hz. Muhammed (A.S.) okur-yazar değildi.

b)  Arap Yarımadasında  koyu  bir cehalet, derin  bir sapıklık hüküm_ sürüyordu. Öğretim ve eğitim, medrese ve mektep diye ciddi, yan ciddi hiçbir kurum ve ekol yoktu.

c)  Tek tanrı inancı unutulmuş, yerini çok tanrı inancına bırakmıştı. O bakımdan putperestlik çok yaygındı.

d)  Yarımadada insanların en çok ilgi duyduğu, alkışlayıp takdir ettiği iki şey söz konusu idi: Şiir ve edebiyat; büyücülük ve kehanet.. O nedenle ünlü şâirler ve kâhinler geniş çapta halkın sempatisini toplarlardı.

e)  Hz, Muhammed'in  (A.S.)  ne çocukluk, ne de gençlik çağlarında yalan söylediği, insanları aldattığı, bir baş olma sevdasına kapıldığı görül­memiş ve duyulmamıştır. İnsanlara karşı yalan söylemiyen, hayal peşin­de koşmayan, ciddiliğiyle şöhret bulan bir kimsenin Allah'a karşı yalan uydurması düşünülebilir mi? Onun en azılı düşmanı Ebû Cehl bile, «Mu­hammed hiçbir zaman insanlara karşı yalan söylememiştir, Allah'a karşı yalan söyler mi?» diyerek bir an olsun gerçeği söylemekten kendini ala­mamıştır.

f)  Sonra da Hz. Muhammed'n (A.S.) üslûbu, ifadesi, söz söyleme sa­natı, cümle kurma ölçüsü, kelime hazinesi, anlatım tarzı ile Kur'ân'daki hâkim olan  üslûp ve anlatım tarzı kesinlikle birbirinden ayrıdır; az-çok Arapça  bilen  bir kimse  ilk bakışta  bu  farkı  rahatlıkla  görüp seçebilir. Kur'ân âyetleri şiir olmadığı gibi, alışılmış serbest söz dizisi türünden de değildir. Kelimelerin konumu, cümlelerin zincirleme ve bağlantılı birbirini izlemesi ve aralarındaki  uyum insan gücünü aşmakta ve müstesna bir açıklık, berraklık ve akıcılık arzetmektedir. O kadar ki, Kur'ân'ı bilmeyen, ama Arapçaya iyice vâkıf olan bir kimse onu dinlerken, kazara değiştiri­len bir kelimenin farkına varabilir, ilâhî uyum ve insicamın, akıcılık ve tat­lılığın bozulduğunu için için duymaya başlar.

Nitekim, «Azîzün Hakîm» yerine yanlışlıkla «Azizün Rahîm» okuyan hafızı uyaran cahil bir bedevinin kıssası pek meşhurdur. Bedevi'ye, «sen hafız değilsin, bunu nasıl aniayabildin?» diye sorulduğunda şu cevabı -ver­miştir : «Anlamıyacak ne var, birdenbire ilâhî ahenk ve tatlılık değişiver­di!.»

Onun için Kur'ân'da tam dört yerde inkarcı müşrikler, şüpheci münatıklar isbata çağırılmakta, «sûrenin bir benzerini getirin» denilerek acze düşürülmektedirler,

Şöylece Peygamberimiz (A.S.) Efendimize, Kur'ân'daki ilâhî beyânla, müşrikleri acze düşürmede altı kademeli bir yöntem uygulaması emredili­yor :

1—  Önce Kur'ân'ın tamamının  bir benzerini hazırlayıp getirmelerini öneriyor.

2—  Kur'ân'tn on sûresi gibi on sûre düzenleyip getirmelerini teklif ediyor.

3—  Bir tek sûresine nazire olacak bir sûre getirmeleri için iddiaları­nı isbata davet ediyor.

Kur'ân'daki sözün ölçü ve ahengine denk bir söz getirmelerini istiyor.

5—  Bu dört kademede tartışmaya, iddialarını isbata çağırılanların, en az Peygamber Muhammed (A.S.) gibi tahsîl görmemiş, okuma-yazma öğ­renmemiş olmaları üzerinde durulmuyor. Nitekim Yûnus sûresinde de bir ayırım   lüzum görülmeden Allah'tan başka güvendikleri bütün adamlarını toplayıp benzeri bir sûre hazırlamaları önerilerek çağrı yapılıyor.

6—  İnsanların bir kısmının değil, birbirlerine bu konuda yardımcı ve destek olmak üzere hepsinin toplanıp bir sûre meydana getirmeleri teklif ediliyor. [99]

 

Kur'ân'ın Taşıdığı Yüksek Hikmet

 

«O ancak önündeki (daha önce bildirilen) Tev-rat ve İncil'i doğrular....»

Az yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kur'ân-ı Kerîm bütünüyle ilâhîdir. O bakımdan beşer zekâ ve aklının erişemiyeceği hikmetlerle, beşer hayatı­nı düzene koyacak en mükemmel hükümlerle, ilim adamlarına temel bilgi, ana fikir verecek esaslarla doludur. Kur'ân'ın bu üstünlük ve yüceliğini şöyle maddeleştirebiliriz:

a) Kur'ân, daha önce indirilen ve fakat aslı yer yer zayi' edilip insan­lar tarafından yazılan Tevrat ve İncil'de meydana gelen bu tahribat ve yanlışlıkları düzeltir, unutulup yazılmayan ilâhî belgelerin ilk indiği zaman mevcut olduğunu hatırlatır ve münasebet düştükçe onları açıklar.

b)  Tevrat ve İncil'de kıyamet ve onunla ilgili hükümlerin çoğunun çı­karıldığına, bir kısmının değiştirildiğine dikkatleri çeker ve bunu en açık şekilde belirtir. Ahkâm ile ilgili değiştirilmeleri kınar ve doğru olanını bil­dirir.

c)  Kur'ân her yönüyle bir mükemmelliktedir. 1400 şu kadar yıl önce getirdiği bilimsel temel bilgiler, yani ilme hareket noktası olacak ana fi­kirler bugüne kadar gelişen ve gerçeği bulan ilimle hep uyum sağlamıştır. Hakikate kapı açan ilmî gelişmelere ve tesbitlere hiçbir zaman ters düş­memiştir. Son yıllarda Kur'ân'ı inceleyen Batılı ilim adamlarından M. BU-CAILLE kendi eserinde bu hususu özetlerken şöyle diyor: «İlimle Kur'ân arasında uyuşmazlık değil, uyum vardır.

Kur'ân'ın modern dönemde ilmî bakımdan da tenkit edilebilecek hiç­bir tarafı yoktur.» [100]

Eğer Kur'ân, okur-yazar bile olmayan Muhammed'in (A.S.) kendi ürü­nü ve uydurması olsaydı, yüzlerce ve hatta binlerce kusur ve yanlışlarla dolu olur; hele müsbet ilim karşısında bütün ölçü ve değerini kısa zaman­da yitirirdi. Zira en güçlü ilim adamlarının yazdıkları çok kıymetli eserle­rin, üzerinden yarım asır geçmeden tazeliğini kaybettiğini, gelişen ilim ve yeni buluşlar karşısında cılız kaldığını görüyoruz.

d)  Kur'ân'da insan hakları, şahsî hükümler, aile hukuku, kamu hu­kuku ile ilgili âyetler, kendine has bir hukukî sistem oluşturur; başka bir sistemden kopya edilmediği  kesinlikle anlaşılır. Bir Hıristiyan olan ünlü hukukçu Sava Paşa bile Kur'ân ahkâmını iyice araştırdıktan sonra bu so­nuca vardığını açıklar. [101]

e)  Kur'ân'ın 14 asır önce goifstrimden, birbirine salıverilen, fakat ara­larındaki bir engelden dolayı birbirine karışmayan, yani herbiri kendi özel­liğini koruyan Cebelitarık boğazında birleşen Atlas Okyanusu  ile Akde-nizden, dünyanın hareket halinde bulunduğundan, ay ve güneşin ayrı ayrı yörüngelerde   seyrettiğinden;   kâinatın   önce   gaz   halinde   oluştuğundan, sonra o gazın yoğunlaşarak katılaşıp bugünkü durumun meydana geldi­ğinden, parmak izlerinden, yerçekim kuvvetinden ve bunu ancak  kesin hesaplarla aşmanın mümkün olabileceğinden, kâinatın düzen ve sistem­leri bozulmaksızın bir balon gibi genişlediğinden söz etmesi, onun ilâhî olduğunun bir başka delili değil midir? [102]

 

Kur'ân'ı Yalanlıyanlar

 

«Hayır, onlar ilmini kavrayamadıkları ve henüz yorumu da kendilerine gelip ulaşmayan şeyi yalanladılar.»

Kur'ân'ı dün olduğu gibi, bugün de yalanlamaya çalışanların, Kur'ân hakkında ciddi bilimsel araştırmaya dayanan hiçbir delilleri, bilgileri yok­tur.. 39. âyetle özellikle bu konuya parmak basılıyor. Nitekim Kur'ân'ı kü­çümseyenlerin durumu incelendiğinde, çoğunun kulaktan dolma bilgilerle, gazete ve dergilerde yayınlanan gayr-i ilmî yazılarla ve üstelik İslâm düş­manlarının öteden beri akıttıkları zehirlerle Kur'ân'ı eleştirdikleri görülüyor. İlim adamı geçinen bazı okumuşların Kur'ân hakkında, İslâmî ilimlerde kay­da değer bir kitap okumadıkları halde kendilerini bu hususta yetkili görüp konuşmaları, ahkâm kesmeleri çok üzücü ve düşündürücüdür. Oysa her ko­nuyu ehline, uzmanına bırakmak veya o konuyla ilgili ciddi eserleri iyice  okuyup hazmettikten sonra konuşmak kadar tabii ne olabilir? Tıpta ciddi hiçbir tahsili ve ihtisası olmayan bir ziraatçının veya mimarın tıp hakkında kendini yetkili görüp konuşması ne kadar gülünçse, bir doktorun ya da veterinerin dinî esaslar hakkında konuşması, ahkâm kesmesi de o kadar gülünç ve abestir. Gerçi bu genel bir kaide değildir; mutlaka istisnaları vardır; ama bizim okumuşların bir kısmı bu ölçüsüzlük içinde yüzmekte­dirler.

Kur'ân hakkında konuşabilmek için mutlaka Kur'ân ilimlerini, onun Arapçasını, ilgili hadîsleri ve bugüne kadar yazılan kaynak tefsîrleri oku­mak ve öğrenmek şarttır. Bunun yanısıra İslâm küfütrünü hazmetmek ge­rekir.

«Hayır, onlar ilmini kavrayamadıkları ve henüz yorumu da kendileri­ne gelip ulaşmayan şeyi yalanladılar.» Mealindeki uyarıdan sonra tarih boyunca bu gibilerin sahnede görüldüğüne atıf yapılarak, «Onlardan ön­cekiler de böyle yalanlamışlardı.» buyuruluyor. [103]

 

Allah Fesatçıları, Bozguncuları Çok İyi Bilir

 

«Rabbin ise, müfsitleri (Hakk'ı yalanlayıp top­lum içinde fitne ve kargaşalık çıkaranları) çok iyi bilir.»

Henüz şehir devletini bile kuramayan İslâmiyet, bulunduğu kesim ve bölgede iç huzursuzluk doğurmaya çalışanlara ve İslâm'ın cihanı aydın­latacak nurunu söndürmeye çalışanlara karşı pasif savunma durumunda

kalmayı terçîh etmiş, bir iç savaşa kapı açacak her türlü söz (/e davranış­tan kaçınmıştır. Öylece, Mekke müşrikleri kasdedilerek, «Seni yalanlarlar­sa, de ki: Benim işlediğim bana, sizin işlediğiniz size....» buyurularak fit­nenin büyümesine meydan verilmemiştir.

İslâm düşmanları, devamlı hürriyeti tek yanlı düşünmüş ve uygulama­ya çalışmışlardır. Mekke'deki 13 yıllık pasif mukavemet ve saldırılara kar­şı sabr-u-sebat bunun açık misallerinden biridir. Medine'ye hicret edildik­ten sonra aynı ölçüsüzlüğü Yahudiler uygulamak istemişlerdi. Ne var ki, Hz. Muhammed (A.S.) Ansar ve Muhacirîn'i biraraya getirip kardeşlik bağ­larını pekiştirdikten ve şehir devletinin esaslarını koyup kısa zamanda bir güç oluşturduktan sonra, hürriyetin iki yanlı kullanılmasını sağlamış ve 56 maddelik yazılı anayasayla şehir devleti bünyesinde yer alan kabile ve dinlerin hürriyet sınırlarını belirlemiş, hakların iki yanlı korunmasını bir­takım esaslara bağlayarak haysiyet kırıcı aşırılıklara artık imkân verme­miştir.

Mekke'de Peygamber (A.S.) ve arkadaşları, insanlıktan yana ahlâk, fazîlet, rahmet ve huzur tohumlarını saçarken buna tahammül edemiyen müşrikler, o tohumları çürütmek, filizlenmesini önlemek için her şeyi ken­dilerine mubah görmüş, din ve vicdan hürriyetinin yalnız kendilerine has olduğunu ileri sürerek Hz. Muhammed'i (A.S.) tesirsiz hale getirmeye ça­lışmışlardı. Koyu cehalet ve putperestlik taassubu içinde akla gelmedik şirretliklere baş vuruyorlar, hiçbir ilmî tartışmaya, gerçekleri yansıtmaya, hakkı izhar etmeye yanaşmıyor, imkân da vermiyorlardı. İslâm'ı çok teh­likeli bir akım olarak gösterme gayreti içinde her türlü fitne ve fesada alet olmaktan çekinmiyor, durmadan bozgunculuk yapıyorlardı.

Kur'ân böyle bir dönemde mü'minlere uygulayacakları mükemmel bir plân ve program; sonuca varmayı kolaylaştıran fevkalâde bir metot veri­yor. Şöyle ki: İslâm düşmanları çoğunlukta olur da bütün güçlerini İslâm aleyhine kullanmayı plânlarlarsa, Müslümanlar antitezle meşgul olmayıp kendi tezlerini en ılımlı ve inandırıcı şekilde karşılarındakilerin hislerini tah-rîk etmeden kalb ve kafalara işlemeye çalışacaklar. Buna rağmen düşman­ları durmadan yalan ve iftirada bulunur da fiilî tecavüzlerini sürdürürlerse, onlara: «Bizim işlediğimiz bize, sizin işlediğiniz size; sizin bizim işlediği­mizle ilişkiniz yoktur, bizim de sizin işlediğinizle ilişkimiz yoktur.» denile­rek yumuşak bir politika izleyeceklerdir.

Nitekim Mekke devrinde inen bu âyetler, bilhassa o günkü ortamı dik­kate alarak mükemmel bir metot vermektedir. [104]

 

Bakan Körler, İşiten Sağırlar

 

«İçlerinden sana kulak verenler eksik değildir.

Sen sağırlara -hele bir de akılları ermiyorsa- işittirebilir misin? İçlerinden bir kısmı da sana durup bakar; sen körlere -hele bir de göremiyorlarsa-yol gösterebilir misin?»

Her devirde bu tipler vardır. Aklî melekeleri ve idrâk yetenekleri ye­terince gelişmediğinden, durup bakarlar ama gerçeği görmezler; kulak verip işitirler, ama hakikatin sesini duymazlar. Büyük dâvaları, önemli me­seleleri o gibilerle yürütmek çok zor, hattâ bazan imkânsızdır, O takdirde mü'minler içinde bulundukları toplumda bakan körlere, işiten sağırlara gü­venip de önemli meseleleri çözmeye kalkışmamalıdırlar! Aksi halde yolun yarısında kalıp hayal kırıklığına uğramaları mukadderdir.

Gözlerin hakikati görebilmeleri için, gücünü ve nurunu sağlam imân­dan, sâlih amellerden almaları; kulakların gerçeklerin sesini işitip anlaya­bilmeleri için imanla akıldan kaynaklanan bir dikkate sahip olmaları şart­tır. [105]

 

Allah Kimseye Zulmetmez

 

«Şüphesiz ki Allah, insanlara hiçbir şey ile zul­metmez^.»

Kur'ân'ın 15 yerinde çok az farkla bu uyarıya yer verilmiş ve değişik cümlelerle tekrar tekrar anlatılarak idrâkler uyanık tutulmaya çalışılmış­tır. [106]

İnsanın, meleklere ve hayvanlara nisbetle hangi vasıf ve ölçüde ya­ratıldığı bilinmektedir. O, bu iki varlıktan yana sıfatları kendinde toplayan müstesna bir canlıdır. Birbirine zıt bu sıfatlar arasında denge kurabilmesi için de kendisine birçok yeteneklerle birlikte kitap ve peygamber gönderil­miştir. O bu ortam içinde hür irâdesine terkedilmiş, yani kendisine küllî irade karşısında cüz'î bir irâde verilmiş ve böylece yaratılışının özelliğine ve ruhundaki lâhutî mayaya eşdeğerde bir hayat yolu çizmekle emrolun-

muştur. Hayat kanunlarına ve insan hayatını en iyi şekilde düzenleyen se­mavî uyarılara uyarsa, kendini hem dünyada, hem de âhirette mutlu eder. Aksine bir tutum ve hayat anlayışıyla yola çıkarsa, kendine haksızlık et­miş olur. İşte bunun için ilgili âyette, «ama insanlar kendilerine zulmeder­ler.» buyurulmaktadir.

Kısaca-, insana hem dünyasını, hem de âhiretini cennete çevirecek her~ türlü imkân ve malzeme verilmiştir. Buna karşılık onu bedbaht kılacak menfi güçler de serbest bırakılmıştır; insan hangi tarafa ağırlık kazandı-rırsa, o tarafın malı ve yakını olur. Nefs, İblîs ve dünyalık ağır basar da insanı kendi paraleline çekip biçimlendirirse, insan böyle bir gafletle ken­dine cidden zulmetmiş sayılır. Ölmeden önce dönüş yapmadığı takdirde, beraberinde taşıdığı zulüm ateşiyle âhirete göç etmiş olur. Çünkü Allah in­sanlara asla zulmetmez; O, zulmü hem kendine, hem de insanlara haram kılmış ve az önce belirttiğimiz gibi Kur'ân'ın en az 15 yerinde bu ezelî irâ­desini er anlamlı şekilde açıklamıştır. Tefsirini yaptığımız sûrede ise, «Şüphesiz ki Allah insanlara zulmetmez, ama insanlar kendilerine haksız­lık ederler.» buyurularak konu özetlenmiştir. [107]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle her-devirde ve çağda tazeliğini koruyan Kur'ân'ın insan sözü olmasının imkânsızlığına işaret edildi. Daha önce indirilen Tev­rat ve İncilMn asıllarının ilâhî olduğu belirtildi ve Kur'ân'ın bu kıstas çer­çevesinde her iki kitabı tasdîk ettiğine atıf yapıldı. Sonra da ilmini kavra­yamadıkları ilâhî kitabı yalanlayanların koyu bir bilgisizlik içinde bulundu­ğu anlatılarak, Kur'ân'ın ancak gerçeği gören ve araştıran ilimle anlaşıla­bileceğine işaret edildi.

İslâm'ın fiilî mukavemet gücü olmadığı bir dönemde uygulanacak me­tot ve politika anlatıldı. Bakan körlerle, işiten sağırlarla yola çıkılamıya-cağı hatırlatıldı. Böylece o gibilerin kendilerine çok haksızlık ettiklerine dikkatler çekilerek Allah'ın kimseye zulmetmiyeceği anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle kıyametin ilk safhalarından biri tasvîr ediliyor. Di­riltilip kaldırılan insanların, gözlerini ikinci hayata açınca, birinci hayatın veya kabir âleminin bir an gibi gelip geçtiğini için için sezecekleri ifade ediliyor ve bu kodar kısa bir hayat için ebedî saadeti berbat etmenin ma­kul hiçbir yanı olmadığı dolaylı biçimde işleniyor. Sonra da müşriklere va'dedilen azabın yakın olduğu haber veriliyor ki bu, Bedir savaşı ve Mek­ke'nin fethiyle gerçekleşti.

Peygamberlerin gönderilmesinin de ilâhî rahmet ve adaletin gereği olduğu konu ediliyor ve Hz. Muhammed'in (A.S.) kendiliğinden hiçbir şey söylemiyeceği, bir zarar veya yarara muktedir olamıyacağı, kuvvet ve kud­retin Allah'a ait olduğu haber veriliyor. Zulmedenlere lâyık oldukları aza­bın verileceği bildirilerek o günlerin yakın olduğu hatırlatılıyor. Kıyamet gününde ilâhî adaletin gerçekleştireceği azaptan kurtulmak için, zâlimle­rin yeryüzündeki her şey kendilerinin olsa kurtuluş akçesi olarak"verecek­leri ayrı bir tablo veya safha olarak işleniyor. [108]

 

45—  Onları diriltip biraraya getirerek toplayacağı gün, gündüzden an­cak bir saat (ân) kadar eğleşmiş gibidirler; kendi aralarında birbirlerini (rahatlıkla) tanırlar. Allah'a kavuşmayı yalanlayanlar cidden zarara uğra­mışlardır. (Zaten onlar) doğru yolu da (hiçbir zaman) tutmuş değillerdir.

46—  Onlara va'dettiğimiz azabın bir kısmını ya sana göstereceğiz, ya da (göstermeden) senin ruhunu tutup alacağız; (her iki durumda da) on­ların dönüşü yalnız bizedir. Sonra Allah onların yapageldiklerine şahittir.

47—  Her ümmetin bir peygamberi vardır. Onlara peygamberleri gelin­ce aralarında adaletle hükmedilir; onlar haksızlığa uğramazlar.

48—  Bu va'd(edilen azap) ne zaman? Eğer doğrulardan iseniz (bize haber verin) derler.

49—  De ki: Ben -Allah'ın dilediğinden başka- kendi kendime ne bir zarara, ne de bir yarara mâlikim. Her ümmetin belirlenmiş bir süresi var­dır, onların o süresi gelince ne bir ân geri kalabilirler, ne de bir ân ileri geçebilirler.

50—    De ki: Allah'ın azabı ya geceleyin, ya da gündüzleyin gelecek

Icnn    Rııı-'

olursa, suçlu günahkârlar bundan (hangisini) acele istiyorlar?

51—  Yoksa bu azap meydana geldikten sonra mı (Allah'a) imân ede­ceksiniz? (Veya va'dedilen azaba öyle mi inanacaksınız?) Şimdi mi? Oysa siz onu acele isteyip duruyordunuz.

52—  Sonra o zulmedenlere, «tadın sonu gelmiyen azabı, siz ancak elde ettiğinize karşılık ceza görüyorsunuz», denilecek.

53—  o (azap) hak mıdır? diye senden haber isterler. De ki: Evet, Rabbım hakkı için o gerçekten haktır ve siz (ondan Allah'ı alıkoyup) âciz bırakacak değilsiniz (yakayı da kurtaramıyacaksınız.)

54—  Eğer zulmeden her kişi, yeryüzündeki her şey kendisine ait ol­saydı, onu kurtuluş akçesi olarak verirdi. Azabı gördükleri vakit hepsi de için için pişmanlık duydular (duyacaklar). Aralarında adaletle hükmedilir ve onlar haksızlığa da uğratılmazlar.

55—  Haberiniz olsun ki, göklerdeki ve yerdeki şeyler Allah'ındır. Dik­kat edin ki Allah'ın va'di haktır; ne var ki insanların çoğu bunu bilmezler.

56—  O diriltir ve öldürür ve ancak O'na döndürüleceksiniz.

 

Mahşerden Bir Tablo

 

«Onları diriltip biraraya getirerek toplayacağı gün, gündüzden ancak, bir saat (ân) kadar eğleşmiş gibidirler; kendi aralarında birbirlerini (rahatlıkla) tanırlar.»

Kıyamete inanmayan, Allah'a kavuşacağını ummayan inkarcı madde-ciler-i kabirlerinden kaldırılınca büyük bir şaşkınlık ve derin bir pişmanlık duyacaklar. Peygamberlerin (salât, selâm hepsine olsun) ve kutsal kitap­ların haber verdiği ölümden sonraki dirilmeyi ve mahşer alanını görünce artık sonu gelmeyen bir hayata döndürülüp başlatıldıklarını anlayacaklar. Alanın büyüklüğü, mahlûkatın akın akın o alana getirilip toplatılması, gü­nün önem ve dehşetini bütün açıklığıyla yansıtır. İnkarcı maddeciler, ilâhî azametin tecelli ettiği o muhteşem tablo karşısında dünyanın önemsiz­liğini, insan ömrünün kısalığını düşünerek dünyada sanki bir ân eyleştik-lerini ve kabirlerde de ancak o kadar bir zaman parçası yattıklarını hisse­decekler.

