YUNUS SURESİ 6

Surenin İsmi: 6

Konusu: 6

Önceki Sure ile İlişkisi: 6

Surenin Muhtevası: 6

Peygamberimiz (S.A.)'e Vahiy İndirilmesi Meselesi 7

Belagat: 7

Kelime ve İbareler: 7

Nüzul Sebebi 8

Açıklaması 8

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 9

Allah, Yeryüzü Ve Göklerin Yaratıcısıdır, Mahlûkatın Üzerine Düşen Ona Kulluk Etmektir. 10

Kelime ve İbareler: 10

Ayetler Arası İlişki 10

Açıklaması 10

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 11

Öldükten Sonra Dirilme Ve Görülecek Mükafat 11

Kelime ve İbareler: 11

Açıklaması 11

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 12

Kainatta Güneş Ve Ay İle Gece Gündüzün Birbiri Ardınca Gelmesindeki İlâhî Kudret 13

Kelime ve İbareler: 13

Ayetler Arası İlişki 13

Açıklaması 13

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 14

Müminler İle Kâfirler Ve Her İki Grubun Amellerinin Karşılığı 14

Belagat: 14

Kelime ve İbareler: 15

Ayetler Arası İlişki 15

Açıklaması 15

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 16

İnsanın Daima Hayrı Acele Olarak İstemesi Ve Şerri De Kızgınlık Anında İstemesi 17

Belagat: 17

Kelime ve İbareler: 17

Ayetler Arası İlişki 17

Açıklaması 17

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 18

Allah'ın Zalim Ve Kafir Ümmetleri Helak Etme Hususundaki Kanunu Ve Başkalarını Onların Yerine Koyması 19

Belagat: 19

Kelime ve İbareler: 19

Ayetler Arası İlişki 20

Açıklaması 20

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 20

Müşriklerin Başka Bir Kuran İstemeleri Veya Bazı Ayetlerin Değiştirilmesi Talepleri 21

Belagat: 21

Kelime ve İbareler: 21

Ayetler Arası İlişki 21

Açıklaması 22

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 22

Putlara Tapmak Ve Putların Şefaatçi Olacaklarını İddia Etmek.. 23

Belagat: 23

Kelime ve İbareler: 23

Ayetler Arası İlişki 23

Açıklaması 23

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 24

Bütün İnsanlar İçin Asıl Olan Husus Hepsinin Hak Din Üzerine Olmalarıdır. 24

Kelime ve İbareler: 24

Ayetler Arası İlişki 25

Açıklaması 25

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 25

Müşriklerin Bir Mucize İndirilmesi İstekleri 26

Kelime ve İbareler: 26

Ayetler Arası İlişki 26

Açıklaması 26

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 27

Kâfirlerin Âdeti Hilekarlık, Düşmanlık, İnatçılık Ve İnsafsızlıktır. 27

Belagat: 27

Kelime ve İbareler: 28

Ayetler Arası İlişki 28

Açıklaması 28

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 30

Fani Olması Açısından Dünyanın Misali 30

Belagat: 30

Kelime ve İbareler: 30

Ayetler Arası İlişki 31

Açıklaması 31

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 32

Cennete Teşvik, İyi Amel İşleyenlerle Kötü Amel İşleyenlerin Ahiretteki Durumları 32

Belagat: 32

Kelime ve İbareler: 32

Ayetler Arası İlişki 33

Açıklaması 33

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 34

Mahlukatın Mahşer Yerinde Toplanmaları Ve Allah'a Ortak Koşulanların Müşriklerden Berî Olduklarını İlân Etmeleri 34

Kelime ve İbareler: 35

Ayetler Arası İlişki 35

Açıklaması 35

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 36

Müşriklerin Allah'ın "Rab" Sıfatına İnanmaları Deliliyle Tevhidin İspat Edilmesi 36

Belagat: 36

Kelime ve İbareler: 36

Ayetler Arası İlişki 37

Açıklaması 37

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 38

Öldükten Sonra Dirilmenin İspatı 39

Belagat: 39

Kelime ve İbareler: 39

Ayetler Arası İlişki 40

Açıklaması 40

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 41

Kuran Allah'ın Kelamıdır Ve Araplara Meydan Okumaktadır. 41

Belagat: 41

Kelime ve İbareler: 42

Ayetler Arası İlişki 42

Açıklaması 42

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 44

Kur'an'a Ve Hz. Peygamber'e İman Konusunda Müşriklerin İki Gruba Ayrılmaları 44

Belagat: 45

Kelime ve İbareler: 45

Ayetler Arası İlişki 45

Açıklaması 45

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 46

Dünya Süratle Yok Olacaktır. 47

Kelime ve İbareler: 47

Ayetler Arası İlişki 47

Açıklaması 47

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 48

Müşriklerin Hem Dünyada Hem De Ahirette Azaba Uğramaları 48

Belagat: 48

Kelime ve İbareler: 49

Ayetler Arası İlişki 49

Açıklaması 50

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 51

Kur'an-ı Kerimin Ana Hedefleri 52

Kelime ve İbareler: 52

Ayetler Arası İlişki 52

Açıklaması 53

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 53

Bazı Hayvanları Kendilerine Helâl, Bazılarını Haram Kılmaları Sebebiyle Müşriklerin Kınanması 53

Belagat: 54

Kelime ve İbareler: 54

Ayetler Arası İlişki 54

Açıklaması 54

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 55

Allah'ın İlmi Bütün Kullarını, Kullarının Yaptıkları İşleri Ve Bütün Kâinatı Kuşatmaktadır. 55

Kelime ve İbareler: 55

Ayetler Arası İlişki 56

Açıklaması 56

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 56

Allah Dostlarının Vasıfları Ve Mükâfatları 57

Kelime ve İbareler: 57

Ayetler Arası İlişki 57

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 58

İzzet Ve Mülk Allah Tealâ'nındır. Gece Gündüzün Yaratılmasının Faydaları. 58

Kelime ve İbareler: 59

Ayetler Arası İlişki 59

Açıklaması 59

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 60

Allah Tealâ'nın Oğlu Olduğunu Söyleyerek Şirk Koşmak.. 61

Belagat: 61

Kelime ve İbareler: 61

Ayetler Arası İlişki 61

Açıklaması 61

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 62

Hz. Nuh (A.S.) Ve Kavminin Kıssası 63

Belagat: 63

Kelime ve İbareler: 63

Ayetler Arası İlişki 64

Açıklaması 64

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 65

Peygamberleri Yalanlamak Konusunda Geçmiş Ümmetlerin Âdetleri 66

Kelime ve İbareler: 66

Ayetler Arası İlişki 66

Açıklaması 66

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 67

Hz. Musa (A.S.) Ve Firavun Kıssası -1-Hz. Musa (A.S.) İle Firavun Arasındaki Konuşma. 67

Kelime ve İbareler: 67

Ayetler Arası İlişki 68

Açıklaması 68

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 68

-2- Hz. Musa'nın Davetine Karşı Çıkmak İçin Firavun'un Sihirbazları Getirmesi 69

Belagat: 69

Kelime ve İbareler: 69

Ayetler Arası İlişki 69

Açıklaması 69

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 70

-3- İsrailoğulları'ndan Bir Grubun Hz. Musa (A.S.)'Nın Davetine İman Etmesi 71

Kelime ve İbareler: 71

Ayetler Arası Îlişki 71

Açıklaması 72

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 73

-4- Hz. Musa'nın Firavun Ve Adamlarına Beddua Etmesi 74

Belagat: 74

Kelime ve İbareler: 74

Ayetler Arası İlişki 74

Açıklaması 75

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 75

-5- Firavun Ve Ordusunun Boğulması Ve İsrailoğulları'nın Kurtulması 76

Belagat: 76

Kelime ve İbareler: 76

Ayetler Arası İlişki 76

Açıklaması 77

Ayetlerin Manası 77

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 78

Kur'an'ın Söylediği, Vaad Ettiği Ve Korkuttuğu Hususlarda Doğruluğunun Bir Defa Daha Tekit Edilmesi 79

Belagat: 79

Kelime ve İbareler: 80

Ayetler Arası İlişki 80

Açıklaması 80

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 81

Hz. Yunus (A.S.) İle Kavminin Kıssası 81

Belagat: 82

Kelime ve İbareler: 82

Ayetler Arası İlişki 82

Yunus (a.s.) Kıssası: 83

Açıklaması 83

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 84

Düşünme Ve İncelemenin Faez Oluşu, İhmalkârların Uyarılması 85

Kelime ve İbareler: 85

Ayetler Arası İlişki 85

Açıklaması 86

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 86

İbadeti Sadece Allah Tealâ İçin Yapmak Ve Şirki Terk Etmek.. 87

Belagat: 87

Kelime ve İbareler: 87

Ayetler Arası İlişki 87

Açıklaması 88

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 88

İslam Hak Dindir Ve Ona Uymak Vaciptir. 89

Belagat: 89

Kelime ve İbareler: 89

Ayetler Arası İlişki 90

Açıklaması 90

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 90


Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

 

YUNUS SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Allah'ın Peygamberi Yunus aleyhisselam'ın kıssası anlatıldığı için, bu su­reye "Yunus Suresi" ismi verilmiştir.

Gerek Yunus balığının kendisini yutması dolayısıyla Hz. Yunus (a.s.)'un şahsı açısından, gerekse Hz. Yunus (a.s.) kavminin iman edip sadıkane tevbe ettikleri zaman Allah'ın üzerlerindeki sıkıntıları kaldırması gibi bu kavmin di­ğer ümmetlerden farklı bir hususiyete sahip olması açısından tahkiye üslubuy­la ifade edilmiş gayet heyacanlı bir kıssadır[1] .

 

Konusu:

 

Bu sure Kur'an mesajının büyük hedeflerini ele almasıyla ayrı bir özellik arz etmektedir. Bu konular Allah'ın birliğinin ispatı, şirkin yıkılması, peygam­berlik, öldükten sonra dirilme ve ahiret hayatının ispatı, sonuncusu Kur'an-ı Kerim olan semavî kitaplara imana davet konularıdır. Bu konular genellikle bütün Mekkî surelerinin konulandır. [2]

 

Önceki Sure ile İlişkisi:

 

Bu surenin bundan önceki sure ile irtibatı gayet açıktır. Önceki surenin sonunda Rasulullah (s.a.)'a iman etmeyi mecburi kılan, onun ulvî vasıfları zik­redildi. Sonra burada da indirilen kitap, gönderilen peygamber anlatıldı ve sa­pıkların yolunun ilâhî kitapları yalanlamak olduğu belirtildi.

Dikkat edilecek bir husus da şudur: Sureler arasında veya aynı sure için­deki ayetler arasında açık bir irtibatın bulunması şart değildir. Gayeler çeşitli olabilir, akideden ibadetle, ibadetten ahlâkla ilgili misallere, kıssalara, hüküm­lere ve muamelelere geçilebilir. Bu üslûp Kur'an-ı Kerim'in tilâveti esnasında gönülleri cezbetmek, bıkkınlık ve usanç vermemek için Kur'an'a has bir üslûp­tur. Bu üslûp, kıssalar, anekdotlar esnasında ve bazı tali meselelerin tahlilinde izleyicilerin, okuyucuların ve dinleyicilerin dikkatini çekmek için kullanılan ro­man, piyes ve temsillerde olduğu gibi halk tarafından beğenilen, takdir edilen bir üslûp olmuştur.

Sureler arasında tam bir irtibat da bulunabilir. Ta-Sin, Ha-Mim sureleri ve Mürselat ile Nebe' suresi arasındaki irtibat gibi. Ayrıca mevzuları aynı ol­masına rağmen, Hümeze ve Leheb sureleri arasında olduğu gibi, birbiriyle sıkı münasebet olan iki ayrı sure arasında başka sureler de olabilir. [3]

 

Surenin Muhtevası:

 

Yunus suresi ilâhî kitaplar, ulûhiyet, ilâhın sıfatları, peygamberlik, bazı peygamberlerin kıssaları, müşriklerin Kur'an-ı Kerime karşı tavırları, öldük­ten sonra dirilme ve ahiret hayatı hakkında ayetler ihtiva etmektedir.

1- Bu sure Allah'ın her ümmete mutlaka bir peygamber gönderdiği şeklin­deki ilâhî kanunu ve müşriklerin onun peygamberliğine karşı hayret etmeleri­ne sebep olmayacak şekilde peygamberlerin Hz. Peygamber (s.a.) ile sona erdi­ğini ifade ederek başlamıştır.

"İçlerinden bir adama "insanları uyar, iman edenleri Rablerinin katında yüce derecelerle müjdele" diye vahyettiğimizi insanlar tuhaf mı karşıladılar?.." (Yunus, 10/2).

2- Bundan sonra Allah'ın kâinattaki eserleri yoluyla Onun varlığını ispat anlatılmaktadır: "Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan... Al­lah'tır." (Yunus, 10/3) Sonra da yaratıkların öldükten sonra diriltilip O'na vara­cakları şeklinde ikaz edilmeleri geliyor. İnsanların müminler ve kâfirler şeklin­de iki gruba ayrılması ve her grubun ceza ve mükâfatlarının bildirilmesi, in­karcıların ve geçmiş zalim ümmetlerin helak edildikleri anlatılarak, korkutul-malan yer almaktadır.

3- Daha sonra müşriklerin inançlarını ve peygamberliği inkâr edenlerin beş tane şüpheleri anlatıldı. Bu konular mantıki ve ikna edici bir tartışma ze­mininde incelenmektedir. Kur'an'm Allah'ın kelamı ve Peygamberimiz (s.a.)'in kıyamete kadar ebedî mucizesi olduğu ispat edilmektedir.

"Bu Kur'an Allah tarafından olmayıp uydurulan bir kitap değildir." Yine bu surede edebiyat, belagat ve fasahat ehli müşriklere Kur'an sureleri gibi bir sure getirmeleri için meydan okunarak Kuranın Allah tarafından gönderildi­ğine delil getirilmiştir:

'Yoksa onlar "Onu uydurdu" mu diyorlar? De ki: O halde siz de o sureler gibi bir sure getirin." (Yunus, 10/38).

Müşriklerin Kur'an'a karşı tutumları ise "Onlardan bir kısmı iman eder, bir kısmı ise iman etmezler." (Yunus, 10/40) ayeti ile açıklandı.

4- Daha sonra Allah'ın azametine ve O'na iman etmenin zaruretine delâlet eden göz kamaştırıcı ilâhî kudret eserlerini zikretti. Çünkü O, hayatın, rızkın ve nimetin kaynağıdır. "De ki: Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Size kulak ve gözleri bahşeden kimdir? Ölüden diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çıka­ran kimdir? Bütün işleri düzene koyan kimdir? "Allah'tır" diyecektir. De ki: O halde Allah'tan korkmaz mısınız?" (Yunus, 10/31).

5- Daha sonra ibret ve öğüt almak için Kur'an'ın doğruluğunu ispat etmek maksadıyla kısaca bazı peygamberlerin kıssalarını ele aldı. Hz. Nuh (a.s.)'un kavmine hatırlatma kıssası, Hz. Musa (a.s.)'nın Firavunla olan kıssası, Fira-vun'un Hz. Musa (a.s.)'nm davetini boşa çıkarmak için sihirbazlardan yardım istemesi, Hz. Musa (a.s.)'nın kavmine karşı tutumu, Firavun'a beddua etmesi, İsrailoğullan'nın kurtuluşu, Firavun'un denizde boğulması, Hz. Yunus (a.s.)'un kavmi ile kıssası... Bu surede zikredilen kıssalar üç peygamberin kendileri ve çevresindekilerle ilgilidir.

6- "Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt gelmiştir." (Yunus, 10/57) Bu öğüt, insanın hayrına ve saadetine vesile olacak hususları ihtiva eden Kur'an mesajına ve Allah'ın şeriatına uymaktır.

"De ki: Ey insanlar! Size Rabbiniz tarafından bir hak geldi. Kim doğru yo­la girerse kendi lehine doğru yola girmiş olur." (Yunus, 10/108).

"Sana vahyedilene tabi ol. Allah'ın hükmü gelinceye kadar sabret, Allah hüküm verenlerin en hayırlısıdır." (Yunus, 109) ayetleri ile sona erdi.

Beyzavî Peygamberimiz (s.a.)'den bu sure hakkında şöyle bir hadis zikret­miştir: "Kim Yunus suresini okursa ona ecirden Uz. Yunus (a.s.)'u tasdik eden ve yalanlayanların sayısınca ve Firavunla birlikte boğulanların sayısınca hase­nat verilir." [4]

 

Peygamberimiz (S.A.)'e Vahiy İndirilmesi Meselesi

 

1-  Elif, Lam, Râ." İşte bunlar hikmet dolu kitabın ayetleridir."

2- 'İnsanları uyar, iman edenleri Rab-lerinin katında yüce derecelerle müj­dele" diye içlerinden bir adama vah-

kâfirler "Şüphesiz bu adam apaçık bir sihirbazdır" dediler.

 

Belagat:

 

"el-Hakim" meful manasındadır. Yani içinde eksiklik ve bozukluk bulun­mayan sağlam bir kitap.

"Uyar... müjdele" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"... vahyetmemiz insanlara tuhaf mı geldi?" Buradaki soru hem ispat hem de azarlama ifadesi taşımaktadır.

"Rableri katında yüce dereceler..." Öncülük ve lütuf bakımından yüksek mertebe... "kadem" kelimesinin "sıdk" kelimesine "muzaf olması bu lütfün faz­lalığına ve ilk büyük derecelere delâlet eder. Bu ifade son derece beliğ bir ifade­dir. Çünkü ilerlemek ve öncülük etmek ayakla mümkün olur. Tıpkı nimete yed (el) ismi verilmesi gibi. Çünkü nimetler elle verilir.

Kur'an'da sıdk kelimesine dört ayrı kelime muzaf olmuştur: "Mak'ade sıdkın" (Kamer, 54/55) "Müdhale sıdkın" (İsra, 17/80) "Muhrace sıdkın" (İsra, 17/80) "kademe sıdkın" (Yunus, 10/2). [5]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Elif, Lam, Râ." Bu harflere, Bakara suresinde de belirtildiği gibi huruf-ı mukattaa denir. Bazı surelerin başında bulunan bu harflerin kullanılmasının hikmeti bu Kur'an'ın Araplara yabancı olmayan, bilinen Arap harflerinden meydana gelen bir kelâm olduğuna işaret edip meydan okumaktır. Yani onlara ne oldu ki benzerini taklit etmekten aciz kaldılar? Bu tavır, Kuran'm Allah ke­lâmı olduğunu gösterir. Yahut bu harfler bundan sonraki ayetlere dikkat çek­mek içindir yahut da başlangıç edatlarıdır.

"Bunlar" yani bu ayetler "hakim= hikmet dolu" muhkem, sağlam "Ki-tab'ın" Kur'an-ı Azim'in "ayetleridir." Buradaki izafet, "min" manasındadır; ya­ni Kur'an'dan ayetler, demektir. Yani bu ayetler muhkem (her şeyi gayet sağ­lam), mübin (gayet açık) Kur'an'ın ayetleridir.

"İnsanları" kâfirleri, azapla "uyar" korkut. Bu inzar içinde korkuya sebep olacak bir şeyin haber verilmesidir, "iman edenleri Rablerinin katında yüce de­receler ile" yani yaptıkları amellere karşılık ilk dereceler ve yüksek mertebeler­le müjdele. Burada dereceye "kadem" ismi verildi. "kadem"in "sıdk" kelimesine muzaf olması bu derecesinin kesin olması sebebiyledir. Sıdk (sadakat, samimi­yet, ihlâs) itikatta, sözlerde, davranışlarda ve diğer faziletli amellerde olur. "müjdele!" Tebşir (müjdelemek), güzel karşılık, sevap ve mükâfat müjdesiyle haber vermek demektir, "diye içlerinden bir adama" Hz. Muhammed (s.a.)'e "vahyetmemiz..." Vahiy, gizlice bildirmek demektir, "insanlara" yani Mekkelile-re "tuhaf mı geldi?" Bu istifham inkâr ifade etmektedir. Anlamı, garip karşıla-mamalıydılar, şeklindedir, "ki kâfirler, şüphesiz bu" kitap ve Muhammed'in ge­tirdiği bu vahiy (yahut Muhammed (s.a.) "apaçık bir sihirbazdır" Sihir, aslında gerçek olmadığı halde gönüllere tesir eden şeydir, "dediler." [6]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Cerîr'in rivayetine göre İbni Abbas diyor ki: Allah Hz. Muhammed (s.a.)'i peygamber olarak gönderdiğinde Araplar bunu inkâr ettiler, veya bir kısmı inkâr edip "Allah Peygamberini beşer olarak göndermekten münezzehtir" dediler. Bunun üzerine "İnsanlara tuhaf mı geldi?" (Yunus, 10/2) ve "Biz sen­den önce de sadece erkekleri peygamber olarak gönderdik." (Yunus, 10/109) aye­ti nazil oldu.

Allah onlara aynı hücceti tekrar tekrar ileri sürünce bu defa da "Madem ki, peygamber beşer olacak o takdirde Muhammed'den başkası peygamberliğe daha lâyıktır" dediler:

"Müşrikler: Şu Kur'an iki şehirden (Mekke ile Taiften) birinde bulunan bir büyük adama indirilseydi ya" dediler. (Zuhruf, 43/31) Muhammed'den daha şe­refli bir adama indirilseydi yani Mekke'den Velid b. Muğire, Taiften Mes'ud b. Amr es-Sekafî' yi kastediyorlardı. Cenab-ı Hak bunlara cevap olarak "Onlar mı Rabbinin rahmetini paylaştıracaklar!" buyurdu. (Zuhruf, 43/32). [7]

 

Açıklaması

 

"Elif, Lam, Râ." Bu harflerden maksat kişinin bundan sonra gelecek duy­duğu veya okuduğu ayetleri anlamaya çalışmasına dikkat etmesi ve özen gös­termesi için bir uyarıdır. Harflerin bir bir sayılması da Bakara suresinin başın­da geçtiği gibi meydan okumak içindir.

Bu ayetler muhkem -her şeyi gayet açık olan- yahut ihtiva ettiği sayısız hikmetlerle dolu Kur'an'ın ayetleridir. Veya bu ayetler Allah'ın eksiksiz, gayet açık olarak indirdiği, kullarına beyan ettiği suresinin ayetleridir.

Nitekim Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede "Elif, Lam, Râ. Bu öyle bir kitap­tır ki ayetleri apaçık kesin hükümler ihtiva etmektedir. Sonra da her şeyi en iyi bilen, herşeyden haberdar olan Allah tarafından tafsilatıyla açıklanmıştır." ya­ni manaları ve lafızları tam yerinde kullanılmıştır.

Doğruya en yakın olan -Kurtubî'nin dediği gibi- burada kastedilen Kur'an'dır. Çünkü "hakîm" Kur'an'ın sıfatlarındandır. "Ayetleri her şeyi bütün açıklığıyla belirtilen kitap" ayeti de buna delâlet etmektedir. "Hakîm" helâli, haramı, hadleri ve hükümleri beyan eden, muhkem -manası ve lafızları açık-bir kitaptır.

"... İçlerinden bir adama vahyetmemiz insanlara tuhaf mı geldi?" Cenab-ı Hak kâfirlerin peygamberlerin beşer cinsinden gönderilmesini tuhaf karşıla­malarını kabul etmiyor: Bazı kimselerin durumu ne kadar gariptir ki, sanki "insanlık" vasfı peygamberliğe engelmiş gibi, sanki onlar kendi cinslerinden ol­mayan (insan olmayan) bir peygamber istiyorlarmış gibi, kendi cinslerinden olan (beşer olan) bir adama vahiy göndermemizi yadırgıyorlar?

Nitekim Cenab-ı Hak başka ayetlerde onların şu sözlerini naklediyor: "Bi­ze bir beşer mi yol gösterecek?" (Tegabün, 64/6);"Allah bir beşeri mi peygamber olarak gönderdi? (İsra, 17/94); "Rabbimiz dileseydi melekleri de indirirdi." (Fussilet, 41/14).

Hud ve Salih (a.s.) kavimlerine "İçinizden bir adam vasıtasıyla Rabbiniz-den size bir öğüt gelmesini mi tuhaf karşılıyorsunuz?" (A'raf, 7/63) buyrulmuştur.

İbni Abbas diyor ki: Allah Hz. Muhammed (s.a.)'i peygamber olarak gön­derdiğinde Araplar bunu inkâr ettiler veya bir kısmı inkâr edip "Allah, Pey­gamberini beşer olarak göndermekten münezzehtir" dediler. Bunun üzerine Al­lah "İnsanlara tuhaf mı geldi? " (Yunus, 2) ayetini indirdi.

Bu tuhaf karşılama yerinde değildi. Çünkü bütün peygamberler beşer idi­ler. "Eğer Peygamberi melekten yapsaydık, onu insan suretinde kılardık. Onları yine düştükleri şüpheye düşürürdük." (En'am, 6/9).

Aslında peygamberlerin gönderildikleri toplumun cinsinden olmaları da­vetlerinin kabulü için, peygamberlerle rahat anlaşabilmeleri için daha uygun­dur. Ama beşerden birinin peygamber olarak seçilmesine gelince: Allah pey­gamberliğe en uygun olanı, seçilmeye en lâyık olanı en iyi bilendir.

"Allah meleklerden ve insanlardan elçiler seçer." (Hac, 22/75); "Allah Pey­gamberliğini nereye vereceğini en iyi bilendir." (En'am, 6/124).

İnsanların ölçüleri ise hatalıdır. Meselâ, Hz. Muhammed (s.a.)'in Ebu Ta-lib'in yetimi oluşu gibi. Zira Kureyşliler, "Gariptir, Allah Ebu Talib'in yetimin­den başka gönderecek Peygamber bulamadı", dediler. Yine, "O fakirdir" deme­leri gibi. Çünkü onlar Peygamberin zengin ve parmakla gösterilen bir lider ol­masını istiyorlardı.

"Müşrikler, "şu Kur'an iki şehirden (Mekke ile Taiften) birinde bulunan bir büyük adama indirilseydi ya!" dediler. (Zuhruf, 43/31) Onlar Mekke'den Velid b. Mugire'yi, Taiften Mes'ud b. Amr es-Sekafîyi bu işe uygun görüyorlardı.

Kendisine vahiy gelen bu peygamberin görevi insanları cehennemden uyarmak ve korkutmaktır. "İnsanları uyar diye" Yani biz ona insanları uyar ve kâfir, isyankâr ve sapık olarak kalırlarsa onları cehennem azabı ile korkut diye

Ona vahyettik. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ataları uyarılmamış bu yüzden de gafil kalmış bir kavmi uyarman için..." (Yasin, 36/6).

Salih ameller işleyen müminleri Rableri nezdindeki yüce derecelerle, ilk dereceler lütuflar Allah katında Naim cennetinde yüksek mertebeler ve yaptık­larına karşılık güzel bir ecir ve mükâfatla müjdele. Salih ameller, namazları, oruçları söz ve fiillerindeki sadakatleri ve teşbihleridir.

"Uyarma" ve "müjdeleme" Peygamberimiz (s.a.)'in en hususi sıfatlarından-dır. Pek çok ayet-i kerimede Peygamberimiz (s.a.)'in bu sıfatları belirtilmiştir.

"Allah nezdinden gelecek şiddetli bir azapla (inkarcıları) uyarmak ve salih amel işleyen müminleri güzel bir mükâfatla müjdelemek için..." (Kehf, 18/2).

"Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici ve uyarıcı bir peygamber olarak gönderdik." (Ahzap, 33/45).

Onlara kendi cinslerinden bir adamı müjdeleyici ve uyarıcı bir peygamber olarak gönderdiğimiz halde "Kâfirler dediler ki: Bu apaçık bir sihirbazdır" İn­karcılar ve onun peygamberliğini yalanlayanlar "Muhammed apaçık bir sihir­bazdır" dediler.

"Bu apaçık bir sihirdir" şeklindeki kıraate göre bunun manası, "Bu Kur'an apaçık bir sihirdir" anlamındadır.

Hangi şekilde olursa olsun onlar Kur'an-ı Kerim'i ve onun kendisine indi­rildiği tebliğcisini sihir yapmak ve sihirbaz olmakla vasıflandırdılar. Onlar bu hususta yalancıdırlar. Onun kalplerdeki kuvvetli tesirini görünce onu sihirle vasıflandırdılar. Dikkatleri çeken, gönüllerde tesir bırakan, sebebi bilinmeyen, harikulade her garip davranışa onlar "sihir" adını veriyorlardı.

Daha sonra Arap dahileri ve düşünürleri Kur'an'ın sihir olmadığını iyice anladılar. Çünkü onlar sihri tecrübe edip öğrenmişlerdi. Kur'an'ı sihirle bağ-daştıramadılar. Çünkü sihirbazlık hile ve göz boyamaya veya bazı eşyanın tabii özelliklerine, yahut yıldızlar ilmine, veyahut psikolojik bazı araştırmalara da­yanan bir ilim idi. Kur'an tecrübe, duygu, gözlem ve mukayese ile değerlendi­rildiğinde bütün bu şeylerle kesinlikle ilgili değildi. Bunlardan tamamen ayrı, bunların üstünde bir kitaptı.

Çünkü Kur'an, hukuk, kaza (yargı), siyaset, sosyoloji, fen ilimleri, ahlak ve edebiyat sahalarında yüksek ve üstün hükümleri ihtiva eden, üslubu, nazmı ve manalarıyla mucize olan, beşerin taklit etmesi veya onun benzeri bir ifade getirmesi imkânsız olan Allah tarafından peygamberinin kalbine vahyedilen bir kitaptır.

"Şüphesiz ki Kur'an kendilerine gelince onu inkâr edenler (bize gizli kal­mazlar). Şüphesiz o aziz (değerli, erişilmez) bir kitaptır. O'na batıl ne önünden ne de arkasından girebilir. O hikmet sahibi ve hamde lâyık olan tarafından in­dirilmiştir." (Fussilet, 41/42).

"Allah sözlerin en güzelini ayetleri birbiriyle ahenkli, karşılıklı hükümleri zikreden bir kitap olarak indirmiştir. O Kur'an'dan Rablerinden korkanların derileri ürperir. Sonra da derileri de kalpleri de Allah'ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu (Kur'an) Allah'ın hidayet rehberidir. (Allah) onunla dilediğini hidayete erdirir. Allah kimi de doğru yoldan saptırırsa onu doğru yola getirecek kimse yoktur." (Zümer, 39/23). [8]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Kur'an-ı Kerim ihtiva ettiği helâlleri, haramları, hadleri ve hükümleri açıkça beyan eden bir kitaptır.

2- Allah'ın davetini bütün insanlara duyurmak için beşerden birine vah-yetmesi gayet tabiî, mantıklı bir iş olup, garipsenecek, yadırganacak bir şey de­ğildir. Bu durum hikmete, akla ve gerçeklere uygundur.

3- Peygamberlerin seçilmesi esasları mal, zenginlik, servet, mevki, liderlik gibi insanların ölçüleri ve anlayışları değildir. Burada ölçü Allah'ın ilmindeki peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.)'nın ehil, yeterli, Peygamberliğin yüklerini taşımaya lâyık, dinin menfaatlerini kullanma ve insanlara vahyi teb­liğ etme vazifesini gerçekleştirmek için en uygun şahsiyet oluşudur.

4- Peygamberin görevi uyarmak ve müjdelemektir. Kendisine isyan eden­leri cehennemle uyarmak ve korkutmak, kendisine itaat edenleri cennetle müj­delemektir. O'nun sahih hadis-i şeriflerde bizzat kendisinin haber verdiği diğer bir takım hususiyetleri de vardır. Buyuruyorlar ki: "Benim beş ismim vardır: Ben Muhammed'im, Ahmed'im, Mani'yim, Allah benimle küfrü yok eder; ben Haşirim, insanlar benim ayaklarımın yanında haşrolunur. Ben Âkıb'ım yani peygamberlerin sonuncusuyum. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Peygam­berlerin mührü, sonuncusu..." (Ahzap, 33/40).

5- Güçsüz olan, kaybeden, iflâs eden kişinin hiçbir faydası olmayan ucuz ve yalanlayıcı ithamlardan başka bir sermayesi yoktur. Bunun için kâfirler "Bu (yani Rasulullah) apaçık bir sihirdir" dediler.

Kâfirlerin Kur'an'ı "sihir" olarak tavsif etmeleri -Râzî'nin dediği gibi-Kur'an'ın onlara göre büyük bir yeri olduğuna, mucize olduğuna, kendisiyle ya­rışmanın çok zor olduğuna delâlet etmektedir. Onlar görünüştedir. Onlar görü­nüşte yermek manasında olan bu kelimeyi kullanmaya muhtaç oldular. Bu ke­lime ile Kur'an'ın dışı güzel, fakat gerçekte faydası olmayan manasız, boş, süs­lü, söz olduğunu kasdettiler. Yahut bu kelimeyi medh manasında kullanarak fesahatinin kâmil olduğunu, benzerini getirmenin zor olduğunu, sihir gibi bir şey olduğunu anlatmak istediler. [9]

 

Allah, Yeryüzü Ve Göklerin Yaratıcısıdır, Mahlûkatın Üzerine Düşen Ona Kulluk Etmektir

 

3- Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri  aitı günde yaratan, daha sonra Arş'ta istiva eden (kudretiyle Arş'ı kuşatan) Allah'tır. Bütün işleri O düzene koyar. Hiç  bir kimse O'nun izni olmadan şefaatçi  olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur.  Yalnız O'na ibadet edin. Hiç düşünüp  ibret almaz mısınız?

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz ki Rabbbiniz gökleri ve yeri altı günde" yani dünya günleriyle altı günde "yaratan ..." Çünkü o zaman ne ay ne de güneş vardı. Dileseydi bir anda yaratırdı. Mahlûkatına sebatı öğretmek için bu yolu tutmadı. "Gün" lü­gatte içinde meydana gelecek bir olayın tayin ettiği vakit parçasıdır. Istılahta ise 24 saatlik belli zamandır.

"Arş'ta" Arş, mahlûkatın idare edildiği merkez. Gerçek şeklini biz bileme­yiz, "istiva eden..." Arş'ta istiva etmek, Allah'a lâyık olan bir sıfattır. "Kudretiy­le arşı kuşatan anlamındadır" da denilmiştir. "Allah'tır."

"Bütün işleri O düzene koyar." Yani mahlûkatı arasındaki bütün işleri... Tedbir, düzene koymak, hayırlı bir netice ile sona ermesi için bir işin sonunu iyice düşünmektir.

"Hiçbir kimse O'nun izni olmadan" hiç kimse lehine "şefaatçi olamaz." Bu ayet putların kendilerine şefaatçi olacağını söyleyen müşriklere reddiyedir.

"İşte" yaratıcı ve bütün işleri düzene koyan "Rabbiniz olan Allah budur." [10]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ kâfirlerin vahiy, peyamberlik ve Kur'an'ın indirilmesi konula­rına tuhaf baktıklarını anlattıktan sonra onların yadırgamalarına, salih amel­lere karşılık sevapla müjdeleyen, kötü amellere karşılık ceza ile uyaran bir in­sana vahyedilmesinin gayet mümkün olduğu şeklinde cevap verdi ve şu iki du­rumu zikretti.

Birincisi (burada zikredilmiştir): bu alemin, emrederek ve yasaklayarak hükmü geçerli, her şeye kadir olan bir ilâhının bulunduğu, ispat edilmiştir.

İkincisi (Gelecek ayette bildirilecektir): Peygamberlerin haber verdikleri sevap ve azabın meydana gelmesi için kıyametin kopması insanların öldükten sonra dirilmeleri, mahşer yerinde toplanmaları, amel defterlerinin dağıtılması. [11]

 

Açıklaması

 

Cenab-ı Hak bütün âlemlerin Rabbi olduğunu ve yeryüzünü ve gökleri altı zamanda -veya altı günde- yarattığını bildiriyor.

"Altı gün" için bir rivayette "dünya günleri gibi altı gün", bir başka riva­yette ise "her gün saydığınız günlerle bin sene.." denilmiştir.

Doğru olan şudur: Allah Tealâ kâinatı yeri ve göğü miktarım kendisinden başka kimsenin bilmediği bir zaman dilimi içinde yaratmıştır. "Gün" lügatte zaman parçası olarak tarif edilir.

Sonra Arş'ta azametine ve celâline lâyık kendisinden başka hiç kimsenin bilmediği bir şekilde istiva etti. Arş, O'nun kürsisidir, veya mahlûkatm idare merkezidir. Arş bütün mahlûkatm en büyüğü ve tavanıdır. Arş'm gerçek duru­munu Allah Tealâ'dan başka hiç kimse bilemez.

Allah Tealâ Arş'a istiva eylemesiyle mahlûkatının ve melekût âleminin bütün işlerini hikmeti ve ilmine uygun şekilde düzenler, hikmetinin gerektirdi­ği ve bu konuda önceden takdir ettiği şekliyle kâinatın işlerini belirler.

Allah bütün âlemlerin yaratıcısı, yeryüzünü ve gökleri bu son derece sağ­lam ve eşsiz nizam üzerine yaratan olunca, insanlara doğru yolu göstermesi için mahlûkatından bir insana, ilminden bir parça vahyetmesi O'nun için hiç de imkânsız bir şey değildir. Bu O'nun kudret ve iradesinin tecellilerinden biri­dir. O halde Peygamberliği inkâr edenlerin bu vahye iman etmeleri, bu vahyin sahibini tasdik etmeleri ve getirdiği her şeyi desteklemeleri gerekir.

Yine kıyamet günü mahlûkatının hesabını görmesi için Allah'ın sonsuz ve mutlak salâhiyeti vardır. Hiçbir kimse O'nun izni, iradesi ve dilemesi olmadan

"O'nun izni olmadan O'nun huzurunda kim şefaatçi olabilir?" (Bakara, 2/255).

"O'nun huzurunda O'nun izin verdiği kimselerden başka hiç kimsenin şe­faati fayda vermez." (Sebe, 34/23).

"Göklerde nice melekler vardır ki, Allah dilediğine ve razı olduğuna izin vermedikçe o meleklerin şefaatları hiçbir fayda vermez." (Necm, 53/26).

"O gün, Rahman olan Allah'ın izin verdiği ve konuşmasına razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermeyecektir." (Tâ-Hâ, 20/109).

Bu ayette ilâhlarının Allah'ın huzurunda kendilerine şefaat edeceğini id­dia eden putperest veya meleklere yahut insanlara tapan kimselere açık bir şe­kilde cevap verilmektedir.

Nitekim Cenab-ı Hak putperestlerin amacını şu şekilde beyan etmektedir: "Allah'ı bırakıp O'ndan başka dost edinenler, "Biz onlara ancak bizi daha çok Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" derler." (Zümer, 39/3).

Bu ayette Rahman olan Allah'ın izin verdiği kimselerin şefaat hakkı olaca­ğı belirtilmektedir.

İşte bu yaratma, takdir etme, hikmetle hareket, mahlûkatın işlerini tan­zim, şefaatta tasarruf hakkı gibi rububiyet ve ulûhiyeti gerektiren bu sıfatlarla mevsuf olan Allah bütün işlerinizin yegâne idarecisi, bu vasıfların hiçbirinde hiçbir şekilde ortak kabul etmeyen Rabbinizdir.

O'na kulluk edin, ibadet ve kulluğu hiçbir şeriki olmayan tek Allah'a ya­pın.

Hiç ibret almıyor musunuz? Ey müşrikler! İşlerinizde biraz da olsa düşün­mez misiniz? Allah sizi uyarıyor ki rububiyet ve ibadete lâyık olan sadece O'dur. Yoksa sadece O'nun yaratıcı olduğunu bildiğiniz halde taptığınız tanrılar değil...

"Eğer onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan şüphesiz "Allah" derler. (Zuhruf, 43/87).

'Yedi kat göklerin Rabbi ve yüce Arş'ın Rabbi kimdir?" diye sorsan şüphe­siz "Allah" derler". (Zümer, 38/38).

Manaları verilen bu ayetlerden anlaşıldığı gibi, Araplar Rablerinin birliği­ne iman ediyorlar, ancak "ulûhiyet" hususunda Allah'a başkalarını ortak koşu­yorlardı.

Bunun içindir ki Cenab-ı Hak "İşte Rabbiniz olan Allah budur. Yalnız O'na ibadet edin" buyuruyor, sonra da onları "Hiç düşünüp ibret almaz mısınız?" ayetiyle düşünmeye davet ediyordu. Yani bilmiyor musunuz? Allah'ın yerlerin ve göklerin yaratıcısı olduğunu düşünmüyor da O'na delil mi arıyorsunuz? [12]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet şu hususlara işaret etmektedir:

1- Ulûhiyetin ispatı veya yaratıcılık sıfatının Allah'a ait olduğunun ispatı ile Allah'ın varlığının ispatı. "Şüphesiz ki, Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan... Allah'tır."

2- Allah Tealâ'mn, bütün âlemi göz açıp kapamaktan daha az bir zaman içerisinde yaratmaya kadir olduğu halde mahlûkatına bütün işlerinde sebatkâr olmayı öğretmek için yeryüzü ve gökleri altı günde yaratmış olması.

3- Müslümanlar bütün semaların üzerinde "Arş" denilen büyük bir cismin bulunduğunda ittifak etmişlerdir. Arş'ı ve onun üzerine istivanın şeklini ise en iyi bilen Allah'tır.

4- Mahlûkatı hikmetiyle düzene koyan sadece Allah'tır. O'nun bunları ida­re etmesinde ortağı yoktur. Bütün her şeyi düzenlemesi ve yapması, herhangi birinin şefaatıyla veya yardımıyla değildir.

5- Kıyamet günü Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin -Peygamber veya baş­kasının- şefaat hakkı yoktur. Çünkü Allah hikmeti ve doğruyu en iyi bilendir.

Bu ifade Allah'tan başka taptıkları için "Bunlar bizim Allah 'm huzurunda şefaatçılarımızdır." (Yunus, 18) diyen kâfirlere reddiyedir. Allah onlara O'nun izni olmadan hiç kimsenin şefaat edemeyeceğini bildirdi. Ya akıllan olmayan putların şefaati nasıl olur?

6- Şüphesiz yeryüzünü ve gökleri yaratarak her şeyi idare eden Allah sizin Rabbinizdir. Sizin için ondan başka hiçbir rab yoktur. Kendisine ihlâsla ibadet edilmeye lâyık olan sadece Odur.

7- "Hiç düşünüp ibret almaz mısınız?" ifadesi bu gizli ve açık deliller hak­kında düşünmenin gerekli olduğuna işarettir. Allah Tealâ'nın mahlûkatı hak­kında düşünüp bununla Allah'ın büyüklüğüne delil getirmek düşüncenin en üstün derecesidir. [13]

 

Öldükten Sonra Dirilme Ve Görülecek Mükafat

 

4- Hepinizin dönüşü O'nadır. Bu Allah'ın gerçek vaadidir. Allah varlıkları yoktan yaratmıştır. İman edip salih ameller işleyenleri adaletle mükâfatlandırmak için yok olduktan sonra tekrar diriltilecektir.  ise inkâr etmelerinin cezası ola- rak (cehennemde) kaynar içecekler ve  acıklı bir azap vardır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hepinizin dönüşü O'nadır." Yani Allah'adır.

"Bu, Allah'ın gerçek" doğru, geri dönüşü olmayan "bir vaadidir." [14]

 

Açıklaması

 

Cenab-ı Hak bundan önceki ayette varlığını, sadece kendisine ibadet edil­mesini gerektiren birliğini ispat etmişti. Burada ise bir başka önemli hususu, öldükten sonra dirilme ve amellere karşılık verilmesini ispat etmektedir.

Allah Tealâ haber veriyor ki kıyamet günü ölümden sonra mahlûkatm dö­nüşü sadece O'nadır. Sizden hiç kimseyi kesinlikle geri bırakmayacaktır. Bu Allah'ın geri dönüşü olmayan gerçek ve değişmez bir vaadidir.

Bundan sonra Cenab-ı Hak mahlûkatı ilk anda nasıl yoktan var edip ya-rattıysa aynı şekilde ikinci defa da onları ölümden sonra diriltecektir. Diriltme ilk yaratmadan daha basittir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sizi ilk defa yoktan var eden de, ölümden sonra tekrar diriltecek olan da O'dur. Dirilt­me O'na daha basittir." (Rum, 30/27).

İnsanın dünyaya gelişi bütün açıklığıyla gözler önündedir. Ancak insanlık şu ana kadar insanın yaratılışının ilk safhasını ve maddede hareketi meydana getiren gizli kuvveti idrak edebilmiş değildir.

Tekrar dirilmeye gelince: Bilginler dünyanın bir gün harap olacağını bekli­yorlar. Fakat bir kısmı öldükten sonra dirilmeyi ve amellere karşılık verileceği­ni inkâr ediyorlar. Kur'an böylelerine karşı, insanı ilk defa yoktan var etmeye kadir olanın öldükten ve cismi çürüdükten sonra ikinci defa hayat vermeye de kadir olacağı şeklindeki delilini ortaya koymaktadır.

Tekrar yaratılmanın amacı mahlûkatm hesabının adil bir şekilde görülme-sidir. "İman edip salih ameller işleyenleri adaletle mükâfatlandırmak için.." (Yunus, 4). Yani Allah'a, peygamberlerine ve kendilerine indirilen kitaplara iman eden, salih ve güzel ameller işleyen müminleri, tam bir adaletle ve hak ettikleri mükemmel bir karşılık verilerek mükâfatlandırmak için tekrar dirilte-cektir. Her çalışana hak ettiği sevap verilecektir.

"Biz kıyamet günü adalet terazileri kuracağız. Hiç bir kimseye hiç bir şekil­de haksızlık yapılmayacaktır. (İşlenen) amel bir hardal tanesi kadar da olsa, biz onu ortaya koyarız. Hesabı gören olarak biz yeteriz." (Enbiya, 21/47).

Adalet iyi amel işleyenlerin ecrinin kat kat verilmesine ve bu şekilde lü-tufta bulunulmasına engel değildir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Böylece Allah onların mükâfatlarını eksiksiz verir ve lütfuyla da artırır. Şüp­hesiz o çok affeden ve şükrün karşılığını bol verendir." (Fatır, 35/30) Yine Ce­nab-ı Hak buyuruyor ki: "İyilik edenlere en güzel mükâfat ve daha fazlası var­dır. " (Yunus, 10/26) En güzel mükâfat amellerin tam karşılığı, daha fazlası ise Allah'ın bir lütfü ve ihsanıdır.

Allah'ı, peygamberlerini ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere, ken­dilerini uyaracak ve müjdeleyecek bir insana vahyedilmesini yadırgayanlara ise karşılık olarak bağırsakları parçalayan, mideyi kavuran son derece sıcak içecek verilecektir. Onların bu içecekleri ne kötü bir içecektir! Yine onlara kıya­met günü küfürleri sebebiyle zehirler, kaynar sular ve alevlerin gölgesi gibi acıklı, can yakıcı ve şiddetli azaplar vardır.

"İşte kaynar su ve irin. Tatsınlar onu. Buna benzer çeşit çeşit azaplar..." (Sad, 38/57-58).

"İşte bu, mücrimlerin yalanladıkları cehennemdir. O mücrimler cehennem ateşiyle kaynar su arasında dolaşır dururlar." (Rahman, 55/43-44). [15]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet şu hususları ifade etmektedir:

1- Öldükten sonra dirilme, mahşerde toplanma ve amel defterlerinin dağı­tılması gerçeğinin ve Allah'ın her şeye kadir olduğu, ilk yoktan var edenin ken­disi olduğu gibi tekrar diriltecek olanın da Allah olduğunun deliller ile ispat edilmesi: "ilk defa sizi O yarattığı gibi, yine O'na döneceksiniz." (A'raf, 7/29).

Bizi, daha önce de geçtiği gibi bize benzeyen hiçbir varlık olmadan ilk defa yoktan var etmeye kadir olan Allah'ın, ilk yaratmadan sonra ikinci defa var et­meye kadir olması gayet tabiî ve daha basittir.

2- Amellere karşılık verilmesi bir gerçektir. Ancak "İman edip salih amel işleyenleri adaletle mükâfatlandırmak için.." ayetinde Allah'a dönüşün amelle­re karşılık verilmesi sebebiyle olduğu bildirilmiş, burada salih müminlere kar­şılık mükâfat verileceği özellikle ifade edilmiştir.

Çünkü adalet öncelikle iyi amele karşılık verilmesini gerektirir. Bu karşı­lık yapılan amele eşit olmayan, hatta bu amelden çok daha değerli, çok daha üstün, çok daha kâmil güzel bir mükâfat olacaktır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Hiçbir kimse o müminler için dün­yada yaptıklarına mükâfat olarak gözlerinin nuru olacak şu anda onlara gizli olan nimetlerin neler olduğunu bilemez." (Secde, 32/17).

Kâfirlerin küfürlerine karşılık ceza verilmesi ise insanın yaratılış gayele­rinden değil, ancak iyilik edenlerle kötülük edenlerin, itaatkârlar ile günah­kârların, müminlerle kâfirlerin ayırd edilmeleri için adalet ve aklın gereğidir.

Çünkü biz dünyada bazan kâfir ve fasıkları son derece rahat içinde, alim­leri ve salihleri de bunun zıddı bir yaşayış içinde görüyoruz. Hiç çalışanla çalış­mayan, iyilik yapanla kötülük yapanın eşit tutulması akla uygun olur mu?

Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Yoksa biz, iman edip salih ameller işleyenleri, yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yok­sa Allah'tan gerçekten korkanları günahkârlar gibi mi tutacağız? (Sad, 38/28).

Yine bu ayet kişinin mümin olması ile kâfir olması arasında başka bir ara sınıf olmadığına da delâlet etmektedir. Çünkü Cenab-ı Hak bu ayette sadece bu iki kısmı zikretmiştir. Yani bir insan ya mümindir ya da kâfirdir.

Özetle: Allah Tealâ itaatkârları mutlaka mükâfatlandırmak için, küfür ve ma'siyet ehlini de cezalandırmak için ilâhî hikmetin gereği olarak iyilik eden­lerle kötülük edenleri ayırd etmek sebebiyle öldükten sonra dirilme, mahşer yerinde toplanma ve amel defterlerinin dağıtılması esaslarını koymuştur. [16]

 

Kainatta Güneş Ve Ay İle Gece Gündüzün Birbiri Ardınca Gelmesindeki İlâhî Kudret

 

5- Güneşi ışıklı, Ay'ı nurlu kılan, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için ona menziller takdir eden O'dur (Allah'tır). Allah bunları yerli yerince yaratmıştır. O, bilen bir topluluk için (kudretinin) ayetlerini birer birer

 açıklar.

