Kapsadığı Başlıca Konular İse Şöyledir:
Gönderilen Her Peygamber Aynı Tepkilerle Karşılanmıştır
Göklerin Ve Yerin Altı Devirde Yaratılması
Mükâfat Da, Ceza Da Adilâne Olacaktır
Güneşi Ziya, Ay'ı Nur Kılmıştır
Gece İle Gündüzün Birbirini İzleyip Değişmesi
Öldükten Sonra Dirileceklerine İnanmayanlar
Cennet'te Ruhun Alacağı En Yüksek Gida
Allah'ı Hatırlama Ve O'na Sığınma
Kendi Anlayışlarına Göre Bir Din Ve Bir Kitap Arzu Edenler
Peygamberimizin (A.S.) Müşrikler
Arasında Uzun Bir Süre Kalması
Zarar Ve Yarar Veremiyen Bâtıl İlâhlar
Haklı İle Haksız Arasında Hüküm
Müşriklerin Açık Bir Mu'cize Beklemeleri
Cok Büyük Bir Mu'cizenîn Meydana Geleceği Haber Veriliyor
Sıkıntıdan Sonraki Ferahlık Ve Böbürlenme
İlmî Yönü Karada Ve Denizde Gezdiren O'dur
Tehlikeli Anlarda Allah'ı Anmak
Allah Dilediğini Doğru Yola Eriştirir
İmansız Kişi, Neden Cehennem'de Temelli Kalacak?-
Allah, Tevhîtten Başkasına Razı Değildir
Cansızları Da Konuşturan Yüce Kudret
Hak Mevlâ'nın Adaletine Döndürülecekler
Diriyi Ölüden, Ölüyü Diriden Çıkaran Odur
Hakk'a Doğru Yol Gösteren Kimdir?
Kur'ân İnsan Uydurması Değildir
Kur'ân'ın Taşıdığı Yüksek Hikmet
Allah Fesatçıları, Bozguncuları Çok İyi Bilir
Her Ümmetin Bir Peygamberi Vardır
Düşünce Ve Davranışlarımızı Bilen Yüce Kudret
Zerre Ve Ağırlığı (Molekül Ve
Atom)
Allah Dostunun Korkmadığ1 Hususlar
Her İki Hayatta Da Müjde Onlara!
Allah'ın Sözünde Değişme Olmaz
Putperestler Putlara Değil, Zanlarına Uyarlar
Allah'ın İzzetine Delâlet Eden Belgeler
Allah, Çocuk Edinmekten Münezzehtir
Nuh Peygamber'in Başından Geçenler
Musa Peygamber Kıssasının Bir Özeti
Evlerin Kıbleye Yönelik Bulunması
Namazın Sağladığı Güven Ve Dayanışma
Musa Peygamberin Şirretliğe Karşı Tepkisi
Doğrulukta Ve Doğru Yolda Devam Etmek
Neden Fir'avn'ın İmanı Kabul Edilmedi?
Musa Peygamber İle Fir'avn Olayında Yer Alan İlâhi Mesajlar
Kendilerine İlim Gelince İhtilafa Düştüler
Peygamber (A.S.) Şüpheden Her Zaman Kendini Uzak Tutmuştur
Rabb1mızın Sözü Kimler Hakkında Gerçekleşmiştir?
Rabbın Dileseydi, Bütün İnsanlar Hakk'a İnanırdı
Allah'ın İzni Olmadan Kimse
İman Etmez
Mekkeli'ler Ve Onlar Gibi Olanlar
Yarar Ve Zarar Verme, Allah'ın İrade Ve Takdirine Bağlıdır
Bu sûre ismini, içinde
kıssası geçen Yûnus Peygamber'den alır.
Tamamı 109 âyet, 1832 kelime
ve 9099 harftir. Sûre bütünüyle çok be-lîğ bir üslûpla ilâhî rahmetin
genişliğini yansıtır. Ayrıca değişik yönleriyle Nuh Peygamber ile Musa
Peygamberden, risâlet görevini yerine getirirlerken karşılaştıkları önemli
safhalardan bahseder. [1]
a) Tevhit inancının esasları açıklanır.
b)
Allah'a ortak koşmanın,
insanın hılkatindaki azizlik
ve yüceliğe ters düştüğüne atıflar yapılarak küfür ile imân arasındaki
önemli farklara yer verilir.
ç) Peygamberliğin
önemi üzerinde durulur, insan aklına ışık tutar anlamda ana fikirler verilir.
d) Öldükten
sonraki ikinci hayatın hikmeti ve bazı önemli safhaları anlatılır ve böylece
insan olarak yaratılmamızın hikmetine
dikkatler çekilir.
e) Kıyamet, ceza ve mükâfat gibi, uhrevî konular
üzerinde durulur; her insanın anlayabileceği bir anlatımla bu konularla önce
duygulara, sonra da akıl ve idrâklere seslenilerek yeterince açıklık
getirilir.
f) Tevbe sûresi, Hz. Muhammed'in (A.S.)
risâletine yer vererek onun müstesna vasıflarını sıralayarak noktalanır. Bu
sûreye de onun risaletinin bazı özelliklerine temas edilerek başlanır.
g) İnkarcı sapıkların yalan ve iftiralarının
nasıl bir vebal ve haksızlık taşıdığına işaretle küfür ve nifakın selîm bir
akılla bağdaşamıyacağı ka-palı şekilde anlatılır.
Yûnus sûresi, el-Hasan,
İkrime, Atö' ve Câbir'e göre Mekke'de inmiştir. İbn Abbas'a (R.A.) göre, 94,
95 ve 96. âyetler dışında kalan kısmı Mekke döneminde inmiştir. Mukatil'e
göre, 94, 95. âyetler dışında diğer bütün âyetleri Mekke döneminde, o iki âyeti
ise Medine döneminde inmiştir. Kei-bî'ye göre, 40. âyet dışında tamamı Mekke'de
inmiştir. [2]
1— Elif
-Lâm- Râ. İşte bunlar hikmet ve hüküm dolu kitabın âyetleridir.
2— İnsanları
(tuttukları yolun tehlikesine karşı) uyar; iman edenleri Rablarının yanında
kendilerine ayrılan KADEM-İ SIDK (güzel sevap, sâlih amel, ebedî saadet, yüksek
makam) ile müjdele diye, içlerinden bir adama vahyetmemiz (Mekkeli'ler için)
şaşılacak şey mi ki, o kâfirler, «bu ancak açık bir büyücüdür» dediler
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki: «Allah (c.c), Muhammed (A.S.) Efendimizi peygamber olarak görevlendirip
gönderince, Araplar onu inkâr ve ret edip şu ölçüsüz görüşlerini ortaya koyup
savundular: Allah, Muhammed gibi bir insanı peygamber olarak göndermekten çok
yücedir, onu böyle bir (ölçüsüzlükten) tenzîh ederiz!»
O sebeple yukarıdaki
âyetler indi. [3]
Onlardan bir kısmı da
şöyle diyorlardı: «Allah, Ebû Tâlib'in yetiminden başka gönderecek bir kimse
bulamadı mı?!» [4] Yukarıdaki âyetler onların
bu akıl ve din dışı iddialarını reddeder mahiyette indi.
Elif - Lâm - Râ harflerinin
sonu harekesiz okunur. Bunlar sûrenin şifresi, ilâhî tecellinin damgası,
sûredeki hikmet ve hükümlerin anahtarı sayılırlar. Bundan başka taşıdığı
hikmetleri, delâlet ettikleri mana ve hükümleri Allah daha iyi bilir.. [5]
«İşte bunlar hikmet ve
hüküm dolu kitabın âyetleridir.»
Bu âyetle Kur'ân'ın
iki önemli özelliğine parmak basılıp beşer aklına ışık tutuluyor ve bunlarla o
kitabın diğer kitaplardan farklı bulunduğuna işaret ediliyor:
1— Kur'ân
bütünüyle Allah sözüdür,-
içindeki hüküm ve
hikmetler O'na aittir ve o bakımdan Allah boş ve anlamsız, fazla ve
lüzumsuz söz söylemekten çok yüce ve çok münezzehtir. Bu acıdan da, Kur'ân'ın
her âyeti, insan hayatını iyiye, güzele, doğruya ve en yararlı olana çeviren ayrı
bir hüküm ve hikmet kaynağıdır.
2— Kur'ân'da dünya ve âhiretle ilgili ve insan
için lüzumlu bütün hükümler yer almıştır.
O halde Kur'ân'ın her
hükmünde mutlak hikmet; tıer hikmetinde mutlak ders, öğüt ve ibret vardır.
Hükümleri zamanın ve sosyal yapıların değişmesiyle değişmeyen, insan hayatını
onun ruhundaki yüceliğe, hılkatın-daki hikmete eşdeğerde düzenleyen ölçü ve
muhtevadadır.
İlmî araştırmaların,
yeni yeni buluşların ilerlemesiyle tazeliğini kaybetmeyen tek kitaptır.
Gerçeği bulan ilimle hiçbir zaman ters düşmez. Hikmetindeki derinlik,
hükümlerindeki açıklık ve esneklik, akla ve idrâke her zaman kapı açıp
seslenecek güçtedir. İnsan aklına, ilmî harekete canlılık sağlamak için yer
yer ana fikirler, temel bilgiler verir.
Nitekim Hıristiyan
olup 1974 yılında İslâm'a giren ünlü
Fransız ilim adamı Prof. Dr. Maurice BUCAILLE, «La Bible, le Coran, et
la science» adlı eserinde diyor ki: «Kur'ân ile bilim arasında ortak tarafların
bulunması, ilk bakışta insanı hayrette bırakır. Zira bu ikisi arasında
uyuşmazlık değil, uyum vardır.»
«Bati'da İslâm
hakkında ortaya çıkan tamamen yanlış değer hükümleri, bazan cehaletten, bazan
da kasıtlı bir aleyhtarlıktan ileri gelir.»
İşte Allah kitabının
hakîm olmasının bir anlamı da budur. Özetliyecek olursak, Kur'ân'ın hakîm
vasfından anlaşılan manaları şöyle maddeleştire-biiiriz:
a) Helâl, haram, hudut ve ahkâm ile muhkemdir.
b) Helâl ve haram sınırlarını belirlemede,
insanlar arasındaki ihtilâfı çözmede, kardeşlik duygularını geliştirmede, hakkı
her zaman ayakta tutmada kusursuz hükümler ihtiva etmektedir.
c) Allah o kitapta adaletle, iyilikle, yakınları gözetmekle, her türlü hayasızlıktan ve
kötülüklerden, haksızlık ve tuğyandan kaçınmakla hükmetmiştir Bu manayla da
Kur'ân, hükrrıolunan hakimdir, yani mahkûm anlamına gelen hakîm sıfatını
taşır.
d) İlmî konularda en sağlam anc düşünceyi
hikmetle ortaya koyar. Hiçbir devirde ilimle, ama gerçeği bulmuş ilimle
uyumsuzluk halinde olmaz.
e) Ferdin iç âleminde, aile ve toplum yapısında
fazîlet ışığını yakıp güzel ahlâk doğrultusunda dengeyi sağlar. Hükümleri,
Cenâb-ı Hakk'ın Kelâm sıfatının
tecelüsidir, o bakımdan ebedîdir ve kusursuzdur. İnsan kafasının ürünü olan
hükümler ise, zamanla insan gibi eskimeye, yıpranmaya, tazeliğini kaybetmeye
mahkûmdur ve insan kadar kusurludur. [6]
«İnsanları uyar, imân
edenleri Rablarının yanında kendilerine ayrılan Kadem-i Sıdk ile müjdele...»
İlgili âyetle Kur'ân,
insanlar içinden seçilip yine insanlara peygamber olarak gönderilen Hz.
Muhammed'in (A.S.), yüklendiği ağır, fakat çok şerefli ve kutsal görevin daha
çok iki ana hedefi bulunduğunu açıklıyor: Hak yoldan sapmışları, tuttukları
yanlış yolun sonundaki tehlikeye karşı uyarmak; aklını iyiye, güzele ve hakka
çevirip Allah'a imân ederek doğru yolda yürüyenleri sonsuz mutluluklarla
müjdelemek.,
Aklıyla değil
hissiyle; idrâkiyle değil nefsiyle olayları değerlendirmek
isteyen Mekkeli
putperestler, Hz. Muhammed'in (A.S.) peygamber olarak gönderilmesini bir türlü
hazmedemeyip aşırı şaşkınlık gösterdiler. Çünkü onlara göre, gönderilecek
peygamberin ya bir melek, ya da en zengin ve nüfuzlu bir adam olması gerekirdi.
Şüphesiz ki, uzun yıllar hakkın sesini duymayan o insanların değer ölçüleri çok
farklı idi. Onlara göre, büyüklük ve yüceliği ahlâk ve fazilette, asalet ve
doğrulukta değil, mal, evlât ve güçlü kabile sahibi olmakta aramak
gerekiyordu.
Hz. Muhammed (A.S.),
ilim ve hikmet dolu ilâhî âyetleri getirip tebliğ edince durum derhal değişti.
Bazan da akla durgunluk veren mu'cizeler ortaya koyunca putperestlerin
şaşkınlıkları bir kat daha arttı. O. bakımdan ne diyeceklerini, nasıl bir
yakıştırmada bulunacaklarını kestiremediler; sonunda onun için «apaçık bir
büyücü, bir sihirbaz» diyecek kadar âdileşti-ler.
Oysa sihirbaz veya
büyücü, güzel ahlâkı sağlamak, haksızlıkları gidermek, cihan kardeşliğini
getirmek, zulüm ve haksızlığı durdurmak, yardımlaşma ve dayanışmayı
gerçekleştirmek. Yüce Yaratan'ı kemal sıfatlarıyla tanıtmak, O'na kulluğun hikmet
ve manasını açıklamak, dünya ve âhiret mutluluğuna yol açmak gibi toplum ve
milletleri sapasağlam ayakta tutacak konu ve kurallarla, hüküm ve prensiplerle
uğraşmazlar; esasen bu gibi önemli meseleleri açıklayacak bilgi ve kültüre,
fazilet ve ahlâka, imân ve irfana sahip değillerdir.
İşte gerek Mekkeli
putperestler, gerek her çağda ve dönemde ortaya çıkıp hak dinlerin
lüzumsuzluğunu veya dinlerin insanlar tarafından, bazı şeylerden korkup
endişelenmeleri sebebiyle ortaya çıkarıldığını iddia eden maddeciler, akıl
nimetini yerinde kullanmadıkları, sadece duygularının öncülüğünde düşünüp
hareket ettiklerinden bu farkı anlayamamışlar ve büyük bir şaşkınlık atmosferi
içinde inkâr ve inatlarını artırmışlardır.
Sûrenin ilk iki âyetiyle Hz.
Peygamberin (A.S.) asıl görevi açıklanırken müşrikler kınanmakta, doğruyu
araştırmadıkları için de inzarla teb-şîr üzerinde düşünmeleri telkin
edilmektedir. [7]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'den önce gelip geçen hemen her peygamber, küfür ve azgınlıkla
mücadele etmiş ve aynı tepkilerle, yakışıksız sözlerle, bir sürü yalan ve
iftirayla karşılaşmıştır. Nitekim Âl-i İmrân sûresi 184. âyette bu husus şöyle
belirtilmektedir: «Ey Muhammedi Eğer seni(n peygamberliğini) yalan saydılarsa,
senden önceki birçok peygamberler de yalanlanmalardır ki, onlar da açık
belgeler, mu'cizeler, irşat dolu sahife-ler ve aydınlatıcı kitaplar
getirmişlerdi.»
İnkarcı azgınların,
şaşkın müşriklerin peygamberlere sataşmaları yer yer anlatılarak birtakım
ölçüler ortaya konulmuştur. Onlardan bir kısmını şöyle sıralayabiliriz :
«Allah, peygamber
olarak bir insan mı gönderdi!?» [8]
«De ki: Eğer
yeryüzünde eyleşip mutmain ve huzur içinde yürüyen melekler bulunsaydı, elbette
üzerlerine gökten peygamber olarak melek gönderirdik.» [9]
«Eğer o indireceğimizi
melek kılsaydık, yine onu bir adam (şeklinde) yapardık da düştükleri şüpheye
tekrar onları düşürmüş olurduk.» [10]
«Hani onlara
peygamberler, önierinden-arkalarından gelmişti de ancak Allah'a kulluk edin
(demişlerdi). Onlar ise, eğer Rabbımız dileseydi melekleri indirirdi. Bu
bakımdan biz elbette sizinle gönderilen şeyi inkâr edenleriz, demişlerdi.» [11]
«Ve bir de dediler ki:
Bu Kur'ân, şu iki şehirden büyük bir adama indirilmeli değil miydi?» [12]
Görüldüğü gibi, Hz.
Muhammed'e (A.S.) başka kusurlar bulup yakıştıramadıkları için cahil halkı
ondan uzak tutmayı amaçlıyarak zaman zaman yukarıda belirtilen sözleri
sarfederek inkârlarında ısrar etmişlerdir. İniş bölümünde naklettiğimiz gibi,
«Allah, Ebû Tâlib'in yetiminden başka peygamber gönderecek bir kimse bulamadı
mı?!» demeleri, onların ne ölçüde bir peygamber görmek istediklerinin bir
başka belgesidir. Şüphesiz ki, müşriklerin şaşkınlıklarının en gülünç tarafı,
büyücüyle peygamberi, sihirle mu'oizeyi, faziletle rezîleti, hakla bâtılı, iyi
ile kötüyü ayırt edememeleridir.
Günümüzde de Kur'ân'ı,
Peygamberimizin nezîh hayatını, İslâm'ın yüksek" amaç ve hikmetini
bilimsel açıdan inceleyip araştırma zahmetine katlanmadan Kur'ân'a «çöl
kanunu», Hz. Muhammed'e (A.S.) «çok akıllı bir adam», İslâmî esas ve
prensiplere «ilkel kanunlar» diyenlerle putperest cahil Araplar arasında
temelde bir fark yoktur. Dün, sergilenen şaşkınlık ve inkâr nasıl insanlık
adına bir yüz karası ise, bugün de ilim ve medeniyet adına ortaya atılan sözler
ve yakıştırmalar da ilim ve medeniyet adına birer yüz karasıdır. Dünkülerin
ilmi ve irfanı yoktu, akıllarını da kullanmıyorlar, şartlanmış bir kafayla,
kökleşmiş bir önyargı ile hakka karşı çıkıyorlardı. Bugünkülerin ilmi ve
kültürü olmakla beraber, ne ilimlerini, ne de akıllarını gerçeği arayıp bulma
doğrultusunda kullanıyorlar, Birincilerin cehalet ve taassupları; ikincilerin
maddeciliği üstün gelmiştir.
Son yıllarda aklını
gerçeği bulmaya çeviren, materyalizmin dondurucu havasından sıyrılıp hakkı
bulmaya heveslenen ve Fransa'da sosyalizmin beyni sayılan Roger Garaudy, 180
derecelik bir dönüş yapıp İslâm'ı kendine din olarak seçtikten sonra eline
kalemi alıp'İslâm'ın Va'dettikleri adlı eserinde şöyle diyor;
«İslâm günümüzde,
geçmişi içinde donmuş değildir. Çağın yaşayan problemlerini Medine toplumunun
anlayış ve duyuşu ile çözebilecek niteliktedir.» [13]
«Bin yıla yakın bir
zaman içinde Batı kültürüne kaynak sağlayan İslâm medeniyetinin Grotius'ten
Michelet Servet'e kadar uluslararası hukuka yaptığı etkileri görmemek için
Batılılara, çoğu zaman Müslümanlar konusunda ileri sürüldüğünden fazla
«yobazlık» gereklidir..» [14]
«İslâm'da yanlış bir
Tanrı bilgisi aşılayacak aracılara, Allah'ın yeryüzünde temsilcisi olduklarını
iddia edecek krallara ve prenslere yer yoktur. Allah kendi kanunlarını kendisi
iletmiştir..» [15]
Şüphesiz ki gerçeği yansıtan,
hakkı itiraftan başka yanı olmayan bu sözler, derin bir araştırmanın, bilimsel
gayret ve himmetin, sağduyunun ürünleridir. Allah yanında böyle imân edip gerçeği
yansıtanlar için KA-DEM-l SIDK mükâfatı söz konusudur. Dünyada adımını doğruya,
iyiye ve fazîlete doğru atan bahtiyarlar için, mükâfat olarak hep iyilik ve
güzellikler hazırlanmıştır. [16]
Yukarıda geçen
âyetlerle inkarcı sapıkların, azgın putperestlerin, son peygamber olarak
gönderilen Hz. Muhammed'e (A.S.) karşı menfi tutumları açıklandı. Peygamberin
daha çok iki ana görevi yerine getirmek için gönderildiğine temas edilerek
Kur'ân'ın bütünüyle, insan hayatını en güzel şekilde düzene sokacak hüküm ve
hikmetler hazinesi olduğu açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle insan
aklına sesleniliyor. Kâinattaki mutlak düzen ve dengeye bakmamız ve onlardan
birtakım olumlu sonuçlar çıkarmamız isteniliyor. Kâinat plânında yer alan her
şeyin ilâhî damgayı taşıdığına işaretle Allah'ın kudret ve azameti
anlatılıyor. Böylece önyargıyı bırakıp kafa ve kalbi gerçeği arayıp bulmaya
çevirmenin gereği üzerinde duruluyor, [17]
3— Şüphesiz ki Rabbınız gökleri ve yeri altı
gün (devir)de yaratıp sonra da Arş
üzerine saltanatı ve kudretiyle tecelli ederek her işi gereği gibi düzenleyip
yürüten Allah'tır. Onun izni
olmadıktan sonra hiçbir şefaatçi şefaat edemez. İşte bu Allah sizin
Rabbınızdır. Artık O'na kulluk ediniz. Hâlâ düşünüp öğüt almaz mısınız?!
4— Hepinizin dönüşü ancak O'nadır. Allah'ın
verdiği söz haktır. Şüphesiz ki O, imân edip iyi-yararlı amellerde bulunanları
-adalet ölçüleriyle-mükâfatlandırmak için önce halkı yaratıp varlık alamna
getirir, sonra da geri çevirip (diriltir). İnkâr edenlere ise,
küfrettiklerinden dolayı fıkır fıkır kaynayan su ve elem verici bir azap
vardır.
Kur'ân'ın yüksek ve
yönlendirici metotlarından biri de, önce konuyu belli bir çerçeve içine alıp
ana temasını işlemek, sonra ondaki amaç ve hikmeti duygu ve düşüncelere malzeme
vererek açıklamak, sonra da insan aklına ışık tutup, onu duygunun dar
çerçevesinden çıkartıp görüş ufkunu açarak akıl ve idrâkine seslenmektir.
O bakımdan sûrenin baş
kısmında, indirilen kitabın hikmet ve hüküm dolu olduğu bir cümleyle ortaya
konuldu. Uyarıcı ve müjdeci bir hüviyetle gönderilen Hz. Muhammed'in (A.S.)
yüksek şahsiyeti üzerinde duruldu. İnkarcıların Onun hakkındaki ölçüsüz, akıl
ve idrâk dışı sözleri ve sataşmaları konu edilerek vicdanlara seslenildi.
Dosdoğru imân edenler için Allah yanında yüce makamların, göz ve gönül dolduran
mükâfatların hazırlandığına geçilerek insan arzu ve ihtirasına cevap verildi;
doğruyu bulup seçenlerin doğruluk makamında ebediyen mutlu olacakları müjdelendi.
Sonra da göklerin ve yerin altı devir ve dönemde yaratıldığına geçilerek
düşünce, duygu ve akıl biraraya getirilmek suretiyle aklın öncülük yapmasına
işaret edildi. Böylece hak olan Kur'ân ve Peygamberin, hak olan kâinat
düzeniyle isbatı yapılarak inkarcılar ilmî araştırmaya davet edildi. [18]
Şüphesız ki Rabbiniz gökleri
ve yeri altı gün (devir)de yaratıp sonra da Arş üzerine saltanatı ve kudretiyle
tecelli ederek her işi gereği gibi düzenleyip yürüten Allah'tır.»
A'raf sûresi 54.
âyetin tefsîrinde aynı konuya yer verilmiştir. Ayrıca bu âyet az bir farkla
Kur'ân'ın sekiz yerinde geçmektedir, Allah böylece kudretinin sonsuzluğunu,
sünnetinin şaşmazlığını, tedbirinin kusursuzluğunu, kurduğu düzenin
mükemmelliğini belirtmek için zaman zaman beşer aklına seslenir; ilmî
araştırma yapmak isteyenlere ana fikir verir.
Sekiz yerde az farkla
tekrar edilmesinin bir başka sebebi ise, dikkatleri, değişik ilmî konulara,
ilâhî kanunlara çekmek; astronomi ve jeoloji gibi her yönüyle ilâhî plânın
eşsizliğini yansıtan önemli iki mevzuda ciddi araştırma ve incelemeyi teşvik
etmek ve hafızalarda derin izler bırakıp idrâki uyanık tutmakdır.
A'raf sûresi 54.
âyetin tefsîrinde de açıkladığımız gibi, göklerin ve yerin yaratılması
işlenirken «yevm» tabirinin kullanılması, müstesna bir anlatım tarzı ve eşsiz
bir esneklik üslûbu ortaya koymaktadır. Zira bu tabir
üç ayrı mânaya delâlet
etmekte ve bulunduğu cümle ve konuya göre, üç mânadan biriyle yorumlanmaktadır.
Onları kısaca şöyle sıralayabiliriz :
1_Başlangıcı
ve sonu kesin bilinmeyen, fakat tahmini mümkün olan uzun bir devir ve dönem.
2— Qok kısa bir zaman parçası.
3— 24 saatlik bir zaman dilimi.
Üçüncü âyette geçen ve
astronomi ile jeoloji ilimleriyle ilgili bulunan «yevm», birinci mâna ve
yorumla içiçedir. Böylece Kur'ân, göklerin ve yerin yaratılmasında sürüp gelen
altı jeolojik devreye işarette bulunmaktadır. [19]
«Sonra da Arş üzerine
saltanatı ve kudretiyle tecelli ederek....»
Bu husus da A'raf
sûresi 54. âyetin tefsîrinde açıklanmış ve gereken bilgi verilerek yorumda
bulunulmuştur. Ancak burada «Arş» denildikten sonra şu cümle ile
tamamlanmıştır; «Her işi tedbîr eder, her işi gereği gibi düzenleyip
yürütür..»
Âyetin kelime
dizisinde önemli bazı hususlar vardır ki, üzerine dikkatle eğilmek gerekir.
Şöyle ki :
a) Allah gökleri ve yeri yarattıktan sonra Arş
üzerine istiva etmiştir. Bu sözden, gökleri ve yeri yaratıp sünnetullah'ı
doğrultusunda tam bir denge ve düzende tuttuğu, her varlığın, diğer bir
tabirle her şeyin varlık alemindeki yerine ve özelliğine göre, kâinatın
dengesini sürdürmesinde yardımcı bir parça olarak görev yaptığı anlaşılıyor.
Çünkü.kâinattaki denge kanunu, bir zincirin düzenli halkaları gibi
birbirleriyle bağlantılıdır. Kıyamet kopuncaya kadar bu bağlantı sürüp gider.
Ancak bazı parçalardaki mevcut dengeyi
bilgisizliğimiz veya
ilgisizliğimiz yüzünden biz insanlar bozmaktayız ki, bunun zararı yine
bize dönmektedir.
b) Arş denilen ilâhî saltanatın tecelli ettiği
makam, kâinatta sürüp gelen denge ve düzenle çok yakından ilgilidir veya o
dengenin odağını oluşturmaktadır. Sahîh hadîslerden, Arş'ın göklerden ve yerden
çok büyük olduğu anlaşılıyor. Böylece Arş'ın en hâkim noktada beşer idrâkini
aşan büyüklüğü, kuvvetli bir ihtimalle, kendisinden küçük olan göklerin dengesinin
temelini ve ana merkezini oluşturmaktadır. Zira istiva -A'raf sûresinde de
belirttiğimiz gibi- ya birden fazla şeyin aynı seviyede olduğu,
ya da bir şeyin dimdik dengede ayakta durup çevresiyle ayrı bir denge
sağladığı anlamına gelir.
c) İstivadan
sonra tedbîr geliyor, «yüdebbirü» tef'ÎT kökünden şimdiki ve gelecek zamana
delâlet eden bir fiildir. Ona bu açıdan bakıldığında şu mânaları ifade ettiği
görülür:
— Hikmeti uyarınca hükmedip takdîr etmek,
— İsabetli ve istikrarlı iş yapmak,
— Olayların ve fiillerin sonunu, doğuracakları
meseleleri önceden hesaba katmak veya tesbît edip bilmek ve öylece lâyık
olmayan bir durumun meydana gelmesini önlemek,
— Kurduğu düzeni dengeli, plânlı, programlı ve
amacına uygun devam ettirmek ve bunun için bütün önlemleri almak...
İşte âyetteki «tedbîr»
bir bakıma istivayı açıklıyor. Denge sağlanıp her iş ve olay gerektiği gibi
düzenlenip yürütülüyor ve her varlık kâinat planındaki yerini alıp yaratıldığı
amaca yönelerek hizmet veriyor.
Bu açıklamadan
çıkarılacak sonuç ise, özetle şu olabilir: Kâinatta, başka bir tabirle varlık
âleminde meydana gelen her olay, mutlak surette Allah'ın ezelî tedbîri, takdiri
ve terbiyesiyle vücut bulur. O'nun kudretine bir son, hikmetine bir sınır, tedbirinde
bir kusur söz konusu olamaz.
d) Gökleri
ve yeri altı devirde yaratan ve sonra Arş üzerine istiva edip her işi tedbîrle
yürüten Allah, rab sıfatıyla anılmıştır. Çünkü rab, her şeyi türünün
özelliğine, yaratılışının amaç ve hikmetine uygun terbiye eden, her şeyi yavaş
yavaş kemâle erdiren ve kâinatı bir okul misali elinde tutup en ince hesaplar,
en şaşmaz kanunlar ve değişmez programlarla eğitip yetiştiren zatın sıfatıdır.
O'nun terbiye sistemi ve kemale erdirme programı her zerreyi içine alıp kapsamıştır.
O bakımdan varlık âleminde hiçbir şey, rab sıfatının kapsamı dışında değildir
ve olamaz da.. O halde gökleri ve yeri yaratmaya, sonra da Arş üzerine
kudretiyle tecelliye ve kâinatı tedbîre en uygun sıfat rab'dır. [20]
«O'nun izni olmadan
hiçbir şefaatçi şefaat edemez..»
Şefaatçi diye
çevirisini yaptığımız «şefiî1» sözü, bir şefaatçıdan ziyade, denge ve tedbîrde
Allah'a yardımcı olacak, birliğinin yüce kudretini ortak-
lık düzeyine itecek,
ilâhî tedbiri süratlendirecek veya yönlendirecek hiç ama hiçbir ortak, kuvvet
ve yardımcı yoktur ve olamaz da.. Aksi halde vahdaniyet kalkar, tedbîr
bozulur, plân alt-üst olur, program yön değiştirir. Bunun neticesi mevcut,denge
yıkılır. Aynı zamanda hiçbir varlık O'nun katında şefaatçi da olamaz; meğer ki,
O, izin vermiş olsun..
İşte birliğinde eşi,
tedbîrinde yardımcısı, fiilinde ortağı, kudretinde benzeri, terbiyede
destekçisi olmayan Allah, fâil-i muhtar'dır ve işte o hem bizim, hem de bütün
eşyanın yegâne terbiyecisidir. Bize gereken, kâinattaki denge ve düzen
atmosferi içinde plândaki yerimizi almak, yaratıldığımız hizmete yönelmek ve
mutlak denge içinde kendi dengemizi korumaktır.
Bunca bilimsel ve açık
belgelere rağmen hâlâ düşünüp öğüt ve ibret almamız gerekmiyor mu? [21]
«Hepinizin dönüşü
ancak O'nadır.»
Varlık âlemi ilâhi
kudretin eseridir. Öyle ki, ilâhî kudret sınırsız bir güç ve sonsuz bir enerji
kaynağıdır. Bu kaynağın büyük bir enerji oluşturup tezahür etmesi ve bu
enerjinin yoğunlaşıp kâinatı meydana getirmesi, bir halk ve icaddır. Belli ve
belirli kanunlarla idare edilip şaşmadan hedef ve amacına yönelik tutulması,
tedbîr ve terbiyedir.
O halde her şey ilâhî
kudretin tezahürüdür. Ancak bu tezahürün en şerefli ve belirgin cüz'ü insandır;
yani kâinat insan için, insan da Allah için yaratılmıştır. O bakımdan sonunda
insanların dönüşü Allah'a olacaktır.
Gerçek bu olmakla
beraber, bunca meziyetleri kendinde taşıyan insanoğlu neden şu aşağı âleme
getirilmiştir? Bu sorunun cevabını Adem Peygamberin önce Cennet'e konulması
bahislerinde birkaç yerde cevaplamış bulunuyoruz. Ancak burada bir özet
mahiyetinde de olsa, diyebiliriz ki, insanın Dünya denilen aşağı âleme
getirilmesi, hayatın anlamını, nî-metlerin zevkini ve kıymetini tadıp idrâk
etmesine yönelik bir hikmeti terennüm etmektedir. Doğrudan âhirete geçmek,
hayat ve nimetin kıymetini anlamaya imkân vermez. Ölüm ise, bu kuralın ışığı
altında İnsan için çok gereklidir. Çünkü mevcut beden yapımız, Dünya şartlarına
uygun ve onunla uyum sağlayacak ölçü ve vasıfta yaratılmıştır. Âhiret'teki
değişik şartlara ve ortama uyum sağlaması mümkün değildir. O bakımdan ruhumuz
eskiyen bu beden elbisesini terketme kanununa bağlı kılınmıştır. Bir süre
Berzah âleminde kendisine ayrılan yerde eyleştikten veya konuk olarak
kaldıktan sonra Âhiret hayatının şartlarına ve ortamına uygun hazırlanan bedene
gelip yerleşir de Allah'ın yüce huzurunda yerini alır.
Yokluktan varlığa
çıkış bir zıddın oluşumu ise, hayattan ölüme geçiş ikinci bir zıddın
oluşumudur. Bu, gerçek ve mümkün olduğuna göre, ölümden sonra üçüncü bir
zıddın, yani hayatın oluşması neden mümkün olmasın?
Hem insanı yoktan
yaratan, model ve Örneksiz ona vücut veren O Yüce Kudret, bu defa model ve
örneği varken onu tekrar yaratmaya kadir değil midir?
Allah'ın bu konuda da va'di
haktır; sırası, vakti ve saati gelince O'nun va'di bir bir gerçekleşir. O
verdiği sözden asla caymaz, ezelî ilmi asla ya-nılmaz.. [22]
«Şüphesiz ki O, imân
edip iyi,
yararlı amellerde
bulunanları -adalet ölçüleriyle- mükâfatlandırmak için önce halkı yaratıp
varlık alanına getirir, sonra da geri çevirip (diriltir), inkâr edenlere ise,
küfrettiklerinden dolayı fıkır fıkır kaynayan su ve elem verici bir azap
vardır.»
Allah'ın 99 isminden
biri de el-Adl'dır. O bakımdan her işinde mutlak hikmetin sırrı, adaletin özü
ve mayası mevcuttur. Kâinat bile adalet ve hakkaniyet üzerine kurulmuştur.
Akıl, zekâ, idrâk ve diğer yeteneklerden her insana, yine âdil ölçülerle pay
vererek toplum düzenini, yaşama dengesini sağlamıştır. O, Rab sıfatının
tecellisi ve Adi sıfatının tezahürü ile denge ve düzeni kurmuştur. Toplum
bünyesinde akıl ve zekâ nimetinden az veya çok mahrum olanlar varsa, bu,
bütünüyle aile ve çevreden kaynaklanmakta, ilâhî terbiye ve tedbîre uymamaktan
neş'et etmektedir.
Bazı materyalist ve
sosyalistler, insanların her hususta eşit olmasının gereğini savunurken,
feministler de kadınların her bakımdan erkeklerle eşit olmasını ileri sürüp
Rab ve Adi sıfatlarına karşı isyankâr bir tavır takınırlar. Şüphesiz ki, bu tür
iddiaların hem din, hem de ilim nazarında bir değeri yoktur, İnsanlar bir
tarağın dişleri gibi eşit yetenekte ve fiziksel güc ve kudrette yaratılsaydt,
hayat durur, düzen bozulurdu. Aynı zamanda aile ve fertlerin işledikleri
kusurların çocuklarına ve torunlarına geçmemesi için ilâhî müdahale gerekirdi.
Oysa Allah, mutlak anlamda denge ve düzen kanunlarını koymuş, her şeyi en iyi
şekilde yaratıp hilkatinin hikmeti doğrultusunda görevlendirmiştir. Onun hilkat
ve hayat kanunlarına uyanlar mutlu ve bahtiyar oluyorlar, uymayanlar hem
kendilerine, hem de ço-
cuklarına haksızlık
ediyorlar. Meselâ, Cenâb-ı Hak, insanın ruh ve beden afiyetini ayakta tutmak
için alkollü ve uyuşturucu maddeleri haram kılmıştır. Buna rağmen bir anne ve
baba ilâhî yasağı -hikmet ve maksadını düşünmeden- dinlemez ele kendini
zehirler ve o yüzden mariz ve sakat, geri zekâlı ve bön çocuk dünyaya
getirirlerse, kendi nesillerine karşı cinayet işlemiş ve Allah'ın Rab ve Adi
sıfatlarına sırt çevirmelerinin cezasını çekmiş olurlar. Kusur Allah'ın terbiye
ve tedbîrinde değil, kulların terbiye ve tedbirindedir.
İkinci hayat kabul edilen
Kıyamet gününde ise, ceza ve mükâfat Allah'ın el-Adl ve el-Hakem sıfatlarının
tecellisiyle takdir edilecektir. Böylece insanlar şu hazırlık dönemi olarak
önlerine konulan dünya hayatını ya lehlerine, ya da aleyhlerine çevirme
serbestisine sahiptirler. Hiçbir zorlama söz konusu değildir. Allah denge ve
düzeni kurup insanları birçok yeteneklerle donatarak serbest bırakmış, üstelik
akıllarına ışık tutacak kitap ve peygamber göndermiştir. O nedenle herkes
yaptığından sorumlu tutulacaktır. Kısacası, her insan şu dünyadan Cennet veya
Cehennem'ini hazırlayıp beraberinde taşıyacaktır. [23]
Yukarıdaki âyetlerle
Cenâb-ı Hakk'ın birliğine ve kudretinin sınırsızlığına delâlet eden, insan
aklına ışık tutan kevnî âyetlere yer verildi. İlim adamlarına ve araştırıcılara
ana fikir verilerek varlık âleminin bütünüyle Hakk'ı tasdik etmekte olduğu
belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle Güneş ve Ay'la
ilgili temel bilgiler veriliyor, gece ile gündüzün birbirini izleyip
durmasındaki esrara dikkatler çekiliyor ve sonra da Allah'ı bilip O'ndan saygı
ile korkanların varlıktaki acık belgeleri görerek Hakk'a kul olmanın şuuruna
erişeceklerine -işarette bulunuluyor. [24]
Güneş'i ziya (ışık ve
enerji), Ay'ı nûr (aydınlık) yapan ve yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için
Ay'a konaklar takdir eden O'dur. Allah bunu ancak hak ile (katıksız, kusursuz,
şaşmayan kanunla) yarattı. Bilip (anlayacak) bir millete âyetleri (böylece) bir
bir açıklıyor,
6— Şüphesiz
ki gece ile gündüzün birbirini izleyip değişmesinde ve Allah'ın göklerde ve
yerde yarattığı şeylerde, O'ndan korkup kötülüklerden sakınan bir topluluk
için âyetler-belgeler vardır.
«Güneş'i ziya (ışık ve
enerji), Ay'ı nûr (aydınlık) yapan... O'dur.»
İlgili âyetle Güneş ve
Ay'ın önemli özelliklerinden biri belirtilerek bu konuda bilimsel araştırma
yapanlara ön bilgi veriliyor.
Ziya, kelime olarak
ateş ve benzeri parlak cisimlerden yayılan ışık ve enerjiye verilen bir
isimdir. Nitekim Râğıb el-Asbahanî, Müfredatında «devi1» maddesinde bu tarif
üzerinde durmuş ve gereken açıklamayı yapmıştır. Kamus mütercimi Asım da bu
kelimeyi açıklarken şöyle diyor: «Bizzat olan aydınlığa ziya,
bilfarz, yani sonradan arız olanına
nûr denir.»
Bu tarîf ve
delâletten, Güneş'in ışık ve enerjisinin kendisinde mevcut olduğu, başka bir
parlak cisimden ona gelmediği ve yansımadığı; Ay'ın nurunun, yani aydınlığının
ise, kendisinden değil, başka bir cisimden gelip ona yansıdığı anlaşılıyor.
Ay üzerinde yapılan
bilimsel araştırmalar Kur'ân'ın bu açıklamasını kesinlikle tasdîk etmiş ve
Ay'ın Güneş'ten ışık alıp yansıttığını şüphe kabul etmiyecek bir katiyetle
ortaya koymuştur.
Güneş'e gelince : Son
birkaç yıl içinde yapılan ilmî araştırmalarla şu hususlar tesbit edilip
belirtilmiştir: «Güneş'te büyük yer çekimi basıncı altında, merkezdeki madde
sıkışır ve orada sıcaklığı 15 milyon C (24 milyon F) çıkarır. Böyle büyük bir
sıcaklık ve basınç altında atomlar parçalara bölünür, atomların dış kabukları
koparak çekirdekten uzaklaşır. Çekirdekler birbirlerine doğru saniyede
binlerce mil hızla yaklaşır ve bazan da birbirine yapışır. Hidrojen
çekirdekleri birbirine bağlanınca hidrojen çekirdeğinden biraz daha büyük
helyum çekirdekleri oluşur. Buna «hidrojen füzyonu» denir. Herbir saniyede
Güneş'in merkezinde 650 milyon ton hidrojen, 645,4 milyon ton helyuma
dönüşmektedir. Bu süreç enerji meydana getirir. Herbir saniyede kaybolan 4.6
milyon ton madde Güneş'ten etrafa yayılan enerjidir. Bunun çok küçük bir kısmı
Dünya tarafından tutulur ve burada hayatı mümkün kılar. Bir saniyede çok büyük
miktarda hidrojen füzyona uğradığı halde Güneş'te o kadar bol hidrojen vardır
ki, yaklaşık beş milyar yıldır süregelen füzyondan sonra Güneş'in hemen tamamına
yakını hâlâ hidrojendir. Belki de daha birçok milyar yıl füzyon sürüp
gidecektir.
İşte Kur'ân'da ilgili
âyetle birinci hayattan sonra ikinci hayatın başlayacağı haber verilirken
ilâhî kudretin yüceliğine ve yaratmadaki sınırsız gücüne delil olarak Güneş ve
Ay getiriliyor. Güneş'in bitip tükenmeyen bir enerji kaynağı olması, bütünüyle
ilâhî takdirin bir tezahürüdür. [25]
«Ve yılların sayısını
ve hesabı bilmeniz için Ay'a konaklar takdir eden O'dur.»
Ay batıdan doğuya
doğru Dünya'nın çevresinde döner. Öte yandan Ay'ın diğer yıldızlara göre durumu
da sürekli olarak değişir. Bunun nedeni de Ay'ın yer çevresindeki hareketidir.
Eklipîiğe eğikliği 5° 8'40" olan elips biçiminde bir yörünge üzerinde
dönerek diğer bir yıldıza göre, bu dönüsünü 27 gün, 7 saat, 43 dakika, 11,5
saniyede tamamlar ve böyleee diğer yıldızlara göre, yeniden aynı duruma gelmiş
olur. Güneş'in durumuna göre ise, bu dönüşünü 29 gün, 12 saat, 44 dakika, 2,8
saniyede tamamlar.
Ay'ın yer çevresindeki
daima doğuya doğru olan bu hareketi gökte yıldızlara göre her gün 13°
16'6" gecikmesine, böylece her gün aşağı yukarı 50 dakika daha geç doğup
batmasına yol açar.
Ay'ın aydınlatması
Güneş'e oranla 650.000'de biri kadardır.
Ay bir de yılları ve
hesabı sağlıklı ölçüde tesbit etmemize bir kıstas olarak takdir edilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de Ay'ın sözünü ettiğimiz hareketleri ve her gün gökteki
yıldızlara göre 50 dakika geç doğup ayrı bir görünüm arzetmesi ilâhî sünnetin şaşmayan
belgelerinden biri olarak vasıflandırılıyor ve her şeyin kesin hesaplara göre
düzenlendiğine işarette bulunularak insan aklına ışık tutuluyor; aynı zamanda
Yüce Yaratan'i insana hatırlatıp tanıtıyor. Zira bunca ince hesaplar, çekim
kanunları ve meydana getirdiği düzeni tesadüflere bağlamak mümkün değildir. [26]
Hak kelimesi üzerinde
sık sık durulmaktadır. Burada ise, Güneş ve Ay'ın hak ile yaratıldığı
belirtiliyor ki, bundan şu manalar anlaşılmaktadır: Güneş ve Ay, kâinat planındaki
yerlerine oturtulmuştur. Her ikisi de varlıktaki mutlak denge ve düzenin
cüzleri olarak bulunuyor. İnsanların yararına yaratılan bu ikisi de şaşmayan
kanunlara bağlanmıştır ve hayat şartlarıyla uyum halinde bir düzeye getirilmiş,
her biri için ayrı bir yörünge takdir edilmiştir.
