Bu sûre 109 ayettir.
Mekke'de nazil olmuştur
"Elif. Lâm. Ra.
İşte bunlar hikmet dolu kitabın ayetleridir" (Yunus. 1).
İbn Abbas (r.a)'dan şu
rivayet edilmiştir: "Bu sure,
(Yunus. 40)ayeti hâriç, Mekkîolup, bu ayet Medine'de yahûdîler hakkında
nazil olmuştur.[1]
Cenâb-ı Allah, "Elif, lâm, ra" buyurmuştur. Bu
ifade ite ilgili birkaç mesele vardır:
[2]
Nafî, İbn Kesir ve
Âsim, râ'nm fethası ve tefhimle (kaltn olarak); Ebu Amr, Hamza, Kisâî ve Ebu
Bekrin râvisi
Yahya, ra'nın kesresi
ve imale ile okumuşlardır. Nâfî, İbn Âmir ve Âsım'ın râvîsi Hammâd, râ'yı fetha ve kesre
arası bir hareke ile okumuşlardır. Bil ki bütün bunlar doğru kullanışlardır.
Vahidî şöyle
demektedir: "Asıl olan, tıpkı ma ve lâ kelimelerinde olduğu gibi bu
kelimelerde imâle yapmamaktır. Çünkü bunların elifleri, ya harfinden çevrilmiş
değillerdir. Bunu imâle ile okuyanlar, bu lafızların, belli harflerin isimleri
oluşlarından ötürü imâle yapmışlar ve böylece bu imâleleri ile bunların birer
harf değil, isim olduklarına dikkat çekmek istemişlerdir."
[3]
Alimer, ayetteki
"elif, lâm. ra" ifadesinin, yalnız başına bir ayet olmadığı, Tâ-hâ
ifadesinin ise tek başına bir ayet
olduğu hususunda
ittifak etmişlerdir. Bu ikisinin farkı şudur:
Elif, lâm, râ kelimesi
kendisinden sonra gelen ayetlerin duraklanyla bir benzerlik arzetmez. Fakat
Tâ-hâ kelimesi böyle olmayıp kendisinden sonra gelen ayetlerin durakları
(sonları) ile bir benzerlik arzetmektedir.
[4]
Bu çeşit kelimelerin yani
huruf-u mukattaanın tefsiri
hususundaki tafsilat, Bakara suresinin başında geçmişti.
Fakat biz yine de
burada, bu husustaki bazı izahları ele alalım: İbn Abbas (r.a), bunun manasının o?j' *^' ut
"Ben Allah'ım,görürüm" şeklinde olduğunu söylemiştir- Bunun
manasının "Ben, rabb'im. Benden
başka rab yok" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Yine ve kelimelerinin, Allah'ın "Rahman"
isminin harfleri oldukları söylenmiştir.
[5]
Cenâb-ı Allah, "İşte bunlar hikmet dolu kitabın ayetleridir"
buyurmuştur. Bu tabirle ilgili iki mesele vardır:
[6]
Ayetteki tilke ile, bu
sûredeki ayetlere işaret edilebileceği gibi, bu sûreden önce inmiş olan bütün
Kur'an ayetlerine işaret edilmiş olması da muhtemeldir. Yine,
"Kitab-ı Hakîm" {hikmet dolu kitab) tabiri ile, Kur'an-ı
Kerim'in kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, her (semavi) kitabın
kendisinden yazılıp çıkarıldığı Allah katında mahfuz (saklı) kitabın, yani
Levh-i Mahfuz'un kastedilmiş olması da muhtemeldir, Nitekim Cenâb-ı Hak:
"Muhakkak ki O, elbette çok şerefli bir Kur'an'dır. O. Levh-i Mahfuz'da
(yazılı)dır " (Vttat, 77-78), "Doğrusu o kitab, çok şerefli bir Kur'an'dır,
ki Levh-i Mahfuzdadır" (Şwûc,2\ -22), "Şüphesiz O Kur'an,
nezdimızdeki ana kitabta sabit, çok yüce. çok kıymetli bir kitabtır"
(Zuhrui 4) ve "Allah dilediğini imha eder. dilediğini vücûda getirir. Ana
kitab O'nun nezdindedir" (Ra'd, 39) buyurmuştur.
Bahsettiğimiz
ihtimalleri iyice kavradığında ayetin manasında şu dört ihtimal ortaya çıkar:
Birinci ihtimal:
"Tilke = işte onlar" tabiri ile bu sûrede yer alan ayetlere işaret
edilmiş olmasıdır. Buna göre ayetin takdiri: "O ayetler, hakim olan o
kitabın, yani Kur'an'tn ayetleridir" şeklinde olur. Bu böyledir. Çünkü
Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, suyun silip yok edemediği, uzun zaman
geçmesinin kendisini değiştiremeyeceği bir kitabı indireceğini vaadetmiştir.
Buna göre kelamın takdiri, sûresinde (Yûnus sûresinde) bulunan şu ayetler,
suyun kendisini silip yokede-mediği o muhkem kitabın ayetleridir" şeklinde
olur.
İkinci ihtimal:
"Bu surede yer alan o ayetler, Allah'ın katında saklı ve muhafazalı olan
kitabın (Levh-i Mahfuz'un) ayetleridir" manasıdır. Bil ki bu iki görüşe
göre, "İşte onlar" kelimesi ile, bu sûrenin ayetlerine işaret edilmiş
olur. Bu durumda, şöyle bir problem ortaya çıkar: Tilke "İşte onlar"
lafzı ite, gâib olana (ortada olmayan-görünmeyen şeye) işaret edilir. Halbuki
bu sûrenin ayetleri ortadadır. Binâenaleyh daha nasrl bu lafız ile, bu ayetlere
işaret edilmesi yerinde ve güzel olabilir? Bil ki bu soru cevab ile birlikte,
{Bakara. ı-zı ayetlerinin tefsirinde geçmişti.
Üçüncü ve dördüncü
ihtimal: Bu lafızda, bu sûreden önce geçen Kur'an ayetlerine işaret edilmiştir.
Dolayısıyla bununla kastedilen Kur'an-ı Hakîm'in ayetleridir. Kitab-ı Hakîm'in
ayetlerinden maksad, Allah katında saklı ve gizli olan o kitabın (Levh-i
Mahfuz'un) ayetleridir.
Bu ayet hakkında şöyle
iki görüş daha vardır:
a) Kitab-ı Hakîm'den maksad, Tevrat ve İncil'dir. Buna
göre ayetin manası, "Bu sûrede zikredilen ayetler, Tevrat ve İncil'de de
bahsedilen ayetlerdir" şeklinde olur ki bu, "Bu sûrede ele alınan
kıssalar, Hz. Muhammed (s.a.s), Tevrat ve İncil'i bilmediği halde. Tevrat'ta ve
İncil'de bahsedilen kıssalara uygundur. Binâenaleyh bu uygunluğun bulunuşu,
Allah Teâlâ'nın, Hz. Muhammed'e vahiy indirmiş olmasıyla mümkündür"
demektir.
b)
Bu. Ebu
Müslim'in görüşü olup, buna göre, ayetteki elif, lâm, râ harfleri, elifba
harflerine birer işarettir. Binaenaleyh "elif. lâm, râ" 'İşte bunlar
Kitab-ı Hakîm'in ayetleridir" ayetinin manası, "Bu harfler, meydan
okumaya esas teşkil eden ve o Kitaö için birer ayet ve alamet kılman şeylerdir.
Binâenaleyh bu kitabın insanların sözünden mucizevî bir sıfatla, farklılığı söz
konusu olmasaydı, o zaman bu üslûbun, aynı harfleri söyleyebilen diğer
insanların sözlerine değil de, sadece bu kitaba has olması imkansız
olurdu" şeklindedir.
[7]
Kitab'ın
"hakîm" diye tavsif edilmesi hususunda da şu izahlar yapılmıştır;
a)
Hakîm, "Kitabın hikmeti
kapsaması" manasında,
hikmetli demektir.
b) Bununla, kelamın sahibinin sıfatı ile tavsif edilmesi
kastedilmektedir. Nitekim A'şâ şöyle demiştir: "Onu kim söyledi? denilsin
diye söylemiş olduğum, krallara gelip çatan garib ve muhkem bir (kaside) hakkı
için!..."
c) Ekserî alimler, "fa'îl" sığasının, ism-i
fail manasına gelmesi bakımından, "hakîm" kelimesinin,
"hâkim" manasına olduğunu söylemişlerdir. Bunun delili, Hak Teâlâ'nın
"Allah peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların ihtilafa
düştükleri şeyler hakkında hüküm vermesi için hak kitaplar indirdi"
{Bakara, 213) ayetidir. O halde Kur'an, hakkı bâtıldan ayırmak için, inançlar;
doğruyu yanlıştan ayırmak için de fiiller hususunda bir hâkim gibidir, Yine
Kur'an, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, nübüvvet iddiasında doğru olduğuna hükmeden
bir hâkim gibidir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in en büyük mucizesi Kur'an'dır.
d) Hakîm, muhkem (sağlam) manasınadır. Bunun masdan olan
ihkâm, fesada (bozulmaya) mani olmak manasındadır. Buna göre
"hakîrn"den maksad, "Onu su silip yok edemez, ateş yakıp silemez
ve asırlar onu değiştiremez" manasıdır. Yahut bundan bu muhkemlikten
maksad Kur'an'ın yalan ve tenakuzdan uzak ve berî oluşudur.
Hasan el-Basrî şöyle
demiştir: "Allah Teâlâ, Kur'an'ı "hakîm" diye tavsif etmiştir.
Çünkü Hak Teâlâ o kitapta adaleti, iyilik etmeyi, akrabaya vermeyi emretmiş,
fuhşiyattan, kötülüklerden ve azgınlıktan nehyetmiştir.Yine O, kitapta,
kendisine itaat edenlere cennet, isyan edenlere cehennem hükmünü vermiştir.
Buna göre "hâkim" "mahkûmun fîh" (kendisinde hükmedilmiş,
içinde hüküm bildirilmiş) manasında olmuş olur.
f) Arapça'da "hakîm", "hikmetli ve doğru
olanı yapan" demektir Binâenaleyh Kur'an'ı, bu sıfatla tavsif etmek mecazi
bir tavsif olmuş olur. Bu mecaz, o Kur'an'ın hikmetli ve sevab olana
götürmesinden ötürüdür. İşte bunlara delâlet etmiş olması bakımından, sanki
Kur'an'ın bizzat kendisi hakîm olmuş olur.
[8]
"İnsanlar için,
insanları uyar ve iman edenlere Rableri indinde bir kadem-i sıdk olduğunu
müjdele" diye içlerinden bir insana vahyedişimiz şaşılacak bir şey mi oldu ki
o kâfirler, "Doğrusu, bu. besbelli bir sihirbaz!" dediler (Yunus. 2).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[9]
Kureyş kâfirleri,
Allah Teâlâ'nın, Hz. Muhammed (s.a.s)'e peygamberlik ve vahiy nasîb etmesine şaşmışlardı.
Allah Teâlâ da onların bu şaşmalarının, kendileri için yadırganacak birşey
olduğunu bildirmiştir. Kâfirlerin, Cenab-ı Hakk'ın, Hz. Peygamber'e vahyi nasib
etmesine şaşmalarının izahına gelince, bu şu şekillerdedir:
1) Cenâb-ı Allah "(Onlar), o bütün tanrıları bir
tek tanrı mı yapmış? Bu cidden acâib birşey!" dediler. Onların elebaşlanndan birkısmı,
birbirine: "Yürüyün,
mâbudlarınıza ibadette sebat edin. Doğrusu, yapılacak iş budur" diyerek
kalkıp gittiler" (Sâd. 5-6) buyurmuştur. Onlar cahillikte, Allah'ın bir
tek oluşuna bile şaşacak oir dereceye vardıkları için, Allah Teâlâ'nın, Hz,
Peygambere vahyi ve peygamberliği vermesine şaşmaları hiç de uzak görülecek bir
ihtimal değil.
2) Mekkeliler, 'Allah Teâlâ insanlara, Ebu Talib'in
yetimi (Muhammed'den) başka gönderecek kimse bulamadı mı!?" diyorlardı.
3) Onlar, "Bir de şunu söylediler: "Şu Kur'an,
iki büyük şehirden, ileri gelen bir adama indirilmeli değil miydi?"
(Zuhruf, 3i) diyorlardı.
Velhasıl, bu şaşıp
hayret etme şu iki şeyden ötürü olmuş olabilir:
a) Cenab-ı Hakk'ın, kâfirlerin "Allah bir insanı mı
peygamber olarak gönderdi!" s-a 94)dediklerini naklettiği gibi, Allah'ın
bir beşeri peygamber olarak göndermesine
hayret etmişlerdir.
b) Onlar buna değil de, aksine, Allah'ın Hz. Muhammed'e,
o bir fakir ve yetim olmasına rağmen, O'na vahyetmesine ve peygamberlik
vermesine şaşmışlardır. İşte, kâfirlerin şaşma sebebi olan şeyin izahı budur..
[10]
Cenâb-ı Allah'ın,
onların bu şaşıp kalmalarını yadırgamasının izahı ise, ayetteki "İnsanlar
için, içlerinden bir insana vahyedi-şimiz şaşılacak birşey mi oldu!"
buyruğudur. Çünkü ayetteki tabiri, lafzen bir istifham olup, "Bu işin
şaşılacak bir şey olduğunu kabul etmeme" manasındadır. Bunun şaşılacak
birşey olmadığı, şu sebeblerden ötürüdür:
a) Allah Teâlâ mahlûkatın hem mâliki (sahibi), hem de
melîki (hükümdarıdır). Melik emretme, nehyetme, izin verme ve alıkoyma güç ve
yetkisi olandır. Binâenaleyh onun, bazı kullan vasıtası ile bu
mükellefiyetlerini o mükelleflere ulaştırıp bildirmesi gerekir. Durum böyle
olunca, Allah Teâlâ'nın da peygamber göndermesi imkansız değil, aksine aklen
mümkün olan bir şeydir.
b) Allahu Teâiâ, mahlûkatı, kullukla iştigal etmeleri
için yaratmıştır. Nitekim, "Ben cinleri de insanları da. ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zâriyat, so):
"Muhakkak ki biz,
insanı birbiriyle karrşık bir damla sudan yarattık. Onu imtihan ediyoruz"
(Dehr. 2) ve "Hakikaten, iyi temizlenen ve Rabbinin adım zikredip de namaz
kılan kimse kurtulmuştur" (A'tâ. i4-t«j buyurmuştur. Sonra, Allahu Teâlâ,
onların akıllarını olgunlaştırmış, onlara hayır ve şerri yapma imkânı
vermiştir. Sonra da kullarına, kendilerine bir peygamber ve uyarıcı
göndermeden, mükellef oldukları şeylerle meşgul olmamalarını bildirmiştir. Bu
durumda, lütuf, kerem ve rahmet vücubiyyeti olmak üzere, onlara, o peygamberi
göndermesi vâcib olmuştur. Bu vâcib olduğuna göre, artık nasıl olur da buna
şaşılabilir?
c)
Peygamber
göndermek işi, Allah Teâlâ'nm,
mükellefleri hiçbir zaman kendisinden mahrum bırakmadığı bir iştir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "senden evvel gönderdiklerimiz, şehirler halkından
kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkeklerdi" (Yusuf, 109) buyurmuştur. O
halde, daha önce benzeri geçmişken, buna daha nasıl şaşılabilir? Bunu,
"Andolsun ki, Nuh'u da kavmine peygamber olarak gönderdik"
(Araf.59)ayeti ile, diğer peygamberlerin kıssaları da desteklemektedir.
d)
Allah Teâtâ
onlara, nesebini, ümmî, çeşitli töhmet ve yalanlardan uzak olduğunu, devamlı
doğru söyleyip iffetli ve namuskâr olduğunu bildikleri birisini peygamber
olarak göndermiştir.Sonra O, hiç bir din mensubuyla içli dışlı olmayan, (onları
tanımayan) ve asla bir kitap da okumamış olan bir ümmî idi. Buna rağmen O,
onlara kendi kıssalarını okuyor ve onların başlarına gelen şeyleri kendilerine
haber veriyordu. Bu da O'nun, sâdık ve Allah tarafından da doğrulanmış birisi
olduğuna delâlet eder ki, işte bu husus da şaşmaya mahal vermez. Bütün bu
hususlar, Cenâb-ı Hakk'tn, "O. ümmiler içinde kendilerinden bir peygamber
gönderendir ki" (Cuma, 2) ve "Sen bundan evvel hiçbir kitap okur
değildin. Elinle de onu yazmadın" (Ankebût, 48) ayetlerinden
anlaşılmaktadır.
e)
Bu gibi hayret
ve şaşma, her peygamber gönderildiğinde de mevcut idi. Nitekim, "Size, ...
kendinizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden bir ihtar ve öğüt geldi diye
teaccüp mü ettiniz! Ad kavmine de kardeşler: Hûd'u gönderdik (...) Semûd
(kavmine) de kardeşleri Salih 'i gönderdik... " (Araf. 63,65. 73)
ayetlerinde de olduğu gibi.
f) Bu hayret ve şaşırma, ya Allah Teâlâ'nm beşerden bir
peygamber göndermiş olmasından dolayıdır, yahut onlar bunun şaşılacak bir şey olmadığını
kabul etmekle beraber, Allah'ın, vahiy ve risâfettni Muhammed (s.a.s)'e
vermesinden dolayı şaşırmışlardır.
Birincisine gelince,
bu uzak bir ihtimaldir. Zira akıl, bu mükellefiyetlerin mevcut olması halinde,
ibadetler ve diğer hususlarda olduğu gibi, dinleri hususunda da, kendisine
muhtaç oldukları şeylerin tamamını onlara öğretecek bir peygamberin ve bir
uyarıcının bulanması gerektiğine şehadet etmektedir. Bunun böyle olduğu sabit
olunca biz diyoruz ki, evla olan, kendisine daha fazla ünsiyyet duysunlar ve
kendisini daha iyi ve daha kuvvetli bir biçimde anlasınlar diye, onlara
kendi cinslerinden, kendi içlerinden birisini peygamber olarak göndermesidir.
Nitekim Cenâb-ı.Hak, "Eğer o peygamberi bir melek yapsaydık, onu. o meleği
yine de bir adam suretinde gösterirdik"(Enam,9) ve "De ki: "Eğer
yeryüzünde insanlar gibi sakin sakin yürüyen melekler olsaydı, biz de onlara
gökten melek peygamber gönderirdik" (isrâ, 95) buyurmuştur.
İkincisi de uzak bir
ihtimaldir. Zira Hz. Muhammed (s.a.s), hayır, takva ve emanet sıfatlarıyla
muttasıf idi. Onlar onu, sadece yetim ve fakir olmakla ayıplıyorlardı ki, bu
son derece tuhaf ve saçma idi. Zira Allah Teâlâ, bütün varlıklardan
müstağnidir. Binâenaleyh, fakirliğin, Allah katında, peygamberin durumunun
noksanlığına; zenginliğin de, O'nun katında peygamberin durumunun
mükemmelliğine bir sebep teşkil etmesi uygun düşmez. Nitekim Cenab-ı Hak:
"Sizi bizim katımca yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne cvlâdlannız
değildir" (Sebe. 3?) buyurmuştur. Binâenaleyh, kâfirlerin, Allah'ın vahiy
ve risâfetini Hz. Muhammed'e vermesinden dolayı şaşmalarının fasit, bozuk bir
tavır ve iddia olduğu sabit olmuş olur.
[11]
Ayetteki kelimesinde
hemze, hem teaccüb etmeyi kabul etmeme hem de muhatabları, o müşriklerin
şaşırmış olmasından şaşmaya davet için getirilmiş bir hemzedir. ifadesi,
kâne'nin ismi, aceben kelimesi de, haberidir. İbn Abbas, acebun şeklinde
okuyarak, nekire olduğu halde kane'nin ismi;
ifadesini de, marife olduğu halde, onun haberi kabul etmiştir. Bu tıpkı
Arapların, "Bal ve su, onun mizacı olur" şeklindeki sözü gibidir. En
güzel izah ise, kâne'nin tam fiil kabul edilerek, ifadesinin aceben
kelimesinden bedel kılınmış olmasıdır.
[12]
Allah Teâlâ "İnsanlar katında şaşılacak bir şey
midir?" demeyip de, 'İnsanlar için şaşılacak bir şey midir?" buyurmuştur. Bu iki
ifade arasındaki fark şudur: Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun manası,
"Onlar onu, kendileri için şaşılacak bir şey addettiler ve uğursuzluğu,
alayı ve şaşmayı ona yöneltmek gayesiyle de. hep onu dillerine doladilar ve
gözlerini ona diktiler" şeklindedir. Halbuki, sözünde bu mana bulunmamaktadır.
[13]
ifadesindeki, fiil ile
beraber en edatı, masdar takdirinde olup, kâne'nin ismidir. Haberi ise, aceben kelimesidir.
Burada, haber mübtedadan önce gelmiştir, zira Araplar, (cümlede) en ehemmiyetli
olanı başta zikrederler. Binâenaleyh bu ayette esas inkâr edilen ve yadırganan
şey, onların şaşmalarıdır. Cenâb-ı Hakk'ın buyruğundaki en edatına gelince, bu
edat tefsir için gelmiş olan endir. Çünkü, evhaynâ kelimesinde,
kulnâ (dedik) manası bulunmaktadır. Bunun enne'den hafifletilmiş en olması da
mümkündür. Buna göre bu ifadenin aslı: "Durum şudur ki: Bizim sözümüz,
"İnsanları korkut ve uyar!" şeklindedir" manasında olmak üzere
J*IaH ^JJ' **' şeklindedir.
[14]
Allahu Teâlâ, Resulüne
vahyettiğini beyan buyurunca, bundan sonra da ona ne vahyedildiğinin
açıklamasını yapmıştır ki, bu da, inzâr ve müjdelemedir.
Uyarmaya gelince bu,
bundan dolayı uygun olmayan şeyleri yapmaktan kaçınsınlar diye, kâfir ve
fâsıklara karşı yapılır.
Tebşîr ise, tâattaki
şevk ve istekleri artsın diye, itaat eden kimselere yapılır.
Bu ayette inzâr,
müjdelemeden önce zikredilmiştir; zira, "tahliye" (boşaltma), tahliye
den (süslemeden) öncedir. Yine uygun olmayan şeyleri gidermek ve yapmamak,
uygun olanları yapmaktan, derece bakımından önce gelir.[15]
"bir kadem-i
sıdk" buyruğu hakkında, hem dilcilerin hem de müfessirlerin görüşleri
bulunmaktadır. Dilcilerin görüşlerine gelince,
Vahidî, "el-Basît" adlı
eserinde şunları nakletmiştir: Leys ve
Ebu'l-Heysem,
kadem kelimesi, sabıka
"öne geçmiş , daha önce bulunmuş" anlamındadır. Buna göre mana,
"Onlar için daha önceden, Allah katında bir hayır yazılmıştır"
şeklindedir. Nitekim şâir Zû'r-rumme, "Sen, Züâbe hanesinin halkından bir kişisin:
onların, herkesçe malûm olan hayırları ve Övgü vesileleri vardır.."
demiştir" demişlerdir.
Ahmed İbn Yahya: Kadem
kelimesi, "senin hayır hususunda yaptığın her şeydir" derken,
İbnu'l-Enbârî, kadem, kendisine yönelinen ve kendisi hususunda asla bir tehir
ve erteleme bulunmayan bir amel ve iş, anlamındadır" demiştir.
Bil ki,
"kadem" lafzının, bu manalara gelmesinin sebebi, çalışma ve öne
geçmenin, ancak "kadem" (ayak) ile meydana gelmiş olmasıdır, Böylece
netice, sebebin ismiyle isimlendirilmiş olur. Bu tıpkı, el ile verildiği için,
nimete yed (el) denilmesi gibidir.
Buna göre şayet,
"Cenâb-ı Hakk'ın, kademe stdktabirindeki, kadem kelimesinin, sıdk
kelimesine muzâf kılınmasının manası nedir?" denilirse biz deriz ki:
Bunun faydası, onun
değer ve üstünlüğünün fazlalığına ve onun, önde gelen şeylerden olduğuna dikkat
çekmektir. Bazı kimseler de bu ifadenin mekâme sıdk, (doğruluk ve sıdk makamı)
manasında olduğunu söylemişlerdir.
Müfessirlere gelince,
bazıları bu tabiri, "sâlih ameller; bazıları, mükâfaat manasına; bazıları
da, Hz. Muhammed (s.a.s)'in şefaati manasına hamletmişlerdir ki; İbnu'l-Enbarî
bu ikincisini tercih ederek şöyle bir şiir nakletmiştir:
mâliki ve sahibi olan (Allah) için namaz kıl
ve insanların ayaklarının sürçüp Tökezleyecekleri o (mahşer) gününde seni
kurtaracak olan bir şefaat (kadem) vesilesi edin."
[16]
Kâfirlere, kendi
içlerinden bir peygamber gelip onları uyarıp müjdeleyip ve onlara Allah katından, O'nun hikmet ve fazlına uygun
olan şeyleri getirince, onlar taaccüb ederek:
"Besbelli bu. bir
sihirbaz" dediler. Yani, "Kendisinin bir peygamber olduğunu iddia
eden şu kimse, bir sihirbazdır" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, Kâfirler...
dediler" diye söze başlaması, "Peygamber onları -yarınca, kâfirler
dediler ki (...)" takdirindedir. Kaffâl, böylesi takdirlerin, Kur'an'da az
olmadığını söylemiştir.
[17]
İbn Kesir, Asım, Hamza
ve Kisaî kıraatlerine göre, Hz. Muhammed kastedilerek, diğer kıraatlere göre
ise, Kur'an-ı Kerim kasdedilerek şeklindedir.
Bil ki kâfirlerin,
Kur'an-ı Kerim'i "sihir" diye nitelemeleri, onlar katında, Kur'an-ı
Kerim'in değerinin büyüklüğüne, onun bir mu'cize olduğuna ve onların buna karşı
r-"nalannın, muarazada bulunmalarının imkânsız olduğuna delâlet eder. İşte
bundan öolayı onlar bu sözü söyleme ihtiyacını duymuşlardır.
Bil ki onların,
Kur'an-ı Kerim'i sihir diye nitelemeye yönelmeleri, kötüleme gayesiyle
olabileceği gibi, bir medih sadedinde zikretmiş olmaları da muhtemeldir. İşte
bundan dolayı, müfessirter bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak
Dazdan, şöyle demişlerdir: Onlar bununla, Kur'an-ı Kerim'in, dışının süslü,
güzel bir «elam olmakla beraber gerçekte batıl ve aslı olmayan bir söz olduğunu
iddia etmek «temişlerdir. Diğer bazıları da şöyle demişlerdir: Onlar, Kur'an-ı
Kerim'in fesahatinin emmel ve mislini meydana getirmek de imkânsız olduğu için,
bu sözleriyle onlar, Kur'an-ı Kerim'in âdeta bir sihir gibi olduğunu
kastetmişlerdir.
Bil ki onların bu
iddiaları, son derece fasit ve yanlış bir söz olunca, (bunun cevabı)
zedilmemiştir. Biz bu sözün, son derece fasit ve yanlış olduğunu söyledik. Zira
-z Peygamber, kendi hemşehrileri idi. Aralarında doğup büyümüş, onlardan
ayrılmamış ve onlardan başka hiç kimse ile içti dışlı olmamıştı. Mekke de,
âlimler we zekî kimseler beldesi de değildi ki, onun, onlardan sihri ve pekçok
ilmi öğrendiği ye böylece de, böylesi bir Kur'an'ı izhar ettiği söylenebilsin!
Durum böyle olunca da,
Kur'an'ı büyü anlamına
hamletmek son derece yanlış ve fasit iddia olmuş olur. Bundan dolayı, buna
cevap verilmemiştir.
[18]
"Şüphesiz ki
sizin Rabbiniz. gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş üzerinde
hükümran olan. her işi yönetendir. Onun katında hiç bir kimseşefaatçi olamaz,
meğer ki kendi izniyle olsun. İşte sizin Rabbiniz olan Allah budur. O halde
ona kulluk edin. Artık iyice düşünüp ibret almaz mısınız?" (Yunus, 3).
Bil ki, Allah Teâlâ
kâfirlerin, Hz. Peygamber'e verilen vahiy ve risâletten dolayı, iddialarını
nakledip, sonra da bu taaccübü, "Mahlûkatın yaratıcısının, sâlih amellere
mukabil onları mükâfaatla; fasit ve bâttl amellere mukabil ukubet ve ceza ile
müjdeleyen bir peygamber göndermesinde, asta imkânsız görülecek bir şey
bulunmadığını belirterek" ortadan kaldırınca, verilmiş olan bu cevabın
mükemmel olması, ancak iki şeyi bildirmeye bağlı olmuştur:
a) Bu âlemin, kahir, kadir olan, emir, yasak ve
mükellefiyetlerle ilgili hükümleri geçerli bir ilâhının bulunduğunun isbât
edilmesi.
b)
Vuku bulacağı
peygamberlerce bildirilen mükâfaat
ve cezanın da gerçekleşebilmesi için haşr, neşr, ba's
ve Kıyametin isbat edilmesi. İşte bundan dolayı, pek yerinde olarak Cenâb-ı
Hak, bu iki neticeyi gerçekleştirmeye delâlet eden hususu ele almıştır.
Ulûhiyyeti isbat demek
olan birincisine gelince, Cenâb-ı Hak bunu, "Şüphesiz ki sizin Rabbiniz,
gökleri ve yeri yaratandır " ayetiyle bildirmiştir. Meadı, ahiret hayatını
ise, "Hepinizin dönüşü, ancak Allah'adır" (Yunua, 4) ayetiyle bildirmiştir.
Böylece bu tertibin, son derece güzel ve mükemmel olduğu sabit olmuş olur.
Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[19]
Biz bu kitapta ve aklî
meselelere dair kitaplarda, yaratıcının varlığına delâlet eden delilin, ya "imkân"
veya "hudûs" delili olduğunu, bu ikisinin de ya zâtlar yahut
sıfatlar hakkında söz konusu olduğunu belirtmiştik. Bu sebeple, yaratıcının
varlığına delâlet eden yolların toplamı dört olur. Bunlar, zâtların imkânı,
sıfatların imkânı, zâtların hudûsu ve sıfatların hudC'sudur. Bu dört şey, bazan
gökler ve yıldızlar âlemi olan ulvî âlem, bazan da süfli âlem için nazar-ı
dikkate alınır. Semavî etaplarda ekseriya zikredilen deliller, gâh ulvî alemin,
gâh süfli alemin halleri ıakkında. sıfatların imkân ve hudûsuna tutunan delillerden
ibarettir. Burada zikredilen ce. ulvî âlemin, miktarları ve sıfatlan hususunda
imkân deliline sarılmaktır. Bunu birkaç yönden izah edebiliriz:
a) Feleklerin kütlelerinin, bölünmeyen cüzlerden meydana
geldiklerinde şüphe Dulünmamaktadır. Her ne zaman durum böyle olursa, hiç
şüphesiz o şey, bir yaratıcıya ve bir takdir ediciye muhtaç olmuş olur.
Birinci mukaddimenin
izahı şöyledir: Feleklerin kütlelerinin, vehmî bir taksimata «bil olduğu
hususunda şüphe yoktur. Aklî meselelerle ilgili eserlerde, vehmî taksimatı
«abul eden her şeyin, cüzlerden ve kısımlardan meydana geldiğine işaret
etmiştik. ve yine biz, felsefecilerin, "cisrnin, yani maddenin taksimi
kabildir; ancak ne var ki z. aslında tek şeydir" şeklindeki iddialarının
yanlış olduğuna da-işaret etmiştik. Böylece, bu anlattığımız şeylerle,
feleklerin kütlelerinin bölünmeyen cüzlerden -eydana gelmiş oldukları sabit
olmuş olur. Bunun böyle olduğu anlaşılınca da, onların b ' yaratıcı ve bir
takdir edene muhtaç olmaları gerekir. Bu böyledir, zira o kütleler, -ıjrekkeb
olarak meydana gelince, (onu meydana getiren) cüzlerinin bir kısmı, o
<ütlenin içinde, bir kısmı da sathında bulunmuş olur. Halbuki o cüzler ve
parçalar, tabiatları, mahiyetleri ve hakikatları bakımından birbirine
denktirler.
Felsefeciler de, "O
feleklerin basit olduğunu, onların, karakterleri farklı olan cüzlerden meydana
gelmelerinin imkânsız olduğunu" söyleyerek, bizim bu "-ukaddimemizin
doğru olduğunu kabul etmiş olurlar. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz
diyoruz ki: O cüzierin bir kısmının içte, bir kısmının da dışta yer almaları, :
şmın içe, içinin de dışa dönmesi, mümkün olan bir iştir. Durum böyle olunca, o
izlerin, îerkîb edilirken bazısını iç kısımda, bazısını da dışta bulunma haline
tahsis eden müdebbir ve kahir bir kudrete muhtaç olmaları gerekir. Böylece bu,
o feleklerin te^kîbleri, şekilleri ve sıfatları hususunda alîm, kadir ve hakim
bir müdebbire muhtaç riduklarına delâlet eder.
b)
Feleklerin
hareketlerinin bir başlangıcı bulunmaktadır. Durum her ne zaman Döyle olursa, o
felekler, hareketleri hususunda kahir olan bir muharrike ve müdebbire muhtaç
olurlar..
Birinci mukaddimenin
doğruluğunun delili şudur: Hareket, bir halden diğer bir hale geçmek
demektir. Bu hususiyet ve mâhiyyet, kendisinden intikâl edilen bir halin
önceden bulunmasını gerektirir. Halbuki "ezel" kavramı, kendisinden
önce bir şeyin bulunmasına zıddır. Binâenaleyh, hareket ile "ezeri
bağdaştırmak imkânsız olur. Böylece, feleklerin hareketinin bir başlangıcının
bulunduğu sabit olmuş olur. Bu sabit olunca da, şöyle denilmesi gerekir: Bu
felekî kütleler ezelde yok idiler. Eğer var idiyseler bile, ancak ne var ki
onlar, hareketsiz olup sükûn halindeydiler.
Bu iki takdir ve
ihtimâle göre de, feleklerin hareketlerinin bir başlangıcı ve evveli bulunuyor
demektir.
İkinci mukaddimeye
gelince, o da şudur: Durum böyle olunca, onların, kahır bir müdebbire muhtaç
olmaları gerekir. Bunun delili şudur. Bu kütlelerin, ne daha önce, ne de daha
sonra olmaksızın tam belirli vaktinde harekete başlamalarının, bir muhassisin
tahsisi ve bir müreccihin tercihi ile olması gerekir. Bu müreccihin, mûcib-i
bizzat {zâtı gereği mûcib) olması imkânsızdır. Aksi halde o hareket, o hareketi
mûcib olanın o vakitten önce bulunmasından dolayı, o vakitten önce bulunmuş
olurdu. Bu bâtıl olunca, bu müreccihin kadir ve muhtar (irade sahibi) bir
varlık olduğu sabit olur ki, zaten ispatlamak istediğimiz netice de budur.
c) Feleğin cüzleri, başka bir felekte değil, kendisinde
mevcuttur. Diğer feleğin cüzleri de, bir başka felekte değil, kendisinde
bulunmaktadır. Binâenaleyh bu cüzlerden herbirinin, o feleklerden herbirine
mahsus olması, mümkin bir iştir. Binâenaleyh, bir müreccihin olması gerekir. Bu
sebeple de, bir önceki izahın aynısı, yine burada da söz konusu olur. Allah
Teâlâ'nın, bu ayette ele almış olduğu bu delilin izahı işte budur.
[20]
Ayetle ilgili birkaç
soru bulunmaktadır:
Birinci soru:
kelimesi, bir şey, malûm bir kaziyye ile tarif edilmeye çalışılırken, müfred
(tekil) bir şeye işaret etmek üzere konulmuş bir kelimedir. Bu tıpkı sana.
"Zeyd kimdir?" diye sorulup da, seninde "O, babası
gidendir" demen gibidir. Bu tarif ancak, onun babasının gitmesi, dinleyen
kimseler tarafından malum olduğu zaman yerinde bir ifade olur. Binâenaleyh,
Cenâb-ı Hak burada, "Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı
günde yaratandır" buyurunca, bu ancak, Cenâb-ı Hakk'ın, gökleri ve yeri
altı günde yaratmış olmasının muhâtablarca bilinen bir şey olması halinde
yerinde olur. Halbuki Araplar, bunu bilmiyorlardı. O halde bu tarif, nasıl
makul ve yerinde olur?
Cevap: Bu söz, yahudi
ve hristiyanlar nezdinde meşhur ve malum bir sözdür. Çünkü bu, onların Tevrat
diye iddia ettikleri kitabın başında yer almıştır. Bu, yahudi ve hristiyanlarca
meşhur olup, Araplar da onlarla temas halinde olunca, Arapların bu meseleyi
yahudî ve hristiyanlardan duymuş olmaları aşikâr bir durumdur. İşte bundan
dolayı, bu tarif güzel ve yerinde olmuştur.
[21]
İkinci soru: Allah'ın,
gökleri ve yeri yarattığı günlerin beyan edilmesindeki fayda nedir?
Cevap: Allah Teâlâ,
bütün âlemi, göz açıp kapama müddetinden daha az bir süre içinde yaratmaya
kadirdir. Bunun böyle oluşunun delili şudur: Alem, parçalanmayan cüzlerden
meydana gelmiştir. Parçalanmayan cüzlerin îcadı ise, ancak bir anda mümkündür.
Zira biz, o cüzün bir süre içinde meydana geldiğini farzedersek, bu süre, hiç
şüphesiz birbirini takip edip izleyen anlara bölünmüş demektir. Binâenaleyh, o
ilk anda bu icada dair bir şey meydana gelmiş midir, gelmemiş midir? Eğer, o
ilk anda, ona dair herhangi bir şey meydana gelmemişse, bu îcad süresinin
dışında kalır. Yok eğer o anda bir şey îcad edilmiş, ikinci anda da başka bir
şey İcad edilmişse, bu durumda sen bak, eğer bunlar parçalanmayan o cüzden
meydana gelmiş iki cüz iseler, bu durumda parçalanmayan o cüz, parçalanmış olur
ki, bu imkânsızdır. Yok, eğer başka bir şey ise, bu durumda, parçalanmayan
cüz'ün icadı, ancak tek bir anda ve tek bir defada olmuş olur. Bütün cüzlerin
icad edilmesi hususundaki söz, böyledir. Böylece Allah'ın bütün âlemi, tek bir
defada yaratmaya kadir olduğu sabit olmuş olur. Keza Cenâb-ı Hakk'ın, bütün
âlemi tedricî olarak yaratmaya kadir olduğunda da şüphe yoktur.
Bu sabit olunca biz
diyoruz ki: Burada iki görüş bulunmaktadır:
a)
Alimlerimizin
görüşü: Buna göre, Allah, her ne irade ederse o şey güze! olur. O'nun
fiillerinden hiçbirisi, hikmet ve fayda gözetilme sebebine bağlanamaz. Bu
görüşe göre, "Allah, âlemi niçin altı günde yaratmıştır da, onu bir anda
yaratmamıştır?" diyenlerin sözü sakıt olmuş olur. Zira biz diyoruz ki, her
şey O'nun san'atı ve yapmasıdır. O'nun yapmasının ve fiilinin sebebi yoktur.
O'nun hüküm ve fiillerinden hiçbirisi, herhangi bir sebebe bağlanamaz. Böylece
bu soru, düşmüş olur.
b) Mutezile'nin görüşü: Mutezile, Allah'ın fiillerinin,
birtakım fayda ve hikmeti kapsaması gerektiğini iddia eder. İşte bu noktada
Kâdî, şöyle der: "Cenâb-ı Hakk'ın, gökleri ve yeri bu muayyen bir müddet
içinde yaratmasının, bazı mükellefler hakkında, daha fazla ibret almaya sebep
olması uzak bir ihtimal değildir." Kâdî, sözüne devamla şöyle der:
"Buna göre, "Bu ibret alan kimdir? İbret alma ciheti nedir?"
denilirse, deriz ki: İbret alanın, Allah'ın gökleri ve yerleri yaratmadan önce
veya onlarla beraber yarattığı canlılardan, mutlaka bir mükellefin veya
mükellef olmayanın olması gerekir. Aksi halde yerlerin ve göklerin yaratılması,
abes olmuş olur.
Şayet, "Cenâb-ı
Hakk'ın, yeri ve göğü, henüz yaratmamış olup, sonra yaratacağı birtakım
canlılardan dolayı yaratmış olması mümkün değil midir?" denilirse, biz
deriz ki: Bir şeyi elden kaçırma korkusu yoktur. Binâenaleyh O'nun, daha sonra
meydana gelecek birtakım canlılar için, kendisinden hiç kimsenin faydalanmadığı
bir şeyi. daha önceden yaratmış olması caiz değildir. Bu ancak, birtakım
şeylerin mukaddimeleri hakkında, bizim tarafımızdan yapılması doğru olan bir
şeydir, Çünkü biz, elden kaçırma, yapamama, kusur etme endişesini taşırız. Bu
sabit olunca, haberde, "Melekler, yerlerin ve göklerin yaratılmasından
önce yaratılmışlardı" şeklinde yer alan husus doğru olmuş olur.
[22]
Hâl böyle olunca
şayet, "O melekler için, mutlaka işgal etmeleri gerekli olan bir yerin
bulunması gerekir? Binâenaleyh gökler ve yerler yaratılmadan önce mekânın
bulunması söz konusu değildir. O halde onların, mekansız olarak varolmaları
nasıl mümkün olur?" denilirse, biz deriz ki:
"Arşı, gökleri ve
yeri, yerlerinde durdurmaya kadir olan zât, o melekleri işgal edecekleri o
yerlerde, o boşluklarda, kudret ve hikmetiyle tutmaktan nasıl aciz olabilir?
Bu husustaki ibret
alma cihetine gelince, burada bir ibret alan söz konusu olunca, onun görüp
müşahede ettiği şeylerle gitgide ibret almasının daha kuvvetli olması imkânsız
değildir. Bunun delili şudur: Bu şekilde meydana gelen şey, mutlaka onun hür ve
irâde sahibi olan hakim bir fail tarafından yaratıldığına delâlet eder. Ama,
bir anda yaratılanlara gelince, o şey buna delâlet etmez."
[23]
Üçüncü soru: Bu günler,
dünya günleri gibi mi, yoksa İbn Abbas'tan rivayet edilen, "Onlar, her
günü sizin saydığınız bin yıla tekabül eden, âhiret günlerinden altı
gündür" demesi gibi midir?
Cevap: Kadî şöyle der:
"Bu hususta görünen odur ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, yer ile göğü yarattığı
müddeti, kullarına bildirmesidir. Bunun bir tarif olması, ancak bu müddetin
malûm günler olması halinde mümkündür."
Birisi şöyle
diyebilir: "Tarif, Tevrat ve İncil'de ele alınan günler ile yapılıp,
burada bahsedilen de, dünya günleri değil, âhiret günleri olunca, bu, tarifin
doğruluğunu zedelemez."
[24]
Dördüncü soru:
"Bu günler ancak, güneşin doğup batmasına göre değer kazanır. Halbuki bu
mana, güneş yaratılmadan önce söz konusu olamaz. O halde bu tarif, nasıl
düşünülebilir?"
Cevap: Bu tarif, şu
itibarla hâsıl olur: "Göklerin ve yerin yaratılışı bir zaman müddeti
içinde olmuş olsaydı ve şayet dönen felekler, güneş ve ay bulunmuş olsaydı, o
müddet, altı güne tekabül ederdi" demektir.
[25]
Birisi şöyle
diyebilir: "Bu, âlemin, zarfında meydana geldiği ve âlem yaratılmadan önce
bulunan bir müddetin bulunmasını iktizâ eder ki, bu da (müddetin) kadîm olması
sonucunu doğurur."
Cevap: O müddet mevcut
olmayıp, farazî ve vehmidir. Bunun delili şudur: O muayyen müddet, hadistir.
Onun hadis olması, başka bir zamana muhtaç olmaz. Aksi halde, sınırsız ve
sonsuz zamanların kabul edtfmesi gerekir ki, bu imkânsızdır. Binâenaleyh
onların, zamanın hadis olması hususunda söyledikleri her şeyi biz, âlemin hadis
olması hususunda Öne sürüyoruz.
[26]
Beşinci soru:
"Gün" sözüyle bazan, gecesiyle birlikte olan gün, bazan da sadece
gündüz kastedilir. O halde bu ayetle, bu ikisinden hangisi kastedilmiştir?
Cevap: Arapça'da genel
olarak yevm (gün) sözüyle, gecesiyle beraber olan gün kastedilir.
[27]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sonra Arş üzerinde hükümran
oldu" ayetine gelince,
bu hususta birkaç konu
bulunmaktadır:
1) Bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, Arş üzerinde oturmuş,
karar kılmış olduğu zannınt uyandırır. Bu husustaki tafsilatlı açıklama, Tâ-hâ
sûresinin başlarında geçmiştir. Ancak ne var ki biz burada, kısa bir açıklama
ile yetiniyor ve şöyle diyoruz: Ayet-i kerimeyi zahirine hamletmek mümkün değildir Bunun böyle oluşunun delilleri şunlardır:
a) "Allah'ın Arş'a istiva etme"si, Arş'ın
olmaması halinde düşeceği ve aşağıya doğru inecek bir biçimde ona yaslanmış ve
onun üzerinde karar kılmış olması demektir. Bu bizim tıpkı, "Falanca,
koltuğuna dayanmıştır" dediğimizde, bu sözden, böyle bir
mânânın anlaşılmasına benzer. Ancak ne var ki, bu mananın kabul
edilmesi, Cenâb-ı Hakk'ın, Arş'a muhtaç olmasını ve Arş'ın olmaması halinde
.O'nun düşmesini ve aşağıya
doğru inmesini gerektirir
ki, bu imkânsızdır. Çünkü müslümanlar, Arş'ı tutanın ve onu
muhafaza edenin, Allah olduğu hususunda mutabıktırlar. Hiç
kimse. Allah'ı tutanın
ve O'nu koruyanın
Arş olduğunu söylememiştir.
b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra Arş üzerinde hükümran oldu
" buyruğu, O'nun, daha önce Arş'a dayanmadığına delâlet eder. Bu da, Allah
Teâlâ'nın bir halden başka bir -hale geçtiğini gösterir. Bir halden başka bir
hale geçen her varlık "muhdes" olur. Oysa, Allah Teâlâ hakkında bu,
ittifakla bâtıldır.
c)
O vakitte
"istiva" meydana gelince, bu, Allah Teâlâ'nın o vakitten öncebir hareket ve
kımıldanış içinde olmasını gerektirir. Halbuki bütün bunlar, sonradan meydana
gelmiş olan şeylerin niteliklerindendir.
d) Ayetin zahiri, Allah Teâlâ'nın, gökleri ve yeri
yaratmasından sonra Arş'a istiva ettiğine delâlet eder. Zira, sunime sonra kelimesi, terahiyi, sonralığt
gerektirir. Bu da, Allah Teâlâ'nın Arş'ı yaratmadan önce Arş'tan müstağni
olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, Allah Arş'ı yarattığı zaman. O'nun hakikat
ve zâtının istiğna halinden, muhtaç olma haline dönüşmesi imkânsız olur.
Dolayısiyle Allah'ın, Arş'ı yarattıktan sonra da Arş'tan müstağni olarak
kalması gerekir. Böyle olan herkesin, Arş üzerinde karar kılmış olması imkânsız
olur. Bu sebeple, yapılan bütün bu izahlarla, bu ayeti, zahirî manasına
hamletmenin, ittifakla mümkün olmadığı sabit olmuş olur. Bu böyle olunca da,
bununla, Allah için bir mekân ve bir cihetin isbat edilmesi hususunda istidlal
edilmesi imkânsız olur.
[28]
Müslümanlar, göklerin
üstünde Arş denilen büyük bir cismin bulunduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bunun
böyle olduğu sabit
olunca biz deriz ki: Bu ayette bahsedilen
Arş ile, bu gökler
üzerindeki Arş mı, yoksa başka bir Arş mı kastedilmiştir? İşte bu hususta iki
görüş vardır:
[29]
Birinci görüş: Bu, Ebu
Müslim el-İsfehanî'nin tercih ettiği görüştür. Buna göre, ayetteki
"Arş"dan maksad bu olmayıp aksine Hak Teâlâ'nın bu beyanı ile,
Cenâb-ı Hakk'ın gökleri ve yeri yaratırken, göğün tavanını ve boyunu
yükseltmesi, yani yüksek olarak yaratması murad edilmiştir. Çünkü her binaya
"Arş", onu yapana da "Âriş" denir. Nitekim Allah Teâlâ, "Ağaçlardan ve
insanların yapacakları (J^v*>) çardaklardan evler kovanlar
edin" (Nam. 68) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Allah bir kasabadan bahsederken
"Nice memleketler vardır ki, arşları, yani tavanları, duvarları üstüne
çökmüştür"(Hacc, 45) buyurmuştur. 8u ifade ((e, o memteketferin binaları
sağlam ve tavanları ayakta olmasına rağmen, artık, içlerinde hiç kimsenin
yaşamadığı kastedilmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, "O'nun Arş'ı su üstünde
id/"(Hûd. i) buyurmuştur ki burada "arş"dan maksad
"bina"dır. Allah Teâlâ, kendi kudreti hususunda daha fazla hayranlık
verici olduğu için bunu zikretmiştir. Çünkü bir bina yapan kimse, onun
yıkılmaması için, sudan uzak,sert ve katı toprak üzerinde kurar, Allah Teâlâ
ise, aklı olan kimselere kudretini ve mükemmel ululuğunu bildirmek için,
gökleri ve yeri su üzerine bina etmiştir. "Arş üzerine istîva",
kahren onun üzerine hükümran olmak demektir. Bunun delili, "(O Allah),
bütün mahlûkatı sınıf sınıf yaratmış, sırtlarına oturup karar kılasmız. sonra
üzerlerine yerleşince, kalblerinizle Rabbinizin nimetini iyice düşünesiniz
diye, sizin için gemilerden ve hayvanlardan bineceğiniz şeyleri
yaratmıştır" (Zuhrut. 12-13)ayetidir. Ebu Müslim sözüne şöyle devam eder:
"Böylece ayetin lafzının bu zikrettiğimiz manaya muhtemel
olduğu sabit olmuş olur. Bundan dolayı diyoruz ki lafzı bu manaya hamletmek
gerekir.
Bu "Arş"ı,
gökteki Arş manasına hamletmek caiz değildir. Bunun delili şudur: Bir
yaratıcının varlığına getirilen delilin bilinen ve görülebilen bir şey olması
gerekir. Gökteki Arş ise böyle değildir. Ama göklerin ve yerin kütlesi, görünen
ve müşahede edilen şeylerdir. Binâenaleyh bunların çeşitli durumlarını, hakim
olan bir yaratıcının varlığına delil getirmek mümkün, makul ve yerinde bir iş
olur." Ebu Müslim, daha sonra şöyle der: "Hak Teâlâ'nın,
"Şüphesiz ki sizin Rabbinizgökleri ve yeri aiîı günde yaratandır"
buyruğu, bu varlıkların kütlelerini yarattığına; "Sonra Arş üzerine istiva
etti" ifadesinin de, o gökleri ve yeri yüksek yarattığına ve onlara
kendilerine uygun şekiller verdiğine bir işaret olması da, bu hususu destekler.
İşte bu izaha göre bu ayet, Hak Teâlâ'nın, "Sizi tekrar yaratmak mı daha
güçtür, yoksa göğü yaratmak mı? Onu Allah bina etmiştir ve onun boyunu o
yüksehmiştir"(Nâz.âı 27-28) buyruğuna da uygun olmuş olur.
Cenâb-ı Hak, bu
ayetlerde önce gökleri yarattığını, ikinci olarak da onların boyunu yükseltip,
onlara bir bir nizam verdiğini bildirmiştir. İşte burada da böyledir O,
"gökleri ve yeri altı günde yarattı" buyurarak, onların kendilerini
yarattığını; sonra "Arş üzerine istiva etti" buyruğu ile de, gökleri
ve yeri yükselttiğini, onlara uygun şekiller verip nizama koyduğunu kastetmiştir."
[30]
İkinci görüş:
Müfessirlerin ekserisine ait olan, meşhur ve yaygın görüşe göre, ayette
bahsedilen Arş'dan murad, gökler üstündeki o büyük cisimdir. Bu görüşte olanlar
şöyle demişlerdir: "Hak Teâlâ'nın: "Sonra Arş üzerine istiva
etti" ayetinin, "Allah, Arş'ı, gökleri ve yeri yarattıktan sonra
yarattı" manasına gelmesi mümkün değildir. Bunun delili, Hak Teâlâ'nın bir
başka ayette, "O'nun Arş'ı su üstünde idi" (Hûd. 7) buyurmuş olmasıdır.
Bu, Allah Teâlâ'nın Arş'ı, göklerden ve yerden önce yaratmış olduğunu gösterir.
Aksine bu ayeti, başka bazı manalarla tefsir etmek gerekir. Bu manalardan biri
şudur: "Allah, Arş'a istiva etmiş olarak işleri idare eder."
Bir üçüncü görüş de
şudur: Arş'dan maksad, mülk, yani hâkimiyettir. Nitekim "Falanca tahta
çıktı, yani hâkim oldu" denilir. Buna göre ayetteki, "Sonra o. Arş
üzerine istiva etti" buyruğundan maksad şudur: "Allah Teâlâ gökleri
ve yeri yaratıp, felekler ve yıldızlar dönmeye başlayıp, onların dönmesi ile de
dört mevsimi, madenler, bitkiler ve canlılara ait çeşitli durumları halkedince,
bütün bu mahlûkatın ve kâinatın varlığı hasıl olmuştur." Velhasıl Arş,
mülk demek olup, Allah'ın mülkü de mahlûkatının varlığından ibaret olup, O'nun
mahlûkatının varlığı da, gökleri ve yeri yaratmasından sonra meydana gelince,
pek yerinde olarak, terâhî (zaman itibarı ile sonralık) ifade eden summe
kelimesinin ayetinin başına gelmesi doğru ve yerinde olmuştur. Allah Teâlâ,
maksadını en iyi bilendir.
[31]
Ayetteki buyruğu
"O, hikmetinin gereğine göre hüküm ve takdir eder ve isterinde isabetli
olan şeylerin bulunması, uygun olmayan şeylerin var olmaması için, işlerinin
neticelerini ve sonuçlarını düşünen kimsenin davrandığı gibi davranır"
dernektir. Ayetteki "emr" kelimesi ile, durum ve hal manası
kastedilmiştir, yani "Allah, mahlûkatın, göklerin ve yerin rnelekûtunun
hallerini idare eder" demektir. Buna göre eğer, "Bu cümlenin, ayet
içindeki yeri nedir?" denirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, gökleri ve yeri
altı günde yaratıcı olması ve Arş'a istiva etmiş olması ile, azametinin ve
ululuğunun sonsuzluğuna işaret etmiştir. Sonra da bunların peşisıra, ulvî ve
süfli âlemde meydana gelen bütün iş ve hadiselerin ancak kendi takdiri,
tedbiri, hükmü ve kazası ile meydana geldiğine işaret etmek için de bu cümleyi
getirmiştir. Binâenaleyh bu, Allah Teâlâ'nın kudretinin, hikmetinin, ilminin,
ihatasının ve tedbirinin sonsuzluğuna, kendisinin bütün mümkinât âleminin
yaratıcısı olduğuna ve her türlü ihtiyacın varıp kendisine dayandığına bir
delil olmuş olur.
[32]
Hak Teâlâ'nın
"Onun katında hiç bir kimse şefaatçi olamaz, meğer ki kendi izniyle
olsun" ifadesi ile ilgili iki görüş vardır:
Birinci görüş: Meşhur
olan bu görüşe göre, bundan murad, "Allah Teâlâ'nın her şeyi yaratması ve
idare etmesi, hiçbir şefaatçinin şefaati ve müdebbirin tedbiri ile olmaz ve hiç
kimse O'nun izni olmadan herhangi bir hususta O'ndan şefaat dileme (aracı olma)
cesaretini gösteremez. Çünkü hikmetli ve doğru olan işi en iyi bilen Allah
Teâlâ'dır. Binâenaleyh o insanların, doğru ve uygun olduğunu bilemedikleri şeyi
Allah'dan istemeleri doğru olmaz" manasıdır. Buna göre eğer,
"Şefaatçi" sözünün, "yaratmaya başlama" hususu ile birlikte
zikredilmesi nasıl uygun düşer? Bunun ancak Kıyamet halleriyle ilgili yerlerde
zikredilmesi"uygun olur" denilirse, buna birkaç şekilde cevap
verilir:
1)
Zeccâc şöyle
demiştir: "Bu ayetin muhatabı olan o kâfirler, "Putlar, Allah katında
bize şefaat edecekler" diyorlardı. Binâenaleyh bu ayetten maksad, onların
bu sözlerini yüzlerine çarpmaktır. Bu tıpkı, ''Ogün rûh ve melekler saf halinde
ayakta dururlar. Rahman Allah'ın izin verdiği kimselerden başkası o gün
konuşamaz" îNebe, 38) ayetinde ifade edildiği gibidir.
2) Şöyle de denilebilir: Allah Teâlâ, kendisinin, ortağı
ve karşı geleni olmaksızın, âlemin üzerinde yegâne tasarruf eden ilah olduğunu
beyan edince, "Her işi yönetendir'7
buyurarak, mebde' (dünya) işini; "Onun katında hiç bir kimse şefaatçi
olamaz" İle de me'âd (ahiret) işini beyân etmiştir.
3) Şu da denebilir: Allah Teâlâ, âlemin yaratılışının
başlangıcında, işleri yönetmeyi en güzel bir biçimde yapmıştır, faydaları
gözetmiştir. Halbuki o durumda, faydaları elde etmek için şefaatçilik eden kimse de
yok idi. Binâenaleyh bu, âlemin ilahının, kullarını görüp gözettiğine, onlara
ihsanda bulunduğuna, onlar için iyilik irâde edip, onlara rahmet eden bir zat
olduğuna delâlet eder. Öyle ise Hak Teâlâ'nın, bu vasıflarda olması (iyilik
etmesi için) bu hususlarda bir şefaatçinin bulunmasına gerek yoktur.
İkinci görüş: Bu, Ebu
Müslim ei-İstehanî'nin görüşüdür. D şöyle demiştir; Ayetteki "Şefî",
"ikinci" manasınadır. Bu, "vitr'Mn (tek olanın) zıddı olan, şef
kelimesinden alınmıştır ve tıpkı '"ferd" (tek) ve "zevç"
(çift) lâfızları gibidir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: "Allah Teâlâ
gökleri ve yeri O'nunla birlikte O'na yardım eden bir ortak olmaksızın, tek
başına yaratmıştır. Daha sonra melekleri, cinleri ve asanları
yaratmıştır," Ayetteki. "(Bu şefaat) meğer ki kendisinin izniyle olsun"
buyruğu ile bu mana kastedilmiştir. Yani "Meydana gelen ve varlık âlemine
giren herkes, ancak Cenâb-ı Hakk'ın ona "Kün" (ol) demesinden sonra
var ojmuş ve hasıl olmuştur" demektir.
Bil ki Allah Teâlâ bu
delilleri beyân edip, bu halleri enine boyuna açıklayınca, ayeti. 'İşte sizin
Rabbiniz olan Allah budur- O halde O'oa kulluk edin" buyruğu ile
bitirmiştir. Cenâb-ı Hak böyle buyurarak, ibadetin ancak zâtı için yapılmasının
uygun düşeceğini beyan buyurmuş ve bahsettiği bütün nirnetleri verenin Kendisi
olmasından ötürü, her türlü ibâdete de ancak kendisinin müstehak olduğuna
dikkat çekmiştir.
Daha sonra da, kesin
ve çök açık o deüüer üzerinde tefekkür edilmesinin gerektiğini göstermek için,
JjjTûî y& "Artık iyice düşünüp ibret almaz mısınız?" Duyurmuştur.
Bu da, Allah'ın yaratıkları üzerinde düşünmenin ve mahlûkattan, O'nun
ululuğuna, izzetine ve azametine deliller çıkarmanın, en yüksek bir makam ve en
mükemmel bir derece olduğuna delâlet eder.
[33]
"Hepinizin dönüşü
ancak O'nadır. Aİlah, bunu size bir hak olarak vaadetmiştir. Halkı ilk defa
dirilten, sonra imân edip salih amelle'r işleyenlere, adaleti ile
mükâfaat vermek için. yine huzuruna döndürecek olan hiç . şüphesiz O'dur.
Kâfirler için ise. küfürlerinde ayak diretmeleri yüzünden, kaynar sudan bir
içki ve acıklı bir azab vardır" (Yunus,
4).
,
Bil ki Hak Subhanehû
ve Teâlâ, mebde'in (ilk yaratılışın) varlığına delâlet eden delilleri ele
alınca, bunun peşinden me'âd'ın (ahiretin) doğruluğuna dâir olan delilleri
getirmiştir.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[34]
Bu, hasrın ve neşrin
inkâr edilmesinin, bedîhi bir ilim olmadığının izahı hakkındadır. Buna şunlar
delalet etmektedir:
a)
İnsanlar, hasrın
ve neşrin olup olmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. İnsanların çok büyük
bir kısmı, onun mümkün olduğunu söylemişlerdir. Bunlar, din sahibi olan
insanların hemen hemen hepsidir. İmkansız olduğu açık olarak bilinen bir
hususta, bir ihtilafın meydana gelmesi de imkansız olur.
b)
Biz, akl-ı
selimimize başvurup, ona birin iki sayısının katı olduğunu ve bu kaziyyeyi
sunduğumuzda, imkansız olma kuvveti bakımından bu kaziyyeyi, birinci kaziyye
gibi bulamayız.
c) Biz, nefs-i natıkanın (ruhun) varlığını ya kabul
eder, yahut etmeyiz. Eğer kabul ediyorsak, bu problem tamamıyla ortadan kalkmış
olur. Çünkü nefs-i natıkanın birinci defada bedenle ilgisi imkansız olmadığı
gibi, ikinci defa da (ahirette) onun bedenle ilgisi imkansız olmaz. Biz nefs-i
natıkayı kabul etmesek de bu ihtimal vardır. Çünkü Hak Teâlâ'nın o bölünmüş
parçaları ikinci defa biraraya getirerek, önceki şekliyle o insanı yeniden
yaratacağını söylemek uzak bir ihtimal değildir.
d) Hak Teâlâ hasrın ve neşrin mümkün olduğuna delâlet
eden pek çok misaller zikretmiştir. Biz, onları burada şöylece topluyoruz:
[35]
Birinci misal: Biz,
sonbaharda yeryüzünü zelil ve perişan, yazın sıcağının şiddetinden ötürü
kendisine kuraklık hükümran olmuş bir vaziyette görüyoruz. Cenab-ı Hak daha
sonra, kıştn ve baharın yere yağmurlar indiriyor ve böylece o yer, bu halinin
peşinden çeşitli çiçeklerle ve harikulade pırıltılarla bezenmiş bir hale
dönüyor. Nitekim Cenâb-ı Hak:
1) "Allah, rüzgârları salıverip de bulutları
harekete getirendir. Derken biz, o bulutları ölü bir toprağa sürüp, onunla yeryüzünü, ölümünün ardından
canlandırmışızdır.İşte ölülerin dirilmesi de böyledir.(Fatır, 9)
2)
"Senin hakikaten boynunu
bükmüş gördüğün yeryüzü
de O'nun ayetlerindendir. Fakat
biz üzerine suyu indirdiğimiz vakit o, harekete gelir, kabam" (Fussilel,
39);
3) "Allah, hakk'm taa kendisidir. Hakikaten ölüleri
o diriltiyor" (Hacc, 6);
4) "Allah'ın,
yukarıdan bir su
indirip de onu
yeryüzünde menba'lara
(kaynaklara) sevkettiğini, sonra onunla türlü renklerde ekinler (nebatlar
yetiştirip) çıkardığını, sonra onlan kuruttuğunu görmedin mi? Nihayet sen
onları sapsarı bir hale gelmiş görürsün. Sonra da Allah onu kuru bir kırıntı
yapıyor. Muhakkak ki bunda temiz akıl sahipleri için bir ibret var"
{Zumer, 21) buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak
"Bunda temiz akıl sahipleri içn bir ibret var" buyruğu ile, âhiret
işine dikkat çekmiştir.
5) Yine O, "Sonra onu öldürüp kabre soktu. Daha
sonra, dilediği zaman da onu tekrar diriltecek. Doğrusu o insan. Allah'ın
emrettiği şeyleri yerine getirmemiştir" (Abese, 21-24) buyurmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.s)
de şöyle buyurmuştur: "İlkbaharı gördüğünüz zaman, haşn-neşri (ölümden
sonra dirilmeyi) daha çok hatırlayıp anınız." İlkbaharla dirilme
arasındaki benzerlik, ancak bizim .bahsettiğimiz yöndendir.
İkinci misal:
Herbirimiz, kendimizde fazla kilo alma sebebi ile bir büyüme; zayıflama sebebi
ile de bir noksanlaşma-kücülme hissederiz. Sonra insanın, yine kilo almak
suretiyle, zayıflıktan önceki durumuna döndüğünü biliriz. Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz deriz ki: Kısmen olması caiz ve mümkün olan birşeyin, tamamen
olması da imkansız değildir. Bu da sabit olunca, yeniden dirilmenin imkansız
olmadığı ortaya çıkmış olur. İşte Cenâb-ı Hak, "Sizi. bilemeyeceğiniz bir
yaratılışta ve şekilde tekrar yaratacağız"(s&^a.^) ifadesi ile buna
işaret etmiştir. Bu, "Hak Teâlâ önce'zatlarınızı yaratmaya, sonra da
yaşarken sizler kilolandığınızın ve zayıfladığınızın farkında olmaksızın azar
azar ikinci kez, o (artan-eksilen) cüzlerinizi yaratmaya kadir olduğuna göre,
O'nun için kabirde çürüdükten sonra Kıyamette toplamak için sizi yeniden
diriltmesinin imkansız olmayacağına da kesinkes hükmetmek gerekir.
[36]
Üçüncü misal: Allah
Teâlâ, bizi, daha önce bir örneğimiz-modelimiz olmadığı halde, doğrudan doğruya
yaratmaya kadir olduğuna göre, O'nun ilk yaratması varken lyani ilk örnek
varken), bizi yeniden yaratmaya haydi haydi kadir olur. Cenâb-ı Hak bu hususu
pek çok ayetinde beyan buyurmuştur:
1) "Halkı ilkin dirilten, (yine kendisine) geri
çevirecek olan şüphesiz O'dur" rvunus. 4);
2)
"De ki:
"Onları ilk defa yaratan diriltecek"(Yasın, 79);
3)
"Andolsun
ki birinci yaratılışınızı bildiniz. Fakat (tekrar yaratılacağınızı da)
düşünmeli değil misiniz?"
(vakıa, 62);
4) "Yoksa biz ilk yaratıştan acz mi gösterdik ki
tekrar diriltmekten âciz olahm'? Hayır, onlar bu yeni yaratıştan şüphe içindedirler"
(Kât, 15);
5)
"însan
kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor? O. (rahme) dökülen meniden bir
damla su değil miydi... Bütün bunları yapan Allah, ölüleri tekrar diriltmeye
kadir değil midir? (Elbette kadirdir)" (Kıyame, 36-40»;
6)
"Ey
insanlar, eğer siz öldükten sonra dirilme hususunda bir şüphe içinde iseniz, şu
muhakkak ki biz sizin aslınızı topraktan yarattık... Kıyamet elbet gelecektir.
Onda hiçbir şüphe yoktur. Muhakkak Allah kabirlerde olan kimseleri de diriltip
kaldıracaktır" (Hacc. 5-7). Bu_ ayette Cenâb-ı Hak, hasrın olacağına
şunları delil getirmiştir:
a) O, i!k yaratılışı, ikinci yaratılışa (teKrar
yaratmaya) delil getirmiştir ki, bu ayetteki "Eğer siz öldükten sonra
dirilme hususunda bir şüphe içinde iseniz, şu muhakkak ki biz sizin aslınızı
topraktan yarattık" buyruğundan anlaşılmaktadır. Buna göre sanki Cenâb-ı
Hak şöyle demek istemiştir: "İlk yaratma, bu cisimlerin birtakım
hallerden, diğer birtakım hallere geçmesi ile meydana gelince, ikinci
yaratılışın, birbirini takib eden pekçok değişme ve farklılaşmadan sonra
meydana gelmesi niçin mümkün olmasın?"
b)
Allah
Teâlâ-bunu, ölü, kupkuru yeryüzünü diriltmesine benzetmiştir.
c) Hak Teâlâ, hakkın tâ kendisidir. O, ancak kudreti,
ifmi ve hikmeti tam ve kâmil bir varlık olması halinde böyle olur. Hasrın ve
neşrin mümkün olduğu hususunda, bu ayetten çıkarılan izahlar bunlardır.
7)
"De ki:
"Gerek bir taş gibi çetin, gerek bir demir gibi kuvvetli olun, yahut
göğüslerinizde (akıllannızca) büyüyen
herhangi bir halk
olun. (mutlaka
diriltileceksiniz). Onlar. "O halde bizi kim geri çevirecek
(tekrar yaratacak?)" diyecekler. De ki: "Sizi ilk defa yaratmış olan
(diriltecektir)" (isra, 50-51).
[37]
Dördüncü misal: Allah
Teâlâ, cüssece insanlardan daha büyüklerini yaratmaya kadir olduğuna göre,
insanları yeniden yaratamıyacağı nasıl söylenebilir? Çünkü en zor iş bile
kendisine kolay olan bir kimseye, basit ve önemsiz olan bir iş, haydi haydi
kolay gelir. İşte bu mana, pekçok ayette ifade edilmiştir:
1) "Gökleri ve yeri yaratan Allah, onlar gibisini
yaratmaya kadir değil midir?"(Yasın. 81)
2)
"Gökleri
ve yeri yaratmış ve onları yaratmaktan dolayı yorulmamış olan Allah, ölüleri de
diriltmeye kadirdir" (Ahkai, 33);
3)
"Sizi
tekrar yaratmak mı daha güç. yoksa göğü yaratmak mı?" (Naz.âı. 27).
[38]
Beşinci misal: Haşr ve
neşrin mümkün olduğuna, uykudan sonra uyanma da delil teşkil eder. Çünkü uyku
ölümün kardeşidir. Uyanma ise, öldükten sonra dirilmeye benzer. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "Geceleyin sizi öldüren {öldürür gibi uyutan), gündüzün ne elde
ettiğinizi bilen, sonra sizi o zaman (diriltircesine) uyandıran O'dur"
=-am, 60) buyurmuş ve sonra bunun peşisıra ölüm ve öldükten sonra dirilmeden
Dahsederek, "O. kullarının üzerinde yegâne hâkimdir. Size bekçi melekler
yolluyor. Sihayet herhangi birinize ölüm geldiği zaman, o elçilerimiz, en ufak
bir ihmalde bulunmaksızın onun ruhunu alırlar. Sonra görürsün ki bunlar, bütün
işlerine hak \e adi ile mâlik olan Allah'a döndürülmüşlerdir" (Enam. eı-62)
buyurmuştur. Allah Teala bir başka ayetinde de, "Allah ölenin ölümü
zamanında, ölmeyenin de ^ykusunda. ruhlarını alır. Bu suretle hakkında ölüme
hükmettiği canı tutar, diğerini muayyen bir vakte (eceli gelinceye) kadar
salıverir. Şüphe yok ki bunda iyi düşünen ri-.mseler için kesin ibretler
vardır" (Zümer,42)buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk ''Bunda iyi ,nen kimseler
için kesin ibretler vardır" buyurarak, bütün bu hallerin nazarı dikkate
alınması ile, öldükten sonra dirilmenin, haşrin ve neşrin olabileceğine
istidlal etmiştir.
Altıncı misal: Ölümden
sonra dirilmenin inkâr edilmesinin sebebi, birbirine zıd olan iki şeyin ard
arda gelmesidir. Fakat Allah'ın kudreti karşısında bu, yadırganacak birşey
değildir. Çünkü hayatın peşinden ölüm meydana geldiğine göre, ölümden sonra da
hayatın meydana gelmesi nasıl olur da tuhaf görülebilir? Zira her iki zıddın
durumu da aynıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususu anlatmak için, "Aranızda
ölümü. biz ta'yin ve takdir ettik ve biz, önüne geçilecek, engel olunabilecek
de değiliz" :Vakı a.60-61)buyurmuştur. Hem biz, ateşin, sıcaklığına ve
kuruluğuna rağmen, soğuk ve rutubetli yeşil ağaçtan çıktığını görmekteyiz.
Nitekim Cenab-ı Hak, "O, yemyeşil ağaçtan, sizin için ateş çıkarandır.
İşte bakın, ateşi ondan alıyorsunuz" (Yasin, 80) Duyurmuştur. İşte bu
meselede de böyledir. Kıyametin, haşir ve neşrin aklen garip görülecek birşey
olmadığının izahı hususunda söylenecek söz bundan ibarettir.
[39]
İkinci mesele, meâdın
(âhiretin) hak ve gerekli olduğuna dâir deliller hakkındadır.
Bil ki ümmet-i
Muhammed, bu hususta ikiye ayrılmıştır: Bazıları, "Âlemin ilahının aklen merhametli, âdil,
olup
karşılığında daha
büyük ve yüce menfaat koymaksızm elem ve zarar vermekten münezzeh olması
gerekir" derlerken, bazıları da bunu kabul etmeyerek, "Allah'a asla birşey
vacib değildir. O, aksine, istediğini yapar ve dilediği şekilde hükmeder"
derler.
Birinci kısım alimler,
me'âdın varlığına birkaç şekilde hüccet getirirler:
[40]
Birinci hüccet: Allah
Teâlâ, insanları yaratmış ve onlara, sayesinde iyi ve kötüyü
ayırdedebilecekleri bir akıl ile hayır veya şer işleyebilecekleri bir güç
vermiştir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Allah'ın, hikmet ve adaletinin
gereği, insanları kendisini kınamaktan ve O'nu kötülükle yâdetmekten,
cehaletten ve yalandan, peygamberlerine ve insanların velilerine ve salihlerine
eziyet etmekten men etmesi vâcibtir. Yine O'nun, insanları taatlara, hayırlara
ve hasenata teşvik etmesi de hikmeti gereği vâcibtir. Çünkü O, eğer insanları
kötülüklerden alıkoymaz ve hayırlara teşvik etmezse, bu O'nun lütuf sahibi,
âdii ve kullarını gözeten bir zat olması hususunu zedeler. Taatlara teşvikin
ancak yapılacak işe mükafaat vermek; kötülüklerden men etmenin de ancak onları
işleyecek olana ceza vermekle mümkün olacağı malumdur. Teşvik edilen o mükafaat
ile, tehdid vasıtası olan o ceza, bu dünyada mevcut değildir. Öyleyse bu
mükafaat ve cezanın gerçekleşeceği bir başka yerin olması gerekir ki, zaten
ispatlamak istediğimiz netice budur. Aksi halde bunların.yalan ve bâtıl
olmaları gerekir ki, işte üzerinde olduğumuz konudan murad budur. Bu da,
ayetteki "İman edip sâiih ameller İşleyenlere adaleti ile mükafaat vermek
için " buyruğu ile anlatılan husustur.
[41]
İmdi, eğer denirse ki:
"Şöyle denilmesi niçin mümkün otmasın?"Allah'ın akıllara koyduğu,
hayırlı şeyleri güzel görme, kötü şeyleri de çirkin görme gibi hususiyetler,
hayırları yapmaya teşvik ve kötülüklerden men etme hususunda yeterlidir. Bunun
yanısıra, ayrıca vaade ve va'îde (mükafaat ve cezaya) gerek yoktur. Biz vaadin
ve va'îdin mutlaka bulunması gerektiğini kabul etsek bile, bundan maksadın,
sırf, âlemin nizamını sağlamak için bir teşvik ve sakındırma olduğunun söylenmesi
niçin caiz olmasın? Nitekim Cenâb-ı Hak, "İşte Allah kullarını bununla
korkutuyor. Ey kullarım benden korkun" (Zümer, ıej buyurmuştur. Allah
Teâlâ'nın bunu bizzat yapmasına gelince, bunun delili nedir? Hasmımızın,
"Eğer O, haber verdiği vaadi ve va'îdi yerine getirmezse, yalan söylemiş
olur" şeklindeki iddiasına karşı biz deriz ki: Siz tahsisin yapılması
gerektiğine dair bir delil bulunduğunda, Kur'an'daki umûm olan ayetlerin
ekserisini tahsis etmiyor musunuz? Eğer bu, bir yalan olursa, sizin tahsis edilmesine
hükmettiğiniz o yerlerde de O'nun sözünün yalan olmuş olması gerekir. Biz,
Allah'ın bunu mutlaka yapacağını kabul etsek bile, bu mükafaat ve cezanın,
insanın başına gelen, çeşitli rahat ve lezzetler ile, çeşitli elemlerden,
kederlerden, ağrılardan ve sızılardan ibaret olduğunun söylenilmesi niçin
mümkün olmasın?"
[42]
Mezkur sualin birinci
kısmına şöyle cevap verebiliriz: Akıl, her nekadar iyiyi yapmaya ve kötüyü
bırakmaya davet ediyorsa da, hevâ- vü heves ve nefs, insanı maddi şehvetlere ve
lezzetlere dalmaya çağırıyorlar. Bu tearuz söz konusu olunca kuvvetli bir
müreccihin ve muazzam bir güç kaynağının bulunması gerekir. Bu da ancak,
yapmaya ve yapmamaya mukabil vaad ve va'îdin, mükâfaat ve cezanın bulunmasıyla
olur.
[43]
İkinci soruya da şöyle
cevap verilir: İnsan, Allah'ın yalan söyleyebileceğini kabul ettiğinde,
mükafaattan dolayı bir teşvik, tehditten dolayı da bir korku sâdır olmaz. Çünkü
dinleyen, onun yalan olabileceğini düşünür.
[44]
Üçüncü soruya da şu
şekilde cevap verilir: Kul, bu dünyada yaşadığı müddetçe, bir iş için ücretle
tutulmuş kimse gibidir. Ücretle kiralanan kimse, o işi yaparken, ücretinin
tamamını ona peşin vermek doğru değildir. Çünkü o, ücretini aldığı zaman,
işinde fazla gayret göstermez. Fakat ücret alma yeri âhiret yurdu olunca,
işteki sa'yü gayret o nisbette fazla ve güçlü olur. Hem sonra biz bu dünyada en
zâhid ve âlim kimselerin, çeşitli gamlara, kederlere ve hüzünlere mübtelâ
olduklarını; en câhil ve en fâsık (günahkâr) kimselerin de çeşit çeşit lezzet
ve sevinçler içinde olduklarını görüyoruz. Bundan dolayı biz, ceza ve mükâfaat
yurdunun, dünya olmaması gerektiğini, mükâfaat ve cezanın tahakkuk edeceği bir
başka yurdun ve bir başka hayatın mutlaka olması gerektiğini anlıyoruz.
İkinci hüccet: Akıl,
hikmetli bir zatın, iyilik yapanla kötülük yapana farklı davranmasını,
kendisini sayanla reddedeni bir tutmamasını gerektirir, Böyle bir ayırımın
yapılması gerekince, bu tefrik, ya bu dünyada olur, ya da âhirette otur.
Birincisi olamaz. Çünkü biz, bu dünyada kâfir ve fâsıkları, büyük bir rahatlık
içinde; alim ve zâhidleri de bunun aksi bir durum içinde görmekteyiz. İşte
bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Eğer bütün insanlar küfre imrenerek, bir tek
ümmet haline gelmeyecek olsaydı, O Rahman'ı inkâr eden kimselerin evlerinin
tavanlarını, üstünden çıkan merdivenleri hep gümüşten yapardık (...)" (Zuhruf,33)buyurmuştur.
Şu halde bu dünya yurdundan sonra bir başka yurdun da mutlaka bulunması
gerektiği sabit olmaktadır. Tefsir etmekte olduğumuz, "İman edip, sâlih
ameller işleyenlere adaleti ile mükâfaat vermek için.." ayetinden maksad
da budur. Bu, aynı zamanda, "Çünkü o Kıyamet şüphesiz gelecektir.
Neredeyse onun vaktini hemen açıklayasım geliyor ki herkes neye çalışıyorsa,
kendisine onunla karşılık verilsin" (Tana, ısjve "Yoksa biz, imân
edip de güzel güzel işler yapanları, yeryüzünde fesâd çıkaranlar gibi mi tutacağız?
Yahut müttaküeri, doğru yoldan sapanlar gibi mi sayacağız?" (Sâd, 28)
buyurmuştur.
[45]
İmdi, şayet denirse
ki: "Allah Teâlâ, şekillerinin güzelliği ve mallarının çok olması
hususunda, iyi ile kötü kişiye farklı muamele etmediği gibi, mükâfaat ve ceza
bakımından da, iyi ile kötü kulu arasında ayrım yapmaz" şeklinde bir söz
söylenilmesin! yadırgamaz mısınız?" denilirse, buna şu şekilde cevap
veririz:
Sizin ileri sürdüğünüz
bu husus, bizim delilimizi kuvvetlendirir. Çünkü, bu ikisinin arasının tefrik
edilmesi gerektiği, aklın sarih açıklamasıyla sabit olmuş; his ve algılama da,
bu ayırma işinin bu dünyada gerçekleşmeyeceğine, aksine durumun tam bunun zıddı
olacağına delâlet etmektedir. Çünkü biz, bir âlim ve zahidin, en çetin bir
belâya duçar olmuş, bir kâfir ve fasığın da en büyük nimete garkolmuş olduğunu
görebilmekteyiz. Öyleyse, bu farklılığın mutlaka zuhur edeceği bir başka yurdun
bulunması gerektiğini anlamış bulunmaktayız.
Şöyle de denilebilir:
Allah Teâlâ, o zâhid ve âbidin, kendisine kâfire verdiğini vermesi halinde
azacağını, isyan edeceğini, dünyayı ahirete tercih edeceğini; o kâfir ve fâsığı
da, fazlaca sıkıştırdığında şerrini ve kötülüğünü arttıracağını biliyordu. İşte
bu hususa Cenâb-ı Hak, "Eğer Allah bütün kullarına bol rızık verseydi
yeryüzünde muhakkak ki taşhnhk ederler, azarlardı" (Şûra. 27) ayetiyte
işaret etmiştir.
[46]
Üçüncü hüccet: Allah
Teâlâ, kullarını, kullukla mükellef tutarak, "Ben cinleri de insanları da.
ancak bana kulluk etsinler diye yarattım "(Zânyat, 56) buyurmuştur. Hakîm
olan-(Allah), kuluna herhangi bir şey emrettiğinde, onun, o mükellefiyetleri
yerine getirmekle meşgul olabilmesi için, onun kalbini her şeyden uzak tutması,
durumunu, bu istikamette düzeltmesi gerekir. Halbuki insanlar, kendileri için,
lezzet ve rahatı arzu edecek şekilde yaratılmışlardır. Eğer onlar için, ahiret
korkusu gibi caydırıcı bir husus olmasaydı, o zaman, karışıklık ve düzensizlik
artar ve fitneler büyürdü. Bu durumda da, kullukla mükellef olan insan,
ibadetleri edâ etmekle meşgul olacağı bir vakit bulamazdı. Mükellefin, kulluğu
eda etmekle meşgul olabilmesi ve bu âlemin hallerinin de düzen içinde
olabilmesi için, mükâfaat ve ceza yurdunun bulunmasına kesinkes hükmetmek
gerekir.
[47]
İmdi, şayet sorulsa
ki: "Alemin nizam ve düzeninin devam etmesinde, yönetici ve hükümdarların
saygınlık ve yönetim biçimlerinin yeterli olabileceği niçin söylenilemesin?
Hem, vurup kırmadan yana olan kimseler bile, kargaşa ve karışıklığın güzel
olduğuna hükmetmeleri halinde durumun kendileri aleyhine de çevrilebileceğini; başkalarının,
kendilerini de öldürebileceğini ve mallarını alabileceğini bilirler. İşte
bundan dolayı da (durup dururken) fitne çıkarmaktan kaçınırlar" denilirse,
buna şöyle cevap verilir:
Kralların, sadece
korku uyandıran saygınlıkları, bu hususta yeterli değildir. Zira hükümdar,
bazan kudret ve güç hususunda, yönetiminde olan kimselerden hiç korkmayacağı
bir derecede bulunur; ya da, onla. dan korkar. Binâenaleyh hükümdar şayet,
kendisinin ahiretle alâkalı bir korkusu olmadığı halde, idaresi altında
olanlardan korkmazsa, bu durumda, en kötü bir biçimde zulmüne ve eziyyetine
devam eder. Çünkü, nefsânî sebepler söz konusudur. Onu, bu husustan ne dünyada
ne de âhirette herhangi bir caydırıcı bulunmamaktadır. Hükümdarın etbâından
korkması halinde de, etbâı, hükümdardan fazlaca korkmaz, böylece de bu husus, o
insanları kötülüklerden ve zulümlerden men etmez. Şu halde, âlemin nizâmının,
ancak ölümden sonra bir hayatın bulunduğu inancına teşvik etmek ve ondan
sakınmakla tam ve mükemmel olacağı sabit olmuş olur.
[48]
Dördüncü hüccet: Kahir
ve kesin güç sahibi bir hükümdarın, bir köleler topluluğu olsa ve onların bir
kısmı güçlü, bir kısmı da güçsüz olsa, bu durumda o hükümdara, eğer merhametli,
halkını gözeten ve onlara şefkatle muamele eden biriyse, mazlum ve zayıf
olanların hakkını, zâlim, ezici ve güçlü kimselerden alması gerekir. Eğer, o
bunu yapmazsa, o bu zulme razı olmuş olur. Zulme razı otmak ise, merhametli,
halkını gözeten ve iyilikte bulunan kimselere uygun düşmez. Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz diyoruz ki: Hak subhânehu ve Teâlâ. kahir, kadir, hakîm olup
zuKim ve abes şeylerden berî olan bir sultandır. Dolaytsiyle onun, zâlim
kullarından mazlum kullarının hakkını alması gerekir. Bu hak alma işi ise, bu
dünyada olmaz. Çünkü mazlum, son derece aşağılanmış, zillet ve hakaret içinde
yaşamaya devam etmektedir. Zâlim de, son derece kuvvet ve satvet içinde yaşamaya
devam etmektedir. Öyleyse, Allah'ın adaletinin ve zalimi cezalandırmasının
ortaya çıkacağı bir başka yurdun, mutlaka bulunması gerekir. Bu delili,
tefsirini yapmakta olduğumuz bu ayetin bir tefsiri addetmek mümkündür.
[49]
Buna göre şayet onlar.
"Bu dünyada zâlimi zulme muktedir kılan Allahu Teâlâ olup, O onu bundan
acze düşürmeyince, bu, Allahu Teâlâ'nın bu zulme razı olduğuna delâlet eder1!
derlerse, biz deriz ki; Zulme muktedir kılmak, adalet ve tâatta bulunmaya
muktedir kılmanın aynısıdır. Eğer, Cenâb-ı Hak onu zulme muktedir kılmasaydı,
mutlaka Allah onu, hayır ve tâat işlerini yapmaktan da aciz kılmış olurdu. Bu
ise hakîm olan Allah'a uygun düşmez. Bu sebeple Allah'ın, aklen, hem zulme hem adalete
muktedir kılması, sonra da, mazlumun intikamını, zalimden alması gerekir.
[50]
Beşinci hüccet: Allahu
Teâ!â, bu âlemi ve bu âlemdeki insanları yaratmıştır. Bu durumda ya
"Allahu Teâlâ onları, (kendisine yönelik) herhangi bir menfaat ve fayda
olmaksızın yaratmıştır" denilir; yahut da, onları, bir maslahat ve bir
faydadan dolayı yaratmıştır" denilebilir. Birinci durum rahîm ve kerîm
olana uygun düşer, İkinci durum hakkında da şöyle denilebilir: Allah Teâlâ
onları bir maksat, bir maslahat ve bir hayır için yaratmıştır. Binâenaleyh bu
hayır ve maslahat, ya bu dünyada yahut da başka bir yurtta meydana gelir.
Birinci ihtimal, şu
iki bakımdan geçersizdir:
a) Bu âlemin lezzetleri, maddi ve cismanidir. Maddî
lezzetlerin, elemi gidermekten başka, gerçek bir hakikatleri bulunmamaktadır.
Elemi gidermek ise, bir emr-i ademî, yokluk tarafı ile ilgili bir iştir. Bu
adem, mahlûkattan hiçbiri yok iken de mevcut idi. Bu durumda, bunu (elemi
gidermeyi) yaratmanın hiç bir faydası olmaz.
b)
Bu âfemin
lezzetleri, çeşitli sıkıntı ve acılarla içiçedır. Bundan da öte dünya,
kötülükler, âfetler, sıkıntı ve belâlarla doludur. Bu dünyadaki lezzetler,
denizdeki bir damla gibidir. Böylece biz, mahlûkatın,hedeflenen refah ve rahat
bulacakları yurdun, dünya yurdundan başka olacağını anlamış oluruz,
İmdi şayet sorulsa ki:
"Aılah Teâlâ, cehennemliklere, bir maslahat ve hikmetten dolayı
olmaksızın, en kötü azâb ile elem vermiyor mu? Binâenaleyh, Allah Teâla bu
âlemde mahlûkatı bir maslahat ve hikmet olmaksızın yaratmıştır" seklinde
bir söz söylenilmesi niçin caiz değildir?"
Evet, bu suale karşı
cevabımız şudur:
Bu M şey arasındaki
terk şudur; O zarar, orriann kö\ü ameUerinöen üo\ayı V\ak etmiş oldukları
zarardır. Ama, bu dünyadaki zararlar, henüz tahakkuk etmemiştir. Binâenaleyh,
bunun peşinden, o eski zararları onaracak olan büyük hayır ve faydalı işlerin
gelmesi gerekir. Aksi halde, onu yapanın, devamlı olarak kötü ve eziyyet verici
olması gerekir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın Erhamurrahimîn ve ekremül-ekremîn
olmasına ters düşer.
[51]
Altıncı hüccet: İnsan
için eğer, bir âhiret hayatı bulunmasaydı, o zaman insan, derece ve mertebe
bakımından bütün canlılardan daha âdi olması lazım gelirdi. Lazım bâtıl olunca,
melzum da bâtıldır. Bu ikisi arasındaki mülazemetin (münasebetin) izahı şudur:
İnsanın bu dünyada katlanmış olduğu zararlar, bütün canlılarınkinden daha
çoktur. Zira, diğer canlılar, çeşitli efem ve hastalıklara duçar olmazdan önce
kalbleri boş, gönülleri de hoş idi. Çünkü onların, bir düşünce ve tefekkürü
bulunmamaktadır. Ama insana gelince o, kendisinde bulunan akıl sebebiyle,
geçmiş ve gelecek haller hakkında devamlı düşünür. Böylece de onda, bu geçmiş
hallerin çokluğu sebebiyle çeşitli hüzün ve kederler meydana gelir. Yine o,
gelecekteki hallerden dolayı, muhtelif korkulara kapılır. Çünkü o, olacak
şeylerin nasıl olacağını bilememektedir. Böylece, insanda akıl cevherinin
bulunmasının, bu dünyada, büyük sıkıntıların ve çok şiddetli ruhî kederlerin ve
acıların meydana gelmesine sebep olduğu sabit olmuş olur. Maddî iezzetlere
gelince bu, insanlarla diğer canlılar arasında müşterektir. Zira, nasıl ki
insanın zevkine göre bademli helva güzelse, hayvan pisliği de, donuzian
böceğinin zevkine göre güzeldir.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca, biz deriz ki: İnsan için: kendisiyle, hâlinin mükemmelieştiği,
mutluluğunun tezahür ettiği bir âhiret duygusu olmasaydı, o zaman aklın
kemâlinin, onaran herhangi bir şey olmaksızın, insanın kederlerinin,
hüzünlerinin ve acılarının artmasına sebep olması gerekirdi. Böyle olan her
şeyin de değersizliğin, düşüklüğün bedbahtlığın ve menfaatten uzak bir
yorgunluğun artmasına sebep olacağı malumdur. Böylece, uhrevi bir mutluluğun
olmaması halinde insanın, canlılardan, hatta donuzian böceğinden ve
kurtçuklardan daha adi olacağı sabit olmuş olur. Bu, kesin olarak batıl olunca,
biz, mutlaka bir âhiret yurdunun olacağını, insanın, dünya için değil, âhiret
için yaratıldığını ve onun, aklı sayesinde uhrevî mutlulukları gerektiren
şeyleri kesbedeceğini anlamış oluruz. İşte bundan dolayı da akıl, çok
şereflidir.
[52]
Yedinci hüccet: Allah
Teâlâ. kuluna şu iki şekilde nimetleri ulaştırmaya kadirdir:
a)
Nimetlerin,
âfetler ve kederlerle karışık olması.
b) Nimetlerin, bu tür şeylerden uzak bulunması. Allah
Teâlâ, bu dünyada, ilk kere nimet
verince, kudret, rahmet ve hikmetinin mükemmel olduğunu ortaya koymak için, bir
başka dünyada da, bize ikinci kere nimet vermesi gerekir, İşte orada, kendisine
itaat edenlere nimetler verecek, günahkârları bağışlayacak; gamlan, kederleri,
şehvet ve şüphelen giderecektir. Şu husus da, bu durumu kuvvetlendirir ve
ortaya kor: İnsan1, ana karnında bir cenin iken, çok daracık ve çok pis kokan
bir yerde idi. Annesinin karnından çıkınca, karşılaştığı ikinci durum,
birincisinden daha kıymetli ve değerli oldu. Sonra o insan, bunu müteakiben
beşiğe konuldu ve sarılıp sarmalandı, kundaklandı. Daha sonra da beşikten
çıkarak, sağa sola koşmaya başladı ve süt alma devresinden, güzel yiyecekler
yemek dönemine geçti. Bu üçüncü halin, ikincisinden daha güzel olduğunda şüphe
yoktur. Daha sonra ise o, ya halk üzerinde hükmü geçerli bir emk, yahut da
eşyanın hakikatlarıyla yüzyüze gelen bir âlim oldu. Bu dördüncü halin de,üçüncü
halden daha kıymetli ve daha güzel olduğunda şüphe yoktur. Bunun böyle olduğu
sabit olunca, yapılan bu "istikra" (tümevarım)nın hükmüne göre,
"Ölümden sonra meydana gelecek olan durumun bedenî lezzetlerden ve maddi
hayırlardan daha şerefli, daha yüce ve daha parlak, göz alıcı olduğu"nun
söylenilmesi gerekir.
[53]
Sekizinci hüccet:
Sufhtıyiii yoludur Binâenaleyh b-ir ahırete iman edıa onun hazırtandığmuttto. hu inanç şsyeı gerçek vç
dGflru Olursa, bil kurtarırız, inkâr ise
hclâkolur Yo. yantış ve asılsız ıso. bL. inancın hırehıçbi' jaran r-ı rma;. Bu
konuda söyfemlece* on son sö sudu Bu durumda biz. birtakım maddi lezzetlen
elden Kaçırmış oluru* Ancak ne var ki biz diyoruz ki. aklı olan kimsenin, şu
iKi sebeplen dolay», onların elden taciri İmasna ainurnarniiS' gemdir.
1) O maddi luzzaUaT. oto nBrce değprs rrii'kr ÇunMı
oniar, dünuzlan böceği, ve köpkl' v
b arâ&ında -nus:öra olan şeylerdir
2) Bir maddi connûller. son derecs galip geçici ve
lükenmeye rnahkurrrJur Böylece ihtiyat nr sadece ahiraie iman etmekte olduğu
sabit olmuş olur.İşte bundan dolayı şair şöyle demiştir.