Bu ilk adımdaki tabloda, aynı düzeyde bulunup Hakk'ı ret ve inkâr edenler birbirlerini tanıyacaklar, o yüzden birbirlerini suçlamaya başlaya­caklar. İşte o zaman büyük bir kaybın ve telâfisi mümkün olmayan bir hüsranın eşiğinde bulunduklarını farkedecekler, neden sonra.. Zira onlar dün­yada iken bir gün otsun doğru yolu bulmayı arzu etmemişler ve durmadan bâtılı savunmuşlardı. [109]

 

Allah'ın Va'dettiği Azap

 

«Onlara va'dettiğimiz azabın bir kısmını ya sana göstereceğiz.....»

İnkârda ısrar edip yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar, Peygamber di­liyle kendilerine va'dedilen azabın acele gelmesini -işi alaya alıp- istiyor­lardı. Cenâb-ı Hak bu azabın biri dünyada, diğeri âhirette gerçekleşece­ğini ve Hz. Muhammed (A.S.) vefat etmeden dünyadakinin bir kısmının in­karcılara dokunacağını göreceğini yarı kapalı bir anlatımla haber veriyor. Ne yazık ki, kalb ve kafaları küfür karanlığıyla örtülen müşrikler bu işaret ve uyarıyı bile anlayamamışlardı. Bedir, Uhut, Hayber, Huneyn savaşları ve nihayet Mekke'nin fethi, inkarcılara va'dedilen azabı tattırmış ve Hz. Peygamber (A.S.) bütün bunları gözleriyle görme mutluluğuna erişmiştir. Azabın ilk sinyali ise, Medine'de baş gösteren sıkıntı ve kıtlık olmuştu. O bir bakıma ilâhî uyarı anlamında meydana gelmiş, beşer ruhundaki Allah ve din duygusunu belirsiz hale getiren inkâr bulutlarının akıl ve idrâk, duy­gu ve düşünce kuvvetiyle kaldırılmasını amaçlamıştı.

Âhiretteki azabın da meydana gelmiş gibi tasvîr edilerek anlatılması, onun mutlaka gerçekleşeceğini bildirmek içindir. Zira dönüş ancak Al­lah'adır ve bundan kurtuluş yoktur. [110]

 

Her Ümmetin Bir Peygamberi Vardır

 

«Her ümmetin bir peygamberi vardır..»

Bu haber ve bilgi, Kur'ân'ın birkaç yerinde değişik ifadelerle tekrar­lanır. Çünkü insan aklı ve idrâki, Allah'ı kemal sıfatlarıyla, Tevhit inancını esaslarıyla, kabir âlemini safhalarıyla ve kıyameti bütün incelikleriyle tes-bit edecek güçte değildir. O nedenle her ümmetin peygambere ihtiyacı vardır. Bu bakımdan Allah bir ümmete peygamber göndermedikçe azap edioi de değildir. O, bunu bir sünnetullah olarak belirleyip kâinat plânına koymuştur. Nitekim yukarıdaki âyetle O'nun bu sünneti hatırlatılarak her ümmete bir peygamber gönderildiği açıklanıyor.

Peygamber gelip görevini kusursuz yerine getirdiği, yani tebliğ ve inşat hizmetini tamamladığı halde, gönderildiği ümmet, kavim veya mille hâlâ inkâr ve azgınlıkta, maddecilik ve bozgunculukta ısrar ederse, dün yada da, âhirette de onlarla peygamberler arasında adaletle hükmedilir Peygamber diliyle va'dedilen azabın bir kısmı dünyada, bir kısmı da âhi­rette gerçekleşir ve hiç kimseye haksızlık edilmez, herkes amelinin karşı­lığını noksansız görür. [111]

 

Peygamberlerin Yetki Alanı

 

«De ki: Ben -Allah'ın dilediğinden başka-kendi kendime ne bir zarara, ne de bir yarara mâlikim..»

Peygamber, ilâhî buyrukları insanlara veya gönderildiği kabile, toplum ve millete teblîğ etmekle görevlidir. Kendiliğinden ne bir vaadde bulunur, ne de bir hüküm verir. Nitekim va'dedilen azabın hemen inivermesini ısrar­la isteyen müşriklere vereceği cevabı, Allah'tan alıp öylece veren Hz. Mu-hammed (A.S.)ın bu anlayış ve tutumu, belirtilen konuda bir misal teşkil eder. Zira ezelde kudret kalemiyle her ümmetin eceli belirlenip yazılmış­tır. Peygamber (A.S.) bunu çok iyi bilir, fakat vaktini, saatini Allah bildir­medikçe bilmez ve bildirmesi emredilmedikçe bildirmez ve açıklamaz. «Ben Allah'ın dilediğinden başka kendi kendime ne bir zarara, ne de bir yarara mâlikim.» Bildiğim tek şey, «Her ümmetin belirlenmiş bir süresi vardır.» mealindeki ilâhî beyândır. Bu süre dolunea ne bir ân geriye alınır, ne de ileriye...

Hz. Muhammed'in (A.S.) yetki alanı bu olunca, Onun ümmetinden ye­tişkin bir ilim adamının veya bir mürşidin yetki alanı ne ölçüdedir? Bazı tarikat mensuplarının, «Dünyanın veya kâinatın tasarrufu kutb-i zamana bırakılmıştır, yani her zaman yeryüzünde bir sahib-i zaman mevcuttur, Al­lah, kâinatta tasarrufta bulunma yetkisini ona vermiştir..» gibi ölçüsüz sözlerinin veya iddialarının dinî ve ilmî bir dayanağı yoktur. Zira böylesine bir yetki ne nebilere, ne resullere, ne de resuller serveri olan son Peygam­ber Hz. Muhammed'e (A.S.) verilmiştir. O bakımdan Kur'ân âyetleri üze­rinde çok ciddi şekilde durup ilâhî muradı anlamaya çalışmamız farzdır. Aksi halde ölçüsüz, mesnetsiz söz ve iddialar bizi büyük günahlara, hattâ küfre düşürebilir. [112]

 

Milletlerin Ömrü

 

«Her ümmetin belirlenmiş bir süresi vardır; onların o süresi gelince ne bir ân geri kalırlar, ne de bir ân ileri geçerler.»

Milletlerin de aileler ve fertler gibi belli bir ömürleri vardır. Kendini belirlenmiş sürenin çizgisine getiren bir milletin artık eceli gelmiş, ömrü sona ermiş demektir. İlâhî sınırlan çiğneyen, lüks ve konfora dalan, adalet terazisini bir tarafa atan, cinsel konulara dalıp ahlâk ve fazîleti alaya alan bir millet artık gençlik dönemini çok gerilerde bırakıp yaşlılık dönemine girmiş sayılır. Yıkılıp silinmek onun için mukadderdir.

O halde tıp nasıl fertlerin ömrünü -yine ilâhî takdîr ve sünnet uyarınaa-uzatabiliyorsa ve bu bir kader ise, milletlerin de ömrünü uzatan ve kısal­tan sebepler ve faktörler söz konusudur. Tarihin bazı dönemlerinde kısa bir sürede yıkılıp yok olanlar bulunduğu gibi, uzun ömürlü olanlar da eksik değildir. Her ikisinin de hayatını var oluş ve yıkılış sebepleriyle ele alıp in­celediğimizde, olumlu ve olumsuz sebepler zinciriyle karşı karşıya gele­ceğimiz muhakkaktır. Tabii bu daha çok sosyologların ve ahlâkçıların, bir açıdan da din âlimlerinin görevidir.

İbn Haldun Mukaddime'sinde bu konuyu çok güzel işlemiştir. Ama tarihte kaç tane İbn Haldun gibi, tarih felsefesini bilen ve Kur'ân'dan aldı­ğı ilhamla yola çıkan ilim adamı hizmet vermiştir? [113]

 

Fidye (Kurtuluş Akçesi)

 

«Eğer zulmeden her kişi, yer­yüzündeki her şey kendine ait olsaydı, onu fidye (kurtuluş akçesi) olarak verirdi.»

Küfür ve bozgunculukla hayatını amacından saptırıp kendine yazık edenler, âhirette diriltilip ilâhî huzura sevkedilerek yerlerini aldıklarında, Allah'ın adaletinin kılı kırk yarareasına tecelli ettiğini gördükleri zaman, dünyanın oyalayıcı lüks ve konforunun bir işe yaramadığını, hele âhiret pazarında hiçbir kıymet ifade etmediğini; Allah için söylenen bir sözden, atılan bir adımdan, yapılan bir hizmetten ve nihayet sâlih amelden daha işe yarar bir nesnenin bulunmadığını anlayacaklar ve amellerine uygun verilecek azap ve cezadan kurtulma imkânı olmadığına inanacaklar. O ka­dar ki, dünya bütünüyle onların olsaydı, getirtip kullanma imkânları da bu­lunsaydı, hiç tereddüt etmeden onu fidye olarak vermekte acele edecek­lerdi. Ne var ki, o gün fidyenin, rüşvetin, aracının ve izin verilmeyen şe­faatçinin yeri ve tesiri yoktur. Derin bir pişmanlık duyacaklar ama, onun da hiçbir yararı olmayacak. Çünkü dünya, âhirete hazırlık dönemidir. İş, ibâdet, hayat ve memat her şey ilâhî rızaya uygun yürütüldüğü takdirde ciddi bir hazırlanma gerçekleşmiş olabilir Âhiret ise, hesap, ceza, mükâ­fat ve tek kelimeyle hak ve adalet günüdür.

Göklerdeki ve yerdeki her şey AMah'rndır. İnsanlar geçici, diğer bir tabirle eğreti olarak bir süre bu nimetlerden yararlanırlar ve ona sahip olurlar. O halde mülkün ve nîmetlerin asıl sahibini unutmak, O'nun mül­künde O'na karşı gelmek, körlüğün, sağırlığın ve basiretsizliğin, nankör­lüğün ta kendisi değil midir? Allah'ın iyilere de, kötülere de olan va'di hak­tır, mutlaka günü, saati gelince gerçekleşecektir. Her şey bir plâna ve programa göre düzenlenmiştir. Plân ve program dışı gelişigüzel hiçbir şey ve olay düşünülemez. Sırası gelmedikçe Allah'ın va'di gerçekleşmez. Ne var ki, insanların çoğu bu hakikati bilmezler. Oysa dirilten ve öldüren, sonra da diriltip ikinci hayata kaldıran Allah'tır. Haydi ey inkarcılar, ölü­me bir çare bulun veya ölen bir kimseyi yeniden hayata çevirin, buna güç getirebilir misiniz? Ey bozguncular, haydi toplanın da kâinatın düzen ve dengesini bozun, güneşi yerinde durdurun, ay'ı dünyaya daha da yaklaş­tırın, buna kudretiniz yetecek mi? O halde bozgunculuğunuz, hayatınızı amacından saptırmakta ve ömür sermayenizi bir günah ve vebal uğruna heba ettirmektedir. [114]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, dünyanın önemsizliğine işaretle, âhirette di­riltilip kaldırılan inkarcıların, yaşadıkları sürenin bir ân gibi gelip geçtiğini anlayacakları belirtildi. Zâlimlerin o gün her türlü imkândan uzak, sadece zulüm ve tuğyanlarıyla başbaşa kalacakları hatırlatıldı. Bütün kuvvet ve kudretin, imkân ve nimetlerin,-ceza ve azapların Allah'a ait olduğuna dik­katler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle ilâhî kudret ve rahmetin geniş bir tezahürü ola­rak, insanların yolunu açmak, gerçeği göstermek'icin peygamber ve kitap gönderildiği açıklanıyor. Sonra da insan için faydalı ve zararlı olan nes­nelerin Allah tarafından belirlendiği bildirilerek bu hususta hiç kimsenin yet­kisi bulunmadığı hatırlatılıyor. Allah'ın insanlara sayısı belirsiz nîmet ve rahmet kapılarını açtığı, ne yazık ki insanların çoğunun bunu idrâk ede­mediğine parmak basılarak kararsızlar ve inkarcılar uyarılıyor. Hiç bir şe­yin Allah'tan gizli kalmayacağı bildirilerek hayatı bu duygu ve inançla or­ganize etmemiz emrediliyor. [115]

 

Meali:

 

57—  Ey insanlar! Size gerçekten Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdeki (manevî hastalıklara) bir şifâ ve mü'minlere doğru yolu gösteren (bir bel­ge) ve rahmet gelmiştir.

58—  De ki: Ancak Allah'ın geniş nimeti, yardım ve rahmetiyle; işte bununla ferahlanıp sevinin; bu onların topladıklarından daha hayırlıdır.

59—  De ki: Baksanıza, Allah'ın size indirdiği rızıktan bir kısmını ha­ram, bir kısmını helâl saydınız. De ki: Allah mı (bu hususta) size izin ver­di, yoksa Allah'a karşı yalan mı uyduruyorsunuz?

60—  Allah'a karşı yalan uyduranlar kıyamet gününü ne sanırlar? Şüp­hesiz Allah insanlara bol nimet ve geniş yardım sahibidir. Ne yazık ki on­ların çoğu şükretmezler.

61—  (Ey sânı yüce Peygamber!) Hiçbir durumda ve işte bulunmaz­sın, onunla ilgili Kur'ân'dan bir şey okumazsın ve hiçbir iş yapmazsınız ki yaptıklarınıza dalarken üzerinizde hazır olmayalım. Ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığınca hiçbir varlık Rabbinizden uzak (ve örtülü) kalmaz. Bun­dan daha küçüğü de, daha büyüğü de yok ki, o acık kitapta (yazılı) olma­sın.

 

İlgili Hadîsler

 

Ashab-ı Kiramdan Mâlik b. Nadle, babasının şöyle haber verdiğini ri­vayet etmiştir: «Perişan bir kıyafet içinde Peygamber (A.S.) Efendimize geldim. Bana dikkatle baktı ve aramızda şu konuşma geçti:

  Malın var mı?

  Evet...

  Hangi mal?

  Her çeşidinden: Deve, köle, at ve davar.

  Allah sana bir mal verdiğinde, onu senin üzerinde görsün (görmek ister), buyurdu ve sonra şöyle ilâve etti:

  Senin deven kulakları yerinde yavru doğuruyor da sen usturayı alıp onun kulağını yararak, «bu, kulağı çentiklidir», diyorsun. Derisini ya­rıp, «bu da derisi yarık olarak ayrılmıştır» diyor ve onları kendine ve aile efradına haram kılıyorsun, değil mi?

  Evet, diye cevap verdim. Buyurdu ki:

  Şüphesiz Allah'ın sana verdikleri helâldir. Allah'ın pazıları senin pazılarından daha güçlüdür ve O'nun usturası senin usturandan daha kes­kindir.» [116]

«Allah bir kimseyi İslâm'a eriştirir ve ona Kur'ân öğretir, sonra da o fakirlikten şikâyet ederse, Allah fakirliği onun alnına yazar da kendisine kavuşacağı güne kadar onun iki gözü arasına fakirliği nakşeder.» [117]

 

Kur'ân'ın  Dört Vasfı

 

«Ey insanlar! Size gerçekten Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdeki (mânevi hasta­lıklara) bir şifâ ve mü'minlere doğru yolu gösteren (bir belge) ve rahmet gelmiştir.»

Kur'ân bütünüyle ilâhî rahmeti, hayat kanunlarını, Allah ile kullan ara­sındaki yolu ve bağlantıyı, dünya ile âhireti, bu ikisinin birbirini tamamla­dığını, sorumluluğun ölçü ve anlamını, hayır ve iyilikleri, fazîlet ve yüksek ahlâkı, adalet ve hukuku bildiren ve her yönüyle beşer hayatını düzenle­yen semavî bir kitaptır. İlgili âyetle bu kitabın birçok özellikleri dört mad­de halinde özetlenerek bizlere bilgi verilmiştir:

1.  Kur'ân en güzel öğüt mecmuasıdır. Ferdi, aileyi, toplumu ve millet­leri en iyiye, en güzele ve en doğruya çağırır.

2.  Gönüllerdeki manevî hastalıklara, dertlere ve hacetlere mutlak şi­fâdır.

3.  İnsanlara, Allah'a uzanan doğru yolu gösteren en güvenilir rehber­dir.

4.  Her yönüyle mü'minlere rahmettir.

Bu sıralama gelişigüzel değildir. İlâhî plân ve program uyarınca insan ruhuna ışık tutar, kalbine neşter vurur, vicdanına seslenir ve bu açıdan ilâhî irşat ve uyarı metodunu yansıtır. Şöyle ki : Din önce güzel ve yapıcı öğütle kalb ve kafalara işlenir ve yine onunla ayakta durur. Kur'ân'ın de­rin ve anlamlı öğütlerine kalbini ve kafasını açan şuurlu kimselerdir ki, gö-nüllerindeki cehaleti, kötü duyguları, yanlış inanç ve iddiaları, zararlı tut­kuları giderip şifaya kavuşurlar. Bu şifaya erişenlerdir ki, doğru yolda yü­rümeyi ibâdet edinirler ve öylece ilâhî rahmetin feyiz ve inayetine erişirler.

Böylece öğütten şifâ; bu ikisinden doğru yol ve bu üçünden rahmet doğuyor.

Şüphesiz ki bütün bunlar Allah'ın geniş nimeti, bol yardımı ile gerçek­leşir. İmân eden insanlar için bundan daha aziz ve daha değerli başka bir nîmet düşünülemez. O nedenle âyette, «İşte bununla ferahlanıp sevinin, bu onların topladıklarından daha hayırlıdır.» buyurulmuştur. O halde aklını iyice kullanan kişiler daha hayırlı olanı her zaman öne alır ve almaya ça­lışırlar. [118]

 

Helâl Ve Haram Sınırı

 

«De ki: Baksanıza,

Allah'ın size indirdiği rızıktan bir kısmını haram, bir kısmını helâl saydınız. De ki: Allah mı{ bu hususta) size izin verdi, yoksa Allah'a karşı yalan mı uyduruyorsunuz?»

Aslında helâl ve haram kavramları nisbî ve izafîdir. Zira Cenab-ı Hak hiçbir şeyi boşuna, faydasız, hikmetsiz ve amaçsız yaratmamıştır. O her şeyi insan için, insanı da Allah için yaratıp varlık alanına getirmiştir. An­cak bazı nesnelerin insan sağlığına zararlı olması, ruhunda tahribat yap­ması sebebiyle yenilmesi ve içilmesi yasaklanmıştır. Bu, onların boşuna, yararsız ve amaçsız yaratıldığını göstermez ve delil de sayılmaz. İlmî araş­tırmalar, bir kısmının faydalı yanlarının da bulunduğunu tesbit etmiştir. İle­ride yeni tesbitler de olabilir. Gerçek şu ki: Her şeyden önce kâinatta ve onun her parçasında bir denge kanunu söz konusudur. Her şeyin bu den­geyi sağlamada bir payı ve ölçüsü vardır. Canlıların birbirlerini yeyip ge­çinmesi bile sözü edilen dengeyi korumakta; tabii eleme kanunu onu yön­lendirip kendi kesiminde gerçekleştirmektedir.

Unutmamak gerekir ki, ilmî araştırmalar, insan sağlığını ve onun ruh­sal yapısını olumsuz yönde tehdit eden zararlı şeyleri bir çırpıda tesbit edip ortaya koyamaz. Bunun için uzun yıllara, geniş ve ciddi araştırma­lara, sabırlı çalışmalara ve koordine çalışan birçok kurumlara ihtiyaç var­dır. Hem ilmî buluşların hepsi kesin sonuçlu da değildir. Düne kadar zarar­lı kabul ettiği bir şeyi bugün yararlı görmekte veya bunun aksine bir tes­bit ortaya koyabilmektedir.

O bakımdan Allah, kullarına olan lütuf ve rahmeti gereği, helâl ve ha­ram nesneleri birbirinden ayırt etmiş ve bunlar için sınırlar koymuştur. Bi­ze nisbetle helâl ve haram, iyi ve kötü şeyler karışık ve karmaşıktır. Akıl, idrâk ve ilim bunlardan bir kısmını belirlemekte, bir kısmını ise kesin tes­bit edemediği için, zararlı olanı faydalı, faydalı olanı da zararlı görebilmek­te ve yanlış bir sonuca varmaktadır. O bakımdan aklımızın da, ilmin de ilâ­hî vahyin beyânına ihtiyacı vardır.

Ne var ki, ilim ilerledikçe, buluşlarında derinleştikçe, ilâhi sınırların isabet ve yararını daha iyi anlamakta ve insana daha doğru bilgi verebil­mektedir. Meselâ bugün alkollü ve uyuşturucu maddelerin insan sağlığını nasıl bozduğunu, nesli nasıl yozlaştırdığını ve beşer ruhunu nasıl tahrip ettiğini artık bilimsel olarak da çok iyi biliyoruz. Böylece, ilim bu konuda gerçeği bulunca Kur'ân-ı Kerîm'i doğrulamış oluyor.

O halde bir şeyi helâl, ya da haram kılma yetkisi Allah'a aittir. İlim bir şeyin faydalı, ya da zararlı olduğunu tesbit edebilir; ama birini helâl, diğerini haram kılma konusuyla uğraşmaz, onu kişilerin imân, irfan ve ba­siretine bırakır. Dinî hükümler ise, ağır manevî müeyyideler de koymak suretiyle zararlı olan maddeleri haram, veya mekruh; yararlı olan madde­leri helâl veya mubah kılar.

Bu açıklamamızda ilmî yönden zararlı ve faydalı şeyleri mutlak an­lamda ele alıp genel bir yargıda bulunmadık. Çünkü ilmin her zararlı diye tanımladığı şey haram, faydalı diye tanıttığı şey de helâl olmayabilir. Ör­neğin, ilim sigaranın zararlı olduğunu tesbit etmiştir. Bu madde hakkında kitap ve sünnette kesin bir beyân bulunmadığından biz ona haram diyemi­yoruz, birtakım zararlarını dikkate alarak mekruh kabul ediyoruz. İlim sal­yangoz, kurbağa, kaplumbağa ve benzeri canlıların protein değerini dik­kate alarak faydalı olduklarını söyler. Dinimiz ise, bunların yenilmesini ha­ram kılıp yasaklamıştır. Bundan çıkan sonuç şudur: İlim her ne kadar gıda değeri bakımından bunların faydasını tesbit etmişse de gerek beden, ge­rekse ruh üzerindeki olumsuz etkilerini ve zararlarını henüz tesbtt edeme­miştir. Belki yakın gelecekte ilmî araştırmalar bu canlıların faydalarından ziyade zararlı yanları veya tahrib edici özellikleri bulunduğunu ortaya çı­karabilir. Zira ilmin bunlar üzerindeki tesbiti nihaîdir ve kesindir, denile­mez. Otuz-kırk yıl önce şeker hastalarını tedavide kullanılan ilâç ve uygu­lanan yöntemlerin, bugün zararlı ve öldürücü olduğu anlaşılmıştır.

Bu misalleri çoğaltmak mümkün.. Varmak istediğimiz sonuç, vurgula­mak istediğimiz hüküm şudur; Bir şeyi helâl, ya da haram kılma yetkisi Allah'a aittir. Çünkü Allah'ın tesbiti kesindir ve isabetlidir. İlmin faydalı, ya da zararlı diye tanıttığı veya tanımladığı şeylerin hepsi haram veya he­lâl olmayabilir. Çünkü ilmin hem tesbit alanı ve amacı farklıdır, hem de çoğu zaman kesin sonuçlu ve isabetli değildir.

Açıklanması gerekli bir husus daha var ki, Kur'ân ve hadîste açık ve net olarak haram kılındığı bildirilmeyen bir şeyin, bir maddenin, insan sağ­lığına zararlı olduğu ilmî araştırmayla kesinlik kazanırsa, o takdirde Kur'ân ve hadîste ona yakın bir hüküm esas alınır ve şartlar uygun düşerse kıya­sa baş vurulur, ona göre ya haram, ya da mekruh olduğu sonucuna varı­labilir. Şöyle ki : Birbirine benzeyen meselelerin hükümlerinde de benzer­lik bulunması gerekir. Çünkü menat (illet)teki eşitlik, hükümde de eşitliği icap ettirir. Ancak kıyasta şu dört rüknü her zaman göz önünde bulun­durmak şarttır: Asıl, feri', hüküm ve ortak illet..