İşte Kur'ân'da bütün
bu incelikler hak kelimesiyle anlatılmakta ve akıl sahiplerine
seslenilmektedir: «Allah bunu ancak hak ile (katıksız, kusursuz, şaşmayan
kanun ile) yarattı. Bilip (anlayacak) bir millete âyetleri (böylece) bir bir
açıklar.» [27]
«Şüphesiz ki gece ile gündüzün birbirini izleyip
değişmesinde............ âyetler, belgeler vardır.»
Kur'ân bu âyetle
Dünya'nın Güneş'in çevresinde bir elips çizip dön-ıekie kalmadığım, aynı
zamanda kendi ekseni etrafında da dönerek geçe ie gündüzün meydana gelmesini
sağladığı ve bu birbirini izlemenin sürüp gittiğini açıklıyor.
Başta insan olmak
üzere hayvanların ve bitkilerin yaşamlarını sürdürebilmeleri, gelişip
çoğalabilmeleri için Dünya'nın bu iki ayrı hareketine mutlak surette ihtiyaç
bulunduğuna işaret edilerek Allah'ın değişmeyen sün-netiyle gece ile gündüzün
belli hareket ve kesin hesaplarla oluştuğu bildiriliyor ve bunlar Allah'ın
varlığının ve sonsuz kudretinin belgeleri olarak gösteriliyor. Sonra da bu
kudretin insanları yeniden diriltip ikinci hayata döndürmeye muktedir bulunduğu
hatırlatılıyor.
Kur'ân insanla Allah
arasındaki engelleri kaldırmak, duyguları yönlendirmek, düşüncelere berraklık
kazandırmak ve akıllara ışık tutup insanla hakikati yüzyüze getirmek için dört
ayrı belge sıralıyor:
1— Güneş'in ışık ve enerji kaynağı olduğu, ilâhî
kudretin dışında başka bir kaynaktan enerji almadığı,
2— Ay'ın ışık kaynağı olmadığı, onu Güneş'ten
alıp yansıttığı ve Dünya çevresinde onunla birlikte hareketini sürdürürken
yörünge düzlemine göre 83° 30' eğik bir eksen üzerinde döndüğü, dönüş süresinin
yer etrafında dolanma süresine tamamen eşit bulunduğu ve bu sürenin eşitliği
nedeniyle, Dünya'ya da uzaklığının 363.300 km. ile 405.500 km. arasında değişmesi
sebebiyle hilâllerin meydana geldiği,
3— Gece ile gündüzün birbirini takip etmesinin,
Dünya'nın kendi ekseni etrafında ve Güneş'in çevresinde dönmesiyle vücut
bulduğu,
4— Göklerde ve yerde yaratılanların Allah
yanında belli hesaplar ve belli kanunlarla varlıklarını ve hareketlerini
sürdürmeleri, Allah'ın varlığını isbat etmekte ve insan aklını harekete
geçirip ona ön bilgi vermektedir.
Bütün bunların hak ile
yaratıldığına baktığımızda, iiimle malûmat arasında bir uyumsuzluk ve farklılık
almadığını görürüz. Zira her düzen ve denge, her plân ve program mutlak surette
bir düzenleyicinin, bir plan-layıcı ve proğramlayıcmın varlığına delâlet eder.
Rağıp el-Asbahanî,
Müfredat adlı eserinde hak tabirini açıklarken diyor ki: «Kök mana olarak
mutabakat ve muvafakat demektir. Bir şeyi hikmetin gerektirdiği şekilde icat
edene ve icat edilene de hak denilmiştir. Bu manayla Allah'a HAK denildiği
gibi, yarattığı şeye de hak denilmiştir.»
Şüphesiz ki, mevcut
düzenin bir düzenleyicisi bulunduğunu istidlal edebilmek için daha çok üç şeye
ihtiyaç vardır: Bilgiye dayalı sağlam imân, hakkı ve gerçeği arayıp bulmak için
irfan ve Allah'tan saygı ile korkmayı
ilham eden takva..
Onun için 6. âyetin son cümlesinde, «Ondan korkup kötülüklerden sakınan bir
millet için âyetler, belgeler vardır» denilmiştir. [28]
Yukarıdaki âyetlerle
Allah'ın varlığına, birliğine, sanatının benzersizliğine delâlet eden delil ve
belgeler sıralandı. Güneş ve Ay'la ilgili ana fikirler verildi. Sonra da
bunlardan ancak Allah'tan saygı ile korkup inkâr ve maddecilikten sakınan akıl
sahiplerinin öğüt alacağı belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
mevcut düzeni sapasağlam kuran ve mutlak denge sağlayıp kâinatı kusursuz bir
plâna göre ayakta tutan Allah'ın, insanları öldürdükten sonra dirilteceği
haber veriliyor. Bunca delil ve belgeye rağmen Âhiret'e inanmayıp dünya
hayatına razı olan ve sadece onunla yetinenlerin kendilerine çok kötü bir
gelecek hazırladıkları bildiriliyor. Bunların aksine akıl ve idrâkini, zekâ ve
yeteneklerini gerçeği arayıp bulmak için kullanan ve öylece Allah'a ve Âhiret
gününe inanıp iyi, yararlı iş ve amellerde bulunanların göz ve gönül dolduracak
bir gelecekleri, sonsuz mükâfatları olacağı müjdeleniyor. Bu bahtiyarların Cennetteki
duaları, esenlik dilekleri ve sözlerinin sonu tesbîh, selâm ve hamd Kapsamında
olacağı ayrı bir lütuf olarak öğretiliyor. [29]
7-8—
(Öldükten sonra yeniden dirilip) bize kavuşmayı ümit etmeyen, Dünya hayatına
razı olup onunla gönlü yatışanlarla bizim âyetlerimizden gafil olanlar var ya,
işte onların, kazandıklarına karşılık varacakları yer ateştir.
9— Onlar ki imân edip iyi-yararlı amellerde
bulundular, elbette Rab-ları onları, imânlarına karşılık, altlarından ırmaklar
akan Naîm Cennetlerine eriştirir.
10— Oradaki duaları, «Alfahım! Sen her türlü
noksanlıktan münezzehsin» sözüdür. Sağlık ve esenlik temennileri ise,
«Selâm»dır. Dualarının sonu ise, «Hamd (Her türlü güzel övgü), âlemlerin Rabbi
Allah'adır.»
«Cennet ehli Cennet'te
yerler, içerler ama, ne tükürürler, ne idrar çıkarırlar, ne de sümkürürler.»
Bunun üzerine ashab-ı
kiram sordu :
— Ya Resûlellah!
yedikleri yemek ne oluyor?
Cevap verdi :
Hafif geğirmek, misk
terlemesi gibi bir ter (çıkar). Teşbih ve tah-mîd (Allah'ı tenzîh edip O'na
hamdetmek)le ilham olunurlar.» [30]
«Kim Cennet'e girerse,
nan-u nimet içre olur, hiçbir sıkıntı ve meşakkate uğramaz, elbisesi eskimez,
gençliği de hiç bitmez.» [31]
«(Öldükten sonra
yeniden dirilip) bize kavuşmayı ümit etmeyenler »
İnsan hayatını et î doğru düzenleyen, disiplin altında
tutan ve vicdanları geliştirip rru
ışt duygusunu harekete geçiren, meşru yollan tercih edip ömrü \ kazanç sınırları içinde tutan şey, şüphesiz
ki Allah'a ve Âhiret gün dosdoğru
imân, Peygamberin getirdiği esas ve prensipleri kabul ed :arla yaşamaktır. Dünya hayatında
hiçbir âmil insanı bunun kada:
sndiremez ve ona kişilik kazandıramaz. Onun için semavî dinlerin ar,a hedeflerinden ve değişmeyen amaçlarından
biri, insanların kalblerini ve kafalarını böylesine bir imân ışığıyla
aydınlatmak olmuştur. O nedenle
mahrum olanlardan vefa beklemek, düzenli bir hayat sürmeler k, kalblerini insanlıktan yana
çevirip merhamet duygularını v irmek safdillik olur.
İsa Peygambf .un (A.S.) Efendimiz arasında
altı asırlık bir
fetret devrinin
sü .udilerin iyice
katılaşıp dini ve dindarlığı kendi
tekellerinde tutu 0 yayma temayülü
göstermemeleri; Tevrat'taki
âhiretle ilgili
be' ayboiup unutulması ve
sonra da İncil'in aslının za-
yi1 edilip sadec .-ilerin İsa Peygamberden
işittikleri öğütleri ve İsa
Peygamberin öz geçmişiyle
ilgili bilgileri kendi anlatım kalıplarına dökerek yazmaları, neticesinde dinî
esaslardan çok şeylerin unutulmasına neden olmuş ve o sebeple yavaş yavaş tek
tanrı inancı yerine çok tanrı; mahiyeti bilinmeyen fakat eserleriyle,
sıfatlarıyla mevcudiyetine inanılan Allah'a ibâdet yerine, taştan, ağaçtan
yontulup şekillendirilmiş bir sürü putlara tapma inancı ortaya
çıkmıştı. Arapların çoğu ne
öldükten sonra dirilip kalkmaya, ne de
âhiretteki hesap ve cezaya inanıyorlardı. Onların bu vadideki inançsızlığı koyu
bir cehalet ve aşın bir taassuba dayanıyordu. Bu bakımdan günümüzdeki
maddecilerde görüldüğü gibi, dünya hayatı onların tek amacı ve gönül
yatışkanlığı idi.
Günümüzde ciddi bir
eğitim almamış, zekâ bakımından gelişip ruh ve vicdan bakımından geri kalmış
inkarcılar da dünyalığı ve maddeyi temel esas kabul etmişlerdir. Aradaki fark:
Arapların ciddi bir bilgileri olmadığı gibi, bilimsel bir dayanakları da yoktu.
Körükörüne dede ve babalarının yolunu takip ediyor, ondan başka bir inanç yolu
kabul etmiyorlardı. Çağımızın maddeei inkarcıları ise, bilimsel yönden de
kendilerini savunmakta, birtakım doktrin ve ideolojileri paravana edinip görüş
ve düşüncelerinin isabetli olduğunu gösterme gayreti gütmektedirler. Evet,
bunlar ilâhî kudreti bütünüyle reddeder, otodinamizme, yani varlığın
kendisinden kaynaklanıp gelen kuvvete inanırlar. Elmayı olgunlaşmaya götüren
iç prosedürler zincirini buna örnek gösterirler. Ruhun da maddenin yüksek bir
ürününden başka bir şey olmadığını söylerler. Dinin ise, insanın sınırlı
bilgisinden doğduğunu iddia ederler.
Şüphesiz ki, böylesine
dayanaksız ve delilsiz bir iddia ve inanç, insanlık için bir ateştir; bu ateş
her yönüyle ümitsizlik, yok olup unutulmak ateşi; fazilet ve güzel ahlâktan
uzak, acımamak, korumamak ateşi; insanları bir hiç uğruna yok etme ateşidir.
İşte bu ateş, kıyamette sonu gelmeyen daha beter bir ateşi hazırlar. Kur'ân-ı
Kerîm'de, «Onların kazandıklarına karşılık varacakları yer ateştir»,
buyurulurken, bu ateşin yakıtını bir bakıma dünyada yüklenip taşıdıklarına
işaret eder.
Allah'a ve Âhiret'e
imân ise, insanı büyük ve köklü bir ümide sevkeder, gönüllerde fazîlet
lambasını yakar, Cennet misali bir iç huzuru ve derin bir güven meydana
getirir. Böylece şüpheden uzak bir imânla hayatını değerlendiren her mü'min,
ölürken tam teslimiyet ve sarsılmaz bir ümit ve güven üzere gözlerini yumar;
beraberinde Cennet nîmetlerinin mayasını götürür. [32]
«Oradaki duaları
«AMahım! Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin» sözüdür. Sağlık ve esenlik temennileri
ise, sefâm'dır...»
Dünya hayatında
ilme'l-yakiyn derecesinde Allah'ın yüce kudretini eşyanın heY parçasında
gören, O'nun varlığına ve birliğine bütün eşyanın
şehadet ettiğini idrâk
eden mü'minlerin, her namazdan sonra olduğu gibi, «Sübhanellah, el-Hamdu lillah
ve Allahu Ekber» diyerek Allah'ı her türlü noksan sıfatlardan tenzih edip her
şeyin O'nu tesbîh ettiğini ilân etmeleri; övülmeğe ancak Allah'ın lâyık
olduğunu düşünerek her türlü güzel övgünün Allah'a mahsus olduğunu söylemeleri
ve gerçek büyüklüğü, sınırsız, ölçüsüz, keyfiyetsiz ve kemiyetsiz olarak
Allah'a has kılıp «Allah çok büyüktür» diyerek kendi mahviyet ve aczlerini
dile getirmeleri, onlara Cen-net'te ibâdeti idrâk nîmetini hazırlar.
Çünkü dünya ve kâinat,
Hakk'i tesbîh edip her zerresiyle «Sübhanellah» demektedir. Cennet bütün
nimetleriyle, «Sübhanelîah» tesbihiyle ibâdet etmektedir. Kabirlerinden
dirilip kalkan mü'minler, o tüyler ürpertici manzarayı görünce, yine ilk
sözleri «Sübhanellah» olacak, Cennet'e girdiklerinde de yine duâ ve ibâdetleri
«Sübhanellah ve el-Hamdu lillah» olacak.. [33]
SELÂM, bilindiği gibi,
Allah'ın sıfatlarından, yani 99 isminden biridir. Kelime olarak, açık-gizli,
görünür-görünmez afetlerden güven ve esenlik içinde kalmak ve kalmayı dilemek
veya bunu sağlamak manalarına gelir. Gerçek selâmet, yani her türlü afet,
sıkıntı ve üzüntüden kurtulup esenliğe kavuşmak ancak Cennet'te olur. Çünkü
orada fenaya yüz tutmayan baka, fakirliğe dönüşmeyen gına; zilletsiz azizlik,
hastalıksız sağlık ve sıhhat vardır.
Dünyada İslâm
terbiyesinde şekillenip din kardeşlerine dünya ve âhi-ret esenliği dileyerek
selâm veren kimse, her şeyden önee kendine Cennet'te selâmet yurdunu
hazırlamıştır. İlâhî selâmete her an muhtaç olan insanlar bunu daha çok
Cennet'e girdikten sonra hissederler ve birbirlerine «selâm» diyerek sağlık ve
dirlik dileğinde bulunurlar. [34]
Dünya hayatında
insanın iki ayrı gıdaya ihtiyacı olduğunu biliyoruz: Bedenin topraktan çıkan
ürünlere, ruhun yüce âlemden inen feyiz ve rahmetlere ihtiyacı vardır. Zaten
insan olmanın da anlamı ve özelliği budur. Zira hayvanlar sadece aşağı âlem
diye adlandırılan yerden çıkan ürünlere ihtiyaç duyarlar ve onunla beslenip
varlıklarını belli bir süre ayakta tutarlar. Melekler ise, sadece yüee âlemle
ilgili feyiz ve rahmetlerle beslenirler. İnsan bu iki ayrı mahlûk arasında
üçüncü bir varlık olarak her iki cihetten gelen maddî ve manevî gıdalarla
beslenip hayatını dengeli ayakta tutabilir.
İşte dünyada Allah'a
ve Âhiret'e imân düzeyinde namaz, duâ ve tesbîh gibi ibâdetler, kutsî âlemden
gönderilen feyiz ve rahmetlerdir. Ruh bunlarla beslenip muhtaç olduğu gıdayı
alır. Kendini bu ve benzeri feyizlerden mahrum bırakan kişi, hakikatte insan
olmanın anlamını yitirmiş demektir. Bu âlemde ruhunu belirtilen feyiz ve
rahmetlerle beslemediği için de onu manen katletmiş sayılır. Kirlenip kararan,
nurâniyet ve safiyetini, hayvanı sıfatların galebesiyle kaybeden bir ruh,
kıyamette arınmadıkça ebedî feyiz ve saadet yurduna girmeye lâyık olamaz.
Âhiret'te, dünyada
sağladığı iki yönlü beslenme ve elde ettiği denge ile Cennet'e ehil olanlar,
ruhlarına sunulan ikinci bedenle birlikte yine iki ayrı gıdaya ihtiyaç
duyarlar. Beden posası olmayan Cennet ürünüyle beslenip lezzet alırken, ruh,
kutsî âlemin en tatlı ve en nefis gıdası olan «Sübhaneke'llahümme» ve
«el-Hamdulillahi Rabbi'l-âlemîn» tesbîh ve tah-mîdini dem be-dem alır. O âlemde
sözün ve işin başı, «Sübhanellahstır; sonu ise, «el-Hamdu lillah»tır. Bu iki
söz aynı zamanda Cennet ehlinin en çok huzur ve mutluluk duyacağı bir
ibâdettir.
Özetliyecek olursak,
diyebiliriz ki: Bedenini gıdasız bırakan dünyada, ruhunu gıdasız bırakan
âhirette yaşayamaz, yani ebedî saadet yurduna ehil olamaz. [35]
Yukarıda geçen
âyetlerle âhirete inanmayan ve böylece bütün umudunu dünya hayatına bağlayan
maddeciler uyarıldı. Sonra da imâna karşılık verilecek mükâfatın ancak Cennet
olacağı haber verilerek mü'minler müjdelendi. Dünya'da imân doğrultusunda
Allah'ı her türlü noksanlıktan tenzîh edip din kardeşlerine selâmet ve esenlik
dileyen, bunun için onlara rastladığı zaman selâm veren mü'minlerin bu güzel
amellerine karşılık Cennet'te sonsuz selâmet ve esenliğe kavuşacaklarına atıf
yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
insanın hayrı istemede aceleci olduğu belirtiliyor. Allah'ın ise, her şeyi
belli ölçüde yarattığı ve belli bir plan ve programa göre yürüttüğüne işaretle,
insanların işledikleri kötülüklerin cezasını vermekte acele etmediğinin
hikmetine temas ediliyor. Sonra da insanın geçmişi çarçabuk unutan bir yapıya
sahip olduğu, sıkıntılı anlarda durmadan Allah'a yalvarıp yakardığı halde,
genişliğe ve ferahlığa kavuşunca Allah'a hiç duâ ve niyaz etmemiş gibi bir
duruma girdiği konu edilerek insan karakteri hakkında bilgi veriliyor. [36]
11— Eğer Allah insanlara, hayrı acele istedikleri
gibi, şerri çabuklaş-tırsaydı, ecelleri hemen yerine gelip (her şey) bitmiş
olurdu. Ne var ki, bize kavuşmayı arzu etmeyenleri azgınlıkları içinde
bocaladıkları bir halde bı-rakıveririz.
12— İnsana bir dert ve sıkıntı dokunduğu zaman
gerek yan üstü uzanırken, gerek otururken, gerek ayakta dururken bize duâ
eder. !*fndisin-den dert ve sıkıntıyı kaldırdığımızda ise, kendisine dokunan
dert ve sıkıntıdan (kurtulmak için) bize (hiç) duâ etmemiş gibi (eski haline)
geçip gider. İşte müsriflere (haddini aşanlara) yapageldikleri ameller böylece
süslenmiştir.
Mekke müşriklerinden
başta Nadr b. Hars olduğu halde birkaç kişi İslâm'ın feyiz pınarının hayat
veren damlalarının nasıl bir şifa ve rahmet iksiri olduğunu
düşünemediklerinden, «Aliahım! eğer Muhammed'in getirdiği hak ise, üzerimize
gökten taş yağdır», diye duâ etmişlerdi. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler,
aydınlatıcı bilgi vererek indi. [37]
«Kendi kendinize
beddua etmeyin. Çocuklarınıza ve mallarınıza da beddua etmeyin. Sonra Allah
tarafından (belirlenen) icabet saatına rastlar da bedduanız kabul olunabilir.»
[38]
«Mü'minin her hâli
hayret uyandırıcıdır; Allah onun hakkında ne kadar bir hüküm yerine getirirse,
mutlaka onun için hayır olur: Kendisine bir zarar ve sıkıntı dokunur da
sabrederse, bu onun için hayır olur. Bir genişlik ve kolaylık dokunur da
şükrederse, yine onun için hayır olur. Bu (lütuf) ancak mü'mine verilmiştir.» [39]
«Şüphesiz ki sevenin
sevgilisi, dostun dostu aleyhine yapacağı duanın kabul olunmamasını Allah'tan
dilerim.» [40]
«Şüphesiz ki ben
lânetleyici olarak gönderilmedim, rahmet olarak gönderildim.» [41]
Hz. Câbir (R.A.)
anlatıyor:
— Peygamber (A.S.)
Efendimiz Batn-i Buvat gazasına giderken develere nöbetleşerek biniyorduk.
Ansardan bir adamın sırası gelince, deveyi çökertip bindi, fakat deve yerinde
mıhlanıp kaldı, bir türlü kalkıp yürümedi. Adam öfkelendi ve «Allah sana lanet
etsin!» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (A.S.), «Devesine lanet eden adam
kim?» diye sordu. Adam da, «Benim...» diye cevap verince, Efendimiz (A.S.) ona:
«İn aşağı, lanetlenmiş bir hayvanla bize arkadaşlık etme! Kendi kendinize,
çocuklarınıza ve mallarınıza beddua etmeyin. Sonra Allah'ın kabul edeceği saate
denk gelir de sizin için o beddua kabul olunabilir.» [42]
buyurdu. [43]
«Eğer Allah insanlara,
hayrı acele istedikleri gibi, şerri çabuklaştırsaydı...»
İnsanın sonu gelmeyen
arzu ve istekleri birbirini izler durur. Din, ahlâk ve ilim onları meşru sınırlar
içine almaya çalışır. İnsanın bunca ihtiras ve isteklerine rağmen ömrü pek o
kadar uzun değildir. Yapılacak çok şey, düzeltilecek birçok konu vardır. Ömür
sermayesini plânlı, programlı şekilde harcamasını bilenler, az-cok insanlıktan
yana başarılı ve feyizli hizmetler verirler. Derdi ve kaygısı sadece şahsi
çıkarı ve nefsanî istekleri olanlar ise, ciddi hiçbir hizmette bulunmadan
Dünya'yı terkederler.
İnsanın arzu ve
istekleri bir sınır tanımadığından, onların gerçekleşmesinde o, çok
acelecidir. Hayra ve iyiliğe çabuk kavuşmak, şer ve kötülükten; sıkıntı ve
üzüntüden acele kurtulmak ister. Geçen iyi ve kötü olayları çabuk unutabilir
bir yapıya sahiptir.
Oysa bilerek,
neticesini hesaba katarak, fayda ve zararlı taraflarını düşünerek sabırla
yapılan bir iş; bilmeden, neticesini hesaba katmadan acele yapılan birçok işten
hem hayırlı, hem de daha yararlıdır. Mesele çok iş yapmak, çok şey söylemek
değil, Allah'ın rızasına uygun olanı seçip kısa ömrü feyizli bir hava içinde
amacına ve yaratıldığı hikmete yöneltmektir. Unutmamalıyız ki, hiçbirimiz
arzuladığımızı elde etmeden, peşinde koştuklarımızın çoğuna erişmeden, arzu ve
isteklerimizin bütününü gerçekleştirmeden, başladığımız işlerin tamamını
bitirmeden şu dünyadan ayrılmak zorundayız.
Kur'ön ve hadîs bu
konuda bize, iyi düşünüp sonra istekte bulunma terbiyesini öğretir. Öfkelenip
biri veya bir şey hakkında beddua etmemizin doğru olmadığını telkin eder. Kabul
saatına rastlayabilir de sonradan pişmanlık duyacağımız bir sonuç doğurabilir.
Zira günün öyle anları vardır ki, yapılan duâ ve beddualar pek karşılıksız
kalmaz. O bakımdan mü'minler ağızlarından çıkaracakları sözleri, önoe ölçüp
tarttıktan, doğuracağı sonuçları hesaba kattıktan sonra sarfetmelidirler.
Kâfirlere gelince,
küfür ve inatlanyla, azgınlık ve hayasızlıklarıyla şerrin çabuklaşmasını
isteseler bile, Cenâb-ı Hak onların bu yoldaki beddua ve dileklerini hemen
kabul etmez. Birkaç yıllık bir ömür sınırları içinde dünyalık ile başbaşa
bırakıp ezelî plân ve programının kusursuz hedefine ulaşmasını bekler. O'nun
sünnetullahı gereği, âhiret saadetini bütünüyle kaybeden bedbaht bir zümreye
mutluluk veren dünya hayatını hemen karanlığa boğmaz; iki mutluluğu birden
çekip almaz. Zulüm ve tuğyana sapmadıkları sürece ellerindeki nîmeti dünyada
azaba çevirmez, bir süre oyalanıp bocalamalarına imkân verir. Çünkü Allah
âdildir, her işi mutlak 'hikmet, her mühlet verişi mutlak adalettir. Nitekim
Bakara sûresi 15. âyette bu inceliğe temasla buyuruluyor ki : «Allah onlarla
alay eder de kendilerini taşkınlıkları içinde bocalar şekilde bırakır. İşte
onlar öyle kimselerdir ki,
doğru yola karşılık
sapıklığı satın almışlardır. Bu alış-verişleri kendilerine kâr sağlamamıştır;
doğru yolu da bulmuş değillerdir.» [44]
«İnsana bir dert ve sıkıntı
dokunduğu zaman gerek yan üstü uzanırken, gerek otururken, gerek ayakta
dururken bize duâ eder....»
İnsan ruhu, ilâhî
inayet ve feyizlere mazhar kılınarak yaratılmıştır. Mayasında bir tek Allah
düşüncesi ve dindarlık arzusu mevcuttur. Dühya'ya gözlerini açınca içinde
bulunduğu aile ve çevresi ve beraberinde taşıdığı akıl, zekâ, idrâk gibi
yetenekleri, ya ondaki bu düşünce ve arzu cevherinin kabuğunu kırıp onun
aşıldeğerini ortaya çıkarır, ya da büsbütün kabuğunda kalıp küllenerek küflenmesini
sağlar.
Her iki durumda da
ruhun derinliğindeki bu cevher sırası gelince kendini az veya çok hissettirir.
Özellikle dert, sıkıntı, felâket ve musibet anlarında belirginleşir. Hattâ
Allah'ı inkâr edenler bile, ölüm saçan felâket anlarında her türlü umut ve
yardımcının ışığı kesildiği bir zamanda «Allah!» demeye başlarlar ve görünmeyen
O Yüce Kudretten yardım bekleme ihtiyacını duyarlar. Bu, elde olmayan bir
duygudur ki, böyle anlarda frenlenmesi âdeta mümkün değildir. Tıpkı sıcakta
buharlaşan su gibi. Bu onun tabiatında vardır; belli bir sıcak ortamını bulunca
ister istemez buharlaşmaya başlar. Ateşe düşen odun, ister istemez yanmak
zorundadır; zira bu onun hilkatında ve tabiatında mevcuttur.
Sıkıntı ve felâket
kalkınca, felâkete uğrayanların çoğu kendilerine hiçbir şey dokunmamış gibi
eski halerine dönerler. Bu da insanın nankör, unutkan ve gafil olduğunu
gösterir.
Ömür sermayesini bir
hiç uğruna acımasızca harcayanların durumu böyledir. Ecel gelinceye kadar
başladıkları gibi devam ettirirler, İşleri ve amelleri kendilerine iyice
süsletilmiştir; gerisini, sonucunu düşünüp gerçeği anlamaları çok zordur.
Kırık, dökük bir tekneyle denize acılan gafil bilgisizlerin durumu bunlar için
ne güzel ve ibretli misaldir. [45]
Yukarıdaki âyetlerle,
insanların hayır ve iyiliği elde etmek için acele davranmalarına, öfkelenip
veya inkâra sapıp şer ve felâketi istemelerine karşılık Allah'ın sabırla
karşılık verdiği açıklandı. Sonra da insan ruhuna
enjekte edilen din ve
Allah duygusunun sıkıntılı ve felâketli günlerde daha da belirginleştiği
belirtilerek, Allah'ı inkâr etmenin mümkün olmadığı hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
insan ruhundaki bu ezelî cevhere rağmen küfür ve azgınlıkta ısrar ve inat edip
işi ahlâksızlığa ve zulme kadar uzatanlar, daha önce o yüzden yok edilen kavim
ve milletler hatırlatılarak uyarılıyor ve geçmişten ibret almaları için o yok
edilenlerin yerine yeni kuşakların getirildiği, o nedenle yaşamakta olanların
çetin bir sınavla karşı karşıya bulundukları haber veriliyor. [46]
13— And olsun ki sizden önce nice kuşakları,
kendilerine peygamberlerimiz açık belgelerle gelmişken (baş kaldırıp)
zulmettikleri ve imâna gelmıyecekieri (sabit olup dönme ihtimalleri kalmadığı)
zaman yok ettik. İşte biz, suclu-günahkâr milleti böyle cezalandırırız.
14— Sonra onların ardından nasıl amel edeceğinizi
görmemiz için sizi onların yerine getirdik.
«Doğrusu dünya tatlı
ve yeşilliktir. Allah sizi orada (kendi adına söz söyleyip hükmetmeniz için)
halîfe edinmiştir; neler işlediklerinize bakmaktadır. O halde dünyadan da,
kadından da (her ikisinin fitnesinden) sakı-
nın.» [47]
«İşte biz, suçlu
günahkâr milleti böyle cezalandırırız.»
Milletlerin de fertler
ve aileler gibi hayatlarının üç devresi var: Çocukluk, gençlik ve yaşlılık..
Millet olma şuurunun uyanması, bağımsız duruma gelme arzusu ve kendi kendini
idare etme başarısı ortaya çıkınca, birinci devresi başlamış olur. Güçlü ordu,
istikrarlı maliye, iktisadî bağımsızlık ve gelişen maarif onun ikinci devresi
sayılır. Bu iki devrede idare edenlerle idare edilenler, kuvvet ve kudreti,
başarı ve izzeti Allah'a çevirip ülkenin manevî ihtiyacı olan din, ahlâk,
adalet ve fazîleti geliştirip maarifi bu unsurların harcıyla inşa ederse, o
milletin gençlik devresi çok uzun sürer. İlâhî yardım, yüce âlemden inen feyiz
o milleti devamlı destekleyip güçlendirir. Bunun aksine şımarıklık, azgınlık,
inkâr ve haklara tecavüz başlar, maddecilik ön plâna alınır, ahlâksızlık ve
adaletsizlik her sınıfın ruhuna işlerse, artık o milletin gençlik devresi pek
kısa olur. İlâhî inayet kesilir, yüce âlemden feyiz ve rahmet inmez olur. Halk
arasında bölünmeler başgösterir, toplum yapısında güven ve huzur sarsılır ve
çok sürmez bir belâ başlarına iner de ne olduklarını, nereye gittiklerini, ne
yaptıklarını bilemez olurlar. Şaşkınlık içinde kalıp bocalamaya başlarlar.
Öyle fırtınalı günlerde uyanıp Hakk'a yönelir, adaleti yeniden kurup ahlâk ve
fazîleti ihya ederlerse, belki kurtulabilirler. Biraz daha ihmal ederlerse,
süratle yaşlılık devresine girip güçten ve kudretten kesilirler.
İlgili âyetle, «İşte
biz, suçlu günahkâr milleti böyle cezalandırırız» buyurularak milletler,
özellikle Müslüman ülkeler uyarılıyor.
Milletlerin
tarihlerini incelediğimizde, onların bu yıkılıp yok olma olaylarıyla dopdolu
olduğunu görürüz. Yıkılan bir milletin, silinen birkaç neslin yerine başkaları
gelip geçer. Yeni gelenler, geçmişteki aynı hataları işlerlerse, onlar da bir
süre sonra silinip yok olmaya mahkûm edilirler ve böylece Allah'ın sünneti,
hayat kanunu kusursuz biçimde, arızasız bir işleyişle sürüp gider. Şimdi de,
Rabbü'l-âlemîn olan Allah yaşamakta olan milletlerin nasıl bir yol
tutacaklarına, geçmişten ne derece ders ve ibret aldıklarına bakmaktadır.
Bu âyetin açıklamasını
yapan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, hadîs bölümünde belirtildiği gibi, Müslüman
milletlerin dikkatlerini iki tehlikeli fitneye çekmiştir:
1. Dünyayı tek amaç seçip, maddeciliği
ilâhlaştırmak,
2. Kadını tam bir şehvet aracı veya oyuncağı
haline sokmak.
Birinci fitne,
kıpkızıl bir yel estirir; ikinci fitne, aile ve ahlâkı kökünden yıkıp götürür.
Günümüzde ve yakın tarihimizde bu iki fitneye kapı açanların ne hale
düştüklerini anlatmaya gerek var mıdır? Son birkaç yıl ipinde, beynelmilel
kumarhane ve fuhuşhane olan Lübnan'ın dramatik tablosu önümüzde duruyor. Süper
bir devlet olarak büyük bir ekonomik güç oluşturan Amerika'da ahlâksızlığın
nasıl kol gezdiği, 1-15 yaş arası erkek çocukları bile akşamdan sonra sokağa
bırakmanın büyük bir felâket ve fecaatle neticeleneceği, bakire kız diye bir
kavramın unutulduğu, aile yuvasının temeline dinamit konulduğu bilinen
gerçeklerden bîr kısmıdır. İnançsızlık ve ahlâksızlığın bu ülkeyi yakın
gelecekte yıkıp yok edeceğini söylersek bir keramet izhar etmiş sayılmayız.
Avrupa ülkelerinin bir çoğu başaşağı gelmiş durumda. Maddî refahın yalnız
başına hiçbir milleti kur-taramıyacağının hazîn örneklerini yakında biz
görmesek bile, çocuklarımız ve torunlarımız görecektir. [48]
Yukarıdaki âyetlerle tarihte
yıkılıp yok edilen milletlerden ibret almamız istenildi. Zulüm, maddecilik ve
ahlâksızlık ffrtınasına kapılarını açık bulunduran hiçbir milletin o fırtınadan
kendini kurtaramıyacağına işaret
edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
aynı fırtınaya kapılarını açık bulunduran ve âhi-rete; Allah'a kavuşmaya
inanmayan Mekkeli müşrikler uyarılıyor. Kur'ân'ın milletlerin hayatını
yönlendiren ilâhî mesaj olduğu açıklanarak, Hz. Mu-hammed (A.S.) tarafından
uydurulmadığı belirtiliyor ve Hz. Muhammed'in (A.S.) ne kadar doğru ve
faziletli bir kişiliği bulunduğu, aralarında geçirdiği bir ömür hatırlatılarak
belgelendiriliyor. [49]
15— Âyetlerimiz onlara karşı açık-seçik okunduğu
zaman, bize kavuşmayı ummayanlar, «bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu
değiştir» derler. De ki: Onu kendiliğimden değiştiremem, bu bana yakışır şey
değildir, (böyle bir hak ve yetkim söz konusu değildir); ben ancak bana
vahyedilene uyarım. Eğer Rabbıma isyan edersem, o büyük günün azabından
korkarım.
16— De ki: Eğer Allah dileseydi ben size onu
okumaz ve O da size (benim vasıtamla) bildirilmemiş olurdu. Elbette bundan önce
aranızda bir ömür bulundum; artık aklınızı kullanmaz mısınız?
17— Allah'a karşı yalan uydurandan veya O'nun
âyetlerini yalan sayandan daha 2âlim kim olabilir? Doğrusu suçlu günahkârlar
kurtuluşa erişemezler.
Mukatil'e göre, Mekke
müşriklerinin ileri gelenlerinden beş kişi, Hz. Peygamber'e (A.S.) başka bir
Kur'ân getirmesini veya putları kötüleyen âyetleri değiştirmesini önermişlerdi.
O sebeple yukarıdaki âyetler indi ve istenilen hususlarda Hz. Muhammed'in
(A.S.) hiçbir yetkisinin bulunmadığı açıklandı. [50]
«Bize kavuşmayı
ummayan-lar, bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir, derler.»
Mekkeli putperestlerin
ileri gelenlerinden birkaç kişinin kendi arzu ve hevesleri doğrultusunda bir
Kur'ân getirilmesini veya indiği iddia edilen Kur'ân âyetlerinin putlara
dokunmayacak şekilde değiştirilmesini istemesi, önemli bir konuyu gündeme
getiriyor. Çünkü bunun altında birçok gerçekler ve hikmetler yatmakta,
mü'minleri aydınlatan mesajlar yer almaktadır. Şöyle ki :
1— İnen Kur'ân'ın bütünüyle ilâhî olduğunu bir
defa daha açıklamak ve kanıtlamak,
2— Hz. Muhammed'in (A.S.) Allah ile kulları
arasında bir araoı bulunduğunu, o bakımdan indirilen hiçbir âyeti
kendiliğinden değiştirme yetkisi olmadığını vurgulamak,
3— Kişilerin anlayış ve mantıklarına göre dini
ve taşıdığı hakikatleri değiştirip yorumlamanın çok sakıncalı sonuçlar
doğuracağını hatırlatmak ve bunun din adına bir cinayet olduğuna işarette
bulunmak,
Dinî konuları ve
meseleleri, duyguyla değil, akıl ve idrâkla incelemenin ve sonra da imân ile
birleştirip bütünleştirmenin gereğini açıklamak gibi hikmetler bu cümledendir.
Kur'ân bu hikmetleri
amaç edinip müşriklerin yersiz isteğini reddederken, mü'minlere şöyle bir
uyarıda da bulunmaktadır: Her çağ ve dönemde birtakım bilgiç geçinen inançsız
kişiler çıkarlar da kendi mantıklarına göre, ya bir din ararlar, ya da hak
dini kendilerine uydurmaya çalışır-
lar. Oysa din
kişilerin mantığına göre değil, kişilerin yaşadığı çağda yetişen büyük din
âlimlerinin meydana getirdiği cumhurun mantığıyla uyum sağlar. O bakımdan dini,
kişilerin mantığına göre te'vîl etmek, onu aslından uzaklaştırmayı sonuçlandırır
ki bu, din ve ilim adına bir cinayet ve yüz karası olur. [51]
Müfessir İmam
Kurtubî'nin tesbitine göre, Mekke'de oturan inkarcıların teklifleri şu üç
maddede toplanıyordu:
a) Kur'ân'da yer alan ve kâfirlerle münafıkları
hedef seçen azap âyet-leriyle, mü'minlere güven va'deden ve müjde veren
belgelerin değiştirilmesi ve çoğunun Kur'ân'dan çıkarılması,
b) Putları kötüler, ayıplar ve yerer mahiyetteki
âyetlerin değiştirilmesi veya tamamen çıkarılması, aynı zamanda helâlin haram,
haramın da helâl sayılması cihetine gidilmesi,
c) Kıyametle ilgili bütün âyetlerin Kur'ân'dan
çıkarılması, ya da değiştirilmesi..
İnkarcıların amacı,
inanmak değil, Kur'ân'ı ve Hz. Muhammedi (A.S.) akıllarınca oyuncak durumuna
sokmaktı. Hâşâ Hz. Muhammed (A.S.) onların bu cahilce arzusuna -bilfarz-
uyarak Kur'ân'da bazı değişiklikler yapmış olsaydı, onlar yine
inanmayacaklardı. Kaldı ki, ilâhî buyruklar kesinlikle değiştirilemezler.
Hepsi bir bütün halinde ya kabul edilir, ya da reddedilir. Bir kısmına
inanmak, bir kısmını ret ve inkâr etmek, tamamını reddetmek ve bütününe
inanmamak demektir.
Günümüzde de görünüşte
Müslüman geçinen, gerçekte İslâm'la ilgisi bulunmayan bazı mürekkep yalamışlar,
hiçbir araştırma, inceleme zahmetine katlanmadan, hayat kanunlarıyla ilâhî
buyruklar arasındaki kopmaz bağları tesbite çalışmadan Kur'ân'ın bazı
hükümlerini tenkit eder; haa veya namaz hususunda yeni şekiller önerirler.
Camilere, kilise ve havralarda olduğu gibi, iskemle ve sıra konulmasının
uygunluğunu savunurlar. Oysa o tiplerin camiyle, hacla ve namazla uzaktan,
yakından ciddi hiçbir ilgileri yoktur. Camileri ve namazı beğenmiyorlarsa,
neden kilise veya havraya gitmiyorlar? İstedikleri reformun çoğu bu iki ibâdet
yerinde zaten mevcuttur. Ama mesele o değildir,- ülkelerin omurgası
mesabesinde olup, aile ve toplumu ayakta tutan İslâmiyet'i mefluç hale
getirmektir.
İlgili âyetlerle hem
Mekkeli putperestlerin, hem de günümüzdeki reform havarilerinin nasıl büyük
bir haksızlık içinde bulundukları teşhîr edi
lerek şöyle
buyuruluyor: «Allah'a karşı yalan uydurandan veya O'nun âyetlerini yalan
sayandan daha zâlim kim olabilir?» [52]
«Elbette bundan
önce aranızda bir ömür bulundum; artık aklınızı kullanmaz mısınız?»
Mekke'de doğan
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, kendisine peygamberlik görevi verilmeden önce tam
kırk yıl gibi uzun bir süre putperestler arasında tertemiz, nezîh, dürüst
namuslu, iffetli, şerefli ve fazîlet dolu bir hayat geçirmiş; herkesin sevgi ve
saygısını kazanmış, bir gün olsun yalancılıkla suclanmamıştır. Peygamberlik
göreviyle sahneye çıkınca, müşriklerin çoğu hemen ağız değiştirip suçlamalara
geçtiler, akla hayale gelmedik yalanlar ve iftiralar peşpeşe sıralayıp onu
küçük düşürmeye başladılar. Kur'ân, ilgili âyetle onları insafa çağırıp, bundan
önce Muhammed (A.S.) aranızda bir ömür bulunmadı mı? Kırk yaşına kadar hiç
yalan söyletmeyen, doğruluktan ayrılmayan ve aranızda «el-Emîn» diye anılan bir
zatı, kendisine vahiy indi diye mi suçluyor, ona yalan ve iftira atıyorsunuz?
Böyle yapmanız büyük bir haksızlık değil midir? diyerek onları kınıyor.
Abdullah b. Selâm
diyor ki:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Mekke'den Medine'ye hicret edip geldikleri gün, onu görmek için halk
büyük bir coşku ve sevine içinde koşuyor, mahşeri bir kalabalık
oluşturuyorlardı. Ben de o koşanlar arasında bulunuyordum. Merakla ilerledim ve
mübarek yüzünü gördüğüm an, yalancı bir yüz olmadığını anladım. Kendisinden
ilk duyduğum söz de şu hadîsleri olmuştu: «Ey insanlar! Selâm vermeyi
yaygınlaştırın, (Allah için açlara, muhtaçlara) yedirin, akrabalık bağlarını
koruyun ve halk uyurken siz gece kalkıp namaz kılın ki, selâmetle Cennet'e
giresiniz.» [53]
Aynı zamanda geçen
kırk yıl içinde Kur'ân âyetlerinin yüce ve lâhutî manalarını, yüksek edebî
üslûbunu içeren ve o kudrette akıcılık ve çekicilik arzeden bir söz de O'ndan
işitilmemişti, yani kırk yaşına kadar gecen ömrü ve kırk yaşından sonraki kalan
hayatı arasında sözünü ettiğimiz husus hakkında bir mukayese yapıldığında,
peygamberlik döneminde inen vahyin yüksek kudreti bütün açıklığıyla ortaya
çıkar ve daha önce bu öl-Cü ve kudrette bir söz sarfetmediği kesinlik kazanır.
Abdullah bin Selam'ın
(R.A.) dediği gibi, «O halde şimdi söyledikleri onun değil, âlemlerin Rabbi
Allah'ındır.» [54]
Yukarıda gecen
âyetlerle, Kur'ân'ın lâhutî kudretini takdîr edemiyen cahil Arapların, «Bize
başka bir Kur'ân getir», demeleri üzerinde duruldu ve Peygamberin (A.S.) hiçbir
zaman böyle bir yetkiye sahip olmadığı açıklandı. Sonra Peygamber (A.S.)
Efendimizin tertemiz geçen hayatı misal verildi. Peygamberliğinden önce gecen
kırk yıllık uzun bir süre içinde O'nun yalan söylediğine hiçbir kulun şahit
olmadığına; iftiracı ve maceracı bir insan olduğunu ise hiç kimsenin iddia
etmediğine işaret edildi. Sonra da Allah'a karşı yalan uydurmanın büyük bir
zulüm ve ahlâksızlık sayılacağına atıf yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
hayatı bu kadar temiz ve nezîh gecen bir zata iftira edenlerin Allah'ı bırakıp
kendi elleriyle yontup şekillendirdikleri putlara tapınmaları ve onları Allah
yanında şefaatçiler kabul etmeleri kınanıyor; bunda aklın, ilmin, vicdanın ve
sağ duyunun payı bulunmadığı, hele insaf ölçüsüne hic girmediği kapalı bir
şekilde ifade ediliyor.
Sonra da insanların,
ilk yaratılıp bir aile ve kabile kurma düzeyine geldikleri zaman tek bir din
üzere olup, Tevhîd inancına bağlı bir ümmet durumuna eriştiklerine ve yavaş
yavaş çoğalıp yeryüzüne yayıldıkça düşünceler, inançlar ve kültürler arasında
birtakım farkların meydana geldiğine işaret ediliyor.