“Müneccim (astrolog)
ve tabib, her ikiside dediler ki: “Ölüler, (ölümlerinden sonra)
haşrolunmayacak!” ben sizlere derim ki: “Eğer sizin dediğiniz doğru çıkarsa,
ben hiçbirşey kaybetmem.Ama eğer benim sözüm doğru çıkarsa, vay geldi
başınıza!”
[54]
Dokuzuncu hüccet: Bit
ki canlrlar canlı olflu&u Sürece, şayel orlaruan itrnak. KH we çatal
Tırna»ı (toyriHk) küpanldığında. yenıdco D ter Yaraiansa. iyileşmeye yüz tuta'
Kan. onun damarlarında ve uzuvlarında, suyun. iıpk. ağacm dalı arında ve
dırljınnda harköl ealp ûkması gibi kat Sonra o cani'öldüğünde, bunurumlar
tersyüz olur Şayâlo canhdan kıl. (inak gibi bir sey koparı lacak o'sa, bunlar
hır daha , yakalanacak olsa, yara iyileşme ve kaynamaz. sen onun kanının, donup pınrılaçt^ını gö'ijrsün En snnunda da
or<,n durumu, cozütup tutdr Sona biz,
ye^yjrüne ne nakljğımrz zaman, onun burumunun da buna bonzedıŞinı gürürüz.
Çünkü biz, ilhbaharoa ö yere baktığımızda, unun gûzelarinm. pınarlanmn kaynad
ğırr. lepelennin olla'dan Kabarıp yükleidıgım ve suyun ağaçların dallarına ve
damarlarına nüluz etliğim gör . Yardeki suvun da lıpkı canlrfiın beö«nınde
hareke soen nan gitıı oiduğunu. daha sonra da r
yerinrçıçe*dannr, lomurcuklarmı ve meyvfltenni çjkarıp vardığını
görürsün Bu. CenâtH Hakn'ın tıpkı. "Fakat bi/ ottun üTerina suyu
İndirdiğimi jaman o harekete geı.T. kabatv v* iier güdeS çiftten noı nnbât
bitim"ımx, gayelinde buyurduğu rjibıöır. Onun Mkıtenncten bit şey
koçarıldığmda, hemen ûaşkası onun yer-nı alır veanun yerine biler Ağacın
dallarından birisi kesildiğimde bir Caşkası onun yerini HJır Yaşansa, keraısmt
onarır ve iyileşir. İşte bütün bu durumlar, canlılar için bahsettiğimiz o
durumlara benzer. Sonra kış gelip soğuk şiddetlenip artınca, pınarlar batar,
rutubet kaybolup kurur, otlan,, bitkileri bozulur. Şayet, ağaçtan bir dal
kesecek olsak, bir başkası onun yerini almaz. Binaenaleyh işte bu durumlar da,
hayattan sonra ölüme benzer. Sonra biz. yeryüzünün ikinci ilkbaharda, o hayata
döndüğünü görüyoruz. Binâenaleyh biz, bütün bunları iki misalin, biri için
düşünüyoruz da, niçin bunları ikinci misal için düşünmüyoruz? Hatta biz diyoruz
ki: İnsanın diğer canlılardan; hayvanların bitkilerden; bitkilerin de
cemâdattan daha kıymetli olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh, bütün bu
hususlar, yeryüzü için tahakkuk edip gerçekleşince, onun insanda, insan için de
tahakkuk etmesi niçin caiz olmasın?
Buna göre onlar şayet,
"Canlıların bedenleri, ölüm sebebiyle dağılır; paramparça olur. Ama,
yeryüzüyse böyle değildir" derlerse, cevap olarak deriz ki:
İnsan, "nefs-i
natıka" (yani ruh) demek olup, nefs-i natıka da, baki kalan bir cevherdir.
Veya biz, böyle demesek bile, diyoruz ki: İnsan, ceninin oluştuğu ilk vakitten
itibaren ömrünün sonuna kadar, devam edegelen aslî unsurlardan ibarettir.
Halbuki nefs-i natıka, o cüz'de baki iken de bedende cereyan etmekte,
bulunmakta idi Böylece bu soru ortadan kalkmış olur.
[55]
Onuncu hüccet
Canlıların bedeninin nutfeden oluştuğunda, nutfenin de bedenin her yerinden
toplanıp bir araya geldiğinde şüphe yoktur. Nutfe bedenden ayrılırken, bütün
bedende bir halsizlik ve gevşekliğin meydana gelmesi, nutfenin,bedenin her
tarafından toplanıp bir araya geldiğinin delilidir. Sonra, o nutfenin maddesi,
yenilen gıdalardan meydana gelmiştir. O gıdalar elementer cüzlerden meydana
gelmiştir. O cüzler ise. yeryüzünün batısında, doğusunda (yani) dört bir
köşesinde ayrı ayrı idiler. O cüzlerin bir araya gelmesi gerçekleşti de,
böylece onlardan ya canlılar, yahut da bitkiler meydana geldi, Derken, insan
onu yedi. Yenilenden kan meydana geldi. O kan. uzuvlara dağıldı; ondan çok İnce
ve hassas parçalar meydana geldi. Sonra da (şehvet) canlıya hükümran olunca, o
rutubetlerden (nemli, yapışkan cüzler, unsurlar) belli bir miktar aktı ki
bu,nutfedir, böylece rahmin ağzına döküldü. Bunu müteakiben de, o meniden insan
meydana geldi. Böylece, insanın bedenin kendisinden oluşup meydana geldiği o
cüzlerin, denizlerde, dağlarda ve havanın yükseklerinde darmadağınık oldukları,
sonra da bu anlatılan yollarla bir araya geldikleri, sonuçta dar onlardan bu
bedenin meydana gelmiş olduğu sabit olmuş olur. Binâenaleyh canlı öldüğü zaman
o cüzler, tıpkı o ilk darmadağınık halleri gibi, yine darmadağınık olurlar. Bunun
böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Onlartn, tıpkı ilk defa bir araya
gelmelerinde olduğu gibi, (ölümden sonra) tekrar bir daha bir araya
gelmelerinin imkânsız olmayacağına kesinlikle hükmetmek gerekir. Hem o meni,
annenin rahmine düştüğünde, çok küçük bir damla idi. Sonra ondan, insanın
bedeni meydana geldi ve ruh, o beden çok küçük iken de ona tutundu. Sonra o
bedenin son derece rutubetli olduğunda şüphe yoktur. Yine o bedenden, o
rutubetteki tabii ve garızî hararetin devreye girmesi sebebiyle, pekçok
parçaların çözülüp çıktığında şüphe yoktur. Hem, ömür boyu devam edegelen o
bedeni cüzler, bir çözülme içinde bulunurlar. Eğer böyle olmasaydı, açlık
meydana gelmez ve gıda alınmaya ihtiyaç duyulmazdı. Bununla beraber biz, bu
ihtiyar insanın, annesinin karnında olan, sonra ayrılan, çocuk olan, derken bir
delikanlı olan o insanın tıpkısı olduğuna hükmediyoruz. Böylece, o ihtiyar
insanın, bizzat bu insanın kendisi olduğu halde, bedenin cüzlerinin devamlı
çözülme içinde olduğu sabit olmuş olur. Böylece insanın, ya ayrılan salt bir
cevher olduğuna, yahut da bedendeki bu çözülmelerle birlikte, nurani, latif ve
devamlı bir cisim olduğuna hükmetmek gerekir. Binâenaleyh durum böyle olunca
da, bu iki takdire göre de, onun bir kez daha, cüsseye dönmesi ve tekrar dönen
insanın, evvelki insanın aynı olması imkânsız olmaz. Böylece, ahiretin
bulunduğunu söylemenin gerçek olduğu kesinleşmiş olur.
[56]
Onbirinci hüccet:
Bu, Cenâb-ı Hakk'ın,
'insan, kendisini bir nutfeden yarattığıma görmedi mi ki şimdi
o. açıktan açığa müfrit bir hasım kesiliyor?
Bil ki, ayeti
kerimedeki buyruğu, bizim, onuncu delilde bahsetmiş olduğumuz şeye, yani,
"O cüzler, yerin doğusunda ve batısında darmadağınık idi de, Allah Teâlâ,
onları bir araya getirdi ve onların terkibinden de bu canlıyı yarattı"
manasına bir işarettir. Bunu, "Andoisun biz insanı, çamurdan süzülmüş bir
hülâsadan yarattık. Sonra onu, sağlam ve metîn bir karargâhta bir nutfe
yaptık" (Mtimir>ün. 12-13) ayeti de güçlendirir, Zira, bu ayetin
tefsiri, bizim bahsettiğimiz izahla doğru olur. Zira, "çamurdan süzülmüş
hülâsa"dan. bitkiler meydana gelir; sonra o bitkileri insan yer; bundan
kan meydana gelir, daha sonra da kan. nutfe haline gelir. İşte bu o\te, srççtöu
iahû rc\t\as\, tam b\r ahenk ve intizâm içinde bulunmuş olur. Cenâb-ı Hak bunu
zikrettikten sonra, inkarcının, "Bu çürümüş kemiklere kim can
verecekmiş?" (yı, 78) şeklindeki sözünü naklederek, bunun olabileceğini
beyan buyurmuştur.
Bil ki bir şeyin
olabileceğini isbât, ancak şu iki yolla düşünülebilir:
a) Böyle bir şeyin benzerinin mümkün olduğunu bildirmek.
Binâenaleyh, bunun da mümkin olması gerekir.
b) Durum bakımından, bundan daha büyük ve daha muazzam
işlerin de mümkin olduğunu bildirmek. Allahu Teâlâ, ilk önce birinci yolu ele
alarak, "De ki: "Onları, ilk
defa yaratan diriltecek.
O, her yaratmayı
hakkıyla bilendir" (Yasin,
79j buyurmuştur. Sonra burada şöyle bir incelik de bulunur: Cenâb-ı Hakk'ın,
buyruğu, kudretinin; buyruğu ise, ilminin mükemmel olduğuna bir işarettir.
Hasrı ve dirilmeyi inkâr edenler de, sırf bu iki düstûru bilemedikleri için
inkâr etmişlerdir. Çünkü onlar bazan, "Allah, mucib-i bizzat bir
varlıktır; zâtı gereği mûcib olandan da, bir şeyi yaratmakla ilgili herhangi
bir niyetin sâdır olması mümkün değildir" demişler, bazan da, "Allah
Teâlâ'nın cüz'iyyâtı bitmesi imkânsızdır; binâenaleyh, O'nun, Zeyd'in bedeninin
cüzlerini, Amr'ın bedeninin cüzlerinden ayırması imkânsızdır" demişlerdir.
Felsefecilerin şüpheleri bu iki asıldan kaynaklanınca, Cenâb-ı Hak, pek yerinde
olarak, her ne zaman âhiret meselesini ele alırsa, onun peşinden bu iki aslı
beyan buyurur.
Bundan sonra Allah
Teâlâ, ikinci yolu ele almıştır ki, bu da, "en yüce olan" (a'lâ) ile
"en düşük ofan" (ednâ)'ya istidlalde bulunmaktır. Bunu da şu iki
yönden izah edebiliriz:
a)
Hayatiyyet,
ancak ısı ve nemlilik ile tahakkuk eder. Halbuki toprak, kuru ve soğuktur.
Böylece, bu iki şey arasında bir zıddiyyet meydana gelmiş olur. Fakat biz
diyoruz ki, ateşten ileri gelen hararet, hararet vasfında, tabiî olan
hararetten daha güçlüdür. Aralarında alabildiğine bir tezat bulunmasına rağmen,
ateşten ileri gelen hararetin, yeşil olan ağaçtan sâdır olması imkânsız
olmadığına göre, toprağın kütlesinde, tabiî hararetin meydana gelmesi nasıt
imkânsız olabilir? -
b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Gökleri ve yeri yaratan Allah,
onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir?" (Yasin, ei) ayetidir. Bu şu
demektir: "Siz, feleklerin ve yıldızların, kütlelerin yaratıcısının Allah
olduğunu kabul ettiğinize göre, siz O'nun haşre ve neşre kadir olmasından nasıl
kaçınır, inkâr
edersiniz?" Daha sonra Cenâb-t Hak, felsefecilerin bütün şüphelerini,
"Onun emri, bir şeyi dilediği zaman, ona sadece "ol" demesinden
ibarettir. O da oluverir "(vasin, 82) buyruğu ile kırmıştır. Bu da şu demektir: Allah Teâlâ'ntn halkedip
yaratması, âlet ve edavatın, babanın nutfesinin ve annenin de rahminin
bulunmasına istinâd etmez. Bunun delili de şudur: Allah Teâlâ, ilk babayı,
ondan önce geçmiş olan bir baba bulunmaksızın yaratmıştır. Böylece bu, Hak
Teâlâ'nın halketme, îcad ve var etmede, vasıta ve âletlerden müstağni olduğuna
delâlet eder. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, "Herşeyin mülkü ve tasarrufu
kendi elinde bulunan Allah'ın sânı ne kadar yücedir? Siz ancak, O'na
döndürüleceksiniz" (Yâsm. 83) buyurmuştur. Yani, "Biz, Allah'ı,
canlıları bir daha varatamamaktan, mazlumların işini ihmal etmekten, âcizlerin
hakkını zalimlerden alamamaktan takdis ve tenzih ederiz" demek olup, bu
mana, tefsirini yapmakta olduğumuz (Yunus, 4) ayetinde de mevcuttur.
[57]
Onikinci hüccet:
Deliller, âlemin, yaratılmış (muhdes) olduğuna; onun, mutlaka Kadir bir
yaratıcısının (muhdis'inin) bulunduğuna ve bunun âlim olması gerektiğine delâlet
etmektedir. Zira, muhkem ve sağlam bir iş, ancak bir bilenden sudur eder. Ve
yine, böyle bir kimsenin, o âlemden müstağni ofması gerekir. Aksi halde o onu,
ezelde haiketmiş olurdu ki, bu imkânsızdır. Böylece bu âlemin, kadir, âlim ve
her şeyden müstağni bir ilâhı bulunduğu sabit olmuş olur.
Sonra biz, iyice
düşündüğümüz zaman şunu söylüyoruz: Bu, hakîm ve herşeyden müstağni olan zatın,
kullarını ihmal etmesi ve onları başıboş bırakması uygun olur mu?
Yine kullarının da, o
yaratıcıyı tekzîb etmeleri ve onun nimetlerini yiyip içerlerken, onların kendisini
ta'n edip rubûbiyyetini inkâr etmelerini, şeytana ve tağuta tapmalarını,
kendisine eşler koşmalarını, O'nun emir ve yasaklarını, vaad ve vaîdini inkâr
etmelerini onlara mubah kılması düşünülebilir mi?
İşte bu noktada, aklın
bedaheti, bütün bunların ancak, hikmetten uzak, abes şeylere yakın, câhil bir
akılsıza yakışacağına hükmetmiştir. İşte böylece, bu mukaddimelerden dolayı,
Cenâb-ı Hakk'ın emirleri ve yasakları olacağına hükmettik.
Sonra düşündük ve
şöyle dedik: O'nun herhangi bir vaad ve vaîdi; mükâfat ve cezası olmaksızın,
emir ve yasağı olabilir mi? İşte bu noktada aklın sarih açıklaması, böyle bir
şeyin olamıyacağına hükmetmiştir. Zira emri, mükafaatla ilgili vaadi ile; nehyi
de ikâbla alâkalı vaîdi ile beraber olmasa, O'nun emri ve yasağı güç kazanmaz,
maksat da meydana gelmez. Böylece, mutlaka vaadin ve vaîdin de bulunması
gerektiği sabit olmuştur.
Sonra yine düşündük ve
şöyle dedik: "Onun bir vaadi ve va'îdi bulunup da, sonra O'nun, vaadini
mükafaat ehline; va'îdini de ikâb ehline tastamam vermemesi düşünülebilir mi?
Biz bunun olamıyacağını söylüyoruz. Zira böyle olması halinde. O'nun vaad ve
va'îdine güvenimiz kalmaz; bu da O'nun vaad ve va'îdinde hiçbir faydanın
kalmamasını gerektirir. Böylece biz, O'nun mükafaat ve ikabını mutlaka
gerçekleştireceğini anlıyoruz. Bu hususun, ancak haşr ile ve öldükten sonra
dirilme (ba's) ile tamam olacağı malumdur. Vacibin ancak kendisi İle
tamamlanabileceği şey de vâcibtir. İşte bunlar, tıpkı bir zincir gibi birbirine
bağlı olan mukaddimelerdir. Dolayısıyla birisi doğru olduğunda hepsi doğru
olur, birisi bozuk olduğunda hepsi bozuk olur.
Öyleyse gözlerimizin
bu değişikliği görüp müşahede etmesi, âlemin hadis (yaratılmış) olduğuna;
âlemin hadis olması, hakim ve herşeyden müstağni bir yaratıcının varlığına;
bunun varlığı da, O'nun emir ve yasaklarının olacağına; emir ve yasakların
bulunması da, mükafaat ve cezasının söz konusu olacağına ve bu da haşrin ve
ba'sin lazım ve kesin olduğuna delâlet eder. Bundan dolayı, eğer haşr inkâr
edilecek olursa, bu, bütün burada sıraladığımız mukaddimelerin batıl olması ve
bedîhi ilimler ile nazarî ve katî ilimlerin inkâr edilmesi neticesine götürür.
Böylece, itaatkârın mükafaatını, günahkârın da cezasını görmesi için, bu
çürümüş cesedlerin, unufak olmuş kemiklerin, paramparça olmuş uzuvların, insanın
ölümünden sonra yeniden dirilebiieceği hususu sabit olmuş olur. Binaenaleyh
bütün bunlar olmaz ise, vaad ve vaîd de olmaz. Vaad ve va'îd olmaz ise, emir ve
yasaklar olmaz. Emir ve yasak olmaz ise, ulûhiyyet olmaz; ulûhiyyet de olmaz ise,
âlemdeki bu değişmeler meydana gelmez. İşte bu delil, tefsir etmekte olduğumuz
"İman edip, salih amellerde bulunanlara adaletiyle mükafaat etmek
için.." ayetinin ifade ettiği manalardandır. Bunların hepsi, bu âlemin
merhametli, kullarını görüp gözeten, onlara iyilikte bulunan bir ilahı
bulunmasından dolayı, öldükten sonra dirilmenin (meâdın) ispatı için yapılan
izahlardır.
[58]
İkinci kısım (ki
bunlar ehl-i sünnettir),Allah'ın fiillerini, maslahatı gözetme şartına
bağlamayanlardır. Bunların me'âdı ispat hususundaki yolları şöyledir: Me'âd
(ahiret) olması mümkin olan bırşey olup, peygamberler onun olacağını haber
vermişlerdir. Öyleyse onun olacağına kesinkes hükmetmek gerekir. Bunun mümkin
bir iş olduğunun ispatı şu üç mukaddimeye dayanmaktadır:
[59]
Birinci mukaddime:
Tekabül edenin (yani tam zıddı olanın) durumunu incelemek. Buna göre biz
diyoruz ki insan, ya ruhtan, ya da bedenden ibarettir. Eğer insan ruhtan ibaret
ise, -ki gerçek olan budur- bu durumda biz diyoruz ki: Ruhun, ilk defada
bedenle münasebet kurması mümkün olunca, ikinci defada bedenle münasebet
kurmasının mümkün olması gerekir.
Biz ister, "Ruh,
cevherden ibarettir" diyelim, isterse onun, bu bedenle uyuşan, bedenin her
halinde bakî olan, çözülmeden ve değişmeden korunmuş olan latif bir cisim
olduğunu söyleyelim, bu söz değişmez.
Ama insanın bedenden
ibaret olması durumuna gelince ki, bu, görüşlerin akıldan en uzak olanıdır. Bu
hususta biz deriz ki: O cüzlerin, ilk defada özel bir şekilde biraraya
gelmeleri mümkün bir işti. Dolayısiyle bunun, ikinci defa da mümkün olması
gerekir. Böylece bu bedene, hayatın ikinci bir defa dönmesinin, haddizatında
mümkün bir iş olduğu sabit olur.
[60]
İkinci mukaddime: Bu,
âlemin ilahının mucib-i bizzat bir illet değil, kadir ve irâde sahibi bir zat
olduğunun ve bu kadir ilâhın, her türlü mümkinâta kadir olduğunun izahı
hususundadır.
[61]
Üçüncü mukaddime: Bu,
âlemin ilahının bütün cüz'iyyâtt bilen, dolayısıyla da, toprağın içine
ve denize karışsa bile (meselâ) Zeyd'in bedeninin parçalarını bile-bir zat
olduğunun izahı hususundadır. Allah Teâlâ, cüziyyatı (teferruatı) bildiğine
göre O'nun, o cüzleri biribirinden ayırdetmesi de mümkündür.
Bu üç mukaddime sabit
olduğuna göre, hasrın ve neşrin aslında mümkin bir iş olduğuna kesinkes
hükmetmek gerekir. Bu imkân sabit olunca, biz deriz ki: Peygamberlerin doğru
söylediklerine deliller delâlet etmektedir. Onlar mümkin olan bu işin gerçekleşeceğini
kesin olarak söylediler. Binâenaleyh bunun tahakkuk edeceğine kesin olarak
inanmak gerekir. Aksi halde, onların yalan söylediklerim söylememiz gerekir ki,
bu, onların doğru olduklarını gösteren deliller ile bâtıl olur.
Me'âd (ahiret) işinin izahı
hususunda aklımızın yettiği şeylerin özü budur.
[62]
Üçüncü mesele, haşri
ve neşri inkâr edenlerin şüplerine cevap verme hususundadır:
Dünya İdeal Şekilde
Yaratıldığına Göre Niçin Yıkılsın?
Birinci şüphe: Onlar
şöyle demişlerdir: "Şayet şu dünya yurdu, bir başka yurt ile
değiştirilecek olsa, o yurt ya bu yurdun aynısı ya bundan daha kötüsü, veya
daha iyisi olur. Eğer birinci ihtimal söz konusu ise, bunu değiştirmek abestir.
Eğer bundan daha kötüsü olursa, bu değiştirme akılsızlık olur. Yok eğer
değiştirilen bundan daha iyi olursa, bu durumda şunu düşünmek gerekir: Allah,
taa işin başında daha iyi olan bu yurdu yaratmaya kadir miydi, değil miydi?
Eğer O, buna kadir idi de, bunu değil de daha kötüsünü yaptı ise, bu akılsızlık
olur. Yok eğer "O, daha önce buna kadir değildi de, sonra kadir oldu"
dersek, bu durumda o, acizlikten kadir oluşa, cahillikten hikmete geçmiş olur
ki, bütün bunlar âlemin yaratıcısı hakkında düşünülemeyecek şeylerdir?"
Bunlara şöyle cevap
verilir: Şöyle demek niçin mümkün olmasın? "Maslahat, bu dünya yurdunun, o
yurttan önce yaratılmasındadır. Çünkü uhrevî mutlulukları sağlayacak ofan ruh
olgunluklarının (kemâlatın) elde edilişi, ancak bu dünya yurdunda mümkündür. Bu
kemâlat elde edilince de, bu dünyada kalmak arlık bir eksiklik, bozukluk ve
hayırlardan mahrumiyet manasına gelir."
[63]
İkinci şüphe: Onlar,
"Feleklerin hareketleri dairevîdir. Dairevî olanın ise zıddı yoktur. Zıddı
olmayan ise, bozulmayı (değişmeyi) kabul etmez" derler.
Buna şöyle cevap
verilir: Biz bu şüpheyi felsefe ile ilgili kitaplarımızda çürüttük. Binâenaleyh
onları burada tekrar etmeye ihtiyaç yoktur. Bu gibi şüphelerin
çürütülmesindeki esas prensip,
feleklerin kütlelerinin mahlûk olduğuna delil getirebilmemizdir.
Bu cisimlerin mahlûk olduğu sabit olunca, feleklerin kütlelerinin, yok olmayı
ve dağılıp parçalanmayı kabul edebilecekleri sabit olur. İşte bu incelikten
ötürü Hak Teâlâ, bu sûrede önce feleklerin hadis (mahlûk) olduğunun delillerini
bildirerek işe başlamış, bunun peşisıra da âhiretin varlığına delil olan
şeyleri zikretmiştir.
[64]
Üçüncü şüphe: İnsan,
şu bedenden ibarettir. Yoksa o, bedeninin cüzlerinin rastgele bir araya
gelmesinden ibaret değildir. Çünkü bu cüzler, insan yok iken de vardı. Bununla
beraber biz, insanın mevcut olmadığını, bu bedeni yandığında o basit
parçalarının kaldığını (devam ettiğini) kesin olarak biliyoruz. Toprak, su,
hava ve ateşten meydana gelen o basit parçaların toplamının, konuşan ve akıllı
olan şu insan olmadığı malumdur. Böylece o cüzlerin ancak, özel bir birleşim ve
özel bir şekil üzere biraraya gelmeleri şartı ile bu insanın meydana geldiği
sabit olmuş olur. Binâenaleyh insan ölüp, onu meydana getiren cüzler
dağıldığında, o şekil ve vasıflar kaybolur. Yok olan şeyin tekrar var olması
ise imkansızdır. Böyle olması hafinde insanın teşekkülünde nazar-ı dikkate
alınan o parçaların yeniden geri dönmeleri imkansız olur. Binâenaleyh insanın,
ikinci kez, aynı şekilde geri dönmesinin, var olmasının imkansız olması
gerekir.
Buna şöyle cevap
verilir: Biz, muayyen bir insanın, şu görülen bedenden ibaret olduğunu kabul
etmiyoruz; aksine insan, ruhtan ibarettir. Biz ister ruhun müstakil bir cevher
olduğunu, isterse bu bedenle uyum sağlamış olan ve değişmekten korunmuş (uzak)
latif bir cisim olduğunu söyleyelim, (bu meselede, netice değişmez). Allah en
iyi bilendir.
[65]
Dördüncü şüphe: Bir
insan öldürülüp, onu da bir başka insan yediğinde, bu iki nsandan herbirinin
bedeninin cüzlerinin, her ikisinin cüzleri olduğunu söylemek gerekir ki bu
imkansızdır.
Buna da şu şekilde
cevap verilir: Bu şüphe de, muayyen bir insanın şu bedenden baret olması görüşüne
dayanır. Biz ise bunun batıl olduğunu, doğrusunun, insanın ster sırf bir cevher
olduğunu, isterse bedenle uyum sağlamış olan bakî latif bir cisim olduğunu
söyleyelim; ruhtan ibaret olduğunu söylemiştik. Bu, kelamcıların, "Asıl
cüzler" dedikleri şeydir. Me'âd (âhiret) meselesiyle ilgili aklî
(tefekküre dayanan) zahlarımıztn sonu budur.
[66]
Cenâb-ı Hak,
''Hepinizin dönüşü ancak O'nadır" buyurmuştur. Bu ifade ife ilgili birkaç
bahis vardır:
Birinci bahis: İlâ
edatı, intiha-i gayeyi (varılacak son noktayı) göstermek içindir. Bunun zahiri,
"Mahlûkatın dönüşü O'nadır" denilebilmesi için, Allah
Teâlâ'ya bir mekanın izafe edilmesini gerektirir?
Buna birkaç şekilde
cevap verilir:
a) Biz, "Ruh, sırf cevherdir (özdür)"
dediğimizde, bu soru ortadan kalkar.
b)Bu, "Mahlûkatın dönüşü, Allah'dan başka bir
hâkimin bulunmadığı bir yeredir" demektir.
c) Bu, "Onlar Allah'ın mükâfaat vaadinin tahakkuk
ettiği yere dönüp varacaklardır" demektir.
[67]
İkinci bahis: Pek çok
ayetin zahiri, insanın aslının beden değil ruhtan ibaret olduğuna delâlet eder.
Bu da, ruhun, msanın bedeninden önce mevcut olduğunu gösterir. İnsanın, şu
görünen bedeninden başka birşey olduğu hususu, Hak Teâlâ'nın, "Allah
yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri katında
diridirler" (Ai-ı imran. 169> ayetinden ötürüdür. Öldürülenin bedeninin
öldüğü ise, kesin olarak bilinir. Bu ayet ise o insanın diri olduğunu
göstermektedir. Binaenaleyh insanın aslının, şu ölü bedenden başka birşey
olması gerekir. Hem sonra Cenâb-ı Allah kâfirlerin canlarının alınışını
anlatırken, "Haydi bakalım canlarınızı kurtarın"(En'sm 93)
buyurmuştur.
Ruhun, bedenden önce
mevcut olması meselesine gelince, bu da Hak Teâlâ'mn bu ayetteki,
"Dönüşünüz ancak O'nadır" buyruğundan ötürüdür. Bu ifade, bizim
söylediğimiz görüşe delâlet etmektedir. Çünkü bir yere dönmek ancak, o şeyin
daha önce orada bulunmuş olması halinde mümkündür. Şu ayetler de bunun
benzeridir: "Ey mutmain ruh. sen O'ndan razı, O da senden razı olarak dön
Rabbine"(F 27-28) ve "Sonra buniar, bütün işlerine hak ve adalet ile
mâlik olan gerçek meviâlarma döndürülmüşlerdir" (En'am. 62).
Üçüncü bahis: Buradaki
"merci" kelimesi, "rucû" (dönüş) manasınadır,
"Cemîan" kelimesi de, "hal" olarak mansubtur. Buna göre
ayetin manası, "O dönüş, toplu olarak tahakkuk edecektir" şeklinde
olur. Böylece bu, ayette bahsedilen "mercî"den muradın, ölüm olmayıp,
Kıyamet olduğuna delâlet eder.
Dördüncü bahis:
Ayetteki "Dönüşünüzancak O'nadır" bey'anı, hasr ifade eder. Buna göre,
"Dönüşünüz sadece Allah'adır; hüküm, sadece O'nun hükmüdür ve orada
geçerli olan emir sadece O'nun emridir" demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah bunu size hak olarak vaadetmiştir ifadesi ile ilgili iki mesele
vardır:
[68]
Ayetteki, ifadesi,
"Allah, size bir vaadde bulundu" manasında, (mef'ûl-ü mutlak olarak) mansubtur.
Çünkü, ayetteki, "Dönüşünüzancak O'nadır" cümlesi, bir
dönüşü vaadetmektedir. Buna göre, kelimesi ifadesinin mef'ûl-ü mutlakı;
kelimesi de sözünün mefûl-ü mutlakı
olmuş olur ki, işte bütün bu te'kidler, bu hükümde toplanmıştır.
[69]
Bu kelime, fiil olarak
şeklinde de okunmuştur. Bil ki Allah Teâlâ, hasrın ve neşrin olacağını haber
verince, bunun peşisıra bunların mümkün olduğuna delâlet eden şeyi, daha sonra
da vuku bulacağına delâlet eden delilleri zikretmiştir.
Haşrin. aslında mümkün
olduğunu gösteren delil "Mahlukatı ilkin yaratan, sonra yine kendisine
geri çevirecek olan, hiç şüphesiz O'dur" buyruğudur. Bu ifade ile ilgili
birkaç mesele vardır:
[70]
Bu delilin izahı
şöyledir: Allah Teâlâ, kendisinin göklerin ve yerlerin yaratıcısı olduğunu
delillerle beyan etmiştir. Bu âlemdeki
bütün cansızların, madenlerin,
bitkilerin, hayvanların ve insanların yaratıcısının da Allah
olduğu bu ifadeye zımnen dahildir. Herşeye kadir olan, kudreti sonsuz olan, ve
bütün mulumatı (herşeyi) bilenin, daha önce yarattığı şeyleri, yeniden aynen
yaratmasının mümkün olduğu aklen de sabittir. Böylece bu delil, Hak Teâlâ'nın,
insanları ölümlerinden sonra yeniden diriltmeye kadir olduğuna delâlet
etmektedir.
[71]
Müslümanlar, Allah
Teâlâ'nın âlemin maddesini yok etmeye kadir olduğu hususunda ittifak etmişler
ama, Hak Teâlâ'nın bu maddeleri bilfiil yokedip etmeyeceği hususunda ihtilaf
etmişlerdir.
Bu cümleden olarak
bazıları Allah Teâlâ'nın onları tamamen yok edeceğini ileri sürmüş ve bu ayeti
de delil olarak zikrederek şöyle demişlerdir: "Çünkü Allah Teâlâ, bütün
mahlukatı yeniden yaratacağını bildirmiştir. Binaenaleyh O'nun, maddeleri de
yeniden yaratması gerekir. Maddeleri yeniden yaratmak ise, ancak onları tamamen
yok ettikten sonra mümkün olur. Aksi halde bu, zaten var olan şeyi yeniden
yaratmak olur ki, imkansızdır."
Bunun bir benzeri de
Hak Teâlâ'ntn, "Hatırla o günü ki biz göğü, kitapların sahifesini dürüp
büker gibi düreceğiz. İlk yaratışa nasıl başladıksa, yine onu iade
edeceğiz" (Enbiya, km) ayetidir. Hak Teâlâ bu ayetinde, iadenin (tekrar
yaratışın) de ilk yaratılış gibi olduğunu bildirmiştir. Allah Teâlâ'nın, mevcudatı
ilkin yoktan yarattığı, delillerle sabittir. Binaenaleyh onları yine yoktan
yaratacağını söylemek gerekir.
[72]
Bu ayette
bir hazif vardır:
Buna göre sanki
şöyle denilmektedir:
"O, kendilerine ibadeti emretmek
için,
mahlûkatı, ilk defa
diriltir. Sonra onları öldürür. Daha sonra onları yeniden diriltir." Nitekim Cenâb-ı Hak, Bakara sûresinde, "Allah'ı nasıl
olup da inkâr ediyorsunuz? Halbuki siz ölü iken, sizi O diriltti. Sonra sizi
yine O öldürecek, tekrar sizi o diriltecek.. " (Bakara, 28) buyurmuştur.
Fakat Cenâb-ı Hak burada, (Yunus sûresinde) daha önce, 'İşte sizin Rabbiniz
olan Allah budur. O halde O7na kulluk edin "(Yunus. 3) buyurduğu için, bu
ayette "ibadet ediniz" emrini tekrar etmemiştir. Yeniden diriltme
ifadesi, "onları öldürür" manasına delâlet ettiği için de, buna da
yer vermemiştir.
[73]
Bazıları buradaki
kelimeyi kesre ile innehu; bazıları da fetha ile ennehu şeklinde okumuşlardır. Zeccâc şöyle
demiştir: "Hemzeyi kesre
ile okuyanlar, bu
cümleyi müste'ne^ bu cüm\e V;abu\ eVm\ş\eTûw. Fe\ha \\e okunuşa göre ise
şu iki izah yapılır:
a) Bu ifadenin takdiri, "Sizin toptan dönüşünüz
O'nadır. Çünkü o, halkı ilk defa dirilten, sonra geri çevirecek olandır" şeklindedir.
b) Bunun takdiri, "Allah, mahlukatı yeniden
yaratmayı^sonra geri çevirmeyi kesin olarak vaadetti" şeklindedir.
Buradaki fiil, if'âl babından olarak şeklinde de okunmuştur. Yine bu ayet,
şeklinde de okunmuştur. Bu tıpkı "Gerçekten, Zeyd gidecek" cümlesi
gibidir.
Cenâb-ı Allah'ın
"İman edipsalih ameller işleyenlere adaleti ile mükafaat vermek için
(.,.)" buyruğuna gelince; bil ki bundan maksad, iyilik yapanla kötülük
yapan birbirinden ayırdedilip, itaatkâr olana mükafaat, isyankâr olana da ceza
verilsin diye, hasrın ve neşrin mutlaka olacağına delil getirmektir. Bu delilin
izahı, daha önce uzunca yapılmıştı, Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:
[74]
Ka'bî şöyle
demektedir: "Ayetteki liyecziye kelimesinin başında sebeplik ifade eden lam
edatı, Hak Teâlâ'nın
kullarını, mükafaat
vermek ve rahmet etmek için yarattığına delâlet eder. Ayrıca Allah Teâlâ illet lamını,
mükafaatla ilgili olan ifadenin başına getirmiş, ama ceza ile ilgili
ifadenin başına getirmemiş, aksine"kâfirler için ise. kaynar sudan bir içki
vardır" buyurmuştur ki bu da Allah Teâlâ'nın mahlukatı, azab etmek için
değil, onlara rahmet etmek için yarattığına delâlet eder. Bu ise, Allah'ın,
insanların inkâr etmelerini istemediğine ve onlarda küfrü kendisinin
yaratmadığına delâlet eder."
Buna şöyle cevap
verilir: Allah Teâlâ'nın fiilleri hakkında lam-ı ta'lîlin (yani illet ve sebebi
gösteren lamın) kullanılması imkansızdır. Çünkü Allah Teâlâ, eğer bir işi bir
illet ve sebepten ötürü yapmış olursa, o illetin kadim olması halinde o fiilin
de kadim olması gerekir, yok eğer hadis (sonradan) olursa, bu durumda da
teselsül gerekir ki, teselsül muhaldir.
[75]
Ka'bî şöyle demiştir:
"Bu ayet, Allah Teâlâ'nın o mahlûkatı yaratma
işine cennette başlamış olmasının mümkün olmadığını gösterir. Çünkü Allah
Teâlâ'nın, onları bu âlemde yaratmayı ve onları mükellef tutmayı sebeb ve
vasıta kılmaksızın, onlara nimet vermesi güzel ve yerinde olsaydı, o zaman
onları yaratması ve mükellef tutması, onlara bu nimetleri vermesi şartına
bağlanmazdı. Halbuki ayetin zahiri, buna delâlet etmektedir."
Buna şöyle cevap
verilir: Bu, Allah'ın fiil ve hükümlerinin ta'lil edilebilmesine (yani
sebeblere dayandırılabümesine) binâen söylenmiş bir sözdür. Bu ise yanlıştır.
Biz bunun olabileceğini kabul etsek bile, Ka'bî'nin sözü, ancak bizim, ilk
yaratmayı ve sonradan tekrar yaratmayı bu şekilde ta'lil etmemiz halinde doğru
olur. Bu ise imkansızdır. "Allah, mahlûkatı ilk defa sırf lütfundan ötürü
yaratmış ve sonra onlara cennet nimetlerini vermek için, onları yeniden
yaratmıştır" denilmesi niçin caiz olmasın? Böyle söylemek mümkün olunca,
Ka'bî'nin iddiası düşer.
[76]
Ayetteki "adaleti
ile" ifadesi hakkında şu iki izah yapılmıştır:
1) demek olup bundaki bâ harf-i cerri, ayetteki
liyecziye fiiline mütealliktir. Buna göre mana, "Onlara adaleti ile
mükafaat vermek için..." şeklindedir. Bu durumda şöyle iki soru ortaya
çıkar:
[77]
Birinci soru:
"Kist", "adalet" diye tefsir edildiğinde, adalet, ne artan,
ne de eksilen birşey olur. Bu da Atlah Teâlâ'nın, onların amelleri ile
hakettiklerine birşeyler katmayacağını ve onlara doğrudan lütfü gereği herhangi
birşey vermemesini gerektirir? Buna şöyle cevap verilir: Biz (ehl-i sünnete)
göre Allah'ın mükâfaatı, zaten mahzâ lutuftur. Hem sonra insanlara
hakettikterinden fazlasının verilmesinin takdir edilmesi halinde bile
"kist", ücretin tastamam verilmesi manasına delâlet eder.
"Fazlasını vermeyi men etme" manasına ise, "kist" kelimesi
delâlet etmez.
[78]
İkinci soru: Allah
Teâlâ kâfirlere de "kist" (adalet) iie karşılık vermiş olduğu halde,
ayette niçin bu sadece mü'minlere tahsis edilmiştir?
Cevap: Bunun
mü'minlere tahsis edilmesi, mü'minterin haklarına daha fazla itina
gösterildiğine ve onlara daha fazla ihtimam gösterileceğine delâlet eder.
2) Bunun manası, "iman edenleri kendi kıstları
(adaletleri) ile âdil olmaları, iman edip salih amel işlemiş olmaları
cihetinden nefislerine zulmetmemeleri sebebiyle ödüllendirmek için..."
şeklindedir. Çünkü şirk, zulümdür. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Doğrusu, şirk.
büyük bir zulümdür" (Lokman. 13) buyurmuştur. Günahkârlar da kendilerine
zulmetmişlerdir. Nitekim Allah, ''Onların kimi nefsine zulmedenlerdir"
(Faiır. 32) buyurmuştur. Bu izah daha kuvvetlidir. Çünkü bu ifade, ayette,
"Küfürlerinde ayak diretmeleri yüzünden" ifadesinin karşılığında
zikredilmiştir.
Hak Teâlâ
"Kâfirler için ise. küfürlerinde ayak diretmeleri yüzünden, kaynar sudan
bir içki ve acıklı bir azab vardır" buyurmuştur. Bu ifade ite ilgili
birkaç mesele vardır:
[79]
Vahidî şöyle demiştir;
"Hamim, ateşte ısınan ve son derece sıcak olan demektir. Nitekim,
"Suyu kaynattım" manasında . "O, sıcaktır, kaynardır" manasında denilir. Hamam da bu köktendir."
[80]
Alimlerimiz bu ayeti,
mükellefin mü'min veya kâfir olması dışında, üçüncü bir kısmın olmadığına delil
getirmişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ ayette, sadece bu iki kısmı
zikretmiştir. Kâdî bu görüşümüze karşı şöyle cevap vermek
istemiştir: "Sadece
bu iki kısmı
zikretmek, bir üçüncü
kısmın olmadığına delâlet etmez. Bunun delili, "Allah
her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünüp yürüyor,
kimi iki ayağı üstünde yürüyor, kimi de dört ayağı üstünde yürüyor" (Nur,
45) ayetidir. Bu ifade, dördüncü bir kısmın olmadığına delâlet etmez. Aksine
biz diyoruz ki: Bu gibi yerlerde, çoğu kez ya sadece maksad olan; yahut
ekserisi zikredilir, geri kalanlar ise, bir başka yerde beyan edilmiş olduğu
için, terkedilir. Allah Teâlâ, üçüncü kısım mükellefleri başka ayetlerinde
zikretmiştir."
Kâdî'nin bu görüşüne
şu şekilde cevap veririz: Ancak nâdir olan üçüncü kısımlar terkedilip
zikredilmez. Halbuki fâsıklann (günahkârların), itaatkarlardan daha çok olduğu
malumdur. Binâenaleyh onların bu sadedde ayrıca zikredilmemeleri nasıl makul ve
mümkün olabilir?
Kâdî'nin delil
getirdiği ayetle ilgili olarak da şöyle cevap veririz: Allah Teâlâ, canlıların
dördüncü ve beşinci kısımlarını zikretmemiştir. Çünkü ayaklı canlıların pek çok
kısmı vardır. Binâenaleyh onların hepsini tek tek zikretmek, itnâbı (lafı
uzatmayı) gerektirir. Bu meselede ise, durum başkadır. Çünkü burada sadece bir
üçüncü kısım vardır ki, bu da, hasmımızın (Mu'tezilî Kâdî'nin), ne
mü'min ne de kâfir saydığı fâsık (günahkâr)dır. Böylece bu iki ayet adasındaki
fark ortaya çıkmış olur.
"Güneşi ziya, ayı
nur yapan, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için ona menziller ta'yin
eden O'dur. Allah bunları, gerçek bir maksatla yaratmıştır. O. bilecek kimseler
İçin ayetlerini birer birer açıklar ( Yunus, 5).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[81]
Bil ki Alan Teâlâ,
uiuhiyyetine delalet eden delillerden bahsedip, sözü hasrın ve neşrin
doğruluğuna çevirdikten sonra,
yeniden ikinci defa
uluhiyyetinin delillerini zikretmeye
döndü.
Bil ki tevhid ve
ulûhiyyeti isbat hususunda ön planda ele alınan deliller, göklerin ve yerin
yaratılmasından çıkarılan delillerdir. Bu tür deliller, güneşin ve ayın
hallerinden çıkarılan delillere işarettir. Bu son çeşit ise, haşrtn ve neşrin
doğruluğunu gösteren delilleri kuvvetlendirmeye işarettir. Çünkü Allah Teâlâ,
mükafaatı taat ehline, cezayı da kâfirlere mutlaka vermenin gerekli olduğuna ve
hikmeti gereği, iyi ile kötüyü birbirinden ayırması gerektiğinden dolayı,
hasrın ve neşrin vuku bulacağını bildirmiş, daha sonra da bu ayette, sayesinde
mükellefin seneleri ve hesabı bilsin, ziraat ve ekinle ilgili geçim işlerini
sıraya koysun, kış-yaz işlerini yapabilsin diye, güneşi bir ziya, ayı ise bir
nur kılıp, aya menziller tayin ettiğini beyan etmiştir. Binâenaleyh Allah Teâlâ
sanki şöyle demek istemiştir: "İyiyi kötüden, itaatkârı isyankârdan
ayırmak, hikmet gereği senelerin ve ayların hallerini bildirmemi
gerektirmiştir. Bundan dolayı hikmetim ve rahmetim sadece bu dünyada faydalı
olan bu iş için, güneşi ve ayı yaratmayı gerektirince, hikmetimin ve
rahmetimin, ebedî menfaati ve devamlı mutluluğu gerektirdiği halde, öldükten
sonra iyiyi kötüden ayırmayı gerektirmesi öncelikle gerekir."
Bu ayette zikredilen,
güneş ve ayın hallerinden deliller çıkarma işi, bir yönden tevhidi, -daha evvel
de bahsettiğimiz gibi- bir yönden de ahireti gösteren delillerden olunca, Allah
Teâlâ me'âdın (ahiretin) doğruluğunun delillerini zikrettikten sonra bu delili
zikretmiştir.
[82]
Güneşin ve ayın
hallerinden, herşeye gücü yeten bir yaratıcının varlığına şöylece istidlal
edilir: Cisimler, zatları
bakımından,
biribirlerine benzerler; mahiyetleri bakımından da biribirlerine denktirler.
Durum böyle olunca, güneşe alabildiğine ziyayı ve bolca şu'ayı, aya da o
ışığını vermek, hakîm ve irâde sahibi bir fâil-i muhtarın bulunmasından ötürü
olmuştur.
Cisimlerin zatları ve
mahiyetleri itibarıyla aynı ve denk oluşlarının delili şudur: Cisimler, hiç
şüphesiz hacim, boşlukta bir yer tutma ve kütle sahibi olma özellikleri
bakımından aynıdırlar. Binâenaleyh eğer onlar birbirinden farklı olabilmişse,
bu farklı oluş. "Farklılığı doğuran husus, müşterek olunan şeylerden
başkadır" zarurî prensibinden ötürü, hacim ve kütle özelliklerinin
ötesinde birşey olmuş olur. Durum böyle olunca da biz diyoruz ki:
"Maddelerde farklılığı doğuran şey, ya o maddenin bir sıfatıdır, yahut o
madde onunla tavsif edilmiş olur; yahut da ne o, o maddenin sıfatı olur, ne de
madde onunla tavsif edilmiş olur. Bütün bu ihtimaller olamaz.
Birinci ihtimale
gelince, farklılığı doğuran o şey, maddenin zatında bulunan bir sıfat olursa,
bu durumda maddelerin zatları, o sıfatlar gözardı edilerek, mahiyetleri
itibarıyla denk olurlar. Durum böyle olunca da, bir cisim için doğru olan
herşeyin, her cisim için doğru olması gerekir. Zaten elde etmek istediğimiz
netice de budur.
İkinci ihtimal, şöyle
denilmesidir: Kendisi sayesinde cisimlerin birbirinden farklı oldukları şey,
cisim olma, boşlukta yer işgal etme ve bir miktarı bulunma gibi
hususiyetlerdir. Buna göre biz diyoruz ki: Bunlar da bâtıldır,.o mevsûf (olan
madde), ya hacmi olan, bir mekan işgal eden bir madde olur veya böyle olmaz.
Birincisi bâtıldır, aksi halde onun bir başka yeTe muhtaç olması gerekir ve bu
sonsuza kadar devam eder. Hem böyle olması halinde, mahal, hail gibi olur ve
onlardan birisinin mahal, diğerinin hail olması, bunun aksinin olmasından daha
evlâ olmaz. Bu durumda da, onlardan herbirinin diğeri için hem mahal, hem de
hail olması gerekir ki bu imkansızdır. O mahallin, hacmi olduğu halde boşlukta
bir yer işgal etmemesine gelince, biz diyoruz ki: Bu gibi şeylerin, bir mekana
tahsis edilmeleri ve bir cihetle alâkaları yoktur. Halbuki cisim, mekâna tahsis
edilmiştir ve bir cihette bulunur. O halde bir mekânda, bir yerde ve bir
cihette bulunması gereken o şeyin, bir mekân ve cihette bulunması imkânsız olan
o şeyde bir hail olması imkânsız olur.
Üçüncü ihtimale
gelince ki bu, "Sayesinde bir cismin diğer bir cisme muhalif olduğu şey
olup, ne cisimde bir hâil (hulul etmiş)dir, ne de onun mahallidir"
şeklindeki sözdür, bu da bâtıldır. Çünkü böyle olması halinde o şey, kendisiyle
ilgisi ve alâkası olmadığı halde, cismiyyetten farklı bir şey olmuş olur
ki, bu durumda, zâtları bakımından cisimlerin zâtları, mâhiyyetlerinin
tamamında denk ve eşit olmuş olur ki, işte elde edilmek istenen netice de
budur. Böylece, bütün cisimlerin, mahiyetlerinin tamamında denk ve eşit
oldukları sabit olmuş olur. Bu sabit olunca da biz diyoruz ki, mâhiyyetlerinin
tamamında eşit olan şeyler, mâhiyyetlerinin levazımında (ayrılmaz vasıflarında)
da denk olurlar. Bu sebeple, onlardan bir kısmı için geçerli olan her şeyin,
geriye kalanlar için de geçerli olması gerekir.
Bu sebeple, güneşin
kütlesine alabildiğince parlak bir ışık tahsis edildiğine göre, bu
alabildiğince parlak ışığın, ayın kütlesine de tahsis edilmesi gerekirdi. Bunun
aksi de, bunun gibidir. Durum böyle olunca da, alabildiğince parlak ışığın
güneşin kütlesine, (buna nisbetle) daha zayıf bir ışığın ayın kütlesine tahsis
edilmesi, bir muhassisin tahsisi, bir mucidin icadı, bir takdir edenin takdiri
ile olması gerekir ki, işte elde edilmek istenen netice budur.
Böylece, bu
alabildiğince parlak aydınlığın güneşe, diğerinin de aya tahsis edilmeleri, bir
yaratıcının yaratması ile olduğu sabit olur. Böylece de, kesin aklî delillerle,
Hak Subhanehu ve Teâlâ'nın, "Güneşi ziya. âyı nûr yapan... O'dur"
buyruğunun yerinde ve doğru olduğu doğrulanmış olur ki, işte elde edilmek
istenen netice de budur.
[83]
Ebu Ali el-Farisî
şöyle demiştir: kelimesi, şu iki şeyden birisidir:
a) Bu ya, tıpkı
(cem'i:) Kamçı; (cem'i:) havuz
kelimelerinde olduğu gibi, (ışık, ziya)
kelimesinin çoğuludur.
b) Yahut (kalkmak), (oruç tutmak, kelimeleri gibi,)
fiilinin masdarıdır. Bunu, hangi izaha hamladersen et, mutlaka bir muzâf mahzûf
demektir. Buna göre ayetin takdiri, (Güneşi, ışıklı ve ziyali; ayı da, nurlu
kıldı) şeklinde olur. Bunun, bundan başka şekilde olması da mümkündür. Zira,
güneş ve aydaki ziya ile nur, çok ileri derecede olunca, ay ile güneş, sanki
ziya ve nurun kendisi gibi kabul edilmiş olurlar. Bu, kerim olan bir kimseye
tıpkı, "O, muhakkak ki, mahza kerem ve mahza cömertliktir'" denilmesi
gibidir."
[84]
Vahidî şöyle
demektedir: "Kunbül'ün rivayetine göre İbn Kesir, iki hemze ile şeklinde okumuştur. Alimlerin
çoğu, Kunbül'ün bu
hususta hata ettiği kanaatindedirler.
Çünkü, kelimesinin
yâ'sı, tıpkı kıyam ve siyam kelimelerinin yâ'sı gibi, vâvdan çevrilmiştir.
Binâenaleyh, buradaki hemzenin bir izahı yoktur." Vahidî, sözüne devamla
şöyle demiştir: "Uzakça bir ihtimal ofarak, şöyle bir izah yapılabilir:
Hemze olan lâmu'l-fiif, aynın yerine alınmış, vâv olan aynu'l-fiil de,
lâmu'l-fiilin yerine götürülmüştür. Fakat zâid otan eliften sonra, kelimenin
sonunda vâv bulununca, tıpkı (sulama) kelimesinde olduğu gibi, vav hemzeye
dönüşmüştür." Allah en iyisini bilendir.
[85]
Bil ki nûr, fazlalığı,
veya aztığı kabul eden bir keyfiyyettir. Çünkü, sabahın nuru ve aydınlığı, güneş
doğmadan önce günün ilk anındaki nur ve aydınlıktan; bu da, güneş doğarken,
duvarların yüzeyinde bulunan nûr ve aydınlıktan; bu da, duvarlar üzerinde, vuran güneşten
dolayı parlayan nurdan; bu da, bizzat güneşin kütlesinde bulunan nûr ve
aydınlıktan daha zayıf ve düşüktür.
Işık adı verilen bu
keyftyyettn kemati, güneşin cisminde hissettiğin şeydir. Işığın, güneşte
bulunan mertebesinden daha kuvvetli bir mertebesinin bulunup bulunmadığı
konusu, aklın duraklaması gerektiği hususlardandır,
İnsanlar, güneşten
çıkan bu ışınların cisim mi, araz mı oldukları hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Gerçek olan, bunların araz olmalarıdır. Araz, hususi bir niteliktir,
keyfiyyettir. Bunun bir araz olduğu sabit olunca, onun bu âlemde meydana gelmesi,
güneş yuvarlaklığının tesiriyle midir, yoksa Allah Teâlâ'nın, kanunu , âdeti
üzere, güneş yuvarlağına tekabül eden kütlelerde yaratmasından ötürü müdür?
İşte bunlar, çok derin birtakım meselelerdir ki, bunun tafsilatına girmek,
ancak aklî ilimlere uygun düşer.
Bunu iyice
kavradığında biz diyoruz ki: Nûr, bu keyfiyetin aslına denifmektedir. Dav'
(ziya) ise, bu keyfiyyet mükemmel ve çok ileri derecede olduğunda, verilen
isimdir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, güneş ile kaim olan keyfiyyeti ziya; ay
ile kaim olan keyfiyyeti de nûr diye adlandırmış olmasıdır. Güneşle kaim olan
keyfiyyetin, ay ile kaim olan keyfiyyetten daha güçlü ve daha mükemmel
olduğunda şüphe yoktur. Cenâb-ı Hak bir başka yerde de "Gökte (...)
birçerağ ve nurlu bir ay yaptı" (Furkan. "Güneşi de bir kandil
(olarak) asmıştır " (Nüh, ıs> ve "pani parıl parıldayan bir kandil
astık" (Nebe. i3)buyurmuştur.
[86]
Cenâb-ı Hak,
"Ona menziller tayin
etti" buyurmuştur. Bunun bir benzeri de, "Ay (a gelince): Biz
ona da menzil menzil miktarlar tayin ettik" (Yasın, 39); ayetidir. Bu
hususta, şu iki izah yapılmıştır:
a) Bu ifadenin manası, "Allah, onun üzerinde
hareket edeceği yolu, yörüngeyi, menziller halinde takdir etti"
şeklindedir.
b)
Mânânın,
"Allah ayı menzilli olarak takdir etti" şeklinde olmasıdır. ifadesindeki
mef'ul, (-*) hu zamirinin neye râci olduğu hususunda du şu
iki izah yapılmıştır:
[87]
İfadesindeki mef’ul,
hu zamirinin neye raci olduğu hususunda da şu iki izah apılmıştır:
a) Bu zamir, hem güneşe, hem de aya râcidir. Sözü veciz hale getirmek
gayesiyle zamir müfred (tekil) getirilmiştir. Aslında o, tesniye anlamındadır.
Bilinenle yetinildiği için,müfred getirilmiştir. Zira, senelerin sayısı ve
hesabı, ancak güneş ve ayın hareketleri vasıtasıyla bilinirler. Bunun bir
benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'ı ve Resulünü razı etmeleri daha
doğrudur" (Tevbe. 62) ayetidir.
b) Bu zamirin, sadece aya râci olmasıdır. Zira aylar,
ayın hareketiyle bilinir. Bu böyledir, zira, şeriatta nazar-ı dikkate alınan
aylar, hilâlin görülmesine dayandırılmıştır. Yine, şeriatta nazar-ı dikkate
alınan yıl da, kamerî senedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hakikaten ayların
sayısı Allah yanında, Allah'ın kitabında... oniki aydır" (Tevbe, 36)
buyurmuştur.
[88]
Bil ki canlıların,
güneşin ışığı ve aytn nurundan efde ettikleri yarar, pek büyüktür. Güneş,
gündüzün; ay da, gecenin sultanıdır. Güneşin hareketiyle yıl, dört mevsime
ayrılır. Dört mevsim sayesinde de âlemin işleri düzene girer. Ayın hareketiyle
de aylar meydana gelir. Onun ışığının azalıp çoğalmasına göre de, bu âlemin nem
ve ısısının halleri değişir. Günlük hareket sebebiyle de, gündüz ve gece
meydana gelir. O halde gündüz, kazanıp çalışmak için tayin edilmiş bir zaman;
gece de, istirahat için tayin edilmiş bir zamandır. Biz, güneşin ve ayın
faydalarıyla alâkalı olarak, daha önce, buna uygun olan ayetlerin tefsirlerinde
geniş izahlarda bulunmuştuk. Bütün bunlar, Allah'ın mahlûkat üzerindeki
rahmetinin çokluğuna, O'nun onlara olan ihtimam ve ilgisinin büyüklüğüne
delâlet eder. Zira biz, cisimlerin, mahiyyetleri itibariyle birbirine denk
olduklarına işaret etmiştik. Her ne zaman böyle olursa, her cisme muayyen bir
şeklin, muayyen bir yerin ve konumun, muayyen bir mekânın ve muayyen bir
sıfatın verilip tahsis edilmesi, ancak hakîm, rahîm, kadir ve kahir olan bir
Müdebbir'in yönetmesiyle olur. Bu da, feleklerin hareketleri, güneş, ay ve
yıldızların seyri sebebiyle bu âlemde meydana gelen bütün bu menfaatların
ancak, müdebbir, güçlü, rahîm ve hakim olan bir varlığın yaratmasıyla meydana
geldiğine delâlet eder. Allah, zalimlerin, kendisi hakkındaki iddialarından
münezzehtir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu delilleri iyice izah edince, bunu,"Allah bunları, ancak gerçek bir
maksadla yaratmıştır" buyurarak sona erdirdi. Bu, "Allah Teâlâ, onu,
hikmetine ve maslahata uygun olarak yarattı" demektir. Bunun bir benzeri
de, Cenâb-ı Hakk'ın, "... Göklerin, yerin yaradılışı hakkında inceden
inceye düşünürler de: "Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın, Sen, her
türlü noksandan münezzehsin!" (an imran, 191) ve "O göğü, yeri ve
bunlar arasında bulunan şeyleri biz boşuna yaratmadık. Bu, o
kâfirlerin zannid/r"(Sad,27)ayetleridir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele
vardır;
[89]
Kadî şöyle demiştir:
Bu ayet, cebrin bâtıl olduğuna delâlet eder. Zira Allah Teâlâ, şayet, her zulmü dilemiş, her
çirkini yaratmış ve her sapıtanı saptırmayı irade etmiş olsaydı. O'nun kendi
kendini, "Allah bunları ancak gerçek bir maksatla yaratmıştır" diye
nitelemesi doğru olmazdı.
[90]
İslâm feylesofları
şöyle demişlerdir: "Bu, Allahu Teâlâ'nın, feleklerin ve yıldızların
kütlelerine, sayesinde bu süflî âlemin işlerinin
intizama girdiği muayyen ve güçlü özellikler verdiğine
delâlet etmektedir. Zira, feleklerin ve yıldızların, bu âlemde tesirleri ve
faydaları olmasaydı, o zaman onları yaratmak boş, bâttl ve anlamsız olurdu.
Halbuki nasslar, buna ters düşer. Allah en iyisini bilendir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, ayetlerini iyice açıkladığını beyân buyurmuştur. "TafsT etmek"
kahir ve ezici, net ve açık olan bu delilleri, birbiri ardınca açıklayarak
sıralamak demektir. ifadesinde iki kıraat bulunur: İbn Kesir, Ebu Amr ve
Asım'ın ravisl Hafs, yâ ile yufassılu; diğer kıraat imamları ise nün ile
nufassılu şeklinde okumuşlardır.
Daha sonra
"bilecek kimseler için..." buyurulmuştur. Buradaki bilme hakkında iki
görüş vardır:
1)
Bundan maksad,
herkeste bulunan akıldır.
2)
Bundan maksad,
düşünebilen, mahlukatın faydalarını ve Allah'ın ihsanının eserlerini görebilen
kimselerdir. Birinci görüştekilerin delili, lafzın (ifadenin) umumi oluşudur.
İkinci görüştekilerin delili ise şudur: Allah Teâlâ'nın bu bilmeyi, alimlere
has kılmış olması imkansız değildir. Çünkü bu delillerden istifade eden
onlardır. Bu tıpkı, Hz. Peygamber (s.a.s) herkesi uyarmak için gönderildiği
halde, Hak Teâlâ'nın
"Sen, ancak ondan
korkacak kimseleri uyarma durumundasm
(Naziât. 45) buyurması gibidir.
[91]
"Gece ile
gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, göklerde ve yerde yarattığı şeylerde
Allah'ı sayan kimseler için, nice ayetler vardır!" (Yûnus. 6).
Bil ki Allah Teâlâ,
ilk olarak göklerin ve yerin yaratı masıyla; ikinci olarak güneş ve ayın
halleriyle; üçüncü olarak bu ayette, daha önce de Bakara süresindeki (Bakara,
km) ayetinin tefsirinde de geçtiği gibi, gece ve gündüzün değişmesinden meydana
gelen faydalarla; dördüncü olarak da, göklerde ve yerde yaratmış olduğu her şey
ile tevhidine ve ulûhiyyetine istidlal etmiştir ki, işte bütün bunlar, bu
âlemde meydana gelen envai türlü hadiseler olup, dört kısma münhasırdır:
1)
"Enâsır-ı
erbea"da (Dört unsur: Hava, su, toprak ve ateşte) meydana gelen haller.
Gök gürültüsü, şimşek, bulut, yağmur ve kar'la ilgili durumlar buna dahil
olduğu gibi; denizler, med ve cezir, yıldırım, zelzele ve çökme ile ilgili
haller de buna dahildir.
2) Madenlerin halleri ki, bunlar çok şaşırtıcıdır.
3)
Bitkilerin
farklı farklı halleri.
4) Canlıların envâı türlü halleri. İşte bu dört kısmın
hepsi de, Cenab-ı Hakk'ın "Göklerde ve yerde Allah'ın yarattığı şeyler.,' buyruğunun
muhtevasına dahildirler. Bu âlemin hallerini genişçe anlatmak, bir cilt esere
sığmayan şeylerdendir. Hatta, bundan da öteye, akıllı kimselerin (âlimlerin) bu
âlemin çeşitli halleri hakkında bildirdikleri bütün şeyler, bütün ilimler, bu
konuya dair yazılmış bir özettir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu delilleri beyan ettikten sonra, "Allah) sayan kimseler için nice
ayetler vardır!" buyurmuştur. Böylece bu delillerin, muttaki olan
kimselere has olduğunu bildirmiştir; zira onlar, kötü akibetten sakınırlar.
Böylece de bu durum, onları düşünmeye ve tefekküre davet eder. Kaffâl şöyle
demektedir: "Kim bu âlemin halleri hakkında düşünürse, dünyanın,
insanların bedbaht olmaları için yaratılmadığını[92]
dünyayı ve insanları yaratanın, o insanları ihmal etmediğini; aksine, dünyayı
onlar için bir ibadet ve çalışma yeri kıldığını anlar. Durum böyle olunca da,
mutlaka emir ve nehyin; sonra da, iyi insanı kötülük işleyenden ayırdetmek için
mükâfaat ve cezanın bulunması gerektiği meydandadır. İşte bütün bu haller
gerçekte, mebde' ve meâdın olacağının doğruluğuna delâlet etmektedir.
[93]
"Öldükten sonra
dirilip bize kavuşacağını ummayan, dünya hayatına razı olan ve onunla
sükûna dalan kimselerle, bunca ayetlerimizden gafil olanlar yok mu? işte onların,
irtikâb etmekte oldukları şirk ve masiyetler yüzünden varacaklar:
yer, ateştir" (Yunus. 7-8).
Bil ki Allah Teâlâ,
rahîm ve hakîm olan bir ilâhın varlığını isbat ederek, meâd, haşr ve neşr'in
gerçekliğine ve doğruluğuna delâlet eden kesin delilleri getirince, müteakiben
bunları inkâr edenlerle onlara iman edenlerin durumlarının izahına başlamıştır.
Bunları inkâr edenlerin durumlarının izahı, işte bu ayette ele alınmıştır.
Bil ki Allah Teâlâ,
onları şu dört sıfatla nitelemiştir:
Birinci sıfat: Hak Teâlâ'nın
Öldükten sonra dirilip bize kavuşacağını ummayanlar" kısmının ifade ettiği
husustur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[94]
Bu ifadede
yer alan "recâ"nm ne demek olduğu hususunda şu iki görüş ileri
sürülmüştür " Birinci görüş: İbn Abbas, Mukâtil ve Kelbî'nin görüşü olup, buna
göre mana, "onlar öldükten sonra dirilmekten korkmazlar" şeklinde olur ki
bu, "Oniar, bunu nazar-ı dikkate almaz ve bundan korkmazlar. Zira onlar,
buna iman etmezler" demektir. Buradaki "recâ" tabirinin
"korku" ile tefsir edilmesinin delili de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen
ancak ondan korkacak kimseleri uyarma durumundasm" (Nâziat, 45) ayetiyle,
"onlar, Kıyametten korkanlardır" (Enbiyâ, 49) ayetidir. "Recâ"nın
"korku" manasına alınması caizdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ne
oluyor size ki. siz, Allah'ı sayıp O'ndan çekinmiyorsunuz?" (Nütı, 13)
buyurmuştur. Şair el-Hüzelî de, onu sktuğu zaman, artık bir daha onun
sokmasından korkmaz" demiştir.
İkinci görüş:
Buradaki "reca" kelimesinin
"ummak" manasında tefsir edilmesidir. Buna göre Cenâb-ı
Hakk'ın, tabirinin manası, "Onlar,
bizim sevabımızı ummazlar.." şeklinde olur ki, böylece buradaki
"recâ", zıddı ye's ve ümitsizlik olan ümit manasına gelmiş olur. Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın, "mezardakilerden olan
kâfirler nasıl ümitlerini
kestilerse, öylece onlar da
ahiretten ümitlerini
kesmişlerdir"
{Mumehne, 13) ayeti gibidir.
Bil ki,
"recâ"yı, korku anlamına almak uzak bir ihtimaldir. Zira, zıddı, zıd
ile tefsir etmek caiz değildir. Burada, "recâ" tabirini, zahirî
manasına hamletmekte kesinlikle bir engel bulunmamaktadır. Bunun delili şudur:
"Allah'a kavuşmak"tan maksad,ya Allah'ın celâlinin kuluna tecellî
etmesi ve O'nun azamet ve kibriyasının nurunun, o kulunun ruhunda işrak edip
parlamasıdır; yahut da bundan murad, Allah'ın mükafaat ve rahmetine ulaşıp onu
elde etmektir.
Eğer birinci durum
olursa, ki bu, derecelerin en büyüğü, mutlulukların en üstünü ve hayırların en
mükemmelidir- o zaman aklı olan bunu nasıl ummaz ve temenni etmez?
Eğer ikincisi olursa
da, durum yine aynıdır. Çünkü herkes, Allah'dan, kendisini O'nun mükâfaatına ve
rahmetinin üstün derecelerine ulaştırmasını ümit eder ve bekler. Durum böyle
olunca da, Allah'a iman eden herkes, O'nun mükâfaatını umar. Allah'a ve âhiret
gününe iman etmeyenler ise, böyle bir ümidi kendisi için ibtâl etmiş demektir.
İşte bundan dolayı, böyle bir ümit taşımamayı, Allah ve âhiret gününe iman
etmemekten kinaye kılmak pek güzel ve yerinde olmuştur.
[95]
"Lika", bir
şeye ulaşmak demektir. Bu, Allah hakkında imkânsızdır. Zira Allah, sınırdan ve bir
nihayeti olmaktan münezzehtir. Şu halde, bu tabirin "görmek"
manasından mecaz kılınması, bu mânaya alınması gerekir ki bu,
açık ve
net bir mecazdır. Nitekim birisini gördüğünde, "Falancayla karşılaştım"
dersin. Bunu, "Allah'ın mükâfaatıyla karşı karşıya kalma anlamına
hamletmek, daha fazla takdir yapmayı gerektirir ki, bu, delilin hilâfına bir
hareket tarzı olur.
Bil ki: Kesin
delillerle sabit olmuştur ki insanın, ölümden sonra mutluluğu, kendisinde
marifetullahın tecelli edip bu nurun kendisini iyice aydınlatmasındadır. İşte
bu tecellinin en ileri derecesi "rü'yetullah" (cemâlullahı görme)
olup en büyük saadettir.
Binâenaleyh, kim bunu
arzulamaktan gafil olur, ondan yüz çevirir ve ölümden sonra da yeme, içme ve
cinsî münasebet gibi maddî zevkler bulma arzusuyla yetinirse, işte o kimse
sapıklardan olur.
İkinci sıfat:
"dünya hayatına razı oldular.." cümlesinin ifade ettiği husustur.
Bil ki, birinci sıfat, o kimsenin kalbinin,
manevî lezzetleri talep etmekten uzak ve rabbanî bilgilerle meydana gelecek
mutluluktan yoksun olduğuna; bu sıfat ise, onun, maddî lezzetlere dalıp, sadece
onlarla yetindiğine işarettir.
Üçüncü sıfat: 'Ve
onunla sükûna daldılar" buyruğu ile ifâde edilip bununla ilgili birkaç
mesele vardır.
[96]
Mutlu insanların
niteliği şudur: Allah z i kred ildiğin de, onlarda bir çeşit
korku ve ürperti
meydana gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah anıldığı
zaman yürekleri ürpt (Enfâi, 2) buyurmuştur. Bu hâl kuvvet kazanıp güçlend
ç nda onlar için, Allah'ı anmakla bir sükûn ve itminan hasıl olur. Nitekim
Allah, "Har, olsun ki kalbler ancak, Allah anmakla itminana
erer"(Rad.28)buyurmuştur. Bedbart ve mutsuz kimselerin sıfatı, dünyanın
fani, gayrimeşrû zevkleri peşinde koşma- ı itminana kavuşmalarıdır. İşte bu
ayetteki kelimesi bunu ifade
ece-İtminanın manası, onların kalblerinden bu ürpertinin kaybolmasıdır.
Dolayısiyle onlar. uyarıldıkları zaman kalbleri ürpermez, o kalbler âdeta Allah
anıldığı zaman bir gibi olurlar.
[97]
Lisandaki yaygın
kullanılışa göre denilmes beklenirdi. Fakat, harf-i çerlerin birbirleri yerine
kullanılma; güzel ve uygundur. İşte bundan dolayı bu ayette denilmiştir.
Dördüncü sıfat:
Cenâb-ı Hakk'ın, "bunca ayetlerimizden gafil oldular..." buyruğunun
ifâde ettiği husustur. Bu, "Onlar, LikâuHah'ı talep etmekten yüz çevirme
hususunda, herhangi bir şeyi ömür boyu hatırına getirmeyen gafil kimseler
durumunda mütâlâa edilmişlerdir. Netice olarak diyebiliriz ki bu dört sıfat,
onların uhrevî ve manevî mutluluk duymayı arzulamaktan çok uzak olup, sırf
maddî şeylerle meşgul olarak dünyevî mutluluktan başka bir şey düşünmediklerine
delâlet etmiştir.
[98]
Bil ki Allah Teâlâ,
onları bu dört sıfatla vasfetmeyi müteakip "îşte, irtikâb etmekte
oldukları şirk ve masiyetler yüzünden onların varacakları yer ateştir"
buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili iki mesele bulunmaktadır:
Ateş, birkaç çeşittir:
[99]
1) Gözle görülen, aydınlatıcı ve yakıcı olan, tabiatı
gereği yükselen maddî ateştir. Mezkûr delillerle, cennet ve cehennemi ikrar etmek gerektiği
için, bunu kabul etmek de şarttır.
2) Manevî ve aklî olan ateş. Bunu, şu şekilde izah
edebiliriz: Bir kimse, bir şeyi alabildiğince sever de, sonra da bir daha ona
ulaşamıyacağı bir biçimde o şeyi elden çıkarırsa bu durum, o kimsenin gönlünü
yakar. Böylece her insan, "Falancanın, o sevdiği şeyden ayrıldığı ve onu
elde edemediği için, kalbi yanıyor; onun içi tutuşmuş" der. Bu tür ateşin
elemi ve acısı, maddî ateşin elem ve acısından daha güçlü ve daha kuvvetlidir.
[100]
Bunu iyice
kavradığında, biz deriz ki: Maddî şeyleri sevmeye dalan ve rûhânî âlemi
sevmekten gafil olan ruh sahibi insan öldüğünde, o rûh ile onun maşuku ve
sevgilisi arasında bir ayrılık meydana gelir. İşte onun sevgilisi de, bu âlem
ve bu âlemin çeşitli durumlarıydı. Bu kimsenin öteki âlem hakkında bir bilgisi
ve bu âlemdeki kimselerle de herhangi bir ünsiyyeti bulunmuyordu. Böylece bu
kimsenin hali. sevgilisiyle başbaşa oturması engellenen ve hiç bilmediği bir
yerdeki karanlık bir kuyuya atılan kimse gibi olur. İşte bu insan son derece
yalnızlık çeker ve ruhu da alabildiğinde acı duyar. İşte burada da böyledir.
Ama bu maddi âlemden
uzak duran, onun kötülük ve kusurlarının farkında olan,
"Urvetu'l-Vüskâ"ya, en sağlam kulpa sarılmada alabildiğine istekli ve
Allah'ı o nisbette çokça seven kimselere gelince, bunların durumu da, karanlık,
kokmuş, eziyet verici haşerat, yılan çıyanla dolu, öldürücü belâların bulunduğu
bir hapishanede iken birden hapishanenin kapısı açılarak, oradan çıkarılan ve
dostlarıyla, eşleriyle ve sevgilileriyle beraber hükümdarı Allah'a kavuşan
kimsenin durumuna benzer. Bu, tıpkı, "Kim Allah'a ve peygambere itaat
ederse işte onlar. Allah'ın, kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle,
sıddîklarla. şehîdlerle, iyi adamlarla beraberdirler. Onlar ne iyi
arkadaştır!" (Nisa. 69) ayetinde bahsettiği gibidir. İşte bu, ruhanî,
manevî ateş ile, manevi cennetin tanımına bir işarettir.
[101]
Hak Teâlâ'nın
"İrtikâb etmekte oldukları şirk ve masiyetler yüzünden..
"buyruğundaki "bâ" edatı. o azabın meydana gelmesinde müessir olan
şeyin kendi amelleri olduğunu ihsas ettirmektedir. Bunun bir
benzeri de, "Bunun sebebi, ellerinizin önceden yaptığı şeylerdir; bir de
Allah'ın kullarına hakikaten zulümkâr olmamasıdır" (Enfai. 51) ayetidir.
[102]
"îmân edip de
sâlih ameller işleyenlere gelince, onların Rabbi, imanları sebebiyle,
kendilerini altlarından ırmaklar akan Naîm cennetlerine erdirir. Bunların
oradaki duaları, "Allahım, seni tesbîh ve tenzih ederiz!" (sözüdür). Oradaki
tahıyyeleri, selamdır. Onların dualarının sonu da "Elhamdülillah! Rabbi'l-âlemin"
demektir" (Yûnus, 9-10).
Bil ki Allah Teâlâ,
önceki ayette, inkarcıların ve kâfirlerin durumlarını ortaya koyunca, bu ayette
de mü'minlerin ve hakkı bulanların durumlarını anlatmıştır. Yine bil ki Allah
Teâlâ bu ayette, önce mü'minlerin vasıflarından, daha sonra ikinci olarak da-,
o mü'minlerin elde edecekleri güzel hallerden ve yüksek derecelerden
bahsetmiştir.
Mü'minlerin halleri ve
sıfatlan, ayette, "İman edip de sâlih amel işleyenlere gelince"
buyruğu ile anlatılmaktadır. Bu ifâdenin tefsir hususunda şu izahlar
yapılabilir:
Birinci izah: İnsan
ruhunun iki kuvveti vardır:
a) Nazarî kuvvet (tefekkür kuvveti): Bu kuvvetin en
mükemmeli, eşyayı tanıma hususundadır. Bu şekilde elde edilen bilgilerin başı
marifetullahdır (Allah'ı bilip, tanımaktır).
b) Amelî kuvvet. Bunun da en mükemmeli, hayırları ve
taatları yapmada olup salih amellerin en önemlisi ve başı da hizmetullah
(Allah'a ibadet ve hizmet)tir. O halde, Hak Teâlâ'nın, ifadesi, marifetullah
demek olan, en mükemmel nazar" kuvvete; "salih amel işleyenler"
ifadesi de, hizmetullah demek olan, en mükemmel amelî kuvvete işaret olmuş
olur. Nazarî kuvvet, şeref ve mertebe bakımından, amelî kuvvetten önce
geldiğinden, onun ayette daha önce zikredilmesi gerekmiştir.
İkinci izah: Kaffâl
şöyle demiştir: "İman edip, sâlih ameller işleyenler.. buyruğunun
manası. "Kaibleri ile îasdîk edip, sonra da bu tasdiklerini,
peygamberlerin ve Allah katından olan kitapların ' getirdiği (bildirdiği) sâlih
amelleri yaparak gerçekleştirenler..." şeklindedir."
Üçüncü izah: kelimesi,
"Kalblerini ve ruhlarını, marifetullahı elde etme yolunda meşgul edenler"
manasındadır; "Salih ameller işleyenler.. " buyruğu, "bütün
organlarını hizmetullah ile meşgul edenler" demektir. O halde onların
gözleri, ibret almakla meşguldür. Nitekim Cenâb-ı Allah, "işte ey akıl ve
basiret sahipleri, siz bundan ibret ahn'T(Haşr, 2) buyurmuştur. Onların
kulakları Allah'ın kelâmını dinlemekle meşguldür. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Onlar Peygambere indirilen Kuran) dinledikleri vakit, hakkı
tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığım görürsün"(Mâide.83)
buyurmuştur. Onların dilleri, Allah'ı anmakla meşguldür. Nitekim Cenâb-ı Hak,
'Ey iman edenler Allah'ı çok zikredin"\Ahzâb.A-\)buyurmuştur. Onların
uzuvları da Allah'a itaat etme ile meşguldür. Nitekim Allah Teâlâ,
"Göklerdeki ve yerdeki her gizliyi (meydana) çıkaran, (kalblerinde ne
gizliyorlar, dilleriyle ne söylüyorlarsa hepsini bilen Allah'a secde etmemek
için, bunu yapıyorlar...) (Nemi 25) buyurmuştur.
Bil ki Allah Teâlâ o
mü'minleri, "iman edip. sâlih ameller işleyen" kimseler olarak tavsif
edince, bundan sonra da, onlara yapılacak ilahî ikramların ve mutluluklarının
derece ve mertebelerini zikretmiştir. Bunların dört derece ve mertebesi vardır:
[103]
Birinci derece:
"Onların Rabbi. İmanları sebebiyle kendilerini, altlarından ırmaklar akan
Naîm cennetlerine erdirir" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu ifâde ile
ilgili birkaç mesele vardır:
[104]
Ayetteki,
"Onların Rabbi... kendilerine hidayet eder" ifadesi ile ilgili bazı
izahlar yapılmıştır:
a) Allah TeâJâ onları, imanlarına ve sâlih amellerine
bir
bir mükafaat olarak,
cennete iletmiştir. Bu izahın doğruluğuna şu deliller delâlet etmektedir:
1) Cenâb-ı Hak "O gün, mü'minleri ve mü'mineleri,
nurları önlerinden ve sağlarından koşar olduğu halde görürsün..."(h«im,
t2) buyurmuştur.
2)Hz. Peygamber (s.a.s)'den şu hadis rivayet edilmiştir:
"Mii'min kabrinden dirilip çıktığı zaman. amelleri on un için güze! bir
şekle büründürülür. Amelleri ona, "ben. senin amelinim (ibadetlerinim)"
der ve o ameller onun için bir ışık, cennete ulaştıran bir vasıta olur. Kâfir
de kabrinden çıktığında, onun amelleri de onun için kötü bir şekle sokulur.
Derken amelleri ona. "Ben senin amelinim" der ve onu cehenneme
sokuncaya kadar, onunla birlikte gider. "[105]
3)
Mücâhid şöyle
demiştir: "Mü'minlerin, sayesinde cennete gittikleri bir nur
bulunur."
4)
Aklî bir izaha
göre, iman, insana kutsî âlemden gelip katılan bir nurdur. Bu nûr, mü'minin
kalbi ile kutsî âlem arasında uzanan bir ip gibidir. Binâenaleyh bu nurânî ip
mevcut olursa, kul o nura uymaya ve böylece kutsî âleme dönmeye güç
yetirebilir. Fakat bu nurânî ipi mevcut olmaz ise, insan dalâletler âleminin
karanlıklarında şaşırıp kalır. Bundan Allah'a sığınırız.
b)
İbnu'l-Enbârî
şöyle demiştir: "Onların imanları, onları birtakım marifetullah ile ilgili
hasletlere, lafızlarla ilgili meziyetlere, inceliklere ve sayesinde kalblerinin
aydınlanacağı nur parıltılarına iletir. İşte bu sayede bütün şekk ve şüpheler
onlardan zail olur. Bu tıpkı, "Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah
onların hidayetlerini artırmıştır" (Muhammed, inayetinde ifade edildiği
gibidir. İşte bu artırmalar, bu faydalar ve meziyetler insanın ölümünden önce
dünyada gerçekleşebildiği gibi, ölümden sonra ahirette tahakkuk etmesi de
mümkündür.
Kaffâl şöyle demiştir:
"Ayeti bu manaya alırsak, ayet: "Rableri onları, imanlarına hidayet
eder, ulaştırır ve altlarından ırmaklar akan cennetlerine erdirir" demek
olur. Fakat tecrî (akar) ifadesinin başındaki "vâv" hazfedilmiş ve bu
ifade, kendisinden önceki ile (nahiv bakımından) irtibatı olmayan müste'nef bir
haber cümlesi kılınmıştır.
[106]
c)
Bu ayetin
tefsirini yapabilmek için, bazı mukaddimelerin ortaya konulması gerekir:
[107]
Birinci mukaddime:
İlim, (adetâ) bir nûr; cehalet ise, bir zulmet (karanlık)tır. Akıl da, bunun
böyle olduğuna şahittir. Şu da buna delildir: Sen, iki kişiye kıymetli ve çok
güzel bir meseleyi sunduğunda, diyelim ki, onlardan biri bu meseleyi kavrar, diğeri
ise anlamaz. İşte bu noktada, meseleyi anlayanın yüzünün parladtğını,
açıldığını ve aydınlandığını; anlamayanın yüzünün ise, karardığını, ekşidiğini
ve buruştuğunu görürsün. İşte bundan dolayı Kur'an örfünün, ilim ve imanı
"nûr" diye; cehalet ve küfrü "zulmet" diye ifâde etme
şeklinde cereyan ettiğini görürsün.
[108]
İkinci mukaddime: Rûh,
tıpkı bir levha; ilim ve bilgiler de sanki onun üzerine işlenmiş nakışlar
gibidir. Burada şöyle bir incelik vardır: Maddî olan levhalar üzerine, maddî
nakışlar işlendiğinde, bu nakışların o levha üzerinde bulunması, başka
nakışların aynı levha üzerine işlenmesine manîdir. Fakat rûh, levhasının
özelliği böyle değildir. Çünkü ruh, bilgi ve ilim nakışlarından uzak ve boş
olduğunda, yeni ilim ve bilgileri elde etmesi zorlaşır. Binâenaleyh bu ruhun
sahibi gayret edip, o ilimlerden birşeyler elde edince, elde ettiği o şeyler,
diğer bilgileri kolayca elde etmeye yardımcı olurlar. Elde edilenler ne kadar
çok olursa, diğerlerini elde etmek de o nisbette kolaylaşır. O halde, maddi
levha üzerindeki nakışlar, birbirinin orada bulunmasına mani olduğu halde,
ruhani nakışların bazısı ise diğerlerinin elde edilmesine yardımcı olur. Bu da,
ruhanî âleanin hallerinin, maddî âlemin hallerinden farklı olduğuna delâlet
eder.
Üçüncü mukaddime:
Salih ameller, nefsi, dünyayı bırakıp, ahirete yönelmeye sevkeden işlerdir.
Kötü ameller ise, bunun tam zıddı olan amellerdir.
Bu mukaddimeleri iyice
anladığında biz diyoruz ki: İnsan, Allah'a iman ettiğinde ruhu, bu bilginin
nuru ile aydınlanır. Sonra bu kimse, sâlih amellere devam ettiğinde, âhirete
yönelmek ve dünyadan yüz çevirmek hususunda, onda yerleşik bir meleke meydana
gelir. Bu haller, ne kadar mükemmel olursa, nefsin diğer bilgileri elde etme
istidadı o nisbette güç ve kuvvet bulur. Bu istidad da ne kadar güçlü ve
mükemmel olursa, marifetin yükselişi de o nisbette çok ve parlaklığı ile
ışıldaması da o nisbette kuvvetli olur. Bilginin ve akıl nurlarının
derecelerinin ve mertebelerinin sonu olmadığına göre, ayetteki "Onların
Rabbi imanları sebebi ile, kendilerine (...) hidayet eder." buyruğu ile
işaret olunan bu hidayetin dereceleri de, hiç şüphesiz sonsuz olur.
[109]
Ayetteki,
"Altlarından ırmaklar akar" buyruğundan maksad: "Onlar,
önlerinden nehirler akarken cennetlerde, yüksek yüksek koltuklar üzerinde
otururlar" manasıdır.
Bunun bir benzeri de,
"Rabbin senin, altında bir su arkı vücûda getirmiştir" (Meryem, 24)
ayetidir." {su arkı) kelimesi, Meryem'in üzerinde oturduğu şeydir. Ama bu,
"önünde akan" demektir. Hak Teâlâ'nın, "(Firavun) "Altımdan
akan şu ırmaklar benim değil mi?" dedi"(Zuhmt 5) ayeti de bu
manadadır. Bu, "Önümden akan şu ırmaklar" demektir. Burada da
böyledir.
[110]
İman, marifet ile o
marifete dayanan ve bilgi cinsinden olan hidayet (doğruyu bulma) demektir. Cenabı-
Hak, ayette "Rableri, onları imanlarına hidayet edip erdirdi"
buyurmayıp, "Onların Rabbi, imanları sebebiyle, kendilerini
Naim cennetlere hidayet eder" buyurmuştur ki bu da, iki mukaddimeyi bilmenin, neticeyi
bilmeyi gerektirmediğine, aksine iki mukaddimeyi bilmenin, insanın neticeyi
kabul etmesine?tam bir istidadın meydana gelmesine sebep olduğuna ve bu istidâd
meydana geldiğinde, bunun Hak TeâlâTdan olduğuna delâlet eder. İşte
filozofların, "mutlak feyiz sahibi, gerçek cömert, sadece ve sadece Allah
Subhânehû ve Teâlâ'dır" şeklindeki sözleri, bu manayadır.
İkinci derece:
"Bunların oradaki duaları. 'Allahim, seni teşbih ve tenzih ederiz"
buyruğunun anlattığı mertebedir. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır;
[111]
Ayetteki (duaları) ifadesi ile ilgili olarak şu
izahlar yapılmıştır:
a) Bu kelime, "dua" manasınadır (şikayet
etmek) denildiği gibi, ve da denilir. Bu
sebeble bazı müfessirler, ayetteki bu kelimeye, "Onların duaları..."
manasını vermişlerdir. Cenâb-ı Hak da, cennetlikler hakkında, "Orada
onların isteyecekleri herşey onlarındır (onlara verilir)" (Yasin, 57) ve
"Onlar orada, emîn emîn. meyvenin her türlüsünü isteyip (elde
ederler)" (Duhân, 55) buyurmuştur. Cennetliklerin "Aliahım"
şeklindeki sözleri de ayetteki, "da'vâ" kelimesinin "dua"
manasına olduğunu teyid eder. "Allahümme" kelimesi Allah'a karşı bir
nidadır. Onların "Sübhaneke Allahümme./' sözleri, "Biz, seni teşbih
ve tenzih ediyoruz" demektir. Bu tıpkı Kunut duasını okuyanın,
"Allahım, biz ancak sâna ibadet ederiz..." demesi gibidir.
b)
Buradaki
"da'vâ" kelimesinden, "ibâdet etme" manası kastedilmiştir.
Bu, "Siz;
ve sizin Allah'dan başka çağırdıklarınızı, yani taptıklarınız] bırakıp
çekiliyorum..."(Meryem, 48) ayetinde olduğu gibidir. Buna göre ayetin
manası, "Cennetliklerin, Allah'ı teşbih edip, O'na hamdetmekten başka bir
ibadetleri yoktur. Onların bu zikirle meşgul olmaları, mecbur oldukları için
olmayıp, Allah'ı zikretmekten dolayı bir zevk aldıkları içindir"
şeklindedir.
c)
Bazı alimler
"Ayetteki "da'vâ" kelimesi ile, iki hasımın birbiri aleyhindeki
iddiaları manasının kastedilmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Buna göre
ayet, "Cennetlikler gerek dünyada gerek âhirette, Allah'ı her türlü
eksiklik ve noksanlıktan tenzih edip, O'nun ulûhiyyetini kabul etme
davasındadırlar" demektir" demişlerdir.
Kaffâl şöyle demiştir:
"Bu mananın aslı da "dua"ya dayanır. Çünkü hasım, karşıdaki
hasmını, aralarında hükmedecek birisine da'vet eder, çağırır."
d) Ebu Müslim: "Bu kelime, "onların sözü,
ikrarı ve nidası" manasınadır" demiştir ki o nida da ehi-i cennetin,
"Subhâneke Allahümme.." şeklindeki sözleridir.
e)
Kâdî şöyle
demiştir: "Hak Teâlâ'nın böyle buyurmaktan maksadı, "Onların Allah'ı takdis
ve tenzih etmedeki yolları şöyle şöyledir" manasıdır. Bundan bu mananın
kastedildiğinin delili şudur: Ayetteki "Subhâneke Allahümme" tabiri
ne bir duâ. ne de bir da'vâdır. Fakat bir şeyi iddia eden, devamlı onu söyleyip
durduğu için, "da'vâ" kelimesi, bu devamlı anmaktan ve peşine düşmekten
kinaye kılınmıştır. Binâenaleyh eh!-i cennet bu zikre devam ettikleri için,
buna "onların da'vası" denilmiştir."
f) Kaffâl şöyle demiştir: "Hak Teâlâ'dan
"Onların dua edip isteyecekleri herşey onlarındır" (Yasin. 57)
ayetine. "Arzu ve temenni edecekleri herşey onlara verilir" manası
verilmiştir. Nitekim Araplar "arzu et, temenni et" manasında,
"Benden dilediğini iste" derler."
İbn Cüreyc de şöyle
demiştir: "Ayetteki, "Bunların oradaki duaları, "Aliahim, seni
teşbih ve tenzih ederiz" tabirinin manasının şu şekilde olduğu bana haber
verildi: "Cennetliklere, yemeyi arzu ettikleri bir kuş yanlarından
geçtiğinde, onlar "AHahım seni teşbih ve tenzih ederiz" derler ve
bunun üzerine melekler, onlara o arzu ettikleri şeyi getirirler. Buna göre
ayetin manası, "Onlar herhangi birşey arzu ettiklerinde, "Subhâneke
Allahümme derler" şeklinde olur. Binâenaleyh ayetteki "da'vâ"
kelimesinden maksad, onların kalblerinde meydana gelen temenni ve arzu olmuş
olur.
Yapılan bu açıklamada,
bir öncekinden daha üstün ve kıymetli şöyle bir taraf vardır: Onların
cennetteki temennîleri, Allah'ı teşbih etmektir. Yani onların arzu ettikleri
şeyi arzu edişleri, ancak Allah'ı teşbih, takdis ve tenzîhdedir."
Kaffâl yine şöyle
demiştir: "Bu ayetin, onların, dünyada iken, harb zamanlannda, kendisine
tam güvenip, yardım isteyecekleri kimseleri çağırmış olmaları manasına gelmesi
de muhtemeldir. Bu tıpkı onların "Ey falanca ailesi, soyu..."
demeleri gibidir. Böylece Allah Teâlâ o cennet ehlinin, cennetteki
ünsiyyetlerintn, Allah'ı anmakla, sükûn ve itminanlarının Allah'a hamd etmekle;
tad alışlarının ise Allah'ı teşbih ile olduğunu haber vermiştir."
[112]
Ayetteki
"Subhâneke Allahümme.." ifadesi ile ilgili olarak şu iki izah
yapılır:
Birinci İzah: Bu,
şöyle diyenlerin görüşüdür: "Cennetlikler
bu sözü, arzu
ettikleri şeyi istemenin alâmeti kılmışlardır. Nitekim İbn Cüreyc,
"Onlara, yemeyi arzu ettikleri bir kuş uğradığında onlar, "Subhâneke
Allahümme" derler ve böylece arzu ettikleri şey kendilerine getirilir.
Arzu ettikleri şeyi elde ettikleri zaman da, "Elhamdülillah Rabbi'J-âlemin" derler" demiştir.
Kelbî de,
"Ayetteki "Subhâneke Allahümme" hitabı, cennetlikler ile onlara
hizmet edenler arasında bir alâmettir. O hizmetçiler, cennetliklerden bu sözü
duyunca, onlara arzu ettikleri şeyi getirirler" demiştir. Bil ki bu izah,
bana göre çok zayıftır. Bunun izahı birkaç yönden yapılabilir:
a) Bu sözün neticesi, cennet ehlinin, bu yüce ve şerefli
zikri, yiyecekleri, içecekleri ve cinsî münasebette bulunacakları sırada,
isteklerinin bir alameti kılmak demektir ki bu da son derece değersizdir.
b)
Allah Teâlâ,
cennetliklerden bahsederken, "Arzu edecekleri kuş etleri de
on/arjnc//r"(Vâk.a,2itbuyurmuştur. Binâenaleyh onlar, kuş eti yemeyi
arzuladıklarında, onların onu açıkça istemeye ihtiyaçları yoktur. Onların, onu
istemeye ihtiyaçları olmadığına göre, bu görüş sakıt olur.
c)
Bu, sözün çok
kıymetli ve yüce olan zahirî manasından vazgeçilerek, lafzın asla
hissettirmediği ve taşımadığı değersiz bir manaya hamledilmesini gerektirir ki.
bu olamaz.