Asıl, Kur'ân veya Sünnet'teki hükmün kaynağı ve dayanağıdır. Feri', hakkında Kur'ân ve Sünnet'te nass bulunmayan meseledir. Hüküm, asıl­dan fer'a geçilmesi istenilen yargıdır. Ortak illet, hem asılda, hem de feri'-

de bulunan ortaklaşa bir vasıftır. Buna bir misal verelim : Kur'rn'da içki ile kumardan söz edilirken, bunların günah ve zararlarının, faydalarından da­ha büyük olduğu açıklanır. O halde Kur'ân'da veya Sünnet'te ismi geçmi-yen bir fiil veya maddenin zararı daha çoksa, o takdirde bu asla kıyas edi­lerek haram sayılır. [119]

 

Allah Fazl-Ü Kerem Sahibidir

 

«Şüphesiz ki Allah insan­lara karşı bol nîmet ve geniş yardım sahibidir. Ne yazık ki, onların çoğu şükretmezler.»

FazI ve kerem: İnayet, bol ihsan gibi ilâhî rahmet ve yardımın genişliğini, inceliğini ve bolluğunu ifade eden kelimelerdir. Türkçemizde tam karşılıkları yoktur. O nedenle bunları bazan birkaç cümleyle açıklama ihtiyacını duyuyoruz.

Zararlı ve yararlı şeylerin açıklanması ve bu ölçüde olan şeylerin Ki­tap ve Sünnet'te bir dayanağı bulunduğu takdirde kıyasa baş vurulmasına cevaz verilmesi, şüphesiz ki Allah'ın insanlara olan bol nîmeti ve geniş yardımıdır. Aynı zamanda insan aklına değer vermesi, içtihada kapıyı açık tutması bakımından zarif bir iltifatıdır.

Bir şeyi haram kılıp yasaklamasında Allah'ın ne gibi istifadesi vardır? O mutlak ganîdir; her şey O'na muhtaçtır, O ise hiçbir şeye muhtaç de­ğildir. Ganî ve Samed sıfatları O'nuh bu sınırsız kudretini yansıtır. Emir ve tavsiyelerinin tamamı, bizim düzenli, huzurlu, sağlıklı ve dengeli bir hayat sürmemize ve ruhumuzdaki fıtrat mayasıyla uyum sağlayan bir ortam için­de varlığımızı belirlenmiş süreye kadar devam ettirmemize yöneliktir. Me­seleyi bu açıdan düşünüp değerlendirdiğimizde, ilâhî emirlere daha iyi yaklaşmış oluruz. Ne var ki, insanların çoğu ilâhî emir ve yasaklardan hoş­lanmazlar, nefislerinin esiri olarak bu gerçekleri anlamak veya dinlemek istemezler. [120]

 

Düşünce Ve Davranışlarımızı Bilen Yüce Kudret

 

«Hiçbir durum ve işte bulunmazsın, onunla ilgili Kur'ân'dan bir şey oku­mazsın ve hiçbir iş yapmazsınız ki yaptıklarınıza dalarken üzerinizde hazır olmayalım..»

İlgili âyetle, her durum, her düşünce ve her davranışımızın ilâhî mura-kaba ve müşahede altında bulunduğu hatırlatılıyor. Bu, daha çok insanı temkinli, hesaplı, plânlı ve programlı bir hayata alıştırır. Düşüncelerimizi berraklaştırıp davranışlarımızı asilleştirir.

Şüphesiz ki, Allah'a inanmanın insana sağladığı sayısız yararlardan biri de budur. Her şeyden önce ilâhî denetimin her an kontrolünde bulun-~ duğumuza inanmamız, günlük hayatımızı düzenli ve disiplinli kılar; bizi ba­şıboşluktan, lâubalilikten, vurdum duymazlıktan kurtarır. Hiçbir otorite, hiçbir yasal kurum bu düzen ve disiplini sağlayamaz. [121]

 

Zerre Ve Ağırlığı  (Molekül Ve Atom)

 

«Ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığınca hiçbir varlık Rabbinizden uzak (ve örtülü) kalmaz. Bundan daha küçüğü de, daha büyüğü de yok ki, o açık kitapta (yazılı) olmasın.»

Sözlükte zerre: En küçük kırmızımsı karıncalara, bulundukları çevre­ye yayılıp saçıldıkiarı için bu isim verilmiş ve bu manayla pencere ve her­hangi bir menfezden içeri giren güneş ışınında görülen toz taneciklerine de «zerre» denilmiştir. Ayrıca saçılan kum, tohum ve benzeri şeyler hak­kında da bu isim kullanılmıştır. [122]

Sözlük manasını dikkate alarak hareketle ilim adamlarımız yakın ta­rihlere kadar «zerre»yi parçalanmayan en küçük parça (cüz'i lâ-yetecezza) diye tarif etmişlerdir. Aslında ilgili âyetle de bu kavramdan maksadın, en küçük parça olduğu anlatılmak istenmiştir. Sonra da buna bir açıklık ge­tirilerek bugünkü deyimiyle atom olduğuna dikkatler çekilerek «en kü­çük parçadan daha küçük» tabiri kullanılarak «atom çekirdeği» etrafirîda baş döndürücü hızla dönen elektronlara işaret edilmiştir. Yerde ve gökte hiçbir şeyin o yegâne düzenleyici, terbiyeci, geliştirip kemale erdirici Rab'-dan uzak ve gizli kalmayacağı belirtilerek insan aklı ve düşüncesi hare­kete geçirilmiştir. Sonra da en büyük parça dahil olmak üzere her şeyin kitapta, yani Levh-i Mahfûz'da yazılı bulunduğu açıklanmıştır. Bununla da ilâhî ilmin her şeyi önceden düzenleyip tesbit ettiği, plân ve programa bağladığı ve her şeyi tasarrufu altında bulundurduğu anlatılıyor.

Görüldüğü gibi, Cenâb-ı Hak, ilim adamına ışık tutarken yarı açık, yarı kapalı bir anlatımla temel bilgi veriyor, hareket noktasını belirleyip gösteriyor ve böylece Kur'ân'ın hemen her konuda insan aklına hem mal­zeme verdiği, hem de geniş çapta yardımcı olduğu anlaşılıyor. Yarı ka­palı bir anlatım metodu, insan aklını ve idrâkini araştırıcı bir havaya sok­mayı amaçlamaktadır. Her şey açık-seçik ve detaylı bildirilseydi, insan hazıra konmaya alışır, düşünce ufku genişlemez ve araştırma ihtiyacı duy­mazdı. Atom ve moleküllerle ilgili âyette de böyle bir metot uygulanarak ipucu mahiyetinde bir anlatım tarzı düzenlenmiştir. [123]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Kur'ân'ın insana feyiz ve rahmet saçan dört vas­fından, diğer bir tabirle özelliğinden söz edildi. En büyük nîmetin imân cevherini aydınlatıp gıdalandıran ilâhî rahmetin beşer kalbine yönelmesi olduğuna işaret edildi. Asıl bununla ferahlık duymamızın lüzumu belirtildi. Sonra da insanları çepeçevre kuşatan bu rahmetin bir tezahürü olarak he­lâl ve haram sınırlarına atıflar yapılarak bu yetkinin Allah'a has olduğu bildirildi. Arkasından ilâhî kudreti bütün incelik ve derinliğiyle yansıtan zerre konu edildi, bugünkü tabirle atoma ve moleküllere, atom çekirdeği etrafında dönen elektronlara dikkatimiz çekilerek bizi Allah'a daha çok yakiaştiran ve kâinatin en küçük modeli sayılan bir sistem üzerinde dur­mamız ilham edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın plân ve programını ve koyduğu şaşma­yan kanunları görüp kendini O'na veren, teslimiyet ve mahviyet içinde O'nun dostluğunu kazanan bahtiyarların, başkaları korktuğunda korkma­yacakları, insanların çoğunun üzüldüğü zamanlarda ve dönemlerde onla­rın üzülmeyeceği bildirilerek âhiretteki göz ve gönül dolduran makam ve mertebelerine işaret ediliyor. Sonra da Allah dostlarının iki ana vasfına parmak basılarak bilgi veriliyor. Allah'ın koyduğu kanunların, beyân bu­yurduğu şeylerin ve sözlerin değişmesinin söz konusu olamıyacağına özel­likle dokunuluyor.

Böylece Allah ile kullan arasındaki yolun imânia, ilimle, berrak düşün­ceyle, iyi niyetle ve yüksek bir idrâkle açık tutulması isteniliyor. [124]

 

Meali:

 

62—  Haberiniz ofsun ki, Allah dostlarına hiçbir korku yoktur ve on­lar üzülmeyeceklerdir de.

63—  Onlar (o Allah'ın dostları) ki, dosdoğru imân ettiler ve hep Al­lah'tan korkup (fenalıklardan) sakındılar.

64—  Dünya hayatında da, Âhiret'te de müjde onlara! Allah'ın sözle­rinde hiçbir değişme, değiştirme yoktur ve işte bu büyük bir kurtuluş ve başarıdır.

 

İlgili Hadîsler

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimizden soruldu :

  Ey Allah'ın Resulü! Allah'ın velî kulları (dostları) kimlerdir? Cevap verdi:

  Görüldükleri zaman Allah hatırlanır (yani onları gören kimse, Al­lah'ı hatırlar). [125]

«Allah'ın kullarından öyleleri vardır ki, onlar ne peygamberdirler, ne de şehittirler; ama peygamberler ve şehitler, kıyamet gününde onların Al­lah yanındaki yerleri sebebiyle onlara gıpta ederler!»

Bunun üzerine Ashab-ı Kiram sordular:

  Onların kimler olduğunu bize haber verir misin? Efendimiz (A.S.) şöyle buyurdu:

  Onlar, aralarında hısımlık, paylaşılacak mal olmaksızın Allah için sevişen bir topluluktur. Allah'a and olsun kî, onların yüzleri nurdur ve nur üzerindedirler. İnsanlar korktukları zaman onlar korkmazlar, insanlar üzül­dükleri zaman onlar üzülmezler.. Sonra da Resûlüllah (A.S.) yukarıdaki âyeti okudu. [126]

«Şanı yüce Allah kıyamet gününde şöyle seslenir: Benim Celâlim için birbirlerini sevenler nerede? Benim gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bugünde onları kendi gölgemde gölgelendireceğim.» [127]

Allah dostluğunu kazanan mü'minlerin gördükleri salih rüyalarla ilgi­li hadîsler:

«Benden sonra nübüvvetten ancak mübeşşîrat kalır.»

Bunun üzerine soruldu : «Mübeşşirat nedir?» Cevap verdi: «Salih rü­yadır.» [128]

«Mü'minin sadık (doğru) rüyası, peygamberliğin kırk altı bölümünden bir bölümdür.» [129]

«Zaman yaklaşınca (kıyamete yakın bir zamanda) mü'minin rüyası artık pek yalana yönelmez ve mü'minin rüyası, peygamberliğin kırkaltı bö­lümünden bir bölümdür.» [130]

Ashab-ı Kiramdan Abdullah b. Amr (R.A.) diyor ki:

«Resûlüllah (A.S.) şöyle buyurdu : Dünya hayatında onlara olan müj­de, mü'minin müjdelendiği salih rüyadır ki bu peygamberliğin kırk altı bö­lümünden bir bölümdür.» [131]

«Peygamberlik gitti, geriye mübeşşirat kaldı.» [132]

 

Evliya (Alllah Dostları)

 

Bilindiği gibi, evliya, velî'nin çoğuludur.-Bu isim üzerinde çok şeyler söylenmiş ve çok şeyler yazılmıştır. Hepsini biraraya getirecek olur­sak, cittjerle kitap meydana gelir. Biz bütün tarifleri, görüşleri ve açıkla­maları bir yana bırakıp konumuzu oluşturan âyetteki açıklamaya yöneliyo­ruz. Cenâb-ı Hak bu kavramın en özlü ve anlamlı tanımını bizzat kendisi yapmıştır. Elbette ki bundan daha doyurueu bir tarif yapmak mümkün de­ğildir.

Önce veli ve evliya kavramları üzerinde duralım :

Şeyh Mecdüddin Firuzâbadî, Kamus'ta velî ismi üzerinde durup şöyle bir açıklama yapmıştır: «Velî, ganî kalıbında isimdir. Yağan bir yağ­murdan hemen sonra yağan ikinci yağmura denir. Ayrıca velî, bir ada­mın dostuna, yar ve sadîkine denir. O, onun velîsidir, yani sevgilisi ve dos­tudur. Muîn ve nasır manasınadır: O, onun velîsidir, yani muîn ve yardım-cısıdır.» Böylece sözlük mânasının ışığı altında, imân temeli üzerinde ge­lişip takva doğrultusunda Allah dostluğunu kazanan sâlih kişiye velî; ilgili âyette de bu manayla çoğulu zikredilerek  evliya  denilmiştir.

Vilâyet ve velayet isimleri de bu kökten türetilmişlerdir ki, bir şeye, bir konuya veya idareye kendi başına sahip olup disiplin altına almak ve tasarrufu elinde bulundurmak mânalarına delâlet ederler.

İlgili iki âyette Allah dostu sayılan velînin dört ana mümeyyiz vasfı üzerinde durulmuş ve tariflerin en güzeli yapılmıştır:                     i

1—  Dosdoğru imâna sahiptirler.

2— Takva üzeredirler (her durumda Allah'tan korkup fenalıklardan, haram ve şüphelerden, itaatsızlıktan sakınırlar).

3—  Başkaları korktuğu zaman onlar korkmazlar.  (Çünkü en büyük umut ve güven kaynakları Allah'tır).

4— İnsanlar üzüldükleri zaman onlar üzülmezler. (Çünkü başa gelen dert ve musîbete göğüs gerip Allah'a güvenmenin ve dayanma gücünü or­taya koymanın neticesinin genişlik ve ferahlık olduğunu bilir ve inanırlar).

Bu son iki vasfın veya özelliğin âyette öne alınması, önce ağacın ürü­nünden, sonra ağacın kendisinden söz etme inceliğini yansıtmak içindir. . Zira Allah korkusunu üstün tutmak ve dünyayla ilgili hususlardan dolayı üzülmemek, takva ile birleşip bütünleşen köklü bir imânın ürünüdür.

Bu tanımlamanın ışığı altında  velî  ismini  şöyle açıklayabiliriz: Sevgi, yardım, emre uymak, emri uygulamak gibi mânaları içererek dostluğun sıcaklığını kalbinde taşıyıp her yerde buna sadık kalmayı kendine bir hak ve vecîbe kabul edenin sıfatıdır. Böylece Allah'a yakınlık mertebesine eri­şen ve O'nun yardımına mazhar olan; farz ibadetle bu yakınlığı ve mazha­riyeti sürdüren; kalbini ve kafasını Allah ile meşgul edip gönlünü ilâhî ma­rifete açan; Celâl ve Cema! nurlarıyla içini aydınlatan; eşyaya bakınca Al­lah damgasını gören; kulak verince ilâhî âyet ve belgelerin nağmesini ve­ya teşbihini işiten; konuşunca, Allah adını anarak söze başlayan, sözünü bitirirken Allah'a hamd eden; hareket edince ibâdet şuuru içinde Allah'ı hatırlayan; kendisini Allah'a yaklaştıran sebepleri durmadan düşünen ve düşündükçe gönlünü her türlü bulanıklıktan arındırmaya çalışan ve sık sık Allah'ı anmayı vird haline getiren; kalb gözüyle bakınca, Allah'ın kudret ve celâlinden, azamet ve rahmetinden, adalet ve inayetinden başka bir şey görmeyen kimse   velîdir.   Böylesinin sözü rahmet, rüyası müjdedir.

Bu mertebeye yükselen kişiler, sık sık meleklerin ilhamına lâyık olur­lar. Ölüm anında onların tatlı ve ferahlatıcı müjdesine erişirler. Âhirette ise, Allah'ın : «Benim için birbirlerini sevenler nerede?» çağrısına mazhar olur­lar.

Şüphesiz ki sözü edilen ilâhî iltifatlar bir fani için en büyük müjde ve en tatlı başarıdır. [133]

 

Allah Dostunun Korkmadığ1 Hususlar

 

Allah dostluğuna lâyık olmak, elbette ki hiçbir nimetle değiştirilmiye-cek kadar anlamlıdır. O bakımdan gerçek bir velînin bulunduğu manevî makam ve saltanatı, maddî ve dünyevî bir saltanata değiştirdiği görülme­miştir. Mevlânâ Celâlettin Rumî'nin babası Sultanü'l-ulemâ Bahaeddin Ve-led, Konya'ya yaklaşırken Anadolu Selçukî Hükümdarı Sultan Alâettin ta­rafından karşılandı. Kendilerine hükümdar sarayında özel bir bölüm tah-sîs edildiği halde, bir cami meşrutasında kalmayı tercîh etmesi, bunun gü­zel örneklerinden biridir.

Demek oluyor ki, ruh ilâhî inayete mazhar olup O'nun Celâl ve Cemal sıfatlarının tecellilerine lâyık görülünce, artık bu manevî saltanatın karşı­sında her şey önemsiz kalıyor. O bakımdan başkaları korktuğu zaman Allah dostu korkmaz, insanlar üzüldüğü zaman o üzülmez.

Allah dostunun korkmadığı bazı önemli hususlar:

a)  Geçim sıkıntısı baş gösterdiğinde, gelir kaynakları kesildiğinde..

b)  Ölüm anında rahmet melekleri Cennet ve Cemal müjdesiyle gel­diklerinde..

c)  İlâhî marifete seyir halinde iken, tehlikelerle karşılaştıklarında..

d)  Kıyamet günü Allah'ın geniş rahmetine lâyık görülme derecesine çıkarılma umudunu taşıdıklarında.

e)  Felâket ve musîbet anlarında ise, kendi hesaplarına değil, başka­sından yana üzülürler..

f) Kabir âleminde Münker ile Nekir en güzel sıfat ve görünümde soru sormak için geldiklerinde.. [134]

 

Her İki Hayatta Da Müjde Onlara!

 

«Dünya hayatında da, Âhiret'-te de müjde onlara!.»                                                                 

Allah dostluğuna erişen olgun mü'minler için iki önemli müjdeden söz ediliyor: Birincisi dünyada, ikincisi âhirette.. Dünya hayatındaki müj­delerinin ilki, başkaları korktuğu zaman onların korkmayıp Allah'a güve­nerek dayanmalarıdır. Bir diğeri de, peygamberliğin kırk altı bötümünden bir böiüm olan salih rüyalar görmeleridir. Nitekim ilgili hadîslerden anla­şıldığı üzere, âyetteki «büşrâ» sâlih rüya ile yorumlanmıştır. Zira Re­sûlüllah (A.S.) Efendimizden sonra vahiy inmiyeceğine göre, O'nun yolun­da yürüyen, ilmine vâris olan sâlih mü'minlere, vahiy yerine rüyada mü-beşşirat tecelli etmektedir.

İbn Cerîr'in yaptığı tesbite göre, Ebû Derdâ (R.A.) şöyle demiştir:

— Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, 64. âyeti okuduktan sonra şöyle açık­lamada bulunmuştur: «Bu, müslümanın gördüğü veya kendisine gösteri­len sâlih rüyadır.»

Diğer bir rivayette ise, bir adam, Ebû Derdâ (R.A.)den bu âyetin de­lâlet ettiği mânadan sordu. O da şöyle dedi: Öyle bir şeyden sordun ki, onu ancak bir tek adam Resûlüllah (A.S.) Efendimizden sordu. Resûlüllah (A.S.) ona şöyle cevap verdi: «O, müslüman kişinin gördüğü veya kendi­sine gösterilen salîh rüyadır; bu onun dünya hayatındaki müjdesidir. Âhi-retteki müjdesi ise, Cennet'tir.» [135]

 

Allah'ın Sözünde Değişme Olmaz

 

«Allah'ın sözlerinde hiçbir değişme, değiştirme yok­tur.»

Allah'ın ezelî ilmi ve kudreti, irâde ve tecellisi, kâinat plânında yer alacak olan her insanın kendi cüz'i iradesiyle, akıl ve idrâkiyle nasıl bir yol çizeceğini, nasıl bir hayat düzeni kuracağını önceden tesbit edip be­lirlemiş ve ona göre ceza ve mükâfatını takdir edip hazırlamıştır. O'nun İlmi kesinlikle yanılmayacağına, tecellisinin şaşmayacağına, kudretinin he­definden sapmayacağına göre, tesbitleri aynen gerçekleşir. Artık sözü­nün, hükmünün ve tesbitinin değişmesi, değişikliğe uğraması hiçbir zaman söz konusu değildir. İlgili âyetle kendi dostlarına verdiği dünyevî ve uh-revî müjdenin mutlaka gerçekleşeceğini beyân buyuran Allah, bunun eze­lî ilmiyle tesbit edilip yazıldığına işarette bulunuyor.

Kaderin bu inceliğine dikkatle bakılmadığı takdirde, hatalı bir yorum olarak karşımıza, beşerin kendi hayatını sürdürmesinde ve düzene koyma­sında hiçbir irâdesi bulunmadığı sonucu çıkabilir. Bu, yanlıştır, bütünüyle Kur'ân'ın getirdiği hükümlere ters düşer. Zira Allah'ın ezelî ilmiyle bizim nasıl bir hayat süreceğimizi tesbit etmesi, zorlayıcı, İtici bir âmil değildir; aynı zamanda âdemoğlu da küllî irâdenin elinde otomatik bir aygıt olarak yaratılmamıştır. Zekâ, akıl, irâde ve benzeri yeteneklerle donatılıp kitap ve peygamberle desteklenerek dünya hayatına getirilmiştir. Her şeyden ön­ce kendisine, küllî irâdeye nisbetle cüz'i irâde verilmiş ve hayat sahnesi­ne çıkarılarak serbest bırakılmıştır. O bakımdan sorumludur. [136]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle Allah dostlarının özellikleri dört madde halinde açıklandı. Kendini dostluk düzeyine getiren mü'minler müjdelendi.

Aşağıdaki âyetlerle, kendilerini bu düzeye getirmeyen inkarcıların şir­retliklerine, küstahlıklarına karşı sabretmenin faydalı olacağına işaret edi­liyor. Hakkın eninde, sonunda başarılı olacağı hatırlatılarak Peygamber (A.S.) ve arkadaşları teselli ediliyor. Allah'ı bırakıp bâtılın peşine takılan­ların zanna uyup bir sürü yalan-dolanla haşır-neşir olduklarına dikkatler çekiliyor; sonra da Allah'ın varlığına, üstün kuvvet ve kudret sahibi bulun­duğuna delâlet eden kevnî delillerden birkaçı sıralanıyor. Allah'a evlât is­nat edenlerin ilimsiz, delilsiz, belgesiz ortaya çıktıkları hatırlatılarak, böy­le bir isnat ve iddianın akıl, imân, ilim ve realite karşısında hiçbir değer ve anlam taşımadığı anlatılarak insan aklına ışık tutuluyor.

Dünya hayatının bir hazırlık dönemi oiduğu belirtilerek böyle bir hayatın hedef ve amacı üzerinde durup düşünmemiz ilham ediliyor. Kısa bir hayatın ilerisinde sonsuz bir hayat yoksa, onun hikmetsiz ve amaç­sız olacağına işaretle ciddi bir değerlendirme yapmamız isteniliyor. [137]

 

Meali:

 

65— O inkarcıların sözü seni üzmesin. Çünkü gerçekten bütün kuv­vet ve kudret, üstünlük ve hâkimiyet Allah'ındır. O, her şeyi işitendir, bl-

66—  Haberiniz olsun ki, göklerde olanlar da, yerde olanlar da şüphe­siz ki Allah'ındır. Allah'tan başkasına tapınanlar, ortak edindiklerine (de gerçek anlamda) uymazlar; onlar ancak zanna uyarlar, onlar ancak yalan uydurup söylerler.

67—  Geceyi dinlenip sükûnet bulmanız için (karanlık), gündüzü de (çalışıp hayatınızı kazanmanız için) aydınlık yapan O'dur. Şüphesiz ki bun­da kulak verip anlamak isteyen bir millet için âyetler (açık belgeler) vardır.

68— Allah çocuk edindi dediler. Allah çocuk edinmekten pâk ve yü­cedir. O mutlak ganiydir (hiç bir şeye muhtaç değildir). Göklerdeki de, yer­deki de O'nundur. Bu İddianıza karşılık yanınızda hiçbir ilmî delil yoktur. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?

69—  De ki: Allah'a karşı yalan uydurup duranlar, korktuklarından kurtulup umduklarına erişemezler.

70—  Dünya pek az bir zevkli geçimdir; sonra da dönüşleri ancak bi­zedir. Sonra da inkârlarına karşılık onlara pek şiddetli azabı tattıracağız.