Kâinat kitabında
milyonlarca âyet ve belgeleri, eşya üzerindeki ilâhî damgayı görmeyip hâlâ
peygamberden mu'cize isteyenlere, ileride nasıl büyük bir inkılâbın meydana
geleceği ve Hz. Muhammed'in (A.S.) asıl büyük mu'cizesinin o zaman bütün
açıklığıyla ortaya çıkacağı haber veriliyor. [55]
18— Onlar (inkarcı putperestler), Aliah'ı bırakıp
kendilerine zarar ve yarar veremiyen cisimlere tapıyorlar ve «Bunlar Allah
yanında şefaatçile-rimizdir» diyorlar. De ki: Allah'a göklerde ve yerde
bilmediği bir şeyi mi haber veriyorlar?» O, onların ortak koştuklarından
münezzehtir ve cok yücedir.
19— İnsanlar ancak bir tek ümmet idi; sonra
ayrılığa düştüler. Eğer Rabbından bir söz (hükme bağlanıp) geçmemiş olsaydı,
elbette onların ihtilâfa düştükleri şey hakkında hüküm verilirdi de (iş) bitmiş
olurdu.
20— Bir de derler ki: Ona Rabbından bir âyet
(açık bir mu'cize) indirilmeli değil miydi? De ki: Gayb ancak Allah'a aittir.
Bekleyin, ben de sizinle beraber bekliyenlerdenim.
«Allah'ı bırakıp
kendilerine zarar ve yarar veremiyen cisimlere tapıyorlar...»
Tapmadıkları zaman
zarar, taptıkları zaman yarar vermiyen şekillendirilmiş cisimlere kulluk etmek
veya onları Allah katında yardımcı şefaatçiler kabul etmek koyu bir cehaletin,
bâtılı yaşatan kötü bir âdetin; hissi aklın ve idrâkin önünde tutmanın
eseridir. Hele onlarda birtakım sır ve hikmetlerin, gizli kuvvet ve kudretlerin
varlığını vehm edip inanmak, çok şerefli yaratılan ve varlık âleminin bir
bakıma amaç ve hikmeti sayılan insana hiç, ama hiç yakışmamaktadır. Zira
tapındığı cisimlerden kendisi çok daha mükemmel olan ve onların hiç birinde
bulunması mümkün olmayan yetenekleri kendinde taşıyan âdemoğlunun bu derece
adileşmesi son derece düşündürücü ve üzücüdür.
Bilinen bir gerçek
vardır, o da şudur: Mabudun mutlaka âbitden, yani ibâdet edilen varlığın,
ibâdet edenden çok üstün kudrette ve kıyas kabul etmez yetenekte bulunması ve
kendisine ibâdet edenler üzerinde mutlak tasarrufa sahip olması şarttır. Oysa
putperestlerin durumu tam tersinedir: Âbid, mâbuddan çok kudretli ve yetenekli
ve onun üzerinde tasarrufa sahiptir; istediği zaman onun şeklini değiştirebilir
veya imha edebilir. Ayrıca ibâdet, saygı ve tazimin en üst noktası, kulluğun
en belirgin belirtisidir. O halde ibâdete lâyık görülenin herhalde çok üstün,
sınırsız imkânlara sahip olması ve her çeşit nîmeti verme güoünü taşıması
gerekmektedir. Oysa müşriklerin ilâh edindikleri cisimlerin hiç birinde bunlar
mevcut değildir.
Müfessir Fahruddin
Râzî'nin tesbitine göre, müşriklerin tapındıkları ve şefaatçi kabul ettikleri
şeyler birkaç grupta toplanmıştın
,a) Onlara
göre yeryüzünün herbir iklimine sahip olan ve onu idare edip yürüten belli bir
ruh vardır. O ruhun adına bir put yapıp.ibâdet etmekte yarar vardır. Bu
düşünce ve inanç çok tanrı sistemini getirip yay-gınlaştırmıştır.
b) Yıldızlardan bir kısmını ilâh veya şefaatçi
ilâh sayanlar da vardı. O yıldızların gündüzleri kaybolup görünmez duruma
geldiklerini dikkate alıp onlardan herbiri adına bir put yaparak kendileri için
Allah yanında şefaatçi olacağına inanırlardı.
c) Yaptıkları putların üzerine birtakım belli
tılsımlar koyup, sonra on-ların sırlarını sezdiklerine inanarak yaklaşmaya
çalışırlardı. Bu yaklaşma
zamanla ibâdet şekline
dönüşmüştür.
d)
Müşriklerden bir kısmı ise, putları, çok sevdikleri insanların suretinde
yapar, ona ibâdet etmekle, o çok sevdiği büyük kişilerin ruhlarının Allah
katında şefaatçi olacaklarına inanırlardı. [56]
Putperestlik hemen her
çağda ve bölgede yer yer kendini farklı ambalaj, değişik şekil, kılık ve
kıyafette göstermiştir. Bazan cehalet kalıbında, bazan taassup doğrultusunda,
bazan da bilimsel düzeyde poz vermiştir. Ama aralarında ortaklaşa bir bağ
vardır ki, o da, Allah'ı inkâr, peygamberleri ret ve âhireti hayal saymaktır.
Günümüzün
putperestlerine gelince : Onların inanç, anlayış, kültür ve tutumları
değişiktir. Bunları kısaca şöyle özetleyebiliriz :
a) Kimi ölülerden medet bekleyip yatırlara
koşar, yüz sürüp toprak alır; derdini o yatıra anlatır, ondan şifa ve yardım
bekler.
Bunların durumu
incelendiğinde, Allah'a imân ettikleri ortaya çıkar; ama sağlam dinî bilgi ve
kültür almadıklarından dolayı şekilde Allah'a ortak koşarlar ve büyük
günahlarla birlikte bazısı küfre kadar bu inancını ileri götürür.
b) Kimi de büyük liderlere taparcasına eğilip
tazimde bulunurlar. Allah'a ibâdet eder gibi, onların maddî ve manevî
huzurunda eğilirler. O kadar ki, inanıp bağlandıkları lideri her türlü
kusurdan uzak görür, onlara toz kondurmamaya özen gösterirler. Şüphesiz ki,
bunda da putperestliğin dolaylı ve değişik bir yanı söz konusudur.
Oysa Allah yalnız
peygamberleri günah ve kusurlardan koruyup onları ismet sıfatıyla teçhiz
etmiştir. Onların dışında hiçbir insanı sözü edilen sıfatla teçhiz etmediği
için, her insandan günah, kusur, isyan ve kayma sadır olabilir.
c) Kimi de maddeyi ilâhlaştırır. Materyalist ve
komünistler gibi. Ekonomik gücün tek kurtarıcı faktör olduğunu savunurlar,-
bunun ötesinde başka bir güce ve kudrete inanmazlar. Onlara göre ekonomik
hayatta temel olan şey fert değil, toplumdur. Din ve Allah inancı toplum için
afyondur.
d) Kimi de para ve serveti hayatın ve insanlığın
tek amacı olarak seçip kabullenir ve bunu elde etmek için bütün kutsal ve
manevî değerleri Çiğneyip geçer. Onlara göre, din, dindarlık ve Allah'a inanmak
insan için
lüzumlu değil,
hayatını renklendirmek için bir fantezidir.
Görüldüğü gibi, bu
düşünce ve inancın altında koyu bir cehalet ve gizli bir putperestlik
yatmaktadır.
O halde putperestlik
sadece taştan, madenden yapılıp şekillendirilen cisimlere tapmak veya onları
şefaatçi kabul etmek değil; Allah'ı ve kutsal değerleri unutturan, ilâhî
sevgiyi söndüren her ilgi ve sevgi, her bağlanış ve inanışı dejenere eden bir
eğilimdir. [57]
«İnsanlar ancak bir tek ümmet idi...»
Klasik tefsirlerimiz
bu sözün dört ihtimal taşıdığı, dört ayrı yorumu gerektirdiği üzerinde
durmuşlardır;
1— Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzere dünyaya
gözlerini açar. Sonra onu bu fıtrî cevherden uzaklaştıranlar olur. O halde
insanların hepsi ruhlarındaki bu fıtrî maya veya cevher itibariyle İslâm'dır;
ayrılık, bölünme ve farklı inançlar sonradan ortaya çıkmıştır.
2— İlk insan Âdem Peygamber ve eşi Havva tek bir
ümmet idi. Sonra Hâbil ile Kabil olayının ortaya çıkmasıyla ayrılığa düşenler
oldu ve zamanla farklı inançlar doğdu.
3— Nuh tufanı, vuku' bulduğu kesimde küfür adına
ne varsa hepsini temizlemiş ve sadece hak din üzerinde olanlar bir tek ümmet
olarak kurtulup kalmışlardı. Sonra yine insanlar çoğalıp kabile ve bölgelere
ayrılınca, inançlarda, düşünce ve görüşlerde birtakım ihtilâflar ortaya
çıkmıştır.
İbrahim Peygamber
(A.S.) devrinde Araplar ile Ibrânîler Hanîf dini üzerinde birleşerek bir ümmet
haline gelmişler ve sonra çoğaldıkça ayrılığa düşmüşlerdir.
Bu dört yorumdan
birincisi daha çok akla yakınsa da, âyetin ifade kudretindeki yüksek mânayı
yansıtmaktan biraz uzak görünmektedir. Konuyu bu açıdan ele alıp
değerlendirmeye çalıştığımızda, karşımıza muhteşem bir tablo çıkmaktadır;
şöyle ki: Âyette en-n a s tabiri kullanılmıştır ki, başındaki «elif-lâm» edatı
bütün insan cinsini içerip kapsamaktadır. Bundan anlıyoruz ki, yeryüzündeki
kara parçası ayrılmadan, yani kıtalar meydana gelmeden önce insanların hepsi
birbirine yakın sayılacak verimli topraklar üzerinde bir tek ümmet olarak
yaşıyorlardı. O devirde insanlar daha yeni çoğalma halinde bulunduklarından
sayıları azdı. Bu bakımdan hepsi bir olan Allah'a inanıyor ve bu inanç üzerinde
birleşiyorlardı. Sonra
Cenâb-ı Hak, kara
parçasını kıtalara ayırınca her kıta üzerinde birkaç insan bulunuyordu. Bunlar
zamanla çoğalıp gelişince din ve inanç yönünden ayrılığa düştüler.
Bizim bu yorumumuz da
bir ihtimalden ileri geçmez. Bizi böyle bir ihtimale iten sebeplerden biri de
Amerika kıtası keşfedildiğinde orada yaşayan insanların mevcudiyetidir. Allah
daha iyisini bilir. [58]
«Eğer Rabbından bir
söz (hükme bağlanıp) geçmemiş olsaydı, elbette onların ihtilâfa düştükleri şey
hakkında hüküm verilirdi de (iş) bitmiş olurdu.»
İnsanların, Allah'ı
bir bilme ve O'na teslim olma fıtratı üzere yaratıldıkları ve gönderilen
peygamberler bu fıtratın üzerindeki kabuğu yarıp asıl cevherini meydana
çıkardıkları ve geliştirip topluma yansıttıkları halde, çoğalan insanların
ekserisi bu fıtrattan uzaklaşıp sapıtmışlardır. O nedenle birçok kabile, kavim
ve milletler haktan uzaklaştıkça bâtıla yaklaşmışlar ve kendi yapılarına göre
birtakım bâtıl dinler icat etmişlerdir. Sün-netullah, diğer bir tabirle
insanların hayat düzeniyle, denge sistemiyle ve inanç esasıyla ilgili kanunlar
değişme esnekliğinde olsaydı, herhalde Cenâb-ı Hak, hakkı batıldan ayırt edip
gereken hükmü hemen indirirdi ve böylece inkarcı azgınlar, putperest sapıklar
yok olurlardı. Ama sünnetul-lah böyle bir esneklik taşımaz, ezelde takdir
edildiği gibi hedefine kusursuz ilerler ve bu hal kıyamete kadar devam eder.
Bundaki hikmet ise,
çok açıktır:
Varlık âleminde bazı
istisnalarla hemen her şey çift yaratılmıştır. Öyle ki, her varlık karşıtıyla
bilinmekte veya onunla gelişme kaydetmektedir. İşte bu da ilâhî sünnetlerden
biridir. O halde bâtıl olmasaydı hakkın mahiyet ve değeri yeterince
anlaşılmaz; inkâr olmasaydı imânın kıymeti ve gerçek ölçüsü bilinmezdi. Aynı
zamanda mücadele diye bir canlılık ve hareket olmaz, hayat âtıl kalır; toplum
ve milletler araştırma yeteneğini yitirirlerdi. O nedenle rahatlıkla
diyebiliriz ki, Cenâb-ı Hak dünyayı yaratmışsa, ona karşı âhireti; Cennet'i
yaratmışsa karşıtı sayılan Cehennem'i de yaratmıştır. Melek ile şeytan, ruh ile
madde, kadın ile erkek hep birbirinin karşıtı, fakat birbirini tamamlayan
denge ve unsurlardır.
Bir an varsayafım ki
küfür diye bir şey yoktur, imânın değerini hangi kıstas ve ölçüyle takdîr
edebiliriz? Aynı zamanda hak uğrunda çalışıp di-
dinme, mücadele edip
araştırma ve inceleme yapmak kimsenin aklından geçmezdi. Bu da ruhun
uyuşmasına, ilmin birçok konularda durmasına, aklın araştırıcı gücünün
sönmesine sebep olurdu.
İşte Kur'ân bu gerçeğe
dikkatlerimizi çekerek ilâhî sünnetin şaşmaz-lığını ve değişmezliğini ortaya
koyuyor; «Eğer Rabbından bîr söz (hükme bağlanıp) geçmemiş olsaydı, elbette
onların ihtilâfa düştükleri şey hakkında hüküm verilirdi de (iş) bitmiş
olurdu.» [59]
«Bir de derler ki: Ona
Rabbından bir âyet (açık bir mu'cize) indirilmeli değil miydi?»
Âyetin baş ve son
cümleleri arasındaki ifade dikkate alınınca, inkarcılar, Hz. Muhammed'in
(A.S.) peygamber olarak gönderildiğine, Kur'ân'ın da gökten indirildiğine
inanmıyorlar ve «eğer Muhammed (A.S.[ davasında haklıysa, sözlerinde doğruysa,
ey Allah! Başımıza gökten taş yağdır, bize acıklı bir azap indir», diyerek bu
anlamda açık bir mu'cize istiyorlardı. Oysa bu istek ilâhî sünnete ters
düşüyordu. Çünkü inkarcıları hemen yok etmek, İslâmiyeti güçlendirmez, belki
zayıflatırdı. Zira her tez, ancak antitezin güç ve şiddeti oranında kuvvet
kazanma şansına sahiptir. Hem din rahmettir, azap değildir. O bakımdan Allah,
Hz. Muhammed'in (A.S.) onlara şunu söylemesini emretti: «Gayb ancak Allah'a
aittir. Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.»
Öyle ki, dinin rahmet
olduğu bütünüyle reddedilerek küfürde son kerteye gelindiğinde, ilâhî takdîr
ve tesbitin günü saati dolmuş oiur ve böylece O, hükmünü elbette yürütür. Zira
Allah bizim veya sizin isteğinize göre, takdîr ve hükmünü değiştirmez. [60]
«Bekleyin, ben de
sizinle beraber bekleyenlerdenim!»
İnanmadıkları halde
sırf Hz. Muhammed'i (A.S.) acze düşürmek için birtakım yersiz ve anlamsız
mu'cizeler göstermesini, gökten azap indirmesini istiyorlardı.
Cenâb-ı Hak, yakın gelecekte
büyük bir mu'cizenin
meydana geleceğini
kapalı bir anlatımla haber vererek müşriklerin biraz olsun akıllarını
kullanmalarını istiyordu. Her geçen gün adım adım gelişme kaydedip sesi Arap
Yarımadasında duyulan İslâmiyetin dünya tarihinde benzeri görülmemiş büyük bir
inkılâp yapacağına işarette bulunuyor, o günlerin pek yakın olduğunu imâ
ederek Peygamberinin diliyle onlara : «Bekleyin, ben de sizinle beraber
bekleyenlerdenim!» buyurarak, her iki tarafın da o büyük mu'cizeyi, benzersiz
büyük inkılâbı göreceğini belirtiyordu. Nitekim öyle oldu; çeyrek asır
geçmeden İslâmiyet kıtalar üzerinp yayıldı, en güçlü devletleri dize getirip
yenilmez bir kuvvet oluşturdu. Mekke'nin fethi bunun en güçlü adımlarından
biri idi. Son Tebûk seferi, Bizansa göz dağı veren ikinci güçlü bir adımdı.
Sonra da İslâm mücahitleri önüne geçilmez, engel tanımaz bir sel halinde
Allah'ın ismini yeryüzüne yaymaya, Tevhît İnancı'nı gönüllere ve kafalara
işlemeye devam ettiler., [61]
Yukarıdaki âyetlerle,
müşriklerin kendi elleriyle yontup şekillendirdikleri cisimlere tapınmaları
konu edildi. Daha aziz, şerefli ve üstün yetenekli insanın kendinden aşağı
maddelere ibadet etmesinin ne kadar gülünç ve akılsızca bir davranış olduğuna
işaret edildi. Sonra da birden fazla din ve mezheplerin ortaya çıkmasının
nedeni üzerinde duruldu. Yakında İslâm'ın büyük bir inkılâp yapacağına atıfla,
her iki tarafın da o günleri beklemeleri istendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
inkarcı sapıkların, mü'minlere erişen rahmet ve genişlikten rahatsız oldukları
açıklanıyor. O yüzden birtakım yalan ve dolana baş vuracakları hatırlatılıyor.
Sonra kara ve denizde insanlara hazırlanan sayısız nimetlere atıf yapılarak
vicdanlar harekete geçirilmek isteniyor. Sonra da insanoğlunun dönek ve kaypak
tabiatına temasla, felâket ve tehlikeli anlarda ruhundaki Allah duygusunun
kendini hissettireceği, felâket ve sıkıntı atlatıldıktan sonra yine eski hallerine
dönüp azgınlık ve taşkınlık edecekleri belirtilerek bunun nedeni üzerinde
aklımızı kullanmamız emrediliyor. [62]
21— İnsanlara
dokunan bir sıkıntı ve dertten sonra onlara bir rahmet (genişlik, ferahlık ve
bolluk) tattırdığımız zaman, âyetlerimiz hakkında (bir de bakarsın)
yalan-dolan düzerler. De ki: Allah (yalan dolana) karşılık vermekte daha
çabuktur. Çünkü elçilerimiz (olan melekler) sizin kurduğunuz yalan-dolanı
yazmaktadırlar.
22— Sizi
karada da, denizde de gezdiren O'dur. O kadar ki, gemide bulunduğunuz bir
sırada, gemiler, okşayıcı hoş bir hava içinde seyredip yol alırken, yolcular da
bununla ferahlık ve neşe duyarlarken ansızın şiddetli bir fırtına gelir de
dalgalar her yandan onlara yönelir, derken tamamen kuşatılıp (yok olacaklarını)
sanırlar ve (bu korku ve telaş içinde) ih-
lâs üzere dîni Allah'a
has kılıp O'na duâ ederler, «eğer bizi bundan kurtarırsa, elbette
şükredenlerden oluruz» diye yalvarırlar.
23— Ne vakit
ki Allah onları kurtarır, (vakit kaybetmeden) onlar yine yeryüzünde haksız yere
taşkınlık ve azgınlığa başlarlar. Ey insanlar! taşkınlık ve azgınlığınız ancak
kendi aleyhinizedir. Bu da dünya hayatının geçici, önemsiz bir geçimliğidir.
Sonra da dönüşünüz bizedir; yapageldikle-rinizi size bir bir haber vereceğiz.
Mekke'de birkaç yıl
kuraklık hüküm sürdü. Halk sıkıntı içinde kıvranıp kaldı. Başka çare
kalmayınca, başta Ebû Süfyan olmak üzere bir grup ileri gelen kişi, Hz,
Peygamber'e (A.S.) gelerek, «Duâ et de yağmur yağsın. Eğer yağmur yağıp
sıkıntımız kalkarsa seni tasdîk ederiz.» dediler. Hz. Peygamber (A.S.) onlara
acıyarak ellerini kaldırıp duâ etti ve çok geçmeden bol yağmur yağmaya
başladı. Sıkıntı kalktı, fakat «seni tasdîk ederiz» sözü unutuldu ve bu rahmet
ile genişliği putlara mal ettiler. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [63]
Ashab-ı Kirâm'dan Zeyd
b. Hâlid (R.A.) anlatıyor:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Hudeybiye'de, geceleyin yağan yağmurun yerdeki eseri üzerinde bize
sabah namazını kıldırdıktan sonra, «Rab-bımzın bu gece ne buyurduğunu biliyor
musunuz?» diye sordu. Ashab-ı Kiram da, «Allah ve Peygamberi daha iyi bilirler»
diye cevap verdiler. Peygamber (A.S.) Efendimiz, onlara: Rabbmız buyurdu ki:
Kullarımdan bir kısmı bana imân eder ve beni inkâr eder halde sabahladı. Kim Allah'ın
fazl-ü rahmetiyle yağmurlandık, derse, o bana imân edip yıldızların gücünün ve
kudretinin olmadığını belirterek Allah'ın kudretini tasdîk, yıldızların kudretini)
inkâr etmiştir. Kim de şu ve şu yıldızın akması, kayması bizi yağ-murfandırdı,
derse, o beni inkâr etmiş, yıldızlara imân etmiştir.» [64]
«İnsanlara dokunan bir
sıkıntı ve dertten sonra bir rahmet (genişlik, ferahlık ve bolluk)
tattırdığımız zaman....»
İyi dinî tahsîl, ciddi
terbiye görmeyen, Allah'ın yüce kudretinin sayısız eserlerini ve izlerini
eşyada müşahede etmiyen, varlıkta mutlak düzen ve dengenin hikmet ve amacını
kavrayamıyan ham kişiler, bir sıkıntı ve felâkete uğrayıp başka tutamaklarının
kalmadığını gördükleri zaman, ruhlarındaki Allah duygusu harekete geçer de
Allah'a yönelip yalvarırlar. Bütün kurtuluş kapılarının kapalı bulunduğunu o
anlarda az-çok sezerler. Tehlikeyi atlattıklarında, ondan kendilerine büyük bir
pay ayırırlar, cesa-retleriyle, soğukkanlılıklarda ve çetin mücadeleleriyle
dayandıklarını böbürlenerek anlatırlar. Kuvvet ve kudreti Allah'a değil, kendi
nefislerine çevirirler.
Allah ise, onların bu
sakıncalı ve nankörce tutumlarına karşılık vermede daha çabuktur; onların ne
meta1 olduklarını diğer bir olayla ortaya koyar da ilâhî uyarısını bir defa
daha -rahmetinin gereği olarak- yansıtır. Dünyada bunu yapmıyacak olursa,
mutlaka âhirette her şeyi ayan-beyân ortaya döker. Çünkü O'nun şerefli
kâtipleri olan melekler, insanların kurnazlık ve böbürlenmelerini, Allah'ı unutup
kuvvet ve kudreti fânilere irca' etmelerini bir bir tesbit edip yazarlar.
Nitekim iniş sebebinde nakledilen olay, âyetlerin asıl mana ve hikmetini
yansıtmaktadır. O halde gerek savaşlarda elde edilen başarı ve zaferi, gerek
başa gelen bir sıkıntı ve felâketin kalkmasını kişilere değil, Cenâb-ı Hakk'a
izafe etmek, gerçek imanın gereğidir. Zira olayları sebeplere bağlayan
Allah'tır. Sebepleri başıboş bırakmayıp onları kudret elinde tutan O'dur.
Mülkün gerçek sahibi elbette ki başkası değildir. O, mülkü dilediğine verir,
dilediğinden çekip alır; dilediğini aziz ve şerefli kılar; dilediğini zelîl ve
hakîr yapar. Her türlü hayır ve iyilik O'nun elindedir.
Tarihî bir olay :
Türk denizcilik
tarihinin en büyük zaferi ile sonuçlanan Preveze deniz savaşı, imparatorluğun
yenilmez bir devlet olduğunu bütün dünyaya bir defa daha göstermiştir. Zaferden
dönen orduy-u hümayunu, başta Kanunî Sultan Süleyman olmak üzere devletin
ileri gelenleri karşılamaya çıkmışlardı. Herkes sevinç çığlıkları atarken
Kanunî başını yere doğru eğip gözlerinden yaş damlıyordu. Sebebi sorulduğunda
ise, şu tarihî cevabı vermiştir:
«Milletleri üstün
kılan, zaferleri kazandıran Allah'tır. Elde edilen bu zaferi kişilere değil,
Allah'ın inayet ve kudretine irca' etmemiz gerekir. Onun bu yüce lütuf ve
inayeti karşısında duygulanmamak elde değil..»
[65]
«Sizi karada ve
denizde gezdiren O'dur.»
Yeryüzünde dengeli ve
rahat yürümemizi, diğer bir tabirle ölçülü hareket etmemizi yerçekim kuvveti
sağlamaktadır, Yerçekim alanının ayni noktasında bulunan bütün cisimlere
yerçekiminin kazandıracağı ivme-n i n (hareket halinde bulunan bir şeyin sonsuz
küçük bir zaman hızında meydana gelen artının bu zamana oranı) aynı olması
gerektiği görülür. Bu yüzden yerkürenin aynı noktasındaki bütün cisimler
boşlukta aynı şekilde düşer ve yerçekim ivmesi bütün maddesel noktalar için
aynıdır.
Şüphesiz ki,
yerçekimi, bir kanundur, yani ilâhî sünnetlerden biridir, değişmez ve
canlıların dengeli ve rahat hareketini sağlar. Aynı zamanda atmosferi
çevresinde tutar. Eğer dünya ay kadar küçük olsaydı, cisimler bugünkü
ağırlığının altıda birine düşer ve aynı zamanda atmosfer diye bir şey kalmazdı.
Çünkü durmadan sıçrayan atom ve moleküllerin uzaya kaçmasını durduracak güçte
bir yerçekimi olmazdı. Oysa dünyanın büyük oluşu ve bu nedenle yerçekim
kuvvetinin ay'dakine oranla altı kat bulunuşu, atmosferdeki molekül ve
atomların uzaya kaçmasını önlemekte, aynı zamanda bu atmosfer, sıcaklığı
ayarlayan bir örtü görevini sürdürmektedir.
İşte «Sizi karada da,
denizde de gezdiren O'dur!» mealindeki âyet, yerküre üzerinde gezip dolaşmamızı
ve yaşamamızı sağlayan fiziksel bir olaya parmak basmakta ve onu programlayıp
insanoğlunun hizmetine ve^ ren O çok yüce kudreti hatırlatmaktadır.
Denizde de gezdiren
O'dur:
Bilindiği gibi,
yeryüzünün onda yedisi su ile kaplıdır. Taşırdığı suyun ağırlığına eşit
ağırlıkta bulunan tekne, gemi ve benzeri cisimler denizde rahatlıkla
yüzebilirler. Yük hacmi ise, eisim boşken ve dolu iken taşırdığı suların
arasındaki farka eşittir. Bu da fiziksel bir kanundur. Suyu bir ölçü ve
ağırlıkta yaratıp düzenleyen yüce kudret, denizlerde gezip dolaşmamıza imkân
vermiştir.
İlgili âyet bu nîmet
ve sünneti hatırlatarak ilâhî kudretin her şeye kusursuz yöneldiğine, her
varlığı hılkatındaki kanuna has ölçülerle düzenlediğine işaret etmekte ve
aklımızı kullanmamızı ilham etmektedir. [66]
«Ansızın şiddetli bir
fırtına gelir de dafgalar her yandan onlara yönelir...... (bu korku ve telâş
içinde) ihlâs üzere dini Allah'a has kılıp duâ ederler..»
İnsan çok defa
acelecidir ve aynı zamanda unutkandır. Kur'ân'da onun bu iki huyuna yön
verilmek istenerek sık sık korku ve ümit anları; ferahlık ve sıkıntıB durumları
konu edilmektedir.
Kur'ân ve ilmin bize
verdiği ipuçlarından, kâinatın bile sabırla, plân ve programla yaratıldığını
anlıyoruz. Geçmişi unutmak, geleceği karanlığa boğabilir. Tecrübeli ve
basiretli kişiler, geçmişteki olayların ışığında geleceklerine yön verirler;
kendilerini ona göre hazırlarlar.
Tehlikeli ve felâketli
günlerde ve anlarda ruhumuzun özündeki Allah duygusu, O'na imân mayası -istesek
de, istemesek de- harekete geçer, yani bizi için için dürter ve kalbimizi Yüce
Yaratan'a döndürür. O bakımdan sebepler zincirinin koptuğu, yardımcıların
kalmadığı bir anda, sebepleri kudret elinde tutan Allah'a yüzcevirip duâ eder,
yardım bekleriz. Neden? Çünkü içimizde varlığını kabul ettiğimiz o yüce kudrete
sığınma duygusu yatmaktadır. Tehlikeli olaylar bu duygu üzerindeki perdeyi
aralar veya üzerindeki kabuğu sıyırır. Bir anda bakarsın ki Allah'ı inkâr eden
münkir, O'na el açıp yalvarıp yakaran bir mü'min oluvermiştir!
İlgili âyetle Cenâb-ı
Hak içimizdeki bu asil duygu cevherinin varlığını hatırlatarak daha iyi
düşünmemizi, insanoğlunun psikolojik yapısını çok yönlü araştırmamızı ve bu
açıdan hareketle bir olan Allah'ın varlığını isbat etmemizi emrediyor.
Gerçek bu olunca,
felâket ve tehlike atlatıldıktan sonra Hakk'ı unutup azgınlık ve taşkınlığa
dönenler veya heveslenenler, herhalde derin bir gaflet, büyük bir nankörlük
içindedirler. Oysa geçici bir hevesle mağrur olmanın hiçbir makul yanı yoktur;
dönüş eninde-sonunda Allah'adır. Önce inkâr, sonra için için Allah'ı sezip
sonra da unutmak ve çok geçmeden O'na döndürülmek, kaçınılmaz bir sonuçtur. İşte
üzerinde düşüneceğimiz bir yolculuk ve hayat tablosu!. Bir gün bu tablo iyi ve
kötü görüntüleriyle, kalın ve ince çizgileriyle karşımıza çıkarılacak ve
yaptıklarımız kronolojik bir düzenleme içinde önümüze konulacaktır.
Cenâb-ı Hak ezelde
kudret kalemiyle yazıp hazırladığı son mesajında hepimize şöyle seslenmektedir:
«Ey insanlar! taşkınlık ve azgınlığınız ancak kendi aleyhinizedir. Bu da dünya
hayatının geçici, önemsiz bir geçim-
ligidir. Sonra da
dönüşünüz bizedir; yopageldiklerinizi size bir bir haber vereceğiz..» [67]
Yukarıdaki âyetlerle
insanın aceleci, unutkan olduğuna işaret edildi. Bolluk ve refah içindeyken
nereden geldiğini, nerede bulunduğunu ve niçin geldiğini, sonra da nereye
gideceğini hesaba katmadan kendini bütünüyle az bir geçimliğe verenlerin derin
bir gaflet içinde bocaladıkları hatırlatıldı.
Sonra da Allah'ın yüce
kudretine delâlet eden iki önemli belge zikredilerek insan aklı harekete
geçirilmek istendi.
Aşağıdaki âyetle sözü
edilen gafiller bir defa daha uyarılıyor. Dünya hayatının ne kadar önemsiz ve
kısa olduğu bir misal ile açıklanarak insan İdrâkinde silinmez bir iz
bırakılıyor. Sonra da Allah'ın, indirdiği kitaplarla, gönderdiği peygamberlerle
ve peygamberlerin yolunda yürüyen samimi mürşitlerle insanlar selâmet yurduna
davet ediliyor, ebedî saadet kapılarının inananlara her zaman açık bulunduğuna
işaretle en doğru yol gösteriliyor, [68]
24— Dünya
hayatının misali, ancak gökten indirdiğimiz suya benzer; insan ve hayvanların
yediği yeryüzündeki bitkiler (ve ürünler) onunla birbirine karışır (imtizaç
edip harekete geçer), tâ ki yeryüzü bütün zînetini takınıp süslendiği, yeryüzü
ehli de kendilerini onun üzerinde kudretli sandıkları bir sırada, geceleyin,
ya da gündüzleyin o yere emrimiz gelir de sanki bir gün önce hiçbir şenlik
yokmuş gibi onu biçik ve sökük hale getirir.
İşte düşünebilen bir
millete âyetleri böylece bir bir açıklarız.
«Kıyamet günü, dünya
nimetinden en çok nasibini alan kimse getirilip ateşe bir defa daldırıldıktan
sonra kendisine, hayatında hiç hayır gördün mü? Sana orada hiçbir nîmet uğradı
mı? diye sorulur. O da, hayır, diye cevap verir.
Sonra dünyada en çok
azap ve sıkıntı çeken kimse getirilip (Cennet) nimetine bir defa daldırıldıktan
(sokulduktan) sonra kendisine sorulur: Hayatında hiç sıkıntı çektin mi? O da,
hayır, diye cevap verir.» [69]
Her canlı sudan
yaratıldığı gibi, bütün bitkilerin de hayat kanalı sudur. Suyun toprağa inmesi
ve ondaki tohum ve kökleri harekete geçirmesiyle yeryüzünde bir canlılık
başlar, derken renkleri, kokuları, tadları ve biçimleri değişik binlerce bitki
yeşerip her tarafı süsler. Bakanlara huzur ve neşe verir, umut ve güven
va'deder. Ancak bu çekicilik, bu süs ve güzellik, günü gelip sebepler oluşunca
bütün cazibesini kaybeder, böylece bitkilerin hayatı sona erip belirsiz hale
gelir.
Görüldüğü gibi, hiçbir
eşya bulunduğu hal üzere kalmıyor. Herbirinin belirlenip takdîr edilmiş bir
eceli ve sonu vardın günü, saati gelince süresini tamamlamakta; bir halden
başka bir hale geçmektedir.
Milletlerin ve
ailelerin hayatı da böyledir; ya bir felâket sonucu yıkılıp yok olurlar, ya da
hayat süreleri, yani takdîr edilen ömürleri sona erip silinirler. Bu, başta
insan olmak üzere her canlı için değişmeyen bir kanundur. Sırası gelince
hükmünü yürütür.
Hayat bu kadar kısa ve
tehlikelerle kuşatılmış olunca, insan için dünyada sonsuza dek yaşama şansı ve
umudu yoktur. Her nîmet ve şöhret de ömür kadar kısa ve fânidir. O halde gönül
bağlayıp güvenilecek ne var? Bitki mi? kurumaya mahkûm; mal ve makam mı?
terkedilmeye mahkûm, O halde tek ümit kaynağı olarak Allah'tan, O'nun sonsuz
rahmetinden başka bir şey kalmıyor.
İşte ilgili âyetle bu
gerçeğe parmak basılarak, yağmurun yeşerttiği bitkiler insan hayatına ve
eriştiği nimetlere misâl veriliyor; fâniden bakiye, sonludan sonsuza, zayıftan
en kudretliye, yıpranmaktan yıpranmama-ya, verilenden verene, yönelmemiz için
uyarıda bulunuluyor. Düşünebilen bir aile, bir millet ve her insan için
Allah'ın âyetleri yol gösteriyor, uyarıda bulunuyor, gerçekler bir bir
açıklanıyor.
Felâket ve musibet
başa gelmeden, ruhumuzun derinliğine yerleştirilen Allah duygusunu mutlu ve
neşeli günlerimizde için için duymamız ve Kur'ân'ın programladığı şekilde o
duyguyu geliştirip yaratılış hikmetimizi anlayarak Hakk'a kulluk etmemiz ne
kadar akıllıca bir seziş ve anlayıştır! Böylece felâket anlarında sesimizi o
yüce kudrete çok daha rahat duyurabilir; bizimle beraber bulunduğu için
felâket ve sıkıntının çok önemsiz olduğunu imânımızın bütün kuvvetiyle anlar ve
teslimiyet gösteririz. [70]
Yukarıdaki âyetle
dünya hayatının az bir süre ve kısa bir geçimlik olduğu belirtildi ve buna
'misal olarak yağan yağmur sebebiyle yeşeren bitkilerin kısa ömrü verildi.
Aşağıdaki âyetlerle
sözü edilen kısa süreyi ve az geçimliği ilâhî programa göre değerlendirenlerin
ebedi saadetin yolunu seçtiklerine işaret ediliyor. Kur'ân'ın ise hep bu saadet
yurduna davet ettiği açıklanıyor. İmân temeli üzerinde yeşeren iyi-yararlı
amellerin fazlasıyla ve daha güzeliyle karşılık göreceği; inkâr ve inat temeli
üzerinde yeşeren kötülüklerin misliyle karşılık göreceği ve böylece dünyada en
yüksek nimet ve devleti elden kaçırmaları sebebiyle aşağılık ve horluk içinde
kalacakları haber veriliyor. [71]
25— Allah selâmet yurduna çağırır; dilediğini de
doğru yola eriştirir.
26— İyi, yararlı güzel amelde bulunanlara daha
iyisi ve güzeli, bir de fazlası vardır. Yüzlerini ne bir toz-duman, ne de
aşağılık ve horluk kaplar. İşte onlar Cennet yaranıdırlar. Orada devamlı
kalıcılardır onlar.
27— Kötülükleri kazananlara gelince: Kötülüğün
cezası, misliyledir; onları ayrıca bir aşağılık ve horiuk kaplar. Allah'tan
kendilerini kurtaracak hiçbir kurtarıcı ve koruyucu da yoktur. Yüzleri sanki
geceden kara bir parça ile örtülmüştür. İşte bunlar Cehennem yaranıdırlar ve
orada temelli kalıcılardır.
Ashab-ı Kirâm'dan
Câbir (R.A.) anlatıyor:
«Peygamber (A.S.)
Efendimiz uyuduğu bir sırada melek ona geliyor. Bir kısmı, «o uyuyor» diyor.
Bir kısmı da, «gözleri uyuyor, kalbi uyanıktır» diyor. Sonra şöyle diyorlar:
«Dostumuzun bir misali olsa gerek, Ona bir misal getirin.» Bunun üzerine bir
kısmı şöyle bir misal veriyor: Muhammed Peygamber (A.S.), bir ev yapıp o evde
sofra hazırlıyor, bir çağrıcı gönderip (halkı) ona davet ediyor. Çağrıcıya
olumlu cevap veren (kimseler) eve girip sofradan (bir şeyler alıp) yiyorlar.
Olumsuz cevap verenler ise, ne eve giriyorlar, ne de sofradan bir şeyler
yiyorlar.» [72]
İbn Cerîr'in de
rivayet ettiği aynı hadîsin sonunda şu cümleler de nakledilmiştir: «Allah ev
sahibidir. Sofra ise, İslâm dinidir. Ev cennettir. Sen de ey Muhammed! elçisin.
Senin çağrına gelen, İslâm'a girer; İslâm'a giren Cennet'e girer. Cennet'e
giren oradaki nimetten yer.»
«Üzerine güneş doğan
hiçbir gün yoktur kî, iki melek onunla birlikte bulunmasın. İnsanlarla cinler
dışında o iki meleğin duyurusunu işitmeyen kalmaz. Şöyle seslenirler: Ey
insanlar! Rabbinize hazırlanıp yöneliniz. Şüphesiz ki, az olup yeterli olanı,
çok olup oyalayıcı olanından hayırlıdır.» [73]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, 26. âyeti okuduktan sonra şöyle buyurdu: «Cennet ehli Cennet'e;
Cehennem ehli de Cehennem'e girdikten sonra bir çağrıcı şöyle çağırır: Ey
Cennet ehli! sizin için Allah katında verilmiş bir söz vardır ki, onu sizden
yana yerine getirmek istiyor. Bunun üzerine Cennet ehli şöyle derler: O söz ne
olabilir? Terazimiz ağır gelmedi mi? Yüzlerimizi ak-pak kılmadı mı ve bizi
Cennet'e sokup ateşten kurtarmadı mı? Bunun üzerine perde onlara açılır da
Rablarına bakarlar. Allah'a and olsun ki, onlara, Rablarına bakmaktan daha
sevimli ve gözlerini daha aydınlatıcı bir şey (o ana kadar) verilmiş
değildir.» [74]
«Şüphesiz ki, Allah
kıyamet günü bir çağrıcı gönderir de, öncekilerle sonrakilerin duyabileceği bir
sesle şöyle çağırır: Ey Cennet ehli! Allah size daha güzelini ve daha
fazlasını va'detti. Daha güzeli Cennet'tir, fazlası ise, Rahmân'ın yüzüne
bakmaktır.» [75]
«İhsan, Allah'ı
görürcesine ibâdet etmendir. Sen O'nu göremiyorsan, muhakkak ki O seni
görüyor.» [76]
«İyi, yararlı güzel
amellerde bulunanlara daha iyisi ve güzeli, bir de fazlası vardır.»
İhsan: Güzel iş, iyi,
yararlı amel, mutlak iyilik ve güzellikte bulunmak, karşılıksız yardım etmek
vb. mânalara geldiği gibi, hadîs-i şerifte yorumunu bulan, «Allah'ı görür gibi
ibâdet etme» manasında da kullanılmıştır.
İlgili âyette gecen
«ahsenû» fiiliyle bu manaların hepsine delâlet ve işaret vardır. Her şeyde
Allah'ın kudret ve hilkat damgasını görmek, her davranışta Allah'ı hatırlamak
ve ibadete bu şuur ve anlayışla başlamak, mü'mini i h sa n derecesine
yükseltir. O kadar ki, onun nazarında dünyanın her nimeti geçici ve eğretidir,
her makam ve şöhreti fânidir. Saadet ve selâmetin tek kaynağı Allah'tır,
Böyle olunca, yani kul
kendini bu irfana getirince onun için üç büyük mutluluk va'dedilmiştir:
1— Daha güzel bir mükâfat. Cennetin verilmesi,
2— Fazla olarak da ilâhî cemali görme
bahtiyarlığına erişmesi,
3— Selâmet
yurdunda, yüzünde, kendisini aşağılayacak, zelîl ve ha-kîr kılacak bir toz ve
lekenin bulunmaması..
Böylece kınanmak,
mahcup olmak, utanmak, sıkılmak, ayıplanmak ve azarlanmak gibi tarizler hep
Cennet'in dışında kalır. Allah'ın insanları ihsan doğrultusunda selâmet yurdu
olan Cennet'e çağırması, bu saadet havasını ve va'dini beraberinde
getirmektedir. [77]
«Dilediğini de doğru
yola eriştirir.»
Allah ile kullan
arasında bir sınır vardır. Kulları o sınıra götürecek vasıtalar hemen her
zaman mevcuttur. Akıl, idrâk, peygamber sünneti ve kitap bu vasıtaların en
önemlileri ve başta gelenleridir. Bunlardan amaç ve hikmetlerine uygun
yararlanmasını bilen ve uygulayan kimse, kendini sözü edilen sınıra getirmiş
veya iyice yaklaştırmış olur. Artık Allah bu durumda dilerse ona doğru yolda
yürüme basiretini verir, yani onun hakkında hidayetini tecelli ettirir.
O halde «Allah
dilediğini doğru yola eriştirir.» mealindeki âyetin bir bakıma mana ve yorumu
budur. Ayrıca Allah kimde uyumluk ve doğrudan, iyiden yana harekete geçen bir
yetenek görürse ona bu vasıtalardan amaçlarına uygun şekilde yararlanmayı
ilham eder. O takdirde ilâhî rahmet ve hidâyet kişilerin uyumluluğuna ve
harekete geçen, doğruyu arayan yeteneklerine göre tecelli eder. İç yapısını
imân ve irfanla uygun duruma getirmeyen, yani yeteneğini başka yolda
kullanmaya azmeden veya kullanmaya başlayan kimse ise, ilâhî hidâyete lâyık
değildir. Zira içinde hidâyetle uyum sağlayacak irfan ve idrak havası
oluşmamıştır. Tıpkı güneşten, sudan ve havadan yeterince veya hiç yararlanmayan
çorak toprak gibi. [78]
«Kötülüğün cezası
misliyledir.»
İlâhî rahmet ve
adalet, iyiliğin karşılığını birden yediyüz misliyle lütfedecek kadar
kullarına cömert davranır. Kötülüğün cezasını ise, ancak misliyle vermektedir.
Buna «cezâ-i vifak» denilir.
Ebedî saadet yurdunun
dışında kalanların, işledikleri kötülüklerin, yaptıkları haksızlıkların
dünyada ortaya konulmayan utanç verici tabloları âhirette mutlaka ortaya
çıkardır ve amelin cinsine göre misliyle ceza verilir.
Böylece dünyada
akıllarını Kitap ve Peygamberin getirdiği esas ve prensiplerle
birleştirmiyenler kendi aleyhlerine üç büyük kötülük işlemiş olurlar ve o
sebeple âhirette üç ayrı azapla cezalandırılırlar:
1— Onları zillet, aşağılık ve horluk çepeçevre
kuşatır.
2— Yüzleri mahcubiyetten ve işledikleri
kötülüklerin verdiği eziklikten simsiyah kesilir.
3— Ellerinden tutacak, yardımcı olacak hiçbir
kurtarıcıları bulunmaz.