İkinci izah: Bu
tabirin izahı sadedinde şöyle de denilebilir: Cennetliklerin, Allah Teâlâ'yı
tesbîh, takdîs ve sena ile meşgul olmaları, onların mutluluklarının bu zikirde
bulunması ve onların bundan son derece haz duyup sevinmelerinden ötürüdür
Onların hallerinin mükemmelliği, ancak bununla hasıl olur. İşte bu görüş,
vazgeçileniiyecek dosdoğru bir-görüştür. Bu duruma göre, ayetle ilgili olarak
şu tefsirler yapılır:
a) Kâdî şöyle demektedir: "Allah Teâlâ bu sûrenin
başındaki, "İman edip. sâlih amellerde bulunanlara, adaletiyle mükafaat
vermek için.. "(Yûnus. 4) ayetinde de buyurduğu gibi,
müttakîlere büyük bir
mükafaat vaadetmiştir. Binâenaleyh cennetlikler, cennete girip de o
büyük nimetleri aynen bulduklarında Allah Teâlâ'mn kendilerine o nimetleri
vaadedişinde sâdık olduğunu anlarlar. İşte tam o sırada "Sübhâneke
Allahümme!" derler. Bu söz, "Seni, vaadinden caymaktan, yalan söz
söylemekten tenzih ve takdis ederiz" demektir."
b)
Şöyle
diyebiliriz: Saîdlerin (cennetliklerin) mutluluklarının son noktası ile,
peygamberlerin ve velilerin derecelerinin sonu, Allah'ın celâlini bilmenin
dereceleri ile mutlu olmayı istemeleridir.
Bil ki Allah'ın zâtını
bilmek ve O'nun hakikatinin künhüne varmak, mahlûkat için imkansız olan
şeylerdendir. Bu hususta en son nokta, Allah'ın selbî veya izafi sıfatlarını
bilmektir. Onun selbî sıfatları, "celâl sıfatlan" diye; izafî
sıfatları da, "ikram sıfatları" diye adlandırılmıştır. İşte bundan
ötürü, en mükemmel ve en yüce zikir, bu iki hususa hasredilmiştir. Nitekim Hak
Teâlâ "Celâl ve ikram sahibi Rabbinin ismi ne yücedir" (Rahman, 78)
buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) de "Yâ ze'l-celâl ve'I-ikrâm"
zikrine devam ediniz"[113]
buyurmuştur. Selbî sıfatlar, derece ve mertebe bakımından izafî sıfatlardan
önce olduğu için, sözde de, "celâl" sıfatı, "ikram"
sıfatından önce zikredilmiştir. Saîdlerin mutluluklarının son noktasının bu iki makamda
olduğu sabit olunca, hiç şüphesiz, Hak Teâlâ, onların bu yüce ve kıymetli zikre
devam ettiklerini belirtmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın celâlinin ve uluhiyyetinkı,
ikramının ve ihsanının basamaklarının sonu olmadığı gibi, kutsi ruhların, bu
ilâhî ve ulvî makamlardaki terakkilerinin derecelerinin de nihayeti yoktur.
c) Mukarreb melekler Allah Hz. Adem (a.s)'i yaratmazdan
önce de, hep bu zikre devam ederlerdi. Görmüyor musun ki onlar, "Biz reni,
hamdinle teşbih ve takdis ediyoruz" (Bakara, 30) diyorlar. Hak Teâlâ,
âlemi yaratmazdan önce, mukarreb meleklerin yapmış oldukları o yüce zikrin
aynısını, âlem sona erdikten sonra, âdemoğutlarından sa'îd olanların
yapacaklarını göstersin diye, sa'îdlere bunu ilham etmiş ve onlar da böylece
teşbih ve hamdde bulunmuşlardır. Bu zikir, işte böyle yüce bir şerefi
taşıyınca, bunun namazın evvelinde de okunması ile ilgili rivayetler gelmiştir.
Çünkü namaz kılan kimse tekbir aldığında, Übr "Atlahım, seni hamdinle
teşbih ederim. İsmin yücedir ve şanın âlîdir. Senden başka Hah yoktur"[114]
der.
Üçüncü derece: Bu, Hak
Teâlâ'nın "(Onların) oradaki tahiyye-leri selâmdır" buyruğunun ifâde
ettiği husus olup, müfessirler bu hususta şöyle derler: "Hem
cennetliklerin biribirlerine karşı, hem de meleklerin onlara karşı
selamlaşmaları, "setâm" diyerek olur. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Melekler de her bir kapıdan onların yanma girer ve "selâmün
aleyküm" derler"{Rad. 23-24) buyurmuştur. Cennetlikleri Allah'ın
selamlaması da, "selâm" sözü iledir. Nitekim Cenâb-ı Allah,
"Onların, rahîm olan Rablerinden sözlü bir de "selâm"
vardır" (vasin, 58) buyurur." Vahidî: "Buna göre bu, masdarın
mefûlüne muzâf olması kabilinden bir şeydir" der.
Bence burada şöyle bir
başka izah daha vardır: Cennetliklerin bu sözü durmadan söylemeleri, dünyada
iken çeşitli afetler ve korkularla dotu bir yerde bulunduklarını
hissettirmektedir. Binâenaleyh onlar dünyadan kurtarılıp, Allah'ın ikramına
nâif olduklarında, o âfetlerden tamamen kurtulmuş, o korkulardan emin olmuş
olurlar, Allah Teâlâ onların bu hususu andıklarını şu ayette haber verir:
"(Onlar şöyle) derler: "Bizden tasayı gideren Allah a hamdolsun!
Gerçekten Rabbimiz gafur ve şekûrdur. Fazlından dolayı bizi. ebedî durulacak
bir yurda göçtürdü. Orada bize hiçbir yorgunluk değmeyecek ve hiçbir usanç
dokunmayacak" (Fâtır, 34-35).
Dördüncü derece:
Ayetteki "Onların dualarının sonu da "Elhamdülillahi
Rabbi'l-âlemin"dir" ifâdesi ile anlatılan husustur. Bu ifâde ile
ilgili birkaç mesele vardır:
[115]
Biz, bir kısım
müfessirlerin, bu kudsî ve yüce kelimeleri, ehl-i cennetin yeme ve içme ile
ilgili halleriyle alâkalı kılarak şöyle
dediklerini nakletmiştik: Cennetlikler bir şey arzuladıklarında: "Sübhâneke
Allahümme..."; onu yiyip bitirdiklerinde de: "Elhamdülillahi
Rabbi'l-âlemin" derler. Bu görüşü ileri sürenlerin, dünyada da âhirette de
aklı fikri yeme içmeden öteye geçememiştir. Bu gibi insanların, behâim
(hayvanlar) zümresinden sayılmaları ne kadar yerindedir!
Hakkı bulan tahkik
ehline gelince, onlar bu görüşü benimsemernişlerdir. Onların bu husustaki
görüşleri şudur: Hasan el-Basrî Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Nasıl (dünyada)
size nefes alıp vermeniz ilham ediliyorsa, cennetliklere de hamd ve teşbih
etmeleri ilham edilir"[116]
buyurduğunu rivayet etmiştir.
Zeccâc da şöyle
demiştir: 'Allah Teâlâ, cennetliklerin Allah'ı ta'zîm ve tenzih ile başlayıp,
O'na şükr ve sena ile bitirdiklerini haber vermiştir."
Ben derim ki, bu
konuda şu şekilde bazı izahlar da yapılabilir;
1) Cennetlikler "Sübhâneke Allahümme ve
bi-hamdike" zikri ile bahtiyar olup, içine düşmüş oldukları korku ve
âfetlerden emîn olma halini bizzat müşahede ettiklerinde, bu yüce haller ile
kudsî makamların hepsinin, ancak Hak Subhânehû ve Teâlâ'nın ihsanı, fazlı ve
in'âmı ile müyesser olacağını anlarlar. İşte bundan dolayı, Allah'a hamd-ü sena
ederek, "Elhamdülillahi Rabbi'l-âlemin" derler. Söz, bu ifâde ile son
bulmuştur. Çünkü onların, Allah Teâlâ'yı teşbih ve temcîd (ululama) ile meşgul
olmaları. Allah'ın onların üzerindeki en büyük nimetlerindendir. Nimete şükür
ile meşgul olmak ise, ancak o nimeti gördükten sonra olur. İşte bundan dolayı
cümle, bu hamd ifâdesi ile sona ermiştir.
2) Her insanın, kuvvetine göre yükseleceği nokta vardır.
Binâenaleyh insan bazan, o noktadan aşağı doğru iner, bazan da oraya doğru
yükselir. Ariflerin ve sâdıkların miracı (yükseleceği yer), Allah'ı bilmek,
O'nu teşbih etmek ve O'na hamdetmektir. Binâenaleyh onlar, "Sübhâneke
Allahümme" dediklerinde, miracın bizzat içinde olmuş olurlar. Onlar
oradan, mahtûkât âlemine doğru indiklerinde, o iniş esnasında meydana gelen
şey, muhtaç olan herkese hayırları saçmadır ki, bu hususa ayette,
""(Onların) oradaki tahiyyeleri selamdır" ifadesi ile işaret
edilmiştir. Daha sonra o kimse, yeniden miracına yükseldiğinde,
"Elhamdülillahi Rabbi'l-âlemin" der. İşte bu yüce söz de, kulun iniş
ve çıkışındaki durumunun farklılığına bir işarettir. Ayetteki "Allah"
lafzı, Hak Subhânehû ve Teâtâ'nın zâtının ismidir. Binâenaleyh kul bazan, O'nun
celâl sıfatlarına bakar. İşte buna "Sübhâneke" (seni ienzîh ve takdis
ederim!) ifadesi ile jşaret edilmiştir. Kul, daha sonra bu noktadan Allah'ın
zâtının celâlinin huzuruna, insanın takatinin elverdiği bir biçimde yükselme
çabasına girer ki buna da, "Allahümme..." (Allahim!.) tabiri ile
işaret edilmiştir. Okul, bu noktadan yükselip, bu nurların başlangıçlarını
yarıp geçince, ikram âlemine döner ki buna da, "Elhamdüliliahi
Rabbfl-âlemin" tabiri ile işaret edilmiştir. İşte bütün bunlar, kalbime
doğan, aklımdan geçen izahlardır. Binâenaleyh eğer bunlar doğru iseler, bu
muvaffakiyyet Allah'dandır. Yok eğer böyle değif ise, Allah'ın rahmetine
güvenmekten başka elden ne gelir?
[117]
Vahidî şöyle demiştir:
"Ayetteki kelimesindeki en, aslında
enne kelimesinden hafifletilmiştir. İşte bundan ötürü, hafifletildiği için,
fiile benzemekten uzaklaştığından dolayı amel etmemiştir. Bu tıpkı, şu şiirde
olduğu gibidir:
"Durum şudur ki.
ister, yalınayak olsun, isterse ayakkabılı (nalinli). herkes yok
olucudur..." Bu, takdirindedir. "Nazm" adlı eserin sahibi, bu
ayetteki en lafzının, zaide olduğunu ve bunun takdirinin şeklinde olduğunu
söylemiştir ki bu, nazar-ı dikkate alınacak bir görüş değildir. Bazıları da bu
lafzı şeddeli olarak ve "hamd" kelimesini mansûb olarak, şeklinde
okumuşlardır.
"Eğer Allah,
insanlara hayrı çarçabuk istedikleri gibi, şerri istediklerinde de çabucak
verseydi elbette onların vadeleri dolar, işleri bitirilirdi. Fakat, biz, bize
kavuşmayı ummayanların böyle azgınlıkları içinde şaşkın şaşkın dolaşmalarına meydan
veriyoruz" {Yunus. 11)
Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır:
[118]
Bana öyle geliyor ki,
bu surenin baş kısımları, nübüvveti inkâr edenler ve verilen cevaplarla
beraber, onların şüphelerinin zikredilmesi hususundadır.
Birinci şüphe:
İnkarcılar, Allah Teâlâ'nın, nübüvveti Hz. Muhammed'e tahsis etmesine şaşıyorlardı.
Böylece, Allah Teâlâ onların bu teaccüblerini, "İçlerinden birisine bizim
vahiyde bulunmamız, o insanların teaccübünü mü ceibetti?{Vunus,2)buyurarak izâle
etmiş, daha sonra da tevhîdin ve meâdin delillerini ele almıştır. Bu cevabın
neticesi şudur: "Ben, size, sadece tevhidi ve meâdi ikrar etmeniz
gerektiği hükmünü getirdim ve bunların doğruluğunu delillendirdim. Binâenaleyh,
sizin benim peygamberliğimden dolayı bir hayrete düşmenizin bir anlamı
kalmadı..."
[119]
İkinci şüphe: Onlar
devamlı olarak, "Şayet, Muhammed'in, peygamberlik iddiası hususunda
söyledikleri şeyler hak ise, Allahım, bizim üstümüze gökten taş yağdır yahut bize
çok çetin bir azâb ver!" diyorlardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, bu
ayette beyan buyurdukları ile, bu şüphelerini cevaplandırmış olmaktadır.
Ayetin, daha önceki kısımla münasebetini göstermek için söylenebilecek söz
budur.
Bu hususta şu izahları
yapanlar da bulunur:
1) Kâdî, şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, vaad ve
vaidi ile alâkalı şeyler hususunda beyanatta bulununca, bunun peşinden, vaad ve
vaîdinin bu dünya hayatından sonra olması gerektiğine delâlet eden şeyi
getirmiştir. Zira vaad ve vaîdin bu dünyada gerçekleşmesi, âdeta imtihan
sırrını ortadan kaldırır, mükellefiyetin devamına mâni olur.
2)
Kafffil'in
ileri sürdüğü şu husustur: "Allah Teâlâ, kâfirleri, "Allanın likasını
ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar, onunla sükûna erenler ve Allah'ın
ayetlerinden gafil olanlar..." diye tavsif edince, peygamberin onları her
uyarmasında bilmeyerek ve akılsızlık ederek ilahî azabın hemencecik gelmesini
istemelerinin de, onların gafletlerinden biri olduğunu beyân buyurmuştur."
[120]
Allah Teâlâ pek çok
ayetinde, o müşriklerin, bu dünyada ilahî azabın inmesiyle tehdit edildikleri her
defasında bu azabın hemen
gelmesini istediklerini haber vermiştir. Nitekim onlar,
"Hani bir zaman da: "Allahım. eğer bu, senin katından gelmiş hak kitabın
kendisi ise, durma, bizim üstümüze gökten taş yağdır, yahud bize acıklı
bir azâb getir1' demişlerdi " (Entti,32)demişlerdir. Cenâb-ı Hak da,
'İsteyen biri, inecek bir azabı istedi.." {Me&tic, i) buyurmuştur.
Sonra onlar bu ayette, âhiret azâbıyla, -ki bu, "işte onların, irtikâb
etmekte oldukları, şirk ve masiyetler yüzünden varacakları yer, ateştir"
(Yunus, 8) diye beyan buyurulmuştur- tehdit edilince, onlar bu
azabın hemen gelmesini isteyerek, "Bu ne zaman olacak?!.."
demişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ona iman etmeyenler, onun çabucak
gelmesini isterler... "{Şûra, ıs) buyurmuştur. Keza şu ayetler de onların
bu azabı istediklerini bildirir: "Eğer iddianda sadık ve doğru iseniz, bu
vaad ne zaman gelecek? (söyleyin)" derler...";....."Halbuki siz
onun mutlaka gelmesini isteyip duruyordunuz" (yunus, 4b-5i): Ra'd
suresinde de ''Müşrikler senden İyilikten önce, çarçabuk kötülük isterler.
Halbuki onlardan evvel nice ukubet misalleri gelip geçmiştir" (Ra'd, 6)
buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak onların, kendilerine şer gelmesini hemen
istemelerinde bir fayda bulunmadığını, zira
O'nun bu azabı onlara vermesi halinde, onların helak olacaklarını, zira
onların bu dünyadaki yapılarının ve bedenlerinin buna tahammül edemiyeceğinı,
onları imha etmekte bir maslahatın bulunmayacağını, bundan sonra belki onların iman edebilecekleri ve
onların sulblerinden mü'min kimselerin gelebileceğini beyan etmiştir ki, bu da
Allah'ın bu şerri onlara hemen vermemesini gerektirir.
[121]
Ayetin lafzında şöyle
bir müşkilat bulunmaktadır: Cenâb-ı Hakk, fiiline, nasıl fiiliyle mukabele etmiştir? O'nun, ta'cil
fiiline "ta'cfl"; "isti'câl" fiiline de
"isti'câl" ile mukabele etmesi gerekmez miydi?
Buna birkaç yönden
cevap verilebilir: -
a) Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Bu ifadenin
aslı, "Şayet Allah Teâlâ, hayrı insanlara ta'cil ettiği gibi, şerri de
ta'cil etseydi (...)" şeklindedir. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın onlara hemen
icabet ettiğini, isteklerini hemen yerine getirdiğini ihsas etmek için, burada
isti'câl, "ta'cîl" yerinde kullanılmıştır. Böylece, onların hayrı
istemeleri, (isti'câileri) onlar için âdeta bir ta'cîl (arzularının yerine
getirilmesi) olarak ifade edilmiştir.
b) Bazı kimseler şöyle demişlerdir: Senin Mi şeklindeki
sözünün manası, "Onun acele
etmesini istedim" şeklindedir. Yine, bir şeyi acele olarak
yapıp yerine
getirdiğinde, dersin. Böylece sanki sen o işte acele etmeyi istemiş olursun.
İsti'câl kelimesi, bu manayı daha açık ve daha net olarak ifade eder. Buna göre
ayetin manası, "Şayet Allah Teâlâ insanlara hayrı hemen, acele olarak
murad ettiği gibi, şerri de hemen* murad etmiş olsaydı, onların vadeleri dolar,
işleri bitirilirdi" şeklinde olur. Bu görüşün sahibi, "Böyle olması
halinde, ayetin zahirî manasından udûl etmeye gerek kalmaz" demiştir.
c)
Bir şeyde
acele eden herkes, onu, hemen acele olarak yapmayı istemiş demektir. Bu böyle
olunca da, bir işi hemen acele yapan kimse - mu'accil- onu hemen acele yapmayı
istemiş olan kimse -müsta'cil- gibi olmuş olur. Böylece ayetin takdiri,
"Şayet Allah Teâlâ, onlara hayrın hemen gelmesini istediği gibi, şerri de
hemen
vermeyi
isteseydi.." şeklinde olur. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak kendisini, aceleyi
meydana getirmekle, onları da, bu aceleyi istemekle vasfetmiştir. Zira, Allah
Teâtâ'ya yakışan, tekvin; onlara yakışan ise, talebtir.
[122]
Allah Teâlâ bu ayette,
azaba şer adını verdi. Çünkü azâb, azâb gören için bir eziyet ve ona göre bir
kötülüktür. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, (Rauejve (Şûra, 40) buyruklannda;azâbı,
"seyyi'e" diye adlandırması gibidir.
[123]
İbn Âmir, ayet-i
kerimedeki kısmını; kadâ ileyhim
ecelehüm şeklinde okumuş
olup, manası: "Allah onların ecellerine hükmederdi.." demektir.
Bu okuyuşu, Abdullah İbn Mesûd'un "Onlara, ecellerini hükmederdik.."
şeklindeki okuyuşu da destekler. Diğer
kıraat imamları da meçhul siğasıyla,
şeklinde okumuşlardır.
[124]
O müşriklerin, hayrı
hemen acele istemelerinin manası şudur: Onlara çok şiddetli bir musibet
geldiğinde, o belâyı kaldırması için Allah'a dua ederlerdi. Cenâb-ı Hak bu hususu,
"Sonra size herhangi bir keder ve musibet dokunduğu zaman, ancak Ona
tazarru ve feryâd edersiniz.."{NaN, 53) ve "insana sıkıntı dokunduğu
zaman yanı üstü... bize dua eder"(Yunus, 12) gibi pekçok ayetinde beyan
etmiştir.
[125]
Birisi, bir soru sorup
da şöyle diyebilir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "işte biz, bize kavuşmayı
ummayanlann böyle azgınlıkları içinde serseri serseri dolaşmalarına imkân
veriyoruz...' ifadesinin, daha önceki kısımla alâkası nasıldır ve bunun manası
nedir?"
Cevap: Cenâb-ı
Hakk'ın, buyruğu, acele etmeme anlamını ihtiva etmektedir. Buna göre sanki,
Allah onlar için serde acele etmez ve onların, hemen ecellerine hükmetmez. Eğer
böyle yaparsa, O onları kendi tuğyanları, azgınlıkları içinde bırakmış olur.
Yani, daha sonra onları susturmak için, tuğyanlarına rağmen onlara mühlet
verir.
[126]
Alimlerimiz şöyle
derler: Allah Teâlâ, onlar hakkında tuğyan ve
şaşkınlıkla hükmedince, onların
böyle olmamaları imkânsız olur. Aksi halde, Allah'ın doğru ve sâdık
olan haberinin,
yalana; ilminin cehle; hükmünün de batıla dönüşmesi gerekir ki, bütün bunlar
Allah hakkında imkânsızda. Diğer taraftan Cenâb-ı Hak, buna rağmen onları
mükellef tutmuştur ki, bu âdeta iki zıddı bir arada bulundurmayı teklif etme
gibi olmuş olur"
[127]
"İnsana sıkıntı
dokunduğu zaman yanı üstü, yahut otururken veya ayakta iken bize duâ
eder. Fakat biz onun sıkıntısını giderdik mi, sanki kendisine dokunan
sıkıntıdan dolayı bizi hiç çağırmamış gibi çekip gider, işte haddi aşanların
yapageidikleri ameller, kendilerine böyle süslenmiştir" (Yunus. 12).
[128]
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
Ayetin, daha önceki
kısımla münasebeti hususunda şu iki izah yapılabilir:
a) Allah Teâlâ, bir önceki âyette, kuluna bu dünyada
azabını indirmesi halinde helak
olacağını ve onun
eceline hükmedeceğini beyan edince, bu ayette de, bu husus bir
önceki ayette azâb indirmesi halinde öleceğine dair bahsetmiş olduğu hususu
kuvvetlendirsin ve-tekid etsin diye, bu ayette de onun son derece zayıf ve
alabildiğine acil olduğuna delâlet eden ifâdeleri zikretmiştir.
b) Allah Teâlâ, onların kendilerine azâb gelmesi
hususunda acele ettiklerini nakletmiştir. Bu ayette ise, onların, bu
isteklerinde yalancı olduklarını; zira insana, hoşlanmayıp sıkıntı verecek
küçücük bir şey isabet ettiğinde, bunu kendisinden gidermesi için Allah'a
yalvarıp yakardığını beyan buyurmuştur ki, bu da o insanın bu dileğinde dürüst
olmadığına delâlet eder.
[129]
Bu ayetin
maksadı, insanın, kendisine
bir musibet geldiğinde,
sabrının; bir nimete mazhar olduğunda da
şükrünün az olduğunu
açıklamaktır. Binâenaleyh kendisine bir zarar dokunduğunda, insan ayakta iken;oturarak,
yan üstü
yatarak, duâ ve ibadete yönelip Allah'dan, o sıkıntısını gidermesini diler ve o
sıkıntısını nimete,lûtfa ve ikrama dönüştürmesi için yalvarıp yakarır. Bu
sebeple Cenâb-ı Hak, insandan bunu güzel bir akibete dönüştürdüğünde, o insan
şükretmez, daha önceki sıkıntıyı hatırlamaz ve kendisine yapılan nimetin
kıymetini bilmez. Böylece de, sıkıntısını kaldırıp gidermesi için, Allah'a hiç
duâ etmemiş kimseler gibi olur. Bu da, insanın yapısının zayıflığına ve gaflet ve
şehvetin alabildiğince o insana hakim olduğuna delâlet eder. İşte bundan
dolayı, Allah bu tavrın kötü bir yol olduğuna; aksine akıllı insana
yakışanınsa, belâ ve musibet geldiğinde sabırlı; nimet elde ettiğinde şükreden
birisi olması gerektiğine; yine, insana yakışanın, sıkıntı anında duasının kabul
olabilmesi için, bolluk ve refah zamanlarında çokça duâ edip yalvarıp yakarmak
olduğuna dikkat çekmek üzere bunu zikretmiştir. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.s) de: "Sıkıntı ve musibet zamanında duasının
kabul olunmasını isteyen herkes, bollun zamanında çokça yalvarıp yakarsın"[130]
buyurmuştur.
[131]
Bil ki. mü'min bir
kimsenin başına bir sıkıntı ve belâ geldiğinde, şu hususları görto gözetmesi
gerekir:
a)
Onun, Allah'ın
kaderine razı olması, gerek kalbi, gerek lisaniyle buna karşı gelmesi lazım
gelir. Kula gereken budur; zira, Allah Teâlâ, her halükârda mâliktir ve
kelimenin tam manasıyla hükümdar, bihakkın hâkimdir. Binâenaleyh, O'nun
mülkünde ve mülkinde, istediğini istediği gibi yapma hakkı vardır. Yine o
Allah, her halükârda hâkimdir. O, bâtıl ve abes, boş şeyler yapmaktan münezzeh
ve uzaktır. O halde, O'nun yaptığı her şey, hikmetin ve doğrunun ta kendisidir.
Durum böyle olunca da, o kimse, Allah Teâlâ'nın, o sıkıntıyı onun üzerinde
bırakması halinde bunun bir "adi"; onu gidermesi halinde de bunun bir
fadl, lütuf ve ihsan olduğunu bilir. Böylece de, sabır ve sükut etmesi ve
dövünmeyi terketmesi gerekir.
b) O kimsenin bu esnada duâ edeceğine, Allah'ın zikri ve
senâsıyla meşgul olması daha efdal olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, hadis-i kudsisinde:
"Herkim, beni anmaktan, benden birşey istemeğe fırsat
bulamazsa, ben ona.
benden isteyenlere verdiğimden daha güzelini ve üstününü veririm"[132]buyurmuştur.
Bir de, Allah'ı
zikirle meşgul olmak, hak ile meşgul olmaktır. Duâ ile meşgul olmak ise, nefsin
hissesini istemekle meşgul olmaktır. Birincisinin daha üstün olduğunda şüphe
yoktur. Sonra, duâ etmesi halinde sıkıntının giderilmesinin, kendisinin dinî
hayatı bakımından hayırlı olması şartına bağlanması gerekir. Netice olarak
diyebiliriz ki: Ona göre dinin, dünyaya tercih edilmesi, râcih olması gerekir.
c)
Cenâb-ı Hak,
o kimseden o belâyı giderdiğinde, onun, bütün gücüyle şükretmesi; bollukta ve
sıkıntıda, darlık ve genişlik zamanlarında, bu şükürden uzak bulunmaması
gerekir ki, işte belânın geldiği zamanda tutulacak en doğru yol budur.
Burada, bu
bahsettiklerimizden daha üstün olan başka bir makam daha bulunmaktadır ki o da,
tahkîk ehlinin şu sözüdür: Bir nimet elde ettiğinde, o nimeti verenle değil de,
nimetle meşgul olan herkes, belâ ve sıkıntı esnasında, o belâya duçar kılanla
değil, belâ ile meşgul olur. Bu gibi kimseler de, devamlı olarak bir belâ
içindedirler. Belâ esnasında, onun bir belâ içinde bulunduğunda bir şüphe
yoktur. Ama nimetlerin elde edilmesi esnasında onun, o nimetlerin yok olmasına
dair duyduğu endişeler, belâ çeşitlerinin en kuvvetlisi olur. Böylece, her ne
zaman nimet, daha mükemmel, daha leziz, daha güçlü ve daha üstün olursa, onun
kaybedilme korkusu da, eziyyet cihetinden o nisbette şiddetli; ürküntü verme
cihetinden de o nisbette güçlü otur. Böylece, nimetle meşgul olan kimsenin,
devamlı olarak belânın derinliklerinde bulunacağı sabit olur.
Ama. nimet verildiği
zaman, nimet verenle meşgul olan kimseye gelince, onun, belâ isabet ettiği
zaman da kendisine o belâyı verenle meşgul olması gerekir. Nimet verenle,
belâya mübtelâ kılan aynı olunca, o kimsenin bakışları devamlı olarak aynt
gayeye, aynı matluba yönelik olur. Halbuki onun matlubu da. değişmekten
münezzeh ve tebeddülden beri olur. Kim böyle olursa, belâ ve nimet geldiği
zamanlarda, mutluluklar deryasına dalmış ve nihaî mükemmelliklere ulaşmış olur.
Bu tür beyânlar,
sahili olmayan bir ummandır. Ona ulaşmak isteyen kimse, haber dinleyenlerden
değil, bizzat görüp vasıl olanlardan olur.
[133]
Alimler, Cenâb-ı
Hakk'ın, buyruğunda geçen "insan"dan maksadın kim olduğu hususunda ihtilâf
etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, bununla kâfir kimsenin kasdedildiğini
söylemişler, hatta bunlardan bazıları daha ilen giderek. Kur'ân'da
"insan" kelimesinin geçtiği her yerde, bununla kâfirin murad
edildiğini söylemişlerdir ki, bu yanlıştır. Zira Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey
insan, muhakkak ki sen. Rabbine (kavuşuncaya) kadar durmadan didineceksin,
nihayet Ona ulaşacaksın. O zaman kitabı sağ eline verilen kimseye
gelince..." (\nıkk,6-7) ifâdesinin içine, mü'min kimselerin de girdiğinde
şüphe yoktur. Cenâb-ı Hakk'ın "İnsanın üzerine uzun devirden öyle bir
zaman gelip geçti ki,.. "(Dehr. i); "Andolsun biz insanı çamurdan
(süzülmüş) bir hülâsadan yarattık..." (Mu'mmun, 12) ve "Andolsun.
insanı biz yarattık. Nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu da biliriz.*.
."(Kaf. 16) ayetleri de böyledir. Onların söylediği şey ise, gerçekten
uzak bir ihtimaldir. Gerçek olansa şöyle dememizdir. Başında eliflâm bulunan
müfred (tekit) lafızların kullanıldığı yerde, daha önce geçmiş ve malûm bir şey
varsa, bu lafız ona hamledilir. Yok, eğer orada daha önce geçmiş, mafûm ve
mahud bir şey söz konusu değilse, o kelimeyi mücmellikten ve muattai
(delâletsiz) olmaktan korumak için "istiğrak" (şümul, kapsamlılık)
manasına hamletmek gerekir. Buradaki "insan" kelimesi, kâfir için
uygun düşer. Zira, burada bahsedilen şey, müslümana asla yakışmaz.
[134]
Cenâb-ı Hakk'ın, yanı üstü
yahut otururken veya ayakta
iken bize dua eder...' buyruğu ile
ilgili olarak, şu iki açıklama yapılabilir.
1) Bundan maksad, duanın hangi hallerde yapıldığını
beyan etmektir. Buna göre. kelimesi hâl
olarak kullanılan bir kelimedir. Bunun hâl'olduğunun delili ise
ayette hal olan diğer
iki kelimenin buna atfedilmiş olmasıdır. Buna göre kelamım takdiri şeklinde
olur.
Şayet onlar, "Bu
hal ifâdelerinin getirilmesinin faydası nedir?" derlerse, biz deriz ki bu,
"sıkıntıya uğrayan kimse, o sıkıntı kendisinden zail oluncaya kadar, ister
yan üstü, ister oturarak, isterse ayakta olsun, devamlı duâ etmekten geri
durmaz..."
demektir.
2)
Bu üç'hâün.,
sıkıntının çeşitlerini ifâde etmek için gelmiş olması. Buna göre kelamın
takdirî manası, "İnsana, yan üstü yatarken, veya otururken veyahut da
ayakta iken bir sıkıntı isabet ettiğinde, bize duâ eder..." şeklinde olur.
Bu. Zeccâc'ıngörüşı. olup, birincisi daha doğrudur. Zira, ayette bahsedilen
duâ, zarar çeşitlerinin ifâde edilmesinden ziyade, sıkıntı karşısında duâ etme
hallerine daha yakındır. Bir de. b. hallerin, duanın halleri olduğunu söylemek,
insanın çokça duâ ettiğini ifâde etmey gerektirir. Sonra, (buna rağmen) o kimse
duayı, daha sonra.tamamiyle terkeder ve bundan yüz çevirirse, bu daha da
şaşırtıcı olur.
[135]
Ayetteki "çekip gitti" kelimesiyle ilgili
olarak da izahlar yapılmıştır:
1) Bundan maksad "O, zarar kendisine isabet etmeder
önceki ilk durumu üzere çekip gitti ve sıkıntıya düşme halini unuttu"
manasıdır.
2) Bundan murad, "O, Allah'a yönelmeksizin.
yalvarma ve yakarma yerinde^ çekip gitti, uzaklaştı.. Sanki, onunla hiçbir
alâkası ve ilgisi yokmuş gibi..." manasıdır[136]
Cenâb-ı Hakk'ın, "sanki kend: dokunan sıkıntıdan
dolayı bizi çağırmamış gibi.. buyruğunun
takdiri şeklindedir. Daha sonra. hafifletmek için, buradaki zamir düşmüştür. Bu
ifâdenin bir benzeri de, "sanki onlar ... (bir müddet)
kalmamışlardır"(Yunus,45) ayetidir. Hasan el Basrt bu tabire, "O, bu
hususta Allah'a duâ ettiğini ve Allah'ın o belâyı kendisinden gidermesi
hususunda yapmış olduğu ihsanı unuttu..." manasını vermiştir.
[137]
Nazm adlı
eserin sahibi şöyle demektedir: "Cenâb-1 Hakk'ın, ifâdesindeki izâ
gelecek manasım ifâde için konulmuş bir edattır. Daha sonra Cenâb-ı
Hak,"açıp giderdik mi..." buyurmuştur ki, bu ifâde mazî ifadesidir.
Binâenaleyh. ayetin bu nazmı, ayetin manasının geçmişte böyle
olduğuna, gelecekte de aynı şekilde olacağına delâlet eder. D halde, ayette
istikbâl ifâde eden fiiller, istikbâl manasına; ma*zi fiili de. mazi manasına
delâlet eder." Ben derim ki, aklî delil de bu manaya uygun olup bunu
destekler. Çünkü insan, zayıf, aciz ve sabrı az olarak yaratılmıştır. Yine
insan, mağrur, şımarık, unutkan, inatçı ve asî olarak yaratılmıştır.
Binâenaleyh, onun başına bir belâ geldiğinde acziyeti ve zayıflığı onu, çokça
duâ etmeye, yalvarıp yakarmaya, huşu. hudû ve inkıyadını izhar etmeye sevkeder.
Başındaki sıkıntı zail olup, o rahata kavuştuğu zaman, kendisine unutkanlık
hâkim olur da, böylece, Allah'ın kendisine olan lütfunu unutur, haddi aşma,
azgınlık ve tuğyan, küfür ve açıktan inkâr içine düşer. İşte bütün bu durumlar,
onun tabiatının ve karakterinin bir.neticesı ve hilkatinin ayrılmaz bir
vasfıdır. Netice olarak diyebiliriz ki bu zavallılar, mazeretleri olmadıkları
halde, mazurdurlar.
[138]
Cenâb-ı'Hakk'ın
"işte haddi aşanların yapageldikleri ameller kendilerine böyle
süslenınmistir..." ifadesiyle ilgili birkaç bahis bulunmaktadır: Birinci bahis:
Buradaki "tezyin eden"
ya Allah; ya şeytan; yahut
da nefistir. Bu, cebr ve kader meselesiyle ilgili bir-husustur ki, bu mesele
malûmdur.
İkinci bahis: Bu,
Allah Subhânehu veTeâlâ'nın. kâfiri niçin "müsrif^haddi aşan" diye
adlandırdığının sebebini beyan etmekle ilgilidir. Bu hususta birtakım izahlar
bulunmaktadır:
Birinci izah: Ebu Bekr
el-Esamm, şöyle demektedir: "Kâfir, hem nefsi hem de
malı hususunda israf
içindedir; onları zayi etmiştir. Nefsi hususunda israfı, onun kendisini,
putlara kul yapmasıdır. Malı hususundaki israfa gelince onlar, mallarını
Bahîra, Sâibe, Vasile ve Hâm gibi şeylere inanmakla zayi etmişlerdir."
İkinci izah: Kadî
şöyle demektedir: "Âdeti, belâ inerken, çokça yalvarıp yakarma olan: belâ
zail olup da nimet inerken Allah'ı hatırlamaktan vazgeçen, O'ndan gafil olan.
Ona şükretmekle meşgul olmayan herkes, dini hususunda müsrif olmuş, ondan gafil
olmakla da haddi aşmış olur. Kişinin, infâkta israf etmesinde şüphe olmadığı
gibi. onun bir vacibi terketmesinde veya o hususta haddi aştığı zaman bir
kötülüğe yönelip. onu yaptığı zaman müsrif olacağında da şüphe yoktur."
Üçüncü izah: Bu, şu
anda hatırıma gelen bir husustur: "Müsrif, adî gayeleri için çokça mal
harcayan kimsedir. Dünya lezzet ve güzelliklerinin, uhrevî saadetler
mukabilinde, cidden adî ve kıymetsiz oldukları malûmdur. Halbuki Allah Teâlâ,
beş duyu organını, aklı. fikri, güç ve kuvveti, o yüce mutlulukları elde etmesi
İçin o kimseye bahsetmiştir. Şu halde, kim bu kıymetli âlet ve vasıtaları, o
değersiz maddî mutlulukları elde etmek için harcarsa, o önemsiz ve değersiz
şeyleri elde etmek için, çok kıymetli o büyük şeyleri harcamış olur. Öyleyse bu kimsenin de
müsriflerden sayılması gerekir."
.
Üçüncü bahis: Cenâb-ı
Hakkın, kezalike ifâdesindeki kât harfi, teşbih için getirilmiş bir harftir.
Buna göre mana, "Bu kâfire kötü, akıl almaz ve çirkin şeyler hoş
gösterildiği gibi, "müsrife del Allah'ı ve O'nun nimetlerini anmaktan yüz
çevirme ve şehevî duygularına tâbi oimak gibi yapmış olduğu şeyler hoş
gösterilmiş olur " şeklinde olur.
"Andolsun ki
sizden evvelki nesilleri -peygamberleri kendilerine apaçık deliller
getirdikleri halde zulmettikleri. îmana gelmedikleri için- helak ettik. İşte
günahkârlar güruhunu
biz böyle cezalandırırız. (Onlardan) sonra, arkalarından sizi yeryüzünde
halifeler yaptık, bakalım nasıl hareket edeceksiniz diye" (Yunus.
13-1-4)
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[139]
Bu, bu ayetlerin daha
önceki ifâdelerle münasebeti hakkındadır. Bil ki Allah Teâlâ, o kâfir ve
müşriklerin. "Ey Allah, eğer bu. senin katından (gelmiş) Hak kitabın
kendisi ise durma, bizim üstümüze gökten taş yağdır, yahud bize elem veren bir
azâb getir"{Enfâi, 32) dediklerini nakledip, sonra da, dualarına icabet
etmede kendilerinin menfaatine ojan bir şeyin bulunmayacağını belirterek onlara
cevap verip, daha sonra da bu istek ve arzularında yalancı olduklarını, zira
başlarına bir belâ geldiğinde onun giderilmesi hususunda kendisine yalvarıp
yakarmaya başladıklarını beyân edince, bu ayette de âdeta bir tehdit gibi otan
şu hususu beyân buyurmuştur: Allah Teâlâ onlara bazan, "köklerini kazıma
azabını indireceğini, bunu onlardan izâle etmeyeceğini beyan etmiştir ki, O'nun
bundan maksadı, bunun, onları, onların "eğer bu, senin katından (gelmiş)
hak kitabın kendisi ise..." şeklindeki sözlerinden caydırmadır. Zira
onlar, Allah'ın, dualarına icabet edeceğini ve üzerlerine, köklerini kazıyacak
bir azâb indireceğini duyup, daha sonra da bunu, yahudî ve hristiy anlardan
da müteaddit defalar iÜ bu, onları bu sözü söylemekten caydırmıştır. İşte bu,
ayetin daha önceki münasebeti hususunda yapılmış -oian güzel ve makbul bir
izahtır.
[140]
Keşşaf sahibi şöyle
demektedir: Lemrnâ kelimesi eMefcaâ fiilinin zarfı; ifâdesindeki vâv da, hâliyye vâvıdtr.
Suna göre mânâ: "Peygamberleri onlara, kerKttteriftfn sıdklarına
dair delil ve şahitler getirdiği halde, onlar yalanlayarak zulmetmtgİerdT
şeklinde olur. Peygamberlerinin getirdiğim deliller ise, onların
mucizelertdir.".
Cenâb-ı Hakk'ın,
"imana gelmedikleri için" ifâdesinin, "zulmettiler"
ifâdesine atıf olması caiz olduğu gibi, bunun bir itirâziyye cümlesi da
caizdir, kelimesinin başındaki iâm da olumsuzluğu tekid için gelmiştir.: Bu,
''Allah, onların küfürlerinde ısrar edeceklerini bitiyordu.." demektir.
İşte öC Allah'ın onları sırf peygamberlerini tekzîb.etmelerinden dolayı helak
ettiğine deîâtet eder. Binâenaleyh O, tıpkı bunun gibi, her günahkârı
cezalandırır. Bu ifâde, AHah'm Resulünü yalanlamalarından dolayı Mekkeliler
için bir tehdittir. Yâ ite,
li de okunmuştur.
Cenâb-i Hakk'ın,
"(Onlardan) sonra, sm halifeter buyruğu, Hz. Muhammed'in kendilerine
peygamber olarak gönderildiği bir hitâb olup, sizin, hayrı mı şerri mi
yapacağınızı görelim ve amellerinize gÖr« size muamele edelim diye, helak
ettiğimiz o ümmetlerden sonra, sizi yeryüzünde haHlSft*y yaptık..."
demektir.
Geriye ise, ayetle
ilgili şu iki soru kalmıştır:
[141]
Birinci soru: İçinde,
"mukabele" "bir şeyin karşısında bulunma" mânâsı oWu8«
halde, nazara fiilinin Allah hakkında kullanılması nasıl caiz olmuştur?
Cevap: Nazara (baktı)
lafzı, kendisine bir şüphenin arız olamayacağı, gerçek ve hakiki ilim hakkında
istiare yoluyla kullanılmış ve bu ilim, bakanın baktsma, görüp, müşahede edenin
de görmesine teşbih edilmiştir.
[142]
İkinci soru:
"(Onlardan) sonra, arkalarından sizi yeryüzünde halifeler yaptık,
bakalım nasû hareket edeceksiniz diye..." buyruğu, Allah Teâlâ'nın, onlar
var olmadan Önce, örttarırt hallerini ve durumlarını bilmediğini ihsas
ettirmektedir.
Cevap: Bundan murad,
Allah Teâlâ'nın, tıpkı, onları onlardan sâdır o+ana göre cezalandırması
için, onların ne yapacağını bilmek isteyen kimsenin muamelesi gibi muâmete
etmesidir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "hanginizin daha güzel amel
edeceğini imtihan etmek için... "(Mülk.o ayeti gibidir. Bu tür ayetler,
daha önce geçmiştir. Hz. Peygamber fs.a.s) de: "Dünya yeşil (güzel) ve
tatlıdır. Ve şüphesiz Allah da. sizin ne yaptığınızı görsün diye. sizi o
dünyaya halifeler yapmıştır"[143]buyurmuştur,
Katâde de, 'Rabbimiz Allah doğru söyledi. O, amellerimize bakıp, ne
yapacağımızı görmek için, bizi yeryüzünde halifeler kılmıştır. O halde Allah'a,
gece gündüz hayır işler yapıp gösteriniz" demiştir.
[144]
Zeccâc şöyle demiştir:
"Ayetteki keyfe kelimesi i'rab bakımından mahallen mansub olup, onu
ta'melûn fiili
nasbetmiştir (yani o,
bu fiilin mef'ûlüdür). Zira bu lafız bir istifham edatı değil, harftir. İstifham
edatında, kendinden önce bulunan kelimeler amel edemezler. Eğer sen,
"Hayıc mı, yoksa şer mi işleyeceğini görelim" demiş olsaydın,
"hayır" vb "şer" kelimeleri üzerinde âmil olan, fiili olmuş
olur.
''Ayetlerimiz onlara
apaçık deliller olarak okunduğu zaman, bize kavuşmayı ummayanlar, "Ya
(bize) bundan başka bir Kur'an getir, yahut onu değiştir" dediler. De
ki: "Onu kendiliğimden değiştirmem, benim için olmayacak şeydir. Ben,
bana vahyolunandan başkasına tabi olmam. Eğer Rabbirhe isyan edersem
şüphesiz büyük günün azabından korkarım" - (Yunus. 15).
Bu âyette ilgili
birkaç mesele var:
[145]
Bil ki bu söz, o
müşriklerin Hz. Peygamber (s.a.s)'in nübüvvetini tenkit
maksadıyla ileri sürdükleri
üçüncü iddiadır. Allah Teâla bunu kitabı Kur'an'da nakletmiş ve cevabını
vermiştir.
Bil ki kim. bu
bahsettiğimiz tertibe iyice vâkıf olur, dikkat ederse, Kur'ân'ın en güzel bir
biçimde sıraya konulmuş, tertib edilmiş olduğunu anlar[146].
İbn Abbas (r.a)'dan şu
rivayet edilmiştir: "Kâfirlerden beş kişi, Resûiullah ile ve Kur'an ile alay
ediyorlardı: Bunlar. Velid b. Muğire el-Mahzûmî, Âs b. Vâil es-Sehmî,Esved b.
el-Muttalib. Esved b. Abdi Yeğûs ve Haris b. Hanzala dır. Allah
Teâlâ, bunların herbirini bir başka şekilde öldürüp helak
etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O istihzaalara muhakkak ki biz
yeteriz" (Hıcr. 95ı buyurmuştur. Böylece Allah Teâlâ. onlar üzerine, her
ne zaman ayetleri okunsa, "Bizekavuşmayı ummayaniar. "Ya (bize)
bundan başka bir Kur'an getir, yahut onu değiştir" dediler"
buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki bahis vardır:
[147]
Birinci bahis: Onları,
''Allah'a kavuşmayı ummayaniar" diye tavsif etmek suretiyle, onların hasrı
ve neşri yalanlayıp, öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr eden kimseler
oldukları murâd edilmiştir. Bu teşbihli ve istiâreli (mecazi) ifâdenin, yerinde
ve güzel olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:
a) Esamrn şöyle demiştir: "Ayetteki, "Bize
kavuşmayı ummayaniar" tabiri "Bize kavuştuklarında, taatlarına karşı
bir hayır (sevab verileceğini) ummazlar. Onlar, günahlarından ötürü korkmaktan
çok uzaktırlar" demektir.
b)
Kâdî şöyle
demiştir: "Recâ" (umma) kelimesi, ancak menfaatler ve faydalı şeyler
hakkında kullanılır. Fakat bazan bu kelime, "zarar" ile ilgili olarak
da kullanılır. Çünkü Rabbisinin vaadettiği mükafaata -ki bu, Allah'ın mükellef
tutmak suretiyle murâd ettiği şeydir-, buna kavuşmayı ummayaniar, Allah'ın
tehdid ettiği ve korkuttuğu cezadan da korkmazlar. Böylece bu, onların öldükten
sonra dirilmeyi ve haşri neşri inkâr etmelerine bir kinaye olmuştur."
Bil ki Kâdî'nin sözü,
Esamm'ınkinden doğruya daha yakında. Fakat bu hususta tam bir izah şu şekilde
yapılabilir: Öldükten sonra dirilmeye (ba'se), haşre ve neşre inanan herkesin
mutlaka. Allah'ın vaadettiği mükâfaatı umması ve O'nun cezasından korkması
gerekir. Lâzımımı (yani şart olan şeyin) bulunmaması, melzûmun da (yani bu
saçta bağlı olan şeyin oty bulunmayışına delâlet eder. O halde,
"ummama"dan; "öldükten sonra dirilmeye imân etmeme"
neticesi çıkar. İşte bu teşbihli ifâdenin güzel ve yerinde oluşunun izahı
böyledir.
[148]
İkinci bahis: Onlar,
Allah'ın Resulünden, bedeliyyet üslûbu ile (ya şu, ya bu diyerek), şu iki
şeyden birisini istemişlerdi:
1)
Hz. Peygamber (s.a.s)'in kendilerine, bu Kurandan başka bir Kur'ân getirmesini.
2)
Bu Kur'ân'
değiştirmesini.
Bu noktada şöyle bir
problem ortaya çıkmaktadır: Hz. Peygamber (s.a.s) Kur'ân': değiştirdiğinde, bu
Kur'ân'dan başka bir Kur'ân getirmiş olur. Böyle olunca da. bunların her ikisi
de aynı şey olmuş olur. Bunlardan her birinin, diğerisinin aynıs* olduğuna
delâlet eden şeylerden biri de şudur; Hz. Peygamber (s.a.s), cevap hususunda,
"Onu kendiliğimden değiştirmem benim için- olmayacak şeydir" diyerek,
sadece bunlardan birisini reddetmekie yetinmiştir. Bu iki şeyden herbirinin.
diğerinin aynısı olduğu sabit olunca, ayetteki deyimi terdid (seçmeli) ve
tahyır (muhayyer bırakma) manasına almak yanlış olur.
Buna söyle cevap
verilebilir: Bu iki şeyden biri diğerinden başkadır. O halde bu Kur'ân'ın
tertibi ve nazmı üzere olmayan bir başka kitabı getirmek, başka bir Kur'ân
getirmek olur. Fakat bu Kur'ân'ı getirip de, bazı şeylerin zemmedildiği
kısımları çıkarıp, o şeylerin medhini ifâde eden sözler koymak ve rahmet
ayetleri yerine, azab ifâdelerini getirip koymak bir değiştirme olur. Yahut da şöyle
deriz: "Bundan başka bir Kur'ân getirmek", onlara, bu kitap olduğu
gibi kaldığı halde, bundan başka bunun yanısıra diğer bir kitap getirmektir.
Değiştirme ise, bu Kur'ân'da değişiklik yapmak demektir.
Bu soruyu soranın,
"Resûluilah bu iki şeyden sadece birisini reddetmek suretiyle cevap
vermekle yetinmiştir" şeklindeki sözüne karşı da deriz ki: Her ikisinden
birisine verilen cevap, ikincisine verilecek cevabın aynısıdır. Durum böyle
olunca, onlardan birisine cevap vermekle, ikincisine cevap verilmeye lüzum
görülmemiştir.
Biz, şu iki sebebten
ötürü, bu iki şeyden birisine verilen cevabın, ikincisine de aynen cevap
olacağını söylüyoruz:
1)
Hz. Peygamber
(s.a.s), o Kur'ân'ı kendiliğinden değiştirmesinin mümkün olmadığını, çünkü
bunun, Allah tarafından gönderilen bir kitap olduğunu, diğer Arapların, bunun
bir benzerini getirmeye kadir olamayışları gibi, kendisinin de Kur'ân'ın
benzerini getirmeye (söylemeye) kadir olamayacağını beyan buyuunca, Kur'ân'ın
onlara, benzerini getirmeleri hususunda daha evvelce de meydan okumuş
olmasından dolayı, işte bu onların kafalarında iyice yer etti. Böylece Hz.
Peygamber (s.a.s) bu cevabı ile, bundan başka bir Kur'ân'ı getirmesinin mümkün
olmayacağını onlara bir kez daha beyan etti.
2) Mümkün olma bakımından, Kur'ân'da değişiklik yapma,
bu Kur'ân'dan başka bir Kur'ân getirmekten daha kolaydır. Binâenaleyh Hz,
Peygamber (s.a.s)'in, daha kolay olanla ilgili olarak vermiş olduğu cevap, daha
zor olan için de bir cevap olur.
Bazı kimseler, bundan
başka bir Kur'ân getirme işi ite, bu Kur'ân'da değişiklik yapma arasında bir
fark olmadığını ileri sürmüş ve Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Om/
kendiliğinden değiştirmem, benim için olmayacak şeydir" şeklindeki sözünü,
her ikisine de bir cevap saymışlarsa da. bu, açıkladığımız gibi, zayıf bir görüştür.
[149]
Bil ki kâfirlerin
böyle bir istekte bulunmaya yeltenmeleri. şu iki manaya gelebilir:
a) Onlar bunu. alay ve istihza yoluyla söylemişlerdi.
Bu, meselâ
onların, "Eğer sen bize, bu Kur'ân'dan başka bir
Kur'ân getirirsen veya
onu değiştirirsen, sana iman ederiz"
demeleri gibidir.
Onların bu sözden maksadlan ise, alay etmek ve onu uğursuz saymaktır.
b) Onlar bunu, ciddî olarak teklif etmişlerdi. Bu da şu
manalara gelebilir:
1) Onlar bunu. Hz. Peygamber (s.a.s)'i denemek için
söylemişlerdi. Binâenaleyh eğer o bunu yaparsa, onun "Bu Kur'ân, bana
Allah katından indirildi'' şeklindeki sözünde yalancı olduğunu anlayacaklardı.
2) Onların bu isteklerinin maksadı şudur: Bu Kur'ân,
onların ilahlarını kınamakta, tuttukları yolu tenkid etmektedir. Onlar ise,
bundan rahatsız olmuşlardı. Bundan dolayı onlar, böylesi şeyleri ihtiva etmeyen
başka bir kitap getirmesini istemişlerdir.
3)
Kur'ân'ın
Allah tarafından gönderildiğini kabul etmekle beraber, onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'den^
Allah'ın bu Kur'ân'] neshedip,
başka bir Kur'ân
ile değiştirmesini istemesini teklif etmişlerdi. Bu üçüncüsü, en uzak
olan ihtimaldir.
Bı! ki müşrikler, bunu
söyleyince. Allah Teâlâ Peygamberine şöyle demesini emretmiştir: "Bu değiştirmeyi
ben yapamam, çünkü ben ancak bana vahyedilene uyarım." Daha sonra Cenâb-ı
Hak, isyan etmesi halinde, büyük bir azabla yüzyüze geleceği hususunda,
peygamberinin de başka insanlar gibi olduğunu beyân buyurmuştur.
[150]
Bu ayetten şu, ikinci
derece hükümler de çıkar:
[151]
Birincisi: "Ben.
bana vahyolunandan başkasına tabî olmam" ifâdesi, "Ben, ancak bana
vahyolunana tabî olurum, uyarım" demektir. Binâenaleyh bu, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in ancak vahiy ile hükmettiğine delâiet eder. Bu da, onun-kesinlikle
içtihadına göre hükmetmediğine delâlet eder.
[152]
İkincisi: Kıyâsı (bir
delil olarak) kabul etmeyenler, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Bu ayet, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, sadece nasslar (ayetler) ile hükmettiğine
delâlet eder. Binâenaleyh, "O
(peygambere) uyunuz " (Arâf.
ıssı emrinden ötürü, bütün ümmet-i Muhammed'in. ancak nasslara göre
hükmetmeleri gerekir.
Üçüncüsü: İbn Abbâs(r.a)'dan,
bu ayetin "(Bı^. geçmiş ve gelecek günahını. Allah'ın yarhğaması
içindir,., "(Fenn. 2t ifâdesi ile nesholunduğunu söylediği rivayet
edilmiştir. Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü nesh, isyana karşılık bir cezanın
terettüb etmesi hususunda değil, ancak ahkâm ve ibâdetle ilgili hükümlerde söz
konusudur.
Dördüncüsü: Mu'tezile
şöyle der: "Ayetteki, "Eğer Rabbime isyan edersem, şüphesiz büyük
günün azabından korkarım" ifâdesindeki azab, o isyanın tevbesiz olarak
vuku bulması şartına bağlıdır. Halbuki tevbeden daha büyük bir taat
yoktur." Biz (ehl-i sünnet) de deriz ki: Burada bir üçüncü tahsis vardır.
Bu da. Cenâb-ı Hakk'tn onu, direkt olarak affetmemesidır.[153]
Çünkü bize göre, Allah Teâlâ'nın, büyük günah sahiplerini affetmesi caizdir.
[154]
"De ki:
"Eğer Allah diieseydi. Kur'ân'ı size okumazdım. Size de onu bildirmezdi.
Ben. bundan önce içinizde bir ömür boyu yaşamıştım. Siz hâlâ aklınızı
kullanmayacak mısınız?" (Yûnus, 16).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:
[155]
Biz daha
evvel şunu açıklamıştık: Müşrikler,
Hz. Peygamber (s.ja.s)'i Kur'ân'ı Allah katından bir vahiy
yoluyla almayıp, kendisinin uydurması olmasıyla itham ettiklerinden ötürü, böyle
birtalebte bulunmuşlardı. İşte bu sebeble, Hz. Peygamber (s.a.s) de. Allah
Teâiâ'nın ayette bahsettiği gibi, böyle bir vehmin yanlışlığını ortaya
koymuştur. Bunu şu şekilde izah ederiz: Kâfirler, Hz. Peygamber (s.a.s)'i
doğumundan o âna kadar, görüp tanımışlardı. Onlar, onun hallerini, durumunu,
hiçbir kitap okumamış olduğunu, herhangi bir hocanın talebesi olmadığını ve hiç
kimseden birşey öğrenmediğini biliyorlardı. Peygamber (s.a.s) daha sonra, bu
minval üzere geçen kırk yıldan sonra, usûl ilminin en değerli kurallarını,
ahkâm ilminin inceliklerini, ahlâk ilminin latifelerini ve geçmiş milletlerin
kıssalarının sırlarını ihtiva eden bu yüce'kitabı getirmiştir. Bu kitaba,
âlimler, fesahat ve belâğât sahibi (edibler) muâraza edememişler, benzerini
yapamamışlardır. Binâenaleyh akl-ı selim sahibi olan herkes, böyle bir şeyin
ancak Allah'dan gelen bir vahy ile olabileceğini bitir. O halde, Hz.
Peygamberin, "Eğer Allah dileseydi. Kur'ân'ı size okumazdım, size de onu
bildirmezdi" şeklindeki buyruğu, Kur'ân'm, kendisinin uydurup söylediği
birşey olmayıp, Allah'dan gelen bir vahiy olduğu hususunda bir hükümdür. Onun
"Ben. ondan evvel İçinizde bir ömür boyu yaşamıştım " ifâdesi de,
anlatıp izah ettiğimiz, delile bir işarettir. Ayetteki. "Siz hâlâ akhnızı
kullanmaz mısınız!?" ifâdesi de, "Böylesi büyük ve kıymetli bir
kitabın, öğrenim görmemiş, talebe olmamış, hiçbir kitap okumamış ve ilmî
tartışmalarda bulunmamış bir kimsenin eliyle gelmesi, bunun ancak bir vahiy ve
inzal yoluyla olacağını zarurî olarak bildirir, gösterir. Zarurî olarak bilinen
şeyleri kabul etmemek ise, aklın sağlığına zarar verir. İşte bundan dolayı, o,
'Siz hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız!?" buyurmuştur.
[156]
Ayetteki ifâdesindeki edrâ kelimesi, "ütm
(bilmek)" manasına gelen
"dirayet" masdarından
türemiştir. Sibeveyh:
"Arapça'da, *£ji ve (aynı manaya) (onu bildim)
denilir. Fakat bu fiilin bâ harf-i cerri ife kullanılması daha çoktur. Bunun
böyle olduğunun delili, Hak Teâiâ'nın,
buyurmuş olmasıdır. Eğer bu fiil, diğer şekilde (harf-i cersiz) daha çok
kullanılıyor olsaydı, Cenâb-ı Hak, şeklinde buyururdu" demiştir. Bunu
iyice anladığın zaman biz diyoruz ki: "Bu ifadenin manası; "Allah,
onu size bildirmezdi ve onu size haber vermezdi" şeklindedir. Keşşaf
sahibi, tıpkı, Âiat' (Ona verdim) ve (Onu memnun ettim) manasına olmak üzere,
ve şeklinde söyleyenler gibi, Hasan el-Basri'nin, ayetteki bu ifâdeyi şeklinde
okuduğunu söylemiştir. Bu kıraati, İbn Abbas'ın bunu (Bununla sizi inzâr etmezdim) şeklinde
okuyuşu da destekler, İbn Abbas'ın bu kıraatini Ferrâ rivayet etmiştir.
Ayetteki bu kelimeyi,
hemze İle, "(Onu size haber vermezdim) şeklindeki kıraatin izahı şöyledir:
Bu ifâde.bir şeyi izâle edip giderdiğinde söylediğin sözünden alınmıştır. Yine
birşeyi gidici kıldığında söylediğin,
ifâdesinden alınmıştır. Buna göre mana "Ben sizi, onu okuyarak,
benimle mücâdele ederek beni defeden ve beni yalanlayan hasımlar
kılmazdım" şeklinde olur. İbn Kesîr'in, bu kelimenin başına bir lâm-ı ibtidâiyye
getirerek ve müsbet mana ile çf "mutlaka o sizi giderirdi" şeklinde
okuduğu da rivayet edilmiştir.
Ayetteki "Ben.
bundan önce içinizde bir ömür boyu yaşamıştım" if.adesindekı umur
kelimesinin en meşhur kıraati, mim'in ötresi ile olan okuyuştur. Bu kelime,
mim'in sükûnu ile umren şeklinde de okunmuştur.
[157]
Allah'a karşı yalan
uydurandan, yahut O'nun ayetlerini yalan sayandan daha zalim kimdir? Şu
muhakkak ki mücrimler asla felaha ermezler (Vûnus, 17).
Bil ki, bu ayetin,
kendinden öncekilerle münâsebeti açıktır. Bu böyledir, çünkü o müşrikler, Hz.
Peygamber (s.a.s)'den kendiliğinden uydurup başka bu Kuf ân getirmesini
istemişler ve onu. "O. bu Kur'ân'ı uydurdu" diye itham etmişlerdi.
Daha sonra da Hz. Peygamber (s.a.s), bunun olamayacağını, bu Kur'ân'ın ancak
Allah'ın vahyi ve inzali ile olduğu hususunda açık delil getirerek,
"Allah'a karşı yalan uydurandan... daha zalim kimdir?" buyurmuştur.
Bu "Eğer o Kur'ân Allah katından olmasaydı, dünyada kendisine benden daha
çok zulmetmiş olan hiç kimse olmazdı. Çünkü o zaman ben, bunu uydurup, Allah'a
isnad etmiş olurdum. Durumun böyle olmayıp, aksine bunun Allah'ın bir vahyi
olduğuna dâir deliller getirdiğime göre, "Dünyada sizden daha câhil ve
kendilerine sizden daha fazla zulmeden hiç kimse yoktur" denilmesi
gerekir. Zira onun Allah katından olduğu, daha önce zikredilen o aklî delil ile
ortaya çıkıp, siz de bunu kabul etmediğinize göre Allah'ın ayetlerini yalan
saymış oldunuz. Dolayısıyla da sizlerin, insanların en zalimleri olmuş olmanız
gerekir" demektir. Netice olarak diyebiliriz ki, ayetteki, "Allah'a
karşı yalan uydurandan daha zâlim kimdir?" ifâdesinin gayesi, Hz.
Peygamber'in kendisinin yalancı olmasını kabul etmemesi, "yahut O'nun
ayetlerini yalan sayandan daha zâlim kimdir?" ifâdesinin maksadı da,
müşrikler Allah'ın delillerini inkâr edip, ayetlerini yalanladıkları için,
onlar hakkında çok şiddetli bir cezanın olacağını bildirmesidir. Ayetteki,
"Şu muhakkak ki müşrikler asla felaha ermezler" ifâdesi de, kendinden
önce geçen bu iki cümleyi te'kîd etmektedir. Allah en iyi bilendir.
[158]
"Onlar Allah'ın
dışında, kendilerine ne bir zarar, ne bir fayda veremeyecek olan şeylere
taparlar. Bir de. "Bunlar. Allah yanında bizim şefaatalarımizdır".
derler De kr "Siz, Allah'a,
göklerde ve yerde bilmeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz.'1 Hâşâ O. şirk
koştuğunuz şeylerden çok yüce ve münezzehtir" (Yunus, 18).
Bil ki biz, Kur'ân'ın
müşriklerin kendileri için ilah kabul ettikleri putları tenkîd eden ayetleri
ihtiva ettiği için, müşriklerin, Hz. Peygamber'den, bundan başka bir Kur'an
getirmesini veya bu Kur'ân'da değişiklik yapmasını istediklerini söylemiştik.
İşte bundan dolayı Hak Teâiâ bu ayette de, o putlara hakaret etmenin ve onları
hafife " almanın yerinde bir iş ve sağlam bir yol olduğunu beyan etmek
için, putlara ibâdet etmenin çirkinliğini gösteren bir ifâde kullanmıştır.
Bil ki Allah Teâlâ o
müşriklerden şu iki şeyi nakletmiştır:
a)
Putlara ibâdet
ettiklerini,
b)
"Bunlar,
Allah yanında bizim şefaatçılarımızdır" dediklerini.
Allah Teâlâ, birincisinin
yanlışlığına. "Kendilerine ne bir zarar, ne de bir fayda veremeyecek olan
şeylere taparlar" ifadesi ile dikkat çekmiştir. Bunun böyle olduğunu
birkaç yönden izah edebiliriz:
1)Zeccâc şöyle demiştir: "Onlar, putlara ibadet
etmeseler bile, putlar onlara zarar veremez. Yine müşrikler, onlara tapsalar
da, putlar onlara bir fayda veremez."
2) İbadet olunanın mutlaka, kudret bakımından, kendisine
ibâdet edenden daha mükemmel olması gerekir. Bu putların ise, kesinlikle ne
fayda ne de zarar vermeleri söz konusu değildir. Ama o kâfirler, putlar
üzerinde, bazan düzeltmek bazan da bozmak şeklinde tasarrufta bulunabiliyorlar.
Buna göre, tapan tapılandan daha güçlü ve mükemmel durumda olunca, onlara
ibâdet etmek bâtıl olmuş olur.
3) İbâdet, tazim ve saygı çeşitlerinin en ileri
derecesidir. Binâenaleyh ibâdetin, nimet çeşitlerinin en büyüğünün sâdır olduğu
zata yapılması gerekir. Bu nimetler ise, hayat, akıl, kudret ve gerek dünya, gerek
ahiretle ilgili olarak kulların menfaatine olan herşeydir.-Şu halde, menfaat ve
zararların hepsi, Allah'dan sudur ettiğine göre. ibâdetin de ancak Allah
Subhânehû ve Teâlârya mahsus olması gerekir.
[159]
İkincisi de, o
müşriklerin, "Bunlar. Allah yanında bizim şefaatçılanmızdır"
şeklindeki sözleridir.
Bil ki bazıları şöyle
demişlerdir: "O kâfirler, Allah'a ta'zim hususunda, putlara tapmanın,
Allah'ın bizzat kendisine ibâdet etmekten daha önemli olduğunu sanıyorlardı.
İşte bundan ötürü onlar, "Bizim, Allah'a ibâdet etmekle meşgul olma
ehliyet ve liyakatimiz yoktur. Aksine biz, bu putlara ibadetle meşgul oluruz.
Çünkü onlar, bize Allah katında şefaatçi olurlar" diyorlardı."
Sonra âlimler, o
müşriklerin, hangi sebepten ötürü, putlar hakkında "Onlar, Allah katında
bizim şefaatçilerimizde" dedikleri hususunda ihtilaf etmiş ve pek çok
görüş ileri sürmüşlerdir:
1) O-müşrikler. âlemdeki her bölgeyi idare edenin,
felekler âleminin ruhlarından belli bir rûh olduğu inancını taşıyorlardı.
Bundan dolayı o ruh için, bir put belirlediler. Maksadları aslında o ruha
ibâdet olmak üzere, o puta ibâdet ettiler, sonra da o ruhun. en büyük ilahın
(Allah'ın) kulu olduğuna inandılar ve ona tapmakla meşgul oldular.
2) Onlar yıldızlara tapıyor ve Allah'a kulluk
ehliyetinin yalnız onlarda bulunduğunu iddia ettiler. Daha sonra da yıldızların
doğup battığını görünce o yıldızlara ibadet etmek maksadıyla o yıldızlara ait
belirli putlar yaptılar ve onlara ibadet etmekle meşgul oldular.
3) Onlar o putlar ve heykeller üzerine, belirli
tılsımlar koydular. Daha sonra da tıpkı büyücülerin yaptığı gibi, onlara ibadet
ettiler.
4)
Onlar, bu
putları ve heykelleri, kendi peygamberlerinin ve büyüklerinin şekillerinde
yaptılar ve her ne zaman bu heykellere ibadetle meşgul olurlarsa, o ulu
kişilerin, Allah katında kendileri için şefaatçi olacaklarını iddia ettiler.
Bunun bir benzeri de,
zamanımızdaki pek çok insanın, onların kabirlerine saygı duyup hürmet
ettiklerinde, Allah katında onların kendilerine şefaatçi olacağı inancını
taşıyarak, büyük zatların kabirlerine ta'zim ile meşgul olrnalarıdır.
5) Onlar, ilahın en büyük nûr; meleklerin de (küçük)
nurlar olduğuna inanıyorlardı. Bundan dolayı onlar, en büyük putu, en büyük
ilahın suretinde; diğer putları da (gûyâ) meleklerin suretinde yaptılar.
6) Belki de o topluluk, "hulul" inancını
taşıyordu ve ilâhın, bazı yüce ve kıymetli cisimlere hulul edebileceğini
söylüyorlardı. Bil ki bütün bu izahlar, Hak Teâlâ'nın. "Onlar, Allah'ın
dışında, kendilerine ne bir zarar, ne bir fayda vermeyecek olan şeylere taparlar"
şeklindeki delili ile bâtıldır, yanlıştır. Bunların yanlış oluşlarının izahı
iSe, bizim daha önce yaptığımız üç izahtır.
Cenâb-ı Hak "De ki: "Siz, Allah'a,
göklerde ve yerde bilmeyeceği bir şeyi mi haber
veriyorsunuz? Hâşâ O. şirk koştuğunuz şeylerden çok yüce ve münezzehtir buyurmuştur,
Bil ki bununla ilgili
olarak müfessirler şu tek izahı yapmışlardır: Allah'ın bunu bilmemesinden
murad, o şeyin aslında hiç olmadığını ve kesinlikle söz konusu olmadığını
ortaya koyup, beyân etmektir. Çünkü eğer böyle bir şey mevcûd olsaydı, Allah
o"nu bilirdi. O şey, Allah'ın malûmu olmadığına göre, onun hiç olmamış
olması gerekir. Bu gibi sözler, örfte de yaygındır. Çünkü insan birşeyi,
kendisinden nefyetmek istediğinde, o şeyin asla bulunmadığını ve hiç olmadığını
belirtmek için, "Allah benden böyle birşeyin sâdır olduğunu bilmez"
der. Ayetteki kelimesi, şeddesiz olarak etünbiûne şeklinde de okunmuştur.
Hak Teâlâ'nın
"Hâşâ. O. şirk koştuğunuz şeylerden çok yüce ve münezzehtir"
ifâdesinden maksadı, kendisini bu tür şirklerden tenzih etmektir. Hamza ve
Kisâî, buradaki fiili tâ ile tüşrikûn (şirk koştuğunuz...) şeklinde
okumuşlardır. Bu kıraatin bir benzeri de, Nahl sûresinin başlarında yer alan
iki ayette (1. ve 3. ayetlerde)dir. Rûm sûresinin tamamında ise, bu fiil
muhatab sîğası ile ta'lı olarak okunmuştur. Keşşaf sahibi, ayetteki bimâ
lafzırîdaki ma kelimesinin, ism-i mevsûl veya mâ-ı masdariyye olduğunu
söylemiştir. Buna göre mana, ya "Onların Allah'a ortak koştukları o
şeriklerden bilmediğini..." şeklinde, yahut da: "Onların ortak
koşmadıklarından bilmediğini..." şeklinde olur. Vahidî de: "Bu JjT^J
fitlini tâ ile okuyanlar, ayetteki ^'^ fiilinden ötürü; yâ ile okuyanlar ise,
sanki Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Sen, "Hâşâ Allah, müşriklerin şirk
koştuğu o şeylerden münezzeh ve yücedir" de!" denilmiş olmasından
ötürü böyle okumuşlardır. Bunun yâ ile okunmasının bir diğer sebebinin de,
Allah Teâlâ'nın, kendisini o müşriklerin söyledikleri sözlerden tenzih ederek,
"Hâşâ, O (Allah), müşriklerin şirk koştuğu şeylerden çok yüce ve
münezzehtir" demiş olması da mümkündür.
[160]
"İnsanlar, ancak
tek bir ümmet idiler, sonra ihtilafa düştüler. Eğer Rabbinden bir söz (ezelî
bir takdir) geçmiş olmasaydı, hakkında ihtilaf ettikleri hususta. aralarında
muhakkak hüküm verilip bitmişti bile" (Yunus, 19),
Bil ki Allah Teâlâ^
putlara ibâdet etmenin yanlışlığına kesin deliller getirince, bu yanltş yol ve
inancın nasıl meydana geldiğini de anlatarak, "insanlar, ancak bir tek
ümmet idiler.." buyurdu.
Bil ki Hak Teâlâ'nın
bu beyanının zahiri, onların hangi $ey hususunda bir ümmet (birlik) olduklarını
göstermez. Bu hususta şu üç görüş vardır:
[161]
Birinci görüş: Onların
hepsi de hak din olan "İslâm" üzere idiler. Bu görüşü benimseyenler
görüşlerinin doğruluğu hususunda şu delilleri ileri sürmüşlerdir: Bu ayetlerin
maksadı, küfrün bâtıl; putJara ibadet yolunun zayıf ve İslâm'ın üstün bir din
olduğunu iyice ortaya koymaktır. Öyleyse ayetteki, "insanlar, ancak birtek
ümmet idiler..." ifâdesinden maksadın, onların İslâm yada küfür üzere tek
bir ümmet olmaları olması gerekir. Onların, küfür üzere bir tek ümmet
olduklarını söylemek mümkün değildir. Geriye, onların İslâm üzere tek bir ümmet
olduklarını söyleme ihtimali kalır.
Biz, şu sebeplerden
ötürü, onların küfür üzere tek bir ümmet olduklarının söylenemiyeceğini
söyledik:
1) HakTeâlâ, "Her ümmetten birer şâhid getirdiğimiz
zaman, (onların halleri) nice olur?"ima. id buyurmuştur. Allah'ın
getireceği şahidin mutlaka mü'min ve âdil olması gerekir.Binâenaleyh yaratılan
her ümmet içerisinde, müminlerin bulunduğu sabit olmuş olur.
2) Yeryüzünün hiçbir zaman Allah'a ibâdet edenlerden ve
sayelerinde, yeryüzü ehline yağmurların yağdırılıp, rızıkların verildiği
kimselerden boş ve uzak olmadığı hususunda, hadisler gelmiştir.
3)
Yaratmanın
asıl hikmeti "kulluk" olduğuna göre, yeryüzündeki insanların
hepsinin, bu maksaddan uzak ve beri olmaları düşünülemez. Nitekim riz.
Peygamber (s.a.s)'in Allah Teâlâ.
yeryüzündekilere baktı ve kitab ehli olan (mü'minlerden) geri kalanlar hariç.
Arab olanına da, Acem olanına da hiddetlendi"[162]
buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu da, Hz. Peygamber (s.a.s) gelmezden önce, imân
etmiş bir topluluğun mevcûd olduğuna delâlet eder. O halde artık nasıl olur da
"Onlar küfür üzere tek bir ümmet idiler" denilebilir?
İnsanların, ya küfür
üzere, ya iman üzere bir ümmet oldukları sabit olup; küfür üzere bir tek ümmet
olmamış oldukları ortaya çıkınca, iman üzere tek bir ümmet teşkil ettikleri
sabit olur.
Bu görüşü
benimseyenler, insanların ne zaman böyle oldukları hususunda da ihtilaf
etmişlerdir: Bu cümleden olarak. İbn Abbas ve Mücahtd: "Onlar, Hz. Adem
(a.s) ve onun çocukları zamanında İslâm dini üzere idiler ve Hz. Adem'in iki
oğlundan biri diğerini öldürdüğü zaman ihtilâfa düştüler" demişlerdir
Bazıları ete:
"Onlar, Hz. Nuh zamanına kadar İslâm dini üzere idiler ve onlar, bu hal
üzere on asır kaldılar. Dah'a sonra, Hz. Nuh zamanında ihtilâfa düştüler de.
işte bunun üzerine Allah Teâlâ. Hz. Nuh'u onlara peygamber olarak
gönderdi" demişlerdir.
Diğer bazıları da,
"Onlar, Hz. Nuh zamanında, tufandan sonra, aralarında küfür zuhur edinceye
kadar, İslâm dini üzere idiler." derken; başkaları da "Onlar, Hz.
İbrahim'in zamanında, Amr İbn Luhayy o dini değiştirip tağyir edinceye kadar,
İslâm dini üzere idiler" demişlerdir. Bu görüşü benimseyenler, Cenâb-ı
Hakk'ın w-Uj< j'S' uj buyruğundaki "İnsanlar" kelimesinden
maksadın hasseten Araplar olduğunu söylemiştir.
Bu görüşün tafsilatını
iyice anladığın zaman biz diyoruz ki: Allah Teâlâ, daha önce, putlara tapmanın,
beyan ettiğimiz delil ile yanlış olduğunu ve doğru olmadığını beyân edince, bu
ayette, bu putlara tapma işinin, işin başlangıcında Arapların bir yolu ve
davranışı olmadığını, aksine onların. İslâm dini üzere bulunduklarını beyan
etmiş, böylece putlara tapmayı yasaklamış, sonra da, onlar arasında bu fasit
görüş ve itikadın ortaya çıktığını beyan buyurmuştur. Bundan maksad şudur;
Araplar, bu fasit işin, putperestliğin kendilerinde aslî ve yerleşik bir şey
olmadığını ve onun, daha önce bulunmadığı halde yeni ihdas edilmiş olduğunu
bildiklerinde, o putperestliği desteklemek için taassub göstermeyecekler, o
fasit itikadın zayıflatmasından sıkıntı duymayacaklar ve o mezhebin aslı esası
olmadığının ortaya konulmasından da, tabiatları ve ruhları nefret etmeyecektir.
Bunu şu iki husus da destekler:
a) Cenab-ı Allah: "Onlar Allah 'm dışında,
kendilerine ne bir zarar ne bir fayda veremeyecek olan şeylere taparlar.
."; bir de: "Bunlar. Allah yanında bizim şefaatçılanmızdır..."
(Yunus. ısı buyurmuş, sonra da bunu delil ile iptal etme hususunda iyice özen
göstererek, bunun peşinden: "İnsanlar, ancak tek bir ümmet i d
iler')yunu&, 19) buyurmuştur. Binâenaleyh, şayet bundan maksat: "Bu
küfrün ta eski zamandan beri, onlar arasında mevcut olduğunu" beyân etmek
olsaydı, bu cümlenin, o görüşün iptaline delil tutulması doğru olmazdı. Ama
biz, ayetin bu ifâdesini, "İnsanlar, başlangıçta müslüman idtfer; bu
küfür, onlar arasında ancak şu zamandan beri ortaya çıkmıştır.." manasına
hamledersek, o zaman bununla, kâfirlerin bu görüşleri hakkındaki inançlarını
zayıflatmaya ve bu görüşü, onlar nezdinde çirkin gösterip takbih etmeye imkân ve
yo! bulunabilir. Binâenaleyh, işte bu maksadı gerçekleştirmek için, lafzı bu
manaya almak gerekir.
b) Allah Teâlâ: 'insanlar, ancak tek bir ümmet idiler,
sonra ihtilâfa düştüler.. " buyurmuştur. Bu tehdidi, bahsi geçen en yakın
kavramla ilgili göstermek uygun olur. En yakın olan ise, ihtilâf etmiş
oldukları hususudur. Binâenaleyh bu tehdidin, daha önce geçen "insanların
tek bir ümmet olması" meselesine değil, bu "ihtilâf hali"ne
hamletmek gerekir. Durum böyle olunca da, onların, küfürde değil, İslâm üzere
tek bir ümmet olduklarının söylenmesi gerekir. Zira onlar, küfürde tek bir
ümmet olsalardı, o zaman onların ihtilâfları, imanları ile meydana gelmiş
olurdu. Halbuki, iman sebebiyle meydana gelen bir ihtilâfın, vaîd ve tehdit
sebebi olması caiz değildir. Ama onların imanda tek bir ümmet olmaları halinde,
ihtilâfları küfür sebebiyle olmuş olur. Bu durumda, bu ihtilafın bir tehdit
sebebi kılınmış olması doğru ve yerinde olur.
[163]
İkinci görüş: Bu,
şöyle diyenlerin görüşüdür: Onlar, küfürde tek bir ümmet idiler. Bu görüş, bir
kısım müfessirden nakledilmiş olup, onlar şöyle demişlerdir: "Böyle olması
halinde, bu sözün bu makamda getirilmesinin faydası şudur: Allah Teâlâ, Hz.
Peygamber (s.a.s)'e onun, dine davet ettiği herkesin, kendisine icabet edip.
dinin kabul edeceğini ummaması gerektiğini: çünkü insanların hepsinin küfür
üzere olduklarını, onların bazısında İslâm inancının daha yeni meydana
çıktığını: dolayısıyla insanların tamamının iman üzere birleşmelerini
beklememesi gerektiğini beyan etmiştir.
Üçüncü görüş: Bu,
şöyle diyenlerin görüşüdür: Onlar, İslâm fıtratı üzere yaratılmış ı
olmaları hususunda tek
bir ümmet idiler.
Daha sonra onlar,
dinleri hususunda ihtilâf etmişlerdir, ki, işte Hz, Peygamber (s.a.s):
"Her doğan, kendi fıtratı (İslâm fıtrat)) üzere doğar. Derken
ebeveyni onu, yahudîleştirir, hristiy anlaştırır, yahud mecûsîyapar"[164]uyurarak,
buna işaret etmiştir. Bazıları da şöyle demişlerdir: "Onlar, aklî kanunlar
ve yasalar hususunda tek bir ümmet idiler. Bunların, bu görüşlerinin neticesi
de, şu iki şeye, yani a) Allah'ın emrine saygı duymaya; b) Allah'ın mahlukatına
şefkatli olmaya varır ki, Hak Teâlâ bunu da: "De ki: "Celin,
üzerinize Rabbinizin neleri haram ettiğini ben okuyayım: Ona hiçbir şeyi ortak
yapmayın. Ana-babaya iyilik yapın (..,}"_ (En'âm. isi) ifadesiyle beyân
buyurmuştur. Bil ki biz bu meseleyi, Bakara sûresinde detaylı bir biçimde ele
almıştık. Dolayısıyla burada, bu kadarla yetinmemiz gerekir.
[165]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Eğer Rabbin-den bir söz (ezelî bir takdir) geçmiş olmasaydı, hakkında
ihtilâf ettikleri hususta.
aralarında muhakkak
hüküm veriiilp bitmişti bile..." ayetine gelince, bil ki bu ayette, o
"kelime"nin ne olduğuna dair herhangi bir delâlet bulunmamaktadır.
Alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır:
a) Şöyle denilmesi: "Şayet Cenâb-ı Hak, O'nu inkâr
etseler dahi, kulları üzerinde bir mükellefiyetinin bulunduğunu haber vermemiş
olsaydı, onların küfürlerinden dolayı, hesaplarını hemen görüp, cezalarını da
hemen vererek, onların arasında hükmederdi. Ancak ne var ki bu, teklifin
(kulluk imtihanının) sona ermesine sebep olacağı, ister istemez imanı, mecbûriyyeti
gerektireceği ve bundan dolayı da, mükellef kılmanın devam etmesi daha doğru ve
daha faydalı olacağı için, Allah Teâlâ, pek yerinde olarak bu cezayı âhirete
bırakmıştık' Bu görüşü kabul eden zat, sözüne devamla şöyle demiştir:
"İşte bunda, mü'minleri, kâfir ve zalimler tarafından yapılan ezâ, cefâ ve
kötülüklere katlanmaya, onlara tahammül etmeye dair sabretmeye davet
vardır."
b) Rabbinin, onlara bir lütuf olarak güahkârların
cezasını hemencecik vermeme hususunda, Rabbinden bir "kelime"
geçmemiş olsaydı, haktan yana olanı bâtıldan yana olandan; isabet edeni hata
edenden ayırmak suretiyle, onların ihtilâf ettikleri şeyler hususunda
aralarında hükmederdi.
c)
"O
"kelime" Cenâb-ı Hakk'ın, "Rahmetim, gadabımı geçmiştir, ondan fazladır[166]
hadis-i kudsisidir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti fazla olunca, o gâlib
gelen rahmet, sapıtan câhilin üzerine mağfiret ve af örtüsünün salıverilmesini
ve ona, (hidâyeti) bulacağı vakte kadar mühlet verilmesini gerektirmiştir.
[167]
"(Müşrikler)
"Ona, Rabbinden bir mucize indirilse ya!" derler. De ki: "Gayb, ancak
Allah'ındır. Bekleyin. Muhakkak ki. ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim
" (Yunus. 20).
Bil ki bu sözde,
müşriklerin, Hz. Peygamber'in nübüvvetini inkâr etme hususunda ileri sürdükleri
şüphelerin dördüncü nev'i bulunmaktadır. Çünkü onlar şöyle diyorlardı:
"Senin getirmiş olduğun Kur'ân, çok çeşitli hususları ve hükümleri
kapsayan bir kitapdır. Kitap, mucize olmaz. Baksana, Hz. Musa ve İsa'nın
kitapları, kendileri için bir mucize değildi. Tam aksine onların, kitaplarından
başka, nübüvvetlerine delâlet eden pekçok mucizeleri bulunmaktaydı..."
Hem, o müşrikler arasında, Allah Teâlâ'nın da, "Eğer dilersek, biz de
elbet bunun bir benzerini söyleriz" (Entti, 31) şeklinde söylediklerini
haber verdiği gibi, Kur'ân'a muaraza edebilmeyi iddia edenler bulunuyordu.
Durum böyle olunca, hiç şüphesiz onlar, o peygamberden kendisi için bir mucize
olsun diye, Kur'ân'ın dışında başka birşey taleb etmişlerdi. İşte bundan dolayı
Allah, onların bunu istediklerini, "(Müşrikler), "Ona Rabbinden bir
mucize indirilseydi ya!" derler.." ayetiyle beyan etmiştir. Bu
sebeple Allah, Peygamber (s.a.s)'e bu talep karşısında "De ki: "Gayb,
ancak Allah'ındır. Bekleyin. Muhakkak ki ben de sizinle beraber
bekleyenlerdenim.." demesini emretmiştir.
Bil ki bu cevâbın
izahı şöyle yapılabilir: Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın Hz. Muhammed'in elinde zuhur
etmesinin kahir ve apaçık bir mucize olduğuna dair kahir ve kuvvetli deliller
getirmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) kendisinin onların arasında
büyüdüğünü, gelişip serpildiğini; halbuki onların da, O'nun herhangi bir kitabı
okuyup mütalâa etmediğini, bir hocanın talebesi olmadığını, aksine kırk yıl
boyunca kendileriyle içice yaşadığını, asla herhangi bir tefekkür ve teallüm
ile de meşgul olmadığını, daha sonra bu yüce Kur'ân'ın birdenbire kendi
dilinden zuhur ettiğini, böylesi yüce ve üstün kitapların, öğrenim yollarından
herhangi birisiyle uğraşmamış olan böylesi kimselerde zuhur etmesinin, ancak
vahiyle olabileceğini bildiklerini beyan etmiştir. İşte bu, Kur'ân'ın apaçık
kesin bir mucize olduğu hususunda, kahir bir aklî delildir. Bu gerçek sabit
olunca, Kur'ân'ın dışında başka bir mucize talep etme, Hz. Muhammed'in
nübüvvetini isbât ve risâletini ortaya koyma hususunda, ihtiyaç duyulmayan
gelişigüzel teklifler cinsinden olmuş olur. Böylesi şey, Allah'ın dilemesine
havale edilmiştir; o, isterse onu izhâr eder, isterse etmez. Binâenaleyh bu,
gaybla ilgili meselelerden olmuş olur. Bundan dolayı herkesin, "Allah onu
yapacak mı, yapmayacak mı?" diye beklemesi gerekir. Ancak ne var ki, Allah
onu yapsın ya da yapmasın, nübüvvet sabit olmuş ve Hz. Peygamberin peygamberlik
iddiasındaki sıdkı ve doğruluğu ortaya çıkmış olur. Bu esas maksat, bu ilâve
mucize talebinin tahakkuk edip etmemesiyle değişmez. Böylece bu izahın, bu
neticeyi ortaya koyma hususunda apaçık bir cevap olduğu ortaya çıkmış olur.
[168]
"insanlara,
kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra, bir rahmet taddırdığımız zaman bakarsın
ki ayetlerimiz hakkında, onlar kötü bir fikir içine girmiştir. De ki:
"Allah'ın mukabelesi, ikâbı daha çabuktur. Elçilerimiz sizin beklemekte olduğunuz o
kötü fikirleri şüphesiz yazıyorlar" (Yunus, 21).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[169]
Bil ki müşrikler, Hz.
Peygamber (s.a.s)'den, Kur'ân'dan başka bir mucize isteyip, Allah Teâlâ da
onlara, "De ki: "Gayb,
ancak Allah'ındır" (Yunus. 20) şeklinde cevap verince, Allah
Teâlâ başka bir"cevap daha zikretmiştir ki, bu da ayette mezkûr olan
cevaptır. Bunu iki yönden anlatabiliriz:
[170]
Birinci vecih: Cenab-ı
Allah bu ayette, bu müşrikler topluluğunun adetinin.hile ve desise düşünmek,
münakaşalara dalmak, inatlaşmak ve insafsız davranmak olduğunu beyan etmiştir.
Onlar böyle olunca da. onlara istemiş oldukları diğer bir mucizenin verilmesi
halinde de iman etmeyecekler, aksine küfür ve cehaletlerinde devam
edeceklerdir. Binâenaleyh biz burada, şu iki hususu, yani o toplulukların
âdetinin hilekârlık, inatlaşmak ve münakaşalara dalmak, her ne zaman da durum
böyle olursa, diğer mucizelerin izhar edilmesinde bir fayda olmadığını beyan
etmeye gerek duyuyoruz.
Birinci makamın izahı:
Rivayet olunduğuna göre Cenâb-ı Hak, Mekkelilere yetmiş yıl kıtlık musallat kıldı.
Sonra da onlara acıyıp, merhamet ederek, arazilerine bereketli yağmurlar
yağdırdı. Daha sonra da onlar kalktılar, bu apaçık ve bereketli yüce
menfaatleri, putlara ve yıldızların hareketlerine nisbet ettiler. Her iki
duruma göre de bu, nimete küfrân ile mukabele etmektir. Binâenaleyh Cenâb-ı
Hakk'ın "İnsanlara bir rahmet taddırdığımız zaman..." buyruğundan
maksat, bereketli yağmurlar; "kendilerine dokunan bir sıkıntıdan
sonra..." ifadesinden murad, o şiddetli kıtlık ve ''bakarsın ki
ayetlerimiz hakkında onların yine kötü bir fikri vardır" ifâdesinden
murad da, o yüce menfaatlerin, yıldızların hareketine ve putlara izafe edilmiş
olması olur.
Bil ki Allah Teâlâ bu
hususu, aynen bu sûrede geçen, "İnsanlara sıkıntı dokunduğu zaman yanı
üstü. yahut otururken veya ayakta İken bize duâ eder. Fakat biz onun
sıkıntısını açıp giderdik mi. sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan dolayı
bize dua etmemiş gibi (çeker) gider" (Yunus, 12) ayetinde ele almış,ancak
ne var ki tefsirini yapmış olduğumuz bu ayette, o ayette bahsetmediği şu
inceliğe de yer vermiştir. Bu incelik de şudur: Onlar o rahmete kavuşup onu
elde ettiklerinde de hile ve desiselere sapıyorlar ve karışıklık, kötülükler
peşinde koşuyorlardı. Önceki ayette, bu incelik bulunmamıştı. Binâenaleyh,
anlattıklarımızla, o toplulukların âdetinin, karışıklık çıkarmak, inâd etmek,
düzenbazlık yapmak ve belâlar peşinde koşmak olduğu sabit olmuş olur.
[171]
Durum her ne zaman
böyle olursa, diğer mucizelerin izhar edilmesinde bir fayda yoktur, şeklindeki
ikinci makama gelince: Bu böyledir, zira Allah Teâlâ, onlara, istedikleri
apaçık mucizeleri izhar etmesi halinde bile, onlar o mucizeleri kabul
etmeyeceklerdir. Çünkü onların bu taleplerinden maksatları, dtni istemek
hususundaki titiz davranmaları değil, aksine onların bundan maksatları, dünyevî
mevkilerini koruma hususunda karşı koyma, men etme ve bu hususta aşırı
davranmak ile başkasına uymaktan kaçınmaktır. Bunun delili, Aliah Teâlâ, işi
onlara siki lutup, onlara belâlar musallat kılıp, daha sonra da o belâları
onlardan giderip, onları hayırlarla değiştirdiğinde bile, onların yalanlama ve
inkârlarına devam etmiş olmalarıdır, Böylece bu, Allah Teâlâ'nın onlara,
istemiş oldukları o mucizeleri indirmesi halinde bile, onların ona itibar etmeyeceklerine
delâlet etmiş olur. Böylece, anlattıklarımızla, bu sözün. daha önce geçmiş olan
talebe karşılık kesin bir cevap olduğu ortaya çıkar.
İkinci vecih:
Mekkeliler için, refah sebepleriyle güzel hayat şartları tahaKkuk etmişti.
Böyle olan kimse azar ve tekebbür eder. Nitekim Cenâb-ı Hak.
"(Okumamaktan) sakın! Çünkü insan, muhakkak azar. kendisini {mal
sebebiyle) ihtiyaçtan uzak gördü diye.-. "(Aiak.6-7)buyurmuştur. Cenâb-ı
Hak bu hususu, ayette zikredilen misâl ile anlatmıştır. Binâenaleyh onların yeni
mucizeler istemeye ve fasit taleplerde bulunmaya yönelmelerinin sebebi,
onların, içinde bulundukları büyük nimetler ve ardı arası kesilmeyen mal
mülktür. O halde. Cenâb-ı Hakk'ın."De ki: "Allah'ın mukabelesi, ikâbı
daha çabuktur.." buyruğu, kendisinin, onlardan o nimetini kaldıracağına,
onları Peygamberine inkıyad eden, O'na itaat eden ve yersiz itirazları bırakan
kimseler haline getireceğine âdeta dikkat çekmiştir. Ailah en iyi bilendir.
[172]
Cenâb-ı Hakk'ın, "İnsanlara, bir rahmet taddırdığımız zaman"
ifadesi, mübalağa üslûbunda varid olmuş bir
kelâm olup, bundan
murad, rahmetini onlara ulaştırıp vermesidir. Bil ki, Allah'ın rahmeti, ağız ile tadılan
bir şey olmayıp, akıl ile tadılan ve bilinen bir şeydir. Bu da, ruhanî
mutlulukların hak olduğu görüşüne delâlet eder.
[173]
Zeccâc şöyle
demektedir:" ifâdesindeki izâ edatı, şart edatıdır. ifâdesindeki izâ ise.
şartın cevâbı olan izâ cümlesidir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "kendi
ellerinin öne sürdükleri (günahlar) yüzünden onlara bir fenalık isabet edince
de. hemen
onlar ümitlerini kesiverirler" (Rum. 36) ayetinde olduğu gibidir. Buna
göre mana, "İnsanlara bir rahmet taddırdığımızda, onlar hemen hile ve kötü
fikir yoluna saparlar. Şayet, onlara bir fenalık isabet ederse de, hemen
ümitsizliğe düşerler..." şeklinde olur. Bil ki, ifâdesindeki "mufâcee" manasını ifâde edip, buna
göre ayetin manası, "Onlar o anda, bir de bakarsın ki hile yoluna
sapmışlar ve hemen ona doğru koşmuşlardır" şeklinde olur."
[174]
Allah, onların,
ayetlerini tekzib etmelerini "mekr-hile, tuzak" diye adlandırmıştır.
Çünkü, "mekr", bir şeyi, hile yoluyla göründüğü şeklinden
döndürüp çevirmektir. Onlar, Allah'ın ayetlerini şüpheler atmak,
münazaralarda yersiz karışıklıklar çıkarmak ve benzeri fasid işler yapmak
suretiyle, başvurabildikleri bütün çarelerle geçersiz kılmaya çalışıyorlardı.