 

Batılın Şatafatı

 

Bâtılı savunan inkarcı, şekle, sayıya ve zînete dayanır da bunları ger­çekleştirmeyi amaç seçer. O bakımdan az bir başarı sağlayınca da gurur­lanır, şatafata daha çok meyleder, gösterişten hoşlanır. Hakk'a iltifat et­mez, haklara saygı göstermez, sözüne hiç sadık kalmaz. Haktan yana olanlara işkence ve eziyetten zevk duyar; hiç değilse mü'minlere korku ve endişe vermeyi ihmal etmez. Yalan onun sanatı, iftira maharetidir.

Bâtılı temsil eden Mekke müşrikleri de böyle idiler. Allah birdir diyen­leri adım adım izlediler, Muhammed (A.S.) Allah'ın hak peygamberidir di­yenlere işkence ettiler, hattâ bir kısmının vücudunu ortadan kaldırdılar. Özellikle fakir ve kimsesiz mü'minlere her türlü hakaret ve eziyeti reva gördüler.

İlgili 65. âyetle, bâtılın şatafat ve gururuna, yalan ve iftirasına, şıma­rıkça davranışlarına bakıp da endişe duymaya gerek olmadığı hatırlatılı­yor. Zira saman yığınının yanması bir anda büyük bir duman ve arkasın­dan korkunç bir alev çıkarır, çok geçmeden küçülüp bir avuç kül olur; bi­lindiği gibi, samanın enerjisi az, tesiri sınırlıdır. Ama içi dolu ağaç veya kömür böyle midir? Onun bir avuç dolusu, bir yığın samana bedeldir. Kur'-ân-r Kerîm'de bu husus daha güzel tasvir edilerek şöyle buyurulmuştur: «Nice az topluluk, çok topluluğa -Allah'ın izniyle- üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.» [138]

Şüphesiz ki, bütün kuvvet, kudret, üstünlük, başarı Allah'ındır. O dile­diğini aziz ve üstün kılar, dilediğini de zillet ve meskenet çukuruna iter. O'nun düzenlediği plân ve programa, koyduğu hayat ve memat kanunla­rına uyanlar başarılı olur, uymayanlar aşağılanır.

Diğer bir âyette ise, bu konuya biraz daha açıklık getirilerek mü'min-lere en sağlam bilgi şöyle veriliyor; «Üstünlük ve şeref Allah'a, Peygam­berine ve mü'minlere aittir.»[139] Zira Peygamber ve mü'minlerin azizliği ve üstünlüğü, Allah'ın onlar hakkında Azîz sıfatıyla tecelli etmesiyle gerçek­leşir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) ve arkadaşları, ilâhî izzetin tecellisiyle bâ­tılın şatafatını, küfrün tuğyanını, nifakın düzenbazlığını alaşağı edip heze­yanlarını durdurmaya muvaffak oldular. Allah'ın Azîz sıfatı mü'minlere yö-nelip inayeti gelince, küfrün gurur ve azgınlığı yıkıldı; hak gelince bâtıl yok oldu. Zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur. Mü'minlerin imânı ıhlâs ve cid­diyetle şahlanınca, küfür silinmeye yüz tuttu. [140]

 

Putperestler Putlara Değil, Zanlarına Uyarlar

 

«Allah'tan başkasına tapınanlar, ortak edindiklerine (de gerçek anlamda) uymazlar; onlar ancak zanna uyarlar, onlar ancak yalan uydurup söyler­ler.»

Put, cansız bir cisimdir, insan eliyle şekillendirilmiştir. Konuşmaz ki dinlensin; yol göstermez ki peşine düşülsün; yarar ve zarar veremez ki, korkulsun veya saygı duyulsun. O halde Ahsen-i Takvim üzere yaratılan insanoğlu bütün büyüklüğüne, en şerefli canlı olduğuna ve her şeyin ken­disi için yaratılmasına rağmen derin bir gaflet ve açık bir dalâlet içinde putlara tapınırsa, hakikatte kendi kâfir nefsine tapıyor demektir. Kendi zan ve tahminlerine, evham ve kuruntularına uymaktan başka bir şey yapmı­yor.

Böylece insan bir bakıma kendine, kendi azgın nefsine ve hevesine tapmış oluyor. Bu kadar küçülen insan, hakkın baş düşmanı olma duygu ve düşüncesi içinde elbetteki ruhundaki fıtrat duygusunun tesirinden kur­tulmak için yalanı sanat, tecavüzü marifet, mü'mine sataşmayı şahsiyet sayar. [141]

 

Allah'ın İzzetine Delâlet Eden Belgeler

 

«Geceyi dinlenip sü­kûnet bulmanız için (karanlık), gündüzü de (çalışıp hayatınızı kazanmanız için) aydınlık yapan O'dur..»

Kur'ân-ı Kerîm, bâtılın sabun köpüğü misali olduğuna işarette bulun­duktan sonra Cenâb-ı Hakk'ın varlığına, izzet ve yüceliğine delâlet eden belgeleri sıralıyarak akıl sahiplerini hem uyarmaya çalışıyor, hem de mal­zeme olarak ana fikir, temel bilgi veriyor. Şöyle ki;

Geceyi dinlenip sükûnet bulmak için, gündüzü çalışıp hayatımızı ka­zanmak için belli kanunlarla düzenleyip hizmete sevkeden Allah'tır.

Dünya'nın yuvarlak ve kutuplardan basık, 23 derece meyilli yaratıl­ması, kendi ekseni etrafında ekvatorda dakikada 27 km., Güneş'in etra-inda saatte 110.000 km. hızla dönmesiyle gece ve gündüz, aynı zamanda nevsimler meydana gelmektedir. Bu hareket karmaşık görünüyorsa da as­ında çok düzenli ve plânlıdır. Eğer belirtilen bu iki ayrı hareketindeki hız Jaha fazla veya daha az olsaydı, gece ve gündüz süresinde anormallikler neydana gelir, ne dosdoğru çalışma, ne de yeterince dinlenme imkânı )lurdu.

Diğer yandan, kutuplarda, kendi ekseni etrafındaki hızı dakikada 10 :m.'ye düştüğü için gece ve gündüzler çok anormal uzunluktadır. O hal­le bu ince ve plânlı düzenlemeler, fiziksel ölçüler elbetteki kendiliğinden >ir tesadüf eseri olarak vücut bulmamıştır. Çünkü zincirleme plânlar, mü-;emmel programlar, şaşmayan fizikî kanunlar ve matematiksel düzenle-neler hiçbir zaman kendiliğinden oluşamaz. Hareketsiz haldeki şeyi ha-ekete geçiren ve hareketi hep aynı hız ve ölçüde tutan mutlak bir kudret öz konusudur. Şüphesiz ki bu hususta da ilâhî düzene ve dengeye kulak erip anlamak isteyen her topluluk ve millet için açık belgeler vardır. [142]

 

Allah, Çocuk Edinmekten Münezzehtir

 

«Allah çocuk   edindi dediler.   Allah bcuk edinmekten pak ve yücedir. O mutlak ganidir.»

Ruhu ve kalbi yüce âlemden inen nûr ve hikmet ile aydınlanmamış ham silerin cehaletlerinden biri de, Allah'a çocuk isnat etmeleridir. Yaratan i yaratılan arasındaki sınırı bilmemek; her birinin kendine has tanımla-

masından habersiz olmak, insanı çok yanlış neticelere götürmekte ve imân adına söylenen sözlerle, iddia edilen şeylerle onu küfre sokmaktadır.

Allah'a çocuk isnat iki ayrı cehaletin ve taassubun ürünü olarak orta­ya çıkmıştır: Birincisi, Arap Yarımadasında yaşayan putperestlerin, tevhît inancı'ndan habersiz kalıp Allah hakkında çok yanlış düşüncelere sapla­nıp melekleri Allah'ın kızları sanmalarıdır ki, bunun temelinde, daha çok taassup, körü körüne ataların yolunu izleme bulunuyordu, İkincisi, ellerin­deki semavî kitabın zamanla tahribata ve tağyirata uğramasıyla tevhît inancından uzaklaşan Hıristiyanların İsa Peygamberi Allah'ın oğlu diye kabul etmeleridir. Bunun temelinde, Hıristiyanlığı tek semavî din sayıp İs-lâmiyeti ve O'nun Peygamberi Hz. Muhammed'i (A.S.) ret ve inkâr yatmak­tadır. Yahudilerden de bir mezhebin, yahudiliğin büyük kurtarıcılarından saydıkları Üzeyir'i (Ezra) Allah'ın oğlu diye tanımaları ve tanıtmaya çalışma­ları da bu cümledendir.

Cenâb-ı Hak bu yakışıksız, ölçüsüz, akıl, mantık ve ilim dışı iddiaları reddederek, insan aklına sesleniyor, kendisinin her zaman bu gibi beşeri ve mahlûkî sıfatlardan pak ve münezzeh, yüce ve ganî olduğunu bildiri­yor. Kâinatta var olan her şeyi sonsuz ve sınırsız kudret ve ilmiyle yarat­tığını, o bakımdan hiçbir şeye muhtaç bulunmadığını açıklıyor. Çünkü ih­tiyaç, sonradan yaratılanlara mahsus bir duygu ve iç güdüdür. Allah ise mutlak yaratandır, yaratılmış değildir. İllet ve malûl zinciri O'nda son bu­lur. O, bizatihi illet-i ulâdır (ilk illettir), malûl değildir, aksi halde başka bir illetin O'nun üstünde var olması gerekir ki bu ilâhlık vasfına ters düşer.

İşte Allah'ı kemal sıfatlarıyla bilmeyen, beşerî sıfatları O'na yakıştıran iddiacılar hiçbir zaman böylesine sakat ve yanlış bir inançla kurtuluşa ere­mezler. Kur'ân'da bilhassa buna parmak basılarak Allah'a ortak koşanlar uyarılıyor.

Belki belirtilen bu son derece sakıncalı iddialar, cahillere dinî taas­sup adına zevk verebilir. Ama bu zevk ne kadar sürer? Dünya hayati az bir geçimlik, çok kısa bir hazırlık dönemidir. Sonra da dönüş mutlaka Al­lah'adır. Artık O'nun katında ne. İsâ ve Üzeyir'in sanılan oğulluk mertebe­leri, ne de putların ve bâtıl ilâhların kayda değer bir yeri kalır. Hüküm bü­tünüyle Allah'a aittir. Allah'a oğul ve kız isnat edenlerin, yanında ne piddi bir delilleri, ne ortaya koyacakları bir hüccetleri, ne de kendilerini haklı çıkaracak bir belgeleri bulunacaktır. 68. âyette bu hususa dokunularak, «Bu iddianıza karşılık yanınızda hiçbir ilmî delil yoktur» denilerek Allah'a ortak koşanların, ileri sürdükleri iddialarını isbat etmeleri isteniliyor ki bu, ne dünyada, ne de âhirette mümkün olacaktır. [143]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, İnkarcıların birtakım yersiz iddiaları, ölçüsüz sa­taşmaları üzerinde duruldu. Cehalet ve taassuptan kaynaklanan bu gibi iddiaların her devirde ortaya atıldığına işaretle üzülmeğe deymîyeceği ha­tırlatıldı. Sonra da Allah'ın varlığına, birliğine, kudretinin yüceliğine delâ­let eden iki önemli belgeye yer verilerek beşer aklına seslenildi. Allah'a çocuk isnat edenlerin nasıl koyu bir cehalet içinde yüzdüklerine parmak basılarak yanlarında akıl, mantık ve ilimden yana ciddi hiçbir belge ve hüccetlerinin bulunmadığı belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, hakkın karşısına inat ve inkârla, cehalet ve taas­supla çıkanlara Nuh Peygamber'in kavmiyle olan mücadelesi hatırlatılıyor. İşin sonunun nereye varacağına işaretle ilâhî hükmün zamanı gelince te­celli edeceği haber veriliyor. [144]

 

Meâli :

 

71—  (Ey Peygamber!) O inkarcılara Nuh'un olaylı geçen haberini oku. O bir vakitler kavmine demişti ki: «Ey kavmim, eğer (aranızda) yer almam ve Allah'ın âyetleriyle öğüt vermem size ağır geliyorsa, ben ancak Allah'a güvenip dayanıyorum. Siz ne yapacağınızı ve ortak edindiklerinizi biraraya getirin, öyle ki, sonunda ne yapacağınız size tasa olup kalmasın, sonra da hükmünüzü hakkımda uygulayın ve bana hiç de süre tanımayın.

72— Eğer (benden ve öğütlerimden) yüzçevirirseniz, zaten ben siz­den bir ücret istemiş değilim; benim mükâfatım ancak Allah'a aittir ve ben müslimler (Hakk'a teslim olmuşlardan olmakla emrolundum.

73— Yine de onu yalanladılar, Biz onu ve gemide beraberindekilerin! kurtardık ve bu (kurtardıklarımızı) o (yok ettiklerimizin) yerine geçirdik; âyetlerimizi yalan sayanları boğduk. Artık sen o uyarılanların sonunun ne olduğuna bir bak!

74— Ondan sonra kendi kavimlerine Peygamberler gönderdik. Onlar da kavimlerine açık belgelerle, mu'cizelerle geldiler. Daha önce yalan say­dıklarına bakarak bir türlü imân eder olmadılar. İşte (ilâhî buyrukları din­lemeyip) haddi aşanların kalblerini böylece mühürleriz.

 

Nuh Peygamber'in Başından Geçenler

 

 Peygamber!) O İnkarcılara Nuh'un olaylı geçen haberini oku...»

Kur'ân-ı Kerîm'in taşıdığı yüksek ilâhî üslûp ve yöntemden biri de, hem birbiriyle ilgili, hem de değişik konulara sık sık geçiş sağlamaktır. Ni­tekim geçen âyetlerle inkarcı maddecilerin düşünce ve tutumları bir bir yerilirken hemen sonra Allah'ın varlığına, birliğine ve yüce kudretine delâ­let eden açık belgelere yer verildi. Böylece bir konudan diğer bir konuya geçilerek hem konular bütünleştirildi, hem de okuyana bıkkınlık gelme­mesi amaçlandı. Aynı zamanda müşriklerle çetin mücadeleler veren ve o yüzden çok sıkıntılı günler geçiren Peygamber (A.S.) Efendimiz ile arkadaşlarına, teselli etme babında geçmiş peygamber ve ümmetlerinin benzeri sıkıntılara uğradıkları ve çok yorucu, üzücü mücadeleler verdikleri hatır­latılıyor.

Konuyu bu açıdan incelediğimizde, onun hem değişiklik içinde, hem de bütünlük içinde olduğunu ve duyguları, düşünceleri berraklaştıracak bir akıcılıkla Hz. Peygamber'e ve arkadaşlarına yeni bir hız ve değişik bir azim ilham ettiğini görürüz.

Buna paralel olarak Peygambere (A.S.) karşı geiip ilâhî âyetleri ya­lanlayanlar) da korkutmak, yanlış yoldan döndürmek için gelip geçen üm­metlerden çoğunun aynı azgınlık ve bozgunculuk havası içinde hakkı ret ve inkâr etmeleri ve haktan yana olanlara işkencede bulunmaları sebe­biyle ilâhî azaba çarpıldıkları uyarıcı misal olarak veriliyor.

Bu konuda müşriklerle uzun yıllar uğraşıp didinen ve çok ağır suçla­malara mâruz kalan, sonunda ilâhî hükmün kahredici darbeleriyle kavmi helak edilen Nuh Peygamber'in (A.S.) kıssası hatırlatılıyor, aynı zamanda tarihin tekerrür ettiğine ve edeceğine atıflar yapılıyor.

Nuh kıssasının birkaç yerde değişik anlatım biçimleriyle ve önemli saf-halarıyla tekrarlanması, bu peygamberin ve başından geçen olayların Asya ve Afrika kıtalarında çok yaygın ölçüde bilinmesinden, ayrıca Tevrat'ın da bu olaydan geniş çapta bahsetmesinden kaynaklanmaktadır. Aynı zaman­da Nuh kıssası bir hikâye değil, milletlerin, ailelerin ve halka yol gösteren­lerin Öğüt ve ibret almalarını telkîn eden tarihî hakikattir.

Nuh Peygamber (A.S.) olayında önemli ve ibretli pasajlar:

a)  Nuh Peygamber, putperest müşrik olan, yani Allah'a ortak koşan ve O'nu inkâr eden büyük bir kavimle uzun yıllar aralıksız mücadele et­miştir.

b)  Müşriklerin alaylı sataşmalarına, tehdit ve hezeyanlarına yine aynı yıllar süresince sabretmiş, tek dayanağı ve güven kaynağı olan Allah'tan bir an olsun ümidini kesmemiş, görevini aksatmamıştır.

c)  Allah'ın âyetleriyle, duygu ve düşüncelere, sonra da akıl ve man-I tıklara seslenerek öğüt vermiş; yapıcı, yönlendirici telkinlerde bulunmuş-Itur.

d)  Onun bıkmak ve usanmak bilmeyen azm-ü gayreti karşısında müş­fikler bıkkınlık duymaya başlamışlar ve Nuh'un (A.S.) varlığı, aralarında bu­lunması onlara ağır gelmeye başlamıştır.

e)  Çevresinde inanan az kimselerin bulunmasına rağmen, sapık müş-Ikler doğru yolu seçerler diye bütün gücünü ve imkânlarını kullanmasını ihmal etmemiştir.

f)  Uzun yılların geride kalması ve görünürde fazla bir mesafenin ket-edilmemesi onu ümitsizliğe düşürmemiş, irşat ve teblîğ docK-"usunda at­tığı hakkın kıvılcımlarının bir gün büyük bir meşale olacağını düşünmüş, hiç değilse, geriye ibret alınacak çok şeyler bıraktığını farketmiştir.

Nitekim kutsal kitaplar bu büyük peygamberden ve onun uzun yıllara dayalı mücadelesinden etraflıca bahsetmektedirler ki, bu onun unutulma­masını sağlamıştır.

g)  Sonunda müşriklere açıktan meydan okuması çok dikkat çekicidir. Çünkü Nuh Peygamber (A.S.) ilâhî sünneti ve hükmü çok iyi bilenlerden biridir. Artık küfür ve azgınlığın belli kerteye gelip dayandığını görüyor, ne­ticesinin büyük bir azap ile noktalanacağını hissediyordu. O bakımdan son sözünü söylemiş ve son uyarısını büyük bir cesaret ve celâdetle ortaya koymuştur.

h) Bununla beraber hadlerini bilmeyen azgın müşriklerin bu meydan okumaya karşı bir çılgınlık yapmalarına meydan vermemek ve meydana gelince de kendileri için bir üzüntü ve tasa sebebi olmamak için iyi düşü­nüp ona göre karar vermelerini hatırlatmayı ihmal etmemiştir.

i) Birkaç yüzyıl Allah'ın emirlerini ve yasaklarını teblîğ ile görevli büyük bir peygamberin kimselerden az veya çok bir ücret talep etmediği ve almadığı ayrı bir fazîlet örneğidir ki, dinî yaymayı kendine hizmet bilen mürşitlerin bu konuda çok dikkatli olmalarına işaret vardır.

j) Her hâl-ü kârda Hakk'a teslimiyet gösterdiğini ve göstereceğini, al­dığı emrin de bu anlamda olduğunu tekrar tekrar ifade etmiştir.

Şüphesiz ki bu on kadar önemli husustan hemen her peygamberin Al­lah yolunda hizmet ederken sapmadığı bir vakıadır. Özellikle Sevgili Pey­gamberimiz Hz. Muhammed (A.S.) bunları fazlasıyla ortaya koymuş ve kıyamete kadar bütün din mürşitlerine, tebligatçilarına en sağlam ve en uygun kıstasları bırakmıştır. Başarının sırrı, bu maddeleri kendi nefsinde toplamaya azmedenlerden yanadır. Bâtıl da eninde sonunda silinip yok ol­maya mahkûmdur. Ancak hakkın ve bâtılın belirtilen noktaya erişmesi, ya­ni hakkın zafer bulup üstünlük sağlaması, bâtılın baş aşağı gelip silinme­si bazı şartların gerçekleşmesine bağlıdır. Yukarıda yaptığımız açıklama kısmen o şartları içermektedir.

Nuh Peygamber'in ibret ve öğüt dolu kıssasından sonra bir çok pey­gamberler peşpeşe gönderilmişse de, geçmiş olaylar çarçabuk unutuldu­ğundan, batıl yine hortlamış ve hakkın karşısına dikilerek çetin mücade­lelere neden olmuş, fakat tarih zaman zaman tekerrür ederek birçok kavtmler yerle bir edilmiştir,

Kur'ân'ı Kerîm'de sözü edilen ibretli olaylara sık sık temas edilmesi, önce Mekke müşriklerini uyarmaya, sonra da yaşamakta olan her inkarcı millet ve topluluğun akıl ve idrâkine seslenmeye ve geçmişten öğüt ve ibret almalarına yönelik bir tavsiyedir. [145]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, inkârı nifak ve şikakla, kin ve ihtirasla, ben­cillik ve tutuculukla birleştirip bütünleştiren Mekke müşrikleri ve sonra da inkarcı her grup uyarıldı. Aynı sakıncalı yolda yürüyen Nuh kavminin ha­zin akibeti perde perde yansıtıldı.

Aşağıdaki âyetlerle tarihin tekerrür ettiğine, ilâhî hükmün hiçbir za­man şaşmadığına delâlet eden Musa Peygamber ile Fir'avn kıssası önem­li bölümleriyle açıklanıyor. İsrâiloğullan'nın Mısır'da mâruz kaldıkları sı­kıntılı günlerin sonunda, Allah'a güvenip dayandıklarından ferahlatıcı gün­lerin geldiği hatırlatılarak mü'minlerin ancak Allah'a güvenip dayanmaları isteniyor ve başarının, kurtuluşun haktan yana olanların yüzüne güleceği­ne işaret ediliyor. [146]

 

Meali;

 

75—  Sonra onların ardından Musa ile Harun'u âyetlerimizle Fir'cv ve onun ileri gelen cemaatine gönderdik. (Allah'a imânı) gururlarına ye remediler. Zaten onlar suçlu günahkâr bir topluluk idi.

76—  Onlara bizim katımızdan hak gelince, «bu ancak açık bir sih dir» dediler.

77—  Musa; «size hak gelince böyle mi diyorsunuz? (İnsafla düşünü bu sihir midir? Oysa sihirbazlar umdukları kurtuluşa ve başarıya erişemd ler» dedi.

78—  Onlar, «bizi, babalarımızı üzerinde bulduğumuz (dinden ve % dan) çevirmek ve ikiniz için yeryüzünde büyüklük (liderlik ve önder!! sağlamak için mi bize geldin? İkinize de inanacak değiliz» dediler.

79—  Fir'avn, «bana ne kadar bilgili sihirbaz varsa hepsini getirin» ye emretti.

80—Sihirbazlar gelince, Musa onlara: «Atacağınızı atın! (Ortaya yacağınızı koyun)» dedi.                                                                              

81—  Onlar da atacaklarını atınca, Musa, «bu getirip ortaya kcy^u ğunuz sihirdir. Doğrusu Allah onu boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah f"' çıların (bozguncuların) işini düzeltmez» dedi.

82—  Suçlu günahkârlar hoşlanmasa bile Allah hakkı kendi sözleriy le gerçekleştirir.                                                                                                    

83— Fir'avn ve çevresindeki ileri gelen yandaşlarının, kendilerini fit' neye düşürür korkusuyla kavminin soyundan ancak bir kısmı Musa'yı imân etti. Çünkü Fir'avn o yerde oldukça üstündü ve o aşırı gidip hakk çiğneyenlerden idi.

84—  Musa, «Ey kavmim,» dedi, «eğer siz Allah'a imân ettiyseniz w teslimiyet de gösterdiyseniz, artık O'na güvenip dayanın.»

85—  Onlar da dediler ki: «Biz ancak Allah'a güvenip dayanmışızdır Ey Rabbimiz! bizi o zâlimlerin oluşturduğu kavme fitne kılma, (bizi onlaı sebebiyle fitne ve mihnete düsürm

Sonra onların ardından ısa ile Harun'u âyetlerimizle Fir'avn'a ve onun ileri gelen cemaatine rnderdik..»

Yine Hz. Muhammed'i (A.S.) ve cefakâr arkadaşlarını teselli etmek, a karşı gelen inkarcı bozguncuları uyarmak, mü'miniere yeterince mo-. vermek maksadıyla Nuh Peygamberin kıssasının özeti verildikten son-ı, Arap Yarımadasında az'-çok bilinen Musa ve Fir'avn kıssasının bir di-fger özeti ve önemli birkaç safhası veriliyor.