Burada üzerinde
durulacak önemli bir husus var, o da şudur: Eğer işledikleri kötülük ve günahları
kendilerine mubah saymışlarsa, imân nimetini de kaybetme bedbahtlığına
uğramışlardır. Bu durumda küfür ehliyle birlikte haşır-neşir olunurlar ve
onlarla birlikte bulunurlar. Mubah sayma-mışlarsa, sadece büyük günahlar
işlemiş kabul edilirler ve misliyle cezalandırılırlar. [79]
Allah'ı, O'nun
gönderdiği peygamberi ve indirdiği kitabı inkâr eden veya hafife alan kimse,
canlı-cansız her şeyin hakkına tecavüz etmiş ve çok çirkin hakarette bulunmuş;
her varlığın kendi üzerinde taşıdığı ilâhî damgayı inkâr edip, inatla reddetmiş
sayılır. Gerçek şu ki, kâinat mutlak bir plâna göre düzenlenmiştir. Her şey bu
plândaki yerini almış, yaratıldığı hikmet ve amaca yönelip hem dengeyi
sağlamış, hem de hizmetini sürdürmüştür. Plân dışı, hizmet ve denge
kavramlarına ters bir şey düşünmek mümkün değildir. O bakımdan her şeyin
kaynağı birdir, o da Allah'tır. Her şey O'nun buyruğuna uymakta, O'nun
kudretinin damgasını taşımakta ve O'nun sünnetine uyup yaratıldığı gayeye
yönelmektedir, Allah'ı inkâr, varlık alemindeki carî kanunları, kör ve sağır
maddeye veya tesadüfe irca' etmektir ki, bu büyük bir tecavüz ve küstahlık
sayılır; aynı zav manda her varlığın hakkına saygısızlık edip kal veya hal
diliyle Hakk'ı tesbîh etmesine dil uzatmak olur.
O halde, hem ilâhî
hakları, hem de kâinatta var olan eşyanın hakkını ret ve inkâr edip
çiğnemenin, plân ve program dışı bir keyfî hayat sürmenin, Allah'ın mülkünde
yaşayıp O'nun verdiği nîmetlerle beslenmekle beraber O'na baş kaldırıp
itaatsizlik etmenin cezası ebedî idam olmalı değil midir? İşte Kur'ân bu tabii
sonucu yer yer haber vermekte, durmadan insan oğlunun böyle bir çıkmaza
girmesini önlemeye çalışmaktadır.
İlgili âyetle, «İşte
bunlar Cehennem yaranıdırlar ve orada temelli kalıcılardır!» buyurulmasının
sebep ve hikmeti budur.. [80]
Cennet'in adlarından
biri de «Dârü's-Selâm»dır. Türkçe olarak buna «Selamet yurdu» diyebiliriz.
Selâm, hem Allah'ın sıfatlarından biridir, hem de İslâm kelimesiyle aynı kökten
gelmedir. Böylece İslâm, uygulandığı takdirde, hem dünyayı hem de âhireti
selâmet ve saadet yurdu haline sokar. O bakımdan Cennet'e girenlere melekler
selâm vereceği gibi, cennetlikler de birbirlerine yine selâm vererek Allah'ın
Selâm sıfatına mazhar olduklarını gösterirler, [81]
Yukarıda geçen
âyetlerle ilâhî davetin mutlak saadet va'dettiği bildirildi. Bu sese kulak
verip imân temeli üzerinde iyi-yararlı amellerde bulunanlara daha güzeliyle ve
fazlasıyla karşılık verileceği va'dedildi. Kötülük İşleyip tevbe etmeden,
haklan ödemeden ölenlerin, misliyle karşılık görecekleri açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle
Allah'a ortak koştukları halde ölenlerin durumu tasvîr edilerek âhirette
şirklerine uygun yerlerini alacakları; tapındıkları putların bile, onların
kendilerine ibâdet etmediklerini, sadece akılsızca bir hayat sürdüklerini
söyleyerek onlardan beri olduklarını beyan edecekleri hakkında bilgi veriliyor.
Sonra da âhirette o gibilerin hak ettikleri azabı tadacakları açıklanarak
yaşamakta olan inkarcılar uyarılıyor. [82]
28— O gün onların hepsini biraraya getireceğiz,
sonra da Allah'a ortak koşanlara, «siz ve ortak koştuklarınız yerlerinize!»
diyeceğiz ve böylece onları birbirlerinden ayıracağız. Ortaklan ise, «siz bize
tapmıyordunuz;
29— Bizimle sizin aramızda şahit olarak Allah
yeter. Gerçekten sizin ibâdetinizden hiç ama hiç haberimiz yoktu,» diyecekler.
30— İşte orada her kişi işleyip önceden
gönderdiği şeylerin sınavını verir ve Hak olan Mevlâ'larına (Onun adaletine)
döndürülürler. Uydurdukları (putlar ve put misâli) şeyler de onlardan
uzaklaşarak yok olup gitmişlerdir.
«And olsun ki her
ümmet tapındığı şeyin peşine takılacak; Güneş'e tapan onun peşine, Ay'a tapan
onun peşine, put ve şeytanlara tapanlar onların peşine takılacaklar.» [83]
Varlık âleminde insan
unsuru, Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden en açtk belgelerden biridir.
Akıl, idrâk ve diğer yetenekleriyle Allah'ın lütuf ve inayetine en çok mazhar
olan canlı yine odur. Beynindeki güçlü ve geniş merkezler her gün binlerce
yolcunun konaklayıp geçtiği mükemmel bir istasyon, kendisine uğrayan her şeyin
birçok vasıflarını alıp muhafaza eden kusursuz bir arşiv1 ve milyarlarca
görüntüleri kendinde toplayan çok büyük bir film makinasıdır.
O halde bu kadar
mükemmel bir canlı cihazın kendiliğinden var olduğunu iddia etmek, bir
bilgisayarın kendiliğinden oluşup vücut bulduğunu söylemek kadar gülünçtür.
Demek oluyor ki, insan kendisinin yaratıcısı değildir. Güneş, ay ve yıldızlar
da onu yaratmamıştır; çünkü bunlar şuursuz taş, toprak ve çeşitli gaz
yığınından başka bir şey değillerdir. Hele yontulup şekillendirilen putların
yaratıcı olmaları hiçbir zaman düşünülemez. Bu bakımdan insanı, ondan çok
mükemmel, hatta kıyas kabul etmiyecek kadar üstün, yani kıyas ve nisbetin
ötesinde çok yüce bir kudretin yarattığı neticesi ortaya çıkar. İşte o yüce
kudret, âlemlerin Rabbı Allah'tır. Onun için Allah bu mükemmel eserini kendi
varlığına delil kılmış ve diğer eşyayı onun hizmetine vermiştir. Tevhît
İnancı'ndan başka hiçbir inancı ve düşünceyi ona yakıştırmamakta ve ondan
sadece böyle katıksız bir inanç istemektedir.
Gerçek bu olunca,
ilâhî tezgâhın mükemmel mamulü insanın kendisinden her bakımdan aşağı olan
canlılara ve cisimlere tapması şaşılacak bir olay değil midir?! Onu böylesine
bir basiretsizlikten ve aşağılanmaktan korumak ve kurtarmak için Allah kitap
ve peygamber göndermiştir. Buna rağmen kendini böylesine zillet çukuruna
düşürenler, kıyamet günü, tapındıkları eşya ile biraraya getirilecekler. Hakkı
ve gerçeği o gün gözleriyle görüp anlayabilenlerin yüzleri simsiyah kesilecek;
nelere taptıklarına baktıkça hayıflanıp kahrolacaklar. Böylece insan olarak
yaratıldıklarının hikmet ve amacını dünyada idrâk etmiyenler, âhirette bunun
farkına varacaklar, neden sonra.. [84]
«Ortakları ise, siz
bize tapmıyordunuz; bizimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Gerçekten
sizin ibâdetinizden hiç, ama hiç haberimiz yoktu, diyecekler.»
Kıyâmet'ten hazîn ve
şaşırtıcı bir tablo veriliyor. Eşyaya tapanlarla ta-pılanlar biraraya
getirilecek; «durun yerinizde!» denilecek. Putperestler kendi elleriyle
yaptıkları putlardan şefaat beklerken, o taş ve maden yığınlarına Cenâb-ı Hak
konuşma yeteneği verecek. Böylece onlar, kendilerine tapanlara, siz bize
tapmıyordunuz... Çünkü biz akletmeyen, görmeyen, işitmeyen cansız varlıklar
idik. Sizin gelip bize tapındığınızı ne bilelim, diyecekler ve ortadan bir
anda toz olacaklar.
Cenâb-ı Hak, insanı
geniş rahmetinin bir tezahürü olarak, onu henüz ölmeden ve dirilip kalkmadan
önce uyarıyor ve böylece kıyametten bir tablo tasvir ediyor.Hamd, âlemlerin
Rabbı Allah'a mahsustur, [85]
«Ve Hak olan
Mevlâ'larına (O'nun adaletine) döndürülürler.»
İnsan kendinden çok
aşağı yaratıklara ve nihayet kendisi gibi insanlara tapınmak zilletine
uğrayınca, ilâhî emânete ve O'nun eşsiz eserine ihanet etmiş olur. Kendi
yaratılışlarındaki azizlik ve şerefi görmeyen ve tanımayan insanların, Allah'ı
tanımaları elbetteki beklenemez. Kendini yiyen, içen, uyuyan, çalışan ve sonra
da ölüp basit parazitlere dönüşerek silinen basit bir canlı gibi kabul eden
veya öyle sanan kimseler, her şeyden önce varlık alemindeki yerini ve hizmet
ölçüsünü belirliyememişlerdir. O yüzden hem kendilerine, hem de çevrelerine
haksızlıkta bulunma şuursuzluğu ve körlüğü içinde ömür sermayelerini bir hiç
uğruna heder etmişlerdir.
Yegâne âdil olan
Allah, kıyamet günü onlara karşı yine âdil davranacak; amellerinin cinsine,
türüne ve ölçüsüne göre karşılık verecektir. Puta, putlaştınlan canlılara
tapmakla kendini insanlık şeref ve fazilet makamından düşürenler, hiç şüphe
yok ki, ruhlarına en kötü azabı uygulamışlardır. Kıyamet gününde ise, bu azap
belirginleşecek ve her kişi kendi eliyle hazırladığı cezayı görecektir. [86]
Mevlâ, veliy kökünden
türetilmiştir. Veliy, bir adamın
dostu, yarı,
yardımcısı ve kendisine yakından sıcak ilgi duyan koruyucusu demektir. Mevlâ
ise, bütün bu manaları içermekle beraber mâlik, sahip
mânalarına da gelir.
Bazan da iki zıt manada kullanıldığı da olur. Meselâ, köle ve efendi; yakın
dost ve hasım bu cümledendir. [87]
Yukarıdaki âyetlerle
Allah'ı bırakıp putlara tapınanların kıyamet gününde putlarıyla biraraya
getirilecekleri ve putların konuşturulacakları haber verildi. Sonra da
putların, kendilerine ibâdet edildiklerinin farkında bile olmadıklarını
açıklayarak şahit olarak Allah'ın yeterli olduğunu söyleyecekleri açıklandı.
Böylece her şeyin eninde, sonunda Allah'a döndürüleceği belirtilerek
inkarcıların iyi düşünmelerine işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle
Allah'a döndürülmenin mutlaka gerçekleşeceğine atıf yapılarak Allah'ın
damgasını taşıyan belgeler sıralanıyor; özellikle kulak ve göz gibi iki önemli
organ üzerinde durularak iyice düşünmemiz ilham ediliyor. Bütün bunların Hak
olan Rabbımizın eseri bulunduğu hatırlatılarak haktan sonra sadece bâtıl ve
sapıklık var, deniliyor. Sonra da, Allah ile kulları arasındaki sınırı
görmeyen, hak ile bâtılın sınırlarını tefrîk etmiyenlerin imân etmiyecekleri
beyân buyuruluyor. [88]
31— De ki:
Gökten ve yerden size rızik veren kimdir? Kimdir kulağa
ve gözlere (yaratma
yönünden) sahip? Ya diriyi ölüden, ölüyü de diriden çıkaran kimdir? Kimdir
işleri düzene koyan? Hemen «Allah'tır» diyecekler. O halde de ki: Artık
(Allah'tan saygı ile) korkup (fenalıklardan, putlara tapmaktan) sakınmaz
mısınız?
32— İşte bu Allah, hak (olan) Rabbınızdır. Haktan
sonra ancak sapıklık var. O halde nasıl (olur da Hak'tan) döndürülüyorsunuz?!
33— Bunun gibi, ilâhî sınırların ve O'na uzanan
yolun dışına çıkanlara karşı Rabbınin sözü gerçekleşti ki, onlar gerçekten
imân etmezler.
«De ki: Gökten ve yerden size rızık veren
kimdir?»
İnsan hayatının
devamı, havaya, suya, güneşe ve toprağa bağlıdır. Biri diğerini tamamlar.
Güneş saniyede 4.6 milyon ton'enerji yaymaktadır. Bunun çok az bir kısmı dünya
tarafından tutulur ve dünya çevresindeki atmosfer bu enerjiyi canlıların ve
bitkilerin yararlanabileceği ölçü ve kıvama getirir. Ay üzerinde atmosfer
bulunmadığından geceleri ısı eksi 200'e, gündüzleri artı 100 dereceye düşüp
çıkan ısının canlılar için elverişli bir düzeyde olmadığı muhakkaktır.
Dünya'nın dörtte üçünün suyla kaplı olması, yeterince yağmur almamızı
sağlamaktadır. Bu oran düşük olsaydı, meselâ yarısı su ile kaplı bulunsaydı
kuraklıktan ne canlı, ne de bitki yaşayabilirdi. Yer kabuğunun toprak haline
gelmesi, bitkilerin yeşermesine yönelik bir düzenlemedir. Atmosfer tabakası
mevcut oranın üstünde veya altında olsaydı, güneş enerjisi anormal ölçüde
yeryüzüne iner ve hayatı felce uğratırdı.
Görüldüğü gibi,
insanın yaşamasını ve rızkını en yararlı şekilde devam ettirmek için birçok
fiziksel, kimyasal kanunlar düzenlenmiş ve hepsi de zincirleme birbirine
bağlanmıştır.
Bütün bu ölçülü,
dengeli ve uyumlu kanunlar bir tesadüf müdür? Bu kadar tesadüflerin açıklık ve
noksanlık vermeden birbirini izlemesi, birbirine bağlı hizmet vermesi mümkün
müdür? Bu plân, program ve düzenlemede az bir hata, ya da kopukluk hayatı
alt-üst etmez mi?
İşte ilgili âyetle
insan aklına ve idrâkine seslenilerek fiziksel ve kimyasal birçok kanunların
mecmuuyla oluşan hayat ve onu devam ettiren rızkı gökten ve yerden oluşturup
veren kimdir? diye soruluyor. [89]
«Kimdir kulağa ve
gözlere (yaratma yönünden) sahip?»
Beş duyu organından
sadece burada kulak ve gözden, yani işitme ve görme duygusundan söz edilmesi
oldukça dikkat çekicidir. Ayrıca önce kulaktan söz edilmesi, onun daha önemli
olduğuna işarettir.
İnsan dış âlemle olan
ilgi ve temasını daha çok bu iki organla gerçekleştirir. Beynimiz ve ondaki
ilgili merkezler daha çok bu iki organ aracılığıyla gereken bilgi ve malzemeyi
toplarlar. Gökten ve yerden verilen rızık daha çok sözü edilen iki organla
değerlendirilip verimli hale getirilir.
Kulağın işitme,
gözlerin görme sistemi ise, akıllara durgunluk verecek bir yapı ve düzenlemeye
sahiptir. Şüphesiz ki kulak, sesler dünyasına açılan bir penceredir.
Vücudumuzdaki en küçük kemikler kulakta yer alır. Bunların görevi, ses
dalgalarını titreşim yapan bir piston mekanizması ile işitme sisteminin iç
kısımlarına iletmektir. Böyle bir sistem ve mekanizma acaba kendiliğinden mi
oluşup meydana gelmiştir? Bu mümkün müdür?
Kulakta bulunan çok
ince tüyler de ses tonunun alçak, ya da yüksek oluşuna göre dalgalanarak beyne
uyanları gönderir.
Dış dünyamızdan gelen
sesleri bize, yani beynimize ileten kulağın belirtilen özelliklerde var
kılınması çok yüksek bir kudretin eşsiz sanatını göstermekte ve sadece O'nun
damgasını taşımaktadır. Tesadüflerin bunda az veya çok yeri yoktur. Böyle bir
iddia çok gülünç ve gayr-i ilmî kabul edilir. Tesadüfler neden bugüne kadar bir
fotoğraf makinası, bir teyp veya bir bilgisayar meydana getirmemiştir?
Tesadüfler neden değişik yapı ve sistemde insan kulağı oluşturmamıştır? Bu
sorulan çoğaltmak mümkün, ama cevabını bulmak çok zor, hattâ imkânsızdır.
Tesadüfler neden kulakları vücudun başka bir yerine monte etmemiştir?
Anlaşıldığı gibi, işin içinde ince bir hesap, hassas bir plan ve çok mahir bir
yaratan vardır.
Yaratanların en güzeli
olan Allah'ın şanı çok yücedir? Ses adı verilen küçük hava basıncının
değişimlerini elektrik uyarılarına çevirerek içerdikleri bilgiyi beyne
ulaştıran kulağı yaratan kudret, bütün saltanat ve vah-daniyetiyle eşyada
tecelli ve tezahür etmektedir. Şimdi inkarcı şaşkınlar söylesinler bakalım,
kulağa ve göze (yaratma yönünden) kim sahiptir, onların hakiki mimarı kimdir?
Gözlere gelince, onlar
dünya aydınlığına, renk ve şekillerine açılan iki penceredir. Kimi zaman «ruhun
aynası» olarak adlandırılan insan gözü,
uzun bir süre kişinin
karakterinin de anlaşılmasında güvenilir bir unsur kabul edilir.
Cenâb-ı Hak, hilkat
fırçasıyla gözün plânını şöyle hazırlamıştır:
a) Gözü herhangi bir zedelenmeden, sademeden
koruyan kemikten mamul göz çukuru veya
yuvası,
b) Gözün içine gömülü bulunduğu ve korunmasını
sağladığı yağ tabakası,
c) Merkezlen aynı olan üç kattan oluşan göz
yuvarlağı ve üç boyutlu görme; ışığı düzenleme, ön yüzeyini ıslak tutan göz
yaşı, boynuzsu tabakanın pürüzsüzlüğü ve saydamlığı v.b. özellikleri olan bu
harika organ da kör tesadüfün eseri midir, yoksa o sonsuz kudret sahibi
Allah'ın çok mükemmel düzenlemesinin neticesi
midir? Şüphesiz ki, her mükemmel
ve düzenli şey, çok daha mükemmel bir düzenleyicinin, kusursuz bir
proğram-layıcının eseridir.
Yaratanların en
güzeli, en mükemmeli olan Allah'ın kudreti ne yücedir! O'nun varlığını,
birliğini anlamak isteyenler için kulak ve göz yeterli birer belge değil midir? [90]
Ya diriyi ölüden,
ölüyü de diriden çıkaran kimdir?»
Yumurta kuluçka
devresine girmeden önce bir bakıma ölü sayılır. Yumurta hücreleri hayvan
üretim organında döllenince bölünmeye başlar. Dışarı çıkınca sıcaklık
yetmediğinden döllenme durur. İşte bu bakımdan onun sözünü ettiğimiz dönemi,
ölü devre sayılır. 37, 38 derecelik bir sıcaklık verilirse gelişme tekrar
başlar ve bu bir bakıma ölüden diri civciv çıkmasını hazırlar.
Erkeğin sperması ile
kadının yumurtalığının döllenme devresi bir bakıma ölü devre, ceninin oluşması
ise, diri devre sayılır.
İlgili âyetle bu
biyolojik olaya temas edilmekte ve üremenin şaşmayan kanunlarla gerçekleştiği
hatırlatılmaktadır. Bitkilerle tohumları arasındaki ilgi de buna benzer iki
dönem arzetmektedir. Bütün bunları en ince biyolojik kanunlarla ve hesaplarla
düzenleyen Allah'ın kudreti çok yücedir ve sınırsızdır. Tapınmaya ancak O
lâyıktır.
Konuyu önemine binaen
bir de modern biyoloji açısından inceleyelim:
Canlının yine canlıdan
meydana geldiği muhakkaktır. Buna «biyoge-nez» denilir. Yapılan deneyler bu
sonucu kesinkes ortaya koymuştur. Örneğin suda yarım saat kaynatılan saman iki
ayrı kavanoza eşit miktarda konulmuş; biri saydam bir maddeyle iyice
kapatılmış, diğeri açık bırakılmış. Birkaç gün sonra açık bırakılan kapta
canlılar görüldüğü halde, kapalı kaptaki suda bir tane bile canlıya
rastlanmamıştır.
Kur'ân'daki tabire
gelince, onu ikinci bir yorumla şöyle açıklayabiliriz: «İnsan ve hayvandaki
sperm, yediğimiz besinlerden oluşmaktadır. Bu açıdan ölüden diri meydana geimiş
oluyor. Tohum ve çekirdekteki hayat da bir bakıma ölüdür; ortam bulunca
dirilip yeşerir. Sonuç olarak canlı ancak canlıdan meydana gelmektedir ve
başlangıçta canlı kabul ettiğimiz hücrelerin bir bakıma ölü dönemi söz
konusudur.
Cenâb-ı Hak yegâne
terbiyecimiz, yaratıp kemale erdirici m izdir. Hak'tan sonra ancak sapıklık
vardır. Bütün bu gerçeklen göremiyen, eserden müessire intikal sağiayamıyan ve
mükemmel düzeni tesadüflere bağlayan inkarcı kişilerin artık imân etmeleri beklenebilir
mi? Rabbımızm sözü, hükmü hak ile tecelli etmiştir. O'nun ilmi ve tesbiti asla
yanılmaz. Allah'ın ilmi inkarcılardan kimlerin bu yüzden inanmayacaklarını
önceden tesbit etmiştir. [91]
Yukarıdaki âyetlerle,
insan aklını harekete geçirmek ve hılkatındaki azizliğini bildirmek için ilâhî
kudrete delâlet eden belgeler sıralandı. Aklını, idrâkini gerçeği bulup aramada
kullanmayanları elim bir sonucun beklediği haber verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'ı bırakıp başka şeyleri ilâh edinenlerin önce duygu ve vicdanlarına,
sonra akıl ve idrâklarına seslenilerek öldürüp diriltenin kim olduğu
soruluyor. Diriltip geri çevirme kudretinin Allah'a mahsus olduğu belirtilerek
en sağlam kıstas ortaya konuluyor. Sonra da bâtıl ilâhlardan hakka ve gerçeğe
yol gösteren birinin bulunmadığı hususu yine soru şeklinde putperestlerden
soruluyor. İnkarcıların daha çok zanna uyup birtakım varsayımlar peşinde ömür
tükettikleri belirtilerek zandan kopup gerçeği bulma arzusuyla yola çıkmanın
olumlu sonuçlar doğuracağına işaret ediliyor.
[92]
34- De ki: (tanrı diye) ortak edindiklerinizden,
ilkin yaratıp öldürdükten) sonra
tekrar onu (diriltip geri) çeviren var mıdır? De ki: Allah ilkin yaratıp
meydana getirir, sonra tekrar {diriltip geri) çevirir. Nasıl da (Hak'tan)
çevrilip saptırılıyorsunuz?!
35- De ki:
Ortak edindiklerinizden Hakk'a
doğru yol gösteren, Hakk'a ileten var mıdır? De ki:
Allah hakka doğru yol gösterir ve ona iletir. Hakk'a ileten mi, yoksa
iletilmeden kendiliğinden hak yolu bulamayan mı uyulmaya daha layrkt.r? Size ne
oluyor, nasıl hükmediyorsunuz?! ,
36- Çoğu sadece zanna uyarlar; doğrusu zan haktan
yana hiçbir anlam taşımaz (onun yerine hiçbir zaman geçmez). Şüphesiz ki Allah
onların yapageldiklerini çok iyi bilir.
De ki: Allan ilkîn
Varat'P meydana getirir, sonra tekrar onu (diriltip geri) çevirir.»
İlim hayatın
başlangıcı hakkında kesin bir sonuca varamamıştır. Ceşitli görüşler, birtakım
varsayımlar ortaya atılmış, ama hepsi de karşılaştıkları bir sürü haklı
sorular karşısında cevap veremez olmuşlardır.
Diğer gezegenlerden
bazı bakteri sportlarının uzaydaki şartlara dayanarak yeryüzüne gelmiş
olabileceğini iddia edenler, «uzak gezegenlerden organizmanın dünyamıza
ulaşıncaya kadar uzun süre çok yüksek ve çok düşük ısıların ve öldürücü
ışınların tesiri altında kalıp yaşaması mümkün mü?» sorusu karşısında susup
kalmışlardır.
Kur'ân'da ilgili
âyetle, ilim adamlarına ve araştırıcılara ipucu veriliyor ve hayatı ilk
başlatıp meydana getirenin Allah olduğu belirtiliyor. Buna «halk» denilir, yani
modelsiz, örneksiz ilk yaratma kudreti Allah'a mahsustur. İşte bu ilk yaratma,
ilim adamlarının henüz keşfedemediği kanunlarla vücut bulmuştur ki, bu, emrine
dayanır. Öldürüldükten sonra ikinci yaratılışın ise, model ve örneği vardır.
Allah ilk yaratmayı nasıl ilmin henüz keşfedemediği bir kanunla meydana
getirmişse, ikinci yaratmayı da yine ilmin henüz keşfedemediği ayrı bir kanunla
meydana getirecektir.
İlgili âyetle,
canlı-cansız her çeşit putlara, Allah'tan başka şeylere tapanlara ve hakkı
inkâr edenlere seslenilerek, «ilk yaratıp (öldürdükten) sonra tekrar onu
(diriltip) geri çeviren var mıdır?» sorulmaktadır. Böylece Cenâb-ı Hak, yaratma
konusunda beşerin ve ilâhlaştırılan her şeyin aczini ve bilgisizliğini
açıklıyor; araştırıcı ilim adamlarını uyarıyor ve sözü edilen konuda hareket
noktasını belirliyor.
Buna rağmen tuttukları
yolda yürümeye inatla devam ederlerse, onlara şunu hatırlatıyor: «Hak'tan
sonra sadece sapıklık vardır.» [93]
«De ki: Ortak edindiklerinizden Hakk'a doğru
yol gösteren, Hakk'a ileten var mıdır?»
Bâtıl putlar,
ilâhlaştırılan canlı, cansız varlıklar, doğru yolu bulmaya muhtaçlarken, hakka
doğru nasıl irşat edebilirler veya iletebilirler? İnsan ruhuna yerleştirilen
fıtratın özelliğini bilmeyen, ruhun yüee âlemden geldiğinin farkında olmayan;
gerek eşyada, gerekse kendinde Allah'ın kudretinin eşsiz eserini ve değişmeyen
damgasını idrâk edemiyen bu yaratıklar, kimi nasıl doğru yola iletebilirler?
Zira kendileri doğru yolda değillerdir, her an doğru yolu göstericiye ve
ileticiye ihtiyaçları vardır.
İnsan ruhundaki
fıtratı (Allah ve din duygusu) yitirenler veya ona sahip olamayanlar nasıl
hidâyet rehberleri olabilirler? Bu mümkün mü? Kendileri muhtac-ı himmet iken,
umulur mu onlardan himmet? [94]
> «Çoğu sadece zanna uyarlar..»
Allah'ı bırakıp
kendileri gibi bazı şahısları ilâhlaştıran, yontup şekillendirdikleri
cisimleri kendileriyle Allah arasında aracı ve şefaatçi kabul eden, dede ve
babalarının doğru yolda bulunduklarını sanıyorlar ve o sebeple aynı yolda
yürümekte ısrar ediyorlardı. Peygamberi tasdîk etmemeleri, zaman zaman onu
yalancılıkla suçlamaları da birtakım hayal ve zan ürünü idi. Öyle ki, gaibi
hazıra, bilinmeyeni bilinene kıyas ediyorlar, sonra da düşünce, inanç ve
amellerinde bir sapıklık olmadığını iddia ediyorlardı. Oysa zan hakkın yerine
geçmez, şüphe kesin bilgiyi reddetmez; zan v© şüphe hakkı isbatta delil
sayılmaz.
Bunun için dinin aslı
yakın (şek ve şüphe arız olmayan kesin bilgi) üzerine kurulmuştur, zan ve
tahmin üzerine değil. Zan, hakkı bâtıl, bâtılı da hak gösterebilir. Zan bazı
belirtiler sebebiyle kalb ve kafada-oluşur; o belirtilerin doğruluğu ortaya
çıkınca, zan bilgiye dönüşür; şüpheden kurtulup yakîn düzeyine yükselebilir.
Belirtiler zayıf kaldığı takdirde, zan bu defa vehim ve hayale yerini bırakır.
Zanla ilgili
belirtiler kuvvetlenip doğruluğu ve kesinliği ortaya çıkınca, belirttiğimiz
gibi, artık zannın yerini yakin alır. Kur'ân-ı Kerîm'de «zan» kelimesinden
sonra «enne» edatı kullanılan çoğu yerlerde, zan konulduğu mânada değil, yakin
(şüpheden uzak kesin bilgi) ifade eder. Buna birkaç misal verebiliriz: Bakara
sûresi 46,249; el-Hakka sûresi 20. âyetlerde geçen «zan» kelimesi, yakin
mânasına delâlet etmektedir. Bununla beraber aynı edatla kullanıldığı halde
yakin ifade etmiyenleri de vardır.
Genellikle «zan», hem
Kur'ân'da, hem de hadîslerde yerilmiş ve hükme medar olmayacağı yer yer
belirtilmiştir.[95]
35. Âyette zannın haktan
yana hiçbir anlam taşımadığı açıklandıktan sonra 36. âyetin sonunda her türlü
şek ve şüpheden, zan ve tahminden, vehim ve hayalden uzak olan Allah'ın ilminin
her şeyi hakkıyla kapsayıp kuşattığına işaretle «Şüphesiz ki Allah, onların
yapageldiklerini çok iyi bilir.» buyuruldu ve böylece zan ve ilim hakkında
daha iyi düşünüp bir ayrım yapmamız itham edildi. [96]
Yukarıdaki âyetlerle
putların ve ilâhlaştırılan eşyanın ne yaratmaya, ne de diriltmeye kudretleri
olmadığı açıklandı. Doğru yolu bulamayan, bulmaya gücü yetmiyen, bir ileticiye
hep muhtaç olan fânilerden, akıl ve idrakten mahrum cansız cisimlerden hidayet
beklemek kadar anlamsız ne olabilir, hususuna dikkatler çekildi. Sonra da
inkarcıların çoğunun zanna uydukları, kesin bilgi sahibi olmadıkları
belirtilerek, zannın haktan yana hiçbir anlam taşımadığı bildirildi.
Aşağıdaki âyetlerle
ilâhî beyânda, indirilen kitapta zan ve şüphenin yeri olmadığı ifade edilerek,
Tevrat ve İncil'e karıştırılan şüpheli şeyleri tashîh edip onların ilâhî
vasfını tasdîk ettiği hakkında bilgi veriliyor. Böylece üç kitap arasında
ciddi bir mukayesenin çok yararlı olacağına işarette bulunuluyor. Sonra da
Kur'ân'ın, Muhammed (A.S.) tarafından uydurulmuş bir kitap olmadığı
açıklanarak, böyle yersiz ve anlamsız iddialarda bulunanların, onun bir
sûresinin benzerini tertipleyip getirmeleri isteniliyor. O bakımdan inkarcı
müşriklerin Kur'ân ilmini kavrayamadıklarına, ilâhî kitap hakkında gerçek
hiçbir bilgiye sahip olmadıklarına atıf yapılıyor. Sonra da aklını gerçeği
bulup, hakikati öğrenmede kullanmayan sağırlara hakkın sesini duyurmanın çok
zor olduğu haber verilerek müşriklerin düşünce yapısı hakkında bilgi
veriliyor. [97]
37— Bu Kur'ân Allah'tandır, başkası tarafından
uydurulup ortaya konulmuş değildir. O ancak önündeki (daha önce indirilen)
Tevrat ve İncil'i doğrular ve (Allah katında yazılı olan) kitabı bir bir
açıklar. Onda şüphe adına hiçbir şey yoktur. O, âlemlerin Rabbinden
(indirilme)dir.
38— Onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Haydi, eğer
doğrulardan iseniz, onun benzeri bir sûre getirin ve Allah'tan başka gücünüzün
yettiği kimseleri de çağırın.
39— Hayır, onlar ilmini kavrayamadıkları ve henüz
yorumu da kendilerine gelip ulaşmayan şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de
böyle yalanlamışlardı. Bir bak, zalimlerin sonu ne oldu?!
40— İçlerinden buna inanan da var, inanmayan da
var. Rabbin ise müfsiîleri (Hakk'ı yalanlayıp toplum içinde fitne ve kargaşalık
çıkaranları) çok iyi bilir.
41— Seni yalanlarlarsa de ki: Benim işlediğim bana,
sizin işlediğiniz size. Benim işlediğimle sizin ilişiğiniz yoktur; benim de
sizin işlediğinizle ilişiğim yoktur.
42— İçlerinden sana kulak verenler eksik
değildir. Sen sağırlara -hele bir de akılları ermiyorsa- ^irebilir misin?
43— İçlerinden bir da sana durup bakar; sen körlere
-hele bir de göremiyorlarsa- yol gösterebilir misin?
44— Şüphesiz ki Allah, insanlara hiçbir şey ile
zulmetmez; ama insanlar kendilerine zulmederler.
Kudsî hadîs :
«Ey kullarım! şüphesiz
ki ben zulmü kendime haram kıldım ve onu sizin aranızda da haram kıldım. O
halde birbirinize zulmetmeyin.» [98]
«Bu Kur'ân Allah'tandır, başkası tarafından
uydurulup ortaya konulmuş değildir.»
Şüphesiz ki Kur'ân her
yönüyle, her kelime ve cümlesiyle, her hüküm ve ifadesiyle Allah sözüdür ve
O'ndan indirilmedir. Çünkü:
a) Hz. Muhammed (A.S.) okur-yazar değildi.
b) Arap Yarımadasında koyu
bir cehalet, derin bir sapıklık
hüküm_ sürüyordu. Öğretim ve eğitim, medrese ve mektep diye ciddi, yan ciddi
hiçbir kurum ve ekol yoktu.
c) Tek tanrı inancı unutulmuş, yerini çok tanrı
inancına bırakmıştı. O bakımdan putperestlik çok yaygındı.
d) Yarımadada insanların en çok ilgi duyduğu,
alkışlayıp takdir ettiği iki şey söz konusu idi: Şiir ve edebiyat; büyücülük ve
kehanet.. O nedenle ünlü şâirler ve kâhinler geniş çapta halkın sempatisini
toplarlardı.
e) Hz, Muhammed'in (A.S.)
ne çocukluk, ne de gençlik çağlarında yalan söylediği, insanları
aldattığı, bir baş olma sevdasına kapıldığı görülmemiş ve duyulmamıştır.
İnsanlara karşı yalan söylemiyen, hayal peşinde koşmayan, ciddiliğiyle şöhret
bulan bir kimsenin Allah'a karşı yalan uydurması düşünülebilir mi? Onun en
azılı düşmanı Ebû Cehl bile, «Muhammed hiçbir zaman insanlara karşı yalan
söylememiştir, Allah'a karşı yalan söyler mi?» diyerek bir an olsun gerçeği
söylemekten kendini alamamıştır.
f) Sonra da Hz. Muhammed'n (A.S.) üslûbu,
ifadesi, söz söyleme sanatı, cümle kurma ölçüsü, kelime hazinesi, anlatım
tarzı ile Kur'ân'daki hâkim olan üslûp
ve anlatım tarzı kesinlikle birbirinden ayrıdır; az-çok Arapça bilen
bir kimse ilk bakışta bu
farkı rahatlıkla görüp seçebilir. Kur'ân âyetleri şiir
olmadığı gibi, alışılmış serbest söz dizisi türünden de değildir. Kelimelerin
konumu, cümlelerin zincirleme ve bağlantılı birbirini izlemesi ve
aralarındaki uyum insan gücünü aşmakta
ve müstesna bir açıklık, berraklık ve akıcılık arzetmektedir. O kadar ki,
Kur'ân'ı bilmeyen, ama Arapçaya iyice vâkıf olan bir kimse onu dinlerken,
kazara değiştirilen bir kelimenin farkına varabilir, ilâhî uyum ve insicamın,
akıcılık ve tatlılığın bozulduğunu için için duymaya başlar.
Nitekim, «Azîzün
Hakîm» yerine yanlışlıkla «Azizün Rahîm» okuyan hafızı uyaran cahil bir
bedevinin kıssası pek meşhurdur. Bedevi'ye, «sen hafız değilsin, bunu nasıl
aniayabildin?» diye sorulduğunda şu cevabı -vermiştir : «Anlamıyacak ne var,
birdenbire ilâhî ahenk ve tatlılık değişiverdi!.»
Onun için Kur'ân'da
tam dört yerde inkarcı müşrikler, şüpheci münatıklar isbata çağırılmakta,
«sûrenin bir benzerini getirin» denilerek acze düşürülmektedirler,
Şöylece Peygamberimiz
(A.S.) Efendimize, Kur'ân'daki ilâhî beyânla, müşrikleri acze düşürmede altı
kademeli bir yöntem uygulaması emrediliyor :
1— Önce Kur'ân'ın tamamının bir benzerini hazırlayıp getirmelerini
öneriyor.
2— Kur'ân'tn on sûresi gibi on sûre düzenleyip
getirmelerini teklif ediyor.
3— Bir tek sûresine nazire olacak bir sûre
getirmeleri için iddialarını isbata davet ediyor.
Kur'ân'daki sözün ölçü
ve ahengine denk bir söz getirmelerini istiyor.
5— Bu dört kademede tartışmaya, iddialarını
isbata çağırılanların, en az Peygamber Muhammed (A.S.) gibi tahsîl görmemiş,
okuma-yazma öğrenmemiş olmaları üzerinde durulmuyor. Nitekim Yûnus sûresinde
de bir ayırım lüzum görülmeden
Allah'tan başka güvendikleri bütün adamlarını toplayıp benzeri bir sûre
hazırlamaları önerilerek çağrı yapılıyor.
6— İnsanların bir kısmının değil, birbirlerine
bu konuda yardımcı ve destek olmak üzere hepsinin toplanıp bir sûre meydana
getirmeleri teklif ediliyor. [99]
«O ancak önündeki
(daha önce bildirilen) Tev-rat ve İncil'i doğrular....»
Az yukarıda da
belirttiğimiz gibi, Kur'ân-ı Kerîm bütünüyle ilâhîdir. O bakımdan beşer zekâ ve
aklının erişemiyeceği hikmetlerle, beşer hayatını düzene koyacak en mükemmel
hükümlerle, ilim adamlarına temel bilgi, ana fikir verecek esaslarla doludur.
Kur'ân'ın bu üstünlük ve yüceliğini şöyle maddeleştirebiliriz:
a) Kur'ân,
daha önce indirilen ve fakat aslı yer yer zayi' edilip insanlar tarafından
yazılan Tevrat ve İncil'de meydana gelen bu tahribat ve yanlışlıkları düzeltir,
unutulup yazılmayan ilâhî belgelerin ilk indiği zaman mevcut olduğunu
hatırlatır ve münasebet düştükçe onları açıklar.
b) Tevrat ve İncil'de kıyamet ve onunla ilgili
hükümlerin çoğunun çıkarıldığına, bir kısmının değiştirildiğine dikkatleri
çeker ve bunu en açık şekilde belirtir. Ahkâm ile ilgili değiştirilmeleri kınar
ve doğru olanını bildirir.
c) Kur'ân her yönüyle bir mükemmelliktedir. 1400
şu kadar yıl önce getirdiği bilimsel temel bilgiler, yani ilme hareket noktası
olacak ana fikirler bugüne kadar gelişen ve gerçeği bulan ilimle hep uyum
sağlamıştır. Hakikate kapı açan ilmî gelişmelere ve tesbitlere hiçbir zaman
ters düşmemiştir. Son yıllarda Kur'ân'ı inceleyen Batılı ilim adamlarından M.
BU-CAILLE kendi eserinde bu hususu özetlerken şöyle diyor: «İlimle Kur'ân
arasında uyuşmazlık değil, uyum vardır.
Kur'ân'ın modern
dönemde ilmî bakımdan da tenkit edilebilecek hiçbir tarafı yoktur.» [100]
Eğer Kur'ân, okur-yazar
bile olmayan Muhammed'in (A.S.) kendi ürünü ve uydurması olsaydı, yüzlerce ve
hatta binlerce kusur ve yanlışlarla dolu olur; hele müsbet ilim karşısında
bütün ölçü ve değerini kısa zamanda yitirirdi. Zira en güçlü ilim adamlarının
yazdıkları çok kıymetli eserlerin, üzerinden yarım asır geçmeden tazeliğini
kaybettiğini, gelişen ilim ve yeni buluşlar karşısında cılız kaldığını
görüyoruz.
d) Kur'ân'da insan hakları, şahsî hükümler, aile
hukuku, kamu hukuku ile ilgili âyetler, kendine has bir hukukî sistem
oluşturur; başka bir sistemden kopya edilmediği
kesinlikle anlaşılır. Bir Hıristiyan olan ünlü hukukçu Sava Paşa bile
Kur'ân ahkâmını iyice araştırdıktan sonra bu sonuca vardığını açıklar. [101]
e) Kur'ân'ın 14 asır önce goifstrimden,
birbirine salıverilen, fakat aralarındaki bir engelden dolayı birbirine
karışmayan, yani herbiri kendi özelliğini koruyan Cebelitarık boğazında
birleşen Atlas Okyanusu ile Akde-nizden,
dünyanın hareket halinde bulunduğundan, ay ve güneşin ayrı ayrı
yörüngelerde seyrettiğinden; kâinatın
önce gaz halinde
oluştuğundan, sonra o gazın yoğunlaşarak katılaşıp bugünkü durumun
meydana geldiğinden, parmak izlerinden, yerçekim kuvvetinden ve bunu
ancak kesin hesaplarla aşmanın mümkün
olabileceğinden, kâinatın düzen ve sistemleri bozulmaksızın bir balon gibi
genişlediğinden söz etmesi, onun ilâhî olduğunun bir başka delili değil midir? [102]
«Hayır, onlar ilmini
kavrayamadıkları ve henüz yorumu da kendilerine gelip ulaşmayan şeyi
yalanladılar.»
Kur'ân'ı dün olduğu
gibi, bugün de yalanlamaya çalışanların, Kur'ân hakkında ciddi bilimsel
araştırmaya dayanan hiçbir delilleri, bilgileri yoktur.. 39. âyetle özellikle
bu konuya parmak basılıyor. Nitekim Kur'ân'ı küçümseyenlerin durumu
incelendiğinde, çoğunun kulaktan dolma bilgilerle, gazete ve dergilerde
yayınlanan gayr-i ilmî yazılarla ve üstelik İslâm düşmanlarının öteden beri
akıttıkları zehirlerle Kur'ân'ı eleştirdikleri görülüyor. İlim adamı geçinen
bazı okumuşların Kur'ân hakkında, İslâmî ilimlerde kayda değer bir kitap
okumadıkları halde kendilerini bu hususta yetkili görüp konuşmaları, ahkâm
kesmeleri çok üzücü ve düşündürücüdür. Oysa her konuyu ehline, uzmanına
bırakmak veya o konuyla ilgili ciddi eserleri iyice okuyup hazmettikten sonra konuşmak kadar tabii
ne olabilir? Tıpta ciddi hiçbir tahsili ve ihtisası olmayan bir ziraatçının
veya mimarın tıp hakkında kendini yetkili görüp konuşması ne kadar gülünçse,
bir doktorun ya da veterinerin dinî esaslar hakkında konuşması, ahkâm kesmesi
de o kadar gülünç ve abestir. Gerçi bu genel bir kaide değildir; mutlaka
istisnaları vardır; ama bizim okumuşların bir kısmı bu ölçüsüzlük içinde
yüzmektedirler.
Kur'ân hakkında
konuşabilmek için mutlaka Kur'ân ilimlerini, onun Arapçasını, ilgili hadîsleri
ve bugüne kadar yazılan kaynak tefsîrleri okumak ve öğrenmek şarttır. Bunun
yanısıra İslâm küfütrünü hazmetmek gerekir.
«Hayır, onlar ilmini
kavrayamadıkları ve henüz yorumu da kendilerine gelip ulaşmayan şeyi
yalanladılar.» Mealindeki uyarıdan sonra tarih boyunca bu gibilerin sahnede
görüldüğüne atıf yapılarak, «Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı.»
buyuruluyor. [103]
«Rabbin ise,
müfsitleri (Hakk'ı yalanlayıp toplum içinde fitne ve kargaşalık çıkaranları)
çok iyi bilir.»
Henüz şehir devletini
bile kuramayan İslâmiyet, bulunduğu kesim ve bölgede iç huzursuzluk doğurmaya
çalışanlara ve İslâm'ın cihanı aydınlatacak nurunu söndürmeye çalışanlara
karşı pasif savunma durumunda
kalmayı terçîh etmiş,
bir iç savaşa kapı açacak her türlü söz (/e davranıştan kaçınmıştır. Öylece,
Mekke müşrikleri kasdedilerek, «Seni yalanlarlarsa, de ki: Benim işlediğim
bana, sizin işlediğiniz size....» buyurularak fitnenin büyümesine meydan
verilmemiştir.
İslâm düşmanları,
devamlı hürriyeti tek yanlı düşünmüş ve uygulamaya çalışmışlardır. Mekke'deki
13 yıllık pasif mukavemet ve saldırılara karşı sabr-u-sebat bunun açık
misallerinden biridir. Medine'ye hicret edildikten sonra aynı ölçüsüzlüğü
Yahudiler uygulamak istemişlerdi. Ne var ki, Hz. Muhammed (A.S.) Ansar ve
Muhacirîn'i biraraya getirip kardeşlik bağlarını pekiştirdikten ve şehir
devletinin esaslarını koyup kısa zamanda bir güç oluşturduktan sonra,
hürriyetin iki yanlı kullanılmasını sağlamış ve 56 maddelik yazılı anayasayla
şehir devleti bünyesinde yer alan kabile ve dinlerin hürriyet sınırlarını
belirlemiş, hakların iki yanlı korunmasını birtakım esaslara bağlayarak
haysiyet kırıcı aşırılıklara artık imkân vermemiştir.