Mukatil, ayette geçen mekr'den muradın, "Bu, Allah'ın rızıklarıdır,
demeyip; tam aksine onların, "Falanca yıldız sebebiyle bize yağmur
yağdırıldı, rızık verildi..." demeleridir" demiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah'ın mukabelesi, ikâbı daha çabuktur. Elçilerimiz sizin beslemekte
olduğunuz o kötü fikirleri şüphesiz yazıyorlar..." ayetine gelince bu,
"O kâfirler, Allah'ın nimetine, hile ve mekr ile mukabele edince, Allah
da, onların hilelerine, ondan daha çetin ve kuvvetli bir yolla, ceza ile
mukabelede bulunmuştur" anlamındadır. Bu, şu iki yönden böyledir:
a) Allah
Tealâ'nın âhirette onlar için hazırlamış olduğu şiddetli azâb; dünyada da,
onların rezîl, kepaze olmalarıyla başlarına gelmiş olan felâket ve
musibetlerdir.
b) Allah'ın
elçileri (melekler), onların hile ve mekrlerini yazar, böylece de o şeyleri
muhafaza ederler. Bu melekler, Kıyamet gününde, onların içinde taşıdıkları o
çirkin şeyleri, onları yüzlerine çarparlar. İşte bu da, tam bir rezil rüsvay
olmaya, kepazeliğe ve bir cezaya sebep olur ki, biz bundan Allah'a sığınırız.
[175]
"O. sizi karada
ve denizde gezdirendir. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz. onlar bunları
güzel bir hava ile akar gibi götürdükleri, (yolcular da) bununla sevindikleri
zaman ona şiddetli bir fırtına gelip çatar, (denizin) her yerinden kendilerine
dalgalar hücum eder. Sanırlar ki onlar çepeçevre kuşatılmışlardır. işte o sırada
onlar Allah'ın dininde halis ve samimi kimseler olarak O'na duâ ederler:
"Andolsun (derler), eğer bizi bundan kurtarırsan seksiz şüphesiz
şükredenlerden olacağız." Fakat Allah onları selâmete erdirince bakarsın
ki yerde
yine haksız yere taşkınlıklarda bulunuyorlar! Ey insanlar, sizin taşkınlığınız
ancak kendinize karşıdır. Bu da dünya hayatının menfaati gibidir. Nihayet
dönüşünüz ancak bizedir. O vakit neler yapıyor idiyseniz, size biz haber
vereceğiz." (Yunus. 22-23).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[176]
Cenâb-ı Hak,
"İnsanlara,
kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra, bir rahmet taddırdığımız zaman
bakarsın ki ayetlerimiz hakkında, onlar yine kötü bir fikir içine girmişler
"(Yunus,21) buyurunca, bu söz, manası tamamiyle zahir olmayan, ancak tam
bir misâl getirilerek manası vuzuha kavuşturulacak otan genel ve külli bir
ifâde olmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, bu ayeti kendisinden önceki ayeti
açıklasın diye, hem insanın, çok şiddetli zarardan rahmete geçişine; hem de,
buna rağmen insanın mekrine, yani hile ve tuzaklara başvurusuna bir misal
zikretmiştir. Bu böyledir, zira genel kavramlar, dinleyicilerin anlayışlarına
ancak, o külli manaların hakikatini ortaya koyacak çok net ve açık misal
getirilmek suretiyle ulaşır, yerleşir.
Bil ki, insan gemiye
binip, maksadına uygun yönden esen rüzgarı bulunca,onda tam bir mutluluk ve
kuvvetli bir sürür meydana getir. Daha sonra da birden bire, helak olma ve ölme
emareleri zuhur edince, -ki bunların birincisi, onlara çok kuvvetli bir
hatıranın isabet etmesi; ikincisi, onlara, her taraftan koca koca dalgaların
gelerek onları kuşatması ve üçüncüsü de, onların zanlarınca, mahvolmalarının
gerçekleşip kurtuluş ümid edilecek bir durum olamayacağının ortaya çıkmasıdır-,
hiç şüphesiz gayelerine uygun olan o güzel hallerden, bu korkunç ve kahredici
hallere geçişleri büyük bir korkuya ve dehşete sebebiyet vermiştir. Hem,
denizde bu tür halleri ve korkunç şeyleri müşahade etmek, daha fazla korkuya ve
dehşete kapılmaya yol açmıştır. Çünkü bu durumda insan sadece Allah'ın fadl ve
rahmetini umar, bütün mahlûkattan ümidini keser ve kalbi, ruhu ve bütün
uzuvlarıyla Allah'a yalvarıp yakarmaya yönelir. Sonra da Cenâb-ı Hak onu, bu
büyük belâdan kurtarıp bu dehşetli zarardan kurtuluşa ve necata erdirince, işte
tam o esnada, o kimse o nimetleri unutur da. alışmış olduğu batıl inançlarıyla
kötü huylarına tekrar döner. Böylece, önceki ayette ele alınan o külli genel
mananın, bu ayetle zikredilen misalden daha güzel ve daha mükemmel bir misal
ile izah edilemiyeceği ortaya çıkmış olur.
[177]
Nakledildiğine göre,
birisi Cafer es-Sadık'a "Yaratıcının isbâtı hususunda bana bir delil
getir!" deyince, Cafer es-Sadık; "Bana, sanatını söyle" der. Bunun
üzerine o: Ben, denizde ticâretle uğraşan bir kimseyim"
cevâbını
verince, Cafer
es-Sadık: "Bana durumunun
nasıl olduğunu anlat! {Başından neler geçti?)" der.
Bunun üzerine o adam: "Gemiye binmiştim; derken gemim, paramparça oldu Ben
de, onun tahtalarından birine tütündüm. Tam o esnada çok şiddetli bir fırtına
koptu" dedi. Bunun üzerine Cafer es-Sadık: "Kalbinde bir yakarma, bir
duâ hissettin mi?" diye sorunca da, o adam: 'Evet" cevabını verdi.
Bunun üzerine de Cafer es-Sadık: "Senin ilâhın, işte o esnada kendisine
yalvarıp yakardığın Zât'tır..." dedi.
[178]
İbn Amir, "dürüp
bükmenin" zıddı otan "neşr (yayma}" kökünden olmak üzere yerine, "sizi yayar"
şeklinde okumuştur ki,
bu Cenâb-ı Hakk'ın sanki, "yere dağıhn.. "(Cuma, ıo)emrinden
alınmıştır. Diğer kıraat imamları ise, tef'îl babından olmak üzere i£jvi
şeklinde okumuşlardır.
[179]
Alimlerimiz, kulun
fiilinin, Allah'ın yaratması ile olması gerektiği hususunda, bu ayetle de istidlal ederek
şöyle
demişlerdir: Bu ayet,
kulları yürütmenin, Allah katından olduğuna delâlet etmektedir, Cenâb-ı Hakk'ın: "De
ki: Yeryüzünde
gezip dolaşın..." {Rum, 42) ifâdesi de, yürümenin kullar tarafından
olduğuna delâlet etmektedir. Bu durum, onların yürümelerinin, hem kendilerinden
hem de Allah'dan olduğuna delâlet etmektedir, Binâenaleyh bu yürüyüp hareket
etme işi, kesb cihetinden kullara; yaratma cihetinden de Allah'a ait olmuş
olur. Bunun benzeri ifâdelerde Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbin seni hak bir şey
uğrunda evinden çıkardığı zaman da (hal böyleydi) (Entfti, 5) ayetinin
yanısıra, "... hani kâfirler onu (Mekke'den) çıkardıkları zaman..."
ijevüe. ıo) ayetini zikretmesi; "az gülsünler, çok ağlasınlar onlar...
"(Tevbe, 82) ayetinin yanısıra, "Hakikat şu: Güldüren de. ağlatan da
O'dur" (Necm, 43) ve: "Attığın zaman da sen atmadın, lakin Allah
attı" (Enfai. 17) ayetleridir.
Cübbaî şöyle
demektedir: "Allah Teâlâ'nın onları denizde hareket ettirmesine gelince,
bu gerçekte böyledir. Fakat onların karada hareket etmelerine gelince, bu iş
Allah'a mecazî olarak izafe edilmiştir. Binâenaleyh kutdan taat olarak sâdır
olan herşey, Allah'ın emri ve onu o kula kolaylaştırmasıyla olmuştur. Kuldan
sâdır olan günahlara gelince, yine kulu ona muktedir kılan, hiç şüphesiz Allah
Teâlâ'dır." Kâdî bu söze şunu ilave eder. "Karadaki (hareketlerin)
de, Allah Teâlâ'nın insanlara kara üzerinde binekleri musahhar kılıp,
yeryüzünü, insanların üzerinde tasarruf edebilecekleri ve insanları orada
yaratmak suretiyle onların emrine vermiş olması bakımından Allah'a izafe
edilmesi de caizdir. Çünkü eğer Allah böyle yapmamış olsaydı, onların orada
hareket etmeleri imkânsız olurdu."
Kaffâl da Hak
Teâlâ'nın: "O (Allah), sizi karada ve denizde gezdirendir" ayetine.
"Karada ve denizde, geçiminizi temin etmek için sizi gezip dolaşmaya
ileten O'dur Size gezip dolaşma sebeplerini hazırlamış olması bakımından da
sizi hareket ettiren yine O'dur" manasını vermiştir.
İşte {ehl-i sünnetin)
görüşüne karşı (Mu'tezile tarafından) verilen cevaplar bunlardır. Biz diyoruz
ki: Denizde, insanı hareket ettirenin Allah Teâlâ olduğunda şüphe yoktur. Çünkü
geminin cüzlerinde o hareketi yaratan Allah Teâlâ'dır. Bir fiifin failine
nisbet edilmesinin, bir "hakikat" olduğunda şüphe yoktur. Buna göre
biz diyoruz ki: Yapılan bu izaha binâen, insanları kara üzerinde hareket
ettirenin de Allah Teâlâ olması gerekir. Çünkü Allah Teâlâ'nın, âlet-edevât
verme manasında, onları karada hareket ettirmiş olması, mecazî bir hareket
ettirme olur. Dolayısıyla aynı lafzın, aynı anda hem hakikî, hem de mecazi
manaya gelmiş olması gerekir ki bu bâtıldır.
Bil ki Cübbâi'ye göre
lafzın aynı manaya nisbetle, hem hakiki hem de mecazi mana ifade etmesi
imkânsız değildir. Fakat Ebu Hâşim, bunun imkânsız olduğunu söyler. Şu kadar
var ki Ebu Haşim, Allah Teâlâ'nın bu tabiri iki kere kullandığının[180]
söylenilmesi uzak bir ihtimal değildir" der.
Bil ki Cübbâî'nin
görüşünün, "Usul-i Fıkh"a dair eserimizde geçersiz olduğunu
gösterdik. Ebu Hâşim'in "Allah bunu iki kere kullanmıştır" şeklindeki
görücü de gerçek olmaktan uzaktır. Çünkü bu, kendisinden önceki alimlerden hiç
kimsenin söylemediği bir görüştür. Binâenaleyh bu görüş, icmânın hilâfınadır.
Dolayısıyla da bâtıldır.
[181]
Bil ki ayetle ilgili
olarak, geriye bazı sorular kalmıştır:
Birinci soru: Gemide
olmak, hiç şüphesiz denizde hareket etmekten önce olduğu halde, nasıl olur da,
gemide olma işi, denizde hareket ettirmenin bir neticesi gibi gösterilmiştir?
Cevap: Gemide olmak,
hareket ettirilmenin neticesi kılınmamıştır. Aksine ifâdenin takdiri sanki
şöyle denilmiş olmasıdır: "O, sizi hareket ettirendir. Bu hareket ettirme
cümlesi içinde, gemide olma işi de bulununca şöyle şöyle oldu..."
İkinci soru: Ayetteki
"Bulunduğunuz zaman ifâdesindeki
şartın cevabı nedir?
Cevap: Bu şartın
cevabı, ayetteki, "Ona şiddetli bir fırtına gelip çatar" cümlesidir.
Ayrıca Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki illi ıjM "Onlar Allah'a...
duâ ederler" ifâdesi, ..Âpe "Sandılar ki" ifadesinden bedeldir.
Çünkü onların duâ etmeleri, ölümü beklemelerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bazı
büyük zatlar, ayetteki "Onlar Allah'a duâ ederler..." ifâdesinin,
müste'nef bir cümle olarak alınmasının daha açık olacağını söylemişlerdir ki,
"Ona şiddetli bir fırtına gelip çatar ve denizin her yerinden kendilerine
dalgalar hücum eder. Sanırlar ki onlar çepeçevre kuşatılmışlardır"
denilince, sanki birisi "Ya onlar o zaman ne yaptılar?" diye sormuş
da, bunun üzerine "Onlar Allah'a dua ederler" cevabı verilmiştir.
[182]
Üçüncü soru: Üslubu,
muhatap sîğasından gayb sîğâsma çevirmenin faydası nedir?
Cevap: Bu hususta şu
izahlar yapılır:
1) Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Bundan
maksad, mübalağa (birşeyi iyice belirtmektir. Buna göre Allah Teâlâ sanki
onların hallerine hayret etsinler ve onların bu durumlarını iyice yadırgayıp,
nahoş karşılasınlar diye, onların bu durumlarını başkalarına anlatmıştır."
2) Ebû Ali
el-Cübbâî şöyle der: "Allah Teâlâ'nın, kullarına yönelik olarak yaptığı
hitablar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in dili ite olmuşur. Binâenaleyh aslında bu,
gaibden (yani üçüncü şahıstan) haber verme gibidir. O halde, gaibi muhatabın
yerine koyan herkesin, aynı şekilde onu, gâib sîğasına çevirmesi de yerinde
olur."
3) Bu, şu anda hatırıma gelen bir izahtır:
Sözde, gâib sîğasından muhâtab sığasına
geçmek, karşıdakine duyulan yakınlığa ve ona daha fazla değer vermeye delâlet
eder. Ama bunun zıddı, yani muhâtab sîğâsı kullanırken, gâib sığalarına geçmek,
gazaba ve uzaklaştırmaya delâlet eder. Birincisi, Fatiha sûresinde olduğu gibidir.
Çünkü, "Hamd plsun Alemlerin Rabbi. Rahman ve Rahîm Allah'a.."
(Fatiha. 1-3) ayetlerinin tamamı, gâib sığası ile olan yerlerdir. Daha sonra
insan buradan, ''Yalnız sana ibadet eder. yalnız senden yardım isteriz...
"(Fatiha. 4) ifadelerine geçer ki, bu, kulun, sanki gâibten huzur-u
ilâhiye geçtiğine delalet eder. Bu da, onun derecesinin yüceliğini ve âlemlerin
Rabbinin hizmetine son derece yaklaşmış olduğunu gösterir. İkincisi ise. bu
ayette olduğu gibidir. Çünkü ayetteki, "Gemilerde bulunduğunuz zaman
"ifâdesi, karşıda bulunanlara bir hitabdır; "(O gemiler) bunları
götürdükleri zaman" ifâdesi ise, gâib sîğasıyladır. Binâenaleyh bu ayette,
muhatab sîğasından gâib sîğâsına geçilmiştir [ki bu da, bir kızgınlığın,
uzaklaştırmanın ve kovmanın söz-konusu olduğunu gösterir. Bu gibi kimselerin
durumuna yakışan da budur. Çünkü Allah'ın kituflarına küfran-ı nimet
(nankörlük) ile mukabele etmek özelliğinde olan her insana uygun olan, bizim bu
anlattığımız şeydir.
Dördüncü soru: Bu
ayette, şartta ve cevapta, nazar-ı dikkate alınmış olan kayıtlar kaç tanedir?
Cevap: Şartta bulunan
kayıtlar üçtür: 1) Gemide olmak. 2) Geminin güzel bir rüzgarla hareket etmesi.
3) Onların bundan duyacakları sevinç,
1) Onlara
bir fırtınanın gelip çatması. Bu hususta şöyle iki soru sorulabilir:
Birincisi: Ayetteki
câethâ "Ona gelip çatar" ifadesindeki "Ona" zamiri müfred
olduğu halde, fülk (gemi-gemiler) kelimesine râcîdir. "Onlar bunları...
akar gibi götürürler" kelimesindeki "onlar" zamiri de cemî
olduğu halde, yine fülk kelimesine râcîdir. Bunun sebebi nedir?
Bu soruya şu iki
şekilde cevap verilir:
a) Biz,
câethâdaki zamirin fütk kelimesine âit olduğunu kabul etmiyoruz. Aksine
bunun O? ^j "Güze! bir hava" ifâdesine râcî
olduğunu söylüyoruz.
b) Biz,
sizin söylediğinizi kabul etsek bile, fülk kelimesinin, hem müfred {gemi
manasında), hem de cemî {gemiler manasında) olabilen bir kelime olduğunu,
dolayısıyla her iki zamirin de kullanılışının yerinde ve güzel olduğunu
söylüyoruz.
İkincisi: Âsıf ne
demektir?
Buna şöyle cevap
verilir: Ferrâ ve Zeccâc şöyle demişlerdir: "Arapça'da hem hem de denilir.
Yine denilir." Ferrâ sözüne devamla şöyle der: "Elifli yani ifâ!
babından bu kelimeyi kullanma, Esedoğullannın lehcesidir. tabiri "Rüzgâr
şiddetli esti, şiddettendi" demektir. kelimesinin asıl manası sürat ve hızdır.
Nitekim Arapça'da, (hızlı deve), ve (hızlı) denilir. Ayette denmiştir. Çünkü,
bununla "hızlı" manası kasdedilmiştir. Bu tıpkı, sütçü manasına lâbin
ve hurmacı manasına tamir denilmesi gibidir. Yahut da, rih kelimesi, (lafzen)
müzekker olduğu için, böyle denilmiştir.
2) Ayetteki
"(Denizin) her yerinden kendilerine dalgalar hücum eder" ifadesidir.
"Mevc" (dalga), denizin üzerinde kabaran sudur.
3)
"Sandılar ki onlar çepeçevre kuşatılmışlar" ifadesi... Bu,
"Onlar, ölüme iyice yaklaştıklarını sandılar" demektir. Bunun aslı şuna
dayanır: Bir beldeyi veya bir topluluğu düşman kuşattığında, onlar adetâ ölümle
başbaşa kalmış olurlar.
Beşinci soru:
Ayetteki, "Hâlis ve samîmi olarak./' ifadesindeki ihlâs ile ne murâd
edilmiştir?
Cevap: İbn Abbas (r.a)
şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak, bununla, onların şirki bıraktıklarını ve
hiçbir ilâhlarını (o anda) Allah'a ortak koşmadıklarını ve Allah'ın rubûbiyyeti
ile vahdâniyyetini kabul ettiklerini murâd etmiştir."
Hasan el-Basrî:
"İhlas, "iman" demektir. Fakat onları, içine düşmüş oldukları bu
durumdan kurtaracak olanın ancak ve ancak Allah Teâlâ olduğunu bilmeleri,
zarurî ve kesin bir iman yerine geçmiş olur" demiştir.
İbn Zeyd ise: "O
müşrikler, Allah'ın yanısıra başka şeylere de duâ ederlerdi. Binâenaleyh
başlarına böyle bir sıkıntı gelince, sadece Allah'a dua ettiler" demiştir.
Ebu Ubeyde'nin de
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Onların bu dualarından murad, "Ya
Hayy, ya Kayyûm" manasında, âhiyyen şerâhiyyen demeleridir.
Altıncı soru: Ayetteki
hâzihi "bundan" İfadesi ile
neye işaret edilmiştir?
Cevap; Bununla: a)
Şiddetli fırtınadan, b) Dalgalardan, c) Belâlardan manalarına işaret
edilmiştir. Her nekadar bu kelimeler geçmemiş olsa bile, ayette bunlara delâlet
eden ifâdeler geçmiştir.
Yedinci soru: Ayette
bir takdir yapmaya gerek var mıdır?
Cevap: Evet.
Binâenaleyh ayetin takdiri "Onlar. Allah'ın dininde hâlis ve samimi
kimseler olarak ve "Eğer bizi bundan kurtarırsan..." demeyi
kastederek..." şeklindedir.
Şöyle de denebilir:
Ayette hiçbir takdir yapmaya gerek yoktur. Çünkü "Onlar... Allah'a duâ
ederler" ifâdesi, "Eğer bizi bundan kurtarırsan..." ifâdesi ile
tefsir edilmiştir. Binâenaleyh onlar, gerçekte (duâ olarak) sadece bu sözü
söylemişlerdir.
[183]
Bil ki Allah Teâlâ
onların, böyle tam bir yalvarış ve yakarış içinde olduklarını nakledince, o
beta ve sıkıntıdan kurtulduktan sonra, hemen o anda yeryüzünde haksız yere
fesat ve zulüm yapmaya yöneldiklerini beyan buyurmuştur. İbn Abbas şöyle der:
"Cenâb-t Hak, o ayetteki "bağy" (taşkınlık) ile, onların
fesadını, yalanlamalarını ve Allah'a karşı cüretkâr oluşlarını kasdetmiştir.
Bundan dolayı bağy, zulüm ile hükümrân olmaya yönelmek demektir." Zeccâc
ise: "Bağy, fesâdda ileri gitmedir" derken, Esma: "Yara
iyileşmemeye yüz tuttuğunda, denilir. Yine kadın, yalancı ve zinâkâr olduğunda
denilir " demiştir. Vahidî, bu kelimenin asıl manasının
"istemek" olduğunu söylemiştir.
Eğer, "O halde,
bağy zaten haklı yere olamazken, ayette "Haksız yere bağy
(taşkınlık)" denilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki:
Bağy, bazan haklı yere de olabilir. Bu çeşidi, müslümanların, (hakeden)
kâfirlerin topraklarına hükümrân olmaları, onların evlerini barklarını yıkıp,
ekinlerini yakmaları ve ağaçlarını da kesmeleridir. Bu, Allah Resulünün.
Kurayzaoğullarına (yahûdilere) uyguladığı şey gibidir.
Cenâb-ı Hak, daha
sonra bu "bağy'Nn, akıllı olanın, sakınması gereken bâtıl bir iş olduğunu
beyân buyurarak, 'Ey insanlar, sizin
taşkınlığınız ancak kendinize karşıdır. (Size zarar verir. Bu da) dünya
hayatının menfaati gibidir" demiştir. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele
vardır:
[184]
Kıraat âlimlerinin
çoğu, "meta" kelimesini, ayn'ın ötresi ile,; Âsım'ın râvisi Hafs ise,
ayn'ın fethası ile metâe şeklinde okumuştur. Bunun merfû (ötüreli) okunuşu ile
ilgili olarak şu iki izah yapılır:
a) Ayetteki
(Kendinize karşı yaptığınız taşkınlıklarınız) mübteda, "Dünya hayatının
metaldir" kısmı da haber olur. Ayetteki, "Kendinize karşı yaptığınız
taşkınlıklarınız"
ifâdesinden murad", "biribirinize yaptığınız zulümleriniz" manasıdır. Bu
tıpkı, "Kendinizi öldürünüz... "(Bakara. 54)yani "birbirinizi
öldürünüz (ey yahûdiler)" ayetinde olduğu gibidir. Buna göre ayetin
manası. "Bazınız, bazınıza dünya
hayatının sonu olmayan
menfaatleri hususunda
zulmetmiştir" şeklinde olur.
b) Ayetteki
kelimesi mübtedâ, kelimesi haber; kelimesi ise, mahzûf bir mübtedanın haberi
olup, buna göre takdiri "Bu, dünya hayatının menfaatidir"
şeklindedir. Meta kelimesini mansub okumanın izahına gelince şöyle deriz:
"Ayetteki kelimesi mübteda kısmı
onun haberi, ise mef'ûl-ü mutlak
tekîdîolup, takdiri, "Dünya hayatının metâtndan istifâde edersiniz"
şeklindedir.
[185]
Bağy, en kötü
günahlardandır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) "Mükâfaatı en çabuk verilen hayır sıla-i
rahim, cezası en çabuk verilen şer ise bağy ile yalan yere yapılan
yemindir"[186]
buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s)'in ''iki şey var ki. Allah Teâlâ onların
cezasını dünyada iken peşin verir: Biri bağy. biri anababaya isyan "
dediği de rivayet edilmiştir. İbn Abbas (r.a)'ın: "Eğer bir dağ bir dağa
bağy etse (zulmetse), bağyeden mutlaka (sonunda) unufak olur" dediği
rivayet edilmiştir. Me'mun da kardeşi hakkında su iki bevte tutunarak sövle
demiştir:
"Ey, zulüm
işleyen kimse, şüphesiz zulüm kırıp geçiricidir. Binaenaleyh sen. bir dur.
Çünkü, kişinin işlerinin en hayırlısı, en adil olanıdır. Bunun için. eğer bir
dağ bir gün başka bir dağa zulmetse. o dağın tepeleri ve etekleri kırılıp
unufak olur."
Muhammed b. Ka'b
el-Kurazî'nin de "Kendisinde şu üç şey, yani bağy (zulüm), ahdi bozma ve
hilekârlık bulunan her insanın, bunlar aleyhine olur. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Ey insanlar, sizin taşkınlığınız (bağyiniz), ancak kendinize
karşıdır" buyurur" dediği rivayet edilmiştir.
[187]
Ayetteki, "Ey
insanlar, sizin bağyiniz. ancak kendinize karşıdır" buyruğu hakkında
söylenecek sözün özü şudur:
Bu şu manayadır:
"Ey insanlar, sizin birbirinize karşı zulmünüz kısa bir müddet için
sözkonusudur. Bu da, son derece kısa olan ve çabucak son bulan ömürlertnizdir.
Nihayet dönüşünüz ancak bizedir. Yani biz, sizin amellerinize karşılık
vereceğiz. O vakit size, dünyada neler yapmış idiyseniz biz haber
vereceğiz." föŞ
"Size haber vereceğiz' kelimesinin masdarı olan "Inbâ"
"haber vermek" demektir. Bu ayette ise, "azab ile tehdîd
etme" manasına kullanılmıştır. Bu tıpkı birisinin diğer birisine,
"sana, yaptığını haber vereceğim" demesi gibidir.
[188]
"Dünya hayatının
hâli. gökten İndirdiğimiz bir su gibidir ki onunla yeryüzünde,
gerek insanların gerek hayvanların yiyeceği bitkiler bitip birbirine girer. Tam yeryüzü zinet ve ihtişamını takınıp
süslendiği, sahipleri de oraya kesinlikle hâkim olduklarım sandıkları bir sırada gece
veya gündüz ona emrimiz gelivermiştir ve sanki dün hiç yokmuş gibi,
onu tâ kökünden koparılıp biçilmiş bir hâle getirmişizdir. İşte biz
iyi düşünecek kimseler için, ayetleri böyle açıklarız" (Yunus. 24).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[189]
Bil ki Cenâb-ı Hak,
"Ey insanlar, sizin bağyiniz ancak kendinize karşıdır.
(Bu da) dünya hayatının menfaati
gibidir"
buyurunca, bunun peşisıra, yeryüzünde taşkınlık yapan, dünyaya aldanan, ona
sımsıkı sarılan, ahiretten ve ahirete hazırlanmaktan tamamen yüz çeviren
kimseler için, darb-ı mesel olarak söylenen bu hayret verici misâli getirerek,
"Dünya hayatının hâli, misâli, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki
onunla yeryüzünün bitkileri bitip birbirine karışır" buyurmuştur. Bu ifâde
şu iki manaya gelebilir:
a) Bunun
manası, "Gökten inen o su sebebiyle, yeryüzünün bitkileri ona
karıştı" şeklindedir. Bu böyledir, çünkü yağmur yağdığında, o yağmur
sebebiyle rJek çok bitki biter ve o çeşitler birbirine girip, karışır. Bu,
yağmur yağmazdan önce, bitmemiş bitkiler için böyledir.
b) Bundan
murad, bitmiş olup da, henüz gelişip boy atmamış olan bitkilerdir. Bu, ancak bitkilerin,
topraktan ilk çıkışları antnda olur. Binâenaleyh böyle yeni çıkmış bitkilerin
üzerine yağmur yağıp, bitkiler bu yağmurla karşılaştığında, yağmurla bitki
birbiriyle ihtilât ettiğinde, o bitkiler boy atar, gelişir, güzelleşir,
olgunlaşır ve en güzel renklere ve zinetlere bürünür. İşte ayetteki "Tam yeryüzü zinet
ve ihtişamını takınır" ifadesi ile, bu kastedilmiştir. Bu böyledir.
Çünkü "tezahrüf" birşeyin en ileri derecede güzelleşmesi demektir.
Böylece yeryüzü, hertürlü renkle böbürlenen, btr güzel elbise giyip, kırmızı,
yeşil, sarı, altın rengi, beyaz ve benzeri renklerle süslendiğinde, tıpkı bir
gelin gibi, bütün süs ve zinetlerini takınmış olur. Şüphesiz ki her ne zaman
bir bahçe bu durum üzere ve bu sıfatlarda olursa, sahibi ondan dolayı sevinir
ve ondan istifade edeceği hususundaki ümitleri artar ve kalbi tamamen onda
olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, işte böylesi güzel bir bahçeye, gece veya gündüz,
bir anda dolu, fırtına, yahut sel gibi bir büyük âfet salıverdiğinde o ağaçlar
ve bitkiler, sanki hiç olmamış gibi, yok olurlar. Bu durumda sahibinin, son
derece üzülüp kederleneceğinde şüphe yoktur. İşte kalbini dünya lezzetlerine ve
güzelliklerine bağlayan her insanın durumu da aynıdır. Binâenaleyh bu insan, o
şeyleri elde edemediğinde üzüntüsü artar ve onlara karşı aşırı bir hayıflanma
içine girer.
[190]
Bil ki dünya hayatının
bitkilere benzetilmesi, Kâdî(r.h)'nin. özetlediği şu manalara gelebilir:
Birinci izah: İnsanın,
dünya ile ilgili olarak harcayıp bitirdiği bu dünya hayatının neticesi,
kendisinden istifâde etme hususunda fazla ümitlenildiği halde ümitsizliğe
düşülen bu bitkilerin neticesi gibidir. Çünkü genel olara,k dünyaya sımsıkı
sarılan kimse, bu dünyaya meyledip, dünya ile ilgili arzusu büyüyünce, ölüm ona
ansızın gelip çatar. İşte bu, HakTeâlâ'nın, "Nihayet kendilerine verilen o
şeyler yüzünden (tam şımarıp) ferahlandıkları zaman, onları ansızın tutup
yakalayıverdik ve artık o anda onlar bütün ümitlerinden mahrum kaldılar"
(En'âm, 44) ayetinde anlatılan husustur. Yani, onlar bütün ömürlerini dünyaya
harcadıkları halde, dünya hususunda; aslında ister istemez ahirete gittikleri
halde, ahiret hususunda da ziyana uğradılar.
İkinci izah: Allah
Teâlâ, bu ekin için makbul ve övgüye değer bir netice hasıl olmayacağı gibi,
dünyaya aldanıp, onu seven kimse için de, makbul bir neticenin meydana
gelmeyeceğini beyân buyurmuştur.
Üçüncü izah; Ayetteki
teşbih, Hak Teâlâ'nın "Biz onların yaptıkları her amelin önüne geçtik ve
bunları saçılmış (hiçbir değeri olmayan) zerreler yapc Vurkan. 23 ayetinde
ifâde edilen husus gibidir. Binaenaleyh bu yokedici sebebler meydana geldiği
için. çiftçinin ekme gayretlerinin tamamen boşa çıkması gibi, dünyaya aldananın
gayretleri de böyle boşa çıkar.
Dördüncü izah: O
bahçenin sahibi, kendini yorarak ve gönlünü sıkıntıya sokarak, bahçesini imâr
edip, kalbini ondan istifâde etmeye bağlamıştı, yani ondan istifâde edeceğini
umuyordu. O yokedici sebebler meydana gelince, daha önce Katlandığı o İtina,
gelecekte kendisi için çok şiddetli bir mutsuzluğun doğmasına sebeb olmuştur.
Bu mutsuzluk da, onun kalbinde meydana gelen hayıflanmadır. Kalbini dünyaya
bağlayan ve kendisini dünyayı elde etmek için yoran kimsenin durumu da
böyledir. Bu, kimse de ölüp, elde etmek istediklerini elde edemeyince, dünya
sebeplerini meydana getirme hususunda katlandığı o gayret ve itina, ahirette
büyük bir mutsuzluk sebebi olur.
Beşinci izah: Belki de
Hak Teâlâ, bu teşbihi, âhirete inanmayanlar için yapmıştır. Çünkü biz,
alabildiğine büyümüş olan ekinin, zinet ve güzellik hususunda da son noktaya
ulaştığını görürüz. Ama daha sonra, alabildiğine süsünü takınmış o toprağa bir
âfet arız olur ve böylece bütün o güzellikler silinip gider. O toprak daha
sonra yeniden ikinci kez aynı süslerle süslenir. Binâenaleyh Allah Teâlâ böyle
birşeye kadir olanın, ahirette insanların amellerine, hayır ise hayır ile, şer
ise şer ile karşılık verebilmesi için, canlıları orada yeniden diriltmeye de
kadir olacağını göstermek için bu meseli (teşbihi) getirmiştir.
[191]
Mesel, sayesinde
ikincinin durumunun, birinciye teşbih edildiği
bir sözdür.
"Mesel" ile, "sıfat, hal,
özellik" manasının kasdedilmiş olması da mümkündür. Buna göre
ayetin takdiri, "Dünya hayatının sıfatı, durumu şöyle şöyledir"
şeklindedir.
Ayetteki kelimesine
gelince Zeccâc şöyle der: "Bunun aslı, dir. Bundaki (ilk) tâ harfi
"ze" harfine çevrildi; ilk "ze" harfi sakin kılınıp,
(okunabilmesi için) başına bir hemze-i vasıl getirildi ve ikinci
"ze"ye idğam edildi. Bu tıpkı
ve (Bakara 72 ve Arat. 38) kelimelerinde söylediğimiz
gibidir.
" Ve sahihleri de
ona kesinlikle kadir olduklarını sandılar" tabiri hakkında, İbn Abbas
(r.a), "Cenâb-ı Allah "O yerin sahipleri, o ekin ve bitkileri hasad
edip, meyvelerini devşirebileceklerini sandılar" manasını kasdetmiştir"
der. Gerçekte, buradaki zamir, zahiren her nekadar, "arz" (yeryüzü)
kelimesine râcî ise de, aslında yerde biten bitkilere râcîdir.
Allah Teâlâ'nın
"Ona emrimiz gelivermiştir" buyruğu hususunda, İbn Abbas (r.a),
"Bununla Cenâb-ı Hak, "Bizim azabımız ona geldi" manasını murad
etmiştir" der. Gerçekte mana, "Bizim, o yeryüzünü helak ile ilgili
emrimiz ona ulaştığında..." şeklindedir.
Allah Teâlâ
'."Onu. biçilmiş bir hâle getirmişizdir" buyurur. İbn Abbas {r.a)
"hasîd" kelimesine, "Orada sanki hiçbirşey yokmuş gibi..."
manasını verirken, Dahhâk, "biçilmiş, hasâd edilmiş" manasını
vermiştir. Buna göre, ayetteki "hasîd" kelimesinden murâd, bitkisi
biçilip hasâd edilmiş yer demektir. "Hasîd" ile, o bitkinin kendisi
de murad edilebilir. Ebu Ubeyde, bu kelimeye, "kökü kazınmış' manasını
verirken, bazıları da, "koparılıp çıkarılmış" manasını vermişlerdir,
Ayetteki "Sanki
dün hiç yokmuş gibi..." buyruğu hakkında Leys şöyle der: "Birşey yok
olduğunda Arapça'da, "sanki hiç olmamış" manasında, denilir. Bu,
Arapların, insanlar evlerinde ikamet ettiklerinde söyledikleri "Kavim,
evlerinde oturuyorlar" sözünden alınmıştır." Bu izaha göre, bu ifâde
o bitkilerin sıfatı olmuş olur. Zeccâc bunun manasının, "sanki onlar dün
yaşamıyorlardı" şeklinde olduğunu söylemiştir. Bu izaha göre, kasdedilen
de "yeryüzü" olmuş olur.
Allah Teâlâ "İşte
biz iyice düşünecek kimseler için, ayetleri böyle açıklarız" buyurmuştur.
Bu, "Ard arda gelmesi ve çokça vuku butması, yakînî imanın kuvvetlenmesine
sebeb olsun ve şek ile şüphenin zail olmasını mucib olsun diye, ayetlerimizi
ard arda, peş peşe ve tek tek getiririz, ortaya koruz" demektir.
"Allah selâm
evine çağırır ve O, kimi dilerse onu doğru yola hidayet eder" (Yûnus, 25).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır.
[192]
Bu, avet'in dana
önceki ayetlerle münasebeti hakkındadır. Bil ki Allah Teâlâ gâfil kimseleri,
bir önceki ayette verdiği mesel ile, dünyaya meyletmekten soğutunca, bu ayet ile de onları
âhirete teşvik etmiştir. Ahirete teşvikin izahı şöyledir: Hz. Peygamber
(s.a.s)'in: "Benim ile sizin durumunuz tıpkı bir ev yapıp, o evde bir
ziyafet kurup, o ziyafete davet için bir elçi, davetcigönderen bir efendinin
durumuna benzer. Şöyle ki: Kim o davetciye icabet ederse, eve gelir, ziyafetten
yer ve efendi ondan hoşnud olur. Kim de davete icabet etmezse, eve gelip,
ziyafetten yemez, efendi de ondan razı olmaz. Dikkat edin: Allah, o efendi: ev.
islâm evi: ziyafet cennet: davetci de. Muhammed (s.a.s)'dir" buyurduğu
rivayet edilmiştir. Yine rivayet edilmiştir ki Hz. Peygamber (s.a.s)
"Güneşin doğduğu her günde. mutlaka o günün İki tarafında (yani sabah ve akşam)
iki melek, insanlar ve cinler dışında bütün mahlukata duyuracak şekilde,
"Ey insanlar. Rabbinize geliniz. Çünkü. O, sizi selâm (kurtuluş) yurduna
davet ediyor" diye nida ederler'[193]
buyurmuştur.
[194]
Ayetteki dar-ı selam
(selâm yurdu)ndan muradın, "cennet" olduğunda şüphe yoktur. Fakat
alimler cennete, niçin bu ismin verildiği hususunda, şu değişik izahları
yapmışlardır:
[195]
Birinci görüş:
"Selâm", Allah'ın adıdır. Cennet de O'nun yurdudur. Binâenaleyh
burada bize düşen, Allah'a niçin "selâm" denilmiş olduğunu izah
etmektir. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
a) Cenâb-ı
Hak, zâtı gereği vâcibu'l-vücûd olunca, yok olmaktan, değişikliğe uğramaktan,
zatı ve sıfatları hususunda başkasına muhtaç olmaktan uzak ve salimdir Böylesi
bir sıfat, ancak Hak Teâlâ'ya aittir. Nitekim O, "Allah ganidir, siz ise
fakirlersiniz" (Muhammet. 38} ve "Ey insanlar, sizler Allah'a
muhtaçsınız" (?aw. 16) buyurur.
b) Allah
Teâlâ, "Mahlûkât, O'nun zulmünden salim ve beridir" manasında, bu
"Selâm" ismini almıştır, Nitekim O, "Rahbin. kullarına zulümkâr
değildir" (Fussiiet 46) buyurur. Bir de. kendisi dışında kalan herşey
O'nun mülkü ve milkidir. Failin, kendi mülkü üzerindeki hiçbir tasarrufu zulüm
olmaz. Bunun bir diğer sebebi de. zulüm ya âcizden, ya câhilden, ya da muhtaç
olandan sâdır olur. Bütün bunlar, Allah hakkında imkânsız olunca, O'nun için
zulüm yapma da imkânsız olur.
c} Müberred
şöyle der: "Allah Teâlâ, "selam sahibi" manamsa
"Selâm" ismini almıştır. Bu, "selâma kadir olan sadece
O'dur" demektir. Selâm, "âcizleri kötülüklerden ve âfetlerden
kurtarmak" demektir. Binâenaleyh Hak Teâlâ, ayıplıların ayıplarını örten,
darda kalanların duasına icabet eden ve mazlumların intikamını zâlimlerden
alandır," Müberred sözüne şöyle devam eder: "Buna göre
"Selâm", selime fiilinin masdarıdır."
İkinci görüş:
'-Selâm", "selâmet" kelimesinin çoğuludur. Buna göre. ayetteki
"Dâru's-selâm" tabirinin manası, "Kendisine girenlerin âfet ve
belâlardan kurtulmuş olduğu yurt, ev..." şeklindedir. O halde, buradaki
"selâm" kelimesi £uö< (emmek) kelimesinin manasına gelmesi gibi,
selâmet manasındadır. Çünkü burada, bu yurtta insan, ölüm, hastalık, acı, belâ,
şeytanın vesveseleri, küfür, bidat, meşakkat ve yorgunluk gibi, her türlü
kötülük ve âfetlerden uzak olmuş olur.
Üçüncü görüş: Cennete,
bu ad verilmiştir. Zira Allah Teâlâ. cennetliklere selâm verir. Nitekim Cenâb-ı
Hak, vÇok merhametli Rab'den sözle olan bir selâm vardır" (Yasm. 58)
buyurmuştur. Melekler de onlara selâm verirler. Nitekim Cenâb-ı Hak.
"Sabrettiğiniz şeylere mukabil sizlere selâm. Dâr-ı dünyanın ne güzel
sonucudur bu'" (Rad. 24) buyurmuştur.
Yine onların bir kısmı
diğerine setâm verir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Oradaki tahiyyeleri,
selâmdır"(Yunus. ıoj buyurmuştur. Yine onların selâmları, saîd (cennetlik)
olan dünya ehline yetişir. Nitekim Cenâb-ı Hak,"Eğer amel defterini sağ
taraftan alanlardan ise^artık ashab-ı yeminden selâm sana!" {Vako, 90-91)
buyurmuştur.
[196]
Bil ki Allah Teâlâ'nın
cömertliğinin, kudretinin ve kullarına olan merhametinin kemal mertebesinde olduğu malumdur. Binâenaleyh,
Allah'ın, kullarını Selâm Yurdu'na
davet etmesi, Daru's-selâm'da gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve
beşerin aklına da gelmeyecek şeylerin bulunduğuna delâlet eder. Çünkü azîm
olan, bir şeyi büyütüp, ona karşı arzu uyandırıp ve o arzu uyandırmada da son
derece itina gösterince, bu, o şeyin durumunun son derece mükemmel olduğuna delâlet eder.
Özellikle Allah Teâtâ, bu mukaddes Kur'ân-ı Kerim'i, cennetin vasıflarıyla
doldurmuştur. Meselâ, "Artık rahatlık güze! rmk ve Naîm cenneti (onundur)
"(Vataa. 89] buyurulmuştur. Biz burada, bu neticeyi izah için, ,küllî ve
genel bir hususa değiniyor ve şöyle diyoruz: İnsan, içinde bulunduğu günde,
yarını için gayret gösterir. Her insanın, iki yarını vardır: Dünyadaki yarını,
âhiretteki yarını[197]
Buna göre biz diyoruz
ki, âhiretin yarını, şu dört bakımdan, dünyanın yarınından daha
hayırlıdır:
1) İnsan, bazan dünyanın yarınına ulaşamaz, ama
âhiretin yarınına ise ister istemez kavuşur.
2) Dünyanın
yarınına kavuşacağını farzetsek bile, belki de onun, ya bu malı zayi
etmesinden, veyahut da vücudunda o maldan istifâdesine mani olacak bir
hastalığın bulunması sebebiyle, biriktirdiği o şeylerden istifade etmesi mümkün
olmayacaktır. Ama, âhiretin yarınına gelince, insan, bu g'ünü için kazanıp
kesbettiği herşeyden mutlaka istifade eder.
3) İnsanın, bu dünyanın yarınına kavuşması,
malından da istifade etmesinin farzedilmesi durumunda da, ancak ne var ki bu
dünyanın menfaat ve faydaları, zararlar ve yorgunluk-bitkinliklerle içiçedir.
Çünkü dünyanın mutlulukları, âfetlerden uzak olmayıp, aksine belâlarla içiçedir. İstikra da buna delâlet etmektedir. İşte
bundan dolayı Hz. Peygamber "Kim henüz yaratılmamış bir şeyi taleb ederse,
ondan nzıklanmadığı halde kendisini boşuna yormuş olur" buyurmuştur. Bunun
üzerine, "Ya Resûlallah, nedir bu?" denilince de O, Tam bir gün
boyunca duyulacak sevinçtir" buyurur. Ama âhiretin izzetinin sağladığı
faydalara gelince, bunlar gamlardan, üzüntülerden, kederlerden ve nefret
uyandırıcı her şeyden uzaktırlar, beridirler.
4) İnsanın
dünyanın izzetine ulaşması ve o izzet sebebiyle çeşitli şeylerden istifâde
etmesi ve-bu istifadenin afet ve belâlardan uzak olması kabul edilse bile,
onun, mutlaka sona ermesi kaçınılmazdır. Halbuki âhiretin menfaatları
devamlıdır, sona ermekten ve inkıtâya uğramaktan uzak ve bendir. Böylece dünya
mutluluklarının, bu dört kusur ile içice bulunduğu; ahiret mutluluklarının ise,
bunlardan uzak ve salim olduğu, bu sebepten dolayı da cennetin
"Daru's-selâm-Esenlik Yurdu" adını aldığı sabit olmuş olur.
[198]
Alimlerimiz, küfür ve
imanın, Allah'ın kaza ve kaderi ile olduğuna bu ayetle istidlal ederek şöyle
demişlerdir: "Allah Teâlâ, bu
ayette, bütün mahlûkatını Selâm Yurduna (Esenlik
Yurduna) davet ettiğini; daha sonra da O'nun mahlûkatından bazısını buna
hidâyet edip ilettiğini beyân buyurmuştur. Binâenaleyh, bu hususî hidâyetin, o
umumî davetten başka olması gerekir. Güç, kudret, yapabilme imkânı verme,
peygamber gönderme ve kitaplar indirme gibi şeylerin, "umumî" (genel)
şeyler olduğu hususunda şüphe yoktur. Binâenaleyh, bu hususi hidayetin, bütün
bu umumî şeylerden başka olması gerekir. Bu da, bizim "Allah Teâlâ, ilim
ve marifetullahı, başkasına değil de, o şahsa tahsis etmiştir" şeklindeki
sözümüzden başka bir şey değildir.
Bil ki, bu ayet,
Mutezile'ye güç geJen müşkil bir ayettir. Onlar, (bu hususta) fazla soru
sormaya kadir olamamışlardır. Kâdî'nin ileri sürdüğü şeylerin özeti şu iki
şeydir:
a) Bundan maksat, "Duaya icabet edip itaat
eden, muttakî olan kimseleri, hiç şüphesiz ki Allah o davete, çağrıya hidâyet
eder, ulaştırır" manasında olmak üzere. "Allah, dilediği kimseleri, o
daveti kabul etmeye iletir" şeklindedir.
b) Bu
ayetle, ilahî lütuflar kasdedilmiştir. Alimlerimiz, bu iki izaha tek bir
şekilde cevap vererek şöyle demişlerdir: Mutezile'ye göre, bu hidâyeti îfâ
etmek, Aflah'a vaciptir. Vacip olan şeyse, meşîete (dilemeye) taalluk etmez.
Halbuki buradaki ifâde, meşîet-i ilâhiyeye bağlanmıştır. Binâenaleyh bu ayeti
onların ileri sürdüğü manaya hamletmek imkânsızdır.
[199]
"İyi iş, güzel
amel yapanlara en güzel mükâfaat. bir de ziyâde vardır. Onların yüzlerine ne
bir toz bulaşır, ne de bir horluk kaplar. Onlar cennetlik olup orada ebedî kalıcıdırlar" (Yunus. 26)
Bil ki Allah Teâlâ,
kullarını, Daru's-Selâm'a davet edince, orada, o kullan için meydana gelecek
saadetlerden de bahsederek, "İyi iş. güze! amel yapanlara en güzel
mükâfaat. bir de ziyâde vardır" buyurmuştur. Bu ayeti tefsir edebilmek
için, şu üç lafzın izahına ihtiyaç bulunmaktadır:
[200]
Birinci lafız:
kelimesidir. İbn Abbas: "Bunun manası, "Lâ ilahe illallah kelimesini
zikretmek için (...) vardır" şeklindedir" derken; el-Asamm:
"Bunun manası, "İbâdet ettikleri her şeyde güzel davrananlar için
(...) vardır" şeklindedir" demiştir ki, bu da "Onlar,
emredildikleri şeyi, lâyık-ı veçhile yapıp, menhiyattan da, nehyediidiği şekilde
kaçınanlar için (...) vardır" anlamındadır" demiştir. İkinci görüş
yani Asammın görüşü, doğru olmaya daha yakındır. Zira yüksek dereceler, ancak
itaatkâr kullar için tahakkuk eder.
İkinci lâfız: 6u,
husnâ kelimesidir. İbn'ul-Enbarî şöyle demiştir: "El-husnâ kelimesi
Arapça'da, ahsen kelimesinin müennesi (dişisi)dir. Araplar, bu kelimeyi,
sevilen ve arzu duyulan şeyler hakkında kullanırlar İşte bundan dolayı bu kelime.
te'kidlenmez ve herhangi bir şeyle de sıfatlanmazwKeşşâf sahibi ise, "Bu
ifâdeyle, en güzel mükâfaat kasdedilmiş olup, bunun bir benzeri de Cenâb-ı
Hakk'ın, "iyiliğin mükâfaatr iyilikten başka mıdır?" (Rahman, eo)
ayetidir" demiştir.
Üçüncü lafız: Bu,ziyade
lafzıdır. Buna göre biz diyoruz ki: Bu kelime, müphem ve kapalı bir kelimedir.
Kapalı olması sebebiyledir ki, alimler bu kelimenin tefsirinde ihtilâf
etmişlerdir. Onların sözlerinin neticesi şu iki görüşe varıp dayanır:
[201]
Birinci görüş: Bundan
maksad, Allah Teâlâ'yı görmektir. Bu görüşte olanlar, sözlerine devamla şöyte
demişlerdir: Bunun delili, hem nakil, hem de akıldır.
Nakle gelince, bu, bu
hususta varid olan şu sahih hadistir: "el-husnâ. cennet:
"ziyade" de. Allah Teâlâ'ya nazardır."
Aklî delile gelince bu
şudur: El-husnâ kelimesi, başına harf-i tarifin gelmiş olduğu tekil bir
kelimedir. Dolayısıyle, daha önce bilinen ve geçen bir şeye hamledilmesi
gerekir ki, bu da "Dâru's-selâm - Esenlik yurdu" kelimesidir.
Müslümanlar arasında, bu lâfızla alâkalı olarak kabul edilen yerleşik olan ve
müslümanlarca bilinen mana, bununla, cennet ve o cennetteki faydalarla,
cennetliklere gösterilecek izzet ve ikramın murad edilmesi olduğudur. Bunun
böyle olduğu sabit olunca, bu ayette bahsedilen "ziyâde"den maksadın,
cennette meydana gelecek faydalarla onlara gösterilecek izzet ve ikramdan başka
birşey olması gerekir. Aksi halde, bir tekrar olmuş olur. Böyle diyeo herkes,
"Bu, Allah Teâlâ'yı görmektir" demiş olur. Böylece bu, bu
zıyâde"den muradın, "Ru'yetullâh" (Allah'ı görmek) olduğunu
gösterir. Şu iki şey de bu manayı destekler:
a) Allah
Teâlâ, "Bazı yüzler vardır, o gün ter-u tazedir. Rablerine
bakacaktır" (Kıyame, 22-23) buyurmuş ve cennetlikler için şu iki şeyin
bulunacağını belirtmiştir;
1) Yüzlerinin ter-ü taze, parlak, sevinçli ve
neşeli olması;
2) Allah'a
nazar etmeleri. Kur'ân'ın ayetleri birbirini tefsir eder. Binâenaleyh, bu
ayette bahsedilen "el-husnâ"
kelimesini, "yüzlerin parlaklığı" na; "Ziyade" kelimesini de, Rü'yetullah
(Allah'ı görme) manasına hamletmek gerekir.
b) Allah
Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e "Oraya baktığında, (büyük) bir nimet, büyük
bir saltanat görürsün.." (inşân, 20 buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, o peygamberin,
büyük nimeti ve büyük bir meliki göreceğini haber vermiştir[202]
Binâenaleyh, buradaki el-husnâ ve ziyâde kelimesini, bu iki manaya hamletmek
gerekir.
[203]
İkinci görüş: Buradaki
"ziyâde" kelimesinin, Ru'yetullah manasına hamledilmesi caiz
değildir. Mutezile şöyle demiştir: Bunun böyle olduğuna şunlar delâlet
etmektedir:
1) Aklî deliller, rü'yetullah'ın imkânsız
olduğuna delâlet etmektedir.
2)
Ziyâde'nin, kendisine ziyâde edinilenin cinsinden olması gerekir. Halbuki
ru'yetullah, cennet nimetleri cinsinden değildir.
3) Sizin bu
konuda kendisine tutunduğunuz "Ziyâde" Allah'ın zâtına
bakmaktır" şeklindeki haber, bir teşbihi gerektirir. Çünkü bakma, yanağın
(başın) görüimek istenen şeyin tarafına çevirilmesi demektir. Bu da, görülmek
istenen şeyin bir cihette bulunmasını gerektirir. Çünkü vech (yüz), hususî ve
muayyen bir uzvun adıdır. Bu da bir teşbihi gerektirir. Böylece bu lafzın,
ru'yetullah manasına hamledilmesinin mümkün olmadığı sabit olmuş olur.
Binâenaleyh bunun, başka bir şeye hamleditmesi gerekir. İşte bu noktada Cübbâî
şöyle der: "El-husnâ, hak edilen mükâfaat demektir. "Ziyâde"
ise, Allah Teâlâ'nın, bir lütfü olarak, bu mükâfaata ilâvede bulunmasıdır.
Benim, bu dediğimin doğruluğuna, hem Kur'ân, hem de müfessirlerin görüşleri
delâlet etmektedir."
Kur'ân'a gelince bu,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü (Allah) onların mükâfaatlanns eksiksiz öder.
Onlara, fazlından, ziyâdesini de verir" (Fatır. 30) ayetidir.
Müfessirlerin
görüşlerine gelince, bunlar şunlar: Hz. Ali (r.a.)'den "Ziyâde" tek
bir inciden yapılmış bir odadır"; İbn Abbas'tan: "El-husnâ,
"hasene" (mükâfaat) dir; "ziyâde" de. onun on
katıdır"; Hasan el-Basrî'den: "Bu, on mislinden başlayıp yediyüz
katına kadar çıkan mükâfaattır"; Mücâhid'den: "Ziyâde, Allah'ın
bağışı ve ndvânıdır"; Yezîd İbn Semure'den: "Ziyâde, cennetliklere
bir bulutun uğrayarak, "İstediklerinizi size yağdıracağım" demesi ve
onun, istedikleri her şeyi onlara yağdırmasıdır" dedikleri rivayet
edilmiştir.
Ehl-i sünnet alimleri
bu vecihlere cevap vererek şöyle demişlerdir: Sizin, "Aklî deliller,
Allah'ın görülmesinin imkânsız olduğuna delâlet etmektedir" şeklindeki
görüşünüz kabul edilemez. Zira biz, usûl (akaid) kitaplarında, o delillerin son
derece zayıf ve tutarsız olduğunu beyân etmişizdir. Rü'yetullah'ın gerçekleşmesi
aklen imkânsız olmayıp, sahîh haberler de bunun olabileceğini gösterince, bunu
o haberlerin zahirlerine göre anlamak
gerekir. Onların, "Ziyâdenin, kendisine
ziyâdede bulunulanın cinsinden olması gerekir" şeklindeki
görüşlerine gelince, biz diyoruz ki: Kendisine ilâvede bulunulan şey belli bir
miktar ile sınırlandığı zaman, ona ilâve edilen şeyin, ondan başka olması
gerekir.
Birincisinin misâli,
bir adamın bir başkasına, "Ben sana. ilâvesiyle birlikte, on müdd (ölçek)
buğday verdim" demesidir. Bu durumda, o ziyâdenin, ilâvenin, buğday
cinsinden olması gerekir. İkincisinin misâli, bir kimsenin bir başkasına,
"Sana buğday ve birde ilave verdim" demesidir, Bu durumda, o
ilâvenin, buğdaydan başka bir şey olması gerekir. Ayette bahsedilen,el-husnâ
lafzıdır ki, bu "cennet" demektir. Bu lafız, mutlak olup, belli bir
miktar ile takdir edilmiş değildir. Binâenaleyh, buna ilâve edilen o şeyin,
cennette bulunan bütün şeylerden başka olması gerekir.
Mutezilenin, "Bu
konuda bahsedilen hadis, hem bakma manasını, hem de Allah'ın vechinin (yüzünün)
bulunduğunu kapsamaktadır ki, bu her iki şey de-bir teşbihi gerektirir"
şeklindeki sözlerine gelince, biz deriz ki: Bu haber, hem rü'yetullahın
olabileceğini; hem de "cisrnıyyet"i, (cisim olabilmeyi) içine almaktadır
Diğer taraftan, Cenâb-ı Hakk'ın bir cisim olmadığına dair kati delil
bulunmaktadır. Halbuki, O'nu görmenin imkânsızlığına dair delil
getirilmemiştir. Binâenaleyh yapılacak iş, sadece yanlışlığına dair delil
bulunan şey ile ameli terketmektir. Hem biz. o haberin bildirdiğine aykırılık
sözkonusu olmaksızın bu(ayette geçen "ziyade (ilave)" kavramının
"Allah'ın cemalini görmek" manasına geldiğini açıklamıştık, Allah en
iyisini bilendir.
Bil ki Allah Teâlâ,
cennetlikler için sözkonusu olan mutlulukları açıklayınca, bundan sonrada,
lütfü ile, mü'minleri koruduğu belâları açıklayarak "Onların yüzlerine ne
bir toz bulaşır, ne de bir horluk kaplar" buyurmuştur. Bu, "O,
yüzleri ne kater, yani, kendisinde siyahlık bulunan bir toz, ne de -zillet-,
yani bir aşağılanma ve sarartp solma eseri kaplamaz" demektir.
O halde birinci sıfat,
Cenâb-ı Hakk'ın "O gün bazı yüzler de vardır: üzerlerini toz toprak
(bürümüştür). Onu bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır" (Ateşe. 4(mi)
ayetinde ifâde edilen husustur.
İkinci'sıfat, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Yüzler (vardır), o gün zelil ve hakirdir. Yorucu işler
yapandır" iar/e. 2-3)ayetinde ifâde edilen husustur. Bu iki sıfatın,
mü'minlerden nefyedilmesinden maksat, Allah Teâlâ'nın bahsettiği kendilerine
verilmiş olan o nimetlerin, istenilmeyen şeylerle karışık olmayıp mahza nimet
ve lezzet olduğunu ve meydana geldiğinde, o yüzün halini değiştirecek ve ondaki
parlaklık ve sevinci giderecek şeylerin, o mü'minler hakkında vaki olmayacağını
bildirmek için, korku, hüzün ve 2illete düşme sebeplerini, onlardan nefyetmektir.
Daha sonra da Cenâb-ı Hak, onların o cennette ebedî olarak kalacaklarını,
hayatlarının sona ermesinden korkmamaları gerektiğini beyân etmiştir.
Bil ki, usûl alimleri
şöyle demişlerdir: Sevab ve mükâfaat, tazimle içice, devamlı ve halis, mahzâ
bir menfaattir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü O, sizi selâm (kurtuluş)
yurduna davet ediyor" (Yunus. 25) beyanı, tazim ve mü'mine gösterilen
saygının son noktasına; "/yi iş, güzel amel yapanlara daha güzel iyilik,
bir de ziyâde vardır" (Yunus. 26) buyruğu, fayda ve menfaatin meydana
geldiğine; "Onların yüzlerine ne bir toz bulaşır, ne de bir horluk
kaplar" ifadesi de, o nimetlerin mahza, halis nimet olduklarına delâlet
eder. O'nun "Onlar cennet ehli olup. onlar orada ebedî kalacaklardır"
beyanı da, o nimetlerin devamlı olduğuna ve kesintiye uğramasından emin
olunulduğuna bir işarettir. Allah en iyisini bilendir.
[204]
"Kötülükler
kazanmış olanlara gelince: Onların bir kötülüğünün cezası, bir misliyledir.
Kendilerini bir horluktur kaplayacak. Onları. Allah'ın azabından kurtaracak
kimse de yoktur. Sanki yüzleri, karanlık geceden bir parçaya bürünmüştür
onlann. İşte bunlar da. cehennemliklerdir ki. onlar orada ebedi kalıcıdırlar" (Yunus, 27).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[205]
Bil ki Allah Teâlâ,
müslümanların durumunu önceki ayette açıkladığı
gibi, günahlara yönelenlerin durumunu da, bu ayette beyân ederek,
onların halleriyle ilgili olan şudört şeyi zikretmiştir:
1) "bir
kötülüğün cezası, bir misliyledir1' buyruğunun maksadı, hasenat ile seyyiât
(günahlar) arasındaki farka dikkat çekmektir. Zira Allah Teâlâ, iyi ameller
hakkında, onlarla meşgul olanlara fazlasıyla beraber mükâfaat vereceğini
belirtmiş, kötü ameller hususunda ise günah işleyenlere sadece günahlarının
misliyle karşılık vereceğini zikretmiştir. Buradaki fark şudur: Mükâfaata
ilâvede bulunmak, bir lütuf olur ki, bu güzeldir. Ve bu, tâata teşvik etmeyi de
te'kîd etmedir. Ama, kötü amellerde hak edilen miktardan fazlasını vermeye
gelince, bu bir zulümdür. Şayet, Cenâb-ı Hak bunu yapmış olsaydı, o zaman vaad ve vaîd,
terhîb ve tahztr (korkutma ve sakındırma) bâtıl olur, boşa çıkardı. Çünkü,
bütün bunlara güvenmek, Cenâb-ı Hakk'ın bunlardaki hikmetinin sabit olduğu
zaman tahakkuk eder. Halbuki Allah zulmetmiş olsaydı, O'nun hikmeti bâtıl
olurdu ki, Allah bundan münezzehtir. Kadî, işte bu hususu kendi mezhebine göre,
bu şekilde açıklamıştır.
2)
"Kendilerini bir korluktur kaplayacak" vasfı, aşağılanmaktan ve
hakarete uğramaktan bir kinayedir. Bil ki kemâl, zâtı gereği sevilir; noksanlık
da, yine zâtı gereği yadırganır. Binâenaleyh nakıs, kemâle ermemiş insan,
öldüğü zaman, mükemmelliklerden hâlî ve uzak,kalmış olur. O zaman onun,
kendisinin noksanlığını hissetmesi de, zillet, horluk. hakirlik ve cezanın meydana
gelmesine bir sebep olur.
3)
"Onları. AHah'dan hiçbir kurtarıcı da yoktur... " tavsifinin ifade
ettiği husustur. Bil ki, ne dünyada, ne de ahirette, kişileri Allah'ın
azabından koruyacak hiç kimse yoktur. Zira AJlah'ın hükmü, kazası bütün kâinatı
kuşatmış olup, kaderi de, bütün varlıklarda geçerlidir. Ancak ne var ki. asî
karakterlere baskın olan vasıf, onların bu dünyada, kendi amel ve muratlarıyla
meşgul olmalarıdır. Ama öldükten sonra herkes, kendisine AHah'dan gelecek
şeylere karşı bir koruyucu olmadığını kabul ve ikrar eder.
4)
"Sanki yüzleri, karanlık geceden bir parçaya bürünmüştür onların..."
buyruğunun maksadı, Cenâb-ı Hakk'ın, saîd (mutlu) kimselerden nefyettiği şeyi,
bu kimseler için isbat etmektir. Çünkü
o, mü'minler hakkında, "Onların yüzlerine
ne bir toz bulaşır,
ne de bir horluk kaplar" buyurmuştur.
Bil ki, İslâm
feylesofları şöyle demişlerdir: Burada bahsedilen bu siyahlık -kater-dan murad,
cehalet ve dalâlet zulmetidir. Çünkü ilmin karakteri, nurun tabiatı; cehlin
karakteri de, zulmetin, karanlığın tabiatıdır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "O
gün bazı yüzler vardır, parıl parıl parlayacak, gülecek, sevinecektir"
(Abese, 38-39) ayetinden murad edilen, ilmin nuru, onun rahatlığı, onun
beşareti ve temin ettiği güleçlik ve parlaklıktır. Cenâb-ı Hakk'ın "O gün
bazı yüzler de vardır, üzerlerini toz toprak (bürümüştür). Onu bir karanlık ve
siyahlık kaplayacaktır" (Abese. 40-41) tavsifinden murad ise, cehaletin
zulmeti ile dalâletin bulanıklığıdır.
[206]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kötülükler kazanmış olanlara gelince (...}" ifadesiyle ilgiti iki
açıklama yapılabilir:
a) Bunun,
"iyi iş. güzel amel yapanlara en güzel mükâfat (...)
vard/r"(Yunus,26)buyruğuna atfedilmiş olmasıdır. Buna göre sanki,
"iyi iş, güzel amel yapanlara en güzel iyilik vardır; kötülükler kazanmış
olanlar için de, yaptıkları kötülüklerine mukabil, onun bir misli vardır "
denilmek istenmiştir.
b) Takdirin,
"Onların cezası, tek bir seyyienin, misli olan bir seyyie, ceza iie
karşılık görüp, ona ilâvede bulunulmaz" manasında olmak üzere, "günah
işleyenlerin cezası, kötülüklerine mukabil, misli olan bir ceza ile
cezalandırılmalarıdır" şeklinde olmasıdır ki bu da, Allah'ın hükmünün,
muhsın, iyi kullar hakkında sadece lütuf ve fazl-ı keremi ile; kötülük yapan
kulları hakkında da sadece adaleti ile tahakkuk ettiğine delâlet eder.
[207]
Bazı kimseler Cenâb-ı
Hakk'ın, "Günah kazanmış olanlara gelince'"ifâdesinin, kâfirleri konu aldığını
söyleyerek, bu hususta şu şekilde istidlalde bulunmuşlardır: Yüzün siyahlığı,
küfür alâmetidir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın "Yüzleri simsiyah olanlara
gelince, (onlara:) "İmanınızdan sonra küfrettiniz ha/"(Ai-ıimrân.
106) ayetidir. Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün yüzler de vardır, üzerlerini toz
toprak (bürümüştür) Onu bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır, işte bunlar
kâfirler, fâcirlerdir" (Abese, 40-42) ayetleri de böyledir. Bir de Cenab-ı
Hak, bu ayetin hemen peşinden, "Ogün onların hepsini bîr araya
toplayacağız" (Yunus 28) buyurmuştur. Buradaki hüm zamiri, günah işleyenlere
racidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "onları şirk ile nitelemiştir ki"
(Yunus,28) bu da onların o kâfirler olduğuna delâlet eder. Diğer bir husus da
şudur: İlim nurdur; ilimlerin ve bilgilerin sultânı ise, marifetullahtır.
İçinde marifetullah bulunan her kalbte, zulmet asla bulunamaz. Şiblî (r.h),
işte,bunu dile getirmek üzere şöyle demiştir:
"Senin oturduğun
hiçbir ev. lambalara muhtaç değildir! İnsanların hüccetlerle geldiği o günde,
senin arzulanan cemâlin ve vech'm hüccetimizdir."
Kâdî, "Cenab-ı
Hakk'ın, "Günah kazanmış olanlara gelince (...)" buyruğu kafiri de
fasığı da içine alan umûm bir ifâdedir" demiştir, Ancak ne var ki biz
diyoruz ki, Sîga her ne kadar umûm ifâde ediyorsa da, bizim zikrettiğimiz
deliller onu tahsis etmektedir.
[208]
Ferrâ şöyle demektedir:
"Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu ile ilgili olarak şu iki açıklama yapılabilir:
a) Takdirin
"İşte onlar için mislince olmak üzere, o kötülüğün cezası vardır" şeklinde
olmasıdır. Nitekim "Ona oruçtan... fidye vaciptir..."(Bakara, 196)
ifadesi, şeklinde takdir edilmiştir."
b)
kelimesindeki bâ harfinin, -ceza- kelimesine taalluk etmesidir. İbnu'l-Enbârî
şöyle demektedir: "Bu ikinci takdire göre, ism-i mevsûle gidecek bir âid
zamirin bulunması gerekir. Buna göre ifadenin takdiri, "Onlardan sâdır
olan bir kötülüğün karşılığı, o seyyienin misli olan bir cezadır"
şeklindedir."
Cenâb-ı Hakk'ın,
"kendilerini bir horluktur kaplayacak." ifadesine gelince, bu t^jlâj
"karşılığını verir" ifadesine atıftır. Zira Cenâb-ı Hakk'ın,
ifâdesinin takdiri "O, bir seyyieyi misli olan bir ceza ile
cezalandım" şeklindedir. Bu ifade, yâ ile, şeklinde de okunmuştur. Cenâb-ı
Hakk'ın, "Sanki yüzleri, karanlık geceden bir parçaya bürünmüştür"
ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır:
[209]
Bu ifâde "Sanki yüzlerine karanlık geceden bir
parça giydirildi" demektir. İbn Kesir ve Kisâî, tî'nın sükûnu
ile şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları tî'nin fethası ile kıtaen şeklinde
okumuşlardır. Tî'nın sükûnu ile kıt1 bölüm,parça anlamında olan kıt'a
manasındadır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen hemen gecenin bir kısmında a//en;
göfür"(Hûd,ai)ayetindeki kıt' kelimesi de, kıt'a (parça, kısım)
manasındadır. Tî'nin fethasıyla olmak üzere kıta' kelimesine gelince bu, kıt'a
kelimesinin çoğuludur. Buna göre ayetin manası şöyle olur: "Cenâb-ı Hak,
yüzleri, geceden bir karanlıkla giydirilip bürünmüşcesine, onların yüzlerini
karalıkla, siyahlıkla nitelemiştir." Bu Cenâb-ı Hakk'tn tıpkı, "Yalan
söyleyenlerin Kıyamet günü yüzleri, göreceksin ki kapkaradır" (Zumer, 60);
"Yüzleri simsiyah olanlara gelince (onlara): "İmanınızdan sonra
küfrettiniz ha!" (am imran, ıoe) ve "Günahkârlar simalanyla tanınacak
da, perçemlerinden ve ayaklarından tutulacaklardır" (Rahman, 41)
buyurmuştur. Bu alâmet, yüzlerinin siyah, gözlerinin de mavi olmasıdır.
[210]
ifâdesine gelince:
Ferrâ ve Zeccâc: "Bu kıtaen kelimesinin bir sıfatıdır" derlerken, Ebu
Ali el-Farisî: "Bu kelimenin hâl olabileceğini ve sanki, "Onların
yüzleri sanki, kapkaranlık bir haldeki geceden bir parçayla bürünmüştür"
denilmek istendiğini söylemiştir.
[211]
"O gün onların
hepsini bir araya toplayacağız. Sonra o Allah'a şirk koşanlara: "Siz de,
ortaklarınız olan putlar da, diyeceğiz, durun yerinizde." Artık onları birbirinden
tamamen ayırmışızdır. Ortakları şöyle diyecekler: "Siz (dünyada) bize
tapmıyordunuz. Bizimle sizin aranızda şahid olarak Allah yeter. Biz sizin tapmanızdan
şüphesiz ki gafildik"[212]
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele vardır:
Bil ki bu, o
kâfirlerin kepazeliklerinin, bir başka çeşidinin ortaya konulmasıdır. O halde,
ifadesindeki zamir, bir Önceki ayette bahsedilen kimselere râcidir ki. bunlar
da Cenâb-ı Hakk'ın, "Günahlar kazanmış olanlara gelince (...)" (Yunus, 27) diye bahsettiği
kimselerdir.
Binâenaleyh Cenâb-ı
Hak, onları şirk ile, küfür ile hasredeceği kimseler diye vasfedince, bu,
"Günah kazanmış olanlara gelince...)" ifâdesinden muradın kâfirler
olduğuna delâlet etmiş olur. Sözün özü şudur: Allah Teâlâ, âbidi de, mabudu da
(ortaklar, şerikler) hasreder. Daha sonra, kendisine tapılan, tapanlardan
teberrî eder ve kendisine tapana, bu işi, kendisinin İlim ve irâdesi ile
yapmadığını beyân eder. Bundan maksat, tapanların, şerîkler hakkında,
"Bunlar, Allah yanında bizim şefaatçilartmızdır" (Yunus, ıs> demiş
olmalarıdır. Böylece Allah Teâlâ, o kendisine tapılanların, o müşriklere şefaat
etmeyeceklerini, aksine onlardan uzaklaşacaklarını beyan etmiş olur ki, bu da,
o kâfirler hakkında, felâketin ve hızlâna uğramanın doruk noktasına delâlet
eder. Bunun benzeri ayetler pek çok olup, şu ayetler bunlardandır: "O
zaman arkalarından uyulup gidilenler kendilerine uyanlardan hızla
uzaklaşmışlardır. " (Bakara. 166) ve "Hatırla o günü ki Allah onların
hepsini mahşerde toplayacak, sonra meleklere, "Bunlar mı size tapıyorlardı?"
diyecek. Melekler de: "Seni tenzih ederiz! Bizim yârimiz onlar değil,
sensin. Belki onlar cinlere tapıyorlardı " (Sebe, 40-41 j.
Bil ki, bu söz, remz
yoluyla aklî bir inceliğe işaret eder ki o da şudur: Gerçek "Bir" in
ve "Tek"in dışında kalanlar, zâtı gereği mümkin olan varlıklardır.
Zâtı gereği mümkin olanlar, mâhiyetleri gereği, muhtaçtırlar. Tek bir şeyin,
aynı anda hem fail hem mef'ul olması imkânsızdır. Binâenaleyh hakkın tek
olabilmesi için, "Bir"in dışında kalanların icâd ve tekvinde (varetme
ve yaratmada) tesirleri yoktur. Bundan dolayı sonradan meydana gelen mümkin
varlıkların, başkasının ma'bûdu olması uygun düşmez. Aksine gerçek ma'bûd,
hakikaten yaratıcı olandır. Bu da ancak, zâtı gereği vâcibu'l-vûcûd olan Hak
Teâlâ'dır. Binâenaleyh (ahirette) tapılanların; kendilerine tapanlardan
uzaklaşmalarından maksad, bizim söylediğimiz husus olabilir. Allah en iyi
bilendir.
[213]
Haşr, her taraftan tek
bir yere toplanıp, biraraya gelmek demektir. Ayette geçen cemîan "hepsini"
kelimesi, "hal"
olarak mansubtur.
Buna göre mana.
"Biz, herkesi
toplanmış oldukları
halde hasrettik" şeklinde olur. Ayetteki mekâneküm kelimesi de mahzûf bir
ijijlı (tutunuouz, yapışıp ayrılmayınız) fiili ile mansubtur. Binâenaleyh,
bunun takdiri, "Yerinizi alınız! Yerlerinize!" şeklindedir. Ayetteki
entüm "Siz" kelimesi, mekâneküm" kelimesindeki küm zamirinin bir
te'kîdi olup, kelimesi de bu zamire atıftır. Bil ki ayetteki mekâneküm
(yerinizi alın!) ifâdesi, tehdîd ve va'îd için kullanılan bir kelimedir ve
bundan maksad, Allah Teâlâ'ntn hem tapılanlara, hem de tapanlara hitaben, "Hesabınız
görülünceye kadar, yerinizde durun!" demesidir. Bunun bir benzeri de,
"O zulmedenleri, onlara eş olanları ve onların Allah'ı bırakıp tapmakta
ısrar ettikleri şeyleri toplayın, cehennem yoluna götürün. Onları hapsedin.
Çünkü onlar sorguya çekilecekler"fSaffât, 22-24)ayetleridir,
"Artık, onları birbirinden tamamen
ayırmışızdır " buyruğu ile ilgili olarak iki bahis vardır:
Birinci bahis: Bu
kelime, Hak Teâlâ'nın gelecek zamanı ifâde eden, ''sonra (...) diyeceğiz.,
"ifâdesinden sonra, geçmiş zaman siğasında gelmiş bir fiildir. Bunun
sebebi şudur: Allah Teâlâ'nın ileride olacağına hükmettiği şey, sanki şu anda
olan ve olması beklenen bir şey gibidir. Bunun bir benzeri de, "Cennetlikler
şöyle nida ederler (...)"(A'raf, 44) ayetidir.
İkinci bahis:
Zeyyelnâ, ayırdık ve temyiz ettik manasındadır. Ferrâ şöyle demiştir: Zeyyelnâ
kelimesi, ezâle (izale etti, giderdi) fiilinden değildir. Bu, iki şeyi
birbirinden ayırdığında söylediğin, fiilindendir. Nitekim Araplar, "Koyunu
keçiden ayırdım (ayırmak istedim), ama ayrılmadılar" derler. Bu,
"Onları birbirinden ayırdettim, ama ayrılmadılar" demektir. Vahidî,
şöyle der: ve kelimeleri, temyiz ve tefrik etmek manasındadır. Ayetteki bu kelime,
şeklinde de okunmuştur. Bu tıpkı manasınadır." Yine Vahidî, İbn
Kuteybe'nin bu tabir hakkında şöyle dediğini nakletmiştir: "Bu kelime, ve
fiilindendir." Vahidî, Ezherî'nin de şöyle dediğini ilave eder: "Bu
görüş yanlıştır. Çünkü bu durumdar (ayrılmak) ile (ayırmak) arasında ki fark
ortaya konmamış olur. Halbuki bu ikisi arasında, çok uzak bir mesafe
vardır." Görüş, Ferrâ'nın söylediği görüştür. Hem sonra müfessirler şöyle
demişlerdir: "Zeyyelnâ ifadesi müşrikler ile onların tanrılarından ve
putlarından olan ortaklarının arasını ayırdık ve dünyada aralarında bulunan
ilgi ve alâkaları kopardık" demektir.
[214]
Ayetteki
"Ortakları şöyle dedi: "Siz (dünyada) bize tapmıyordunuz"
ifadesi ile ilgili birkaç bahis var:
Birinci bahis: Cenâb-ı
Hak şu sebeplerden ötürü, "ortaklan" onlara izafe etmiştir:
a) Onlar, o
putlara mallarından bir hisse ayırır ve böylece putları, mallarının adetâ
ortağı kılarlardı. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Onların ortakları...
" buyurmuştur.
b) Bu nisbet
için, en ufacık bir ilgi yeterlidir. Bu ortaklığı kabul edenler, o kâfirler
olunca, bunun onlara nisbet edilmesi de güzel ve yerinde olmuştur.
c) Allah
Teâlâ hem tapanlara, hem de tapılanlara, "Durun yerinizde" diye ifade
edince, onlar bu hitaba ortak olmuş olurlar.
İkinci bahis: Alimler,
ayette bahsedilen o ortaklarla neyin kastedildiği hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Bazı alimler: "Onlar (kastedilenler) meleklerdir" derler
ve buna, "Hatırla o günü ki. (Allah) onların hepsini mahşerde toplayacak,
sonra meleklere. "Bunlar mı size tapıyorlardı!" diyecek"{Sete
40)ayetini delil getirirler." Bazı alimler de şöyle demişlerdir:
"Ortaklar" ile, putlar kastedilmiştir ve bunun delili şudur: Bu
hitab, bir tehdid ve va'îdi taşımaktadır. Dolayısıyla bu, mukarreb meleklere
uygun düşmez."
Daha sonra âlimler,
putların, bu sözü nasıl söyleyebildikleri noktasında da değişik şeyler
söylemişlerdir. Bazıları, "Allah Teâlâ, onlarda hayatı, aklı ve konuşma
kabiliyetini yaratacaktır. İşte onlar böylece konuşabileceklerdir" derken,
bazı âlimler de, "Allah Teâlâ o putlarda, bu sözün kendilerinden
duyulabilmesi için, onlara) bir hayat vermeksizin, onfarda bu sözü yaratmıştır
(onlara bu sözü söyletmiştir" demişlerdir ki bu. zayıf bir görüştür. Çünkü
ayetteki, "(Onlara) ortakları şöyle dedi.." ifadesinin zahiri, bu
sözü söyleyenin, o ortaklar olduğunu göstermektedir.
Buna göre eğer,
"Allah Teâlâ onları (âhirette) dirilttiği zaman, onları öyle hayat sahibi
olarak mı bırakmıştır, yoksa onları yeniden cansız mı kılmıştır?" denirse,
biz deriz ki: Bütün bunlar ihtimal dahilindedir. Allah'a, fiilleri hususunda
itiraz edilemez. Kıyametin halleri ise, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân'da haber verdiği
çok az birşey dışında, bilinemez.
Üçüncü bir görüşe göre
ise, bu ortaklardan maksad, Allah'ın dışında kendisine tapılan, put, güneş, ay,
insan, cin ve meleklerdir.
Üçüncü bahis: Bu
hitabın, (puta) tapanlar için bir tehdîd olduğunda bir şüphe yoktur,
"Acaba bu, kendisine tapılan o varlıklar için de bir tehdîd midir?"
meselesine gelince, Mu'tezile bunun onlar için bir tehdid olamayacağını kesin
olarak söylemiş ve "Çünkü tapılanın bunda bir suçu yoktur. Suçsuz olana,
Cenâb-ı Hakk'ın bir tehdid ve va'îd yöneltmesi, Allah Teâlâ için kabîhtir"
demişlerdir. Ehl-i sünnet alimleri ise: "Allah Teâlâ, yaptığı
(hiçbirşeyden) dolayı mes'ul olmaz" demişlerdir.
Dördüncü bahis:
"Ortaklar", tapanlar kendilerine tapmış oldukları halde, "Siz
(dünyada) bize tapmıyordunuz" diyeceklerdir ki, bu bir yalandır. Biz,
En'âm Sûresi'nde, alimlerin Kıyametteki varlıkların yalan söyleyip
söyleyemeyecekleri hususunda ihtilaf ettiklerini belirtmiştik ve bu mesele
orada tafsilatlı olarak geçmişti. Binâenaleyh burada sadece şunu belirtelim:
Bazı kimseler, "Siz (dünyada) bize tapmıyordunuz" sözünden maksadın
"Sizler, bizim emir ve isteğimiz ile bize tapmıyordunuz" manası
olduğunu ileri sürerek şöyle demişlerdir: "Bununla, bizim söylediğimiz
mananın kastedilmiş olduğunun delili şu iki şeydir:
a) Onlar bu
hususta, Allah'ı şâhid tutmuşlardır. Çünkü "Bizimle sizin aranızda şâhid
olarak Allah yeter7' demişlerdir.
b)Onlar, ''Biz sizin tapmanızdan şüphesiz ki
habersizdik" diyeceklerdir. Binâenaleyh putlar, onların, kendilerine
ibadet ettiklerini kabul etmişler, ama o ibadetten habersiz olduklarını iddia
etmişlerdir. Putlar bu hususta doğrudurlar. Çünkü onların, hiçbirşey hissetmeyen,
hiçbirşeyi anlamayan cansız birer varlık olmaları, en büyük habersiz olma
(farkında olamama) sebebidir.
Bazı kimseler de, bu
ayeti zahirine göre manalandırarak "Ortaklar, kâfirlerin kendilerine
tapmadıklarını söyleyeceklerdir" demişler ve şu izahları yapmışlardır:
a) Mahşer
meydanı, dehşet ve şaşkınlık yeridir. Binâenaleyh bu yalan, tıpkı bir çocuğun,
delinin ve aklı başında olmayan kimsenin söylediği yalan gibi olur.
b) Onlar
kâfirlerin amellerine bir değer vermemişler ve o ameller aslında bâtıl olduğu
için. âdeta yok kabul etmişlerdir. İşte bundan ötürü, "Siz, bize
tapmadınız" demişlerdir.
c)
Onlar, taptıkları o putlarda birçok
özellikler ve güçler hayal etmişlerdir. Binâenaleyh gerçekte, o özellikleri ve
güçleri taşıyan varlıklara ibadet etmişlerdir. O putların kendileri, o
özelliklerden uzak olduğu için, kâfirler o putlara değil, aslında putlarda
mevcut olmayan hayalî şeylere tapmışlardır. Kâfirlerin, putlarında olduğunu
zannettikleri o sıfatlar, zarar verme, fayda verme ve Allah'ın izni olmasa da Allah
katında şefaat edebilme özellikleridir.
[215]
'İşte orada herkes
evvelden ne gönderdiyse onun imtihanım verecek. Hepsi (artık) gerçek
mevlâlan olan Allah'a döndürülmüşlerdir ve uydurmakta oldukları
şeyler de onlardan ayrılıp kaybolmuşlardır" (Yunus. 30).
Bil ki bu ayet, daha
önceki ayetlerin adetâ bir tamamlayıcısı gibidir. Ayetin başındaki,
"Orada" kelimesi, "O yerde, o durakta, o (Kıyamet)
vakfesinde" demektir. Yahut da, yer isminin, zaman için kullanılması
manasında, "O vakitte" demektir.
Ayetteki, teblü
"imtihan olur" ifâdesi ile ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci bahis: Hamza
ve Kisâi, bunu iki te ile tetlû, Âsim, nûn ile[216] ve
külle kelimesini mansub okuyarak "Her nefsi imtihan edeceğiz"
şeklinde; diğer kıraat imamları ise, tâ ve bâ ile şeklinde okumuşlardır. Hamza ve
Kisâî'nin bu kıraatları için şu iki izah yapılabilir:
a)fiili,
"tabî olur, peşince gider'.' manasındadır. Çünkü insanı, cennet veya
cehennem yoluna sokan, onun amelidir.
b) (Bu
kıraata göre) ayetin manası, "Her nefis, amel defterindeki hayrı ve şerri
okur" şeklindedir. HakTeâlâ'nın, "Oku kitabını, bugün sana. iyi hesab
görücü olarak kendi nefsin yeter (\sra, uj ve "Artık kimin kitabı sağından
verilirse onlar kitaplarını okurlar" (isra.71) ayetleri de bu kabildendir.
Âsimin kıraatine göre, ayetin manası ise. "Allah Teâlâ o zaman, "Biz,
her nefsi, daha önce yapmış olduğu amellerini denemek (elemek) suretiyle,
herkesi imtihan ederiz" der" şeklindedir. Bu, "Biz, her nefsin
halini, amellerinin haline göre bilir, tanırız. Eğer amelleri güzel ise, o saîd
(mutlu)dur. Yok eğer kötü ise, o nefis de şakî (bedbaht)tır" demektir. Bu
da netice olarak, "Biz o nefse, tıpkı denenip imtihandan geçirilen birşeye
yapılan muamele gibi bir muamele yaparız" demektir. Hak Teâlâ'nın,
"O, hanginizin daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için. ölümü ve
hayatı yaratandır" (Mm. 2) ayeti de
bu manayadır. Meşhur kıraata göre ayetin manası ise, "O vakitte her nefsi
ameline göre deneriz" şeklindedir.
İkinci bahis:
"İbtila", denemek, imtihan etmek demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
''Onları, iyiliklerle ve kötülüklerle ibtila ettik,."(Arat, 168)
buyurmuştur. Arapça'da. "Belâ, sonra ibtila" denilir.
"Denemenin, ibtilâdan önce olması gerekir" demektir.
Birisi şöyle
diyebilir: "O vakitte, amellerin neticeleri ve fiillerin eserleri ortaya
çıkar. O halde, bu yeni bilgiyi "ibtila" (imtihan) diye ifâde etmek
nasıl caiz olur?"
Cevap: İbtitâ, yeni
bilgiyi elde etmenin sebebidir. Sebebin isminin, müsebbebe (neticeye) verilmesi
ise meşhur bir mecazdır.
[217]
Cenâb-ı "Hepsi
(artık) gerçek mevlSlan olan Allah'a döndürülmüşlerdir" buyruğuna gelince,
bil ki "redd" kelimesi, birşeytn daha önce gelmiş olduğu yere geri
çevrilip gönderilmesi manasına olup, bu ayette birkaç muhtemel mana vardır:
1)
"Allah'a reddolunm uslardır" tabirinden maksad daha önce benzeri
ayetlerde de geçtiği gibi, "Onlar, Allah'dan başka hiç kimse için hükmetme
yetkisinin olmadığı bir yere döndürülüp götürülürler" manası olabilir.
2) Bu,
"Onlar, Allah'ın mükâfaatının veya cezasının kendilerine belli olduğu yere
döndürülürler" demek olabilir.
Bununla, Allah'ın ödül
ve ceza hükmünün değişmeyeceğine işaret edilmiş
olur.
3) Bu
deyimle, "Onlar, dünyada iken Allah'dan başkasına taptıktan sonra, O'nun
uluhiyyetini ikrara mecbur bırakılan kimseler haline döndürülürler" manası
kastedilmiş olabilir. İşte bundan dolayı, "Gerçek mevlâlan
olan Allah 'a..." buyuruldu. Bu, "Onlar sahte ve bâtıl mevlâlarını
bırakıp, gerçek mevlâlarına döndüler" demektir.
Ayetteki, "Gerçek
mev/â""tabirinin tefsiri, En'âm sûresinde (62. ayette) geçmişti.
Ayetteki,
"Uydurmakta oldukları şeyler de onlardan ayrılıp kaybolmuşlardır"
ifâdesi, "Onlar, ibadet ettikleri putların kendilerine (Allah yanında)
şefaatçi olduklarını ve o putlara ibâdet etmenin, kendilerini Allah'a
yaklaştırdığını iddia ederlerdi. Bundan dolayı Allah Teâlâ, bunun âhirette zail
olacağına dikkat çekmiştir. Onlar da bunun bir yanlış, bir uydurma olduğunu
anlayacaklardır" demektir.
[218]
"De ki:
"Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? O, kulaklara ve gözlere mâlik olan
kim? Ölüden diriyi kim çıkarıyor, diriden ölüyü kim çıkarıyor? İşleri kim
yönetiyor?" Onlar hemen derler ki: "Allah!" De ki: "O halde
ittikâ etmez misiniz?
Bil ki, Allah Teâlâ,
putperestlerin bozuk gidişatlarını açıklayınca, bundan sonra da, putperestliğin
tutarsızlıklarını gösteren delillerini getirmiştir:
Birinci delil: Bu,
Allah Teâlâ'nın bu ayette zikrettiği rızkın, duyuların, ölümün ve hayatın
durumlarıdır. Rızk, gök ile yerden elde edilir. Gökten elde edilişi, uygun
yağmurların yağmasıyladır. Yerden elde edilmesine gelince, gıdalar ya bitkisel
olur ya hayvansal olur. Bitkisel olanlar ancak yerden elde edilir. Hayvanlardan
elde edilenlere gelince, bu hayvanlar da gıdaya muhtaçtırlar. Her canlının
gıdasının, bir başka canlı olması mümkün değildir. Aksi halde sonsuz
bir teselsüle girilmiş olur ki teselsül imkânsızdır. Binâenaleyh hayvanların
gıdasının da, bitkilere varıp dayandığı sabit olur. Bitkilerin, yerden bitip
çıktığı da sabittir. O halde rızıkların ancak gökten ve yerden elde edildiğini
kesin olarak söylemek gerekir. Göklerin ve yerin müdebbirinin, düzenleyip
yönetenin sadece Hak Subhânehû ve Teâlâ olduğu malumdur. Şu halde rızkın sadece
Allah'dan olduğu sabit olmuş olur.
Duyuların halleri de
böyledir. Çünkü onların en kıymetlisi ve önemlisi görme ve duymadır. Nitekim
Hz. Ali (r.a): "Bir yağ parçası ile gördüren, bir kemik ile duyuran, bir
et parçası (olan dil) ile konuşturan Allah'ı takdis ve tenzih ederim!"
demiştir.
Ölümün ve hayatın
hallerine gelince bu, ayetteki "ölüden diriyi kim çıkarıyor, âkiden ölüyü
kim çıkarıyor?" ifadesinden anlaşılmıştır. Bu hususta şu iki izah
yapılabilir:
1) Allah
Teâlâ, insanı ve kuşu, bir meniden ve bir yumurtadan; meniyi ve yumurtayı da
yine insandan ve kuştan çıkarır.
2) Bu, "Allah mü'minden kâfir (evlad),
kâfirden de rriü'min (evlad) çıkarır" demektir, Alimlerin ekserisi,
birinci görüşü benimsemişlerdir ki hakîkate daha yakın olan odur.
Cenâb-ı Allah, bu tafsilattan
sonra gene! ve küllî bir ifâde ile ji*!(i j±i j*j İşleri kim yönetiyor?"
buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü Allah Teâlâ'nın, gerek ulvi alemde, gerek süflî
alemde, gerek ruhlar, gerekse bedenler aleminde bulunan düzenlemeleri sonsuzdur
ve bunların hepsini dile getirmek adetâ imkânsızdır. Bundan ötürü Allah,
diğerlerine de delâlet etsin diye, yaptığı bazı ayrıntılı izahların peşinden,
külli ve genel sözler zikretmiştir. Daha sonra Peygamberine, bu halleri
yönetenin kim olduğunu, o müşriklere sorduğunda onlar, "Allah'dır!"
diyeceklerdir" şeklinde bir açıklamada bulunmuşlardır ki bu, bu sözün
muhatabları (olan müşriklerin) Allah'ın varlığını kabul ve ikrar ettiklerine
delâlet eder. Bunlar, putlara ibadet etmeleri hususunda, "O putlar bizleri
Allah'a daha fazla yaklaştırır ve onlar Allah katında bizim
şefaatçilerimizde" diyenlerdir. Halbuki o kâfirler, putlarının kendilerine
fayda ve zarar veremeyeceklerini de bilirlerdi. İşte bundan Ötürü, Atlah Teâlâ
peygamberine: "De ki: "O halde (Allah'dan) ittikâ etmez
misiniz?" yani "Dünya ve ahiretteki hertürlü hayrın, ancak Allah'ın
rahmet ve ihsanından kaynaklandığını ve bu putların kesinlikle ne fayda ne de
zarar veremeyeceklerini kabul etmenizin yanisıra, bu putları, ibadetlerinizde
Allah'ın eşi ve ortağı tutmaktan ittikâ edip, sakınmaz mısınız?"
buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, 'İşte sizin gerçek Rabbiniz olan Allah, bunlar; yapandır'' buyurmuştur.
Bu, "Kudreti ve rahmeti böyle olan zât, Rab oluşunda asla ve kafa şüphe
olmayan, rablığt sabit oîan gerçek Rabbinizdir" demektir. Bunun hak ve
doğru olduğu sabit olunca, dışındaki herşeyin dalâlet (sapıklık) olması
gerekir. Çünkü birbirine zıd olan iki şeyin, ikisinin de hak veya ikisinin de
bâtıl olması imkânsızdır. Binâenaleyh onlardan biri hak olunca,
diğerinin bâtıl olması gerekir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "'O halde naşı! olup da döndürülüyorsunuz?" buyurmuştur. Bu:
"Sizler, bu açık ve seçik durumu anladıktan sonra, daha nasıl açık ve net
olan bu hakdan dönmeyi uygun buluyorsunuz?" demektir. Bil ki Cübbâî bu ayeti
delil getirerek şöyle demiştir: "Bu, Cebriye'nin "kâfirleri imandan
çeviren Allah Teâlâ'dır" şeklindeki görüşlerinin bâtıl olduğunu gösterir.
Çünkü eğer böyle olsaydı o zaman, insanlardan birinin gözleri kör olduğunda
"Ben kör oldum" dernesinin caiz olmaması gibi, Hak Teâlâ'nın da
"O halde naşı! olup da (haktan) döndürülüyorsunuz?" öemesi caiz
olmazdı." Bil ki bunun cevabı, yakında gelecek.