 

Musa Peygamber Kıssasının Bir Özeti

 

Kur'ân, diğer tarihî olayları naklettiğinde uyguladığı yöntem gereği, fir'avn kıssasını da burada en ibretli safhalarıyla, en çok düşündürücü ve ğüt alıcı yönleriyje nakletmektedir. Kıssanın tekrarında değişik cümlele-in, farklı kelimelerin ve başka başka safhaların kullanıfrr.ası, farklı hü-ümieri, değişik öğütleri ve yol gösterici metotları ortaya koymak içindir.

Konuya bu açıdan baktığımızda Musa Peygamber ile Fir'avn kıssa-ıdan alınacak öğüt ve ibretleri şöyle sıralayabiliriz :

1—  Musa ve Harun Peygamberler Allah'ın varlığına, birliğine, kudre-,in benzersizliğine ve sınırsızlığına delâlet eden açık belgelerle ve sus-rucu mu'cizelerle işe başlamışlardır. Zira o devirde sihirbaz ve büyücü­ce fazlasıyla ilgi gösterilir, onlar toplumun en seçkin insanları kabul edi-di. Hakkın karşısına çıkacak sihir ve büyüyü boşa çıkartmak gerekliydi. j da birtakım mu'cizefer izhâr etmekle mümkün olabilirdi. Böylece Musa'nın (A.S.) haklı bir davayla geldiğini isbat edecek; sihir, gözboyamadan ıret olduğu için sabun köpüğü gibi sönüp gidecek; mu'cizenin gözboya-îû olmadığı, sadece gerçeği yansıttığı anlaşılacaktı.

2—  liâhlık  sevdasıyla   halkını   iyice   köleleştiren  ve   İsrâiloğulları'na ikinci, hattâ üçüncü sınıf vatandaş muamelesini lâyık gören Fir avn'ın ve çevresindeki devlet ileri gelenlerinin imâna gelmesi, bütün Mısır halkının imân etmesini sağlayacağından, Musa ile kardeşi Harun (A.S.) önce bun­ları irşatla ve Hakk'a davetle işe başladılar.

Mekke'de ise, durum çok farklıydı; ora halkını köleleştiren bir Fir'avn yoktu. Bununla beraber nefisleri Fir'avn nefsine benzerlik gösteren bir-Cok kabile reisleri ve zenginler vardı. Bununla beraber, güçlü bir kabileye mensup olan Hz. Muhammed (A.S.), aldığı emir uyarınca, önce kendi ya­kınlarının ileri gelenlerini ve Kureyş ulularını imâna davetle işe başladı. Sonuç alamayınca, merkezi bırakıp çevreyi irşada çalıştı. Çünkü Allah'ın en son mesajı olan İslâmiyet, Mekkeli azgınların birtakım menfaatlarını ze­deliyor, aşırılıklarının önüne bir set koyuyordu. O bakımdan İslâmiyet on­ların istedikleri gibi yaşamalarına tam bir engel kabul ediliyor, ne paha­sına olursa olsun bu engel kuvvet bulmasını istemiyorlardı. İşte fırtına­nın asıl sebeplerinden biri bu idi. Onun için Resûlüilah'ın (A.S.) karşısına ilk çıkanlar, tuğyan edip hakkı susturmaya çalışanlar bunlar olmuştu. Bu bakımdan da Fir'avn kıssasıyla bir benzerlik arzetmektedir.

Hakkı yalanlamak, onu kabul etmekten daha kolay gelmişti. Onun için Fir'avn ve çevresi, akıl ve mantıklarıyla değil, duygularıyla ortaya çı­kıp Musa ve kardeşi Harun'u (A.S.) susturmak istemişlerdi. Musa Pey­gamberin (A.S.) ortaya koyduğu mu'cizeye bir çırpıda sihir deyip işin için­den çıkmayı ve onu sihirbazlarla karşılaştırıp tesirsiz hale getirmeyi, halkın gözünden ve gönlünden düşürmeyi uygun bulmuşlardı.

. Mekke ileri gelenleri de aynı kolay yolu ve yöntemi tercih etmiş, Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz'in getirdiği İlâhî âyetlere ve susturucu mu'cizelere sihir ve büyü demişlerdi. Böylece tarih bir daha tekerrür etmeye başlamıştı.

. 5— Sihir ve büyü, hakikati değiştirmez. Sihirbazla büyücü asla felah bulmaz. Çünkü bu ikisi de ruhî birtakım tesirlerle gözlen boyamakta ve yine ruhî bir faaliyetle karşısındakileri bir süre manevî tesir altına alabil-mekteler. Mu'cİze ise, ortadan sebep ve illetleri, câri kanunları iptal eder, sebepsiz ve illetsiz harikulade bir olayla ortaya çıkar. Bu, yukarıda da be­lirttiğimiz gibi, ne göz boyamadır, ne de manevî tesir meydana getirip ruh­lar üzerinde geçici bir baskı oluşturmaktadır; bütünüyle ilâhî kudreti yan­sıtmakta ve ortaya çıkan olayın beşer kudretinin ötesinde bulunduğunu göstermektedir. Aynı zamanda mu'cizeyle, sebepler zinciri bir ara orta­dan kaldırılmakta, böylece bu ilâhî tecelli Allah'a imânı, güzel ahlâkı, fa­zilet ve hakseverliği telkîn etmektedir. Sihir ve büyüde ise, ahlâk, fazilet ve imânın yeri yoktur. O bakımdan mu'cizeyle sihir arasında hem mahiyet, hem gaye, hem de netice bakımından büyük farklar söz konusudur.

6— Tahttan düşme, zalimce bir idareyi elden kaçırma gibi birtakım endişelerin doğması, hakkı kabule engel olmaktadır. O bakımdan insanı lâyık olduğu şerefli düzeye getiren, kula kul olma zilletinden kurtaran, in­sanca yaşamayı öğretip emreden, sadece Allah'a ibâdet etmeyi insana yakıştıran hak dini, bu doğrultuda olmayan bir kralın veya kabile reisinin, ya da zengin azgının benimsemesi pek düşünülemez. Nitekim Fir'avn'ın Musa'ya (A.S.) karşı bütün gazap ve nefretlyle çıkmasının; Ebû Cehl ve avanesinin büfün azgınlık ve küstahlıklarıyla Hz. Muhammed'i (A.S.) tesir­siz hale getirmeye çalışmalarının altında belirttiğimiz nefsanî arzu ve duy­gular yatmaktadır.

Kur'ân'ın beyânına göre, Fir'avn ve avanesi, Musa ile Harun Peygam­berlerin, Mısır'da yeni bir sistem ve idare getirip baş olmak İstediklerini düşünerek onlardan ürkmüş ve bu yüzden vücutlarını ortadan kaldırmayı bile düşünmüşlerdi. Mekke'de Ebû Gehl ve arkadaşları da buna benzer birtakım endişeler izhar ederek Hz. Muhammed'in (A.S.) vücudunu ortadan kaldırmayı planlamışlardı. Böylece insanoğlunun makam ve saltanata olan tutkusu, onu hak yolundan bile çekip almakta, zulüm ve işkencede bulun­masını mubah saydırmaktadır.

7— Ataların yolunda yürümek ve onların inanç, adet ve gelenekleri­ne bağlı kalıp yaşamak, insanların çoğu konularda muhafazakâr bir ruha sahip bulunduklarını gösterir. O nedenle bir ülkede köklü bir inkılâp yap­mak çok zordur; her şeyden önce yılların mücadelesini gerektirir. Musa Peygamberin (A.S.) Mısır'daki mücadelesi ve Fir'avn'ın, İsrâiloğulları'ndan yeni doğan her erkek çocuğu imha kararı, yapılacak inkılâbın ne kadar zor aşamalardan geçeceğinin açık delillerinden biridir. Hz. M^.ammed'in (A.S.) Mekke'de uğradığı haksızlık, işkence ve iftiraların aralıksız devamı; mü'minlerden iki önemli grubun kendi öz yurtlarını terkedip Habeşistan'a hicret etmek zorunda kalmaları, İslâm'ın yapmak istediği büyük inkılâbın tabii neticeleridir.

8—  Her şeye rağmen hakkı savunanların, Allah yolunda Resûlüliah'-ın (A.S.) yöntemiyle hizmet edenlerin eninde, sonunda başarıya erişecek­lerinde şüphe yoktur. Zira hak üstündür ve sırası gelince bu üstünlüğü izhâr eder. Nitekim hak olan Musa Peygamberin (A.S.) mu'aizelerinin, bâ­tıl olan sihir ve büyücülüğü alt etmesi bunun misallerinden biridir. Sonra da zenginler ve ileri gelenler tarafından hor ve hakir edilen, önemsenmi-yen, değer verilmeyen zavallı köle ve fakirlerin imân ve İslâm aşkı ve ru­huyla güçlenip Mekke'yi fethetmeleri, hakkın zaferinin en parlak örnek­lerinden biridir. Suçlu, azılı günahkârlar; inatçı putperestler hoşlanmasa bile Allah mutlaka hakkı hedefine ulaştırır.

9—  Peygambere, Allah'tan getirdiği dine, önce daha cok zayıflar, fa­kirler ve köleler inanır. Musa (A.S.) devrinde de, Hz. Muhammed (A.S.) za­manında da bu hep böyle olmuştur. Cenâb-ı Hak, kücümsenip itilen bu in­sanları imân devletiyle şereflendirerek, mal ve makam azizliğinden başka bir azizlik tanımayan gözü dönmüş maddecileri alaşağı etmiştir.

10— imân edip Allah'ın dinine sahip çıkanları, unutmayalım ki büyük tehlikeler beklemektedir. Zira nîmetin büyüklüğü kendine orantılı külfet­leri beraberinde getirir. O halde bir fâni için en büyük saadet olan, Allah'a dosdoğru imân ve o temel üzerinde işlenen amel-i sâlih, elbetteki külfet­siz ve meşakkatsiz vücut bulmaz. Onun için o yüksek nîmete erişince, Al­lah'a güvenip dayanmak, O'na karşı tam teslimiyet ve mahviyet İçinde bulunup kulluk görevini yerine getirmek şarttır. Aksi halde nimetin zevkini almadan onu kaybetme tehlikesiyle karşılaşmak mukadder olabilir. Musa Peygamberin, (A.S.) imân eden arkadaşlarına tevekkül ve teslimiyet telkin etmesinin sebeplerinden biri işte budur. Dolayısıyla Resûlüllah (A.S.) Efen­dimizin yolunda yürüyenlere ölçü, model ve kıstas veriliyor.

11— Küfrün ve onu savunanların fitne ve saldırılarına maruz kalma­mak ve onların şerrinden kurtulabilmek için de duanın yeri ve önemi el-betteki çok büyüktür. Musa (A.S.)ın arkadaşları bu yolda duâ etmişlerdi. Cenâb-ı Hak onların duasını kabul buyurdu da Kızıldeniz onlara açılıp yol verdi, imha etmek için takibe koyulan Fir'avn ve askerleri ise, boğulup im­ha edildi.

Çünkü o ortamda İsrâiloğulları'nın Mısır'ı terkedip başka bir ülkeye hicret etmeleri zorunlu bir noktaya gelip dayanmış ve Allah'tan başka da yardımcıları kalmamıştı. Allah'a olan güvenleri tamdı; Musa Peygamberin öncülüğüyle yola çıktıklarında duâ ve niyazda bulundular, Fir'avn ve ava-nesinin şerrinden O'na sığındılar. Böylece İsrâiloğulları, imân doğrultusun­da beşer için ayrılan imkân sınırına gelip dayanmışlar ve Allah'ın yardımı­nı dilemişlerdi. Sonuç belli..

Kur'ân, tarihî bir olayın ibretli safhalarını naklederken, Muhammed (A.S.)ın yolunda ve izinde kendini hak dine verenlere en güzel misal ve kıstası veriyor. [147]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile O'nun yo­lunda ve izinde yürüyenler teselli edilerek tarihin tekerrür edeceği hatırla­tıldı ve Musa (A.S.) iie Fira'vn kıssası misal verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, mü'minleri imhaya niyetlenen Fir'avn'ın şerrin­den korunabilmek için herkesin kendi evini bir mabet kılıp kıblesini belir­leyerek ibâdet etmesi, toplu halde biraraya gelerek şüpheleri büyütme­meleri emredildiğinden söz ediliyor ve Fir'avn ile avanesinin imânından ümidini kesen Musa Peygamberin (A.S.) Allah'a el kaldırıp beddua ettiği­ne dikkatler çekiliyor. Sonra da yapılan duaların kabul edildiği belirtilerek bâtılın ve başvurduğu azgınlık ve tuğyanın yakında başaşağı geleceği ha­ber veriliyor. Denizde boğulacak Fir'avn'ın cesedinin kıyıya yüksekçe bir yere atılacağı ve bunun bir ibret belgesi anlamında kalacağı açıklanıyor. [148]

 

Meali:

 

87— Musa ile kardeşi Harun'a: «Mısır'da kendi kavimlerinize evler ha­zırlayın, evlerinizi kıbleye yönelik yapın, namazınızı da kılın» diye variyet­tik. Artık sen mü'minleri müjdele.

88—  Musa, «Ey Rabbimiz,» dedi, «doğrusu sen Fir'avn'a ve iteri ge­len cemaatine dünya hayatında zînet ve mallar verdin. Rabbimi bunu se­nin yolundan saptırsınlar diye mi verdin? Ey Rabbimiz! onların mallarını sil-süpür de belirsiz hale getir; kalblerini sık da sık. O elim azabı görme­dikçe (belli ki) onlar inanmıyacaklardır.»

89—  Allah, «ikinizin de duası kabul olundu. Doğrulukta (doğru yolda yürümekte) devam edin ve sakın (o kendini ve Hakk'ı) bilmezlerin yoluna uymayın!» buyurdu.

90—  İsrâiloğulları'nı denizden geçirdik; Fir'avn ve askerleri zulüm ve düşmanlık (izhar ederek) onları takibe koyuldular. Sonunda Fir'avn bo­ğulma derecesine gelince (şöyle) dedi: «İsrâiloğulları'nın inandığı Allah'tan başka ilâh olmadığına inandım ve ben artık (O'na) teslimiyet gösterenler­denim!»

91—  Şimdi mi imân ettin? Oysa önce isyan ettin ve fesatçılardan ol­dun, (değil mi?)

92—  Senden sonrakilere (ibret ve öğüt alınacak tarihî) bir belge ol­mak için bugün senin bedenini kıyıya yüksekçe bir yere atacağız. Çünkü insanların çoğu bizim âyetlerimizden cidden gafildirler.

 

Evlerin Kıbleye Yönelik Bulunması

 

«Evlerinizi kıbleye yönelik yapın, nama-zınızı da kılın..»

Ayetin zahirî delâletinden, namaz ibâdetinin her peygambere emredil-diği ve Musa (A.S.) ile ona inanan İsrâiloğulları'nın da namaz kıldıkları an­laşılıyor. O halde namazsız, zekâtsız bir hak din düşünmemiz mümkün de­ğildir. Çünkü namaz Allah ile kulları arasında en işlek yol, en sağlam köp­rü sayılır.

Ayrıca hemen her devirde namaz kılanların, kendilerine belirlenmiş bir cihete yönelerek bu ibâdeti yerine getirmelerini de ilgili âyetin anlatı­mından öğrenmiş oluyoruz.

Fir'avn, İsrâiloğulları'nı toplu halde katletmeyi plânlamış bulunuyordu. O halde İsrâiloğulları'nın mâbedlerde toplanıp cemaat halinde ibâdet et­meleri birtakım sakıncalı sonuçlar doğurabilirdi. Bir ön tedbir olarak her­kes evini bir bakıma mabet haline getirecek ve kıbleyi belirleyerek, evler­de cemaat olup, ibâdetini yerine getirecekti. Çünkü gerek sıkıntılı, gerek neşeli; gerek bolluk, gerekse darlık günlerinde insanın mutlaka ibâdete ve cemaate ihtiyacı vardır. O her bakımdan mânevi bir silâh, ilâhî destek ve güvendir.

İsrâiloğulları'nın kıblesi, neresi olabilirdi? Kur'ân ilgili âyetlerde bunu açıklamamıştır. Ancak yeryüzüne Allah'a ibâdet için ilk konulan mabedin, kutsal Kabe olduğunu biliyoruz. Kur'ân'da Âl-i İmrân 96. âyetle bu husus çok net bir anlatımla belirtilmiştir. O halde Musa (A.S.)ın şeriatında kuv­vetli bir ihtimalle kıble, Kabe idi. Nitekim Kur'ân'ın ilk müfessiri İbn Abbas (R.A.), «Şüphesiz ki Kabe Musa ile Harun'un kıblesi idi», demiştir. Tabtîn'-den Mücahit de aynı görüştedir. [149]

Diğer yandan, Musa şeriatında namaz ve benzeri ibâdetlerin herhal­de mabetlerde yapılması emredilmiştir. Fir'avn'ın imha plânı sezilince, ev­lerde cemaat halinde ibâdet etmeğe ruhsat verilmiştir.

İsrâiloğullan'nın kıblesinin Beytü'l-Makdis olduğunu söyleyenler ol­muşsa da buna bir dayanak tesbit edilememiştir. [150][151]

 

Namazın Sağladığı Güven Ve Dayanışma

 

«Namazınızı da kılın, diye vahyettik. Artık sen mü'minleri müjdele.»

Mısır'da evler hazırlanmasıyla ilgili ilâhî emirden birkaç mâna anla­şılmaktadır :

a) Isrâiioğulları Mısır'da ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorlardı. En ağır işlerde çalıştırılıyor, bir karın tokluğuna Fir'avn'a hizmet ediyor­lardı. O bakımdan Mısır'ın kendilerine vatan olamıyacağına, er-geç ora­dan başka bir ülkeye hicret etmelerinin gereğine inanıyorlar ve o bakım­dan düzenli bir hayata özenmiyorlar, bir bakıma yerleşim yerlerinde eğre­ti duruyorlardı. Allah'ın muradı ise, onların düşündüğü veya sandığı doğ- rultuda tecelli etmiyecek, Mısır'ı azgın kâfirlerden temizleyip onlara vatan kılacaktı. Onun için tam eyleşik durumuna geçmeleri ve kendilerine huzur verecek evler inşa etmeleri emredildi.

b)  İkinci bir yorum ise, şöyledir: İbâdet için evler (mabetler) hazır­lanması emredildi. Çünkü yakın gelecekte İsrâiloğullan'nm o mabetlere büyük ihtiyaçları olacak; aynı zamanda Allah'ın onlardan yana yardımcı olduğunu isbatlayacak birer tarihî belge olarak o mabetler kalacaktı.

c)  Diğer bir yorum da şöyledir: Mısır'da yapılan mabetler, evlerinde ibâdet edenler için kıble o|arak belirlenmiş ve böylece kalbler mabede bağlanarak bütünleştirilmiştir.

Böylece gerek mabet, gerekse kıble ve namaz mü'minler için güven, huzur ve ümit kaynağı olmuştur.

d)  Fir'avn, İsrâiloğulları'na karşı çok katı ve zalimane bir tutum içine girmişti. Gittikçe çoğalan bir kavimden endişe duymaya ve gelecek gün­lerin neler doğuracağından kuşkulanmaya başlamıştı. O bakımdan İsrâil-oğulian'nın nüfus artışını durdurmaya karar vermişti. Doğacak her erkek çocuğu imha edecek, kız çocuklarına dokunmayacaktı. Nitekim bu kara­rını uygulama safhasına korken, Musa Peygamber de yeni doğan çocuk­lar arasında bulunuyordu. Yıllar birbirini kovalarken Musa Peygamber bü­yüdü ve ilâhî emirle İsrâiloğullan'nm başına geçti. Olaylar gün geçtikçe gelişme kaydederek Fir'avn ve yandaşlarını iyice ürkütmeye başladılar. O kadar ki İsrâiloğullan'nm toplu halde mabetlerde toplanmasına tahammül edemiyerek, ibâdet yerlerini yıktırdılar. Şüphesiz ki Fir'avn'm bu davranışı belki de zulüm ve azgınlığın, hırçınlık ve kabalığın en çirkini ve en küstah-çası idi. Zira hak dine bağlı olanların manevî çatısını ve gönül birliğini top­lu halde ibâdet, özellikle de namaz sağlıyordu. İsrâiloğulları bu feyizden mahrum edilince, birlik ruhu zayıflamaya başladı, derken Cenâb-ı Hak on­lara yeniden bir imân ve ibadet aksiyonu vermek istedi;, evlerini kıbleye (Kabe'ye veya Kudüs'e) yönelik yapmalarını ve bundan böyle kendi evle­rinde namaz kılmalarını, ibâdetlerini yerine getirmelerini emretti. Zira İs­râiloğulları o güne kadar normal ibâdetlerini sadece mabetlerde yerine getirirlerdi. Onlara bu konuda bir genişlik ve kolaylık gösterildi.

Bu da Hakk'ın üstün geleceğine, bâtılın yok edileceğine ve mü'minle-rin kurtulacağına bir işaretti. Nitekim 87. âyetin sonunda bu işarete delâ­let eden şu emrin Musa'ya verildiği açıklanıyor: «Artik sen mü'minieri müj­dele!.» Aynı zamanda bu emirle, Mekke'de çok zor günler geçirmekte olan Ashab-ı Kirâm'a da müjde verilerek kurtuluşun ve aydınlık günlerin yakın olduğuna işaret ediliyordu.

İsrâiloğulları'na emredilen namazın şekil ve keyfiyeti hakkında kayda-değer bir rivayet elimizde yoktur. Bilinen tek şey, her peygambere namaz ibâdetinin emredilmesidir. [152]

 

Musa Peygamberin Şirretliğe Karşı Tepkisi

 

«Musa, Ey Rabbimiz, dedi. Doğrusu sen Fir'avn'a ve ileri gelen cemaati­ne dünya hayatında zînet ve mallar verdin. Rabbım! bunu senin yolun­dan (halkı) saptırsınlar diye mi verdin?»

Fir'avn, İsrâiloğulları'na hiçbir hak ve vecîbe tanımayınca, ibâdetleri­ne bile müdahale.edip mabetlerini yıkacak kadar ileri gidince, doğuştan sert mizaçlı olan Musa Peygamberin ruhundan fışkıran tepki, ona ilgili âyette mealini verdiğimiz sözleri söyletmişti. Aslında bu sözler gerçeği ifâde ediyordu. Çünkü inkarcı nankörlerin tek dayanağı, mal ve makamdır; öylesinin malı çoğaldıkça azgınlığı ve inkârı da artar.

Musa Peygamber (A.S.), ilâhî sünneti çok iyi bilen bir peygamberdi. Olayların seyri, Fir'avn'm imân etmiyeceğini gösteriyordu. Çünkü en az bir yumuşama şöyle dursun, her gecen gün o, zulüm ve tuğyanını artırıyor; Hakk'ın nurunu söndürmek için plânlar hazırlıyordu. O bakımdan Musa Peygamber, ilâhî hükmün inmesinin yakın olduğunu seziyor ve insanlara bunca zulmeden Fir'avn aleyhine şöyle duâ ediyordu : «Ey Rabbimiz! on­ların mallarını sil-süpür de belirsiz hale getir; kalblerini sık da sık. O elîm azabı görmedikçe (belli ki) onlar inanmayacaklardır.» [153]

 

Doğrulukta Ve Doğru Yolda Devam Etmek

 

«Allah, ikinizin de duası kabul olundu. Doğrulukta (doğru yolda yürümekte) devam edin ve sakın (o kendini ve Hakk'ı) bilmezlerin yoluna uymayın! buyurdu.»

İlgili âyetle önemli bir noktaya parmak basılıyor; Dualar kabul olundu, nişlerinizden sıyrılın, doğrulukta ve doğru yolda akıl ve imân rehberliğinde devam edin, deniliyor.

Böylece en azılı düşmana karşı bile olsa hissin tesiri altında söz söy­lemenin ve davranmanın fazla bir yarar sağlamıyacağina işaret ediliyor. İmanla birleşip ilâhî vahiyle desteklenen aktın rehberliğine aynca gizli bir atıf söz konusır oluyor.

«Sakın (o kendini ve Hakk'ı) bilmezlerin yoluna uymayın!» cümlesi, bu gerçeği açıklıyor. Zira gerek Fir'avn, gerekse devlet erkânı tamamen duy­gusal davranıyorlardı; aklın ve sağlam mantığın yolunu seçmiyorlardı. O

yüzden çok zulümde bulundular, haksızlığı kendilerine sanat edindiler. Ce-nâb-ı Hak, mü'minlerin böyle duygusal davranıp vahyin ışığından uzaklaş­malarının, imân cevherine ve insan olma mertebesine ters düşeceğini bil­dirdi. İnkârla birleşen hissin felâkete, imân ve doğrulukla birleşen aklın saadete götüreceği bir defa daha kalb ve kafalara işlendi. [154]

 

Denizin Yol Vermesi

 

 «İsrâiloğulları'm denizden geçirdik.»