6- Şüphesiz ki gece gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, Allah'ın yeryüzünde ve göklerde yarattıklarında Allah'tan korkan bir topluluk için nice ibretler vardır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Güneşi ışıklı, Ay'ı nurlu kılan..." Burada ayın nur diye isimlendirilmesi mübalağa içindir. Nur, ışıktan daha umumi mana ifade eden bir kelimedir. Bir görüşe göre bir şeyin kendisinde olan ışığa "ziya", başkasından elde edilen ışığa ise "nur" adı verilir. Cenab-ı Hak bununla güneşi bizzat ışık veren, ayı da gü­neşten aldığı ışıkla nurlanan varlık olarak yarattığına işaret etmektedir.

"yılların sayısını ve hesabını..." yani bununla muameleleriniz ve işleriniz­de yılların, ayların, günlerin, vaktin hesabını "bilmeniz için, ona menziller tak­dir eden O'dur." Buradaki zamir ("Ona" kelimesi) hem Güneş'e, hem de Ay'a racidir. Yani herbirinin hareketi için yahut sadece Ay'a menziller takdir etmiştir.

"Allah bunları yerli yerinde yaratmıştır." Allah bu varlıkları boş yere değil, yüce hikmetinin gereği ve değişmez bir gerçek olarak yaratmıştır.

"O bilen" ince düşünen, düşünmek suretiyle istifade eden "bir topluluk için" kudretinin "ayetlerini birer birer açıklar."

"Şüphesiz ki gece ve gündüzün birbiri ardınca gelmesinde" gece ve gündü­zün eksilip artmasında "Allah'ın" dağlar, denizler, ırmaklar, ağaçlar, hayvanlar gibi "yeryüzünde" ve melekler, Güneş, Ay ve yıldızlar gibi "göklerde yarattıkla­rında Allah'tan korkan bir topluluk için" hayatın sonucundan korkup iman edenler için... Çünkü bu korku onları düşünmeye, akıllarını kullanmaya yönel­tir. Özellikle bunları zikretti. Çünkü istifade edecek olanlar bunlardır, "nice ib­retler vardır." Allah'ın kudretine, varlığına, birliğine, ilminin ve kudretinin tam olduğuna delâlet eden nice alametler vardır. [17]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak ulûhiyete, tevhide ve öldükten sonra dirilmeye, yerin ve gök­lerinin yaratılmasını delil olarak zikrettikten sonra yaratma ve yoktan var et­me yönünden tevhide işaret etmektedir. Ayrıca yılların sayısını ve hesabını bil­me yönünden her zamanın mutlaka bir sonu olduğunu ve o zaman içinde yaşa­yanların öleceği gerçeğiyle ahirete delâlet eder. Ay ve Güneş'in durumlarını özellikle zikretmektedir.

Bundan sonra da gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinden elde edi­len faydalan, Allah'ın yeryüzünde ve göklerde yarattığı mahlûkatı anlattı.

Böylece ulûhiyet ve tevhidin dört delili anlatılmış oldu:

Yeryüzünün ve göklerin yaratılması.

Güneş ve Ay'ın durumları.

Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesi.

Allah'ın yeryüzünde ve göklerde yarattığı yağmurlar, gök gürültüleri şim­şekler, depremler, volkanlar, denizlerdeki med-cezir olayları, bitkilerin, hay­vanların ve madenlerin durumları gibi olaylar ve durumlar,.. [18]

 

Açıklaması

 

Rabbiniz olan Allah yeryüzünü ve gökleri yaratan; Güneş'i gündüz kâinatı aydınlatan bir ışık, bitkiler ve hayvanlar için, insan hayatı için zorunlu ısı kay­nağı kılan; Ay'ı geceleyin karanlıkları dağıtan bir nur kılan, Ay'ın yörüngesinde her gece indiği menziller, Araplarca bilinen ve Ay'ın gözle görülebildiği 28 men­zil takdir eden O'dur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ay'a menziller takdir ettik." (Yasin, 36/39).

(Kadderahu) kelimesindeki zamir (kamer= Ay) kelimesine raci ise ayın hızlı seyretmesi, menzillerinin görünmesi ve şeriatın pek çok hükmünün kame­ri aya bağlı olması sebebiyle ayın menzilleri özellikle zikredilmiştir.

Bu sebeple "Yılların sayısını ve hesabını bilmek için..." denilmiştir. Yani vakitlerin hesabı, aylar, günler, geceler dört mevsim bununla bilinmektedir. Her çeşit muamele ve sözleşmeler için ve namaz, oruç, hac, zekat gibi ibadetle­rin vaktinin tesbitinde hesaba riayet edilmektedir.

Menzillerin takdiri hem Güneş'e ve hem Ay'a ait ise vakitlerin hesabı bu ikisiyle bilinir, demektir. Güneşle günler bilinir, ayın hareketiyle aylar ve yıllar bilinir. "Güneş de ay da mutlaka bir hesaba göre hareket ederler." (Rahman, 55/5) ayeti ve "Biz gece ve gündüzü (varlığımızı gösteren) iki delil kıldık. Bir de­lil olan geceyi karanlık, öbür delil olan gündüzü aydınlık kıldık. Böylece Rabbi-nizin lütfundan rızık arayasınız, yılların sayısını ve hesabını bilesiniz." (İsra, 17/12) gibi ayetlerle şeriat güneşle yapılacak hesaplardan yararlanmayı teşvik etmektedir.

Güneş hesabında da ay hesabında da faydalar vardır. Güneş hesabı sabit­tir. Ay hesabı ise bedeviler ve şehirliler için daha kolaydır. Bu sebeple şer'î hü­kümler ay hesabına bağlı kılınmıştır.

Allah'ın hak olarak yarattığı bu Güneş ve Ay'ı büyük bir hikmete binaen yerli yerince yaratmış ve bunu akıl sahiplerine birer yüce delil kılmıştır.

"Biz yeri, göğü ve her ikisi arasındaki şeyleri boşu boşuna yaratmadık." (Sad, 38/27).

"Sizi boşuna yarattığımızı ve huzurumuza çıkarılmayacağınızı mı sandı­nız?" (Müminun, 23/115).

"Allah bilen bir topluluk için kudretinin ayetlerini birer birer açıklar." (Yu­nus, 10/5) Yani O'nun azametine ve kudretine delâlet eden kâinattaki ayetleri, Kur'an ayetlerini yaratıcıya ve hayattaki faydalı hususlara delâlet etme yolla­rını bilen ve hak ile batılı ayırd eden topluluğa tam anlamıyla açıklar.

Şüphesiz gece ve gündüzün birbiri ardınca hiç gecikmeden gelmesinde yeryüzünde Güneş'e olan yeri itibariyle gece ile gündüzün uzayıp kısalmaların­da buradaki ince sistemde, gece ile gündüzün sıcaklık ve soğukluk ayarlamala­rında, gecenin örtü ve sükûnet, gündüzün geçim vakti oluşunda nice ibretler vardır.

Allah'ın yerde ve göklerde yarattığı cansız varlıklar, bitki ve hayvanlar, gök gürültüleri, şimşekler bulutlar ve yağmurlar, denizlerdeki med-cezir olay­ları madenlerin özellikleri ve bileşikler ve benzeri durumları... Bütün bunlarda Allah'ın kâinattaki sünnetlerine (fitrî kanunlara) ve şeriattaki kanunlarına ay­kırı hareket etmekten sakınan bir topluluk için, Allah'ın varlığı, birliği, kudre­ti, hikmeti, azameti ve kâmil olan ilmine delâlet eden nice işaretler, ibretler vardır.

Kâinatın sünneti ("fıtrî kanun" veya yaygın yanlış ismiyle "tabiat kanu­nu") sağlığın korunmasını esas alır. Kim bu sünnete aykırı davranırsa hasta olur. Günlük hayatın sünneti doğru yol üzerinde olmaktır. Kim bu yoldan çıkar veya aykırı davranırsa kendine kötülük etmiş olur.

Kim Allah'ın cezasından, gazabından ve azabından korkmaz günah işler, Allah'ın koyduğu esaslara muhalif gelirse dünya ve ahirette bunun cezasını gö­rür. [19]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir.

1- Güneş ve Ay'ın durumları ve bu ikisindeki çeşitli faydalar, gece ve gün­düzün birbiri ardınca gelmesinden elde edilen faydalar. Allah'ın yerde ve gök­lerdeki yarattığı her şey Allah'ın varlığına, birliğine, kudretinin tam, hakime-yetinin yüce olduğuna delâlet eden alametlerdir. Allah bütün bunları hikmet ve hak için, insanın menfaati için yaratmıştır.

2- Güneş ve Ay için menziller takdir edilmesi senelerin sayısını ve hesabı bilmek için vakit tayininde faydalıdır.

Süyutî diyor ki: Bu ayet vakitlerin tayini, hesap, tarih ve Ay'ın menzilleri ilimlerinde temel esastır.

3- Allah Tealâ, gezegenler ve yörüngelerinde belirli özellikler, özel kuvvet­ler, bu âlem için faydalar ve tesirler yaratmıştır. Aksi takdirde bunları boşuna, lüzumsuz yere, faydasız olarak yaratmış olurdu.

4- Kâinattaki kudret ayetlerinden yararlanacak olanlar aklını kullanan alimler ve Allah'tan gerçekten korkan, azabından sakınan takva sahipleridir. Sakınma duygusu onları derin ve ince düşünmeye sevketmektedir. [20]

 

Müminler İle Kâfirler Ve Her İki Grubun Amellerinin Karşılığı

 

7- (Öldükten sonra) Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olup ondan memnun olanlar ve bizim »yetlerimizden gafil olanlar...      

8- İşte, yaptıklarından dolayı onların varacakları yer cehennemdir.

9- Şüphesiz ki iman edip salih ameller  işleyenleri, Rableri imanları sebebiyle doğru yola iletir. "Naîm" cennetlerinde onların altlarından ırmaklar akar.

10- "Onların duaları "Allah'ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz"dir. Oradaki selamlaşmaları ise "selâm" sözüdür. Dualarının sonu da "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun"dur.

 

Belagat:

 

"Bizimle karşılaşmayı ummayanlar..." Bu ifadede durumun büyüklüğünü ve vehametini ifade için "biz" cemi zamiriyle, isim tamlaması yapılmakla bir­likte ayrıca iltifat (üçüncü şahıstan birinci şahısa geçiş) sanatı vardır. [21]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Bizimle karşılaşmayı ummayanlar," Yani öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettikleri için sadece elle tutulur, gözle görülür şeylere inanıp bunun gerisini dü­şünemediklerinden bizimle karşılaşmayı beklemiyenler. "dünya hayatına razı olup" yani ahireti inkâr ettikleri ve ahiretten tamamen gafil oldukları için ahi-ret yerine dünyayı benimseyip "ondan memnun olanlar" yani dünya hayatının rahatlığına kendini kaptıranlar, bütün düşüncelerini dünya hayatının lezzet ve süslerine tahsis edenleri... "ve bizim ayetlerimizden gafil olanlar" yani birliği­mizin delillerini düşünmeyi bırakanlar, bu konuda fikir yürütmeyip tamamen buna zıd fikirlere kapılanlar... "İşte yaptıklarından" işledikleri şirk ve diğer gü­nahlardan "dolayı, onların varacakları yer cehennemdir." "Me 'va= varılacak yer" ifadesi Kur'an-ı Kerim'de üç ayette cennet için, on küsur ayette de cehen­nem için kullanılmıştır.

"Şüphesiz ki iman edip salih ameller işleyenleri Rableri imanları sebebiyle doğru yola iletir." Doğru yola yani cennete götürecek yola girmelerini veya gerçekleri idrak etmelerini nasip eder. Ebu Nuaym'in Enes'ten rivayet ettiği -muhtemelen zayıf bir hadis-i şerifte- Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediklerinin ilmini de ihsan eder." Ayetin bir başka manası da kıyamet günü" Allah'ın kendilerine yol gösterecek bir nur vereceği şeklindedir ve Rableri onları cennette arzu ettikleri şeye nail kılar.

"Onların orada duaları..." cennette arzu ettikleri şeyi talep etmeleridir. Buradaki "dava" kelimesi dua manasındadır. İnsanlar için dua, davet, arala­rında alışageldikleri şekilde yaptıkları talep Allah'a dua etmek ise O'ndan ha­yır niyaz etmek, nezdindeki hayırları Ona muhtaç olduğunun şuurunda olarak istemek manasındadır. Onların buradaki duaları "Sübhanekallahümme" (Allahım! Seni noksan sıfatlardan tenzin ederiz, demeleridir. Allah'tan istedikleri her şeyi derhal yanlarında bulurlar.

"Oradaki selamlaşmaları ise "selâm" sözüdür." Buradaki "selâm" hoşa git­meyen her türlü şeylerden uzak kalmak manasındadır. [22]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak tek olan zatının ispatına ve O'nun varlığına öldükten sonra dirilişin ve hesap günü amellere karşılık verilmesinin ispatına dair delilleri or­taya koyduktan sonra bunu inkâr eden ve bu Allah'ın varlığının ve birliğinin delillerinden yüz çeviren kimselerin durumunu, ayrıca salih amel işleyen mü­minlerin durumunu anlattı ve her iki grubun amellerinin karşılığını bildirdi. [23]

 

Açıklaması

 

Öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettikleri için ahirette hesap görmek ve amellerinin karşılığını almak için Allah ile karşılaşmayı beklemeyenler, ahiret-ten gafil olmaları sebebiyle ahiret yerine dünya hayatına razı olanlar ve dünya hayatından memnun olup dünya hayatının şehvetlerine, lezzetlerine ziynetle­rine kendilerini kaptıranlar, Allah'ın gerek kâinattaki gerekse şeriattaki ayet­lerinden gafil olanlar dünyada düşünmezler, ahireti de hesaba katmazlar.

İşte iki grup olarak zikredilen bu çeşit kimselerin yerleri ve yurtlan, iltica edecekleri sığınakları, Allah'ı, Rasulünü ve ahiret gününü inkâr etmekle bera­ber dünyada işledikleri günah ve hatalara karşılık olarak cehennemdir. Bu ce­za 4. ayette belirtilen cezanın açıklamasıdır.

"Bizim ayetlerimizden gafil olanlar" cümlesinin farklılık ifade etmek üzere atıf olarak zikredilmesi ya bu iki vasıf arasındaki farklılığı veya iki grup ara­sındaki farklılığı ifade eder:

Birinci gruptan murad, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edip dünya haya­tından başka bir şey istemeyenler. Bunlar dinsiz maddecilerdir.

İkinci grup ise dünyaya iyice kapılan, dünya meşgalelerinin ahiret hak­kında düşünmeye ve ahirete hazırlanmaya fırsat vermediği kişiler.

İşte kâfir tarafın cezası budur. Kâfirler ebedî saadetten mahrum olanlardır.

Mümin grubun mükâfatı ise -ki müminler, saadete nail olan kimselerdir-gelecek ayet bildirmiştir:

Şüphesiz Allah'a iman eden ve peygamberlerini tasdik edenleri, Allah'ın emrettiğine uyup salih ameller işleyenleri, Allah'ın kâinattaki ve şeriattaki ayetlerinden gafil olmayanları, Rableri iman etmeleri sebebiyle doğru yola ile­tir ki bu yol onları odalarının altından ırmaklar akan ebedî "Naîm" cennetleri­ne ulaştırır. Bu misal orada nimetler içinde yaşama, rahat etme ve ebedî sa­adete kavuşma gibi kalplerin ortak noktalarını yakalayan, gönle sürür veren bu göz alıcı manzaralardaki düzenli hayata tarif için verilmiştir.

İman ve amel-i salih arasındaki tertibin manasına gelince, hidayetin sebe­bi iman ve amel-i salih olsa da "imanları sebebiyle" burada imanın hidayetin tek sebebi olduğuna, salih amelin imana tabi ve imanın tamamlayıcısı olduğu­na delâlet eder.

"Onların duası" Sübhanekallahümme ile başlar. Yani onlar dualarına ve Rablerine karşı hamdü senaya "Sübhanekellahümme" (Ey Allah'ım! Seni nok­san sıfatlardan tenzih ederiz) diyerek başlarlar.

Onların kendi aralarındaki selamlaşmaları her türlü çirkinliklerden selâ­metle olmaya delâlet eden "selâm" sözüdür. Şu ayetteki gibi: "Onlar orada ne boş bir söz, ne de insanı günaha sokacak bir şey işitirler. İşittikleri söz sadece karşılıklı "selâm, selâm" sözleridir." (Vakıa, 56/25-26) Bu, aynı zamanda dünya­da müminlerin selâmıdır. Yine cennetliklerle karşılaştığı zaman Allah'ın selâ­mı budur: "Onların O gün Allah'ta karşılaştıkları zaman selamlaşmaları "se­lâm" sözüdür." (Ahzab, 33/44).

Yine müminler cennete girerken meleklerin onların vereceği selâm da bu­dur: "Cennetin bekçileri (olan melekler) onlara: "selâm size. Hoş geldiniz. Artık ebediyyen kalmak üzere girin cennete" derler." (Zümer, 39/73).

"Onların dualarının sonu da "Elhamdülillahi Rabbi'l-âlemin" (Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun) duasıdır."

Bu aynı zamanda cennete girince Allah'a yapılacak ilk sena duasıdır: "On­lar "Bize verdiği vaadinde duran ve bizi bu yere varis kılan Allah'a hamdolsun Cennette istediğimiz yeri yurt edinebiliyoruz iyi amellerde bulunanların mükâ­fatı ne güzelmiş" derler." (Zümer, 39/74).

Yine bu hamdü sena meleklerin son sözüdür: "Meleklerin Arş'm etrafını çepeçevre kuşatarak Rablerini hamd ile teşbih ve tenzih ettiklerini görürsün. Artık bütün varlıkların arasında adaletle hükmedilir. Âlemlerin Rabbi olan Al­lah'a hamdolsun" denilir." (Zümer, 39/75).

İbni Kesir diyor ki: Burada Allah Tealâ'nın ebediyyen övgüye lâyık olduğu­na, kıyamete kadar ibadete lâyık olduğuna işaret edilmiştir.

Bunun içindir ki mahlûkatını ilk defa yaratırken ve yaratması devam ederken, Kur'an'ı ilk defa indirirken kendine hamdü sena etmiştir: "Hamd, yer­yüzünü ve gökleri yaratan Allah'a mahsustur." (En'am, 6/1).

"Hamd, kuluna (Muhammed aleyhisselam) Kitab'ı (Kur'anı) indiren Al­lah'a mahsustur." (Kehf, 18/1). [24]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hükümleri ifade etmektedir:

1- İnkâr edip küfredenlere işledikleri küfür, yalanlama ve ma'siyet sebe­biyle cehennem azabı vardır.

Allah bunların dört özelliğini belirtmektedir:

a) Bunlar bizimle karşılaşmayı ummuyorlar. Azabımızdan korkmuyor, se­vabımızı beklemiyorlar.

b) Ahiret yerine dünya hayatına razı oldular, dünya için çalıştılar.

c) Dünya hayatıyla memnun oldular, onunla rahat ettiler.

ç) Onlar bizim ayetlerimizden gafildirler. Ne ibret alırlar, ne de delillerimi­zi düşünürler.

2- Salih ameller işleyen gerçek müminlere bahçeleri altından veya yatak­ları altından ırmaklar akan "Naîm cennetleri" vardır. Onlar orada "Elhamdü lillahi Rabbil-âlemin" diyerek Allah'a hamdederler. Sürür onları kucaklar, memnuniyet kalplerini doldurur, saadet üzerlerine kanatlarını gerer. Allah'ın ve meleklerin onlarla selamlaşması ve kendi aralarındaki selamlaşmaları "se­lâm" sözüdür.

3- Teşbih, hamd ve tehlile de bazan "dua" adı verilebilir.

Buharî ve Müslim İbni Abbas'tan rivayet ediyorlar ki: Peygamberimiz (s.a.) sıkıntı anında şöyle dua ederdi.

"Lâ ilahe İllallahü'l-Azimu 1-Halim, "Lâ ilahe İllallah, Rabbü'1-Arşi'l-Azim,

"La ilahe İllallah, Rabbü's-semavati ve Rabbü'1-ardı ve Rabbü'1-Arşi'l-Ke-rim"

Taberî diyor ki: Selef bu şekilde dua ederdi ve bu duaya "Duaü'1-kerb: sı­kıntı duası" derlerdi.

Cennet ehlinin yaptıkları dua ibadet değildir. Zira cennette hiçbir şekilde mükellefiyet yoktur. Ancak onlara dua ilham olunmakta, onlar da hiçbir zor­lanma olmadan zevkle dua etmektedirler.

4- Yemek yemeye veya su içmeye başlarken "Bismillah" denilerek Allah'ın adının anılması ve cennet ehline uyarak bitirince de "Elhamdülillah" denmesi sünnettir.

Sahih-i Müslim'de Enes b. Malik'ten gelen bir hadis-i şerifte Peygamberi­miz (s.a.) buyuruyorlar ki: "Allah, kulunun bir yemek yedikten sonra elhamdü­lillah demesinden razı olur."

5- Dua eden kimsenin cennet ehlinin yaptığı gibi duasının sonunda "El-hamdü lillâhi Rabbil-alemin" demesi müstehaptır.

6- İman ve salih amel insanı cennete götüren yoldur. Allah mümini imanı sebebiyle, amellere sevap verilmesine vesile olacak doğru yola iletir, doğru yolu gösterir, doğru yolda sabit kılar.

Yine "Onları doğru yola iletir" ifadesiyle Cenab-ı Hakkın, "imanları sebe­biyle ahirette cennet yoluna iletir" manasını kasdetmesi de caizdir.

Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "O gün mümin erkeklerin ve kadınla­rının nurlarının önlerinde ve sağlarında koştuğunu görürsün." (Hadid, 57/12).

Yine aynı manada şu hadis-i şerif vardır: "Mümin kabrinden kalktığı za­man ameli güzel bir surette kendisine gösterilir ve ona "Ben senin amelinim." der ve O'nu cennete götüren bir kılavuz ve nur olur. Kâfir kabrinden kalktığı za­man ameli kötü bir surette kendisine gösterilir ve ona "Ben senin amelinim" der ve onunla birlikte gidip nihayet cehenneme girer."

Müminin üzerine düşen cennetteki yerine hazırlanması için salih amelleri fazla işlemesidir. Cennet sadece "Müslüman" adıyla anılmakla veya tatlı te­mennilerle elde edilemez.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sevap ve ceza ne sizin temennileri­niz, ne de ehl-i kitabın kuruntusuna göredir. Kim bir kötülük işlerse, onun ceza­sını görecek, Allah'tan başka hiçbir dost ve yardım bulamayacaktır. Erkek ol-sun-kadın olsun kim mümin olur salih ameller işlerse, işte böyleleri cennete gi­recek, zerre kadar bile haksızlığa uğratılmayacaktır." (Nisa, 4/123-124)

"İman" Allah'ı bilip hak yola girmektir. Bilmekten maksat, Allah'ın sıfatla­rını bilmektir, zatını bilmek imkânsızdır.

"Salih ameller" Bunlar, insanın dünyayı terk edip ahireti kazanmasına teşvik eden amellerden ibarettir. Kötü ameller ise bunun zıddıdır. [25]

 

İnsanın Daima Hayrı Acele Olarak İstemesi Ve Şerri De Kızgınlık Anında İstemesi

 

11- Eğer Allah insanların hayrı acele istedikleri gibi onlara şerri de acele verseydi hepsinin vadesi bitmiş olur­du. Fakat biz bizimle karşılaşmayı ummayanları azgınlıklarında bırakı­rız da bocalayıp dururlar.

12-  İnsana bir sıkıntı geldiğinde (sağ tarafına) yatarken, otururken veya ayakta iken bize yalvarıp durur. Fa­kat biz onun sıkıntısını kaldırınca sanki o başına gelen sıkıntının kalk­ması için bize dua etmemiş gibi eski yoluna devam eder. İşte böylece had­di aşanların yaptıkları, kendilerine güzel gösterilmiştir.

 

Belagat:

 

"İnsanların hayrı acele istedikleri gibi..." Burada mücmel ve müekked teş­bih vardır.

"Hayır" ve "şer" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır, "tacil' kelimesi ye­rine "isti'cal" kelimesinin kullanılması Allah'ın hayırda onlara süratle icabet edeceğine işarettir. [26]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Eğer Allah insanların hayrı acele istedikleri gibi onlara şerri de acele ver­seydi" yani şerri vaktinden önce verseydi... Ta'cil bir şeyi takdir edilen vaktin­den önce vermektir. İsti'cal ise bir şeyin takdir edilen vaktinden önce olmasını istemektir. Alimler "Allah tarafından yapılan ta'cildir, kulun bunu istemesi is-ti'caldir" demektedirler, "hepsinin vadesi bitmiş olurdu." Yani hepsini helak ederdyama Allah onlara mühlet veriyor.

"Fakat biz onları azgınlıklarında bırakırız" Tuğyan, küfür, zulüm ve düş­manlık gibi kötü işlerde haddi aşmak ve azgınlık yapmak manasındadır. "da bocalayıp dururlar." Şaşkınlık ve tereddüt içinde bulunurlar.

"İşte böylece" sıkıntı anında Allah'a dua etmeleri, rahat anında ise yüz çe­virmeleri... "haddi aşanların" yani müşriklerin "yaptıkları kendilerine güzel gösterilir." [27]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak müşriklerin Muhammed'e peygamberlik verilmesini yadırga­malarını zikredip arkasından tevhid ve öldükten sonra dirilişin delillerini daha sonra tevhid ve öldükten sonra dirilişin delillerini beyan ettikten sonra burada da yine müşriklerin "Allahım! Eğer Muhammed'in peygamberlik iddiasında söyledikleri hak ise bize gökyüzünden taş yağdır, veya bize acıklı bir azap ver" şeklindeki sözlerine cevap verdi. Cevabın özeti şudur: Şerri acele olarak iste­melerinin onlara bir faydası yok, aksi takdirde hepsi ölür, helak olurlar.

Müşriklerin yadırgamalarına cevap ise şudur: Ben size tevhid ve ahiretin kabulü inancını getirdim. Bunların doğruluğunu ispatlayan delilleri de ortaya koydum. O halde benim peygamberliğimi yadırgamanızın hiçbir manası yoktur. [28]

 

Açıklaması

 

Acelecilik insanın tabiatında vardır. İnsan daima hayırda acele eder; çün­kü hayrı sevmektedir. Kızgınlık anında, ahmaklık yaptığı ve canı sıkıldığı za­man, serde acele eder.

Allah insanların hayrı acele olarak istedikleri gibi şerri istemek şeklindeki dualarını kabul etmekte acele davransaydı hepsi ölür helak olurlardı.

Bunun misali Mekke müşriklerinin üzerlerine acele olarak azap gelmesini istemeleridir: "Kâfirler senden iyilikten önce kötülüğün gelmesini isterler. Hal­buki kendilerinden önce nice felâket misalleri geçmiştir." (Ra'd, 13/6).

'Yine bir zaman onlar "Allahım! Eğer bu (Kur'an) senin tarafından indiril­miş hak kitapsa bizim üzerimize gökten taş yağdır veya bize acıklı bir azap ver" demişlerdi." (Enfal, 8/32).

Allah bu ayette azabı "şer" olarak adlandırdı. Çünkü azap cezalandırılan kimseye bir eziyettir ve neticede hoşlanılmayan bir durumdur.

Bir başka ayette ise azaba "seyyie: kötülük" adı verildi. "Onlar senden... kötülüğün gelmesini isterler. Kötülüğün cezası aynı şekilde kötülüktür." (Şûra, 42/40).

Ancak Cenab-ı Hak hilmi ve kullarına lütufla davranması sebebiyle onla­rın bu isteklerini kabul etmez. Onlara mühlet vererek istidrac kabilinden onla­rı bırakır. Eğer kabul etse işleri biter, helak olurlardı. Tıpkı peygamberleri ya­lanlayanların helak oldukları gibi. Bazan da, kendilerine verilen mühlet esna­sında onlardan bazıları iman etmektedir.

Küfürde inatla davrananları Allah bu dünyada öldürmekle cezalandır­maktadır: "Onlarla savaşın ki, Allah sizin elinizle onlara azap etsin. Onları re­zil, rüsvay etsin. Onlara karşı size zafer versin." (Tevbe, 9/14).

Ama diğer kâfirlerin azabını ise kıyamet gününe bırakıyoruz: "Bizimle karşılaşmayı ummayanlan azgınlıklarında bırakırız da bocalayıp dururlar." Yani bizimle karşılaşmayı beklemeyenleri içinde bulundukları küfür ve yalan­lama azgınlığında bırakırız da şaşkın şaşkın dolaşırlar. Rasulullah (s.a.)'a değer verdiğimiz için onlara dünyada tamamen yok edilmeleri gibi bir azap ver­miyoruz. Onlara mühlet veriyoruz, kendileri lehine kullanacakları hiçbir delil kalmasın diye, azgınlıklarına rağmen onlara bol bol nimetler veriyoruz.

Yine Allah'ın kullarına olan rahmetinin gereği olarak kendileri, mallan ve çocukları aleyhine bir kötülük gelmesi için kızgınlık ve can sıkıntısı durumun­da bedduada bulunanların bu beddualarını Cenab-ı Hak kabul etmemektedir. Çünkü Cenab-ı Hak onların kötülük kast ederek beddua etmediklerini gayet iyi bilmektedir.

Ebu Davud ve Ebu Bekir, el-Bezzar'ın Müsned'inde Cabir (r.a.)'den rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Kendinize beddua etmeyin. Çocuklarınıza beddua etmeyin. Mallarınıza beddua etmeyin. Bedduanız Allah tarafından bir kabul saatine denk gelir de bedduanız kabul edilir."

Yine Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Ben sevgilinin sevgili aleyhine yaptığı bedduayı kabul etmemesini Allah'tan niyaz ettim."

İnsan aceleci, çabuk daralan ve endişeye düşen bir varlık olmasından do­layı başına bi zorluk, bir acı, hastalık, fakirlik veya tehlikeli bir durum geldiği zaman bu sıkıntının gitmesi ve kaldırılması için ayakta, oturarak hatta yata­rak her durumda Rabbine ısrarla yalvarır. "Oturarak" vb. gibi durumların tek­rarı kulun duayı her durumda yaptığı içindir.

Allah bu zorluğunu kaldırıp sıkıntısını giderince de kul yüz çevirir, yan dö­ner, sanki onda daha önce böyle bir şey yokmuş gibi gider, Rabbinden gafil ol­ma ve O'nu inkâr etme yoluna devam eder. Sanki hiç dua etmemiş, Allah da onun sıkıntısını kaldırmamış gibi hareket eder. Bu durum bir ayet-i kerimede şöyle anlatıyor: "Başına bir kötülük gelince de uzun uzun yalvarır." (Fussilet, 41/51).

Bundan sonra Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İşte böylece haddi aşanların yaptıkları kendilerine güzel gösterilir." (Yunus, 10/12).

Yani zorluk vaktinde Allah'a iltica edip rahat zamanda O'nu terk etmek şeklindeki bu çirkin davranış içinde bulunan ve Mekke tağutlan olan müşrik­lere, yaptıkları şirk amelleri, Kur'an ve ibadetlerden yüz çevirmeleri, nefsanî şehvetlere uymaları güzel gösterilmiştir.

"İnsana bir zorluk geldiği zaman" ayetindeki insan kâfirdir. Çünkü anlatı­lan bu davranış kesinlikle müslümana yakışan bir davranış tarzı değildir.

"Sağ tarafına yatarken, otururken veya ayakta iken bize yalvarıp durur." Bununla bütün durumlarda dua yaptığı ifade edilmektedir.

"Haddi aşanların yaptıkları kendilerine güzel gösterilmiştir." Burada bu durumu onlara güzel gösteren ya şeytandır veya nefistir, yahut Allah Tealâ'dır.

Bu ayette kâfir için nefsi ve malı hakkında "müsrif (haddi aşan) ifadesi kullanıldı. Çünkü kişi nefsini putların kölesi yapmış, malını da faydası olma­dan yerlerde sarf etmiştir.

Daha doğru olan görüşe göre -Kurtubî'nin dediği gibi- bu ayet kâfiri de başkalarını da içine almaktadır. Bu durum tevhid ehlinden olan pek çok kişi­nin de sıfatıdır. Kendisine bir iyilik veya afiyet verildiği zaman sıkıntı halinde­ki durumunu unutur daha önceki günahlarına devam eder. [29]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususlara delâlet etmektedir:

1- Allah kullarına karşı çok lütufkârdır, çok yumuşak ve onlara karşı çok merhametlidir. Kulların kendileri, malları ve çocukları aleyhine bir kötülük gelmesi için kızgınlık anında ve can sıkıntısıyla yaptıkları bedduaları kabul et­memektedir.

Eğer Allah insanların hayır ve sevabı acele istedikleri gibi onlara cezayı acele olarak verseydi hepsi derhal ölürlerdi. Çünkü insanlar bu dünyada zayıf bir karakterde yaratılmışlardır. Kıyamet günkü yaratılışları bunun aksidir. Çünkü o zaman baki kalmak üzere yaratılacaklardır.

Bu ayet bazı insanların kötü ahlâkını yermektedir. Bu tip insanlar hayır için dua eder, dualarının hemen acilen kabul edilmesini isterler. Sonra kötü ah­lâkları sebebiyle kötülük için beddua ederler. Eğer onlara bu konuda acele dav-ranılsaydı hemen helak olurlardı.

Allah Tealâ'nın hikmetlerinden biri Rasulullah (s.a.)'a kavmi olan Arapla­rın ve diğer milletlerin iman etmeleridir. Kim inkâr ederse Allah ya onu dün­yada öldürerek cezalandırır yahut ahirete bırakır. "Bizimle karşılaşmayı um-mayanları azgınlıklarında bırakırız..." ayetinin manası budur.

2- Allah, insanlara kötülüğü hemen acele olarak vermez. Belki onlardan biri tevbe edebilir veya sulbünden mümin çıkabilir. Allah Peygamberimiz (s.a.) sebebiyle bütün âleme rahmette bulundu ve ümmetinden toptan helak olma azabını kaldırdı. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) âlemlere rahmet idi.

3- İnsan bütün zorlu durumlarda önünde Allah Tealâ'dan başka iltica ede­ceği kimse bulamaz. Başına gelen sıkıntıyı kaldırması için O'na dua eder. Fa­kat belâdan kurtulduğunda süratle Rabbini unutur. Allah'ın onun üzerindeki lütfuna karşılık vefakâr olmaz. Allah ondan bu sıkıntıyı kaldırıp da kurtulunca eski küfrü üzerine devam eder, şükretmez ve ibret almaz.

4- İnsana bela anında Allah'a dua edip, rahat zamanında yüz çevirmesi hoş gösterildiği gibi müşriklere de işledikleri küfür ve ma'siyetler hoş gösteril­miştir.

Bu hoş gösterilme Allah'ın onu rezil, rüsvay etmesi için Allah tarafından olabileceği gibi, şeytanın vesvesesi ile, şeytan tarafından da olabilir. Şeytanın saptırması, kişiyi küfre davet etmesidir. [30]

 

Allah'ın Zalim Ve Kafir Ümmetleri Helak Etme Hususundaki Kanunu Ve Başkalarını Onların Yerine Koyması

 

13- Şüphesiz biz, sizden önce bir çok  nesilleri, peygamberleri kendilerine de- liller getirdikleri halde zulmettikleri nesilleri, peygamberleri kendilerine de iÇin helak ettik. Zaten onlar iman edecek değildirler. İşte biz suçlu bir toplu-böyle cezalandırırızSonra da sizin ne yapacağınızı görmek için sizi onların ardından yeryü­zünde halifeler kıldık.

 

Belagat:

 

"İşte biz suçlu bir topluluğu böyle cezalandırırız." Burada zamir yerine ya­ni "biz onları" yerine daha açık bir ifade olan"biz suçlu bir topluluğu" ifadesini kullandı. Bunun sebebi suçlarının büyüklüğünü belirtmek ve onların bu konu­da çok meşhur oldukları içindir.

"Sizin ne yapacağınızı görmek için" Burada temsilî istiare vardır. Çünkü kullan ile Cenab-ı Hakkın durumu, halkının yaptıklarını görüp incelemek için halkına mühlet veren devlet reisi ile halkına benzetilmiştir. Burada konuyu zi­hinlere yaklaştırmak ve temsil vermek için kendisine benzetilen (müşebbehün-bih) benzetilen (müşebbeh) yerine kullanılmıştır. Ancak Allah'ın hiçbir benzeri olamaz. Ayrıca "nazar" (bakıp, görmek) kelimesi şüpheye kesinlikle yer verme­yen gerçek ilim yerine kullanılmış. Bu ilim bir kimsenin bakmasına veya mü­şahede etmesine benzetilmiştir. [31]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz biz sizden önce" Bu ifade Mekke'lilere ve o devirde yaşayanlara hitaptır, "bir çok nesilleri" ümmetleri. Kurun, karn kelimesinin çoğuludur. Karn ise aynı zamanda yaşayan topluluk, nesil manasındadır. "peygamberleri kendilerine deliller" doğru olduklarım açıkça gösteren mucizeler "getirdikleri halde" şirk ve yalanlamak suretiyle "zulmettikleri için helak ettik".

"İşte biz suçlu bir topluluğu" kâfirleri "böyle" bu şekildeki bir ceza ile "ce­zalandırırız." Bu ceza peygamberleri yalanlamaları ve bunda ısrar etmeleri sebebiyle verilmiştir. Ayrıca kendilerine bir mühlet verilmesinden hiçbir fayda elde edilemeyeceğinden dolayı kâfirlerin helak edilmeleri cezasıdır.

"Sonra da sizin ne yapacağınızı görmek için" Hayır mı, şer mi işleyecek­siniz? Geçmiş ümmetlerden ibret alıp peygamberlerimizi tasdik edecek misiniz; bunları görelim, sizlere amellerinize göre muamele edelim" diye. "Sizi" ey Mek­ke halkı "onların ardından yeryüzüne halifeler kıldık". Halife, bir hususta ken­disinden başkasının yerine gelen kimse, halef demektir. Yani sizi, helak et­tiğimiz nesillerden sonra imtihana tabi tutmak üzere sizden öncekilere halef kıldık. [32]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak müşriklerin azabı acil olarak istediklerini bildirip onların bu dualarını kabul etmenin hiçbir faydası olmayacağını açıkladıktan sonra on­ların bu isteklerinde yalancı olduklarını anlattı. Zira onlar bir sıkıntı ile kar­şılaştıklarında hemen bu sıkıntının kaldırılması için Allah'a yalvarıp yakar­maktadırlar.

Bu ayetlerde ise tehdit manasına gelecek açıklamalara yer verildi: Allah Tealâ onların derhal azap indirilmesi şeklindeki sahte taleplerini susturmak için, daha önceki ümmetlere indirdiği gibi onların da kökünü kurutacak azap indirebilirdi. [33]

 

Açıklaması

 

Cenab-ı Hak Mekke'lilere hitap ederek onlara kendilerinden önceki bir çok ümmetleri, peygamberlerinin getirdiği apaçık delilleri ve mucizeleri yalan­ladıkları ve zulmettikleri için helak ettiğini haber vermektedir.

Nitekim bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: "İşte zulmettikleri zaman helak ettiğimiz şehirler! Biz onların helaki için de belli bir zaman tayin etmiştik." (Kehf, 18/59).

Zulmetmeleri sebebiyle bu ümmetlerin ve şehirlerin helak olması ya Nuh, Ad ve Semud kavmi gibi peygamberlerini yalanlayan kavimlere gönderilen ve bu kavimlerin köklerini kurutan ilâhî azap ile ya da kişilerin fısk ve fücurla birbirlerine zulmetmeleri veya idarecilerin zulmü sebebiyle bu milletlerin güç­süz bırakılması ve kuvvetli milletlerin bunların memleketlerini işgal etmeleri suretiyle olmuştur.

Peygamberlerinin doğru söylediğine delâlet eden mucizeleri yalanladık­larında onları helak ettik. Zaten gerçekten iman edecek de değillerdi. Bu ifade onların imansızlıklarını bir kere daha tekit etmektedir. Allah onların küfür üzerinde ısrar edeceklerini, imanın onlardan çok uzak olduğunu bilmektedir.

İşte böyle -yani bu şekildeki bir ceza ile, helak etme cezası ile- her suçluyu cezalandırırız. Bu ifade Allah'ın Rasulünü yalanlama suçlarına işaret ederek Mekkelilere karşı şiddetli bir korkutma ve tehdittir.

Cenab-ı Hak bundan sonra Hz. Muhammed (s.a.)'in kendilerine gönderil­diği topluma hitap etti: Sonra da sizin hayır mı, şer mi işleyeceğinizi görmek, Rasulümüze itaat etmenizi ve ona tabi olduğunuzu görmek için helak ettiğimiz bu milletlerin ardından yeryüzünde sizi halifeler kıldık. Bu ifadede İslâm ümmeti itaate sarılır ve Kur'an'm hidayetine tabi olursa yeryüzündeki hilâfeti ve hakimiyeti elde edeceği beyan edilmektedir.

"Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle vaad etmiştir ki, mutlaka kendilerinden önceki ümmetleri kâfirlerin yerine getirdiği gibi ken­dilerini de yeryüzünde mirasçı kılacaktır..." (Nur, 24/55).

Bu vaad gerçekleşmiş ve İslâm ümmeti Kisra, Kayser ve Firavunların bel­delerine hakim olmuştur.

Sahih-i Müslim'de Ebu Said el-Hudrî'den rivayet edilmektedir ki: "Dünya tatlıdır, yemyeşildir. Şüphesiz Allah sizi dünyaya varis kılacak ve ne şekilde hareket edeceğinize bakacaktır. Dünyanın şerrinden sakının. Kadınların şerrin­den sakının. Çünkü İsrailoğulları'nın ilk fitnesi kadınlar sebebiyle çıkmıştı."

Dünyaya varis olmak salih amellere bağlıdır; yoksa sadece "İslâm" sıfatının babadan oğula miras olarak nakledilmesi ile değil. [34]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki prensipleri ifade etmektedir:

1- Eski ve yeni zalim milletlerin helaki ancak zulümleri sebebiyle olmuş­tur. Zulüm ise ya küfür ve şirk (Allah'a karşı zulüm) veya kişilerin yahut idare­cilerin haddi aşmaları şeklinde olmuştur.

2- Yüce Allah, Rasulullah (s.a.)'ı yalanlayan toplumları derhal helak et­meye kadirdir. Ancak Allah, onların aralarında iman edecek kimselerin bulun­duğunu veya onların sulbünden iman edecek kimselerin çıkacağını bildiği için ilâhî hikmetinin gereği onlara mühlet vermiştir.

Şimdiki milletlerin durumu da böyledir. Her millette binlerce kişinin İs­lâm inancına ve İslâm nizamına iman etmeye yöneldiğini görüyoruz.

3- Bu ayet hidayetin ve imanın yaratıldığını ileri süren sapık mezhepleri reddetmektedir.

4- Yeryüzünde halife (hakimiyet sahibi) olmak salih amellere bağlıdır. Al­lah bir milletten sonra başka bir milleti, hayır mı, şer mi ne şekilde hareket edeceğini görmek ve onlara amellerine göre muamele etmek için yeryüzünde varis kılmaktadır.

Allah kâinatın her tarafında ve mahlûkatında gelecekte olacak her şeyi bildiğine göre bu ifadeden maksat insanlara bilfiil yaptıkları amellerle gözle görülür, elle tutulur maddî bir delil ortaya koymaktadır.

Bunun için Razî gibi bazı müfessirler şöyle derler: "Ayetin manası, Allah Tealâ mahlûkatınm durumunu olmadan önce bilmiyor demek değildir. Bundan ıcurad Allah Tealâ kullarına, onlardan meydana gelecek şeyi öğrenmek isteyen önyargılı olmayan) ve buna göre karşılık vermek isteyen kimsenin muamelesi üe muamele etmek istiyor" demektir. "Hanginiz daha güzel amel işleyeceğini denemek için..." (Mülk, 67/2). [35]

 

Müşriklerin Başka Bir Kuran İstemeleri Veya Bazı Ayetlerin Değiştirilmesi Talepleri

 

15-   Ayetlerimiz   onlara   açık   açık okununca, bizimle karşılaşmayı um-mayanlar (Peygamber'e) şöyle dediler: "Bize bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir." Ey Muhammedi On­lara de ki: "Onu kendiliğimden değiştir­me yetkisine sahip değilim. Ben de an­cak bana vahyedilene tabi oluyorum. Eğer Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabından korkarım."

16- De ki: "Eğer Allah dileseydi Kur'an'ı size okumazdım. Onu size bildirmezdi. Daha önce yıllarca aranızda bulundum. Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?"

17- Allah'a yalan iftira eden veya Allah'ın ayetlerini yalanlayan kimseden daha zalim kim olabilir? Şüphesiz ki, suçlular hiçbir zaman kurtuluşa eremezler.

 

Belagat:

 

"Hiç aklınızı kullanmaz mısınız1?" cümleleri inkâr ve azarlama manasında sorudur. [36]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ayetlerimiz" Kur'an-ı Kerim "onlara açık açık" bütün manaları gayet açık "okununca bizimle karşılaşmayı ummayanlar" Bunlar öldükten sonra diril­mekten korkmayan müşriklerdir. "(Peygambere) şöyle dediler: Bize bundan başka bir Kur'an getir" O getireceğin Kur'an'da tanrılarımızı ayıplama ol­masın, öldükten sonra dirilme, sevap ve ceza gibi çok uzak bir ihtimal say­dığımız hususlar bulunmasın, "veya bunu değiştir" Yani bu gibi konuların bulunduğu ayet yerine başka ayet koyarak kendi kendine bunu değiştir. Ey Muhammed! "Onlara de ki: Kendiliğimden değiştirme yetkisine sahip değilim." Bu bana yakışmaz ve bunu yapmam doğru olmaz.

Kur'an'ı değiştirmek suretiyle "Eğer Rabbime karşı gelirsem büyük günün" Kıyamet günün "azabından korkarım." Yani onlar bu teklifi yapmakla azabı kendilerine vacip kıldılar.

"De ki: Allah dileseydi... onu size" benim lisanımla "bildirmezdi." 16. ayet­teki "Lâ" nefy edatı olup daha öncesine atıftır; mana şudur: Bu durum Allah'ın iradesiyledir, benim irademle değildir ki onu sizin arzu ettiğiniz şekle getirey­im.

"Daha önce yıllarca" kırk yıl "aranızda bulundum." Size hiçbir şey söy­lemedim.

"Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?" Yani Kuran benim tarafımdan değil­dir. Siz hiç düşünmez, Kur'an'm Allah tarafından olduğunu anlamak için hiç aklınızı kullanmaz mısınız?

"Allah'a yalan iftira eden" O'na ortak koşan "veya ayetlerini yalanlayan" Kur'an'ı yalanlayıp inkâr eden "kimseden daha zalim kim olabilir?" Yani hiç kimse olamaz.

"Şüphesiz ki suçlular" müşrikler "hiç bir zaman kurtuluşa eremezler." Yani saadete kavuşamazlar. [37]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak müşriklerin (bir beşer olarak Muhammed'e vahiy indirilip peygamberlik verilmesi ve eğer O'nun söyledikleri gerçekse hemen azap gön­derilmesi istekleri şeklindeki) iki şüphelerini zikrettikten sonra onlara ulûhiyet ve tevhidi, ayrıca bütün âlemi, insanın tabiatını, tarihini ve iç­güdülerini yaratan Allah'ın vahye ve öldükten sonra diriltmeye kadir olduğunu ispat etti.

Burada ise müşriklerin Kur'an'da şüphe ederek Peyamberimiz (s.a.)'in peygamberliğinde kusur aramak şeklindeki üçüncü şüphelerini açıkladı.

Bunun için müşrikler Peygamberimiz (s.a.)'den iki talepte bulunmuşlardı: Ya bu Kur'an'dan başka bir Kur'an getirmeli veya bu Kur'an'ı değiştirmeliydi.

İbni Abbas (r.a.)'tan rivayet edildiğine göre kâfirlerden beş kişi Peygam­berimiz (s.a.) ve Kur'an'la alay ediyorlardı. Bunlar Velid b. Mugire el-Mahzumî, As b. Vâil es-Sehmî, Esved b. Muttalib, Esved b. Abdi-Yegûs ve Haris b. Han-zala idi. Allah bunlardan her birini başka bir yolla öldürdü. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Biz alay edenlere karşı sana yeteriz." (Hicr, 15/95).

Cenab-ı Hak, Kur'an ayetleri müşriklere okununca bizimle karşılaşmayı ummayanlann (Peygamber'e) "bize bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir" dediklerini zikretti. [38]

 

Açıklaması

 

Rasulullah (s.a.) müşriklere Allah'ın kitabını ve açık delillerini okuyunca ona dediler ki: "Bunu götür ve başka bir şekilde içinde bizim tanrılarımızı ayıp­layan ve öldükten sonra dirilme ve amellerine karşılık verileceği gibi bizim inanmadığımız şeylerin bulunmadığı başka bir Kur'an getir veya bu ihtar ayet­lerinin yerine başka ayet koyarak bu Kur'an'ı değiştir."

Müşriklerin bu pazarlığı yapmaktan maksatları, Hz. Peygamber'in onların bu tekliflerini yerine getirmesi halinde Kur'an'ın Allah tarafından indirildiği iddiasını boşa çıkarmak idi.

"Bizimle karşılaşmayı ummayanlar" yani öldükten sonra diriliş gününden ve hesaba çekilmekten korkmayan ve sevap beklemeyenler; mahşerde toplan­mayı ve amel defterlerinin dağıtılmasını yalanlayanlar.

Allah da peygamberine onlara cevap olarak şöyle demesini emretti: Bu Kur'an'ı benim kendi kendime değiştirmem doğru değil, böyle bir yetkim de yok. Çünkü ben de sadece bana vahyedilene tabi oluyorum. O da benim size tebliğ ettiğim Kur'an'dır. Benim üzerime düşen sadece tebliğ etmektir. Kur'an Allah'ın kelâmıdır. Bir işte başkasına tabi olanın o işte dilediği gibi tasarruf et­me yetkisi olamaz.-

Kur'an'ın değiştirilmesi teklifine cevap olarak başka bir Kur'an getirmek imkânsız olduğuna göre bu da imkânsızdır demekle yetindi.

Bu ifadelerle müşriklerin yaptıkları bu teklifte azabı kendilerine vacip kıl­dıklarına işaret edilmektedir.