Mekke'de Peygamber
(A.S.) ve arkadaşları, insanlıktan yana ahlâk, fazîlet, rahmet ve huzur
tohumlarını saçarken buna tahammül edemiyen müşrikler, o tohumları çürütmek,
filizlenmesini önlemek için her şeyi kendilerine mubah görmüş, din ve vicdan
hürriyetinin yalnız kendilerine has olduğunu ileri sürerek Hz. Muhammed'i
(A.S.) tesirsiz hale getirmeye çalışmışlardı. Koyu cehalet ve putperestlik
taassubu içinde akla gelmedik şirretliklere baş vuruyorlar, hiçbir ilmî
tartışmaya, gerçekleri yansıtmaya, hakkı izhar etmeye yanaşmıyor, imkân da
vermiyorlardı. İslâm'ı çok tehlikeli bir akım olarak gösterme gayreti içinde
her türlü fitne ve fesada alet olmaktan çekinmiyor, durmadan bozgunculuk
yapıyorlardı.
Kur'ân böyle bir
dönemde mü'minlere uygulayacakları mükemmel bir plân ve program; sonuca varmayı
kolaylaştıran fevkalâde bir metot veriyor. Şöyle ki: İslâm düşmanları
çoğunlukta olur da bütün güçlerini İslâm aleyhine kullanmayı plânlarlarsa,
Müslümanlar antitezle meşgul olmayıp kendi tezlerini en ılımlı ve inandırıcı
şekilde karşılarındakilerin hislerini tah-rîk etmeden kalb ve kafalara işlemeye
çalışacaklar. Buna rağmen düşmanları durmadan yalan ve iftirada bulunur da
fiilî tecavüzlerini sürdürürlerse, onlara: «Bizim işlediğimiz bize, sizin
işlediğiniz size; sizin bizim işlediğimizle ilişkiniz yoktur, bizim de sizin
işlediğinizle ilişkimiz yoktur.» denilerek yumuşak bir politika
izleyeceklerdir.
Nitekim Mekke devrinde
inen bu âyetler, bilhassa o günkü ortamı dikkate alarak mükemmel bir metot
vermektedir. [104]
«İçlerinden sana kulak
verenler eksik değildir.
Sen sağırlara -hele
bir de akılları ermiyorsa- işittirebilir misin? İçlerinden bir kısmı da sana
durup bakar; sen körlere -hele bir de göremiyorlarsa-yol gösterebilir misin?»
Her devirde bu tipler
vardır. Aklî melekeleri ve idrâk yetenekleri yeterince gelişmediğinden, durup
bakarlar ama gerçeği görmezler; kulak verip işitirler, ama hakikatin sesini
duymazlar. Büyük dâvaları, önemli meseleleri o gibilerle yürütmek çok zor, hattâ
bazan imkânsızdır, O takdirde mü'minler içinde bulundukları toplumda bakan
körlere, işiten sağırlara güvenip de önemli meseleleri çözmeye
kalkışmamalıdırlar! Aksi halde yolun yarısında kalıp hayal kırıklığına
uğramaları mukadderdir.
Gözlerin hakikati görebilmeleri
için, gücünü ve nurunu sağlam imândan, sâlih amellerden almaları; kulakların
gerçeklerin sesini işitip anlayabilmeleri için imanla akıldan kaynaklanan bir
dikkate sahip olmaları şarttır. [105]
«Şüphesiz ki Allah,
insanlara hiçbir şey ile zulmetmez^.»
Kur'ân'ın 15 yerinde
çok az farkla bu uyarıya yer verilmiş ve değişik cümlelerle tekrar tekrar
anlatılarak idrâkler uyanık tutulmaya çalışılmıştır. [106]
İnsanın, meleklere ve
hayvanlara nisbetle hangi vasıf ve ölçüde yaratıldığı bilinmektedir. O, bu iki
varlıktan yana sıfatları kendinde toplayan müstesna bir canlıdır. Birbirine zıt
bu sıfatlar arasında denge kurabilmesi için de kendisine birçok yeteneklerle
birlikte kitap ve peygamber gönderilmiştir. O bu ortam içinde hür irâdesine
terkedilmiş, yani kendisine küllî irade karşısında cüz'î bir irâde verilmiş ve
böylece yaratılışının özelliğine ve ruhundaki lâhutî mayaya eşdeğerde bir hayat
yolu çizmekle emrolun-
muştur. Hayat
kanunlarına ve insan hayatını en iyi şekilde düzenleyen semavî uyarılara
uyarsa, kendini hem dünyada, hem de âhirette mutlu eder. Aksine bir tutum ve
hayat anlayışıyla yola çıkarsa, kendine haksızlık etmiş olur. İşte bunun için
ilgili âyette, «ama insanlar kendilerine zulmederler.» buyurulmaktadir.
Kısaca-, insana hem
dünyasını, hem de âhiretini cennete çevirecek her~ türlü imkân ve malzeme
verilmiştir. Buna karşılık onu bedbaht kılacak menfi güçler de serbest
bırakılmıştır; insan hangi tarafa ağırlık kazandı-rırsa, o tarafın malı ve
yakını olur. Nefs, İblîs ve dünyalık ağır basar da insanı kendi paraleline
çekip biçimlendirirse, insan böyle bir gafletle kendine cidden zulmetmiş
sayılır. Ölmeden önce dönüş yapmadığı takdirde, beraberinde taşıdığı zulüm
ateşiyle âhirete göç etmiş olur. Çünkü Allah insanlara asla zulmetmez; O,
zulmü hem kendine, hem de insanlara haram kılmış ve az önce belirttiğimiz gibi
Kur'ân'ın en az 15 yerinde bu ezelî irâdesini er anlamlı şekilde açıklamıştır.
Tefsirini yaptığımız sûrede ise, «Şüphesiz ki Allah insanlara zulmetmez, ama
insanlar kendilerine haksızlık ederler.» buyurularak konu özetlenmiştir. [107]
Yukarıdaki âyetlerle
her-devirde ve çağda tazeliğini koruyan Kur'ân'ın insan sözü olmasının
imkânsızlığına işaret edildi. Daha önce indirilen Tevrat ve İncilMn
asıllarının ilâhî olduğu belirtildi ve Kur'ân'ın bu kıstas çerçevesinde her
iki kitabı tasdîk ettiğine atıf yapıldı. Sonra da ilmini kavrayamadıkları
ilâhî kitabı yalanlayanların koyu bir bilgisizlik içinde bulunduğu
anlatılarak, Kur'ân'ın ancak gerçeği gören ve araştıran ilimle anlaşılabileceğine
işaret edildi.
İslâm'ın fiilî
mukavemet gücü olmadığı bir dönemde uygulanacak metot ve politika anlatıldı.
Bakan körlerle, işiten sağırlarla yola çıkılamıya-cağı hatırlatıldı. Böylece o
gibilerin kendilerine çok haksızlık ettiklerine dikkatler çekilerek Allah'ın
kimseye zulmetmiyeceği anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
kıyametin ilk safhalarından biri tasvîr ediliyor. Diriltilip kaldırılan
insanların, gözlerini ikinci hayata açınca, birinci hayatın veya kabir âleminin
bir an gibi gelip geçtiğini için için sezecekleri ifade ediliyor ve bu kodar
kısa bir hayat için ebedî saadeti berbat etmenin makul hiçbir yanı olmadığı
dolaylı biçimde işleniyor. Sonra da müşriklere va'dedilen azabın yakın olduğu
haber veriliyor ki bu, Bedir savaşı ve Mekke'nin fethiyle gerçekleşti.
Peygamberlerin
gönderilmesinin de ilâhî rahmet ve adaletin gereği olduğu konu ediliyor ve Hz.
Muhammed'in (A.S.) kendiliğinden hiçbir şey söylemiyeceği, bir zarar veya
yarara muktedir olamıyacağı, kuvvet ve kudretin Allah'a ait olduğu haber
veriliyor. Zulmedenlere lâyık oldukları azabın verileceği bildirilerek o
günlerin yakın olduğu hatırlatılıyor. Kıyamet gününde ilâhî adaletin
gerçekleştireceği azaptan kurtulmak için, zâlimlerin yeryüzündeki her şey
kendilerinin olsa kurtuluş akçesi olarak"verecekleri ayrı bir tablo veya
safha olarak işleniyor. [108]
45— Onları diriltip biraraya getirerek
toplayacağı gün, gündüzden ancak bir saat (ân) kadar eğleşmiş gibidirler;
kendi aralarında birbirlerini (rahatlıkla) tanırlar. Allah'a kavuşmayı
yalanlayanlar cidden zarara uğramışlardır. (Zaten onlar) doğru yolu da (hiçbir
zaman) tutmuş değillerdir.
46— Onlara va'dettiğimiz azabın bir kısmını ya
sana göstereceğiz, ya da (göstermeden) senin ruhunu tutup alacağız; (her iki
durumda da) onların dönüşü yalnız bizedir. Sonra Allah onların
yapageldiklerine şahittir.
47— Her ümmetin bir peygamberi vardır. Onlara
peygamberleri gelince aralarında adaletle hükmedilir; onlar haksızlığa
uğramazlar.
48— Bu va'd(edilen azap) ne zaman? Eğer
doğrulardan iseniz (bize haber verin) derler.
49— De ki: Ben -Allah'ın dilediğinden başka-
kendi kendime ne bir zarara, ne de bir yarara mâlikim. Her ümmetin belirlenmiş
bir süresi vardır, onların o süresi gelince ne bir ân geri kalabilirler, ne de
bir ân ileri geçebilirler.
50— De ki: Allah'ın azabı ya geceleyin, ya da
gündüzleyin gelecek
Icnn Rııı-'
olursa, suçlu
günahkârlar bundan (hangisini) acele istiyorlar?
51— Yoksa bu azap meydana geldikten sonra mı
(Allah'a) imân edeceksiniz? (Veya va'dedilen azaba öyle mi inanacaksınız?)
Şimdi mi? Oysa siz onu acele isteyip duruyordunuz.
52— Sonra o zulmedenlere, «tadın sonu gelmiyen
azabı, siz ancak elde ettiğinize karşılık ceza görüyorsunuz», denilecek.
53— o (azap) hak mıdır? diye senden haber
isterler. De ki: Evet, Rabbım hakkı için o gerçekten haktır ve siz (ondan
Allah'ı alıkoyup) âciz bırakacak değilsiniz (yakayı da kurtaramıyacaksınız.)
54— Eğer zulmeden her kişi, yeryüzündeki her şey
kendisine ait olsaydı, onu kurtuluş akçesi olarak verirdi. Azabı gördükleri
vakit hepsi de için için pişmanlık duydular (duyacaklar). Aralarında adaletle
hükmedilir ve onlar haksızlığa da uğratılmazlar.
55— Haberiniz olsun ki, göklerdeki ve yerdeki
şeyler Allah'ındır. Dikkat edin ki Allah'ın va'di haktır; ne var ki insanların
çoğu bunu bilmezler.
56— O diriltir ve öldürür ve ancak O'na
döndürüleceksiniz.
«Onları diriltip
biraraya getirerek toplayacağı gün, gündüzden ancak, bir saat (ân) kadar
eğleşmiş gibidirler; kendi aralarında birbirlerini (rahatlıkla) tanırlar.»
Kıyamete inanmayan,
Allah'a kavuşacağını ummayan inkarcı madde-ciler-i kabirlerinden kaldırılınca
büyük bir şaşkınlık ve derin bir pişmanlık duyacaklar. Peygamberlerin (salât,
selâm hepsine olsun) ve kutsal kitapların haber verdiği ölümden sonraki
dirilmeyi ve mahşer alanını görünce artık sonu gelmeyen bir hayata döndürülüp
başlatıldıklarını anlayacaklar. Alanın büyüklüğü, mahlûkatın akın akın o alana
getirilip toplatılması, günün önem ve dehşetini bütün açıklığıyla yansıtır.
İnkarcı maddeciler, ilâhî azametin tecelli ettiği o muhteşem tablo karşısında
dünyanın önemsizliğini, insan ömrünün kısalığını düşünerek dünyada sanki bir
ân eyleştik-lerini ve kabirlerde de ancak o kadar bir zaman parçası yattıklarını
hissedecekler.
Bu ilk adımdaki
tabloda, aynı düzeyde bulunup Hakk'ı ret ve inkâr edenler birbirlerini
tanıyacaklar, o yüzden birbirlerini suçlamaya başlayacaklar. İşte o zaman
büyük bir kaybın ve telâfisi mümkün olmayan bir hüsranın eşiğinde bulunduklarını
farkedecekler, neden sonra.. Zira onlar dünyada iken bir gün otsun doğru yolu
bulmayı arzu etmemişler ve durmadan bâtılı savunmuşlardı. [109]
«Onlara va'dettiğimiz
azabın bir kısmını ya sana göstereceğiz.....»
İnkârda ısrar edip
yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar, Peygamber diliyle kendilerine va'dedilen
azabın acele gelmesini -işi alaya alıp- istiyorlardı. Cenâb-ı Hak bu azabın
biri dünyada, diğeri âhirette gerçekleşeceğini ve Hz. Muhammed (A.S.) vefat
etmeden dünyadakinin bir kısmının inkarcılara dokunacağını göreceğini yarı
kapalı bir anlatımla haber veriyor. Ne yazık ki, kalb ve kafaları küfür
karanlığıyla örtülen müşrikler bu işaret ve uyarıyı bile anlayamamışlardı.
Bedir, Uhut, Hayber, Huneyn savaşları ve nihayet Mekke'nin fethi, inkarcılara
va'dedilen azabı tattırmış ve Hz. Peygamber (A.S.) bütün bunları gözleriyle
görme mutluluğuna erişmiştir. Azabın ilk sinyali ise, Medine'de baş gösteren
sıkıntı ve kıtlık olmuştu. O bir bakıma ilâhî uyarı anlamında meydana gelmiş,
beşer ruhundaki Allah ve din duygusunu belirsiz hale getiren inkâr bulutlarının
akıl ve idrâk, duygu ve düşünce kuvvetiyle kaldırılmasını amaçlamıştı.
Âhiretteki azabın da
meydana gelmiş gibi tasvîr edilerek anlatılması, onun mutlaka gerçekleşeceğini
bildirmek içindir. Zira dönüş ancak Allah'adır ve bundan kurtuluş yoktur. [110]
«Her ümmetin bir
peygamberi vardır..»
Bu haber ve bilgi,
Kur'ân'ın birkaç yerinde değişik ifadelerle tekrarlanır. Çünkü insan aklı ve
idrâki, Allah'ı kemal sıfatlarıyla, Tevhit inancını esaslarıyla, kabir âlemini
safhalarıyla ve kıyameti bütün incelikleriyle tes-bit edecek güçte değildir. O
nedenle her ümmetin peygambere ihtiyacı vardır. Bu bakımdan Allah bir ümmete
peygamber göndermedikçe azap edioi de değildir. O, bunu bir sünnetullah olarak
belirleyip kâinat plânına koymuştur. Nitekim yukarıdaki âyetle O'nun bu sünneti
hatırlatılarak her ümmete bir peygamber gönderildiği açıklanıyor.
Peygamber gelip
görevini kusursuz yerine getirdiği, yani tebliğ ve inşat hizmetini tamamladığı
halde, gönderildiği ümmet, kavim veya mille hâlâ inkâr ve azgınlıkta,
maddecilik ve bozgunculukta ısrar ederse, dün yada da, âhirette de onlarla
peygamberler arasında adaletle hükmedilir Peygamber diliyle va'dedilen azabın bir
kısmı dünyada, bir kısmı da âhirette gerçekleşir ve hiç kimseye haksızlık
edilmez, herkes amelinin karşılığını noksansız görür. [111]
«De ki: Ben -Allah'ın
dilediğinden başka-kendi kendime ne bir zarara, ne de bir yarara mâlikim..»
Peygamber, ilâhî
buyrukları insanlara veya gönderildiği kabile, toplum ve millete teblîğ etmekle
görevlidir. Kendiliğinden ne bir vaadde bulunur, ne de bir hüküm verir. Nitekim
va'dedilen azabın hemen inivermesini ısrarla isteyen müşriklere vereceği
cevabı, Allah'tan alıp öylece veren Hz. Mu-hammed (A.S.)ın bu anlayış ve
tutumu, belirtilen konuda bir misal teşkil eder. Zira ezelde kudret kalemiyle
her ümmetin eceli belirlenip yazılmıştır. Peygamber (A.S.) bunu çok iyi bilir,
fakat vaktini, saatini Allah bildirmedikçe bilmez ve bildirmesi emredilmedikçe
bildirmez ve açıklamaz. «Ben Allah'ın dilediğinden başka kendi kendime ne bir
zarara, ne de bir yarara mâlikim.» Bildiğim tek şey, «Her ümmetin belirlenmiş
bir süresi vardır.» mealindeki ilâhî beyândır. Bu süre dolunea ne bir ân geriye
alınır, ne de ileriye...
Hz. Muhammed'in (A.S.)
yetki alanı bu olunca, Onun ümmetinden yetişkin bir ilim adamının veya bir
mürşidin yetki alanı ne ölçüdedir? Bazı tarikat mensuplarının, «Dünyanın veya
kâinatın tasarrufu kutb-i zamana bırakılmıştır, yani her zaman yeryüzünde bir
sahib-i zaman mevcuttur, Allah, kâinatta tasarrufta bulunma yetkisini ona
vermiştir..» gibi ölçüsüz sözlerinin veya iddialarının dinî ve ilmî bir
dayanağı yoktur. Zira böylesine bir yetki ne nebilere, ne resullere, ne de
resuller serveri olan son Peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) verilmiştir. O
bakımdan Kur'ân âyetleri üzerinde çok ciddi şekilde durup ilâhî muradı
anlamaya çalışmamız farzdır. Aksi halde ölçüsüz, mesnetsiz söz ve iddialar bizi
büyük günahlara, hattâ küfre düşürebilir. [112]
«Her ümmetin
belirlenmiş bir süresi vardır; onların o süresi gelince ne bir ân geri
kalırlar, ne de bir ân ileri geçerler.»
Milletlerin de aileler
ve fertler gibi belli bir ömürleri vardır. Kendini belirlenmiş sürenin
çizgisine getiren bir milletin artık eceli gelmiş, ömrü sona ermiş demektir.
İlâhî sınırlan çiğneyen, lüks ve konfora dalan, adalet terazisini bir tarafa
atan, cinsel konulara dalıp ahlâk ve fazîleti alaya alan bir millet artık gençlik
dönemini çok gerilerde bırakıp yaşlılık dönemine girmiş sayılır. Yıkılıp
silinmek onun için mukadderdir.
O halde tıp nasıl
fertlerin ömrünü -yine ilâhî takdîr ve sünnet uyarınaa-uzatabiliyorsa ve bu bir
kader ise, milletlerin de ömrünü uzatan ve kısaltan sebepler ve faktörler söz
konusudur. Tarihin bazı dönemlerinde kısa bir sürede yıkılıp yok olanlar
bulunduğu gibi, uzun ömürlü olanlar da eksik değildir. Her ikisinin de hayatını
var oluş ve yıkılış sebepleriyle ele alıp incelediğimizde, olumlu ve olumsuz
sebepler zinciriyle karşı karşıya geleceğimiz muhakkaktır. Tabii bu daha çok
sosyologların ve ahlâkçıların, bir açıdan da din âlimlerinin görevidir.
İbn Haldun
Mukaddime'sinde bu konuyu çok güzel işlemiştir. Ama tarihte kaç tane İbn Haldun
gibi, tarih felsefesini bilen ve Kur'ân'dan aldığı ilhamla yola çıkan ilim
adamı hizmet vermiştir? [113]
«Eğer zulmeden her
kişi, yeryüzündeki her şey kendine ait olsaydı, onu fidye (kurtuluş akçesi)
olarak verirdi.»
Küfür ve bozgunculukla
hayatını amacından saptırıp kendine yazık edenler, âhirette diriltilip ilâhî
huzura sevkedilerek yerlerini aldıklarında, Allah'ın adaletinin kılı kırk
yarareasına tecelli ettiğini gördükleri zaman, dünyanın oyalayıcı lüks ve
konforunun bir işe yaramadığını, hele âhiret pazarında hiçbir kıymet ifade
etmediğini; Allah için söylenen bir sözden, atılan bir adımdan, yapılan bir
hizmetten ve nihayet sâlih amelden daha işe yarar bir nesnenin bulunmadığını
anlayacaklar ve amellerine uygun verilecek azap ve cezadan kurtulma imkânı
olmadığına inanacaklar. O kadar ki, dünya bütünüyle onların olsaydı, getirtip
kullanma imkânları da bulunsaydı, hiç tereddüt etmeden onu fidye olarak
vermekte acele edeceklerdi. Ne var ki, o gün fidyenin, rüşvetin, aracının ve
izin verilmeyen şefaatçinin yeri ve tesiri yoktur. Derin bir pişmanlık
duyacaklar ama, onun da hiçbir yararı olmayacak. Çünkü dünya, âhirete hazırlık
dönemidir. İş, ibâdet, hayat ve memat her şey ilâhî rızaya uygun yürütüldüğü
takdirde ciddi bir hazırlanma gerçekleşmiş olabilir Âhiret ise, hesap, ceza,
mükâfat ve tek kelimeyle hak ve adalet günüdür.
Göklerdeki ve yerdeki
her şey AMah'rndır. İnsanlar geçici, diğer bir tabirle eğreti olarak bir süre
bu nimetlerden yararlanırlar ve ona sahip olurlar. O halde mülkün ve nîmetlerin
asıl sahibini unutmak, O'nun mülkünde O'na karşı gelmek, körlüğün, sağırlığın
ve basiretsizliğin, nankörlüğün ta kendisi değil midir? Allah'ın iyilere de,
kötülere de olan va'di haktır, mutlaka günü, saati gelince gerçekleşecektir.
Her şey bir plâna ve programa göre düzenlenmiştir. Plân ve program dışı
gelişigüzel hiçbir şey ve olay düşünülemez. Sırası gelmedikçe Allah'ın va'di
gerçekleşmez. Ne var ki, insanların çoğu bu hakikati bilmezler. Oysa dirilten
ve öldüren, sonra da diriltip ikinci hayata kaldıran Allah'tır. Haydi ey
inkarcılar, ölüme bir çare bulun veya ölen bir kimseyi yeniden hayata çevirin,
buna güç getirebilir misiniz? Ey bozguncular, haydi toplanın da kâinatın düzen
ve dengesini bozun, güneşi yerinde durdurun, ay'ı dünyaya daha da yaklaştırın,
buna kudretiniz yetecek mi? O halde bozgunculuğunuz, hayatınızı amacından
saptırmakta ve ömür sermayenizi bir günah ve vebal uğruna heba ettirmektedir. [114]
Yukarıda geçen
âyetlerle, dünyanın önemsizliğine işaretle, âhirette diriltilip kaldırılan
inkarcıların, yaşadıkları sürenin bir ân gibi gelip geçtiğini anlayacakları
belirtildi. Zâlimlerin o gün her türlü imkândan uzak, sadece zulüm ve
tuğyanlarıyla başbaşa kalacakları hatırlatıldı. Bütün kuvvet ve kudretin, imkân
ve nimetlerin,-ceza ve azapların Allah'a ait olduğuna dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle
ilâhî kudret ve rahmetin geniş bir tezahürü olarak, insanların yolunu açmak,
gerçeği göstermek'icin peygamber ve kitap gönderildiği açıklanıyor. Sonra da
insan için faydalı ve zararlı olan nesnelerin Allah tarafından belirlendiği
bildirilerek bu hususta hiç kimsenin yetkisi bulunmadığı hatırlatılıyor.
Allah'ın insanlara sayısı belirsiz nîmet ve rahmet kapılarını açtığı, ne yazık
ki insanların çoğunun bunu idrâk edemediğine parmak basılarak kararsızlar ve
inkarcılar uyarılıyor. Hiç bir şeyin Allah'tan gizli kalmayacağı bildirilerek
hayatı bu duygu ve inançla organize etmemiz emrediliyor. [115]
57— Ey insanlar! Size gerçekten Rabbinizden bir
öğüt, gönüllerdeki (manevî hastalıklara) bir şifâ ve mü'minlere doğru yolu
gösteren (bir belge) ve rahmet gelmiştir.
58— De ki: Ancak Allah'ın geniş nimeti, yardım ve
rahmetiyle; işte bununla ferahlanıp sevinin; bu onların topladıklarından daha
hayırlıdır.
59— De ki: Baksanıza, Allah'ın size indirdiği
rızıktan bir kısmını haram, bir kısmını helâl saydınız. De ki: Allah mı (bu
hususta) size izin verdi, yoksa Allah'a karşı yalan mı uyduruyorsunuz?
60— Allah'a karşı yalan uyduranlar kıyamet gününü
ne sanırlar? Şüphesiz Allah insanlara bol nimet ve geniş yardım sahibidir. Ne
yazık ki onların çoğu şükretmezler.
61— (Ey sânı yüce Peygamber!) Hiçbir durumda ve
işte bulunmazsın, onunla ilgili Kur'ân'dan bir şey okumazsın ve hiçbir iş
yapmazsınız ki yaptıklarınıza dalarken üzerinizde hazır olmayalım. Ne yerde, ne
de gökte zerre ağırlığınca hiçbir varlık Rabbinizden uzak (ve örtülü) kalmaz.
Bundan daha küçüğü de, daha büyüğü de yok ki, o acık kitapta (yazılı) olmasın.
Ashab-ı Kiramdan Mâlik
b. Nadle, babasının şöyle haber verdiğini rivayet etmiştir: «Perişan bir
kıyafet içinde Peygamber (A.S.) Efendimize geldim. Bana dikkatle baktı ve
aramızda şu konuşma geçti:
— Malın var mı?
— Evet...
— Hangi mal?
— Her çeşidinden: Deve, köle, at ve davar.
— Allah sana bir mal verdiğinde, onu senin
üzerinde görsün (görmek ister), buyurdu ve sonra şöyle ilâve etti:
— Senin deven kulakları yerinde yavru doğuruyor
da sen usturayı alıp onun kulağını yararak, «bu, kulağı çentiklidir», diyorsun.
Derisini yarıp, «bu da derisi yarık olarak ayrılmıştır» diyor ve onları
kendine ve aile efradına haram kılıyorsun, değil mi?
— Evet, diye cevap verdim. Buyurdu ki:
— Şüphesiz Allah'ın sana verdikleri helâldir.
Allah'ın pazıları senin pazılarından daha güçlüdür ve O'nun usturası senin
usturandan daha keskindir.» [116]
«Allah bir kimseyi
İslâm'a eriştirir ve ona Kur'ân öğretir, sonra da o fakirlikten şikâyet ederse,
Allah fakirliği onun alnına yazar da kendisine kavuşacağı güne kadar onun iki
gözü arasına fakirliği nakşeder.» [117]
«Ey insanlar! Size
gerçekten Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdeki (mânevi hastalıklara) bir şifâ ve
mü'minlere doğru yolu gösteren (bir belge) ve rahmet gelmiştir.»
Kur'ân bütünüyle ilâhî
rahmeti, hayat kanunlarını, Allah ile kullan arasındaki yolu ve bağlantıyı,
dünya ile âhireti, bu ikisinin birbirini tamamladığını, sorumluluğun ölçü ve
anlamını, hayır ve iyilikleri, fazîlet ve yüksek ahlâkı, adalet ve hukuku
bildiren ve her yönüyle beşer hayatını düzenleyen semavî bir kitaptır. İlgili
âyetle bu kitabın birçok özellikleri dört madde halinde özetlenerek bizlere
bilgi verilmiştir:
1. Kur'ân en güzel öğüt mecmuasıdır. Ferdi,
aileyi, toplumu ve milletleri en iyiye, en güzele ve en doğruya çağırır.
2. Gönüllerdeki manevî hastalıklara, dertlere ve
hacetlere mutlak şifâdır.
3. İnsanlara, Allah'a uzanan doğru yolu gösteren
en güvenilir rehberdir.
4. Her yönüyle mü'minlere rahmettir.
Bu sıralama
gelişigüzel değildir. İlâhî plân ve program uyarınca insan ruhuna ışık tutar,
kalbine neşter vurur, vicdanına seslenir ve bu açıdan ilâhî irşat ve uyarı
metodunu yansıtır. Şöyle ki : Din önce güzel ve yapıcı öğütle kalb ve kafalara
işlenir ve yine onunla ayakta durur. Kur'ân'ın derin ve anlamlı öğütlerine
kalbini ve kafasını açan şuurlu kimselerdir ki, gö-nüllerindeki cehaleti, kötü
duyguları, yanlış inanç ve iddiaları, zararlı tutkuları giderip şifaya
kavuşurlar. Bu şifaya erişenlerdir ki, doğru yolda yürümeyi ibâdet edinirler
ve öylece ilâhî rahmetin feyiz ve inayetine erişirler.
Böylece öğütten şifâ;
bu ikisinden doğru yol ve bu üçünden rahmet doğuyor.
Şüphesiz ki bütün
bunlar Allah'ın geniş nimeti, bol yardımı ile gerçekleşir. İmân eden insanlar
için bundan daha aziz ve daha değerli başka bir nîmet düşünülemez. O nedenle
âyette, «İşte bununla ferahlanıp sevinin, bu onların topladıklarından daha
hayırlıdır.» buyurulmuştur. O halde aklını iyice kullanan kişiler daha hayırlı
olanı her zaman öne alır ve almaya çalışırlar. [118]
«De ki: Baksanıza,
Allah'ın size
indirdiği rızıktan bir kısmını haram, bir kısmını helâl saydınız. De ki: Allah
mı{ bu hususta) size izin verdi, yoksa Allah'a karşı yalan mı uyduruyorsunuz?»
Aslında helâl ve haram
kavramları nisbî ve izafîdir. Zira Cenab-ı Hak hiçbir şeyi boşuna, faydasız,
hikmetsiz ve amaçsız yaratmamıştır. O her şeyi insan için, insanı da Allah için
yaratıp varlık alanına getirmiştir. Ancak bazı nesnelerin insan sağlığına
zararlı olması, ruhunda tahribat yapması sebebiyle yenilmesi ve içilmesi
yasaklanmıştır. Bu, onların boşuna, yararsız ve amaçsız yaratıldığını göstermez
ve delil de sayılmaz. İlmî araştırmalar, bir kısmının faydalı yanlarının da
bulunduğunu tesbit etmiştir. İleride yeni tesbitler de olabilir. Gerçek şu ki:
Her şeyden önce kâinatta ve onun her parçasında bir denge kanunu söz konusudur.
Her şeyin bu dengeyi sağlamada bir payı ve ölçüsü vardır. Canlıların
birbirlerini yeyip geçinmesi bile sözü edilen dengeyi korumakta; tabii eleme
kanunu onu yönlendirip kendi kesiminde gerçekleştirmektedir.
Unutmamak gerekir ki,
ilmî araştırmalar, insan sağlığını ve onun ruhsal yapısını olumsuz yönde
tehdit eden zararlı şeyleri bir çırpıda tesbit edip ortaya koyamaz. Bunun için
uzun yıllara, geniş ve ciddi araştırmalara, sabırlı çalışmalara ve koordine
çalışan birçok kurumlara ihtiyaç vardır. Hem ilmî buluşların hepsi kesin
sonuçlu da değildir. Düne kadar zararlı kabul ettiği bir şeyi bugün yararlı
görmekte veya bunun aksine bir tesbit ortaya koyabilmektedir.
O bakımdan Allah,
kullarına olan lütuf ve rahmeti gereği, helâl ve haram nesneleri birbirinden
ayırt etmiş ve bunlar için sınırlar koymuştur. Bize nisbetle helâl ve haram,
iyi ve kötü şeyler karışık ve karmaşıktır. Akıl, idrâk ve ilim bunlardan bir
kısmını belirlemekte, bir kısmını ise kesin tesbit edemediği için, zararlı
olanı faydalı, faydalı olanı da zararlı görebilmekte ve yanlış bir sonuca
varmaktadır. O bakımdan aklımızın da, ilmin de ilâhî vahyin beyânına ihtiyacı
vardır.
Ne var ki, ilim
ilerledikçe, buluşlarında derinleştikçe, ilâhi sınırların isabet ve yararını
daha iyi anlamakta ve insana daha doğru bilgi verebilmektedir. Meselâ bugün
alkollü ve uyuşturucu maddelerin insan sağlığını nasıl bozduğunu, nesli nasıl
yozlaştırdığını ve beşer ruhunu nasıl tahrip ettiğini artık bilimsel olarak da
çok iyi biliyoruz. Böylece, ilim bu konuda gerçeği bulunca Kur'ân-ı Kerîm'i
doğrulamış oluyor.
O halde bir şeyi
helâl, ya da haram kılma yetkisi Allah'a aittir. İlim bir şeyin faydalı, ya da
zararlı olduğunu tesbit edebilir; ama birini helâl, diğerini haram kılma
konusuyla uğraşmaz, onu kişilerin imân, irfan ve basiretine bırakır. Dinî
hükümler ise, ağır manevî müeyyideler de koymak suretiyle zararlı olan
maddeleri haram, veya mekruh; yararlı olan maddeleri helâl veya mubah kılar.
Bu açıklamamızda ilmî
yönden zararlı ve faydalı şeyleri mutlak anlamda ele alıp genel bir yargıda
bulunmadık. Çünkü ilmin her zararlı diye tanımladığı şey haram, faydalı diye
tanıttığı şey de helâl olmayabilir. Örneğin, ilim sigaranın zararlı olduğunu
tesbit etmiştir. Bu madde hakkında kitap ve sünnette kesin bir beyân
bulunmadığından biz ona haram diyemiyoruz, birtakım zararlarını dikkate alarak
mekruh kabul ediyoruz. İlim salyangoz, kurbağa, kaplumbağa ve benzeri
canlıların protein değerini dikkate alarak faydalı olduklarını söyler. Dinimiz
ise, bunların yenilmesini haram kılıp yasaklamıştır. Bundan çıkan sonuç şudur:
İlim her ne kadar gıda değeri bakımından bunların faydasını tesbit etmişse de
gerek beden, gerekse ruh üzerindeki olumsuz etkilerini ve zararlarını henüz
tesbtt edememiştir. Belki yakın gelecekte ilmî araştırmalar bu canlıların
faydalarından ziyade zararlı yanları veya tahrib edici özellikleri bulunduğunu
ortaya çıkarabilir. Zira ilmin bunlar üzerindeki tesbiti nihaîdir ve kesindir,
denilemez. Otuz-kırk yıl önce şeker hastalarını tedavide kullanılan ilâç ve
uygulanan yöntemlerin, bugün zararlı ve öldürücü olduğu anlaşılmıştır.
Bu misalleri çoğaltmak
mümkün.. Varmak istediğimiz sonuç, vurgulamak istediğimiz hüküm şudur; Bir
şeyi helâl, ya da haram kılma yetkisi Allah'a aittir. Çünkü Allah'ın tesbiti
kesindir ve isabetlidir. İlmin faydalı, ya da zararlı diye tanıttığı veya
tanımladığı şeylerin hepsi haram veya helâl olmayabilir. Çünkü ilmin hem
tesbit alanı ve amacı farklıdır, hem de çoğu zaman kesin sonuçlu ve isabetli
değildir.
Açıklanması gerekli
bir husus daha var ki, Kur'ân ve hadîste açık ve net olarak haram kılındığı
bildirilmeyen bir şeyin, bir maddenin, insan sağlığına zararlı olduğu ilmî
araştırmayla kesinlik kazanırsa, o takdirde Kur'ân ve hadîste ona yakın bir
hüküm esas alınır ve şartlar uygun düşerse kıyasa baş vurulur, ona göre ya
haram, ya da mekruh olduğu sonucuna varılabilir. Şöyle ki : Birbirine benzeyen
meselelerin hükümlerinde de benzerlik bulunması gerekir. Çünkü menat
(illet)teki eşitlik, hükümde de eşitliği icap ettirir. Ancak kıyasta şu dört
rüknü her zaman göz önünde bulundurmak şarttır: Asıl, feri', hüküm ve ortak
illet..
Asıl, Kur'ân veya
Sünnet'teki hükmün kaynağı ve dayanağıdır. Feri', hakkında Kur'ân ve Sünnet'te
nass bulunmayan meseledir. Hüküm, asıldan fer'a geçilmesi istenilen yargıdır.
Ortak illet, hem asılda, hem de feri'-
de bulunan ortaklaşa
bir vasıftır. Buna bir misal verelim : Kur'rn'da içki ile kumardan söz
edilirken, bunların günah ve zararlarının, faydalarından daha büyük olduğu açıklanır.
O halde Kur'ân'da veya Sünnet'te ismi geçmi-yen bir fiil veya maddenin zararı
daha çoksa, o takdirde bu asla kıyas edilerek haram sayılır. [119]
«Şüphesiz ki Allah
insanlara karşı bol nîmet ve geniş yardım sahibidir. Ne yazık ki, onların çoğu
şükretmezler.»
FazI ve kerem: İnayet,
bol ihsan gibi ilâhî rahmet ve yardımın genişliğini, inceliğini ve bolluğunu
ifade eden kelimelerdir. Türkçemizde tam karşılıkları yoktur. O nedenle bunları
bazan birkaç cümleyle açıklama ihtiyacını duyuyoruz.
Zararlı ve yararlı
şeylerin açıklanması ve bu ölçüde olan şeylerin Kitap ve Sünnet'te bir
dayanağı bulunduğu takdirde kıyasa baş vurulmasına cevaz verilmesi, şüphesiz ki
Allah'ın insanlara olan bol nîmeti ve geniş yardımıdır. Aynı zamanda insan
aklına değer vermesi, içtihada kapıyı açık tutması bakımından zarif bir
iltifatıdır.
Bir şeyi haram kılıp
yasaklamasında Allah'ın ne gibi istifadesi vardır? O mutlak ganîdir; her şey
O'na muhtaçtır, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Ganî ve Samed sıfatları
O'nuh bu sınırsız kudretini yansıtır. Emir ve tavsiyelerinin tamamı, bizim
düzenli, huzurlu, sağlıklı ve dengeli bir hayat sürmemize ve ruhumuzdaki fıtrat
mayasıyla uyum sağlayan bir ortam içinde varlığımızı belirlenmiş süreye kadar
devam ettirmemize yöneliktir. Meseleyi bu açıdan düşünüp değerlendirdiğimizde,
ilâhî emirlere daha iyi yaklaşmış oluruz. Ne var ki, insanların çoğu ilâhî emir
ve yasaklardan hoşlanmazlar, nefislerinin esiri olarak bu gerçekleri anlamak
veya dinlemek istemezler. [120]
«Hiçbir durum ve işte
bulunmazsın, onunla ilgili Kur'ân'dan bir şey okumazsın ve hiçbir iş
yapmazsınız ki yaptıklarınıza dalarken üzerinizde hazır olmayalım..»
İlgili âyetle, her
durum, her düşünce ve her davranışımızın ilâhî mura-kaba ve müşahede altında
bulunduğu hatırlatılıyor. Bu, daha çok insanı temkinli, hesaplı, plânlı ve
programlı bir hayata alıştırır. Düşüncelerimizi berraklaştırıp davranışlarımızı
asilleştirir.
Şüphesiz ki, Allah'a
inanmanın insana sağladığı sayısız yararlardan biri de budur. Her şeyden önce
ilâhî denetimin her an kontrolünde bulun-~ duğumuza inanmamız, günlük
hayatımızı düzenli ve disiplinli kılar; bizi başıboşluktan, lâubalilikten,
vurdum duymazlıktan kurtarır. Hiçbir otorite, hiçbir yasal kurum bu düzen ve
disiplini sağlayamaz. [121]
«Ne yerde, ne de gökte
zerre ağırlığınca hiçbir varlık Rabbinizden uzak (ve örtülü) kalmaz. Bundan
daha küçüğü de, daha büyüğü de yok ki, o açık kitapta (yazılı) olmasın.»
Sözlükte zerre: En
küçük kırmızımsı karıncalara, bulundukları çevreye yayılıp saçıldıkiarı için
bu isim verilmiş ve bu manayla pencere ve herhangi bir menfezden içeri giren
güneş ışınında görülen toz taneciklerine de «zerre» denilmiştir. Ayrıca saçılan
kum, tohum ve benzeri şeyler hakkında da bu isim kullanılmıştır. [122]
Sözlük manasını
dikkate alarak hareketle ilim adamlarımız yakın tarihlere kadar «zerre»yi
parçalanmayan en küçük parça (cüz'i lâ-yetecezza) diye tarif etmişlerdir.
Aslında ilgili âyetle de bu kavramdan maksadın, en küçük parça olduğu
anlatılmak istenmiştir. Sonra da buna bir açıklık getirilerek bugünkü
deyimiyle atom olduğuna dikkatler çekilerek «en küçük parçadan daha küçük»
tabiri kullanılarak «atom çekirdeği» etrafirîda baş döndürücü hızla dönen
elektronlara işaret edilmiştir. Yerde ve gökte hiçbir şeyin o yegâne
düzenleyici, terbiyeci, geliştirip kemale erdirici Rab'-dan uzak ve gizli
kalmayacağı belirtilerek insan aklı ve düşüncesi harekete geçirilmiştir. Sonra
da en büyük parça dahil olmak üzere her şeyin kitapta, yani Levh-i Mahfûz'da
yazılı bulunduğu açıklanmıştır. Bununla da ilâhî ilmin her şeyi önceden
düzenleyip tesbit ettiği, plân ve programa bağladığı ve her şeyi tasarrufu
altında bulundurduğu anlatılıyor.
Görüldüğü gibi, Cenâb-ı
Hak, ilim adamına ışık tutarken yarı açık, yarı kapalı bir anlatımla temel
bilgi veriyor, hareket noktasını belirleyip gösteriyor ve böylece Kur'ân'ın
hemen her konuda insan aklına hem malzeme verdiği, hem de geniş çapta yardımcı
olduğu anlaşılıyor. Yarı kapalı bir anlatım metodu, insan aklını ve idrâkini
araştırıcı bir havaya sokmayı amaçlamaktadır. Her şey açık-seçik ve detaylı
bildirilseydi, insan hazıra konmaya alışır, düşünce ufku genişlemez ve
araştırma ihtiyacı duymazdı. Atom ve moleküllerle ilgili âyette de böyle bir
metot uygulanarak ipucu mahiyetinde bir anlatım tarzı düzenlenmiştir. [123]
Yukarıdaki âyetlerle
Kur'ân'ın insana feyiz ve rahmet saçan dört vasfından, diğer bir tabirle
özelliğinden söz edildi. En büyük nîmetin imân cevherini aydınlatıp
gıdalandıran ilâhî rahmetin beşer kalbine yönelmesi olduğuna işaret edildi.
Asıl bununla ferahlık duymamızın lüzumu belirtildi. Sonra da insanları
çepeçevre kuşatan bu rahmetin bir tezahürü olarak helâl ve haram sınırlarına
atıflar yapılarak bu yetkinin Allah'a has olduğu bildirildi. Arkasından ilâhî
kudreti bütün incelik ve derinliğiyle yansıtan zerre konu edildi, bugünkü
tabirle atoma ve moleküllere, atom çekirdeği etrafında dönen elektronlara
dikkatimiz çekilerek bizi Allah'a daha çok yakiaştiran ve kâinatin en küçük
modeli sayılan bir sistem üzerinde durmamız ilham edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'ın plân ve programını ve koyduğu şaşmayan kanunları görüp kendini O'na
veren, teslimiyet ve mahviyet içinde O'nun dostluğunu kazanan bahtiyarların,
başkaları korktuğunda korkmayacakları, insanların çoğunun üzüldüğü zamanlarda
ve dönemlerde onların üzülmeyeceği bildirilerek âhiretteki göz ve gönül
dolduran makam ve mertebelerine işaret ediliyor. Sonra da Allah dostlarının iki
ana vasfına parmak basılarak bilgi veriliyor. Allah'ın koyduğu kanunların,
beyân buyurduğu şeylerin ve sözlerin değişmesinin söz konusu olamıyacağına
özellikle dokunuluyor.
Böylece Allah ile
kullan arasındaki yolun imânia, ilimle, berrak düşünceyle, iyi niyetle ve
yüksek bir idrâkle açık tutulması isteniliyor.
[124]
62— Haberiniz ofsun ki, Allah dostlarına hiçbir
korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de.
63— Onlar (o Allah'ın dostları) ki, dosdoğru imân
ettiler ve hep Allah'tan korkup (fenalıklardan) sakındılar.
64— Dünya hayatında da, Âhiret'te de müjde
onlara! Allah'ın sözlerinde hiçbir değişme, değiştirme yoktur ve işte bu büyük
bir kurtuluş ve başarıdır.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizden soruldu :
— Ey Allah'ın Resulü! Allah'ın velî kulları
(dostları) kimlerdir? Cevap verdi:
— Görüldükleri zaman Allah hatırlanır (yani
onları gören kimse, Allah'ı hatırlar). [125]
«Allah'ın kullarından
öyleleri vardır ki, onlar ne peygamberdirler, ne de şehittirler; ama
peygamberler ve şehitler, kıyamet gününde onların Allah yanındaki yerleri
sebebiyle onlara gıpta ederler!»