Kur'ân burada «denizden geçirdik» cümlesiyle tarihî bir olayı açıklar­ken bunun Nif veya başka bir ırmak olma ihtimalini kaldırıyor. Zira ba h r ismi, büyük çapta tuzlu suyu ifade eder. Kamus müellifi, el-Besair'de, bahr: geniş bir yerde çokça toplanan su manasına konulmuş bir isimdir, demiş­tir. Genellikle çok miktarda tuzlu su hakkında daha çok yaygın bir isim olduğunda ise şüphe yoktur. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm: 25/53. âyette bahr, hem tuzlu acı, hem de tatlı içimi kolay su hakkında kullanılmışsa da, bu­rada tağlîb kaidesi söz konusudur, gâlib olan acı tuziu su olduğuna göre, iki su birarada anılınca her ikisine birden bahr denilmiştir, tıpkı güneşle ay birarada anıldığında, «Kamere^n» denildiği gibi.. Göle de -çokça su top­landığı için- bahr denildiği vâkidir. O bakımdan biz bu İsmi «deniz» olarak dilimize çevirdik ve İsrâiloğulları'nın geçirildiği tuzlu acı çokça suyun Kı-zıldeniz olduğunu belirttik. Aynı zamanda Mısır'la Kudüs arasında Kızıl-deniz bulunuyor.

Böylece Allah'ın va'di yerine geldi, mucize tecelli etti; Hakk'ın kudret ve inayeti sabreden, namaz kılıp Allah'a güvenen milletten yana yöneldi: Kızıldeniz açılıp Allah'ın kullarına yol verdi. Arkalarından kendilerini takibe koyulan, aynı zamanda zulüm ve düşmanlık için kin ve ihtirasıyla gelen Fİr'avn ve askerleri açılan bu geçitte boğularak silindiler. Kaza geiince gözler kör olur, derler ya, Fir'avn ve yandaşları da Kızıldeniz'in ilâhî bir mucize olarak mü'minlere açılıp yol verdiğini düşünemediler ve kendileri için böyle bir mucizenin hiçbir zaman söz konusu olamıyacağını hesaba katamadılar ve sanki deniz onlara yol vermek için kendiliğinden açılmış duygusuyla hep birlikte geçmeye kalkıştılar, derken bir anda sular kale misali üzerlerine yıkılıp Kızıldeniz hepsine mezar oluverdi.

Fir'avn tam boğulacağı sırada gerçeği anladı, ama neden sonra, olan olmuş, bütün fırsatlar elden çıkmış bulunuyordu. Ölüm anındaki imânın ona bir fayda sağiamıyacağı kesindi. Zira ümitsizlik anındaki imânın bir değeri yoktur.

Fir'avn'ın cesedi, kendisinden sonrakilere de bir ibret, tarihî bir belge olmak üzere kıyıya tümsekçe bir yere atılıverdi. [155]

 

Neden Fir'avn'ın İmanı Kabul Edilmedi?

 

Gerçi biz yukarıda bunu kısmen olsun açıkladık, ama konunun öne­mini düşünerek ilim adamlarının Kur'ân ve hadîslerin ışığında tesbit et­tikleri dört maddeyi nakletmeyi faydalı bulduk :

1—  Fir'avn anoak ölümle sonuçlanacak ilâhî azap ile burunburuna geldiğinde inanmıştır. Oysa ümitlerin böyle kesilip son bulduğu bir za­man parçası içinde imân makbul değildir.

2—  Fir'avn içine düştüğü felâketten kurtulmak için bu yola başvur­muştur. Amacı Allah'ın varlığını ve birliğini ikrar, kudretinin ve azametinin mutlak üstünlüğünü teslim değil, zevahiri kurtarmaktı.

3—  Ayrıca onun bu ikrarı tam bir taklit havası içindeydi. Nitekim 90. âyette onun şöyle dediği açıklanmaktadır: «Sonunda Fir'avn boğulma de­recesine gelince (şöyle) dedi: İsrâiloğulları'nın inandığı Allah'tan başka ilâh olmadığına inandım ve ben artık (O'na) teslimiyet gösterenlerdenim.»

4—  Fir'avn Allah'a inandığını söylerken Musa Peygamberin peygam­berliğini tasdîka yanaşmamış, İsrâiloğulları'nın inandığı Allah demiş, Mu­sa Peygamber'in Rabbına dememiştir. [156]

 

Iı. Ramses'in Mumyası

 

Musa Peygamberi tasdîk etmiyen ve İsrâiloğullan'na zulmedip onla­ra ikinci sınıf vatandaş muamelesini reva gören ve kendini Mısırlıların tanrısı olarak ilân eden Fir'avn'ın asıl adı nedir? Çünkü Fir'avn, eski Mısır hükümdarlarına verilen addır. Hemen hemen Milâdî yılların basma kadar gelen firavunluk devrinde Mısır'da 32 fir'avn hanedanı hüküm sürmüştür.

Ramseslere gelince, bu, 12 Mısır firavununun adıdır. En önemlileri 19. sülâleden Ramses I, Ramses II ile 20. sülâlenin kurucusu olan Ramses Hl'tür. Ramses I, 19. sülâlenin kurucusudur, 2 yıl hüküm sürmüştür. Bu sülâlenin en tanınmış firavunlarından biri de Sezostris diye de anılan Ram­ses ll'dir. M.Ö. 1295-1225 yıllan arasında hüküm sürmüştür. Teb mabedi ile L u k s o r sarayının avlusunu yaptıran odur. Zamanında başka eser­ler de yaptırmıştır. 20. sülâlenin kurucusu olan Ramses III ise M.Ö. 1199-1167 yılları arasında 32 yıl hüküm sürmüştür. Büyük Amon tapınağını yap­tıran odur.

Musa Peygamberi Mısır'da tedirgin edip ülkeyi terketmesine kadar zulüm ve tuğyanını sürdüren, İsrâiloğullan'nın erkek çocuklarını öldürt­mek suretiyle soy kırımını emreden Fir'avn'nın kaçıncı Ramses olduğu hak­kında bazı farkiı görüş ve tesbitler vardır. Ancak Musa Peygamberin M.Ö. XIII. asırda yaşadığına bakılırsa, bunun II. Ramses olduğu ağırlık kazanır. İlgili 92. âyette «Senden sonrakilere (ibret ve öğüt alınacak tarihî) bir bel­ge olmak için bugün senin bedenini kıyıya yüksekçe bir yere atacağız.» buyurulmaktadır ki, bundan Kızıldeniz'de boğulan Fir'avn'ın cesedinin ta­rihî bir belge ve sonrakilere bir ibret-i müessire olmak üzere tümsekçe bir yere atıldığı anlaşılmaktadır. Mısır müzesinde hâlen korunan mumyalan­dırılmış cesetler arasında II. Ramses'in mumyası da bulunuyor.

Son birkaç yıl önce İngiliz arkeologlarının Kızıldeniz sahilinde yap­tıktan kazılar neticesi, kendiliğinden mumyalanmış bir insan cesedi ortaya çıkarmaları bazı ihtimallerin doğmasına neden olmuşsa da, onun sözü edilen Fir'avn'a ait olduğunu isbat eden hiçbir belge elde edilememiştir. O bakımdan II. Ramses'in mumyası, her türlü ihtimale kapı açmayacak ka­dar kesinlik arzetmektedir.

Allah daha iyisini ve daha doğrusunu bilir..

Bu konuda ayrıoa, Britanya müzesinde korunan Eski Mısır'a ait papü-rüslerde Fir'avn ile Hz. Musa hakkında yazılı tarihî belgeyi A'raf sûresi 103-126. âyetlerin tefsirinde açıklamış bulunuyoruz, oraya bakılması tavsiye olunur. [157]

 

Musa Peygamber İle Fir'avn Olayında Yer Alan İlâhi Mesajlar

 

1—  Namaz mü'minlerin en kudretli irfan kaynağı ve ruhlarının değiş-miyen gıdasıdır

2—  Her peygambere namaz emredilmiştir. Çünkü namazsız, duâsız

hak din indirilmemiştir,

3—  Maddeci inkarcıların iki dayanak ve kaynakları vardır: Madde ve makam.,

Nitekim Fir'avnlar devrinden kalma kabirlerde çeşitli zinet eşyasına ve kıymetli madenlere rastlanmaktadır.

4—  İnkarcı zâlimlerin Hakk'a karşı tutumları bütünüyle hissidir; ak­lın ve sağlam mantığın rehberliği yoktur. O halde mü'minlerin kişisel his­lerinden sıyrılıp imânla birleşen akıllarını rehber edinmeleri gerekir.

5—  Allah'a güvenip dayanan, zulüm ve düşmanlığa karşı göğüs ge­rip sabredenlerin başarıya erişmeleri, ilâhî inayete mazhar olmaları söz konusudur.

6—  İmân temeli üzerinde yükselen hak ve adaletin zaferi, küfrün ve şirkin bütün engellerini aşacak kudrettedir. Bu zafer mutlak anlamda in­sanlığa mutluluk, huzur ve istikrar getirir.

7—  Küfür temeli üzerinde yükselen ahlâksızlığın, şımarıklık ve azgın­lığın sonu felâkettir. Bu, belirlenen kerteye geldiğinde ilâhî hüküm hiçbir engel tanımadan iner.

8—  Her türlü ümitlerin kesildiği, Allah'tan başka yardımcı bulunma­dığı bir sırada, daha önce imân etmemişse, kişinin dönüş yapıp imân et­mesinin hiçbir değeri yoktur.

9—  Ulu'l-azm'den olan Musa Peygamber gibi büyük bir nebinin kar­şısına çıkıp zulüm ve işkencenin her türlüsünü mü'minlere reva gören, bu da yetmiyormuş gibi, bir de kendini ilâh ilân eden Fir'avn'ın cesedinin kay­bolmaktan kurtarılması, Allah'ın yüce kudretinin ibret dolu tecellilerinden biridir.

Şüphesiz ki bu olay ve Kur'ân'ın verdiği en sağlam bilgi, Kur'ân'ın Al­lah tarafından indirildiğinin bir başka delil ve belgesi sayılır.

10—  İlâhi âyetlerden gafil olanlar için II. Ramses (Fir'avn)ın mumyalı bedeni uyarıcı bir belgedir. [158]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle hakla bâtılın tarihî mücadelelerinden önem­li, bir bölümün ibret dolu neticesi verildi. Hakk'a karşı gelip doğru yolu seç­meyen azgın inkarcıların hazîn akibeti hakkında bilgi verildi.

Aşağıdaki âyetle, haktan yana olan İsrâiloğullan'nın ilâhî inayete maz­har kılınıp Fir'avn'ın zulmünden kurtulduktan sonra huzur ve güven dolu günler yaşadıkları hatırlatılıyor; özellikle Davud ve Süleyman Peygamber döneminde altın devri yaşadıklarına işaret ediliyor ve son peygamber Hz. Muhammed'in (A.S.) gönderilmesiyle Yahudîlerde yine bir başkalaşma­nın meydana geldiğine dikkat çekiliyor; kendilerinden olmayan bir pey­gambere karşı olumsuz yönde tavır değiştirmelerinin nedeni üzerinde du­ruluyor. Yahudilerin İslâm'a ve Kur'ân'a karşı muhalefetlerinin sürüp gi­deceği bildirilerek meselenin Âhiret'te çözüleceği haber veriliyor. [159]

 

Meali:

 

93— And olsun ki, İsrâlloğulları'nı güzelce elverişli ve huzurlu bir ye­re yerleştirdik ve onları temiz ve nezih şeylerden rızıklandırdık. Kendileri­ne ilim (Kur'ân) gelinceye kadar görüş ayrılığında bulunmadılar. Şüphesiz ki Rabbın onların ayrılığa düştükleri hususta Kıyamet günü aralarında hük­münü verecektir.

 

Sıkıntıdan Sonra Genişlik

 

«And olsun ki, Jsrâiloğulları'nı güzelce elverişli ve huzurlu bir yere yerleştirdik.»

Isrâiloğulları, Musa Peygamberin başkanlık ve rehberliğinde Fir'avn'ın zulmünden ve ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmekten kurtulmak .için çetin bir mücadele verdiler ve o yüzden çok sıkıntılı günler geçirdiler. Mu­sa Peygamber aldığı vahiy gereği Mısır'dan ayrılmayı, daha doğrusu hic­ret etmeyi plânladı ve kavmiyle birlikte Filistin'e doğru yola çıktılar. Tabii bu arada Sina çölünü geçerken çok zorluk ve meşakkat çektiler. Yılların peşpeşe getirdiği bunca külfetin bir nîmeti, sıkıntının bir genişliği, üzüntü­nün bir ferahlığı olmalıydı. Nitekim Cenâb-i Hak onları, Kur'ân'ın tabiriyle güzel elverişli topraklara yerleştirdi. Temiz ve nezih rızıklara kavuşturdu. Geride de düşmanlarının leşlerini denizin derinliklerine gömmek ve ilâhtık iddiasında bulunan Fir;avn'ın bedenini, tarihî bir ibret belgesi olmak üze­re kıyıya tümsekçe bir yere atmak suretiyle onları mutlu ve bahtiyar eyle­di. Bu, bir bakıma Mısır'ın fethi İdi.

Resûlüllah (A,S.) Efendimiz, bu kıssayı anlatan âyetleri vahiy yoluyla alırken, Mekke'de daha kötü ve daha sıkıntılı günler geçiriyordu. Ardı-arkası kesilmeyen mücadelesi ise devam ediyordu. Ashab-ı Kiram, ço­ğunun çanı burnuna gelmesine rağmen imân kuvveti, Allah ve Peygamber sevgisiyle hayatlarını sürdürmeye çalışıyor ve mutlu yarınların yakın oldu­ğuna inanıyorlardı.

İşte böyle bir dönemde Musa (A.S.) ile Fir'avn kıssasından önemli bir­kaç noktayı aydınlatır mahiyette inen âyetler, zaferin pek yakın olduğu­nu, çok geçmeden düşmanlarının alaşağı edileceklerini, zilletle baş eğe­ceklerini müideliyordu. Âyetlerin her cümlesi bu hakikatleri terennüm edi­yor ve mü'minlerin tam bir sabır ve Allah'a teslimiyet ve tevekkülle sonu­cu beklemeleri hatırlatılıyordu. Onun için yer yer, zaman zaman tarihten öğütler, ibretler, uyanlar ve sonuçlar veriliyor; azgın müşriklere de ken­dilerini büyük bir azabın beklediğini bildiriyordu,

Nitekim öyle oldu. Allah'ın sözü gerçekleşti, va'di yerine geldi. İsrâil-oğullannın zulümden sonra hem feyizli, bereketli topraklara yerleştikleri, hem de Mısır'a sahip oldukları gibi, Müslümanlar da haksızlığa uğrayıp çı­karıldıkları Mekke'yi fethettiler. Böylece Hakk'ın eninde, sonunda başarıya erişeceği anlatılıyor, büyük nimetlerin büyük külfetlerle elde edinilebilece­ğine işaret ediliyor. [160]

 

Kendilerine İlim Gelince İhtilafa Düştüler

 

«Kendilerine ilim (Kur'ân) gelinceye kadar görüş ayrılığında bulunmadılar.»

Yahudiler Tevrat'ın geleceğini haber verdiği peygamberi hep birlikte bekliyor ve âdeta sabırsızlanıyorlardı. Çünkü Allah, Musa Peygamberin di­liyle şöyle haber vermişti: «Onlar için kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve ona emredeceğim ve sözlerimi onun ağzına koyacağım ve ona emredeceğim her şeyi onlara söyleyecek ve vaki ola­cak ki, benim ismimle söyleyeceği sözlerini dinlemiyecek olan adamdan ben soracağım.» [161]

«İşte kendisine destek olduğum kulum; canımın kendisinden razı ol­duğu seçme kulum : Ruhumu onun üzerine koydum; milletler için hakkı meydana  çıkaracaktır.  Bağtrmayacak ve sesini  yükseltmiyecek ve onu okakta işittirmiyecek. Ezilmiş kamışı kırmayacak, ve tüten fitili söndürmeyecek; hakkı hakikate erdirecek. Ve dünyada hakkı pekiştirinceye ka­dar zayıflamıyacak ve cesareti kırılmayacak; ve adalar onun şeriatını bek­leyecekler.» [162]

Bazı değişikliklere uğramasına rağmen gelecek olan son peygambe­ri müjdeleyen Tevrat'ın bu iki belgesi üzerinde dikkatle durulduğunda ve­rilen bilgilerin isabeti rahatlıkla anlaşılır. Şöyle ki:

a)  İsrâiloğulfarı  İbrahim  Peygamberin  oğlu  İshak  Peygamberin   so­yundan,  Resûlüllah  (A.S.)  Efendimiz ise,  İbrahim  Peygamberin  oğlu  İs­mail Peygamberin soyundandır. Tesniye bölümünde «Onlar için kardeş­leri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım» cümlesi buna delâ­let eder.

b)  İşaya bölümünde ise,  «seçme kulum» tabiri  kullanılmıştır ki, bu Mustafa ismine delâlet eder.

c) «Seçme kulum milletler için  hakkı  meydana  çıkaracaktır»  sözü, gelecek olan peygamberin bir millete değil, bütün milletlere gönderilecek bir özellik ve kudrette olduğunu ifade eder. Bilindiği gibi, İsa Peygamber sadece Isrâiloğutları'na gönderilmiştir. Kur'ân ve İncil'de bu kayıtlara rast­lanmaktadır. Hz. Muhammed (A.S.) ise, bütün milletlere gönderilmiştir.

d) «Hakkı pekiştirinceye kadar zayıflamiyacaktır» cümlesi, tamamıy­la Hz. Muhammed'in (A.S.) hayatındaki başarısını haber vermektedir. Her şeye rağmen O zayıflamamıştır, her geçen gün kuvvetlenerek Hakk'ı pe­kiştirmiştir. İsa Peygamber ise, bu mazhariyete erişmeden göğe yükseltil­miştir.

Gerçek bu olmakla beraber, ne vakit ki Hz. Muhammed (A.S.) Kur'ân ile gönderildi, Yahudilerin kalbine haset ve kin doldu. Harun soyundan bir peygamber beklerlerken İsmail Peygamberin soyundan gönderilmesi on­ları fazlasıyla üzdü. Bir de Kur'ân'daki âyetlerin yer yer Tevrat'taki tah­rifleri düzeltmesine hiç tahammül edemediler. Derken Tevrat'ta son pey­gamberle ilgili belgeleri kısmen değiştirip kısmen de yanlış yorumlamaya başladılar. Böyleae aralarında ihtilâf çıktı, ayrılığa düştüler. Abdullah b. Selâm ve arkadaşları İslâmiyeti din olarak seçerken Abdullah b. Ubey b. Selûl ve yandaşları İslâmiyeti içinden yıkmayı plânladılar.

Artık kimlerin gerçekleri savunduğunu, kimlerin de hakikatleri gizle­diklerini. Kıyamet gününde aralarında hükmedecek olan Allah gün ışığı­na çıkaracaktır. İlgili âyetle bilhassa bu noktaya parmak basılarak Yahudilerrn Kıyamete kadar kin ve haset ateşlerinin sonmtyecegıne işaret ediliyor. [163]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetle, İsrâiloğulları'nın nioe külfet ve sıkıntılardan sonra ferahlığa kavuşturuldukları konu edildi; sonra da, onların bunca ilâhî inayet ve lûtuflara rağmen Tevrat ile dosdoğru amel etmedikleri, son peygamber hakkında ihtilâfa düştükleri anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle Hz.. Muhammed'e (A.S.) indirilen kitap ve Ona ve­rilen risalet hakkında, Tevrat ve İncil'i okuyanların çok net bir bilgiye sa­hip bulundukları belirtiliyor. O bakımdan gerek Peygamber, gerekse Kur'ân hakkında şüpheye düşmenin yeri ve anlamı olmadığı hatırlatılıyor. Sonra da Allah'ın âyetlerini yalanlayanların büyük bir haksızlıkta bulundukları ve bu yola girenlerin mutlak bir zulüm işledikleri ve işleyecekle;, naber verili­yor. Şartlanmış inkarcıların ilâhî azabı görmedikçe inanmayacaklarına atıf yapılıyor ve dolayısıyla Fir'avn'ın ilâhî azabı görünce inanma ihtiyacını duy­duğuna kapalı şekilde işarette bulunuluyor. [164]

 

Meali:

 

94—  Sana indirdiğimiz şeylerde şüpheye düştüğünü  (farzedeüm) o takdirde senden önce kitap okuyanlardan sor. And olsun ki Rabbinden sana hak (bir kitap) gelmiştir, sakın şüphe edenlerden olma.

95—  Allah'ın âyetlerini yalanlayanlardan da sakın olma, sonra za­rara uğrayanlardan olursun.

96-97— Onlar ki boklarında Rabbin sözü gerçekleşti, kendilerine her türlü âyet (belge ve mu'cize) de gelse, elem verici azabı görmedikçe (emin olunuz ki) inanmazlar,

 

İlgili Hadîs

 

Katade b. Diâme diyor ki, bize kadar ulaşan haberde, Peygamber (A.S.) Efendimiz, «Ne şüphe ederim, ne de sorarım» buyurmuştur. Nite­kim aynı hususu İbn Abbas, Saîd b. Cübeyr ve Hasan ei-Basrî de belirt­mişlerdir. [165]

 

Peygamber (A.S.) Şüpheden Her Zaman Kendini Uzak Tutmuştur

 

«Sana indirdiğimiz şeylerde şüpheye düş-tüğünü (farzedelim) o takdirde...,.»

İlgili âyetin açık anlatımından Peygamber (A.S.) Efendimizin kendisi­ne indirilen ve daha çok gelip geçen ümmetlerle ilgili olan kıssalarda şüp­heye düştüğü anlaşılıyor veya öyle sanılıyorsa da, asıl kasdedilen mana bu değildir. İlim adamlarının bu husustaki yorumlarını ve tefsîr ilminr çok iyi bilen âlimlerin tefsirini bilmemiz gerekmektedir. Onları şöyle özetliye-biliriz :

a) Bir an senin inen haberler hakkında şüphelendiğini varsayalım, o takdirde Tevrat ve İncil'i okuyan ve okuduğunu anlayan Auuuilah b. Se­lâm gibi ilim adamlarına sor. Çünkü Kur'ân'ın açıkladığı kıssalar ve senin gönderileceğinle ilgili müjde mahiyetindeki belgeler Tevrat ve İncil'de yazı­lıdır. Sana inanan ve inanmayan herkesin o belgeleri duyup anlamaların­da yarar vardır.

b) âyetinin   başından ünlem edatıyla  ilgili  isim hazfedilmiştir. Bu, takdirindedir. Bu­nun yorumu ise şöyledir :«Ey insan!  sana Muhammed aracılığıyla indir­diğimizde şüphe ediyorsan......»

Nitekim sûrenin sonunda bu kapalılık açıklığa kavuşturularak, «Ey insanlar! eğer benim dinimden şüphe ediyorsanız....» buyurulmuştur.

c)  Âyette Peygamber (A.S.) Efendimize olan hitap, ümmetine hitap­tır. Nitekim «Ey Peygamber!   kadınları   boşamak   istediğiniz  zaman......»

mealindeki Talâk sûresi birinci âyetteki hitap bütünüyle ümmete yönelik­tir. Arap dilinde ve edebiyatında hitapların bu şekilde kullanıldığı pek çok­tur.

Bu âyet üzerinde birkaç yorum daha vardır ki, onları nakletmeye ge­rek görmedik. Yukarıdaki yorumların hepsi de isabetlidir, ancak ilim adam­larının çoğu daha çok birinci yorumu benimsemişlerdir. Çünkü bu gibi hi-taPlar Kur'ân'ın üslûbundan kaynaklanmaktadır. Amaç, okuyanları biraz düşünmeye ve biraz araştırmaya sevketmektir. [166]

 

Daha Önce Kitap Okuyanlar

 

«O takdirde senden önce kitap oku­yanlardan sor!»

Kur'ân-ı Kerîm ile Tevrat'ın bazı önemli kıssalar "ve hükümlerde ba-zan nüans, bazan da belirgin bir farkla birleştiklerini görmekteyiz. Nuh tu­fanı, İsrâiloğullan'nın Mısır'dan çıkışı, Fir'avn ve avanesinin Kızıldenİz'de boğulması bu cümledendir. Ayrıca son peygamber Hz. Muhammed'in (A.S.) gönderiieceği ve onun birtakım mümeyyiz vasıflan da her iki kitapta yazı­lıdır. Ancak Tevrat'taki belgeler hayli değişikliklere uğratılarak aslından uzaklaştırılmışlardır.