Allah Teâlâ'nın,
"(Haktan) çıkmış olanlar için Habbinin şu sözü de öylece sabit olmuştur:
"Hakîkaten onlar imân etmezler" ifâdesi ile ilgili olarak da birkaç
mesele vardır:
[219]
Alimlerimiz, küfrün,
Allah Teâlâ'nın kazası (takdiri) ve irâdesi
ile olduğuna bu
ayeti delil getirerek
şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ. onların imân
etmeyeceklerini kesin ve katî olarak haber vermiştir. Binâenaleyh eğer
onlar iman etmiş olsalardı, o zaman bu haber ya doğru olarak kalırdı, ya da
kalmazdı.Birinci ihtimal olamaz. Çünkü onlardan iman sâdır olduğu halde,
onların iman etmeyeceklerine dâir verilmiş olan haberin, doğru bir haber olmaya
devam etmesi imkânsızdır. İkinci ihtimal de bâtıldır. Çünkü Allah Teâlâ'nın
verdiği bir haberin, yalana dönüşmesi imkânsızdır. Böylece onlardan imânın
sâdır olmasının imkânsızlığı sabit olmuş olur. İmkânsız olan şey irade edilmez!
Şu halde Allah Teâlâ'nın kâfirin iman etmesini değil, küfrünü dilediği sabit
olmuş olur." Sonra biz şöyle diyoruz: Eğer Hak Teâlâ'ntn "O halde
nasıl olup da (haktan) döndürülüyorsunuz?" buyruğu, Kaderiyye mezhebinin
(Mu'tezile'nin) görüşünün doğruluğuna delâlet etmiş olsaydı, Cübbâi'nin hemen
yanında duran bu ayet de onun görüşünün yanlışlığına delâlet etmiş olurdu.
Halbuki Cübbâi, o ayeti kendi görüşünün doğruluğuna deiil getirirken, maksadına
ulaşması için, kuvvetli hafızası sayesinde bu delili de hatırlayıp ona göre
cevap vermesi gerekir.
[220]
Nâfî ve İbn Âmir, hem
bu ayetteki, hem Yûnus Sûresi (96. ayetteki), hem de Mü'min Sûresi (6.
ayetteki) "kelime" lafzını elifli olarak cemi siğasıyla
"kelimât" şeklinde; diğer kıraat imamları ise müfred olarak
"kelime" şeklinde okumuşlardır.
[221]
Ayetteki kezâlik
ifâdesindeki kâf, "teşbih" içindir. Bu hususta iki görüş vardır:
a) Bu.
"haktan sonra, (hakkın dışında) sadece dalâletin
olacağı sabit olduğu
gibi, işte aynı şekilde (bunun gibi), Rabbinin onlar hakkındaki,
"Hakîkaten onlar imân etmez" şeklindeki sözü de hak ve sabittir"
demektir.
b) Bu şu
manayadtr: Onlardan isyanın (inkârın) sâdır olacağı hak ve doğru olduğu gibi,
aynı şekilde azab kelimesi (hükmü) de onlar için hak olmuştur.
[222]
Ayetteki “Hakikaten
onlar iman etmezler" kısmı "kelimetün'den bedeldir. Yani,
"Onlardan imanın sâdır olmaması da haktır" demektir.
[223]
Ayetteki,
"Rabbinin şu sözü (kelimesi)" ifâdesinden maksad. ya O'nun o şeyden
haber vermesi manasınadır, ki O'nun verdiği haber doğrudur, değişikliği ve zevali
kabul etmez; yahut da Onun birşeyi bilmesi manasınadır ki. Allah'ın ilmi de,
değişikliği ve cehaleti kabul etmez. Bazı muhakkik âlimler şöyle demişlerdir:
Allah'ın ilmi de, verdiği haberi de onların imân etmeyeceğine taalluk etmiştir.
O'nun kudreti, o kâfirlerde imanı yaratmaya değil, küfrü yaratmaya taalluk
etmiş, irâdesi de onlarda imanı değil küfrü yaratmaya taalluk etmiştir. Allah
Teâlâ bu durumu Levh-i Mahfuzda tesbit edip belirtmiş, melekleri buna şâhid
tutmuş; bu hükmü peygamberlerine inzal etmiş (vahiyle bildirmiş) ve o
peygamberleri buna şâhid tutmuştur. Binâenaleyh eğer o kâfirlerden imân sâdır
olacak olsaydı, o zaman bütün bu şeyler yalan-yanlış olur ve böylece de,
Allah'ın ilmi cehalete; doğru haberi yalana; kudreti acziyyete; irâdesi, kerhe
(istememeye): şâhid tutması bâtıla; meleklerle peygamberlerin haberi de yalana
dönüşmüş olurdu ki. bütün bunlar imkânsız şeylerdir.
[224]
"(Habibim) de ki:
''(Tanrı edindiğiniz) ortaklarınızın içinde mahlukları ilkin yaratıp da
Öldükten sonra yine onu dirilterek iade edecek kimdir?" Deki: "İlkin
yaratıp sonra onu iade edecek olan Allah'dır. Öyle ise. (hakdan) nasıl döndürülüyorsunuz?" (Yûnus. 34).
Bil ki bu ikinci
delildir. Bunun izahı, Allah Teâlâ'nın, insanı başlangıçta meniden, sonra
alakadan, sonra bir et parçasından nasıl yaratıp, onları nasıl yeniden
yaratacağını anlattığı ve göklerle yeri başlangıçta nasıl yarattığını anlattığı
ayetlerde geçen izahıdır. Cenâb-ı Hak bütün bunları (o ayetlerde) genişçe
anlatınca, bu ayette özet olarak işaret etmekle yetinmiştir. Burada birkaç soru
söz konusudur:
[225]
Birinci soru: Allah
Teâlâ'nın bu delili, bir istifham (soru) tarzında sunmasının hikmeti nedir?
Cevap: Söz çok açık ve
net oiup, sonra bir istifham tarzında sunularak, cevabının muhataplara
bırakılması halinde, kalblerde daha tesirli ve iz bırakıcı olur
İkinci soru: Kâfirler,
öldükten sonra dirilmeyi, haşri ve neşri inkâr ediyorlardı. Artık nasıl olur da
onlara, böyte bir hususla delil getirilebilir?
Cevap: Allah Teâlâ bu
sûrede, daha önce buna delil olacak şeyi zikretmiştir: O da, iyilik yapan
itaatkâr ile, kötülük yapan isyankârların birbirinden ayırdedilmesinin gerekli
oluşudur. Bu delil, İnsanın defedemeyeceği çok kuvvetli ve net bir delildir.
İşte bu delilin çok kuvvetli ve net olmasından ötürü, ister hasım bunu anlasın,
ister anlamasın, Cenâb-ı Hak, bu ayette bu delili getirmiştir.
Üçüncü soru: Cenâb-ı
Hak, peygamberine niçin bunu itiraf etmesini, cevabı kendisinin vermesini
emretmiştir? Halbuki ilzam (hasmı susmaya mecbur etmek),
ancak hasmın bizzat
kendisinin delili kabul ve itiraf etmesi halinde gerçekleşir?
Cevap: Delil çok net
ve açık olup, hasıma istifham şeklinde sunulup, sonra da bizzat delili ileri
sürenin, "iş, böyledir" demesi halinde, bu, o delilin açık ve net
olma bakımından, hasmın kabulüne ihtiyaç olmayan, o kabul etse de. etmese de
gerçeğin böyle olduğu bilinen bir dereceye ulaştığına bir dikkat çekme olur.
Cenâb-ı Hak "Öyle
ise (haktan) nasıl döndürülüyorsunuz?" buyruğundan maksad, hevâ-ü hevesin,
taklidin veya tutarsız bir şüphenin kendisine muhalefet etmeye sevkettiği, bu
çok net ve açık delilden yüz çevirmeleri hususunda, insanları o kâfirlere
şaşmaya davettir. Çünkü putların, ilah olduğunu söylemek, bir yalan ve
iftiradır. Müstehak olmadıkları halde yine o putlara ibadet etmek de bir
iftira' gibidir.
[226] . .
"De ki:
"Sizin ortaklarınız içinde hakka hidayet edecek bir kimse var mıdır?"
De ki: "Hakka hidavet edecek ve ona iletecek Allah'dır. O halde, hakka hidayet edecek
(Allah) mı. uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidâyet verilmedikçe kendi kendine doğru
yolu bulamayan o uydurma tanrılar mı? Nasıl (böyle) hükmediyorsunuz? Onların çoğu. (kuru
bir) zandan başka birşeye tâbi olmazlar.
Hakikatte ise zan, gerçek karşısında hiçbirşey ifade etmez. '
Şüphesiz ki Allah onların yaptıkları şeyleri kemâliyle bilendir" (Yûnus.
35-36).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[227]
Bil ki (putperestliğin
fasit ve bozuk yol olduğunun) üçüncü delili de budur. Bil ki bir yaratıcının varlığına,
önce yaratma ile, sonra ikinci olarak da hidayet meselesi ile
istidlal etmek, Kur'ân'ın değişmez adetidir. İşte bundan dolayı Hak
Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'in, bu delile başvurarak, "Beni yaratan ve bana
hidayet eden Allah'dV'işua».ödediğini; Hz. Musa (a.s)'nın da aynı şekilde,
"Bizim Rabbimiz. herşeye hilkatini veren, sonra da doğru yolu
gösterendir" (Taha. 50) dediğini nakletmiş, sonra Hz. Muhammed e bunu
emrederek "Rabbinin o yüce adını teşbih et. Ki O. yaratıp düzenine
koyandır. Takdir eden. yol gösterendir"(a. 1-3) buyurmuştur. Bu, gerçekte
çok kıymetli bir delildir. Zira insanın, bir bedeni, bir de ruhu vardır. Binâenaleyh,
Yaratıcı'nın varlığına, bedenin halleriyle istidlal edilir ki. bu yaratmadır,
hatk'tır. Yine, bir Yaratıcı'nın varlığına, ruhun varlığıyla istidlal edilir
ki, bu da hidâyettir. İşte burada Cenâb-ı Hak. önceki ayette
"halketmek" delilinden-ki bu, O"nun, "De ki: "İlkin
yaratıp da sonra onu iade edecek olan kimdir?" (Yunus. 34) ayetidir,-
bahsedince bunun peşinden hidayet delilini getirmiştir.
Bil ki, bedeni
yaratmanın maksadı, ruh için, hidâyetin tahakkuk etmesidir. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "Allah sizi analarınızın karınlarından, kendiniz hiçbir şey
bilmiyorken. çıkardı. Size. şükredesiniz diye kulaklar, gözler, gönüller verdi.
Ta ki şükredesiniz" (Nah!. 76) buyurmuştur. Bu, Allah Teâlâ'nın, bedeni,
bilgileri ve ilimleri kazanabilmesi için bir vasıta olarak yarattığına ve ona
duyu organları verdiğine delâlet etme bakımından, adeta sarih bir ifâde
gibidir. Hem bedenî haller, neticesi, bir şeyi yemeden ve dokunulacak şeylerden
zevk almaya varan değersiz şeylerdir, Ama, ruhani haller ve ilâhî bilgilere
gelince, bunlar, olmaktan ve bozulmaktan korunmuş, ebedî ve kesintisiz bakî
olan mükemmelliklerdir. Böylece biz, yaratmanın, hidayete tâbi olduğunu ve en
yüce maksadın hidâyetin tahakkuk etmesi olduğunu anlamış olduk.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca, biz deriz ki, akıllar daima değişkendir. Hakka ulaşmaksa, zordur.
Fikirler, karmakarışıktır ve pek az kimse hariç, hiç kimse yanılmaktan ve
hataya düşmekten kurtulamamıştır. Binâenaleyh, hidâyetin ve hakka ulaşmanın,
ancak Allah (c.c)'ın yardımı, hidâyeti ve irşadı ile olması, tahakkuk etmesi
gerekir. İşte bu işin zorluğundan dolayı, Hz. Musa (a.s), kadîm olan kelâmı
dinledikten sonra, "Rabbim, benim göğsüme genişlik ver" çr&hâ,
25) demiştir. Herkes, hidâyeti ister, dalâletten ise kaçınır. Ama ne var ki, ekseri
insan, dalâlete düşmüştür. Bütün bunlar, hidâyetin, ilmin ve marifetin, ancak
Aliah"dan olduğuna delâlet eder.
Bunu iyice
kavradığında biz diyoruz ki, hidâyet ya hakka da'vet demektir, yahut da o
bilgiyi elde etmek demektir. Her iki duruma göre de bi2, hidâyetin, beşerî
derecelerin en kıymetlisi olup, gerçek mutlulukların en yücesi ve bunun,
Allah'dan olduğuna işaret etmiştik. Putlara gelince, bunlar, hakka davet
etmede, doğruya ulaştırmaya da hiçbir tesiri bulunmayan cansız nesnelerdir.
Böylece, dünya ve ahiretteki bütün hayırlara ulaştıranın ruh ve bedendeki
mükemmelliklerin tamamına irşâd edenin Allah otduğu; putların ise, bu hususta
hiçbir tesiri ve etkisf olmadığı sabit olmuş olur. Bu böyle olunca, putlara
İbâdetle meşgul olmak, kattkstz bir cehalet ve sırf akılsızlık olur. İşte, bu
istidlal hususunda söylenebilecek söz budur.
[228]
Zeccâc, şöyle demiştir
"Arapça'da, aynı manada olmak üzere, "Hakka ilettim" denilir.
Allah Teâlâ, bu iki
kullanılışı da, "De ki: ''Hakka hidayet edecek ve ona iletecek Allandır
(..)" ayetinde göstermiştir."
[229]
Cenâb-ı Hakk'ın "yoksa, kendi kendine doğru yolu
bulamayan mı?" ayeti, altı şekilde okunmuştur:
1) İbn
Kesir, İbn Amir ve Nâfi'nin ravisi Vers, yâ'nm ve he'nin fethası ve dâl'ın da
şeddesiyle (layeheddî) seklinde okumuşlardır ki, bu Ebû Ubeyde ve Ebu Hâtim'in
tercih ettiği kıraattir. Buna göre bu kelimenin aslı (yehtedî) şeklinde olup,
tâ dal'a çevrilmiş, dal dala idğâm edilmiş, idğâm edilen tâ'nın fethası, he'ye
verilmiştir.
2} Nâfi,
he'nin sükunu, dal'ın şeddesiyle ^-4^ şeklinde okumuştur ki, bu okuyuşa göre tâ
dal'a çevrilmiş, dal dala idğâm edilmiş ve he de, olduğu üzere, sakin olarak
bırakılmıştır. Böylece Nâfi'nin kıraatine göre, kıraat imamlarının tıpkı
(Yasin. 49) kelimesinde iki sakini aynfanda cem etmeleri gibi. iki sakinin
arası cem edilmiş olur. Ali İbn İsa, bunun Nâfi e nisbet edilen bir hata
olduğunu söylemiştir,
3) Ebû Amir,
işbâsız, he'nin fethasına işaretle okur ki,bu, şeddesiz okumayı tercih ederek,
kendi asıl görüşü üzere fetha ile cezm arasında "ihtilas" ile
okumadır. Ali İbn İsa, Nâfi'nin doğru okuyuş şekli budur, demiştir.
4) Âsim,
yâ'nın fethası, he'nin kesresi ve dal'ın şeddesiyle şeklinde okumuştur. O, iki
sakinin bir arada bulunmasından kaçınmak için böyte okumu$tur. Bu okuyuşa göre,
he'nin sükûnu kesre olarak harekelenmiştir.
5) Hammâd ve
Yahya b. İbn Adem de, Asımın ravisi Ebu Bekr'den alarak, yâ'nın ve he'nin
kesresiyle •ş±& (yehiddî) şeklinde okumuşlardır ki, buna göre; kesre kesreye tâbi
kılınmışlardır. Bunun ifâdelerini, şeklinde okuyanların lehçesi olduğ ileri
sürülmüştür.
b) Hamza ve
Kisaİ, he'nin sükunu ve şeddesiz dal ile, manasında olmak üzere şeklinde
okunmuşlardır. Araplar, manasında
derler. Nitekim, Arapça'da, manasında, denilir. Yani, "Ona yol
gösterdim, o da hidâyete erdi" demektir.
[230]
Ayetle ilgili şöyle
bir müşkil bulunmaktadır: Bu ayetteki şürekâ'dan maksat, putlardır. Halbuki onlar, hidâyeti
kabul edemeyen cansız varlıklardır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın "yoksa,
hidâyet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?" ifâdesi,
bunlar hakkında nasıl uygun düşer?
Buna birkaç bakımdan
cevap verilir:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, (Yunus, 34) ayetindeki şürekâ ile putların; (Yunus, 35jayetindeki
şürekâ lafzı ile de, küfrün ve dalâletin önderleriyle, küfre ve dalâlete davet
edenlerin kastedilmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Bunun delili Cenâb-ı
Hakk'ın, "Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini (...) tanrılar
edindiler..."(Tevbe,3i) ayetidir. Bununla, Hak Subhanehû ve Teâlâ'nın,
aklî ve naklî deliller ortaya koymak suretiyle, insanları hak dine iletmiş
olmasıdır. Ama, o davetçiler ve küfrün Önderlerine gelince onlar, Allah'ın
kendilerini hakka ilettiği kimseler hariç, hiç kimseyi hidâyete erdiremezler. O
halde, Allah'ın dinine tutunmak, o cahillerin sözünü kabul etmekten daha uygun
olur.
2)
Müşrikler, o cansız varlıkları ilâh edinince, pek yerinde olarak, o cansız
varlıklar hakkında, tıpkı bilen, akteden kimselere yapılan hitâb gibi hitâbda
bulunulmuştur. Baksana, Cenâb-ı Hak, onlar birer cansız varlıklar oldukları
halde, "Allah'ı bırakıp taptığınız putlar da sizin
gibi kullardır.." (Araf, 194) ve
"Eğer onlara, dua
ederseniz.duanızı işitmezler" (Fâtır, u> buyurmuştur. Böylece, putlar
hakkında da tıpkı, aklı olan kimseler hakkında kullanılan tabirleri
kullanmıştır. İşte burada da, her ne kadar durum aslında öyle olmasa dahi,
Allah o putları, akleden, anlayabilen kimselerin sıfatlarıyla nitelemiştir.
3) Biz, bu kelamda, takdir yaparız. "Buna
göre, "O putlar, hidâyet edebilecek durumda olsaydı bile, onlar ancak,
onları başkaları hidayete erdirdikten sonra, kendileri dışındakileri hidâyete
erdirebilirler" demektir. Binâenaleyh b£, ayet-i kerimeyi, böyfesi takdirî
bir manaya hamledersek, bu soru zail olmuş olur.
4) Hayat ve
aklın olabilmesi İçin, bize göre bünye (beden) şart değildir. O halde o putlar,
birer taş ve birer kütük olmaları hafinde de, hayâtı ve aklı kabule
müsaittirler. Böyle olması halinde Allah Teâlâ'nın onları, düşünebilen birer
canlı kılması, sonra da onların, başkalarını hidâyetle meşgul olmaları
düşünülebilir.
5) Hüdâ
(hidâyete iletmek) kelimesi, nakil ve hareket etmek, demektir. Nitekim, kadın
kocası tarafına geçtiğinde, "Kadın, kocasına götürüldü" denilir,
Harem-i Şerife gönderilen davarlara (deve-sığır-koyun) da hedy denilir. Hediyye
de, birisinden bir başkasına geçtiği için, bu adı almıştır. Ve yine,
zayıflığından ve yalpalamasından dolayı, iki kimse arasında onlara yaslanarak
yürüyen
kimse hakkında da
denilir.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinin manasının, "O, bir
yere iletilip götürülmediği müddetçe, herhangi bir yere gidemez..."
şeklinde olması muhtemeldir. Böyle olması halinde bununla o putların, cansız
olduklarına, hayat ve kudretten yoksun olduklarına işarette bulunulmuş olur.
Bil ki Cenâb-ı Hak. kâfirlere bu açık delili izah edince, akıl sahiplerini,
onların bu bozuk yollarından ve batıl sözlerinden hayrette bulunmaya davet
ederek,
"Nasıl (böyle)
hükmediyorsunuz7" buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onların çoğu, (kuru bir) zandan başka bir şeye tâbi olmazlar "
buyurmuştur. Bu hususta şu iki mana verilebilir:
a) "Onların ekserisi, Allah'ı kabul edip,
O'nu inkâr etmeleri hususunda, ancak bir zanna tâbi olurlar. Çünkü bu, onlara
göre bir aklî deliledayanmayan, tam aksine atalarından duydukları bir
sözdür" demektir."
b) "Onların ekserisi.
'Putlar, ilâhtırlar ve
onlar, Allah katında
bizim şefaatçilerim izdir" şeklindeki sözleri hususunda, sadece zanna
tâbi olurlar" demektir. Birinci görüş daha kuvvetlidir. Çünkü ikinci
görüşe göre ayetteki "ekser" kelimesini, "hepsi" manasına
almamız gerekir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Hakikatte, zan ise gerçek karşısında hiçbir şey ifade etmez"
buyurmuştur. Bununla ilgili olarak şu iki mesele bulunur;
[231]
Kıyası kabul
etmeyenler bu ayete tutunarak, "kıyas ile amel etmek, zan
ile amel etmektir.
Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Hakikatte zan ise, gerçek karşısında hiçbir şey ifade
etmez" ifâdesinden dolayı kıyasın caiz olmaması gerekir"
demişlerdir.
Kıyası kabul edenler
de, buna cevap vererek şöyle demişlerdir: "Kıyasla amel etmenin 'vâcib'
olduğuna delâlet eden delil kati değildir. Öyleyse, kıyasla amel etmenin vâcib
olduğu, malûm olmuş olur. O halde kıyasla amel etmek zanna değil, kesin bilgiye
dayanmış olur."
İstidlalde bulunanlar
ise, buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Şayet, kıyastan elde edilen
hükmün, Allah'ın bir hükmü olduğu bilinmiş olsaydı, o zaman, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kim Allah 'm indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta
kendileridir” (. 44) ayetinden dolayı, kıyasla amel etmemek bir küfür olmuş
olurdu. Ourum böyle olmadığına göre. kıyasla amel etmek bâtıl olmuş olur."
Kıyası kabul etmeyenler, bu delilden şu delile geçmişlerdir: "Kıyastan
elde edilen hükmün, Allah'ın hükmü olduğu ya kesin olarak, yahut zannî olarak
bilinir. Yahut da bu, ne zannî ne de katî olarak bilinemez. Birincisi,
yanlıştır; aksi halde, onunla hükmetmeyen, "Kim Allah'ın indirdiğiyle
hükmetmezse. İşte onlar kâfirlerin ta kendileridir.." (Maıde. 44) ayetinden
dolayı kâfir olur, Halbuki ittifakla, bu böyle değildir. İkincisi de bâtıldır,
zira Cenâb-ı Hakk'ın "Hakikatte zan ise, gerçek karşısında hiçbir şey
ifade etmez" buyruğundan dolayı, zan He amel etmek caiz değildir. Üçüncüsü
de bâtıldır, zira bu hüküm ne kesin, ne de zannî olmayınca, bu sırf hevâdan
kaynaklanan bir şey olmuş olur ki, bu da Cenâb-ı Hakkın, "Sonra,
arkalarından öyle kötü bir nesi! geldi ki, namazı bıraktılar, şehvetlerine ve
hevaianna uydular"(Meryem. 59) ayetinden dolayı batıl olmuş olur."
Kıyası kabul edenler
ise, buna şöyle cevap vermişlerdir: Bu delilin neticesi umûm ifâdelere
tutunmaya dayanır. Umum ifadelere tutunmak da, sadece 2an ifâde eder
Binâenaleyh, umûm ifadeler, zanna tutunmaktan men etmeye delâlet edince, umum
ifadelerin, kendilerine tutunmaktan men etmeye delâlet etmiş olmaları gerekir.
Varlığı, yokluğuna götüren şey ise, alınamaz, terkedilir.
[232]
Bu ayet, itikadî
meseleler hususunda, inancı zannî olup da kati ve kesin olmayan herkesin mü'min
olamayacağına delâlet eder.
Buna göre şayet,
"ehl-i sünnetin, "İnşaallah Allah dilerse, mü'minim" şeklindeki
sözleri, katiliğe mani bir sözdür. Binâenaleyh, onların kâfir olmaları
gerekir" denilirse, biz deriz ki:
Bu, şu bakımlardan
zayıftır:
a)Şafiî(r.h)'nin
mezhebine göre iman, itikâd, ikrar ve amel toplamından ibarettir. Şekk, bu
amellerin Allah'ın emrine uygun olup olmadığı hususundadır. Binâenaleyh,
mahiyetin cüzlerinin biri hakkındaki şekk, o mahiyetin tamamında şekk ve şüphe
edilmesini gerektirmez.
b)
Şafiî'nin, "Eğer Allah dilerse" sözünden maksadı, ölürken imanın
bekasıdır.
c) Bundan
maksat, nefsi kırmak ve tevazu göstermektir. Allah en iyisini bilendir.
[233]
"Bu Kur'ân Allah
'dan başkasının uydurması değildir. O ancak kendinden evvelki
kitapları tasdik ve kitabı tafsil etmektedir. Onda şüphe edilecek hiçbirşey
yoktur. Alemlerin Rabbindendir o. Yoksa onu, kendiliğinden
uydurdu mu. diyorlar?
De ki: "Öyleyse, eğer doğru söylüyor iseniz, siz de onun benzeri
bir sûre getirin. Allah'dan başka gücünüzün yettiği kim varsa onları da
çağırın! Hayır onlar ilmini kavrayamadıkları ve henüz tefsirine vâkıf olamadıkları
şeyi yalanladılar. Onlardan evvelkiler de böyle tekzîb etmişlerdi. İşte bak. o
zalimlerin sonu nice olmuştur" (Yunus. 37-39).
Bu kısımla ilgili
birkaç mesele vardır:
[234]
Bil ki biz, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Ona Rabbinden bir mucize indirilse ya!" derler"{Yunus.20)ayetinin
tefsirine başlarken, müşriklerin,
Kur'ân'ın bir mucize
olmadığına, Hz. Muhammed'in, o
Kur'ân'ı kendiliğinden uydurarak ortaya koyduğuna inandıkları için bunu söylediğini
belirtmiştik.
Allah Teâlâ, işte bu
söze pekçok cevaplar vererek, bu cevap ve izahlar, anlattığımız ve izah
ettiğimiz sıraya göre, buraya kadar da devam etmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak
bu makamda, Hz. Muhammed'in bu Kur'ân'ı getirmesinin, Allah'a bir iftira
tarzında olmadığını, onun, kendisi katından, peygamberine inen bir vahiy
olduğunu beyân buyurarak bu sözünün doğruluğuna "Yoksa onu, kendiliğinden
uydurdu mu. diyorlar? De ki: "Öyleyse siz de onun benzeri bir sûre yapın
bakalım!" ayetiyle hüccet getirmiştir. Bu, o Kur'ân'ın, Hz, Muhammed
(s.a.s)'e Allah katından nazil olan bir mucize olduğuna, onun, iftira ve
uydurulmuş olmaktan beri olduğuna delâlet eder. İşte, bu ayetler arasındaki
münasebet hususunda beyan edilen gerçek tertip budur.
[235]
Cenâb-ı Hakk'ın "Bu Kur'ân. Allah'dan başkasının
uydurması değildir" buyruğu hususunda, şu iki izah yapılabilir:
a) kelimesi masdar hükmündedir Buna göre mana,
"Bu Kur'ân, Allah'dan başkası tarafından uydurma değildir"
şeklinde olur. Bu tıpkı senin, "Bu söz, ancak yalandır!" demen gibi
olur.
b)
kelimesinin başındaki en edatı burada, lâm manasını ifâde edebilir. Buna göre
ayetin takdiri, "Bu Kur'ân, Allah'dan başkası tarafından uydurulmak için
değildir, böyle bir şey yakışık almaz" şeklindedir.
Bu, Cenâb-ı Hakk'ın
"Mü'minlerin hepsinin (topyekün) savaşa çıkmaları münasip değildir.,"
"Allah müminleri sizin üzerinde bulunduğunuz (şu halde) bırakacak
değildir... Allah size gaybı da bildirecek değildir" (â-ıı. imrân, 179)
ayetleri gibidir. Yani, "Onların böyle yapması yakışık almadığı gibi,
uydurulmuş olmak da Kur'ân'a yakışmaz" demektir. Bu da "Kur'an'ın
sıfatı, Allah adına uydurulması mümkün olan bir şeyin sıfatına benzemez. Zira
uydurulan şey, beşerin yapabileceği bir şeydir. Halbuki Kur'ân, beşerin kadir
olamayacağı bir mucizedir" anlamındadır. "İftira" Arapların, bir
kimse deriyi kesmeye kadir olduğunda söylemiş oldukları "Deriyi
kestim..." tabirinden iftial vezninde bir masdardır. Daha sonra, bu
kelime, yalan hakkında kullanılır olmuştur. Bu, Arapların, "Falanca, şu
sözü uydurdu" ifâdesini, yalan söylemek hakkında kullanmaları gibidir.
Buna göre bu sözün neticesi, "Bu Kur'ân'a Aliah (cc)'dan başkası kadir
olamaz..."' şeklinde olur. Daha sonra Cenab-ı Hak, bu davasına dair şu
hüccetleri zikretmiştir:
[236]
Birinci hüccet:
Cenâb-ı Hakk"ın "O. ancak kendinden evvelki kitapları tasdik
etmektedir" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu delil birkaç yönden izah
edilebilir:
a) Hz.
Muhammed (s.a.s), öğrenim için herhangi bir belgeye seferde bulunmamış olan bir
ümmî idi. Mekke ise, ulemâ yatağı değildi. Orada, ilmî kitaplarla ilgili hiçbir
şey yok idi. Buna rağmen, Hz. Muhammed (s.a.s), bu Kur'an'ı getirdi ve bu
Kur'ân, evvelki kavimlerin kıssalarını da ihtiva ediyordu. Öte yandan müşrikler
ise, Hz. Muhammed'e son derece düşman idiler. Binâenaleyh, Kur'an'ın ihtiva
ettiği bu kıssalar, şayet Tevrat ve İncil'dekilere muvafakat etmeseydi, onlar,
bunu tenkit eder, tenkitlerinde son derece aşırı giderler ve: "Sen bu
kıssaları aslına uygun olmaksızın bildiriyorsun.." derlerdi. Binâenaleyh,
onların onu tenkide ve onun durumunu kınamaya son derece haris olmalarına
rağmen, onlardan hiç kimse böyle bir şey söylemeyince, biz, Hz. Peygamber'in
Tevrat ve İncil'i mütâlâa etmediği, onları öğrenmek için hiç kimseye talebelik
yapmamış olduğu halde, o kıssaları Tevrat ve İncil'dekilere uygun olarak
bildirmiş olduğunu anlamış oluruz. Bu da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, bütün
bunları, Allah'dan almış olduğu vahiy ile haber verdiğine delâlet eder.
b) Allah
tarafından indirilen kitaplar O'nun, Bakara Sûresi'ndekı (Bakara. 40) ayetinin tefsirinde de tafsilatlı
bir biçimde ele aldığımız gibi, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamber olarak
gönderileceğine delâlet etmişlerdir. Durum böyle olunca, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in gelmesi, o kitaplarda bulunan Hz. Muhammed'in geleceğine dair
müjdeyi tasdik etmiş olur. Böylece bu, kendisinden öncekileri tasdik etmeden
ibaret olmuş olur.
c) Hz. Peygamber
(s.a.s), Kur'an'da, gelecekle ilgili pekçok şeyden bahsetmiştir. Ve bu şeyler
de, o haberlere uygun olarak tahakkuk etmişlerdir. Bunlar, meselâ Cenâb-ı
Hakk'ın "Elif. lam. mim. Rumlar mağlub oldu..."{Rum, 1-2);
"Andolsun ki Allah. Resulünün gördüğü rüyanın gerçek olduğunu tasdik
etmiştir" (Fetih. 27) ve "Allah, içinizden İman edip de güze! ame!
işleyenlere yemin ile vaadetti ki, (...) onları da yeryüzünde muhakkak
(müşriklerin) yerine geçirecek..." (Nur. 55) ayetlerinde bahsedilen hususlardır.
Bu, gelecekte vuku bulacak gaybî şeylerden haber vermenin, ancak Allah
tarafından gelen bir vahiy ile gerçekleştiğine delâlet eder ki, bu da
kendisinden öncekileri tasdik etmeden ibaret olmuş olur. Binâenaleyh, ilk iki
madde, geçmişten haber verme; üçüncü madde, gelecekten haber verme olup,
bunların tamamı, kendisinden öncekileri tasdik etmeden ibaret olmuş olur.
[237]
İkinci hüccet: Cenâb-ı
Hakk'ın "ve kitabı tafsîl etmedir
" ayetinin ifâde ettiği husustur.
Bil ki, alimler,
Kur'ân'ın hangi yönden mucize olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden
olarak bazıları, "O, geçmiş ve gelecekteki gaybî haberleri ihtiva etmiş
olması bakımından mucizedir ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "O, ancak kendisinden
evvelkileri tasdik etmektedir "tavsifinden kastedilen husustur "
derken, bazıları da. "Kur'ân pekçok ilimleri ihtiva etmiş olması
bakımından mucizedir ki, işte Cenâb-ı Hak buna da, "her şeyin
tafsilidir" (Yusuf. m> ayetiyle işaret etmiştir.
Bu konudaki sözün özü
şudur: İlimler, ya dinî olur, ya da dinî olmaz. Birincisinin, ikincisinden daha
kıymetli; daha yüce ve daha şerefli olduğunda şüphe yoktur. Dinî ilimlere
geiince bunlar, ya akâid ve dinler ilmi, yahud da, ameller ilmi olur. Akâid ve
dinler ilmi, Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret
gününü bilip tanımaktan ibarettir. Allah'ı bilip tanımak ise, O'nun zâtını,
celâl sıfatlarını, ikram ve cemâl sıfatlarını, fiillerini, hükümlerini,
isimlerini bilip tanımaktan ibarettir. Kur'ân, bütün bu meselelerin delillerini,
tafsilatını, hiçbir kitabın kendisiyle boy ölçüşemeyeceği, hatta tasnif edilen
hiçbir şeyin kendisine yaklaşamayacağı bir tarzda ihtiva etmiştir. Ameller
ilmine gelince bu, ya zahiri alâkadar eden mükellefiyetler ilminden ki bu,
fıkıh ilmidir ve yine bütün fukahanın da konularını Kur'ân'dan istinbât
ettikleri malumdur; yahut da bâtını temizleme, kalbin eğitilmesi ile İlgili
ilim olur ki, Kur'an'da bu ilmin konuları, nerdeyse başkasında bulunamayacak
kadar yer almıştır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen kolaylığı tut. İyiliği
emret, cahillerden yüz çevir..." (Kât, 199) ve "Şüphesiz ki Allah
adaleti, iyiliği, akrabaya vermeyi emreder. Taşkınlığı, kötülüğü, münkeri.
zulüm ve tekebbürü nehyeder"(ua^.m) ayetlerinde bahsedilen hususlar
gibidir. Böylece Kur'ân'ın, bütün kıymetli ilimlerin, onların aklî olanının,
naktî olanının diğer kitaplarda bulunması mümkün olmayacak bir biçimde
açıklamasını ihtiva ettiği sabit olmuş olur. Böylece de Kur'ân, bir mucize
otmuş olur ki, işte buna Cenâb-ı Hak, "ve kitabı tafsil etmektedir..."
ifadesiyle işaret etmiştir.
[238]
Cenab-ı Hakk'ın ''Onda
şüphe edilecek hiçbir şey yoktur" ayetine gelince, bunu da şu şekilde izah
edebiliriz: Pekçok ilimler ihtiva eden uzun bir kitap, haliyle, bazı tenakuzlar
ihtiva eder. Kur'ân'ı Kerim, bundan uzak ve berî olduğu için,onun Allah
katından vahiy ile indirilmiş bir kitap olduğunu anlamış oluruz. Bunun bir
benzeri de, "Eğer o. Allah'dan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde
birbirini tutmayan birçok şeyler bulunurdu" (Nisa. 82) ayetidir.
Bil ki Allah Teâlâ, bu
ayetin başında, Kur'ân'ın Allah adına uydurulmuş bir kelâm olmasının, Kur'ân'ın
ne haline, ne de vasfına yakışmayan bir şey olduğunu belirtip, bu hususta da
biraz önce bahsettiğimiz iki çeşit delil getirince, söze yine. inkarı manada
olan istifhamla başlayarak, "Yoksa onu. kendiliğinden uydurdu mu
diyorlar?" buyurmuştur.
[239]
Daha sonra da Cenâb-ı
Hak, Kur'ân'ın uydurulmuş olması iddiasının aslı esası olmadığına dair başka
bir delil getirerek, "De ki: "Öyleyse, eğer doğru söylüyor iseniz,
siz de onun benzeri bir sûre yapınf.." buyurmuştur. Burada birkaç soru
sorulabilir:
Birinci soru: Cenâb-ı
Hak, niçin Bakara Sûresi'nde (Bakara. 23»; burada da buyurmuştur?
Cevap: Hz. Muhammed
(s.a.s), hiç kimsenin talebesi olmayan ve herhangi bfr kitap karıştırmayan ümmî
bir insandı. İşte bundan ötürü Hak Teâlâ, Bakara Sûresi'nde "Haydi öyle
ise. onun gibi birisi tarafından bir sûre getirin"(aakara, 23)buyurmuştur.
Yani, "talebe olmamak ve ilimlerle meşgul olmamak bakımından Hz. Muhammed
(s.a.s)'e denk bir kimse, bu sûreye denk bir sûre getirsin
(getirebilirse...)" demektir. Bu hususta acziyet ortaya çıkınca, Kur'ân-ı
Kerim'in de mucize olduğu ortaya çıkmış olur ki, bu ifâde, bu sûrenin
kendisinin bir mucize olduğuna delâlet etmeyip, böylesi bir sûrenin, talebe
olmamış ve eğitim görmemiş Hz. Muhammed (s.a.s) gibi bir insandan zuhur
etmesinin bir mucize olduğuna delâlet eder. Cenâb-ı Hak, daha sonra bu sûrede,
benzerinin getirilmesi istenen o sûrenin kendisinin mucize olduğunu beyan
buyurmuştur. Çünkü insanlar ne kadar eğitilseler, mütalâa etseler ve tefekkürde
bulunsalar, onların bu sûreye denk düşecek bir tek sûre getirmeleri mümkün
değildir. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hak bu sûrede, "öyleyse... onun benzeri
bir sûre getirin " buyurmuştur. Meydan okuma (tahaddî) ve Kur'ân'ın mucize
oluşunu ortaya koyma hususunda, bunun hayranlık verici bir sıra ve tertib
olduğunda şüphe yoktur.
[240]
İkinci soru: Hak
Teâlâ'nın, ''Öyleyse onun benzeri bir sûre yapın... " buyruğu, büyük-küçük
Kur'ân'ın bütün sûrelerini mi içine altr, yoksa sadece büyük sûrelerle mi
ilgilidir?
Cevap: Bu ayet, Yûnus
Sûresi'nde yer almaktadır ve Yûnus Sûresi Mekkî'dir. O halde kastedilen, bu
Yûnus Sûresi gibi bir sûrenin getirilmesidir. Çünkü kendisine işaret
edilebilecek en yakın sûre budur.
[241]
Üçüncü soru: Mutezile
bu ayeti Kur'ân'ın mahlûk olduğuna delil getirerek şöyle demiştir: "Hz.
Peygamber (s.a.s), Araplara Kur'an ile meydan okumuştur. Meydan okumak
{tehaddî). onlardan bu Kur'ân gibisini getirmelerini söylemelerini istemek
demektir. Binâenaleyh onlar bundan aciz oldukları zaman Kur'ân'ın, kendisinin
doğruluğunu göstermek için, Allah tarafından indirilmiş bir hüccet olduğu
ortaya çıkmış olur. Bu ise ancak, onun gibisinin getirilmesinin, bir nebze de
olsa yapılabilmesi mümkün olduğu takdirde yerinde bir teklif olur. Binâenaleyh
eğer Kur'ân-ı Kerim kadîm olmuş olsaydı, o zaman kadîm olan gibisini
getirmek-yapmak, aslında imkânsız olurdu. Bundan dolayı da Kur'ân ile meydan
okumanın doğru olmaması gerekirdi."
Cevap: Kur'ân, hem
Allah'ın zâtı ile kâim, kadim (kelâm) sıfatına, hem de bizim (okurken) telaffuz
ettiğimiz şu harflere ve seslere verilen müşterek bir isimdir. Dolayısıyla bu
harf ve seslerden meydana gelen o kelimelerin nuhdes ve mahluk olduğunda bir
münakaşa yoktur. O halde, Kur'ân ile meydan okuma. Cenâb-ı Hakk'ın zâtı ile
kâim olan kadim (kelam) sıfatı hususunda değil, bu harfler ve seslerden meydana
gelen kelimeler hususunda yapılmaktadır.
Allah Teâlâ'nın
"Eğer doğru söylüyorsanız. Allah'dan başka gücünüzün yettiği kim varsa,
onlan da çağırın" ifâdesinden maksad, yapabilecekler ise, bu karşı koyusu
(meydan okumaya cevap verişi) nasıl yapabileceklerini onlara öğretmektir. Bunu
şöyle izah edebiliriz: Bir topluluk, yardımlaşıp birbirlerine destek
olduklarında, onların bu birçok aklı, tek bir akıl gibi olur. Binâenaleyh bütün
bu akıllar tek bir şeye yöneldiğinde, bunların toplamı, herbirinin ayrı ayrı
yapamayacağı şeyleri yapmaya kadir olur. Dolayısıyla Allah Teâlâ sanki şöyle
demek istemiştir: Farzedin ki sizin bir veya iki aklınızın, Kur'ân'a muâraza
etmeye gücü yetmez. O halde, biraraya geliniz ve birbirinize bu muâraza
hususunda yardımcı olun. Siz, birlikte hareket ettiğinizde de, tek başınıza
olduğunuzda da böylesi bir muârazadan âciz olduğunuzu anladığınıza göre, bunun
yani Kur'ân'a muâraza etmenin imkânsız oluşunun, ancak insan gücünün buna
yetmediğinden dolayı olduğu ortaya çıkar. Böylece de, bu Kur'ân'ın bir insan
işi değil, Allah'ın işi olduğu ortaya çıkmış olur.
[242]
Bil ki anlattığımız
şeylerie, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, Kur'an ile meydan okuyuşunun altı merhalede
olduğu anlaşılıyor. Bunlardan:
Birincisi, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in onlara, Kur'ân'ın bütününün benzerini getirme hususunda
meydan okumasıdır. Bu, Hak Teâlâ'nın, "De ki: "Andolsun insanlar ve
cinler şu Kur'ân'ın benzerini getirmek için bir araya toplansa. yekdiğerine
yardımcı da olsalar, yine onun benzerini yapamazlar" (\srt bb) ayetinde
ifâde edildiği gibidir.
İkincisi, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in onlara, bu sûrenin benzerini getirmeleri hususunda meydan
okumasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "De kî: "O halde haydi siz de onun
gibi on sûre getirin, velev düzme ve uydurma o/sun"(Hüd. 13)buyurmuştur.
Üçüncüsü, o kâfirlere
tek bir sûrenin benzerini getirmeleri hususunda meydan okumasıdır. Nitekim
Cenâb-ı Allah, "Öyle ise onun benzeri bir sûre getirin"Çakara, 23|
buyurmuştur.
Dördüncüsü, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in onlara, Kur'ân'ın benzeri bir söz getirmeleri hususunda
meydan okumasıdır. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Öyleyse onlar, onun gibi bir
söz getirsinler " (Tur, 34) buyurmuştur.
Beşincisi, bütün bu
dört merhalede, onlardan talebe olmama ve herhangi bir öğrenim görmeme
bakımından Hz. Muhammed (s.a.s)'e denk birisinin, bu muarazayı yapmasının
{Kur'ân'ın benzerini getirmesi) istenmesidir. Yûnus Sûresinde (bu ayette),
ister bir öğrenim görmüş, ister görmemiş olsun, onlardan herhangi birisinin,
benzer tek bir sûre getirerek, meydan okumaya karşılık vermesi istenmiştir.
Altıncısı: Geçen bütün
merhalelerde, Hz. Peygamber (s.a.s) insanlardan herbirine; bu altıncı merhalede
ise insanların topuna birden meydan okumuş ve buna karşılık verebilmeleri için,
biribirlerine destek olma fırsatı da vermiştir. Nitekim Hak Teâlâ, "Eğer
doğru söylüyorsanız, Allah'dan başka gücünüzün yettiği kim varsa onları da
çağırın" buyurmuştur. Bu ayette ifâde edilen, meydan okuma merhalelerinin
en sonuncusudur. İşte bütün bunlar, Allah Teâlâ'nın, Kur'ân-ı Kerim'in mucize
olduğunu isbat hususunda getirdiği delillerin tamamıdır.
[243]
Daha sonra Allah
Teâlâ, onların, hangi sebepten ötürü Kur'ân'ı tekzîb ettiklerini de belirterek,
"Hayır. Onlar ilmini kavrayamadıkları ve henüz tefsirine vakıf
olamadıkları şeyi yalanladılar " buyurmuştur. Bil ki bu ayet, bazı
manalara gelebilir:
[244]
Birinci izah: Onlar,
her ne zaman bir kıssa duyup dinleseler, "Bu kitabta, sadece evvelki
milletlerin efsâneleri ve masalları var" dediler ve bu kıssalardan
maksadın, bizzat anlatılmaları değil, anlatılmalarının ötesinde diğer bazı şeyıer
olduğunu kestiremediler.
Bu diğer şeylerden
birincisi, Cenâb-ı Hakk'ın, âlemde tasarruf edebildiğinin ve âlemdeki azizleri
(üstün olanları) zillete, zelil olanları da izzete geçirebildiğinin ortaya
konulmasıdır ki, bu, mükemmel bir kudretin varlığına delâlet eder.
İkincisi, bu
kıssaların, insanın, dünyanın ebedî olmadığını, hareket halindeki herşeyin,
sonunda sükûna ereceğini, var olan herşeyin sonunda fâni olacağını, onlar
sayesinde anlaşıldığı için, ibret almaya vesile olmalarıdır. Böylece insan,
kalbini dünya sevgisinden uzaklaştırır ve ahireti isteme hususundaki arzusunu
kuvvetlendirir. Nitekim Hak Teâlâ, "Andolsun. onların kıssalarını açıklamada
salim akıl sahipleri için birer ibret vardır" (Yûsuf, m) buyurmuştur.
Üçüncüsü de şudur: Hz.
Peygamber (s.a.s) geçmiş milletlerin kıssalarını, hiçbir öğretim görmeksizin.
tahrif etmeden ve değiştirmeden (yani dosdoğru olarak) anlatınca bu, Kur'ân'm
Allah katından bir vahiy olduğuna bir delil olmuş olur. Nitekim Hak Teâlâ,
Şuarâ Sûresi'nde kıssaları anlattıktan sonra, "O (Kur'ân) muhakkak ve
muhakkak âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Onu Rûhu'l-Emin, inzâr
edicilerden olasın diye. senin kalbine manası açık Arapça bir dil ile
indirmiştir" (Suârâ. 192-194) buyurmuştur.
İkinci izah:
Müşrikler, bazı sûrelerin evvelindekr hurûf-u mukattaa'yı dinleyip, onlardan
hiçbîrşey anlamayınca, Kur'ân hakkında kötü zanna düştüler. İşte Allah Teâlâ
onların bu zannını, "Sana kitabı indiren
O'dur. Ondan bir kısım ayetler
muhkemdir ki bunlar
kitabın anası (temelİ)dir. Diğer bir kısmı da müteşâbihdirler... " (AM
imrân. 7) buyurarak cevaplamıştır.
Üçüncü izah: O
kâfirler, Kur'ân'ın parça parça (inip) ortaya çıktığını gördüler. Bu, onların
kötü tenkidlerine sebeb oldu. Onlar "Ona, Kur'ân toptan indirilmeli değil
miydi?" dediler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Allah, onların bu
düşüncelerini, "Biz,
onu senin kalbine
iyice yerleştirmek için böyle (yaptık, kısım kısım indirdik) ıf_ 32} diyerek
cevaplandırmıştır. Biz. bu cevabı Furkân Sûresinde tafsilatlı olarak izah
ettik.
Dördüncü izah: Kur'ân,
haşr ve neşrin olacağını gösteren delillerle doludur. Müşrikler, hisler âlemine
(madde âlemine) alışmışlardı. Bundan dolayı, ölümden sonraki hayatın
olabileceğini çok uzak görüyorlardı ve bu onların kalblerinde bir türlü yer
etmiyordu. Bundan dolayı Hz. Muhammed (s.a.s)'in, bütün bunları bir yalan ve
uydurma olarak söylediğini sanıyorlardı. Bunun için Allah Teâlâ, âhiret
inancının doğruluğunu, birçok kesin delil ile ortaya koymuştur.
Beşinci izah: Kur'ân-ı
Kerim, namaz, zekât ve diğer ibadetlerle ilgili emirlerle dopdoludur. Müşrikler
ise: "Âlemlerin ilahının, ne bize, ne de bizim taatlarımıza ihtiyacı
yoktur ve Allah Teâlâ, faydasız birşeyi emretmekten son derece yüce ve
münezzehtir" diyorlardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, onların
bu düşüncelerini, ''Sizi boş yere yarattığımızı, bize dönüş yapmayacağınızı mı
sandınız?" {Mümmun, nsıve "Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik
etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz de yine kendinize kötülük etmiş
olursunuz" (isra, 7) ayetleriyle cevaplamıştır.
Netice olarak
diyebiliriz ki; Kâfirlerin şüpheleri pek çoktur. Çünkü onlar, Kur'ân'ın,
hakikatini anlayamadıkları ve hikmetini bilemedikleri bazı şeyleri ihtiva
ettiğini görünce, Kur'ân'ı yafanlayıvermişlerdi. Velhasıl müşrikler,
ulûhiyyetin sırlarını bilemiyor, bütün herşeyi hisler âleminde (maddî alemde)
alışmış oldukları şeylere kıyas ediyor ve onların hikmetten ile çeşitli
izahlarını araştırmıyorlardı, jşte bundan dolayı da tekzibe ve cehalete
düşmüşlerdi. Binâenaleyh Hak Teâlâ'nın, "Onlar ilmini kavrayamadıkları
şeyi yalan saydılar" buyruğu, onların bu şeyleri bilip anlayamadıklarına;
'Ve henüz tefsirine vakıf olmadıkları" ifadesi de, onların, o sırları
araştırıp anlamaya gayret göstermediklerine bir işarettir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah "Bak, o zâlimlerin sonu nice olmuştur" buyurur. Bu,
"Onlar, dünyanın peşine düşüp âhireti terketmişlerdir. Bundan dolayı
öldükleri zaman, hem dünyayı hem de âhireti elden kaçırmış olurlar ve böylece
de çok büyük bir ziyanın içine düşerler" demektir. Bazı kimseler bundan
muradın, peygamberlerini yalanlayan ümmetlerin başına gelen ve bir çeşit
dünyevi azab olan, köklerinin kazınması cezası olduğunu söylemişlerdir. Tahkik
ehli alimler ise şöyle demişlerdir. "Ayetteki. "Henüz tefsirine vakıf
olmadıkları şeyler" ifâdesi. ayet'3rin te'vilini (tefsirini-izahını)
bilmeyen kimselerin küfre ve bid'ata düştüklerine delâlet eder. Çünkü ayetlerin
zahirlerinde bazan, birbirine zıt gibi şeylerin olduğu sanılabilir. Binâenaleyh
insan, bu husustaki te'vil ve tefsirin ne olduğunu bilemezse, kalbine, bu
kitabın "hak" olmadığı düşüncesi gelebilir. Ama ayetlerin izah
yönlerini bildiği zaman, Kur'ân'jn o izaha uygun olduğunu anlar, Böylece bu.
nûr üstüne bir nur olur. Allah kimi dilerse onu nuruna iletir."
[245]
"İçlerinde ona
inanan kimseler ve ona inanmayan kimseler vardır. Rabbin. fesadçılan çok
iyi bilendir. Eğer onlar seni tekzib ederlerse de ki: "Benim işimbana,
sizin işiniz sizedir. Benim yaptığımdan sizler uzaksınız, sizin
yaptıklarınızdan da
ben uzağım" (Yûnus, 40-41).
Bil ki Allah Teâlâ
Önceki ayette. "Bak o zalimlerin sonu nice olmuştur" buyurup, bununla
da, onlara dünyada azabı musallat edeceğini kastetmiş olunca, O'nun tarafından
(ileride) onların içinden iman edeceklerin çıkacağı malum olduğu için, Allah
katında bu kısmın menfaatine uygun olanın, onların köklerini tamamen kazıma
değil, onları sağ bırakma olduğuna dikkat çekmek için, "içlerinde ona
inanan kimseler ve ona inanmayan kimseler vardır" buyurmuştur. Ayetteki
bihî zamirinin, Kur'ân'ı göstermesi doğruya en yakın olan görüştür. Çünkü
bundan Önceki ayette bahsi geçen, Kur'ân-ı Kerimdir. Diğer bir husus da,
Kur'ân'a imanın tahakkuk ettiği bilinince, Hz. Peygamber (s.a.s)'e de iman
tahakkuk etmiş olur. Alimler ayetteki bu ifâde hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Çünkü, (iman eder, inanır) kelimesi, muzari bir fiil olup, hem şimdiki zamanı,
hem de gelecek zamanı ihtiva eden bir fiildir. Binâenaleyh bazı alimler bunu,
şimdiki zaman manasında alarak, "Bundan maksad "Onların içinde
Kur'ân'a (şu anda) gizlice iman etmekte olanlar vardır. Fakat onlar, zahiren
inkâr eder ve yalanlar görünmektedir. Yine onların içinde, yalanlama hususunda
içi (kalbi) de, dışı gibi olanlar vardır" manasınadır" demişlerdir ki
bu manaya göre ayetin muhtevasına, şüpheciler ve taklid ehli olanlar da girer.
Bazı alimler de, "Bundan maksad, gelecek zaman manasıdır. Yani,
"Onların içinde, Kur'ân'a gelecekte, inkârından dönüp inanacaklar olduğu
gibi, bu hakikati göremeyip küfründe devam edecek olanlar da vardır"
demektir" demişlerdir.
Cenâb-ı Allah daha
sonra, "Rabbin fesadcuarı çok iyi bilendir" buyurmuştur. Bu.
"Allah, inkârında ısrar edenleri veya ondan dönenleri ve onların hallerini
en iyi bilendir" demektir.
Daha sonra Allah Teâlâ
"Eğer onlar seni tekzib ederlerse, de ki: "Benim işim bana. sizin
işiniz sizedir" buyurmuştur. Buna:
a) "Benim amelim, taatlerim ve imanım bana;
sizin ameliniz, şirkiniz sizedir."
b) "Benim amellerimin mükafaatı bana, sizin
amellerinizin cezası da sizedir" manaları verilmiştir.
Cenâb-ı Hak, daha
sonra "Benim yaptığımdan sizler uzaksınız, sizin yaptıklarınızdan da ben
uzağım" (de)!" buyurmuştur. Denildi ki: "Bu ayet, kovmak ve
azarlamak manasınadır." Yine denildi ki: "Bunun manası, onların
kalblerinin hakka meyletmesini temin etmektir." Mukâtil ve Kelbî bu
ayetin seyf (kılıç-cihad) ayeti ile[246]mensûh
olduğunu söylemişlerdir ki bu, uzak'bir ihtimaldir. Çünkü nâsihin, mensûhun
hükmünü kaldırması şarttır. Bu ayetin manası ise, onlardan herbirinin fiiline
ve fiillerinin neticesine mükâfaat ve ceza verileceğinin belirtilmesidır.
Binâenaleyh bu ayet, savaşmanın haram olmasını gerektirmez. Bu sebeple seyf
(kılıç-cihad) ayetleri, bu ayetin ifade ettiği manalardan herhangi bir hükmü
kaldırmaz. Dolayısıyla bu ayetin mensûh olduğunu ileri sürmek
yanlış olur.
[247]
"Onlardan sana
kulak verenler vardır. Fakat sağırlara, üstelik akıllan da çalışmazken sen mi
duyuracaksın? Onlardan sana bakanlar vardır. Fakat görmeyen körlere sen nasıl
doğru yolu göstereceksin? Şüphesiz ki Allah insanlara asla zulmetmez. Fakat
insanlar kendi kendilerine zulmederler"
(Yûnus. 42-44).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[248]
Bil ki Allah Teâlâ,
bir önceki ayette kâfirleri iki kısma ayırmıştı: Kur'ân'a
iman edecek olanlar ve
hiç iman etmeyecek olanlar. Yine
Hak Teâlâ bu ayette de iman etmeyenleri ikiye ayırmıştır:
a)
Peygambere son derece buğz ve düşmanlık içinde olup, O'nun dinini kabulden
nefret edenler,
b) Böyle
olmayanlar. Bu sebeble Cenâb-ı Hak birinci kısmı bu ayette şöylece tavsif
buyurur: "Bu sözden hiçbir zaman istifâde edemedikleri için, adetâ bir
sağır gibi senin sözüne kulak verenler vardır." Çünkü insan, bir
başkasından fazlasıyla nefret edince, onun gönlü devamlı nefret ettiği kimsenin
sözünün kusurlarını aramaya yönelik olur ve onun sözünün güzel taraflarını hiç
görmez. Kulaktaki duyma ağırlığı, sesin anlaşılmasına mani olan bir şeydir.
İşte tıpkı bunun gibi, ileri derecedeki nefret de, o sözün güzelliklerini anlamaya
adeta manidir. Gözdeki körlük de şekillerin algılanmasına mani olan bir
durumdur. İşte aşırı derecedeki buğz da, insanın o buğz ettiği kimsenin iyi
taraflarını ve Allah'ın ona verdiği iyi şeyleri görmeye mâni olur. Bundan
dolayı Hak Teâlâ. kâfirler içerisinde, buğz ve düşmanlık hususunda durumu bu
dereceye ulaşmış olan kimselerin bulunduğunu açıklamıştır. Sonra sağır olanı
duyar hâle; kör olanı da görür hâle getirmek nasıl mümkün değil ise, bu derece
düşman olanları da. peygamberin dostu yapmak ve O'na tâbi kılmak mümkün
değildir. Bu ayetin maksadı, tedavi edilemeyecek kadar akıl hastalığına
tutulmuş olanların, tedavisinin mümkün olmadığını belirterek, Hz. Peygamber
(s.a.s)'i tesellidir. Doktor, hastayı tedavi kabul etmeyecek bir derecede
görünce, ondan yüz çevirir ve onun tedavi kabul etmemesinden dolayı hayrete
düşmez. İşte tıpkı bunun gibi, senin de o kâfirlerin durumundan hayrete
düşmemen gerekir.
[249]
İbn Kuteybe, bu ayete
dayanarak, duymanın, görmeden daha üstün olduğunu ileri sürerek şöyle demiştir:
"Allah Teâlâ bu ayette, duymanın olmamasını, aklın gitmesi
ile birlikte
zikretmiştir. (Yani aklın çalışmamasını, işitmenin olmayışı
ile irtibattandı rm ıştır.) Fakat
basiretinçalışmamasını ise görmenin kaybolması ile birlikte
zikretmemiştir. Binâenaleyh işitmenin, görmeden daha efdal olması
gerekir." İbnü'l-Enbârî, bu delilin geçersiz olduğunu söylemiş ve şöyle
demiştir: "Allah'ın bu ayette, işitme ile birlikte olmadığını söylediği
(akletme işi), görme ile birlikte olmadığını söylediği (basiret) şey ile
aynıdır. Çünkü Allah Teâlâ, gözlerin görmesini değil, kalbin görmesini
kasdetmiştir. Kalbin gördüğü şey yani basireti ise. kalbin aklettiği ve
anladığı şeydir." İbn Kuteybe, kendi görüsüne Kur'ân'dan başka bir delil
de getirerek şöyle der: "Allah, Kur'ân'da ne zaman görmeyi ve duymayı
birlikte zikrederse, çoğunlukla duymayı, görmeden önce zikretmiştir ki bu da.
duymanın görmeden daha efdal olduğuna delâlet eder."
Bazı kimseler, bu
konuda şu delilleri de ileri sürmüşlerdir:
1)
Peygamberlerden âmâ olan olmuştur. Ama Peygamberlerden hiçbirinin sağır olması
caiz değildir. Çünkü bu, peygamberlik görevini tam yapmaya manidir. Zira
peygamber, kendisine soru soranları duyamazsa, onlara cevap veremez, dolayısıyla
da Allah'ın şeriatını tebliğden âciz kalmış olur.
2) Duyma kuvveti, duyulacak şeyleri (sesleri)
her yönden duyar. Ama görme kuvveti, görülebilecekleri ancak tek bir yönden
görür. O yön de gözün önüne gelen
cihettir.
3) İnsan, hocasından öğrenerek ilim elde eder.
Bu da ancak, duyma kuvveti sayesinde olabilir. Binâenaleyh insanın ilmi
kemâllere ermesi ancak duyma kuvveti ile elde edilir. Bu, görme kuvvetine dayanmaz.
Dolayısıyla duyma görmeden daha efdaldir.
4) Hak
Teâlâ, "Şüphesiz ki bunda kalbi olan yahud. kendisi huzur-u (kalb) içinde
olarak kulak veren kimseler için elbette bir öğüt vardır " (K8f. 37)
buyurmuştur. , Ayetteki
"kalb" ile, akıl kasdedilmiş ve duyma aklın eşi, ikizi kılınmıştır.
Bu husus, "Eğer biztdinler veya
aklımızı kullanır insanlar olsaydık şu cehennemlikler içinde yer almazdık
" ayetiyle de kuvvet bulur. Binâenaleyh o müşrikler, duymayı, cehennem
azabından kurtulmanın sebebi olarak zikretmişlerdir.
5) İnsanın,
diğer canlılardan ayrıldığı
hususiyeti, konuşması ve
söz söyleyebilmesidir. İnsan, konuşmadan ve sözden, duyma kuvveti
sayesinde istifade eder. Dolayısıyla duymanın alanı, insanın asıl üstünlüğünün
gerçekleşmesine vesile olan konuşmanın alanıdır. Görmenin taalluk ettiği alan
ise, renklerin ve şekillerin algılanması alanıdır ki bu insan ile diğer
hayvanlar arasında müşterek olan bir husustur. Binâenaleyh duymanın görmeden
daha üstün olması gerekir.
6) İnsanlar peygamberleri görürler ve sözlerini
dinlerler. Ama peygamberlerin peygamberliği, onlarda görülen sıfatlar sebebiyle
değil, duyulan sesler sebebiyledir. Duyulan da onların sözleri, Allah'ın
kanunlarını tebliğ etmeleri ve ilâhî hükümleri beyân etmeleridir. Binâenaleyh
duyulanın, görülenden daha üstün olması gerekir. Dolayısıyla . duymanın
görmeden üstün olmuş olması gerekir. Duymanın görmeden daha üstün olduğunu
söyleyenlerin delillerinin hepsi budur.
Bazı kimselerde
görmenin duymadan daha üstün olduğunu söyleyerek şu delilleri getirmişlerdir:
1) İnsanlar
meşhur darb-ı meselde "görmeden daha ileri bir açıklama olamaz"
demişlerdir. Bu da, idrâk çeşitlerinin (duyuların) en mükemmelinin görme
olduğuna delâlet eder.
2) Görme
kuvvetinin vasıtası "nur" (ışık), duyma kuvvetinin vasıtası ise
havadır. Nûr, havadan daha kıymetlidir. O halde görme kuvveti, duyma
kuvvetinden daha kıymetlidir.
3) Görme
organı olan gözün yaratılışındaki ilâhi hikmetin mucizeleri, duyma organı olan
kulağın yaratılışındaki harikalardan daha çoktur. Çünkü Allah Teâlâ, akılda
bulunan yedi sinirden birini görme aleti kılmış ve gözü yedi tabaka ile üç
rutubetli (sıvı) kısımdan teşekkül ettirmiş, gözün hareketleri için çeşitli
şekillerde pek çok kas yaramıştır. Kulak ise böyle değildir. Birşeyin
yaratılışına daha fazla itina gösterilmesi, onun başka şeylerden üstünlüğüne delâlet
eder,
4) Göz, yedi
kat göğün üstünde olanı da görebilir. Kulak ise, kendisinden bir fersah
uzaklıkta olanı bile duyamaz. Binâenaleyh görme, daha faziletli ve üstündür. Bu
izah ile, karşı görüşte olanların, "Duyma her yönden olur, görme ise tek
bir yönden olur" şeklindeki sözleri defedilmiş olur.
5) Peygamberlerden pek çoğu dünyada, Allah'ın
kelâmını dinlemişlerdir. Ama âlimler, peygamberlerden birinin Allah'ı dünyada
iken görüp görmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Hem sonra Musa (a.s), kendi
isteği ve talebi olmadığı halde Allah'ın kelâmını dinlemiştir. Ama Allah'dan,
kendisini göstermesini isteyince, Cenâb-ı Hak, "Beni katiyyen
göremezsin" (a/raf, 143) buyurmuştur. Bu da, görmenin, duymadan daha efdal
olduğuna delâlet eder.
6)
İbnü'l-Enbârî şöyle demiştir: "Duyma, görmeden nasıl üstün olabilir? Çünkü
göz ile yüzün güzelliği, gözün olmaması ile de yüzün çirkinliği ortaya çıkar.
İşitmenin olmaması ise, insanda (görülen) bir kusur meydana getirmez. Araplar
gözlere, "Kerîmeteyn"
(iki kıymetli şey)
dedikleri halde, kulaklar
için böyle birşey
. söylememişlerdir. Cenâb-ı Hak da,bir kudsî hadiste, "Ben, kimin
gözünü giderir (kör edersem), o da buna sabredip, benden bunun mükâfaatını
beklerse, onun için cennetin dışında hiçbir mükafaata razı olmam"[250]
buyurmuştur.
[251]
Alimlerimiz bu ayeti,
kulların fiillerini de Allah'ın yarattığına delil getirerek
şöyle demişlerdir: "Ayet,
o kâfirlerin kalblerinin,
iman karşısında, ttpkı sözü dinlemede sağır gibi ve eşyayı görmede de kör gibi
olduklarına delâlet etmektedir. Bu, nasıl imkânsız ise, meselemiz olan (kulun
kendi fiilini yaratması da) aynı şekilde imkânsızdır," Alimlerimiz
sözlerine devamla şöyle demişlerdir: "Kalbte çok şiddetli bir sevginin
veya çok şiddetli bir düşmanlığın meydana gelmesinin, insanın kendi iradesi ile
olmayışı da bunu destekler. Çünkü böylesi şiddetli bir düşmanlık meydana
gelince, kişi zarurî bir his bulmuş olur. Çünkü kalb, o zaman düşmanının sözünü
dinleme ve onun güzel fiillerini görme hususunda adetâ bir kör ve sağır gibi
olmuş olur. Durum böyle olduğuna göre ulaşmak istediğimiz netice elde edilmiş
olur. Hem sonra Allah Teâlâ onlarda imanın olmadığını kesin olarak bildirmiş
olduğuna göre, imanın tahakkuk etmesi durumunda O'nun ilminin cehalete; doğru
haberinin de yalana dönüşmesi gerekir ki bu imkânsızdır."
Mu'tezile ise
görüşlerinin doğruluğuna, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz ki Allah insanlara
asla zulmetmez, fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler" buyruğunu
delil getirmişler ve şu şekilde istidlal etmişlerdir: "Bu, Allah Teâlâ'nın
hiç kimseyi kötülükleri ve gayr-ı meşru şeyleri yapmaya mecbur etmediğine,
fakat insanların kendi irâde ve istekleri ile bunlara yöne|ip yaptıklarına
delâlet eder." Vahidî buna şu şekilde cevap verir: "Allah Teâlâ, zulmü
kendisinden, mülkünde tasarruf sahibi olduğu için nefyetmiştir. Böyle {kendi
mülkünde tasarruf eden) zâlim olmaz. İnsanların fiilleri onların kesbleri
sebebi ile kullara izafe edildiği için, Allah "Fakat insanlar kendi
kendilerine zulmederler" buyurmuştur.
[252]
"Gün gelecek,
Allah bütün insanları bir araya toplayacak. O gün, sanki onlar gündüzün bir
saatinden başka kalmamışlar zannedecekler. Birbirlerini tanıyacaklardır.
Allah ile karşılaşmayı yalanlayıp da doğru yolu tutmamış bulunanlar,
muhakkak en büyük zarara uğramıştır. Onlara vaadettiğimizin bir kısmını sana
göstersek de. yahut senin ruhunu kabzetsek de nihayet onların dönüşü ancak
bizedir.Yine Allah, kendilerinin ne
(Yûnus, 45-46).
Bil ki Allah Teâlâ o
kâfirleri, (söylenilenlere) az kulak asmakla ve düşünmemekle vasfedince bunun
peşinden, vaîd ve tehdidini getirerek, buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[253]
Asım'ın ravisi Hafs,
yâ ile yahşuruhüm; diğer kıraat imamları ise nûn ile nahşuruhüm şeklinde
okumuşlardır.
[254]
Cenâb-ı Hakk'ın
ifâdesi, terkîb bakımından hâl cümlesi olup, "sanki onlar, gündüzün bir
saatinden başka kalmamış kimselere benzemişlerdir" anlamındadır.
kelimesinin ise, ifâdesine taalluk etmesi caiz olduğu gibi, ikinci hal olması
da mümkündür.
[255]
Bu ifâdenin başındaki
edatı, 'den hafifletilmiş olup, kelamın takdiri şeklindedir. Binâenaleyh
bu, tıpkı ifâdesinin başındaki
en gibi, tahfif edilmiştir.
[256]
Bu ayete:
a)
"Sanki onlar (dünyada), gündüzün bir saatinden bpşka kalmamışlardır";
b) "Sanki onlar, kabirlerinde, gündüzün bir
saatinden başka kalmamışlardır" şeklinde iki mana verilmiştir. Kur'ân, bu
iki manaya göre de varid olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yerde kaç yıl
kaldınız?" buyurur. "Bir gün. yahut bir günün bir kısmı kadar
kaldık" derler" (Mümmun, 112-113) buyurmuştur. Kadî, birinci mananın,
şu iki sebepten dofayı daha evlâ olduğunu söylemiştir:
a)
Ölümterinden^haşrolunacakları zaman geçen sürenin ne kadar olduğunu bilememeleri
hususunda, mü'minlerin durumu, kâfirlerin durumu gibidir. Binâenaleyh bunun,
kâfirlere muhsus olan bir manaya hamledilmesi gerekir ki, bu da, kâfirlerin,
ömürlerinden istifâde edemeyince, ömürlerini az görmeleri; mü'minlerin de,
ömürlerinden istifâde ettikleri için, onu az görmemeleridir.
b) Cenâb-ı
Hak, "Birbirlerini tanıyacaklardır" buyurmuştur. Zira tanışmak, ölüm
haline değil, hayat haline izafe edilebilir.
[257]
Alimler, bu az
görmenin sebebi hususunda şu izahları yapmışlardır:
1) Ebu
Müslim şöyle demiştir: "Onlar ömürlerini dünyayı taleb etme ve
onun lezzetlerine düşkünlükle zayi edince, ömürlerinden kesinlikle
istifâde edememiş olurlar. Binâenaleyh, o ömrün varlığı,
âdeta yokluğu gibi olur. İşte bundan dolayı da onlar bunu az görmüşlerdir.
Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Halbuki onun çok yaşatılması,
kendisini azabtan uzaklaştırıcı değildir" (Bakara, 96) ayetidir."
2) Esamm
şöyle demiştir: "Onlar âhiretin dehşetini görüp müşahede ettikleri için,
bu süre onlarca az görülmüştür. İnsanın korkusu büyüyünce zahiri şeyleri
unutur."
3) Bu,
onların, dünyada kalışları, ahirette ve ebedî azâb içinde kalışlarına nisbetle
.
az görülmüştür.
4) Haşir meydanında uzun müddet duracakları
için, onların dünyada kalışları, onlara az görülmüştür.
5) Bundan maksad şudur: Onlar, tıpkı dünyada
tanıştıkları gibi, kabirlerinden çıkarken tanışırlar. Ne var ki o tanışmayı
sadece pek az etkileyen ölüm sebebiyle, daha önce tanışmamış gibi olurlar.
Ben de derim ki: Bu
konuda sözün özü şudur: Kâfirin azabı, devamlı ve sırf zarar olup, hakîr
kılınma ve zelil olma ile içiçedir. Zararı hissettirip tattırmak, lezzeti
tattırmaktan daha kuvvetli ve müessirdir. Bunun delili şudur: Lezzetlerin en
güçlüsü, cinsî münasebetten duyulan lezzettir. Fakat Atlah korusun, kulunç ve
diğer sancıların acısını duymak, cinsî münasebetin lezzetini duymaktan daha
müessir ve etkilidir. Hem, dünya lezzetleri, adîliğine rağmen, katıksız ve saf
olmayıp, aksine birçok üzüntü ve kederlerle içiçedir. karışıktır. Ve o
lezzetler, çeşitli elem ve âfetler tarafından baskı altına alınmıştır. Öte
yandan diğer bir husus da şudur: Dünya lezzetlen, dünyevî hayatın bazı
noktalarında tahakkuk eder. Âhiretin elem ve kederleri ise, kesinlikle . son
bulmayan ebedî ve sermedîdir. Dünyanın bütün ömrü, ebedi olan âhirete nisbetle,
mevcut âlem gibi milyonlarca âleme nisbetle bir zerre, {bir atom) gibidir.
Bunu iyice
kavradığında biz deriz ki: Kâfirin, dünyada aldığı lezzet, ahirette başına gelecek
azablara kıyas edildiğinde, bu, bir zerrenin[258]
bütün âleme nisbeti gibi olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "Sanki onlar,
gündüzün bir saatinden başka kalmamışlardır" ifadesi, bahsettiğimiz gibi
şiddetli azaba nisbetle, o lezzetlerin azlığına ve önemsiz olduğuna bir işaret olmuş
olur.
[259]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Birbirlerini tanıyacaklardır" ifâdesine.gelince, bu hususta şu
izahlar yapılmıştır:
a) Onlar birbirlerini, tıpkı dünyada tanıdıkları
gibi tanırlar.
b) Onlar birbirlerini,
işlemiş oldukları küfür ve hata sebebiyle tanırlar. Daha sonra bu tanışma işi,
azabı görüp de birbirlerinden uzaklaştıklarında sona erer.
Buna göre şayet,
"Bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hiçbir hısım, bir hısımı sormayacaA"
(Meânc,ıo)ayetiyle nasıl birleştirilebilir?" denilirse, buna şu iki
bakımdan cevap verilir:
a) Bu
ayetten, onların, birbirlerini azarlayıp ve her bir grubun diğer gruba,
"Sen beni, şu vakit saptırdın ve falanca kötü fiili bana güzel
gösterdin" diyerek, aralarındaki tanışıp konuşmaları kastedilmiştir ki, bu
birbirlerini takbih edip azarlama, birbirlerinden uzaklaşma ve birbirleriyle
alâkalarını kesme tanışması olup; bir şefkat, merhamet ve sevgi tanışması
değildir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, "Hiçbir hısım bir hışmı sormayacak"
(Meanc. 10) buyruğundan kastedilen ise. birbirlerine karşı şefkat ve merhamet
dileme tanışmasıdır.
b) Bu iki
ayet, iki ayrı duruma hamledilmiştir. Onlar, öldükten sonra dirildiklerinde
tanışırlar, sonra bu taRişma sona erer. İşte bundan dolayı da hiçbir dost hiçbir
dostun hatırını soramaz.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Allah ile karşılaşmayı yalanlayanlar, muhakkak en büyük zarara
uğramıştır" ayetine gelince, buradaki terkib hakkında şu iki izah
yapılabilir:
a) İfâdenin takdiri şöyledir: "Allah onları
hasrettiğinde, onlar birbirlerini tanıyıp "meğer Aflah'a kavuşmayı
yalanlayanlar ne büyük bir hüsrana uğramışlar!" diyecekler" şeklinde
olmasıdır.
b)
"Allah ile karşılaşmayı yalanlayanlar muhakkak en büyük zarara
uğramıştır" buyruğunu, Allah'ın söylemiş olmasıdır. Böylece bu, Allah
tarafından onların hüsrana uğramalarına dair bir şehâdette bulunmak olmuş olur
ki manâ, "Kim ahiretini. dünya mukabilinde satarsa, ziyan etmiş olur. Zira
o kimse daimî, kıymetli ve çok olanı vermiş, yok hükmünde, adî ve az olanı
almıştır" şeklinde olur.
[260]
"Onlar doğru yolu
tutmamışlardır... " buyruğuna gelince, bundan maksat şudur: "'Onlar,
bu ticâretin menfaatlerini gözetip elde edemediler. Zira onlar zahire
aldandılar da, hakikatten bîhaber oldular. Böylece de onlar, güzel bir cam
gördüğünde, onu kıymetli bir mücevher zannederek, elinde bulunan herşeyini
verip de onu satın alan ve onu erbabına sunduğunda, gösterdiği gayret ve
çabanın neticesini alamayan, böylece emetleri boşa çıkarak, gönül yangını ve
kalb azabına duçar olan kimse gibi olurlar. Cenâb-ı Hakk'ın "Onlara vaadettiğimizin bir kısmını sana
göstersek de. yahud senin ruhunu alsak da. nihayet onların dönüşü ancak
bizedir" ayetine gelince bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Nihayet onların
dönüşü ancak bizedir.. " buyruğu sözünün cevabı olup,'eğer sana
göstersek" ifadesinin cevabı mahzufdur. Buna göre kelamın takdiri şöyle
olur: "Onlara vaadettiğimizin bir kısmını eğer sana gösterirsek, işte o
budur. Vaadettiğimiz şeyi sana göstermeden önce. senin ruhunu alırsak, şüphesiz
ki sen onu. ahirette göreceksin.
Bil ki bu, Cenab-ı
Hakk'ın, Resulüne, kâfirleri pek çok zillete düşürüp onları rezil ettiğini
dünyada gösterdiğine; ölümünden sonra da ona, bu hususlara dair daha fazlasını
göstereceğine delâlet eder. Hz Peygamber hayatta iken de. ölümünden sonra da bu
tür şeylere dair pekçok şeyin tahakkuk ettiğinde şüphe yoktur. Ama. Kıyamette
başlarına gelecek şey ise, daha çoktur. Bu. haktan yana olanların akıbetlerinin
güzel, günahkârların akibetlerinin de mezmûm ve kınanmış olduğuna dikkat
çekmedir.
'Her ümmetin bir
peygamberi vardır. Resulleri geldiği zaman aralarında adaletle hükmedilir, ve onlar asla haksızlığa uğratılmazlar"
(Yunus. 47)
[261]
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Muhammed (s.a.s)'in kavmi ile olan münasebetini beyan edince, bundan sonra,
bütün peygamberlerin kavimlenyle oian münasebetlerinin de böyle olduğunu beyân
buyurmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[262]
Bu ayet, Cenâb-ı
Allah'ın daha önce geçmiş ümmetlerin herbirine bir peygamber gönderdiğine ve
hiçbir ümmeti
asla ihmal etmediğine
delâlet eder. Bu husus. "Hiçbir ümmet yoktur ki. onların içinde mutlaka bir uyarıcı
bulunmamış olsun!.. "(Fattr 24) ayeti ile de teyid edilmektedir.
[263]
İmdi şayet,
"Allah Teâlâ'nın, peygamberlerin gönderilmesinde bir fetret devrinin
bulunduğunu bildirmesine ve "ataları azâb ile korkutulmamış bir kavmi uy arasın diye... "(Vasm. 6) ayetine
rağmen, bu nasıl doğru olur?" denilirse, biz deriz ki:
Bizim zikrettiğimiz
delil, peygamberin, kavmi ile birlikte bulunmasını gerektirmez. Çünkü
Peygamberimizin bize gönderilmiş olması, Kıyamete kadar gelecek insanlara resul
olarak gönderilmesine mani olmadığı gibi. herhangi bir peygamberin önce yaşamış
olması, daha sonra yaşayan insanlara resul olmasına mani değildir. Fetret
meselesi ise, peygamberlerin davetinin zayıflığı ve o davete mani olan birtakım
engellerin ve karışıklıkların ortaya çıkması manasına alınır.
[264]
Ayette bir
hazf bulunup, bunun
takdiri, "Onlara,
peygamberleri gelerek tebliğde
bulunup, kavminden bazıları onu
tekzib, bazıları da onu tasdik edince, aralarında hükm ü fasi edildi..."
şeklindedir.
[265]
Ayette kasdedilen, şu
iki şeyden biridir: Ya, her ümmete bir peygamber gönderildiğinde, o risâleti
tebliğ edip hüccetide ikâme edince, bu
durumun her mazereti
ortadankaldırdığının; dolayısıyla o ümmetin peygambere muhalefet edip onu yalanlama
hususunda bir mazeretleri kalmamış olduğunun beyân edilmesidir ki, bu, âhirette
onların başına gelecek olan azabın bir zulüm değil, katıksız adalet olduğuna;
zira onların kendiliklerinden bu azaba duçar olduklarına delâlet eder. Yahut da
bundan maksad şudur: Ümmetler âhirette toplandıkları zaman, Allah Teâlâ, hesap
vaktinde o ümmetler ile peygamberlerini bir araya getirir. Böylece de, Allah,
peygamberin kendi ümmetinden müşahede ettiğiyle onların aleyhlerine şehâdet
etmesi ve o ümmetlerin, o peygamberlerin Rablerinin risâlet görevlerini tebliğ
ettikleri hususunda da itirafları vaki olsun diye, itaatkâr ile asînin-arasını
ayırır. Böylece bu, Allah'ın bu dünyada, nehyi ve men etmeyi pekiştirme
vesilelerinden biri olur. Bunlar, meselâ sorgulamak, uzuvların konuşturulması
ve onların amellerini bildirerek kişinin aleyhine şahit tutulması, amel
terazileri gibi şeylerdir.
Bu ikinci açıklamaya
göre, bu izahın tetimmesi şudur: Allah Teâlâ, önceki ayette, kendisinin onlara
şâhid olduğunu belirterek, şöyle demek istemiştir: "Ben, Kıyamet gününde
hem onlara, hem de onların amellerine şehâdette bulunacağım. Bununla beraber
ben, Kıyamette, amelleriyle kendileri aleyhine şâhidlik etsinler diye, her ümmeti
peygamberleriyim beraber bulunduracağım." Bundan gaye ise, Cenâb-ı Hakk'ın
ne kadar âdil olacağını güzel bir biçimde belirtmektir.
Bil ki, birinci
görüşün delili, "Biz bir peygamber göndermedikçe, azâb edici değiliz"
(isrâ ısı; 'Ta ki peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı ileri
sürecekleri bir bahaneleri olmasın diye. peygamberleri müjdeciler ve azâb
habercileri olarak gönderdik"(Nisa. 165} ve, "Eğer biz onları daha
evvel azâb ile imha etmiş olsaydık muhakkak diyeceklerdi ki: "Rabbimiz.
bize bir peygamber göndermeli değil miydin?" (jbâ. 134) ayetleridir.
İkinci görüşün
delilleri de "Böylece sizi vasat bir ümmet yapmışızdır, insanlara karşı
şahidler olasınız diye... "(Sakara, 143) "Peygamber dedi ki: "Ya
Rabbi. kavmim muhakkak ki şu Kur'ân'ı arkalarına attılar,." (Furtan. 30)
ve "Aralarında adaletle hükmedilir ve onlar asla haksızlığa
uğratılmazlar"(Yunus. 47)ayetleridir. Bu ayetteki îekrar (tekrar tâ
yuzlamun denilmesi), Cenâb-ı Hakk'ın, kendisinden zulmü nefyetme hususundaki
te'kid ve te'yıdden ötürüdür.
[266]
"Eğer
(iddianızda) doğru iseniz bu vaad ne zaman'r' derler. De ki: "Ben kendi kendime
Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar, ne de bir fayda sağlamaya
muktedir değilim"Her ümmetin bir eceli (vâdesi) vardır. Ecelleri geldiği zaman
artık ne bir saat erteleyebilir ne de bir saat öne alabilirler" (Yunus.
48-49).
Bil ki, nübüvveti
inkâr edenlerin beşinci şüpheleridir. Zira, Hz. Peygamber (s.a.s), onları her
ne zaman bir azabın ineceği ile tehdit edip, aradan bu azabın gelmemiş olduğu
belli bir müddet geçince onlar: "Eğer (iddianızda)doğru iseniz bu vaad ne
zaman?" demişler ve bu azabın gelmemesiyle, Hz. Muhammed'in nübüvvetini tenkit hususunda
istidlalde bulunmuşlardır. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[267]
Cenâb-ı Hakk'ın, bu
derler..." ifâdesi, Cenâb-ı Hakk'ın, daha önce geçen "aralarında
adaletle hükmedilir" ifâdesinden maksadın. bu dünyada verilen hüküm olduğuna
dair. bir delil gibidir. Çünkü onların, âhirette oldukları halde, "bu vaad
ne zaman 9" demeleri uygun olmaz. Çünkü, âhiretteki durum yakîn ile her
vaad ve va'idin tahakkuk ettiğinin bilindiği bir durumdur. Aksi halde onların
bunu ya Hz. Peygamberin, düşmanlara azâb, dostlara da ilâhi yardımın ineceği
hususunda vermiş olduğu habere dair Peygamberi yalanlamak için söyledikleri;
yahut da Hz. Peygamberin verdiği o haberlerde hakkı söylediğini imkânsız görmek
için söylemiş oldukları ortaya çıkar. Bu ifâde, her ümmetin, kendisine
gönderilmiş olan Peygambere bu şekilde söz söylemiş olduklarına delâlet eder.
Bunun delili "Eğer (iddianızda) doğru iseniz... " sözüdür. Zira bu
ifâde çoğul olup. Cenâb-ı Hakk'ın, "Her ümmetin bir peygamberi vardır"
(Yûnus. 47) ayetine uygun düşmektedir. .
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Hz. Peygambere, şüphe maddelerinin kökünü kesecek bir cevap ile, bu
şüpheye cevap vermesini emrederek: "De ki: "Ben kendi kendime
Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar. ne de bir fayda sağlamaya muktedir
değilim" buyurmuştur. Bu, "Düşmanlarına azâb indirmeye, dostlarına da
yardım etmeye. Allah'tan başka kimsenin gücü yetmez. Allah Teâlâ, bu vaad ve
vaîde, belirli bir vakit tayin etmediği için. vaad ve vaîd olunan şeyler böyie
vakitte meydana gelmediğinde, bu Cenâb-t Hakk'ın ondan hulfettiğine,
vazgeçtiğine delâlet etmez! Böylece, vaktin tayini. Allah'ın fiil hükümlerini,
kulların maslahatlarını gözetme şartına bağlamayanlara göre. Allah'ın meşîetine
ve ulûhiyyetine; Allah'ın fiil ve hükümlerini, kulların maslahatlarını gözetme
şartına bağlayanlara göre de. takdir edilen o maslahat sebebiyle, Allah
Teâlâ'ya havale edilmiş olur. Allah'ın, o hadisenin meydana gelmesi için tayin
etmiş olduğu o vakit gelip çatınca da. o hadise mutlaka, o vakitte cereyan eder
ve onun, öne geçmesi veya az sonra meydana gelmesi imkânsız olur.."
demektir.
[268]
Mu'tezite, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Deki: "Ben kendi kendime Allah'ın dilediğinden başka ne bir
zarar, ne de bir fayda
sağlamaya muktedir değilim..."
ayetiyle istidlal ederek, "Bu istisna, kulun, tâat ve isyanı hariç, kendisi
için herhangi bir zarar ve menfaate mâlik olamadığına ve bu istisnanın, kulun
bu iki şey hususunda kendi başına ve bağımsız olduğuna delâlet eder"
demişlerdir.
Buna şöyle cevap
verilir. Ehl-i sünnet âlimleri: "Bu istisna, istisnâ-yi munkatı olup,
kelamın takdiri"Fakat, Allah'ın, buna dair dilemiş olduğu her şey muhakkak
olacaktır" şeklindedir" demişlerdir.
[269]
İbn Şîrîn, bu ifâdeyi
fâ harfiyle, şeklinde okumuştur.
[270]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"ecelleri geldiği zaman, artık ne bir saat erteleyebilir, ne de bir saat
öne alabilirler" ifâdesi, hiç kimsenin, eceli sona ermeden
ölmeyeceğine delâlet eder. Maktul de, aynı tarz üzere öldürülmüştür. Bu mesele,
uzunca bir mesele olup, biz bunu bu eserimizin pekçok yerinde ele alıp
açıkladık.
[271]
Hak Teâlâ burada,
"ecelleri geldiği zaman. artık ne bir saat erteleyebilir, ne de bir saat
öne alabilirler" buyurmuştur. O halde, ifâdesi şart, ise, ceza (yani cevap)
cümlesidir. Fâ, ceza harfi olup, bu ayette olduğu gibi, ceza cümlesinin başına
getirilmesi gerekli olan bir harftir. Binâenaleyh bu ayet, cezanın, şart ile
birlikte tahakkuk ettiğine, ondan geri kalmadığına, fâ harfinin terahîye
(gecikme ve sonralığa) delâlet etmediğine; başına geldiği cümlenin bir ceza
cümlesi olduğuna delâlet etmiştir.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz diyoruz ki: Bir kimse, yabancı bir kadına, "seninle
evlenirsem, sen boşsun" dediğinde, Şafiî (r.h)'ye göre bu ta'lîk etme (şarta
bağlama) geçerli olmadığı halde, Ebu Hanife'ye (r.h) göre geçerlidir. Bunun
doğru olmadığının delili, bu ayetin, ceza cümlesinin ancak şart cümlesi
tahakkuk ettiğinde, ceza cümlesinin tahakkuk edeceğine delâlet etmiş olmasıdır.
Binâenaleyh, bu ta'lîk sahih olmuş olsaydı, cezanın, şartın tahakkuk etmesiyle
tahakkuk etmesinin gerekliliği sabit olduğu için, talâkın nikâhta birlikte
(aynı anda) tahakkuk etmesi gerekirdi ki, bu iki zıddı cem etmeyi gerektirir.
Lâzım batıl olunca (iki zıddın cem'i caiz olmayınca), bu talikin de sahih
olmaması gerekir.
[272]
"De ki;
"O'nun azabı geceleyin, yahut gündüzün size gelip çatarsa (ne yapacaksınız),
söyleyin bana? Günahkârların, onu hemen istemelerinin sebebi nedir? Bu
(azab) vaki olduktan sonra mı ona iman edeceksiniz? (O vakit size:)
"Şimdi mi, halbuki siz onun mutlaka gelmesini isteyip duruyordunuz,"
Sonra, o zulmedenlere.
"Ebedî azabı tadın" denilecek. (Vaktiyle) ne kazanıyor idiyseniz
ondan başkasıyla mı cezalandırılacaksınız?" denilecek" (Yunus. 50-52)
Bil ki bu, onların,
"Eğer (iddianızda doğru iseniz, bu vaad ne zaman?" derler1 (Yunus,
48) şeklindeki sözlerine verilen ikinci cevaptır. Bu ifâdeyle ilgili olarak
birkaç mesele vardır:
[273]
Bu cevabın neticesi,
böyle bir azabın inmesini isteyen o kâfirlere, şu şekilde denilmesidir: "Bu gayenin
tahakkuk
edip ilâhî azabın
gelmesi halinde, sizin için bunda ne gibi fayda olacaktır? Şayet siz, "Geldiği
zaman iman ederiz" diyecekseniz, bu batıl ve geçersizdir; zira, o vakitte
edilen iman, mecbûriyyet ve zorakilik karşısında yapılmış olan bir iman olmuş
olur ki, bu asla bir fayda sağlamaz. Binâenaleyh sizin talep ettiğiniz bu
azabın gerçekleşmesi halinde, bu hususta sadece, dünyada bir azab meydana
gelmiş olduğu, bunun peşinden de Kıyamette, bundan daha şiddetli bir azabın
meydana geleceği sabit olmuş olur ki, bu şiddetli azab da, zulmedenlere,
"Ebedi azabı tadın" denilmiş olmasıdır. Daha sonra bu azâb ile
beraber, onların hor ve hakîr kılındıklarına delâlet eden bir cümle zikredilmiştir
ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "(Vaktiyle) ne kazanıyor idiyseniz ondan
başkasıyla mı cezalandırılacaktınız?" demiş olmasıdır. O halde bu cevâbın
neticesi, "Sizin, peşine düşüp talep ettiğiniz bu şey, menfaatten uzak,
katıksız bir zarardır. Aklı olan bunu yapmaz.." demektir.
[274]
Beyâten kelimesi,
"geceleyin" anlamındadır. Arapça'da, "Şöyle yaparak
geceledim.." denilir. Bunun sebebi şudur: İnsan, geceleyin bariz olarak
evinde olur; bundan dolayı da bu lâfız (beyât) geceden kinaye kılınmış olur.
Beyât kelimesi, tıpkı tebyît kelimesi gibi bir masdar olup veda (veda etmek,
ayrılmak); serâh (salıvermek) kelimeleri gibidir. Yine Arapça'da gündüzün
yapılan iş hakkında da, "Şunu yaparak gündüzü geçirdim" denilir.
Çünkü insan gündüzün gölgede bulunur. Cenâb-ı Hakk'ın beyâten kelimesi, zarf
olduğu için, mansûb kılınmıştır. Bu, "Gece vakti" anlamındadır. Mâzâ
kelimesiyle ilgili olarak da şu iki izah yapılabilir:
a) Mâzâ tek bir isim kabul edilerek, mansub
mahallinde olması.. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı,
"Allah bu meselle neyi kasdetti?"(Baka'a. 26) ayeti gibidir.
b) Zâ'nın
ellezî manasına alınması. Bu durumda, mâzâ kelimesi iki kelimeden meydana
gelmiş olup mâ, mübtedâ merfû; zâ ise, bunun haberidir. Buna göre ifâdenin manası,
"O mücrimlerin kendileri hakkında acele ettiği şey nedir?" şeklinde
olur ki bu da, "Mücrimlerin acele ettiği azâb nedir? Hangi şeydir?"
anlamındadır.
Bil ki Cenâb-ı
Hakk'ınr "Ya O'nun azabı geceleyin,
yahut gündüzün size gelip çatarsa..." ifâdesi şart, bunun cezası ise,
"Günahkârların, onu hemen istemelerinin sebebi nedir? ' cümlesidir. Bu,
senin tıpkı, "Sana gelirsem, bana ne yedireceksin?" demen gibidir.
Yani, "Eğer bu azâb tahakkuk ederse, sizin bu hususta acele etmenizin
maksadı nedir?" demektir.
Cenâb-ı Hak. "Bu
(azâb) vaki olduktan sonra mı Ona iman edeceksiniz?" buyurmuştur. Bil ki,
istifham harfinin sümme'nin başına gelmesi, onun tıpkı (Araf, 98) ve (A'râf. 97) ifâdelerindeki vâv ile fâ'nın
başına gelmesi gibidir ki, bu, azarlama ve kınama manasını ifade eder. Daha
sonra Cenâb-ı Hak, bu imanın onlardan tahakkuk etmediğini, aksine onların
ayıplanıp tenkit edildiğini haber vermiştir. Böylece o müşriklere, "Şu
anda mı iman ediyorsunuz ve daha önce alay ve istihza yoluyla onu acele
istediğiniz halde, bu imanınızdan faydalanmayı mı ümit ediyorsunuz?"
denilmektedir. Lâm'dan sonra gelen hemzenin hazfedilmesi, onun harekesinin de
lâm'a verilmesi suretiyle şeklinde
okunmuştur.