Bunun üzerine Ashab-ı
Kiram sordular:
— Onların kimler olduğunu bize haber verir
misin? Efendimiz (A.S.) şöyle buyurdu:
— Onlar, aralarında hısımlık, paylaşılacak mal
olmaksızın Allah için sevişen bir topluluktur. Allah'a and olsun kî, onların
yüzleri nurdur ve nur üzerindedirler. İnsanlar korktukları zaman onlar
korkmazlar, insanlar üzüldükleri zaman onlar üzülmezler.. Sonra da Resûlüllah
(A.S.) yukarıdaki âyeti okudu. [126]
«Şanı yüce Allah
kıyamet gününde şöyle seslenir: Benim Celâlim için birbirlerini sevenler
nerede? Benim gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bugünde onları kendi
gölgemde gölgelendireceğim.» [127]
Allah dostluğunu
kazanan mü'minlerin gördükleri salih rüyalarla ilgili hadîsler:
«Benden sonra
nübüvvetten ancak mübeşşîrat kalır.»
Bunun üzerine soruldu
: «Mübeşşirat nedir?» Cevap verdi: «Salih rüyadır.» [128]
«Mü'minin sadık
(doğru) rüyası, peygamberliğin kırk altı bölümünden bir bölümdür.» [129]
«Zaman yaklaşınca
(kıyamete yakın bir zamanda) mü'minin rüyası artık pek yalana yönelmez ve
mü'minin rüyası, peygamberliğin kırkaltı bölümünden bir bölümdür.» [130]
Ashab-ı Kiramdan
Abdullah b. Amr (R.A.) diyor ki:
«Resûlüllah (A.S.)
şöyle buyurdu : Dünya hayatında onlara olan müjde, mü'minin müjdelendiği salih
rüyadır ki bu peygamberliğin kırk altı bölümünden bir bölümdür.» [131]
«Peygamberlik gitti,
geriye mübeşşirat kaldı.» [132]
Bilindiği gibi,
evliya, velî'nin çoğuludur.-Bu isim üzerinde çok şeyler söylenmiş ve çok şeyler
yazılmıştır. Hepsini biraraya getirecek olursak, cittjerle kitap meydana
gelir. Biz bütün tarifleri, görüşleri ve açıklamaları bir yana bırakıp
konumuzu oluşturan âyetteki açıklamaya yöneliyoruz. Cenâb-ı Hak bu kavramın en
özlü ve anlamlı tanımını bizzat kendisi yapmıştır. Elbette ki bundan daha
doyurueu bir tarif yapmak mümkün değildir.
Önce veli ve evliya
kavramları üzerinde duralım :
Şeyh Mecdüddin
Firuzâbadî, Kamus'ta velî ismi üzerinde durup şöyle bir açıklama yapmıştır:
«Velî, ganî kalıbında isimdir. Yağan bir yağmurdan hemen sonra yağan ikinci
yağmura denir. Ayrıca velî, bir adamın dostuna, yar ve sadîkine denir. O, onun
velîsidir, yani sevgilisi ve dostudur. Muîn ve nasır manasınadır: O, onun
velîsidir, yani muîn ve yardım-cısıdır.» Böylece sözlük mânasının ışığı
altında, imân temeli üzerinde gelişip takva doğrultusunda Allah dostluğunu
kazanan sâlih kişiye velî; ilgili âyette de bu manayla çoğulu zikredilerek evliya
denilmiştir.
Vilâyet ve velayet
isimleri de bu kökten türetilmişlerdir ki, bir şeye, bir konuya veya idareye
kendi başına sahip olup disiplin altına almak ve tasarrufu elinde bulundurmak
mânalarına delâlet ederler.
İlgili iki âyette
Allah dostu sayılan velînin dört ana mümeyyiz vasfı üzerinde durulmuş ve
tariflerin en güzeli yapılmıştır: i
1— Dosdoğru imâna sahiptirler.
2— Takva
üzeredirler (her durumda Allah'tan korkup fenalıklardan, haram ve şüphelerden,
itaatsızlıktan sakınırlar).
3— Başkaları korktuğu zaman onlar korkmazlar. (Çünkü en büyük umut ve güven kaynakları
Allah'tır).
4— İnsanlar
üzüldükleri zaman onlar üzülmezler. (Çünkü başa gelen dert ve musîbete göğüs
gerip Allah'a güvenmenin ve dayanma gücünü ortaya koymanın neticesinin
genişlik ve ferahlık olduğunu bilir ve inanırlar).
Bu son iki vasfın veya
özelliğin âyette öne alınması, önce ağacın ürününden, sonra ağacın kendisinden
söz etme inceliğini yansıtmak içindir. . Zira Allah korkusunu üstün tutmak ve
dünyayla ilgili hususlardan dolayı üzülmemek, takva ile birleşip bütünleşen
köklü bir imânın ürünüdür.
Bu tanımlamanın ışığı
altında velî ismini
şöyle açıklayabiliriz: Sevgi, yardım, emre uymak, emri uygulamak gibi
mânaları içererek dostluğun sıcaklığını kalbinde taşıyıp her yerde buna sadık
kalmayı kendine bir hak ve vecîbe kabul edenin sıfatıdır. Böylece Allah'a
yakınlık mertebesine erişen ve O'nun yardımına mazhar olan; farz ibadetle bu
yakınlığı ve mazhariyeti sürdüren; kalbini ve kafasını Allah ile meşgul edip
gönlünü ilâhî marifete açan; Celâl ve Cema! nurlarıyla içini aydınlatan;
eşyaya bakınca Allah damgasını gören; kulak verince ilâhî âyet ve belgelerin
nağmesini veya teşbihini işiten; konuşunca, Allah adını anarak söze başlayan,
sözünü bitirirken Allah'a hamd eden; hareket edince ibâdet şuuru içinde Allah'ı
hatırlayan; kendisini Allah'a yaklaştıran sebepleri durmadan düşünen ve
düşündükçe gönlünü her türlü bulanıklıktan arındırmaya çalışan ve sık sık
Allah'ı anmayı vird haline getiren; kalb gözüyle bakınca, Allah'ın kudret ve
celâlinden, azamet ve rahmetinden, adalet ve inayetinden başka bir şey görmeyen
kimse velîdir. Böylesinin sözü rahmet, rüyası müjdedir.
Bu mertebeye yükselen
kişiler, sık sık meleklerin ilhamına lâyık olurlar. Ölüm anında onların tatlı
ve ferahlatıcı müjdesine erişirler. Âhirette ise, Allah'ın : «Benim için
birbirlerini sevenler nerede?» çağrısına mazhar olurlar.
Şüphesiz ki sözü
edilen ilâhî iltifatlar bir fani için en büyük müjde ve en tatlı başarıdır. [133]
Allah dostluğuna lâyık
olmak, elbette ki hiçbir nimetle değiştirilmiye-cek kadar anlamlıdır. O
bakımdan gerçek bir velînin bulunduğu manevî makam ve saltanatı, maddî ve
dünyevî bir saltanata değiştirdiği görülmemiştir. Mevlânâ Celâlettin Rumî'nin
babası Sultanü'l-ulemâ Bahaeddin Ve-led, Konya'ya yaklaşırken Anadolu Selçukî
Hükümdarı Sultan Alâettin tarafından karşılandı. Kendilerine hükümdar
sarayında özel bir bölüm tah-sîs edildiği halde, bir cami meşrutasında kalmayı
tercîh etmesi, bunun güzel örneklerinden biridir.
Demek oluyor ki, ruh ilâhî
inayete mazhar olup O'nun Celâl ve Cemal sıfatlarının tecellilerine lâyık
görülünce, artık bu manevî saltanatın karşısında her şey önemsiz kalıyor. O
bakımdan başkaları korktuğu zaman Allah dostu korkmaz, insanlar üzüldüğü zaman
o üzülmez.
Allah dostunun
korkmadığı bazı önemli hususlar:
a) Geçim sıkıntısı baş gösterdiğinde, gelir kaynakları
kesildiğinde..
b) Ölüm anında rahmet melekleri Cennet ve Cemal
müjdesiyle geldiklerinde..
c) İlâhî marifete seyir halinde iken, tehlikelerle
karşılaştıklarında..
d) Kıyamet günü Allah'ın geniş rahmetine lâyık görülme
derecesine çıkarılma umudunu taşıdıklarında.
e) Felâket ve musîbet anlarında ise, kendi hesaplarına
değil, başkasından yana üzülürler..
f) Kabir
âleminde Münker ile Nekir en güzel sıfat ve görünümde soru sormak için
geldiklerinde.. [134]
«Dünya hayatında da,
Âhiret'-te de müjde onlara!.»
Allah dostluğuna
erişen olgun mü'minler için iki önemli müjdeden söz ediliyor: Birincisi
dünyada, ikincisi âhirette.. Dünya hayatındaki müjdelerinin ilki, başkaları
korktuğu zaman onların korkmayıp Allah'a güvenerek dayanmalarıdır. Bir diğeri
de, peygamberliğin kırk altı bötümünden bir böiüm olan salih rüyalar görmeleridir.
Nitekim ilgili hadîslerden anlaşıldığı üzere, âyetteki «büşrâ» sâlih rüya ile
yorumlanmıştır. Zira Resûlüllah (A.S.) Efendimizden sonra vahiy inmiyeceğine
göre, O'nun yolunda yürüyen, ilmine vâris olan sâlih mü'minlere, vahiy yerine
rüyada mü-beşşirat tecelli etmektedir.
İbn Cerîr'in yaptığı
tesbite göre, Ebû Derdâ (R.A.) şöyle demiştir:
— Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, 64. âyeti okuduktan sonra şöyle açıklamada bulunmuştur: «Bu,
müslümanın gördüğü veya kendisine gösterilen sâlih rüyadır.»
Diğer bir rivayette
ise, bir adam, Ebû Derdâ (R.A.)den bu âyetin delâlet ettiği mânadan sordu. O
da şöyle dedi: Öyle bir şeyden sordun ki, onu ancak bir tek adam Resûlüllah
(A.S.) Efendimizden sordu. Resûlüllah (A.S.) ona şöyle cevap verdi: «O,
müslüman kişinin gördüğü veya kendisine gösterilen salîh rüyadır; bu onun
dünya hayatındaki müjdesidir. Âhi-retteki müjdesi ise, Cennet'tir.» [135]
«Allah'ın sözlerinde
hiçbir değişme, değiştirme yoktur.»
Allah'ın ezelî ilmi ve
kudreti, irâde ve tecellisi, kâinat plânında yer alacak olan her insanın kendi
cüz'i iradesiyle, akıl ve idrâkiyle nasıl bir yol çizeceğini, nasıl bir hayat
düzeni kuracağını önceden tesbit edip belirlemiş ve ona göre ceza ve
mükâfatını takdir edip hazırlamıştır. O'nun İlmi kesinlikle yanılmayacağına,
tecellisinin şaşmayacağına, kudretinin hedefinden sapmayacağına göre,
tesbitleri aynen gerçekleşir. Artık sözünün, hükmünün ve tesbitinin değişmesi,
değişikliğe uğraması hiçbir zaman söz konusu değildir. İlgili âyetle kendi
dostlarına verdiği dünyevî ve uh-revî müjdenin mutlaka gerçekleşeceğini beyân
buyuran Allah, bunun ezelî ilmiyle tesbit edilip yazıldığına işarette
bulunuyor.
Kaderin bu inceliğine
dikkatle bakılmadığı takdirde, hatalı bir yorum olarak karşımıza, beşerin kendi
hayatını sürdürmesinde ve düzene koymasında hiçbir irâdesi bulunmadığı sonucu
çıkabilir. Bu, yanlıştır, bütünüyle Kur'ân'ın getirdiği hükümlere ters düşer.
Zira Allah'ın ezelî ilmiyle bizim nasıl bir hayat süreceğimizi tesbit etmesi,
zorlayıcı, İtici bir âmil değildir; aynı zamanda âdemoğlu da küllî irâdenin
elinde otomatik bir aygıt olarak yaratılmamıştır. Zekâ, akıl, irâde ve benzeri
yeteneklerle donatılıp kitap ve peygamberle desteklenerek dünya hayatına
getirilmiştir. Her şeyden önce kendisine, küllî irâdeye nisbetle cüz'i irâde
verilmiş ve hayat sahnesine çıkarılarak serbest bırakılmıştır. O bakımdan
sorumludur. [136]
Yukarıdaki âyetlerle
Allah dostlarının özellikleri dört madde halinde açıklandı. Kendini dostluk düzeyine
getiren mü'minler müjdelendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kendilerini bu düzeye getirmeyen inkarcıların şirretliklerine, küstahlıklarına
karşı sabretmenin faydalı olacağına işaret ediliyor. Hakkın eninde, sonunda
başarılı olacağı hatırlatılarak Peygamber (A.S.) ve arkadaşları teselli
ediliyor. Allah'ı bırakıp bâtılın peşine takılanların zanna uyup bir sürü
yalan-dolanla haşır-neşir olduklarına dikkatler çekiliyor; sonra da Allah'ın
varlığına, üstün kuvvet ve kudret sahibi bulunduğuna delâlet eden kevnî delillerden
birkaçı sıralanıyor. Allah'a evlât isnat edenlerin ilimsiz, delilsiz, belgesiz
ortaya çıktıkları hatırlatılarak, böyle bir isnat ve iddianın akıl, imân, ilim
ve realite karşısında hiçbir değer ve anlam taşımadığı anlatılarak insan aklına
ışık tutuluyor.
Dünya hayatının bir
hazırlık dönemi oiduğu belirtilerek böyle bir hayatın hedef ve amacı üzerinde
durup düşünmemiz ilham ediliyor. Kısa bir hayatın ilerisinde sonsuz bir hayat
yoksa, onun hikmetsiz ve amaçsız olacağına işaretle ciddi bir değerlendirme
yapmamız isteniliyor. [137]
65— O
inkarcıların sözü seni üzmesin. Çünkü gerçekten bütün kuvvet ve kudret,
üstünlük ve hâkimiyet Allah'ındır. O, her şeyi işitendir, bl-
66— Haberiniz olsun ki, göklerde olanlar da,
yerde olanlar da şüphesiz ki Allah'ındır. Allah'tan başkasına tapınanlar,
ortak edindiklerine (de gerçek anlamda) uymazlar; onlar ancak zanna uyarlar,
onlar ancak yalan uydurup söylerler.
67— Geceyi dinlenip sükûnet bulmanız için
(karanlık), gündüzü de (çalışıp hayatınızı kazanmanız için) aydınlık yapan
O'dur. Şüphesiz ki bunda kulak verip anlamak isteyen bir millet için âyetler
(açık belgeler) vardır.
68— Allah
çocuk edindi dediler. Allah çocuk edinmekten pâk ve yücedir. O mutlak ganiydir
(hiç bir şeye muhtaç değildir). Göklerdeki de, yerdeki de O'nundur. Bu
İddianıza karşılık yanınızda hiçbir ilmî delil yoktur. Allah'a karşı
bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?
69— De ki: Allah'a karşı yalan uydurup duranlar,
korktuklarından kurtulup umduklarına erişemezler.
70— Dünya pek az bir zevkli geçimdir; sonra da
dönüşleri ancak bizedir. Sonra da inkârlarına karşılık onlara pek şiddetli
azabı tattıracağız.
Bâtılı savunan
inkarcı, şekle, sayıya ve zînete dayanır da bunları gerçekleştirmeyi amaç
seçer. O bakımdan az bir başarı sağlayınca da gururlanır, şatafata daha çok
meyleder, gösterişten hoşlanır. Hakk'a iltifat etmez, haklara saygı göstermez,
sözüne hiç sadık kalmaz. Haktan yana olanlara işkence ve eziyetten zevk duyar;
hiç değilse mü'minlere korku ve endişe vermeyi ihmal etmez. Yalan onun sanatı,
iftira maharetidir.
Bâtılı temsil eden
Mekke müşrikleri de böyle idiler. Allah birdir diyenleri adım adım izlediler,
Muhammed (A.S.) Allah'ın hak peygamberidir diyenlere işkence ettiler, hattâ
bir kısmının vücudunu ortadan kaldırdılar. Özellikle fakir ve kimsesiz
mü'minlere her türlü hakaret ve eziyeti reva gördüler.
İlgili 65. âyetle,
bâtılın şatafat ve gururuna, yalan ve iftirasına, şımarıkça davranışlarına
bakıp da endişe duymaya gerek olmadığı hatırlatılıyor. Zira saman yığınının
yanması bir anda büyük bir duman ve arkasından korkunç bir alev çıkarır, çok
geçmeden küçülüp bir avuç kül olur; bilindiği gibi, samanın enerjisi az,
tesiri sınırlıdır. Ama içi dolu ağaç veya kömür böyle midir? Onun bir avuç
dolusu, bir yığın samana bedeldir. Kur'-ân-r Kerîm'de bu husus daha güzel
tasvir edilerek şöyle buyurulmuştur: «Nice az topluluk, çok topluluğa -Allah'ın
izniyle- üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.» [138]
Şüphesiz ki, bütün
kuvvet, kudret, üstünlük, başarı Allah'ındır. O dilediğini aziz ve üstün
kılar, dilediğini de zillet ve meskenet çukuruna iter. O'nun düzenlediği plân
ve programa, koyduğu hayat ve memat kanunlarına uyanlar başarılı olur,
uymayanlar aşağılanır.
Diğer bir âyette ise,
bu konuya biraz daha açıklık getirilerek mü'min-lere en sağlam bilgi şöyle
veriliyor; «Üstünlük ve şeref Allah'a, Peygamberine ve mü'minlere aittir.»[139]
Zira Peygamber ve mü'minlerin azizliği ve üstünlüğü, Allah'ın onlar hakkında
Azîz sıfatıyla tecelli etmesiyle gerçekleşir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) ve
arkadaşları, ilâhî izzetin tecellisiyle bâtılın şatafatını, küfrün tuğyanını,
nifakın düzenbazlığını alaşağı edip hezeyanlarını durdurmaya muvaffak oldular.
Allah'ın Azîz sıfatı mü'minlere yö-nelip inayeti gelince, küfrün gurur ve
azgınlığı yıkıldı; hak gelince bâtıl yok oldu. Zaten bâtıl yok olmaya
mahkûmdur. Mü'minlerin imânı ıhlâs ve ciddiyetle şahlanınca, küfür silinmeye
yüz tuttu. [140]
«Allah'tan başkasına
tapınanlar, ortak edindiklerine (de gerçek anlamda) uymazlar; onlar ancak zanna
uyarlar, onlar ancak yalan uydurup söylerler.»
Put, cansız bir
cisimdir, insan eliyle şekillendirilmiştir. Konuşmaz ki dinlensin; yol
göstermez ki peşine düşülsün; yarar ve zarar veremez ki, korkulsun veya saygı
duyulsun. O halde Ahsen-i Takvim üzere yaratılan insanoğlu bütün büyüklüğüne,
en şerefli canlı olduğuna ve her şeyin kendisi için yaratılmasına rağmen derin
bir gaflet ve açık bir dalâlet içinde putlara tapınırsa, hakikatte kendi kâfir
nefsine tapıyor demektir. Kendi zan ve tahminlerine, evham ve kuruntularına
uymaktan başka bir şey yapmıyor.
Böylece insan bir
bakıma kendine, kendi azgın nefsine ve hevesine tapmış oluyor. Bu kadar küçülen
insan, hakkın baş düşmanı olma duygu ve düşüncesi içinde elbetteki ruhundaki
fıtrat duygusunun tesirinden kurtulmak için yalanı sanat, tecavüzü marifet,
mü'mine sataşmayı şahsiyet sayar. [141]
«Geceyi dinlenip sükûnet
bulmanız için (karanlık), gündüzü de (çalışıp hayatınızı kazanmanız için)
aydınlık yapan O'dur..»
Kur'ân-ı Kerîm,
bâtılın sabun köpüğü misali olduğuna işarette bulunduktan sonra Cenâb-ı
Hakk'ın varlığına, izzet ve yüceliğine delâlet eden belgeleri sıralıyarak akıl
sahiplerini hem uyarmaya çalışıyor, hem de malzeme olarak ana fikir, temel
bilgi veriyor. Şöyle ki;
Geceyi dinlenip
sükûnet bulmak için, gündüzü çalışıp hayatımızı kazanmak için belli kanunlarla
düzenleyip hizmete sevkeden Allah'tır.
Dünya'nın yuvarlak ve
kutuplardan basık, 23 derece meyilli yaratılması, kendi ekseni etrafında
ekvatorda dakikada 27 km., Güneş'in etra-inda saatte 110.000 km. hızla
dönmesiyle gece ve gündüz, aynı zamanda nevsimler meydana gelmektedir. Bu
hareket karmaşık görünüyorsa da asında çok düzenli ve plânlıdır. Eğer
belirtilen bu iki ayrı hareketindeki hız Jaha fazla veya daha az olsaydı, gece
ve gündüz süresinde anormallikler neydana gelir, ne dosdoğru çalışma, ne de
yeterince dinlenme imkânı )lurdu.
Diğer yandan,
kutuplarda, kendi ekseni etrafındaki hızı dakikada 10 :m.'ye düştüğü için gece
ve gündüzler çok anormal uzunluktadır. O halle bu ince ve plânlı düzenlemeler,
fiziksel ölçüler elbetteki kendiliğinden >ir tesadüf eseri olarak vücut
bulmamıştır. Çünkü zincirleme plânlar, mü-;emmel programlar, şaşmayan fizikî kanunlar
ve matematiksel düzenle-neler hiçbir zaman kendiliğinden oluşamaz. Hareketsiz
haldeki şeyi ha-ekete geçiren ve hareketi hep aynı hız ve ölçüde tutan mutlak
bir kudret öz konusudur. Şüphesiz ki bu hususta da ilâhî düzene ve dengeye
kulak erip anlamak isteyen her topluluk ve millet için açık belgeler vardır. [142]
«Allah çocuk edindi dediler. Allah bcuk edinmekten pak ve yücedir. O
mutlak ganidir.»
Ruhu ve kalbi yüce
âlemden inen nûr ve hikmet ile aydınlanmamış ham silerin cehaletlerinden biri
de, Allah'a çocuk isnat etmeleridir. Yaratan i yaratılan arasındaki sınırı
bilmemek; her birinin kendine has tanımla-
masından habersiz
olmak, insanı çok yanlış neticelere götürmekte ve imân adına söylenen sözlerle,
iddia edilen şeylerle onu küfre sokmaktadır.
Allah'a çocuk isnat
iki ayrı cehaletin ve taassubun ürünü olarak ortaya çıkmıştır: Birincisi, Arap
Yarımadasında yaşayan putperestlerin, tevhît inancı'ndan habersiz kalıp Allah
hakkında çok yanlış düşüncelere saplanıp melekleri Allah'ın kızları
sanmalarıdır ki, bunun temelinde, daha çok taassup, körü körüne ataların yolunu
izleme bulunuyordu, İkincisi, ellerindeki semavî kitabın zamanla tahribata ve
tağyirata uğramasıyla tevhît inancından uzaklaşan Hıristiyanların İsa
Peygamberi Allah'ın oğlu diye kabul etmeleridir. Bunun temelinde,
Hıristiyanlığı tek semavî din sayıp İs-lâmiyeti ve O'nun Peygamberi Hz.
Muhammed'i (A.S.) ret ve inkâr yatmaktadır. Yahudilerden de bir mezhebin,
yahudiliğin büyük kurtarıcılarından saydıkları Üzeyir'i (Ezra) Allah'ın oğlu
diye tanımaları ve tanıtmaya çalışmaları da bu cümledendir.
Cenâb-ı Hak bu
yakışıksız, ölçüsüz, akıl, mantık ve ilim dışı iddiaları reddederek, insan
aklına sesleniyor, kendisinin her zaman bu gibi beşeri ve mahlûkî sıfatlardan
pak ve münezzeh, yüce ve ganî olduğunu bildiriyor. Kâinatta var olan her şeyi
sonsuz ve sınırsız kudret ve ilmiyle yarattığını, o bakımdan hiçbir şeye
muhtaç bulunmadığını açıklıyor. Çünkü ihtiyaç, sonradan yaratılanlara mahsus
bir duygu ve iç güdüdür. Allah ise mutlak yaratandır, yaratılmış değildir.
İllet ve malûl zinciri O'nda son bulur. O, bizatihi illet-i ulâdır (ilk
illettir), malûl değildir, aksi halde başka bir illetin O'nun üstünde var
olması gerekir ki bu ilâhlık vasfına ters düşer.
İşte Allah'ı kemal
sıfatlarıyla bilmeyen, beşerî sıfatları O'na yakıştıran iddiacılar hiçbir zaman
böylesine sakat ve yanlış bir inançla kurtuluşa eremezler. Kur'ân'da bilhassa
buna parmak basılarak Allah'a ortak koşanlar uyarılıyor.
Belki belirtilen bu
son derece sakıncalı iddialar, cahillere dinî taassup adına zevk verebilir.
Ama bu zevk ne kadar sürer? Dünya hayati az bir geçimlik, çok kısa bir hazırlık
dönemidir. Sonra da dönüş mutlaka Allah'adır. Artık O'nun katında ne. İsâ ve
Üzeyir'in sanılan oğulluk mertebeleri, ne de putların ve bâtıl ilâhların kayda
değer bir yeri kalır. Hüküm bütünüyle Allah'a aittir. Allah'a oğul ve kız
isnat edenlerin, yanında ne piddi bir delilleri, ne ortaya koyacakları bir
hüccetleri, ne de kendilerini haklı çıkaracak bir belgeleri bulunacaktır. 68.
âyette bu hususa dokunularak, «Bu iddianıza karşılık yanınızda hiçbir ilmî
delil yoktur» denilerek Allah'a ortak koşanların, ileri sürdükleri iddialarını
isbat etmeleri isteniliyor ki bu, ne dünyada, ne de âhirette mümkün olacaktır. [143]
Yukarıdaki âyetlerle,
İnkarcıların birtakım yersiz iddiaları, ölçüsüz sataşmaları üzerinde duruldu.
Cehalet ve taassuptan kaynaklanan bu gibi iddiaların her devirde ortaya
atıldığına işaretle üzülmeğe deymîyeceği hatırlatıldı. Sonra da Allah'ın
varlığına, birliğine, kudretinin yüceliğine delâlet eden iki önemli belgeye
yer verilerek beşer aklına seslenildi. Allah'a çocuk isnat edenlerin nasıl koyu
bir cehalet içinde yüzdüklerine parmak basılarak yanlarında akıl, mantık ve
ilimden yana ciddi hiçbir belge ve hüccetlerinin bulunmadığı belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
hakkın karşısına inat ve inkârla, cehalet ve taassupla çıkanlara Nuh
Peygamber'in kavmiyle olan mücadelesi hatırlatılıyor. İşin sonunun nereye
varacağına işaretle ilâhî hükmün zamanı gelince tecelli edeceği haber
veriliyor. [144]
71— (Ey Peygamber!) O inkarcılara Nuh'un olaylı
geçen haberini oku. O bir vakitler kavmine demişti ki: «Ey kavmim, eğer
(aranızda) yer almam ve Allah'ın âyetleriyle öğüt vermem size ağır geliyorsa,
ben ancak Allah'a güvenip dayanıyorum. Siz ne yapacağınızı ve ortak
edindiklerinizi biraraya getirin, öyle ki, sonunda ne yapacağınız size tasa
olup kalmasın, sonra da hükmünüzü hakkımda uygulayın ve bana hiç de süre
tanımayın.
72— Eğer
(benden ve öğütlerimden) yüzçevirirseniz, zaten ben sizden bir ücret istemiş
değilim; benim mükâfatım ancak Allah'a aittir ve ben müslimler (Hakk'a teslim
olmuşlardan olmakla emrolundum.
73— Yine de
onu yalanladılar, Biz onu ve gemide beraberindekilerin! kurtardık ve bu
(kurtardıklarımızı) o (yok ettiklerimizin) yerine geçirdik; âyetlerimizi yalan
sayanları boğduk. Artık sen o uyarılanların sonunun ne olduğuna bir bak!
74— Ondan
sonra kendi kavimlerine Peygamberler gönderdik. Onlar da kavimlerine açık belgelerle,
mu'cizelerle geldiler. Daha önce yalan saydıklarına bakarak bir türlü imân
eder olmadılar. İşte (ilâhî buyrukları dinlemeyip) haddi aşanların kalblerini
böylece mühürleriz.
Peygamber!) O İnkarcılara Nuh'un olaylı geçen haberini
oku...»
Kur'ân-ı Kerîm'in
taşıdığı yüksek ilâhî üslûp ve yöntemden biri de, hem birbiriyle ilgili, hem de
değişik konulara sık sık geçiş sağlamaktır. Nitekim geçen âyetlerle inkarcı
maddecilerin düşünce ve tutumları bir bir yerilirken hemen sonra Allah'ın
varlığına, birliğine ve yüce kudretine delâlet eden açık belgelere yer
verildi. Böylece bir konudan diğer bir konuya geçilerek hem konular
bütünleştirildi, hem de okuyana bıkkınlık gelmemesi amaçlandı. Aynı zamanda
müşriklerle çetin mücadeleler veren ve o yüzden çok sıkıntılı günler geçiren
Peygamber (A.S.) Efendimiz ile arkadaşlarına, teselli etme babında geçmiş
peygamber ve ümmetlerinin benzeri sıkıntılara uğradıkları ve çok yorucu, üzücü
mücadeleler verdikleri hatırlatılıyor.
Konuyu bu açıdan
incelediğimizde, onun hem değişiklik içinde, hem de bütünlük içinde olduğunu ve
duyguları, düşünceleri berraklaştıracak bir akıcılıkla Hz. Peygamber'e ve
arkadaşlarına yeni bir hız ve değişik bir azim ilham ettiğini görürüz.
Buna paralel olarak
Peygambere (A.S.) karşı geiip ilâhî âyetleri yalanlayanlar) da korkutmak,
yanlış yoldan döndürmek için gelip geçen ümmetlerden çoğunun aynı azgınlık ve
bozgunculuk havası içinde hakkı ret ve inkâr etmeleri ve haktan yana olanlara
işkencede bulunmaları sebebiyle ilâhî azaba çarpıldıkları uyarıcı misal olarak
veriliyor.
Bu konuda müşriklerle
uzun yıllar uğraşıp didinen ve çok ağır suçlamalara mâruz kalan, sonunda ilâhî
hükmün kahredici darbeleriyle kavmi helak edilen Nuh Peygamber'in (A.S.)
kıssası hatırlatılıyor, aynı zamanda tarihin tekerrür ettiğine ve edeceğine
atıflar yapılıyor.
Nuh kıssasının birkaç
yerde değişik anlatım biçimleriyle ve önemli saf-halarıyla tekrarlanması, bu
peygamberin ve başından geçen olayların Asya ve Afrika kıtalarında çok yaygın
ölçüde bilinmesinden, ayrıca Tevrat'ın da bu olaydan geniş çapta bahsetmesinden
kaynaklanmaktadır. Aynı zamanda Nuh kıssası bir hikâye değil, milletlerin,
ailelerin ve halka yol gösterenlerin Öğüt ve ibret almalarını telkîn eden
tarihî hakikattir.
Nuh Peygamber (A.S.)
olayında önemli ve ibretli pasajlar:
a) Nuh Peygamber, putperest müşrik olan, yani
Allah'a ortak koşan ve O'nu inkâr eden büyük bir kavimle uzun yıllar aralıksız
mücadele etmiştir.
b) Müşriklerin alaylı sataşmalarına, tehdit ve
hezeyanlarına yine aynı yıllar süresince sabretmiş, tek dayanağı ve güven
kaynağı olan Allah'tan bir an olsun ümidini kesmemiş, görevini aksatmamıştır.
c) Allah'ın âyetleriyle, duygu ve düşüncelere,
sonra da akıl ve man-I tıklara seslenerek öğüt vermiş; yapıcı, yönlendirici
telkinlerde bulunmuş-Itur.
d) Onun bıkmak ve usanmak bilmeyen azm-ü gayreti
karşısında müşfikler bıkkınlık duymaya başlamışlar ve Nuh'un (A.S.) varlığı,
aralarında bulunması onlara ağır gelmeye başlamıştır.
e) Çevresinde inanan az kimselerin bulunmasına
rağmen, sapık müş-Ikler doğru yolu seçerler diye bütün gücünü ve imkânlarını
kullanmasını ihmal etmemiştir.
f) Uzun yılların geride kalması ve görünürde
fazla bir mesafenin ket-edilmemesi onu ümitsizliğe düşürmemiş, irşat ve teblîğ
docK-"usunda attığı hakkın kıvılcımlarının bir gün büyük bir meşale
olacağını düşünmüş, hiç değilse, geriye ibret alınacak çok şeyler bıraktığını
farketmiştir.
Nitekim kutsal
kitaplar bu büyük peygamberden ve onun uzun yıllara dayalı mücadelesinden
etraflıca bahsetmektedirler ki, bu onun unutulmamasını sağlamıştır.
g) Sonunda müşriklere açıktan meydan okuması çok
dikkat çekicidir. Çünkü Nuh Peygamber (A.S.) ilâhî sünneti ve hükmü çok iyi
bilenlerden biridir. Artık küfür ve azgınlığın belli kerteye gelip dayandığını
görüyor, neticesinin büyük bir azap ile noktalanacağını hissediyordu. O
bakımdan son sözünü söylemiş ve son uyarısını büyük bir cesaret ve celâdetle
ortaya koymuştur.
h) Bununla
beraber hadlerini bilmeyen azgın müşriklerin bu meydan okumaya karşı bir
çılgınlık yapmalarına meydan vermemek ve meydana gelince de kendileri için bir
üzüntü ve tasa sebebi olmamak için iyi düşünüp ona göre karar vermelerini
hatırlatmayı ihmal etmemiştir.
i) Birkaç
yüzyıl Allah'ın emirlerini ve yasaklarını teblîğ ile görevli büyük bir
peygamberin kimselerden az veya çok bir ücret talep etmediği ve almadığı ayrı
bir fazîlet örneğidir ki, dinî yaymayı kendine hizmet bilen mürşitlerin bu
konuda çok dikkatli olmalarına işaret vardır.
j) Her hâl-ü
kârda Hakk'a teslimiyet gösterdiğini ve göstereceğini, aldığı emrin de bu
anlamda olduğunu tekrar tekrar ifade etmiştir.
Şüphesiz ki bu on
kadar önemli husustan hemen her peygamberin Allah yolunda hizmet ederken
sapmadığı bir vakıadır. Özellikle Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.)
bunları fazlasıyla ortaya koymuş ve kıyamete kadar bütün din mürşitlerine,
tebligatçilarına en sağlam ve en uygun kıstasları bırakmıştır. Başarının sırrı,
bu maddeleri kendi nefsinde toplamaya azmedenlerden yanadır. Bâtıl da eninde
sonunda silinip yok olmaya mahkûmdur. Ancak hakkın ve bâtılın belirtilen
noktaya erişmesi, yani hakkın zafer bulup üstünlük sağlaması, bâtılın baş
aşağı gelip silinmesi bazı şartların gerçekleşmesine bağlıdır. Yukarıda
yaptığımız açıklama kısmen o şartları içermektedir.
Nuh Peygamber'in ibret
ve öğüt dolu kıssasından sonra bir çok peygamberler peşpeşe gönderilmişse de,
geçmiş olaylar çarçabuk unutulduğundan, batıl yine hortlamış ve hakkın
karşısına dikilerek çetin mücadelelere neden olmuş, fakat tarih zaman zaman
tekerrür ederek birçok kavtmler yerle bir edilmiştir,
Kur'ân'ı Kerîm'de sözü
edilen ibretli olaylara sık sık temas edilmesi, önce Mekke müşriklerini
uyarmaya, sonra da yaşamakta olan her inkarcı millet ve topluluğun akıl ve
idrâkine seslenmeye ve geçmişten öğüt ve ibret almalarına yönelik bir
tavsiyedir. [145]
Yukarıda geçen
âyetlerle, inkârı nifak ve şikakla, kin ve ihtirasla, bencillik ve tutuculukla
birleştirip bütünleştiren Mekke müşrikleri ve sonra da inkarcı her grup
uyarıldı. Aynı sakıncalı yolda yürüyen Nuh kavminin hazin akibeti perde perde
yansıtıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
tarihin tekerrür ettiğine, ilâhî hükmün hiçbir zaman şaşmadığına delâlet eden
Musa Peygamber ile Fir'avn kıssası önemli bölümleriyle açıklanıyor.
İsrâiloğullan'nın Mısır'da mâruz kaldıkları sıkıntılı günlerin sonunda,
Allah'a güvenip dayandıklarından ferahlatıcı günlerin geldiği hatırlatılarak
mü'minlerin ancak Allah'a güvenip dayanmaları isteniyor ve başarının,
kurtuluşun haktan yana olanların yüzüne güleceğine işaret ediliyor. [146]
75— Sonra onların ardından Musa ile Harun'u
âyetlerimizle Fir'cv ve onun ileri gelen cemaatine gönderdik. (Allah'a imânı)
gururlarına ye remediler. Zaten onlar suçlu günahkâr bir topluluk idi.
76— Onlara bizim katımızdan hak gelince, «bu
ancak açık bir sih dir» dediler.
77— Musa; «size hak gelince böyle mi diyorsunuz?
(İnsafla düşünü bu sihir midir? Oysa sihirbazlar umdukları kurtuluşa ve
başarıya erişemd ler» dedi.
78— Onlar, «bizi, babalarımızı üzerinde
bulduğumuz (dinden ve % dan) çevirmek ve ikiniz için yeryüzünde büyüklük
(liderlik ve önder!! sağlamak için mi bize geldin? İkinize de inanacak değiliz»
dediler.
79— Fir'avn, «bana ne kadar bilgili sihirbaz
varsa hepsini getirin» ye emretti.
80—Sihirbazlar
gelince, Musa onlara: «Atacağınızı atın! (Ortaya yacağınızı koyun)» dedi.
81— Onlar da atacaklarını atınca, Musa, «bu
getirip ortaya kcy^u ğunuz sihirdir. Doğrusu Allah onu boşa çıkaracaktır. Çünkü
Allah f"' çıların (bozguncuların) işini düzeltmez» dedi.
82— Suçlu günahkârlar hoşlanmasa bile Allah hakkı
kendi sözleriy le gerçekleştirir.
83— Fir'avn
ve çevresindeki ileri gelen yandaşlarının, kendilerini fit' neye düşürür
korkusuyla kavminin soyundan ancak bir kısmı Musa'yı imân etti. Çünkü Fir'avn o
yerde oldukça üstündü ve o aşırı gidip hakk çiğneyenlerden idi.
84— Musa, «Ey kavmim,» dedi, «eğer siz Allah'a
imân ettiyseniz w teslimiyet de gösterdiyseniz, artık O'na güvenip dayanın.»
85— Onlar da dediler ki: «Biz ancak Allah'a
güvenip dayanmışızdır Ey Rabbimiz! bizi o zâlimlerin oluşturduğu kavme fitne
kılma, (bizi onlaı sebebiyle fitne ve mihnete düsürm
Sonra onların ardından
ısa ile Harun'u âyetlerimizle Fir'avn'a ve onun ileri gelen cemaatine
rnderdik..»
Yine Hz. Muhammed'i
(A.S.) ve cefakâr arkadaşlarını teselli etmek, a karşı gelen inkarcı
bozguncuları uyarmak, mü'miniere yeterince mo-. vermek maksadıyla Nuh
Peygamberin kıssasının özeti verildikten son-ı, Arap Yarımadasında az'-çok
bilinen Musa ve Fir'avn kıssasının bir di-fger özeti ve önemli birkaç safhası
veriliyor.
Kur'ân, diğer tarihî
olayları naklettiğinde uyguladığı yöntem gereği, fir'avn kıssasını da burada en
ibretli safhalarıyla, en çok düşündürücü ve ğüt alıcı yönleriyje
nakletmektedir. Kıssanın tekrarında değişik cümlele-in, farklı kelimelerin ve
başka başka safhaların kullanıfrr.ası, farklı hü-ümieri, değişik öğütleri ve
yol gösterici metotları ortaya koymak içindir.
Konuya bu açıdan
baktığımızda Musa Peygamber ile Fir'avn kıssa-ıdan alınacak öğüt ve ibretleri
şöyle sıralayabiliriz :
1— Musa ve Harun Peygamberler Allah'ın
varlığına, birliğine, kudre-,in benzersizliğine ve sınırsızlığına delâlet eden
açık belgelerle ve sus-rucu mu'cizelerle işe başlamışlardır. Zira o devirde
sihirbaz ve büyücüce fazlasıyla ilgi gösterilir, onlar toplumun en seçkin
insanları kabul edi-di. Hakkın karşısına çıkacak sihir ve büyüyü boşa çıkartmak
gerekliydi. j da birtakım mu'cizefer izhâr etmekle mümkün olabilirdi. Böylece
Musa'nın (A.S.) haklı bir davayla geldiğini isbat edecek; sihir, gözboyamadan
ıret olduğu için sabun köpüğü gibi sönüp gidecek; mu'cizenin gözboya-îû
olmadığı, sadece gerçeği yansıttığı anlaşılacaktı.
2— liâhlık
sevdasıyla halkını iyice
köleleştiren ve İsrâiloğulları'na ikinci, hattâ üçüncü sınıf
vatandaş muamelesini lâyık gören Fir avn'ın ve çevresindeki devlet ileri
gelenlerinin imâna gelmesi, bütün Mısır halkının imân etmesini sağlayacağından,
Musa ile kardeşi Harun (A.S.) önce bunları irşatla ve Hakk'a davetle işe
başladılar.
Mekke'de ise, durum
çok farklıydı; ora halkını köleleştiren bir Fir'avn yoktu. Bununla beraber
nefisleri Fir'avn nefsine benzerlik gösteren bir-Cok kabile reisleri ve
zenginler vardı. Bununla beraber, güçlü bir kabileye mensup olan Hz. Muhammed
(A.S.), aldığı emir uyarınca, önce kendi yakınlarının ileri gelenlerini ve
Kureyş ulularını imâna davetle işe başladı. Sonuç alamayınca, merkezi bırakıp
çevreyi irşada çalıştı. Çünkü Allah'ın en son mesajı olan İslâmiyet, Mekkeli
azgınların birtakım menfaatlarını zedeliyor, aşırılıklarının önüne bir set
koyuyordu. O bakımdan İslâmiyet onların istedikleri gibi yaşamalarına tam bir
engel kabul ediliyor, ne pahasına olursa olsun bu engel kuvvet bulmasını
istemiyorlardı. İşte fırtınanın asıl sebeplerinden biri bu idi. Onun için
Resûlüilah'ın (A.S.) karşısına ilk çıkanlar, tuğyan edip hakkı susturmaya
çalışanlar bunlar olmuştu. Bu bakımdan da Fir'avn kıssasıyla bir benzerlik
arzetmektedir.
Hakkı yalanlamak, onu
kabul etmekten daha kolay gelmişti. Onun için Fir'avn ve çevresi, akıl ve
mantıklarıyla değil, duygularıyla ortaya çıkıp Musa ve kardeşi Harun'u (A.S.)
susturmak istemişlerdi. Musa Peygamberin (A.S.) ortaya koyduğu mu'cizeye bir
çırpıda sihir deyip işin içinden çıkmayı ve onu sihirbazlarla karşılaştırıp
tesirsiz hale getirmeyi, halkın gözünden ve gönlünden düşürmeyi uygun
bulmuşlardı.
. Mekke ileri
gelenleri de aynı kolay yolu ve yöntemi tercih etmiş, Re-sûlüllah (A.S.)
Efendimiz'in getirdiği İlâhî âyetlere ve susturucu mu'cizelere sihir ve büyü
demişlerdi. Böylece tarih bir daha tekerrür etmeye başlamıştı.
. 5— Sihir ve büyü, hakikati değiştirmez. Sihirbazla büyücü asla
felah bulmaz. Çünkü bu ikisi de ruhî birtakım tesirlerle gözlen boyamakta ve
yine ruhî bir faaliyetle karşısındakileri bir süre manevî tesir altına
alabil-mekteler. Mu'cİze ise, ortadan sebep ve illetleri, câri kanunları iptal
eder, sebepsiz ve illetsiz harikulade bir olayla ortaya çıkar. Bu, yukarıda da
belirttiğimiz gibi, ne göz boyamadır, ne de manevî tesir meydana getirip ruhlar
üzerinde geçici bir baskı oluşturmaktadır; bütünüyle ilâhî kudreti yansıtmakta
ve ortaya çıkan olayın beşer kudretinin ötesinde bulunduğunu göstermektedir.
Aynı zamanda mu'cizeyle, sebepler zinciri bir ara ortadan kaldırılmakta,
böylece bu ilâhî tecelli Allah'a imânı, güzel ahlâkı, fazilet ve hakseverliği
telkîn etmektedir. Sihir ve büyüde ise, ahlâk, fazilet ve imânın yeri yoktur. O
bakımdan mu'cizeyle sihir arasında hem mahiyet, hem gaye, hem de netice
bakımından büyük farklar söz konusudur.
6— Tahttan
düşme, zalimce bir idareyi elden kaçırma gibi birtakım endişelerin doğması,
hakkı kabule engel olmaktadır. O bakımdan insanı lâyık olduğu şerefli düzeye
getiren, kula kul olma zilletinden kurtaran, insanca yaşamayı öğretip emreden,
sadece Allah'a ibâdet etmeyi insana yakıştıran hak dini, bu doğrultuda olmayan
bir kralın veya kabile reisinin, ya da zengin azgının benimsemesi pek
düşünülemez. Nitekim Fir'avn'ın Musa'ya (A.S.) karşı bütün gazap ve nefretlyle
çıkmasının; Ebû Cehl ve avanesinin büfün azgınlık ve küstahlıklarıyla Hz.