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin risaletinin ilk yıllarında Tevrat ve İncil'i okuyup inceleyen Varaka b. Nevfel, Abdullah b. Selâm gibi dinî kültürü yerinde olan ilim adamları bulunuyordu. İlgili âyetle Hz. Muhammed (A.S.) ve Kur'ân hakkında az da olsa şüphelenenlere, bu ilim adamlarından sor­maları tavsiye ediliyor. Zira her ne kadar Tevrat ve İncil'in ilk inen nüs­haları kaybolmuşsa da, sonraları toplanıp hazırlanan nüshalarında yine de AMah kelâmı eksik değildir. Nitekim Bernaba İncil'inde şu sözlerin yazı­lı bulunduğunu görüyoruz. İsa (A.S.) diyor ki: «Ben, Allah'ın, babamız İb­rahim'e va'dettiği, bütün kabile ve milletlerin beklediği kurtarıcı değilim. Allah, İbrahim'e : O, senin soyundan gelecek ve yeryüzündeki bütün ka­bileleri onunla mübarek kılacağım, buyurmuştur. Benden sonra Aliah şu âleme merhamet edecek, her şeyi onun hatırı için yarattığı Resulünü gön­derecektir.» [167]

Kâhin, İsa'ya dedi ki i «Musa'nın kitabında şöyle yazılıdır; Tanrınız ileride bir kurtarıcı gönderecek, o, Allah'ın neler irâde ettiğini bildirecek. Böylece âleme ilâhî rahmet gelecek. Bunun için senden bize gerçeği söy­lemeni istiyoruz.»                                                                                       

İsa (A.S.) kâhine dedi kj : «Allah'ın böyle bir söz verdiği gerçektir. An­cak ben, o beklenen kurtarıcı değilim. Çünkü o, benden önce (nuru) yara­tılmıştır ve benden sonra gelecektir.» [168]

O halde Kur'ân ve Hz, Muhammed (A.S.) Efendimiz hakkında içinde az veya çok şüphe taşıyan kimse, bu gerçekleri araştırmalı değil midir? Araştırma imkânı yoksa, araştıranlardan sorması vacip olmaz mı?

Görüldüğü gibi, Tevrat o büyük peygamberin geleceğinden haber ver­mekte, İncil birkaç yerde onun geleceğini.'müjdelemektedir. [169]

 

Rabb1mızın Sözü Kimler Hakkında Gerçekleşmiştir?

 

«Onlar ki haklarında Rabbın sözü gerçekleşti.....»

Aklını cehalet kılıfına sokup hissini tek yol gösterici kabul edip yola çıkan kimse, genellikle hakkı ve gerçeği bulamaz. O bakımdan derin bir idraksizlik içinde Hakk'ın buyruklarına karşı gelmekten, kutsal değerleri küçümsemekten zevk duyar. Böyleleri, tarihin birçok devirlerinde önleri­ne konulan açık belgelere, ilâhî âyetlere rağmen gerçeği kabule yanaşma­mış, aksfne küfür ve tuğyanlarını artırmışlardır. Fir'avn buna misal teş­kil etmektedir. Elîm azabı görmedikçe inanmamış; Mekke müşriklerinin ele­başıları, Mekke fethedilmedikçe kalb ve kafalarından küfür ve inat kılıfı­nı çıkarıp atamamışlardır.

Allah'ın ezelle ebed arasını kapsayan iimi, oniarın iman etmiyeceğini tesbit ettiğinden, insanların Allah'a dosdoğru imân etmesi hususunda çok hırslı olan Hz. Muhammed'i (A.S.) teselli etmek için 96. âyeti indirdi. Al­lah'ın ilminin yanılması ise, hiçbir zaman söz konusu değildir. Nitekim Mekke müşriklerinin ileri gelen azgınlarından Ebû Cehl ve arkadaşları hak­kındaki beyânı, Bedir savaşında aynen gerçekleşmiş, Ebû Cehl ve birkaç azılı arkadaşı Hakk'a tuğyan ettikleri halde can vermişlerdir. 97. âyet bu hakikati bütün açıklığıyla ortaya koymakta ve inatçı kâfirlerin inkârda ıs­rar etmelerine üzülmenin bir yararı olmayacağına işaret etmektedir. [170]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarrda geçen âyetlerle Kur'ân'ı da, Hz. Muhammed'i de (A.S.) şüp­heyle karşılayanların bir de Tevrat ve İncil'i çok iyi bilen ilim adamlarına sormaları tavsiye ediliyor. Zira her iki kitapta da son peygamberin gele­ceğinden bahsedildiğinde şüphe olmadığına işarette bulunuluyor.

Aşağıdaki âyetlerle inkarcı azgınlar hakkında Allah'ın hükmü indiği takdirde onun geri çevirilmesinin hiçbir zaman söz konusu olamıyacağı belirtiliyor, ancak Yûnus kavminin bu genellemenin dışında tutulduğu ha­ber veriliyor. Sonra insanları inanmaya zorlamanın başarılı ve uygun bir metot olmadığına dikkat çekiliyor. Aklını kullanmayanlar üzerine murdar­lık azabının ineceği bildiriliyor; arkasından Mekke müşriklerinin yakında ummadıkları olaylarla karşılaşacaklarına atıf yapılarak yaşamakta olan inkarcılar uyarılıyor. [171]

 

Meali:

 

98—  (Azap geleceği vakitte) imân edip de imânı kendisine yarar sağ­layan bir kasaba (halkı) varsa, şüphesiz ki, Yûnus'un kavmidir. İman et­tiklerinde kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını açıp kaldır­dık ve bir süreye kadar onları yararlandırdık.

99—  Rabbin dileseydi yeryüzünde kim varsa hepsi de îmân ederdi. Hal böyfe iken mü'minler olsunlar diye sen mi insanları zorlayacaksın?!

100—  Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimse imân etmez ve akıllarını kullanmıyanlar üzerine murdarlık azabı verir.

101—  De ki: Bir bakın göklerde ve yerde neler var! İmân etmiyecek

bir topluluğa o âyetler ve uyarılar ne fayda sağlar?

102—  Onlar ancak kendilerinden önce gelip geçenlerin günleri gibi bir gün beklemekteler, değil mi? De ki: Bekleyin, ben de sizinle beraber bekliyenlerdenim.

103—  Sonra da peygamberlerimizi ve imân edenleri böylece kurtarı­rız. Mü'minleri de (azap geldiğinde) kurtarmamız üzerimize bir haktır.

 

İlgili Hadisler

 

«Peygamberler bana arzolundu (kıyametten bîr tablo tasvir edildi). Peygamberlerden bir kısmı beraberinde birkaç kişiyle geçiyordu; bir kısmı da bir kişiyle; kimisi iki kişiyle geçiyorfardı. Beraberinde hiç kimse bulun­mayan peygamber de vardı. Musa Peygamberin hayli kalabalık bir kitley­le geçtiğini gördüm. Benim ümmetim ise, doğu ile batı arasını dolduru-yordu.» [172]

«Şüphesiz ki Allah bir kitap yazdı ve o kitap O'nun yanında Arş'ın üs­tündedir : Doğrusu rahmetim gazabımın önüne geçmiştir.» [173]

 

Azabı Görünce İman Etmek

 

«(Azap geleceği vakitte) imân edip de imânı kendisine yarar sağlayan bir kasaba (halkı) varsa, şüphesiz ki Yûnus'un kavmidir.»

Azabın geleceği ortaya çıkan sebepleriyle belli olunca, kalblerin Hakk'a dönmesi, fazla bir anlam taşımaz. Zira böyle bir i,nân ölüm korku­suyla meydana gelmektedir. Tıpkı Fir'avn'ın durumu gibi, artık boğulaca­ğını ve kurtuluş imkânlarının yok olduğunu anlayınca, İsrâiloğuilan'nın inandıkları Allah'a inandım ve O'na teslim oldum, demişti de bu inanması ona bir fayda sağlamamıştı.

İlgili âyetten anlaşıldığına göre, birçok kasaba halkı inkâr ve azgın­lıkta ısrar edip dururken ilâhî azap inince, ölüm ve elîm azap korkusun­dan «inandık» diyerek teslimiyet göstermek istemişlerse de inen azaptan kurtulamamışlardır. Ancak Yûnus Peygamberin kavmi müstesna; onların, azap belirtileri ortaya çıkınca, dönüş yapıp imân etmeleri, inmekte olan azabın kaldırılmasına sebep olmuştur. O bakımdan daha önce inkâr ve inat içinde yuvarlanıp ömür sermayesini bir hiç uğruna heder ederken, azap ile karşılaşınca dönüş yapan hiçbir kavim ve milletin o andaki imânı makbul tutulmamıştır; sadece Yûnus Peygamberin kavmi bir istisna teşkil eder. Cenâb-ı Hak, Sevgili Peygamberi Hz. Muhammed'in (A.S.) yüzü su­yu hürmetine Mekke müşriklerine böyle bir azap indirmemiştir. Bundan sonra bazı istisnaların olup olmayacağını da bilemiyoruz. Bütünüyle ilâhî meşiete kalmış bir meseledir. [174]

 

Yunus Peygamber Ve Kavmi

 

Yapılan tesbitlere göre, Musul yöresinde eski adıyla Ninova kasaba­sında 100.000'in üstünde nüfusu bulunan bir kavim yaşamaktaydı. Bunla­rın hemen hepsi azılı putperest idi. Cenâb-ı Hak, her kabile ve kasabaya bir peygamber gönderdiği gibi, Ninova'ya da Yûnus Peygamberi gönderdi. Birkaç yıl onları doğru yoia davet edip uğraştfysa da olumlu bir sonuç ala­madı; üstelik Ninovalı'ların küfür ve tuğyanı arttı. Bütün uyarılarına rağ­men kararmış kalbleri, paslanmış vicdanları haktan ye doğrudan yana ha­rekete geçiremedi. Umutları kesilince ilâhî azabın yakında ineceğini bek­lemeye başladı, derken yakında böyle bir azabın ineceği ve o gün gelince kendisinin Ninova'yı terkedeceği vahyedildi. Ayrıca inecek azaptan önce birtakım belirtilerin ortaya çıkacağı da kendisine haber verildi. Bunun üze­rine Yunus Peygamber son olarak teblîğ ve irşat görevini bir daha yerine getirdikten sonra henüz alâmetler ortaya çıkmadan veya çıkmaya başla­yınca Ninova'yı terketti. Kasaba halkı Yûnus Peygamberin ayrıldığını ve arkasından haber verdiği bazt belirtilerin ortaya çıktığını görünce büyük bir telaşa kapıldılar, derin bir pişmanlık duydular ve Allah'a yönelip imân ettiler.

İbn Mürdeveyh'in İbn Mes'ûd (R.A.)den yaptığı rivayete göre, toplanıp biraraya geldiler, ilâhî azaptan kurtulmak için kuzuları analarından ayır­dılar ve hep birlikte ağlayarak tevbe ettiler. Azap belirtileri ardarda gelme­ye devam edince, onlar da duâ, niyaz, tevbe ve teslimiyetlerini artırıp Hakk'a dosdoğru yöneldiler. Artık Allah'a ve peygamberine gönülden sa­mimi olarak inandıklarını söyleyerek azabın geri çevrilmesini niyaz etti­ler. Bu hal 40 gün devam etti, derken Cenâb-ı Hak onların pişmanlık ve imanlarındaki doğruluğu görünce istisnaî bir hüküm olarak azabı kaldırdı, belirtilerini giderdi.

Yûnus Peygamber, o yöreden gelenlerden durumu öğrenince bir ba­kıma yalancı durumuna düştüğünü düşünerek üzüldü ve artık Ninova'ya dönmek istemedi.

Bundan sonraki durum ve olayların ortaya çıkması, konunun ve kıs­sanın bir diğer safhasıdır.

Âyet-i Kerîmeyle hem Yûnus Peygamber, hem kasaba halkı Mekke'-lilere, sonra da yaşamakta olan diğer müşriklere misal veriliyor ve tarihin tekerrür edeceği hatırlatılıyor. Hz. Muhammed'in (A.S.) onlara haber ver­diklerinin bir gün mutlaka gerçekleşeceği bildirilerek vakit henüz erken iken imân etmeleri öneriliyor; aynı zamanda bunalan mü'minlere Allah'ın va'dini sabırla beklemeleri tavsiye ediliyor. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın sözün­den dönmeyeceği kesindir. Takdîr buyurduğu hüküm sırası gelince mut­laka gerçekleşir, onu engelleyecek hiçbir kuvvet yoktur. Ancak şu gerçe­ği de unutmamak gerekir ki, Allah'ın rahmeti her zaman gazabının önüne geçer ve,Yûnus kavminin durumu buna misal olan olayiardan biridir. [175]

 

Rabbın Dileseydi, Bütün İnsanlar Hakk'a İnanırdı

 

«Rabbın dileseydi yeryüzünde kim varsa, hepsi de imân ederdi.» .

Bu âyetle, Allah'ın her tür canlı hakkında koyduğu sünneti ve hayat kanunu hatırlatılıyor. Şüphesiz ki Allah dileseydi insanları melekler gibi yaratırdı. Böylece herkes yaratanını bilip inanır, kulluk görevini kusursuz yerine getirirdi. Bu durumda dünya hayatının anlam ve hikmeti, amaç ve illeti ne olabilirdi? Hemen cevap verelim ki, birçok sakıncalar ortaya çı­kar, âhiret, hesap. Cennet ve Cehennem hikmetsiz ve anlamsız kalırdı. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz :

a)  İnsanı yaratmaya gerek kalmazdı. Çünkü kâinatta Allah'tan baş­ka sayısını bilmediğimiz melekler vardır ve hepsi de emroiundukları şey­leri kusursuz yerine getirmektedirler.

b)  İnsanlar meleklerin sıfat ve karakterinde yaratılsalardı, dünyaya getirilmelerine gerek kalmazdı. Çünkü dünya, hayatın ne olduğunu anla­ma, zevkini tadma ve nîmetin külfet karşılığında bulunduğunu, ancak onun­la kıymetinin bilineceğini öğrenme ve her insanın ölçü ve tartısını, diğer bir tabirle ruhunda taşıdığı madenin değerini ortaya çıkarma yeri ve dö­nemidir.

c)  İnsanlar melek tabiatlı ve huylu yaratılsalardı, rekabet olmaz, kim­senin içinde ihtirasın yeri bulunmazdı. Böylece hayat durur ve bugünkü bayındır bir dünya oluşmazdı. Sanat ve teknik diye bir arayış ve buluş in-

san kafasında doğmaz, düşüncesinde yer almazdı. Böyle olunca da dün­ya hayatı yine anlamsız ve hikmetsiz kalırdı.

d) Allah dileseydi insanların kalblerini ve kafalarını Hakk'a, doğruya çevirir; inkâr, azgınlık, ahlâksızlık, adaletsizlik diye bir şey ortaya çıkmaz­dı ve o zaman «her şey karşıtıyla gelişip tanınır» prensibi veya kaidesi hükümsüz kalır ve bugünkü hayat düzeni meydana gelmezdi.

Oysa Allah insanı zıt sıfatlarla donatıp onu çetin bir sınav ve müca­dele ortamına itmiştir Çünkü insan olarak yaratılmanın anlamı ve amacı budur. Sonra da rahmetinin eseri olarak insana yardımcı olup yol göstere­cek, ihtirasını meşru sınırlar içine alacak, hayatını düzene sokacak, hak­lara saygılı kılacak, Allah'a kulluğunun ölçü ve sınırını gösterecek ve bu­nun lüzumunu belirtecek kitap indirmiş ve o kitabı tebliğ edip insanları eğitecek peygamberler göndermiştir.

O halde peygamberlere ve onların yolunda yürüyen mürşitlere gere­ken, Hakk'ı tavizsiz ve ivazsız tebliğ etmek, irşat hizmetini yerine getirip gerisini Allah'ın inayet ve rahmetine, hidâyet ve lûtfuna bırakmaktır. Ni-. tekim gönderilen her peygamber hizmetinin sınırını bilmiş ve ondan bir milimetre sapmamıştır. [176]

 

Dinde Zorlama Yoktur

 

«Rabbın dileseydi yeryüzünde kim varsa hepsi de imân ederdi. Hal böyle iken, mü'~ minler olsunlar diye sen mi insanları zorlayacaksın?!»

Mealindeki bu ilâhî beyân, dinde zorlama olmadığını, blamıyacağını bir defa daha açıklıyor ve insanları zorla dine sokmak veya onları zorla dindar yapmak isteyenleri uyarıyor.

Dikkat ettiğimizde, âyet-i kerîmede önce Peygambere (A.S.), sonra da dolayısıyla mü'minlere irşat ve teblîğin ölçü ve metodu veriliyor: «Hal böy­le iken, mü'minler olsunlar diye sen mi insanları zorlayacaksın?!» hitabı çok düşündürücü ve çok kapsamlıdır.

Şüphesiz ki bu âyet, imanda hür irâdenin yerini ve önemini belirten belgelerden biridir. Zira en kıymetli ve makbul imân, hür irâdeyle tahkiki anlamda gerçekleşenidir. [177]

 

Allah'ın İzni Olmadan Kimse  İman  Etmez

 

<AI!ah'ın izni olmadıkça hiçbir kimse iman etmez.»

İnsan ancak Allah'ın kendisine verdiği irâde, akıl, yetenek ve hür dü­şünce çerçevesinde yine Allah'ın koyduğu hayat kanunları doğrultusunda sebepler ve ortamlar, şartlar ve imkânlar ölçüsünde imân nîmetine erişe­bilir. O bakımdan sünnetullahı anlayıp idrâk etmek, hayat kanunlarının, hikmetini bilip kavramak ve sebeplere başvurup ciddi gayretler sarf etmek Allah'ın iznine kapt acar. Bu düzeyde kişi kendi irâde ve düşüncesini aklı­nın ışığında kullanarak, kendisine yardımcı olup doğru yolu gösteren ki­tap ve peygamberin çağrısına kulak verirse, ilâhî hidâyete mazhar kılın­ma çizgisine gelmiş olur. Bunun aksine bir yol tutan kimseye ise, ilâhî izin ve onunla ilgili hidâyet kapıları kapalı kalır. O halde kulun irâdesi, hür düşüncesi, aklı, zekâsı, sünnetullaha uymakla, sebepler zincirine baş­vurmakla biraraya gelmedikçe, imân nîmetine erişme sınırına, ya da ka­pısına gelmesi bir bakıma mümkün değildir. Ancak Allah'ın bu ölçüler dı­şında da olsa hidâyet verdikleri olabilir ki, bunlar birer istisna teşkil eder.

Onun için ilim adamları sözünü ettiğimiz sınır veya kapıyı, ilâhî iznin tecelli noktası olarak göstermişlerdir,.

Konuyu bu açıdan incelediğimiz zaman anlarız ki; insanoğlu irâde ve ihtiyarında da tam serbest değildir; bir ucuyla ilâhi sünnete, diğer bir de­yimle hayat kanunlarına ve ilâhî takdire bağlıdır. Aklın duyguyla değil, irâ­de ve ihtiyarla, peygamber haberiyle birleşip ilâhî sünnet doğrultusunda Allah'ın varlığına, birliğine, kudretinin ve ilminin sınırsızlığına delâlet eden belgeleri görüp anlaması, anlayıp tefrik etmesi ise, ilâhî takdirin tecelli­sine, izninin ona yönelmesine sebep olur. Bu noktada Allah dilerse, kişi imân nuruna kavuşur. Aklını belirtilen anlam ve ölçüde kullanmayanlara ise, Allah murdarlık azabı indirir. [178]

 

Murdarlık Azabı

 

«Akıllarını kullanmayanlar üzerine murdarlık azabı verir.»

Kur'ân'da «murdarlık azabı» ile çevirisini yaptığımız «rics» kelimesi çok yönlü bir kavramdır. Râğıb el-Esbehanî kendi müfredatında bunun dört vecih üzere olduğunu belirterek şöyle sıralamıştır:

1—  İnsan tabiatı açısından murdar olan,

2—  Akıl cihetiyle murdar olan,

3—  Şeriat cihetiyle murdar olan,

4—  Bütün bu cihetleri içine alacak anlam ve ölçüde murdar olan. Dördüncü maddeyi bir misal ile açıkladığımızda, diğer maddeler de ken­diliğinden anlaşılmış olur. Meselâ, kendiliğinden veya bir hastalık sebebiy­le ölen bir hayvan, hem tab'an, hem aklan, hem de şer'ân murdardır. Hem akıl, hem de şeriat açısından murdar olan ise, içki, kumar ve benzeri şey­lerdir. Yalnız şer'î açıdan murdar olan ise, Allah'ı inkâr etmek ve O'na or­tak "koşmaktır. [179]

Bunun dışında «rics» kelimesinin şu manalarda da kullanıldığı çok yaygındır: Azap, gazap, sapıklık, zahmet, sıkıntı, meşakkat, helak. Ce­hennem, Cehennem ehlinin kan ve irini.. [180]

 

Göklerde Ve Yerde Neler Var?

 

«De ki: Bir bakın göklerde ve yer­de neler yar!»

İnsan aklına ve irâdesine yön verip malzeme sunmaya yönelik bir uyarı anlamındadır. Güneş sistemi, dünyamıza gönderdiği ışık ve enerji, dünyaya olan uzaklığı, dünyanın kendi ekseni ve güneş etrafında dönme­si, atmosfer kalınlığı, yerçekimi, dünyanın onda yedisinin su ile kaplı ol­ması gibi önemli olaylar incelendiğinde, akıl ilimle, bu ikisi de imânla bir­leştirilip bütünleştirilecek olursa, kâinatın her parçasında ve meydana gelen her olayda Allah'ın kudret damgasını, sanat fırçasını anlamakta gecikme­yiz. Bunun hilâfına akıl ilimden kopuk, bu ikisi de imân ve idrâktan uzak olursa, kişiyi Allah'a yaklaştıran imkânlar bir bakıma mefluç hale gelmiş sayılır.

Onun için yukarıdaki âyetle, insanın akıl ve idrâkine, bilgi ve kültürü­ne seslenilerek bütün bu yeteneklerini harekete geçirip insaf gözüyle gök­lere ve yere bakması emrediliyor. [181]

 

Mekkeli'ler Ve Onlar Gibi Olanlar

 

«İmân etmeyecek bir topluluğa o âyetler ve o uyarılar ne fayda verir?»

Kişi inkâr düzeyine getirilip iyice eğitilerek şartlanırsa, baktığı her şe­yi, gördüğü her olayı kendi anlayış ve kavrayışı, duygu ve düşüncesi öl­çülerine göre değerlendirerek «doğa böyle yapıyor, doğa şöyle yetiştiriyor, doğa kendi denge ve düzenini koruyor» şeklinde birtakırr yersiz ve anlam­sız sözler kullanır; olayı sebeplere, sebepleri de Allah'a döndürmekten ka­çınır; sebeplere atıfta bulunur, fakat onları askıda bırakır, Allah demekten tiksinir ve irkilir.

İlgili âyetle bu gibilerin ruhsal yapılarına, karakter ve ön yargılarına işaretle, âyet .ve uyarıların onlarda olumlu tesir meydana getirmiyeceği be­lirtiliyor. Mekkeli'lerin hakka karşı tutum ve anlayışlarının bu olduğuna dikkatler çekilirken, şartlanmış inkarcıların çoğunun böyle olduğuna işa­ret ediliyor.

İnkâr ve sapıklığın belirtilen kertesine gelip dayanan kimseler ne za­man daldıkları gaflet ve cehaletten uyanabilirler? İlgili âyeti izleyen 102. âyet bu sorunun cevabını vermektedir:

«Onlar ancak kendilerinden önce gelip geçenlerin günleri gibi bir gün beklemekteler, değil mi? De ki: Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyen­lerdenim.»

Cenâb-ı Hak bu âyetle, Âd, Semûd, Lût ve benzeri kavimlerin küfür, tuğyan ve inatlarında ısrarlarından dolayı yok edildiklerine işarette bufu-narak, Mekkeli müşriklerin ellerinde tuttukları şirk ve ahlâksızlık bayrağı­nın yakında ayaklar altına düşeceğini, küfrün baş aşağı geiip hakkın kar­şısında zillete uğrayacağını haber veriyor ve bu hükmün zaman zaman te­kerrür edeceğini dolaylı şekilde anlatıyor. Nitekim çok geçmeden ilgili âye­tin verdiği haber gerçekleşti, Cenâb-ı Hak, Mekkeli müşrikleri yok etme­di, ama nefret ettikleri ilâhî sistem önünde eğilmelerini, teslimiyet göste­rip saygılı olmalarını sağladı. Şüphesiz ki bu olay, yok edilmekten çok da­ha ibretli ve tesirlidir.