Sonra kendilerine gelen Kur'an'ın doğruluğu hususunda delil beyan ederek, Kur'an'ın değiştirilmesi şeklindeki ilk taleplerine "De ki: Eğer Allah dileseydi..." (Yunus, 16) ayetiyle cevap verdi.

Yani, Ey Peygamber! Onlara de ki: Allah bu Kur'an'ı size okumamamı diteseydi ^Ynvmazdym. Bea asvtak Q'wwa. emriyle O'tvurv dilemesi ve iradesiyle yapıyorum. Eğer Allah beni elçi gönderip size bildirmememi dileseydi beni elçi olarak göndermez, bunu da size bildirmezdi. Ben de size haber vermezdim. Fakat Allah hidayet ve saadet yolunu gösterecek bu kitapla size ihsanda bulundu.

"Şüphesiz ki biz onlara iman eden bir topluluk için bir hidayet rehberi ve bir rahmet kaynağı olmak üzere ilimle açıkladığımız bir kitap getirdik." (Araf, 7/52).

Size söylediğim bu gerçeklerin delili şudur: Sizin içinizde Kur'an'ın in­mesinden önce 40 senelik bir hayat yaşadım. O müddet içerisinde ne Kur'an'-dan bir şey okudum, ne de böyle bir şey biliyordum.

"Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?" Yani siz 40 yıl ümmi olarak yaşayan, hiçbir kitap okumayan, hiçbir kimseden ders almayan, hiçbir şekilde eline kalem alıp yazı yazmayan bir kişinin sizin, bütün insanların ve cinlerin başa çıkamadığı, sizi ve bütün alimleri aciz bırakan bir kitabı kendisinin getire­meyeceğini anlayamıyor musunuz?

Bu ayet Kur'an'ın normal ölçülerin dışında bir mucize olduğuna işaret et­mektedir. Çünkü sizler, belagat ve fesahatta ileri derecede edebiyat dehaları ol­duğunuz halde O'nun surelerinden birine benzer bir sure getiremediniz. Çünkü o beşer kelâmı değil, Allah kelamıdır.

Zira onun fesahati bütün güzel konuşan hatiplerin fesahatim geçmiş, bütün nesir ve şiirlerden üstün olmuş, usul ve füru' kaidelerini ihtiva etmiş, eskilerin kıssalarını açıklamış, gelecekte olan gayba dair haberler vermiş, sahih ilimlere, gerçek ilmi nazariyelere uygun olarak gelmiştir.

"De ki: İnsanlar ve cinler Kur'an'a benzer bir kitap uydurmak için bir araya gelseler de, hiçbir zaman onun bir benzerini meydana getiremeyeceklerdi. Hatta birbirlerine yardımcı olsalar bile..." (İsra, 17/88).

Şu iki insandan daha zalim hiçbir kimse yoktur.

Birincisi: Allah'a ortak veya oğul nispet ederek veya Allah'ın kelâmını sizin teklif ettiğiniz şekilde değiştirerek yahut Allah adına söz uydurmak ve gerçekte Allah göndermediği halde Allah'ın kendisini peygamber olarak gön­derdiğini iddia ederek Allah'a yalan iftira eden kimse.

İkincisi: Allah'ın ayetlerini yalanlayan ve inkâr eden kimse.

Bundan sonra Cenab-ı Hak bunun sebebini "Şüphesiz ki suçlular hiç bir zaman kurtuluşa ermezler." Yani kâfirler ahirette kurtulamayacaklardır ayetiy-le beyan etmektedir.

"Allah'a yalan iftira eden... kimseden daha zalim kim olabilir?" cümlesiyle Peygamberimiz (s.a.)'in yalan söylemediği, "... veya Allah'ın ayetlerini yalan­layan kimseden daha zalim kim olabilir?" cümlesiyle de Allah'ın ayetlerini yalanlamaları sebebiyle onlara yapılan şiddetli bir tehdit ifade edilmektedir. [39]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden aşağıdaki hususlar çıkarılmaktadır:

1- Bu Kur'an'dan başka Kur'an getirilmesini veya Kur'an'ın değiştiril­mesini talep eden müşriklerin bu sözlerinin açık bir şekilde onları rezil edecek tarzda kaydedilmesi. Bu iki talep arasındaki fark şudur: Başka bir Kur'an getirilmesinde "Onunla birlikte başkası da olabilir" anlamı vardır. Kur'an'ın değiştirilmesi ise "Onunla beraber başkası olamaz" demektir. Müşriklerin bu taleplerinin sebebi ya alay etmek ve hiçe saymak, yahut denemek ve imtihan etmektir.

Bu iki talebin muhtevası ise ya Kur'an'da yer alan müşriklerin ilahlarını ayıplayan, bilgilerini ve hayallerini yıkan ifadelerin kaldırılması veya cennetin cehennem, cehennemin cennet olarak; helâlin haram, haramın helâl olarak değiştirilmesi, yahut öldükten sonra dirilme ve kabirlerden çıkıp mahşer yerin­de toplanma gibi ifadelerin kaldırılmasıdır. Bütün bunların hepsi de murad edilmiş olabilir.

2- Müşriklerin arzularının reddedilmesi, Kur'an'ın Allah'ın kelâmı ol­duğunu ve Rasulullah (s.a.)'m vazifesinin kendisine vahyedilen kitabı tebliğ et­mek olduğunu ve bunun onlara tebliğ ettiği cennetle vaad etmek, cehennemle tehditte bulunmak, helâl-haram, emir-nehiy gibi hususlara tabi olmak ol­duğunun ilân edilmesi.

3- Kur'an şeriatının kısmen veya tamamen değiştirilmemesi ve Kur'anla amel edilmesinde ısrarlı davranılması şeklindeki değişmez tavır ancak kıyamet günü büyük bir azaba yakalanmamak gayesiyle konulmuştur.

4- Kur'an'ın indirilmesinden maksat onun bütün insanlara, özellikle müş­riklere tebliğ edilmesidir. Allah'ın dilemesi böyle olmasaydı Allah onu indir­mez, okunmasını emretmez, muhtevasını bildirmezdi.

5- Kur'an'ın gerek nazım, üslup ve lafız itibariyle ve gerek kimseden ders almayan, okumayan, yazmayan bir ümmi olması itibariyle Kur'an'ın benzerini getirmeleri veya en kısa bir sure dahi olsa benzer bir sure getirmeleri hususun­da müşriklere meydan okuması gibi bütün bu delilleriyle açıkça anlaşılıyor ki Kur'an Allah'ın kelâmıdır.

6-  Allah'a yalan iftira eden, Allah'ın kelâmını değiştiren ve Allah'ın kelâmına Allah'ın indirmediği bir şeyi ilâve eden kimseden daha zalim, daha azgın, daha mücrim kim olabilir?

Ey Müşrik kâfirler! Kur'an'ı inkâr edip Allah'a yalan iftira ederek "Bu söz Allah kelâmı değildir" deyince sizden daha zalim hiç kimse olamaz.

7-  Mücrim kâfirlere hiçbir şekilde kurtuluş yoktur. Mücrimliğin karşılığı kesin olarak eli boş dönmektir. [40]

 

Putlara Tapmak Ve Putların Şefaatçi Olacaklarını İddia Etmek

 

18- Onlar Allah ı bırakıp kendilerine fayda ve zarar vermeyen putlara taparlar ve "Bunlar (Allah katında) bizim şefaatçılanmızdır" derler. De ki: "Göklerde ve yerde Allah'a O'nun bilmediği bir Şeyi mi haber veriyorsunuz?1 Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir.

 

Belagat:

 

"Allah'a O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" Buradaki soru tehekküm (hafife alıp eğlenme) ve takri' (başa kakmak) ifadesi taşımaktadır. [41]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onlar Allah'ı bırakıp" Allah'tan başkasına taparlarsa "fayda vermeyen," tapmazlarsa "zarar vermeyen şeylere" yani putlara "taparlar" çünkü putlar fay­da veya zararı dokunmayan cansız varlıklardır. Gerçek ma'bud sevap veren veya ceza veren bir varlık olmalıdır ki bir zararı önlemek suretiyle kula yararlı olsun. "Bunlar" yani bu putlar Allah katında "bizim şefaatçılanmızdır, derler." Bizi ilgilendiren dünya işlerinde ve eğer öldükten sonra dirilme varsa -ki onlar sanki bu konuda şüphe ediyorlar- ahirette bize putlar şefaat edeceklerdir.

"Allah'a Onun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" Yani Allah'ın or­tağı olduğunu mu söylüyorsunuz? Şayet ortağı olsaydı elbette Allah bunu bilir­di. Çünkü O'na hiçbir şey gizli kalamaz. [42]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de müşriklerin kendileri için ilâh kabul et­tikleri putları tenkit eden ayetler bulunması sebebiyle, müşriklerin Rasulullah (s.a.)'tan ya bu Kur'an'dan başka bir Kur'an getirmesini veya onu değiştir­mesini istediklerini beyan ederek bu putların ne faydası ne de zararı dokunan cansız birer varlık oldukları ve iddialarına hiçbir delil olmadığı halde bu put­lara tapmalarına ve bunları Allah katında şefaatçi saymalarına şiddetle karşı çıktı. Allah'ı bırakıp putlara tapmak akıllı kimselere nasıl yakışabilir ki! [43]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ müşriklerin iki davranışını kesinlikle reddediyor: Putlara tap­mak ve Allah katında bu putların şefaatlarımn fayda vereceğini sanarak put­ları şefaatçi kabul etmek. Cenab-ı Hak da putların hiçbir faydası ve zararı dokunmayacağını ve ellerinde hiçbir şey olmadığını bildirdi.

Cahiliye devri Arapların çoğu yaratıcısının varlığını itiraf ediyorlardı. "Onlara yeri ve gökleri kim yarattı diye soracak olsan elbette "Aziz (her şeye galip) olan ve Alim (her şeyi bilen) Allah yarattı" diyeceklerdir." (Zuhruf, 43/9).

Ancak öldükten sonra dirilmeyi inkâr ediyorlar, hiçbir faydası veya zararı dokunmayan putlara, taş veya çeşitli madenlerden yapılmış cisimlere tapıyor­lardı. Hem Allah'a hem de Allah ile birlikte putlara tapıyorlardı: "Onların çoğu ancak müşrik olarak Allah'a iman ederler." (Yusuf, 12/106).

Müşrikler putların fayda ve zarar vermeye kadir olduklarını, kendilerine Allah katında şefaat edecek aracılar olduklarını zannediyorlardı:

"Onlar, Biz putlara ancak bizi daha çok Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz, derler." (Zümer, 39/3).

İşte bu iki husus onların putlara tapmalarına sebep olmaktadır.

Nadr b. Haris'ten rivayet ediliyor ki: Kıyamet günü olduğu zaman Lât ve Uzza putları bana şefaatçi olacak.

Allah onlara "De ki: Göklerde ve yerde Allah'a O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz." ayetiyle cevap verdi. Yani Ey Rasulüm! Onlara de ki: Sizin iddia ettiğiniz şeylerin hiçbir delili yoktur. Siz Allah'a ne yerde, ne de göklerde bulunmayan, Allah'ın hiç bilmediği o şefaatçıları mı haber veriyor­sunuz?

Bu ayetin benzeri bir ayet de şöyledir: 'Yeryüzünde Allah 'm bilmediği şey­ler var da onları mı Allah'a haber veriyorsunuz?" (Rad, 13/33).

"Allah'ın bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz?" ifadesi Allah'a şirk koşulan ve şefaatçi olacakları söylenen bu şeylerin bulunmadığını gösterir. Yer ve gökte bulunan bütün varlıklar Allah'a şirk koşulmaya lâyık olmayan, onlar gibi değersiz, sonradan yaratılan varlıklardır.

Bundan sonra Allah yüce zatını bunların şirk ve küfürlerinden tenzih ederek şöyle buyurdu: "Allah onların şirk koştuğu şeylerden münezzeh ve yücedir." Yani Allah onların kendisine şirk koştuğu şefaatçılar ve vasıtalardan münezzeh, tam manasıyla beri ve yücedir. O, onların şirk koşmalarından ve O'na yakıştırdıkları ortaklardan münezzehtir. [44]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet şu hususlara delâlet etmektedir:

1- Müşrikler yegâne yaratıcı ve ilâhın Allah olduğunu itiraf ettikleri halde şu iki sebeple putlara tapmaktadırlar:

a) Putların fayda ve zarar vermeye kadir olduğuna inanmaları.

b) Putların din ve dünya işlerinde Allah katında kendilerine şefaat etme hakkına sahip olduklarına inanmaları.

Bu onların son derece bilgisiz olduklarını gösterir. Zira onlar her şeyi yok­tan var eden, fayda veren, zararı yaratan Allah'a ibadet etmeyi bırakarak, şu anda hiçbir faydası ve zararı bulunmayan şeylerden gelecekte şefaat beklemek­tedirler.

2- Müşriklerin putlara tapmaları ve onları Allah'a ortak koşmaları onların varlığına inanmak suretiyle Allah'a iftira etmek sayılır. Çünkü bu ortakların ne yeryüzünde, ne de göklerde varlıkları vardır. Çünkü Allah yeryüzünde ve göklerde kendisi için hiçbir ortak bilmiyor, çünkü O'nun ortağı yoktur, bundan dolayı bilmiyor: Böyle bir ortak olsaydı Allah Tealâ'nın bilgisi dahilinde olurdu. Allah Tealâ'ya malum olmadığına göre böyle bir şeyin var olmadığı ortaya çıktı.

3- "Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir." ayeti Al­lah'ın ortağı bulunmasından çok daha ulu olduğuna delâlet etmektedir.

Zemahşerî diyor ki: "Amma" kelimesindeki "ma" mevsule veya masdariy-yedir. Yani "Allah onların kendisine yakıştırdıkları ortaklardan veya onların ortak koşmasından münezzehtir" demektir.

4- Bu ayet "ulûhiyetteki şirki" yani Allah'tan başkasına mutlak olarak ibadet etmenin batıl olduğunu aynı zamanda "rububiyetteki şirk'ı yani yarat­ma ve kâinatı düzene koyma hususunda veya Allah katında şefaat etme hususunda Allah'a vasıta olacak şeylerin iddia edilmesinin batıl olduğunu is­pat etmektedir. [45]

 

Bütün İnsanlar İçin Asıl Olan Husus Hepsinin Hak Din Üzerine Olmalarıdır.

 

19- İnsanlar sadece tek ümmet idiler.  Sonra ihtilâfa düştüler. Eğer Rabbinin  daha önce verdiği bir vaadi olmasaydı,  ihtilâf ettikleri hususlarda aralarında  kesin hüküm verilmiş olurdu.

 

Kelime ve İbareler:

 

"İnsanlar sadece tek ümmet idiler." Yani aynı din üzerine idiler. Bu din de Hz. Adem'den Hz. Nuh'a, veya Hz. İbrahim'den Araplar arasında puta tapmayı ilk icat eden Amr b. Luhayy'e kadar İslâm dini tek din olarak devam etti.

"Sonra ihtilâfa düştüler." Yani bazıları hak dinde sabit olurken, bazıları küfre düştüler.

"Eğer Rabbimin daha önce verdiği bir vaadi olmasaydı..." Aralarındaki hükmü geciktirmek veya kesin azap ve cezayı kıyamet gününe bırakmak şek­linde bir vaadi olmasaydı dinde "ihtilâf ettikleri hususlarda aralarında" yani insanların arasında dünyada acilen, batıl yola giren kâfirlerin helak olması ve hak yolda yürüyen müminlerin baki kalması şeklinde "kesin hüküm verilmiş olurdu." [46]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak putlara tapmanın batıl olduğuna dair delilleri ortaya koy­duktan sonra bu fasit görüşün ortaya çıkış sebebini açıkladı. Bu şirk koşma ön­celeri hiç yokken, insanların hepsi tek din üzerinde hak din olan İslâm üzerin­de iken ihtilâf (yani nefsi arzulara ve batıla tabi olmaları) sebebiyle insanlar arasında sonradan ortaya çıkan bir durumdur.

İbni Abbas diyor ki: Hz. Adem ile Hz. Nuh arasında on nesil vardı. Hepsi İslâm üzerinde idiler. Bundan sonra insanlar arasında ihtilâf çıktı. Putlara, heykellere, cansız varlıklara tapmaya başladılar. Bunun üzerine Allah ayetleri ve kesin hüccetleri, apaçık burhanları ile peygamberlerini gönderdi: "helak ola­cak olan açıkça delili gördükten sonra helak olsun, yaşayan da açıkça delili gördükten sonra yaşasın diye..." (Enfal, 8/42). [47]

 

Açıklaması

 

İnsanlar her zaman bir olan, ortağı bulunmayan Allah Tealâ'ya iman eden tertemiz fıtrat -İslâm fıtratı ve tevhid akidesi- üzerinde olan tek bir ümmet idiler.

Daha sonraları nefsî arzulara ve batıl görüşlere uyarak dini meselelerde yani peygamberlerin gönderilmesi konusunda ihtilâfa düştüler. Bir grup pey­gamberlere tabi olurken başka bir grup delâlet üzerinde ısrar etti.

Bu ayetin benzeri Allah'ın şu kelâmıdır: "İnsanlar tek bir ümmetti. Allah onlara müjdeleyen ve uyarıcı peygamberler gönderdi..." (Bakara, 2/213).

Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadis-i şerifi de bu manayı teyit etmektedir: "Her doğan çocuk fıtrat üzerine doğar, nihayet dili de bunu ifade eder. Onu an­nesi ve babası Yahudi, Hristiyan veya mecusi yapar. "[48]

Bütün insanlar hak din -İslâm dini- üzerinde idiler. Sonra ihtilafa düş­tüler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak ihtilafları Allah'ın kitabıyla ortadan kaldır­mak ve onları hidayete davet etmek için peygamberleri gönderdi. İnsanlardan bir kısmı iman edip hidayet buldu, bir başka kısmı ise haddi aşarak sapıttı. Sonra da nefsî arzularına uyarak Allah'ın kitabında ihtilâfa düştüler.

"Eğer Rabbinin daha önce verdiği bir vaadi olmasaydı..." Yani Allah'ın in­sanlar arasındaki son hükmün ve tam karşılığın karar ve ceza günü olan kıyamet günü olacağı şeklinde daha önce ifade ettiği bir hak söz olmasaydı ve hakkı çiğneyenlerin helak olması şeklindeki cezalarını hemen dünyada iken verseydi aralarında ihtilâf ettikleri konularda kesin hüküm verilmiş olurdu:

"Senin Rabbin ihtilaf ettikleri hususlarda kıyamet gününde onların ara­larında hükmünü verecektir." (Yunus, 93).

Bu ayette insanları tekrar ilk vahdet günlerine götürmek ve aralarındaki çekişmeleri ortadan kaldırmak için indirilen Kur'an'da ve itikat esaslarında ih­tilâf edilmesine karşı bir tehdit vardır. Yine bu ayette Peygamberimiz (s.a.)'i inkâr edenlere karşı verilecek azabın geciktirilmesi hususunda Peygamberimiz (s.a.) teselli edilmekte ve insan tabiatı beyan edilmektedir. [49]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet şu üç hükmü ihtiva etmektedir.

1- İnsanda asıl olan şey fıtrat ve tevhid dini üzerinde olmasıdır. Bu, yaratıcının adalet ve rahmetinin delilidir. Çünkü Allah bulûğ çağına kadar bu şekilde kalmasını hükmetti. Sonra onu aklıyla ve ilâhî vahiy hakkında düşün­mekle başbaşa bıraktı.

2- Nefsî arzulara ve batıl düşüncelere uyma sebebiyle peygamberler ve ilâhî kitaplar hakkında ihtilâfa düşmek, insanların parçalanmalarına mümin­ler ve kâfirler diye ayrılmalarına sebeb olur.

3- Allah'ın kullan arasında ihtilafa düştükleri hususlarda kıyamet günün­den önce sevap ve ceza ile hükmetmeyeceği şeklindeki Allah'ın hükmü tamam­lanmış, bu konudaki kaza ve kaderi daha önceden ezelden kesinleşmiştir.

Bu geçmişte verilen karar ve ezelde verilen (amellerin karşılığının kıyamet gününe) tecil vaadi olmasaydı Allah insanlar arasında dünyada iken hükmederdi, müminleri cennete, küfürleri sebebiyle kâfirleri cehenneme koyardı.

Bu Allah'ın kıyamet günündeki vaadidir ki insanın inancını doğrultması, durumunu değiştirmesi, isyan, küfür ve delâletinden dolayı tevbe etmesi an­sızın yakalanıp cehenneme atılmaması için insana yetecek fırsatın verilmesi şeklindeki yüksek hikmetine binaen ezelde bu şekilde karar vermiştir. [50]

 

Müşriklerin Bir Mucize İndirilmesi İstekleri

 

20- (Müşrikler) "O'na Rabbinden bir mucize indirilseydi ya" derler. De ki: "Gaybı bilmek ancak Allah'a aittir. Bekleyin. Ben de gerçekten sizinle beraber bekleyenlerdenim"

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ona" yani Muhammed'e "Rabbinden bir mucize" Hz. Salih (a.s.)'in devesi, Hz. Musa (a.s.)'nın asası ve nurlu eli, Hz. İsa (a.s.)'ya gökten inen sofra gibi ön­ceki peygamberlere verildiği şekilde maddî gözle görülür, dünyada meydana gelecek bir mucize "indirilseydi ya! derler". Bunu diyen Mekke halkıdır.

Onlara "De ki: Gaybı bilmek ancak Allah'a aittir". Gaybı bilmek sadece Ona mahsustur. Buna Ondan başkası eşiremez. Benim üzerime düşen sadece tebliğde bulunmaktır. Belki de Allah bunu kulların bilmesinde fayda olmadığı için indirmeyebilir. Çeşitli mucizeler gelmiş ancak inatçı inkarcılar bunlara inanmamışlardı. Bunun inmesine engel olan Allah'tan başka kimsenin bile­meyeceği gaybî bir durumdur.

"Bekleyin" teklif ettiğiniz mucizelerin inmesini, gelmesini bekleyin, yahut iman etmezseniz azabı bekleyin.

"Ben de gerçekten sizinle beraber" Allah'ın size indirdiği büyük mucizeleri inkâr edip başkalarını teklif etmenize karşılık Allah'ın size ne yapacağını "bek­leyenlerdenim. "[51]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak daha önce Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinde kusur aramak için müşriklerin ileri sürdüğü üç şüpheyi zikretmişti. (Bu üç şüphe, vahyin Muhammed'e inmesini yadırgamaları, eğer Muhammed doğru söylüyor­sa derhal azabın gelmesini istemeleri ve Kur'an'da şüphe etmeleri idi.)

Burada ise Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr etmek için dör­düncü bir şüphe zikredildi. Bu da Kur'an'ın mucize olamayacağı şüphesi idi. Çünkü Hz. Musa ve Hz. İsa (a.s.)'ın kitapları mucize olmayıp onların peygam­berliklerine delâlet eden diğer mucizeler vardı. Ayrıca Kur'an-ı Kerimin ifadesiyle "Dileseydik biz de bunun benzerini söyleyebiliriz." (Enfal, 8/31) diyen Arap müşriklerden Kur'an'ın benzerini söylemenin mümkün olduğunu iddia edenler de vardı. Onlara göre peygamberliğinin ispatı Ona mucize olabilmesi için Kur'an'dan başka maddî, elle tutulur, gözle görülür bir kâinat delili (mucize)'nin inmesi mutlaka gerekli idi.

Halbuki Kur'an peygamberliğe ve risalete delâlet eden ilmi ve akli pek çok delilleri ihtiva ediyordu. [52]

 

Açıklaması

 

Bu inatçı ve yalanlayıcı kâfirler defalarca Muhammed'e, Hz. Nuh, Şuayb, Hud, Salih, Musa ve İsa (a.s.) vb. peygamberlere nazil olan mucizeler gibi bir mucize yahut Safa'mn altına çevrilmesi, Mekke dağlarının kaldırılıp yerine nehirler, bahçeler konulması gibi ancak Allah'ın kadir olabileceği elle tutulur, gözle görülür bir kâinat delili (mucize) indirilseydi ya diyorlardı.

Kur'an bir çok yerde Mekke müşriklerinin maddî mucizeler indirilmesi şeklindeki taleplerini anlattı. Yu burada olduğu gibi özlü bir şekilde, yahut Furkan suresinde olduğu gibi tafsilatlı bir şekilde bu isteklerine cevap verdi:

"Kâfirler şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda geziyor? Kendisine bir melek indirilip de onunla birlikte uyarıcı olsaydı ya!"

'Yahut kendisine bir hazine indirilse veya bir bahçesi olsa da oradan yese ya!" (Furkan, 25/7-8).

Bundan sonraki ayet ise şöyledir: "Allah yüceler yücesidir! O dilerse sana (daha dünyada iken) (onların istediklerinden) daha hayırlısını, altlarından ır­maklar akan cennetleri verir ve senin için köşkler yapar." (Furkan, 10)

İsra suresinde müşriklerin Peygamberimiz (s.a.)'den önemli birkaç mucizeden birini getirmesini istediklerini anlatılır:

"Kâfirler şöyle dediler: Bizim için yerden suyu kesilmeyen bir kaynak çıkar­madıkça sana iman etmeyeceğiz."

"Veya içinde hurma ve üzüm bulunan bir bahçen olsun, ortasından şırıl şırıl ırmak akıtasın."

'Yahut iddia ettiğin gibi göğü başımıza parça parça düşür veya Allah'ı ve melekleri karşımıza getir."

"Veyahut altından bir evin olmalı veya göğe çıkmalısın. Allah'tan gelen bir peygamber olduğunu yazan okuyabildiğimiz bir kitap getirmedikçe göğe çık­tığına da inanmayız." (Ey Muhammedi) Sen onlara şöyle de: Rabbimi tenzih ederim! Nihayet ben de beşerden bir peygamberim" (İsra, 17/90-93).

Bu gibi tekliflere verilen en kesin cevap şu ayet-i kerime idi: "Onlara mucize göndermeyişimizin sebebi sadece önceki kavimlerin kendilerine gön­derilen mucizeleri yalanlamalarıdır." (İsra, 17/59). Yani Âd kavmi Semud kav­mi gibi kavimlerin gönderilen mucizeleri yalanlamalarıdır.

Biz onlara geçmiş kavimlere yapılan muamele gibi muamele etmemeyi, dolayısıyla onları da öncekiler gibi helak etmemeyi kararlaştırdık. Çünkü Muhammed (s.a.) peygamberlerin sonuncusudur, bütün âlemleri kaplayan umumi bir rahmettir. Ayrıca onların neslinden iman edip Allah'ın birliğine inananlar dünyaya gelebilir.

Bütün bunlarla birlikte Allah peygamberine ilmî ve tabiî mucizeler ihsan etti. Ancak bunları peygamberliğine hüccet olarak vermedi, ayrıca onlardan da bu çeşit mucizelere iman etmelerini istemedi. Bu mucizeler Peygamberimiz (s.a.)'in bazı dualarının kabulü, hastaların O'nun vasıtasıyla şifa bulması,

Bedir ve Tebuk Gazveleri'nde az bir yiyecekle çok kimsenin doyması, ayın iki parçaya ayrılması, hurma kütüğünün inlemesi, kelerin konuşması gibi Maver-di'nin A'lamü'n-Nübüvve (Peygamberlik mucizeleri) gibi siyer ve hadis kitap­larında teferruatlı bir şekilde yer alan, bilinen ve sadece zaruret icabı gös­terilen mucizelerdir.

Bütün bu mucizelere rağmen Kur'an-ı Kerim Peygamberimiz (s.a.)'in ebedî mucizesi olarak kalacaktır. Asrımızda yapılan yeni buluşların, yeni ispat edilen ilmî ve tabiî nazariyelerin Kur'an'da yer alan haberlere tamamen uygun olması bu Kur'an'ın bu mucizevî yönünü teyit etmektedir.

Buharî, Müslim ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: "Hiçbir peygamber yoktur ki kendisine beşerin ben­zerine iman ettiği bazı mucizeler verilmesin. Bana verilen sadece Allah'ın bana vahyettiği Kur'an idi. Kıyamet günü hepsinden daha çok ümmeti olan bir pey­gamber olacağımı ümid ediyorum."

Bu ayetteki özlü cevap "De ki: Gaybı bilmek Allah'a aittir..." şeklinde idi. Yani sizin tekliflerinizin kabul edilmesi ve bir mucizenin inmesi gayba ait durumlardandır. Gaybı bilmek de sadece Allah'a mahsustur. Gaybı O'ndan baş­kası bilemez. Her şey Allah'ındır. Her şeyin neticesini Allah bilir. Benim veya bir başka birinin Allah Tealâ'nın kendisine mahsus kıldığı gaybı bilme hakkı ve yetkisi yoktur. Eğer Allah bana bir mucize indirilmesini takdir etti ise, bunun ne zaman ineceğini de kendisi bilir.

"Bekleyin. Ben de gerçekten sizinle beraber bekleyenlerdenim." Yani eğer siz istediğiniz ve teklif ettiğiniz mucizelerin indiğini görünceye kadar iman etmez­seniz, Allah'ın benim ve sizin hakkınızdaki hükmünü yani inadınız ve mucizeleri inkâr etmeniz sebebiyle size gelecek azabı bekleyin.

Allah Tealâ beklenilen şeyin ne olduğunu bu surenin sonlarında açıkladı. 'Onlar kendilerinden öncekilerin geçirdikleri günlerin benzerinden başka bir gün mü bekliyorlar. De ki: Bekleyin, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim." Yunus, 102). [53]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet iki noktayı anlatmaktadır:

1- Vahiy indirmek, mucizeler ve kâinatta peygamberliğin delillerini indir-uek gibi, gayba ait hususları, bilmek Allah'a mahsustur. Peygamber sadece kendisine vahiy gelen, Rabbinden kendisine indirilen hususları tebliğ eden bir eteidir.

2- Mekke kâfirleri ve benzerlerinin Hz. Peygamber (s.a.)'in peygamber­liğine iman etmezlerse onlara gelecek bir azapla tehdit edilmeleri onlara karşı Hz. Peygamber (s.a.)'in zafere kavuşacağı, haklının batılı savunana karşı galip feleceği Hz. Peygamber (s.a.) ile kâfirler arasında kesin hüküm verileceği ger­çeğiyle uyarılması. [54]

 

Kâfirlerin Âdeti Hilekarlık, Düşmanlık, İnatçılık Ve İnsafsızlıktır

 

21- İnsanlara dokunan bir sıkıntıdan sonra bir rahmet tattırdığımızda, hemen ayetlerimiz hakkında bir hileye baş vururlar. De ki: "Allah'ın hilesi (o hilelere karşı cezası) daha çabuktur. Şüphesiz elçilerimiz yaptığınız hileleri yazıyorlar."

22- Sizi karada ve denizde yürüten Al­lah'tır.   Bulunduğunuz   gemi  için­dekileri tatlı bir rüzgarla götürürken ve yolcuların da neşeli oldukları bir sırada, şiddetli bir fırtına çıkıp da her taraftan dalgalar hücum edince artık tamamen kuşatıldıklarını anlarlar ve Allah'ın dininde halis ve samimi kim­seler olarak Allah'a şöyle dua ederler: "Sen bizi bu durumdan kurtarırsan, biz mutlaka şükredenlerden olacağız."

23- Allah onları kurtarınca, hemen yer­yüzünde haksız yere taşkınlık etmeye başlarlar. Ey insanlar! Yaptığınız taş­kınlık sadece kendi aleyhinizedir, (is­tediğiniz şey sadece fani) dünya hayatının zevkleridir. Sonra dönüşünüz bizedir, biz de size bütün yaptıklarınızı haber vereceğiz.

 

Belagat:

 

"Allah'ın hilesi daha çabuktur." Mekr, gizli tuzak, hile demektir. Allah'ın hilesi, ya fırsat vermesi, yahut yapılan hileye ceza vermesidir. Allah'ın cezasının "Allah'ın hilesi" şeklinde anılması müşakele babındandır. Yani Allah herkese yaptığı ameliyle karşılık verecektir.

"Bulunduğunuz gemi içindekileri... götürürken" Burada sizi götürürken ifadesi yerine "içindekileri" denilmesinde ikinci şahıstan üçüncü şahsa geçiş "iltifat" sanatı vardır. Bunun sebebi kâfirlerin nimete şükretmeleri, kâfirlere hayret edilmesi, durumlarının yadırganması ve onları daha fazla ayıplama ve kınamadır. [55]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İnsanlara" yani Mekke kâfirlerine "dokunan bir sıkıntıdan" perişanlık, kuraklık, kıtlık ve hastalıktan "sonra bir rahmet" yağmur, verimlilik, sağlık ve genişlik "tattırdığımızda" maddî tatmanın dışında rahmet, nimet, azap, ceza gibi manevî şeylerin idrak edilmesinde de, mecazen tatmak kelimesi kul­lanılır., "hemen ayetlerimiz hakkında bir hileye" yani, ayetlerde kusur bulma, ayetleri reddetmek hususunda çeşitli yollar aramaya, alay etme ve yalan­lamaya "baş vururlar." Onlara "De ki: Allah'ın hilesi (o hilelere karşı cezası) daha çabuktur." Mekr, başkasını beklemediği bir şeyle karşı karşıya getirecek gizli tuzaktır. Buradaki manası ise hileye karşı ceza veya istidrac (geçici olarak firsat vermek)tir. "Şüphesiz elçilerimiz" yani yazıcı melekler, Hafaza melekleri "yaptığınız hileleri yazıyorlar."

"Sizi karada ve denizde yürüten Allah'tır." Kara ve denizleri sizin emrinize verir, size gemi, hayvan, araba, uçak ve benzeri ulaşım vasıtalarını verir, sizi yürüterek bir yerden başka yere intikalinize imkân sağlar.

"Bulunduğunuz gemi içindekileri tatlı" hoş ve ılık "bir rüzgârla götürürken şiddetli bir fırtına" yani her şeyi parçalayan şiddetli esen bir kasırga "çıkıp da her taraftan dalgalar hücum edince artık tamamen kuşatıldıklarını" helak olacaklarını "anlarlar."

"Allah'ın dininde" duada "halis ve samimi kimseler olarak Allah'a şöyle dua ederler: "Sen bizi bu" korkunç "durumdan kurtarırsan biz mutlaka şük-redenlerden" Allah'ı bir kabul edenlerden "olacağız."

"Allah" dualarını kabul ederek "onları kurtarınca yeryüzünde haksız yere taşkınlık yapmaya başlarlar." Yani fesat çıkarırlar, eskiden bulundukları duru­ma dönerler. Bağy; itidali ve normal yolu aşıp şirk gibi fesat ve zulme düşmek ve taşkınlık yapmaktır. "Haksız yere" yani hakkı kabul etmeyerek, gerçek fesatçılık memleketi tahrip etmek, ekilen ziraati yakmak, savaş esnasında ağaçlan kesmek gibi fiillerdir.

"Ey İnsanlar! Yaptığınız taşkınlık sadece kendi aleyhinizedir." Yani sizin zulmünüzün vebali ve günahı sizin üzerinizedir.

"İstediğiniz şey fani dünya hayatının zevkleridir." Az istifade edeceğiniz zevklerdir. Öldükten sonra "dönüşünüz bizedir, biz de size bütün yaptıklarınızı haber vereceğiz." Yani yaptıklarınızın karşılığını vereceğiz. [56]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak Kur'an'dan başka kâinat delili (mucize) indirilmesini isteyen müşriklere; bu, Allah'ın kendisi için ayırdığı gayba ait hususlardandır, şeklin­de cevap verdikten sonra bir başka cevabı daha zikretti. Fakat onlar bu ikinci cevap ile de ikna olmayacaklardır. Çünkü onların âdeti hilekârlık, inkarcılık, inatçılık ve insafsızlıktır. Çoğunlukla Allah'ın birliğini gösteren mucizeleri görürler de sonra hileye baş vururlar. Onlar başlarına bir felâket geldiği zaman yalvarıp yakarırlar, rahmet gelince de şımarır ve küfre düşerler. [57]

 

Açıklaması

 

Bu ayetlerin konusu kâinatla ilgili deliller (mucizeler) isteyen kâfirlere cevap vermektir. Bu mucizeler gerçekleşince de ibret ve ders almamaktadırlar. Bu durum insanoğlunun tabiatının kötülüğüne ve onda kötü ahlâkın iyice yer­leştiğine, iyiliğe karşı vefakâr olmayı ve ilâhî nimete karşı şükretmeyi gerekli kılan ahlâkî kaideleri aklî ve hissî delilleri görmezlikten geldiğine delildir. Bu ayetlerde belirtilen hususlar kötü tabiatlı kişilere ve iyi fıtratın değişmesine misaldir.

insanların başına gelen bir felâketten sonra^) Allah insanlara rahmetini tattırırsa, lütuf ve ihsanından rızık verirse, sıkıntıdan sonra ferahlık, kuraklık­tan sonra verimlilik, kıtlıktan sonra yağmur vb. nimet verirse, insanlarda bir­den garip bir davranış içerisinde, hamd ve şükür yerine hile yoluna gitmeye -yani alay etme ve yalanlamaya- yahut kusur aramaya, dini ortadan kaldırmak için çeşitli çareler düşünmeye ve verilen nimetleri tanımamaya başlarlar.

Bu sebeple Allah yağmur ihsan edince insanoğlu yağmur mevsiminde ol­duğumuz için veya falan yıldız doğduğu için yağmur yağdı, derler. Bir sıkıntı ve felâketten kurtulunca da tesadüfen kurtuldum, der. Herhangi bir projede başarılı olursa başarısını üstünlüğüne, becerikliliğine ve zekâsına bağlar, Al­lah'ın kendisine muvaffak kıldığını söylemez. Tıpkı Karun'un dediği gibi: "Bu malı ben bilgim sayesinde elde ettim." Bir belâ bir Peygamberin duası sebebiy­le kaldırılsa ona hiçbir lütufta bulunmazlar, tıpkı Mekke müşriklerinin yaptık­ları gibi:

Rivayet olunur ki: Allah Tealâ Mekke halkına yedi yıl kıtlık verdikten son­ra onlara rahmet eyledi, arazilerine faydalı yağmurlar yağdırdı. Sonra da Mek-keliler bu değerli nimetleri putlara ve yıldız kaymasına bağladılar/2^

Bu kıssayı Buharî ve Müslim Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle rivayet etmek­tedirler: Kureyş Rasulullah (s.a.)'a karşı isyan edince efendimiz (s.a.) de onlara Hz. Yusuf (a.s.)'un kıtlık seneleri gibi kıtlık gelmesi için beddua etti. Mekke'de kıtlık ve zorlu günler baş gösterdi. Hatta açlıktan kemikleri ve ölü eti bile yediler. Bazılarının açlıktan gözlerinin feri gitmişti. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: "(Ey Muhammedi) Göğün insanları çepeçevre saran apaçık bir duman çıkaracağı günü bekle. Bu acıklı bir azaptır." (Duhan, 44/10-11).

Bunun üzerine Ebu Süfyan Rasulullah (s.a.)'a gelip şöyle dedi: Ya Muham-med! Sen bize sıla-i rahmi (akrabaya iyilikle davranmayı) emrederek geldin.

1- Bu kayıt özellikle zikredilmiştir. Çünkü yoksulluğun ve sıkıntının ortadan kalkmasından sonraki nimet daha mükemmel, eksiksiz ve daha mutluluk vericidir.

2- "en-Nev", bir yıldızın sabah vakti batı menzilindeki düşmesi, onun yerine aynı saatte doğu tarafından rakibinin doğmasıdır. Bu her on üç günde bir defa olur. "Cebhe" bundan hariçtir. Çünkü onun on dört günü vardır. Eskiden Araplar yağmurları, rüzgarları, sıcak­lığı ve soğukluğu düşen yıldıza bağlarlardı. Bir rivayete göre ise yeni çıkan yıldıza bağlar­lardı. Çünkü onun hakimiyetinde bu işler meydana gelmektedir. "Nev" kelimesinin çoğulu "enva"dir. Bütün bunlar nimete nankörlükle karşılık vermektir.

Kavmin şu anda helak olabilirler. Onlar için Allah'a dua et. O da dua etti. Al­lah da onlardan kıtlık azabını kaldırdı ve yağmurlar yağdı. Ama insanlar Al­lah'ın ayetlerinde kusur arayarak, Rasulüne düşmanlık ederek ve O'nu yalan­layarak tekrar eski hallerine ve ilk hilelerine döndüler.

Bunun üzerine Cenab-ı Hak onlara cevaben "De ki: Allah'ın o hilelere kar­şı cezası daha çabuktur" buyurdu. Yani, ya Muhammedi Onlara şöyle de: O İs­lâm nurunu söndürmek için müslümanlara karşı tuzak hazırlamadan önce, Al­lah sizin hareketlerinize derhal ceza vermekte daha süratlidir. Yahut mücrim­lerden biri kendisine verilen mühlet içinde olduğu ve ansızın cezaya yakalanacağı halde, kendisinin hiç azap görmeyeceğini zannedecek kadar Al­lah tarafından çok mühlet verilecek, istidraca tabi tutulacaktır.

"Şüphesiz elçilerimiz yaptığınız hileleri yazıyorlar." Yani Hafaza melekleri veya yazıcı melekler bütün yaptıklarınızı, bütün tedbirlerinizi, bütün plan­ladıklarınızı yazıyor ve sizin aleyhinize tescil ediyorlar. Sonra bunları görünen görünmeyen her şeyi bilen Allah'a arz edecekler, O da herbirinizi önemli önem­siz her şeye karşılık hesaba çekecektir.

Bu ayette de her şeyin tamamen tescil edildiğine, itinalı bir şekilde tespit edildiğine, onların düşündükleri hiçbir şeyin Allah'a gizli kalmadığına ve azabının şüphesiz onların başına geleceğine işaret vardır.

Bundan sonra Cenab-ı Hak nimete inkârla karşılık veren inatçı müşrikler için bir misal verdi ve şöyle buyurdu: "Sizi karada ve denizde yürüten Al­lah'tır." Yani size gemiler, vapurlar vb. havada uçaklar gibi bilinen vasıtalarla bir yerden bir yere intikal etme veya bizzat yürüme imkânı veren Allah'tır.

Bir gemi de binip de içinde bulunduğunuz gemi sizi tatlı bir rüzgarla gidiş yönüne uygun götürürken ve sizin de rahatınız yerinde iken ve aldığınız mesafeden dolayı neşeli olduğunuz bir sırada, birden kuvvetli, şiddetli fırtına çıkıp da gemi sarsılmaya ve yüksek dalgalar çeşitli yönlerden gemiye çarp­maya başlayınca dalgaların her tarafı kuşatması sebebiyle artık şüphesiz helak oluruz diye inanırsınız. Bu durumda Allah'tan başka sığınak bulamaz­sınız. Son derece samimi ve ihlâslı bir şekilde O'na dua, ibadet ve niyazda bulunursunuz. Tanrılarınız olan putlara yönelmezsiniz. O zaman şöyle dua edersiniz: Allah bizi bu büyük tehlikeden kurtarırsa elbette nimetine şükreden topluluktan olacağız, Allah'ı bir kabul edenlerden olacağız." Ama kurtulduktan sonra yine küfre dönersiniz. Tıpkı daha önceki ayette Cenab-ı Hakkın buyur­duğu gibi: "İnsana bir sıkıntı geldiğinde (sağ tarafına) yatarken, otururken veya ayakta iken bize yalvarıp durur. Fakat biz onun sıkıntısını kaldırınca sanki o başına gelen sıkıntının kalkması için bize dua etmemiş gibi eski yoluna devam eder..." (Yunus, 12).

Burada ise şöyle buyurdu: "Allah onları (bu tehlikeden) koruyunca..." san­ki hiçbir şey olmamış gibi, eski huylan olan taşkınlık ve hem kendilerine hem başkalarına zulüm yoluna dönerler. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyuruyor: 'Denizde herhangi bir tehlike ile karşılaştığınızda Allah'tan başka yardımını istediğiniz bütün putlar hatırınızdan silinir gider, Allah sizi kurtarıp karaya çıkarınca da yüz çevirirsiniz. Zaten insanoğlu nankördür." (İsra, 17/67).

Bundan sonra Cenab-ı Hak ibret almayan, Allah'a olan ahdini bozan ve haddini aşan kişilere hitap ederek şöyle buyurdu: "Ey İnsanlar! Yaptığınız taş­kınlık sadece kendi aleyhinizedir." Yani bu taşkınlığın vebali, cezası ve günahı dünya ve ahirette sizin üzerinizedir, siz onunla hiç kimseye zarar veremez­siniz. Dünya da siz istikrarsız ve geçici bir şekilde ondan istifade ediyorsunuz. Bunun en az cezası vicdanın rahatsızlığı veya misliyle muameledir.

Nitekim İmam Ahmed ve Buharî'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın sahibine ceza vermesini gerektiren haddi aşmak ve akraba ile ilişkiyi kesmekten daha kötü bir günah yoktur."

Tirmizî'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiği bir başka hadis-i şerifte de, "Sevabı en hızlı verilen hayır, ana-babaya itaat ve sıla-i rahimdir. Cezası en hızlı verilen şer ise haddi aşmak ve akraba ile ilişkiyi kesmektir." buyurulmaktadır.

Bir başka hadis-i şerifte de "İki şey vardır ki, Allah bu iki şeyin cezasını dünyada acil olarak verir: Haddi aşmak ve ana-babaya isyan etmek" buyurul­maktadır.

Ahirette ise haddi aşmanın kesin cezası cehennemdir. "Sonra dönüşünüz bizedir" ayetinin ifade ettiği mana da budur. Yani kıyamet günü, hüküm ve ceza günü dönüşünüz yine bize olacaktır. Biz de size bütün amellerinizi haber vereceğiz, onları tam olarak bildireceğiz ve işlediğiniz ameller sebebiyle bun­lara en uygun ve eksiksiz karşılığını vereceğiz. Kim bu karşılığı hayırlı bulursa Allah'a hamdetsin. Kim de hayırdan başka bir şeyle karşılaşırsa kendi nefsin­den başkasını ayıplamasın. Bu ifadede yeteri kadar tehdit ve ibret alanlara şifa verecek tam bir uyarı yer almaktadır. [58]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususları beyan etmektedir:

1- İlâhî nimete inkâr ve nankörlük, Allah'ın ayetlerini yalanlamakla kar­şılık vermek gibi tüm ameller Allah nezdinde gayet kâmil bir şekilde kayd edilmektedir. Hafaza Melekleri her şeyi tescil etmektedir. Sonra da Allah her­kesin öne aldığı veya geciktirdiği şeylerin hesabım görecektir.

2- İnsana çeşitli tehlike, belâ ve musibetlerden kurtulma nimetini ihsan eden sadece Allah Tealâ'dır.

3- Bu ayet deniz yolculuğuna işaret etmekte, sünnet-i seniyye de -cihad için deniz yolculuğunun caiz olduğuna delâlet eden Ümmü Haram kıssasını an­latan Hz. Enes hadisi gibi hadis-i şeriflerle- bunu te'yit etmektedir. Yine bu ayet kulların denizde yolculuk yapmalarının Allah'ın yardımı ve tevfiki ile ol­duğuna delâlet etmektedir.

4- Kâfirlerin tavrı daima ahdi bozmak, ahde vefasızlık etmek şeklindedir. Karşılaştıkları boğulma tehlikesine rağmen bunu hemen unuttuklarını, günah işlemek suretiyle yine yeryüzünde fesat çıkarmaya başladıklarını görürsün.

5- Bağy, fesatçılık ve Allah'a şirk koşmaktır ve zulüm çeşitlerinin en çirki­nidir.

"Bağy" umumiyetle haksız yere tecavüz, haksız yere haddi aşmak mana­sında kullanılır. Haklı olarak haddi aşmak genellikle olmaz. Ancak kısasın ten-fiz edilmesinde, savaşın zaruri durumlarında galip olmak ve zaferi gerçekleş­tirmek için gerekli olduğu bazı durumlarda cihadda -tabir caizse- haddi aşmak haklı yere olabilir.

6- Bağy'in günahını bizzat onu işleyen yüklenecektir. İsterse bu dünyada acil veya gecikmeli bir ceza olsun, isterse ahirette olsun. [59]

 

Fani Olması Açısından Dünyanın Misali

 

24- Dünya hayatının garip hali şuna benzer: Gökten indirdiğimiz yağmur suyu ile -insanların ve hayvanların yediği-yeryüzü bitkileri yeşerir. Nihayet yeryü­zü ziynetlerini takınıp o bitkilerle gayet sırada gece veya gündüz enirimiz gelir  de» orasını bir gün önce hiç yokmuş gibi  kökünden biçilmiş hale getiririz. İşte biz  iyi düşünecek bir topluluk için ayetleri böyle geniş geniş açıklıyoruz.

 

Belagat:

 

"Yeryüzü ziynetlerini takınıp" ifadesinde istiare vardır. Yeryüzü bitkiler, ot­lar ve içeceklerle süslendiği zaman elbisesi ve takılarıyla süslenmiş geline ben­zetilmiştir. Sonra da müşebbehün bih (benzetilen) gelin hazfedilmiş, onun ge­reklerinden biri olan ziynet ve takılara istiare-i mekniyye yoluyla işaret edil­miştir.

"Emrimiz gelir." Azap ve helak etmekten kinayedir. [60]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Dünya hayatının" ikbalden ve insanların aldanmasından sonra süratle sona ermesi ve nimetlerin yok olması açısından meseli "garip hali şuna ben­zer. "

"Gökten indirdiğimiz su ile" yağmur suyu sebebiyle "insanların" yediği meyva, sebze ve tatlılar ile "ve hayvanların yediği" otlar "yeryüzü bitkileri yeşe­rir. " gelişir, birbirine karışır.

"Nihayet yeryüzü ziynetlerini" bitkilerle güzelliği "takınıp" çiçek "o bitkiler­le gayet güzel bir şekle bürünür."

'Yeryüzünde bulunanlar da artık ondan istifade etmeye", ekinlerini biçme­ye, meyvelerini toplamaya, çiçeklerini derlemeye "kadir olduklarını zanneder­ler."

"İşte bu sırada gece veya gündüz emrimiz" kaderimiz veya azabımız "gelir de" oranın ziraatini yok eder. "orasını" ekinlerini, bitkilerini "bir gün önce" yani daha önce (Bu yakın vakte misal için söylenmiş bir tabirdir). Sanki "hiç yok­muş gibi" yani hiç ekilmemiş, yetişmesine hiç fırsat verilmemiş gibi "kökünden biçilmiş" tırpanla kökünden kesilmiş "hale getiririz". Burada anlatılmak iste­nen husus bitkiler henüz yemyeşil, yeni olgunlaşmış iken bu yeşilliğin derhal gitmesi ve çerçöp haline dönüşmesidir.