Daha sonra "Sonra
zulmedenlere, "Ebedî azabı tadın" denilecek." buyurulmuştur ki
bu, yi den önce bulunan mukadder bir fiile atıf olup, kelamın takdiri,
"onlara, onu daha önce acele istediğiniz halde şu anda mı iman
ediyorsunuz?" denildi" daha sonra da, zulmedenlere "ebedî azabı
tadın" denildi" şeklindedir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"(Vaktiyle) ne kazanıyor idiyseniz, ondan başkasıyla mı
cezalandırılacaksınız!" ayetine gelince, bu hususta şu üç mesele
bulunmaktadır:
[275]
Allah Teâlâ her ne
zaman ikâb ve azâbtan bahsetmişse, bu illeti zikretmiştir. Buna göre bir kimse
sanki, "Ey azîz
olan Rabbim, sen her
şeyden ganîsin, o halde senin rahmetine, bu şiddet ve vaîd, tehdit nasıl
yakışır?" diyerek bir soru sormuş da, Allah Teâlâ da, "Ben ona,
doğrudan doğruya, sebepsiz yere bu muamelede bulunmadım. Aksine bu, onun bâtıl
ameli sebebiyle ona ulaşan bir cezadır" diye cevap vermiş olur ki bu da,
rahmet tarafının üstün ve gâlib olduğuna; azâb tarafının damercûh ve mağlûb
olduğuna delâlet.
[276]
Ayetin zahiri,
cezanın, bir amelden
dolayı olması gerektiğine
delâlet eder. Felsefecilere göre ise
ceza.
amelin neticesidir.
Çünkü salih amel, illetin malûlünü, neticesini
gerektirdiği gibi kalbin
nurlanmasını ve
aydınlatılmasını
gerektirir. Mutezileye göre sâlih amel, mükâfaatının, Allah'a ait olmasını
gerektirir. Ehl-i sünnete göreyse mükâfaat, Allah'ın sırf vaadinden dolayı
gereklidir,
[277]
Ayet-i kerime,
kulun, Cebriyye'nin görüşünün
aksine olarak, kesb sahibi olduğuna delâlet eder. Bize göre kulun kesb sahibi
olmasının manası şudur: Kudret, halis sebep ile birlikte fiili gerektirir
(fiilin meydana gelmesine yol açar).
[278]
"O azab bir
gerçek mi" diye senden haber vermeni isterler. De ki: "Evet. Rabbime
andederim ki o elbet ve elbet bir hakikattir ve siz, (kaçıp da) Allah'ın iradesinden
kurtulamazsınız. Zulmeden herkes, eğer yerde bulunan bütün imkânlara
mâlik olsaydı, (azabtan kurtulmak için) onu mutlaka fidye verirdi. Onlar azabı
görünce pişmanlık izhâr ederler. Aralarında, adaletle hükmolunacak
ve asla zulme maruz kalmayacaklardır" (Yûnus, 53-54).
Bil ki Aflah Teâlâ,
kâfirlerin "Eğer doğru söylüyorsanız, bu vaad ne zaman (söyleyin)"
(Yûnus. 48)dediklerini ayetle haber vermiş ve buna, daha sonraki ayetlerle
cevap vermiştir. Bu ayetlerden sonra da, onların aynı konuda Hz. Peygamber
(s.a.s)'e yeniden müracaat edip, bu soruyu ikinci defa sorarak, "O (azab)
bir gerçek mi?" dediklerini nakletmiştir.
Bil ki böyle bir soru,
şu bakımlardan sırf bir cehaleti göstermektedir:
1) Bu soru,
cevabı ile birlikte daha önce geçmişti. Dolayısıyla bunu tekrar sormanın bir
faydası yok.
2) Hz. Muhammed (s.a.s)'in, Allah tarafından bir
peygamber olduğunun aklî delilleri de daha önce geçmişti. O delillerden birisi,
Kur'ân'ın mucize olduğunun ortaya konulmasıdır. Onun nübüvveti doğru olunca,
ileride olacağını söylediği herşeyin de doğru olduğuna kesinkes hükmetmek
gerekir. İşte bütün bunlar, o kâfirlerden yüz çevirmeyi ve onların sorularına
değer vermemeyi gerektirir.
Alimler, ayetteki hüve
(o) zamirinin neyi gösterdiği hususunda ihtilaf etmişler ve bu cümleden olarak
şu manaları vermişlerdir:
a) "O, -yani, senin getirdiğin Kur'ân,
nübüvvet ve şer'î hükümler hak mıdır?"
b) "Bize vaadettiğin ba's (ölümden sonra
diriliş) ve Kıyamet hak mıdır?"
c)
"Bu dünyada başımıza geleceğini
söylediğin azab, hak mıdır?"
[279]
Cenâb-ı Allah daha
sonra peygamberine, müşriklere cevaben "Evet, Rabbime andederirn ki o
elbet ve elbet bir hakikattir" demesini emretmiştir. Bunun hikmeti
şunlardır:
a) Peygamberin onlara alışkın oldukları üslupla
hitap ederek kendi tarafına meylettirmeye çalışması. Birşeyi haber verip de,
onun doğruluğunu yeminde te'kid etmenin, o şeyi şaka faslından çıkarıp,
ciddiyete naklettiği, aşikâr bir husustur.
b) İnsanlar
kısım kısımdır: Bazıları bir şeyi, hakiki ve aklî delillerle kabul ederken;
bazıları da hakikî ve aklî delillerden istifade edemeyip, ancak iknâî
şeylerden, mesela, bu ayetteki yemin gibi şeylerden istifâde eder. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s)'e gelip de, peygamberliğini ve nübüvvetini soran bir bedevî
Arap, bu iddianın doğrulanması hususunda, yemin ile yetinmişti. İşte bu ayette
de böyledir.
Daha sonra Allah Teâlâ
bu hususu, ifâdesi ile te'kid etmiştir.
Burada, mahzûf bir kısım vardır ve takdiri, "Sizler, başınıza azâb indirme
va'îdinde bulunan Allah'ı, acze düşüremezsiniz" şeklindedir. Bundan maksad
da, hiç kimsenin Rab Teâlâ'ya karşı koyamayacağı ve O'nu, dileyip hükmettiği
şeyden geri çeviremeyeceğine dikkat çekmektir.
[280]
Allah Teâlâ daha
sonra, böylesi sözlerin, onlar dünyada oldukları sürece, onlar için caiz
olmayacağını, ama Kıyamete varıp, Allah'ın kahrı ile azametinin neticelerini
gördüklerinde, böyle söylemeyi bırakıp, başka şeylerle meşgul olacaklarını
beyan buyurmuştur.-Allah Teâlâ, onların şu üç halini haber vermiştir:
a)
"Eğer yerde bulunan bütün imkânlara mâlik olsaydı zulmeden kimse, azabtan
kurtulmak için onu mutlaka fidye verirdi'. Fakat bu imkânsızdır. Çünkü artık o,
Kıyamet meydanındadır ve hiçbirşeye mâlik değildir. Nitekim HakTeâlâ, ''Onların
her biri Kıyamet günü O'nun huzuruna tek başına çıkacaktır'1 (Meryem, 95)
buyurmuştur. Bu kimsenin, yeryüzünün bütün hazinelerine sahib olduğu farzedilse
bile, bütün bunları fidye olarak vermesi ona fayda vermez. Çünkü Allah Teâlâ,
"Öyle bir günden korkun ki (o gün) hiç kimseden fidye alınmaz, onlara
yardım da edilmez..."(Bakara,48) buyurur. Yine Hak Teâlâ, o günü
anlatırken; "(O günde) ne bir alış veriş, ne bir dostluk, ne de bir şefaat
vardır"
(Bakara, 254)
buyurmuştur
b)
"Onlar azabı görünce, pişmanlık izhâr ederler." Bil ki ayetteki,
"Pişmanlık izhâr ettiler" ifâdesi, mâzî sîğasındadır. Halbuki
Kıyamet, gelecek zamanda olacak şeylerdendir. Fakat Kıyametin meydana gelmesi
çok kesin olduğu için, Cenâb-ı Allah, gelecekte olacak bu işi, sanki mâzîde
olup bitmiş gibi kabul etmiştir.Bil ki ^J fiili, hem "gizlemek", hem
de "izhâr etmek, göstermek" manasına gelen, ezdâd kelimelerdendir. Bu
kelimenin "gizlemek" manasına gelmesi açıktır. Ama,
"göstermek" manasına gelişi, Araplar'm, bir kimse birşeyi önce
gizleyip, sonra ortaya koyduğunda, "O şeyi gizledi ve açığa çıkardı"
şeklinde söyledikleri deyimden alınmıştır,
[281]
Bunu iyici
kavradığında biz diyoruz ki: Bazı âlimler şöyle demişlerdir: "Bundan
murad, pişmanlıklarını ortaya koymaları değil, gizlemeleridir. Bu gizleyişin
sebepleri
şunlardır:
1) Onlar, bu
şiddetli azabı görünce, şaşkına döndüler ve o esnada pişmanlıklarını gizlemenin
dışında ağlayıp feryad etmediler. Bu tıpkı, asılmaya götürülen kimsenin, hiçbir
kelime konuşamayıp, şaşması ve hayrete düşmesi gibidir.
2) Onlar,
seleflerinden ve kendilerine uyanlardan utanıp, onların azarlamalarından
çekindikleri için pişmanlıklarını gizlediler.
İmdi eğer
"Kıyamet gününün dehşeti, insanın böyle şeyleri düşünmesine manidir.
Öyleyse onlar bunu nasıl yapabilirler?" denirse, biz deriz ki: "Bu
gizleme işi, cehennemde yanmadan önce olur. Fakat onlar ateşe girip
yandıklarında, artık pişmanlıklarını gizlemeyi bırakıp, izhâr ederler. Bunun
delili, "Onlar, "Ey Rabbimiz, bedbahtlığımız (şekâvetimiz) bize gâlib
geldi.." dediler"winûn, 106) ayetidir.
3) Onlar, bu
pişmanlık hususunda Allah'a karşı hâlis oldukları için, bunu (diğer
insanlardan) gizlediler. Nitekim ihlasla duâ eden kimse de, duasını gizli
yapar. Bu manaya göre ayette, onlarla ve onların bu ihlâslarıyla alay etme
vardır. Çünkü onlar o ihlâsı, zamanında yapmadılar. Dolayısıyla da şimdi o
kendilerine fayda vermedi. Halbuki
onların görevi, bu
samimiyyeti, mükellef
oldukları zaman dünyada göstermeleri idi.
Ayetteki eserrû
fiilini, "izhâr etme, gösterme" manasına alanların görüşü açıktır.
Buna göre o kâfirler, reisliklerini (Koltuklarını) korumak için, dünyada iken
kâfirlikleri ve fâsıklıklarına karşı duydukları pişmanlığı gizlemişlerdi. Ama
Kıyamette, bu gayeleri ortadan kalkmıştır ve dolayısıyla da pişmanlıklarını
ortaya koymuşlardır.
c)
"Aralarında adaletle hükmolunacak da asla zulme maruz kalmayacaklardır'.'
Denildi ki, "mü'minlerle kâfirler arasında hükmolunacaktır." Yine
denildi ki: "Reis olanlarla, onlara tabî olanlar arasında
hükmolunacaktır." Bunun, "Başlarına ceza indirmek suretiyle,
kâfirlerin arasında hükmolunur" manasında olduğu da söylenmiştir.
Bil ki kâfirler, her
nekadar azabta müşterek iseler de mutlaka aralarında Allah Teâlâ'nın hükmetmesi
gerekir. Çünkü dünyada iken zalimlerin, birbirine de zulmedip hainlik etmeleri
imkânsız değildir. Binâenaleyh bu hükmetmede, bazılarının azabının
hafifletilmesi, bazılarının da ağırlaştırılması söz konusu olmuş olur. Fakat
adalet, mazlumun âhını zâlimden almayı gerektirir. Bunun da yolu, mazlumun
azabının hafifletilip, zalimin azabının ağırlaştırılmasıdır.
[282]
"Haberiniz olsun
ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi şüphesiz Allah'ındır. Haberiniz
olsun ki Allah'ın vaadi şüphesiz haktır. Fakat onların çoğu bunu bilmez. O, hem
diriltir, hem Öldürür. Hepiniz ancak O'na döndürüleceksiniz " (Yûnus,
55-56).
[283]
Bil ki bazı âlimler,
bu ayetin kendinden öncekiler ile münasebeti hususunda şöyle demişlerdir:
"Allah Teâlâ, önceki ayette, "Zulmeden herkes, eğer yerde bulunan
bütün imkânlara mâlik olsaydı, azabtan kurtulmak için onu mutlaka fidye
verirdi" buyurmuştur. Bu ayette de, zâlimin (Kıyamette) fidye olarak
vereceği hiçbir şeyi olmadığını belirtmiştir. Çünkü herşey Allah'ın mülkü ve
milkidir."
Bil ki bu, güzel bir
ilgidir. Fakat daha güzeli, şöyle bir ilginin bulunmasıdır: İnsanların kısım
kısım olduğunu söylemiştik. Bazı insanların, iknâî delillerden istifâdeleri,
aklî delillerden istifâdelerinden daha çoktur. Muhakkik âlimler, iknâî
delillere iltifat etmezler. Onların dayanakları, açık ve kesin deliller ve
burhanlardır. Binâenaleyh Allah Teâlâ, kâfirlerin, "O (azab) bir gerçek
mi?" dediklerini nakledince, Peygamberine, "Evet, Rabbime andederim
ki..." demesini emretmiştir ki, bu da iknâî delillerdendir. Binâenaleyh
Cenâb-ı Hak, bu ayetinin peşine, onun doğruluğuna kesin olarak delâlet eden
akli delili getirmiştir.
[284]
Bu delilin izahı da
şöyledir: Nübüvvetin ve ahiretin doğruluğuna dâir hüküm, kadir ve hakîm bir
ilâhın varlığına ve O'nun dışındaki herşeyin O'nun mülkü ve rnilki olmasına
dayanır. Hak Teâlâ işte bu hususu, "Haberiniz olsun ki göklerde ve yerde
ne varsa hepsi şüphesiz Allah'ındır" ayetiyle beyan etmiş,bu hükmün
doğruluğuna dâir başka delil getirmemiştir. Zira Allah Teâlâ, bu delillerin
izahını, bu sûrede geçen şu ayetlerde tafsilatlı olarak yapmıştır: "Gece
ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, göklerde ve yerde Allah'ın yarattığı
şeylerde (...) elbet nice ayetler vardır" (Yûnus, ey, ''Güneşi ziyah, ayı
nurlu yapan ve ona menziller ta'yin eden O'dur" (Yûnus. 5). Bu kesin
deliller daha önce geçmiş olduğu için. Cenâb-ı Hak tefsir ettiğimiz ayette bu
kadarla yetinmiş ve âlemdeki bitki, canlı, beden, rûh, karanlık ve aydınlığın
kendi mülkü ve milki olduğunu belirtmiştir. Durum böyle olduğu zaman O, bütün
mümkinâta kadirdir, bütün malûmatı bilir, her türlü ihtiyaçtan müstağnidir,
yine her türlü noksanlık ve eksiklikten berîdir. Şu halde O, bütün mümkinâta
kadir olduğu için, dünya ve âhirette düşmanlarının başına azab indirmeye,
dostlarına rahmeti ulaştırmaya, Resulünü katî deliller ve açık mucizelerle
desteklemeye ve Resulünün durumunu yüceltip, dinini ortaya koymaya, şeriatını
kuvvetlendirmeye de kadir olur. O, bütün bunlara kadir olunca,risaletle istihza
ve taaccüb etmek batıl olur. O, noksanlıklardan ve kusurlardan berî olunca,
verdiği sözden caymaktan ve yalan söylemekten münezzeh olur. O'nun vaadettiği
şey mutlaka meydana gelir. Bu son hüküm, biz 'Allah Teâlâ, kullarının
maslahatlarını gözetmez" dediğimiz zaman söz konusu olur. Ama, "Allah
Teâlâ kullarının maslahatlarını gözetir" dediğimiz zaman, şöyle söyleriz:
"Yalan, akıllı kimselerden, ancak ya âciz olmasından, ya cehaletinden,
yahut da ihtiyacından ötürü sâdır olur. Hak Sübhânehû ve Teâlâ, bütün bunlardan
münezzeh olunca. O'nun yalan söylemesi imkânsız olur. Binâenaleyh O, kâfirlerin
başına bir azabın ineceğini, hasrın ve neşrin (dirilmenin) gerçekleşeceğini
haber vermişse, o şeylerin olacağına kesinkes inanmak gerekir. Yaptığımız bu
açıklama ile, "Haberiniz olsun ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi
şüphesiz Allah 'indir" ayetinin, "Haberiniz olsun ki Allah )n \?a 'di
şüphesiz haktır" buyruğunun doğruluğuna kesinkes inanmayı gerektiren bir
mukaddime olduğu sabit olmuş olur.
Cenâb-ı Hak daha sonra
'Takat onların çoğu (bunu) bilmez" buyurmuştur. Bu, "Onlar,
delillerden habersiz olarak, işlerin dış görünüşlerine aldanmışlar ve bu
sebeble de bu bilgilerden mahrum kalmışlardır" demektir.
Daha sonra, Hak Teâlâ,
bu delilleri te'kid ederek, öyory "O. hem diriltir, hem öldürür. Hepiniz
ancak O'na döndürüleceksiniz" buyurur. Bu, şu manayadır: "Cenâb-ı Hak
birinci defada yaratıp hayat vermeye kadir olduğuna göre, onları öldürdüğünde
de, ikinci kez diriltmeye de kadir olmalıdır." Böylece bu
anlattıklarımızla, Allah Teâlâ'nın, Peygamberine: "Evet. Rabbime andoisun
ki." (Yûnus. 53) demesini emrettiği, daha sonra buna o kesin delilleri
eklediği anlaşılmış olur.
Bil ki ayetteki,
"Haberiniz olsun ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi şüphesiz
Allah'ındır" ifâdesinde bir başka incelik daha vardır. Odaayet-i kerimenin
başındaki elâ "Haberiniz olsun ki" kelimesidir. Çünkü bu kelime ancak
gafillerin dikkatini çekmek ve uyuyanları (gaflet) uykusundan uyandırmak için
kullanılır. Âlemdeki insanlar, zahirî sebeblerle uğraşırlar ve "şu bahçe
padişahın, şu ev vezirin, şu köle Zeyd'in, şu cariye de Amr'ın" derler ve
her şeyi bir kimseye mal ederler. İnsanlar, cehalet ve gaflet uykusuna iyice
daldıkları için, bu izafe edişlerin doğru olduğunu zannederler. İşte bu
sebeble, Hak Teâlâ, o uyku ve gaflet içinde olanlara "Haberiniz olsun ki
göklerde ve yerde ne varsa hepsi şüphesiz Allah'ındır" buyr.uğu ile
seslenmiştir. Bu böyledir, çünkü Hak olan bir ve tek'in dışında kalan
varlıkların, zatları gereği "mümkin" oldukları ve mümkin varlıkların,
ya doğrudan, yahut da dolayısıyla zâtı gereği vâcib (vâcibu'l-vücûd) olana
varıp dayandıkları sabit olunca, O'nun dışındaki herşeyin O'nun mülkü ve milki
oldukları sabit olmuş olur. Durum böyle olunca O'nun dışındaki varlıkların,
gerçekte bir mülkü olmadığı ortaya çıkar. Mahlükatın (insanların) çoğu, bu
incelikleri bilmekten gafil ve habersiz olduğu için, onlardan bir kısmt olsun,
cehalet ve dalâlet uykusundan belki uyanır diye, Resulüne (s.a.s) böyle
seslenmesini emretmiştir.
[285]
"Ey insanlar,
size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerde olan dertlere bir şifâ, müminler için
bir hidayet ve rahmet gelmiştir. De ki: "Ancak Allah'ın fazlı ile
rahmetiyle işte yalnız bunlarla sevinsinler. Bu, onların toplayıp
durduklarından
hayırlıdır" (Yûnus, 57-56).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[286]
Peygamberlerin,
peygamberliklerini isbâtın yolu şu iki şeydir:
Birincisi, şöyle
dememizdir: "Şu şahıs peygamberlik
iddiasında bulundu ve onun elinde bir mucize zuhur etti.
Böyle olan herkes,
Allah katından gönderilmiş, hak ve doğru bir peygamber olur!' İşte bu yolu
Allah Teâlâ, bu sûrede, "Bu Kur'ân Allah 'mdır. Başkasının uydurması
değildir. O kitap, ancak kendinden evvelki kitapları tasdik eder ve o kitabı
tafsîi eder. Onda şüphe edilecek hiçbirşey yoktur. O, âlemlerin Rabbindendir.
Yoksa "Onu (peygamber) kendiliğinden uydurdu?" mu diyorlar. De ki:
"Öyleyse, eğer doğru söylüyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre getirin.
Allah'dan başka, çağırabileceğiniz kim varsa onları da yardıma çağırın"
(Yûnus, 37-38) ayetlerinde en güzel bir şekilde izah etmiştir. Biz, o ayetlerin
tefsîrinde, dinî kuvvetlendirecek, yakını imanı doğuracak, her türlü şekk ile
şüpheyi giderecek ve bütün cehaletlerle sapıklıkları temizleyecek izahlar
yaptık.
İkincisi: Biz
aklımızla, gerçek itikâdtn ve sâlih amelin ne olduğunu bilebiliriz. Binâenaleyh
gelip de, halkı hak inanca ve sâlih amele davet eden, insanları bunlara
sevkeden ve kendisinde insanları küfürden imana, batıi itikaddan hak itikada;
dünyaya bağlayan işlerden, ahirete bağlayan amellere nakletme kuvveti olan
kimse, hak, sâdık ve musaddak bir peygamberdir. Bunu şöyle izah edebiliriz:
İnsanlara çeşitli noksanlıklar, cehaletler ve dünya sevgisi hâkimdir. İnsanın
mutluluğunun, ancak gerçek inanç ve salih amel ile elde edileceğini aklımızla
bilir anlarız. Bunun neticesi şuna varır: Dünyaya karşı nefretini ve âhirete
karşı rağbetini artıran'herşey amel-i Salih'tir. Bunun zıddı olan herşey ise,
boş ve günah olan ameldir. Durum böyle olduğu için insanlar, güçlü, ruhu
aydınlık, karakteri yüce, kâmil bir insana muhtaçtırlar ve o kâmil insan,
noksan ve kusurlu olanları, noksanlık makamından kemâl (olgunluk) makamına
götürebilecek güçte olur ki, işte peygamber O'dur.
Velhasıl insanlar üç
kısımdır:
a) Nakıs (kusurlu) olanlar.
b) Nakıs insanları kemâle erdirmeye kadir
olamayan kâmil kimseler,ve
c) Nakıs kimseleri kemâle erdirmeye kadir olan
kâmiller.
Birinci kısım,
insanların çoğunluğudur. İkinci kısım, velilerdir. Üçüncü kısım da,
peygamberlerdir,
Nakıs kimseleri,
noksanlıktan kemâl derecesine götürmeye kadir olmanın derece ve mertebeleri de
farklı olduğu için, peygamberlerin dereceleri de, nübüvvetlerinin kuvvetine
göre farklı farklıdır. İşte bu incelikten ötürü Hz. Peygamber (s.a.s) "Ümmetimin
âlimleri, Isrâiloğullarınm peygamberleri gibidir
[287] buyurmuştur.
Bu mukaddimeyi iyice
anladığında biz deriz ki: Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'in nübüvvetinin
doğruluğunu, mucize yoluyla beyân edince, bu ayette de onun peygamberliğini
ikinci yolla beyân etmiştir. Bu yol, nübüvvetin doğruluğunu ortaya koyup,
mâhiyetini belirleyen yoldur. O halde mucize ile istidlal, mantıkçıların
burhân-t innî adını verdikleri şeydir. Bu yol ise, mantıkçıların "burhân-ı
limmî"[288] adını verdikleri yoldur
ki, bu daha kıymetli, daha yüce, daha mükemmel ve daha üstün olandır.
[289]
Bil ki Allah Teâlâ,
Kur'ân-ı Kerim'i bu ayette şu dört vasıfla nitelemiştir:
a) O, 'Allah
katından bir "mev'iza" (öğüt)tür,
b) O, kalblerdeki hastalıklara bir
"şifâ"dır.
c) "Hidayef'tir.
d)
Mü'minlere "rahmef'tir.
[290]
Bu sıfatların mutlaka
belli birtakım incelikleri vardır: Binâenaleyh biz deriz ki: Ruhlar, bedenlerle
alâka kurunca, bu alâka, ruhun bedene karşı duyduğu tabiî bir aşk sebebiyle
olur. Sonra rûh cevheri, bedenler âleminin arzu duyduğu ve güzel gördüğü
şeylerden, beş duyu vasıtasıyla istifâde eder. Rûh bunlara alışır, ülfet eder
ve bunları alışkanlık haline getirir. Hissi alakalar ve bedenî hadiseler de,
kendi vasıtasıyla kuvvet bulduğu için akıl nurunun en son derecede tahakkuk
edeceği malumdur. Binâenaleyh bu gark (ruhun bedenî hazlara dalması), rûh
cevherinde bâttl inançların ve kötü huyların tahakkukuna sebeb olur. İşte bütün
bu haller, rûh cevherinin şiddetli hastalıkları demektir. Binâenaleyh bu
hastalıklar için, ehil bir doktorun olması gerekir. Çünkü şiddetli hastalıklara
düşen kimseye, isabetli ilaçlar ile müdâhale edecek ehil bir doktor
rastlamazsa, o mutlaka ölür. Şayet böyle bir doktor rastlar ve beden de o
ilaçları kabul ederse, çoğu kez iyileşme gerçekleşir ve hastalık zail olur.
Bunu iyice
kavradığında, biz deriz ki: Hz. Muhammed (s.a.s.), hazık (ehil) bir doktor,
Kur'an-ı Kerim de, terkibi ile kalb hastalıklarına faydalı olan bütün ilaçlar
gibi olmuş olur. Sonra doktor hastanın yanına vardığında, hastaya karşı şu dört
merhaleli müdâhalesi vardır:
Birinci mertebe:
Doktor,hastasını, uygun olmayan şeyleri alıp yemekten men eder ve ona,
hastalığa yakalanmasına sebeb olan o şeylerden kaçınmasını emreder ki işte buna
"mev'iza" (öğüt) denir. Çünkü va'z'ın hikmeti, insanı Allah'ın
rızasından uzaklaştıracak herşeyden alıkoyup, kalbini Allah'dan başkası ile
meşgul eden herşeyden men etmektir.
İkinci mertebe: Bu,
şifâ mertebesidir. Bu, doktorun hastasına, hastalığa sebeb olan o bozuk şeyleri
içinden söküp atacak ilaçlar içirmesidir. İşte tıpkt bunun gibi peygamberler
de, insanları, mahzurlu şeyleri işlemekten men ettiklerinde, insanların
zahirleri, uygun olmayan şeyleri yapmaktan temizlenmiş olur. Bu durumda
peygamberler onlara, içlerini (bâtınlarını) temizlemeyi de emrederler. Bu da,
kötü huyları giderip, iyi huylar elde etme hususunda insanın mücâdele ve
mücâhede yapmasıyla olur. Bunların ilki, Hak Teâlâ'nın: "Şüphesiz ki Allah
adaleti, iyiliği ve akrabaya vermeyi emreder. Fuhşiyatı. taşkınlıkları,
münkeri, zulüm ve tecavüzü nehyeder" (Nam. 90) ayetinde bahsolunan
hususlardır. Bu böyledir. Çünkü, bozuk inançların ve kötü ahlâkın, hastalıklar
gibi olduğunu söylemiştik. Binâenaleyh bunlar zail olduğunda, kalb şifâ bulur
ve rûh cevheri, melekût âlemini seyretmeye manî olan kir ve pasların tamamından
temizlenmiş olur.
Üçüncü mertebe: Bu,
hidayetin gerçekleşmesidir. Bu mertebe, ancak, ikinci mertebeden sonra elde
edilir. Çünkü insanın rûh cevheri, kutsi cilalan ve ilâhî ziyaları kabul eder.
Rahmetin kaynağı, umûmîdir ve hiç kesilmez. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) "Ömrünüzün bazı günlerinde Rabbinizin
nefhalan (rahmet esintileri) olur. Onlara hedef ol(maya çalışın}"[291]
buyurmuştur.
Hem sonra vermemek, ya
acizlikten, ya cahillikten, ya da cimrilikten ötürü olur. Bütün bunlar, Allah
hakkında imkânsızdır. Binâenaleyh Allah'ın vermeyeceğini düşünmek imkânsızdır.
İşte buna göre. o ruhî ziyaların meydana gelmesi, ancak bozuk inançlardan ve
karekteri, karanlığın karakteri olan kötü ahlâktan ötürü olur. Karanlık
bulunduğunda, aydınlığın bulunması imkânsızdır. Dolayısıyla karanlığı
gerektiren sebebler zail olduğunda, aydınlığın engelleri de zail olup ortadan
kalkmış olur ve bu durumda, kudsî alemin ziyasının, kudsî nefis cevherinde
tahakkuk etmesi gerekir. İşte bu ışık, hidayettir. Bu hal gerçekleşince, nefis,
melekût âleminin nakışlarının üzerine işlenip, ilâhî kudsiyetin üzerinde
tecellî ettiği bir hale girer. Bu mertebelerin ilki, Hak Teâlâ'nın, "£y
itminâne ermiş rûh, sen O'ndan razı, O senden râzt olarak, dön
Rabbine"{Fecr,27-28) ayetinde; ortası, "Hepiniz Allah'a kaçın"
(.z&nyat, 50) ayetinde; sonuncusu "Allah" de ve sonra onları
bırak, daldıkları batakta oynayadursunlar" (Enam, 9i) ayetinde; hepsi
birden de, "Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır. Her iş Ona döndürülüp
götürülür. Öyle ise O'na ibadet et. O'na tevekkül et. Senin Rabbin, yapmakta
olduğunuz şeylerden habersiz değildir 123) ayetinde bahsedilen hususlardır. Bu
ayetlerin açıklamaları, inşaallah yerlerinde gelecektir. İşte bu mertebe,
Cenâb-ı Hakk'tn buyruğu ile murad edilendir.
Dördüncü mertebe: Bu,
nefsin nuru, nakıs olanların ruhlarına, tıpkı, güneşin cevherinin nurunun,
âlemin kütlelerine fezeyan etmesi gibi, füyuzâtta bulunacak bir biçimde, bu
rûhânî derece ve rabbani basamağa baliğ olması demektir. İşte Cenâb-ı Hakk'ın,
"mü'minler için bir rahmet" tavsifinden maksat budur. Bu mâna,
mü'minlere tahsis edilmiştir. Zira, inatçı kulların ruhları, peygamberlerin
ruhlarının nurlarından ziyâlanamaz. Güneşten gelen ışığı alabilen cisim,
yönü" güneşin yönüne karşı olan cisimdir. Bu tekabül etme işi bulunmazsa,
güneşin ışığı, o cisme düşmez. İşte tıpkı bunun gibi, pâk olan peygamberlerin
ruhlarının himmetine yönelmeyen her rûh, onların nurlarından istifâde edemez ve
o kudsî tertemiz ruhların etkileri, o ruhlara ulaşmaz.
Güneş yuvarlağının
karşısında olmayan cisimlerin, bu güneşin karşısında bulunmadaki uzaklık
hususunda derecelerinin farklı farklı olup, o cisimlerin, güneş yuvarlağına
tekabül etmedeki uzaklığın son noktasına varıp dayanıncaya kadar, bu uzaklığın
derecelerinin gitgide art m ası, böylece de geriye sırf karanlığın kalması
gibi, peygamberlerin ruhlarından o nurları almak hususunda da. insanların
ruhlarının dereceleri farklı farklıdır. Bu farklılık, zulmeti en ileri raddeye
varmış, bedbahtlığı büyümüş, fasit insanlar ve kötü huylar hususunda varılabilecek
en uzak noktaya ulaşmış bir nefse ulaşır, vasıl olur. Netice olarak diyebiliriz
ki, ayette geçen Vtey "mev'izâ (öğüt)" ifâdesi, insanların
zahirlerini, uygun olmayan şeylerden temizlemeye bir işaret olur ki, bu,
"şeriaf'tir. "Şifa" kelimesi, ruhları, bozuk insanlardan ve kötü
huylardan temizlemeye bir işarettir ki, bu "tarikaf'tır. "hidâyet
rehberi" kelimesi, Hakk'ın nurunun, sıddîklann kalbinde zuhur etmesine
işarettir ki, bu "hakîkaf'tir ve rahme ("rahmet") kelimesi de. o
nurun, kemâl ve aydınlık hususunda, nakıs insanları kemâle erdirecek bir
noktaya ulaştığına bir işaret olur ki, bu da "nübüwet"tir. İşte bütün
bunlar bu Kur'ânî lafızlarla, kendisine işaret olunan, önce geçenin sonraya
bırakılması; sonra gelenin öne alınması mümkün olmayan birtakım aklî dereceler
ve burhanı mertebelerdir.
Allah Teâlâ, bu
ayette, bu ilâhî yüce sırlara dikkat çekince,
"Deki: "Ancak Allah'ın fazlı ile, rahmetimle, işte yalnız
bunlarla sevinsinler. Bu,1 onların toplayıp durduklarından hayırlıdır"
buyurmuştur. Bundan maksad da, İslâm feylesoflarının tesbit etmiş olduğu
"rûhânî mutluluklar, maddî mutluluklardan daha üstündür" şeklindeki
görüşlerine bir işaret olmuş olur ki bu husus, bu kitabın pekçok yerinde, bu
manâyı iyice ortaya koyacak bir biçimde geçmişti. Binâenaleyh, bunu
tekrarlamanın faydası yoktur. Şimdilik söyleyeceklerimiz tamamlanmıştır.
[292]
Bu ifâdenin takdiri,
şeklindedir. Daha sonra ikinci kez Cenâb-ı Hak diyerek, Yahız febizâlike
ifadesiyle tekrar Allah'ın fadl ve rahmetine işarette bujunmuştur ki, bu tekîd
içindir. Hem, Allah'ın ly-yLü dU-ü buyruğu hasr ifâde eder. Yani, "İnsanın
ancak bununla sevinmesi gerekir" demektir.
Bil ki bu söz şu iki
şeye delâlet eder.
[293]
a) İnsanın,
maddî halterden, herhangi bir şey ile sevinmemesi gerektiğine, bunun böyle
olduğunu da şunlar gösterir:
1) Muhakkik
alimlerden bir grup kimse, "Maddî lezzetlerin manası, sadece elemleri
gidermektir. Yokluk olan şeyle de, sevinilemez.
2) Bu
lezzetlerin olumlu birtakım sıfatlar olması durumunda bile, bunlar, birkaç
yönden manevîdirler:
Birincisi: O
sıfatların elemlerinden zarar görmek, lezzetlerinden istifâde etmekten daha
kuvvetlidir. Baksana maddî lezzetlerin en kuvvetlisi, cima lezzetidir. Bundan
duyulan hazzın, kulunç (kramp) ve diğer kuvvetli acılardan duyulan zarardan
daha az olduğunda şüphe yoktur.
İkincisi: Cismanî
lezzetlerin söz konusu olduğu yerler azdır. Çünkü, o cismanî lezzetleri elde
etmek, ancak şu iki yol ile mümkündür: Yani, mideyi doyurma lezzeti ve cima
lezzeti. Ama, elemlere gelince, insan bedeninin her parçasında, bir başka çeşit
elem vardır ve bu elemlerden her bir çeşidinin, başka bir çeşitte bulunmayan
özelliği bulunmaktadır.
Üçüncüsü: Maddî
lezzetler, kesinlikle arı-duru olmayıp, aksine pekçok kötülükle karışık ve
içiçedirler. Şayet, yemek ve cinsî münasebet lezzetinin meydana gelmesinde,
onların öncesinde ve sonrasında nefsi yorma olmasaydı, bu kâfi gelirdi.
Dördüncüsü: Maddî
lezzetler, devamlı olamazlar. Her ne zaman, kendilerinden daha fazta lezzet
alınırsa, onların elden kaçırılması korkusundan ileri gelen tehassür ve
üzüntüler de, o nisbette daha çok ve güçlü olur. İşte bundan dolayı Ma'arrt,
"Ölüm anındaki hüzün, doğum anında duyulan sevinçten kat kat fazladır"
demiştir.
Çocuğun doğumu anında
duyulan sevincin, ölümünde duyulan hüzne denk olmadığı bilinen bir gerçektir.
Beşincisi: Bulunmaları
halinde, maddî lezzetlerin devamlı olmaları imkânsız olur. Çünkü, yeme lezzeti,
olduğu gibi devam etmez, aksine, açlık lezzetinin yok olması gibi, yemeden
duyulan lezzet zâii olur. Binâenaleyh, o lezzetin devamlı olması imkânsız olur.
Altıncısı: Maddî
lezzetler, âdî birtakım şeylerden duyulan lezzetlerdir. Çünkü bunlar, çabuk
bozulan, değişmeye müsait olan, yumuşak nesnelerde meydana gelen birtakım
keyfiyyetlerdir.
Ama, ruhanî lezzetlere
gelince, bunlar, bütün bu hususlar bakımından maddî lezzetlerin zıddınadır.
Böylece, maddî lezzetlerden duyulan sevincin bâtıl ve boş bir sevinç olduğu;
kâmil olan sevincin ise, rûhanîyyet, kudsî cevher, celâl âlemi ve kibriyâ nuru
ile duyulan ferahlık olduğu sabit olmuş olur.
b) Ruhanî lezzetler
bulunduğunda aklı başında olan kimsenin, o lezzetlerle, birer lezzet oldukları
açısından sevinmemesi; aksine onların Allah'dan ve O'nun lütfü ve rahmetiyle
meydana gelmiş olması açısından sevinmiş olması gerekir. İşte bu incelikten
dolayı, sıddîkler: "Birer nimet olmaları açısından Aflah'ın nimetiyle
sevinenler müşriktirler; ama onların Allah'dan olması bakımından, Allah'ın
nimetleriyle sevinenlerin sevinci, Allah ile, O'nun sebebiyle olmuş olur ki
işte bu, kemâlin zirvesi ve mutluluğun nihâî noktasıdır" demişlerdir. O
halde Cenâb-ı Hakk'ın, emrinin manası, "Onlar, onların birer nimet olması
açısından değil, aksine, Allah'ın lütfü ve rahmeti ile olmaları açısından, o
nimetlerle sevinsinler" şeklinde olur. İşte bunlar, vahiy ve tenzil
aleminden zuhur eden bu lâfızların ihtiva etmiş olduğu yüce sırlardır. Bu
konuda, bizce özetlenebilecek olan şeyler bunlardır. Ama müfessirlere gelince,
onlar, ayetteki "Allah'ın lütfunu İslâm; "rahmef'ini de, Kur'an diye
tefsir etmişlerdir. Nitekim Ebu Saîd et-Hudri: "Allah'ın lütfü Kur'ân,
rahmeti de, O'nun sizi, o Kur'ân'ın ehli kalmasıdır" demiştir.
[294]
Bu ayet tâ ile,
"Sevininiz" şeklinde okunmuştur. Ferrâ şöyle demektedir: "Nitekim,
Zeyd İbn Sabitin, bunu
tâ ile okuduğu ve
onun, bunun manasının, "Ey Muhammed'in ashabı, siz ancak ve ancak
bununla sevinin. Zira bu, kâfirlerin toplayıp biriktirdikleri şeyden daha
hayırlıdır "şeklinde olduğunu söylediği zikredilmiştir!' Ferrâ sözüne
devamla şöyle der: "Bu, Übeyy'irı,"Ancak ve ancak, bununla
sevinin" şeklindeki kıraatine yakın bir kıraattir. Gerek muhatap, gerekse
gaibler için, emirde aslolan, lamın getirilmesidir. Meselâ bu, "kalk, ey
Zeyd" ve "Zeyd kalksın" ifadelen gibidir. Bu böyledir; zira her
iki durumda da emrin hükmü aynıdır. Ancak ne var ki Araplar, çok kullanıldığı
için, emredilen muhataplardan lamı hazfetmişler ve meselâ, kendisiyle söze
başlamak mümkün olsun diye tâ'yı da hazfederek, başına bir vasi elifi
getirmişlerdir. Meselâ bu, "vur" ve "öldür" misallerinde
olduğu gibidir. Kisâî onların, şeklindeki okuyuşlarını kınardı; çünkü o, bu
kullanılışın az olduğunu tesbit etmiş, bu sebeple de bunu bir kusur saymıştı.
Fakat aslolan budur. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, bazı muhataplara,
"saflarınızı tutunuz" manasını kastederek ıİ&Uoi lj-^^, dediği
rivayet edilmiştir."
Bütün bunfar.
Ferra'nın sözleridir. Tâ ile olmak üzere bu kelime de de okunmuştur. Bunun
izahı şudur:
şeklin[295]
Bunun izahf şudur:
Allah Teâlâ, bu ayetle, hem muhatapları, hem de gaibleri kasdetmiştir. Ancak ne
var ki o, tıpkı müzekkerliğin müennesliğe tağllb edilmesi (galib kılınması)
gibi. muhatapları gaibe tağlib etmiştir. Böylece o sanki, mü'minleri
kastetmiştir. Dilciler de bunun böyle olduğunu söylemişlerdir. Ancak burada,
aklî bir incelik vardır ki o da şudur: İnşanda, onu, Allah'ın hizmetine davet
eden ve gayblar âlemi ile ruhanî derecelerle ilgil kurmaya çağıran bir özellik
bulunduğu gibi, yine onda, onu hisler, cisimler ve maddî lezzetler âlemine
davet eden başka bir özellik daha vardır. Ruh, bedene bağlı kaldığı sürece,
maddeyi sevmekten ve maddî lezzetlerin peşine düşmekten vazgeçmez. Buna göre
Cenâb-ı Hak sanki, sıddtk ve arif kişilere hitâb ederek şöyle demiştir:
"Aklî ilahî hadiseler ile, maddî nefsanî hadiseler arasında bir husumet
meydana gelmiştir. Tercih, akla aittir. Zira akıl, Allah'ın fadlına ve
rahmetine: nefis ise, dünyanın ve onun şehvetlerinin cem edilmesine çağırır.
Halbuki Allah'ın fadlı ve rahmeti, sizin için, dünyadan toplayıp
biriktirdiklerinizden daha hayırlıdır. Çünkü âhiret, daha hayırlı ve bakîdir.
Böyle olan şey ise, istenmeye ve elde edilmeye daha lâyıktır."
[296]
"De ki:
"Allah 'm size indirip de ondan kimini haram, kimini helâl yaptığınız rızıktan ne
haber? Söyleyin bana?" De ki: "Allah mı size izin verdi de öyle yaptınız,
yoksa Allah'a iftira m: ediyorsunuz? Allah'a karşı yalan uydurup duranların
Kıyamet günü kendilerine ne yapılacağını zannediyorlar? Şüphesiz ki Allah,
insanlara lütuf sahibidir. Fakat onların çoğu şükretmezler" (Yûnus,
59-60).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[297]
Bil ki, âlimler, bu
ayetin kendinden öncekilerle münasebeti hususunda çeşitli şeyler söylemişlerdir,
ama ben onların hiçbirini güzel bulmuyorum. Gerçek ilmi Allah katında olmak
kaydıyla, şu anda hatırıma gelen şu iki şeydir:
a) Bu sözün
zikredilmesinin maksadı, nübüvvetin isbâtı hususunda üçüncü yolun zikredilmiş
olmasıdır ki; bunun izahı şudur: Hz. Peygamber (s.a.s) inkarcılara:
"Sizler, bazı şeylerin helâl, bazı şeylerin haram olduğunu söylüyorsunuz.
Şu halde, bu hükmü, siz ya Allah'a iftira ederek söylüyorsunuz, yahut da
Allah'ın hükmünün öyle olduğunu biliyorsunuz" demiştir. Oysa birincisi,
ittifakla batıl olan bir yoldur; geriye sadece ikincisi kalmıştır. Allah
Teâlâ'nın insanlara herhangi bir vasıta olmaksızın hitâb etmediği malumdur. Bu
batıl olunca, bu hükümlerin size, Allah'ın size göndermiş olduğu bir resulün ve
Allah'ın size gönderdiği bir nebînin sözüyle ulaşmış olduğu sabit olur. Sözün
neticesi şudur: "Hepsinin maddî sıfatlar ve menfaatlerde müşterek
oldukları halde, onların bazı şeylerin helâl, bazılarının da haram olduğuna
hükmetmeleri, sizin, nübüvvet ve risâletin doğruluğunu itiraf etmenize delâlet
eder. Durum böyle olunca, daha nasıl oluyor da nübüvveti ve risaleti inkâr
etmek hususunda bu kadar ileri gidebiliyorsunuz?" Ayeti, bahsettiğim bu
manaya hamletmek, güzel ve makûl bir yoldur.
b) Hz.
Peygamber (s.a.s), kendisinin nübüvvetinin doğruluğuna dair pekçok delil
getirip, onların o nübüvveti inkâr hususundaki soru ve şüphelerinin fasit
olduğunu beyan edince, buna onların, şeriatları ve ahkâmları hususundaki
yollarının da bozuk olduğunu beyân etmeyi ilâve etmiş, ve doğruluğuna ne akıl
ne de nakil delâlet etmediği halde, birtakım şeylerin helâl birtakım şeylerin
de haram kılınmasının batıl bir yol ve fasit bir metod olduğunu da beyân
etmiştir ki bundan maksat, münkirlerin, dinleri ve ahkâmları hususundaki metod
ve görüşlerini ibtâl'etmek ve onların, bu hususta herhangi bir şekilde asla hak
üzere olmadıklarını beyan etmektir.
[298]
Onların haram
kıldıkları şeylerden maksat, bahîra, sâibe. vasile ve
hâm gibi hayvanları
haram saymalarıdır (Bk. Maide, 103). Hem, Cenâb-ı Hak,
"Dediler ki: "Bu davarlarla
ekinler haramdır"Bir de (şöyle) dediler: "Şu davarların
karınlarında bulunan yavrular canlı doğarsa sâde erkeklerimiz için helâldir,
kadınlarımıza haram kılınmıştır" (En'am, 138-139) ve ''Allah sekiz çift
yarattı: Koyunlardan iki çift, keçiden de iki çift... "(Enam, 143)
ayetlerinden aynı hususu belirtmiştir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın
"Ondan kimini haram, kimini helâl yaptığınız.,,"(Yûnus,59)ayetidir.
Bu, onlardan daha önce sudur etmiş olan bir şeye işarettir. Halbuki Allah
Teâlâ, onlardan, sadece bunu nakletmiştir. Şu halde, bu sözün bu manaya tevcih
edilmesi gerekir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onlardan bunu nakledince, Resulüne "De ki: "Allah m; size izin
verdi de öyle yaptınız, yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" demesini
emretmiştir. Bu taksimat, makul bir taksimattır. Çünkü bu hükümler, ya
Allah'dan olur veya olmaz. Eğer Allah'tan olursa, ki bu Cenâb-ı Hakk'ın
"Allah mı size izin verdi de öyle yaptınız" buyruğundan anlaşılandır.
Eğer Allah'dan olmazsa, bu da O'nun, "Yoksa Allah'a iftira mı
ediyorsunuz?" buyruğundan anlaşılanda.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
''Allah'a karşı yalan uydurmakta devam ecjgriler kıyamet günü kendilerine, ne
yapılacağını zannediyorlar?" buyurmuştur. Bu cümle, her ne kadar
"isti'lâm" (o zanlarını bildirmelerini isteme) için ise de, bununla,
Allah'a iftira eden kimselerin azabının ne kadar büyük olacağı kasdedilmiştir.
İsa İbn Ömer, bunu fiil sığasında şeklinde okumuştur. Bu "Onlar,.Kıyamet
günü hakkında hangi zanda bulundular?" şeklinde olur. Bu okuyuşa göre bu
ifâde, daha önce de bahsettiğimiz gibi, Kıyamette olacak şeyler her ne kadar
gelecekle ilgili şeyler ise de, fakat onlar, hikmet-i ilâhiyyede, mutlak
surette vukubulacakları için, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak bunları, mazî
sîğasıyla beyan buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, buyurmuştur. Yani, "Allah, onlara akıl vermek, peygamberler göndermek
ve kitaplar indirmek suretiyle insanlara karşı lütufkârdır." "Ama,
onların çoğu şükretmezler." Yani, onlar, Allah'ın delillerini düşünme
hususunda akıllarını kullanmazlar; peygamberlerinin davetlerini kabul etmez ve
Allah'ın kitaplarını dinlemek suretiyle de istifâdede bulunmazlar.
[299]
Cenâb-ı Hakk'ın
buyruğundaki mâ hakkında, şu iki izah yapılabilir:
a) Bu,
ellezî manasında olup reeytum fiifi ile mansûb kılınmıştır.
b) İstifham
olan eyyû (ne?) manasında olup, enzele fiiliyle mansub kılınmıştır. Bu,
Zeccâc'ın görüşüdür. Buna göre, buradaki enzele fiilinin manası, Cenâb-ı
Hakk'ın tıpkı, "Sizin için davarlardan sekiz çift indirdi"
ızümer, ayetinde olduğu gibi,
"yarattı" ve "îcât etti" manasındadır.
Enzele fiilinin,
"yarattı" manasına gelmesi mümkündür. Çünkü, yeryüzündeki bütün
nzıklar, gökten inmiştir. Meselâ, hayvanlar,ekinler vb. gibi. Bütün bunların
var edilmesi, gökten indirme ile olunca, enzele fiili, "yarattı"
manasında kullanılmıştır.
"Sen herhangi bir
işte buiunmayadur ve onun hakkında Kur'ân'dan herhangi bir şey
okumayadur ve sizler de hiçbir iş işlemeyedurun ki, onun içine daldığınız vakit
biz üzerinizde şahit olmayalım!.. Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca birşey
Rabbinden uzak kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha » büyüğü de hariç olmamak
üzere hepsi muhakkak apaçık bir kitaptadır" (Yûnus. 61).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[300]
Bil ki Allah Teâlâ,
Resulüne, kâfirlerin görüşlerinin bozuk olduğuna dair deliller getirmesini; onların
şüphelerine karşı cevap vermesini ve onların eziyyetlerine katlanma
ve(şimdilik) yumuşak davranmasını emretmesine dair sözünü iyice
açıklayınca, sayesinde, itaat edenlerin teselli ve sevinçlerini; günahkârların
da korku ve feryatlarını tamamına erdirecek olan bu kelâmını getirmiştir ki bu,
Cenâb-ı Hakk'ın herkesin amelini ve kalbindeki müsbet ya da menfî anlamdaki
dürtü ve saikleri bilmesidır, bunun beyanıdır. Çünkü insan, çoğu kez kendisinin
emirlere uyduğunu, itaatkâr, zühd ve takva sahibi olduğunu izhar etmeye
çalışır, ama onun içi kötülük ve pisliklerle doludur. Çoğu kez de, bunun aksi
olur. Binâenaleyh, Hak Teâlâ, insanların içlerinde bulunanları bitince bu,
itaatkâr olanlar için sürür nevilerinin; günahkâr olanlar için de tehdit
neviterinin en büyüklerinden olmuş olur.
[301]
Bil ki, Allah Teâlâ,
bu ayetin başında, iki şey hususunda Resulüne hitap edip daha sonra da tek bir
şey hususunda umuma hitab etmiştir. Peygamber (s.a.s)'e tahsis edilen
iki şeyden birincisi; "Sen herhangi bir işte bulunmayadur..."
kısmının, ifâde ettiği husustur. Buradaki mâ inkârt'dir. Şe'n keümesi, hal ve
durum manasında olup, çoğulu şuûn'dur. Nitekim Araplar, "Onun durumu
nasıldır?" manasında derler. Ahfeş de "Sen, "onun gibi
yapmam" manasında dersin" demiştir. Bu hususta şu iki izah
yapılabilir:
a) İbn
Abbas: "CenâtM Hak, iyi amelleri murad ederek, "Ey Muhammed, sen iyi
amellere dair herhangi bir işte bulunmayadur ki" demiştir " derken,
b) Hasan
el-Basrî de: "Ey Muhammed, sen dünya işlerinle oradaki ihtiyaçların
hususunda bir işte bulunmayadur ki" şeklinde açıklamıştır.
İkincisi, Cenâb-ı
Hakk'ın "onun hakkında Kur'ân'dan bir şey okumayadur" ayetinin ifâde
ettiği husustur. Alimler buradaki minhû kelimesindeki zamirin neye râci olduğu
hususunda ihtilâf etmişler ve bu hususta şu üç izahı yapmışlardır:
1) Bu, şe'n
lafzına râcidir. Çünkü Kur'ân okumak, Allah'ın Resulünün işlerinden bir iş
olup, hatta belki de bu, O'nun işlerinin en önemlisidir. Böyle olması halinde
bu, "Sen herhangi bir işte bulunmayadur..." ifâdesinin muhtevasına
girmiş olur. Ancak ne var ki Allah, Kur'ân okumanın ne derece yüce bir mertebeyi
işgal ettiğine dikkat çekmek için, bunu ayrıca zikretmiştir. Bu,
durum,"Meleklerine, resullerine, Cebrail'e, Mikâil'e..."(Bakara.98)
ve "Hani biz Peygamberlerden
mîsaklannı almıştık. Senden de,
Nûh'dan da İbrahim'den
de..." (Ahzâb, 7) ayetlerinde olduğu gibidir. (Yani, önemlerine işaret etmek üzere,
tamîm'den sonra tahsis yapılmıştır.)
2) Bu zamir, ayetteki Kur'ân lafzına râcidir.
Buna göre kelamın takdiri, "Sen Kur'ân'dan bir Kur'ân, yani bir ayet
okumayadur ki" şeklinde olur. Bu mümkündür, zira, "Kur'ân" lafzı,
Kur'ân'ın tamamının ismi olduğu gibi, Kur'an'ın herhangi bir parçasının da
adıdır. "İzmâr kable'z-zikr" {Zamirin merci'i zikredilmeden zamirin
zikredilmesi) de, tazîme delâlet eder.
3) Kelamın
takdirinin "Sen, Allah'dan nazii olan bir Kur'ân (parçası) okumayadur
ki..." şeklinde olmasıdır. Ben diyorum ki, Cenâb-t Hakk'ın, "Sen
herhangi bir işte bulunmayadur; onun hakkında Kur'ân 'dan bir şey
okumayadur..." hitapları Hz. Peygamber (s.a.s)'e tahsis edilen iki
husustur. Ama, O'nun "ve sizler de hiçbir iş işiemeyedurun ki..."
hitabına gelince bu, hem Hz. Peygamber'e, hem de bütün ümmete yöneltilen bir
hitâbtır. Hitabın, önce Hz. Peygamber'e tevcih edilip sonra da ta'mîm
edilmesinin sebebi, "Sen herhangi bir işte bulunmayadur; onun hakkında
Kur'ân'dan bir şey okumayadur... " hitabının zahiren Hz. Peygamber'e
tahsis edilmiş bir hitâb olup, ümmetin de buna dahil olarak, muhatap sayılmış
olmasıdır. Çünkü, kavmin önderine hitâb edildiğinde, topluluk da bu hitaba
dahil olur. Bunun delili İse, "Ey Peygamber, kadınları boşayacağınız
vakit..." (Taiâk, i) ayetidir. Cenâb-ı Hak bu iki hitabı Hz. Peygamber'e
tahsis ettikten sonra, hitabı, üçüncü bir hitâb ile herkese teşmil derek, 'Ve
sizler de hiçbir iş işiemeyedurun ki..." buyurmuştur. Böylece bu ifâde, onların
da ilk iki hitabın muhtevasına dahil olduğuna delâlet etmiştir.
Daha sonra Allah Teâlâ
"Biz üzerinizde şahit olmayalım!.." buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü
Allah Teâlâ herşeye şâhiddir ve her şeyi bilendir. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat'ın
prensiplerine göre durum açıktır. Zira Ehl-i Sünnete göre AHah'dan başka muhdis
(var eden), yaratan ve mûcid yoktur. O halde, kulların fiillerine, zahiri ve
bâtinî amellerine dâir varlık âlemine giren herşey, Allah'ın var etmesi ve
yaratmasıyla meydana gelir. Birşeyi yaratanın, mutlaka onu bilmesi gerekir.
Binâenaleyh Allah Teâlâ'nın herşeyi bilir olması gerekir. Mûtezile'nin
prensiplerine göre ise, Allah Teâlâ hayydır (diridir). Hayy olanın, her türlü
malûmatı bilmesi gerekir. Bu bilmeyi gerektiren şey, Allah Teâlâ'nın zâtıdır. O
halde O'nun zâtının, bilinebilecek şeylerin (malumatın) bazısını bilmeyi
gerektireceğinin söylenmesi, O'nun zâtının, diğer bütün malûmatı bilmeyi
gerektireceğini söylemek gibidir. Binâenaleyh O'nun zâtı, malûmatın bazısını
bilmeyi gerektirince bunun, malûmatın bütününü bilmeyi gerektirmesi îcâb eder.
Böylece Allah Teâlâ'nın bütün malûmatı (herşeyi) bilmiş olduğu sabit olmuş
olur.
Hak Teâlâ'nın
"Onun içine daldığınız vakit... " hitabına gelince; bil ki buradaki
"ifâza", bir işe iyice ve ciddi bir şekilde sarılıp başlama
manasındadır. Nitekim Arapça'da, "Onlar söze daldılar" manasında,
denilir. Yine Arafat'tan bütün cemaatleriyle inip, (Müzdelife'ye)
dağıldıklarında, hacılar hakkında
denilir.
Buna göre şayet,
"Buradaki iz, htne(ozaman) manasındadır. Buna göre ayetin manası,
"(...) Onlar söze daldıkları zaman, bizonların üzerinde şâhidler
olmayalım" şeklindedir. Allah'ın şâhid oluşu, bilmesi, haberdâr olması
manastndadır. Dolayısıyla bu sözden, Allah'ın herşeyi, ancak o şeyler var
olduklarında bildiği neticesi çıkar ki bu yanlıştır?" denilirse, biz deriz
ki: Böyle bir soru, Allah'ın "şahâdeti"nin, ilmi manasına gelmesine
binâendir. Bu ise kabul edilmez. Çünkü "şahadet", ancak şahadet
edilen şey mevcud olduğu zaman söz konusudur. Ama ilme gelince, ilmin, şahadet
edilen husus var olmazdan önce bulunması imkânsız değildir. Bunun delili şudur:
Meselâ, Hz. Peygamber (s.a.s) bize, Zeyd'in yarın birşey yiyeceğini haber
verse, biz o yeme tahakkuk etmeden önce, onun olacağını bilmiş oluruz, ama ona
şahadet ettiğimiz söylenemez. Bil ki bütün bunların neticesi şudur: Hiçbirşey
Allah'ın ilmi dışında kalmaz.
Allah Teâlâ daha
sonra, bu sözünü iyice te'kid ederek: "Neyerde, negökte zerre ağırlığınca
bir şey Rabbinden uzak kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü de hâriç
olmamak üzere hepsi muhakkak apaçık bir kitaptadır" buyurmuştur.
Bu ifâde ile ilgili
birkaç mesele vardır:
[302]
Ya'zubu fiilinin esas
manası, uzaklıktır. Nitekim Arapça'da, yeri uzak olduğu zaman otlak hakkında
denilir. Yine adam develerini uzak bir yere saldığında,
denilir. İnsan, ailesinden uzak kaldığı zaman, adı
verilir. Birşey, insanın bilgisinden uzak olduğunda, "Bu şey, ilmimden uzak" denilir.
[303]
Kisâî, bu kelimeyi, ze
harfinin kesresiyle, ya'zibu şeklinde; diğerleri de
ya'zubu şeklinde, ze'nin
zammesiyle okumuşlardır. Bu fiil, hem şeklinde, hem de şeklinde kullanılır.
[304]
Cenâb-ı Hak,
"zerre ağırlığında..." buyurmuştur. Birşeyin miskâli, ağırlıkça onun
dengi olan şey demektir. Buna göre mana, "zerreye denk
şey..." şeklinde olur. Zerre, küçük karınca manasına olup, müfredi
zerre'dir. Zerre, gerçekten çok hafif olan şey demektir. Ayetteki '"/Ve
yerde ve ne gökte..," deyiminin manası açıktır. Eğer, "Hak Teâlâ,
Sebe' sûresinde, "Hayır, gaybı bilen Rabbime yemin otsun ki. ne göklerde,
ne yerde bir zerre miktarı .O'ndan kaçmaz"(Sebe. 3) buyurduğu halde, niçin
bu ayette yeri gökten önce zikretmiştir?" denilir ise, biz deriz ki:
Göklerin, yeryüzünden önce zikredilmesi gerekir. Fakat Hak Teâlâ bu ayette,
göğün yerdekilerin hallerine ve amellerine şâhid oluşundan bahsedip, daha sonra
da "Hiçbirşey Rabbinden (O'nun ilminden) uzak kalmaz" buyurunca,
yerin gökten önce zikredilmesi uygun olmuştur.
Allah Teâlâ daha
sonra "Bundan daha küçüğü ve daha
büyüğü de hâriç olmamak üzere..." buyurmuştur. Burada iki kıraat vardır.
Hamza. kelimeleri ref ile, asgaru ve ekberu; diğer kıraat imamları da nasb ile
asgara ve ekbere şeklinde okumuşlardır.
Bil ki ayetteki
ifâdesinin takdiri "Rabbinden, zerre miktarı şey, uzak olmaz" şeklindedir.
O halde "miskal" kelimesi. başına min dahil olduğunda, her nekadar
zahiren mecrûr olur ise de, mana bakımından merfû {fail)dir. Binâenaleyh,
atfedilen şey, bunun zahiri üzerine atfedilir ise mecrûr olur. Fakat, asgaru ve
ekberu kelimeleri gayr-ı munsanftır. Dolayısıyla ayette {cerrç niyâbeten)
meftûh olmuş olurlar. Yok eğer bunlar, "miskat" kelimesinin mahalline
atfedilirler ise, merfû olmalılar. Bunun bir benzen de, meselâ bir kimsenin.
"Bana, hiçbir akıllı gelmedi" demesi gibidir. Hak Teâla'nm (Arâi, 59)
ayetindeki "gayr" kelimesi de aynıdır. Şâir de, şöyle demiştir:
"Biz, dağlar
(gibi) de değiliz, demir (gibi) de!.. (Onlargibi hissiz değiliz)." Bunlar,
nahivcilerin yaptığı izahlardır.
Keşşaf sahibi ise,
"Eğer bu şekilde atfetme doğru olsaydı, o zaman ayetin takdiri "Kitapta
olan müstesna, yerde ve gökte olan hiçbirşey Allah'dan uzak olmaz"
şeklinde olurdu. Bu durumda "kitap" (Levh)de olan şeylerin, Allah'ın
ilminden hâriç kalması gerekirdi ki bu yanlıştır" demiştir. Bazı muhakkik
alimler buna şu iki şekilde cevap vermişlerdir:
a) Biz,
ya'zubu kelimesinin, mutlak uzaklık manasına geldiğini açıklamıştık. Bu sabit
olduğuna göre, diyoruz ki: Mahlukât iki kısma ayrılır:
1) Melekler,
gökler ve yer gibi, Allah Teâlâ'nır vasıtasız olarak, doğrudan yarattığı varlıklar.
2) Allah'ın,
bu birinciler vasıtasıyla yarattığı varlıklar. Bu ikinciler, olma ve yokolma
âleminde meydana gelen hâdiselerdir. İkinci kısmın, illet ve malûl
(sebeb-netice) zinciri içerisinde varlıkta, vâcibu'l-vücûdun varlık
mertebesinden U2ak olduğunda şüphe yoktur. O halde, "Ne yerde ne gökte
zerre ağırlığınca birşey Rabbinden uzak kalmaz..." ayeti, şu manadadır:
"Gökte ve yerde, Allah'ın varetme mertebesinden zerre miktarı bir şey
yoktur ki o Kitab-t Mübin'de bulunmamış olsun." Kitab-ı Mübin, Allah'ın
yazmış olduğu ve bütün malumatın kayıtlarını içinde belirlediği kitaptır. Durum
böyle olunca, Allah onları bilmiş ve onların hallerini çepeçevre kuşatmış o!ur.
Bundan maksad ise, "Allah Teâlâ, cüz'iyyatı (detayları) bilmez"
diyenlerin görüşünü reddir. İşte, "Şüphe yok ki biz, neler yapıyor
idiyseniz, hepsini yazdırıyorduk"(Câsiye. 29) ayetiyle kastedilen budur.
b)
ifâdesindeki istisnayı, "fakat" manasına alarak, istisna-i munkatî
yaparız. Buna göre mana, "Ondan uzak olan hiçbirşey yok ki. Kitâb-ı Mübin'de
bulunmasın" şeklinde olur. "Nazm" isimli eserin sahibi, Ebu Ali
el-Cürcânt, bu hususta, şöyle bir başka cevap daha vermiştir: "Hak
Teâlâ'nınbü ayetinde tabirinde, cümle tamamlanmış, sona ermiştir. Daha sonra
ifadesiyle yeni bir cümle başlamıştır ki bu, "O, Kitab-ı Mübin'dedir"
demektir. Araplar illâ edatını, bazan cümlenin
başlangıcında kullanılan atıf
vâvı yerine kullanırlar. Meselâ,
ayetinde kısmının, manasına olması gibi. Yani, "Benim yanımda peygamberler
korkmaz. Fakat zulmeden kimseler müstesna..." (Nemi, 10-11) demektir. Yine
Hak Teâlâ'nın "Ta ki aleyhinize,insanların zâlim olanlarından başkasının
(tutunabileceği) bir hüccet (bahane)
kalmasın..." (Bakara. 150) ayetinde de böyledir.
yani"»>Ut jfjjlj takdirindedir," Bu zorlama ile yapılan
bir izahtır. Keşşaf sahibi buna dördüncü bir izah ile şöyle cevap
verir:"Problem biz ayetteki kelimelerini, miskal kelimesinin ya zahirine,
ya mahalline atfettiğimizde söz konusudur. Fakat biz bunu söylemiyoruz. Ancak,
bu kelimelerin mansûb okunmasının, cinsden hükmü nefyeden lâ edatından
dolayıdır. Merfû okuyuşumuz ise, bunların mübteda; ifâdesinin de haber olmasına
göredir." Bu, Zeccâc'ın tercih ettiği izahtır.
[305]
"Haberiniz olsun
kî Allah'ın velileri için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.
Onlar iman edip, takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da. âhirette de
onlar için müjdeler var. Allah'ın kelimelerinde asla bir değişme söz konusu
değildir, işte bu, en büyük saadetin ta kendisidir. (Yûnus,
62-64).
Bil ki biz, "Sen
herhangi bir işte bulunmayadur ve onun hakkında Kur'ân'dan bir şey
okumayadur..." (Yûnus, ei) ayetinin, itaatkârların kalblerini
kuvvetlendirip, fastklann kalblerini kıran şeylerden olduğunu beyân etmiştik.
İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, bunun peşisıra, muhlis, sâdık ve sıddîkların
halterini açıkladı. Bu haller, işte bu ayette zikrediliyor.
Ayetle ilgili birkaç
mesele bulunmaktadır:
[306]
Bil ki bu ayetin
tefsirinde, "velî"nin kim olduğunu izah etmeye,daha sonra da,
korkunun ve hüznün ondan gideritişini açıklamaya muhtacız. Bundan ötürü diyoruz
ki: "Veli"nin
kim olduğu meselesini, hem Kur'ân, hem hadis, hem eser, hem de akıl gösterir.
Bunun Kur'ân'dan delili,Hak Teâlâ'nın bu ayetteki
"Onlar iman edip,
takvaya ermiş olanlardır" beyanıdır. 'İman etmek" kelimesi nazarî
kuvvetin {tefekkür kuvvetinin) mükemmelliğine, "takvaya ermek" tabiri
de amelî kuvvetin mükemmelliğine işarettir. Burada bir başka husus da, imanın,
ittkad ve amelin toplamına hamledilmesidir. Sonra biz "velî"yi, bütün
bu hususlarda ittikâ sahibi olarak tavsif ederiz. Takva, ilim hududunda olur ve
o hududu aşar. Çünkü Allah'ın celâli, beşer aklının ihata edip kavrayamayacağı
derecede yücedir. Binâenaleyh sıddîk, Allah Teâlâ'yı, celâl sıfatlarından bir
sıfatla tavsif ettiğinde, Allah'ın kemâl ve celâlinin, kendisinin bildiğine
münhasır olmasından tenzih eder. Yine o, Allah'a ibadet ettiğinde Allah'ı,
böylesi bir hizmet ve ibadete layık olmaktan tenzih eder. (Yani O'nun pek çok
mükemmel tarzda yapılacak ibadetlere müstehak olduğunu düşünür.) Böylece o
kimsenin devamlı olarak havf ve takva makamında olmuş olduğu sâbıt ofur.
Veli'nin kim
olduğunun, hadisden delilleri pek çoktur: Hz. Ömer (r.a), Hz. Peygamber
(s.a.s)'in: ''Onlar, aralarında bir akrabalık ve ahp-verecekleri
bir mal olmadığı halde, birbirlerini Allah için seven kimselerdir. Allah'a
yemin olsun ki onlann yüzleri nurdur ve insanlar korkup hiİ2ünlenâikleri zaman,
onlar korkup hüzünlenmezler"[307]
dediğini ve bu ayeti okuduğunu rivayet etmiştir.
Yine, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in: "Onlar öyle insanlardır ki. onları görenler, liah'i
hatırlarlar[308] buyurduğu rivayet
edilmiştir. Muhakkik âlimler şöyle derler: "Bunun sebebi şudur: Onlarda
görülen, huşu ve huzû alâmetlerinden ötürü, bir de Hak Teâlâ onlar hakkında,
"Secde izinden nişanlan yüzlerindedir" (Fetih, 29) buyurduğu için,
onların bütün bakıp müşahede edişleri, ahireti hatırlamaya yöneliktir.
Bunun eserden deliline
gelince, Ebû Bekr el-Esamm şöyle demiştir: "Allah'ın velileri, Allah'ın
aklî deli! ile kendilerini hidayete erdirmeyi deruhte ettiği, kendilerinin de
Allah'a kulluğu ve O'nun yoluna davet etme işini deruhte ettikleri
kişilerdir."
Bunun aklî deliline
gelince, biz diyoruz ki: İştikak ilminde, vâv, lâm ve yâ harflerinin
terkiblerinin yakınlık manasına delâlet ettiği ortadadır. Dolayısıyla, herşeyin
"velî"si, O'na yakın olan demektir. Allah'a mekân ve cihet bakımından
yakın olmak imkânsızdır. O halde ona yaklaşmak, ancak insanın kalbi, Hak
Teâlâ'yı bilmenin nuruna garkolduğunda olur. Bu kimse, baktığında, Allah'ın kudretinin
delillerini görür; dinlediğinde Allah'ın ayetlerini dinler; konuştuğunda,
Allah'ı sena eder; hareket ettiğinde, Allah'a kulluk ve hizmet için hareket
eder, çalışıp çabaladığında, Allah'a taat için çalışıp çabalar. İşte bu şekilde
de, Allah'a son derece yaklaşmış olur. İşte bu şahıs, Allah'ın velîsidir. İnsan
böyle olduğunda, Allah da onun dostu ve velîsi olur. Nitekim Hak Teâlâ,
"Allah imârı edenlerin velîsi (yardımcısı)dır. Onları karanlıklardan nura
çıkarır" (Bakara 257) buyurmuştur. Durumun da böyle olması gerekir. Çünkü
yakınlık, ancak iki taraflı olur.
Kelamcılar şöyle
demişlerdir: "Allah'ın velîsi, delillere dayalı dosdoğru bir inanç içinde
olup. sâlih amellerini şeriata uygun ofarak yapan kimsedir" İşte
"veli"nin kim olduğu hususundaki söz, kısaca budur.
[309]
Cenâb-ı Allah,
velilerden bahsederken "(Onlar)
için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir" buyurmuştur.
Bu ifâde ile ilgili iki bahis var:
Birinci bahis: Korku
ancak gelecekle ilgili olur, yani ileride korkutan bir şeyin meydana
gelmesinden dolayı korkulur. Hüzün ise ancak geçmişte olan birşeyle ilgili
olur. Bu, ya geçmişte insanın hoşuna gitmeyen birşeyin meydana gelmiş
olmasından ötürü, yahut da arzu edip sevdiği bir şeyi elde edememiş olmasından dolayı
olur.
İkinci bahis: Bazı
muhakkikler şöyle demişlerdir: "Veliler için, korku ve hüznün olmamasının
söylenmesi, ya onlar bu dünyada iken olur, yahut ahirette iken olur. Birincisi,
şu sebeplerden ötürü olamaz;
a)
Bu, dünyada olmaz. Çünkü burası, korku ve
keder yurdudur. Hele mü'min, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şu hadislerinde de
buyurduğu gibi, bundan hiç kurtulamaz:
"Dünya, mü'minin (adetâ)
hapishanesi, kâfirin de cennetidir"[310]"Cennet,
zorluklarla (nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle), cehennem de şehevat ile (nefsin
arzuladığı şeylerle) kuşatılmıştır. "[311]
b) Mü'minin, bu dünyadaki yaşantısı, sıkıntısız
olsa bile, o âhiret hakkında fazlasıyla
endişe duymaktan ve
Allah'a taatını hakkıyla
yerine getiremediği düşüncesinden
dolayı, kederden uzak olamaz. Şu halde onun dünyada, korkusuz ve hüzünsüz
olması söz konusu olmadığına göre, ayetteki, "Onlar için hiçbir korku
yoktur. Onlar mahzun da olacak değiller" beyanını, ahiretle ilgili kılmak
gerekir. İşte bu, doğru bir sözdür.
Bazı arifler şöyle
demişlerdir: "Velayet (velîlik), yakınlık demektir. O halde Allah'ın
velisi, Allah'a çok yakın olan kimsedir." Bu izahı biz, "Allah'dan
başka hiçbirşey kalbine gelmeyecek şekilde, insanın marifetullah'a
garkolması" diye açıklamıştık. İşte bu durumda tam velilik tahakkuk eder.
Ne zaman bu hal tahakkuk etse, bu halin sahibi hiçbir şeyden korkmaz ve hiçbir
şeye üzülmez. Zaten aksi nasıl düşünülebilir ki? Birşeyden korkma ve birşeye
üzülme, ancak o şey hissedildikten sonra olur. Halbuki Allah'ın celâl nuruna
dalmış olan kimse, Allah'ın dışındaki herşeyden bî-haberdir. Dolayısıyla onun
için, ne bir korku, ne de bir hüzün söz konusudur. İşte bu son derece yüce bir
derecedir ki onu tadmayan bilemez. Sonra insandan bu hal zail olunca, diğer
insanlarda olduğu gibi, maddî-dünyevî haller sebebiyle ona korku, hüzün, ümid
ve arzu halleri de gelebilir.
Duyduğuma göre İbrahim
el-Havâs. beraberinde bir müridi olduğu halde, çölde bulunuyordu. Gecenin
birinde, kendisine çok kuvvetli (manevi) bir hal ve tam bir keşif zuhur etmişti
Yanına yırtıcı hayvanlar gelip yanıbaşında durdukları halde, kendisi, hiç
istifini bozmadan yerinde oturmaya devam etti. Müridi ise, onlardan korkup, bir
ağacın tepesine tırmanmıştı. Oysa şeyh, o canavarlardan hiç korkmamıştı. Sabah
olup, bu hal kendisinden zail olunca, ikinci geceye girdiklerinde bir
sivrisinek eline konunca bundan ötürü yakınmıştı. Bunun üzerine mürid, "Bu
hal, önceki hal ile nasıl uyuşur?" eleyince de, o: "Dün geceki yüke
tahammül edebilmemiz, imdadımıza gelen gaybî kuvvet sayesinde idi. Bu imdad
zail olunca Allah'ın en zayıf mahlûku olurum" demişti.
[312]
Muhakkik âlimlerin
çoğu "Kıyamet meydanında, mükâfat ehli için bir korku söz konusu değildir" demişler
ve görüşlerine hem "Haberiniz olsun ki Allah 'm velileri için
hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir"
ayetini, hem de ""O en büyük korku bunları asla tasaya
düşürmez.."(Enbiya. 103) ayetini delil getirmişlerdir. Yine onlar,
"Kıyamet, mükâfaat ve ceza yurdudur. Dolayısıyla onlara, korku verilmesi
uygun düşmez" demişlerdir. Bazıları, Kıyamette çeşitli korkuların
olacağını söylemiş ve bu hususta delil olarak bazı hadisler de zikretmişlerdir.
Ama Kur'ân'ın zahiri, haber-i vâhidden evlâdır.
Hak Teâlâ'nın öya
"Onlar iman edip, takvaya ermiş olanlardır" buyruğu ile ilgili şu üç
izah yapılmıştır:
a) Ellezîne kelimesi "evliya"
kelimesinin sıfatı olarak, (mahallen) mansubtur.
b) Bu kelime, medh üzere mansubtur.
c)
Mübtedâ olarak merfû olup haberi, kısmıdır.
[313]
Hak Teâlâ'nın
"Dünya hayatında da. âhirette de onlar için müjdeler var" ifâdesi ile
ilgili bazıgörüşler vardır. Şöyle ki:
1) Bu
müjdeden maksad, sâlih rüyadır. Hz. Peygamber (s.a.s)'den şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Büşrâ (müjde), müslümanm kendisinin gördüğü veya senin, onun
için gördüğün salih (güzel) rüyadır,"[314]
Yine Hz. Peygamber (s.a.s) ''Peygamberlik gitti (bitti), geriye mübeşşirât
(müjdeci rüyalar) kaldı.[315] ve
"Sâlih rüya, Allah'dandir. Düş (kötü rüya) şeytandandır. Binâenaleyh
sizden biri, korktuğu bir düş görürse ondan Allah'a sığınsın ve soluna üç kere,
tükürsün. Çünkü böylece o ona zarar veremez"[316]
buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber (s.a.s)
Rüya~yı sâliha, peygamberliğin kırkalU cüzünden bir cüzdür"[317]
buyurmuştur. İbn Mes'ûd (r.a)'un: "Rüya üçtür: İnsanın gündüzün kurup
(aklına takılıp) gece gördüğü rüya, şeytanın bulunduğu rüya ve üçüncüsü de
sâdık rüya" dediği rivayet edilmiştir. İbrahim (en-Nehâî)'den: "Rüya
üç çeşittir: Peygamberliğin yetmiş cüzünden bircüz olan ve Allah tarafından bir
büşra (müjde) olan rüya, insanın gündüzün kurup (aklına takıp) gece gördüğü
rüya ve şeytanın korkutması olan rüya. Binâenaleyh biriniz, üzülecek ve
korkacak bir rüya gördüğünde, "Allah'ın meleklerinin söyleyip Allah'a
sığındığı şey ile, gördüğüm rüyanın şerrinden ve dünyada-âhirette bana zarar
vermesinden Allah'a sığınırım" desin."
Bil ki ayetteki,
"büşrâ" tabirini "sâdık rüya" manasına aldığımızda, ayetin
zahiri bu halin ancak veliler için söz konusu olmasını gerektirir. Akı! da buna
delalet eder. Çünkü Allah'ın velisi, kalbi ve ruhu zikrullaha gömülmüş
kimsedir. Binâenaleyh kim böyle olur ise, uyurken de ruhunda sadece
marifetullah bulunur. Marifetullah'ın ve Allah'ın celâlinin nurunun da, ancak
hakkı ve doğruluğu göstereceği malumdur. Ama fikri, bu bulanık ve karanlık
âlemin hallerine dağılmış kimse, uyuduğu zaman da böyle dağınık kalır.
Dolayısıyla onun rüyasına da itimâd edilmez. İşte bu sebebten ötürü Cenâb-ı
Hak, hasr ve tahsîs yolu ile (sadece onlara âit olduğunu belirterek)
"Dünya hayatında da, ahirette de büşrâ onlar içindir" buyurmuştur.
[318]
2) Büşrâ,
insanların bir kimseyi sevip, güzel bir medh-ü sena ile onu övmeleridir. Ebu
Zerr (r.a)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ya Resulallah, bir kimse
Allah için amel ediyor ve insanlar da o kimseyi seviyorsa (onun hakkında) ne
buyurursunuz?" dedim, Hz. Peygamber(s.a.s)de: "İştebu, müminin
büşrasmm (müjdesinin)peşin olarak verilmesidir" buyurdu." Bif ki aklî
deliller de bu manayı destekler. Çünkü "kemâl", li-gayrihî değil,
li-zâtihî {zatından dolayı, bizzat) sevilir. Binâenaleyh herhangi bir kemâl
sıfatı ile muttasıf olan kimse, herkesin sevdiği insan olur. Kul için, kalbinin
marifetullaha; dilinin, zikrullaha; bütün uzuvlarının, Allah'a kulluğa
dalmasından daha yüce ve kıymetli bir kemâl (otgunluk-yücelik) yoktur.
Dolayısıyla kendisinde bunlardan birisi bulunan kimseyi, diller över durur.
Kalbler, onu sevme fıtratı üzere yaratılmıştır. Bu kıymetli sıfatlar ne kadar
çok olursa, o sevgi de o nisbette güçlü olur. Hem sonra. marifetullahın nuru,
bizatihi kendisine hizmet edilen birşeydir. Binâenaleyh hangi kalbte o mevcûd
olursa, sahibi tabiî olarak hizmete layık olur. Baksana yırtıcı ve yabanî
hayvanlar, insandan daha kuvvetlidirler. Ama bir insana rastladıklarında, ondan
korkup kaçarlar. Bu, ancak nefs-i natıkanın (insanın) heybetinden ötürüdür.
3) el-Büşrâ (müjde), onlar ölürken tahakkuk eden
müjde, iyi haber demektir. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Onların üzerlerine, "Korkmayın, tasalanmayın, vaadolunduğunuz cennetle sevinin"
diye melekler inecektir" (Fussiiet, 30) buyurmuştur. Ahiretteki müjde ise,
meleklerin onlara vermiş olduğu selâmdır. Nitekim Allah "melekler de
herbir kapıdan onların yanına girecek ve şöyle diyeceklerdir:
"Sabrettiğiniz şeylere mukabil, sizlere selâm..." (Rad, 23-24)
buyurmuştur. Yine, ahiretteki müjde, Allah'ın onlara selâm vermesidir. Nitekim
O, "Çok merhametli Rab'den bir de sözle olan bir selâm (var)dır"
(Yasin. 58) buyurmuştur. Bu konuya, Cenâb-ı Hakk'ın, Kur'ân'da bahsettiği,
yüzlerinin beyazlığı, amel defterlerinin kendilerine sağdan verilmesi ve
ahirette sevindirici hallerle karşılaşmaları da dahildir ki, bütün bunlar
verilen müjdeler cümlesindendir.
4) Bu, Allah
Teâlâ'nın, kitabında; ve peygamberlerinin de lisanıyla muttaki olan kullarına müjdelemiş
olduğu cenneti ve bol mükâfaatıdır. Bunun delili; "Rabkri onlara
rahmetini, rızasını... müjdeler"(levbe, zı> ayetidir.
Bil ki,
"beşaret" kelimesi, eseri ve etkisi kişinin yüzünde meydana gelecek
sevindirici haber manasından türemiştir. Binâenaleyh, böyle olan her şey, bu
ayetin muhtevasına girer. Yukarda bahsedilenlerin tamamı, bu sıfatta
müşterektirler. Dolayısıyla, hepsi de bu müjdenin içine dahil olur. Bu sebeple,
işte bu açılardan dünyayla ilgili her şey, ''Dünya hayatında, onlar için müjdeler
var"; ahireti ilgilendiren her şey de, "ahirette de onlar için
müjdeler var" ifâdesine dahildirler.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Allah'ın dostlarının sıfatını zikredip, onların durumlarını iyice ortaya
koyunca, "Allah'ın kelimelerinde asla bir değişme söz konusu
değildir" buyurmuştur ki, bu, "Bu kelimelerden caymak söz konusu
değildir" demektir. Kelime ve kavi lafızları, aynı anlamdadır. Bu ayetin
bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Benim yanımda söz değiştirilmez"
(Kı, 29) şeklindeki ayetidir. Bu, buradaki müjde ile kastedilenin, Allah'ın,
"Rableri onlara rahmetini, rızasını müjdeler" ifadesiyle kendisine
itaat eden kimselere mükâfaat ve ikramı vaadetmiş olduğunun kasdedildiğini
kuvvetlendiren delillerden birisi olmasıdır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bunun en büyük kurtuluş ve mutluluk olduğunu beyân buyurarak, İJmJ1 jjilı
y* İÜi "işte bu, en büyük saadetin ta kendisidir" buyurmuştur. Bu,
"orada herhangi bir yere baktığın zaman, bir nimet, büyük bir saltanat,
mülk görürsün "(Dehr. 20) ayeti gibidir.
Kâdî, "Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah'ın kelimelerinde asla bir değişme söz konusu değildir"
ifâdesi, "O'nun "kelimeleri"nin değiştirilmeyi kabul ettiğine
delâlet eder. Yokluğu kabul eden şeyin ise, kadîm olması imkânsızdır"
demiştir. Bunun bir benzeri de, neshin meydana gelmesiyle, Allah'ın
hükümlerinin kadîm olmadığına istidlal etmektir ki, bu çeşit açıklamalara dair
sözümüz, daha önce geçmişti.
[319]
"Onların
lakırdıları seni hüzünlendirmesin. Çünkü bütün izzet ve hakimiyye Allah'ındır.
O, hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir. Haberiniz olsun ki göklerde kim varsa,
yerde kim varsa (hepsi) muhakkak Allah'ındır. Allah'dan başkasına
tapanlar dahi, (gerçekte) Allah'a eş koştukları ortaklara tâbi olmuyorlar.
Onlar zandan başkasına uymuyorlar ve onlar ancak, yalan söylüyorlar" (Yûnus. 65-66).
[320]
Bil ki inkarcılar
topluluğu, Allah Teâlâ'nın, bu sûrenin daha önceki yerlerinde onlardan
nakletmiş olduğu pekçok çeşitli şüpheler getirip, 0 da, tefsir edip
açıkladığımız cevaplarla onlara cevap verince, onlar bu sefer başka bir yola
başvurmuşlardır ki, bu da, onların, Hz. Peygamber'i tehdit edip korkutarak,
"Biz, tebeası ve malı çok olan kimseleriz; binâenaleyh, seni ezmeye ve
davanı yok etmeye çalışacağız" demeleridir. İşteCenâb-ı Hak, onların bu
tavrına, "Onların lakırdıları seni hüzünlendirmesin. Çünkü bütün izzet ve
hakimiyyet Allah'ındır" kavliyle cevap vermiştir.
Bil ki insan ancak,
kendisine tesir etmesinin mümkün görülmesi durumunda, bir başkasının kendisini
tehdit edip korkutmasından, kendisine hile ve tuzaklar kurmasından hüzünlenir.
Ama o kimse, Allah Teâlâ katından bunun kendisine hiçbir tesirinin olmayacağını
öğrenirse, yapılmış olan bu tehdit vb. şeyler onun hüzünlenmesi için bir sebep
olmaktan çıkarlar. Sonra, Cenâb-ı Hak nasıl ki, "Haberiniz olsun ki. Allah'ın
velileri için hiçbir korku yoktur"(yûnus, 62) ayeti sebebiyle, Resulünden
ahiret hüznünü gidermişse, aynen bunun gibi, "Çünkü bütün izzet ve
hakimiyyet Allah'ındır" ayetiyle de, ondan dünya hüznünü ve kederini de
gidermiştir. Onu, insanlara peygamber olarak gönderen ve O'na, insanları bu
dine davet etmesini emreden zât, ancak ve ancak O olunca, hiç şüphesiz O'nun
yardımcısı ve destekçisi de, O olur. İzzet, hakimiyet ve galebenin, sadece O'na
ait olduğu kesinleşince, böylece emniyyet meydana gelmiş ve korku da yok olmuş
olur.
[321]
Buna göre şayet,
"kendisinden, henüz korku zail olmadığı ve bu sebeple de, hicret edip
yurdunu terketmek zorunda olduğu halde; aynı şekilde, daha sonra da zaman zaman
korkular içine düştüğü halde, artık nasıl olur da Allah'ın onu bu korkulardan
emin kıldığı söylenebilir?" denilirse, biz deriz ki:
Allah Teâlâ, vakit
tayin etmeksizin, peygamberine, mutlak manada zafer ve yardım vaadetmiştir.
Binâenaleyh peygamber, daima bu vaktin, o muayyen vakit olmadığı korkusunu
taşımıştır. İşte bu sebeple de, o vakitte bir gönül kırıklığı ve eksiklik hissi
bulunmuştur.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Çünkü bütün izzet ve hakimiyyet. Allah'ındır" beyanına gelince, bu
hususta birkaç bahis bulunmaktadır:
Birinci bahis: Kadı
şöyle demiştir: de,nin hemzesi meksur(esreli) okunur. Onun fethalı (enne)
okunmasında, küfre yakınlaştıran bozuk bir mana bulunmaktadır. Çünkü böyle
okuyuş, münkirlerin, "Bütün izzet, Allah'a aittir. Peygambere gelince, bu
hal onu üzer" demeleri neticesine götürür. Ama sen, inne şeklinde kesreli
okursan, bu müste'nef (yeni başlayan) bir cümle olur. Bu da, i'râb ilmini
bilmenin üstünlüğüne delâlet eder." Keşşaf sahibi, Ebu Hayve'nin, bu
ifâdeyi, başından lâm harf-i çerinin hazfedildiği düşüncesiyle, şeklinde
okuduğunu söylemiştir. Yani, açık bir ta'lîl olmak üzere, demektir.
İkinci bahis: Burada,
denilmesinin pekçok faydası vardır:
1) Bundan
maksad, "Bütün izzet ve kudret, Allah'a aittir; O, bunlardan dilediğini
kullarına verir.." demektir. Bundan maksat ise, "kâfirlere, Hz.
Peygamber'e karşı güç ve kuvvet vermez. Aksine Allah, o peygamberine, onlara
karşı kuvvet verir. Böylece de o peygamber bu sayede, onlardan daha aziz ve
güçlü olmuş olur" manasıdır. Böylece Allah Teâlâ, peygamberini bu söz ile,
kâfirlerin, kendisine öldürmek ve eziyyet etmek gibi sebeplerle zarar
vermelerinden emin kılmıştır. Bunun benzeri de "Allah (şöyle)
hükmetmiştir: 'Andolsun ki ben gâlib geleceğim, peygamberlerim de... "
(Mücadele, 21) ve "Şüphesiz biz peygamberlerimize... yardım edeceğiz"
(Mu min, 51) ayetleridir.
2) EI-Esamm
şöyle demiştir: "Bundan maksad şudur: Müşrikler, hizmetçilerinin ve
mallarının çokluğu ile, başkalarına izzet taslıyorlar ve bununla seni, (yani
peygamberi) korkutuyorlardı. Halbuki bütün izzetler. Allah Teâlâ'ya aittir.
Binâenaleyh O, onlardan bütün bunları çekip almaya, sana yardım etmeye, onların
mallarını ve yurtlarını sana devretmeye kadirdir."
İmdi eğer denirse ki:
"Çünkü bütün izzet ve hakimiyyet, Allah'ındır" sözü, Cenab-ı Hakk'ın
''Halbuki, şeref, kuvvet ve galibiyet Allah'ındır, peygamberinindir.
rnü'm/n/er/nd/r" (Münafıkun. 8) ayetine zıd gibidir" denilirse biz
deriz ki:
Arada bir tezat
bulunmamaktadır. Çünkü, Hz. Peygamberin ve mü'minlerin izzeti, Allah
sayesindedir. O halde bütün izzet, Allah'a mahsustur.
Cenâb-ı Hak, "O,
hakkıyla işiten, kemaliyle bilendir" buyurmuştur. Yani, "Allah,
onların dediklerini duyar, azmettiklerini bilir ve bu şekilde de o kâfirlere
yeter, haklarından gelir" demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Haberiniz olsun ki, göklerde kim varsa, yerde kim varsa (hepsi) muhakkak
Allah'ındır" buyruğuna gelince, bu hususta şu iki izah yapılmıştır:
a) Allah
Teâlâ, önceki ayetlerde, ''Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde olan şeyler
muhakkak Allah'ındır..."(Yûnus,55) buyurmuştur. Bu, akıl sahibi olmayan
her şeyin, yani bütün cansızların Allah'ın mülkü ve milki olduğuna delâlet
eder. Ama burada ise, ayetteki men kelimesi, aklı olanlara mahsustur.
Dolayısıyla bu da, bütün akıllı varlıkların, Allah'ın mülkünün ve milkinin
içine girmiş olduklarına delâlet eder. Böylece bu iki ayetin toplamı, bütün her
şeyin, Allah'ın mülkü ve milki olduğuna delâlet etmiş olur.
b)
kelimesiyle akit olan ve temyiz edebilenler kastedilmiştir ki, bunlar da
melekler ite, insan ve cinlerdir. Onların, Allah için ve O'nun mülkünde delâlet
etsin diye, özellikle bu üç grubu zikretmiştir. Binâenaleyh, cansız varlıklar
bu kulluğa daha lâyıktırlar. Böylece bu tabir, putların, Allah'ın ortakları
kılınması hususunu red ve cerh etmiş olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Allah 'dan başkasına tapanlar dahi. (gerçekte) Allah a eş koştukları
ortaklara tâbi olmuyorlar" buyurmuştur. Buradaki mâ edatı hususunda iki
görüş bulunmaktadır:
a) Bu, nefy
ve inkâr manasını ifâde eder. Buna göre mâna, "Onlar, Allah'a ortak
koştukları şeylere tâbi olmadılar. Aksine onlar, Alfah'ın şeriki zannettikleri
şeye tâbi oldular" şeklindedir. Bunun bir benzeri de şudur: Birimiz, Zeyd
evde bulunmadığı halde, Zeyd'in evde olduğunu zannetse ve Zeyd zannettiği evde
bulunan kimseye bu isimle seslense, bu durumda, "O, Zeyd'e hitâb
etti" denilmeyip, aksine, "Zeyd sandığı kimseye hitâb etti"
denilir.
b) Bu mâ
istifham, soru manasındadır. Buna göre sanki "Allah'ı bırakıp da bazı
ortaklara tapanlar, neye tâbi oluyorlar?" denilmiştir ki, bundan maksad
da, onların bu hareketlerini kınamaktır.
Yani, onların bu
hususta herhangi bir delilleri
bulunmadığını belirtmektir.
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Onlar zandan başkasına uymuyorlar" buyurmuştur. Bu,
"Onlar, ancak bâtıl zanlarına ve fasit vehimlerine tâbi olmuşlardır"
demektir. Müteakiben, bu zannın bir hükmü olmadığını; onların ancak yalan
söylediklerini, asılsız tahminde bulunduklarını beyân etmiştir. Biz hars
kelimesinin manasını, En'âm, 116 âyetinde açıklamıştık.
[322]
"O. geceyi,
içinde sükûn ve istirahat etmeniz için; gündüzü ise, çalışıp kazanmanız için
ziyadar olarak yaratandır. Şüphe yok ki bunda kulak verecek bir kavim için
ibretler vardır1' (Yûnus. 67).
Bil ki Allah Teâlâ,
"Çünkü bütün izzet ve hakimiyet Allah'ındır" (Yûnus, 65) deyince,
bunun böyle olduğuna dair bu ayetle istidlal etmiştir. Buna göre mana,
"Allah Teâlâ, sayesinde sükûna ermeniz suretiyle, yorgunluğunuz ve
bitkinliğiniz yok olsun diye geceyi yarattı; gündüzü de, sayesinde,
gözlerinizle ihtiyaçlarınızı giderebilesiniz diye aydınlık yarattı. Mubsıra
kelimesi, gören demektir. Halbuki gündüz kendisinde görülendir. Allah, gündüze,
sebebin ismini müsebbebe verme kabilinden, mubsıra {gören) lafzını itlâk
etmiştir.