Muhammed'i (A.S.) tesirsiz hale getirmeye çalışmalarının altında belirttiğimiz
nefsanî arzu ve duygular yatmaktadır.
Kur'ân'ın beyânına
göre, Fir'avn ve avanesi, Musa ile Harun Peygamberlerin, Mısır'da yeni bir
sistem ve idare getirip baş olmak İstediklerini düşünerek onlardan ürkmüş ve bu
yüzden vücutlarını ortadan kaldırmayı bile düşünmüşlerdi. Mekke'de Ebû Gehl ve
arkadaşları da buna benzer birtakım endişeler izhar ederek Hz. Muhammed'in
(A.S.) vücudunu ortadan kaldırmayı planlamışlardı. Böylece insanoğlunun makam
ve saltanata olan tutkusu, onu hak yolundan bile çekip almakta, zulüm ve işkencede
bulunmasını mubah saydırmaktadır.
7— Ataların
yolunda yürümek ve onların inanç, adet ve geleneklerine bağlı kalıp yaşamak,
insanların çoğu konularda muhafazakâr bir ruha sahip bulunduklarını gösterir. O
nedenle bir ülkede köklü bir inkılâp yapmak çok zordur; her şeyden önce
yılların mücadelesini gerektirir. Musa Peygamberin (A.S.) Mısır'daki mücadelesi
ve Fir'avn'ın, İsrâiloğulları'ndan yeni doğan her erkek çocuğu imha kararı,
yapılacak inkılâbın ne kadar zor aşamalardan geçeceğinin açık delillerinden
biridir. Hz. M^.ammed'in (A.S.) Mekke'de uğradığı haksızlık, işkence ve
iftiraların aralıksız devamı; mü'minlerden iki önemli grubun kendi öz
yurtlarını terkedip Habeşistan'a hicret etmek zorunda kalmaları, İslâm'ın
yapmak istediği büyük inkılâbın tabii neticeleridir.
8— Her şeye rağmen hakkı savunanların, Allah
yolunda Resûlüliah'-ın (A.S.) yöntemiyle hizmet edenlerin eninde, sonunda
başarıya erişeceklerinde şüphe yoktur. Zira hak üstündür ve sırası gelince bu
üstünlüğü izhâr eder. Nitekim hak olan Musa Peygamberin (A.S.) mu'aizelerinin,
bâtıl olan sihir ve büyücülüğü alt etmesi bunun misallerinden biridir. Sonra
da zenginler ve ileri gelenler tarafından hor ve hakir edilen, önemsenmi-yen,
değer verilmeyen zavallı köle ve fakirlerin imân ve İslâm aşkı ve ruhuyla
güçlenip Mekke'yi fethetmeleri, hakkın zaferinin en parlak örneklerinden
biridir. Suçlu, azılı günahkârlar; inatçı putperestler hoşlanmasa bile Allah
mutlaka hakkı hedefine ulaştırır.
9— Peygambere, Allah'tan getirdiği dine, önce
daha cok zayıflar, fakirler ve köleler inanır. Musa (A.S.) devrinde de, Hz.
Muhammed (A.S.) zamanında da bu hep böyle olmuştur. Cenâb-ı Hak, kücümsenip
itilen bu insanları imân devletiyle şereflendirerek, mal ve makam azizliğinden
başka bir azizlik tanımayan gözü dönmüş maddecileri alaşağı etmiştir.
10— imân
edip Allah'ın dinine sahip çıkanları, unutmayalım ki büyük tehlikeler
beklemektedir. Zira nîmetin büyüklüğü kendine orantılı külfetleri beraberinde
getirir. O halde bir fâni için en büyük saadet olan, Allah'a dosdoğru imân ve o
temel üzerinde işlenen amel-i sâlih, elbetteki külfetsiz ve meşakkatsiz vücut
bulmaz. Onun için o yüksek nîmete erişince, Allah'a güvenip dayanmak, O'na
karşı tam teslimiyet ve mahviyet İçinde bulunup kulluk görevini yerine getirmek
şarttır. Aksi halde nimetin zevkini almadan onu kaybetme tehlikesiyle
karşılaşmak mukadder olabilir. Musa Peygamberin, (A.S.) imân eden arkadaşlarına
tevekkül ve teslimiyet telkin etmesinin sebeplerinden biri işte budur.
Dolayısıyla Resûlüllah (A.S.) Efendimizin yolunda yürüyenlere ölçü, model ve
kıstas veriliyor.
11— Küfrün
ve onu savunanların fitne ve saldırılarına maruz kalmamak ve onların şerrinden
kurtulabilmek için de duanın yeri ve önemi el-betteki çok büyüktür. Musa
(A.S.)ın arkadaşları bu yolda duâ etmişlerdi. Cenâb-ı Hak onların duasını kabul
buyurdu da Kızıldeniz onlara açılıp yol verdi, imha etmek için takibe koyulan
Fir'avn ve askerleri ise, boğulup imha edildi.
Çünkü o ortamda
İsrâiloğulları'nın Mısır'ı terkedip başka bir ülkeye hicret etmeleri zorunlu
bir noktaya gelip dayanmış ve Allah'tan başka da yardımcıları kalmamıştı.
Allah'a olan güvenleri tamdı; Musa Peygamberin öncülüğüyle yola çıktıklarında
duâ ve niyazda bulundular, Fir'avn ve ava-nesinin şerrinden O'na sığındılar.
Böylece İsrâiloğulları, imân doğrultusunda beşer için ayrılan imkân sınırına
gelip dayanmışlar ve Allah'ın yardımını dilemişlerdi. Sonuç belli..
Kur'ân, tarihî bir
olayın ibretli safhalarını naklederken, Muhammed (A.S.)ın yolunda ve izinde
kendini hak dine verenlere en güzel misal ve kıstası veriyor. [147]
Yukarıda geçen
âyetlerle Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile O'nun yolunda ve izinde yürüyenler
teselli edilerek tarihin tekerrür edeceği hatırlatıldı ve Musa (A.S.) iie
Fira'vn kıssası misal verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
mü'minleri imhaya niyetlenen Fir'avn'ın şerrinden korunabilmek için herkesin
kendi evini bir mabet kılıp kıblesini belirleyerek ibâdet etmesi, toplu halde
biraraya gelerek şüpheleri büyütmemeleri emredildiğinden söz ediliyor ve Fir'avn
ile avanesinin imânından ümidini kesen Musa Peygamberin (A.S.) Allah'a el
kaldırıp beddua ettiğine dikkatler çekiliyor. Sonra da yapılan duaların kabul
edildiği belirtilerek bâtılın ve başvurduğu azgınlık ve tuğyanın yakında
başaşağı geleceği haber veriliyor. Denizde boğulacak Fir'avn'ın cesedinin
kıyıya yüksekçe bir yere atılacağı ve bunun bir ibret belgesi anlamında
kalacağı açıklanıyor. [148]
87— Musa ile
kardeşi Harun'a: «Mısır'da kendi kavimlerinize evler hazırlayın, evlerinizi
kıbleye yönelik yapın, namazınızı da kılın» diye variyettik. Artık sen
mü'minleri müjdele.
88— Musa, «Ey Rabbimiz,» dedi, «doğrusu sen
Fir'avn'a ve iteri gelen cemaatine dünya hayatında zînet ve mallar verdin.
Rabbimi bunu senin yolundan saptırsınlar diye mi verdin? Ey Rabbimiz! onların
mallarını sil-süpür de belirsiz hale getir; kalblerini sık da sık. O elim azabı
görmedikçe (belli ki) onlar inanmıyacaklardır.»
89— Allah, «ikinizin de duası kabul olundu.
Doğrulukta (doğru yolda yürümekte) devam edin ve sakın (o kendini ve Hakk'ı)
bilmezlerin yoluna uymayın!» buyurdu.
90— İsrâiloğulları'nı denizden geçirdik; Fir'avn
ve askerleri zulüm ve düşmanlık (izhar ederek) onları takibe koyuldular.
Sonunda Fir'avn boğulma derecesine gelince (şöyle) dedi: «İsrâiloğulları'nın
inandığı Allah'tan başka ilâh olmadığına inandım ve ben artık (O'na) teslimiyet
gösterenlerdenim!»
91— Şimdi mi imân ettin? Oysa önce isyan ettin ve
fesatçılardan oldun, (değil mi?)
92— Senden sonrakilere (ibret ve öğüt alınacak
tarihî) bir belge olmak için bugün senin bedenini kıyıya yüksekçe bir yere
atacağız. Çünkü insanların çoğu bizim âyetlerimizden cidden gafildirler.
«Evlerinizi kıbleye
yönelik yapın, nama-zınızı da kılın..»
Ayetin zahirî
delâletinden, namaz ibâdetinin her peygambere emredil-diği ve Musa (A.S.) ile
ona inanan İsrâiloğulları'nın da namaz kıldıkları anlaşılıyor. O halde
namazsız, zekâtsız bir hak din düşünmemiz mümkün değildir. Çünkü namaz Allah
ile kulları arasında en işlek yol, en sağlam köprü sayılır.
Ayrıca hemen her
devirde namaz kılanların, kendilerine belirlenmiş bir cihete yönelerek bu
ibâdeti yerine getirmelerini de ilgili âyetin anlatımından öğrenmiş oluyoruz.
Fir'avn,
İsrâiloğulları'nı toplu halde katletmeyi plânlamış bulunuyordu. O halde
İsrâiloğulları'nın mâbedlerde toplanıp cemaat halinde ibâdet etmeleri birtakım
sakıncalı sonuçlar doğurabilirdi. Bir ön tedbir olarak herkes evini bir bakıma
mabet haline getirecek ve kıbleyi belirleyerek, evlerde cemaat olup, ibâdetini
yerine getirecekti. Çünkü gerek sıkıntılı, gerek neşeli; gerek bolluk, gerekse
darlık günlerinde insanın mutlaka ibâdete ve cemaate ihtiyacı vardır. O her
bakımdan mânevi bir silâh, ilâhî destek ve güvendir.
İsrâiloğulları'nın
kıblesi, neresi olabilirdi? Kur'ân ilgili âyetlerde bunu açıklamamıştır. Ancak
yeryüzüne Allah'a ibâdet için ilk konulan mabedin, kutsal Kabe olduğunu
biliyoruz. Kur'ân'da Âl-i İmrân 96. âyetle bu husus çok net bir anlatımla
belirtilmiştir. O halde Musa (A.S.)ın şeriatında kuvvetli bir ihtimalle kıble,
Kabe idi. Nitekim Kur'ân'ın ilk müfessiri İbn Abbas (R.A.), «Şüphesiz ki Kabe
Musa ile Harun'un kıblesi idi», demiştir. Tabtîn'-den Mücahit de aynı
görüştedir. [149]
Diğer yandan, Musa
şeriatında namaz ve benzeri ibâdetlerin herhalde mabetlerde yapılması
emredilmiştir. Fir'avn'ın imha plânı sezilince, evlerde cemaat halinde ibâdet
etmeğe ruhsat verilmiştir.
İsrâiloğullan'nın
kıblesinin Beytü'l-Makdis olduğunu söyleyenler olmuşsa da buna bir dayanak
tesbit edilememiştir. [150][151]
«Namazınızı da kılın,
diye vahyettik. Artık sen mü'minleri müjdele.»
Mısır'da evler
hazırlanmasıyla ilgili ilâhî emirden birkaç mâna anlaşılmaktadır :
a)
Isrâiioğulları Mısır'da ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorlardı. En ağır
işlerde çalıştırılıyor, bir karın tokluğuna Fir'avn'a hizmet ediyorlardı. O
bakımdan Mısır'ın kendilerine vatan olamıyacağına, er-geç oradan başka bir
ülkeye hicret etmelerinin gereğine inanıyorlar ve o bakımdan düzenli bir
hayata özenmiyorlar, bir bakıma yerleşim yerlerinde eğreti duruyorlardı.
Allah'ın muradı ise, onların düşündüğü veya sandığı doğ- rultuda tecelli
etmiyecek, Mısır'ı azgın kâfirlerden temizleyip onlara vatan kılacaktı. Onun
için tam eyleşik durumuna geçmeleri ve kendilerine huzur verecek evler inşa
etmeleri emredildi.
b) İkinci bir yorum ise, şöyledir: İbâdet için
evler (mabetler) hazırlanması emredildi. Çünkü yakın gelecekte
İsrâiloğullan'nm o mabetlere büyük ihtiyaçları olacak; aynı zamanda Allah'ın
onlardan yana yardımcı olduğunu isbatlayacak birer tarihî belge olarak o
mabetler kalacaktı.
c) Diğer bir yorum da şöyledir: Mısır'da yapılan
mabetler, evlerinde ibâdet edenler için kıble o|arak belirlenmiş ve böylece
kalbler mabede bağlanarak bütünleştirilmiştir.
Böylece gerek mabet,
gerekse kıble ve namaz mü'minler için güven, huzur ve ümit kaynağı olmuştur.
d) Fir'avn, İsrâiloğulları'na karşı çok katı ve
zalimane bir tutum içine girmişti. Gittikçe çoğalan bir kavimden endişe duymaya
ve gelecek günlerin neler doğuracağından kuşkulanmaya başlamıştı. O bakımdan
İsrâil-oğulian'nın nüfus artışını durdurmaya karar vermişti. Doğacak her erkek
çocuğu imha edecek, kız çocuklarına dokunmayacaktı. Nitekim bu kararını
uygulama safhasına korken, Musa Peygamber de yeni doğan çocuklar arasında
bulunuyordu. Yıllar birbirini kovalarken Musa Peygamber büyüdü ve ilâhî emirle
İsrâiloğullan'nm başına geçti. Olaylar gün geçtikçe gelişme kaydederek Fir'avn
ve yandaşlarını iyice ürkütmeye başladılar. O kadar ki İsrâiloğullan'nm toplu
halde mabetlerde toplanmasına tahammül edemiyerek, ibâdet yerlerini
yıktırdılar. Şüphesiz ki Fir'avn'm bu davranışı belki de zulüm ve azgınlığın,
hırçınlık ve kabalığın en çirkini ve en küstah-çası idi. Zira hak dine bağlı
olanların manevî çatısını ve gönül birliğini toplu halde ibâdet, özellikle de
namaz sağlıyordu. İsrâiloğulları bu feyizden mahrum edilince, birlik ruhu
zayıflamaya başladı, derken Cenâb-ı Hak onlara yeniden bir imân ve ibadet
aksiyonu vermek istedi;, evlerini kıbleye (Kabe'ye veya Kudüs'e) yönelik
yapmalarını ve bundan böyle kendi evlerinde namaz kılmalarını, ibâdetlerini
yerine getirmelerini emretti. Zira İsrâiloğulları o güne kadar normal
ibâdetlerini sadece mabetlerde yerine getirirlerdi. Onlara bu konuda bir
genişlik ve kolaylık gösterildi.
Bu da Hakk'ın üstün
geleceğine, bâtılın yok edileceğine ve mü'minle-rin kurtulacağına bir işaretti.
Nitekim 87. âyetin sonunda bu işarete delâlet eden şu emrin Musa'ya verildiği
açıklanıyor: «Artik sen mü'minieri müjdele!.» Aynı zamanda bu emirle, Mekke'de
çok zor günler geçirmekte olan Ashab-ı Kirâm'a da müjde verilerek kurtuluşun ve
aydınlık günlerin yakın olduğuna işaret ediliyordu.
İsrâiloğulları'na
emredilen namazın şekil ve keyfiyeti hakkında kayda-değer bir rivayet elimizde
yoktur. Bilinen tek şey, her peygambere namaz ibâdetinin emredilmesidir. [152]
«Musa, Ey Rabbimiz,
dedi. Doğrusu sen Fir'avn'a ve ileri gelen cemaatine dünya hayatında zînet ve
mallar verdin. Rabbım! bunu senin yolundan (halkı) saptırsınlar diye mi verdin?»
Fir'avn,
İsrâiloğulları'na hiçbir hak ve vecîbe tanımayınca, ibâdetlerine bile
müdahale.edip mabetlerini yıkacak kadar ileri gidince, doğuştan sert mizaçlı
olan Musa Peygamberin ruhundan fışkıran tepki, ona ilgili âyette mealini
verdiğimiz sözleri söyletmişti. Aslında bu sözler gerçeği ifâde ediyordu. Çünkü
inkarcı nankörlerin tek dayanağı, mal ve makamdır; öylesinin malı çoğaldıkça
azgınlığı ve inkârı da artar.
Musa Peygamber (A.S.),
ilâhî sünneti çok iyi bilen bir peygamberdi. Olayların seyri, Fir'avn'm imân
etmiyeceğini gösteriyordu. Çünkü en az bir yumuşama şöyle dursun, her gecen gün
o, zulüm ve tuğyanını artırıyor; Hakk'ın nurunu söndürmek için plânlar
hazırlıyordu. O bakımdan Musa Peygamber, ilâhî hükmün inmesinin yakın olduğunu
seziyor ve insanlara bunca zulmeden Fir'avn aleyhine şöyle duâ ediyordu : «Ey
Rabbimiz! onların mallarını sil-süpür de belirsiz hale getir; kalblerini sık
da sık. O elîm azabı görmedikçe (belli ki) onlar inanmayacaklardır.» [153]
«Allah, ikinizin de
duası kabul olundu. Doğrulukta (doğru yolda yürümekte) devam edin ve sakın (o
kendini ve Hakk'ı) bilmezlerin yoluna uymayın! buyurdu.»
İlgili âyetle önemli
bir noktaya parmak basılıyor; Dualar kabul olundu, nişlerinizden sıyrılın,
doğrulukta ve doğru yolda akıl ve imân rehberliğinde devam edin, deniliyor.
Böylece en azılı
düşmana karşı bile olsa hissin tesiri altında söz söylemenin ve davranmanın
fazla bir yarar sağlamıyacağina işaret ediliyor. İmanla birleşip ilâhî vahiyle
desteklenen aktın rehberliğine aynca gizli bir atıf söz konusır oluyor.
«Sakın (o kendini ve
Hakk'ı) bilmezlerin yoluna uymayın!» cümlesi, bu gerçeği açıklıyor. Zira gerek
Fir'avn, gerekse devlet erkânı tamamen duygusal davranıyorlardı; aklın ve
sağlam mantığın yolunu seçmiyorlardı. O
yüzden çok zulümde
bulundular, haksızlığı kendilerine sanat edindiler. Ce-nâb-ı Hak, mü'minlerin
böyle duygusal davranıp vahyin ışığından uzaklaşmalarının, imân cevherine ve
insan olma mertebesine ters düşeceğini bildirdi. İnkârla birleşen hissin
felâkete, imân ve doğrulukla birleşen aklın saadete götüreceği bir defa daha
kalb ve kafalara işlendi. [154]
«İsrâiloğulları'm denizden geçirdik.»
Kur'ân burada
«denizden geçirdik» cümlesiyle tarihî bir olayı açıklarken bunun Nif veya
başka bir ırmak olma ihtimalini kaldırıyor. Zira ba h r ismi, büyük çapta tuzlu
suyu ifade eder. Kamus müellifi, el-Besair'de, bahr: geniş bir yerde çokça
toplanan su manasına konulmuş bir isimdir, demiştir. Genellikle çok miktarda
tuzlu su hakkında daha çok yaygın bir isim olduğunda ise şüphe yoktur. Nitekim
Kur'ân-ı Kerîm: 25/53. âyette bahr, hem tuzlu acı, hem de tatlı içimi kolay su
hakkında kullanılmışsa da, burada tağlîb kaidesi söz konusudur, gâlib olan acı
tuziu su olduğuna göre, iki su birarada anılınca her ikisine birden bahr
denilmiştir, tıpkı güneşle ay birarada anıldığında, «Kamere^n» denildiği gibi..
Göle de -çokça su toplandığı için- bahr denildiği vâkidir. O bakımdan biz bu
İsmi «deniz» olarak dilimize çevirdik ve İsrâiloğulları'nın geçirildiği tuzlu
acı çokça suyun Kı-zıldeniz olduğunu belirttik. Aynı zamanda Mısır'la Kudüs
arasında Kızıl-deniz bulunuyor.
Böylece Allah'ın va'di
yerine geldi, mucize tecelli etti; Hakk'ın kudret ve inayeti sabreden, namaz
kılıp Allah'a güvenen milletten yana yöneldi: Kızıldeniz açılıp Allah'ın
kullarına yol verdi. Arkalarından kendilerini takibe koyulan, aynı zamanda
zulüm ve düşmanlık için kin ve ihtirasıyla gelen Fİr'avn ve askerleri açılan bu
geçitte boğularak silindiler. Kaza geiince gözler kör olur, derler ya, Fir'avn
ve yandaşları da Kızıldeniz'in ilâhî bir mucize olarak mü'minlere açılıp yol
verdiğini düşünemediler ve kendileri için böyle bir mucizenin hiçbir zaman söz
konusu olamıyacağını hesaba katamadılar ve sanki deniz onlara yol vermek için kendiliğinden
açılmış duygusuyla hep birlikte geçmeye kalkıştılar, derken bir anda sular kale
misali üzerlerine yıkılıp Kızıldeniz hepsine mezar oluverdi.
Fir'avn tam boğulacağı
sırada gerçeği anladı, ama neden sonra, olan olmuş, bütün fırsatlar elden çıkmış
bulunuyordu. Ölüm anındaki imânın ona bir fayda sağiamıyacağı kesindi. Zira
ümitsizlik anındaki imânın bir değeri yoktur.
Fir'avn'ın cesedi,
kendisinden sonrakilere de bir ibret, tarihî bir belge olmak üzere kıyıya
tümsekçe bir yere atılıverdi. [155]
Gerçi biz yukarıda
bunu kısmen olsun açıkladık, ama konunun önemini düşünerek ilim adamlarının
Kur'ân ve hadîslerin ışığında tesbit ettikleri dört maddeyi nakletmeyi faydalı
bulduk :
1— Fir'avn anoak ölümle sonuçlanacak ilâhî azap
ile burunburuna geldiğinde inanmıştır. Oysa ümitlerin böyle kesilip son bulduğu
bir zaman parçası içinde imân makbul değildir.
2— Fir'avn içine düştüğü felâketten kurtulmak
için bu yola başvurmuştur. Amacı Allah'ın varlığını ve birliğini ikrar,
kudretinin ve azametinin mutlak üstünlüğünü teslim değil, zevahiri kurtarmaktı.
3— Ayrıca onun bu ikrarı tam bir taklit havası
içindeydi. Nitekim 90. âyette onun şöyle dediği açıklanmaktadır: «Sonunda
Fir'avn boğulma derecesine gelince (şöyle) dedi: İsrâiloğulları'nın inandığı
Allah'tan başka ilâh olmadığına inandım ve ben artık (O'na) teslimiyet
gösterenlerdenim.»
4— Fir'avn Allah'a inandığını söylerken Musa
Peygamberin peygamberliğini tasdîka yanaşmamış, İsrâiloğulları'nın inandığı
Allah demiş, Musa Peygamber'in Rabbına dememiştir. [156]
Musa Peygamberi tasdîk
etmiyen ve İsrâiloğullan'na zulmedip onlara ikinci sınıf vatandaş muamelesini
reva gören ve kendini Mısırlıların tanrısı olarak ilân eden Fir'avn'ın asıl adı
nedir? Çünkü Fir'avn, eski Mısır hükümdarlarına verilen addır. Hemen hemen
Milâdî yılların basma kadar gelen firavunluk devrinde Mısır'da 32 fir'avn
hanedanı hüküm sürmüştür.
Ramseslere gelince,
bu, 12 Mısır firavununun adıdır. En önemlileri 19. sülâleden Ramses I, Ramses II
ile 20. sülâlenin kurucusu olan Ramses Hl'tür. Ramses I, 19. sülâlenin
kurucusudur, 2 yıl hüküm sürmüştür. Bu sülâlenin en tanınmış firavunlarından
biri de Sezostris diye de anılan Ramses ll'dir. M.Ö. 1295-1225 yıllan arasında
hüküm sürmüştür. Teb mabedi ile L u k s o r sarayının avlusunu yaptıran odur.
Zamanında başka eserler de yaptırmıştır. 20. sülâlenin kurucusu olan Ramses III
ise M.Ö. 1199-1167 yılları arasında 32 yıl hüküm sürmüştür. Büyük Amon
tapınağını yaptıran odur.
Musa Peygamberi Mısır'da
tedirgin edip ülkeyi terketmesine kadar zulüm ve tuğyanını sürdüren,
İsrâiloğullan'nın erkek çocuklarını öldürtmek suretiyle soy kırımını emreden
Fir'avn'nın kaçıncı Ramses olduğu hakkında bazı farkiı görüş ve tesbitler
vardır. Ancak Musa Peygamberin M.Ö. XIII. asırda yaşadığına bakılırsa, bunun II.
Ramses olduğu ağırlık kazanır. İlgili 92. âyette «Senden sonrakilere (ibret ve
öğüt alınacak tarihî) bir belge olmak için bugün senin bedenini kıyıya
yüksekçe bir yere atacağız.» buyurulmaktadır ki, bundan Kızıldeniz'de boğulan
Fir'avn'ın cesedinin tarihî bir belge ve sonrakilere bir ibret-i müessire
olmak üzere tümsekçe bir yere atıldığı anlaşılmaktadır. Mısır müzesinde hâlen
korunan mumyalandırılmış cesetler arasında II. Ramses'in mumyası da bulunuyor.
Son birkaç yıl önce
İngiliz arkeologlarının Kızıldeniz sahilinde yaptıktan kazılar neticesi,
kendiliğinden mumyalanmış bir insan cesedi ortaya çıkarmaları bazı ihtimallerin
doğmasına neden olmuşsa da, onun sözü edilen Fir'avn'a ait olduğunu isbat eden
hiçbir belge elde edilememiştir. O bakımdan II. Ramses'in mumyası, her türlü
ihtimale kapı açmayacak kadar kesinlik arzetmektedir.
Allah daha iyisini ve
daha doğrusunu bilir..
Bu konuda ayrıoa,
Britanya müzesinde korunan Eski Mısır'a ait papü-rüslerde Fir'avn ile Hz. Musa
hakkında yazılı tarihî belgeyi A'raf sûresi 103-126. âyetlerin tefsirinde
açıklamış bulunuyoruz, oraya bakılması tavsiye olunur. [157]
1— Namaz mü'minlerin en kudretli irfan kaynağı
ve ruhlarının değiş-miyen gıdasıdır
2— Her peygambere namaz emredilmiştir. Çünkü
namazsız, duâsız
hak din
indirilmemiştir,
3— Maddeci inkarcıların iki dayanak ve
kaynakları vardır: Madde ve makam.,
Nitekim Fir'avnlar
devrinden kalma kabirlerde çeşitli zinet eşyasına ve kıymetli madenlere
rastlanmaktadır.
4— İnkarcı zâlimlerin Hakk'a karşı tutumları
bütünüyle hissidir; aklın ve sağlam mantığın rehberliği yoktur. O halde
mü'minlerin kişisel hislerinden sıyrılıp imânla birleşen akıllarını rehber
edinmeleri gerekir.
5— Allah'a güvenip dayanan, zulüm ve düşmanlığa
karşı göğüs gerip sabredenlerin başarıya erişmeleri, ilâhî inayete mazhar
olmaları söz konusudur.
6— İmân temeli üzerinde yükselen hak ve adaletin
zaferi, küfrün ve şirkin bütün engellerini aşacak kudrettedir. Bu zafer mutlak
anlamda insanlığa mutluluk, huzur ve istikrar getirir.
7— Küfür temeli üzerinde yükselen ahlâksızlığın,
şımarıklık ve azgınlığın sonu felâkettir. Bu, belirlenen kerteye geldiğinde
ilâhî hüküm hiçbir engel tanımadan iner.
8— Her türlü ümitlerin kesildiği, Allah'tan
başka yardımcı bulunmadığı bir sırada, daha önce imân etmemişse, kişinin dönüş
yapıp imân etmesinin hiçbir değeri yoktur.
9— Ulu'l-azm'den olan Musa Peygamber gibi büyük
bir nebinin karşısına çıkıp zulüm ve işkencenin her türlüsünü mü'minlere reva
gören, bu da yetmiyormuş gibi, bir de kendini ilâh ilân eden Fir'avn'ın
cesedinin kaybolmaktan kurtarılması, Allah'ın yüce kudretinin ibret dolu
tecellilerinden biridir.
Şüphesiz ki bu olay ve
Kur'ân'ın verdiği en sağlam bilgi, Kur'ân'ın Allah tarafından indirildiğinin
bir başka delil ve belgesi sayılır.
10— İlâhi âyetlerden gafil olanlar için II. Ramses
(Fir'avn)ın mumyalı bedeni uyarıcı bir belgedir. [158]
Yukarıda geçen
âyetlerle hakla bâtılın tarihî mücadelelerinden önemli, bir bölümün ibret dolu
neticesi verildi. Hakk'a karşı gelip doğru yolu seçmeyen azgın inkarcıların
hazîn akibeti hakkında bilgi verildi.
Aşağıdaki âyetle,
haktan yana olan İsrâiloğullan'nın ilâhî inayete mazhar kılınıp Fir'avn'ın
zulmünden kurtulduktan sonra huzur ve güven dolu günler yaşadıkları
hatırlatılıyor; özellikle Davud ve Süleyman Peygamber döneminde altın devri
yaşadıklarına işaret ediliyor ve son peygamber Hz. Muhammed'in (A.S.)
gönderilmesiyle Yahudîlerde yine bir başkalaşmanın meydana geldiğine dikkat
çekiliyor; kendilerinden olmayan bir peygambere karşı olumsuz yönde tavır
değiştirmelerinin nedeni üzerinde duruluyor. Yahudilerin İslâm'a ve Kur'ân'a
karşı muhalefetlerinin sürüp gideceği bildirilerek meselenin Âhiret'te
çözüleceği haber veriliyor. [159]
93— And
olsun ki, İsrâlloğulları'nı güzelce elverişli ve huzurlu bir yere yerleştirdik
ve onları temiz ve nezih şeylerden rızıklandırdık. Kendilerine ilim (Kur'ân)
gelinceye kadar görüş ayrılığında bulunmadılar. Şüphesiz ki Rabbın onların
ayrılığa düştükleri hususta Kıyamet günü aralarında hükmünü verecektir.
«And olsun ki,
Jsrâiloğulları'nı güzelce elverişli ve huzurlu bir yere yerleştirdik.»
Isrâiloğulları, Musa
Peygamberin başkanlık ve rehberliğinde Fir'avn'ın zulmünden ve ikinci sınıf
vatandaş muamelesi görmekten kurtulmak .için çetin bir mücadele verdiler ve o
yüzden çok sıkıntılı günler geçirdiler. Musa Peygamber aldığı vahiy gereği
Mısır'dan ayrılmayı, daha doğrusu hicret etmeyi plânladı ve kavmiyle birlikte
Filistin'e doğru yola çıktılar. Tabii bu arada Sina çölünü geçerken çok zorluk
ve meşakkat çektiler. Yılların peşpeşe getirdiği bunca külfetin bir nîmeti,
sıkıntının bir genişliği, üzüntünün bir ferahlığı olmalıydı. Nitekim Cenâb-i
Hak onları, Kur'ân'ın tabiriyle güzel elverişli topraklara yerleştirdi. Temiz
ve nezih rızıklara kavuşturdu. Geride de düşmanlarının leşlerini denizin
derinliklerine gömmek ve ilâhtık iddiasında bulunan Fir;avn'ın bedenini, tarihî
bir ibret belgesi olmak üzere kıyıya tümsekçe bir yere atmak suretiyle onları
mutlu ve bahtiyar eyledi. Bu, bir bakıma Mısır'ın fethi İdi.
Resûlüllah (A,S.)
Efendimiz, bu kıssayı anlatan âyetleri vahiy yoluyla alırken, Mekke'de daha
kötü ve daha sıkıntılı günler geçiriyordu. Ardı-arkası kesilmeyen mücadelesi
ise devam ediyordu. Ashab-ı Kiram, çoğunun çanı burnuna gelmesine rağmen imân
kuvveti, Allah ve Peygamber sevgisiyle hayatlarını sürdürmeye çalışıyor ve
mutlu yarınların yakın olduğuna inanıyorlardı.
İşte böyle bir dönemde
Musa (A.S.) ile Fir'avn kıssasından önemli birkaç noktayı aydınlatır mahiyette
inen âyetler, zaferin pek yakın olduğunu, çok geçmeden düşmanlarının alaşağı
edileceklerini, zilletle baş eğeceklerini müideliyordu. Âyetlerin her cümlesi
bu hakikatleri terennüm ediyor ve mü'minlerin tam bir sabır ve Allah'a
teslimiyet ve tevekkülle sonucu beklemeleri hatırlatılıyordu. Onun için yer
yer, zaman zaman tarihten öğütler, ibretler, uyanlar ve sonuçlar veriliyor;
azgın müşriklere de kendilerini büyük bir azabın beklediğini bildiriyordu,
Nitekim öyle oldu.
Allah'ın sözü gerçekleşti, va'di yerine geldi. İsrâil-oğullannın zulümden sonra
hem feyizli, bereketli topraklara yerleştikleri, hem de Mısır'a sahip oldukları
gibi, Müslümanlar da haksızlığa uğrayıp çıkarıldıkları Mekke'yi fethettiler.
Böylece Hakk'ın eninde, sonunda başarıya erişeceği anlatılıyor, büyük
nimetlerin büyük külfetlerle elde edinilebileceğine işaret ediliyor. [160]
«Kendilerine ilim
(Kur'ân) gelinceye kadar görüş ayrılığında bulunmadılar.»
Yahudiler Tevrat'ın
geleceğini haber verdiği peygamberi hep birlikte bekliyor ve âdeta
sabırsızlanıyorlardı. Çünkü Allah, Musa Peygamberin diliyle şöyle haber
vermişti: «Onlar için kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım
ve ona emredeceğim ve sözlerimi onun ağzına koyacağım ve ona emredeceğim her
şeyi onlara söyleyecek ve vaki olacak ki, benim ismimle söyleyeceği sözlerini
dinlemiyecek olan adamdan ben soracağım.» [161]
«İşte kendisine destek
olduğum kulum; canımın kendisinden razı olduğu seçme kulum : Ruhumu onun
üzerine koydum; milletler için hakkı meydana
çıkaracaktır. Bağtrmayacak ve
sesini yükseltmiyecek ve onu okakta
işittirmiyecek. Ezilmiş kamışı kırmayacak, ve tüten fitili söndürmeyecek; hakkı
hakikate erdirecek. Ve dünyada hakkı pekiştirinceye kadar zayıflamıyacak ve
cesareti kırılmayacak; ve adalar onun şeriatını bekleyecekler.» [162]
Bazı değişikliklere
uğramasına rağmen gelecek olan son peygamberi müjdeleyen Tevrat'ın bu iki
belgesi üzerinde dikkatle durulduğunda verilen bilgilerin isabeti rahatlıkla
anlaşılır. Şöyle ki:
a) İsrâiloğulfarı İbrahim
Peygamberin oğlu İshak
Peygamberin soyundan, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz ise, İbrahim
Peygamberin oğlu İsmail Peygamberin soyundandır. Tesniye
bölümünde «Onlar için kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber
çıkaracağım» cümlesi buna delâlet eder.
b) İşaya bölümünde ise, «seçme kulum» tabiri kullanılmıştır ki, bu Mustafa ismine delâlet
eder.
c) «Seçme
kulum milletler için hakkı meydana
çıkaracaktır» sözü, gelecek olan
peygamberin bir millete değil, bütün milletlere gönderilecek bir özellik ve
kudrette olduğunu ifade eder. Bilindiği gibi, İsa Peygamber sadece
Isrâiloğutları'na gönderilmiştir. Kur'ân ve İncil'de bu kayıtlara rastlanmaktadır.
Hz. Muhammed (A.S.) ise, bütün milletlere gönderilmiştir.
d) «Hakkı
pekiştirinceye kadar zayıflamiyacaktır» cümlesi, tamamıyla Hz. Muhammed'in
(A.S.) hayatındaki başarısını haber vermektedir. Her şeye rağmen O
zayıflamamıştır, her geçen gün kuvvetlenerek Hakk'ı pekiştirmiştir. İsa
Peygamber ise, bu mazhariyete erişmeden göğe yükseltilmiştir.
Gerçek bu olmakla
beraber, ne vakit ki Hz. Muhammed (A.S.) Kur'ân ile gönderildi, Yahudilerin
kalbine haset ve kin doldu. Harun soyundan bir peygamber beklerlerken İsmail
Peygamberin soyundan gönderilmesi onları fazlasıyla üzdü. Bir de Kur'ân'daki
âyetlerin yer yer Tevrat'taki tahrifleri düzeltmesine hiç tahammül edemediler.
Derken Tevrat'ta son peygamberle ilgili belgeleri kısmen değiştirip kısmen de
yanlış yorumlamaya başladılar. Böyleae aralarında ihtilâf çıktı, ayrılığa
düştüler. Abdullah b. Selâm ve arkadaşları İslâmiyeti din olarak seçerken
Abdullah b. Ubey b. Selûl ve yandaşları İslâmiyeti içinden yıkmayı plânladılar.
Artık kimlerin
gerçekleri savunduğunu, kimlerin de hakikatleri gizlediklerini. Kıyamet
gününde aralarında hükmedecek olan Allah gün ışığına çıkaracaktır. İlgili
âyetle bilhassa bu noktaya parmak basılarak Yahudilerrn Kıyamete kadar kin ve
haset ateşlerinin sonmtyecegıne işaret ediliyor. [163]
Yukarıda geçen âyetle,
İsrâiloğulları'nın nioe külfet ve sıkıntılardan sonra ferahlığa
kavuşturuldukları konu edildi; sonra da, onların bunca ilâhî inayet ve
lûtuflara rağmen Tevrat ile dosdoğru amel etmedikleri, son peygamber hakkında
ihtilâfa düştükleri anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
Hz.. Muhammed'e (A.S.) indirilen kitap ve Ona verilen risalet hakkında, Tevrat
ve İncil'i okuyanların çok net bir bilgiye sahip bulundukları belirtiliyor. O
bakımdan gerek Peygamber, gerekse Kur'ân hakkında şüpheye düşmenin yeri ve
anlamı olmadığı hatırlatılıyor. Sonra da Allah'ın âyetlerini yalanlayanların
büyük bir haksızlıkta bulundukları ve bu yola girenlerin mutlak bir zulüm
işledikleri ve işleyecekle;, naber veriliyor. Şartlanmış inkarcıların ilâhî
azabı görmedikçe inanmayacaklarına atıf yapılıyor ve dolayısıyla Fir'avn'ın
ilâhî azabı görünce inanma ihtiyacını duyduğuna kapalı şekilde işarette
bulunuluyor. [164]
94— Sana indirdiğimiz şeylerde şüpheye
düştüğünü (farzedeüm) o takdirde senden
önce kitap okuyanlardan sor. And olsun ki Rabbinden sana hak (bir kitap)
gelmiştir, sakın şüphe edenlerden olma.
95— Allah'ın âyetlerini yalanlayanlardan da sakın
olma, sonra zarara uğrayanlardan olursun.
96-97— Onlar
ki boklarında Rabbin sözü gerçekleşti, kendilerine her türlü âyet (belge ve
mu'cize) de gelse, elem verici azabı görmedikçe (emin olunuz ki) inanmazlar,
Katade b. Diâme diyor
ki, bize kadar ulaşan haberde, Peygamber (A.S.) Efendimiz, «Ne şüphe ederim, ne
de sorarım» buyurmuştur. Nitekim aynı hususu İbn Abbas, Saîd b. Cübeyr ve
Hasan ei-Basrî de belirtmişlerdir. [165]
«Sana indirdiğimiz
şeylerde şüpheye düş-tüğünü (farzedelim) o takdirde...,.»
İlgili âyetin açık
anlatımından Peygamber (A.S.) Efendimizin kendisine indirilen ve daha çok
gelip geçen ümmetlerle ilgili olan kıssalarda şüpheye düştüğü anlaşılıyor veya
öyle sanılıyorsa da, asıl kasdedilen mana bu değildir. İlim adamlarının bu
husustaki yorumlarını ve tefsîr ilminr çok iyi bilen âlimlerin tefsirini
bilmemiz gerekmektedir. Onları şöyle özetliye-biliriz :
a) Bir an
senin inen haberler hakkında şüphelendiğini varsayalım, o takdirde Tevrat ve
İncil'i okuyan ve okuduğunu anlayan Auuuilah b. Selâm gibi ilim adamlarına
sor. Çünkü Kur'ân'ın açıkladığı kıssalar ve senin gönderileceğinle ilgili müjde
mahiyetindeki belgeler Tevrat ve İncil'de yazılıdır. Sana inanan ve inanmayan
herkesin o belgeleri duyup anlamalarında yarar vardır.
b)
âyetinin başından ünlem edatıyla ilgili
isim hazfedilmiştir. Bu, takdirindedir. Bunun yorumu ise şöyledir :«Ey
insan! sana Muhammed aracılığıyla indirdiğimizde
şüphe ediyorsan......»
Nitekim sûrenin
sonunda bu kapalılık açıklığa kavuşturularak, «Ey insanlar! eğer benim dinimden
şüphe ediyorsanız....» buyurulmuştur.
c) Âyette Peygamber (A.S.) Efendimize olan
hitap, ümmetine hitaptır. Nitekim «Ey Peygamber! kadınları
boşamak istediğiniz zaman......»
mealindeki Talâk
sûresi birinci âyetteki hitap bütünüyle ümmete yöneliktir. Arap dilinde ve
edebiyatında hitapların bu şekilde kullanıldığı pek çoktur.
Bu âyet üzerinde
birkaç yorum daha vardır ki, onları nakletmeye gerek görmedik. Yukarıdaki
yorumların hepsi de isabetlidir, ancak ilim adamlarının çoğu daha çok birinci
yorumu benimsemişlerdir. Çünkü bu gibi hi-taPlar Kur'ân'ın üslûbundan
kaynaklanmaktadır. Amaç, okuyanları biraz düşünmeye ve biraz araştırmaya
sevketmektir. [166]
«O takdirde senden
önce kitap okuyanlardan sor!»
Kur'ân-ı Kerîm ile
Tevrat'ın bazı önemli kıssalar "ve hükümlerde ba-zan nüans, bazan da
belirgin bir farkla birleştiklerini görmekteyiz. Nuh tufanı, İsrâiloğullan'nın
Mısır'dan çıkışı, Fir'avn ve avanesinin Kızıldenİz'de boğulması bu cümledendir.
Ayrıca son peygamber Hz. Muhammed'in (A.S.) gönderiieceği ve onun birtakım
mümeyyiz vasıflan da her iki kitapta yazılıdır. Ancak Tevrat'taki belgeler
hayli değişikliklere uğratılarak aslından uzaklaştırılmışlardır.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin risaletinin ilk yıllarında Tevrat ve İncil'i okuyup inceleyen
Varaka b. Nevfel, Abdullah b. Selâm gibi dinî kültürü yerinde olan ilim
adamları bulunuyordu. İlgili âyetle Hz. Muhammed (A.S.) ve Kur'ân hakkında az
da olsa şüphelenenlere, bu ilim adamlarından sormaları tavsiye ediliyor. Zira
her ne kadar Tevrat ve İncil'in ilk inen nüshaları kaybolmuşsa da, sonraları
toplanıp hazırlanan nüshalarında yine de AMah kelâmı eksik değildir. Nitekim
Bernaba İncil'inde şu sözlerin yazılı bulunduğunu görüyoruz. İsa (A.S.) diyor
ki: «Ben, Allah'ın, babamız İbrahim'e va'dettiği, bütün kabile ve milletlerin
beklediği kurtarıcı değilim. Allah, İbrahim'e : O, senin soyundan gelecek ve
yeryüzündeki bütün kabileleri onunla mübarek kılacağım, buyurmuştur. Benden
sonra Aliah şu âleme merhamet edecek, her şeyi onun hatırı için yarattığı
Resulünü gönderecektir.» [167]
Kâhin, İsa'ya dedi ki
i «Musa'nın kitabında şöyle yazılıdır; Tanrınız ileride bir kurtarıcı
gönderecek, o, Allah'ın neler irâde ettiğini bildirecek. Böylece âleme ilâhî
rahmet gelecek. Bunun için senden bize gerçeği söylemeni istiyoruz.»
İsa (A.S.) kâhine dedi
kj : «Allah'ın böyle bir söz verdiği gerçektir. Ancak ben, o beklenen
kurtarıcı değilim. Çünkü o, benden önce (nuru) yaratılmıştır ve benden sonra
gelecektir.» [168]
O halde Kur'ân ve Hz,
Muhammed (A.S.) Efendimiz hakkında içinde az veya çok şüphe taşıyan kimse, bu
gerçekleri araştırmalı değil midir? Araştırma imkânı yoksa, araştıranlardan
sorması vacip olmaz mı?
Görüldüğü gibi, Tevrat
o büyük peygamberin geleceğinden haber vermekte, İncil birkaç yerde onun
geleceğini.'müjdelemektedir. [169]
«Onlar ki haklarında
Rabbın sözü gerçekleşti.....»