"İşte biz iyi düşünecek" dolayısıyla bundan istifade edecek "bir topluluk için ayetleri böyle geniş geniş açıklıyoruz." [61]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak geçen ayet-i kerimede "Sizin taşkınlığınız kendi aleyhinize-dir." (Yunus, 23) buyurmuştu. İnsanların taşkınlığına sebep dünyaya karşı hırslı olmaları ve dünya nimetlerinden istifade etmekte aşırı gitmeleri oldu­ğundan yeryüzünde taşkınlık yapan, dünyaya aldanıp ahiretten yüz çeviren in­sanlara bu ilginç misali verdi. Sanki dünya yağmurla sulanmış, gelişip yeşer­miş, çiçeklenip meyvelenmiş ve hasat mevsimi geldiğinde de ansızın bir kasır­ga gelip herşeyin tamamen yok olduğu bir bahçe gibidir.

Bu benzetme Kur'an'ı Kerim'de pek çok yerde tekrar edilmiştir. Meselâ şu ayette olduğu gibi: "İyi bilin ki dünya hayatı sadece bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir gururlanma, mal ve evladın çokluğuyla övünmeden ibarettir. Bu, bir yağmura benzer ki, yeşerttiği bitki çiftçilerin hoşuna gider; sonra o bitki kurumaya yüz tutar, bir de bakarsın ki, sapsarı kesilmiştir. Daha sonra da çer­çöp haline gelir. Ahirette ise şiddetli bir azap veya Allah'ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir." (Hadîd, 57/20). [62]

 

Açıklaması

 

Bu, Cenab-ı Hakkın, süratle sona ermesi, güzelliğinin ve nimetlerinin sü­ratle ortadan kalkması açısından dünya hayatı için verdiği bir misaldir. Bunun da hülâsası şöyledir: Dünya hayatının garip hali, gökten indirilen yağmur suyu ile Allah'ın yeryüzünde çıkarttığı bitkiler gibidir. Yağmur yeryüzüne düştüğü vakit birbiriyle sarmaş dolaş olan, birbiriyle karışan çok çeşitli nebatatı yeşer­tir. Bunlardan bir kimi insanların yediği çeşitli şekil ve cinslerde sebzeler, bak­lagiller ve meyvelerdir. Diğer bir kısmı ise hayvanların yediği yemler, otlar vb. bitkilerdir. "Onunla yeryüzü bitkileri karışır" ayetinin anlamı, yağmur suyuyla yeryüzü bitkileri karışır demektir.

Nihayet bitkilerin gelişmesi tamamlanıp olgunlaşır. Yeryüzü de güzelliğini ve geçici ziynetlerini takınır. Meyveler, sebzeler, çeşitli şekil ve renklerde par­lak çiçeklerle güzel bir şekle bürünür. Bu bitkileri eken ve diken yeryüzü halkı da artık bu meyve sebzeleri toplayabileceklerini, bu ekinleri biçebileceklerini, bunlardan istifade edebileceklerini zannederler.

İşte bu sırada ansızın bir kasırga, soğuk ve şiddetli bir rüzgar eser, o bitki­lerin yapraklarını kurutur, meyvelerini çürütür.

Burada dikkat edilecek bir husus yeryüzü anlatılırken buradaki bitkilerin murad edilmiş olmasıdır. Zaten konu da anlaşılmaktadır. Bitkiler de yeryüzün­den bir parçadır.

İşte "Gece veya gündüz emrimiz gelir" ayetinin manası da budur. Yani gece veya gündüz onun helak olması için takdir edilen kaderimiz iner. Orasını bun­dan önce hiç yokmuş gibi, hiçbir nebat yeşermemiş gibi, yemyeşil ve göz alıcı durumdan sonra kupkuru, kökünden biçilmiş bir ekin tarlası haline getiririz.

İşte bütün işlerde ortadan kalktığı zaman sanki hiç yokmuş gibi olur. "O kasabaların halkı onlara gece uyurlarken onlara azabımızın gelmeyeceğinden emin midirler? Ve yine o kasabaların halkı kuşluk vakti eğlenirlerken onlara azabımızın gelmeyeceğinden emin midirler?" (A'raf, 7/97-98).

Yine Cenab-ı Hak helak olanları şu şekilde anlatmaktadır: "Nihayet za­limleri korkunç bir çığlık yakaladı. Böylece kendi yurtlarında diz üstü yığılıp kaldılar. Sanki yeryüzünde hiç yaşamamışlar gibi izleri silinip gitti." (Hud, 11/67-68).

İmam Ahmed, Müslim, Nesai ve İbni Mace'nin Hz. Enes'ten rivayet ettik­leri bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Dünya ehlinin en zengini getirilir. Cehenenneme bir defa sokulur ve ona "Hiç hayır gördün mü? Sana hiçbir nimet uğradı mı?" denilir. O da "Hayır" der. Sonra dünyada en büyük sıkıntıyı çeken kişi getirilir. Cennet nimetlerine bir defa batırılır. Sonra ona "Hiç sıkıntı gördün mü?"denilir. Oda "Hayır"der."

Bundan sonra Cenab-ı Hak "... Ayetleri böyle geniş geniş açıklıyoruz" bu­yurdu. Yani dünyanın halini ve süratle yok olacağını açıklayan bu apaçık misal gibi, tevhid ve cezanın ispatını ve insanların dünya ve ahirette huzurla yaşa­malarına vesile olacak herşeyi gösteren delil ve hüccetleri Allah'ın ayetleri ko­nusunda düşünen, dünyanın dünyaya aldanan ve nimetlerinden istifade eden dünya ehlinden süratli bir şekilde ayrılacağı hakkındaki bu misalden ders ve ibret alma hususunda düşünce ve akıllarını kullanan bir topluluk için geniş ge­niş açıklıyoruz. Çünkü dünyanın tabiatı onu arzu edenden kaçmaktır, dünya­dan kaçanı da yakalamaktır.

Dünyanın yeryüzü bitkilerine benzetilmesi Allah'ın kitabında pek çok yer­de geçmektedir. Hadid süresindeki az önce belirtilen ayette yine Kehf süresin­deki şu ayette bu misal verilmektedir: "Sen onlara dünya hayatını misal olarak ver. (Geçici dünya hayatı şuna benzer): Biz gökten yağmur suyu indiririz. Yeryü­zündeki bitkiler bu su ile karışıp yeşerir. En sonunda da kuruyup rüzgarın sa­vurduğu çerçöp haline gelir. Allah her şeyin üstünde bir kudret sahibidir." (Kehf, 18/45).

Zümer suresinde ise şöyle buyurulur: "Görmüyor musun? Allah gökten su indirip, onu yer altındaki kaynaklara katar, sonra onunla çeşitli renklerde bit­kiler çıkarır. Sonra o bitkiler kurur, sararıp solduklarını görürsün. Sonra da Allah onları çer-çöp haline getirir. Şüphesiz ki bunda akıl sahipleri için ibret vardır." (Zümer, 39/21). [63]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet dünya hayatının çabuk sona erip kaybolacağını, insanların ve hayvanların geçiminin yerden çıkan nimetlere bağlı olduğunu, insanın Allah'ın kudreti ve hakimiyeti önünde zayıf ve aciz olduğunu, Allah'ın iradesinin azap ve helak etme gibi derhal yerine geldiğini, Allah Tealâ'nın düşünce ve aklını kullanacak kimseler için bir takım misaller ve deliller açıkladığını ifade etmek­tedir. Çünkü bu dünyanın sonucu da tıpkı insanların kendisinden yararlanma ümitleri taşıdığı şu bitkinin sonucu gibi olacaktır. İstifade etme emelleri arttık­ça ondan ümitsizlik doğacaktır.

Bu ayetten maksat, kişinin daimi bir şekilde dünya nimetlerine bağlan­maması ve dünyanın yaldızlı şekline aldanmaması, ahiret açısından yapması gerekli hususları unutmamasıdır. Bu durumda telâfisi mümkün olmayan bü­yük bir kayba uğramış olur. Zira bu takdirde hem dünyasını hem de ahiretini kaybetmiş olur. Bu da "Hemen ümitsizliğe kapılıp şaşkınlığa döndüler." (En'am, 6/44) ayetinin manasıdır. [64]

 

Cennete Teşvik, İyi Amel İşleyenlerle Kötü Amel İşleyenlerin Ahiretteki Durumları

 

25- Allah (kullarını) huzur ve selâmet yurduna (cennete) çağırır ve dilediğini doğru yola iletir.

26- Güzel amel işleyenlere en güzel mü­kâfat ve daha fazlası vardır. Onların yüzlerinde keder ve zilletten bir eser yoktur. İşte bunlar cennetliktir. Orada ebedî kalacaklardır.

27- Kötü amel işleyenlerin cezaları ise kötülükleri kadardır. Onların yüzlerini zillet kaplayacak, kendilerini Allah'tan (Allah'ın azabından) koruyacak hiç bir kimse de bulunmayacaktır. Yüzlerini sanki gecenin karanlığından bir parça (zulmet) kaplamıştır. İşte bunlar cehen­nemliktir. Orada ebedî kalacaklardır.

 

Belagat:

 

"Güzel amel işleyenlere, en güzel mükâfat.." Bu ikisi arasında cinas-ı işti­kak sanatı vardır.

'Yüzlerini sanki gecenin karanlığından bir parça kaplamıştır." Mürsel ve mücmel benzetme vardır. [65]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah" kullarını "huzur ve selâmet yurduna" yani cennete "çağırır". Cen­nete bu ismin özellikle verilmesi bu hususa dikkat çekmek içindir. Allah sizi cennete götürecek imana çağırıyor. Hidayete ermesini "ve dilediği kimseyi" tev-fiki ile "doğru yola" yani İslâm dinine "iletir."

"Selamet yurduna çağırır" sözü ile davetin umumi oluşuna "dilediği kim­seyi" ifadesiyle de hidayetin Allah'ın iradesi ile tahsis edilmesine dalâlet üzeri­ne ısrar edenlerin Allah'ın hidayetini murad etmediğine işaret vardır.

İman ile "Güzel amel işleyenlere en güzel mükâfat" en güzel sevap -ki o da cennettir "ve daha fazlası vardır." yani Allah'ın lütfuyla verilen sevaptan daha fazlası verilecektir. Bu fazlalık, Müslim'in rivayet ettiği hadiste olduğu gibi Al­lah Tealâ'ya nazar etmektir. Bir görüşe göre fazlalık, on misli katlanmasıdır.

Bunun bir lütuf olduğunun delili Cenab-ı Hakkın şu sözüdür: "Allah onlara fazlından arttırır." (Nisa, 4/173).

"Onların yüzlerinde keder" toz, duman, siyahlık "ve zilletten" horluk ve aşağılık duygusundan "bir eser yoktur." Manası: Cehennemliklerin yüzlerini bürüyen hiçbir şey onların yüzlerinde yoktur, yahut onları üzüntü veya her hangi bir kötü hal kaplamaz.

"İşte bunlar cennetliktir. Orada ebedî kalacaklardır." Yani zeval bulmadan, nimeti sona ermeden, dünya ve dünya ziynetlerinin hilâfına daimi bir şekilde kalacaklardır.

"Kötü amel işleyenlerin" yani şirk koşanların "cezaları ise kötülükleri ka­dardır." Yani her kötülüğe karşılık bir kötülük yazılmış, daha fazla yazılma­mıştır.

"Kendilerini Allah'tan" yani Allah'ın gazabından, Allah tarafından, Allah nezdinden "koruyacak hiç bir kimse" hiçbir güç "de bulunmayacaktır". Halbuki müminleri koruyacak bir vasıta vardır.

'Yüzlerini sanki gecenin karanlığından bir-parça" yani son derece koyu bir siyahlık ve zulmet "kaplamıştır."

"İşte bunlar" bu kâfirler "cehennemliktirler." Çünkü ayet kâfirler hakkın­dadır, küfr ve şirk ise "seyyiat" tandır. Ayrıca güzel amel işleyenler ifadesi de ehl-i kıbleden olan ancak büyük günah işleyen kimseleri içine almaktadır. Bunlar da güzel amel işleyenlere dahildir. [66]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak önceki ayette verdiği misalle gafilleri dünyaya meyletmekten sakındırdıktan sonra buradaki ayetlerde de ahirete teşvik etti, iyi amel işle­yenlerle kötü amel işleyenlerin ahiretteki durumlarını anlattı.

Ahirete teşvik etmenin bir delili de Peygamberimiz (s.a.)'den rivayet edi­len şu hadis-i şeriftir: "Benimle sizin durumunuz şu misale benzer: "Bir efendi bir bina yapıyor, sofra hazırlıyor, bir davetçi gönderiyor. Kim bu davetçiye icabet ederse, eve giriyor, sofradan yemek yiyiyor, bu efendi de ondan memnun kalıyor. Kim icabet etmezse eve girmiyor, yemek yemiyor, efendi de ondan memnun kal­mıyor. İşte bu efendi Allah'tır. Ev, İslâm yurdudur. Sofra, cennettir. Davetçi de, Muhammed (s.a.)'dir"[67]

Yine bir başka hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: "Güneşin doğduğu hiçbir gün yoktur ki, iki melek Güneş'in iki yanında durup insanlar ve cinler hariç bü­zün mahlûkatın işiteceği bir sesle şöyle bağırmasın: Ey insanlar! Rabbinize ko­şun. Allah sizi selamet ve huzur yurdu olan cennete davet ediyor. "[68]

 

Açıklaması

 

Cenab-ı Hak dünyayı ve dünyanın süratle yok olacağını zikrettikten sonra cennete teşvik edip davet etti. Şöyle buyurdu: "Allah (kullarını) huzur ve sela­met yurduna (cennete) çağırır."

Yani Allah cennete götürecek iman ve salih amele davet ediyor. Cennet her çeşit afet, leke, noksanlık, ve kederden salim olduğu için Yüce Allah ona bu ismi verdi.

Allah'ın selâmet yurduna davet edip imanla emretmesi bütün insanlar içindir. Dilediğini de cennete ulaştıran doğru yola muvaffak kılar. Doğru yol, inançları, ahlâkî esasları ve hükümleriyle İslâm dinidir. Çünkü İslâm yolu eğ­riliği olmayan dosdoğru bir yoldur. İmanla emrolunmanın aksine hidâyet ilâhî iradeye mahsustur.

Bilindiği gibi hidayet iki çeşittir.

1- İrşad ve delâlet (yol gösterme) manasında hidayet. Bu, bütün insanlar için umumidir. Bu imana ve İslâm'a davet etmektir.

2- Tevfik (doğru yola iletme) manasında hidayet. Bu, Allah'ın kullarından hak yola eriştirdiği, dilediği kimselere mahsustur. Bunun manası, Allah'ın yar­dımcı olması ve muvaffak kılmasıdır.

Bu İslâm'a davetin sebebi davet edilenlere menfaati sağlamaktır. Çünkü dünyada iman ve amel-i salih ile güzel amel işleyenlere ahirette en güzel mü­kâfat verilecektir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İyiliğin mükâfatı ancak iyiliktir." (Rahman, 55/60).

Bu şekilde olan kullara daha da fazla mükâfat vardır. Bu da güzel amelle­rin sevabının on misliyle katlanması veya yedi yüz misline kadar çıkması hatta daha da fazlasının verilmesidir.

Bütün bu verilenlerden daha fazlası, daha büyüğü "Allah Tealâ'nın cema­line bakmaktır."

İmam Ahmed, Müslim ve bir grup hadis imamı Suheyb (r.a.)'den rivayet ediyorlar ki: Peygamberimiz (s.a.) "Güzel amel işleyenlere en güzel mükâfat ve daha fazlası vardır" (Yunus, 26) ayetini okudu ve şöyle buyurdu: "Cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme girdiği zaman bir münadi nida eder, der ki: "Ey Cennet Ehli! Allah nezdinde size verilen bir vaad vardır. Allah o vaadi yeri­ne getirmeyi istiyor. Cennet ehli derler ki: O nedir? Allah bizim amel terazileri­mizi ağırlaştırmadı mı? Yüzlerimizi nurlandırmadı mı? Bizi cehennemden ko­ruyup cennete koymadı mı?" Peygamberimiz (s.a.) sözüne devam etti: "Onlar için perde kaldırılır. Cenab-ı Hakka bakarlar. Allah'a yemin ederim ki, Allah onlara kendisine bakmaktan daha sevimli ve gözlerini aydın kılacak daha gü­zel bir nimet vermemiştir."

İbni Cerîr ve İbni Ebî Hatim Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet ediyorlar ki: Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdular: "Şüphesiz kıyamet günü Allah bir münadi gönderir. Münadi baştakilerin de sondakilerin de işiteceği gür bir sesle der ki: Ey Cennet ehli! Allah size en güzel mükâfatı ve daha fazlasını vaad etti. En güzel mükâfat cennettir. Daha fazlası da Rahmanın cemaline bakmaktır."

Bu ayetin bir benzeri de şu şekildedir: "Allah yaptıkları amellerle kötülük­te bulunanları cezalandıracak güzel amel işleyenleri de daha güzeliyle mükâfat-landıracaktır." (Necm, 53/31).

"Onların yüzlerinde keder ve zilletten bir eser yoktur." Yani kâfirlerin yüzü­nü kaplayan simsiyah duman, kapkara toz, horlanma ve küçümseme onların yüzünü kaplamaz; onlara ne içte ne dışta küçümseme yoktur. Bilakis onlar Ce-nab-ı Hakkın buyurduğu gibi "Allah onları o günün şiddetinden korur. Yüzleri­ne güzellik verir, kalplerini sevinçle doldurur." (İnsan, 76/11).

Kâfirlerin yüzlerinde iki sıfat vardır.

1- "Kater", yüzlerinde siyahlık... şu ayette de geçmektedir: "O gün tozlan­mış ve karanlık bürümüş yüzler vardır." (Abese, 80/40).

2- "Zillet", horlanma, aşağılanma şu ayette de geçmektedir: "O gün bir kı­sım yüzler zelil ve perişandır, uğraşmış yorulmuştur." (Gaşiye, 88/2- 3).

İşte bu özellikleri taşıyan cennetliklerdir, başkaları değil. Cennet ehli ora­da ebedî olarak kalacaklardır. Orada zeval de, nimetin sona ermesi de yoktur.

Cenab-ı Hak saadete erenlerin durumunu haber verdikten sonra bedbaht olanların durumuna da temas etti. Bu, Kur'an üslûbundaki karşılaştırma ve denge sağlama hususundaki umumi bir metoddur.

Allah'ın birinci gruba karşı muamelesi lütuf ve ihsanda bulunma, ikinci gruba karşı muamelesi de adaletle muameledir.

Dünyada -küfür, şirk ve zulüm gibi- masiyet ve günahları işleyenlere veri­lecek olan karşılık da adil bir cezadır. O da kötülüğü misliyle cezalandırmak, daha fazla ceza vermemektir.

Nitekim Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede "O gün kimse kimseye bir fayda sağlayamaz. Ogün emir Allah'ındır." (İnfitar, 82/19) buyurmaktadır.

Yine Cenab-ı Hak "İşte o gün insan:" Kaçacak yer neresi?" der. Hayır, ha­yır! Sığınacak bir yer yoktur. O gün herkesin varıp duracağı yer ancak Rabbi-nin huzurudur." (Kıyame, 75/10, 12).

"Yüzlerini sanki gecenin karanlığından bir parça (zulmet) kaplamıştır." Yüzlerini son derece karanlık ve zulmetli gecenin karanlığından siyah perdeler ve siyah parçalar kaplamıştır: Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"O gün bazı yüzler ağaracak, bazı yüzler kararacaktır. Yüzleri kararanlara şöyle denilecektir: İman ettikten sonra inkâr mı ettiniz? O halde inkâr ettiğiniz­den dolayı azabı tadın."

'Yüzleri ağaranlar ise Allah'ın rahmetindedirler. Onlar orada ebedî kala­caklardır. " (Âl-i İmran, 8/106,107).

Başka bir surede de "O gün parlayan, gülen ve sevinen yüzler vardır. Yine o gün tozlanmış ve karanlık bürümüş yüzler de vardır. İşte bunlar kâfirler ve facirlerdir." (Abese, 80/38, 42).

"İşte bunlar cehennemliktir." Yani bu sıfatlarla muttasıf olanlar cehennem ehlidirler, onlar ebedî orada kalacaklardır. [69]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler ebedî saadete davet, iman ve amel-i salih yoluyla cennetlerde ebedî kalmak hususlarında gayet açık ifadelerle tebligatta bulunmaktadırlar. Bu yolun ana işaretlerini açıklamakta ve "Allah sizi dünya malı toplamaya de­ğil, itaat etmeye çağırıyor" diyerek ilân etmektedir. Selâmet yurduna yani cen­nete ulaşmanız için itaate, yani dinin ahkâmına uymaya davet etmektedir.

Katade ve Hasan el-Basrî diyorlar ki: es-Selâm, Allah'tır. Selâm yurdu da cennettir. Cennete daru's-Selam (selâmet yurdu) ismi verilmiştir. Çünkü oraya giren afetlerden selâmete ermiştir.

"Selâmet yurduna çağırır" sözüyle bütün insanları iman dairesine davet etmek suretiyle hüccetini ortaya koymak için umumi bir ifade kullanılmıştır.

Hidayeti ise Yüce Allah, yarattıklarından müstağni olduğunu beyan et­mek ve emir ile iradeyi ayırd etmek için dilediği kimseye tahsis etmiştir.

Hidayet bu umumi davetten ayrı, hususi bir durum olup ilâhî tevfike bağ­lıdır.

Sırat-ı müstakim (doğru yol) tektir, ister Allah'ın kitabı, isterse İslâm di­yelim, sonuç değişmez.

Dünyada güzel amel işleyenlere en güzel sevap olarak cennet vardır. Ayrı­ca Allah tarafından lütfedilen bir de "ziyade mükâfat" vardır. Bu da sevapların kat kat verilmesi ve Yüce Allah'ın cemaline bakmak, zahirî ve batınî saadeti hissetmektir. Onlar Allah'ın huzurunda toplandıklarında yüzlerinde duman perdesi, siyahlık, zillet ve horlanma da yoktur.

Allah'a başkalarını şirk koşan ve kötü amel işleyenlere, Allah'ın nimetine nankörlük edip iman ve ihsanla karşılık vermeyenlere günahlarına karşılık hiç ilâve yapılmadan adalet prensibine uyularak aynen ceza verilecektir. Onları aşağılanma, rezil olma, horlanma, ayıplanma duygusu kaplayacaktır. Onların hiçbir koruyucusu yoktur. Allah'ın azabından kurtaracak hiçbir kimse yoktur. Yüzleri kapkaradır. "Yüzlerini sanki gecenin karanlığından bir parça zulmet kaplamıştır."

Allah lütfuyla ve rahmetiyle bizi cennetinin ehlinden eylesin. İkramda, ih­sanda, in'amda bulunarak bizi cehennem ehlinin azabından korusun. Bizi Hak yola iletsin. Amin.

Ehl-i Sünnet bu ayet ve bu ayeti açıklayan hadis-i şeriflerle ahirette Ce-nab-ı Hakkın görüleceğini ispat etmişlerdir. Bu durumu şu ayet te'kit etmekte­dir: "O gün Rablerine bakan, pırıl pırıl parlayan yüzler de vardır." (Kıyame, 75/22, 23) Bu ayet cennet ehli için iki durumu ispat etmektedir. Birincisi yüzle­rinin nurlu, parlak oluşu. İkincisi Allah'ın cemaline bakmalarıdır. [70]

 

Mahlukatın Mahşer Yerinde Toplanmaları Ve Allah'a Ortak Koşulanların Müşriklerden Berî Olduklarını İlân Etmeleri

 

28- O gün bütün insanları bir araya top­larız. Sonra Allah'a ortak koşanlara şöyle deriz: "Siz ve Allah'a ortak koştuklarınız, yerinizden kımıldamayın." Sonra müşriklerle ortak koştukları şeyleri birbirinden ayırırız. Ortak koştukları şeyler (putlar müşriklere) şöyle derler:.Siz bize tapmıyordunuz."

29- Bizimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter.'Bize taptığınızdan da hiç Orada herkes daha önce yaptıklarından dolayı imtihan verir. Hak olan Mevlâlarına döndürülürler. (Allah'a or­tak olarak) uydurdukları şeyler de ken­dilerinden ayrılıp kaybolur.

 

Kelime ve İbareler:

 

"O gün onları" yani bütün insanları... Bunlar da daha önceki ayette belir­tilen güzel amel işleyenler ve kötü amel işleyenler olmak üzere iki gruptur, "bir araya toplarız." Ayette geçen haşr, her taraftan tek bir yere toplamaktır.

"Sonra Allah'a ortak koşanlara şöyle deriz: "Siz ve Allah'a ortak koştukla­rınız" siz ve putlarınız "yerinizden kımıldamayın." Yani ne şekilde muameleye tabi tutulacağınız bildirilinceye kadar yerinizden ayrılmayın. Bu sözle tehdit ve vaid (azapla korkutma) murad edilmektedir.

"Sonra müşriklerle ortak koştukları şeyleri birbirinden ayırırız." Aralarını açarız, aralarındaki ilişkiyi keseriz.

"Ortak koştukları" putlar, kendilerine tapan müşriklere "şöyle derler: Siz bize tapmıyordunuz!" Bu ifade müşriklerin taptıkları putların kendilerine ta-pümasından berî olduklarını, böyle bir şeyi kabul etmediklerini açıklayan me­cazi bir ifadedir. Çünkü müşrikler gerçekte putlara değil, kendilerine Allah'a şirk koşmayı emreden nefsi arzularına tapıyorlardı.

"Bizimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Bize taptığınızdan da hiç haberimiz yoktu." Bu sözü Allah'tan başka kendisine tapılan melekler, Mesih aleyhisselâm ve diğer akıl sahipleri söyler. Bir görüşe göre, Allah (c.c.) putları konuşturur. Müşriklerin bekledikleri ve Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle "Biz onla­ra ancak bizi daha çok Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." (Zümer, 39/3) ve yine "Bunlar bizim Allah katında şefaatçılarımızdır." (Yunus, 10/18) di­yerek ümit bağladıkları putlarıyla yüzyüze görüştürür.

"Orada" işte o günde veya o mahşer yerinde "herkes daha önce yaptıkların­dan dolayı imtihan verir." Dolayısıyla zararını veya faydasını görür.

"Hak olan Mevtalarına" yani Rablerine ve gerçekten bütün işlerini yürü­ten Allah'a döndürülürler, mevlâ olarak kabul ettikleri fani varlıklara değil. Hak, devamlı olan, zaman yeri ve şahsa göre değişmeyen doğrudur. Onlar Al­lah'a "döndürülürler." Yani kendilerine geçmişte yaptıklarına karşılık Allah'ın azabına götürülürler.

Allah'a ortak olarak "uydurdukları şeyler de ayrılıp kaybolur." [71]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak güzel amel işleyenlerle kötü amel işleyenlerin kıyamet günü son durumlarını açıkladıktan sonra onların bir araya toplanacakları ceza gü­nünü anlattı.

O gün putlara tapanlarla taptıkları putlar bir araya gelir. Sonra putlar kendisine tapanlardan uzak olduğunu ifade eder, bu tapınmanın kendilerinin bilgisi ve iradesi ile yapılmadığını ortaya koyarlar. Bundan maksat şefaatçi ol­duklarının reddedilmesidir. Çünkü müşrikler "Onlar bizim Allah katında şefa­atçılarımızdır. " (Yunus, 10/18) diyorlardı. Cenab-ı Hak da onlara o kâfirler için şefaatçi olamayacaklarını, bilakis onlardan uzak olduklarını ifade edeceklerini beyan etti. Bu da kâfirler hakkında son derece rezil ve rüsvay olacaklarına de­lildir. [72]

 

Açıklaması

 

Bu, kıyamet tablolarından açık-seçik bir tablodur. Burada müşriklerle sahte tanrıları arasındaki şirk alâkası konu edilmektedir.

Allah peygamberine diyor ki: Ey Peygamber! Bütün yeryüzü halkını, in­sanları, cinleri, iyileri kötüleri ile bir araya toplayacağımız o günü düşün. On­ların aralarında daha önce anlatılan güzel amel işleyenlerle kötü amel işleyen­ler de olacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Hiçbir kimseyi geride bırakmadan, onların hepsini bir araya toplayacağız." (Kehf, 18/47).

"Sonra müşriklere" Allah'la birlikte O'na ortak koşanlara şöyle deriz: Siz de Allah'a ortak koştuğunuz şeyler de yerinizden kımıldamayın. Size ne şekilde muamele edileceğini görmeden yerinizden ayrılmayın; şu ayette buyrulduğu gi­bi: "Onları (yerlerinde) durdurun. Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir." (Saffat, 37/24) Bu ayette bütün mahlûkat önünde azarlama ve vaid (azapla korkutma) manası vardır.

Sonra müşriklerle ortak koştukları şeyleri birbirinden ayırırız, dünyada iken aralarında bulunan irtibatı keseriz.

Müşriklerin Allah'a ortak koştukları şeyler kendilerine tapanlardan uzak olduklarını ifade ederek şöyle derler: Gerçekte siz bize tapmıyordunuz. Siz an­cak Allah'a eş koşmanızı emreden ve sizlerin de itaat ettiğiniz şeytanlara tapı­yordunuz. Bu ifadede tehdit ve vaid (azapla korkutma) vardır. Çünkü o anda müşriklerin putlardan şefaat ümitleri yıkılmaktadır.

Allah'a şirk koşulan şeyler ya Allah'tan başka kendilerine ibadet edilen melekler, veya İsa Mesih (a.s.) yahut Allah'ın konuşturduğu putlardır. Evlâ olan görüşe göre buradaki "Allah'a şirk koşulan şeyler''den murad Allah'tan başka kendisine tapılan put, Güneş, Ay, melek, insan ve cin gibi her şeydir.

Bize tapın diye sizi davet etmediğimize, size böyle bir şeyi emretmediğimi­ze ve sizin bu hareketinize razı olmadığımıza şahid ve hakem olarak Allah ye­ter! Bu ayet müşriklere ve putperestlere bir tehdittir.

Bize taptığınızdan da hiç haberimiz yoktu. Böyle bir şeyi bilmiyorduk, gör­müyorduk; bundan da razı olamazdık. Kurtubî diyor ki: Biz ibadetinizden ha­bersiz idik, duymuyor, görmüyor, düşünmüyorduk. Çünkü biz ruh taşımayan cansız varlıklar idik.

Orada hesap noktasında kıyamet günü herkes daha önce yaptığı hayır ve­ya şer amellerini bilir, tadar ve imtihan verir. Bu ameller nasıl idi? Çirkin mi, güzel mi olduğunu öğrenin. Tıpkı imtihana girip de kendi durumunu öğrenen kişi gibi. Nitekim bir ayet-i kerimede "O gün bütün gizli işler yoklamaya tabi tutulur." (Tarık, 86/9) buyurulmaktadır.

"Hak olan Mevlâlarına döndürülürler." Allah'a çevrilirler. Bütün işler son derece adil bir hakem olan değişmeyen ve daimi olan Hak Tealâ'ya, Allah'a dö­ner. O kesin hükmünü verir ve cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenne­me girer. Bu putlar ve Allah'a ortak koşulan şeyler hariç..

"Uydurdukları şeyler de kendilerinden ayrılıp kaybolur." Yani müşriklerin iftiraları ve Allah'a iftira ederek O'nu bırakıp taptıkları şeyler, Allah'a eş say­dıkları sahte tanrılar bütün bunlar ayrılıp kaybolurlar. Onlara ne yardımcı ka­lır ne de şefaatçi. O gün her şey Allah Tealâ'ya aittir.

Bu ayet de müşriklerin putların kendilerine şefaatçi olacakları ve onlara tapmanın kendilerini Allah Tealâ'ya yaklaştırdığı şeklindeki iddialarının asıl­sız olduğuna dair bir uyandır. [73]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:

1- Haşir (bütün mahlûkatın her taraftan gelip bir meydanda toplanmala­rı) kıyamet günü gerçekleşecektir.

2- Kıyamet günü müşriklerle Allah'a şirk koştukları şeyler arasındaki iliş­ki tamamen kesilecektir.

3- Kâfir ve müşriklere bu ayetlerde defalarca vaidde (azapla uyarmada) bulunulmaktadır: "Siz ve Allah'a ortak koştuklarınız, yerinizden kımıldama­yın. " "Ortak koştukları şeyler şöyle derler: Siz bize tapmıyordunuz." Bizimle si­zin aranızda şahit olarak Allah yeter."

4- "Orada herkes daha önce yaptıklarından dolayı imtihan verir." ayeti müşriklerin, yaptıkları şirk ve tapınmalardan dolayı eliboş, rezil, rüsvay ola­caklarını ortaya çıkarmaktadır.

5- Allah Tealâ kendisini "Hak" olarak tavsif etmektedir. Çünkü hak O'n-dan alınır. Tıpkı "adalet" olarak tavsif ettiği gibi. Çünkü O adildir, adalet O'n-dan sadır olur. Yani her adalet ve hak Onun tarafından gelen emirlerdendir.

6- Müşriklerin şirk koştukları putlardan şefaat beklemeleri ve putların kendilerini Allah'a yaklaştıracağı şeklindeki ümitleri boşa çıkmaktadır.

Allah Tealâ'nın kâfirlerin hiçbir mevlaları, yardımcı ve dostları olmadığını bildirmesine rağmen, 30. ayet-i kerimede "Hak olan Mevlâ'larına döndürülür­ler..." denilmesinin sebebi şudur: Buradaki "Mevlâ" dan murad şöyledir: "Allah nzık ve nimetleri verme hususunda onların mevlalarıdır, yoksa yardım ve des­tek olma noktasında mevlaları değildir." [74]

 

Müşriklerin Allah'ın "Rab" Sıfatına İnanmaları Deliliyle Tevhidin İspat Edilmesi

 

31- De ki: Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Size kulak ve gözleri  bahşeden kimdir? Ölüden diriyi çıka ran» diriden de ölüyü çıkaran kimdir? Bütün işleri düzene koyan kimdir? "Allah'tır" diyeceklerdir. De ki: O halde Allah'tan hiç korkmaz mısınız?

32- İşte bu, "Hak" olan Rabbiniz Allah Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır? Öyle ise nasıl (Hak'tan)  döndürülüyorsunuz? 

33. Böylece Rabbinin (Hak) yoldan çı­kanlar için söylediği "Onlar iman et­mezler" sözü gerçekleşmiş oldu.

 

Belagat:

 

"Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır?" Bu ifade inkâr manasında sorudur. Yani hakkın dışında sadece sapıklık vardır, kim Allah Tealâ'ya kulluk olan hak çizgiyi geçerse sapıklığa düşer. [75]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Bütün işleri düzene koyan kimdir1?" Bütün dünyanın işlerinin düzenlen­mesini üstlenen kimdir. Bu cümle hususi ifadelerden sonra umumi bir ifadedir.

"işte bu" bütün işleri yapan "hak olan" Rab sıfatı hiç değişmeyen, sizi yok­tan var eden, size can veren size rızık veren ve işlerinizi düzene koyan "Rabbi­niz Allah'tır".

"Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır." Yani hak olan Allah'a kul­luktan başka sadece dalâlet ve sapıklık vardır.

"Öyle ise" Hak'tan "nasıl döndürülüyorsunuz?" Delil ortaya konduktan sonra hakkı ve imanı bırakıp başka bir tarafa nasıl dönüyorsunuz?

"Böylece" yani onlar haktan nasıl yüz çevirdilerse "Rabbinin yoldan çıkan­lar" kâfirler "için söylediği, onlar iman etmezler sözü" verdiği bu hükmü yahut cehennemi mutlaka dolduracağım ifadesi "gerçekleşmiş oldu." [76]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak müşriklerin Allah'a eş ve ortak koşmak suretiyle canlarına kıydıklarını açıkladıktan sonra, putlara tapmak şeklindeki görüşlerinin geçersiz ve asılsız olduğunu delillerle belirtti. Onların bu görüşleri geçersiz olduğu­na göre onların nzık veren, beş duyunun gerçek sahibi olan, dirilten ve öldüre­nin Allah olduğunu ikrar etmeleri deliliyle tevhid görüşünün doğruluğu sabit olmuştur. Allah Tealâ müşriklerin Allah'ın birliğini ve Rab olduğunu itiraf et­melerinin, Allah'ın tek ilâh olduğunu kabul etmeleri için yeterli delil olduğunu ifade etmektedir.[77]

 

Açıklaması

 

Ey Peygamber! Mekke müşriklerine ve benzerlerine şöyle de ki: Gökten yağmuru indiren kimdir? Bu yağmur yeryüzünün ekinler, çiçekler ve ağaçlarla yeşermesine sebep olmaktadır. Yerden hububat, üzüm, hayvan yemi, zeytin, hurma ağacı, ağaçları birbirine girmiş bahçeler, pek çok meyveler yetişmekte­dir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "De ki: Sizi yoktan var eden si­ze kulaklar, gözler, kalpler veren O'dur." (Mülk, 67/23).

Bu duyular ilim, bilgi ve bu dünyada olup bitenleri idrak etme vasıtalarıdır.

Burada sadece göz ve kulağı zikretmiştir. Çünkü beş duyunun en önemli­leri, yani ilim elde etme vasıtaları bunlardır.

Büyük kudretiyle hayat ve ölümü emreden kimdir? O diriltir, öldürür, ölü­den diriyi çıkarır, diriden ölüyü çıkarır. Tıpkı hurma çekirdeğinden hurma ağa­cını, yumurta veya nutfeden hayvanı çıkarttığı gibi, yine bunun aksi olarak ağaçtan çekirdek veya tohumu, hayvandan yumurta veya meniyi çıkarttığı gibi.

Bütün bu misallerde hayat ve ölüm alametlerini icat etmeye delil vardır. Bitkilerdeki hayatın alâmeti gelişmedir. Hayvanlarda ise gelişme, irade ile ya­pılan harekettir.

Bazı alimler ise ayette geçen "hayat" ve "ölüm"ü manevî bir şekilde kâfir­den müminin, müminden kâfirin çıkması şeklinde tefsir etmişlerdir. Tefsir alimlerinin çoğunluğu ayeti birinci mana ile açıklamışlardır. Razî'nin dediği gi­bi birinci mana gerçeğe daha yakındır.

Müfessirler, canlılara nutfe ile, ölülere yumurta ile misal verirken insanla­rın genellikle baktıkları zahiri durumu, hareket ve gelişmeyi dikkate almışlar­dır. Bu görüş bugün biyoloji bilginlerinin söylediği çekirdek, yumurta, meni ve nutfede hücre hayatının bulunduğu şeklindeki açıklamalarıyla çelişki arz et­memektedir. Çünkü bu hayat hareket ve gelişme bulunmayan özel bir hayat şeklidir.

Modern ilimde diriden ölünün çıkmasına misal olarak insan vücudunun kan ve derideki ölü hücreleri atması, buhar ve terle dışarı çıkması, ölüden diri­nin çıkmasına misal olarak hararetle yanan gıdayla insanı alması ve ondan ka­nın meydana gelmesi verilebilir.

Yeni bilim adamları "Diri ancak diriden çıkar" derlerse, şüphesiz birinci hayatın Allah'ın yaratmasıyla olduğunu kabul etmektedirler.

Durum nasıl olursa olsun ayetten maksat Allah'ın kâmil bir kudret sahibi olduğunu, hayatı ve ölümü kendisinin yarattığını misallerin hepsinde de ispat etmektir. Kur'an'ın genel ve mutlak ifadeleri ilmin kabul ettiği herhangi bir misale uygulanabilir.

Bütün cihanın işlerini düzene koyan, her şeyin mülkiyetini elinde tutan kimdir? Halbuki O, tasarruf sahibidir, hakimiyet sahibidir, Onun hükmüne karışacak hiçkimse yoktur. Kullan yaptıkları işlerden sorumlu olduğu halde O yaptığı işlerden sorumlu değildir.

Müşrikler bu beş soruya karşılık olarak "Bunları yapan Allah'tır", demek­ten kendilerini alamadılar. Durum gayet açık olduğundan, gerçekte daha baş­ka verilecek hiçbir cevap da bulunmadığı için kibirlenmeden, inat etmeden, te­reddüt ve şüpheye düşmeden "yoktan var eden de yok eden de Allah'tır", diye cevap vermekten başka çare bulamadılar.

Ey Rasulüm! Gerçeği itiraf ettiklerinde onlara de ki: Hiçbir şey Allah'a eş ve ortak olmadığı ve bu fani varlıkların hiçbir faydası veya zararı dokunmadığı halde, bunları Allah'a şirk koşmak ve Allah'tan başkasına tapmak suretiyle kendinizi Allah'ın cezasına çarptırmaktan sakınmıyor musunuz?

İşte bu, son derece üstün yaratma kudreti ve eşsiz irade ile muttasıf olan, sizi yaratan, lütfuyla sizi terbiye eden ve bütün işlerinizi düzene koyan Al­lah'tır. İbadete lâyık olan Allah'tır. "Rab" sıfatı bizzat kendisiyle var olan Rab-binizdir. Sizi yoktan var eden, size rızık veren, bütün işlerinizi düzene koyan O'dur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, O'ndan başka ibadete lâyık hiçbir var­lık yoktur.

Hak olan, bizzat kendi zatıyla var olan Rabbiniz Allah olduğuna göre, hak sözün ve hak davranışın dışında dalâlet ve batıldan başka bir şey yoktur. Hak­la batıl arasında hiçbir bağlantı yoktur. Kim Allah'a kulluk manasındaki hak çizgisini aşarsa dalâlete düşer.

Öyle ise nasıl haktan dalâlete döndürülüyorsunuz? Nasıl haktan batıla, bidayetten dalâlete çevriliyorsunuz? Bu ne aklın, ne de mantığın kabul edeceği bir şeydir.

"Böylece Rabbinin (hak) yoldan çıkanlar için söylediği "Onlar iman etmez­ler" sözü gerçekleşmiş oldu." Yani rububiyet ve ulûhiyet sadece Allah'a ait oldu­ğu gibi Allah'ın, yoldan çıkanlar için -küfürde inat edenler ve dalâlet üzerine ısrar edenler için; hak, hidayet ve tevhid dairesinden çıkanlar için- verdiği "Onlar iman etmezler" hükmü, sözü ve tehdidi gerçekleşti. Böylece onların iman etmeyeceği kesinleşti. Allah da bunu gayet iyi biliyordu. Allah'ın onlar hakkındaki "Bunlar zillet içinde olacaklar ve imanları mümkün olmayacaktır." seklindeki sözü gerçekleşmiştir. Buradaki "söz" ile vaid (azapla korkutma) da murad edilmiş olabilir. "Onlar iman etmezler" ifadesi gerçekleşen sözün sebebi­ni beyan etmek için, "Çünkü onlar iman etmezler" manasındadır.[78]

küfürlerinde ısrar edenlerin imanından umutsuz olmak gerektiğini açıkça ifa­de etmektedir. Ancak bu gibi kimselerden başkalarını zikretmemektedir. Çün­kü küfürde ısrar etmeyen iman eder, Allah ve Rasulüne itaat ederse bu kimse­nin iman etmesi ve azaptan kurtulması ümid edilir. Bu kimsenin önünde hiçbir engel yoktur. Nitekim herhangi bir kâfirin iman etmesi için de hiçbir engel bu­lunmamaktadır. Ancak o kendi isteğiyle iman etmemekte ve küfürde ısrar et­mektedir.

Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Haklarında Rabbinin hük­mü gerçekleşmiş olanlar iman etmezler. Onlara her türlü delil gelse de, acıklı azabı görmedikçe (iman etmezler.) (Yunus, 10/96, 97).

İbni Kesir son ayeti (Yunus, 33) müşrikler hakkında kabul etmekte ve şöy­le demektedir: Nasıl o müşrikler Allah'ın yaratıcı, rızık verici, Peygamberlerini ve bütün varlık âleminde tek tasarruf sahibi olduğunu itiraf etmekle birlikte, küfre düşmüş ve Allah'a şirk koşup Allah'la birlikte başka şeylere tapmada de­vam etmişlerse onların cehennemde kalacak bedbahtlar olması da onlar için bir gerçek haline gelmiştir.

"... Ancak kâfirlere azap edileceği sözü hak oldu, dediler." (Zümer, 39/71). [79]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler müşriklerle sükûnet içinde yapılan, mantıklı bir tartışmadır. Çünkü müşriklere rızık veren, yaratan, öldüren, dirilten ve her şeyi düzene ko­yanın kim olduğu soruldu. Onlar bunun bütün mahlûkatın Rabbi olan Allah ol­duğunu söylemekten başka bir şey yapamazlardı. Bu onların "Rabbın tek oldu­ğuna" bir itiraflarıdır. O halde niçin "Allah'ın tek ilâh olduğunu" itiraf etmiyor­lar da Allah'a başka ilahları ortak koşuyorlar.

Mantıklı düşünce her iki durumu aynı şekilde kabul etmeyi, hem Tevhid-i rububiyeti hem de Tevhid-i ulûhiyeti kabul etmeyi gerekli kılmaktadır. Dolayı­sıyla bu ayet tevhidin ispatına delâlet etmektedir.

Bu ayet şu noktalara işaret etmektedir:

1- Rızık verici olan, mülkünde yaratmada, yoktan var etmede tek tasarruf sahibi olan, öldüren, dirilten, bütün varlığı ve bütün âlemin işlerini düzene ko­yan Allah'tır.

2- Bu kadar yüce bir kudrete sahip olan ve bütün bu işleri yapan "Allah", Rab olduğunda asla şüphe bulunmayan gerçek Rabbinizdir. Ona şirk koştuğu­nuz putlar Rabbiniz değildir. "İşte bu, hak olan Rabbiniz Allah'tır."

Allah Tealâ gerçek Rab olduğuna göre O'ndan başkaları mutlaka sahtedir ve dalâlettedir. Çünkü iki zıt bir arada toplanmaz. Biri hak olduğu zaman O'n­dan başkası sahte ve batıldır. "Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır?" Yani hak olan ilâha kulluk etmeyi bıraktığın zaman bunun dışında dalâletten başka bir şey yoktur.

Bundan dolayı alimler diyor ki: Bu ayet Allah Tealâ'nm birliği konusunda hak ile batıl arasında bir üçüncü mertebenin bulunmadığına hükmetmektedir. Usûl (akaid) meseleleri buna kıyas edilebilir. Çünkü usûl (akaid) meseleleri de bundan ayrıdır. Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "(Ey ümmetler!) Biz sizin herbiriniz için bir şeriat ve yol tayin ettik." (Maide, 5/48) Peygamberi­miz (s.a.) ise şöyle buyurmaktadır: "Helâl bellidir, haram da bellidir. Bu ikisi arasında şüpheli şeyler vardır."

Yine Hz. Aişe (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.) tehec-cüd namazına kalktığı zaman şöyle derdi: "Allahım! Hamd sadece sana mah­sustur. " Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Sen Hak 'sın, vaadin de hak­tır. " "Sen Hak'sın" sözü, "Vacibü'l-vücud" varlığı mutlaka gerekli olan anlamın­dadır. Bu Allah'ın hem zat hem de gerçek oluşuyla tarif edilmesidir. Yani O'nun varlığı bizzat kendisiyledir. O'ndan önce yokluk yoktu, O'ndan sonra da yokluk gelmeyecektir. Başkalarının varlığı böyle değildir. Nitekim Cenab-ı Hak "O'n­dan başka her şey helak olacaktır." (Kasas, 28/88) buyurmaktadır.

Bu ayette olduğu gibi, "Hakk"ın karşısında "dalâlef'in bulunması hem dil, hem din açısından bilinen bir gerçektir. "Hakk'ın" karşısında "batü"ın bulun­ması ise, "İşte Allah hakk'ın kendisidir. Onların Allah'tan başka yalvardıkları şeylerde batıldır." (Hac, 22/62). ayetinde olduğu gibi yine hem dil, hem din açı­sından bilinen bir gerçektir. Dalâletin gerçek manası haktan yüz çevirmektir.

3- İmam Malik satranç ve tavlanın haram olduğuna delil olarak "hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır?" (Yunus, 32) ayetini delil getirmiş ve şöyle demiştir: Satranç ve tavla oynamak dalâlettendir.

İslâm alimleri kumar şeklinde olmadığı takdirde satranç oynamanın hük­mü hususunda ihtilâf etmişlerdir.

Alimlerin çoğunluğu (cumhur) diyorlar ki: Eğer kumar şeklinde olmazsa ve gizlice evinde ailesiyle beraber, ayda veya yılda bir defa (yani sık sık olmadan) oynar, kimse bundan haberdar olmaz veya bilinmezse bu satranç oyunu affedilmiştir, haram da mekruh da değildir. Ancak satranç oyunu ile meşhur olursa şahsiyeti ve güvenilir oluşu sakıt olur, şahitliği reddedilir.

İmam Şafiî ise, "başka hususlarda güvenilir ise, kendisinde beyinsizlik ha­li yoksa, şüpheli bir durum veya büyük günah işlediği de görülmemişse satranç ve tavla oynayan kişinin şahitliğinin sakıt olmayacağı, ancak kumar şeklinde satranç oynarsa güvenilirliğinin sakıt olacağı görüşündedir ve Batıl yolla kaza­nılan haram mal yediği için kendini beyinsizlere katmış olur", demektedir.

İmam Ebu Hanife bu konuda şöyle diyor: Satranç, tavla ve bütün eğlence oyunları mekruhtur. Bu oyunları oynayan kimseden büyük günah sadır olmaz­sa ve güzel amelleri kötü amellerinden daha çoksa şahitliği kabul edilir.

4- Akıllı kimse makul işleri yapar. Bunun için Cenab-ı Hak müşriklerin makul davranışlar dairesinden çıkmalarını şu sözüyle hoş karşılamamıştır.

Öyle ise nasıl (hak'tan) döndürülüyorsunuz?" Yani bu açık seçik hak'tan dön­meyi nasıl normal görebiliyorsunuz? Akıllarınızı nasıl nzık vermeyen, öldür­meyen, diriltmeyen şeylere tapmaya çeviriyorsunuz?