Buna göre şayet,
"Cenâb-ı Hakk'ın, "O, geceyi, içinde sükûn ve istirahat etmeniz
için... yaratandır" beyanı, O'nun, bunu sırf sükun gayesi için
yarattığına; O'nun, "Şüphe yok ki bunda kulak verecek bir kavim için
ibretler vardır " ifâdesi de, Allah Teâlâ'nın, gece ve gündüzü
yaratmasıyla, pekcok deliller kasdettiğine delâlet etmektedir" denilirse,
biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın
"sükûn ve istirahat etmeniz için " ifâdesi, bundaki hikmetin
sadece bu olduğuna delâlet etmez; olsa olsa, o hikmetin tahakkuk etmesini
gerektirir. Amma "Şüphe yok ki bunda kulak verecek bir kavim için ibretler
vardır" buyruğuna gelince, bundan maksat, onların, duyduklarını ve
dinlediklerini iyice düşünüD, onlardan ibret almalarıdır.
[323]
"Müşrikler
dediler ki: "Allah, evlât edindi." Hâşâ, Allah bundan münezzehtir, o müstağnidir.
Göklerde ne varsa, yerde ne varsa, hepsi O'nundur. Nezdinizde o
iddianıza dair hiçbir deli! de yoktur.
Yoksa Allah hakkında
bilmeyeceğiniz bir
şeyi mi söylüyorsunuz?" (Yûnus. 66).
Bil ki bu, Allah
Teâlâ'nın, kâfirlerden nakletmiş olduğu batıl iddiaların bir başka nev'idir. Bu
da, onların "Allah, evlât edindi" demeleridir. Bununla,
"Melekler, Allah'ın kızlarıdır" diyenlerin iddiaları
kastedilebîleceği gibi, yine bununla, "Putlar, Allah'tn çocuklarıdır"
diyenlerin sözlerinin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Veyahut da bununla böyle
söyleyen bir hıristiyan fırkasının kastedilmiş olması da muhtemeldir. Allah
Teâlâ, bu sözü reddetmek üzere, bundan sonra"O müstağnidir. Göklerde ne
varsa, yerde ne varsa, (hepsi) O'nundur" buyurmuştur.
Bil ki, Allah
Teâlâ'nın "ganî" olması, göklerde ve yerde bulunan bütün şeylerin de
mâliki olması, O'nun çocuğunun olmasının imkânsızlığına delâlet etmektedir.
Bunun izahı birkaç yönden yapılabilir:
Birinci delil: Allah
Teâlâ, bu ayette de belirtildiği gibi, mutlak manada ganîdir, müstağnidir. Akıl
da buna delâlet etmektedir. Zira, şayet O, muhtaç olsaydı, bir başka Şâni'e
(yaratıcıya) muhtaç olurdu ki, bu imkânsızdır. Ganî olan birinin mutlaka,
cüzlerden, parçalardan ve kısımlardan uzak ve münezzeh bir fert olması gerekir.
Böyle olan herkesin bir cüz'ünden, herhangi bir parçanın ayrılması imkânsız
olur. Halbuki çocuk, insanın parçalarından ayrılan bir parça, sonra da o
parçadan kendisi gibi bir varlığın meydana geldiği bir varlık demektir. Allah
hakkında, bu imkânsız olunca, O'nun Ganî vasfının, evlat edinmesine mani
olacağı sabit olur.
İkinci delil: Allah
Teâlâ, müstağnidir. Müstağnî olan herkes, kadîm, ezeli, bakî ve ebedî olur-
Böyle olan herkesin, son bulması ve sona ermesi imkânsızdır. Halbuki çocuk,
sona eren ve son bulan bir şey için meydana gelir, böylece de onun yerini
tutmuş olur. Bu şekilde, Cenâb-ı Hakk'ın müstağnî olmasının, O'nun için bir
çocuğun bulunamayacağına delâlet etmiş olduğu kesinleşir.
Üçüncü delil: Allah
Teâlâ, müstağnî'dir. Müstağnî olanın, şehvet ve lezzet duymakla nitelendirilmesi
imkânsızdır. Bu imkânsız olunca, O'nun eşinin ve çocuğunun olması da imkânsız
olur.
Dördüncü delil: Allah
Teâlâ, müstağnidir. Böyle olan herkesin, çocuğu olması imkânsızdır. Çünkü çocuk
edinmek, çocuğu kendisine, meydana gelecek olan faydalı ve zararlı şeyler
hususunda yardımcı olsun diye, ancak muhtaç olan kimseler hakkında
düşünülebilir. Binâenaleyh, mutlak olarak müstağnî olanın, çocuk edinmesi
imkânsız olur.
Beşinci delil:
Canlıların yavruları, şu iki şart muvacehesinde crun çocuğu olabilir: Onun tabiat
ve hakikati itibariyle ona denk olması. Böylece, onun varlığının başlangıcı ve
meydana gelişi, ondan olmuş olur. Halbuki bu, Allah hakkında imkânsızdır. Çünkü
Allah Teâlâ mutlak müstağnidir. Mutlak müstağni olan, zâtı gereği,
vâcibu'l-vücud (varlığı zorunlu olan) olur. Binâenaleyh, vâcibu'l-vücud'un bir
çocuğu olacak olsaydı, o zaman onun çocuğu da ona denk olurdu. Bu durumda da,
vacibu'l-vücudun çocuğunun da vacib'l-vücud olması gerekirdi. Ancak ne var ki,
O'nun vacibu'l-vücud olması, başkasından doğmasına mânidir. O, başkasından
doğmayınca, O çocuk olamaz. Böylece, Allah Teâlâ'nın müstağni olmasının, O'nun
çocuğunun olamayacağına delâlet eden delillerin en kuvvetlilerinden olduğu
sabit olmuş olur. Bu son üç açıklama, önceki üç açıklamayla beraber son derece
kuvvetlidir.
Altıncı delil: Allah
Teâlâ, müstağnidir. Müstağni olanın annesinin ve babasının olması da
imkânsızdır. Anne ve babadan münezzeh ve berî olanın, evlâttan da münezzeh
olması gerekir.
İmdi şayet, "Bu,
ifk baba ile bir müşkillik arzeder" denilirse, biz deriz ki:
İlk babanın,
başkasının çocuğu olması imkânsız değildir. Çünkü Allah o ilk babayı,
kendisinden önceki ebeveynden yaratmaya kadirdir. Ama, Hak Teâlâ'nın ebeveyne
muhtaç olması imkânsızdır. Aksi halde, mutlak anlamda ganî olamaz.
Yedinci delil: Allah
Teâlâ, mutlak olarak müstağnidir. Mutlak olarak müstağni olanın, eşyayı var
etmede başkasına muhtaç ofması imkânsız olur.
Bu sabit olunca biz
diyoruz ki: Bu çocuk, ya kadîm olur, ya da hadis. Şayet kadîm olursa, zâtı
gereği vâcib'ul-vücud olur. Çünkü, o, şayet mümkinu'l-vücûd olsaydı, o zaman
bir müessire muhtaç olurdu. Halbuki kadîmin, müessire muhtaç olması, var olan
şeyin yeniden var edilmesini gerektirir ki, bu imkânsızdır. O zâtı gereği
vâcibu'l-vücûd olunca, başkasının çocuğu olamaz; aksine, kendi başına müstakil
bir varlık ofur. Ama, bu çocuk şayet muhdes olur; Hak Teâlâ da, mutlak manada
müstağni olursa, bu durumda O onu, bir başkasını ortak koşmadan doğrudan
doğruya yaratmaya kadir olur. Böylece bu da, mutlak manada kul olur. Ve O'nun çocuğu
olamaz. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundan çıkarılan ve O'nun çocuğunun
olmasının imkânsızlığına delâlet eden izahların tamamı budur.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Göklerde ne varsa, yerde ne varsa, (hepsi) O'nundur" buyruğuna
gelince, bil ki, bu "Göklerde ve yerde olan herkes, müstesna olmamak
üzere. Rahman olan Allah'a mutlaka kul olarak gelecektir" (Meryem, 93)
ayetinin bir benzeridir. Bunun neticesi şuraya varır: Hak, bir ve tek olanın
dışında kalan her şey, "mümkin" varlıktır. Her "mümkin"
muhtaçtır. Her muhtaç, muhdestir. O halde hak, bir ve tek olanın dışında kalan
her şey muhdes olup, onun muhdisi, hâlık ve mucidi Allah'dır. Bu da, Allah'ın
eş veya çocuğu olduğu iddiasının fasit«bir söz olduğuna delâlet eder. Cenâb-ı
Hak, çok net ve açık delil ile, onların kendisine isnat ettikleri şeyin
imkânsızlığını beyân edince, müşriklerin elinde bu hususta hiç
bir delil bulunmadığına dikkat çekmek için, inkâr ve kınamayı ifâde eden bir
ifâdeyi önceki cümleye atfederek, "Nezdinizde o iddianıza dair hiçbir
delil de yoktur" buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu yadırgamada
mübalağa ederek, ^üifrU aü'ı Ji. Ojiyîi "Yoksa siz, Allah'a karşı,
bilmeyeceğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?" buyurmuştur. Biz, bu ayetle,
dinlerin asılları hususunda, taklît etmenin batıl olduğuna dair istidlal ve
ihticâc edildiğini, kıyası ve ahâd haberleri kabul etmeyenlerin, bu iki aslı
ibtal etme hususunda bununla istidlal ettiklerini daha önce söylemiştik. Bu
husustaki sözümüz daha önce geçmişti.
[324]
"De
ki:"Allah'a karşı yalan uyduranlar, asla felah
bu!mayacaklardır"(Belki) dünyada cüz'î bir fayda sağlayabilirler. En son
dönüşleri ise, ancak bizedir. Bundan sonra da, ink$r etmelerinden dolayı, onlara
çetin azabımızı tattıracağız" (Yûnus, 69-701.
Bil ki Allah Teâlâ,
kahir ve kesin bir delil ile, kendisine çocuk isnâd etmenin batıl bir iddia
olup, sonra da, bunu söyleyen kimsenin, sözünün doğruluğuna dair bir delili
olmadığını beyan edince, bu görüşün Allah'a karşı bir iftira ve münasip olmayan
şeyi O'na mai etmek olduğu açıkça ortaya çıkmış olur. Böylece Cenâb-ı Hak,
durumu böyle olan kimsenin, kesinlikle felah bulmayacağını beyan buyurmuştur.
Nitekim O, Mü'minûn Sûresinin başında, "Müminler muhakkak felah
bulmuştur"(Müminûn, i) buyurmuştur. Bu sûrenin sonunda da, "Kâfirler
muhakkak felah bulamazlar " (, 117) buyurmuştur.
Bil ki, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Allah'a karşı yalan uyduranlar, hiç şüphesiz felah
bulmayacaklardır1' bey'anının içine, bu durum da dahildir. Ancak ne var ki o,
bu duruma tahsis edilmemiştir. Aksine, Allah'ın zât ve sıfatları hususunda, ilimsiz
ve açtk bir delil olmaksızın söz söyleyen herkes, bu tehdidin kapsamına
girmektedir. CenSb-ı Hakk'ın "felah bulmaz" buyruğunun manasını, Bakara Sûresi'nde (Bakara 5) ayetinin tefsirinde
beyân etmiştik. Özet olarak diyebiliriz ki "felah", maksad ve gayeye
vasıl olmak demektir. Buna göre lâ yuflihu tabirinin manası, "O kimse,
sa'y ü gayretinde başarıya ulaşamaz; gayesinde başarıya ulaşamaz. Aksine, onun
eli boşa çıkar ve hüsrana uğrar..." şeklindedir. Bazı kimseler, dünyevî
maksatlarından ve adî gayelerinden bir şeyler elde ettiklerinde de, en yüce
maksadı ve gayeyi elde etmiş olduklarını sanırlar. Halbuki Allah Teâlâ,
"Bu adi matlûb ve maksad, ancak bu dünyadaki az bir metadır. Sonra,
mutlaka ölüm vardtr. Ölünce de mutlaka Allah'a dönüş vardır. Bu dönüşte de
mutlaka, daha önceki küfür sebebiyle şiddetti bir azabı taddırmam vardır!"
diyerek, bu hayâli silip süpürmüştür. Bu, son derece münasib ve son derece
güzel ve akıcı bir sözdür. Allah en iyisini bilendir.
[325]
"Onlara Nuh'un
kıssasını oku. Hani o, kavmine: "Ey kavmim, demişti, eğer benim aranızda
duruşum, Allah'ın ayetieriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa (ne diyeyim)
ben ancak Allah'a dayanıp güvenmişimdir. Siz ve ortaklarınız da artık toplanıp
ne yapacağınızı kararlaştınn. (O surette ki) sonra bu işiniz sizehiçbir tasa
olmasın. Sonra hakkımdaki hükmünüzü icra edin. Bana mühlet de vermeyin! Eğer
benim öğütlerimden yüz çeviriyorsanız ben sizden hiçbir mükâfaat
istemedim. Benim mükâfaatım Allah'dan başkasına ait değildir. Bana.
müslümanlardan olmam emrolundu" (Yûnus. 71-72).
Bil ki, Hak Teâlâ,
delil ve beyyineleri açıklamakla, onların suâllerini iyice cevaplandırınca,
bundan sonra, şu sebeplerden dolayı, Peygamberlerin kıssalarını anlatmaya
geçmiştir:
1) Bir
kimse, sözü, ilmin nevilerinden herhangi biri hususunda uzattığında, çoğu kez,
bu nev hususunda bir bıkkınlık meydana gelir. İnsan, bu neviden, ilmin başka
bir nev'ine geçtiğinde gönlü ferahlar,kalbi hoşnut olur, kendisinde yeni bir
istek, yeni bir şevk ve yeni bir arzu hisseder.
2) Bu, Hz.
Peygamber'e, O'nun ashabına, daha önce geçmiş olan peygamberler sebebiyle bir
örnek otsun diye zikredilmiştir. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.s), o kâfirlerin
davranışlarının her peygambere karşı bu şekilde olduğunu duyduğunda, bütüp bu
olanlar ona hafif geliyordu. Nitekim, "Belâ, umumileştiğinde
hafifler" denilmiştir.
3) Kâfirler,
bu kıssaları dinleyip; câhiller de, geçmiş ümmetler peygamberlerine eziyyet
etme hususunda aşırı davranmış olsalar dahi sonunda Allah Teâlâ'nın o peygamberlere
yardımcı olduğunu, onları desteklediğini, onları takviye ettiğini
anladıklarında, o kâfirlerin böylesi kıssaları dinlemeleri onların hayal
kırıklığına uğramalarına, kalblerine korku ve endişenin düşmesine sebep olur.
Bu durumda da onların, ezalarını ve beyinsizce davranışlarını azaltmaları
umulurdu.
4) Biz, Hz. Muhammed {s.a.s), bir ilim tedris
etmeyip, herhangi bir kitabı da mütâlâa etmeyip, sonra da ne bir tezat, ne bir
ilâve, ve ne de bir eksiltme bulunmaksızın, bu kınamaları aynen anlatınca,
bunları vahiy ve ilahî tenzil ile öğrendiğine delâlet ettiğini söylemiş,
açıklamıştık.
Bil ki, Allah Teâlâ,
bu sûrede, peygambelerin kıssalarından üçünü zikretmiştir.
[326]
Birinci kıssa: Hz. Nuh
(a.s)'un kıssası olup, işte bu,bu ayette zikredilmiştir. Bunda şu iki çeşit
fayda bulunmaktadır:
1) Hz.
Nuh'un kavmi küfür ve inkârlarında diretince, Allah Teâlâ, onların helak
olmalarını, onları suda boğarak hemen gerçekleştirmiştir. Böylece Allah Teâlâ,
Mekke müşriklerine bir ibret olsun ve onları, tevhid ve nübüvveti İnkâr
etmekten uzaklaşmaya şevketsin diye onlarfn kıssasını zikretmiştir.
2) Mekke
kâfirleri, Hz. Peygamber (s.a.s)'in kendilerine bahsetmiş olduğu azabın hemen
gelmesini istiyorlar ve peygambere: "Sen yalan söyledin; çünkü o azâb bize
gelmedi" diyorlardı. İşte bunun üzerine Cenab-ı Allah onlara, Nuh (a.s)'ın
kıssasından bahsetmiştir. Zira, Hz. Peygamber (s.a.s) onları, bu azâbla
korkutuyor, onlar da onu, bu hususta yalanlıyorlardı. En sonunda da bu iş, Hz.
Nuh'un haber verdiği gibi tahakkuk etmişti. İşte, Hz. Muhammed'in haber verdiği
azâb da gelecektir.
Nûh(a.s.) kavmine,
"Ey kavmim, eğer benim aranızda duruşum Allah'ın âyetlerimle size öğüt
verişim size ağır geliyorsa (ne diyeyim)) ben ancak Allah'a dayanıp
güvenmişimdir" demiştir. Bu, bir şart-ceza cümlesidir. Şart kısmı, şu iki
kayıddan meydana gelmiştir:
Birinci kayıt:
Ayetteki "Eğer benim aranızda duruşum... size ağır geliyorsa"
ifadesidir. Vahidî, "Basît" adlı eserinde şöyle demektedir:
"Arapça'da yaşlılığı ifâde etmek için, fiili; birşey büyük olup, ağır
geldiğinde ise, fiili kullanılır." İbn Abbas (r.a), bu ayete, "size
ağır geliyorsa, güç geliyorsa, benim durumum size büyük geliyorsa"
manalarını vermiştir. "Makam" kelimesi, tıpkı "ikâmet"
kelimesi gibi masdardır. Nitekim Arapça'da, "O, onların arasında
durdu" denilir. Mîm harfinin zammesi ile, mükâm kelimesi ise, ism-i mekân
oiarak, "durulacak yer" manasına gelir. Cenâb-ı Allah ayetteki
"makam" lafzı ile, Hz. Nûh (a.s)'un kavmi arasında uzun zaman
bulunmasını kastetmiştir. Velhasıl ayetteki
tabiri, onların, "Falancanın gölgesi ağır" şeklindeki sözleri
gibidir
Bil ki bu ağırlığın
sebebi şu iki şeydir:
a) Hz. Nûh (a.s), kavmi içinde dokuzyüz elli
sene yaşamıştı.
b) O kâfir,
fasit ve batıl dinlerine ve gidişatlarına iyice alışmışlardı. Bir dinî yola
alışan kimsenin, ondan başka bir yola davet edilip, dininin zayıflığının
anlatılması o kimseye ağır gelir. Bundan dolayı bütün davet .müddetince bu iş
yapılsa, bu ona daha ağfr ve daha nahoş gelir. Yine o kimseye dininin
yanlışlığına dair kesin deliller getirilse, nefreti o nisbette artar. İşte bu
ağırlığın meydana geliş sebebi budur. ,
İkinci kayıt, ayetteki
"Allah'ın aletleriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa" ifadesidir.
Bil ki, dünya sevgisi ile kaplanmış ve dünyevî lezzetlerle elde etmeye düşkün
karakterlerin, itaat ile emrolunmaktan ve günâh ile münkerâîtan
vazgeçirilmekten son derece nefret eder. ölümü duymaktan ve dünyanın
kınanmasından çok rahatsız olur. Böyle olan kimse, marufu (iyiyi) emredip,
münkeri (kötülükleri) nehyeden kimseyi ağır bulur, ondan hoşlanmaz.
Bu deyimle ilgili bir
başka izah da şudur:
"Hak Teâlâ'nın bu
ifadesi, "Peygamberler, bir cemaata va'z'u nasihat ettiklerinde,
durdukları yer görülsün ye sözleri duyulabiisin diye, ayakta vaz-u nasihat
ederlerdi. Nitekim Hz. İsâ (a.s)'nın, havarilerine, kendisi ayakta, onlar
oturur oldukları halde va'z ettiği nakledilmiştir.
Bil ki bu ayetteki
şart cümlecikleri bunlardır. Bunların cezası (cevabt)nın ne olduğu hususunda
iki görüş vardrr:
Birinci görüş:
Bunların cevabı, "Ben ancak Allah'a dayanıp güvenmişimdir"
ifadesidir, Bu, "Aşın buğzunuz, sizi bana eziyet etmeye sevkediyor. Ben
ise, bu şerrinize, ancak Ailah'a tevekkül ederek karşılık veriyorum"
demektir. Bil ki, Hz. Nûh (a.s), hep Allah'a tevekkül ediyordu. Bu ifâde ise,
onun sadece o esnada Allah'a tevekkül ettiği zannını uyandırmaktadır.
Binâenaleyh bunun manası "O, o şerri defetmek için o esnada Allah'a
tevekkül etmiştir" şeklindedir.
İkinci görüş: Bu,
ekserî âlimlerin görüşü olup, buna göre şarttn cevabı, ayetteki "Siz ve
ortaklarınız da artık toplanıp ne yapacağınızı kararlaştırtn " ifadesidir.
Bu takdirde, "Ben ancak Allah 'a dayanıp güvenmişimdir" ifâdesi ise,
şart ile cevabı arasına girmiş cümle-i muterizedir. Bu tıpkı "Eğer sen,
benim bir şeyimi yadırgadınsa, Allah bana kâfidir. İstediğini yap" demen
gibidir. Bil ki şartın cevabı da, sıra ile şu beş kaydı ihtiva etmektedir:
Birinci kayıt :
Ayetteki, "işinizi toplayın" ifadesidir. Bu hususta iki bahis vardır:
Birinci bahis: Ferrâ
şöyle der: "İcmâ bir şeye hazırlanmak ve karar vermektir. Nitekim şair:
"Temenni ve
hülyaların hiçbir faydası olmaz ya. (yine de) ah keşke bilebilsem! Durumum
kararlaştırılmış olduğu halde, bir gün ben de sabah erkenleyin gerçekten yola
çıkacak miyim?.." demiştir. Binâenaleyh sen, dağınık kimseleri toplamak
istediğinde, "Kavmi topladım, onlar da toplandılar" dersin.
Ebu'l-Heysem de şöyle
der: "Dağınıkken onları bir araya getirdi" manasında, "işini
toparladı"; "Onu düşünmeye başladı" manasında da i*jâî denilir.
Yine insan bazan, "şöyle yapıyorum, böyle yapıyorum" der. Ama belli
bir işe azmettiğinde, onu toparlamış olur,
denilir. Bu, "O, o işini toparladı" demektir. İşte ayetteki
ecmiû lafzının esas manası budur. Hâk Teâtâ'nın, "Onlar hile yaparak
işleyecekleri işi toparladıkları zaman... "(Yûsuf, 102) ayeti de bu
manayadır. Bu fiil, daha sonra alâ harfi cem ile birlikte, "azmetme,
kararlaştırma" manasına kullanılarak, "Ona azmettim "
manasında denilmiştir. Bunun aslı,
"işi toparladım, kararlaştırdım" şeklidir.
İkinci bahis: Esmaî,
Nâfi'nin, sülâsîden ve hemze-i vasıl ile bunu fe ecmaû şeklinde okuduğunu
rivayet etmiştir ki, bunun şu iki izahı yapılabilir:
a) Ebu Ali el-Fârisî şöyle demektedir:
"Ayetin takdiri, "içinizden iş sahiplerini (iş yapabilecek olanları)
biraraya toplayınız" şeklindedir. Buna göre muzaaf olan zevî
hazfedilmiş, muzaaf olduğu takdirde ona gelmesi gereken şey, muzaafun ileyhe
gelmiştir.
b) İbnü'l-Enbârî şöyle demektedir:
"Buradaki "emir" (iş)den maksad onların çeşitli hile ve
tuzaklarıdır. Buna göre ayetin manası, "Sizler elinizden gelen işlerden
hiçbirini geri bırakmayıp, yapın" şeklindedir.
İkinci kayıt: Bu,
ayetteki, "ve ortaklarınızı toplayın " ifadesidir. Bu hur usta da
birkaç bahis vardır:
Birinci bahis: Bunun
başındaki "ve" maa manasındadır. Buna göre mana "Ortakarınızla
birlikte işinizi toplayınız " şeklindedir. Bu, Arapların, "Eğer deve
ve yavrusu, (yani yavrusuyla birlikte) bırakılacak olursa, o onu emer";
"Eğer kendini aslanla başbaşa bırakırsan, o seni yer" şeklindeki
sözlerine benzer.
İkinci bahis: Burada
bahsedilen "ortaklar"dan murad, o kâfirlerin "ilah"
saydıkları putları olabileceği gibi, kendi dinleri ve inançlarında olan
insanlar da olabilir. Eğer birincisi murad edilmiş ise, bu durumda Cenâb-ı Hak
kâfirleri, putların faydalı ve zararlı olabileceği inançlarından dolayı,
putlardan yardım istemeye davet etmiştir. Yok eğer ikinci mana murad ise,
onların onlardan (yani birbirlerinden) yardtm istemelerinin ne demek olduğu
açıktır.
Üçüncü bahis: Hasan
el-Basrî ve bir kısım kıraat imamı, merfû zamir Ü2erine atfederek kelimeyi, ref
ile şeklinde okumuşlardır ki bunun takdiri: "Siz ve ortaklarınız
toplanınız" şeklindedir. Vahidî bunun, te'kid zamiri olmaksızın da
olabileceğini söylemiştir. Zira ayetteki, emrekûm, zamir ile. onun üzerine
atfedilen şey arasında bir fasıladır. Dolayısıyla bu fasıla, zamir-i müekkidden
bir bedel olur. Ferrâ bu kıraati uygun bulmamıştır. Çünkü bu kıraat ayetin, vâv
ile şeklinde yazılmasını gerektirir ki, bu şekilde bir yanlış mushaflarda yer
almamıştır.
Üçüncü kayıt: Bu,
"Sonra bu işiniz, size hiçfrir tasa olmasın" ifadesidir.
Ebu'l-Heysem, buna, "İşiniz kapalı kalmasın" manasını vermiştir. Bu,
Arapların, hilal görülmediğinde söyledikleri şeklindeki deyimlerinden
alınmıştır. Tarâfe de şöyle demektedir:
"Ömrüme yemin
olsun ki, benim işim, bana hep belirsiz ve müphem değildir! Ne gündüzüm, ne de
gecem bana ebedî değildir."
Leys şöyle der;
"Arapça'da bir kimse işine yol bulup yapamadığında, denilir. Zeccâc bu
ayete, "işiniz açık ve net olsun" manasını vermiştir.
Dördüncü kayıt: Bu,
"Sonra hakkımdaki hükmünüzü icra edin " ifadesidir. Bu ifade ile
ilgili de iki bahis vardır:
Birinci bahis:
İbnü'l-Enbârî, bunun manasının, "Bana karşı kötülüklerinizi ve beni tehdid
ettiğiniz herşeyi yerine getiriniz (elinizden geleni ardınıza koymayın)"
şeklinde olduğunu söylemiştir. Nitekim Araplar, "ölüp gitti" manasını
kasdederek, derler. Bazıları da birşeyin "kaza"sının, sapasağlam
yapılması, edâ edilmesi ve tamamlanması olduğunu söylemişlerdir ki işte bu
manadan dolayı hâkime, "kadî" adı verilmiştir. Çünkü kadı hükmettiğinde
işi bitirmiş o!ur. Buna göre, Hak Teâlâ'nın bu ifadesi, "işinizi
bitiriniz, içinizde (aklınızda) olanı yürürlüğe koyunuz ve benimle aranızdaki
meseleyi sonuçlandırınız" manasında olur ki, "Biz kitapta
Israiloğullanna şuna hükmettik.,." yani "onlara kesin olarak haber
verdik"ayeti ile "Ona şu emri vahyettik,..' (Hicr, 66) ayeti de bu
manadadır. Kaffal (r.h) şöyle der: "Burada ilâ kelimesinin getirilmesi,
bir mecazdır. Bu, Arapların "Sana
karşı olan ahdimden çıktım ve onu bozdum" şeklindeki deyimlerinden
alınmıştır. Ayetteki emir sigası ile olan bu ifâdede, haber cümlesi manası
vardır. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak, "Sonra üzerinde karar kılıp,
hükmettiğiniz şeyi yerine getiriniz" demiştir.
İkinci bahis: Bu
ifade, fâ ile. "Bana şerrinizi ulaştırınız" manasında, şeklinde de
okunmuştur. Bu okuyuşun, insan sahraya çıktığında söylenilen deyiminden
alındığı söylenmiştir. Yani "Onu bana karşı ortaya koyun, ortaya
çıkarın" demektir.
Beşinci kayıt: Bu
ayetteki "Bana mühlet de vermeyin" ifadesidir. Bu, "Siz, bana,
üzerinde anlaştığınız şeyi bildirdikten sonra, mühlet vermeyin" demektir.
Bütün bu kayıdların izahı işte budur.
[327]
Kâdî, bu ayetin en
güzel bir şekilde tertib edilmiş olduğu hususunda şu izahı yapmıştır: "Hz.
Nûh işin başında, "Allah'a tevekkül ettim, Allah'ın vaadine güvendim. O,
vaadinden caymaz. Beni ölüm ve işkenceyle tehdidinizin, sizi Allah'a davetten
beni alıkoyacağını sanmayın" demiş ve sonra da davetinin doğruluğuna
delâlet eden şeyleri ortaya koyarak, "İşinizi toplayın" demiştir. Hz.
Nûh (as) onlara sanki, "Gayenizi gerçekleştirecek sebeb ve yollardan
gücünüzün yettiği herşeyi toptan yapın" demiş ve sonra bununla
yetinmeyerek, onlara. "Destekçi olacak ortaklarınızı da toplayın"
demiştir. Bu iki şeyle yetinmemiş, bunlara bir üçüncü hususu ekleyerek,
"Sonra bu işiniz size hiçbir tasa olmasın " demiş, bununla onların bu
hususta herşeyi iyice açıkça anlamalarını kastetmiştir. Bununla da yetinmeyip
dördüncü bir hususu ekleyerek, "Sonra hakkımdaki hükmünüzü icra edin"
demiştir. Bundan maksadı da, onların o kötülüklerin hepsini kendisine
yöneltmeleridir. Buna bir beşincisini eklemiştir ki: O da, "Bana mühlet de
vermeyin" ifadesidir. Bu, 'Yapabileceğiniz hiçbirşeyi geri bırakmayın,
hemen yapın" demektir. İşte bu sözün sonu budur. Böylesi sözün, Hz. Nûh
(a.s)'un, Allah'a tevekkül etme hususunda ve onların hileleri ile tuzaklarının
kendisine ulaşmayacağına ve tesirli olmayacağına olan inancında zirveye
vardığına delâlet ettiği malumdur.
Ayetteki "Eğer
benim öğütlerimden yüz çeviriyorsanız, ben' sizden hiçbir mükâîaat
istemedim" ifadesi hakkında müfessirler şöyle demektedirler: "Bu, Hz.
Nûh (a.s)'un, Allah'ın dinine davet etmesine karşılık onlardan bir mal
istemediğine bir işarettir. İnsan, her nezaman tamahtan uzak olursa, sözü
kalblerde daha tesirli olur." Bana göre bu hususta şöyle bir izah da
yapılabilir: Hz. Nûh (a.s), onlardan kesinlikle korkmadığını ortaya koymuştur.
Çünkü korku ancak iki şeyden, yani bir şerrin dokunması ve bir menfaatin
kesilmesi endişesiyle olur. Hz. Nûh (a.s) önceki ayette, onlardan gelecek
serlerden, bu ayette de onların kendisinden menfaati kesmelerinden korkmadığını
beyan etmiştir. Çünkü o, onlardan herhangi bir şey almamıştır ki, onların kendisinin bir
menfaatini kesmelerinden korksun.
Daha sonra ayette
"Benim mükâfaatım Allah'dan başkasına âit değildir. Bana, müslümanlardan
olmam emredildi" buyurulur. Bu hususta şu iki mana verilmiştir:
a) "Siz ister İslâm'ı kabul edin, ister
etmeyin, ben İslâm üzere olmakla emroiundum,"
b)
"Ben, bu davetten (tebliğden) ötürü başıma gelen her şeye boyun eğmekle
emroiundum." Bu ikinci mana, buraya daha uygundur. Çünkü Hz. Nûh (a.s),
"Sonra hakkımdaki hükmünüzü icra edin" deyince, onlara, bu hususta
başına gelecek herşeye boyun eğmekle emrolunduğunu açıklamıştır. Allah en İyi
bilendir.
[328]
"Yine onlar
kendisini tekzib ettiler. Biz de hem onu, hem gemide beraberinde
bulunan kimseleri selâmete erdirdik ve bunları halifeler yaptık. Ayetlerimizi
yalan sayanları ise boğduk. Bak, imâr edilenlerin sonu nice olmuştur?" (Yûnus. 73).
Bil ki Allah Teâtâ,
Hz. Nûh (a.s) ile o kâfirler arasında geçen bu konuşmayı nakledince, hadisenin
vardığı neticeyi de bildirmiştir.. Hz. Nûh (a.s) ile ashabı bakımından
hadisenin neticesi şu iki şeydir:
a) Allah
Teâlâ, onları kâfirlerden kurtarmıştır.
b) Onlart,
(tufanda) boğulup helak olanların yerine, yeryüzünün) halîfeleri kılmıştır.
Hadisenin, kâfirler
bakımından neticesi de, Allah'ın onları suda boğup helak etmesidir. Bu
hadiseyi, peygamberi tasdîk eden de, tekzîb eden de dinlediğinde, bu, Nuh'un
kavminin başına gelen şeyin, kendi başlarına da gelmesi ve Hz. Nuh'un
inananlarının ulaştıkları şeyin misline ulaşması bakımından mü'minler içirv
imanda devama bir sebep ve mükellefler için bir zecr olmuş olur. Teşvîk ve
sakındırmadaki bu metod, geçmiş ümmetlerden hikaye yoluyla
nakledildiğinde, yeni ifâde edilen bir tehdidden daha tesirli olur. Cenâb-ı
Allah, peygamberlerinin kıssalarını işte bu tarz üzere zikretmiştir. Nûh
kıssasının tafsilatı, başka sûrelerde geçmiştir.
[329]
"Sonra onun
arkasından, kendi kavimlerine (birçok) peygamberler gönderdik ve bunlar,
onlara apaçık mucizeler getirdiler. Fakat önceden yalan saydıkları için,
inanmadılar. İşte haddi aşanların kalbleri üzerine biz böyle mühür basarız" (Yûnus, 74).
Bil ki bundan,
"Biz, Nûh'dan sonra peygamberler gönderdik" manası kasdedilmiştir.
Allah Teâlâ, o peygamberleri burada, isim isim saymamıştır. Hûd, Salih,
İbrahim, Lût ve Şuayb (salavatullahi aleyhim) onlardandır.
"Beyyinât"
kesin mucize demektir. Böylece Allah Teâlâ, o geçmiş peygamberlerin
ümmetlerinin metodunun da, yalanlama hususunda, aynı Nûh (a.s)'un kavminin
metodu üzere olduğunu, Allah'ın tekzibe sapmış olan Nuh'un kavmini helak
etmesiyle ilgili otarak o kavimlere ulaşan haberin de, onları bu yalanlamadan
alıkoymadığını haber vermiş ve bundan dolayı "Daha önceden yalan
saydıkları için, inanmadılar" buyurmuştur. Bu ifâde ile, Nûh (a.s)'un
kavminin yalanladıkları şeyin aynısı murad edilmemiştir. Çünkü onların
zamanında, bu meydana gelmemişti. Aksine bununla, onların yalanladıkları mucizelerin
misli murad edilmiştir. Çünkü bütün peygamberlerin elinde zuhur eden kesin
mucizelerin hepsi, sanki tek bir şey gibidir.
Cenâb-ı Allah daha
sonra, "İşte haddi aşanların kalbleri üzerine biz böyle mühür
basarız" buyurmuştur. Alimlerimiz, Allah Teâlâ'nın insanı bazan imandan
alıkoyacağına, bu ayeti delil getirmiştir ki, bunun izahı açıktır. Kâdî ise
şöyle demektedir: "Tab (mühürleme), iman etmeye manî değildir. Bunun
delili, Hak Teâlâ'nın "Hayır, Allah onların kalbleri üzerine, küfürleri yüzünden
mühür basmıştır. Artık, birazı müstesna, onlar iman
etmezler" (Nisa, 155) ayetidir. Binâenaleyh eğer tab (kalbi
mühürleme), imana manî olsaydı, bu istisna yapılamazdı." Buna şöyle cevap
verilir: Bu mesele hakkındaki sözümüz, (Bakara. 7) ayetinin tefsirinde
geçmişti. Onu burada tekrar etmeye gerek yok.
[330]
"Sonra bunların
ardından da Musa'yı ve Harun'u ayetlerimizle. Firavuna ve onun ileri
gelenlerine gönderdik. Fakat kibirlerine yediremediler. Onlar işte böyle günahkâr
bir kavim idiler. Tarafımızdan kendilerine hak geldiği vakit, "Hiç
şüphesiz, bu apaçık bir sihir!" dediler. Musa da, "Siz, hak için, o
size gelince
"Bu bir sihir mi" dersiniz? Halbuki, sihirbazlar asla umduklarına eremezler"
dedi" (Yûnus, 75-77)
Bil ki bu ayeti
tefsire gerek yoktur. Fakat bu hususta şöyle bir soru sorulabilir: Hz. Musa'nın
kavmi, "Hiç şüphesiz bu bir sihirdir" derken, Hz. Mûsâ (a.s)'nın,
onların "Bu bir sihir mi?" diye soru şeklinde söylediklerini
nakletmesi nasıl uygun olur? Buna şöyle cevap verilir: Hz. Musa (a.s), onların
"Bu bir sihir mi?" dediklerini nakletmemiş, aksine "Hak size
geldiği zaman, hak konusunda siz şöyle şöyle mi söylersiniz?" demek
istemiştir. Sözde, durum (karine) kendisine delâlet ettiği için, "söyler
misiniz?" fiilinin mef'ûlü olan "söyleyeceğinizi" ifâdesi
hazfedilmiştir. Daha sonra Hz. Mûsâ, yeni bir cümle olarak, "Bu bir sihir
mi?" buyurmuştur ki, bu bir istifham-i inkârîdir. Daha sonra da,
"Sihirbazlar asla umduklarına eremezler" diyerek, o hakkın bir sihir
olmadığına istidlal etmiştir. Bu "Sihirbazların yaptıklarının neticesi bir
göz boyama ve aldatmacadır. Onlar, umduklarına nail olamazlar" demektir.
Değneğin bir yılana
dönmesi ve denizin yarılması meselesine gelince, bunların bir gö2 boyama ve
aldatma kabilinden olmadığı zaruri olarak bilinmektedir. Binâenaleyh bunların
bir sihir olmadığı sabit olmuş olur,
"Sen atalarımızı
üzerinde bulduğumuz yoldan bizi döndüresin de bu yerde devlet
ikinizin elinde olsun diye mi bize geldiniz? Biz ikinize de inanacak değiliz"
dediler. Firavun, "Butun usta
sihirbazları bana getirin" dedi. Nihayet sihirbazlar geldiği zaman Musa
onlara, ''Ne atacaksanız atın" dedi. Vaktaki onlar attılar. Musa dedi ki:
"Bu. sizin getirdiğiniz şey. sihirdir. Allah, şüphesiz ki onun boş
olduğunu ve asılsızlığını meydana çıkaracaktır. Allah elbet. fesadçıların
işini ıslâh etmez. Allah, mücrimlerin hoşuna gitmese de hakkın hak olduğunu
kelimeleriyle isbât eder" (Yûnus, 78-82)
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[331]
Bil ki Allah Teâlâ,
Firavun ve kavminin, Hz. Musa (a.s)'nın davetini kabul etmediklerini
nakletmiştir. Onlar şu iki şeyden dolayıkabul etmemişlerdir:
1) Ayette,
"Sen, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan bizi döndüresin..."
sözü ile anlatılan husus.
Vahidi şöyle
demektedir: "Arapça'da "left" birşeyden vazgeçmek manasına olup,
asıl (kök) manası "bükmektir." Nitekim birisi birisinin boynunu
büktüğünde, denilir. "Yüzünü, ona doğru döndürdü" manasında denilmesi de bundandır.
Ezherî şöyle der:
"Arapça'da, birisi birşeyi büküp eğirdiğtnde, denilir ki bu, bu iki fiil,
birbirinin maklûbudur (harf yerleri değiştirilmiş olup, aynı manayadır)."
Bil ki bu sözün
neticesi, onların, "Biz, üzerinde olduğumuz dinimizi bırakamayız. Çünkü
atalarımızı bu din üzere bulduk" demelerine varır ki,bu da, onların strf
taklide tutunup, açık delilleri sfrf inad ile savuşturma yoluna girdiklerini
gösterir.
2) "bu
devlet ikinizin elinde olsun dîye mi..." ifadesinde anlaşılan husustur.
Müfessirler bunun manasının, Hz. Mûsâ ile Harun'a bir hitab olmak üzere,
"Mısır topraklarında mülk ve izzet sizin olsun diye mi?..." şeklinde
olduğunu söylemişlerdir.
Zeccâc şöyle
demektedir: "Mülk, dünyada, istenilen şeylerin en büyüğü olduğu için
"kibriyâ" diye adlandırılmıştır. Peygamberi de, kavmi tasdik
ettiğinde, ümmetinin işinin idaresi ona kalır; böylece de o, kavminin en büyüğü
olmuş olur."
Bil ki, birinci sebep,
taklide tutunmaya, ikinci sebep de, dünyayı arzu etmedeki düşkünlüğe ve
liderliğin devam etmesi hususundaki gayret ve çabalara bir işaret olmuş olur.
Hz. Musa'nın kavmi, bu iki sebebi belirttiklerinde, hükümlerini açıkça ortaya
koyarak, "Biz ikinize de inanacak değiliz" demişlerdir. Bil ki kavim
bu gerekçeleri ileri sürünce, onlar bundan sonra da çabalarını sürdürmüşler ve
insanlar nezdinde Hz. Musa'nın yapmış olduğu şeyin de sihir babından olduğunu
ortaya koymak için, Hz. Musa'nın mucizesine'çeşitli sihirlerle mukabele etmek
istemişlerdir. Bu cümleden olarak Firavun, bütün sihirbazlarını bir araya
getirdiğinde onlara, "Musa onlara "Ne atacaksanız atın.." dedi.
[332]
Buna göre şayet:
"Hz. Musa, küfrü emretmek bir küfür olduğu halde, onlara nasıl küfrü
emretmiştir?" denilirse, biz deriz ki; Hz..Musâ onlara, yaptıkları
şeylerin fasit bir İş ve bâtıl bir gayret olduğu insanlar nezdinde ortaya
çıksın diye, değnek ve iplerini atmalarını emretmiştir, yoksa onlara sihri
emretmek üzere bu sözü söylememiştir. Onlar da iplerini ve değneklerini atınca,
Hz. Musa onlara: "Yaptığınız şey, batıl bir sihirdir" demiştir.
Bundan maksadı şudur: Kavim Hz. Musa'ya senin yaptığın sihirdir, deyince, Hz.
Musa (a.s): "Sizin söylediğiniz şey batıldır, aksine hak olan, sizin
yaptığınız şeyin bir sihir ve batıllığı apaçık olan bir göz boyama oluşudur..."
demiş, sonra da Cenâb-ı Hakk'ın, hakkı yerleştireceğini, bâtılı da İbtâl
edeceğini haber vermiştir. Allah Teâlâ da diğer sûrelerde, o sihri nasıl iptal
ettiğini haber vermiştir ki bu da, o ejderhanın, o ip ve değnekleri yutması
sebebiyle olmuştur.
[333]
ifadesindeki mâ
kelimesi ellezî manasında ism-i mevsûl olup, mübtedâ olarak merfû, haberi ise,
es-sihr kelimesidir. Ferrâ şöyle demiştir: "Bu kelime, etiflâm ile
es-sihr şeklinde gelmiştir. Çünkü bu, daha önce geçmiş olan bir kelâma verilmiş
olan bir cevaptır. Baksana o kavim, Hz. Musa onlara gelince: "Bu,
sihirdir" demişler, bunun üzerine Musa da onlara, "Hayır, sizin
yaptığınız sihirdir" cevâbını vermiştir. Binâenaleyh, bu kelimenin başına
eliflâmın gelmesi gerekir. Çünkü belirsiz kelime, tekrar söylenildiği zaman,
marife olarak söylenir. Bu tıpkı, bir kimsenin bir başkasına, "Bir adamla
karşılaştım" deyip de, o başkası da ona, "kimdi o adam?" diyerek
kelimeyi eliflâmlı olarak "Kimdir o adam?" şeklinde söylemesi
gibidir. Şayet o adam ona, etiflâmsız olarak demiş olsaydı, o zaman onun
zihnine, o kimsenin daha önce ona bahsettiği o adamı sormuş olduğu
gelmezdi." Ebu Aınr, istifham ile (sihir mi?) şeklinde okumuştur. Bu
kıraata göre ma istifhamiyye ve mübteda olarak merfû olup, far de, onun haberi mahallinde gelmiş cümle
olur. Buna göre sanki, "Neyi getirdiniz?" denilmiş de, daha sonra da,
bir kınama ve azarlama tarzında "sihri mi?" denilmiştir. Bu, Cenâb-ı
Hakk'ın tıpkı (Mâide. 116) buyruğunda olduğu gibidir. Sihir kelimesi,
mübtedâdan bedeldir. İstifham olmak hususunda "mübdelun minh"e denk
olsun diye, bunun başına da istifhamın gelmesi gerekmiştir. Bu, senin tıpkı,
"Malın ne kadardır? Yirmi mi, otuz mu?" deyip de, ifâdesini
den bedel kılman gibidir. "Sihir" kelimesi için bir haberin
takdir edilmesine gerek yoktur. Çünkü sen onu, mübtedâdan bedel tuttuğunda, o,
mübtedâ yerine, mübdelun minh'den haber olan şey de onun haberi yerine geçmiş
olur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Allah, onu boşa çıkaracak ve onu yapanı rüsvay edecektir. Zira Allah,
müsriflerin amelini ıslâh etmez, yani onu ne kuvvetlendirir, ne de tamama
erdirir" buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, ilAllah, mücrimlerin hoşuna gitmese de hakkın hak olduğunu kelimeleriyle
isbât eder" buyurmuştur. İhkak-ı hak'ın manası, onu izhâr edip takviye
etmektir. aîUiim ifadesiyle de, O'nun Hz. Musa'ya olan vaadi kastedilmiştir.
Buna, "O'nun daha önce sebkat etmiş olan kaza ve kaderiyle..." manası
da verilmiştir. Kelimâtullah'ın ne demek olduğu hususunda anlaşılması zor,
derin ve yüce konular bulunmaktadır ki, biz bunu, bu kitabın bazı yerlerinde
zikretmiştik.
[334]
"Neticede Musa'ya
-onlar da Firavun'un ve yöneticilerinin kendilerine çektirecekleri sıkıntılara
hedef olarak- bir kısım gençlerden başka iman eden olmadı. Çünkü Firavun o
yerde cidden gâlibti ve cidden aşırı gidenlerdendi" (Yûnus, 83).
Bil ki Allah Teâlâ,
biraz önce Hz. Musa (a.s)'nın elinde zuhur eden büyük mucizelerden ve
değneğinin, o sihirbazların hazırlamış olduğu sihir aletlerini yuttuğundan
bahsetmişti. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların, bu büyük mucizeleri müşahade
etmelerine rağmen, kavminden az bir zürriyet müstesna, O'na kavminden hiç
kimsenin iman etmediğini beyân etmiştir. Allah bunu, Hz. Muhammed (s.a.s)'i
teselli için zikretmiştir. Çünkü o, kavminin kendisinden yüz çevirmesi ve
inkârlarına devam etmeleri sebebiyle, üzülüyordu. Bunun üzerine Allah,
peygamberine, kendisi için bu konuda diğer peygamberlerde örnekler bulunduğunu
beyân buyurmuştur. Çünkü Hz. Musa'dan zuhur eden şey, gözün görmesi açısından,
olabilecek en büyük mucize idi. Ama buna rağmen, tek bir zürriyet hariç, O'na
onlardan kimse iman etmemişti.
[335]
Alimler, bu ayette
geçen zürriyetten ne murad edildiği hususunda, şu şekilde ihtilâf etmişlerdir:
1) Zürriyetin manası, iman edenlerin sayısının
az olduğunu belirtmektir. İbn Abbas şöyle demektedir: "Önemsiz ve küçük görmek için, bir topluluk
(zürriyet) lafzıyla ifâde edilir. Binâenaleyh, bu takdire göre bunu,
burada küçümseme ve hor görme manasına hamletmenin imkânı yoktur. Bu sebeple
bunun, "sayıları az" anlamında, küçük görmeye hamledilmesi gerekir.
2) Bazıları
da şöyle demiştir: Bununla, onları (küfre) çağıranların çocukları murad
edilmiştir. Çünkü onların babaları, küfürlerine devam ediyorlardı. Bu husus ya,
evlâdlarm kalblerinin daha yumuşak olmasından dolayı veyahut da o evlâtlarını
küfürde ısrar etmeye sevkeden şeylerin daha hafif olmasından dolayıdır.
3)
Zürriyyet, babaları Firavun kavminden, anneleri ise, İsrailoğutlarından olan
bir topluluktur.
4)Zürriyet,
Firavun'un ehlinden, yani karısı Asiye'den,hazinedarından, onun hanımından vs
bu hanımın hizmetçisinden meydana gelmiştir.
Ayetteki sözünde geçen
zamirin neye râci olduğu hususuna getince, âlimler bu hususta da ihtilâf
etmişlerdir. Buna:
a) Musa'nın kavminden;
b) Firavun'un kavminden, manaları verilmiştir.
Zira, her ikisi de daha önce geçmişti. Ama daha uygun ve açık olanı, bunun,
"Musa'nın kavminden" manasında olmasıdır. Çünkü bu, daha önce
geçenlerden, zamire en yakın olanıdır. Diğer taraftan da, Hz. Musa'ya iman
edenlerin İsrailoğullanndan olduğu nakil ile de sabittir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Firavun ile yöneticilerinin kendilerine açacağı belâya hedef
olarak.." ifadesine gelince, bu hususta birkaç bahis vardır:
Birinci bahis: Musa'ya
iman eden o kimseler, hiç şüphesiz Firavun'dan cidden korkuyorlardı. Çünkü
Firavun, yakalaması şiddetli olan ve Hz. Musa'ya düşmanlığını da açıkça izhâr
etmiş bir kimse idi. Binâenaleyh o, kavminin meylinin Hz. Musa'dan yana
olduğunu bildiği için, onlara eziyyet etme hususunda çok ileri gidiyordu. İşte
bundan dolayı da oniar ondan korkuyorlardı.
İkinci bahis: Cenâb-ı
Hak, Firavun tek olduğu halde, aşağıdaki sebeplerden dolayı zamiri çoğul
getirerek "ve yöneticileri" buyurmuştur:
a) Bazan, müfred bir lâfız, cemi bir lafızla
ifade edilebilir ki, bundan maksad tazimdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, /ü\
"Muhakkak ki zikri biz indirdik, biz!.." (Hicr, 9) buyurmuştur.
b) Ayetteki "Firavun" sözüyle, onun
ailesi kastedilmiştir.
c) Bu,
muzâfın hazfedilmesi kabilindendir. Bununla sanki, "Firavun âlinden"
manası kastedilmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, buyurmuştur ki bu, "O, onları, kendilerine çeşitli belâları musallat
kılmak suretiyle dinlerinden çevirir" anlamındadır.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Şüphesiz Firavun, yeryüzünde gâiib ve kahirdi; ve o, aşm gidenlerdendi"
buyurmuştur. Bununla, "O, herhangi bir hususta kendisine muhalefet eden
kimseleri çokça öldüren, çokça azâb edendi" manasının da kasdedildiği
ileri sürülmüştür ki, bundan maksat, o mü'minlerin korkularının sebebini ortaya
koymaktır. "O, müsriflerdendi, zira o, kulların en adisi olduğu halde,
uluhiyyet iddiasında bulundu" manası da verilmiştir.
[336]
"Musa dedi ki:
"Ey kavmim, eğer siz gerçekten Allah'a iman ettiyseniz, O'na (ihlas ile)
teslim olmuş müslümanlar iseniz, artık ancak O'na güvenip dayanın'.'
Onlar da şöyle dediler: "Biz yalnız Allah'a güvenip dayandık. Ey Rabbimiz, bizi
o zâlimler güruhuna bir fitne mevzuu yapma
ve bizi, rahmetinle o kâfirler güruhundan kurtar" (Yûnus, 84-86)
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[337]
Cenâb-ı Hakk'ın,
buyruğu, birisi önce, diğeri de sonra gelen iki şarta talik edilmiş olan
bir ceza cümlesidir. Fukahâ şöyle demiştir: "Sonra olanın önce; önce
olanın sonra olması gerekir. Bunun misâli, bir kimsenin hanımına "Eğer eve girer,
Zeyd'le konuşursan, boşsun" demesi gibidir. Durum böyledir, zira o
kimsenin, ifadesinin tamamı ifadesine bağlanmıştır. Halbuki, şart koşulan şey,
şarttan sonra olur. Bu, lafız bakımından sonra olanın, manâ bakımından önce,
tafız bakımından önce olanın, manâ bakımından sonra olmasını gerektirir. Buna
göre ifâdenin takdiri şöyledir: Sanki o adam hanımına "Zeyd'le konuşur
halde eve girersen, ey hanım, sen boşsun" demiştir. Binenaleyh, bu talik,
o Zeyd'le konuşmadan önce hasıl olmuş olsaydı, talâk vakî olmazdı.
Bunu iyice
kavradığında biz diyoruz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey kavmim, eğer siz.
gerçekten Allah a iman ettiyseniz, O'na (ihias ile) teslim olmuş müsiümaniar
iseniz. artık ancak O'na güvenip dayanın" ifadesi, onların müslüman olmalarının,
"eğer siz, gerçekten Allah'a iman ettiyseniz" ifadesine muhatap
olmalarınm şartı olmasını gerektirir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, müslüman bir
kimseye, o müslüman olduğu halde, "Eğer Allah'ı tasdik edicilerden isen,
Allah'a tevekkül et!" demiştir, Nitekim durum böyledir, Zira İslâm, teslim
olmak, boyun eğmektir ki, bu, Allah'dan gelen mükellefiyetlere uymak, hudû ve
huşûyu izhar etmeye ve inadı bırakmaya bir işarettir. İman ise, kalbin, zâtı
gereği, vâcibu'l-vücûd olanın tek olduğunu, O'nun dışında kalanların muhdes
varlıklar olduğunu, Allah'ın yönetimi, tasarrufu ve kahrı altında
bulunduklarını bilmekten ibarettir. Bu iki durum tahakkuk edince kul, bütün
işlerini Allah Teâlâ'ya havale eder ve kalbinde, Allah'a tevekkül etmenin nuru
meydana gelir. Binâenaleyh bu ayet, birtakım ince sırlar ve nükteler ihtiva
etmektedir. Allah'a tevekkül ise, işlerin tamamını Allah'a havale etmek ve
bütün durumlarda Allah'a güvenip dayanmaktır. Bil ki bütün işlerinde Allah'a
tevekkül eden kimseye, Allah, her türlü musibet hususunda yeter, onayardtmcı
olur. Zira Cenâb-ı Hak, "Kim Allah'a güvenip dayanırsa O. kendisine
yeter" rraiak. 3) buyurmuştur.
[338]
Hz. Musa'nın, kavmine
emretmiş olduğu Allah'a tevekkül etme işi, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Nuh'tan da naklettiği
şeydir. Çünkü, Hz. Nuh' uAncak Allah a tevekkül ettim" demişti. İşte bu
noktada, iki derece arasında bulunan fark ortaya çıkmaktadır. Çünkü Hz. Nuh (a.s),
kendisini Allah'a tevekkül etmekle vasfetmiş, Musa (a.s) ise, bunu
kavmine emretmiştir. O halde, Nuh (a.s) tam; Musa (a.s) ise, tamamın üzerinde bir
derecede bulunmuş olur.
[339]
Hz. Musa 4ü
"Yalnız O'na güvenip dayanın" demiş, ama "O'na
güvenip dayanın"
dememiştir. Zira, birinci
ifâde, "hasr" ifâde
etmektedir. Buna göre, Hz. Musa (a.s) onlara, sadece Allah'a tevekkül etmelerini
emredip, onların başkasına
tevekkül etmelerini
kesinlikle yasaklamıştır. Durum
da böyledir; zira O'nun dışında kalanların, O'nun mülkü ve milki oldukları,
O'nun tasarrufu, emri, hükmü ve tedbiri altında bulundukları sabit olunca,
insanın başkasına tevekkül etmesi aklen imkânsız olur. İşte bundan dolayı bu
cümle, böyle bir ibareyle gelmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Musa (a.s) bunu onlara emredince, onların onun sözünü kabul ederek,
"Biz. yalnız Allah a güvenip dayandık" dediklerini beyan buyurmuştur.
Yani, "Biz, sadece O'na güvendik ve O'nun dışındaki hiçbir şeye iltifat
etmiyoruz" demektir.
Daha sonra onlar bunu
yapınca, duaya yöneldiler de Allah'dan şu iki şeyi taleb ettiler:
[340]
a) Onlar
"£y Rabbimiz, bizi o zalimler güruhuna bir fitne (mevzuu) yapma..."
dediler. Bu hususta şu izahlar yapılabilir:
1) Bundan maksat, "Bizi, Firavun ve
kavmiyle imtihan etme... Zira sen, onları bize musallat ve hükümran kılarsan,
onların kalblerinde, "Eğer onlar hak üzere olsaydı, sen bizi onlara
musallat kılmazdın" şeklinde bir düşünce uyanırdı da, o zaman bu, onların
küfürlerinde ısrar etmelerinde kuvvetli bir şüphe vesilesi olurdu. Böylece de,
onların bize hükümran olmaları, onlar için bir fitneye düşme mevzuu olurdu.
2) Bunun
manası şudur: Sen onları bize hükümran kılmış olsaydın, onlar ahirette çok
şiddetli bir azaba duçar olurlardı ki bu da onlar için bir fitne olmuş olurdu.
3) Bunun
manası şudur: Bizi, onlar için bir fitne, yani bir azâb yeri, mevzuu yapma.
4) Ayette geçen fitne kelimesiyle ism-i mef'ûl
manası murat edilmiştir.. Zira, masdann ism-i mef'ûl makamında kullanılması
caizdir. Bu, meselâ, halk (yaratmak) kelimesinin mahlûk (yaratılmış) manasına;
tekvin (meydana getirmek) kelimesinin mükevven (meydana getirilmiş) anlamına
gelmesi gibidir. Buna göre mâna, "Bizi, fitneye düşmüşlerden, belâya
uğramışlardan kılma" şeklinde olur. Yani, "Onlara, zulüm ve baskıları
vasıtasıyla, bizi, kabul etmiş olduğumuz bu hak dinden döndürme imkânı
verme..." demektir. Bu açıklama, bu ayetten önceki şu ayet ile de kuvvet
kazanmaktadır: kazanmaktadır: (Yunus, 83).
b) Bu
duadaki ikinci talepleri de,
onların "Ve bizi. rahmetinle
o kâfirler güruhundan kurtar..." demeleridir.
Bil ki bu tertib,
onların dini hususlara göstermiş oldukları ilgi ve alâkanın, dünyevî hususlara
gösterdiklerinin üzerinde olduğuna delâlet eder. Bu böyledir, çünkü, biz,
onların, "Ey Rabbimiz, bizi o zalimler güruhuna bir fitne (mevzuu)
yapma" şeklindeki sözlerini, "Şayet, onlar müslümanlara galip
gelirlerse bu. onlar için, bu dinin batıl olduğuna dair bir şüphe meydana
getirir" manasına hamledersek, bu durumda, onlar Allah Teâlâ'ya, o
kâfirleri böyle bir şüpheden koruması hususunda yalvarıp yakarmış olurlar.
Böylece onlar bu duayı, kendilerinin kurtuluşunu istemeden önce yapmışlardır ki
bu, onların, düşmanlarının dininin durumlarına göstermiş oldukları itinânın,
kendi menfaatlerine göstermiş oldukları itina ve özenin çok üstünde olduğuna
delâlet eder. Yok, eğer bu ayeti, "Allah Teâlâ'nın o kâfirlere, inanan
kimseleri dini terketmeye zorlama imkânı vermemesi" anlamına hamledersek,
bu da, o müsiümanların, dinlerine göstermiş oldukları ilgi ve İhtimamın, bedenlerinin
maslahat ve umuruna gösterdikleri ilginin üstünde olduğuna, aynı şekilde
delâlet etmiş olur. Binâenaleyh, her halükârda bu, son derece güzel olan bir
nüktedir.
[341]
"Musa'ya ve
kardeşine: "Mısır'da kavminiz için evler hazırlayın. O evlerinizi namazgah
yapın. (Oralarda) dosdoğru namaz kılın. (Ey Musa), müzminleri müjdele"
diye vahyettik" (Yunus, 87).
Bil ki Allah Teâlâ,
mü'minlerin, kâfirlerden dolayı duydukları endişeyi ve onlardan sâdır olan,
Allah'a tevekkül etmek hususunu beyân edince, bunun peşinden Hz. Musa ve
Harun'a mescidler edinme ve namazlara yönelme emrini getirmiştir. Arapça'da,
"Falan yeri mesken edindi" manasında denilir. Bu, bir kimsenin, bir
yeri vatan edindiği zaman, söylenilen
"orayı vatan edindi" fiilinin kullanılışı gibidir. Yani,
"Mısır'i, kavminize evler ve ibâdet için kendisine yöneleceğiniz bir mahal
ve mekân kılınız, yapınız.." demektir.
[342]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O evlerinizi namazgah yapın'* buyurmuştur. Bu hususta birkaç bahis
bulunmaktadır:
Birinci bahis: Bazı
âlimler, bu ayette geçen "evier" kelimesinden maksadın,
"mescidler" olduğunu, nitekim Cenâb-ı Hakk'ın da, "O kandil o
evlerde yakılır ki Allah, onların tazim edilmelerine ve içlerinde adının
anılmasına izin vermiştir''(Nur, 36) buyurduğunu söylemiştir.
Bazı âlimler de,
"Burada maksad, mutlak manada evlerdir" demişlerdir.
Birincilere gelince,
onlar "kıble" kelimesini, "namazda yönelecek cihet" diye
tefsir etmişler, sonra da Cenâb-ı Hakk'ın, "O evlerinizi namazgah yapın
" emrinden maksadın, "Evlerinizi, namazlarınız için, kendisine
yöneleceğiniz mescidler edininiz" ifâdesi olduğunu söylemişlerdir. Ferrâ
da: "Evlerinizi, kıbleye doğru çeviriniz" manasını verirken,
İbnu'I-Enbarî: "Evlerinizi kıbleler, yani mescidler edininiz" manasını
vermiş ve buradaki müfred kıble kelimesinden, çoğul manasının kasdedildiğini
söylemiştir.
Alimler, bu kıblenin
neresi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Kur'ân'ın lafzının zahiri, onun
nerede ve neresi olduğuna delâlet etmemektedir. Ancak ne var ki İbn Abbas'ın:
"Kâ'be, Musa (a.s)'nın kıblesi idi." Hasan el-Basrîşnin de;
"Kâ'be, bütün peygamberlerin kıblesiydi. Ancak ne var ki, hicretten sonra
Hz. Peygamber zamanında. Ka'be'den (Beytu'l-Makdis'e) yönelme işi, Allah'ın
emriyle meydana gelmiştir" dedikten nakledilmiştir. Diğer âlimler de:
"O kıble, Beytu'l-Makdis cihetidir" demişlerdir.
Bu ayette zikredilen
"evler" lafzından muradın mutlak manada "evler" olduğunu
söyleyenler ayetteki kıble sözünü iki şekilde tefsir ederler:
a) Maksad, o
evlerin karşı karşıya yapılmalarıdır. Bunun gayesi ise, bir birliğin oluşması
ve birbirleri sayesinde güç-kuvvet kazanmalarını temindir.
b) Bazıları
da: "Bundan murad, "Evlerinizi kıble edininiz, yani evlerinizde namaz
kılınız" manasıdır" demiştir.
İkinci bahis: Allah
Teâlâ, ayetin başında, hitabı Hz. Musa ve Harun'a tahsis ederek, "Mısır'da
kavminiz İçin evler hazırlayın" buyurmuştur. Daha sonra da hitabı
genelleştirerek, "O evlerinizi namazgah yapm" buyurmuştur. Bunun
sebebi şudur: Allah Teâlâ, Hz. Musa ve Harun'a, kavimleri için, ibâdet etmeleri
gayesiyle, evler edinmelerini emretmiştir. Bu peygamberlere havale edilen
şeylerdendir. Bundan sonra da hitap hem Hz. Musa ve Harun'u, hem de kavimlerini
kapsayacak bir biçimde genelleştirerek onların mescid edinmeleri ve o mescidde
namaz kılmaları emredilmiştir. Çünkü bu, herkese vaciptir. Daha sonra Allah
Teâlâ, hitabı ayetin sonunda Hz. Musa'ya tahsis ederek, "Müminleri
müjdele" buyurmuştur. Zira, bütün ibâdetlerin asıl maksadı, işte böylesi
bir müjdenin tahakkuk etmesidir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak bu hitabı peygamberlik
hususunda Hz. Musa'nın asıl; Harun'un ise ona tâbi olduğuna delâlet etsin diye,
Hz. Musa'ya tahsis etmiştir.
Üçüncü bahis:
Müfessirler, bu hadisenin nasıl cereyan ettiği hususunda şu üç izahı
yapmışlardır:
1) Hz. Musa
ve beraberinde olanlar, kâfirler kendilerine gâlib gelmesin ve böylece de kendilerine
eziyyet ederek kendilerini
dinlerinden döndürmesinler diye, başlangıçta, evlerinde kâfirlerden
gizli biçimde namaz kılmakla emredilmişlerdir. Bu tıpkı mü'minlenn, Mekke'de
İslâm'ın ilk yıllarında içinde bulundukları duruma benzer.
2) Şu da
iferi sürülmüştür: Allah Teâlâ, Hz. Musa'yı İsrailoğullarına peygamber olarak
gönderdiğinde, Firavun, İsrailoğullarının mescidlerinin yıkılmasını emreder ve
onları, namaz kılmaktan men eder. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, inanan o
kimselere, evlerinde mescidler edinmelerini ve Firavun'un korkusundan dolayı,
orada namaz kılmalarını emretmiştir.
3) Allah Hz.
Musa'yı onlara peygamber olarak gönderip, Firavun da o şiddetli düşmanlığını
izhâr edince, Cenâb-ı Hak Hz. Musa ile Harun ve onların kavimlerine,
düşmanlarına rağmen mescidler edinmelerini emretmiş ve onları düşmanlarının
şerrinden korumayı tekeffül etmiştir.
[343]
"Musa, "Ey
Rabbimiz, dedi, hakikaten sen Firavun'a ve yöneticilerine dünya hayatında
zinetler ve mallar verdin; senin yolundan saptırsınlar diye mi ey Rabbimiz? Sen
onların mallarını yok et.Rabbimiz, kaiblerini şiddetle sık ki onlar o çetin
azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyeceklerdir." (Allah) dedi ki:
"ikinizin de duası kabul olunmuştur. O halde yine istikâmette (doğru hareketinizde)
devam edin. Sakın bilmeyenlerin yoluna uymayın" (Yunus.
88-89).
Bil ki Hz. Musa, kesin
ve apaçık mucizeleri iyice izhâr edip, kavminin de inkârda, inâd etmede ve lâkaytlıkta
ısrarlı olduğunu görünce, o zaman onlara beddua etmeye başladı. Başkasına
beddua eden kimsenin her şeyden önce beddua ettiği kimsenin o suça yönelmesinin
sebebini zikretmesi gerekir. Hz. Musa'nın kavminin suçu ise, dünyayı
sevmelerinden ötürü dini terketmiş olmalarıdır. İşte bundan dolayı Hz. Musa
"Ey Rabbimiz. dedi, hakikaten sen Firavun ve yöneticilerine dünya
hayatında zinet ve mallar verdin" demiştir. "Zinet", sıhhat,
güzellik, elbise, hayvan ve ev eşyası demektir. "Mal" ise, altın,
gümüş, para vs. gibi saklı veya aşikâr olarak bunların dışındaki şeylerdir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "senin yolundan saptırsınlar diye mi?.." buyurmuştur.Bu ifâdeyle
ilgili iki mesele vardır:
[344]
Hamza, Kisaî ve Asım,
yâ'nın dammesiyle diğer kıraat imamları
ise, yâ'nın fethasıyla '^LaJ (sapsınlar diye mi?) şeklinde okumuşlardır.
[345]
Alimlerimiz, Cenâb-ı
Hakk'ın, insanları saptırdığına ve dalaletin O'nun iradesiyle olduğuna bu
ayetle istidlal etmişlerdir ki, bunu şu iki şekilde açıklayabiliriz:
a)
ifâdesinin başındaki lâm, "talî!" lamıdır. Buna göre mana,
"Musa {a.s), "Ey azîz olan Rabbim. Sen onlara, bu zîneti ve bu malı
sapmaları için verdin?!.." şeklinde olur. Böylece bu, Aliah Teâlâ'nın,
mükellefleri idlâl etmek istediğine delâlet etmiş olur.
b) Hz. Musa,
"kalblerini şiddetle sık..." demiş, bunu müteakiben de Cenâb-ı Hak,
"İkisinin de duası kabul olunmuştur" buyurmuştur ki, maksada delâlet
eder.
[346]
Kâdî ise şöyle
demiştir: "Bu ayetten, sizin bahsettiklerinizin murad edilmiş olması caiz
değildir. Bunu pekçok şey göstermektedir:
a) Allah
Teâlâ'nm "kabîh" olanı, çirkini işlemekten münezzeh olduğu sabittir,
kesindir. Halbuki küfrü irâde etmek kabîhtir.
b) Şayet
Allah, bunu kastetmiş olsaydı, o zaman kâfirler, küfürleri sebebiyle, yani
küfretmeleri suretiyle Allah'a itaat etmiş olurlardı. Çünkü tâat, irâdeye uygun
olan şeyin yapılması demektir. Binâenaleyh, şayet onlar böyle olmuş olsalardı,
mallarının yok edilmesi ve kalblerinin de sıkıştırılması suretiyle bedduaya
duçar olmaya müstehak olmazlardı.
c) 8iz,
Allah'ın, kullarını saptırmayı istemesini uygun görmüş olsaydık o zaman,
Allah'ın, insanları sapıklığa davet etmek için peygamberler göndermiş olmasını
da caiz görmüş olurduk. O zaman da, peygamberler elinde mucizeler izhâr etmek suretiyle,
yalancıları, sapanları ve saptıranları desteklemek de caiz olurdu ki, işte
bunda dinin temellerini yıkma ve Kur'ân'a olan itimadı sarsma söz konusudur.
d) Allah'ın
Hz. Musa ve Harun'a, "Ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler,
yahut (Allah'dan) korkar" (jahâ, 44) ve "Andolsun ki biz Firavun
hanedanını düşünüp ibret alsınlar diye. yıllarca kuraklıkla, mahsullerin
kıtiığıyia tutup sıktık" (A>âf. 130} demesi, sonra da onların
sapıtmasını irâde ederek, sapsınlar diye onlara nimet vermesi caiz olmazdı.
Çünkü bunlar, birbirine zıt gibidirler. Binâenaleyh, bunlardan birisini,
diğerine uygun bir manaya hamletmek gerekir.
e) Şöyle denilmesi de caiz değildirt'Hz. Musa
(a.s), iman etmelerini dilemede sıkı davranmakla beraber, onların iman
etmemeleri maksadıyla mallarının imha edilmesi için dua etmiştir."
Bil ki, biz, bu
izahları çoğaltma hususunda, bu kitabın pekçok yerinde elimizden gelen herşeyi
yaptık. Böyle olunca biz diyoruz ki, bu ayetin tevît edilmesi gerekir. Bu da
birkaç yönden olabilir:
a) Ayetteki
kelimesinde lâm, âkıbetjfade eder.[347] Bu- Cer|âb-ı Hakk'ın, tıpkı''Neticede
kendilerine düşman ve başlarına dert olsun diye. Firavundun adamları onu
yitik olarak aldılar" (Kasas, 8) ayetinde olduğu gibidir. Firavun'un
kavminin akibeti sapıklık olunca ve Allah Teâlâ da bunu bilince, pek yerinde
olarak, bu hususu bu lafızla beyan etmiştir.
b) sözü "senin yolundan saptırmamaları
için..." manasınadır. Akıl kendisine delâlet ettiği için, lâ (olumsuzluk)
edatı hazfedilmiştir. Bu Cenâb-ı Hakk' in, tıpkı (N,sa, 176) ayetinde olduğu
gibidir ki, bu, demektir. Yine bu, (Araf, 172) ayetinde olduğu gibidir ki, bu,
demektir. Böylesi harfler Arapçada çokça bulunmaktadır.
c) Hz. Musa
bunu, inkâr ile içice olan teaccüb üslûbunda zikretmiştir ki bunun takdiri,
"Sen onlara bu malı verdin. Ama onlar, bu malları ancak bu konuda
harcıyorlar" şeklinde olur. Böylece sanki Hz. Musa, "Allah yolundan
saptırmaları için mi sen onlara zînet ve mallar verdin?!" demiştir, Sonra
da, ifâdenin başındaki istifham hemzesi hazfedilmiştir. Bu, şairin tıpkı şu
beytinde olduğu gibidir:
"Gözün mü seni
yanılttı, yoksa Vâsıt'da sen. gece karanlığının son deminde Rebâb'm bir
hayalini mi gördün?!.*"
Şair bununla, gözün mü
seni yanılttı, yalan söyledi?" manasını kascl-etmiştir. İşte burada da
böyledir.
d) Bazı
âlimler, bu lamın, duâ lamı olduğunu ileri sürmüşlerdir ki, buna göre bu lâm, meksûr
bir lâm olup, kendisiyle muzari fiil meczûm yapılır; aynı zamanda bu lamla söze
başlanılır. Böylece de meselâ, "Allah mü'minleri bağışlasın, kâfirlere de
azâb etsin" denilir. Buna göre ayetin manası, "Ey Rabbimiz, onları
yolundan sapmakla imtihan et!" şeklinde olur.
e) Bu lâm,
talîl lamıdır. Ancak ne var ki bu, durumun zahirine göre olup, işin hakikatında
böyle değildir. Bunun izahı şudur: Allah Teâlâ, onlara bu malları verip, bu
mallar da onların taşkınlık ve küfürlerinin artmasına sebep olunca, bu durum,
sanki yoldan saptırmaları için kendilerine mal verilen kimselerin haline benzemiş
olur. İşte bundan dolayı bu cümle, bu sebepten ötürü, talîl lafzıyla îrad
edilmiştir.
f) Biz,
(Sakara,26) ayetinin tefsirinde "dalâl" lafzının, Kur'ân'da bazan,
helak olma, yok olma anlamına geldiğini beyan etmiştik. Nitekim Arapça'da, yani
(Su, sütün içinde kayboldu) denilir.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca, biz diyoruz ki, sözünün manası, "Helak olsunlar!
ölsünler!.." şeklindedir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, (Tevbe.
55) ayetidir. Bu konuda söylenenlerin tamamı budur.
[348]
Bil ki, biz bu tür
izahlara karşı bu kitapta, defalarca cevaplar verdik. Bunların bazısını burada
yeniden zikretmede bir sakınca yoktur. Buna göre biz diyoruz ki: Saptırmanın
Allah tarafından olduğuna şunlar delâlet etmektedir:
1) Kul
ancak, hidâyet elde etmeyi ister. Binâenaleyh, hidâyet tahakkuk etmeyip de,
onun istememiş olduğu sapıklık tahakkuk edince, biz, bu sapıklığın meydana
gelişinin kul tarafından değil, tam aksine Allah tarafından olduğunu anlamış
oluruz. Buna göre şayet onlar, "O, bu sapıklığı hidayet sanmıştır. İşte
bundan dolayı da o, dalaleti varlık âlemine sokarak gerçekleştirmiştir"
derlerse biz deriz ki:
Buna göre, onun bu
cehlini varlık âlemine çıkarmaya yönelmesi, önceki bir cehaletten dolayıdır. Şu
halde, önceki cehaletin tahakkuk etmesi de, başka bir cehalet sebebiyle olursa,
bu durumda teselsül gerekir ki, teselsül de imkânsızdır. Öyleyse bütün bu
cehalet ve sapmaların, mutlaka bir ilk cehalet ve sapmaya varıp dayanması
gerekir. Bunu, kulun ihdas edip meydana getirmesi mümkün değildir. Zira o bunu
istememiş, aksine zıddını istemiştir. Binâenaleyh bunun, Atlah'dan olması
gerekir.
2) Atlan
Teâiâ, insanları, gönüllerinden bu sevgiyi silmeleri kesinlikle mümkün
olmayacak bir biçimde, mal ve makamı çok aşın bir şekilde sevmeye hazır bir tarzda
yaratmıştır. Bu sevginin elde edilmesi, onu, bu nimetlerin sahibinden yüz
çevirmesine ve O'na karşı mağrur olmasına ve O'na kulak asmamasına sevkeder. Bu
da onu küfre götürür. İşte bütün bunların bir kısmı da lüzum (gereklilik)
yoluyla diğer bir kısmına ulaştırıp götürünce bu küfrün failinin
(yaratıcısının), insanları ma! ve makam sevecek tarzda yaratan olması gerekir.
Öyleyse bir müreccih
olmadan, iki taraftan birisinin diğerine üstünlüğü olamaz. Bu müreccih, kul
değildir. Aksi halde söz, yeniden tekrarlanmış olur. Şu halde müreccihin, Aiiah
olması gerekir. Bu böyle olunca, hidâyet ve sapıklık Atlah'dan olmuş olur.
4) Allah
Teâtâ, Firavun ve kavmine zinet ve mal vermiş; mal ve makam sevgisi de onların
kalblerinde kök salmıştır. Allah, onların karakterine, Hz. Musa'nın tebliğinden
ve ona boyun eğmekten son derece nefret etme hissini yerleştirmiştir. Özellikle
Firavun Hz. Musa (a.s) için bir mün'im ve mürebbi gibi olunca- bu durumdaki bir
kimseye tabi olmaya karşı duyulan nefret, onların katblerinde iyice
yerleşmişti. Bütün bunlar, onların, Hz. Musa'nın davetini kabul etmekten yüz
çevirmelerine ve onun doğruluğunu inkârda ısrar etmelerine yol açar.
Binâenaleyh aklî delil ile de, Allah Teâlâ'nın Firavun ve kavmine, dünya zinet
ve maltnı vermesinin, onların sapmalarına yol açtığı sabit olmuş olur. Böylece
de, ayetin lafzının zahirinin düşündürdüğü mananın doğruluğu, açık aklî delil
ile de sabit olmuş olur. Şu halde bu gibi yerlerde, ayetin lafzının bırakılması
ve sözün cidden zoraki, tutarsız ve çok zayıf manalara hamledilmest?nasıl olur
da mümkün ve makut olabilir?
Bunu iyice anladığında
biz diyoruz ki: Kâdî'mn birinci izahına gelince, ki bu, buradaki lâm'ın,
"akıbet lamı" manasına hamledilmesidir. Bu görüş zayıftır. Çünkü Hz.
Musa (a.s), neticeleri bitmiyordu.
Buna göre oniar eğer,
"Allah Teâlâ, ona bunu haber vermiş olabilir" derlerse, biz de deriz
ki: Allah Teâlâ, onların iman etmeyeceklerini haber verince, onlardan imânın
sâdır olması imkânsız olur. Çünkü bu, Allah'ın haber verdiği şeyin yalana dönüşmesini,
asılsız çıkmasını gerektirir ki bu imkânsızdır. İmkânsıza götüren şey de
imkânsızdır.
Kâdî'nin ikinci
izahına gelince ki bu, Mu'tezile'nin, "Ayetteki ifâdesi,
"saptırmasınlar diye..." manasına
hamledilir" şeklindeki
görüşüdür. Buna karşı
biz deriz ki; Bu manayı Ebû Ali el-Cübbflf "Tefsir"inde zikretmiştir.
Ben diyorum ki: O (Nisa. 79) ayetinin tefsirine başlayıp, sonra bazı
alimlerimizden, istifham-ı inkârî şeklinde bu ayeti "Sen nesin ki?!." diye
okuduklarını nakledip, bu kıraati uzak görerek, "Bu, Kur'ân'ın tahrifine
ve tağyirine yol açar. Bâtınî tevillerin kapısı açılmış olur" deyip, bu
kıraati çok yadırgadığına göre, kendisinin burada yaptığı bu izahın, ondan cok
daha tutarsız olduğunu söylememiz gerekir. Çünkü bu, menfiyi müsbete, müsbeti menfiye
çevirmedir. Bunu caiz görmek, Kur'ân'a, var ve yok dediği hususlarda itimadın
katmaması kapısını açar ki, bu durumda, bütün Kur'ân bâtıl olur. Bu, aynıyla
onun "Bundan inkârî manada istifham murad edilmiştir" şeklindeki
sözüne karşı verilen cevaptır. Bunu caiz görmek, diğer yerlerde de benzerlerini
caiz görmeyi gerektirir. Böyle olursa, namaz ve zekâtı emreden ayetlerde Allah
Teâlâ'nın inkâr ve taaccüb üslubuyla, "Namazınızı kılar mısınız,
zekâtınızı verir misiniz!" manasını kastettiği de iddia edilebilir. Diğer
cevaplara gelince, onların zayıf olduğu açıktır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Hz. Musa'nın 'Ey Rabbimiz sen
onların mallarını yok et" dediğini nakletmiştir. Biz, "tams"in
ne demek olduğunu, (Nisa, 47) ayetinin tefsirinde zikretmiştik. İbn Abbas (r.a)
şöyle demiştir: "Bize rivayet edildiğine göre onların dinar ve dirhemleri
tam yarım veya sülüs (üçte birlik) olarak nakışlı taşa çevrildiği gibi
şekerleri de taşa dönüşmüştür."
Daha sonra Hz. Musa
"Kalblerini şiddetle sık" demiştir. Kalbleri şiddetle sıkmanın
manası, onu, içine hiç iman giremeyecek şekilde bağlamaktır. Vahidî: "Bu,
Allah Teâlâ'nın istediği kimselere bunu yapabileceğinin bir delilidir. Eğer
böyle olmasaydı, Hz. Musa'nın bu şekilde bir talebte bulunması yerinde
olmazdı" demiştir.
Daha sonra O, "Onlar
o çetin azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyeceklerdir" demiştir. Bu
ifâde ile ilgili şu iki izah yapılmıştır:
a) Bunun,
ayetteki kelimesine atfedilmesi. Buna göre bunun takdiri: "Ey Rabbimiz
onlar senin yolundan saptırsınlar ve iman etmesinler, böylece de çetin azabı
görsünler diye..." şeklinde olur. Ayetteki "Ey Rabbimiz sen onların
mallarını yok et. kalblerini şiddetle sık" ifâdesi, bir cümle-i
i'tiraziyye olur.
b) Bunun,
ayetteki . "Kalblerini şiddetle sık" ifâdesinin bir cevâbı (neticesi)
olması da mümkündür. Buna göre kelamın takdiri, "kalblerini mühürle ve
katılaştır ki iman etmesinler. Çünkü onlar buna müstehaktırlar" şeklinde
olur.
Daha sonra Cenbâb-ı
Hak "İkinizin de duası kabul olunmuştur" buyurmuştur. Bu hususta da
şu iki izah yapılabilir:
a) İbn-i
Abbas {r.a): "Hz. Musa duâ etmiş, Hz. Harun da "âmin" demiştir.
İşte bundan dolayı, "ikinizin de duası kabul olunmuştur" denilmiştir.
Zira duâ edenin duasına âmin diyen kimse de, katılmış sayılır. Çünkü
"amin", "kabul et yâ Rab!" demektir ki bu da, tıpkı duâ
edenin isteyen durumunda olması gibi, bu kimse de isteyen durumunda olmuş
olur" demiştir.
b) Onlardan
herbirinin bu duayı yapmış olması da uzak bir ihtimal değildir. Bu konuda
söylenebilecek en son söz şudur: Allah Teâlâ bu duayı, "Musa, "Ey Rabbimiz, dedi..." ifâdesi ile,
Hz. Musa'dan nakletmiştir. Fakat bu, Hz. Harun'un aynı duayı yapmış olmasına
mani değildir.
Ayetteki "O halde
yine istikamette devam edin" ifâdesi, "tebliğde, risâlette ve çok
hüccet getirmede istikamet üzere olun. Çünkü Nuh, kavmi arasında yaklaşık bin
yıl kalmış, onları hakka davet etmişti. Binâenaleyh siz acele etmeyin"
demektir. İbn Cüreyc: "Firavun, bu duadan sonra kırk yıl daha
yaşamıştır" demiştir,
Cenâb-ı Hakk'ın
''Sakın bilmeyenlerin yoluna uymayın" ifâdesi ile ilgili iki bahis vardır;
Birinci bahis: Bunun
manası, "Duâ edildiğinde, duanın hemen kabul edileceğini sanan câhillerin
yoluna uymayın. Çünkü Allah Teâlâ çoğu kez, insanın istediği şey hususundaki
duasını kabul eder. Ama bu kabul edişi, takdir ettiği bir vakte bırakır. Acele
etmek, câhillerin işidir" şeklindedir. Bu, tıpkı Hz. Nûh (a.s)' in
''Cahillerden olmaktan sana sığınırım" şeklindeki duası gibidir.
Bil ki bu nehiy, bu
işin, Hz. Musa'dan sâdır olmuş olduğu manasına gelmez. Bu, tıpkı "Eğer
şirk koşarsan, amelin boşa gider" (Zümer, 65) ifâdesinin, şirkin Hz.
Peygamber'den sâdır olduğuna delâlet etmemesi gibidir.
İkinci bahis: Zeccâc
şöyle der: "Ayetteki ifâdesi, cezm mahallindedir.
Buna göre takdiri,
şeklindedir. Fakat, te'kid için nehiy sığasına nûn-u müşeddede gelmiş, hem bu
nûn, hem de ondan önceki nün sakin olduğu için, meksûr kılınmıştır. Bundan
dolayı da harekesi kesre olmuştur. Çünkü o, eliften sonraki tesniye nûnuna
benzemiştir." İbn Âmir bu nûnu, şeddesiz olarak şeklinde okumuştur.
[349]
"Israiloğullarmı
denizden geçirdik. Firavun, hemen askerleriyle beraber, zulmederek ve
haddi aşarak peşlerine düştü. Nihayet su onu boğmaya başlayınca
(şçyle) dedi: "İnandım. Gerçekten İsrailoğullarının iman ettiğinden başka tanrı
yokmuş. Ben de müslümanlardanım." Şimdi mi (iman ediyorsun)?
Halbuki sen bundan evvel isyan etmiş, dâima fesadcılardan olmuştun! Biz
de bu gün seni (cansız bir) beden olarak bırakacağız ki arkadan geleceklere
ibret olasın. Bununla beraber insanlardan birçoğu bizim ayetlerimizden cidden
gafildir" (Yûnus. 90-92)
Bil ki bu ayetin
lafızlarının tefsiri A'râf suresinde (138. ayette) geçmişti. Bunun manası
şöyledir: "Allah Teala, o ikisinin, yani Hz. Musa ile Hz. Harun'un duasını
kabul edince, isrâiloğullarına o belli zamanda Mısır'dan çıkmalarını emretti ve
oradan çtkış yollarını kolaylaştırdı. Firavun ise bunlardan habersiz idi. o,
İsrâiloğullannın çıkıp, memleketinden ayrılmaya yöneldiklerini duyunca, onların
peşine düştü." O halde, ayetteki faŞti kelimesi, "O onlara
ulaştı" demektir. Nitekim Arapça'da, "O, ona yetişinceye kadar, onun
peşine düştü" denilir.
[350]
Cenâb-ı Hak
"zulmederek ve haddi aşarak" buyurmuştur. Bağy, haksız olarak hâkim
olmayı istemek demektir. Adv ise zulüm demektir. Rivayet olunduğuna göre Musa
(a.s), kavmi ile birlikte çıkıp denizin kıyısına ulaşınca ve Firavun da
ordusuyla onlara yaklaşınca, İsrailoğulları büyük bir korkuya kapıldılar. Çünkü
onlar, boğacak bir deniz ile, imha edecek bir ordu arasında kalmışlardı. Bundan
dolayı Allah, diğer sûrelerde kıssanın tamamında belirttiği gibi, onlara
denizde bir yol ortaya çıkarmak suretiyle lütfetti. Daha sonra Mûsâ (a.s),
ashabı ile birlikte denizdeki o yola girip, denizi geçtiler. Allah Tealâ,
Firavun ve ordusu da, o yoldan geçebilecekleri fikrine kapılsınlar diye, o yolu
kupkuru bıraktı. Firavun ordusuyla birlikte denizle girince, yarılan denizin
iki tarafını birbirine kavuşturmak ve o yolu ortadan kaldırmak suretiyle Allah
Teâlâ onları boğdu. İşte âyetteki, ifadesinin manası budur.
Allah Teâlâ, Firavun
ve etbâının kalblerindeki bağyi de açıklamıştır. Bu bağy, Firavun ve ordusunun,
İsrailoğullarını öldürmeye ve zulmetmeye aşırı istek duymalarıdır. Adv ise,
haddi aşmaktır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, şunu belirtmiştir: Firavun boğulurken, Allah'ın kendisini o âfetten,
sayesinde kurtaracağını düşünerek, kelime-i tevhidi söylemiştir. Bu hususta
şöyle iki soru vardır:
[351]
Birinci soru: İnsan
boğulurken, bu lafzı nasıl söyleyebilir? Binâenaleyh Allah Teâlâ, Firavun'un
boğulurken bu kelimeyi söylediğini nasıl bildirir?
Cevap: Buna şu iki
bakımdan cevap verilir:
a) Biz ehi-i
sünnete göre, hakiki söz, kişinin bizzat diliyle söylediği değil, içinden geçirdiğidir.
Firavun da bu sözü diliyte söylememiş, içinden geçirmiştir. Bu ayet, gönülden
geçirilen sözün, gerçek söz olduğuna delil teşkil eder. Çünkü Allah Teâlâ,
Firavun'un bu sözü söylediğini nakletmiştir. Halbuki Firavun'un bu sözü bizzat
diliyle söylemediği delil ile sabittir. Binâenaleyh dilin söylediği sözün
dışında da sözlerin bulunduğunu kabul etmek gerekir ki, elde edilmek istenen
netice de budur.
b)
Ayette bahsedilen boğulmadan maksad, boğulma
öncesi halterdir.
[352]
İkinci soru: Firavun
üç kez imân etmiştir: Birincisi, ayetteki amentü (iman ettim) sözü,
İkincisi
"Gerçekten îsrâiloğullannın imân ettiğinden başka tanrı yok" sözü.
Üçüncüsü de "Ben
de müslümanlardanım" sözü.
O halde Firavun'un
imanının kabul edilmeyişinin sebebi nedir? Halbuki Allah Teâlâ, kin ve öfke ile
hareket etmekten münezzehtir. Bu sebeble, "Allah, kin ve öfkesinden dolayı
onun bu ikrarını kabul etmemiştir" denilemez?
Cevap: Alimler bu
hususta şu izahları yapmışlardır;
1) O, tam
azab-ı ilâhi inerken imân etmiştir. O esnadaki imân ise makbul değildir. Çünkü
azab inerken, durum mecburiyet vaktine girmiş olur. Bu vakitte ise tevbe makbul
olmaz. İşte bu sebepten ötürü Allah Teâlâ, "Allah'ın hışmını gördükleri
zaman, yapacakları iman fayda vermez"(Mümin.85)buyurmuştur.
2)
Firavun, bu sözü sayesinde, başındaki
boğulma belasını ve sıkıntısını savuşturmak için söylemiştir. Yoksa bundan
maksadı, Allah'ın vahdâniyyetini, rubûbiyyetinin izzetini ve kulluğun zilletini
itiraf değildir. Bu durumda, o bu sözü ihlasla söylememiştir ve dolayısıyla
kabul edilmemiştir.
[353]
3) Bu ikrar,
sırf taklide dayalı idi. Baksana o, "Gerçekten Israiloğullarınm imân
ettiğinden başka tanrı yokmuş" demiş ve böylece Allah'ı tanımadığını, ama
İsrailoğullarından âlemin bir ilahı bulunduğunu duyduğunu ifâde etmiştir.
Böylece o, İsrailoğullarının var olduğuna inandıklarını duyduğu o ilâhı ikrar
etmiştir. Demek ki bu, sırf bir taklid olmuştur. Bundan dolayı da bu iman kabul
edilmemiştir. Bu hususta esas izah şudur: Firavun, Tâ-hâ sûresinde de
açıkladığımız gibi, bir dehrî olup, Allah'ın varlığını kabul etmeyenlerdendi.
Böylesi çok yanlış inançların karanlığı, ancak kesin delillerin ve yakını
hüccetlerin nuru ile giderilebilir. Fakat sırf taklid, buna fayda vermez. Çünkü
taklid, taklidin karanlığını, daha önceki cehaletin karanlığına eklemektir.
4) Bazı kitaplarda
şunu gördüm: İsrailoğullarından bazı
kabileler denizi geçtiklerinde,
buzağıya tapmışlardır. Binâenaleyh
Firavun "Gerçekten IsrailoğuIIarınm
iman ettiğinden başka tanrı yokmuş" deyince, onun bu sözü, onların o
vakitte ibadet ettikleri buzağı manasına hamledilir. Böylece bu söz, onun
küfrünün artmasına sebeb olmuş olur.
5)
Yahudilerin kalbleri, teşbih ve tecsim inancına meyyal idi. İşte bu sebebten
ötürü, Allah Teâlâ'nın, o buzağının vücuduna girip hulul ettiğine inandıkları
için, buzağıya taptılar. Durum böyle ofunca, Firavun da, "İman ettim. Gerçekten Isrâiloğullannın îman ettiğinden
başka tanrı yokmuş" demiştir. Böylece sanki o, cisim olarak, hulul edici
ve nüzul edici (inici) olarak tavsif edilen bir ilaha imân etmiş olur. Böyle
inanan herkes kâfirdir. İşte bundan dolayı, Firavun'un imanı kabul
edilmemiştir.
6) Belki de
iman, ancak hem Allah'ın birliğini, hem de Musa (a.s)'ntn nübüvvetini kabul
etmekle tamamlanıyordu. Binâenaleyh Firavun bu sözü ile, Allah'ın birliğini
kabul edip, Musa (a.s)'nın nübüvvetini itiraf etmeyince, imanı sahih
olmamıştır. Bunun bir benzeri de, meselâ kâfirlerden birisinin, bin defa
"Allah'dan başka ilah olmadığına şehâdet ederim" deyip, bunun
yanısıra "Hz. Muhammed'in de O'nun peygamberi olduğuna şehâdet
ederim" demese, onun imanının sahih olmayışıdır. İşte burada da böyledir.
7) Keşşaf sahibi şunu rivayet eder; Cebrail
(a.s), Firavun'a (daha önceden) "Efendisinin malı ve nimetleri içerisinde
büyüyüp, sonra nankörlük ederek, onun, üzerindeki haklarını inkâr eden ve
efendisinin dışında efendilik iddia eden bir köle hakkında siz emîrın görüşü
nedir?" diye bir soru sormuştu. Firavun da buna cevaben şunu yazmtştı;
"Ebu'l Abbas
Velid b. Mus'âb der ki: Efendisine karşı gelen ve onun nimetlerini inkâr eden
kölenin cezası, denizde boğulmaktır." Sonra Firavun denizde boğulurken,
Cebrail (a.s), bu cevabını, onun gözünün önüne getirdi." Ayetteki,
"Şimdi mi (iman ediyorsun?) Haİbuki sen bundan evvel isyan etmiş, dâima
fesatçılardan olmuştun" ifâdesi ile ilgili olarak da birkaç soru var:
Birinci soru: Bu sözü
söyleyen kimdir?