Aklını cehalet
kılıfına sokup hissini tek yol gösterici kabul edip yola çıkan kimse,
genellikle hakkı ve gerçeği bulamaz. O bakımdan derin bir idraksizlik içinde
Hakk'ın buyruklarına karşı gelmekten, kutsal değerleri küçümsemekten zevk
duyar. Böyleleri, tarihin birçok devirlerinde önlerine konulan açık belgelere,
ilâhî âyetlere rağmen gerçeği kabule yanaşmamış, aksfne küfür ve tuğyanlarını
artırmışlardır. Fir'avn buna misal teşkil etmektedir. Elîm azabı görmedikçe
inanmamış; Mekke müşriklerinin elebaşıları, Mekke fethedilmedikçe kalb ve
kafalarından küfür ve inat kılıfını çıkarıp atamamışlardır.
Allah'ın ezelle ebed
arasını kapsayan iimi, oniarın iman etmiyeceğini tesbit ettiğinden, insanların
Allah'a dosdoğru imân etmesi hususunda çok hırslı olan Hz. Muhammed'i (A.S.)
teselli etmek için 96. âyeti indirdi. Allah'ın ilminin yanılması ise, hiçbir
zaman söz konusu değildir. Nitekim Mekke müşriklerinin ileri gelen
azgınlarından Ebû Cehl ve arkadaşları hakkındaki beyânı, Bedir savaşında aynen
gerçekleşmiş, Ebû Cehl ve birkaç azılı arkadaşı Hakk'a tuğyan ettikleri halde
can vermişlerdir. 97. âyet bu hakikati bütün açıklığıyla ortaya koymakta ve
inatçı kâfirlerin inkârda ısrar etmelerine üzülmenin bir yararı olmayacağına
işaret etmektedir. [170]
Yukarrda geçen
âyetlerle Kur'ân'ı da, Hz. Muhammed'i de (A.S.) şüpheyle karşılayanların bir
de Tevrat ve İncil'i çok iyi bilen ilim adamlarına sormaları tavsiye ediliyor.
Zira her iki kitapta da son peygamberin geleceğinden bahsedildiğinde şüphe
olmadığına işarette bulunuluyor.
Aşağıdaki âyetlerle
inkarcı azgınlar hakkında Allah'ın hükmü indiği takdirde onun geri
çevirilmesinin hiçbir zaman söz konusu olamıyacağı belirtiliyor, ancak Yûnus
kavminin bu genellemenin dışında tutulduğu haber veriliyor. Sonra insanları
inanmaya zorlamanın başarılı ve uygun bir metot olmadığına dikkat çekiliyor.
Aklını kullanmayanlar üzerine murdarlık azabının ineceği bildiriliyor;
arkasından Mekke müşriklerinin yakında ummadıkları olaylarla karşılaşacaklarına
atıf yapılarak yaşamakta olan inkarcılar uyarılıyor. [171]
98— (Azap geleceği vakitte) imân edip de imânı
kendisine yarar sağlayan bir kasaba (halkı) varsa, şüphesiz ki, Yûnus'un
kavmidir. İman ettiklerinde kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını
açıp kaldırdık ve bir süreye kadar onları yararlandırdık.
99— Rabbin dileseydi yeryüzünde kim varsa hepsi
de îmân ederdi. Hal böyfe iken mü'minler olsunlar diye sen mi insanları
zorlayacaksın?!
100— Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimse imân
etmez ve akıllarını kullanmıyanlar üzerine murdarlık azabı verir.
101— De ki: Bir bakın göklerde ve yerde neler var!
İmân etmiyecek
bir topluluğa o
âyetler ve uyarılar ne fayda sağlar?
102— Onlar ancak kendilerinden önce gelip
geçenlerin günleri gibi bir gün beklemekteler, değil mi? De ki: Bekleyin, ben
de sizinle beraber bekliyenlerdenim.
103— Sonra da peygamberlerimizi ve imân edenleri
böylece kurtarırız. Mü'minleri de (azap geldiğinde) kurtarmamız üzerimize bir
haktır.
«Peygamberler bana
arzolundu (kıyametten bîr tablo tasvir edildi). Peygamberlerden bir kısmı
beraberinde birkaç kişiyle geçiyordu; bir kısmı da bir kişiyle; kimisi iki
kişiyle geçiyorfardı. Beraberinde hiç kimse bulunmayan peygamber de vardı.
Musa Peygamberin hayli kalabalık bir kitleyle geçtiğini gördüm. Benim ümmetim
ise, doğu ile batı arasını dolduru-yordu.» [172]
«Şüphesiz ki Allah bir
kitap yazdı ve o kitap O'nun yanında Arş'ın üstündedir : Doğrusu rahmetim
gazabımın önüne geçmiştir.» [173]
«(Azap geleceği
vakitte) imân edip de imânı kendisine yarar sağlayan bir kasaba (halkı) varsa,
şüphesiz ki Yûnus'un kavmidir.»
Azabın geleceği ortaya
çıkan sebepleriyle belli olunca, kalblerin Hakk'a dönmesi, fazla bir anlam
taşımaz. Zira böyle bir i,nân ölüm korkusuyla meydana gelmektedir. Tıpkı
Fir'avn'ın durumu gibi, artık boğulacağını ve kurtuluş imkânlarının yok
olduğunu anlayınca, İsrâiloğuilan'nın inandıkları Allah'a inandım ve O'na
teslim oldum, demişti de bu inanması ona bir fayda sağlamamıştı.
İlgili âyetten
anlaşıldığına göre, birçok kasaba halkı inkâr ve azgınlıkta ısrar edip
dururken ilâhî azap inince, ölüm ve elîm azap korkusundan «inandık» diyerek
teslimiyet göstermek istemişlerse de inen azaptan kurtulamamışlardır. Ancak
Yûnus Peygamberin kavmi müstesna; onların, azap belirtileri ortaya çıkınca,
dönüş yapıp imân etmeleri, inmekte olan azabın kaldırılmasına sebep olmuştur. O
bakımdan daha önce inkâr ve inat içinde yuvarlanıp ömür sermayesini bir hiç
uğruna heder ederken, azap ile karşılaşınca dönüş yapan hiçbir kavim ve
milletin o andaki imânı makbul tutulmamıştır; sadece Yûnus Peygamberin kavmi
bir istisna teşkil eder. Cenâb-ı Hak, Sevgili Peygamberi Hz. Muhammed'in (A.S.)
yüzü suyu hürmetine Mekke müşriklerine böyle bir azap indirmemiştir. Bundan
sonra bazı istisnaların olup olmayacağını da bilemiyoruz. Bütünüyle ilâhî
meşiete kalmış bir meseledir. [174]
Yapılan tesbitlere
göre, Musul yöresinde eski adıyla Ninova kasabasında 100.000'in üstünde nüfusu
bulunan bir kavim yaşamaktaydı. Bunların hemen hepsi azılı putperest idi.
Cenâb-ı Hak, her kabile ve kasabaya bir peygamber gönderdiği gibi, Ninova'ya da
Yûnus Peygamberi gönderdi. Birkaç yıl onları doğru yoia davet edip uğraştfysa
da olumlu bir sonuç alamadı; üstelik Ninovalı'ların küfür ve tuğyanı arttı.
Bütün uyarılarına rağmen kararmış kalbleri, paslanmış vicdanları haktan ye
doğrudan yana harekete geçiremedi. Umutları kesilince ilâhî azabın yakında
ineceğini beklemeye başladı, derken yakında böyle bir azabın ineceği ve o gün
gelince kendisinin Ninova'yı terkedeceği vahyedildi. Ayrıca inecek azaptan önce
birtakım belirtilerin ortaya çıkacağı da kendisine haber verildi. Bunun üzerine
Yunus Peygamber son olarak teblîğ ve irşat görevini bir daha yerine getirdikten
sonra henüz alâmetler ortaya çıkmadan veya çıkmaya başlayınca Ninova'yı
terketti. Kasaba halkı Yûnus Peygamberin ayrıldığını ve arkasından haber
verdiği bazt belirtilerin ortaya çıktığını görünce büyük bir telaşa kapıldılar,
derin bir pişmanlık duydular ve Allah'a yönelip imân ettiler.
İbn Mürdeveyh'in İbn
Mes'ûd (R.A.)den yaptığı rivayete göre, toplanıp biraraya geldiler, ilâhî
azaptan kurtulmak için kuzuları analarından ayırdılar ve hep birlikte
ağlayarak tevbe ettiler. Azap belirtileri ardarda gelmeye devam edince, onlar
da duâ, niyaz, tevbe ve teslimiyetlerini artırıp Hakk'a dosdoğru yöneldiler.
Artık Allah'a ve peygamberine gönülden samimi olarak inandıklarını söyleyerek
azabın geri çevrilmesini niyaz ettiler. Bu hal 40 gün devam etti, derken Cenâb-ı
Hak onların pişmanlık ve imanlarındaki doğruluğu görünce istisnaî bir hüküm
olarak azabı kaldırdı, belirtilerini giderdi.
Yûnus Peygamber, o
yöreden gelenlerden durumu öğrenince bir bakıma yalancı durumuna düştüğünü
düşünerek üzüldü ve artık Ninova'ya dönmek istemedi.
Bundan sonraki durum
ve olayların ortaya çıkması, konunun ve kıssanın bir diğer safhasıdır.
Âyet-i Kerîmeyle hem
Yûnus Peygamber, hem kasaba halkı Mekke'-lilere, sonra da yaşamakta olan diğer
müşriklere misal veriliyor ve tarihin tekerrür edeceği hatırlatılıyor. Hz.
Muhammed'in (A.S.) onlara haber verdiklerinin bir gün mutlaka gerçekleşeceği
bildirilerek vakit henüz erken iken imân etmeleri öneriliyor; aynı zamanda
bunalan mü'minlere Allah'ın va'dini sabırla beklemeleri tavsiye ediliyor. Çünkü
Cenâb-ı Hakk'ın sözünden dönmeyeceği kesindir. Takdîr buyurduğu hüküm sırası
gelince mutlaka gerçekleşir, onu engelleyecek hiçbir kuvvet yoktur. Ancak şu
gerçeği de unutmamak gerekir ki, Allah'ın rahmeti her zaman gazabının önüne
geçer ve,Yûnus kavminin durumu buna misal olan olayiardan biridir. [175]
«Rabbın dileseydi
yeryüzünde kim varsa, hepsi de imân ederdi.» .
Bu âyetle, Allah'ın
her tür canlı hakkında koyduğu sünneti ve hayat kanunu hatırlatılıyor. Şüphesiz
ki Allah dileseydi insanları melekler gibi yaratırdı. Böylece herkes yaratanını
bilip inanır, kulluk görevini kusursuz yerine getirirdi. Bu durumda dünya
hayatının anlam ve hikmeti, amaç ve illeti ne olabilirdi? Hemen cevap verelim
ki, birçok sakıncalar ortaya çıkar, âhiret, hesap. Cennet ve Cehennem
hikmetsiz ve anlamsız kalırdı. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz :
a) İnsanı yaratmaya gerek kalmazdı. Çünkü
kâinatta Allah'tan başka sayısını bilmediğimiz melekler vardır ve hepsi de
emroiundukları şeyleri kusursuz yerine getirmektedirler.
b) İnsanlar meleklerin sıfat ve karakterinde
yaratılsalardı, dünyaya getirilmelerine gerek kalmazdı. Çünkü dünya, hayatın ne
olduğunu anlama, zevkini tadma ve nîmetin külfet karşılığında bulunduğunu,
ancak onunla kıymetinin bilineceğini öğrenme ve her insanın ölçü ve tartısını,
diğer bir tabirle ruhunda taşıdığı madenin değerini ortaya çıkarma yeri ve dönemidir.
c) İnsanlar melek tabiatlı ve huylu
yaratılsalardı, rekabet olmaz, kimsenin içinde ihtirasın yeri bulunmazdı.
Böylece hayat durur ve bugünkü bayındır bir dünya oluşmazdı. Sanat ve teknik
diye bir arayış ve buluş in-
san kafasında doğmaz,
düşüncesinde yer almazdı. Böyle olunca da dünya hayatı yine anlamsız ve
hikmetsiz kalırdı.
d) Allah
dileseydi insanların kalblerini ve kafalarını Hakk'a, doğruya çevirir; inkâr,
azgınlık, ahlâksızlık, adaletsizlik diye bir şey ortaya çıkmazdı ve o zaman
«her şey karşıtıyla gelişip tanınır» prensibi veya kaidesi hükümsüz kalır ve
bugünkü hayat düzeni meydana gelmezdi.
Oysa Allah insanı zıt
sıfatlarla donatıp onu çetin bir sınav ve mücadele ortamına itmiştir Çünkü
insan olarak yaratılmanın anlamı ve amacı budur. Sonra da rahmetinin eseri
olarak insana yardımcı olup yol gösterecek, ihtirasını meşru sınırlar içine
alacak, hayatını düzene sokacak, haklara saygılı kılacak, Allah'a kulluğunun
ölçü ve sınırını gösterecek ve bunun lüzumunu belirtecek kitap indirmiş ve o
kitabı tebliğ edip insanları eğitecek peygamberler göndermiştir.
O halde peygamberlere
ve onların yolunda yürüyen mürşitlere gereken, Hakk'ı tavizsiz ve ivazsız
tebliğ etmek, irşat hizmetini yerine getirip gerisini Allah'ın inayet ve
rahmetine, hidâyet ve lûtfuna bırakmaktır. Ni-. tekim gönderilen her peygamber
hizmetinin sınırını bilmiş ve ondan bir milimetre sapmamıştır. [176]
«Rabbın dileseydi
yeryüzünde kim varsa hepsi de imân ederdi. Hal böyle iken, mü'~ minler olsunlar
diye sen mi insanları zorlayacaksın?!»
Mealindeki bu ilâhî
beyân, dinde zorlama olmadığını, blamıyacağını bir defa daha açıklıyor ve
insanları zorla dine sokmak veya onları zorla dindar yapmak isteyenleri
uyarıyor.
Dikkat ettiğimizde,
âyet-i kerîmede önce Peygambere (A.S.), sonra da dolayısıyla mü'minlere irşat
ve teblîğin ölçü ve metodu veriliyor: «Hal böyle iken, mü'minler olsunlar diye
sen mi insanları zorlayacaksın?!» hitabı çok düşündürücü ve çok kapsamlıdır.
Şüphesiz ki bu âyet,
imanda hür irâdenin yerini ve önemini belirten belgelerden biridir. Zira en
kıymetli ve makbul imân, hür irâdeyle tahkiki anlamda gerçekleşenidir. [177]
<AI!ah'ın izni
olmadıkça hiçbir kimse iman etmez.»
İnsan ancak Allah'ın
kendisine verdiği irâde, akıl, yetenek ve hür düşünce çerçevesinde yine
Allah'ın koyduğu hayat kanunları doğrultusunda sebepler ve ortamlar, şartlar ve
imkânlar ölçüsünde imân nîmetine erişebilir. O bakımdan sünnetullahı anlayıp
idrâk etmek, hayat kanunlarının, hikmetini bilip kavramak ve sebeplere başvurup
ciddi gayretler sarf etmek Allah'ın iznine kapt acar. Bu düzeyde kişi kendi
irâde ve düşüncesini aklının ışığında kullanarak, kendisine yardımcı olup
doğru yolu gösteren kitap ve peygamberin çağrısına kulak verirse, ilâhî
hidâyete mazhar kılınma çizgisine gelmiş olur. Bunun aksine bir yol tutan
kimseye ise, ilâhî izin ve onunla ilgili hidâyet kapıları kapalı kalır. O halde
kulun irâdesi, hür düşüncesi, aklı, zekâsı, sünnetullaha uymakla, sebepler
zincirine başvurmakla biraraya gelmedikçe, imân nîmetine erişme sınırına, ya
da kapısına gelmesi bir bakıma mümkün değildir. Ancak Allah'ın bu ölçüler dışında
da olsa hidâyet verdikleri olabilir ki, bunlar birer istisna teşkil eder.
Onun için ilim
adamları sözünü ettiğimiz sınır veya kapıyı, ilâhî iznin tecelli noktası olarak
göstermişlerdir,.
Konuyu bu açıdan
incelediğimiz zaman anlarız ki; insanoğlu irâde ve ihtiyarında da tam serbest
değildir; bir ucuyla ilâhi sünnete, diğer bir deyimle hayat kanunlarına ve
ilâhî takdire bağlıdır. Aklın duyguyla değil, irâde ve ihtiyarla, peygamber
haberiyle birleşip ilâhî sünnet doğrultusunda Allah'ın varlığına, birliğine,
kudretinin ve ilminin sınırsızlığına delâlet eden belgeleri görüp anlaması,
anlayıp tefrik etmesi ise, ilâhî takdirin tecellisine, izninin ona yönelmesine
sebep olur. Bu noktada Allah dilerse, kişi imân nuruna kavuşur. Aklını
belirtilen anlam ve ölçüde kullanmayanlara ise, Allah murdarlık azabı indirir. [178]
«Akıllarını
kullanmayanlar üzerine murdarlık azabı verir.»
Kur'ân'da «murdarlık
azabı» ile çevirisini yaptığımız «rics» kelimesi çok yönlü bir kavramdır. Râğıb
el-Esbehanî kendi müfredatında bunun dört vecih üzere olduğunu belirterek şöyle
sıralamıştır:
1— İnsan tabiatı açısından murdar olan,
2— Akıl cihetiyle murdar olan,
3— Şeriat cihetiyle murdar olan,
4— Bütün bu cihetleri içine alacak anlam ve ölçüde
murdar olan. Dördüncü maddeyi bir misal ile açıkladığımızda, diğer maddeler de
kendiliğinden anlaşılmış olur. Meselâ, kendiliğinden veya bir hastalık sebebiyle
ölen bir hayvan, hem tab'an, hem aklan, hem de şer'ân murdardır. Hem akıl, hem
de şeriat açısından murdar olan ise, içki, kumar ve benzeri şeylerdir. Yalnız
şer'î açıdan murdar olan ise, Allah'ı inkâr etmek ve O'na ortak
"koşmaktır. [179]
Bunun dışında «rics»
kelimesinin şu manalarda da kullanıldığı çok yaygındır: Azap, gazap, sapıklık,
zahmet, sıkıntı, meşakkat, helak. Cehennem, Cehennem ehlinin kan ve irini.. [180]
«De ki: Bir bakın
göklerde ve yerde neler yar!»
İnsan aklına ve
irâdesine yön verip malzeme sunmaya yönelik bir uyarı anlamındadır. Güneş
sistemi, dünyamıza gönderdiği ışık ve enerji, dünyaya olan uzaklığı, dünyanın
kendi ekseni ve güneş etrafında dönmesi, atmosfer kalınlığı, yerçekimi,
dünyanın onda yedisinin su ile kaplı olması gibi önemli olaylar
incelendiğinde, akıl ilimle, bu ikisi de imânla birleştirilip
bütünleştirilecek olursa, kâinatın her parçasında ve meydana gelen her olayda
Allah'ın kudret damgasını, sanat fırçasını anlamakta gecikmeyiz. Bunun
hilâfına akıl ilimden kopuk, bu ikisi de imân ve idrâktan uzak olursa, kişiyi
Allah'a yaklaştıran imkânlar bir bakıma mefluç hale gelmiş sayılır.
Onun için yukarıdaki
âyetle, insanın akıl ve idrâkine, bilgi ve kültürüne seslenilerek bütün bu
yeteneklerini harekete geçirip insaf gözüyle göklere ve yere bakması
emrediliyor. [181]
«İmân etmeyecek bir
topluluğa o âyetler ve o uyarılar ne fayda verir?»
Kişi inkâr düzeyine
getirilip iyice eğitilerek şartlanırsa, baktığı her şeyi, gördüğü her olayı
kendi anlayış ve kavrayışı, duygu ve düşüncesi ölçülerine göre değerlendirerek
«doğa böyle yapıyor, doğa şöyle yetiştiriyor, doğa kendi denge ve düzenini
koruyor» şeklinde birtakırr yersiz ve anlamsız sözler kullanır; olayı
sebeplere, sebepleri de Allah'a döndürmekten kaçınır; sebeplere atıfta
bulunur, fakat onları askıda bırakır, Allah demekten tiksinir ve irkilir.
İlgili âyetle bu
gibilerin ruhsal yapılarına, karakter ve ön yargılarına işaretle, âyet .ve
uyarıların onlarda olumlu tesir meydana getirmiyeceği belirtiliyor.
Mekkeli'lerin hakka karşı tutum ve anlayışlarının bu olduğuna dikkatler
çekilirken, şartlanmış inkarcıların çoğunun böyle olduğuna işaret ediliyor.
İnkâr ve sapıklığın
belirtilen kertesine gelip dayanan kimseler ne zaman daldıkları gaflet ve
cehaletten uyanabilirler? İlgili âyeti izleyen 102. âyet bu sorunun cevabını
vermektedir:
«Onlar ancak
kendilerinden önce gelip geçenlerin günleri gibi bir gün beklemekteler, değil
mi? De ki: Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.»
Cenâb-ı Hak bu âyetle,
Âd, Semûd, Lût ve benzeri kavimlerin küfür, tuğyan ve inatlarında ısrarlarından
dolayı yok edildiklerine işarette bufu-narak, Mekkeli müşriklerin ellerinde
tuttukları şirk ve ahlâksızlık bayrağının yakında ayaklar altına düşeceğini,
küfrün baş aşağı geiip hakkın karşısında zillete uğrayacağını haber veriyor ve
bu hükmün zaman zaman tekerrür edeceğini dolaylı şekilde anlatıyor. Nitekim
çok geçmeden ilgili âyetin verdiği haber gerçekleşti, Cenâb-ı Hak, Mekkeli
müşrikleri yok etmedi, ama nefret ettikleri ilâhî sistem önünde eğilmelerini,
teslimiyet gösterip saygılı olmalarını sağladı. Şüphesiz ki bu olay, yok
edilmekten çok daha ibretli ve tesirlidir.
Böylece Kur'ân
yaşamakta olan her topluma seslenerek, kendilerini alaşağı edecek hakkın
tecellisi inmeden, hakkı görüp teslimiyet göstermelerini önermekte ve bâtılın
hiçbir zaman hakkın karşısında başarılı olamıyacağına işarette bulunarak,
geçici bir zaferin, birkaç günlük başarının kimseleri aldatmamasını kafa ve
gönüllere işlemektedir, Yeter ki,
haktan yana olanlar,
teblîğ ve irşat metodunu bilip Resûlüllah (A.S.) Efen dimizîn açmış olduğu
kutsal yolda birlik ve beraberlik içinde yürümesin bilsinler. Gerisi Allah'a
aittir. O va'dinden dönmez.
Ayetler arasında
bağlantı
Yukarıda geçen
âyetlerle, Yûnus Peygamberin kavminden söz edildi ve istisnaî olarak, inen ilâhî
azabın kaldırıldığı belirtildi. Bununla dosdoğru imân edenlere bir ölçü ve
kıstas verildi. Sonra insanların melekler gibi günah ve kusurlardan temiz,
şehevî duygulardan uzak bir özellikle yara tılmadıklari hatırlatılarak
onlardaki akıl, irâde, idrâk gibi yeteneklerin öne mine işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle
batılı temsîl edenlerin geçici şatafatına aldanıl maması hatırlatılıyor;
faziletin ve saadetin küfürde ve ahlâksızlıkta değil, imân ve irfanda, idrâk ve
doğrulukta olduğuna atıf yapılarak insan aklına ve idrakine malzeme veriliyor.
Batıldan uzak bütünüyle Hakk'a yönelmiş İslâmiyetin mutlak saadet va'dettiği
haber verilerek, Allah'tan başkasına tapmanın hiç kimseyi aziz ve mutlu
kılmadığı ve kılamıyacağı konu ediliyor. [182]
104— De ki: Ey insanlar! eğer dinimden şüphe
ediyorsanız, (bilin ki) Allah'tan başka taptıklarınıza tapmam; ama ben ancak
sizin canınızı alacak olan Allah'a taparım ve ben mü'minlerden olmakla
emrolundum.
105— Ve H
a n î f (Bâtıldan uzak, Hakk'a
bütünüyle yönelik olan Tevhit İnancı üzerine Allah'ı tasdik edici) olarak
yüzünü dine doğrult ve sakın Allah'a ortak koşanlardan olma.
106— Sana (taptığında) yarar, (tapmadığında) zarar
veremiyecek, Allah'tan başkasına ibâdet etme. Eğer (böyle) yapıp (başka
şeylere taparsan) o takdirde sen (kendine) zulmedenlerden olursun.
107— Eğer Allah sana bir zarar, bir sıkıntı
dokunduracak olursa, onu O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir iyilik
dilerse, O'nun nîmet ve ihsanını reddedecek de yoktur; onu kullarından dilediğine
eriştirir. O çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
«Zamanınızın her
döneminde hayır ve iyilik elde etmeye çalışın ve kendinizi Rabbınızdan esen
nefis kokuya arzedin. Çünkü Allah'ın rahmetinden esen nefis kokular vardır ki,
onu kullarından dilediğine estirir.» [183]
«De ki: Ey insanlar!
Eğer dinimden şüphe ediyorsanız......»
Gecesi de gündüzü
kadar aydınlık olan İslâm dininde şüphe edenlere, Kur'ân ilgili âyetlerle bütün
incelik ve nezaketiyle sesleniyor: Hz. Muham-med (A.S.), insan eliyle yontulup
şekillendirilmiş taşlara, sapık kâhinlere, haddini bilmez şâirlere uyacak kadar
aklını, vicdanını, ruhunun asalet ve yüceliğini, idrâk ve irfanını
kaybetmemiştir. O, varlık âlemini örneksiz, mo-delsiz ve benzersiz yaratıp
düzene koyan; ortağı, dengi ve benzeri, öncesi ve sonrası olmayan, hep var
olan, her türlü şekilden ve beşeri sıfatlardan münezzeh olan bir Allah'a inanır
ve tapar. Çünkü Allah her çeşit iyiliğin, fazilet ve hayırların kaynağı, rahmet
ve inayetin tek menbaıdır; Allah bütün sıfatlarıyla âlemlerin yegâne Rabbıdır.
İşte Hz. Muhammed (A.S.) bununla emrolunmuştur.
Kur'ân, Allah'ın
varlığına, birliğine delâlet eden belgeleri stralayıp insan aklına yeterince
ışık tutup malzeme verdikten sonra, bu konuda tamamen duygusal davranıp
aklını, idrâkini kullanamayan, daha doğrusu aklını nefis ve hissin emrine veren
inkarcı şaşkınlara son uyarısını, cihan peygamberi Hz. Muhammed'in (A.S.)
diliyle yaparak şu bilgileri veriyor: İnsan unsuru varlık alemindeki eşyanın en
seçkini ve ilâhî sanatın şaheseridir. Kâinatta insandan daha üstün, ilâhî
inayete daha çok lâyık; Allah adına konuşup hükmetmeye daha ehil bir varlık
yoktur ki insan ona tapsın. Dört büyük melek ile, Allah'a en yakın sayılan
mukarrıp meleklere gelince, hiç şüphe yok ki, peygamberler onlardan çok daha
üstündürler.
O halde insan ancak
kendisine bunca üstünlükleri, yetenekleri ve sayısız nimetleri veren Allah'a
inanıp tapar. Ona yakışan, bundan başkası değildir.
İnsanoğlu Güneş ve
Ay'a neden tapsın? Zira bu ikisi de onun hizmetine verilmek üzere
yaratılmışlardır. Yıldızlara ne diye ibâdet etsin ki, onlar onun semasını
kandiller misali süslemek ve birtakım yararlar sağlamak üzere varlık alanına
getirilmişlerdir. Hayvanları neden ilâh edinsin ki hepsi de onun zevki ve
neşesi, gıdası ve eğlencesi olarak vücuda getirilmişlerdir. Kendi eliyie
yontup şekillendirdiği putların önünde neden eğilsin ki, onların hepsi de onun
eseridir.
Onun için Cenâb-ı Hak,
başta Resûlütlah (A.S.) Efendimiz'e, sonra da Ona inanıp uyan mü'miniere
emrediyor: «De ki: Ey insanlar! eğer dinimden şüphe ediyorsanız, (bilin ki)
Allah'tan başka taptıklarınıza tapmam; ama ben ancak sizin canınızı alacak olan
Allah'a taparım ve ben, mü'min-terden olmakla emrolundum.
Ve Hanîf (bâtıldan uzak,
Hakk'a bütünüyle yönelik olan Tevhit inancı üzerine Allah'ı tasdik edici)
olarak yüzünü dine doğrult v» sakın Allah'a ortak koşanlardan olma.
Sana, (taptığında)
yarar, (tapmadığında) zarar veremiyecek, Allah'tan başkasına ibâdet etme. Eğer
(böyle) yapıp (başka şeylere taparsan) o takdirde sen (kendine) zulmedenlerden
olursun.» [184]
Sana (taptığında)
yarar, (tapmadığında) zarar veremiyecek, Allah'tan başkasına ibâdet etme.»
Cenâb-ı Hak, her olayı
bir illete ve sebebe bağlamıştır. Bu bir kanundur, diğer bir tabirle Allah'ın
ezelde koyduğu sünnetidir ki -mu'cize ve keramet hariç- değişmez, yani
illetsiz, sebepsiz olay meydana geîrnsz. Yağmurun, hastalıkların, savaşların,
depremlerin, sel felâketlerinin, şiddetli kasırgaların ve benzeri olayların
bağlı bulunduğu bir takım sebepler söz konusudur. Sebepler ise, başıboş kendi
haline terkedilmiş değillerdir; on-lan yaratıp düzenleyen, belli kanunlara
bağlayan ve hepsini bir bir takdîr
dtp irâdesine râm eden
Allah'tır. Bir olayın meydana çıkmasını murat ettiğinde, önce sebepleri
oluşturur. Ayrıca meydana gelecek olayları belli bir programa bağlamıştır.
Meydana gelen bir olayı durdurmak, ya da zararsız hale getirmek için de o
ölçüdeki sebepleri harekete geçiren de
^dur. Yûnus
Peygamberin kavmini doğru yola getirmeyi isteyince, sebepleri bir zincirin
halkaları gibi birbiri peşine sıralamıştır. Çünkü o millet 3 Hakk'a' doğruya ve
iyiye yönelme cevheri bulunuyordu; üzerlerindeki
inkâr ve inat kılıfını
yırttı; hep birden yalvarıp yakardılar, dua ve niyazda bulundular. Allah da
inmekte olan azabı kaldıracak sebepleri harekete geçirdi ve öylece onlan
kurtardı. Fir'avn ve yandaşlarında Hakk'ı kabul edecek cevher tamamen silik ve
belirsiz hale geldiğinden, Allah onları yok etme sebeplerini harekete geçirip
ortamı hazırladı.
İşte Kur'ân-ı Kerîm bu
inceliği belirterek diyor ki : «Eğer Allah sona bir zarar, bir sıkıntı
dokunduracak olursa, onu O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir iyilik
dilerse, O'nun nimet ve ihsanını reddedecek de yoktur; onu kullarından
dilediğine eriştirir. O çok bağışlayan, çok merhamet edendir.»
Böylece âyetin
seyrinden, kelime ve cümle konumundan şu sonucu çıkarmaktayız : Allah,
kullarında haktan yana bir meyil ve istek görünce, rahmeti hemen harekete
geçer. Kalp ve kafasını inkâr ve bâtılla küflendirip coraklaştıranlardan yana
ise, O'nun rahmeti harekete geçmez, yani bu düzeyde olan kalp ve kafalar ilâhî
rahmetten yararlanma imkânlarını kaybetmiş olurlar. Her tarafı aydınlatıp ısıtan
Güneş'ten yararlanmayan çorak toprak varsa veya Güneş'e karşı kesif bir perde
tutup kendini karanlığa boğan bulunuyorsa, Güneş'in ne kusuru vardır? Bunun
gibi, aklını, idrâkini ve vicdanını Kur'ân'a ve İslâm'a kapalı tutanın günahı
çok, Kur'ân ve İslâm'ın ise, hiçbir kusuru yoktur. [185]
Yukarıda geçen
âyetlerle inkarcılara verilecek cevap belirlendi ve Tevhit İnancı'nı en sağlam
şekilde yansıtan İbrahim Peygamberin Hanîf dininden söz edilerek, daha çok
Kitap Ehli insaf ve iz'âna davet edildi.
Aşağıdaki âyetlerle
Allah tarafından gönderilen Peygamber ve indirilen kitabın bütünüyle doğru
yolu gösterdikleri, aynı zamanda insan aklına ışık tutup gereken bütün
malzemeyi verdikleri belirtiliyor. Sonra da aklını ve idrâkini harekete geçirip
doğru yolu bulup seçenlerin kendi lehlerine, seçmeyenlerin kendi aleyhlerine
bir sonuç hazırladıkları bildirilerek inkarcıların çok iyi düşünmeleri
isteniliyor. Peygamberin görevinin ana çizgisi açıklanarak, Onun insanlar
üzerinde bir vekil, bir bekçi olmadığı hatırlatılıyor. Arkasından çok geçmeden
Allah'ın emrinin mutlaka ineceği vurgulanıyor ve o bakımdan sabırla, güvenle
irşat ve tebliğ görevinin sürdürülmesi emrediliyor. [186]
108— De ki: Ey insanlar! Gerçekten Rabbinizden
size hak (olan kitap ve hak olan peygamber) geldi. Artık bu durumda kim dCy.u
yolu seçerse, ancak kendi lehine seçmiştir. Kim de sapıtırsa, kendi aleyhine
sapılmıştır. Ben sizin üzerinizde bir vekîl (bekçi, koruyucu ve işleri yüklenen,
sizi dilediğim gibi savunan) değilim.
109— (Ey Muhammedi) Sana vahyolunana uy, Allah
hükmünü verinceye kadar sabret; Allah hükmedenlerin en hayırlısıdır.
Yûnus sûresi bilindiği
gibi Mekke'de inmiştir. Hakk'ın yolunu aklın ve vicdanın rehberliğinde bulabilmek
içrn bir yandan ilâhî kudreti yansıtırken, yeryüzünde ve göklerdeki belgeler
birer temel bilgi ve ana fikir ölçüsünde sıralanıyor, diğer yandan gelip geçen
kavim ve milletlerin inkâr, ahlâksızlık, azgınlık ve ölçüsüzlükleri
anlatılarak gereken bütün uyarılar yapılıyor. Şüphesiz ki, bunca belge, misal
ve uyarılar Allah'ın insanlardcn ypna tecelli eden geniş rahmetinin birer
tezahürüdür. O sonsuz kudret sahibinin hiç kimsenin kulluk ve ibâdetine
ihtiyacı olmadığı gibi, yapılan ibâdetler O'nun büyüklüğüne bir şey katmaz ve
ortaya konulan inkâr ve azgınlıklar da ondan bir şey eksiltmez. O ne ise odur
ve öyle devam edecektir. Kaldı ki, rahmeti her zaman gazabının önüne geçmekte,
sevip yarattığı insanlara -günahlarından dolayı- hemen azap etmek istememektedir.
Yeter ki o geniş ve aralıksız rahmeti küfür ve inatla reddedenler olmasın.. [187]
«De ki: Ey insanlar!
Gerçekten Kabbı-nızdan size hak (olan kitap ve hak olan peygamber) geldi.»
Mealindeki âyette
geçen «hak» kelimesinden kitap ve peygamberin kasdediidiği anlaşılıyor. Bundan
çıkarılacak manayı şöyle özetliyebiliriz: İndirilen Kur'ân, bütünüyle Allah
sözüdür, Allah her türlü kusur ve noksanlıktan pak ve münezzeh olduğu gibi,
O'nun sözü olan Kur'ân da her türlü kusur ve noksanlıktan berîdir, aynı zamanda
insan hayatını en ölçülü, en düzenli ve dengeli biçimde organize edip amacına
uygun şekilde düzenler ve insan ruhunun yüceliği ve azizliği ile tam uyum
halinde olma düzeyindedir.
Hz. Muhammed'in (A.S.)
gerek yüksek şahsiyeti, gerekse teblîğ ettiği esaslar ve prensipler
sünnetullah doğrultusunda hayat kanunlarını gerçek yönleriyle ortaya koymakta
ve insanın her iki âlemdeki değişik hayat şartlarını ve bunların hikmetlerini
öğretip en doğru yolu göstermektedir.
İşte Kitap ve Peygamber'e
«hak» denilmesinin hikmetlerinden biri budur.
Bu son iki âyet,
diyebiliriz ki, sûrenin özetini vermektedir. Öyle ki, Allah'tan insanlara hak
bir kitap, hak bir peygamber gönderilmiştir. Kitap Hakk'ın rahmet ve
uyarısını; Peygamber ise, bu rahmet ve uyarıyı insanlara dosdoğru teblîğ
görevjni taşımaktadır. Peygamber (A.S.) emrolun-duğu hizmeti kusursuz yerine
getirmiştir. Onu imân, irfan, akıl ve idrâk kulağıyla dinleyip uymak ise,
insanlara düşmektedir. Yoksa Peygamber (A.S.) ne insanlar üzerine dikilmiş bir
bekçi, ne de onları Allah'ın hükümlerine karşı savunan bir vekildir. O
bakımdan bunca olumlu ve yol gösterici belgelere ve bu düzeyde hazırlanan
ortama rağmen doğru yolu seçmeyenler, kendi aleyhlerine bir gelecek hazırlamış
olurlar. Kıyamet gününde ilâhî adalet gereği azaba uğrayanların kimseyi
kınamaya hakları yoktur. Zira Allah kimseye zulmetmez; ama insanlar
kendilerine haksızlık ederler. [188]
[1] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2639.
[2] Tefsir –iKurtubi –Tefsir – iHazin
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2639-2640.
[3] Tefsîr-i Kurtubî :
8/206 - Tefsîr-i Hâzin : 2/279
[4] Tefsîr-i Kurtubî :
8/206
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2641-2642.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2642-2643.
[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2643-2644.
[8] îsrâ sûresi :
94
[9] İsrâ sûresi :
95
[10] En'am sûresi :
91
[11] Fussılet sûresi :
14
[12] Zuhruf sûresi :
31
[13] İslâm'ın Va'dettikleri: 39
[14] »
> : 87
[15] »
» : 35
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2644-2646.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2646-2647.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2648.
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2648-2649.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2649-2650.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2650-2651.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2651-2652.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2652-2653.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2653.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2654-2655.
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2655-2656.
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2656.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2656-2658.
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2658.
[30] Sahîh-i Müslim :
8/19-S. 362
Sahîh-i Müslim : 8/19-S. 362
[31] 9
» : 8/21-S. 363
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2659-2660.
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2660-2661.
[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2661-2662.
[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2662.
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2662-2663.
[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2663.
[37] Tefsîr-i Kurtubî-Lübabu't-te'vîl
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2664-2665.
[38] Hafız Bezzar - Ebû Dâvud : Câbir (R.A.)den
[39] Ahmed : 1/173,
177, 182- 3/117, 184- 4/332, 333-
6/15, 16
[40] Tefsîr-i Kurtubî:
8/315
[41] Sahîh-i Müslim/birr :
87
[42] Sahîh-i Müslim/birr :
87
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2665.
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2665-2667.
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2667.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2667-2668.
[47] Tirmizî/fiten :
26, zühd : 41-
İbn Mâce/fiten: 19-
Dâremî/rikak : 37-Ahmed : 3/7, 19, 22, 46, 61, 74-6/68
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2668-2669.
[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2669-2670.
[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2670.
[50] Lübabu't-te'vîl
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2672.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2672-2673.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2673-2674.
[53] Tirmizî/et'ime : 45, kıyamet : 42- İbn Mâce/ikamet-
174, et'ime: 1, edeb: 11- Dâremî/salât: 156, et'ime: 39, isti'zan: 4, 26-
Ahmed: 2/156, 170, 196- 4/282, 286- 5/401
[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2674-2675.
[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2675.
[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2677-2678.
[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2678-2679.
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2679-2680.
[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2680-2681.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2681.
[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2681-2682.
[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2682.
[63] Lübabü't-te'vîl-Esbabü'n-Nüzûl.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2684.
[64] Buharî/ezan :
106, magazî : 35- Müslim/imân :
125- Ebû Dâvud/tıb: 22-Taberânî/istiska : 4
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2684.
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2684-2685.
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2686.
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2687-2688.
[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2688.
[69] tbn Mâce/zühd :
38
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2689.
[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2690.
[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2991.
[72] Sahîh-i Buharı :
Câbir (R.A.)den
[73] tbn Ebî Hâtim-İbn Cerîr Taberî
[74] Müsned-i Ahmed :
Süheyb (R.A.)den
[75] tbn Cerîr Taberî - İbn Ebî Hatim
[76] Buharı - Müslim/imân;
1, - Ebû Dâvud/sünnet: 16-
Nesâî/imân: 5, 6-îbn Mâce/makaddeme
: 9
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2692-2693.
[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2693-2694.
[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2694.
[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2694-2695.
[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2695.
[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2696.
[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2696.
[83] Buharİ/tevftîd :
24, rikak : 52- Müslim/imân : 299-
Ahmed: 2/275, 293, 534- 3/16
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2697.
[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2698.
[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2698-2699.
[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2699.
[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2699-2700.
[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2700.
[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2701.
[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2702-2703.
[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2703-2704.
[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2704.
[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2705-2706.
[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2706.
[95] Bu konuda fazla ilgi için bak: Rağıbın el-Müfredatı’na
ve Süyuti’nin el-İtkanı’na…
[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2707.
[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2708.
[98] Müslim/birr:
55- Ahmed: 5/160
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2710.
[99] Fazla bilgi için bak : Mefatihü'1-gayb : 4/846
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2710-2712.
[100] La Bible, le Coran, et la science/Tercemesİ
[101] Bak : îslâm
Hukuku Nazariyatı Hakkında Bir Etüd/Sava Paşa : Önsöz ve 25-
107/Ankara: 1955
[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2712-2713.
[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2714.
[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2714-2715.
[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2716.
[106] Fazla
bilgi için bak:
Bakara/57- Âl-i İmrân/108,
117, 182- Nisa/40-Kaf/2901" Nahl/33~ A'raf/16°-
Kehf/49- Tevbe/70- Ankebut/40- Rum/9- Hac/10-Kaf/29
[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2716-2717.
[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2717-2718.
[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2720-2721.
[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2721.
[111] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2721-2722.
[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2722.
[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2722-2723.
[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2723-2724.
[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2724.
[116] Ahmed b. Hanbel :
Avf b. Mâlik (R.A.)den, isnad-i
ceyyid ile..
[117] Ahmed b. Hanbel : 2/104
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2726.
[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2727.
[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2728-2730.
[120] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2730.
[121] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2730-2731.
[122] Geniş bilgi için bak : Kamus-zerre maddesine ve ayrıca
Rağıb'ın el-Müf redatına..
[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2731-2732.
[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2732.
[125] Taberânî - Hafız Bezzar : Saîd'den mürselen rivayet
etmişlerdir.
[126] Tirmizî/zühd :
53- Ahmed: 5/229, 239, 328, 341,
342, 343
[127] Müslim/birr:
38- Tirmizî/zühd: 53-
Dâremî/rikak: 44- Ahmed:
2/237, 328, 338, 370, 533, 535- 3/87- 4/128, 386
[128] Sahîh-i Buharı : Ebû Hüreyre (R.A.)den
[129] Sahîh-i Buharî:
Ebû Saîd el-Hudrî (R.A.)den
[130] Sahîh-i Buharî - Sahîh-i Müslim; Ebû Hüreyre (R.A.)den
[131] İbn Cerîr Taberî
[132] îbn Cerîr Taberî
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2733-2734.
[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2735-2736.
[134] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2736-2737.
[135] îbn Cerîr Taberî - îbn Kesîr : 2/423
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2737.
[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2737-2738.
[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2738.
[138] Bakara sûresi:
429
[139] Münafikun sûresi :
8
[140] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2740-2741.
[141] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2741.
[142] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2742.
[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2742-2743.
[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2744.
[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2745-2748.
[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2748.
[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2751-2754.
[148] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2754.
[149] Bilgi için bak: Tefsîr-i tbn Kesir: 2/427, 428
[150] Geniş bilgi için bak :
Lübabu't-te'vîl : 2/305
[151] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2756-2757.
[152] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 6/2757-2758.
[153] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2759.
[154] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2759-2760.
[155] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 6/2760-2761.
[156] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2761.
[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2761-2762.
[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 6/2762-2763.
[159] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2763.
[160] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/ 2764-2765.
[161] Tevrat-Tesniye :
18/18,
[162] Tevrat-îşaya :
42/1-4
[163] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2765-2767.
[164] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2767.
[165] Ibn Kesîr :
2/432 - Lübabu't-te'vîl: 2/310
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2768.
[166] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2769.
[167] Bernaba İncin : 147/10-15
[168] Bernaba İncil'i.:
146/2-3
[169] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2770.
[170] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2771.
[171] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2771
[172] Müslim/imân :
271- Ahmed : 3/334
[173] Buharî/tevhîd :
15, 22, 28, 55, bed'-i halk : 1-
Müsllm/tcvbe: 14, 16- Tir-mizî/daavat:
99- tbn Mâce/mukaddeme : 13,
zühd: 35- Ahmec" 2/242, 258, 260, 313, 358, 381, 397, 433, 466
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2773.
[174] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2773-2774.
[175] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2774-2775.
[176] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2775-2776.
[177] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2776.
[178] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2777.
[179] Fazla bilgi için bak : el-Müfredat Fî-Garibi'1-Kur'ân
: 274
Fazla bilgi için bak :
el-Müfredat Fî-Garibi'1-Kur'ân : 274
[180] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2777-2778.
[181] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2778.
[182] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2779-2780.
[183] Hafız tbn Asâkir :
Enes B. Mâlik, (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2782.
[184] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2782-2783.
[185] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2783-2784.
[186] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2784.
[187] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2785.
[188] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/2786.