5- Allah'ın ilmi ezelîdir, her şeyi kuşatacak kadar geniştir. Azap ise ger­çektir, adaletin tecellisidir. Küfürde ısrar edenlere, kâfir olarak ölenlere azap edileceği Allah'ın ilminde ezelde malûmdur. Nitekim ayet-i kerimede şöyle bu-yurulmaktadır: "Böylece Rabbinin (hak) yoldan çıkanlar için söylediği "Onlar iman etmezler" sözü gerçekleşmiş oldu." Yani Allah'ın kendisine itaat etmekten uzaklaşanlar ve küfredenler ve yalanlayanlar için "Onlar tasdik etmezler" şek­lindeki hükmü, takdiri ve ezelî ilmî sabit olmuştur. Yahut onların azabı hak et­mesi ve azapla korkutulması sabit olmuştur. Çünkü onlar iman etmeyecekler­dir. [80]

 

Öldükten Sonra Dirilmenin İspatı

 

34- De ki: "(Allah'a) ortak koştuklarınız arasında yaratıkları yoktan var edecek, öldükten sonra da tekrar diriltecek biri var mıdır? De ki: "Ancak Allah yaratıklan yoktan var eder, öldükten sonra da tekrar diriltir. öyle ise nasıl (haktan) döndürülüyorsunuz?"

35-De ki: "(Allah'a) ortak koştuklarınız  P arasında hakkı gösterecek biri var mı- dır?1 De ki: "hakkı gösterecek ve ona ile- tecek olan AUahtır- ° halde tekkn Ueten  m*' y°^sa hidayet verilmedikçe kendi  kendine doğru yolu bulamayan mı, kendisine uyulmaya daha lâyıktır. O halde ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz."

36- Onların çoğu ancak zanna uyarlar. Zan ise hakka karşı hiçbir şey ifade et­mez. Şüphesiz Allah onların yaptıkları­nı çok iyi bilir.

 

Belagat:

 

"Yoktan var edecek... tekrar diriltecek" ifadeleri arasında tezat sanatı var­dır.

"Hakka ileten mi yoksa..." Bu istifham azarlama ve takrir (doğruyu belirle­me) ifadesi taşır. Birinci kısmı, "hakka ileten" uyulmaya daha lâyıktır anlamın­dadır:

"Öyle ise nasıl (haktan) döndürülüyorsunuz?", "O halde ne oluyor size? Na­sıl hükmediyorsunuz?" Bu sorular da azarlama ve tehdit içindir. [81]

 

Kelime ve İbareler:

 

'Yaratıkları yoktan var edecek, öldükten sonra da tekrar diriltecek biri var mıdır?" Bu ayette delilin açık olması sebebiyle karşı tarafı ilzam etmek için yü­ce Allah yeniden diriltmeyi ilk defa yaratmak gibi saymıştır.

"Öyle ise" yani delil ortaya konduğuna göre "nasıl" hak'tan batıla ve Hakk'a ibadetten "döndürülüyorsunuz?"

"De ki:" Allah'a "ortak koştuklarınız arasında" deliller ortaya koyarak, Peygamberler göndererek, inceleme ve düşünme kabiliyeti ihsan ederek ve hi­dayeti yaratarak "hakkı gösterecek biri var mıdır?"

"O halde Hakk'a" Allah'a "ileten mi yoksa hidâyet verilmedikçe kendi ken­dine doğru yolu bulamayan mı kendisine uyulmaya daha lâyıktır?" Bu soru hem azarlamak, hem de doğruyu tespit etmek içindir.

Selim bir akim batıl olarak kabul edeceği uyulmaya lâyık olmayan şeye uymak şeklindeki bu fasit hükümle "nasıl hükmediyorsunuz?"

"Onların çoğu" yani inceleme gücü olup başkasını körükörüne taklit etme­ye razı olmayan insanlar veya onların hepsidir. Putlara tapma konusunda "an­cak zanna uyarlar..." Zan en basit ve doğru sanılan ortak bir noktadan hareket ederek yaratıcıya yaratılana, gözle görünmeyen varlığı, gözle görünen varlığa kıyas etmek gibi yanlış kıyaslara ve boş hayallere dayanarak ataları körükörü­ne taklit etmek demektir.

"Zan ise hakka karşı hiç bir şey ifade etmez." Yani kesin bilgi ve doğru inancın bulunması istendiği yerde zannın hiçbir faydası olmaz.

"Şüphesiz Allah onların yaptıklarını iyi bilir." ve onlara bu amellerine göre karşılık verir. [82]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak tevhid inancını ispat ettikten sonra insanı ilk defa yoktan var etmeye, yer ve gökleri yaratmaya kadir olan Allah'ı bilme esasından hare­ketle, tekrar diriltmenin de ilk defa yaratma gibi olduğunu beyan ederek "öl­dükten sonra diriltme" konusunu ispat etmeye geçti.

Sonra da hidayete varmayı ve hidayete iletmeyi yaratan Allah'ın mı, yok­sa başkasının hidayetine (yol göstermesine) muhtaç olan kimsenin mi uyulma­ya daha lâyık olduğunu beyan etme konusunda neticeyi akıl ve fikir sahipleri­ne havale etti.

Açıklama ve delillerin ifade tarzının soru şeklinde olmasının gönüllerde bıraktığı iz daha kalıcı ve kalplerde uyandırdığı tesir daha derindir. [83]

 

Açıklaması

 

Ey Peygamber! Müşriklere de ki: Yer ve gökleri ilk defa yoktan var eden, sonra yer ve göklerdeki mahlûkatı yaratan kimdir? Allah'tan başka ister put, heykel, melek ve cin olsun isterse peygamber olsun buna kimin gücü yetebilir? Kim bütün yaratıkları öldükten sonra tekrar yeni bir şekilde yaratabilir?

Onları düşmanlıkları ve kibirleri sebebiyle öldükten sonra dirilmeye inan­madıkları içindir ki, daha önce geçen beş soruya cevap verdikleri halde bu so­rulara cevap vermediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "De ki: Allah'tır..." ayetiy-le bu sorulara cevap verdi.

Yani Ey Rasulüm! mahlûkatı ilk defa yaratmaya, sonra da tekrar diriltme­ye muktedir olan Allah'tır. Çünkü ilk defa yaratmaya kadir olan tekrar dirilt­meye de kadirdir. Bunu yapacak, hiçbir eşe ve ortağa, yardımcıya muhtaç ol­madan sadece kendisi yerine getirecek olan Cenab-ı Haktır.

Ancak müşrikler yaz mevsiminde yağmurla bitkilerin ortaya çıkmaları, kış mevsiminde kuruyup gitmeleri ve gelecek yaz mevsiminde tekrar ortaya çıkmaları gibi gözleriyle gördükleri gerçekler sebebiyle bitkileri ilk defa yarata­nın ve sonra da tekrar diriltenin Allah olduğunu itiraf ediyorlar ama insan ve diğer canlıların tekrar dirileceğini inkâr etmektedirler.

"Öyle ise nasıl oluyor da hak'tan döndürülüyorsunuz?" Nasıl hidayet yo­lundan batıla, tevhid yolu olan hak yoldan şirk ve puta tapma yolu olan dalâlet yoluna sapıyorsunuz?

Eğer siz yaratılışınız, akıllarınız, görüşleriniz ve mütalaalarınıza göre bit­kilere tekrar hayat verenin Allah olduğunu kabul ediyorsanız, peki ne diye Onun kudretiyle insana tekrar hayat vereceğini itiraf etmiyorsunuz? Bu, sizin öldükten sonra dirilmeye ve kıyamet günü hesap vermeye iman etmenize sebep olur diye mi?

Bundan sonra Allah Tealâ rububiyet (rab olma) vasıflarından birine ait bir soru sordu: "De ki: Allah'a ortak koştuklarınız arasında..." "Ey Habibim! Onla­ra, şöyle söyle: Ya fıtrat ve içgüdüsüyle veya göz kulak gibi organlarla, yahut akıl ve fikirle, veyahut semavî kitaplar ve peygamberlerin hidayeti ile sizin Al­lah'a ortak koştuğunuz putlar arasında sapık ve şaşkın bir kimseyi hidayete erdirecek biri var mıdır? Yoksa onlar bütün bu hususlardan aciz midirler?

Bu "hidayet" meselesi tamamen yaratma ve var etme gibidir. Nitekim Ce-nab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz her şeye takdir ettiği şekli verip son­ra da doğru yolu gösterendir, dedi." (Tâ-Hâ, 20/50).

Müşrikler Allah'a ortak koştukları şeylerin yaratma ve hak yola iletme gi­bi şeyleri yapamayacaklarını tamamen idrak edipte verecek cevap bulamayın­ca onların yerine Allah cevap verdi:

"De ki: Hakkı gösterecek olan ve hakka iletecek olan Allah'tır." Yani Ey Ra-sulüm! Onlara şunu söyle: Meydana getirdiği delil ve hüccetlerle, gönderdiği peygamberlerle, indirdiği kitaplarla, akıl ve beş duyu vasıtasıyla insana bah­şettiği ilim, bilgi ve imanla hakkı gösteren ve hakka ileten yalnızca Allah'tır.

Hakka, doğru yola ve imana hidayet etmeye muktedir olan Allah mı, yok­sa başkası (yani Allah) kendisine hidayet vermedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan kimse mi? Hangisi sözüne uyulmaya ve emrine itaat edilmeye daha lâyıktır?

Bu ifadeler Allah'a ortak koşulan melekler, Mesih ve Üzeyr gibi kimseleri de içine almaktadır.

O halde ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz? Size ne oldu da, Allah ile yarattığı mahlûkatını bir tutuyorsunuz, Allah'tan başkasına tapmanın ve onla­rın şefaatlerini beklemenin caiz olduğuna hükmediyorsunuz?

Bu ifade onların Allah'a ibadet etme ile her şeyden aciz Allah'a ortak koş­tukları şeylere tapmayı bir tutmak gibi haddi aşan hükümlerinden son derece hayret etme ifadesidir.

Bundan sonra Cenab-ı Hak müşriklerin bu şekilde inanmak, şirk koşmak ve Allah'tan başkalarına tapınma hususunda hiçbir delil ve burhana uymadık­larını ancak hepsinin boş kuruntu ve hayal görme şeklindeki zayıf kanaatları-na ve, zanna uyduklarını açıklamaktadır. Bu zannın ise onlara hiçbir şekilde faydası olmayacaktır. Çünkü eli boş olan kişi değişmez hakkın -yani kesin bilgi ve doğru inancın- istendiği noktada hiçbir şey veremez.

Şüphesiz Allah onların davranışlarını gayet iyi bilir. Bütün kesin deliller Rasulullah (s.a.)'ın doğruluğunu gösterdiği halde O'nu yalanlamak gibi, hüccet ve delil olmaksızın babaları ve ataları körükörüne taklit etmek gibi her davra­nışa karşı Allah onların cezalarını verecektir.

Bu onlara karşı bir tehdit ve cehennem azabıyla yapılan şiddetli bir uyan­dır. Çünkü Allah onlara bu yaptıklarına karşılık tam bir ceza vereceğini bildir­miştir.

Kısacası, geçen ayetler Allah'ın varlığına delil olarak üç şeyi ihtiva etmek­tedir.

1- O, rızık veren, gözü ve kulağı var eden, ölümü ve hayatı yaratandır.

2- O, insanı, yeryüzünü, gökleri ve ikisi arasındaki varlıkları yaratandır.

3- O, hidayet etmeye kadir olandır. Allah'ın varlığına önce yaratıcı olması, ikinci olarak da hidayet vermesinin delil getirilmesi Kur'an'da pek sık görülen bir ifade tarzıdır. [84]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler öldükten sonra dirilmeyi ispat etmek için müşriklere karşı iki azarlama ve bir tehdidi ihtiva etmektedir:

1- Azarlama burada, ilk defa ve sonradan yaratmaktan aciz olan varlıkla­rı, Allah'a ortak koşarak onlara tapmaya karşı yapılmıştır. Böyle bir tapınma nasıl doğru olabilir. Siz ey müşrikler! Nasıl haktan batıla dönebiliyorsunuz?

Hak Tealâ'nın yaratmaya muktedir olması sebebiyle yeryüzünü, gökleri ve bu ikisi arasındaki her şeyi o yarattı. İnsanı önce topraktan, sonra nutfeden, sonra da kan pıhtısından yarattı. O tekrar diriltmeye de kadirdir. O halde öl­dükten sonra dirilmeye hiçbir şek ve şüphenin karışmadığı bir imanla iman et­mek gerekir.

2- İkinci azarlama, ne kendilerini ne de başkalarını hidayete erdiremedik­leri halde Allah'a ortak koştukları putları ilah edinmelerine karşı yapılmıştır. O halde ibadet ve tevhide daha lâyık olan doğru yola Kuran yoluna, İslâm di­nine- irşad etmeye muktedir olan Allah'tır.

"O halde ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz." Putlara tapmakla elini­ze ne geçiyor? Bu açık batılla hükmedip kendinizi ve akıllarınızı nasıl memnun edebiliyorsunuz? Başkaları kullanmadıkça kendilerine bile faydası dokunma­yan sahte tanrılara tapıyorsunuz da her dilediğini yapan Allah'a kulluk etmeyi mi bırakıyorsunuz?

3- Tehdit, küfür ve yalanlamaya karşı yapılmıştır. "Şüphesiz Allah onların yaptıklarını çok iyi bilir." Buna karşılık onlara ceza verir.

"Zan ise hakka karşı hiçbir şey ifade etmez." ayeti akaid (İslâm'ın temel inançları) konusunda zan ile yetinilemeyeceğini, usulde (İslâm dininin ana esaslarında) kesin ilim ve yakin derecesinin elde edilmesinin vacip olduğuna delâlet etmektedir. Bu hususta taklit ve zanla yetinmek caiz değildir. Çünkü iman esasları ana sütunlardır, yakîn üzerine bina edilir. Bu konuda zannm fay­dası olmaz. Zan ancak fıkhın füruât konularında yeterli olabilir. [85]

 

Kuran Allah'ın Kelamıdır Ve Araplara Meydan Okumaktadır

 

37- Bu Kur'an Allah'tan başkası tarafın­dan uydurulan bir şey değildir. Ancak O daha önceki kitapları doğrulayan ve ezelî kitabı açıklayan bir kitaptır. Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan indiril­diğinde asla şüphe yoktur.

38-  Yoksa onlar "Kur'an'ı Muhammed uydurdu" mu diyorlar. Onlara de ki: "İddianızda samimi iseniz Allah'tan başka gücünüzün yettiği herkesi yardı­mınıza çağırın da, onun benzeri bir su­re meydana getirin."

39- Daha doğrusu onlar ilmini kavraya­madıkları ve henüz açıklaması kendile­rine gelmemiş olan Kur'an'ı yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamış­lardı. Bak, O zalimlerin sonu nice oldu?

 

Belagat:

 

"Daha öncekileri..." Bu, Peygamberimiz (s.a.)'in geleceğini müjdeleyen Tev­rat ve İncil gibi önceki kitaplar için istiaredir.

"Yoksa onlar" Kur'an'ı Muhammed uydurdu mu, diyorlar?" Buradaki soru inkâr içindir. [86]

 

Kelime ve İbareler:

 

"O daha önceki kitapları" doğrulayan, doğruluğu kesin belli olan, yalan ol­mayan, önceki ilâhî kitaplara uygun olarak indirilen bir kitaptır, "doğrulayan ve ezelî kitabı açıklayan" Allah'ın takdir edip yazdığı hükümler vb. hususları beyan eden, kesin inanç esaslarını ve şer'î hükümleri ortaya koyan "bir kitap­tır."

"Onlara de ki: İddianızda samimi iseniz" Kur'an'ı Muhammed (s.a.) uy­durdu iddiasında samimi ve doğru sözlü iseniz. "Allah'tan başka..." Çünkü Al­lah buna yalnız başına kadirdir. O'nun dışında "gücünüzün yettiği herkesi yar­dıma çağırın" Yardım isteyin, "da onun benzeri bir sure getirin." Fesahat, bela­gat, nazmın güzelliği ve mana kuvveti açısından onun benzeri bir sureyi uydu­rarak getirin. Çünkü siz de fasih Arapça konuşmaktasınız; Arapça'da ve fesahatte benim gibisiniz, hatta gerek şiir ve gerekse ifade tarzı yönünden daha tecrübelisiniz.

"Daha doğrusu onlar ilmini kavrayamadıkları" Kur'an'ı ilk defa işitir işit­mez ayetlerin manalarını düşünmeden ve tam olarak anlayamadan, hemen ya­lanladılar, "ve henüz açıklaması kendilerine gelmemiş olan" yani henüz açıkla­masına muttali olmadıkları, manaları zihinlerinde oluşmamış ve oradaki uya­rıların sonucu kesin olarak ortaya çıkmamış olan, gayba dair haberleri henüz meydana gelmeyen, doğru mu yalan mı söylediği belli olmayan "Kur'an'ı ya­lanladılar. " Yani Kur1 an hem lafız hem de mana açısından mucizedir. Onlar laf­zını dinlemeden, manasını incelemeden derhal Kur'an'ı yalanlayıverdiler.

"Onlardan öncekiler de" peygamberlerini "böyle" bu şekilde bir yalanlama ile "yalanlamışlardı." "Bak" Peygamberleri yalanlamak suretiyle zulmeden "o zalimlerin hali nice oldu?" Yani onların sonucu helaktir. Biz onları böyle helak ederiz. [87]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak müşriklerin Kur'an'ın mucize olmadığı, sadece Muhammed (s.a.)'in kendinden uydurup meydana getirdiği bir kitap olduğu inancını taşı­maları sebebiyle, Hz. Peygamber (s.a.)'den bir ayet indirilmesi isteklerini zik­retti ve onların bu isteklerine karşı, Muhammed'in de başkaları gibi kendili­ğinden bir ayet veya benzeri bir sure getirmekten aciz olduğunu beyan ederek onlara cevap verdi.

Bundan sonra onların Allah'a şirk koşmalarının batıl ve asılsız olduğunu pek çok delillerle ispat etti. Sonra tekrar asıl bir gerçeği vurgulamaya başladı. Bu, Kur'an'ın Allah tarafından bir vahiy olduğu ve Muhammed (s.a.)'in Allah'a iftira ederek uydurduğu bir kitap olmadığı, dolasıyla Kur'an'ın Allah tarafın­dan indirilen bir mucize olduğu, iftiralardan uzak olduğu gerçeği idi. [88]

 

Açıklaması

 

Bu ayetler Kur'an-ı Kerimin bir mucize "ve Allah'ın kelâmı olduğunu be­yan etmektedir. Bu İslâm dininin inanç ve esaslarından biridir.

Bu mana Kur'an'ın Allah katından olduğunu ve Muhammed (s.a.)'in ken­disinin uydurduğu bir kitap olmadığını, sadece Hz. Peygamber (s.a.)'in doğru­luğuna şehadet eden ebedî bir mucize olduğunu ispat etmek için Kur'an'da bir­kaç defa tekrarlanmıştır. Allah Tealâ'nın ha.dis-i kudsideki şu sözünün manası da budur: "Kulum, (yani Muhammed (s.a.)) benden tebliğ ettiği her şeyde doğru söylemiştir."

Ayetin manası şudur: Kur'an'ın Allah'tan başkası tarafından uydurulması hiç uygun değil, hatta mümkün de değildir. Çünkü Kur'an fesahati ve belâgati, özlü oluşu, gaybdan haber vermesi, getirdiği şeriatın asaleti, dünya ve ahiretle ilgili faydalı çeşitli bilgi ve manaları ihtiva etmesi sebebiyle ancak Allah tarafından gönderilebilir. Kur'an yaratıkların kelâmına benzemeyen Allah kelâmı­dır, Allah'tan başka kimse onunla yanşamaz, benzerini meydana getiremez.

Rivayete göre Ebu Cehil şöyle demiştir: Muhammed hiçbir beşere yalan söylememiştir. Hiç Allah adına yalan söyler mi?

Ayrıca Kur'an Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa (a.s.) gibi daha önceki peygamberlere gönderilen ilâhî kitaplara uygundur ve bu kitapları tasdik et­mektedir. Yine tevhid inancı, Allah'a ve ahiret gününe iman gibi dinin esasları­na davet, salih ameller ve güzel ahlâk konularında önceki kitaplara muvafık­tır. Aynı zamanda önceki kitapları korumakta, önceki kitaplarda meydana ge­len tahrif ve değiştirmeleri açıklamaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyur­maktadır: "Biz sana kendisinden önceki kitapları tasdik eden ve onları koruyan bu kitabı hak ile indirdik." (Maide, 5/48).

"Ezelî kitabı açıklayan" hükümleri, şer'î esasları, helâl ve haramı, ibret ve nasihatlan, edepleri, şahsî ve içtimaî ahlâkı özlü ve şifa verici üslubuyla beyan eden bir kitaptır.

"Onda şüphe yoktur." Kur'an'da asla şek ve şüphe yoktur. Gayet açık olma­sı, hakkı, hidayeti ve doğruyu açıklaması sebebiyle düşünen hiçbir kimsenin Kur'an hakkında şüpheye düşmesi uygun bir hareket değildir.

"Allah tarafından" yani çelişkilerden ve birbirinden farklı ifadelerden sa­lim olması sebebiyle, başkası tarafından değil, Allah tarafından indirilmiş ve vahyedilmiştir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Eğer Kur'an Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda birbirine zıt olan pek çok şey bulurlardı." (Nisa, 4/82).

Bundan anlaşılıyor ki Allah Tealâ Kur'an'ı şu beş özelliği ile tanıtmıştır:

1- Allah'tan başkasının uydurması kesinlikle mümkün değildir. Çünkü Kur'an mucize'dir. Hiçbir beşer ona muktedir olamaz.

2- Kur'an, dinin esasları ve faziletli ameller hususunda önceki kitapları doğrulayan ve koruyandır. Kur'an, geçmiş ve gelecekteki gaybî olaylardan ha­ber verdiği için mucizedir. "Daha önceki kitapları doğrulayan" ayetinin manası da budur.

Geleceğe ait gaybdan haber verip de haber verdiği şekilde meydana gelen olaylardan biri Cenab-ı Hakkın şu ayet-i kerimesidir: "Elif, Lam, Mim... Rum­lar mağlûp oldu." (Rum, 30/1-2).

Yine Fetih süresindeki şu ayet-i kerimesidir: "Şüphesiz ki Allah peygambe­rinin rüyasını doğru çıkardı. Elbette sizler... Mescid-i Haram'a gireceksiniz." (Fetih, 48/27).

Ayrıca İslâm devletinin hakimiyeti hakkında şu ayet-i kerimedir: "Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle vaad etmiştir ki, mutlaka... kendilerini de yeryüzünde mirasçı kılacaktır." (Nur, 24/55) Bütün bu ayet-i keri­meler bu haber vermenin Allah tarafından bir vahiyle meydana geldiğine delâ­let etmektedir.

3- Kuran insanın muhtaç olduğu şer'î hükümleri, dinî ve dünyevî pek çok ilimleri geniş geniş açıklamaktadır: Kur'an'da akaid ilmi yani Allah'ı zat ve sı­fatlarıyla Onun meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü ha­ber veren bilgiler vardır. Yine Kur'an'da fıkıh ilmi yer almaktadır.

Kur'an'da ayrıca "Af yolunu tut. İyiliği emret ve cahillere aldırış etme!" Araf, 7/199) ayetinde ve "Şüphesiz ki Allah adaletli davranmayı, iyilikte bu-'.anmayı ve akrabalara yardım etmeyi emreder. Fuhşu, kötülüğü ve zulmü ya­nıklar" (Nahl, 16/90) gibi sosyal düzeni sağlayıcı, insanlar arasında sevgi ve beraberliği oluşturacak esasları ortaya koyan emir ve tavsiyeler yer almakta­dır.

İşte "O her şeyi geniş bir şekilde açıklar." (Yusuf, 12/111) ayetinin manası ia budur.

4- Pek çok ilimleri beyan etmesi ve içinde birbiriyle çelişkili olan ifadelerin Dulunmaması sebebiyle Kur'an'da hiçbir şek ve şüphe yoktur.

5- Kur'an Allah tarafından gönderilmiş ve bunun için uyarıcı olması bakı-zıından Muhammed (s.a.)'e Ruhu'1-Emin (Cebrail) vasıta kılınmıştır.

Bundan sonra Cenab-ı Hak "Kur'an'ı Muhammed'in uydurduğunu" ileri suren bilgisiz müşrikleri reddetti ve bunda samimi iseler onun benzerini getir­sinler diye onlara meydan okudu. Cenab-ı Hak şöyle diyordu: "Yoksa onlar Kur'an'ı Muhammed uydurdu mu diyorlar?" Halbuki Muhammed sizin gibi bir oeşerdir. Onun bu Kur'an'ı uydurduğunu iddia ediyorsunuz. O halde siz de cnun bir benzerini meydana getirin. İsterse nazm ve üslûp, kuvvet ve sağlam­lık, belagat ve incelik bakımından Kur'an'daki en kısa sureye benzeyen bir su­re meydana getirin. Bunu yaparken de istediğiniz kadar insan ve cinlerden yardım isteyin. Hiç bir şey yapamayacaksınız. Çünkü bütün mahlûkat Kur'an'a karşı cevap vermekten veya onun benzerini getirmekten acizdirler:

"De ki: Yemin olsun ki, insanlar ve cinler Kur'an'a benzer bir kitap meyda-~.a getirmek için bir araya gelseler de hiçbir zaman onun bir benzerini meydana getiremeyeceklerdir. Hatta birbirlerine yardımcı olsalar bile!" (İsra, 17/88).

Eğer siz Kur'an'm Muhammed tarafından uydurulduğu, şeklindeki iddi­anızda samimi iseniz, O'nun yalnız başına meydana getirdiği bu Kuranın bir oenzerini siz meydana getirin, bunun için de dilediğiniz kimselerden yardım is­leyin.

Kur'an'ın benzerini getirmek şeklindeki meydan okuma bir kaç merhalede gerçekleşmiştir:

Birinci merhale İsra suresinin 88. ayetinde zikredilen merhaledir. Kuran'ın benzerini meydana getirmeleri istenerek meydan okunmaktadır. Bu en yüksek mertebedir.

İkinci merhale ise onların Kur'an'daki gibi on sure meydana getirmelerine

razı olma merhalesidir. Cenab-ı Hak, Hud suresinde şöyle buyurmaktadır:

Yoksa onlar "Kur'an'ı Muhammed uydurdu" mu diyorlar? De ki: Siz de

Kur'an'ın benzeri on uydurma sure meydana getirin bakalım. Eğer iddianızda

samimi iseniz Allah'tan başka yardımını isteyebileceğiniz kimseleri de çağırın." (Hud, 11/13).

Üçüncü merhalede sure uydurmalarına razı olma merhalesidir. Burada Mekke'de inen bu surede "O'nun surelerinden biri gibi uydurma bir sure geti­rin. " (Yunus, 38) ve yine Medine'de inen Bakara suresinde de "Kulumuza (Uz. Mühammed'e) indirdiğimiz Kurandan şüphe ediyorsanız onun benzeri bir su­re meydana getirin." (Bakara, 2/23) Duyurulmuştur.

Bundan sonra Kur'an o müşriklerin Kur'an'a karşı tavırlarını bildirdi: "Daha doğrusu, onlar... Kur'an'ı yalanladılar..." Müşrikler Kur'an-ı Kerim'deki manaları düşünmeden ve anlamadan önce hemen Kur'an'ı yalanlamaya koştu­lar. Bilgisiz ve inatçıların tavrı daima böyledir.

"Henüz açıklaması kendilerine gelmeden" onlar atalarını körükörüne tak­lit ederek, düşünmeden ve anlamadan önce açıkça Kur'an'ı yalanladıkları gibi düşündükten ve Kur'an'ın yüce şanını, mucize oluşunu ve onun benzerini getir­meye güçlerinin yetmediğini anladıktan sonra da sırf inatla ayak direttikleri ve haddi tecavüz edip haset ettikleri için Kuranı yine yalanladılar.

"Henüz açıklaması kendilerine gelmeden" ayetine "Henüz Kur'an'da belir­tilen gaybî olaylara dair haberlerin neticesi gelmeden, doğru mu, yalan mı söy­lediği kesin olarak belli olmadan Kur'an'ı yalanladılar" şeklinde de mana veri­lebilir.

"Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı." Yani geçmiş ümmetler de hiç incelemeden, hiç düşünmeden, nefislerinde bir parça olsun insaf etmeden sadece inat ederek ve atalarını körükörüne taklit ederek peygamberlerin muci­zelerini bu şekilde yalanlamışlardı.

"Bak, o zalimlerin sonu nice oldu?" Ey Peygamber! Peygamberlerini yalan­lamak, dünyayı talep edip ahireti terk etmek suretiyle kendi kendilerine zul­meden o kimselerin akibetlerinin nasıl olduğuna bir göz at. Biz zulüm, kibir, küfür, inat ve bilgisizlik sebebiyle peygamberlerimizi yalanladıkları için onları helak ettik. Siz de ey yalanlayanlar! Onlara isabet eden belâ ve azabın size isa­bet etmesinden sakının:

"Biz onların her birini günahları yüzünden cezalandırdık. Kiminin üstüne taş yağdıran kasırga gönderdik, kimisini korkunç bir çığlık yakaladı, kimisini yerin dibine geçirdik. Kimisini de suda boğduk. Aslında Allah onlara zulmet­medi, fakat onlar kendilerine zulmettiler." (Ankebut, 29/40). [89]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunun, Hz. Muhammed (s.a.)'e vah-yedildiğinin, Hz. Muhammed tarafından uydurulmadığınm kesin ispatıdır. Bu durum ayet-i kerimede zikredilen ve "Açıklaması" bölümünde açıkladığımız beş özellikle tavsif edilmesinin delaletiyle de sabittir. Yine onların iddialarına göre madem ki Kur'an Muhammed (s.a.)'in sözüdür, öyleyse Muhammed de on­lar gibi bir beşer olduğuna ve onlar da O'nun gibi fasih ve beliğ konuşan Araplar olduğuna göre, "Siz de bu Kur'anın surelerinden biri gibi bir sure meydana getirin" diyerek Kur'an'ın Araplara meydan okuması buna delildir.

Birinci ayet (Yunus, 10/37) Kur'an'ın Allah tarafından indirilmiş olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Muhammed (s.a.) hiçbir kimseden ders almadığı halde, Kur'an kendisinden önceki kitapları doğrulamakta ve bu kitaplarla uyumluluk arz etmektedir.

İkinci ayet (Yunus, 10/38) ise Kur'an uydurulmuş bir kitapsa onun surele­rinden bir sure meydana getirilmesi isteğiyle Arapları susturmaktadır. Bu ayet Arapların fesahat, belagat ve beyanla meşhur olmaları sebebiyle münasip bir teklif getirmiştir.

Kur'an ifade tarzı, nazmı, şer'î hükümleri ve ilimleri ile Rasulullah (s.a.)'ın ebedî bir mucizesidir. Nitekim her peygamberin mucizesi yaşadığı asra uymaktadır. Meselâ: Sihirbazların sihir ilimleriyle meşhur olduğu bir zamanda Hz. Musa (a.s.)'ın asası ve nurlu el mucizesi, tıp ilminin revaçta olduğu bir za­manda Hz. İsa (a.s.)'ın mucizesi ki körleri ve alaca hastalığına yakalananları Allah'ın izniyle iyileştiriyor, Allah'ın izniyle ölüleri diriltiyordu; bütün bunlar hiçbir ilâç ve tedavi uygulamadan oluyordu.

Bunun için Peygamberimiz (s.a.)'den rivayet edilen sahih bir hadis-i şerif­te şöyle buyurulmaktadır: "Hiçbir peygamber yoktur ki kendisine beşerin benze­rine iman ettiği mucizeler verilmiş olmasın. Bana verilen ise Allah'ın bana vah-yettiği Kur'an'dır. Ben bütün peygamberler arasında ümmeti en çok olan pey­gamber olacağımı ümid ediyorum."

Üçüncü ayet (Yunus, 10/39) Arapların Kur'an'a karşı tutumlarının bayağı­lığına delâlet etmektedir. Onlar henüz Kur'an hakkında hiç düşünmeden atala­rını körükörüne taklit edip putperestliğe devam ederek Kur'an'ı yalanladılar.

Kur'an'ı inceledikten ve onun hakkında düşündükten sonra da ayak dire­yip inat ederek, haddi aşarak ve haset ederek; Kur'an'la başa çıkmak ve nazım, üslup, mana ve hüküm ahengi yönünden ondaki en kısa sure gibi bir sure mey­dana getirmekten aciz kaldıklarında da Kur'an'ı yalanladılar.

Bunun için Kur'an, peygamberleri yalanlamaları sebebiyle geçmiş ümmet­lerin helak oldukları gibi bunları da zulümleri sebebiyle helak olmakla uyardı. [90]

 

Kur'an'a Ve Hz. Peygamber'e İman Konusunda Müşriklerin İki Gruba Ayrılmaları

 

40-  Onlardan bir kısmı Kur'an'a inana­cak, bir kısmı ise inanmayacaktır. Rab-bin fesatçıları çok iyi bilir.

41-  Seni yalanlarlarsa onlara de ki: "Be­nim yaptığım bana, sizin yaptığınız size­dir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız. Ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım."

42- Onlardan bir kısmı sana kulak verir. Sen hiç sağırlara işittirebilir misin? Hele bir de akıllarını hiç kullanmazlarsa.

43-  Onlardan bir kısmı da sana bakıp dururlar. Sen hiç körlere doğru yolu gösterebilir misin? Hele bir de basiret­siz olurlarsa.

44- Allah insanlara asla zulmetmez. Fa­kat insanlar kendi kendilerine zulme­derler.

 

Belagat:

 

"Bir kısmı Kur'an'a inanacak bir kısmı ise inanmayacaktır." İfadelerinin aralarında tezat (tıbak-ı selb) sanatı vardır.

"Sağır" ve "kör" sıfatları kâfirleri anlatan mecazdır. Kuran, hak ve hida­yetten yüz çevirmeleri sebebiyle onları "kör" ve "sağır"a benzetmiştir. [91]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onlardan" yani Mekkeli olup Rasulullah (s.a.)'ı yalanlayanlardan "bir kısmı ona" Kur'an'a "inanacak." Yani Kur'an'ı kendi kendine tasdik eder, onun hak olduğunu bilir fakat kabul etmemekte inat eder. Veya ona iman edecek ve küfründen dönüp tevbe edecek. "Ona" kelimesindeki zamir Kur'an'a racidir. "bir kısmı ise inanmayacaktır." Bir kısmı son derece anlayışsız ve çok az düşü­nen kimseler olmaları sebebiyle inanmazlar. Yahut hiç inanmayacaklar, küfür üzerine öleceklerdir.

"Rabbin fesatçıları" küfür üzerine ısrar edip inat edenleri "çok iyi bilir". Bu ifade onlara bir tehdittir.

"Seni yalanlarlarsa" yani seni yalanlamakta ısrar ederlerse onlara "de ki: Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız sizedir." Yani herkes amelinin karşılığını görecektir. Ben sizin yaptığınızdan uzağım. Ben bu yaptığınıza razı olmayıp uzak olduğumu söyledikten sonra hiçbir özür kabul etmem.

"Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız. Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım." Beni benim yaptıklarımla muaheze etmeyin, ben de sizin amelinizle muaheze edilmeyeyim.

"Onlardan bir kısmı sana kulak verir." Kur'an'ı okuyup şer'î hükümlerle amel ettiğin zaman dinlerler, fakat sağır gibi duymaz, kabul etmezler.

"Sen hiç sağırlara işittirebilir misin?" Kur'an'dan istifade etmek hususun­da kâfirleri sağırlara benzetti. "Hele bir de akıllarını hiç kullanmazlarsa" yani onların sağırlıklarına bir de akıllarını kullanmamaları ve düşünmemeleri ekle­nirse... Bu ifade, bir sözü gerçekten dinlemenin ondan kastedilen manayı anla­mak olduğuna işaret etmektedir.

"Onlardan bir kısmı da sana bakıp dururlar." Peygamberliğinin delilleri­ni, mucizeleri görürler ama seni tasdik etmezler. "Sen hiç körlere doğru yolu gösterebilir misin?" Hidayeti kabul etmemek hususunda kâfirleri körlere ben­zetmektedir. "Hele bir de basiretsiz olurlarsa" yani onların körlüklerine bir de basiretsizlikleri eklenirse. Çünkü görmekten maksat ibret alıp istifade etmek­tir. Bu ayet müşriklerden uzaklaşma ve yüz çevirmenin sebebini anlatmakta­dır.

"Allah insanlara asla zulmetmez." Akıllarını ve duyu organlarını alarak onlara haksızlık yapmaz. "Fakat insanlar" akılları ve duyu organlarından hak yolda istifade etmez de onları fesatçılıkta kullanırlarsa "kendi kendilerine zul­mederler. " Bu ayette kulun kesb hakkının yani iradesi ve bu iradeyi yerine ge­tirecek imkânının olduğuna işaret vardır. Kulun, Cebriyye'nin iddia ettikleri gibi, tamamen iradesi elinden alınmış değildir. [92]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak peygamberlik ve vahiy konularında kâfirlerin tenkitlerini açıkladıktan ve "Bak, o zalimlerin sonu nice oldu?" ayetiyle onları dünyada he­lak olmakla ve azap ile korkuttuktan sonra gerçekte bunların iki grup oldukla­rını zikretmektedir.

Birinci grup, Kur'an'm Allah'ın kelâmı olduğunu (kendi kendine) tasdik eder. Ancak kibirlenir ve inat eder, hakkı söylemezler.

İkinci grup ise, son derece anlayışsız ve bilgisiz oldukları için Kur'an'ı asla tasdik etmezler, iman etmeye istidatları olmadığı için Hz. Peygamber'i yalanla­makta ısrar ederler. Bunların ıslah olmasında ve hidayeti bulmalarında ümit yoktur. Bu sebeple birinci grubu helak etmek yerine onlara iman etme fırsatı verilmesi maslahata daha uygundur. [93]

 

Açıklaması

 

Müşrikler şu anda ve gelecekte iki grup halindedirler: Birinci grup, Kur'an'ı kendi kendine tasdik eden, Kuran'ın hak olduğunu bilen fakat yalanlamakta inat eden kimselerdir.

İkinci grup ise Kur'an hakkında şüphe eden, Kur'an'ı tasdik etmeyen kim­selerdir. Şu anda bu şekilde davranırlar.

Ancak "yü'minu" fiiliyle gelecek zaman da murad edilmiş olabilir. Yani "Ya Muhammed! Senin kendilerine gönderildiğin insanlar içinde bir kısmı bu Kur'an'a inanacak, sana uyacak ve sana gönderilen kitaptan istifade edecektir. Bir kısmı ise küfür üzerinde ısrar edecek, nihayet küfür üzerine ölecek ve öl­dükten sonra da küfür üzerine dirilecektir."

"Rabbin fesatçıları çok iyi bilir." O, hidayete lâyık olanı gayet iyi bilir ve ona hidayeti ihsan eder. Dalâlete lâyık olanı da gayet iyi bilir ve onu da saptı­rır. İşte bunlar küfürde ısrar eden inatçılardır. Allah adildir, zulmetmez, herke­se lâyık olduğunu verir.

Ayetin manası şudur: Rabbin yeryüzünde şirk, zulüm ve tuğyan ile fesat çıkaranları çok iyi bilir. İmana olan istidatlarını kaybettikleri için, onların ıs­lah olmalarında ümit yoktur. Allah onlara dünya ve ahirette azap verecektir.

O müşrikler seni yalanlar ve bunda da ısrar ederlerse onlardan ve onların yaptıklarından uzak dur ve onlara de ki: "Benim yaptığım bana" Bu da ilâhî mesajın tebliği, azapla uyarma, cennetle müjdeleme, itaat ve imandır. Allah bunlara karşılık bana ecir verecektir.

"Sizin ameliniz size." Yani zulüm, şirk, fesat çıkarma gibi amellerinize karşılık Allah sizi cezalandıracaktır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmakta­dır: "Siz sadece yaptıklarınızla cezalandırılıyorsunuz." (Yunus, 10/52).

"Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız. Ben de sizin yaptıklarınızdan uza­ğım". Bununla bu davranış tarzından men etme, bunu reddetme ve ayrıca ferdî mes'uliyet esasının ilân edilmesi -yani herkesin sorumluluğunun sadece kendi­sine ait olması, başkasının günahından sorumlu olmaması- esası murad edil­mektedir. Ayetin manası şudur: Beni benim yaptıklarımla muaheze etmeyin. Ben de sizi sizin amellerinizle muaheze etmiyorum. Artık hiçbir özür kabul et­mem. Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım.

Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "De ki: Onu ben uydurduy-sam onun cezası yalnız banadır. Gerçekte ben sizin işlediğiniz suçlardan uza­ğım." (Hud, 11/35).

"De ki: Ne siz bizim işlediğimiz suçlardan sorumlu olacaksınız. Ne de biz sizin yaptıklarınızdan sorumlu olacağız." (Sebe, 34/25).

"Eğer sana isyan ederlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım." (Şu-ara, 26/216).

Ya Muhammed! Seni yalanlayan müşriklerin tavırlarına gelince, bunlara hayret etme. Onlardan bir kısmı Kur'an okuduğun ve şer'î hükümleri öğretti­ğin zaman seni dinlerler ama dikkatle dinlemez, kendilerini vermezler. Sadece düşünmeden ve anlamadan kulak verirler. Kur'an'ın nazmı ve nağmesini dinle­meye özen gösterirler. Onlar eğlence ve oyun peşindedir, ciddi değildirler.

"Onlara Rablerinden yeni bir ayet gelince hemen onu eğlenceye alarak din­lerler. Onların kalpleri gaflet içindedir." (Enbiya, 21/2-3).

"Hiç sen sağırlara işittirebilir misin1? Hele bir de akıllarını hiç kullanmaz­larsa!" Yani kulaklarını seni dinlemeyip kapayan topluluğa ondan faydalana­cakları şekilde işittiremezsin. Buna ilâve olarak onlar işittikleri şeyi düşünmü­yor, manasını anlayıp da istifade etmiyorlar. Çünkü dinleyen için faydalı dinle­me, duyduğunu anlaması ve gereğini yerine getirmesidir. Aksi takdirde gerçek­ten sağır kimse gibi olur. Bugün maalesef bazı müslümanların hali budur. Bu ayette Allah'tan başka hiç kimsenin onlara hakkı duyuramayacağına ve hida­yet veremeyeceğine delâlet vardır.

Onlardan bir kısmı da sen Kur'an okurken takdir bakışıyla sana bakar, fa­kat iman ve Kur'an nurunu dinin doğru yolunu, güzel ahlâkı göremez. "Hiç sen körlere doğru yolu gösterebilir misin? Hele bir de basiretsiz olurlarsa!" Yani on­lara doğru yolu gösteremezsin. Çünkü onlar görünüşte gözleriyle görseler de gerçekte kalpleriyle görmezler (kalp gözleri kapalıdır). Onlar idrak edici, basi­ret ve düşünen akıl nimetini kaybettikleri için onlara doğru yolu gösteremez­sin. "Cîerçek şudur ki gözler kör olmaz, asıl kör olan göğüslerdeki kalplerdir." (Hac, 22/46).

Kısaca: Ya Muhammedi. Onlar anlayış ve hidayet istidadını kaybettiği için sen onlara doğru yolu gösteremezsin. Onlar gerçekten hem görme hem de işit­me duyusunu kaybeden kimse gibidirler. Çünkü gözün ve kulağın faydası ya­rarlı olmaktır, Yararlı olmayınca sanki onlar duyularını kaybetmiş gibi olurlar: "Şüphesiz ki bunda hassas bir kalbi olan veya hadiseleri can kulağıyla dinleyip ona şahit olan kimse için bir ibret vardır." (Kaf, 50/37).

Bundan murad Peygamberimiz (s.a.)'i teselli etmektir.

"Allah, insanlara asla zulmetmez." Yani insanların eşyayı idrak etmeleri, hakka ve doğruya ulaşmalarına vesile olan akıllarını ve duyu organlarını çekip alarak insanlara zulmetmez. Fakat başkaları değil, bizzat insanlar kendi ken­dilerine zulmederler. Çünkü insanlar akıl nimetini kullanmayarak ve dinin doğru yolunu görmezlikten gelerek kendi nefislerini küfür, yalanlama ve isyan cezasına çarptırmaktadırlar. Bu hakkı yalanlayanlara bir tehdittir. Çünkü kı­yamet günü onların azaba uğramaları adaletin ve hakkın gereğidir, bunda haksızlık yoktur. [94]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususları dile getirmektedir:

1- Geçmişteki Mekke halkı dahil olmak üzere bütün kâfirler iki gruptur: Bir kısmı Kur'an'a içinden inanır, fakat bilerek yalanlamaya çalışır. Bir kısmı da kesinlikle inanmaz. Bazıları gelecekte küfürden dönüp iman edeceklerdir. Bazıları da inkâr üzerine ısrar edip küfürde devam edeceklerdir. Allah hepsini gayet iyi bilmektedir.

2- Her insan kendi nefsinden sorumludur ve ameli hayırsa hayır, serse şer olarak cezasını görecektir. Kimse başkasının günahı ile sorgulanmaz.

3- Göz ve kulak gibi duyu organlarının iki hedefi vardır: Biri zahirî hedef­tir. Bu, duyulacak şeyleri duymak, görülecek şeyleri görmektir. Böylece hayat normal bir şekilde devam eder. İkinci hedef hakiki hedeftir: O da bu organları duyulan şeyi incelemek, anlamak ve düşünmek yolunda kullanmak, dinî ve ah­lâkî hususlarda basiret sahibi olup iman, hidayet ve hak nimetine ulaşmak, küfür, delâlet ve batılın zulmetinden kurtulmaktır.

4- Rasulullah (s.a.) sadece bir tebliğci, uyarıcı ve müjdeleyicidir. Kalplere iman ağacı dikmeye, gönüllere hidayet aşılamaya muktedir değildir. Akıl sa­hiplerine düşen onun tebliğlerini kabul etmek, nasihatlerini dinlemektir. Çün­kü o kulağı olmayana dinletme, gözden mahrum olana gösterme kudretine sa­hip değildir. Böyleleri küfür üzerine ısrar ettikleri takdirde bunlara iman ver­me kudretine de sahip değildir.

5- Kulak gözden daha değerlidir. Çünkü Allah göz ve kulağı zikrettiği pek çok yerde -bu ayette olduğu gibi- kulağı gözden önce zikretmektedir.

6- Ehl-i sünnet bu ayeti kulların fiillerinin Allah tarafından yaratıldığına delil getirmişlerdir. Çünkü o kâfirlerin imansız kalpleri, sözleri işitemeyen sa­ğır gibidir, eşyayı göremeyen kör gibidir. Bu kalplerde hidayeti (doğru yolu) bulma kudretini yaratan Allah'tır.

7- Allah küfür ehline zulmetmez. O bütün fiillerinde adildir. Fakat küfür ve masiyetle bulunmakla, yaratıcının emrine aykırı hareket etmekle insanlar kendi kendilerine zulmetmektedirler. [95]

 

Dünya Süratle Yok Olacaktır

 

45- Allah o gün hepsini bir araya toplayacak, onlar da (dünyada) sanki gündüzün bir an kaldıklarını sanacaklar. O gün aralarında tanışacaklar. Allah'ın huzuruna çıkacaklarını yalanlayıp doğru yolu bulamayanlar en büyük hüsrana uğrayacaklardır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah o gün hepsini bir araya toplayacak." Haşr, her taraftan bir meyda­na toplanmaktır, "onlar da sanki gündüzün bir an kaldıklarını sanacaklar." Kı­yamet günü gördükleri dehşet sebebiyle dünyada veya kabirde kaldıkları müd­deti azımsayacaklar.

"O gün aralarında tanışacaklar." Öldükten sonra dirilince birbirlerini ta­nıyacaklar, sonra meydana gelen hadiselerin şiddet ve dehşeti sebebiyle tanış­ma safhası kesilecek.

"Allah'ın huzuruna çıkacaklarını" öldükten sonra dirileceklerini "yalanla­yıp doğru yolu" hidayet yolunu "bulamayanlar en büyük hüsrana uğrayacak­lardır. " Bu son cümle ara cümlesidir. Hayret etme manası taşımaktadır. Sanki, "Ne kadar da hüsrandadırlar!" denilmiştir. Bu ayet ayrıca onların hüsrana uğ­rayacaklarına Allah'ın şahit olması demektir. Yahut bu cümle birbirleriyle ta­nışan müminlerin o gün söyleyecekleri bir söz olabilir. Bu durumda bu son cümle "yete arafüne" fiilinin zamirinden hal'dir. [96]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ kâfirleri dikkatle dinlememek, ince düşünmemek, Kur'an-ı Kerim'i ve Peygamberimiz (s.a.)'i yalanlamakla tavsif ettikten sonra onları, dünyadaki bu hallerine karşılık ahiretteki ceza ile tehdit etti. [97]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ kıyametin kopacağını ve kıyamet günü insanların kabirlerin­den kalkıp mahşer yerine toplanacaklarını hatırlatarak şöyle buyuruyor: "Al­lah o gün hepsini bir araya toplayacak..." (Yunus, 10/45).

Yani, Ey Rasulüm! Onlara hatırlat ve Allah'ın insanları öldükten sonra di­riltip hesap ve karşılık verme meydanına toplayacağı gerçeği ile onları uyar. O gün onlar dünyada sadece bir saat -buradaki saat, sürenin azlığını ifade etmek için verilen bir misaldir- kısa bir müddet kaldıklarını, sonra bu hayatın bittiği­ni sanacaklar. Dirildikleri zaman birbirleriyle tanışırlar, sonra dehşetli olaylar sebebiyle tanışma kesilir. İnsanların bu korkunç tabloda dünya hayatını kısa bir müddet şeklinde takdir etmeleri Kur'an-ı Kerim'de birçok ayette tekrarlan­maktadır: "Onlar kendilerine vaad edilen günü (o günün dehşetini) gördükleri zaman, dünyada sanki gündüzün bir an kalmışlar gibi sanacaklardır." (Ahkaf, 46/35). "Onlar kıyameti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam veya bir kuş­luk vakti kadar kaldıklarını sanacaklardır." (Naziat, 79/46). "Kıyamet koptuğu gün günahkârlar dünyada kısa bir zamandan fazla kalmadıklarına yemin ederler." (Rum, 30/55). "Allah yeryüzünde kaç yıl kaldınız" der. Onlar da "Bir gün veya bir günden daha az bir zaman kaldık. Hesaplayanlara sor" derler. Al­lah şöyle der: Sadece az bir zaman kaldınız. Keşke bilseydiniz." (Müminun, 23/112, 114).