Böylece Kur'ân yaşamakta olan her topluma seslenerek, kendilerini alaşağı edecek hakkın tecellisi inmeden, hakkı görüp teslimiyet göster­melerini önermekte ve bâtılın hiçbir zaman hakkın karşısında başarılı olamıyacağına işarette bulunarak, geçici bir zaferin, birkaç günlük başa­rının kimseleri aldatmamasını kafa ve gönüllere işlemektedir, Yeter ki,

haktan yana olanlar, teblîğ ve irşat metodunu bilip Resûlüllah (A.S.) Efen dimizîn açmış olduğu kutsal yolda birlik ve beraberlik içinde yürümesin bilsinler. Gerisi Allah'a aittir. O va'dinden dönmez.

Ayetler arasında bağlantı

Yukarıda geçen âyetlerle, Yûnus Peygamberin kavminden söz edildi ve istisnaî olarak, inen ilâhî azabın kaldırıldığı belirtildi. Bununla dosdoğru imân edenlere bir ölçü ve kıstas verildi. Sonra insanların melekler gibi günah ve kusurlardan temiz, şehevî duygulardan uzak bir özellikle yara tılmadıklari hatırlatılarak onlardaki akıl, irâde, idrâk gibi yeteneklerin öne mine işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle batılı temsîl edenlerin geçici şatafatına aldanıl maması hatırlatılıyor; faziletin ve saadetin küfürde ve ahlâksızlıkta değil, imân ve irfanda, idrâk ve doğrulukta olduğuna atıf yapılarak insan aklı­na ve idrakine malzeme veriliyor. Batıldan uzak bütünüyle Hakk'a yönel­miş İslâmiyetin mutlak saadet va'dettiği haber verilerek, Allah'tan başka­sına tapmanın hiç kimseyi aziz ve mutlu kılmadığı ve kılamıyacağı konu ediliyor. [182]

 

M E A L İ :

 

104—  De ki: Ey insanlar! eğer dinimden şüphe ediyorsanız, (bilin ki) Allah'tan başka taptıklarınıza tapmam; ama ben ancak sizin canınızı ala­cak olan Allah'a taparım ve ben mü'minlerden olmakla emrolundum.

105—  Ve   H a n î f   (Bâtıldan uzak, Hakk'a bütünüyle yönelik olan Tevhit İnancı üzerine Allah'ı tasdik edici) olarak yüzünü dine doğrult ve sakın Allah'a ortak koşanlardan olma.

106—  Sana (taptığında) yarar, (tapmadığında) zarar veremiyecek, Al­lah'tan başkasına ibâdet etme. Eğer (böyle) yapıp (başka şeylere tapar­san) o takdirde sen (kendine) zulmedenlerden olursun.

107—  Eğer Allah sana bir zarar, bir sıkıntı dokunduracak olursa, onu O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir iyilik dilerse, O'nun nîmet ve ihsanını reddedecek de yoktur; onu kullarından dilediğine eriştirir. O çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

 

İlgili Hadîs

 

«Zamanınızın her döneminde hayır ve iyilik elde etmeye çalışın ve ken­dinizi Rabbınızdan esen nefis kokuya arzedin. Çünkü Allah'ın rahmetinden esen nefis kokular vardır ki, onu kullarından dilediğine estirir.» [183]

 

Aklın Ve Vicdanın Hakemliği

 

«De ki: Ey insanlar! Eğer dinim­den şüphe ediyorsanız......»

Gecesi de gündüzü kadar aydınlık olan İslâm dininde şüphe edenlere, Kur'ân ilgili âyetlerle bütün incelik ve nezaketiyle sesleniyor: Hz. Muham-med (A.S.), insan eliyle yontulup şekillendirilmiş taşlara, sapık kâhinlere, haddini bilmez şâirlere uyacak kadar aklını, vicdanını, ruhunun asalet ve yüceliğini, idrâk ve irfanını kaybetmemiştir. O, varlık âlemini örneksiz, mo-delsiz ve benzersiz yaratıp düzene koyan; ortağı, dengi ve benzeri, öncesi ve sonrası olmayan, hep var olan, her türlü şekilden ve beşeri sıfatlardan münezzeh olan bir Allah'a inanır ve tapar. Çünkü Allah her çeşit iyiliğin, fazilet ve hayırların kaynağı, rahmet ve inayetin tek menbaıdır; Allah bü­tün sıfatlarıyla âlemlerin yegâne Rabbıdır. İşte Hz. Muhammed (A.S.) bu­nunla emrolunmuştur.

Kur'ân, Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden belgeleri stralayıp in­san aklına yeterince ışık tutup malzeme verdikten sonra, bu konuda ta­mamen duygusal davranıp aklını, idrâkini kullanamayan, daha doğrusu aklını nefis ve hissin emrine veren inkarcı şaşkınlara son uyarısını, cihan peygamberi Hz. Muhammed'in (A.S.) diliyle yaparak şu bilgileri veriyor: İnsan unsuru varlık alemindeki eşyanın en seçkini ve ilâhî sanatın şahe­seridir. Kâinatta insandan daha üstün, ilâhî inayete daha çok lâyık; Al­lah adına konuşup hükmetmeye daha ehil bir varlık yoktur ki insan ona tapsın. Dört büyük melek ile, Allah'a en yakın sayılan mukarrıp melek­lere gelince, hiç şüphe yok ki, peygamberler onlardan çok daha üstündür­ler.

O halde insan ancak kendisine bunca üstünlükleri, yetenekleri ve sa­yısız nimetleri veren Allah'a inanıp tapar. Ona yakışan, bundan başkası değildir.

İnsanoğlu Güneş ve Ay'a neden tapsın? Zira bu ikisi de onun hiz­metine verilmek üzere yaratılmışlardır. Yıldızlara ne diye ibâdet etsin ki, onlar onun semasını kandiller misali süslemek ve birtakım yararlar sağ­lamak üzere varlık alanına getirilmişlerdir. Hayvanları neden ilâh edinsin ki hepsi de onun zevki ve neşesi, gıdası ve eğlencesi olarak vücuda ge­tirilmişlerdir. Kendi eliyie yontup şekillendirdiği putların önünde neden eğilsin ki, onların hepsi de onun eseridir.

Onun için Cenâb-ı Hak, başta Resûlütlah (A.S.) Efendimiz'e, sonra da Ona inanıp uyan mü'miniere emrediyor: «De ki: Ey insanlar! eğer dinim­den şüphe ediyorsanız, (bilin ki) Allah'tan başka taptıklarınıza tapmam; ama ben ancak sizin canınızı alacak olan Allah'a taparım ve ben, mü'min-terden olmakla emrolundum.

Ve Hanîf (bâtıldan uzak, Hakk'a bütünüyle yönelik olan Tevhit inan­cı üzerine Allah'ı tasdik edici) olarak yüzünü dine doğrult v» sakın Al­lah'a ortak koşanlardan olma.

Sana, (taptığında) yarar, (tapmadığında) zarar veremiyecek, Allah'tan başkasına ibâdet etme. Eğer (böyle) yapıp (başka şeylere taparsan) o takdirde sen (kendine) zulmedenlerden olursun.» [184]

 

Yarar Ve Zarar Verme, Allah'ın İrade Ve Takdirine Bağlıdır

 

Sana (taptığında) yarar, (tapmadığında) zarar veremiyecek, Allah'tan başkasına ibâdet etme.»

Cenâb-ı Hak, her olayı bir illete ve sebebe bağlamıştır. Bu bir kanun­dur, diğer bir tabirle Allah'ın ezelde koyduğu sünnetidir ki -mu'cize ve ke­ramet hariç- değişmez, yani illetsiz, sebepsiz olay meydana geîrnsz. Yağ­murun, hastalıkların, savaşların, depremlerin, sel felâketlerinin, şiddetli kasırgaların ve benzeri olayların bağlı bulunduğu bir takım sebepler söz konusudur. Sebepler ise, başıboş kendi haline terkedilmiş değillerdir; on-lan yaratıp düzenleyen, belli kanunlara bağlayan ve hepsini bir bir takdîr

dtp irâdesine râm eden Allah'tır. Bir olayın meydana çıkmasını murat et­tiğinde, önce sebepleri oluşturur. Ayrıca meydana gelecek olayları belli bir programa bağlamıştır. Meydana gelen bir olayı durdurmak, ya da za­rarsız hale getirmek için de o ölçüdeki  sebepleri  harekete geçiren de

^dur. Yûnus Peygamberin kavmini doğru yola getirmeyi isteyince, se­bepleri bir zincirin halkaları gibi birbiri peşine sıralamıştır. Çünkü o millet 3 Hakk'a' doğruya ve iyiye yönelme cevheri bulunuyordu; üzerlerindeki

inkâr ve inat kılıfını yırttı; hep birden yalvarıp yakardılar, dua ve niyazda bulundular. Allah da inmekte olan azabı kaldıracak sebepleri harekete ge­çirdi ve öylece onlan kurtardı. Fir'avn ve yandaşlarında Hakk'ı kabul ede­cek cevher tamamen silik ve belirsiz hale geldiğinden, Allah onları yok etme sebeplerini harekete geçirip ortamı hazırladı.

İşte Kur'ân-ı Kerîm bu inceliği belirterek diyor ki : «Eğer Allah sona bir zarar, bir sıkıntı dokunduracak olursa, onu O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir iyilik dilerse, O'nun nimet ve ihsanını reddedecek de yoktur; onu kullarından dilediğine eriştirir. O çok bağışlayan, çok mer­hamet edendir.»

Böylece âyetin seyrinden, kelime ve cümle konumundan şu sonucu çıkarmaktayız : Allah, kullarında haktan yana bir meyil ve istek görünce, rahmeti hemen harekete geçer. Kalp ve kafasını inkâr ve bâtılla küflendi­rip coraklaştıranlardan yana ise, O'nun rahmeti harekete geçmez, yani bu düzeyde olan kalp ve kafalar ilâhî rahmetten yararlanma imkânlarını kay­betmiş olurlar. Her tarafı aydınlatıp ısıtan Güneş'ten yararlanmayan çorak toprak varsa veya Güneş'e karşı kesif bir perde tutup kendini karanlığa boğan bulunuyorsa, Güneş'in ne kusuru vardır? Bunun gibi, aklını, idrâ­kini ve vicdanını Kur'ân'a ve İslâm'a kapalı tutanın günahı çok, Kur'ân ve İslâm'ın ise, hiçbir kusuru yoktur. [185]

 

Ayetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıda geçen âyetlerle inkarcılara verilecek cevap belirlendi ve Tevhit İnancı'nı en sağlam şekilde yansıtan İbrahim Peygamberin Hanîf dininden söz edilerek, daha çok Kitap Ehli insaf ve iz'âna davet edildi.

Aşağıdaki âyetlerle Allah tarafından gönderilen Peygamber ve indiri­len kitabın bütünüyle doğru yolu gösterdikleri, aynı zamanda insan ak­lına ışık tutup gereken bütün malzemeyi verdikleri belirtiliyor. Sonra da aklını ve idrâkini harekete geçirip doğru yolu bulup seçenlerin kendi leh­lerine, seçmeyenlerin kendi aleyhlerine bir sonuç hazırladıkları bildirilerek inkarcıların çok iyi düşünmeleri isteniliyor. Peygamberin görevinin ana çizgisi açıklanarak, Onun insanlar üzerinde bir vekil, bir bekçi olmadığı hatırlatılıyor. Arkasından çok geçmeden Allah'ın emrinin mutlaka ineceği vurgulanıyor ve o bakımdan sabırla, güvenle irşat ve tebliğ görevinin sür­dürülmesi emrediliyor. [186]

 

M E A Li :

 

108—  De ki: Ey insanlar! Gerçekten Rabbinizden size hak (olan ki­tap ve hak olan peygamber) geldi. Artık bu durumda kim dCy.u yolu se­çerse, ancak kendi lehine seçmiştir. Kim de sapıtırsa, kendi aleyhine sa­pılmıştır. Ben sizin üzerinizde bir vekîl (bekçi, koruyucu ve işleri yükle­nen, sizi dilediğim gibi savunan) değilim.

109—  (Ey Muhammedi) Sana vahyolunana uy, Allah hükmünü verin­ceye kadar sabret; Allah hükmedenlerin en hayırlısıdır.

 

Uyarının Son Halkası

 

Yûnus sûresi bilindiği gibi Mekke'de inmiştir. Hakk'ın yolunu aklın ve vicdanın rehberliğinde bulabilmek içrn bir yandan ilâhî kudreti yansıtırken, yeryüzünde ve göklerdeki belgeler birer temel bilgi ve ana fikir ölçüsünde sıralanıyor, diğer yandan gelip geçen kavim ve milletlerin inkâr, ahlâksız­lık, azgınlık ve ölçüsüzlükleri anlatılarak gereken bütün uyarılar yapılıyor. Şüphesiz ki, bunca belge, misal ve uyarılar Allah'ın insanlardcn ypna te­celli eden geniş rahmetinin birer tezahürüdür. O sonsuz kudret sahibinin hiç kimsenin kulluk ve ibâdetine ihtiyacı olmadığı gibi, yapılan ibâdetler O'nun büyüklüğüne bir şey katmaz ve ortaya konulan inkâr ve azgınlıklar da ondan bir şey eksiltmez. O ne ise odur ve öyle devam edecektir. Kaldı ki, rahmeti her zaman gazabının önüne geçmekte, sevip yarattığı insan­lara -günahlarından dolayı- hemen azap etmek istememektedir. Yeter ki o geniş ve aralıksız rahmeti küfür ve inatla reddedenler olmasın.. [187]

 

Allah'tan Gönderilen Hak

 

«De ki: Ey insanlar! Gerçekten Kabbı-nızdan size hak (olan kitap ve hak olan peygamber) geldi.»

Mealindeki âyette geçen «hak» kelimesinden kitap ve peygamberin kasdediidiği anlaşılıyor. Bundan çıkarılacak manayı şöyle özetliyebiliriz: İndirilen Kur'ân, bütünüyle Allah sözüdür, Allah her türlü kusur ve noksan­lıktan pak ve münezzeh olduğu gibi, O'nun sözü olan Kur'ân da her türlü kusur ve noksanlıktan berîdir, aynı zamanda insan hayatını en ölçülü, en düzenli ve dengeli biçimde organize edip amacına uygun şekilde düzenler ve insan ruhunun yüceliği ve azizliği ile tam uyum halinde olma düze­yindedir.

Hz. Muhammed'in (A.S.) gerek yüksek şahsiyeti, gerekse teblîğ etti­ği esaslar ve prensipler sünnetullah doğrultusunda hayat kanunlarını ger­çek yönleriyle ortaya koymakta ve insanın her iki âlemdeki değişik hayat şartlarını ve bunların hikmetlerini öğretip en doğru yolu göstermektedir.

İşte Kitap ve Peygamber'e «hak» denilmesinin hikmetlerinden biri bu­dur.

Bu son iki âyet, diyebiliriz ki, sûrenin özetini vermektedir. Öyle ki, Allah'tan insanlara hak bir kitap, hak bir peygamber gönderilmiştir. Ki­tap Hakk'ın rahmet ve uyarısını; Peygamber ise, bu rahmet ve uyarıyı in­sanlara dosdoğru teblîğ görevjni taşımaktadır. Peygamber (A.S.) emrolun-duğu hizmeti kusursuz yerine getirmiştir. Onu imân, irfan, akıl ve idrâk kulağıyla dinleyip uymak ise, insanlara düşmektedir. Yoksa Peygamber (A.S.) ne insanlar üzerine dikilmiş bir bekçi, ne de onları Allah'ın hüküm­lerine karşı savunan bir vekildir. O bakımdan bunca olumlu ve yol gösteri­ci belgelere ve bu düzeyde hazırlanan ortama rağmen doğru yolu seçme­yenler, kendi aleyhlerine bir gelecek hazırlamış olurlar. Kıyamet günün­de ilâhî adalet gereği azaba uğrayanların kimseyi kınamaya hakları yok­tur. Zira Allah kimseye zulmetmez; ama insanlar kendilerine haksızlık ederler. [188]

 



[1] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2639.

[2] Tefsir –iKurtubi –Tefsir – iHazin

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2639-2640.

[3] Tefsîr-i Kurtubî :  8/206  - Tefsîr-i Hâzin :  2/279

[4] Tefsîr-i Kurtubî :  8/206

[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2641-2642.

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2642-2643.

[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2643-2644.

[8] îsrâ sûresi :  94

[9] İsrâ sûresi :   95

[10] En'am sûresi :  91

[11] Fussılet sûresi :  14

[12] Zuhruf sûresi :  31

[13] İslâm'ın Va'dettikleri:    39

[14] »                 >           :    87

[15] »                 »          :    35

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2644-2646.

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2646-2647.

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2648.

[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2648-2649.

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2649-2650.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2650-2651.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2651-2652.

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2652-2653.

[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2653.

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2654-2655.

[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2655-2656.

[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2656.

[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2656-2658.

[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2658.

[30] Sahîh-i Müslim :  8/19-S. 362

Sahîh-i Müslim :  8/19-S. 362

[31] 9             »         :   8/21-S. 363

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2659-2660.

[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2660-2661.

[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2661-2662.

[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2662.

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2662-2663.

[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2663.

[37] Tefsîr-i Kurtubî-Lübabu't-te'vîl

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2664-2665.

[38] Hafız Bezzar - Ebû Dâvud :  Câbir (R.A.)den

[39] Ahmed :  1/173, 177, 182- 3/117,  184- 4/332, 333- 6/15,  16

[40] Tefsîr-i Kurtubî:  8/315

[41] Sahîh-i Müslim/birr :   87

[42] Sahîh-i Müslim/birr :   87

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2665.

[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2665-2667.

[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2667.

[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2667-2668.

[47] Tirmizî/fiten :   26,  zühd :   41-   İbn  Mâce/fiten:   19-   Dâremî/rikak :   37-Ahmed :  3/7, 19, 22, 46, 61, 74-6/68

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2668-2669.

[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2669-2670.

[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2670.

[50] Lübabu't-te'vîl

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2672.

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2672-2673.

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2673-2674.

[53] Tirmizî/et'ime : 45, kıyamet : 42- İbn Mâce/ikamet- 174, et'ime: 1, edeb: 11- Dâremî/salât: 156, et'ime: 39, isti'zan: 4, 26- Ahmed: 2/156, 170, 196- 4/282, 286- 5/401

[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2674-2675.

[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2675.

[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2677-2678.

[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2678-2679.

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2679-2680.

[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2680-2681.

[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2681.

[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2681-2682.

[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2682.

[63] Lübabü't-te'vîl-Esbabü'n-Nüzûl.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2684.

[64] Buharî/ezan :  106, magazî : 35- Müslim/imân :  125- Ebû Dâvud/tıb: 22-Taberânî/istiska :  4

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2684.

[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2684-2685.

[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2686.

[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2687-2688.

[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2688.

[69] tbn Mâce/zühd :   38

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2689.

[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2690.

[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2991.

[72] Sahîh-i Buharı :   Câbir   (R.A.)den

[73] tbn Ebî Hâtim-İbn Cerîr Taberî

[74] Müsned-i Ahmed :  Süheyb (R.A.)den

[75] tbn Cerîr Taberî - İbn Ebî Hatim

[76] Buharı - Müslim/imân;  1, - Ebû Dâvud/sünnet:   16- Nesâî/imân:  5, 6-îbn Mâce/makaddeme :   9

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2692-2693.

[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2693-2694.

[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2694.

[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2694-2695.

[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2695.

[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2696.

[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2696.

[83] Buharİ/tevftîd :   24,  rikak :   52- Müslim/imân :   299-  Ahmed:   2/275,  293, 534- 3/16

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2697.

[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2698.

[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2698-2699.

[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2699.

[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2699-2700.

[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2700.

[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2701.

[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2702-2703.

[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2703-2704.

[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2704.

[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2705-2706.

[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2706.

[95] Bu konuda fazla ilgi için bak: Rağıbın el-Müfredatı’na ve Süyuti’nin el-İtkanı’na…                                    

[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2707.

[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2708.

[98] Müslim/birr:  55- Ahmed:  5/160

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2710.

[99] Fazla bilgi için bak : Mefatihü'1-gayb : 4/846

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2710-2712.

[100] La Bible, le Coran, et la science/Tercemesİ

[101] Bak :   îslâm Hukuku Nazariyatı Hakkında Bir Etüd/Sava Paşa :   Önsöz ve 25-  107/Ankara:   1955

[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2712-2713.

[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2714.

[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2714-2715.

[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2716.

[106] Fazla   bilgi  için   bak:   Bakara/57-   Âl-i   İmrân/108,   117,   182-   Nisa/40-Kaf/2901" Nahl/33~ A'raf/16°- Kehf/49- Tevbe/70- Ankebut/40- Rum/9- Hac/10-Kaf/29

[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2716-2717.

[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2717-2718.

[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2720-2721.

[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2721.

[111] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2721-2722.

[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2722.

[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2722-2723.

[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2723-2724.

[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2724.

[116] Ahmed b. Hanbel :  Avf b. Mâlik  (R.A.)den, isnad-i ceyyid ile..

[117] Ahmed b. Hanbel : 2/104

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2726.

[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2727.

[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2728-2730.

[120] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2730.

[121] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2730-2731.

[122] Geniş bilgi için bak : Kamus-zerre maddesine ve ayrıca Rağıb'ın el-Müf redatına..

[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2731-2732.

[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2732.

[125] Taberânî - Hafız Bezzar : Saîd'den mürselen rivayet etmişlerdir.

[126] Tirmizî/zühd :  53- Ahmed:  5/229, 239, 328, 341, 342, 343

[127] Müslim/birr:   38-   Tirmizî/zühd:   53-  Dâremî/rikak:   44-   Ahmed:   2/237, 328, 338, 370, 533, 535- 3/87- 4/128, 386

[128] Sahîh-i Buharı : Ebû Hüreyre (R.A.)den

[129] Sahîh-i Buharî:  Ebû Saîd  el-Hudrî   (R.A.)den

[130] Sahîh-i Buharî - Sahîh-i Müslim; Ebû Hüreyre (R.A.)den

[131] İbn Cerîr Taberî

[132] îbn Cerîr Taberî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2733-2734.

[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2735-2736.

[134] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2736-2737.

[135] îbn Cerîr Taberî - îbn Kesîr : 2/423

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2737.

[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2737-2738.

[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2738.

[138] Bakara sûresi:  429

[139] Münafikun sûresi :  8

[140] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2740-2741.

[141] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2741.

[142] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2742.

[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2742-2743.

[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2744.

[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2745-2748.

[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2748.

[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2751-2754.

[148] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2754.

[149] Bilgi için bak: Tefsîr-i tbn Kesir: 2/427, 428

[150] Geniş bilgi için bak :  Lübabu't-te'vîl :  2/305

[151] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2756-2757.

[152] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2757-2758.

[153] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2759.

[154] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2759-2760.

[155] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2760-2761.

[156] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2761.

[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2761-2762.

[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2762-2763.

[159] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2763.

[160] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/ 2764-2765.

[161] Tevrat-Tesniye :   18/18,

[162] Tevrat-îşaya :   42/1-4

[163] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2765-2767.

[164] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2767.

[165] Ibn Kesîr :  2/432 - Lübabu't-te'vîl:  2/310

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2768.

[166] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2769.

[167] Bernaba İncin : 147/10-15

[168] Bernaba İncil'i.:   146/2-3

[169] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2770.

[170] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2771.

[171] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2771

[172] Müslim/imân :   271-  Ahmed :   3/334

[173] Buharî/tevhîd :  15, 22, 28, 55, bed'-i halk :  1- Müsllm/tcvbe: 14, 16- Tir-mizî/daavat:  99- tbn Mâce/mukaddeme :   13, zühd:   35- Ahmec"  2/242, 258, 260, 313, 358, 381, 397, 433, 466

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2773.

[174] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2773-2774.

[175] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2774-2775.

[176] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2775-2776.

[177] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2776.

[178] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2777.

[179] Fazla bilgi için bak : el-Müfredat Fî-Garibi'1-Kur'ân :  274

Fazla bilgi için bak : el-Müfredat Fî-Garibi'1-Kur'ân :  274

[180] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2777-2778.

[181] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2778.

[182] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2779-2780.

[183] Hafız tbn Asâkir :  Enes B. Mâlik, (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2782.

[184] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2782-2783.

[185] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2783-2784.

[186] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2784.

[187] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2785.

[188] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/2786.