Cevap: Rivayetler, bu
sözü Cebrail (a.s)'in söylediğini göstermektedir. Cebrail (a.s): "sen,
dâima fesatçılardan olmuştun" sözünü, Firavun'un: "Ben de
müslümanİardanım" sözüne bir karşılık olarak söylemiştir. Bazı alimler, bu
sözü Allah Teâlâ'nın ona söylediğini ileri sürmüşler ve "çünkü bundan
sonra Cenâb-ı Hak, "Biz de bugün seni (cansız bir) beden olarak
bırakacağız ki arkandan geleceklere ibret olasm" buyurmuştur. Bu son
cümle, Allah'dan başkasına ait olamaz" demişlerdir.
[354]
İkinci soru: Ayetin
zahiri, Firavun'un tevbesinin, daha önceki isyanından ve fesadından ötürü kabul
edilmediğine delâlet etmektedir. Halbuki böyle bir gerekçe, onun tevbesinin
kabulüne manî olamaz?
Cevap: Alimlerimizin
mezhebine göre, aklen, tevbeyi kabul etmek, Allah'a vâcib değildir.
Alimlerimizin bu görüşlerinin doğruluğunu gösteren delillerden birisi de bu
ayettir. Hem sonra bu kabul olunmayısın gerekçesi, sırf daha önceki isyan
olmayıp, o isyanın yanısıra Firavun'un müfsidlerden oluşudur.
[355]
Üçüncü soru: Cebrail
(a.s)'in, Firavun'a kızdığı için, tevbe edemesin diye onun ağzına çamur
doldurması doğru mudur?
Cevap: Doğruya en
yakın olan, bunun doğru olmamasıdır. Çünkü o durumda, ya mükellefiyetin devam
ettiği, yahut da artık bulunmadığı söylenebilir. Eğer mükellefiyet söz konusu
ise, Cebrail (a.s)'in, onun tevbesine manî olması caiz olmaz. Aksine
Cebrâil'in,hem tevbesi, hem de her türlü taatı hususunda ona yardım etmesi
gerekir. Çünkü Hak Teâlâ, "İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak hususunda
yardımlasın. Günah işiemek ve haddi aşma hususunda yardımlaşmaym"(makJs,2)
buyurmuştur. Hem sonra Cebrail (a.s), Firavun'a rivayet edildiği gibi mani
olsaydı, Firavun'un tevbe etmesi yine mümkündü, çünkü dilsiz kimse, kalbi ile
pişmanlık duymak ve o kötü işleri yeniden yapmamaya azmetmek suretiyle tevbe
etmiş olur. Bu durumda Cebrail (a.s)'in bunu yapması bir engel teşkil etmez.
Eğer Cebrail (a.s) onun tevbesine mâni olmuş olsaydı, Firavun'un küfür üzere
kalmasına razı olmuş olurdu. Halbuki küfre rıza küfürdür.
Diğer bir husus da
şudur: Certâb-ı Hak'ın, Hz. Musa ile Harun'a: "Ona yumuşak sözsöyleyin.
Olur ki nasihat dinler, yahut (AHah'dan) AoWtar"rraha,44)deyip, sonra da
Cebrail (a.s)'e, Firavun'un imân etmesine manî olmasını emretmesi Allah'a nasıl
yakışır?
Eğer, "Cebrail
(a.s) bunu, AHah'dan aldığı emirle değil, kendiliğinden yapmıştır"
denilirse, bunu da hem Cebrail'in "B/z, senin Rabbinin emri olmadıkça
inmeyiz" (Meryem. 64) şeklindeki sözü, hem de Cenâb-ı Hakk'ın, meleklerin
özelliklerinden bahsederken söylediği "Bunlar, sözleriyle asla Allah'ın
önüne geçemezler (kendiliklerinden bir şey yapamazlar)... Onlar, Allah 'm
korkusundan tir tir titrerler" (Enbiya. 27-2B) ayetleri geçersiz kılar.
Fakat,
"Mükellefiyet, o esnada artık, Firavun'dan kalkmıştı " denilirse, bu
durumda da, Cebrail (a.sl'e isnad edilen o işin, kesinlikle bir hikmeti kalmaz.
[356]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Biz de bugün seni, (cansız bir) beden olarak bırakacağız"
buyurmuştur. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
1) "Biz seni. yeryüzünün yüksek bir yerine
(Necve'ye) atacağız."
2) "Biz
seni, denizden çıkarıp, kavminin düştüğü, battığı denizin dibine batmaktan
kurtaracağız. Fakat bu, "sen boğulduktan sonra olacak."
Ayetteki
"sözü" "hal" yerindedir, yani, sende bir rûh (can)
olmaksızın, ceset olarak" demektir.
3) Bu, alay etme yoluyla Firavun'a kurtuluşu
vaadetmektir. Bu tıpkı, "Onları, elim bir azab ile müjdele" fTevt».
34) ifâdesindeki "müjde" kelimesindeki incelik gibidir. Sanki bu
sözle Rravun'a: "Biz, seni kurtaracağız. Ancak bu kurtuluş, canın için
değil, cesedin için olacaktır!" denilmektedir. Böyie sözler bazan, istihza
için söylenir. Nitekim: "Seni azâd edeceğim, ama öldükten sonra";
"seni hapisden kurtaracağım, ancak ölümünden sonra" denümesi gibi.
4) Bazıları kelimeyi noktasız olarak (nunhike)
okumuşlardır ki bu, "Biz seni, denizin kıyısına atacağız" demektir.
Çünkü Firavun boğulduktan sonra denizin bir kıyısına atılmıştır. Ka'b:
"Su, onu sahile adetâ bir öküz grtoi atmıştır" demiştir.
Ayetteki (bedenini) tabiri ile ilgili şu izahlar
yapılmıştır:
1) Daha önce
de söylediğimiz gibi bu kelime, "hal" mahallindedir, yani
"cansız, sırf bîr cesed olarak" demektir.
2) Bundan
maksad, "senin bedenini bozulmadan, sağlam olarak kurtarıp, sahiie
atacağız" manasıdır.
3) "Bedenini, çırılçıplak denizden
çıkaracağız'.'
4)
Bu kelimeye "zırh" manası da
verilmiştir, yani, "seni zırhınla çıkaracağız" demektir. Leys:
"Beden", kısa zırh demektir. Binâenaleyh, "Bedeninle"
ifâdesi, "zırhınla" demektir. Bu mana İbn Abbas dan nakledilmiştir.
İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Firavun'un üzerinde, sayesinde tanınıp
bilindiği altın bir zırh vardı. Allah onu, tanınsın diye sudan bu zırh ile
çıkardı.[357] Ben derim ki: Eğer bu
doğru ise, hâdise Hz. Musa (a.s) için bir mucize olmuş olur.
[358]
Hak Teâlâ'nın "ki
arkandan geleceklere bir ibret, olasın" ifâdesi ile ilgili olarak şu
manalar verilmiştir:
a)
Firavun'un tanrı olduğuna inananlar, onun boğulduğunu gözleriyle görmedikçe
bunu yalanlayacaklar ve öyle kimselerin ölmeyeceklerini iddia edeceklerdi-
Bundan dolayı Allah Teâlâ, onlar onu görsünler ve kalblerindeki şüphelen
şilinsin gitsin diye Firavun'un halini, onu, sudan olduğu gibi çıkararak ortaya
koymuştur. Firavun'un cesedinin atıldığı yerin, İsrailoğullannın çok
uğradıkları bir yer olduğu da rivayet edilmiştir.
b) Allah Teâlâ'nın, insanların, Firavun'un,
"Ben sizin en büyük Rabbinizim" dediğini duyup işitmelerinden sonra,
insanlara onu bu zelil ve hakir vaziyette göstermeyi murad etmiş olması da uzak
bir ihtimal değildir. Böylece bu, insanları, onun yolu gibi yollardan alıkoymuş
olur ve insanlar, onun daha dün, ululuk ve azametin zirvesinde olduğunu iddia
ederken, daha sonra durumunun, gördükleri o vaziyete dönüşünü müşahade etmiş
olurlar.
c) Bazıları kelimeyi kâf ile, "seni yaratan
için" şeklinde okurlar. Bu, "Ta ki sen, seni yaratanın diğer
mucizeleri gibi bir mucize olasın" demektir,
d) Allah
Teâlâ, Firavun'u bütün ordusuyla suya garkedip, sonra da ordusundan hiç kimseyi
denizin dibinden çıkarmayıp, sadece Firavun'un cesedini çıkarınca, bu enteresan
halin Firavun'a has kılınması, Allah'ın kudretinin mükemmelliğine ve Hz. Musa
(a.s.)'nın peygamberliğinin doğruluğuna delâlet etmiş olur.
[359]
Hak Teâlâ'nın
"Bununla beraber insanlardan birçoğu ayetlerimizden cidden gafildir"
buyruğuna gelince, görünen odur ki Allah Teâlâ, Hz. Musa ve Firavun'un
kıssasını zikredip, Firavun'un akibetini belirtip, sözü bu ifade ile bitirince
ve Hz. Muhammed'e böyle hitab edince, bu, ümmet-i Muhammed'i delillerden yüz
çevirmeden alıkoyup, onları deliller üzerinde düşünmeye ve onlardan ibret
almaya sevketmiş olur. Çünkü, bu kıssaların zikredilmesinin maksadı, ibret
almaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "andolsun, onların kıssalarını açıklamada
salim akıl sahipleri İçin birer ibret vardır" (Yusuf 111) buyurmaktadır,
[360]
"Celalim hakkı
için, biz İsrailoğullarını çok güzel bir yurda yerleştirmiştik. Onlara en temiz
nimetlerimizden rızıklar vermiştik. Fakat kendilerine ilim gelinceye
kadar ihtilâfa düşmediler. Şüphesiz Rabbin, aralarında ihtilâf etmekte
oldukları şeyler hakkında Kıyamet günü hükmünü verecektir" (Yunus, 93).
Bil ki Alfah Teâiâ az
önce, Firavun ile ordusunun sonunu bildirince, burada da İsrailoğullarının
akıbetini zikretmiştir. Burada iki bahis bulunmaktadır:
[361]
Birinci bahis:
ifâdesinin manası, "Biz onları, doğru, yani güze! bir yere yerleştirdik,
iskân ettik " şeklindedir. O halde, ifadesiyle ilgili olarak şu iki izah
yapılabilir:
a) Bu
ifâdenin mef'uîü mutlak olması mümkündür. Yani, "Biz onları, doğru, güzel
bir yerleştirmeyle yerleştirdik" demektir.
b) Mananın, "Biz, onları elverişli,
beğenilen bir yere indirdik, konaklattık..." şeklinde olmasıdır.
Mübevve' (yerleşme
yeri) kelimesi, sıdk (doğruluk) kelimesiyle vasfedilmiştir; zira Arapların örfü
şudur: Onlar, bir şeyi övdükleri zaman onu, sıdk kelimesine muzâf kılarlar da,
meselâ (doğru adam), (uğurlu, mübarek ayak) derler. Nitekim
Cenâb-ı Hak da, Ve şöyle de: "Beni güzel bir tarzda girdir, güzel bir
tarzda çıkar.... "(\sr&, so> buyurmuştur. Bunun sebebi şudur: O iş.
tam vaktinde ve kıvamında olup, öngörülen gayeye de elverişli ve müsait olunca,
onun hakkında hatıra gelen her türlü haberin, evet işte onun hakkındaki bu
zannın mutlaka doğru olması gerekir.
[362]
İkinci bahis: Alimler,
bu ayetteki "İsrailoğullan" lafzıyla kastedilenlerin, Hz. Musa
zamanındaki yahudiler mi, yoksa Hz. Muhammed zamanındaki yahudiler mi olduğu
hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Birinci görüşe gelince
bunu, bir kısım âlimler ileri sürmüştür ki, delilleri şudur: Allah Teâlâ bu
ayeti, Hz. Musa (a.s)'ın kıssasının peşinden getirince, bu ayeti de onların
hallerinin beyânına hamletmek daha uygun olur. Böyle olması halinde, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Celâlim hakkı İçin, biz, îsrailoğullannı çok güzel bir yurda
yerleştirmiştik" buyruğunda "yurd, yer" ile kastedilen yer, Şam
ve Mısır toprakları olmuş olur. Çünkü o beldeler, bolluk ve bereketi çok olan
beldelerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan
alıp, etrafını bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa ya kadar götüren Allah,
münezzeh ve yücedir (...)" (isrâ, i) buyurmuştur. "Onlara en temiz
nimetlerimizden nzıklar vermiştik" buyruğu ile de o fayda ve menfaatler
kasdedilmiştir. Ayrıca bununla, Cenâb-ı Hakk'ın, İsrailoğuliannı, Firavun'un
kavminin eli altında bulunan bütün "emvâl-i zahire" ile "emvâl-i
bâtına" ve bütün ekinler ve hayvanlara varis kılması da kastedilmiştir.
Nitekim Allah Tealâ, "Hakaretlere maruz bırakılmış olan o kavmi de
kendisine feyz ve bereket verdiğimiz yerin doğularına ve batılarına mirasçı
kıldık"{A'tm, 137) buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak daha sonra
"Fakat kendilerine ilim gelinceye kadar ihtilâfa düşmediler"
buyurmuştur.Bundan maksad şudur: Musa (a.s)'nın kavmi, Tevrat'ı okuyuncaya
kadar, aralarında herhangi bir ihtilâf olmaksızın, aynı din ve aynı görüş üzere
idiler. Ama Tevrat'ı okuyunca, meseleleri ve konulan kavramaya başladılar;
böylece de aralarında ihtilâf meydana geldi. Daha sonra Cenâb-ı Hak.bu tür
ihtilâfların dünyada kalıp,âhirette ise, aralarında kendisinin hükmedeceğini
beyan buyurmuştur.
İkinci görüşe gelince;
buna göre, bunlar Hz. Muhammed (s.a.s) zamanındaki yahudilerdir. Bu görüşü,
müfessirlerin çoğunluğu kabul etmişlerdir. İbn Abbas:, "Bunlar Kurayza,
Nadîr ve Benû Kaynuka yahudileridir" demiştir. Buna göre ayetin manası,
"Biz onları, Medine ile Şam arasında sağlam ve bereketli bir yerde
konaklattık, iskân ettik ve onları, en güzelnzıklardan rızıklandırdık
"şeklinde olur. Bu nzıklar da, o beldelerde, lezzet bakımından diğer
beldelerde bulunmayan yaş ve kuru hurmalar kasdedilmiştir. Onlar "ilim"
yani, Hz. Muhammed'e nazil olan Kur'an-ı Kerim gelinceye kadar, kendi dinleri
üzere kalakaldılar ve aralarında herhangi bir ihtilaf zuhur etmedi. Bu ayette
Kur'an, "ilim" lafzıyla ifâde edilmiştir. Zira Kur'an, ilmin
sebebidir; sebebe müsebbebin (neticenin) adını vermek ise, meşhur bir mecazdır.
[363]
Kur'an'ın, ihtilâfların çıkışına bir sebep olması
hususunda da şu iki izah yapılmıştır:
a)
Yahudiler, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamber olarak gönderileceğini haber
veriyor ve bununla da, diğer insanlara karşı övünüyorlardı. Allah Teâlâ O'nu
peygamber olarak gönderince, liderliklerinin devamını tercih ettikleri için,
haset ve kıskançlıklarından dolayı O'nu yalanladılar. Öte yandan onların bir
kısmı, O'na iman etmişti. İşte bu yolla, Kur'an-ı Kerim'in nüzulü, onların
arasında ihtilâflar çıkmasına sebep oldu.
b) Şöyle de denilebilir: Birkısım
İsrailoğulları, Kur'an nazil olmadan önce, tamamiyle kâfir ve dinsiz idiler.
Oniar, Kur'an kendilerine gelinceye kadar, bu haf üzere kaldılar. Kur'an nazil
olunca da, ihtilâfa düştüler. İşte böylece, onların bir kısmı iman etti,
diğerleri de küfürlerini devam ettirdiler.
Cenâb-ı Hakk'ın O',
"Şüphesiz Rabbin, aralarında ihtilâf etmekte olduklar) şeyler hakkında
Kıyamet günü hükmünü verecektir..." buyruğuna gelince bundan maksad,
"Bu tür ihtilâflar dünyada ister istemez olacaktır, ama âhirette Allah
Teâlâ, onlar arasında hükmünü verecektir. İşte bu sayede hakka tâbi olan,
batıla tâbi olandan; sıddîk da, zındık ve dinsiz olandan ayrılacaktır"
manasıdır.
[364]
"Eğer sana
indirdiğimizden şüphede isen, senden evvel kitap okuyanlara sor. Andolsun ki
hak sana Rabbinden gelmiştir. O halde sakın şüphecilerden olma. Sakın
Allah'ın ayetlerini yalan sayanlardan olma. Sonra, zarara uğramışlardan olursun.
Üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olmuş bulunanlar (yok mu?) Onlar, kendilerine
herhangi bir âyet (mucize) gelmiş olsa dahi. acıklı bir azabı görmedikçe iman
etmezler" (Yunus. 94-97),
Bil ki Allah Teâlâ,
biraz önce, onlara Kuran (ilim) geldiğinde ihtilâf ettiklerinden bahsedince, bu
ayette de, Kur'ân'ın ve nübüvvetinin doğruluğu hususunda Hz. Muhammed'in
kalbini takviye edecek olan hususu irad buyurmak üzere "Eğer sana indirdiğimizden şüphede
isen..." buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[365]
Vahidî şöyle demiştir:
Şekk kejimesi, Arapça'da esasen, birşeyi başka bir şeye eklemek anlamına gelir.
Nitekim,
kıymetli taşları,
incileri ( birbirine
ekleyip bir ipe dizdiğinde
"falan kimse incileri, gerdanlığa dizdi" denilir. Yine, av hayvanına ok
atıp, onun arka ayaklarını ön ayağına bağladığın zaman, dersin. Hevdecler
(develerin üzerindeki mahfiller) birbirlerine
eklendiğinde de, bunlara
denilir. Dizi dizi evlere de,
îll£i denilir. Nesebi betli olmayanlara da, yine, adı verilir;
zira onlar kendilerini, kendilerinden olmayan kimselere nisbet etmektedirler. Yine bir
kimse silâhını kuşanıp
göğsüne basarak onu
yanından hiç ayırmadığında,
"Adam silâhta sarmaş dolaş oldu" denilir. Yine dediklerinde,o
kimsenin iki şey arasında kalmasını kasdederler. Yani, bu da olabilir, Öteki de... Böylece
bu kimse;hatınna gelene onun aksi olan bir başka şeyi de eklemiş olur.
[366]
Müfessirler, bu hitabın
muhatabının kim olduğu hususunda ihtilâf
etmişlerdir. Bu cümleden
olarak bunun, Peygamber (s.a.s)
olduğu ileri sürüldüğü gibi, başkası olduğu da ileri sürülmüştür.
Birinci görüşü
benimseyenler, şu şekillerde ihtilâf etmişlerdir:
Birinci şekil: Başkası
murad edildiği halde, burada hitâb, zahiren Hz. Muhammed (s.a.s)'e yapılmıştır.
Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Ey Peygamber, AHah'dan kork. Kâfirler ve
münafıklara itaat efme..."{Ahzâb. i); "Eğer Allah'a şirk koşarsan,
celâlim hakkı için, amelin boşa gider..." (Zümer. 65) ve "Ey Meryem
oğlu Isa, insanlara, "Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki tanrı
edininiz"diyen sen misin?" (Maıde, 116) ayetlerinde olduğu gibidir.
Yine, "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit, sen anla!.." deyimi
de, meşhur olan darb-ı mesellerdendir.
[367]
Bu bahsettiğimizin
doğruluğuna, şunlar da delâlet eder;
a) Cenab-ı
Hakk'ın bu sûrenin sonlarındaki, "De ki: "Ey insanlar, eğer benim
dinimden bir şüphede iseniz..." (Yunus, ıo<t) ifadesidir. Böylece O, bu
ayetin başında ima ettiği şeyin, o ayette açık bir biçimde bahsettiği şey
olduğunu beyân etmiş olur.
b) Hz. Muhammed (s.a.s), şayet kendisinin
peygamberliği hususunda şüphe edecek olsaydı, o zaman başkaları haydi haydi
onun peygamberliği hususunda şüpheye düşerlerdi ki, bu da, şeriatın tamamıyla
yok olmasını gerektirirdi.
c) Hz. Peygamberin, kendisinin nübüvveti
hususunda şüpheye düşmesinin farzedilmesi halinde, ekserisi kâfir olduğu halde,
ehl-i kitabın verdiği haber ile, onun peygamberliği hakkındaki şüpheler nasıl
zail olabilir? Onların arasında iman edenler bulunsa bile onların sözleri
hüccet değildir. Hele hele, onların ellerindeki Tevrat ve İncil'in tamamen
tahrif edilmiş olduğu zuhur etmiş olunca!.. Şöylece, gerçek olanın, bu hitâb
her ne kadar zahirde Hz. Peygambere tevcih edilmişse de, bununla ümmetin
kasdedildiği sabit olmuş o!ur. Böylesi ifade tarzları, mutâd olan şeylerdir
Çünkü, en büyük komutanın, bir emîri bulunur, o emîrin maiyyetinde de bir
askeri birlik bulunduğunda; bu en büyük komutan tebaasına husus? bir emir
vermek istediğinde, o hitabını doğrudan o birlikteki askere yöneltmez. Aksine,
onların kalbterinde daha müessir olsun diye hitabını, onlara emîr yapmış olduğu
komutana yöneltir.
İkinci şekil: Allah
Teâlâ, peygamberinin bu hususta şüphe etmediğini biliyordu. Ancak ne var ki,
Cenâb-ı Hakk'ın maksadı, Hz. Peygamber bu sözü duyduğunda açıkça, "Ey
Rabbim, ben şüphe etmiyorum. Ehl-i kitabın sözünden bir delil de istemiyorum.
Aksine, indirdiğin apaçık deliller bana yeter" demesini temin etmektir.
Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, meleklere "Bunlar mı size
tapıyorlardı?" {Sete,ödemesidir. Bundan maksat, meleklerin, hak olan
cevabı açıkça beyan etmeleri ve "Seni tenzih ederiz.Bizim dostumuz onlar
değil, sensin. Aksine onlar,cinlere tapıyorlardı. "(Sebe,4i) demeleridir,
Yine Cenâb-ı Hak, Hz. İsa'ya, "İnsanlara, 'Allah'dan başka beni ve anamı
iki tanrı edininiz" diyen sen misin?"{Mâde, neıdemiştir. Bundan
maksadı da, İsa (a.s)'nın, kendisinin böyle bir şeyden uzak olduğunu açıkça
söylemesini temin etmektir. İşte burada da böyledir.
Üçüncü şekil: Hz.
Muhammed (s.a.s) bir beşerdi. Onun kalbinde, karışık düşünceler ve tutarsız
fikirlerin bulunması da, olağan şeylerdendir. Bu tür şeyleri bertaraf etmek,
ancak deliller getirmek ve apaçık beyyineler ortaya koymakla olur. Böylece
Aflah Teâlâ, sayesinde, Hz. Peygamber'in zihninden bu tür vesveselerin zail
olabilmesi için bü çeşit ifâdeleri indirmiştir. Bunun bir benzeri de "sana
vahyolunandan bir kısmını, bu yüzden yüreğin daralarak, hemen terk mi
edivereceksin?" (Hûd, 12) ayetidir.
Ben de derim ki: Bu
konudaki izahın tamamı şudur: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer bir şüphe
içinde isen, şöyle şöyle yap!" buyruğu şartlı bir kaziyyedir. Kaziyye-i
şartiyyelerde ise, ne şartın, ne de cezanın tahakkuk edip etmediğine dair
kesinlikle bir emare bulunmamaktadır. Tam aksine onda, o şartın mahiyyetinin
sadece o cezanın mahiyyetini gerektirdiğinin beyân edilmesi söz konusudur.
Bunun delili şudur: Meselâ sen: "Eğer beş sayısı çift ise, eşit olarak bölünür"
dediğinde, bu doğru bir söz otmuş otur. Çünkü bu, "beşin çift olması, onun
eşit olarak bölünmesini gerektirir" demektir. Şu halde, bu söz, ne beşin
çift olduğuna, ne de onun eşit olarak bölündüğüne delâlet etmez. Binâenaleyh,
burada da bu ayet, bu şekkin tahakkuk etmesi halinde, bu hususta vacip olanın,
onun şöyle şöyle., yapması olduğuna delâlet eder. Ama böylesi bir şekkin
tahakkuk edip etmediğine gelince, ayette buna dair bir delâlet yoktur. Bu
ayetin Hz. Peygamber e indirilmesinin manası ise şudur: Çokça delil indirmek ve
onları takviye etmek, yakînî bilginin kuvvetini, nefsin itminanını ve gönlün
sükûnetini artıran şeylerdendir. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ Kur'an-t
Kerim'de, tevhid ve nübüvvetin delillerini çokça izah etmiştir.
Dördüncü şekil: Bu
ayetin zikredilmesinin maksadı, kâfirlerin kalblerini İslâm'a meylettirmek ve
onları, imana kabule yaklaştırmaktır. Zira onlar, defalarca Hz. Peygamber'in
nübüvvetine delâlet edecek delilleri istemişlerdir. Onlar sanki tekrar tekrar
talepte bulunmaktan utanmışlardı. Bu utanma ise, onların imanı kabul
etmelerine mâni olmuştur.
İşte bundan dolayı,
Cenâb-ı Hak, "Eğer
kendi nübüvvetinden şüphede isen, azıcık bir delile tutunman
yeter" demiştir. Yani insanlar içinde kendisinin nübüvveti konusunda
şüpheden en uzak olması gereken biri varsa, o da kendisidir. Buna rağmen o, bu
hususta apaçık deliller ve kesin beyyineler zuhur ettikten sonra da, eğer
kendiliğinden kendisinin peygamberliğine bir delil talebinde bulunuyorsa, bunda
bir ayıp yoktur ve bundan bir nâkise meydana gelmez Binâenaleyh, bir kimsenin
kendisi hakkında böyle bir hareket tarzı çirkin görülmeyince, başkalarının
delil talep etmeleri iiaydi haydi kabih görülmez. Böylece bu sözün maksadının,
müşrikleri İslâm'a meylettirmek ve çok münazara etmekten ötürü, içine
düştükleri utanma hissini gidermek olduğu meydana çıkar.
Beşinci şekil: Kelamın
takdiri şöyle olabilir: "Sen, kesinlikle şüphe etmiyorsun. Eğer şüphe
ediyorsan, senin bu şüpheyi giderme hususunda çok çeşitli yolların
vardır." Bu,Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Eğer her ikisinde Allah'dan başka
tanrılar olsaydı, onların ikisi de muhakkak harap olup gitmişti" (Enbiya.
22) ayetinde olduğu gibidir. Bu, "Bu imkânsız şeyin, olması farzedilmiş
olsaydı, bundan dolayı olması imkânsız falanca şeyde gerekirdi"
anlamındadır. İşte, bu ayette de böyledir. Binâenaleyh bu, "Biz, böylesi
bir şekkin olabileceğini farzetsek, kendileri sayesinde bu şekkin zail olduğunu
ve bu şüphenin yok olduğunu anlayabilmen için, Tevrat ve İncil'e başvur, bak:.."
anlamındadır.
Altıncı şekil: Zeccâc
şöyle demiştir: "Bütün insanları kapsadığı halde, Cenâb-ı Hak, "Eğer
şüphede isen" sözüyle, Hz. Peygambere hitâb etmiştir. Nitekim "Ey
Peygamber, kadınları boşayacağınız vakit onları, iddetlehni gözeterek boşayın"
(Taiâk. d ayetinde de, başlangıçta Peygambere hitab ettiği halde, devamından,
ümmete hitab ettiği anlaşılmaktadır. Zeccâc, "Bu, görüşlerin en
güzelidir" derken Kadt, "Bu, uzak bir ihtimaldir" diyerek,
sözünü şöyle sürdürmüştür: "Çünkü Hz. Peygamber her ne zaman, bu hitabın
muhtevasına darji! edilirse, onunla ister başkası kasdedilsin, isterse
edilmesin, soru aynen geri döner (tekrar sorulur). Eğer Hz. Peygamber'le
beraber başkasının murad edilmesi caiz ise, ayetin zahirinin de iktizâ ettiği
gibi, Hz. Peygamber'in tek başına murad edilmiş olmasına ne mani olabilir
ki?" Kadî sözüne devamla, "Bu gibi te'viller, tahsilin (sermayenin)
azlığına delâlet etmektedir" der.
Yedinci şekil: Cenâb-ı
Hakk'ın, İn künte sözünün başındaki in olumsuzluk manası ifâde eder. Buna göre
mana, "sen daha önce bir şüphe içinde değildin" şeklinde olur. Yani,
"sen şüphe ettiğin için delil talebinde bulunmanı biz sana emretmiyoruz.
Biz ancak, yakînini arttırasın diye delil talebinde bulunmanı emrediyoruz"
demektir. Nitekim Hz. İbrahim de, ölülerin yeniden diriltilmesin! bizzat
görmekle yakînini arttırmıştır.
[368]
Bu hitabın Hz,
Peygamber'e yapılmadığını ileri süren ikinci görüşe gelince, bunun izahı şudur:
Hz. Peygamber (s.a.s) zamanındaki kimseler, O'nu tasdik edenler, O'nu tekzib
edenler, Onun durumu hususunda şimdilik bekleyip o hususta şüphe edenler diye üç kısma
ayrılmışlardı. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak onlara bu hitâbla hitâb ederek:
"Ey insan, sen, Hz. Muhammed'in lisanında ifâdesini bulan sana indirdiğimiz
hidâyet hususunda bir şüphe içinde isen, onun nübüvvetinin sıhhati hususunda
sana yol göstersinler diye, ehl-i kitaba sor!" demiştir. Allah Teâlâ,
cemâati kasdettiği halde, hitabı müfret getirmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı,
uEy insan, o keremi bol Rabbine karşı seni aldatan ne?" (infitar, 6);
"£y insan, gerçekten sen Rabbine kavuşuncaya kadar durmayıp
didineceksin..." (inşikak, 6) ve "insana bir zarar dokunduğu zaman,
bizi çağırır..." (Zumer, 49) ayetlerinde olduğu gibidir. Allah, bütün bu
ayetlerde belli, muayyen bir insanı kastetmeyip, aksine o, bir cemâati ve
topluluğu kastetmiştir. İşte burada da böyledir. Allah Teâlâ, onlardan bu
şüpheyi giderecek şeyi zikredince,onlan yalanlayıcılar şürûhuna iştirak
etmekten sakındırarak, " "sakın Allah 'm ayetlerini yalan sayanlardan
olma, ey insan! Sonra, zarara uğramışlardan olursun..." buyurmuştur.
[369]
Alimler, Cenâb-ı
Hakk'ın, "senden evvel kitap okuyanlara sor.." ayetinde
bahsedilenlerin ve danışılacak
olanların kim olduğu
hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Bu cümleden olarak, muhakkik alimler, bunların Abdullah İbn Selâm, Abdullah İbn
Sûriyâ, Temîm ed-Darî ve Ka'bu'l-Ahbâr gibi iman eden ehl-i kitâb olduklarını,
zira bunların, haberlerine itimad edilen kimseler olduğunu söylemişlerdir. Bazı
alimler de "ister müslüman olsunlar, isterse kâfir, hepsi birdir; zira
onlar, tevatür derecesine ulaşır, Tevrat ve İncil'den bir ayet okurlar ve bu
ayet de Hz. Muhammed (s.a.s)'in geleceğini ifade edince, işte o vakit maksad
meydana gelmiş olur" demişlerdir.
[370]
Buna göre şayet,
"Sizin inancınıza göre bu kitaplar tahrif ve tağyir edilmişlerdir;
binâenaleyh, bunlara daha nasıl itimâd edilebilir?" denilirse, biz deriz
ki:
Onlar, o kitapları,
Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetine delâlet eden ayetleri gizlemeleri suretiyle
tahrif etmişlerdi. Eğer o kitaplarda, Hz. Peygamber'in nübüvvetine delâlet eden
ayetler kalmışsa bu, Hz. Muhammed'in nübüvvetinin doğruluğuna delâlet eden en
güçlü delillerden olmuş olur. Zira o ayetler, onların yok edilmesine davet eden
pekçok sebep olduğu halde kalabilmişlerse bu, o nübüvvetin son derece açık ve
net olduğuna delâlet etmiş olur.
Ama, bu sormadan
maksadın, "Hangi şeyi öğrenmek olduğu" meselesine gelince, bu hususta
da iki görüş bulunmaktadır:
a) Kur'an ve Hz. Muhammed'in nübüvvetini
öğrenmektir.
b) Bu söz, Cenâb-ı Hakk'ffı "Fakat
kendilerine ilim gelinceye kadar ihtilâfa düşmediler..." (Yunus, 93)
ayetiyle ilgilidir.
Birinci görüş daha
evlâdır, zira, bu daha mühim olan ve öğrenmeye daha fazla ihtiya,ç duyulan bir
husustur.
Bil ki Allah Teâlâ bu
yolu beyan edince, "Andolsun fa, ha/c sana Rabbinden gelmiştir. O halde
sakın şüphecilerden olma. Sakın. Allah'ın ayetlerini yalan sayanlardan olma.
Sonra zarara uğramışlardan olursun" buyurmuştur.
Bu, "Sen, esasen
üzerinde olduğun hiçbir şüphe taşımama hali ile, Allah'ın ayetlerini
yalanlamama hali üzere devam ve sebat
demektir. Bu ifâdenin, heyecanlandırmak ve cûşa getirmek için söylenmiş
olması da mümkündür. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber, bu ayet nazil olduğunda
"Ne şüphe eder, ne de sorarım" demiştir.
Bil ki mükellefler üç
kısımdır:
a) Hz. Peygamber'i tasdik edenler,
b) Onun doğruluğu hususunda tereddüt edenler,
c) Onu yalanlayanlar.
Tereddüt ve bekleme
işinjn, tekzib etme işinden daha kolay olduğunda şüphe yoktur. İşte bundan
dolayı, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, bekleyenleri, "O halde sakm
şüphecilerden o!ma" buyurarak beyân etmiş, bunun peşinden de,
yalanlayıcıtarı ele alarak, onların hüsrana uğrayanlardan olduklarını
bildirmiştir.
Daha sonra da Cenâb-ı
Hak, bu tafsilâtı iyice genişleterek, haklarında şakavetle hükmedilen ve
böylece bu vasıftan kurtulamayan kulları ite, kendileri hakkında kerem ve ikram
ile hüküm verilen, böylece de bu vasıftan uzaklaşamayan kullan bulunduğunu beyân
ederek "Üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olmuş bulunanlar yok mu? Onlar
iman etmezler" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[371]
Nâfi ve İbn Âmir,
çoğul olarak kelimât; diğer ktraat imamları ise müfred olarak kelime şeklinde
okumuşlardır. Ben de derim
ki, ontar çeşit veya sınıf itibariyle "kelimelerdirler; cins
biriiği bakımından da, "ke!İme"dirler.
[372]
Ayette bahsedilen
"kelime"den maksad, Allah'ın o husustaki hükmü, ona o kimse hakkında
haber vermesi ve
onun, kulunda o
neticenin meydana gelmesini sağlayaca olan kudret ile sebebin (daînin)
toplamını yaratmasıdır. Cenâb-ı Hakk'ın hükmüne, haber vermesine ve bilmesine
gelince, bu açıktır. Kurdet + sebep meselesi de açıktır. Zira kudret (kulun
kudreti), her iki taraf için de elverişli olunca, bir müreccih olmadan iki
taraftan birisinin diğerine baskın çıkması söz konusu olamaz. O müreccih de,
teselsülü sona erdirmek için, Allah'dır. Kudret + sebep toplamı meydana
geldiğinde, fiilin tahakkuk etmesi gerekir. Alimlerimiz,
kaçınılmaz olan kazanın, vâcib olan kaderin isbât edilmesi hususundaki
görüşlerinin doğruluğuna dair bu ayetle istidlal etmişlerdir ki, bu,
kendisinden kurtuluş olmayan, sırf hakikat ve gerçektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, kendilerine herhangi bir ayet (mucize) gelmiş olsa dahi, acıklı bir azabı
görmedikçe" buyurmuştur. Bu, "onlara, bir sının, haddi hesabı olmayan
deliller gelse bile, kesinlikle iman etmeyecekleri; zira delil, ancak Allah'ın
yardımıyla doğruya iletir. Binâenaleyh, o yardım etme işi tahakkuk etmeyince, o
deliller boşa gider" demektir.
[373]
"Azabımız gelip
çattığı zaman iman edip de bu imanı kendisine fayda vermiş bir memleket
bulunsaydı ya! (Bu, asla vaki olmamıştır.) Ancak Yunus'un kavmi
müstesnadır ki, bunlar iman edince, kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık
azabını uzaklaştırıp giderdik ve onları muayyen bir müddete kadar dünya
hayatından faydalandırdık (Yunus, 98).
Bu sûrede ele alınan
kıssaların üçüncüsü de Yunus (a.s) kıssası'dır.
[374]
Bil ki Allah Teâlâ
biraz önce, "Üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olmuş bulunanlar (yok mu?)
Onlar, kendilerine herhangi bir ayet (mucize) gelmiş olsa dahi, acı veren bir
azabı görmedikçe iman etmezler" buyurunca, onun peşinden bu ayeti getirmiştir.
Zira bu ayet, Yunus (a.s)'un kavminin, inkâr ettikten sonra iman ettiklerine ve
o imanlarından da yararlandıklarına delâlet eder ki, bu da kâfirlerin iki kısım
olduğunu gösterir:
a)
Üzerlerine küfür damgası vurulanlar.
b) Üzerlerine iman mührü basılanlar.
Binâenaleyh, Allah'ın
hükmettiği her şey olacaktır. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[375]
Bu ayetteki levlâ nın
açıklanması hakkında iki izah şekli bulunmaktadır:
a) Birinci
yol: Bu, olumsuzluk manasındadır. Vahidi, el-Basit adlı eserinde şöyle
demektedir: "İbn Abbas'ın talebesi Ebû Mâlik "AHah'ın kitabında geçen,
bütün levlâ edatları, şu iki ayet hariç, hellâ (keşke) manasındadır:
1) olup, bu
manasınadır ki bu, "Yunus'un kavmi dışında iman edip de imam kendisine
fayda veren hiçbir belde yoktur" demektir.
2) (Hûd,
n6)ayeti. Bu manasına olup, "Sizden önce (...) hiçbir nesil yoktur"
demektir. Buna göre ayetin takdiri şöyle olur:
Ayetteifadesi, birinci
cümleden istisnâ-i munkatı1 olarak mansub kılınmıştır. Çünkü, sözün başında
memleketten bahsedilmektedir. Eğer bununla, oranın halkı mürad edilir ve
sözdeki istisna memleketten yapılırsa, bu durumda bu kelâm, tıpkı şairin
"Evde, ahırlardan (yani, ahırdaki hayvanlardan) başka hiçbir kimse
yok" sözü gibi olmuş olur. Bu kelime, bedel olmak üzere, merfû (kavmü)
olarak da okunmuştur.
b) İkinci
yol: Levlâ, hellâ (keşke..., olsaydı ya!) anlamındadır. Buna göre mâna,
"imha ettiğimiz o beldelerden tek bir belde, keşke azabı görmeden önce,
küfürlerinden vazgeçip imanlarında ihlâslı olsalardı! Yunus'un Kavmi
hariç.." şeklinde olur. Lafzın zahiri, Yunus'un kavminin söz konusu
memleketlerden istisna edilmesini gerektirir. Ancak ne var ki mânâ, Yunus'un
kavminin, belde ehlinden istisna edilmesi şeklindedir. O halde bu, "Ancak
ne var ki Yunus'un kavmi, iman edince, biz onlara şöyle şöyle yaptık..."
manasında bir istisnâ-yı munkatı'dır.
[376]
Rivayet olunduğuna
göre Yunus (a.s) Musul topraklarından Ninova'ya Peygamber olarak gönderilmişti. Onlar
Yunus'u tek2ib edince, o, onlara kızarak oradan ayrıldı. Onlar onu kaybedince de,
kendilerine bir azâb geleceği endişesine düştüler de yırtık pırtık elbiseler
giyerek, kırk gece feryâd ve figân ettiler. Yunus (a.s) da onlara: "Sizin
müddetiniz kırk gecedir7' demiştir. Bunun üzerine onlar: "Biz, helak edici
sebepleri görürsek, sana iman ederiz" demişlerdi. Otuzbeş gece geçince,
gökyüzünde alabildiğine siyah bir bulut belirdi. Müteakiben, bundan da şiddetli
bir duman zuhur ederek, o duman şehri.sartncaya kadar alçaldı. Böylece
evlerinin çatılarını simsiyah etti de, onlar bunun üzerine sahraya çıktılar ve
kadınlarla nrHıiar
Rftv/iorp nnlar birbirlerine izhar ettiler, tevbe ederek Allah'a yalvarıp
yakardılar. Allah da onlara merhamet etti ve onlardan bu hali giderdi. O gün,
hem cuma idi, hem de aşûra günü idi. İbn Mes'ûd'dan şu rivayet edilmiştir:
"Onların tevbeleri, zulümleri giderecek, haksızlıklara mani olabilecek bir
dereceye varmıştı. Hatta birisi, evinin temeline, başkasına ait bir taşı koymuş
ise, onu (evini yıkarak) çıkarıp sahibine verebiliyordu."
Şu da rivayet
edilmiştir: "Onlar, âlimlerinden hayatta olan yaşlı birisinin yanına
varıp: "Başımıza azab geldi, ne yapmamızı tavsiye edersin?" dediler.
O yaşlı bilgin onlara: "Ey hiçbir canlı yok iken hayy olan, ey ölüleri
dirilten hayy, ey kendisinden başka ilah olmayan hayy (diri)" diye duâ
ediniz " dedi. Onlar da bu şekilde duâ edince, Cenâb-ı Hak, onlardan bu
azabı kaldırdı." FazI b. Abbas (r.a)'dan onların şöyle duâ ettiği rivayet
edilmiştir: "Rabbena! Günahlarımız haddi aştı, büyük oldu. Sen, onlardan
daha büyük ve yücesin. Binaenaleyh bize, şanına yakışanı yap. Bize, müstehak
olduğumuz şeyleri yapma."
[377]
Birisi şöyle
diyebilir: "Allah Teâlâ, işin sonunda Firavun'un tevbe ettiğini, fakat
tevbesinin kabul edilmediğini; Yunus (a.s)'un kavminin ise tevbe ettiklerini ve
tövbelerinin de kabul edildiğini bildirmiştir. Bu ikisi arasındaki fark nedir?
Cevap: Firavun, azab-ı
ilâhiyi görüp müşahade ettikten sonra tevbe etmiştir. Yûnus (a.s)'un kavmi ise,
azabı görmeden tevbe etmişlerdir. Çünkü onlara azab-ı ilâhinin yaklaştığına
delâlet eden emare ve işaretler belirince, azabı görmeden hemen tevbe
etmişlerdi. Dolayısıyla bu ikisi arasındaki fark ortaya çıkmaktadır.
[378]
"Eğer Rabbin
dileseydi yeryüzündeki insanların hepsi, topyekün elbette iman ederdi. Böyle
iken sen, hepsi mü'min olsunlar diye insanları zorlayıp duracak mısın?
Allah'ın izni olmadan hiçbir kimsenin imân etmesi mümkün değildir. O, akıllarını
kullanmayanlara murdarlık verir" (Yûnus. 99-100).
Bil ki Yûnus sûresi,
başından bu ayetlere kadar, kâfirlerin nübüvveti inkâr hususundaki şüphelerini
ortaya koyup onlara cevaplar vermiştir.
Kâfirlerin
şüphelerinden birisi de şu idi: Hz. Peygamber (s.a.s), onları, başlarına inecek
ilâhi azapla tehdit ediyor, fakat kendisine uymaları halinde ise Allah'ın
onlara yardım edeceğini, şanlarını yücelteceğini ve kendilerini
destekleyeceğini bildiriyordu. O kâfirler azabı görmeyince, bunu Hz. Peygamber
in nübüvvetini tenkid hususunda bir şüphe kılmışlar ve istihza ederek, ısrarla
o azabın hemen getirilmesini istemişlerdir. Daha sonra Allah Teâlâ da
vaadedilen şeyin ertelenmesinin, vaadin doğruluğuna zarar vermeyeceğini beyan
buyurup, bunun peşisıra Hz. Nûh (a.s)'un, Firavun ile Hz. Musa'nın hadiseleri
gibi bazı misaller getirmiş ve bu izahlar bu ayete kadar sürmüştür. Bu ayette
ise, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, onların imana girme hususundaki arzusunun fayda
vermeyeceğini, delilleri izahta ve şüphelere verdiği cevapta titizlik göstermesinin
hiç birşey ifade etmeyeceğini, zira imanın, ancak Allah'ın yaratması, irâde
etmesi, irşadı ve hidayeti ile gerçekleşeceğini, bunlardan biri olmadıkça
imanın tahakkuk etmeyeceğini beyan buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele
vardır:
[379]
Alimlerimiz,
kâinattaki herşeyin, Allah'ın meşî'eti (dilemesi) ile meydana geldiğinedâir
görüşlerinin doğruluğuna bu ayeti delil getirerek şöyle
demişlerdir:"Lev" (eğer) edatı, birşey bulunmadığı için, diğer
birşeyinde olmayacağını ifâde eder. O halde ayetteki, "Eğer Rabbin
dikseydi, yeryüzündeki kimselerin hepsi topyekün elbette iman ederdi"
buyruğu, bu dilemenin tahakkuk etmediğini, dolayısıyla yeryüzündeki insanların
tamamının iman etmediklerini gösterir. Bu ise, Cenâb-ı Hakk'ın herkesin iman
etmesini irâde etmediğine delâlet eder."
Cübbâî, Kâdî ve diğer
Mu'tezile âlimleri: "Ayetteki meşî'et (dileme) ile, "ilcâ" (iman
etmeye zorlama, zorla iman ettirme) manası kasdedilmiştir. Yani "Eğer
Allah onları iman etmeye mecbur kılsaydi, O buna kadir olurdu ve onların
hepsinden iman sâdır olurdu. Fakat Allah, bunu yapmadt. Çünkü zorlama ile
kuldan sâdır olacak olan imanın ona faydası ve menfaati olmaz"
demişlerdir. Cübbâî sonra şöyle der: "Allah Teâlâ'nın insanları buna
zorlaması, onlara kesin ve açık olarak, "Onlar iman etmemeye çabalasalar
bile, onlar ile bu çabaları arasına gireceğini ve bu durumda onların mutlaka
mecbur kılındıkları şeyi (yani imanı) yapacaklarını bildirmesidir. Bu tıpkı,
birimizin, bir kralı öldürmeye teşebbüs etmesi durumunda, kralın buna kahren
(güç ve kudretiyle) mâfiî olacağını bilmesi ve bu fiili yapmamasının bir medhe
ve mükâfaata hak kazanmaya sebeb olmaması gibidir, İşte burada da
böyledir."
Bil ki bu, tutarsız
bir sözdür ve tutarsızlığı birkaç şekilde izah edilebilir:
1) Kâfir,
küfrüne kadirdir. Binâenaleyh o, imâna da kadir midir, değil midir? Eğer o,
küfre kadir olup, imâna kadir değil ise, küfre kadir oluşu, kâfirliğini
gerektirmiştir. O kudreti yaratan Allah Teâlâ olduğuna göre, o zaman
"Allah o kimsede küfrü gerekli ve mecburî kılan bir kudret
yaratmıştır" denilmesi gerekir. Bu durumda da, "Allah o kimsenin
kâfir olmasını irâde etmiştir" denilmesi gerekir. Fakat Mu'tezile'nin de
söylediği gibi, kuldaki o kudret, her iki zıdda da (yani hem iman etmeye, hem
kâfir olmaya) elverişli ise, bu durumda iki taraftan birinin diğerine üstün
gelmesi (ve seçilmesi), eğer bir müreccihe (tercih edene) dayanmıyorsa, bir
müreccih olmaksızın bir tercih meydana gelmesi demek olur ki, bu bâtıldır. Yok
eğer bu bir müreccihe dayanıyorsa, o müreccih ya kuldur, ya Allah Teâlâ'dır.
Eğer kul ise, bu husustaki taksimat (ihtimaller) yeniden sözkonusu olur ve
böylece teselsül lazım gelir. Teselsül ise imkânsızdır. Yok eğer o müreccih
Allah Teâfâ ise, bu durumda, kulun kudreti, artı sebep, o küfrün meydana
gelmesine yol açmış olur. Binaenaleyh kudretin de, sebebin de yaratıcısı Allah
Teâlâ olduğuna göre, ilzam (hasmı susturacak durum) yine söz konusu olur.
2) Ayetteki
"Eğer Rabbin dileseydi..." ifadesini, mecbur bırakan bir dileme
manasına hamletmek caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), onlar için,
âhirette fayda vermeyecek bir imanın tahakkuk etmesini istemiyordu. Bundan
dolayı Allah Teâlâ, peygamberinin bu tür imanı gerçekleştirmeye kadir olmadığım
bildirmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündeki
insanların hepsi, topyekün elbette iman ederdi" buyurmuştur. Binâenaleyh
bu ayette bahsedilen iman ile, sözün yerinde ve muntazam olabilmesi için,
faydalı olan imanın murad edilmiş olması gerekir, Ama bu lafzı, zorlayan ve
mecbur kılan meşî'et (dileme) manasına hamletmek buraya uygun düşmez.
3) Bu mecbur
ktlıştan murad, Allah Teâlâ'nın ya o kimseye, gördüğünde fazlaca korkacağı ve
dolayısıyla iman edeceği heybetli mucizeler göstermesiyle olur, ya da o kimsede
imanı yaratmasıyla olur. Birinci ihtimal bâtıldır, çünkü Allah Teâlâ bundan
önceki ayette, mucizeler getirmenin onlar için hiçbirşey ifâde etmeyeceğini
beyan buyurmuştur. Bu da, "Üzerlerine Rabbinin azap vaadi hak olmuş
bulunanlar yok mu, onlar isterse kendilerine her bir ayet gelmiş olsun, acıklı
bir azab görecekleri zamana kadar iman etmezler " (Yunus. 96-97)
ayetleridir. Yine Cenâb-ı Hak, "Eğer hakikaten biz onlara melekleri
indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı, herşeyi de onlara karşı senin söylediklerine
kefil ve şâhid getirseydik, onlar yine de, Allah dilemedikçe iman
etmezlerdi"(Enam, m> buyurmuştur.
Yok eğer ikinci
ihtimal murad ediliyorsa, bu, imana mecbur kılma sayılmaz, aksine onlarda imanı
yaratmaktan ibaret olmuş olur. Daha sonra "Allah onlarda imanı
yaratmamıştır" denilir. Böylece bu, Allah'ın onlarda imanın tahakkuk
etmesini dilemediğine deiâlet etmiş olur ki işte bu, bizim mezhebimizin (ehl-i
sünnet'in) görüşünün tâ kendisidir.
Bil ki Allah Teâlâ
bundan sonra, "Böyle iken sen, hepsi mü'min olsunlar diye, insanları
zorlayıp duracak mısın?" buyurmuştur. Bu, "senin hiç kimse üzerinde
tasarruf etme ve tesirli olma gücün yoktur" demektir.
Bundan maksad, tesirli
kudretin ve geçerli meşîetin, ancak Hak Subhânehû ve Teâlâ'ya âit olduğunu
beyân etmektir.
[380]
Alimlerimiz,
"şeriat gelmezden önce, hiçbirşey hakkında hüküm verilemez" şeklindeki
görüşlerinin doğruluğuna, ayetteki "Allah'ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün
değildir" buyruğunu delil getirerek şöyle demişlerdir: "İzin. bir fiil
hususundaki mutlak (kayıtsız-şartsız) oluştan ve o fiilin yapılmasına müsadeden
ibarettir. Bu ayetin açık manası, bu izin tahakkuk etmeksizin, kulun imana
yönelemiyeceğine delâlet eder." Alimlerimiz, sözlerine şöyle devam
ederler: "Bunun böyle olduğuna, aklî olarak şunlar da delalet eder:
Allah'ı tanıyıp iman
etmede, O'na şükretmede ve O'nu övmede, herhangi bir menfaatin bulunduğunu akıl
göstermez ve bilmez. Binâenaleyh bunun aklen böyle olmaması gerekir. Birinci
cümlenin izahı şöyledir: Bu menfaat ve fayda ya şükredene ya şükredilene
aittir. Bunun şükredilene âit olması bâtıldır. Çünkü görünür âlemde (dünyada)
şükredilen, şükürden istifâde eder, şükür onu sevindirir, küfran-ı nimette
bulunulması da onu üzer. Şu halde şükür güzel, küfran-ı nimet (nankörlük) de
çirkindir. Allah Teâlâ'ya gelince, O'nu ne kultarıntn şükrü sevindirir, ne de
küfran-ı nimette bulunmaları üzer. Dolayısıyla bu şükrün Allah'a asla bir
faydası yoktur. Bu faydanın şükredene âit otması da bâtıldır. Zira şükreden o
anda, o şükür İle yorulur ve şükredilen kesinlikle istifâde etmediği halde,
şükreden hizmetini esirgememiş olur. Bu şükrün, mükâfaatın sebebi olduğu da
söylenemez. Çünkü Allah'dan alacaklı olmak, imkansızdır. Zira başkasından alacaklı
olmak, ancak o başkası vermediği zaman onun, o hakkı vermemesi, kendi hakkında
bir noksanlığı icâb ettirdiği zaman düşünülebilir. Hak Teâlâ, noksanlıktan ve
fazlalıktan münezzeh olunca, O'nun hakkında bu düşünülemez. Böylece iman ve
şükürle meşgul olmanın sırf akla göre, bir fayda temin etmediği sabit olmuş
olur. Böyle olan şeyi aklın mûcib olması imkânsız olur. Binâenaleyh bu kesin
aklî delil ile de, Hak Teâlâ'nın "Allah'ın izni olmadan hiçbir kimsenin
iman etmesi mümkün değildir" ayetinin ifâde ettiği hususun doğruluğu sabit
olmuş olur.
Kâdi şöyle demiştir:
"Bundan maksad, iman o kimseden, ancak Allah'ın bilmesi, onu mükellef
tutması ve kulu ona mükellef tutmasıyla olur manasıdır."
Buna şöyle cevap
verilebilir: "Ayetteki izni, sizin zikrettiğiniz manaya hamletmek, ayetin
zahirini terktir ki bu mümkün değildir. Özellikle aklî ve kesin delilin bizim
görüşümüzü kuvvetlendirdiğini de beyan etmiş bulunuyoruz."
[381]
Asımın râvisi Ebu
Bekr, nûn ile fiili, şeklinde okurken,
diğerleri faili, Allah'a râcî mahzûf p (o) zamiri olmak üzere şeklinde
okumuşlardır.
[382]
Alimlerimiz, "Küfrü
de imanı da
yaratan Allah'dır" şeklindeki
görüşlerinin doğruluğuna, ayetteki, "O. akıllarını kullanmayanlara
murdarlık verir" ifâdesini delil getirerek şöyle demişlerdir.
"Murdarlık" (rics) kelimesi ile bazan kötü amel murad
edilir. Nitekim Hak Teâlâ, "Allah sizden ancak ricsi gidermek ve sizi.
tertemiz yapmak diler ey ehl-i Beyt... "(Ahzâb. 33) buyurmuştur ki bu
ifâdedeki "rics" ile, ister küfür, ister masiyet şeklinde olsun, kötü
amel; "tertemiz yapma" ile de, kulun küfür ve günah ricsinden, iman
ve taat temizliğine geçirilmesi kastedilmiştir. Binâenaleyh Allah Teâlâ önceki
ayette imanın ancak kendi irâdesi ve yaratmasıyla meydana geldiğini belirtince,
bu ayette "rics"in de kendi yaratması ve var etmesiyle meydana
geldiğini bildirmiştir. İmanın mukabili olarak zikredilen bu "rics",
küfürden başka birşey değildir. Binâenaleyh bu ayetin, küfrün ve imanın
Allah'ın yaratmasıyla olduğuna delâlet ettiği sabit olmuş olur."
Ebu Ali el-Fârisî
en-Nahvî, ehl-i sünnet'in bu görüşüne şöyle diyerek cevap verir: "Rics, şu
iki diğer manaya da gelir:
Birincisi: Bununla
azab-ı ilâhi murad edilmiştir. O halde ifâdesi, "Allah o akıllarını
kullanmayanların başına kötü bir azab getirir" manasında olur. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Allah erkek münafıklarla kadın münafıkları; erkek
müşriklerle kadın müşrikleri azaba uğratacak... " (Ahzâb, 73) buyurmuştur.
İkincisi: Allah Teâlâ
o kâfirlerin rics (pis) olduklarına hükmetmiştir. Nitekim O "Müşrikler
ancak bir necisür" (Tevbe, 28) buyurmuştur. Buna göre tefsir edilen ayetin
manası, "Müslümanlar için söz konusu olan, müslümanlarda bulunan temizlik,
onlar için olmaz" şeklinde olur.
Ebu Ali'ye şöyle cevap
verilir: Biz, "Cehaletin kulun fiili olması mümkün değildir" hususunu
aklî delil ite açıklamıştık. Çünkü kul, cehaleti istemez ve onu meydana
getirmeye çalışmaz. Aksine cehaletin zıddını ister ve o zıddı elde etmeye
yönelir. Binâenaleyh eğer bu iş öyle olsaydı, o zaman onun kastedip
niyetlendiği tahakkuk ederdi. Biz, bu kitabın daha önceki yerlerinde, bu
delilin aleyhine çeşitli sorular irâd ettik ve o sorulara cevap verdik.
"Rics"i, azab manasına almak da yanlıştır. Çünkü "rics",
bozuk, pis ve kötü görülen şey demektir, Binâenaleyh bu lafzı, o kâfirlerin
cehaletleri ve küfürleri manasına hamletmek, doğru, hak ve adalet olan azab-ı
ilâhî manasına hamletmekten daha evlâdır. Yine "rics"i, Allah'ın
onların pis olduğuna hükmetmesi manasına almak da son derece uzak bir ihtimaldir.
Çünkü Allah'ın bu şekilde hükmetmesi, Onun sıfatıdır. Binâenaleyh Allah'ın
sıfatının "rics" olduğu söylenebilir. Böylece bizim delilimizin
apaçık olduğu sabit olmuş olur."
[383]
"De ki:
"Göklerde ve yerde neler var, bakın." Fakat bunca ayetler (ibretler)
ve uyarmalar, iman etmeyecekler güruhuna fayda vermez" (Yûnus, 101).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:
[384]
Asım ve Hamza,,
ictimâ-i sâkineynden dolayı, lâm'ın kesresi ile,
şeklinde okumuşlardır ki, zaten bu gibi
yerlerde asi olan
hareke kesredir. Diğer kıraat imamları ise, lâm'ın 2ammesiyle ijjsÜ Jî
şeklinde okuyarak, hemze-i vaslın harekesini lâm'a vermişlerdir.
[385]
Bil ki Allah Teâlâ,
geçen ayetlerde, imânın, ancak Allah'ın yaratması ve iradesiyle meydana geldiğini beyân
edince, hak (doğru) olanın serâpâ cebr olduğu düşünülmesin diye de,
deliller üzerinde tefekkür ve istidlal yapmayı emrederek, "De ki:
"Göklerde ve yerde neler var, bakın" buyurmuştur.
Bil ki bu şu iki
neticeye götürür:
a) Allah'ı
bilmenin yolu, ancak O'nun delilleri hususunda düşünmektir. Nitekim Hz.
Peygamber (s.a.s) de: "Halk (mahlûkat) üzerinde tefekkür edin, fakat
Hâltk Teâlâ'nm zatı hususunda tefekkür etmeyin
[386]'
buyurmuştur.
b) Deliller
ya göklerden, ya yerden çıkarılır. Semavî deliller, feleklerin hareketleri,
miktarları, konumları, o feleklerdeki güneş, ay ve yıldızlar ile, herbirinde
bulunan çeşitli fayda ve menfaatlerdir. Yerden çıkarılan delillere gelince bu,
ulvî cisimlere, madenlere, bitkilere ve özellikle insanın hallerine bakıp
düşünmektir. Sonra bu cinslerin herbiri nihayetsiz türlere bölünür. Binâenaleyh
insan, Hak Teâlâ'nm, bir sivrisineğin kanadını yaratmasındaki hikmet hususunda
tefekküre başlasa, aklı ondaki, hikmet ve faydaların en küçük derecesine ulaşamadan
tükenir, yorulur. Allah Teâlâ hiç şüphesiz Kur'an-ı Mecîd'de böyle delilleri
çokça zikretmiştir. İşte bundan ötürü, "De ki: "Göklerde ve yerde
neler var, bakın" buyurmuş ve tafsilata girmemiştir. Böylece Cenâb-ı Hak
sanki, insan bu delilden çıkarılacak kısımları anlasın ve herbirinin hikmetini
aktı ile ve beşerî gücünün miktarına göre, izah edebilsin diye, küllî (genel)
kaideye dikkat çekmiştir.
Cenâb-ı Hak, bu
tefekkür ve teemmülü emredince, bunun peşisıra ayetler (deliller) üzerindeki bu
tefekkürün/ezelde şekavet ve dalâletine hükmettiği kimselere fayda
vermeyeceğini beyân buyurarak 'Takat bunca ayetler (ibretler) ve uyarmalar,
iman .etmeyecekler güruhuna fayda vermez " buyurmuştur. Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardtr:
[387]
Nahivciler, ayetin
başındaki mâ edatının şu iki manaya gelebileceğini söylemişlerdir:
a) Bu
ayetler ve inzârlar, Allah'ın, imân etmeyeceklerine
hükmettiği kimselere
bir fayda vermez" manasında, bu mâ-yi nâfiye'dir. Bu senin, jiÜ ^J \*\
JLJI £& ^ U "infâk etmezsen, malın sana fayda vermez" sözün gibi
olur.
b) Bu,
"onlardan o azab" hangi şey defedebilir ki" manasında, istifham
ifâde eden mâ edatıdır. Buna göre, bu cümle istifham-ı inkârı olmuş olur.
[388]
Ayette geçen,
"âyât" ile deliller, "nüzûr" sözü ile de, inzâr edici
peygamberler veya inzârlar (ikazlar) kastedilmiştir.
[389]
Kelime, yâ ile ma
yuğnî şeklinde de okunmuştur.
[390]
"Onlar,
kendilerinden evvel geçmiş kavimlerin o
acıklı günleri gibi (bir günden başkasını m/ bekliyorlar? De ki: "Haydi
bekleyin. Şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim " Nihayet biz
resullerimizi ve iman edenleri selâmete erdiririz. Böylece mü'minleri kurtarmak,
üzerimizde bir haktır" (Yûnus. 102-103).
Bil ki bu,
"Onlar, ancak geçmiş ümmetlerin başına gelen günler (azablar) gibi günlerin
başlarına gelmesini beklerler" demek olup, bununla geçmiş peygamberlerin,
zamanlarındaki kâfirleri, çeşit çeşit azabların bulunacağı günlerin gelmesi ile
tehdid ettikleri ve o ümmetlerin, onları yalanlayıp alay ederek, o azabların
hemen gelmesini isteyişleri kastedilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) zamanındaki
kâfirler de böyle yapıyorlardı. Hak Teâlâ daha sonra, Peygamberine, "Haydi
bekleyin. Şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim" demesini
emretmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Nihayet biz resullerimizi ve iman edenleri selâmete erdiririz"
buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç meseie vardır:
[391]
Nusayr'ın rivayetine
göre Kisâî, fiili şeddesiz olarak nünci şeklinde okurken, diğer kıraat imamları
şeddeli olarak nünecci şeklinde okumuşlardır ki her iki şekil-de, fiilin
kullanılan şekilleridir. Durum, ayetteki
»3 (nünci) kelimesi için de aynıdır.
[392]
Bu ayet-i kerimenin
başındaki ^ atıf harfidir. Buna göre takdir şöyledir: "Bizim geçmiş
ümmetler hususundaki sünnetimiz,
onları çabucak helak
etmek, sonra peygamberlerimizi
kurtarmak şeklindedir."
[393]
Önceki ayette, Cenâb-ı
Allah, Peygamberine kâfirlerle birlikte azabı beklemesini emredince, tafsilâta
girerek, "Azab sadece kâfirlerin başına gelir Arha Resul ve ona tâbi
olanlar kurtulacaklardır" buyurur.
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Böylece müzminleri kurtarmak üzerimizde bir haktır" buyurur,
Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır:
[394]
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Bu, "Böylesi bir kurtarma ile, biz mü'minlere yardım eder ve
müşrikleri yok ederiz"
demektir. Ayetteki
"üzerimizde bir hak olarak" cümlesi, bir cümle-i mu'tanzadır, yani "Bu, bizim
üzerimize vacib oldu" demektir."
[395]
Kâdî: "Hak
Teâlâ'nın ifâdesi ile, "vücûb" kastedilmiştir. Çünkü Peygamberi ve
inananları azabtan
kurtarıp mükâfaata erdirmek Allah'a vâcibtir. Eğer bu böyle
olmasaydı, Allah Teâlâ'nın onlara zor ve güç işleri yüklemesi güzel ve yerinde
olmazdı. Binâenaleyh bu sebebten ötürü bunun Allah'a vâcib olduğu sabit olunca,
bu, daha önceki bir sebebten ötürü gerekli olan bir borcun ifâsı gibi olmuş
otur" demiştir, Buna şöyle cevap verilir: "Biz (ehl-i sünnet), bunun
Allah Teâlâ'nın vaadi ve hükmü sebebi ile, Allah üzerine bir hak olduğunu
söylüyoruz. Yoksa bunun, kulun haketmesi ile meydana gelen bir hak ve vâcib
olduğunu söylemiyoruz. Çünkü kulun, yaratıcısı üzerinde hiçbir hak sahibi
olmadığı sabittir.
[396]
"Ey insanlar,
eğer benim dinimden bir şüphede iseniz, (iyice bilin ki) ben Allah'ı bırakıp da
sizin taptıklarınıza tapmam. Ancak sizin canınızı alacak olan Allah'a kulluk
ederim. Bana mü'minİerden olmam emredilmiştir" de! Ve yüzünü tevhid dinine
döndür, sakın müşriklerden olma. Allah'ı bırakıp da sana ne fâide ne de zarar
veremeyecek olan nesnelere tapma! Eğer böyle yaparsan o takdirde şüphesiz ki
sen, (kendine) yazık etmişlerden olursun" (Yûnus, 104,106),
Bi! ki Allah Teâfâ, en
ince noktalarına kadar delillerden bahsedince, nübüvveti hususunda hertürlü şek
ve şüphesinin zail olup, Allah'a karşı yaptığı ibâdetin artık gizlilikten açığa
çıkması için, Peygamberine, dinini ve müşriklerden farklı olduğunu ortaya koyup
ilân etmesini emrederek, "Ey insanlar, eğer benim dinimden bir şüphede iseniz
(...)" de" buyurmuştur.
Bil ki, bu ayetin
zahiri, o kâfirlerin, Hz. Peygamber {s.a.s)'in dinini tanımadıklarına delâlet
ettiği hatde, hadislerde, onların Hz. Peygamber hakkında, "o,
sâbiî'dir" dedikleri zikredilmektedir. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ,
Peygamberine, kendisinin, müslüman ve Hanîf olan İbrahim'in dini üzere olduğunu
onlara beyân etmesini emretmiştir. Zira Cenâb-ı Hak, "Hakikaten İbrahim
(başlı başına) bir ümmetti; Allah'a itaatkârdı ve muvahhid bir
müslümandı"(Nam. 120), "Şüphesiz ki ben, bir muvahhid olarak, yüzümü
o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah 'a yönelttim" (Enam,79) ve
"Ben,sizin tapmakta olduklarınıza tapmam" de!"(KX\rûn,2)
buyurmuştur.Bu, "Siz, şayet benim dinimin ne olduğunu bilmiyorsanız, ben
onu size detaylı bir biçimde açıklayacağım" demektir. Daha sonra Hz.
Peygamber, bu hususta birtakım kayıt ve açıklamalarda bulunmuştur.
Birinci kayıt: Cenâb-ı
Hakk'ın, (iyice bilin ki ben, sizin,
Allah'tan başka taptıklarınıza tapmam" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu
nefyin mutlaka başa alınması gerekli idi; zira biz, levhadan bozuk nakışların
izalesinin, mutlaka o levhadaki doğru nakısların nakşedilip işlenmesinden önce
gelmesi gerektiğini söylemiştik. Yine, böyle bir nefiy gerekli idi; zira
ibâdet, tazimin doruk noktasıdır. Binâenaleyh ibâdet ancak, celâl ve ikram
sıfatlarının doruk noktasında olana yaraşır. Putlar ise, bazı taşlardan
ibarettir. İnsan ise onlardan daha kıymetlidir. O hatde daha kıymetli olanın,
değersiz olana ibâdet etmekle meşgui olması nasıl uygun düşer?
İkinci kayıt: O'nun
"Ancak sizin canınızı alacak olan Allah'a kulluk ederim" ayetinin
ifâde ettiği husustur, Bundan maksat şudur: "O, Allah'tan başkasına ibâdet
edilmemesi gerektiğini beyân buyurunca, Allah'a ibâdetle meşgul olmanın
gerektiğini de, tafsilatlı olarak açıklamıştır."
Buna göre şayet,
"Hak olan Mabûd'un, burada "O, sizin canınızı alandır"
şeklindeki bir sıfatla zikredilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz
deriz ki:
Bu hususta şu izahlar
yapılabilir:
1) Bununla,
"Ben, sizi ilk önce, yaratan; ikinci olarak canınızı alan, üçüncü kez de
sizi yeniden iade edecek olan Allah'a ibâdet ederim" manasının murad
edilmiş olması muhtemeldir. Bu üç mertebeyi biz, Kur'an'da defalarca, zaman
zaman ifâde ettik. Binâenaleyh burada, geriye kalanlarına dikkat çekmek için, bu
üç şeyden sadece "can alma"nın zikredilmesiyle yetinilmiştir.
2) Ölüm en
korkunç şeydir. Binâenaleyh burada, özellikle bu ifâde, daha caydırıcı ve daha
men edici olsun diye zikredilmiştir.
3) Onlar,
azabın hemen gelmesini
isteyince, Cenâb-ı Hak
da, "Onlar kendilerinden
evvel geçmişlerin günleri gibi (bir günjden başkasını mı bekliyorlar? De ki:
"Haydi bekleyin. Şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim."
Nihayet biz, resullerimizi ve iman edenleri selâmete erdiririz... "{Yûnus,
102-103) buyurmuştur. Binâenaleyh bu ayet, Allah Teâlâ'nın, o kâfirleri helak
ve mü'minleri kurtarıp onların kudret ve devletlerini kuvvetlendireceğine
delâlet etmiş olur. Bu sebeple, bu sözün ifâde edilmesiyle onun zamanının
geldiği ve yaklaştığı anlaşılınca, pek yerinde olarak burada, "Ancak sizin
canınızı alacak olan Allah'a kulluk ederim..." buyurmuştur ki, bu, Allah
Teâlâ'nın bir önceki ayetlerde açıklayıp izah etmiş olduğu şeye işaret olmuş
olur. Buna göre Peygamber sanki, "Ben, bana, onları helak edeceğini ve
beni bırakacağını vaadeden zâta, varlığa ibâdet ederim..." demek
istemiştir.
Üçüncü kayıt: Cenâb-ı
Hakk'ın "Bana. müzminlerden olmam emredilmiştir" cümlesinin ifâde
etttiği husustur. Bil ki Allah Teâlâ, uzuvların işleri cinsinden olan ibâdetten
bahsedince, ondan iman ve marifet bahsine geçmiştir.
Bu da, zahirin salih
amellerle süslenmediği sürece, kalbte iman ve marifet nurunun meydana
gelmeyeceğine delâlet etmektedir.
Dördüncü Kaytt:
"ve yüzünü tevhid dinine döndür" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu
ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[397]
Bunun başındaki vâv
harfi, atıf harfidir. Matufun aleyh hakkında da şu iki izah bulunmaktadır:
1)
"Bana. mü'minîerden olmam emredilmiştir" cümlesi "Bana
denildi ki: "Mü'minîerden ol" cümlesi yerinde zikredilmiş olup, buna
göre, cümlesi de buna atfedilmiştir.
2) cümlesi
"Ve ben, özümü tevhid dinine döndürmekle emrolundum" cümlesinin
yerini tutmaktadır. Buna göre ayetin takdiri "Bana, mü'minîerden olmam ve
özümü, yüzümü tevhîd dinine döndürmem emrolundu" şeklinde olur.
[398]
Ayette bahsedilen,
"ikâmetu'l-vech"
ifâdesi, aklı tamamiyie dini
talep edip, onu araştırmaya yöneltmekten ibarettir. Çünkü bir şeye alabildiğine
bakmak isteyen kimse, kendisini,
az olsun çok
olsun hiçbir şeyin
ondan çeviremeyeceği bir biçimde yüzünü o şeye doğru
yöneltir. Zira o kimse, yüzünü o şeyden çok az olsa dahi çevirdiğinde, o
takdirde, o şeyin tam mukabilinde olma hali yok olmuş olur. Bu, tam mukabilinde
olma işi bâtıl ve yok olunca da, görme haleldar olur. İşte bundan dolayı,
"yüzü dine doğru ikâme etme"nint aklın tamamiyie dini talep etmeye
yöneltilmesinden bir kinaye kılınmış olması güzel ve yerinde olmuş olur. Hanîfa
kelimesinin manası, "Tamamiyie ona yönelmiş, onun dışında kalanlardan ise
tamamiyie yüz çevirmiş kimse olarak" demektir ki, bu sözün neticesi de tam
bir ihlâsı ve başkasına iltifat etmemeyi gösterir. O halde, onun ilk önce,
"Bana, mü'minhrden olmam emredilmiştir' demiş olması, imanın temelini ve aslını
elde etmeye; "ve yüzünü tevhid dinine döndür" sözü de, tamamiyie iman
nuruna gark olmaya ve onun dışında kalanlardan da tamamiyie yüz çevirmeye bir
işaret olmuş olur.
Beşinci kayıt:
"ve sakın müşriklerden olma"buyruğunun ifâde ettiği husustur.
Bil ki, bunun putlara
ibâdet etmekten bir rîehiy olması mümkün değildir. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakk'ın bu
ayetindeki "Ben, sizin tapmakta olduklarınıza tapmam" buyruğu ile
yasaklanmıştı. Dolayısıyla bu sözü yeni bir mânaya hamletmek gerekir ki o da
şudur: "Bir kimse Mevlâstnı tanıdıktan sonra, başka bir şeye iltifat
ederse, bu, bir şirk olur ki, bu, gönül ehlinin "şirk-i hafî- gizli
şirk" adını verdikleri şeydir.
Altıncı kayıt: Cenâb-ı
Hakk'ın "Allah'ı bırakıp da sana ne
faide ne de zarar veremeyecek olan nesnelere tapma" buyruğunun
ifâde ettiği husustur. Zâtı gereği mümkin olan varlıklar, zatlarına nisbetle
yok, Hakk'ın yaratmasıyia da mevcutturlar. Durum böyle olunca, Hakk'ın dışında
kalanların varlığı, ancak Hakk'ın yaiatmasıyla olur. Böyle olması halinde de
Hak'tan başka fayda veren, yine O'ndan başka zarar verebilecek olan bir kudret
yoktur. Çünkü, O'nun zâtı hariç, her şey yok olucudur. Durum böyle olunca da,
hüküm sadece Allah'ın olup, her iki dünyada kendisine başvurulacak olan, ancak
O olmuş olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, ayetin sonunda "Eğer böyle yaparsan o takdirde şüphesiz ki sen
kendine yazık etmişlerden olursun" buyurmuştur. Bu, "şayet sen,
menfaat ve zararı, Allah'tan başkasından beklemekle meşgul olursan, zalimlerden
olursun" demektir. Çünkü zulüm, bir şeyin, olması gereken yerden başka bir
mevkie konulması demektir. Şu halde, Hakk'ın dışında kalanlar, tasarrufta
bulunmaktan uzak olunca, tasarrufun, Hakk'ın dışındaki varlıklara mal edilmesi,
bir şeyi olması gereken yerden başka bir yere koymak olur ki, bu da zulümdür.
Buna göre şayet,
"yiyerek doymayı, içerek de kanmayı istemek, bu ihiâsa zarar verir
mi?" denilirse, biz deriz ki: Hayır, çünkü ekmeğin bulunması ve onun bütün
özelliklen, Allah'ın icadı ve meydana getirmesiyledir. Binâenaleyh, ondan
yararlanmak için, Allah'ın yaratmış olduğu bir şeyden faydalanmayı talep etmek
tamamiyle Allah'a yönelmeye aykırı değildir. Ancak ne var ki bu İhlasın şartı,
akıl gözü bu mevcudattan herhangi bir şeye takıldığında, o kimsenin, akıl
gözüyle o şeylerin zâtları gereği yok olduklarını; Hakk'ın icad etmesiyle var
olduklarını; kendi başlarına fanî, Hakk'ın ibkâ etmesiyle bakî olduklarını
görüp müşahede etmesidir. İşte bu durumda o kimse, Hakk'ın dışında kalanların,
zâtları gereği mahzâ yokluk olduğunu ve Allah'ın varlığının nuru ile ihsanının
feyzinin, her şeyin üzerinde olduğunu ve her şeyi ihata ettiğini görmüş olur.
[399]
"Eğer Allah sana
bir zarar dokundurursa, onu,O'ndan başka giderecek hiçbir kimse yoktur. Eğer
sana bir hayır dilerse. O'nun fazlını geri çevirecek hiç bir kuvvet de yoktur.
O, bunu kullarından dilediğine eriştirir. O, çok affeden ve çok merhamet
edendir" (Yunus. 107).
Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[400]
Bit ki Allah Teâlâ, bu
sûrenin sonunda, bütün mümkin varlıkların kendisine varıp dayandığını ve bütün
kâinatın kendisine muhtaç olduğunu; akılların kendisine hayran kaldığını, rahmet, cömertlik ve varlığın
kendisinden feyezan ettiğini beyân buyurmuştur.
Bil ki bir şey, ya
zararlı, ya faydalı yahut da ne zararlı ne faydalı olur. Bu iki kısım, hayır
isminde müşterektirler. Zarar, vücudî (var oluşla ilgili) bir durum olunca, pek
yerinde olarak Cenâb-ı Hak bu hususta, "eğer Allah sana bir zarar
dokundurursa (...)" buyurmuştur. Ama hayır, bazan vücudî, bazan da ademî
olunca, tam yerinde olarak Cenâb-ı Hak bu hususta "dokundurma"
fiilini zikretmemiş, aksine, "Eğer sana bir hayır da dilerse... "
buyurmuştur. Ayet, zarar ve hayrın, Allah Teâla'nın kaza ve kaderi ile meydana
geldiğine delâlet etmektedir ki, bu hususa küfür-iman, İtâat-tsyân,
sevinç-âfet, hayır-elemler; lezzetler, rahatlar ve yaralanmalar dahil olur.
Böylece Cenâb-ı Hak şunu beyân etmiştir: "O, bir kimseye şer dilemişse,
ondan, o şerri, zatından başkasının gidermesi mümkün değildir. Eğer bir kimseye
de hayrı hükmetmişse.O'nun lütfunu da hiç kimse geri çeviremez."
[401]
Ayetteki bir başka
incelik de şudur: Allah Teâlâ hayır tarafını şu üç bakımdan, şer tarafına
tercih etmiştir:
a) Allah
Teâlâ, zarar dokundurmadan bahsedince, onu kendisinden başka giderecek kimsenin
bulunmayacağını da beyân etmiştir ki, bu, O'nun zararları gidereceğine delâlet
eder. Çünkü, olumsuzluktan yapılan istisna, isbât ifâde eder. O, hayrı
zikrederken de, "ben onu defederim" dememiş, aksine "Kimse onu
geri çeviremez" demiştir ki, bu da hayrın zâtt gereği matlub, şerrin de
arızî olarak matlub olduğuna delâlet eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, bir hadis-i
kudsîsinde, "Rahmetim, gazabımı geçmiştir" demiştir.
b)Cenâb-ı
Hak, hayrın sıfatı hakkında, "O. bunu kullarından dilediğine
ulaştırır.." buyurmuştur ki bu da, hayır ve rahmet tarafının daha üstün ve
baskın olduğunu gösterir.
c) Allah
Teâlâ, O. çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir" buyurmuştur. Bu da,
rahmet tarafının kuvvetli olduğuna delâlet eder. Bu ayette ilgili sözün
neticesi şudur:Cenab-ı Allah yaratma.icad etme, var etme ve eşsiz bir biçimde
yaratma hususlarında tek olduğunu, kendisinin dışında mûcid bulunmadığını ve
kendisinden başka mabûd olmadığını beyân etmiş, sonra da hayrın bizzat; şerrin
de arızî olarak irade edildiğine dikkat çekmiştir ki, bu konunun muhtevasında
derin sırlar bulunmaktadır. İşte, bizim bu ayet hakkında söyleyeceğimiz bundan
ibarettir.
[402]
Müfessirler şöyle
demişlerdir: Allah Teâtâ, önceki ayette, putların sıfatı hakkında, "Onlar
ne zarar verebilirler, ne de faydalı
olabilirler"
buyurunca, bu ayette
de onların, başkasından gelen zararı def etmeye ve başkasından
gelen hayra da mani olmaya muktedir olamadıklarını beyân buyurmuştur. İbn Abbas
(r.a) ayetinin manasının, "şayet Allah sana, bir hastalık ve bir fakirlik
verirse, onu zatından başka geriye çevirecek kimse yoktur.." şeklinde
olduğunu söylemiştir.
"Eğer sana bir
hayır dilerse..." buyruğuna gelince, bu hususta Vahidî şöyle demektedir:
"Bu, ifâde "maklûb" olup, mânası ise, "Şayet Cenâb-ı Hak
sana hayrı murad ederse şeklindedir. Ancak ne var ki, bunlardan her biri
diğerini ilgilendirince, her birinin diğerinin yerine bedel olması
câizdir."8en de derim ki: "Lafızdaki takdim, daha fazia ilgi ve özen gösterildiğine,
itinâya delâlet eder: Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın buyurması, maksud olanın,
insan olduğuna; diğer hayırların ise, onun için varedildiğine delâlet eder ki,
bu incelik ancak, bu terkibden elde edilir."
[403]
De ki: "Ey
insanlar, size Rabbinizden hak gelmiştir. Artık kim hidâyeti kabul ederse, o
ancak kendi yararı için hidâyete ermiş, kim de saparsa o da yalnız kendi zararına
sapmış olur.-Ben sizin başınızda bir bekçi de değilim" (Yunus, 108).
Bil ki Allah Teâlâ,
tevhid, nübüvvet ve ahiretle ilgili delilleri iyice izah edip, bu sûrenin
sonunu da yaratmada, yoktan var etmede, tekvîn ve ibdâda zatının tek olduğuna
delâlet eden bu açıklamalarla süsleyince, bu sûreyi, çok kıymetli ve yüce olan
bu ifâdelerle hitâma erdirmiştir. Bu ayetin tefsiri hususunda şu iki izah
yapılabilir:
a) Allah,
ezelde kimin hidâyet bulacağına hükmetmişse bu iş, onun için mutlaka olacaktır;
kimin de sapıklığına hükmetmişse işte bu da kaçınılmazdır ve bunu savuşturmanın
çaresi yoktur.
b) Bu,
Mutezite'ye uygun düşen bir açıklama olup, Kâdî şöyle demiştir: "Allah
Teâlâ, şeriatini ikmâl ettiğini, her türlü engeli kaldırarak mazerete mahal
bırakmadığını beyân ederek, "Kim hidâyeti kabul ederse, o ancak kendi
yaran için hidâyete ermiş, kim de saparsa o da yalnız kendi zararına sapmış
olur. Ben sizin başınızda bir bekçi de değilim" buyurmuştur. Bu,
"sizi en büyük mükâfaata ulaştırmak ve sizi elîm bir azâbdan kurtarmak
hususunda, bana, yaptığımdan daha fazlası vacip değildir" demektir."
İbn Abbas, bu ayetin kıtal, savaş ayetiyle mensûh olduğunu söylemiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu sonucu da başka bir latîf,
hoş bir sonuç ile nihayete erdirmek üzere,
"Sana her ne
vahyediliyorsa ona tâbi ol. Allah hükmünü verinceye kadar, sabret. O.
hâkimlerin en hayırhsidır"
(Yunus, 109). buyurmuştur.
Bu, "Allah Teâlâ,
peygamberine, vahye ve tenzile ittibâ etmesini emretmiştir. Binâenaleyh, şayet
kendisine, o ittibâdan dolayı bir kötülük ulaşırsa, Allah, o hususta
hükmedinceye kadar, ona sabretmesi gerektiğini, zira kendisinin, hükmedenlerin
en hayırlısı olduğunu bildirmiştir" anlamındadır.
Araplardan birisi,
"sabr" hakkında bir şiir inşad ederek şöyle demiştir:
"Sabır, benim
sabretmeme dayanamaymcaya kadar sabredeceğim... Ve sabredeceğim, Allah benîm
durumum hakkında hükmedinceye kadar... Ve sabır, sabırdan daha acı ve zor olan
şeye sabrettiğimi bilinceye kadar sabredeceğim..."
Allah, ne murad
ettiğini ve kitabının sırlarını en iyi bilendir. Böylece, bu sûrenin tefsiri,
Allah'ın inayeti ve hüsn-i tevfiki ile tamamlandı. Bu kitabı derleyen (cami)
şöyfe demektedir: "Ben bu sürenin tefsirini, Allah'ın asamm {yani savaş
çağrılarına karşı sağır, içinde savaş olmayan, barış ve sulh) ayı olan Receb
ayının bir Cumartesi günü, (Hicrî) 601 yılında bitirdim. Ben, Allah ruhuna ve
bedenine mağfiret ve rahmet yağmurlarını yağdırsın, salih bir kimse olan babam
Muhammed efendinin ölümü sebebiyle çok hüzünlü idim; canım da çok sıkılmıştı.
Ben, bu kitabı okuyan ve kendisinden istifâde eden bütün müslümantardan, hem o
miskîne (babama), hem de bu miskine (bana) duâ, rahmet ve mağfiret taleplerini
tahsis etmelerini istiyorum. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a; salât ü selâm
da, mahlûkatın en hayırlısı olan Hz. Muhammed'e, O'nun âline ve bütün ashabına
olsun!.[404]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/251
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/251
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/251
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/252
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/252
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/252
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/252-253
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/253-254
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/254
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/255
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 12/255-257
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/257
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/257
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/257-258
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/258
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/258-259
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/259
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/259-260
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/260
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/261-262
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/262-263
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/263-264
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/264
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/264
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/264
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/265
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/265
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/265-266
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/266
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/266-267
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/267
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/268
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/268-269
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/269-270
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/270
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/270-271
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/271-272
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/272-273
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/273
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/273-274
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/274
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/274
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/275
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/275
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/275-276
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/276
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/276
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/276-277
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/277
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 12/277
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/278
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/278-279
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/279
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/280
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/280-281
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/281-282
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/282-283
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/283-285
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/285
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/285
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/285-286
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/286
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 12/286
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/286-287
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/287
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/287
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/287-288
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/288
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/289
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/289
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/289
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/289
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/289-290
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/290
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/290-291
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/291
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/291
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/291
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/291-292
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/292
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/292-293
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/293-294
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/294-295
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/295
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/295-296
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/296
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/296
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/297
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/297-298
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/298
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/298
[92]Matbu nüshada "yaratıldığı" şeklinde ise de, mananın düzgün olması için burada olumsuzluk kelimesinin metinden düştüğünü zannederek, manayı buna göre verdik (Ç).
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/299
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/300
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/300-301
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/301-302
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/302
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/302
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/302
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/302-303
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/303
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/303
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/304-305
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/305
[105] Kenzu'l-Ummal 14. Cilt, 38963. Hadis.
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/305-306
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/306
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/306
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/307
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/307
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/307-308
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/308-309
[113] Müsned, (4/177); Tirmizî, Daavât, 92 (5/540).
[114] Tlrmizî, Salât, 179 (2/11),
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/309-311
[116] Müslim, Cennet, 16 (4/2181)
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/312-313
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/313
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/314
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/314
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/314-315
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/315-316
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/316
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/316
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/316
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 12/316
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/316
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/317
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/317
[130] Feyzu'l-Kadir, (6/150).
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/317-318
[132] Tirmizî, Fezâilü'l-Kur'ân. 25 (5/184).
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/318-319
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/319
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/320
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/320
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 12/320
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/320-321
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/321-322
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/322-323
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/323
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/323
[143] Tirmizi, Fiten, 26 (4/483); lbn-i Mace, Fiten, 19 (2/1325)
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/323-324
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/324
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/325
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 12/325
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/325
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/326-327
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/327
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/327
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/327
[153] Matbu nüshada bu kısım şöyledir:Buradan isabetli bir anlam çıkmadığından yazmalara başvurduk ve ibarenin sâiis yerine sabit; la ya'fuve yerine lâm elif olmaksızın ya'fuve şeklinde olduğunu tesbit ettik Buna göre doğru metin ve tercüme şöyledir: "Burada sabit olan bir tahsis söz konusu olup, o da Allah'ın, kulunu şartsız olarak affedebileceğidir."(Ç).
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/327-328
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/328
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/328-329
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/329-330
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/330
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/331-332
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/332-333
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/333-336
[162] Müslim, Cennet 63 (4/2197).
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/334-336
[164] Keşfii'l-Hafa, (2/125) (Buhari ve Müslim'den).
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/336
[166] Buhari, Tevhid, 15 (8/171); Müslim, Tevbe, 15(4/2108)
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/36-337
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/337-338
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/339
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/339
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/339-340
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/340
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/340-341
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/341
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/341
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/342
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/342-343
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/343
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/343
[180] Biri hakiki, öbürü mecazi manada olarak iki defa
kullanılmasını kasdediyor (Ç).
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/343-344
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/345
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/345-347
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/347-348
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/348
[186] İbn-i Mace, Zühd, 23 (2/1408).
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/348-349
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/349
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/349-350
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/350
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/351
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/352
[193] Kenzu'l-Ummal, 15. Cilt, 43162. Hadis.
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/353
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/353
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/353-354
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/354-355
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/355
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/355-356
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/356
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/356-357
[202] Bu mâna, ifadesinin şeklinde okunmasına göredir (Ç).
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/357-358
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/358-360
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/360
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/360-361
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/361-362
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/362
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/362-363
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/363
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 12/363
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/363
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/364
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/364-365
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/365-367
[216] Asım kıraati de teblû şeklindedir.
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/367-368
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 12/368-369
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/369-371
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/371
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/371
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/371
[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/372
[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/372
[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/372
[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/372-373
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/373-374
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/374-375
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/375
[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/375-376
[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 12/376-377
[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/377-378
[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/378
[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/379
[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/379
[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/379-380
[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/380-381
[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/381-382
[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/382
[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/382
[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/383
[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/383
[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/384
[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 12/384
[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/384-386
[246] Müfessirler {Tevbe. 5,) ayetine "Seyf ayeti*'
derler (Ç).
[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/387-388
[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/388
[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/388-389
[250] Müsned. (3/283).
[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/389-391
[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/391
[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/392
[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/392
[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/392
[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/392
[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/392-393
[258] Matbu nüshada bu kelime UW şeklindedir. Yazmalara
başvurunca olduğunu tesbıt ellik.
Tercüme metin tashihine göre yapılmıştır (Ç).
[259] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/393-394
[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/394
[261] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/395
[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/395
[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/396
[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/396
[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/396
[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/396-397
[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/397
[268] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/398
[269] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/398
[270] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/398
[271] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/399
[272] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/399
[273] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/399-400
[274] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/400
[275] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/400-401
[276] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/401
[277] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/402
[278] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/402
[279] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/402-403
[280] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/403
[281] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/403-404
[282] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/404-405
[283] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/405
[284] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/405-406
[285] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/406-407
[286] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/407
[287] Keşfu'l-Hafa, (2/64).
[288] Burhan-ı İnnî: Hadiselerden kanunlara, neticelerden
sebeplere ve eserden müessire olan delil. Bürhan-ı Limmî ise: Kanunlardan
hadiselere, sebeplerden neticelere ve müessirden esere olan delillere denir
(Ç).
[289] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/408-409
[290] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/409
[291] Keşfu'l-Hafa. (1/231)
[292] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/409-411
[293] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/412
[294] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/412-413
[295] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/413-414
[296] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/414
[297] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/414
[298] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/415
[299] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/415-416
[300] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/416-417
[301] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/417
[302] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/417-419
[303] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/419-420
[304] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/420
[305] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/420-422
[306] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/422
[307] Müsned, 5/343
[308] Benzeri bir hadis İbn Mace, 2ühd 4 (2/379).
[309] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/422-423
[310] Keşfu'l-Hafa 1/410; Müslim Tirmizi ve Muvatta'dan.
[311] Müslim, Cennet, 1(4/2174).
[312] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/423-425
[313] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/425
[314] Kenz'ul-Ummal, 15. cilt, 41425. hadis.
[315] Buhârî, Tâ'bır, 5 (8/69).
[316] Buhâri Ta'bir, 4/8/ (69); Müslim, Rü'ya, 1 (4/2261)
[317] Buhâri, Ta'bir, 2 (8/69); Müslim, Rü'ya, 8 (4/1774).
[318] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/425-426
[319] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/426-427
[320] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/428
[321] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/428
[322] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/429-430
[323] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/431
[324] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/431-434
[325] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/434-435
[326] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 12/435-436
[327] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/436-440
[328] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/440-441
[329] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/441-442
[330] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/442-443
[331] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/443-444
[332] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/444-445
[333] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/445
[334] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/445-446
[335] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/446-447
[336] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/447-448
[337] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/448
[338] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/449
[339] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/449
[340] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/450
[341] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/450-451
[342] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/451
[343] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/452-453
[344] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/453-454
[345] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/454
[346] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/454
[347] Bu durumda lârn sebebıyyei manası taşımayıp, işin
sonundaki durumu bildirir. "Sen onlara mal verdin, fakat neticede onlar
senin yolundan sapiırdtlar" manasmdadır. (Ç.)
[348] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/454-456
[349] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/456459
[350] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/459-460
[351] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/460
[352] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/460-461
[353] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/461
[354] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/461-462
[355] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/463
[356] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/463
[357] Bu Firavun'un bedeninin asrımıza kadar kalıp, 20.
Yüzyılda müzede teşhir ed464ilmesi, Kur'an'ın bir mûcizesidir
[358] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/464
[359] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/464-465
[360] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/465
[361] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/465-466
[362] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/466
[363] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/466-467
[364] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/467-468
[365] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/468
[366] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/468-469
[367] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/469
[368] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/469-471
[369] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/471-472
[370] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/472
[371] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/472-473
[372] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/473
[373] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/473-474
[374] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/474
[375] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/474-475
[376] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/475
[377] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/475-476
[378] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/476
[379] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/476-477
[380] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/477-479
[381] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/479
[382] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/479
[383] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/480
[384] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/481
[385] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/481
[386] Keşfü'l-Hafa, 1/311
[387] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/481-482
[388] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/482
[389] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/482
[390] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/482
[391] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/482-483
[392] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/483
[393] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/483
[394] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/483
[395] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/483
[396] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/483
[397] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/484-486
[398] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/486
[399] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/486-487
[400] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/487
[401] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/488
[402] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/488
[403] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 12/489
[404] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/489-491