Bundan sonra Allah Tealâ onların hüsranda olduklarını ilan ederek şöyle buyurdu: Öldükten sonra dirilmeyi yalanlayan o kâfirler büyük bir kayba uğra­yarak cennet sevabını kaybettiler. Zira onlar imanı küfürle değiştirmişler ve salih ameller işleyerek elde edecekleri kazanç ve menfaat yollarını bulamamış­lardır. Ne kadar da kayıp içindedirler! Bu Allah tarafından şiddetli bir taaccüp ifadesidir. [98]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet çok uzun hatta ebedî ahiret hayatıyla karşılaştırıldığı zaman dün­yanın ömrünün çok kısa olduğuna ve öldükten sonra dirilmeyi yalanlayan kâ­firlerin telâfi edilemeyecek kadar büyük kayıpta olduklarına yani cennet seva­bını kaybettiklerine delâlet etmektedir. Çünkü bu kayıp, hiçbir şeyin bedel ola­rak verilmesinin ümit edilmediği ve tevbenin faydasının olmadığı bir günde meydana gelen, Kur'an-ı Kerim'de öldükten sonra dirilme ve mahşerde toplan­ma ile ilgili pek çok deliller ortaya konulmasına rağmen bir kayıptır.

Yine bu ayetten anlaşılmaktadır ki bütün kâinatın lezzetleri kıyamet gü­nü kâfirin başına gelecek şiddetli azap ve belâların yanında bir hiç hükmünde­dir. Kim dünya karşılığında ahiretini satarsa hüsrana uğrar. Çünkü çok verip az almış olur. Ayrıca kâfir bu ticaretinin kârını gözetme yolunu kaybetmiş ol­maktadır.

Yine bu ayet insanların kıyamet günü birbirlerini tanıyacaklarına, ancak bu tanışmanın az bir müddet süreceğine ve birbirlerine "Allah'ın huzuruna çı­kacaklarını -öldükten sonra dirileceklerini- yalanlayıp doğru yolu bulamayan­lar en büyük hüsrana uğrayacaklardır." diyeceklerine işaret etmektedir.

Ben her ne kadar ayetin tefsirinde dünyayı ahiretle karşılaştırma yolunu tercih ettiysem de, ayette zikredilen "gündüzün bir an kalmak" şeklindeki ifade onların dünyadaki ömürleri veya kabirlerinde kalacakları müddet olabilir. Öl­dükten sonra görecekleri dehşet sebebiyle böyle zannedebilirler. [99]

 

Müşriklerin Hem Dünyada Hem De Ahirette Azaba Uğramaları

 

46- Onlara vaad ettiğimiz azabın bir kıs­mını (sen hayatta iken) sana göstersek de (bunu görmeden) senin ruhunu alsak da onların dönüşü nihayet bizedir. Son­ra Allah onların yaptıklarına da şahittir.

47- Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiğinde onların ara­larında adaletle hükmedilir ve onlara asla haksızlık yapılmaz.

48- "Eğer doğru söylüyorsanız bu vaad edilen (gün) ne zaman?" derler.

49-  De ki: "Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar, ne de bir fayda verme gü­cüne sahip değilim. Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geciktirebilirler, ne de öne alabilirler."

50- De ki: "Söyleyin bana, Allah'ın azabı size gece veya gündüz gelirse ne yapar­sınız?" Suçlular niye acele ediyorlar?

51-  Azap başınıza geldikten sonra mı ona iman edeceksiniz? Onlara "Şimdi mi, inanıyorsunuz? Halbuki siz onu (azabı) daha çabuk istiyordunuz!" denir.

52-  Sonra da "Zulmedenler ebedî azabı tadın! Sizler sadece yaptıklarınız sebe­biyle cezalandırılıyorsunuz" denir.

53- "Bu anlattığın şey gerçek mi?" diye sana sorarlar. De ki: "Evet! Rabbime ye­min ederim ki, o haktır. Siz bunu önle­yemezsiniz."

54- Zulmeden herkes, yeryüzünde bulunan her şey kendinin olsa hepsini azaptan kurtulmak için feda ederdi. Azabı görünce pişmanlıklarını gizlemeye çalı­şırlar. Aralarında adaletle hüküm veri­lir, onlara asla haksızlık yapılmaz.

55- İyi bilin ki, göklerde ve yerde bulu­nan her şey Allah'ındır. Yine iyi bilin ki Allah'ın vaadi gerçektir. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.

56-  O hem diriltir, hem öldürür. Ancak O'na döndürüleceksiniz.

 

Belagat:

 

"Ne bir zarar", "ne de bir fayda" ifadeleri arasında tezat sanatı vardır.

Yine "gece veya gündüz", "O hem diriltir, hem öldürür" ve "Ne bir an gecik­tirebilirler, ne de öne alabilirler." ifadeleri de böyledir.

"Suçlular niye acele ediyorlar?" (Yunus, 10/50) ayetinde "onlar" zamiri ye­rine "suçlular" kelimesi suçun dehşetini bildirmek ve onları ayıplamak içindir. Buradaki soru da bu manadadır.

"Sunime (=sonra)" kelimesinin önüne gelen soru edatı iman etmekte bu kadar gecikmelerinin kabul edilemeyeceğini beyan etmek içindir. Ayetin mana­sı, "Azap başınıza geldikten sonra mı bana iman edeceksiniz?" şeklindedir. [100]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onlara vaad ettiğimizin" yani azabın "bir kısmını" Bedir günü olduğu gi­bi sen hayatta iken "sana göstersek de" onların azaba uğramalarından önce "se­nin ruhunu alsak da onların dönüşü nihayet bizedir." Sana bunu ahirette gös­tereceğiz. "Sonra Allah onların yaptıklarına" yalanlamaları ve küfrüne "şahit­tir. " Yani onları en şiddetli azapla cezalandıracaktır. (Yahut bu ifade mecazdır. Çünkü şahit olmayı zikredip sonucunu anlatmak istemiştir.)

"Her ümmetin" yani geçmiş ümmetlerden herbirinin "bir peygamberi var­dır. Peygamberleri" açık mucizelerle onlara "geldiğinde onların aralarında" ya­ni peygamber ile onu yalanlayanlar arasında "adaletle hükmedilir." Neticede onlar azaba mahkum olur, Peygamber ve O'na iman edenler kurtulurlar. "On­lara" suçsuz azaba mahkûm edilmeleri şeklinde "asla haksızlık yapılmaz."

"Eğer doğru söylüyorsanız bu vaad edilen" azap "ne zaman? derler." Bu­nunla o azabı uzak bir ihtimal olarak gördükleri ve onunla alay ettikleri ifade edilmektedir. Onların bu sözünün muhatabı Hz. Peygamber (s.a.) ve müminlerdir.

"De ki: Allah'ın dilediğinden başka" bana verdiği veya takdir ettiğinden başka "ne bir zarar, ne de bir fayda verme gücüne sahip değilim." Yani nasıl si­ze azabın gelmesi hususunda yetkim olabilir? "Her ümmetin bir eceli" yani he­lak olmaları için belirli bir müddeti "vardır. Ecelleri gelince ne bir an geciktire­bilirler, ne de öne alabilirler."

"De ki: Söyleyin bana:" Acele olarak gelmesini istediğiniz "Allah'ın azabı size gece veya gündüz gelirse ne yaparsınız? Suçlular" Müşrikler "niye acele edi­yorlar?" Azabın hangi yönünü acele olarak istiyorlar? Azabın tamamı can yakı­cıdır, acele etmeye hiç de uygun değildir. Buradaki şartın cevabı soru cümlesi­dir. Tıpkı "Bana gelirsen ne vereceksin?" cümlesi gibidir. Bu ifadede anlatılmak istenen dehşettir. Yani, "Acele olarak istedikleri şey ne dehşetli bir şeydir!" ma-nasındadır.

"Azap" başınıza "geldikten sonra mı ona iman edeceksiniz?" Onlara azabın gelmesinden sonra iman ederlerse, "Şimdi mi inanıyorsunuz?" denir. "Halbuki siz onu" azabın gelişini yalanlayarak ve alay ederek "daha çabuk istiyordunuz, denir."

"Sonra da zulmedenlere, ebedî azabı" yani ebedî olarak içinde kalacağınız ve daima can yakıcı olan azabı "tadın. Sizler sadece yaptıklarınız sebebiyle ce­zalandırılıyorsunuz, denir". Yani "Siz ancak işlediğiniz küfür ve günahlara kar­şılık olarak bu cezaya çarptırılıyorsunuz" denir.

"Bu anlattığın gerçek mi?" Bize vaad ettiğin öldükten sonra dirilme ve azap hak mı "diye sorarlar." Senden bilgi isterler. "De ki: Evet! Rabbime yemin ederim ki o haktır. Siz bunu önleyemezsiniz." Yani bu azaptan kurtulamazsınız.

"Zulmeden" şirk, küfür veya başkasının hakkına tecavüz etmek suretiyle haksızlık yapan "herkes yeryüzünde bulunan" mallar ve hazineler gibi "her şey kendinin olsa" hepsini kıyamet günündeki azaptan kurtulmak için fidye olarak verirdi, "feda ederdi. Onlar azabı görünce pişmanlıklarını gizlemeye çalışırlar" gördükleri dehşet karşılığında susup kaldılar, konuşamadılar. Mahlûkatm "Aralarında adaletle hüküm verilir. Onlara asla haksızlık yapılmaz."

Bu ifade az önce geçen adaletle hükmetmek konusunun tekrarı değildir. Çünkü Allah önce peygamberleri ile onları yalanlayanlar arasında hükmede­cektir. İkinci olarak da müşriklerin şirk koşmalarına karşılık cezalandırılmala­rı veya zalimlerle mazlumlar arasında hüküm verilmesi olayı yer almaktadır

"İyi bilin ki göklerde ve yerde bulunan" her şey "Allah'ındır." Bu ifade Al­lah'ın sevap ve azap verme kudretini tescil etmek içindir. 'Yine iyi bilin ki Al­lah'ın vaadi gerçektir." Onun öldükten sonra dirilme, sevap ve azapla ceza ver­me vaadi olacaktır ve bu değişmez, dönüşü olmayan bir gerçektir. [101]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ hayır ve salih amel işleme cihetine yol bulamayan, öldükten sonra dirilmeyi yalanlayan müşriklerin hüsrana uğradıklarını ve onlara azap edileceğini beyan ettikten sonra, bu azabın bir kısmının dünyada, bir kısmının da ahirette olacağını açıkladı. Bu ifade günahkârların akıbetinin çok kötü ve çirkin olacağına dair bir uyan niteleğindedir.

Sadece Hz. Muhammed (s.a.) ile kavminin durumu değil, bütün peygam­berlerin kavimleriyle olan durumu böyle olacaktır.

Bundan sonra Cenab-ı Hak peygamberliği inkâr edenlerin beşinci şüphesi­ni beyan etti.[102]

Çünkü Peygamberimiz (s.a.) ne zaman onları bir azabın geleceği ile tehdit etse ve zaman geçip de bu azap ortaya çıkmazsa "Eğer siz doğru söylüyorsanız bu vaad (bu azap) ne zaman?" dediler. Peygamberimiz (s.a.)'in peygamberliğine gölge düşürmek için böyle bir şeyin olmadığını ileri sürdüler.

Sonra Cenab-ı Hak onlara "Bu azap inse size bir faydası var mı?" diye ce­vap verdi. Eğer "O zaman iman ederiz" derseniz çaresizlik ve zorluk vaktindeki iman geçersizdir. Bu azap önce dünyada olacak, sonra onun peşinden kıyamet günü bundan daha şiddetlisi gerçekleşecektir.

"Bu vaad ne zaman?" şeklindeki sorularına cevap verilmesine rağmen tek­rar Rasulullah (s.a.)'a gelip sordular: "Bu anlattığın şey (yani öldükten sonra dirilme, kabirlerden kalkıp toplanma ve azap) gerçek mi?" Elbette bu haktır ve zalimin buna karşı fidye olarak verecek hiçbir şeyi yoktur. Çünkü her şey Al­lah'ındır. Peygamberliğin sabit oluşu, kıyametin doğruluğu her şeye kadir olan ve bütün işlerinde hikmet sahibi Allah'ın varlığını ispat etmenin neticeleridir. O'ndan başka her şey O'nun mülküdür. [103]

 

Açıklaması

 

Müşrikler Peygamberimiz (s.a.)'in azapla korkutmasını yalanlıyorlar, onu yalanlamak ve onunla alay etmek için de o azabın acil olarak gelmesini istiyor­lardı. Rasulullah (s.a.)'m davetinin son bulması için onun ölmesini temenni ediyorlardı.

Allah (c.c.) Rasulüne hitap ederek onlara şöyle cevap verdi: Onlardan sen hayatta iken intikam alırsak Bedir, Huneyn vs.de olduğu gibi gözün aydın olur. Eğer böyle bir azaptan önce senin ruhunu alırsak durum ne olursa olsun onların dönüşü bize olacaktır. O halde onların azabını sana ahirette gösteririz. Allah onların senden sonraki davranışlarını da gayet iyi bilmektedir. Onlara bilerek ve doğru şahitlik ederek gereken cezayı verecektir:

"Onlara vaad ettiğimiz azabın bir kısmını sana göstersek de veya sana gös­termeden senin ruhunu alsak da, sana düşen ancak tebliğ etmektir. Hesaba çek­mek yalnız bize aittir." (Ra'd, 13/40).

Bu da Allah Tealâ'nın Peygamberine dünyada kâfirlerin zelil ve rezil rüs-vay olmalarının çeşitli örneklerini göstereceğine, vefatından sonra da fazlasıyla göstereceğine delâlet etmektedir.

Sadece Peygamberimiz (s.a.) ile kavminin durumu değil, bütün peygam­berlerin kavimleriyle olan durumu böyle olacaktır.

Çünkü Cenab-ı Hak geçmiş ümmetlerden her birine, onları Allah'a ve ahi-ret gününe iman etmeye, ahirette can yeleği olacak salih amel işlemeye davet eden bir peygamber göndermişti. Çünkü Yüce Allah, geçmiş her topluma pey­gamber gönderildiğini beyan etmektedir: "Hiçbir ümmet yoktur ki içinde bir uyarıcı (Peygamber) bulunmuş olmasın." (Fatır, 35/24).

Peygamberleri apaçık mucizelerle onlara geldiğinde onu yalanladılar. Al­lah da peygamberle onlar arasında adaletle hüküm verdi: Onlar azaba uğraya­cak, Allah Peygamberini ve onu tasdik edenleri kurtaracaktır. Onlar Allah'ın hükmünde onlara inecek azap konusunda zerre kadar haksızlığa uğramaya­caklardır. İşlemedikleri bir günah sebebiyle cezalandırılmayacaklardır.

Rasulullah (s.a.) her ne zaman müşrikleri, şirk koşmalarına ceza olarak bir azabın inmesiyle tehdit etse ve azap gelmese Kureyş kâfirleri Peygamberi­miz (s.a.) ve müminleri yalanlamak ve onlarla alay etmek için "Siz bu tehdidi­niz ve sözünüzde samimi iseniz, bu azap ne zaman gelecek?" diyorlardı.

Cenab-ı Hak onlara bu şüpheyi tamamen ortadan kaldıracak bir ifadeyle cevap verdi:

Ey Rasulüm! Acele olarak azabın gelmesini isteyenlere de ki: Ben bir beşe­rim. Allah dilemedikçe bir zararı engelleme veya bir fayda temin etme gücüne sahip değilim.

Bundan maksat, düşmanlara azabın indirilmesine ve müminlerin zafere ermesine Allah'tan başka hiçbir kimsenin muktedir olmadığını beyan etmektir. Allah Tealâ bu azap için belirli bir vakit tayin etmiştir. Bu, Allah'ın şanmdan-dır. Rasulullah'a gelince, onun görevi Allah tarafından geleni tebliğ etmekle sı­nırlıdır.

Buradaki istisna Ehl-i sünnete göre "istisna-i munkatı" dır. Yani bu konu­da Allah'ın dilediği olacaktır.

Bütün ümmetlerden herbir ümmet için zamandan veya ömürden takdir edilen bir müddet vardır. Ecelleri gelince de ne peygamberleri ne de bir başkası o müddeti öne alamaz, kendisi için takdir edilen zamandan bir an bile gecikti­remez.

Bundan sonra Allah Tealâ bir başka cevap verdi: "De ki: Söyleyin bana..." Ey Rasulüm! Onlara şöyle söyle: Size Allah'ın azabı gece yatarken veya gündüz çalışırken gelirse bana durumunuzu ve yapabileceğiniz şeyi söyleyin bakalım.

Hangi azabı derhal istiyorsunuz? "Dünya azabını mı, yoksa ahiret azabını mı? Her iki azap da şiddetli bir şekilde meydana gelecektir. Acele olarak istedi­ğiniz her azap bilgisizliğinizden ve ahmaklığınızdandır. Sonra bunda sizin için ne fayda vardır? Eğer "Biz o zaman iman ederiz" derseniz, zorluk ve ümitsizlik zamanındaki iman geçersizdir. Yakın azap dünya azabıdır. Onu kıyamet günü ondan daha şiddetli bir azap izleyecektir.

"Azap başınıza geldikten sonra mı iman edeceksiniz?" ayetinin manası bu­dur. Yani iman etmek için bu azabın gelişini mi bekliyorsunuz? Gerçekten bu azap meydana gelince, imanın fayda vermeyeceği bir zamanda mı iman edecek­siniz? Sizi o zaman azarlamak için, mecbur kalarak ve zorla Allah'a ve Rasulü-ne şimdi mi iman ediyorsunuz. Halbuki siz bundan önce alaylı, tahkir edercesi­ne, yalanlayarak ve kibirlenerek, acil olarak azabın gelmesini istiyordunuz.

Bundan sonra küfür ve isyanla Rasulullah'ı ve tehdit ettiği azabı yalanla­mak suretiyle kendi nefislerine zulmedenlere şöyle denir: Allah'ın sizin için da­imî ve ebedî olan azabını tadın bakalım. Sizler sadece kendi isteğinizle işlediği­niz küfür ve masiyet sebebiyle cezanızı çekeceksiniz. İşlediğiniz şeyler sebebiy­le şeklindeki bu cümlenin azap ve cezanın söz konusu edildiği her yerde zikre­dilmesi ilâhî terazinin rahmet kefesinin umumiyetle daha ağır, azap kefesinin ise daha hafif olduğuna delildir.

Bu ayetin zahirî manasına göre ceza amelin cinsinden verilir ve ameli va­cip kılar. Çünkü bu ceza Ehl-i Sünnet'e göre sırf vaad hükmünde olup vaciptir. Mutezileye göre de vaciptir. Çünkü salih amel işlemek sevabın verilmesini Al­lah'a vacip kılar.

Yine bu ayet Cebriyye'nin görüşüne muhalif olarak kulun hem hayır, hem de şerri irade edip işleyebileceğine delâlet etmektedir.

"Bu vaad ne zaman1?" suallerine karşılık Cenab-ı Hakkın cevap vermesine rağmen kâfirler- Allah'ın bildirdiğine göre- tekrar Rasulullah (s.a.)'a dönüp ay­nı soruyu bir defa daha sordular: "Bu anlattığın şey gerçek mi?"

Ey Rasulüm! Onlar dünyada işlediğimiz günahlara karşılık dünya ve ahi-ret azabının meydana geleceği gerçek bir söz mü, yoksa sadece bir korkutma ve tehdit mi diye senden bilgi isterler.

Bu sorunun tekrar edilmesi müşriklerin yalanladıkları şeyler hususunda tam bir kanaat sahibi olmadıklarını, onları azaptan korkma ve endişe duyma şeklindeki şiddetli bir duygunun kapladığını göstermektedir.

Ey Rasulüm! Onlara de ki: Rabbime yemin ederim ki, evet! O değişmeyen, hiçbir şeyin engelleyemeyeceği mutlaka meydana gelecek haktır. Siz bunu aciz kılamazsınız, yani azabı önleyemezsiniz. Sizin toprak oluşunuz Allah'ın sizi yoktan var ettiği gibi yeniden yaratmasına da engel değildir.

"Bir şeyin olmasını dilediği zaman O'nun emri sadece "Ol" demektir. O da hemen oluverir." (Yasin, 36/82).

Bu ayetin benzeri Kur'an-ı Kerim'de sadece iki ayet vardır. Allah Tealâ bu ayetlerde ahireti inkâr edenlere karşı kendisine yemin etmesini emrediyor. Bu iki ayetin biri Sebe' suresindedir:

"Kâfirler "Kıyamet bize gelmeyecektir" dediler. Sen onlara şöyle de: Hayır, Rabbime yemin ederim ki, kıyamet size mutlaka gelecektir." (Sebe, 34/3).

Diğer ayet Tegabün suresindedir: "Kâfirler öldükten sonra hiç dirilmeye-ceklerini iddia ederler. De ki: Hayır, Rabbime yemin ederim ki, öldükten sonra mutlaka diriltileceksiniz. Sonra da yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu, Allah'a çok kolaydır." (Tegabün, 64/7).

Bundan sonra Cenab-ı Hak kıyametin bazı zorluklarını ve korkunç du­rumlarını anlattı. Kıyamet koptuğu zaman kâfir yeryüzü dolusu altını olsa azaptan kurtulmak için feda ederdi.

Pişmanlığı gizlediler. Onlar şiddetli azabı görünce şaşkın ve suskun bir halde kaldılar. Halbuki açıktan pişman olduklarını ifade ediyorlar ve Cenab-ı Hakkın naklettiği gibi "Allah'a karşı işlediğim kusurlardan dolayı vah bana!" diyorlardı.

Bundan sonra Cenab-ı Hak o gün hiçbir haksızlığın olmayacağını açıkladı: "Aralarında adaletle hüküm verilir."

Yani Allah zalimlerle mazlumlar arasında adaletle hükmeder. Çünkü kâ­firler mutlaka azaba mahkûm olsalar da, Allah Tealâ dünyada birbirlerine zul­mettikleri şeyi ortadan kaldırmak için mutlaka aralarında adaletle hükmede­cektir. Allah'ın hükmüne göre bazılarının azabı hafifletilir, diğerlerinin azabı ise ağırlaştırılır.

Bunun ardından zalimin feda edecek hiçbir şeyinin olmadığını, bütün mül­kün sahibinin ve ona ceza verecek olanın Allah olduğunu, çünkü Allah'ın göklerin ve yerin gerçek maliki olduğunu, her şeyin O'nun mülkiyeti ve hakimiyeti altında olduğunu, O'nun vaadinin gerçek olup mutlaka meydana geleceğini, fa­kat öldükten sonra dirilmeyi ve hesabın görülmesini inkâr eden kâfirlerin ço­ğunun ahiretten gafil olmaları ve kudretli, hikmetli tek İlâh'a iman etmemeleri sebebiyle ahireti bilmediklerini anlattı. Allah onlara gerçeği ve kendisinden başka her şeyin kendisinin mülkü olduğunu açıkladı.

Allah'ın öldükten sonra diriltmeye, mükâfat ve azap vererek amellere kar­şılık vermeye kadir olduğunun delili, Allah'ın hem dirilten, hem öldüren olması ve öldükten sonra Allah'ın dirilttiği bütün mahlûkatın Ona dönecek olması, Allah'ın da amellere karşılık vermek, hesabını görmek için onları mahşer ye­rinde toplamasıdır. [104]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususları dile getirmektedir:

1- Kâfirlerin azabı dünya ve ahirette şiddetlidir, kat kat verilecektir. Dün­yada yenilgi, zillet, rezil rüsvay olmak gibi korku ve endişeli durumlar, ahirette ise cehennem azabı vardır.

Allah, Rasulüne dünyada onların azabından örnekler gösteriyor, ahirette ise daha şiddetli ve daha çok azap gösterecek, böylece müminlerin sonu çok iyi, kâfirlerin sonu da çok kötü olacaktır.

2- Her ümmetin kendilerine şahit olacak bir peygamberi vardır. Kıyamet günü peygamberleri geldiği zaman aralarında hüküm verilir.

"Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz." (İsra, 17/15) ayet-i kerimesine binaen Allah kendilerine bir peygamber göndermedikçe in­sanlara azap etmez. İman eden kazanır ve kurtulur, iman etmeyen de helak olur, azaba uğrar.

3- Kullar arasında hüküm verilmesi mutlak adalete dayanan bir haktır. Onlar günahsız azaba uğramayacaklar ve hüccetsiz sorgulanmayacaklardır.

4- İlâhî cezanın inmesi ve kıyametin gelişi etrafında yapılan tartışma eski ümmetlerle peygamberleri arasında ve Araplarla Peygamberimiz (s.a.) arasın­daki ezelî bir tartışmadır. Bu tartışma kâfirler ile İslâm'ın ıslah edici davetçile-ri arasında sürekli devam edecektir.

5- Azabın inmesi Allah Tealâ'nın ilminde belirli bir müddet için takdir edilmiştir. Bu azabı indirmeye Allah'tan başka kimsenin gücü yetmez. Ümmet­lerden birinin helak olma vakti geldiği zaman bu durum bir an bile gecikemez, öne de alınamaz. Bir rasulün veya nebinin veya bir başkasının tayin edilmiş olan azabın meydana gelmesine engel olması mümkün değildir.

6- Azabın derhal gelmesini istemenin hiçbir faydası yoktur. Faydalı olan şey sadece azabın inmesinden önceki imandır. Bu azap inince imanın da hiçbir faydası ve yararı olamaz. Çünkü yeis halindeki iman faydasızdır ve geçerli de­ğildir. "Şimdi mi inanıyorsunuz. Halbuki siz o azabı daha çabuk istiyordunuz." sözü ya onlarla alay etmek için meleklerin söyleyeceği bir söz, ya da Allah'ın kendilerine söyleyeceği bir sözdür.

7-  Zalimlerin "Ebedî azabı tadın" denilerek azarlanması. Bu ceza sadece küfür ve isyanlarının cezasıdır.

8- Kıyametin kopması, öldükten sonra dirilme değişmez bir gerçektir. Al­lah ve Rasulü bunun hak olduğunda, mutlaka gerçekleşeceğinde, meydana ge­leceğinde hiçbir şüphe bulunmadığı hususunda yemin etmişlerdir. Bütün in­sanlar Allah'ın azabından veya mükâfatından uzak kalamazlar.

9- Hiçbir kimsenin günahı için fidye vermesi kabul edilmez. Çünkü gökle­rin ve yerin gerçek maliki Allah'tır. Her şey O'nun mülkü ve hakimeyeti altın­dadır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İnkâr edip kâfir olarak ölenlerin hiçbirinden yeryüzünü dolduracak kadar altın fidye verseler bile kabul olunma­yacaktır. " (Âl-i İmran, 3/91).

10- Kâfirler, zalimler ve isyankârlar dünyadaki amellerine karşılık piş­man olacaklar. Onlar bazan pişmanlıklarını gizler, bazan da açığa vururlar. Dalâletin reisleri cehennemde yanmadan önce kendilerine tabi olanlara karşı pişman olduklarını gizlerler. Cehenneme düşünce de orada yanmak onların yapmacık tavırlarına engel olur. Kur'an bunların şu sözlerini nakleder: "Ey Rabbimiz! Bize kötülüğümüz galip geldi. Biz sapık bir kavim olduk." (Mümi-mun, 23/106) Onların başlarına gelen azabı gizlemeyeceklerini beyan etti.

11- Kâfirlerin kendi aralarındaki zulmü önlemek için aralarında adaletle hükmedilmesi yine ahirette meydana gelecektir. O zaman mazlumun azabı ha­fifletilecek, zalimin ise arttırılacaktır.

12- Bütün insanlar aşağıdaki hususlarda uyarılmaktadırlar:

- Allah göklerin ve yerin gerçek malikidir.

-  Allah'ın vaadi haktır, mutlaka gerçekleşecektir. Allah'ın vaad ettiğini gerçekleştirmeye engel olacak hiçbir güç yoktur.

- Allah hem öldürür, hem de diriltir ve onların dönüşü nihayet Onadır.

- Allah dilediğini yapmaya kadirdir, tekrar diriltmeden ve mahşer yerine toplamadan önce onların bulundukları yerleri gayet iyi bilir.

-  Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kâfirlerin çoğu ahiret hayatından gafildirler, ahirete hazırlanmakta ihmalkârdırlar.

- Allah Tealâ ahirette de dünyada olduğu gibi öldürüp diriltmeye kadirdir. O'nun kudreti ortadan kalkmaz. Ölüm ve hayatı bizzat kabul eden madde bun­ları ebediyyen kabul edecektir. [105]

 

Kur'an-ı Kerimin Ana Hedefleri

 

57- Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt gelmiştir. O kalplerdeki hastahk-müminler için bir hidayet rehberi ve rahmettir.

58- De ki: "Allah'ın lütfü ve rahmeti sebebiyle işte bunlarla sevinsinler. Bu biraraya biriktirdiklerinden (dünya ma lından) daha hayırlıdır."

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ey insanlar!" Ey Mekke halkı ve ey diğer insanlar! "Size Rabbinizden bir öğüt" hakkı, hayrı, şer ve batıldan uzaklaşmayı hem teşvik etme hem de kor­kutma üslubuyla yapılan bir tavsiye "gelmiştir. O kalplerdeki hastalıklar için bir şifa" yani bozuk inançlar ve şüpheler için bir ilaç, "müminler için bir hida­yet rehberi" hakkı dalâletten ayıran, akideyi burhanla beyan eden, şer'î hü­kümlerin hikmetlerini açıklayan bir rehber "ve rahmettir." Yani şefkat ve iyilik dolu, ince ruhluluk dolu bir kitaptır.

"De ki: Allah'ın lütfü" Allah'ın nefislerin manen temizlenmesi ve İslâm'ı kabul etmeye muvaffak kılması "ve rahmeti" yani lütfunun meyvesi olan Kur'an'ın indirilmesi "sebebiyle işte bunlarla sevinsinler." Ferah ve sürür, mad­dî veya manevî bir nimet sebebiyle nefsin rahatlık duyup zevk almasıdır. [106]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ dinin üç temel esası (Allah'ın birliği, peygamberlik ve öldük­ten sonra dirilme) için delilleri ortaya koyduktan sonra fiilî şeriatı yani Kur'an-ı Kerim'i zikretti. Kur'an'ın vasıflarını ve dört ana hedefini açıkladı. [107]

 

Açıklaması

 

Ey insanlar! Size ahlâkı ve amelleri ıslah edecek, kötülüklerden men ede­cek, gönüllerin şüphelerden ve kötü inançlardan kurtulup şifa bulmasını temin edecek hakka, yakinen iman etmeye, dünya ve ahiretin saadetine ulaştıracak doğru yola götüren, müminlere özellikle rahmet olan güzel vasiyetleri ve öğüt­leri içinde toplayan bir kitap gelmiştir.

İşte şunlar Kur'an-ı Kerim'in vasıflarıdır:

1- Kur'an, Allah tarafından gelen teşvik ile korkutmayı bir arada sunan, güzeli yapmaya, çirkini terk etmeye vesile olan güzel bir öğüttür.

"Bu (Kur'an) insanlara bir açıklama ve Allah'tan korkanlar için bir hida­yet rehberi ve öğüttür." (Âl-i İmran, 3/138).

2- Kalplerde bulunan şek ve şüpheler, iki yüzlülük, küfür ve kötü inanç, kötü ahlâk gibi hastalıklara karşı şifadır.

"Biz Kur'anı iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyo­ruz. Kur'an zalimlerin ise ancak zararını artırır." (İsra, 17/82).

3- Kur'an Hakka, yakinen iman etmeye yönelten, dünya ve ahiret saadet­lerini gerçekleştiren doğru yola iletir.

"De ki: O (Kur'an) iman edenlere bir hidayet rehberi ve şifadır." (Fussilet, 41/44).

4- Kur'an özellikle müminlere rahmettir. Onları dalâletin karanlığından iman nuruna kavuşturur, cehenneme karşı perde olur, onları cennet dereceleri­ne yükseltir.

Bu rahmetin müminlere hususi bir rahmet oluşu onların imanlarından is­tifade etmeleri sebebiyledir.

Ey Rasulüm, müminlere söyle! Allah tarafından gelen hidayet ve hak din ile Allah'ın ihsan ettiği bu lütuf ve rahmeti sebebiyle sevinsinler. Çünkü bu, se­vinmelerini geriktiren en lâyık nimetlerdir.

"Bununla sevinsinler" ifadesi (hasr) manasına gelir. Yani insan ancak bu­nunla sevinebilir, demektir.

İbni Merdüveyh ve Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyan el-Ensarî'nin Enes (r.a.)'ten merfu olarak rivayet ettikleri hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: "Allah'ın lütfü Kurandır. Allah'ın rahmeti ise sizi Kuranın ehli kılmasıdır."

Hasen el-Basrî, Dahhak, Katade ve Mücahid şöyle demektedirler: "Al­lah'ın lütfü imandır, rahmeti ise Kur'an'dır."

Allah'ın müminlere lütfetmesi ve rahmet etmesiyle sevinmek, şüphesiz on­ların topladıkları dünya malı ve diğer geçici zevklerden daha faydalı ve daha yararlıdır. Çünkü bu dünya ve ahiret saadetine vesile olur. Halbuki dünya malı çoğunlukla dünya saadetinin sebebi olabilir. [108]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu dört sıfat Kur'an-ı Kerim'in sıfatlandır. Kuranda öğüt ve hikmetler vardır. Kur'an şüphe, nifak, ihtilâf ve huzursuzluk gibi hastalıklara karşı fay­dalı bir şifadır. O kendisine tabi olanlara hidayet rehberi, kendisine uyanları koruyucu ve kendisine sarılanlara kurtuluş vesilesidir. O özellikle müminlere rahmettir yani büyük bir nimettir.

Allah'ın lütfü ve rahmeti en büyük sevinç ve ferah vesilesidir. Hatta Al­lah'ın lütuf ve rahmeti olmaksızın hiçbir şey sevinç ve ferah vesilesi olamaz. Allah'ın lütfü imandır, rahmeti ise Kur'an'dır. Bu Hasan-ı Basrî, Dahhak, Mü­cahid ve Katade'nin sözüdür.

Ebu Said el-Hudrî ve İbni Abbas (r.a.)'tan tamamen aksi rivayet edilmiştir. Onlar "Allah'ın lütfü Kur'an, Rahmeti ise İslâm'dır" demektedirler.

Hangi ifade doğru olursa olsun, müslümanlarm iki sevinç kasmağı vardır:

1- İman ve İslâm.

2- Kur'an-ı Kerim.

Allah'ın lütfü ve rahmeti müminler için onların topladıkları dünya metala-nndan daha hayırlıdır. Çünkü ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Böyle olan hayat elbette elde edilmeye daha lâyıktır.

Eban'ın Enes (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle bu­yurmaktadır: "Allah'ın İslâm'ı ihsan ettiği, Kur'an'ı öğrettiği insan bunlardan sonra fakirlikten şikayet ederse Allah kendisiyle karşılaşacağı o güne kadar iki gözünün arasına fakirlik yazar." Sonra şu ayeti okudu: "De ki: Allah'ın lütfü ve rahmeti sebebiyle işte bunlarla sevinsinler. Bu bir araya biriktirdikleri dünya malından daha hayırlıdır." [109]

 

Bazı Hayvanları Kendilerine Helâl, Bazılarını Haram Kılmaları Sebebiyle Müşriklerin Kınanması

 

59-De ki: "Söyleyin bana! Allah'ın size verdiği rızkın, niçin bir kısmını helâl, bir kısmını haram saydınız?' De ki: "(Bu hususta) Allah mı size izin verdi> yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?"

 60-Allah'a iftira edenlerin kıyamet günü hakkındaki kanaatleri nedir? Şüphesiz ki Allah, insanlara karşı lütuf sa- hibidir. Fakat insanların çoğu şükret- mezler. [110]

 

Belagat:

 

"Niçin bir kısmını helâl, bir kısmını haram saydınız?" Bu iki ifade arasın­da tezat sanatı vardır.

"De ki: Allah mı size izin verdi?" Buradaki fiil (De ki) tekit için tekrar edil­miştir.

Soru ifadesi ise inkâr içindir. Yani Allah size izin vermedi, demektir. [111]

 

Kelime ve İbareler:

 

"De ki: Söyleyin bana! Allah'ın size" helâl olarak "yerdiği" sizin için yarattı­ğı "rızkın, niçin bir kısmını helâl, bir kısmını haram saydınız?"

"De ki:" Bu hususta, helâl ve haram sayma konusunda "Allah mı size izin verdi?" Hayır! 'Yoksa" bilakis siz "Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" Bunları Al­lah'a nispet etmekle yalan söylüyorsunuz.

"Allah'a iftira edenlerin kıyamet günü hakkındaki kanaatleri nedir?" On­ları Allah'ın kendilerini cezalandırmayacağını mı zannediyorlar? Tehdidin ka­palı yapılması büyüklüğünü gösterir.

"Şüphesiz ki Allah insanlara karşı lütuf sahibidir." Akıl nimeti vermesi, peygamberler göndererek, kitaplar indirerek onlara hak yolu göstermesi ve pek çok nimetler ihsan etmesi, ceza verme konusunda onlara mühlet tanıması ile Cenab-ı Hak insanlara lütufta bulunmuştur. "Fakat insanların çoğu" bu nimet­lere "şükretmezler." [112]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak bu surenin ilk ayetlerinde vahiy ve peygamberliği ispat ettik­ten sonra peygamberliğin ispatı için bir başka yol zikretmektedir: Bu da helâl ve haram diyerek hüküm koymanın Allah'ın hakkı olduğudur. Rızıklarda ve her şeyde asıl olan o şeyin mubah olmasıdır. Özellikleri ve faydalan eşit olduğu halde bazı şeylerin haram, bazı şeylerin helâl kılınması sizin peygamberliğin doğruluğunu itiraf ettiğinize bir delildir. Çünkü bu ayırıma nakil veya akıl yö­nünden hiçbir delil yoktur. Bu metodunuz çürüktür, geçersizdir. Peygamberle­rin yürüdükleri yol haktır, doğrudur. [113]

 

Açıklaması

 

Cenab-ı Hak müşriklerin Bahire, Sâibe ve Vasile[114] gibi hayvanları helâl veya haram diye tayin etmelerini uygun görmemiştir. Nitekim pek çok ayetler­de bu gerçeğe işaret edilmiştir:

"Allah'ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan O'na pay ayırdılar. Ve ken­di iddialarına göre, "bu, Allah'ındır, şu da ortak koştuklarımız (putlar)ındır, dediler." (Enam, 6/136).

"Müşrikler (batıl görüşlerine göre), "şu hayvanlarla ekinler yasaktır. Onları sadece bizim istediklerimiz yiyecektir, dediler." (En'am, 6/138).

"Müşrikler, bu hayvanların karınlarındaki yavrular erkeklerimize ait olup kadınlarımıza haramdır, dediler." (En'am, 6/139).

"Sekiz çifti yaratan da O'dur. İkisi koyun ikisi keçidir. De ki: Allah o çiftler­den iki erkeği mi, yoksa iki dişiyi mi haram kılmıştır, yahut o her iki dişinin karnındakileri mi haram kılmıştır." (En'am, 6/143).

Cenab-ı Hak onların tayin ettiği helâl ve haramı şu ayette reddetmiştir: "Allah Bahire, Sâibe, Vasile ve Ham diye bir şey belirtmemiştir." (Maide, 5/103).

Bu ayetin manası şudur: Ey Peygamber! O müşriklere yani Mekke kâfirle­rine şöyle de: Bana bildirin. Allah'ın size istifade etmeniz için indirdiği helâl rı-zıkları parça parça ayırdınız. Kendi kanaatinize göre "Bu helâldir, bu haram­dır" dediniz. Söyleyin bakalım. Helâl ve haramı tayin etmek hususunda Allah mı size izin verdi? Siz Allah'ın izniyle mi böyle yapıyorsunuz? Yoksa bunu Al­lah'a nispet ederek O'na yalan mı söylüyorsunuz?

Bu ayet bu çeşit ayırd etmeye karşı bir azarlama ve fetva konusundaki la­ubaliliğe karşı gayet beliğ bir yasaklamadır. Alimin sorulan hükümlerde ihti­yatlı olmasının vacip olduğuna, yakinen ve tam manasıyla bilmeden hiçbir şey hakkında "caizdir" veya "caiz değildir" dememesine dair bir uyarıdır. Kim iyi bilmiyorsa Allah'tan korksun ve sussun, aksi takdirde Allah'a iftira etmiş olur. [115]

Fakat insanların çoğu bu nimete, bu ilâhî lütfa şükretmezler: Nitekim Ce­nab-ı Hak şöyle buyurur: "Kullarımdan hakkıyla şükreden pek azdır." (Sebe1, 34/13).

Onlar kendilerine gösterilen hidayet yoluna tabi olmazlar. Allah'ın kendi­lerine verdiği bu nimetten mahrum olurlar, kendi kendilerine darlık yaparlar. Bazı nimetleri helâl, bazılarını haram kıldılar.

Müşrikler kendileri için din olarak koydukları batıl esaslarda, Ehl-i kitap ise dinlerinde sonradan icat ettikleri bid'atlerde bu duruma düştüler.

Bazı müslümanlar da zühd yolunda aşırı giderek, helâl ve güzel rızıklan terk ettiler yahut İslâm'ın mal harcama hususunda orta yolu tutma şeklindeki metoduna muhalif olarak yeme, içme ve elbisede aşırı gittiler, israf ettiler. Böy­lece aynı hataya düştüler.

Halbuki Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sakın eli boynuna kelepçelenmiş gibi cimri olma. İsrafa dalarak da elini tamamen açma. Sonra kınanır açıkta kalırsın." (İsra, 17/29).

"Varlıklı kimse nafakasını varlığı ölçüsünde versin. Rızkı dar olan da Al­lah'ın kendisine verdiği kadar versin. Allah kişiyi ancak verdiği şeyle mükellef tutar."(Talak, 65/7).

Sünnet-i seniyye de bu metodu ve tavsiyeleri teyid etmektedir: Buharî ve Taberanî Züheyr b. Ebî Alkame'den şu hadis-i şerifi naklederler. "Allah sana mal vermişse üzerinde görünsün. Şüphesiz Allah kuluna verdiği ni­metinin güzel bir şekilde görünmesini sever. Allah perişanlığı ve perişan görün­meyi sevmez."

îmam Ahmed Ebu'l-Ahvas'tan, o da babasından naklediyor: Perişan, dağı­nık bir vaziyette Rasulullah (s.a.)'a geldim. Efendimiz (s.a.): "Malın var mı?" di­ye sordu. Ben de "Evet, var" dedim. Efendimiz (s.a.) "Hangi çeşit mallar?" diye sordu. Ben de "Deve, köle, at, koyun, her çeşit mal var" dedim. Efendimiz (s.a.) "Allah sana bir mal vermişse Allah'ın senin üzerindeki o nimeti ve ikramı gö­rülsün. " buyurdu. [116]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususları ihtiva etmektedir:

1- Müşrik cahiliye insanının kendilerine haram kıldığı şeyler; Maide sure­sinde (103. ayette) belirtilen "Bahire, Sâibe, Vasile, Hâm" gibi haram olduğuna karar verdikleri bazı deve etleri ve yine En'am suresinde (136. ayette) belirti­len ekinler, meyveler ve yoksullara sarf etmeleri, bir pay da Allah'a şirk koş­tukları putlara ayırıp bunları da putun bekçilerine vermeleri şeklindeki batıl âdetleridir: "Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan Allah'a pay ayırdılar..." (En'am, 6/136).

2- Helâli ve haramı tayin etmek Allah'a mahsustur. Nebi olsun, rasul ol­sun yarattıklarından hiçbir kimsenin böyle bir hakkı yoktur.

Eğer bu koydukları hükümler Allah tarafından ise "Bu hususta Allah mı size izin verdi?" ayetinden maksat budur. Eğer Allah tarafından değilse bu ifti­radır. 'Yoksa siz Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" ayetiyle anlatılan budur.

3- Şer'î hükümleri kısımlara ayırarak bir kısmını helâl, bir kısmını haram tayin etmeye cür'et eden kimselere karşı bir azarlamadır. Bu aynı zamanda fet­vada laubalilik eden, şer'î hükümlerin vasıflarında ihtiyatlı davranmayan, tam tespit etmeden, yakinen anlamadan kendi görüşüyle helâl ve haramı tayin eden kimselere karşı bir kınamadır.

4- Allah bu gibi noksanlıklardan münezzeh ve tamamen uzak olduğu hal­de, Allah'ın söylemediği hükmü Allah'a nispet ederek Allah'a yalan iftira eden kimselere vaid (azapla uyarma) yapılması.

5- Kıyamet günü bu iftiracıların Allah'a yalan iftira etmek suçuyla ceza­landırılması.

6- Allah Tealâ insanlara akıl vermek, peygamberler göndermek, kitaplar indirmek, helâl ve haramı belirlemeyi başkasına vermeyip sadece kendi üzeri­ne almak, her çeşit faydalı şeylerde, rızıklarda ve diğer malların asıl olarak mubah olmaları esasını koymak suretiyle insanlara büyük lütuf sahibidir.

7- Kâfirlerin çoğu Allah'ın nimetlerine ve kendilerine vereceği azabı gecik­tirmesine de şükretmezler. [117]

 

Allah'ın İlmi Bütün Kullarını, Kullarının Yaptıkları İşleri Ve Bütün Kâinatı Kuşatmaktadır.

 

61- (Ya Muhammedi) Her ne durumda olursan ol, Kur'an'dan ne okursan oku,

 sen ve ümmetin her ne amel yaparsanız  yapın, onu yapmaya giriştiğinizde biz  ona mutlaka şahit oluruz. Yerde ve gökte zerre kadar bir şey bile Rabbinden gizli değildir. Ne bundan daha küçük, ne de daha büyük hiçbir şey yoktur apaçık bir kitapta kayıtlı olmasın.

 

Kelime ve İbareler:

 

Ya Muhammedi İbadet halinde ve önemli, önemsiz "Her ne durumda olur­san ol," Rabbin senden haberdardır. "Kur'an'dan ne okursan oku," Çünkü Kur'an okumak Rasulullah (s.a.)'ın önemli işlerindendir, hatta onun en büyük işi budur. Yahut inen ayetleri okuyorsun. Çünkü Kur'an'ın her parçasına Kur'an denir, "sen ve ümmetin her ne amel yaparsanız yapın." Bu, önce reisleri­ne tahsis edilen hitabın daha sonra genelleştirilmesidir. "onu yapmaya girişti­ğinizde" yani henüz yeni başladığınızda, bu işe yeni koyulduğunuzda "biz ona mutlaka şahit oluruz", görürüz, kontrol eder ve tescil ederiz.

'Yerde ve gökte" varlık âleminde "zerre kadar" toz gibi veya en küçük ka­rınca gibi "bir şey bile Rabbinden gizli değildir." Uzak ve O'nun ilminden hariç değildir.

"Ne bundan daha küçük ne de daha büyük hiç bir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta" Levh-i Mahfuz'da açıkça "yazılı olmasın." [118]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak insanlardan pek azının Allah'a itaatte devam edip, O'na is­yan etmeyi terk ederek Allah'ın nimetlerine şükrettiğini beyan ettikten sonra; ilminin kullarının bütün işlerini, küçük büyük bütün amellerini, göklerde ve yerde bulunan bütün varlıkları, var olan her şeyi kuşattığını hatırlattı. Bu du­rum onların itaat, şükür ve ibadet etmelerine, günahlardan kaçınmalarına ve­sile olur. Çünkü Hak Tealâ kullarının durumlarını gayet iyi bilince itaatkâr olanlar sevinir, günahkâr olan tehdit edilmiş olur. [119]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ Peygamberine O'nun, ümmetinin ve bütün mahlûkatm her an içinde bulundukları durumlarını bildiriyor.

Ey Rasulüm! Hususi veya umumi hangi durumda bulunursan bulun, bu şerefli durumun sebebiyle, İslâm davetini insanlar arasında yaymak için sana inen Kur'an1 dan ne okursan oku, biz size mutlaka şahit oluruz, durumlarınız­dan haberdar oluruz.

Ayet-i kerimede Peygamberimiz (s.a.)'e ait durumların "şe'n(şerefli du­rum) " kelimesiyle ifade edilmesi Peygamberimiz (s.a.)'in her işinin hatta nor­mal insanî davranışlarının bile değerli olduğuna delildir. Çünkü O, müminler için en güzel önderdir.

Cenab-ı Hak "Her ne durumda olursan, ol," ve "Kur'an'dan ne okursan oku." ifadeleriyle özel olarak peygamberine sonra da başında bulunduğu üm­mete hitap etti.

"Minhü (ondan)" kelimesindeki zamir ya "şe'n" kelimesine racidir Bu du­rumda "şerefli işlerinden olan Kur'an'ı okuduğunda" manasına gelir, yahut Kur'an" kelimesine racidir. Bu durumda "Kur'an'dan Kuran olarak okuduğun­da" manasındadır. Açık olarak zikretmeden zamir kullanılması tazim ifade eder.

Veyahut "Allah" kelimesine racidir. Yani "Allah tarafından inen Kur'an'ı okuduğunda" demektir.

Ey Ümmet! Yaptığınız küçük-büyük, hayır-şer hangi amel olursa olsun biz size şahidiz, sizin durumunuzdan haberdarız, sizi kontrol ediyoruz; sizin için tespit yapıyoruz. Bununla sizin amelinizin karşılığını vereceğiz.

Zerre kadar, toz kadar yahut en küçük karınca kadar bile olsa hiçbir şey Allah'tan uzak olmaz, O'nun ilminden gizli kalmaz. Toz kadar denilecek küçük­lük ve hafifliğe misal verilmektedir. Hatta atomdan bile küçük olsa -yani ato­mun parçaları bile olsa- Allah'ın ilmi dahilindedir.

Bu ifade atomun parçalanması prensibi veya teorisine ve küçük parçaları­nın da bulunmasına işaret etmekte olabilir.

Bundan daha büyük de olsa, meselâ en büyük yaratık olan "Arş" gibi, yine durum aynıdır. Arş, bütün varlıkların miktarlarının yazılı olduğu değerli ki­tapta (yani Levh-i Mahfuz'da) belirlenmiş, tescil edilmiştir.

Ayrıca burada atomun parçaları ve mikroplar gibi çıplak gözle görüleme-yip ancak mikroskoplarla görülebilen, yüzlerce hatta binlerce defa büyütülmesi gereken kâinattaki en küçük varlıklara ilk defa Kur'an-ı Kerim'in işaret ettiği anlaşılmaktadır. Yine kâinatta yer ve göklerden ve içlerinde bulunan varlıklar­dan daha büyük, çok büyük varlıklar da bulunmaktadır. Çünkü bazı yıldızlar, güneş, dünya ve ay'dan çok daha büyüktür. Arş ise yaratılmış varlıkların en büyüğüdür.

Bu ayetin bir benzeri de şu ayet-i kerimedir: "Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanları O bilir. Düşen hiç­bir yaprak yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yeryüzünün karanlıklarında olan her tane, kuru-yaş her şey mutlaka her şeyi apaçık beyan eden bir kitapta kayıtlı­dır. " (En'am, 6/59) Yani Allah ağaçlarını ve cansız varlıkların hareketlerini, ot-layan hayvanları, yeryüzü tabakalarında ve gökyüzü boşluğunda var olan her şeyi bilir. [120]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetin manasını düşünen herkes -ki bu hususta gerçek manada ancak ilmi, ufku ve bakış tarzı geniş mümin alimler düşünürler- Allah'ın her şeyi ku­şatan ilminin genişliğini, varlık alemindeki her şeyi, canlı varlıkların bütün davranışlarını takip altına aldığını anlar. Yerde, denizde ve gökte bulunan bü­tün insanları korku ve titreme kaplar. Kalbi Allah Tealâ'nın azameti ile dolar. Küçük-büyük, önemli önemsiz bütün amellerinin tespit edildiğini idrak eder.

Eğer bir devlet memuruna, evinde ve dışarıdaki bütün davranışlarının vi­deo bantlarına kaydedilip büyük bir televizyon ekranında gösterileceği, burada kayıtlı olan bütün ses ve görüntülerin devlet reisine arz edileceği, görevini ya-pıp-yapmadığı, omuzuna atılan mesuliyet ve emaneti yerine getirip getirmedi­ği, kendisine, ailesine, komşularına ve topluma karşı iyi davranıp davranmadı­ğı gibi bütün davranışlarının hesabı görülecek dense, o kimse her gün, her ay, her sene ve bütün ömür boyunca bu ekranda izlenecek tavır ve davranışlarını tahmin eder ve çok ince düşünür, kendini küçük düşürmemek için bir an bile doğru yoldan ayrılmaz.

İşte aynı şekilde -en yüce misâl Allah'ındır. O'na hiçbir şey benzemez- Ce-nab-ı Hak da bizim hareketlerimizi izlemekte ve bütün davranışlarımızı gayet iyi bilmektedir. Hatta O'nun gönüllerimizde gizli olan hususlara da muttali ol-mapı, gönlümüzü korku ve titreme ile doldurmaktadır.

Seni tenzih ederiz, ya Rabbi! Bizi himayene, affına ve rahmetine al.

Bu ayet insanları Allah'a itaata ve imana teşvik etmesi, günah ve küfür­den uzaklaştırması için yeterli bir uyarıdır. Hesap görücü olarak Allah yeter. O hesap görenlerin en süratlisidir. [121]

 

Allah Dostlarının Vasıfları Ve Mükâfatları

 

62- İyi bilin ki Allah dostlarına korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir.

63-  Onlar iman eden ve Allah'tan ger­çek manada korkanlardır.

64- Dünya hayatında da, ahirette de onlara müjde! Allah'ın sözlerinde asla değişme olmaz. İşte büyük kazanç budur.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'ın dostlarına" yani Allah'ın sevgili kulları, seçkin kullan, Allah'a yakın kullar, Allah'a itaatle O'na yaklaşan, Allah'ın da kendilerini ikramıyla kuşattığı kullan. Onlar -ayetin tefsir ettiği gibi- iman eden ve Allah'tan gerçek manada korkan kimselerdir. Muttaki (takva sahibi) herkes Allah'ın veli kullu­dur, Allah dostudur, "korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir." Ümid ettiklerin­den mahrum kalarak mahzun olmayacaklardır.

"Onlar iman eden ve Allah'tan" O'nun emirlerine ve nehiylerine sanlmak suretiyle "gerçek manada korkanlardır.

"Dünya hayatında da ahirette de onlara müjde..!" Ahirette, cennet, sevap, meleklerinin kendilerini selâmlayarak kazançlı olduklannı ve ikrama lâyık ol-duklannı müjdelemeleri... Müjde, sevinçli haberdir. Bu da Allah'ın Kitab'mda ve Rasulü'nün diliyle takva sahiplerine verdiği vaadlerdir. Hakim'in sahih ola­rak kabul ettiği hadis-i şerifte belirtilen "Kişinin gördüğü veya kendisine göste­rilen sahih rüyalar" veya kendisine lütfedilen bazı kerametler (olağanüstü hal­ler), aynca son nefesteki meleklerin müjdeleri...

"Allah'ın sözlerinde asla değişme olmaz." Allah'ın verdiği vaadlerden dön­me olmaz. [122]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah'a itaat ve ibadetle yaklaşan, Allah'ın da ikramıyla kendilerini kuşat­tığı Allah dostlan (Allah'ın veli kullan) Allah'a, meleklerine, kitaplanna, pey­gamberlerine, ahiret gününe ve kadere iman eden, Allah'ın emirlerine sanl­mak ve yasaklanndan kaçınmak suretiyle Allah'tan gerçek manada korkan kimselerdir. Takva sahibi herkes Allah'ın veli kuludur, Allah dostudur. Allah dostlan da hem sahih iman, hem de takva sahibi olan kimselerdir. Onlara dün­yada olması beklenen hiçbir sıkıntı yoktur.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlardan korkmayın. Gerçek müminler iseniz sadece benden korkun." (Âl-i İmran, 3/175) Yani şeytanın dost­larından ve yardımcılarından korkmayın.

Onlara ahirette de kâfirlerin ve isyankârların korktuğu kıyamet azabı ve o günkü dehşetli olaylardan korku yoktur. Cenab-ı Hakkın buyurduğu gibi: "O en büyük korku bile onları üzmez." (Enbiya, 21/103).

Onlar dünyada ümid ettiklerinden mahrum kalma, hoşlanılmayan bir olayla karşılaşma ve sevgiliden ayrılma gibi sebeplerle mahzun olmazlar. Çün­kü onlar kaza ve kadere iman etmekte, Allah'ın rızasını arzu etmektedirler. Onlar ahirette kıyametin korkulu hadiseleri sebebiyle de mahzun olmayacak­lardır.

Bezzaz'ın İbni Abbas'tan rivayet ettiğine göre bir adam "Ya Rasulullah! Al­lah'ın veli kullan (Allah dostları) kim" diye sordu. Peygamberimiz (s:a.) şöyle cevap verdi: "Görüldüğü zaman Allah'ın hatırlandığı kimselerdir."

Allah'ın şeriatı ve dini üzerinde oldukları, namaz kıldıkları, zekât verdik­leri, iyiliği emrettikleri, kötülüğe engel oldukları müddetçe dünyada zafer ve yeryüzünde hakimiyet ile onlara müjdeler olsun!

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah dinine yardım edenlere mut­laka yardım eder. Şüphesiz ki Allah Kavidir (mutlak kuvvet sahibidir), Azizdir (her şeye galiptir). Eğer kendilerine yardım vaad ettiğimiz müminleri yeryüzün­de hakim kılsak namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtlarını verirler, iyiliği em­rederler, kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin neticesi eninde sonunda Allah'a döner." (Hac, 22/40, 41).

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere vaad etmiştir ki, onları... yeryüzünde mirasçı kılacaktır." (Nur, 24/55).

Onlara dünyada verilen müjdelerden biri salih rüyalardır: İmam Ahmed ve Hakim'in Ebu'd-Derda'dan rivayet ettiklerine göre: "Dünya hayatında da ahirette de onlara müjde.." (Yunus, 10/64) ayeti hakkında Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bu müjde müslümanın gördüğü veya ona gösterilen salih rüyalardır."

Bu müjdelerden biri de meleklerin kendilerini durumlarının güzel oldu­ğuyla ve son nefeste yüksek derecelerde olacaklarıyla müjdelemeleridir: "Bun­lar meleklerin, canlarını mümin olarak aldıkları salih kimselerdir. Melekler on­lara "Selâm olsun size! dediler." (Nahl, 16/32).

Onlara ahirette de güzel sevaplar ve cennette kalıcı nimetlerle müjdele­mek vardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Rableri onları kendi tarafından bir rahmet, rıza ve cennetlerle müjdeler. Onlar için cennette devamlı nimetler vardır." (Tevbe, 9/21).

Melekler de onları cennetle müjdeleyerek karşılarlar. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Rabbimiz Allah'tır, deyip sonra doğru yolda devam edenlere melek­ler inerler ve şöyle derler: "Korkmayın, üzülmeyin. Vaad olunduğunuz cennetle müjdeleniyorsunuz. Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin dostunuzuz. Ahi-rette sizin için affeden ve merhamet eden Allah tarafından bir ikram olarak canlarınızın arzu ettiği her şey vardır. Orada istediğiniz her şeyi bulursunuz." (Fussilet, 41/30-32).

'Allah'ın sözlerinde asla değişme olmaz." Verdiği vaadlerinden kesinlikle dönmez. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Benim nezdimde söz de­ğiştirilmez. " (Kaf, 50/29). Müminlerin cennetle müjdelenmesi de bu ilâhî vaad-lerden biridir.

"İşte büyük kazanç budur." Onlara iki cihanda verilecek saadet müjdesi en büyük ve eşsiz bir kazançtır. Çünkü bu kazanç iman ve salih amel işlemenin meyvesidir. [123]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet sahte iddiacıların karşısına kesin bir çizgi koymuş, Allah'ın veli kullarının (Allah dostlarının) takva sahibi müminler olduklarını beyan etmiş­tir.

Said b. Cübeyr anlatıyor: Rasulullah (s.a.)'a "Allah'ın veli kullan (Allah dostları) kimdir?" diye soruldu. O da, "kendileri görüldüğünde Allah'ın hatır­landığı kimselerdir." diye cevap verdi.

Hz. Ömer b. Hattab (r.a.) Ebu Davud'un rivayetine göre şöyle demektedir: Peygamberimiz (s.a.)'i işittim, şöyle diyordu: "Allah'ın kulları arasında bazı kullar vardır ki, onlar ne peygamber ne de şehittirler. Kıyamet günü Allah'a olan yakınlıkları sebebiyle peygamberler ve şehitler onlara gıpta ederler." Pey­gamberimiz (s.a.)'e "Ya Rasulallah! Onların kim olduklarını ve amellerinin ne olduğunu bize bildirir misin? Biz de belki onları severiz." denildi. Peygamberi­miz (s.a) "Onlar aralarında hiçbir akrabalık olmadığı, alış-veriş edecekleri mal da olmadığı halde Allah için birbirlerini seven kimselerdir. Allah 'a yemin ede­rim ki, onların yüzleri nurdur, onlar nurdan minberler üzerindedirler. Başkala­rı korktuğu zaman onlar korkmazlar. Başkaları üzüldüğü zaman onlar üzül­mezler" dedi ve sonra şu ayeti okudu: "İyi bilin ki Allah dostlarına korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir. "[124] (Yunus, 10/62).

Bu ayetin zikrettiği amel-i salih işlemek ve Allah'ın velî kullarının sıfatla­rıyla vasıflanmak için yapılan bu teşvik ne muazzam, ne önemli bir teşviktir! Hepsi şu ayette toplanmıştır: "Dünya hayatında da onlara müjde!" Yine bu müjdede onların düşmanlarına karşı zafer elde edecekleri vaadine işaret edil­mektedir.

Müjde hayırlı, faziletli, mükâfaatlı sevindirici bir haberdir. Bu müjde dün­ya ve ahiret saadetinin her ikisini de birleştirmektedir.

Dünyada zafer, izzet, güzel övgü...

Ahirette cennet ve Allah'ın ebedî nimetlerini elde edip kazanma ve kurtu­luşa erme...

Allah'ın vaadinde dönme ve haberlerinde değişiklik yoktur. Bunu hiçbir şey ortadan kaldıramaz. Her şey ancak O'nun dilediği şekilde olur.

Allah'ın kullarına müjdelemesi ve kullarını sevmesi ne değerli ve ne bü­yük bir şeydir! Müjdelenen kullar ne kadar mutludurlar! Rabbim bizleri de on­lardan eylesin. [125]

 

İzzet Ve Mülk Allah Tealâ'nındır. Gece Gündüzün Yaratılmasının Faydaları.

 

65- Kâfirlerin sözleri seni üzmesin. Çün­kü bütün izzet Allah'ındır. O her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.

66-  İyi bilin ki, göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır. Allah'tan başkasına tapanlar (gerçekten) ortak koştuklarına uymazlar. Onlar sadece zanna (kanaat­lerine) uyarlar. Onlar sadece yalan söy­lerler.

67-  Dinlenmeniz için geceyi, aydınlık olarak gündüzü yaratan Allah'tır. Şüp­hesiz ki bu hususta dinleyen bir toplu­luk için ibretler vardır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kâfirlerin sözleri" şirk koşmaları, tehdit etmeleri, yalanlamaları ve sana sen peygamber değilsin" demeleri "seni üzmesin."

"Çünkü bütün izzet" galibiyet, kuvvet ve güç "Allah'ındır. O" onların sözle­rini "çok iyi işiten ve" onların niyetlerini, davranışlarını "çok iyi bilendir." Onla­rı bu amellerine karşılık cezalandıracak ve size yardım edecektir.

"İyi bilin ki göklerde ve yerde olan her şey" melekler, insanlar ve cinler mülk olarak, yaratık olarak, kul olarak "Allah'ındır." Beyzavî diyor ki: Varlık­ların en şereflisi olan bu varlıklar kul olup, hiçbiri "Rab" olmaya lâyık olama­dıklarına göre akıldan mahrum putların Allah'a eş ve ortak olmaları kesinlikle mümkün olmaz.

"Allah'tan başkasına" putlara "tapanlar" gerçekten "ortak koştuklarına uymazlar. Onlar" bu hususta yakinen bildiklerine değil "sadece" Allah'ın orta­ğıdır diyerek yahut putlar kendilerine şefaat edecek tanrılardır diyerek "zan­na" kendi batıl kanaatlerine "uyarlar. Onlar" Allah'a nispet ettikleri bu husus­larda "sadece yalan söylerler." "Tahmin etme" kelimesi yalan söyleme manasın­da da kullanılabilir. Çünkü yalanda genellikle tahmin veya varsayım hakimdir. Ayetten anlaşıldığına göre onlar putları batıl takdir ederek "Allah'ın ortakları" diye anmaktadırlar.

"Şüphesiz bu hususta" ibret almak, öğüt almak ve düşünmek niyetiyle dinleyen bir topluluk için" Allah'ın birliğine deliller "ibretler vardır." [126]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak bu surede müşriklerin çeşitli şüphelerini zikredip bunlara ce­vap verdikten sonra, onların başka bir yola, kendilerinin mal-mülk ve sulta sa­hibi olduklarım söyleyerek tehdit ve korkutma yoluna saptıklarını belirtti. Bu­na da Peygmaberimiz (s.a.)'e onlara karşı zafer ihsan edeceği şeklinde müjde olması için "Onların sözleri seni üzmesin" ayetiyle cevap verdi.

Ayrıca Cenab-ı Hak buna giriş olarak Mekke'de Allah'ın vaadini yalanla­yan, kendi kuvvetleriyle gururlanan düşmanlarına karşı zafer vaadine işaret olmak üzere Allah'ın veli kullarının sıfatlarını ve geçen ayetlerde belirtilen müjdeleri beyan etmektedir. [127]

 

Açıklaması

 

Ey Rasulüm! Müşriklerin "Sen Peygamber değilsin!" şeklindeki sözleri, şirk koşmaları, mal ve kuvvet sahibi olduklarını beyan eden ifadeleri, yalanla­ma ve tehditleri seni üzmesin.

Sen onlara karşı Allah'ın yardımını iste ve sadece O'na dayan. Çünkü iz­zet, galibiyet, kuvvet ve ezici güç tamamen Allah'a aittir, yani hepsi O'nundur.

Bir başka ayette gelen "İzzet Allah'ın, Rasulünün ve müminlerindir." (Mü-nafikun, 63/8) ifadesinde izzetin Rasulüne ve müminlere ait olmasının manası ise şudur: İzzet tamamen Allah'a aittir ve neticede yine Allah'a döner. (Rasu-lullah'ın ve müminlerin izzeti ise Allah'ın lütfuyladır).

Allah kullarının sözlerini -hakkı yalanlama, şirk iddia etme gibi sözlerini de- çok iyi işitir, onların durumlarını ve yaptıkları eziyet ve hileleri gayet iyi bi­lir ve bunlara karşılık onları cezalandırır. Ey Muhammed! Sen onların sözleri­ne ve hilelerine önem verme.

Bu ayette Peygamberimiz (s.a.) kavminin kendisine yaptığı eziyetlere kar­şı teselli edilmekte ve ona kavmine karşı zafer müjdesi verilmektedir.

Cenab-ı Hak bundan sonra izzetin sadece kendisine ait olduğu hususunda­ki delilleri ortaya koyarak şöyle buyurdu:

Dikkat edin ey insanlar! Göklerin, yerin ve her ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü Allah'a aittir. Bu ikisinde O'ndan başka hiç bir kimsenin mülkü yoktur. Peki, putlar başkasının mülkü oldukları halde nasıl tanrı olabilir? İba­det sadece mülkün gerçek sahibine yapılabilir. Ayrıca putlar ne düşünebilir, ne mülk edinebilir, ne faydası ne de zararı dokunabilir! Onların putlara tapınma hususunda hiçbir delilleri yoktur. Bu konuda sadece zanlarına ve vehimlerine uymaktadırlar.

O müşrikler gerçekte Allah'ın ortaklarına tapınmıyorlar. Çünkü Allah'ın asla ortağı olamaz. O sahte ortakların kulların işini düzene koymak ve onların başına gelen kötülükleri önlemek gibi bir şeye güçleri yetmez. Hatta onlar ken­dilerine herhangi bir fayda temin edemedikleri gibi kendi başlarına gelen bir zararı bile önleyemezler.

Müşrikler gerçekte sadece asılsız zanlara, büyük hatalara uymaktadırlar. Onlar bu batıl kanaatleriyle Allah'a nispet ettikleri şeylerde yalancıdırlar, saç­malamaktadırlar; yahut Allah'ın ortakları olduğu şeklinde asılsız tahminlerde bulunmaktadırlar.

Allah'ın göklerde ve yerde bulunan her şeyin mülkiyetinde tek başına müstakil olduğunu beyan ettikten sonra gelen bu üç cümle ardarda gelen tekit ifadeleridir. Bu cümleler meleklerin, putların, Mesih (a.s.)in ve başkalarının ilâh edinilmelerinin kaldırıldığını tekit etmektedir. Tıpkı dünya idarecileri ve zalim krallara ancak vasıta ile ulaşabildiği gibi, bu putların da Allah'ın huzu­runda vasıta, şefaatçi ve vesile olarak kabul edilmeleri yetkisinin kaldırıldığını tekit etmektedir.

Göklerde ve yerde olan her şey Allah'ın mülküdür. "Göklerde ve yerde bu­lunan hiçbir kimse yoktur ki, kıyamet günü Rahman olan Allah'ın huzuruna bir kul olarak çıkmasın." (Meryem, 19/93) Kulun efendisinin O'nun huzurunda hiçbir önemi yoktur.

Bundan sonra Cenab-ı Hak bütün izzetin Allah'a ait olduğuna, Allah'a or­tak koştukları putların yaratma, takdir etme, tasarruf ve bütün işleri düzene koyma hususunda Allah'ın yanında hiçbir rolleri bulunmadığına şu ayet-i keri­meyi delil getirmektedir.

"Dinlenmemiz için geceyi, aydınlık olarak gündüzü yaratan Allah'tır." Al­lah Tealâ günü iki kısma ayırdı: Gece ve gündüz. Geceyi gündüzün çalışma ve yorgunluğundan sonra istirahat etme, sükûnet ve huzur için; gündüzü de ge­çim vakti, çalışma, yolculuk ve diğer ihtiyaçların görülmesi için aydınlık kıldı:

"Uykunuzu bir dinleme vasıtası yaptık. Geceyi sizi saran bir örtü yaptık. Gündüzü de geçiminizi temin için çalışma zamanı yaptık." (Nebe, 78/9-11).

"Biz gece ile gündüzü varlığımızı gösteren iki delil kıldık. Bir delil olan ge­ceyi karanlık, bir delil olan gündüzü de aydınlık kıldık. Böylece Rabbinizin lüt-fundan rızık arayasınız. Yılların sayısını ve hesabını bilesiniz." (İsra, 17/12).

Bu ayette Allah Tealâ'nın kudretinin kâmil olduğuna ve nimetinin büyük­lüğüne işaret edilmektedir. Böylece geceyi gündüzün iş yorgunluğundan sonra dinlenmek için karanlık, gündüzü de rızık ve kazanç elde etmek için aydınlık kılması ile sadece kendisinin ibadete lâyık olduğuna ve O'nu tek olarak kabul etmelerine delil getirdi:

"Şüphesiz ki bu hususta dinleyen bir topluluk için ibretler vardır." Yani ge­ce ve gündüzün yaratılmasında, birbiri ardınca gelmelerinde ve müddetlerinin yıl boyunca farklı oluşunda hakkıyla ibadete lâyık olan ilâhın gece ve gündüzü yaratan Allah olduğuna, bu delilleri ve hüccetleri dinleyecek, bunlardan ibret alacak, dinlediklerini ince ince düşünecek, bunları yaratan, takdir eden ve yü­rüten Allah'ın azametine delil olarak getirecek bir toplum için çok ibretler var­dır. [128]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu noktalara işaret etmektedir:

1- İzzet tamamen Allah'a aittir. Yani en üstün kuvvet, her şeye karşı gali­biyet, tam anlamıyla kudret sadece Allah'ındır. O Rasulünün yardımcısı, des­tekçisi ve düşmanlarının eziyetinden koruyucusudur.

Bu ifade Cenab-ı Hakkın "İzzet Allah'ın, Rasulünün ve müminlerindir" ayetiyle çelişki teşkil etmez. Çünkü her izzet Allah sayesindedir. Dolayısıyla hepsi Allah'a aittir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Gerçek kuvvet ve kudret sahibi olan Rabbin onların yakıştırdıkları noksan sıfatlardan münezzehtir." (Saffat, 37/180).

2- Allah kulların sözlerini ve seslerini gayet iyi işitmekte, yaptıkları amel­leri, işleri ve bütün hareketlerini gayet iyi bilmektedir.

3- Allah göklerde ve yerde olan herkesin ve her şeyin malikidir. Yani onlar hakkında dilediği şekilde hükmeder ve dilediği şekilde hareket eder. Başkası­nın mülkü olan kimsenin ve başkasının hakimiyeti altındaki bir kimsenin her­hangi bir hükümde yetkisi veya müdahele hakkı ve mülkünde tasarrufta bu­lunma imkânı olamaz. Bu ifade Allah'tan başka herkesten ulûhiyet yani İlâh olma durumun kaldırıldığına delildir.

4- Müşrikler tapınırlarken gerçekte Allah'ın ortaklarına tabi olmamakta­dırlar. Onlar sadece batıl bir zanla putların şefaatçi olacaklarını veya kendile­rine fayda vereceklerini zannetmektedirler. Onlar bu zanlannda sadece saçma­lamakta, tahmin yürütmekte ve Allah'a nispet ettikleri şeylerde yalan söyle­mektedirler.

5- Farz olan; gece ile gündüzü yaratabilen, bu ikisini ince bir sistemle ar-darda düzenli bir şekilde getirebilen yüce varlığa ibadet etmektir. Yoksa hiçbir şey yapamayan cansız varlıklara tapınmak değil.

6- Gece ile gündüzü icat etmekte Allah'ın sonsuz hikmeti vardır. Allah ge­ceyi çoluk-çocukla birlikte huzur bulma, hayatın gürültülerinden uzak kalma, işlere iyice gömülmekten doğan yorgunluk ve bıkkınlığın ortadan kalkmasına vesile olması gibi çeşitli faydalar için ayırmış, gündüzü de geçim kaynaklarını temin etmek, zaruri ihtiyaçlan bulma, insanlarla görüşme gibi kıymetli fayda­ları elde etmek için tahsis etmiştir.

7- Göklerin ve yerin, gece ile gündüzün yaratılmasında yaratıcının ibadete ve sadece kendisine kulluk edilmesine lâyık olduğuna açık ve kesin alâmetler ve deliller vardır. Fakat bütün bunlardan sadece ibret, öğüt ve ders alacak dik­katle dinleyen topluluk ibret alabilir. Göz ve kulağın yaratılmasındaki asıl fay­da da budur. [129]

 

Allah Tealâ'nın Oğlu Olduğunu Söyleyerek Şirk Koşmak      

 

68- Müşrikler "Allah çocuk edindi" dedi- ler. Haşa, Allah bundan münezzehtir. O  hiçbir şeye muhtaç değildir. Göklerde  ve yert*e ne varsa hepsi O'nundur. Bu  iddialarınıza hiçbir deliliniz de yoktur.  Siz, Allah'a karşı bilmediğiniz bir şeyi  mi söylüyorsunuz?

69 'De ki: Allah<a karşı yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremeyeceklerdir.  ^0" Onlar için dünyada geçici bir hayat vardır. Sonra dönüşleri yine bizedir.

Ondan sonra da Biz onlara inkâr etmeleri sebebiyle şiddetli azabı tattıracağız.

 

Belagat:

 

"Siz, Allah'a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?" Bu bilgisizlik­lerini ve ihtilâfa düştüklerini yüzlerine çarpma ve azarlama maksadıyla soru­lan bir sorudur. [130]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onlar" yani Yahudiler, Hristiyanlar ve meleklerin Allah'ın kızları olduğu­nu iddia eden müşrikler "Allah çocuk edindi dediler." Allah onları "Haşa, Allah bundan münezzehtir." diyerek reddetti. Yani Allah çocuk edinmekten çok uzak­tır. Çünkü çocuk edinmek ancak çocuk beklenmesi tasavvur edilen kimse için doğru olabilir. Bu ifadeden maksat onların bu sözlerine hayret etmektir.

"O hiçbir şeye muhtaç değildir." O herkesten müstağnidir. Çocuğu ona ihti­yaç duyan kimse ister. Bu ifade Allah'ın bundan münezzeh olmasının illetidir. Çünkü çocuk edinmek ona ihtiyaç duymanın neticesidir. "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi" mülk, yaratık ve kul olarak "O'nundur." Bu ifade Allah'ın müstağ­ni olduğunun ikrarıdır. "Bu iddialarınızda sizin hiçbir deliliniz de" hüccetiniz ve burhanınız da "yoktur. Siz Allah'a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsu­nuz?" Bu onların sözlerini yüzlerine çarpmak ve azarlamaktır.

"De ki: Allah'a karşı" O'na çocuk nispet ederek, ortak ilâve ederek "yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremeyeceklerdir." Yani saadete kavuşamayacaklar, azaptan kurtulamayacaklar, cenneti kazanamayacaklardır.

"Onlar için dünyada" hayatları boyunca istifade edecekleri pek az "geçici bir hayat vardır. Sonra" ölümle "dönüşleri yine bizedir." Ebedî bir sıkıntı ile karşılaşacaklar. "Bundan sonra da" ölümden sonra da "Biz onlara inkâr etme­leri"küfre düşmeleri "sebebiyle şiddetli azabı tattıracağız." [131]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak müşriklerin putları ve heykelleri kendilerine şefaatçi edin­diklerini anlatıp onları ikna edici bir şekilde reddettikten sonra burada onların bir başka batıl inançlarını, Allah'a çocuk nispet etmelerini, Allah'ın evlâdı ol­duğunu söylemelerini zikretti. Bu ifade meleklerin Allah'ın kızları olduğunu ileri süren müşrikleri de, Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu iddia eden Yahudileri de Mesih İsa (a.s.)'ın Allah'ın oğlu olduğunu ileri süren Hristiyanları da içine almaktadır. [132]

 

Açıklaması

 

Bu ayetlerin konusu Allah'ın evlâdı olduğunu iddia eden müşriklere, Ya­hudilere ve Hristiyanlara reddiyedir.

Müşrikler "Melekler Allah'ın kızlarıdır", Yahudiler "Üzeyir Allah'ın oğlu­dur", Hristiyanlar da "Mesih Allah'ın oğludur" dediler.

Haşa Allah evlât edinmekten münezzehtir, çok uzaktır. Bu ifade onların batıl sözlerine karşı hayret etmek içindir. Çünkü çocuk edinmek ancak çocuk beklenmesi tasavvur edilen kimse için doğru olabilir. Allah'ın -haşa- ne ana-ba-bası vardır, ne de evlâdı!

"O hiçbir şeye muhtaç değildir." Bu Allah'ın münezzeh olmasının illetidir. Yani Allah kendisinden başka her şeyden müstağnidir. Her şey O'na muhtaçtır. O'nun ise asla çocuğa ihtiyacı yoktur. Çocuk edinmek ise ihtiyaçtan doğmakta­dır.

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur." O'nun yarattığı şeylerden na­sıl evlâdı olabilir? Her şey O'nun mülkü ve kuludur. O göklerin, yerlerin ve iki­si arasındaki her şeyin yaratıcısıdır. Mahlûkatından hiçbir şey O'na benzemez. O yarattıklarından hiçbirine muhtaç değildir. Bilakis her şey O'na muhtaçtır. Göklerde ve yerde olan her şey mülk, yaratık, kul ve tasarruf olarak O'nundur. Bu hususta hiçbir şey O'na ortak olamaz. Yoktan var eden, hayatı ve hayatın zaruri ihtiyaçlarını bahşeden bir yaratıcı nasıl bir yaratığı, bir kulunu rızık gi­bi maddî şeylerde, yardım etme, destekleme ve kuvvet verme gibi manevî hu­suslarda kendisine muhtaç olan bir varlığı evlât edinebilir.

"Bu iddialarınıza hiçbir deliliniz de yoktur." Sizin söylediğiniz bu yalan ve bühtanda iddialarınızın hiçbir delili yoktur.

Siz, Allah'a bilmediğiniz bir şeyi, gerçek olmayan bir sözü mü söylüyorsu­nuz? Siz aklen doğru olmayan ve kendisine nispet edilmesi gerçek olmayan bir şeyi mi O'na nispet ediyorsunuz.

Bu ifade yüzlerine çarpma ve azarlamadır, yahut yadırgama veya kuvvetli bir uyarı, şiddetli bir tehdittir.

Beyzavî diyor ki: Bu ifadede delili olmayan her sözün bilgisizlik olduğuna, inançlar hususunda mutlaka kesin delil bulunmasına ve bu konuda körükörü-ne taklit etmenin geçerli olmayacağına işaret vardır.

Bu ayetin bir benzeri de şu ayetlerdir: "Müşrikler, Rahman olan Allah ço­cuk edindi, derler. Yemin olsun ki siz ortaya çok çirkin bir şey getirip iftira attı­nız. Rahman olan Allah'a çocuk isnat ettiler diye neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar parçalanıp dağılacaktı. Oysa Rahman olan Allah'ın çocuk edinmesi asla şanına yakışmaz. Göklerde ve yerde bulunan hiçbir kimse yoktur ki (kıyamet günü) Rahman olan Allah 'in huzuruna bir kul olarak çıkmasın. Şüphesiz Allah (onları ilmiyle kuşatmış) kendilerine ve yaptıklarını bir bir say­mıştır. Kıyamet günü onların herbiri Allah'ın huzuruna tek başına çıkacaktır." (Meryem, 19/88, 95).

Bundan sonra Cenab-ı Hak Allah'ın oğlu olduğunu iddia ederek Ona ya­lan yere iftira edenlerin asla kurtuluşa eremeyeceklerini bildirdi ve bu görüşün Allah'a iftira olduğuna ve O'na lâyık olmayan bir yakıştırma olduğuna işaret ederek, böylelerini azabıyla korkuttu:

"De ki: Allah'a karşı yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremeyeceklerdir." Ey Rasulüm onlara şöyle söyle: Allah'a ortak nispet ederek veya çocuk edindi­ğini söyleyerek yalan uyduranlar dünyada da ahirette de kurtuluşa ve saadete eremeyeceklerdir.

Dünyada Allah onlara imkân verecek ve biraz hayat hakkı tanıyacak, ahi­rette ise onları sert ve şiddetli bir azaba, uğratacaktır. Yani onlara dünyada kı­sa bir müddet dünya nimetlerinden istifade etme imkânı vardır. Öldükten son­ra dönüşleri bizedir. Kıyamet günü haşrin ve hesap görmenin dehşetli sahnele­ri arasında Rablerine döneceklerdir.

"Ondan sonra da biz onlara inkâr etmeleri sebebiyle şiddetli azabı tattıra­cağız. " Onlar ebedî bedbahtlığa uğrayacaklar, iddia ettikleri yalan ve iftiralarla Allah'a yalan uydurmaları, Allah'a iftira etmeleri ve küfretmeleri sebebiyle ce­hennem ateşinde acıklı, can yakıcı çok katı, çok şiddetli bir azapla azap göre­ceklerdir.

Bu ayette kâfirlerin kesin bir kayba, zarara uğrayacaklarına işaret edil­mektedir. Çünkü dünyada maddî-manevî menfaatleri elde etmek suretiyle elde ettiklerini sandıkları başarının ahirette kaybedecekleri büyük sevap, ebedî cennetlerdeki daimi nimetler karşısında hiçbir değeri yoktur. Çünkü dünyanın Allah nezdinde bir sivrisinek kanadı kadar değeri yoktur. [133]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler iki hususu dile getirmektedir:

Birincisi: Kesin, ezici delillerle Allah Tealâ'ya çocuk nispet etme iddiası­nın batıl oluşu ve bu batıl iddianın doğruluğunu gösteren hiçbir delilin bulun­mayışı.

İkincisi: Bu görüşün Allah'a iftira etmek ve olmayan bir şeyi Ona yakıştır­mak olduğunun açıkça ortaya çıkışı.

Allah Tealâ'ya çocuk nispet edilmesi iddiasının batıl olduğuna dair deliller -birinci ayetin zikrettiği gibi- beş tanedir:

1- "Hâşâ, Allah bundan münezzehtir" ifadesi. Bu ifade Cenab-ı Hakkın eş, evlât ve ortaklardan beri ve uzak olduğunu ve bu ahmakça sözlerden son dere­ce hayret edildiğini belirtmektedir. Çünkü Allah başkasına muhtaç değildir. Bütün ihtiyaçları gidermenin kaynağı O'dur.

2- "O hiçbir şeye muhtaç değildir" ifadesi. Allah kendisinden başka her şeyden müstağnidir ve her şey O'na muhtaçtır. Her şeyden müstağni olan kişi­nin anne ve babasının olması da imkânsızdır. Ana-babadan münezzeh olan ev­lâttan da münezzehtir. Onun parçalarından bir parçanın ayrılması da imkân­sızdır. Çocuk insandan kopan bir parçadan ibarettir. Ayrıca O'nun şehvet ve lezzet duyma ile tavsif edilmesi de imkânsızdır. O'nun ne eşi ne de çocukları vardır. Kendisinin şimdiki ve gelecekteki işlerinde yardımına ihtiyacı olmama­sı sebebiyle çocuk sahibi olması da gereksizdir.

Her şeyden müstağni olan ezelî, ebedî ve bakî olur. O'nda ömrün bitmesi ve sona erme durumu meydana gelmez. Çocuk ömrü bitecek, sona erecek bir başka varlığın devamı için meydana gelir.

Her şeyden müstağni olan kişinin varlığı "Vacibü'l-vücud" (Varlığı kendisi ile kaim) olur. Eğer çocuğu olsaydı, O'na eşit olurdu, yani O'nun gibi Vacibu'l-vücud olurdu. Bu sıfata sahip olanın da başkasından doğması imkânsızdır. Başkasından doğmayan da O'nun çocuğu olamaz.

Bununla sabit olmaktadır ki, Allah Tealâ'nın her şeyden müstağni olması (hiçbir şeye muhtaç olmaması) O'nun evlâdı olmadığına en kuvvetli delildir.[134]

3- "Göklerde ve yerde olan her şey" mülk, yaratık ve kul olarak "Allah'ın­dır. " Her şey O'nun mülkü olduğu, O'na kul olduğu halde, kendisinin yarattığı şeylerden O'nun evlâdı nasıl olabilir.

4- "Bu iddialarınıza hiçbir deliliniz de yoktur." Yani ileri sürdüğünüz bu sözlerinizin doğruluğuna dair hiçbir hüccetiniz ve deliliniz yoktur. Delili bulun­mayan iddia mutlak olarak batıldır, geçersizdir.

5- "Siz Allah'a karşı (O'na çocuk isnat etmek gibi) bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?" Çocuk sahibi olmak aynı cinsten olmayı ve benzer olmayı ge­rektirir. Halbuki Allah Tealâ hiçbir şeyin cinsinden değildir, ve O hiçbir şeye benzemez.

Bu ifade de -geçen ifadeleri tekit etmesi bir yana- Allah Tealâ'ya evlât nis­pet etme cür'etinde bulunan kimseye karşı şiddetli bir inkâr, kuvvetli bir uyarı, bu durumu yüzüne çarpma ve azarlama şeklindedir.

Bu görüşün Allah'a yalan uydurup iftira etmek şeklinde ortaya çıkışı ise gayet açık olup bu, Allah Tealâ'nın evlâdı olduğu iddiasının batıl olduğunu gös­terir. [135]

 

Hz. Nuh (A.S.) Ve Kavminin Kıssası

 

71- Onlara Nuh'un haberlerini oku. O bir zaman kavmine şöyle demişti: "Ey kavmim! Benim sizin içinizde bulun­mam ve Allah'ın ayetlerini hatırlatmam size ağır geliyorsa, bilin ki ben sadece Allah'a güveniyorum. Siz de ortakları­nızla bir araya gelerek yapacağınız işi kararlaştırırı. Sonra işiniz başınıza dert olmasın. Sonra bana hiç mühlet vermeden kararınızı uygulayın.

72- Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah'a aittir. Bana müslümanlardan olmam emredilmiştir.

73- Yine de onu yalanladılar. Biz de Nuh'u ve gemide, onunla beraber bulu­nan müminleri kurtardık. Onları yeryü­züne vekil kıldık. Ayetlerimizi yalanla­yanları ise suda boğduk. Bak, işte uya­rılan kimselerin akıbeti nasıl oldu!

 

Belagat:

 

"Fe-alallahi tevekkeltü" ifadesinde normal olarak fiilden sonra gelmesi ge­reken "fe-alallahi" kelimesinin fiilden önce gelmesi "hasr" ifade eder. Yani, Ben sadece Allah'a güvendim, başkasına değil" demektir.

"Sonra işiniz başınıza dert olmasın." cümlesinde istiare vardır. Kapalı kal­ma ve örtülü olmayı dert kelimesiyle ifade etti. Yani işiniz mübhem, kapalı kal­masın; bu dertli, sıkıntılı bir iş olmasın, demektir. [136]

 

Kelime ve İbareler:

 

Ya Muhammed! "Onlara" yani Mekke kâfirlerine "Nuh'un haberlerini" kavmiyle yaptığı mücadelesini "oku."

"O bir zaman kavmine şöyle demişti: Benim, sizin içinizde bulunmam" si­zinle beraber kalmam, sizinle birlikte oturmam ve Allah'ın ayetlerini "size ha­tırlatmam size ağır geliyorsa bilin ki ben sadece Allah'a güveniyorum."

"Siz de ortaklarınızla bir araya gelerek yapacağınız işi kararlaştırın." Te­reddütsüz bir şekilde karar verin. Yapacağınız işte iyice azimli olun.

"Sonra" benim canıma kasdetme "işiniz" gizli kalıp "başınıza dert olma­sın" bunu açıkça yapın, gizlemeyin.

"Sonra bana hiç mühlet vermeden" hiç geciktirmeden "kararınızı" bana yapmak istediğiniz şeyi yapın, aynen "uygulayın" çünkü ben size aldırış edecek değilim.

"Eğer yüz çevirirseniz" yani benim nasihatlerimi ve uyarılarımı dinlemez­seniz, bilin ki "ben sizden hiçbir ücret istemiyorum" uyarılarımı kabul ettiğiniz zaman size ağır gelmesi sebebiyle benden yüz çevirmenizi ve bu sebeple bana ithamda bulunmanızı gerektirecek hiçbir karşılık ve mükâfatı sizden isteme­dim.

"Benim mükâfatım" davet ve uyarılarıma karşı bana verilecek sevap "an­cak Allah'a aittir." Siz iman etseniz de, yüz çevirseniz de bana sevap verecek olan Allah'tır.

"Bana müslümanlardan olmam." O'nun emrine muhalefet etmeden, baş­kasına eğilmeden O'nun hükmüne boyun eğmem''emredilmiştir."

"Yine de onu yalanladılar." Onları hüccetle susturup onların gerçeği bil­dikleri ama sadece ayak diretip inat ettikleri için yüz çevirdiklerini açıkladık­tan sonra da O'nu yalanlamakta ısrar ettiler. Böylece azab kelimesini hak etti­ler.

"Biz de Nuh'u ve gemide onunla beraber bulunan" sayıları 80 kişi olan "müminleri" tufanda boğulmaktan "kurtardık."

"Onları yeryüzüne hakim kıldık." Hz. Nuh (a.s.) ile beraber olanları yeryü­zünde oturmak ve yeryüzünü imar etmek hususunda kendinden öncekilerin yerine koyduk.

"Ayetlerimizi yalanlayanları ise" tufanda "boğduk. Bak, işte uyarılan kim­selerin akibeti nasıl oldu"?" İşte biz yalanlayanları böyle helak ederiz. Bu ayet onların başına gelen bu olayın büyüklüğünü ifade etmekte, Rasulullah (s.a.)'ı yalanlayan kimseleri bu davranışlardan sakındırmakta ve Rasulullah (s.a.)'a tesellide bulunmaktadır. [137]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ vahdaniyet (Allah'ın birliği), peygamberlik, öldükten sonra di­rilme ve kıyamet günü amellerin karşılığının verilmesine delâlet eden delilleri zikredip müşriklerin şüphelerini çürüttükten ve Rasulullah (s.a.)'a karşı inat ettiklerini ve O'nu yalanladıklarını beyan ettikten sonra, Rasulullah'ın örnek alması ve kendisine teselli olması, böylece uğradığı sıkıntı ve eziyetleri pek önemsememesi için, ayrıca müşriklere daha önce aynı şekilde davranan kimse­lerin durumlarını hatırlatmak ve önceki peygamberleri yalanlayanların akibet-lerinin nasıl olduğunu anlatmak için burada bazı peygamberlerin kıssalarını zikretti.

Cenab-ı Hak burada şu kıssaları zikretmektedir:

1- Hz. Nuh (a.s.) ve kavmi ile aralarında geçen olayların kıssası.

2- Hz. Musa ve Harun (a.s.)'un Firavunla aralarında geçen olayların kıssası.

Bu kıssaların her birinde ibret ve öğüt vardır. İlk iki kıssaya daha önce ge­çen ilgili ayetleri açıklarken tarihten ışık tutmaya çalıştık. Hz. Yunus (a.s.)'un kıssasını da münasip bir şekilde anlatmaya çalışağız. [138]

 

Açıklaması

 

Ey Rasulüm! Sana muhalefet eden ve seni yalanlayan Mekke kâfirlerine Hz. Nuh (a.s.)'un kendisini yalanlayan kavmi ile yaptığı mücadelenin haberini anlat, bu kıssayı zikret. Onların o kavme isabet eden helak ve azabın kendile­rine isabet etmesinden sakınmaları için Allah'ın o kavmi nasıl helak ettiğini ve son nefesine kadar hepsini suda boğarak ortadan kaldırdığını anlat.

Onlara Hz. Nuh (a.s.)'un kavmine dediği şu sözü anlat: Ey kavmim! Rabbi-nize kulluğa davet etmek için sizinle birlikte olmam, Allah'ın birliğine ve O'na kulluğa delâlet eden Allah'ın ayetleri, hüccetleri ve burhanları ile sizlere vaaz ve hatırlatmada bulunmam size ağır geliyorsa, bilin ki ben sadece Allah'a da­yanıyor ve sadece O'na güveniyorum. Size ağır gelse de ben aldırış etmek ve davetimden ve bu mesajı iletmekten vazgeçmem.

Siz de Allah'tan başka kendilerine taptığınız putlarınız ve heykellerinizle bir araya gelerek bana karşı yapmak istediğiniz işi kararlaştırın.

Kesin olarak niyet ettiğiniz işi gizli kapalı yapmayın. Açıkça bana söyle­yin. Benimle olan alâkanızı kesin.

Siz haklı olduğunuzu iddia ediyorsanız benim hakkımdaki bu kararınızı uygulayın, bilfiil infaz edin. Bu hükmü infaz etmekte bir an bile gecikmeyin. Ne takdir etmişseniz yapın. Ben size aldırmıyor ve sizden korkmuyorum. Çün­kü siz hiçbir şeye tabi değilsiniz.

Beşeriyetin ikinci babası Hz. Nuh (a.s.)'un Allah'a ve Allah'ın yardımına bu derece güvenmedeki tavrı, tıpkı Hz. Hud (a.s.)'un kavmine söylediği şu söz-lerdeki tavrına benzemektedir:

"Ben Allah'ı şahit tutarım; siz de şahit olun ki, ben Allah'ı bırakıp ortak koştuklarınızdan beriyim. Hep birlikte bana kuracağınız tuzağı kurun. Sonra bana hiç mühlet vermeyin. Ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a güven­dim." (Hud, 11/54, 56).

Böylece tereddüt nedir bilmeyen, Allah'a, O'nun vaadine sarılan ve itimad eden köklü iman sahibi müminin tavrı ile birdenbire çözülen hatta birden yok olan sahte tanrıların ve ortakların hayali kuvvetinden başka sığınacak yeri ol­mayan güçsüz ve tereddütlü kâfirin tavrı arasındaki açık fark belli olmaktadır.

Eğer benim hatırlatmamdan yüz çevirirseniz, benim peygamberliğime iman etmezseniz ve sizi davet ettiğim hak dinde bana itaat etmezseniz ben size karşı yaptığım bu nasihatlerim için sizden hiçbir şey, ücret veya karşılık iste­miyorum. Benim bu amelimin sevabı ve mükâfatım beni size gönderen Rabbim Allah'a aittir. Allah bana müslümanlardan olmamı, yani bu davet için bana ulaşan her şeye teslim olmak, Allah'a boyun eğmek şeklinde bana emredilen her şeye uyup bağlanan kimselerden olmamı emretti.

İlk peygamberden son peygambere kadar bütün peygamberlerin dini İs­lâm'dır.[139]

Cenab-ı Hakkın "Ey ümmetler! Biz sizin herbiriniz için bir şeriat ve yol ta­yin ettik." (Maide, 5/48) buyurduğu gibi, peygamberlerin şeriatlerinin teferru­ata dair hükümleri ayrı ayrı olsa da, asılları ve kaynakları birdir.

Peygamberimiz (s.a.) Buharî, Müslim, Ebu Davud ve İmam Ahmed'in riva­yet ettiği hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "Peygamberler anneleri ay­rı, babaları bir evlât gibidirler." Teferruata dair şer'î hükümlerimiz ayrı bile ol­sa dinimiz, imanımız birdir: O da eşi-ortağı bulunmayan tek Allah'a kulluk et­mektir.

"Yine de O'nu yalanladılar." Yani Hz. Nuh (a.s.) ile birlikte gemide olup kurtulanları boğulanların yerine onlardan sonra yeryüzünde oturup burayı imar etmeleri için vekil kıldık. Nuh (a.s.)'u yalanlayanları da tufanda boğduk.

Bak ey Rasulüm! Biz nasıl müminleri kurtardık ve bu azap meydana gel­meden önce peygamberleri tarafından uyarılmalarına rağmen hiç çekinmeyip yalanlamada ısrar edenleri de helak ettik. İşte peygamberleri yalanlamakta ıs­rar edenlerin ve müminlerin sonu budur.[140]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Hz. Nuh (a.s) kıssasından alınacak ibret şudur: Allah Tealâ bu surede şu iki fayda sebebiyle Hz. Nuh (a.s.) kıssasını zikretti: Birincisi, bu kıssanın tevhid ve peygamberlere iman yerine inkâr yolunu tutan kâfirlere ibret olması­dır. Çünkü Hz. Nuh (a.s.)'un kavmi küfür ve inkâr üzerine ısrar edince Allah onları acil olarak tufanla helak etti. İkincisi, azapla korkutma mutlaka gerçek­leşecektir. Mekke kâfirleri Rasulullah (s.a.)'ın kendilerine anlattığı azabın der­hal gelmesini istiyorlar ve şöyle diyorlardı. Sen yalan söyledin. Bu azap bize gelmedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Nuh (a.s.)'un kavmini uyardığı azabın, sonunda aynen O'nun haber verdiği şekilde geldiğini, Rasulullah (s.a.)'m uyar­dığı ve korkuttuğu her azabın da gerçekleşeceğini beyan etmek için Hz. Nuh (a.s.) kıssasını anlattı.

2- Bir takım tavırları inceleyip aralarında karşılaştırma yapma imkânı ve­rilmektedir. Hz. Nuh (a.s.) ile kavminin tavırları gibi. Hz. Nuh (a.s.)'un tavrı zorluklardan korkmayan, tereddüt nedir bilmeyen, davetinin yolunda ölmek­ten çekinmeyen, kavminin kendisine karşı yapmak istedikleri eziyet ve cefaya karşı meydan okuyan korkusuz, cesur bir mümin tavrı idi.

Kavminin tavrı ise, iman heybetiyle kavminin hilelerinden ve kötülükle­rinden korunan, Hz. Nuh (a.s.) hakkında kesin bir karar vermeyen kararsız, rezil, güçsüz ve son derece korkak bir toplumun tavrı idi.

3- Hz. Nuh (a.s.)'un kâfirlere karşı kullandığı ifadeler şart ve cevap cümle­lerinden meydana geliyordu. Şart cümlesinde iki husus yer almaktadır:

Birincisi: "Sizin içinizde bulunmam size ağır geliyorsa..." Yani uzun yıllar sizin aranızda bulunmam ve alışageldiğiniz bozuk mezhepler, batıl inanç ve metodlar sebebiyle siz sıkıntı duyuyorsanız... demektir. Çünkü bir kimsenin di­nî hususlarda alışageldiği bir âdeti değiştirmesi ona ağır gelir.

İkincisi, "Allah 'm ayetleriyle size nasihatte bulunmam size ağır geliyor­sa..." şartıdır. Çünkü dünya lezzetlerine dadanan kimse ibadet etmekle emre-dilmesinden, günah ve haramların yasaklanmasından son derece nefret duya­caktır.

Bu iki şartın karşılığı olan cevap cümlesinde ise şu beş husus anlatılmak­ta idi:

Birincisi: "Ben Allah'a güveniyorum." Yani sizi bana eziyet etmeye zorla­yan bu şiddetli buğzunuza, bu kötülüğe ben Allah'a güvenerek karşılık veriyo­rum. Bu cümle Hz. Nuh'un, her ne kadar Allah Tealâ'ya daima güveniyorsa da o saatte yaptıkları kötülüğün kaldırılması için Allah'a güvendiğini ifade etmek­tedir.

İkincisi: "Ortaklarınızla birlikte kararınızı verin...' Yani "Tanrı" diye ad­landırıp Allah'a ortak koştuğunuz putlarınızla bir araya gelip bana karşı yap­mak istediğiniz hususlarda kesin karanızı verin, Benim için kurduğunuz hile ve tuzaklarda bütün gücünüzü harcayın.

Bu cümle ise kavminin hazırladığı plan ve desiselerine karşı son derece kuvvetli bir meydan okumadır.

Üçüncüsü: "Sonra başınıza bir dert gelmesin." Yani kararınız dilediğiniz her şeyi yapmaya imkân sağlayacak açık ve net bir karar olsun.

Bu cümle onların verecekleri karara açık yüreklilik ve cesaretle, sabır ve sebatla karşı koymaya hazırlık manasmdadır.

Dördüncüsü: "Sonra bunu bana uygulayın." Bu kötülüğünüzü ve beni kor­kuttuğunuz bu desiselerinizi bana karşı tatbik edin.

Bu cümle onların infaz edecekleri karara karşı aldırış etmeme ve onu hiçe sayma anlamındadır.

Beşincisi: "Bana mühlet vermeyin." Yani üzerinde anlaştığınız kararınızı bana bildirdikten sonra hiçbir fırsat tanımayın.

Bu cümle de son derece kuvvet ve kahramanlık ifadesidir. Çünkü Hz. Nuh'un önceden bildirmeye ve mühlet istemeye ihtiyacı yoktur. Bu aynı za­manda peygamberlik alâmetlerinden biridir. Çünkü onlara hiçbir kötülük ya­pamayacaklarını ve Allah'ın peygamberlerini koruduğunu bildirmektedir.

4-  Peygamber davet ederken nasihatte bulunduğu kimselerden hiçbir üc­ret istemez: "Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, ben sizden hiçbir ücret istemiyo­rum. "

Müfessirler diyorlar ki: Bu ifade Onun Allah Tealâ'nm dinine davet eder­ken hiçbir mal almadığına işaret etmektedir. İnsan tamahkârlıktan uzak oldu­ğu zaman sözü insanların kalplerinde daha kuvvetli bir tesir bırakır. Bütün peygamberlerin yolu da böyle idi.

5- Ulvî prensipler üzerinde sebat etmek: "Benim mükâfatım ancak Allah'a aittir. Ben müslüman olmakla emrolundum." Bu ayetten iki ayrı mana çıkmak­tadır:

Birincisi: Siz İslâm dinini kabul etseniz de etmeseniz de ben İslâm dini üzerinde bulunmakla emrolundum. İkincisi: Ben bu davet sebebiyle bana ula­şan her şeye teslim olmakla emrolundum. Razî, "Bu çeşit mana "Bu kararınızı bana uygulayın" ay etiyle bütünlük teşkil ettiği için bu konuya daha uygundur" demektedir.

6- Hz. Nuh (a.s.) ile kâfir kavmi arasındaki kıssanın sonucu:

Hz. Nuh (a.s.) ile kâfir kavmi arasındaki bu sert tartışmadan çok önemli ve kesin neticeler elde edilmektedir:

Allah, Hz. Nuh (a.s.) ve mümin ashabını kâfirlerden korumuş ve onları tu­fanda boğularak helak olanların yerine yeryüzüne hakim kılmıştır.

Kâfirlere gelince; Allah onları tufan ile suda boğarak helak etmiştir.

Bu kıssa Hz. Nuh (a.s.)'un kavmine gelen belânın kendi başlarına gelme­sinden korkan "Hakka muhalif kişilere karşı bir tehdit, müminleri de iman üzerinde sebatkâr olmaya davet niteliğindedir.

Teşvik ve korkutma konusundaki bu metod hikaye şeklinde arz edildiği zaman doğrudan yapılan bir uyarıdan daha tesirli olmaktadır.

Bu kıssanın tafsilatı başka surelerde geniş olarak yer almaktadır. [141]

 

Peygamberleri Yalanlamak Konusunda Geçmiş Ümmetlerin Âdetleri

 

74- Sonra onun ardından gelen peygamberleri kavimlerine gönderdik. Bu peygamberler onlara apaçık mucizeler getirdiler. (Buna rağmen) daha önce ya­lanladıklarına yine inanmadılar. Aşırı gidenlerin kalplerini işte böylece mü­hürleriz.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sonra onun ardından" Hz. Nuh (a.s.)'tan sonra "gelen" Hz. İbrahim, Hz. Hud, Hz. Salih (a.s.) gibi "peygamberleri kavimlerine gönderdik."

"Bu peygamberler onlara" davalarının haklılığını ispat eden "apaçık muci­zeler getirdiler."

Hakkı yalanlamayı âdet haline getirmeleri ve peygamberlerin gönderilme­sinden önce buna alışmaları sebebiyle "daha önce" yani kendilerine peygam­berler gönderilmeden önce "yalanladıklarına yine inanmadılar." Bu ifade Hz. Nuh (a.s.) zamanında meydana gelen durumu da anlatmış olabilir.

Tıpkı onların kalplerini mühürlediğimiz gibi hak ve adaletin sınırlarını aşarak "Aşırı gidenlerin kalplerini işte böylece mühürleriz." Böylece dalâlete iyice dalmaları ve alışkanlıklara uydukları için rezil olmaları sebebiyle kalpleri artık imanı kabul edemez olur. Kalplerin mühürlenmesi kalpte yerleşen batıl inançlardan başka bir şeyi kabul etmeye müsait olmaz bir hale gelmesi demek­tir.

Beyzavî diyor ki: Bu bütün davranışların kulun (cüzî) iradesi ve Allah Te-alâ'nın kudretiyle meydana geldiğine delildir. [142]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak Hz. Nuh (a.s.) ve kavminin kıssasını ve bu kıssadan alınacak ibretleri açıkladıktan sonra peygamberlerine karşı kavimler tarihinden alına­cak bir ibretli olayı daha zikretti. Bu da şudur:

Bu kavimler peygamberlerini yalanlayınca cezaya uğradılar. Allah da on­ların kalplerini mühürledi. Bundan dolayı önceki yalanlamaları sebebiyle iman etmediler. Cenab-ı Hak aynı şekilde bunlara benzeyenlerin kalplerini de mühürleyecektir.

Mekkelilerin ve diğerlerinin üzerine düşen, bütün bunlardan ders almala­rı ve bu çeşit bir akıbete düşmelerine sebep olan küfür ve yalanlama gibi şey­lerden kaçınmalarıdır. Aksi takdirde küfür, imanın sağladığı saadeti engelle­meye sebep olur. [143]

 

Açıklaması

 

Sonra Nuh'un ardından gelen Hud, Salih, İbrahim, Lût, Şuayb (a.s.) gibi peygamberleri kavimlerine getirdikleri ilâhî mesajın doğruluğuna delâlet eden aklî ve hissî deliller, burhanlar ve apaçık mucizelerle gönderdik.

Buna rağmen bu kavimler kendilerine ilk defa gönderildiklerinde bu pey­gamberleri yalanladıkları için onların getirdiği bu dine inanmadılar. Nitekim onların küfür yönünden benzerleri olan önceki kavimler de peygamberlerini yalanlamışlardı.

"Daha önce" ifadesiyle anlatılan, insanların peygamberler gönderilmeden önce küfürde aşırı gitmeleri sebebiyle sanki kendilerine hiç peygamber gönde­rilmemiş gibi davranan, Hz. Nuh (a.s.) kavminin peygamberlerini yalanladığı gibi yalanlamaları sebebiyle iman etmeleri imkânsız olma durumudur.

Müfessirlerin "daha önce" ifadesi hakkındaki açıklamaları birbirine yakın­dır. Bir kısmı peygamberlerin gönderilmesinden önce derken, diğerleri de "Hz. Nuh (a.s.) kavminin daha önce yalanlamaları sebebiyle" şeklinde açıklama yapmışlardır.

"Aşırı gidenlerin kalplerini işte böylece mühürleriz." Daha önceki yalanla­maları sebebiyle onların kalplerini mühürlediğimizden dolayı iman etmedikleri gibi, senin kavmi gibi daha sonra gelen ve inatta onlara benzeyen kimselerin kalplerini de mühürleriz; böylece onlar acıklı azabı görünceye kadar iman et­mezler.

Zemahşerî diyor ki: "Mühürlemek" onların inatçılıklarından ve düşmanlık­larından kinayedir. Çünkü bundan sonra meydana gelecek olan rezillik, rüs-vaylıktır. Görmüyor musun ki, onları "Aşırı gidenler" vasfıyla tavsif etmekte­dir.

Diğer bir ifade ile mühürlemekten maksat kalplerin hidayet ve ilim nu­rundan hiçbir şeyi kabul etmemesi demektir. Çünkü onlar küfür ve yalanlama­da bütün sınırlan aşmışlardır; dolayısıyla iman etmeyeceklerdir.

Bu ayet peygamberlerin efendisi ve son peygamber Hz. Muhammed (s.a.)'i yalanlayan müşrik Araplar için şiddetli bir uyarıdır. Çünkü daha önceki yalan­layanlar azaba, ve işkenceye uğramışlarsa aynı onlar gibi hareket eden, hatta öncekilerden daha büyük günahlar işleyen bu kimselerin durumu başka nasıl olabilir. [144]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet aşağıdaki noktalara işaret etmektedir:

1- Müşriklerin peygamberlerin gönderilmesinden önce küfürde aşırı git­meleri ve küfrün iyice kökleşmesiyle oluşan ortamın tesirinde kaldıkları için, peygamberleri yalanlamak onlar arasında yaygın bir âdet haline gelmiştir.

2- Kalplere mühür vurulmasının manası inatçılık, düşmanlık ve rezil rüs-vay olmaktır.

3- Allah, peygamberlerini yalanlayan ümmetleri helak etmiş ve iman eden ümmetleri kurtarmıştır.

4- Ehl-i sünnet bu ayeti, kulun inadı, küfre iyice bağlanması ve peygam­berleri yalanlaması sebebiyle Allah'ın, kulun iman etmesine engel olabileceği­ne delil olarak kabul etmektedir.

5- Bu ayet bütün davranışların kulun (cüz'î) iradesi ve Allah'ın kudretiyle meydana geldiğine delil hükmündedir. Yani Allah insan için kudreti yaratır, kul da bunu seçtiği hayır veya şer yolunda kullanır. [145]

 

Hz. Musa (A.S.) Ve Firavun Kıssası -1-Hz. Musa (A.S.) İle Firavun Arasındaki Konuşma

 

75-  Onlardan sonra Musa ve Harun'u, Firavun ve topluluğuna mucizelerimiz­le gönderdik. Fakat onlar büyüklük tas­ladılar ve günahkâr bir kavim oldular.

76-  Tarafımızdan onlara hak gelince "Şüphesiz bu, apaçık bir sihirdir" dediler.

77-  Musa, "Size gelen bu gerçeğe dil mi uzatıyorsunuz? Bu hiç sihir olabilir mi? Sihirbazlar asla kurtuluşa eremezler" dedi.

78- Onlar da (Musa'ya) "Sen bizi ataları­mızı üzerinde bulduğumuz dinden çevi­rip yeryüzünde idare ikinizin olsun di­ye mi, bize geldin? Biz, ikinize de inan­mıyoruz" dediler.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onlardan" o peygamberlerden "sonra, Musa ve Harun'u, Firavun ve top­luluğuna" Firavun'un kavmine veya ileri gelen adamlarına "mucizelerimizle" dokuz mucize ile "gönderdik. Fakat onlar" iman etmeyip "büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular."

"Musa, size gelen bu gerçeğe" bu sihirdir diye "dil mi uzatıyorsunuz?" dedi. Bu ayette Firavun kavminin "Bu sihirdir" sözü cümlenin gelişinden anlaşıldığı için hazfedilmiştir.

"Bu hiç sihir olabilir mi?" Bu ifade Firavun kavminin söylediklerini inkâr için getirilmiş ara cümlesidir. "Sihirbazlar asla kurtuluşa eremezler." cümlesi Hz. Musa (a.s.)'nın bu mucizelerin sihir olmadığını anlatmak için söylediği son cümlesidir. Çünkü bu mucizeler sihir olsaydı neticede bozulur ve sihirbazların sihrini de iptal etmezdi. Bu Hz. Musa (a.s.)'nın bu mucizelerin sihir olmadığını ispat etmek için getirdiği delildir. Çünkü sihir sadece hayalî ve göz boyama işi­dir.

"Onlar da" Musa'ya "Sen bizi, atalarımızı üzerinde bulduğumuz dinden çe­virip" vazgeçilip, dinimizden döndürüp "yeryüzünde idare ikinizin olsun diye mi bize geldin?" dediler. Bu ayette idare ve hakimiyet yerine kibriya (büyük­lük) ifadesinin kullanılması devlet idarecilerinin insanları kendilerine tabi kıl­mak suretiyle kibir ve tekebbür sıfatlarıyla muttasıf olmaları sebebiyledir.

"Biz, ikinize de inanmıyoruz" yani bize getirdiğin kitabı tasdik etmiyoruz "dediler." [146]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yunus suresinde yer alan ikinci kıssa olan bu kıssa Hz. Musa ve Hz. Ha­run (a.s.)'un Firavun ve kavmi ile mücadelesini konu almaktadır.

Hakkın kuvvetinin ve peygamberliğin sesinin idare, hakimiyet ve saltana­ta galip geldiğini, tahtları çökerttiğini ve batılın ana direklerini yıktığını gös­termek için, bu kıssa Kur'an-ı Kerim'de bir kaç defa anlatılmıştır.

Bu kıssanın ilk bölümü Hz. Musa (a.s.) ile Firavun kavmi arasında geçen konuşmadır. [147]

 

Açıklaması

 

Bu ayetlerde Hz. Musa (a.s.) kıssasının ilk bölümü yer almaktadır. Ayetle­rin geniş manası şu şekildedir:

Bu peygamberlerden sonra biz Musa ve kardeşi Harun'u Mısır kralı Fira­vun ile etrafındaki adamlarına gönderdik.

Diğer insanlar iman ve küfürde bunlara tabi oldukları için burada zikre-dilmemişlerdir.

Bu iki peygamberi Araf suresinde zikredilen mucizeler[148] ve diğer mucize­lerle gönderdik. Fakat onlar hakka uymayıp, hakka boyun eğmeyip, Musa ve Harun (a.s.)'a iman etmeyerek büyüklük tasladılar. Böylece günahkâr, suç işle­meyi alışkanlık haline getiren, kâfir, büyük günahları çekinmeden işleyen, suç işlemekte, haksızlık yapmakta ve yeryüzünde fesat çıkarmakta kökleşmiş bir kavim oldular.

Musa (a.s.) onlara gerçek ulûhiyet ve rububiyeti gösteren delilleri getirin­ce inat ederek, isyan ederek ve nefsî arzularını tatmin etmek için "Bu gerçek apaçık bir sihirbazlıktır" dediler. Bu ifadede yer alan tekit harfi olan "gerçek­ten" manasına gelen "inne" kelimesi, "bu" manasındaki isnı-i işaret, haberin başındaki "lâm" ve cümlenin isim cümlesi oluşu onların bu ifadedeki tekitleri­ni, kesin olarak böyle inandıklarını gösterir. Ancak onlar da bu söylediklerinin yalan ve iftira olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle bu­yurmuştur: "Vicdanları (bu mucizelerin) doğruluğuna kanaat getirdiği halde, sırf haksızlık ettikleri ve büyüklük tasladıkları için o mucizeleri inkâr ettiler." (Nemi, 27/14).

Musa (a.s.) onların bu ifadelerini reddetmek ve azarlamak kasdıyla şöyle dedi: "Siz batıl olan sihirbazlıktan son derece uzak apaçık hak olan bir şey için "Bu sihirdir" demekle bu gerçeğe dil mi uzatıyorsunuz? Hayret doğrusu sizlere! Bu, hiç sihir olabilir mi? Halbuki siz sihrin sadece hayalî ve göz boyamadan ibaret olduğunu biliyorsunuz. Eğer sihir olsaydı neticede bozulur ve sihirbazla­rın sihrini de iptal etmezdi. Sihirbazlar gerçekler sahasında, dinî meselelerde, hayatın asıl şartlarında ve memleket kurmada başarılı olamazlar. Çünkü sihir­bazlık bir göz boyama ve el çabukluğundan ibaret olup gerçeği asla değiştire­mez.

Onların "Bu bir sihirdir" sözü hazfedilmiştir. "Siz gerçeğe dil mi uzatıyor­sunuz?" sorusu inkâr içindir. Bundan sonra "Bu hiç sihir olabilir mi?" şeklinde­ki diğer bir inkâra geçti. Firavun ve kavminin bu sözlerini inkâr için onların ikinci ifadeleriyle yetinip birinci ifadeleri hazfedilmiştir.

Firavun kavmi de Hz. Musa (a.s.)'nın bu sözüne karşılık, babaları ve ata­ları körükörüne taklit etme, eski âdetlerin ve batıl dinî inanışların mirasçısı ol­maktan başka tutunacakları bir şey bulamayan güçsüz ve delilleri iflâs etmiş insanlar gibi şu cevabı verdiler: "Ya Musa! Sen bizi babalarımızın ve atalarımı­zın dininden çevirmeye ve böylece ikiniz yeryüzünde dinî ve dünyevî başkanlı­ğı, azameti, hakimiyet ve saltanatı ele geçiresiniz diye mi bize geldin? Biz eski­lerin ve ataların dinine aykırı olan ve bizi çağırdığınız bu yeni dininize inanmı­yoruz."

Peygamberlerin yalanlanmasının sebebi daima bu olmuştur.

Firavun ve kavmi önce Hz. Musa (a.s.)'yı muhatap aldılar. Çünkü onları getirdiği kitaba iman etmeye ve Allah'ın birliğini kabul etmeye, putlara tapın­mayı terk etmeye davet eden o idi. Sonra davetin maddî meyveleri olan nüfuz, sulta ve azamet sahibi olma hususunda Hz. Musa (a.s.) ile birlikte kardeşini de muhatap kabul ettiler. [149]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Firavun ve kavmi peygamberleri yalanlamak, Allah'a iman etmeye ve put­lardan kurtulmaya davet edenlere karşı inat etmek hususunda daha önceki ümmetlerden farklı hareket etmediler.

Bu kıssa saltanat, hakimiyet ve makamının büyüklüğü sebebiyle, Fira-vun'un, sarayında büyüyen Hz. Musa ve Hz. Harun gibi güçsüz ve kimsesiz iki kişi önündeki son derece inatçı tutumunu sergilemektedir.

Ancak şahsî zaaflar peygamberlik ve imanla izzet bulma gücü karşısında ortadan kalkmaktadır. Hz. Musa ve Hz. Harun bu güçsüzlüklerine rağmen der­hal Firavun kavmim Allah'a iman etmeye ve tanrılık iddia etme ve Allah'tan başkalarına ta'zimde bulunma davasından vazgeçmeye davet ettiler.

Mısır halkı üzerine musallat ettiği dokuz felâket mucizesiyle yani devamlı kıtlık, açlık ve bulaşıcı hastalıklar sebebiyle ölümlerin çoğalması, malların ek­silmesi, meyve ve sebzelerin azalması, tufan, çekirge sürüleri, bitlerin çoğalma­sı, gökten kurbağa yağması ve kan ile Allah Hz. Musa (a.s.)'yı teyit etti. Bu­nunla birlikte Firavun ve kavmi iman etmediler. Bu felâket ve mucizeleri sihir­bazlıkla tavsif ettiler.

Bunun üzerine Hz. Musa (a.s.) onların bu durumuna hayret etti. Mucizeyi sihirbazlık olarak nitelemelerini yadırgayarak onları azarladı. Onlara mucize ile sihirbazlık arasındaki açık farkı beyan etti.

Firavun kavmi de buna karşılık körükörüne taklit etmek, babalarının, atalarının dinine uymak ve imanı kabul etmemekten başka ikna edici cevap bulamadılar. Hz. Musa (a.s.) ve kardeşini davetleri ardında sultaya ulaşma ve Mısır'da idareyi ele geçirme gayesi taşımakla itham ettiler. Allah'a ve peygam­berlere iman etmenin şahsî ve şehevî arzulardan, mevki-makam sevgisinden daha yüce ve daha mukaddes olduğunu, bütün bu arzuların geçici ve zahirî gö­rüntülerden ibaret olduğunu, halbuki imanın ebedî tesiri olduğunu bilemediler, anlayamadılar.

Kısaca özetlersek:

Firavun kavmi Hz. Musa (a.s.)'nın davetini kabul etmemeyi iki sebebe bağladılar:

1- Körükörüne taklide sarılma. "Sen bizi, atalarımızı üzerinde bulduğu­muz dinden mi çevirmek için... geldin." ayetinin manası budur. Çünkü onlar körükörüne taklide sarıldılar. Sırf ısrar ederek açık delilleri reddettiler.

2- Dünyayı elde etme ve başkanlığa ulaşma hırsı ile ithamda bulunma. 'Yeryüzünde idare ikinizin olsun diye mi bize geldin." ayetinin manası da bu­dur. Burada Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.)'a hitap edilmektedir.

Firavun kavmi bu iki sebebi zikredince son kararlarını da açıkça bildirdi­ler: "Biz ikinize de inanmıyoruz" dediler. [150]

 

-2- Hz. Musa'nın Davetine Karşı Çıkmak İçin Firavun'un Sihirbazları Getirmesi

 

79- Firavun kavmine "Bütün mahir si- hirbazlan bana getirin" dedi.

80- Sihirbazlar gelince Musa onlara  "Ortaya ne atacaksanız atın"dedi.

81- Sihirlerini ortaya koyunca Musa  (onlara) şöyle dedi: "Bu yaptığınız sihirdir. Şüphesiz ki, Allah bunun asılsızlığını meydana çıkaracaktır. Çünkü Allah  fesatçıların işini düzeltmez."

82- Suçlular istemese de Allah sözleriyle hakkı ortaya çıkaracaktır."

 

Belagat:

 

"Hakkın hak olduğunu ortaya çıkaracaktır." Bu ifadede cinas-ı iştikak sa­natı vardır. [151]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Firavun" kavmine "bütün mahir" sihirde ehil ve üstün vasıflara sahip "si-hirbazları bana getirin, dedi."

"Sihirlerini" iplerini, değneklerini "ortaya koyunca, Musa" onlara "şöyle dedi: Bu yaptığınız sihirdir." Yani asıl sihir Firavun ve kavminin sihir diye ad­landırdığı mucizeler değil, sizin bu yaptığınızdır, dedi. "Şüphesiz ki, Allah bu­nun asılsızlığını meydana çıkaracaktır." Yani bunu boşa çıkaracak, asılsız ve batıl olduğunu herkese gösterecektir. "Çünkü Allah fesatçıların işini düzelt­mez." Yani güçlü kılmaz, sabit kılmaz. Bu ayet-i kerimede sihrin bir bozguncu­luk ve göz boyama olup gerçek olmadığına işaret vardır.

"Suçlular istemese de Allah sözleriyle" emirleri ve hükümleriyle "hakkı or­taya çıkaracaktır." Hakkı sabit kılacak, hakkın hak olduğunu gösterecektir. [152]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu bölüm Hz. Musa (a.s.) ile Firavun kıssasının ikinci bölümüdür. Firavun Hz. Musa (a.s.)'nm mucizesine cevap vermek ve davetine karşı koymak için si­hirbazlardan istifade etmeyi düşününce halkına Hz. Musa (a.s.)'nın mucizeleri­nin de bir çeşit sihir olduğunu göstermek ve dolayısıyla Hz. Musa'nın sihirbaz olduğunu iddia ederek halkın ona tabi olmasını engellemek için en mahir sihir­bazların getirilmesini emretti. [153]

 

Açıklaması

 

Hz. Musa (a.s.) ve sihirbazlar kıssası daha önce geçtiği gibi A'raf suresin­de, bu surede, Tâ-Hâ suresinde ve Şuarâ suresinde zikredilmiştir.

Firavun sihirbaz ve göz boyayıcılar vasıtasıyla insanları aldatmak, Hz. Musa'ya uymalarını engellemek ve getirdiği apaçık hakka karşı çıkmak istedi. Ama durum tamamen tersine çevrildi. Arzusu geri tepti. Bu umumi toplantıda ilâhî burhanlar gayet açık bir şekilde ortaya çıktı:

"Sihirbazlar secdeye kapandılar ve şöyle dediler: Âlemlerin Rabbi olan, Musa ve Harun'un Rabbine iman ettik." (A'raf, 7/120-122).

Buradaki ayetlerin geniş manası şöyledir:

Firavun Hz. Musa'nın asasını, nurlu beyaz elini görünce ve onların kana­atine göre ilâhî mucize ile sihir arasında hiçbir fark görülmemesi sebebiyle, mucizelerin sihir ilminde ancak çok mahir bir sihirbazın yapabileceği türden olduğuna inandı ve memurlarına veya kavmine "Bana mahir sihirbazları bu­lup getirin" dedi.

Sihirbazlar gelip halk da toplanınca -Araf suresinde anlatıldığı gibi- Hz. Musa (a.s.) önce kendisinin mi, yoksa onların mı sihirlerini ortaya koymaları hususunda sihirbazları muhayyer bıraktı. Sonra da "Hayır, siz önce sihir ilim­lerinden bildiklerinizi ortaya koyun ki hak ortaya çıksın, batıl da asılsız olarak belli olsun" dedi.

Hz. Musa (a.s.) böylece insanların onların yaptıklarını görmeleri ve sihir­bazların da ellerindeki bütün güçlerini ve tecrübelerini son noktasına kadar kullanmaları, nihayet ondan sonra hakkın gelip batılı yenmesi için önce onla­rın başlamasını istemiştir.

Bunun için sihirbazlar sihirlerini ortaya koyunca insanların gözlerini bü­yülemiş ve halkı korku içinde bırakan büyük bir sihir meydana getirmişlerdi.

"Bunun üzerine Musa içinde bir korku hissetti. Biz O'na şöyle dedik: Kork­ma! Üstün gelecek olan mutlaka sensin! Sağ elindeki asanı at da onların yap­tıklarını yutsun. Çünkü onların yaptıkları ancak bir sihirbaz tuzağıdır. Sihir­baz nereye varırsa varsın gayesine erip başarı gösteremez." (Tâ-Hâ, 20/67-68)

Sihirbazlar sihirlerini ortaya koyup elindeki ipleri ve değneklerini yere atınca Hz. Musa (a.s.) kendisinden gayet emin olarak ve onlara hiç aldırmadan "Firavun'un sihir diye adlandırdığı ancak Allah tarafından getirdiğim mucize­lerdir; ama asıl sizin bu yaptığınız bizzat sihirbazlıktır. Ortaya koyduğunuz bu sihirbazlığı Allah boşa çıkaracak" diyerek ve sihir ve sihrin bütün şekillerinden üstün, harikulade (olağanüstü) bir delil olan mucizelerin sihirbazlığın asılsızlı­ğını halkın huzurunda kesin olarak ortaya çıkaracaktır.

Sonra bunun sebebini şu ayette açıkladı: "Çünkü Allah fesatçıların işini düzeltmez." Yani Allah bunu güçlü kılmaz, sabit eylemez, ebediyyen kalmasına müsaade etmez.

Allah hakkı teyit edip ortaya koymak, yerleştirmek ve kuvvetlendirmek ister, Musa'ya verdiği vaadi ve emirleriyle batıla karşı hakka yardım eder, hakka zafer ihsan eder. Veya bir görüşe göre, kaza ve kaderin ezeldeki tayinine gö­re hakka yardım eder.

"Suçlular istemese de" yani Firavun ve kavmi gibi zalim ve suçlu kimseler istemese de batıla karşı hakka yardım eder.

Bir başka ayette şöyle buyuruluyor: "Böylece hak ortaya çıktı ve onların bütün yaptıkları boşa gitti." (A'raf, 7/118). Yine bir ayette de şöyle buyuruluyor: "Onların yaptıkları bir sihirbaz tuzağıdır. Sihirbaz nereye varırsa varsın gaye­sine erip başarı gösteremez." (Tâ-Hâ, 20/69). [154]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu karşılaşma hakla batıl, mucize ile sihir arasındaki bir karşılaşmadır. Mucize insanları ikna etmek ve davetlerini tasdik etmelerini temin etmek için peygamberlerin doğruluğunu teyit vasıtası olarak Allah'ın peygamberlerine verdiği olağanüstü ilâhî lütuflardır.

Sihir ise gerçeği olmayan bir çeşit bozgunculuk, göz boyama ve sahtekâr­lıktır. Onlar bu sebeple göz boyama olmayan, gerçek bir şeyin önünde durama-mıştır.

Bu mana "Çünkü Allah fesatçıların işini düzeltmez." ayetinin ihtiva ettiği manadır. Yani sihirbazın tuzağı kimseye zarar vermez. Bunun için alimler "Si­hir yapılan bir şeyin üzerine bir yazı (bir dua) yazılırsa Allah ondan sihri kaldı­rır" demişlerdir.

Hz. Musa (a.s.), sihirbazlara aldanmaması, yanındaki mucizeye güvenme­si ve muvaffak olacağına inanması sebebiyle önce sihirbazların sihirlerini orta­ya koymalarını istedi. Çünkü onların bütün yaptıkları, ortaya attıkları ipler ve değneklerle halkın dikkatlerini çekip onları korkutmaktı.

Bu sihirleri, bir anda büyük bir yılana dönüşen asanın bütün ipleri, değ­nekleri yutmasıyla boşa çıktı ve asılsız olduğu anlaşıldı. Hz. Musa (a.s.)'nın karşılaşma öncesi söylediği "Bu yaptığınız sihirdir, şüphesiz ki Allah bunun asılsızlığını ortaya çıkaracaktır" sözünün doğruluğu belli oldu.

İşte bu anda sihirbazlar kayıpta, zararda olduklarını idrak ettiler. Hz. Mu­sa (a.s.)'nın yaptığı şeyin sihir cinsinden olmadığını anladılar. Çünkü sihirbaz­lar halk içerisinde bu ilmi en iyi bilen kişilerdi. Bu sebeple hiç inat etmediler. Allah da kalplerini imana açtı. Kendilerinde aklı kullanma ve düşünme hissi uyandı. Firavun'un tehdidi onları korkutmadı. Hz. Musa ve Harun'un Rabbine iman ettiklerini ilân ettiler.

Firavun ve halkı bu karşılaşmadan elleri boş döndüler. Mağlup ve perişan oldular. Küfürde ısrar etmeleri sebebiyle cehennem ateşini hak ettiler.

Bu ayetten çıkarılacak netice şudur: Sihir gözboyama ve batıl bir aldat­macadır. Allah ise hakkı ve batılın asılsız olduğunu meydana çıkarır. Facirler, kâfirler ve suçlular istemeseler de... [155]

 

-3- İsrailoğulları'ndan Bir Grubun Hz. Musa (A.S.)'Nın Davetine İman Etmesi

 

83- Firavun ve adamlarının kendilerine işkence etmesinden korktukları için, kavminden Musa'ya ancak az bir toplu­luk iman etti. Şüphesiz Firavun yeryü­zünde büyüklük taslayan birisidir ve gerçekten aşırı gidenlerdendir.

84-  Musa (kavmine) "Ey kavmim! Eğer siz Allah'a iman ediyorsanız ve O'na tes­lim olmuşsanız sadece O'na güvenin" dedi.

85- Müminler de "Biz yalnız Allah'a gü­vendik. Ey Rabbimiz! Sen bizi zalimler topluluğu için imtihan vesilesi yapma.

86- Bizi rahmetinle o kâfir topluluktan koru" dediler.

87- Musa'ya ve kardeşine "Mısır'da kav­miniz için evler hazırlayın. Bu evleri de kıbleye yönelen namazgah yapın. Na­mazı dosdoğru kılın. (Ey Musa) mümin­leri müjdele" diye vahyettik.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Firavun ve adamlarının kendilerine işkence etmesinden" Firavun'un azap etmesinden ve işkence ederek dinlerinden döndürmesinden "korktukları için" Firavun'un "kavminden Musa'ya ancak az bir topluluk" gençlerden bir grup "iman etti." Ayette geçen "fitne", belâlara, imtihan ve tecrübeye tabi tutulmak manasında ise de burada işkence etmek manasmdadır. "Zürriyet" kelimesi ise "gençlerden bir grup" manasınadır. Lügatte asıl manası "küçük çocuklar" de­mek ise de örfte hem küçükler hem de büyükler için kullanılır.

"Şüphesiz Firavun yeryüzünde" Mısır'da "büyüklük taslayan birisidir." Ya­ni kibirli, güçlü, cüretkâr bir katildir, "ve gerçekten aşırı gidenlerdendir." Rab olduğunu iddia ederek ve peygamberlerin torunlarını köleleştirmek isteyerek haddi aşanlardandır.

"Musa" kavmine "eğer siz Allah'a iman ediyorsanız ve O'na" O'nun kaza ve kaderine "teslim olmuşsanız" O'nun emrine boyun eğen ihlâslı kimselersiniz "sadece O'na güvenin" sadece O'na dayanın "dedi."

"Onlar (Müminler) biz yalnız Allah'a güvendik Ey Rabbimiz! Sen bizi za­limler topluluğu için imtihan vesilesi yapma." Yani zalimleri bize galip kılarak kendilerinin hak yolda olduklarını zannedip bizlere eziyet etmelerine fırsat verme, yahut onları bizim üzerimize musallat edip bizi fitneye düşürmelerine imkân verme diye dua ettiler. Çünkü onlar ihlâslı müminler idiler.

"Bizi rahmetinle o kâfir topluluktan" onların tuzaklarından, onları görme uğursuzluğundan "koru, dediler." Tevekkülün (Allah'a güvenip dayanmanın) duadan önce zikredilmesi dua edenin duasının kabul edilmesi için önce tevek­küle sarılmasının gerekli olduğuna işaret etmektedir.

"Musa'ya ve kardeşine, Mısır'da kavminiz için" oturacakları ve ibadet ede­cekleri "evler hazırlayın. Bu evleri de kıbleye yönelen" korkudan emin olarak namaz kılacağınız "namazgah" mescit "yapın," dedi. Çünkü Firavun namaz kıl­malarına mani oluyordu. Orada "Namazlarınızı dosdoğru kılın." Namazlarınızı kâfirlerin kendilerine eziyet etmemesi ve dinlerinden çevirmemesi için namaz­ları orada tam manasıyla eda edin. Ey Musa! "Müminleri" dünyada zafer ve ahirette cennetle "müjdele diye vahyettik."

"... evler hazırlayın." ifadesinde tesniye (ikilik hali) kullanıldı. Çünkü bir kavmin hazırlığı ve mabedler yapılması kavmin ileri gelenlerinin istişaresi ile olacak işlerdendir.

Ama "Bu evleri de kıbleye yönelen namazgah yapın" emrindeki cemi (ço­ğul) şeklinin kullanılması ise evlerin mescit haline getirilip namaz kılınması herkesin yapması gereken vazifelerden olduğu içindir.

Daha sonra "müminleri müjdele" ayetinde müfred (tekil) ifade kullanıl­mıştır. Çünkü müjdeleme aslında şeriat sahibinin vazifesidir. [156]

 

Ayetler Arası Îlişki

 

Cenab-ı Hak Hz. Musa (a.s.)'nın elinde göz kamaştırıcı mucizeleri görme­lerine rağmen Ona inananları Mısır topraklarından çıkarma hazırlığı içinde oldukları için İsrailoğulları'ndan sadece gençlerden az bir topluluğun Hz. Mu­sa'ya iman ettiğini açıkladı.

Bu ayetlerde kavminin kendisinden yüz çevirmeleri ve küfürde devam et­meleri sebebiyle kederlenen Peygamberimiz (s.a.)'e teselli verilmektedir. Önce­ki peyamberler O'nun için örnektir. [157]

 

Açıklaması

 

Bu bölüm Hz. Musa (a.s.) kıssasının üçüncü bölümüdür. Allah Tealâ Hz. Musa'ya getirdiği açık mucizeler ve kesin hüccetlere rağmen, Firavun ve adam­larının kendilerini eskiden olduğu gibi tekrar küfre çevirmelerinden korku ve endişe içinde olan İsrailoğulları'ndan pek azı yani sadece gençlerden bir grup iman etti.

Çünkü Firavun ayak diretme ve isyankârlıkta aşırı giden, zulüm ve fesat­ta haddi aşan, son derece gaddar ve cüretli, inatçı bir diktatör idi. Hatta tanrı olduğunu iddia etmiş, peygamber torunlarını köleleştirmek istemişti. Kavmi­nin son derece korktuğu acımasız ve korkunç bir karakteri vardı.

83. ayette "Musa'ya kavminden ancak az bir topluluk iman etti." cümlesin­deki "kavminden" kelimesinin zamiri Hz. Musa'nın kavmi olan İsrailoğulları-na aittir. Yani Musa'ya Musa'nın kavminden ancak az bir topluluk iman etti demektir. Çünkü zamir zikredilen en yakın isme racidir. Bu görüş Mücahidin görüşüdür.

Bir başka görüşe göre "kavminden" kelimesindeki zamir Firavun'a racidir. Buna göre "Musa'ya Firavun'un kavminden ancak az bir topluluk iman etti" manası verilir. Az bir topluluk, Firavun'un ailesinden mümin olanlardır. Bun­larda Firavun'un hanımı Asiye, Firavun'un hazinedarının hanımı ve Fira­vun'un kızı Maşita'dır. Bu görüş İbni Abbas'ın görüşüdür.

Yine 83. ayetteki "Firavun ve onların adamları" ibaresindeki "onların" za­miri Firavun ailesinin adamları manasında Firavun'a racidir yahut büyüklerin zamirinde âdet olduğu şekilde çoğul kullanılmıştır. Zürriyet kelimesi ise Hz. Musa'nın kendilerine gönderildiği kavmin evlâtları manasındadır.

Musa kavminden iman edenlerin eziyet ve işkenceden korktuklarını gö­rünce onlara şöyle dedi: Eğer siz Allah'a iman ettiyseniz yani Allah'ı ve O'nun ayetlerini gerçek bir imanla tasdik ettiyseniz, O'na teslim olmuşsanız, Allah'ın kaza ve kaderini ihlâsla ve tam manasıyla boyun eğip kabul etmişseniz Ona tevekkül edin, Ona dayanın, O'na güvenin, O'nun vaadiyle huzur bulun.

Zira iman ancak amelin kendisini tasdik etmesiyle ve tam bir teslimiyetle kâmil bir iman olur. İmana bağlı olması tevekkülü vacip kılmıştır. Çünkü te­vekkül (Allah'a güvenme) imanın gereğidir.

Ayrıca tevekkülde şart olan gönüllerin tertemiz, halis bir şekilde, şeytana hiç pay ayırmadan Allah'a teslim edilmesidir. Bu da İslâmî hükümlerle amel etmekle mümkündür. Çünkü doğru bir tevekkül başka şeylerle karıştırılarak olmaz.

Özetle iman, vacibü'l-vücud (varlığı kendisiyle kaim) olan Allah'ın bir ol­duğunu, O'ndan başka herşeyin O'nun idaresi, hakimiyeti ve tasarrufu altında sonradan meydana gelmiş yaratıklar olduğunu bilerek kalbin tasdik etmesidir. İslâm ise Allah Tealâ tarafından sadır olan tekliflere bağlanmak, itaati izhar edip batılda ısrarı terk etmektir.

Hz. Musa'ya iman edenler halis müminler oldukları için O'nun emrine uyarak derhal "Biz yalnız Allah'a güveniyoruz ve düşmanlarımıza karşı O'nun yardımını istiyoruz" dediler. Sonra da Rablerine "Ey Rabbimiz! Sen bizi zalim­ler topluluğu için imtihan vesilesi yapma" diye niyazda bulundular. Yani zalim­leri bizim üzerimize hakim kılma. Onları bizim üzerimize musallat eyleme.

Yoksa insanlar fitneye düşer ve eğer Musa'ya inananlar hak üzerine olsalardı Firavun'un önünde ve onun zulmü karşısında mağlup olmazlardı, derler. Yahut bizi dinimizden çevirecek bir azap vesilesi eyleme.

"Bizi rahmetinle o kâfir topluluktan koru." Yani hakkı inkâr edip gizleyen tağutların, zalimlerin ve kâfirlerin tasallutundan bizleri rahmetin, ihsanın ve affiınla koru ya Rabbi!

Bu dua ile yalvardılar. Çünkü tevekkül (Allah'a güvenmek) imanın en bü­yük alâmetlerinden biridir. Zira iman ancak zorluk zamanında sabretmekle ke­male erer. Dua da ancak itaat edip sebeplere sarıldıktan sonra kabul olur:

"Kim Allah'a tevekkül ederse (O'na güvenirse) Allah ona yeter." (Talak, 65/3).

Pek çok ayet-i kerimede Cenab-ı Hak tevekkül ile ibadeti bir arada zikret­miştir: "O'na ibadet et ve O'na tevekkül et." (Hud, 11/123). "De ki: O Rah­mandır. O'na iman ettik ve sadece O'na tevekkül ettik." (Mülk, 67/29). "O, do­ğunun da batının da Rabbidir. O'ndan başka ilâh yoktur. O halde sen, sadece O'nu vekil edin." (Müzzemmil, 73/9).

Ayrıca Cenab-ı Hak müminlere namazlarında: "Biz ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz." (Fatiha, 1/5) duasını tekrar etmelerini emret­mişti.

Bundan sonra Cenab-ı Hak İsrailoğulları'nı Firavun ve kavminden kurtar­ma sebebini ve onların nasıl kurtulduklarını beyan ederek -mealen- şöyle bu­yurdu:

Biz Musa'ya ve kardeşi Harun'a Mısır'da kavimleri için yerleşecekleri, sı­ğınacakları evler yahut mescitler hazırlamalarını emrettik.

Müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre oturulacak yerlerin evler değil, mescitler olması daha doğrudur.

Allah Tealâ bu iki peygamberine ve kavimlerine Firavun'dan korku içinde olmaları sebebiyle (dışarıda namaz kılamadıkları için) evlerinde namaz kılmak üzere evlerini kıbleye doğru yaparak mescit edinmelerini emretti.

Katade, Dahhak ve Said b. Cübeyr: "Evlerinizi kıble edinin" emri, karşı karşıya bina edin manasmdadır dediler.

Kurtubî ise "Birinci görüş daha sahihtir" demektedir. Yani mescitlerinizi Beytü'lmakdis yönüne kıbleye doğru yapın. Bu kıble Yahudilerin günümüze ka­dar devam eden kıbleleridir.

Cenab-ı Hak bu evlerde namazı dosdoğru kılmalarını yani tam olarak kıl­malarını emretti. Kâfirler üzerine hakim olup da onlara eziyet edip onları din­lerinden çevirsinler diye onlara ilk olarak bu emir verildi.

Ya Musa! Allah'ın müminleri dünyada düşmanlarına karşı koruyacağı ve muzaffer kılacağı, ahirette ise cenneti vereceği müjdesi ile müjdele. [158]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu noktalara işaret etmektedir:

1- Hz. Musa (a.s.)'mn büyük mucizeler göstermesi ve asasının sihirbazla­rın ortaya koyduğu bütün sihir malzemelerini yutarak sihirbazlara karşı galip olmasına rağmen, kavmi İsrailoğulları evladından sadece küçük bir grubun iman etmesi. Çünkü zamanın geçmesiyle babaları helak olmuş, sadece evlâtla­rı kalmış, onlar da iman etmişlerdi.

Bir başka görüşe göre iman eden bu grup Firavun kavminden idi. Bunlar Firavun ailesinden mümin olanlar, Firavun'un hazinedarı, hanımı, kızı Maşita ve hazinedarının hanımı idi.

Bunlar Firavun'dan korkarak iman etmişlerdi. Çünkü Firavun küfürde haddi aşmış, kibirli, azgın bir kimse olup bunlara eziyet ediyordu. Aslında Fi­ravun bir zamanlar köle idi, rab olduğunu iddia etti.

2- Hz. Musa (a.s.) bu grubun imanını tecrübe etmek istedi ve onlara "Eğer siz iman etmişseniz sadece Allah'a tevekkül edin ve müslüman iseniz O'na gü­venin, O'na dayanın" dedi.

Şartı te'kit olsun diye iki defa tekrarladı. Yahut İslâm amel olduğu için ay­rıca zikretti. Hz. Musa bu sözüyle imanın kâmil olmasının, her şeyi Allah'a ha­vale etmekle mümkün olduğunu beyan etti.

Müminler de buna karşılık "Biz Allah'a tevekkül ettik, işlerimizi Ona ha­vale ettik, O'nun kaza ve kaderine razı olduk, O'nun emrine teslim olduk" diye cevap verdiler.

Allah'a zalimleri üzerlerine hakim kılıp da bunun dinde imtihan vesilesi olmaması veya zalimler eliyle işkenceye uğrayıp kendilerini bu şekilde bir im­tihana tabi tutmaması için dua ettiler. Çünkü Firavun kavmi bunları çok ağır işlerde çalıştırıyorlardı.

3- Firavun'un namaz kılanlara eziyette bulunmaması için evlerinin mescit edinilmesi.

İsrailoğulları sadece mescitlerinde ve kiliselerinde namaz kılıyorlardı. Fi­ravun bu ibadethaneleri yıktırdı ve namaz kılmalarını yasakladı.

Bunun üzerine Cenab-ı Hak Hz. Musa ve Hz. Harun'a İsrailoğulları için Mısır'da kıbleye doğru bina edilmiş evler -mescitler- hazırlamalarını emretti.

Müfessirlerin çoğunluğuna göre burada oturulacak evleri murad etmeyip Beytü'lmakdis'e yönelmeyi murad etti.

Bu ayet-i kerime, "namazda kıbleye yönelme"nin Hz. Musa (a.s.)'nın şeri­atının bir hükmü olduğuna delâlet etmektedir.

Alimler namazın evlerde eda edilmesinin caiz oluşundan şu neticeleri çı­karmışlardır: Korku veya başka bir sebeple özürlü olan kimseye Cuma namazı­nı ve cemaati terk etmek caizdir. Bunu mubah kılan özür hareket etmeye engel olan hastalık veya böyle bir hastalığın artmasından korkmak, idarecinin haklı olarak verilmiş bir hüküm olmaksızın mal veya bedene zarar vermesinden korkmak. Yolları çok çamurlu hale getiren sağnak yağmur da özür sayılır. Çok samimi ve yakın bir dostunun ölüm hastalığında olup ona bakacak kimsenin bulunmaması da özür sayılır. İbni Ömer'in durumu bu şekilde idi.

Bu münasebetle, teravih namazının evde mi yoksa mescitte mi eda edil­mesi daha efdaldir, hususunda ihtilaflı bir konuyu burada açmak istiyorum:

İmam Malik, Ebu Yusuf ve bazı Şafiî alimleri Buharî'nin rivayet ettiği "Namazı evlerinizde kılın. Çünkü farz namaz dışında kişinin en hayırlı namazı evinde kıldığı namazdır." hadis-i şerifine dayanak "Kuvvetli kimsenin teravih namazını evde kılması daha efdaldir" demişlerdir.

İmamların çoğunluğu ise "Teravih Namazında cemaatte bulunmak daha efdaldir" demişlerdir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) bu namazı mescitte cemaat­le kılmış, sonra devamlı mescitte kılmasına engel olan sebebi de bildirmiştir. Bu sebep, ümmetin üzerine farz kılınması korkusudur. Bunun için peygamberi­miz (s.a.) "Nafile namazı evlerinizde kılın" buyurmuştur. Bundan sonra sahabe bu namazı mescitte tek başlarına ayrı ayrı kılmaya başladılar. Nihayet Hz. Ömer (r.a.) onları tek bir imam arkasında topladı. Durum bu şekilde istikrar kazandı. Sünnet olarak sabit oldu.

4- Allah'ın İsrailoğulları'na emrettiği düşmanlardan korku namazı, evle­rinde kılınmasında şüphe olmayan meşru bir emirdir.

Evleri sığınmak için yapılan binalar olarak telakki edersek aynı şekilde Firavun gibi zalimlerin azgınlıklarına karşı küçük grupların birlik haline gel­mesi de siyasi açıdan arzu edilen bir durumdur. Çünkü evlerin bu şekilde kul­lanılması İsrailoğulları'nın Firavunun zulmünden kurtulmasına vesile olmak­tadır.

5- Az bir grubun Hz. Musa (a.s.)'mn peygamberliğine iman edip de duala­rında zalimlerden kurtulma niyazından önce (dinlerinde) fitneye düşmemeyi niyaz etmeleri bu grubun dinlerine verdikleri önemin dünyalarına verdikleri önemden daha fazla olduğuna delâlet etmektedir.

Çünkü bunlar "önce imtihan vesilesi yapma" diye dua ettiler. Sonra da "Bi­zi rahmetinde o kâfir topluluktan koru" diye dua ettiler. Duadaki bu sıralama onların din işlerini dünya işlerinden daha üstün tuttuklarına delâlet etmekte­dir. [159]

 

-4- Hz. Musa'nın Firavun Ve Adamlarına Beddua Etmesi

 

88- Musa şöyle dua etti: "Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun ve adamlarına dünya hayatında ziynet ve inallar verdin. Ey Rabbimiz! Sonunda bunlar sen*n y°lundan saptırsınlar diye mi? EyRabbimiz! Onların mallarını yok et. Kalplerini sık. Çünkü onlar acıklı azabı görmedikçe iman etmeyeceklerdir."

89- Allah 'İkinizin duası da kabul edildi. Doğru yolda yürümeye devam edin.  Sakın (Hakkı) bihneyenlerin yoluna uymayın dedi.

 

Belagat:

 

"Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et." cümlesi aslında emir sigası olup, "Allah İblis'e lanet etsin" duası gibi, onların durumlarını yakinen tanıma dolayı­sıyla mutlaka o şekilde olacağım bildiği bir şeyle yapılan dua murad edilmiştir.

"Ey Rabbimiz! Sonunda bunlar senin yolundan saptırsınlar diye mi?" cümlesinin tekrarından maksat "Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et." cüm­lesine hazırlık olarak onların dalâletlerini ve nankörlüklerini arz etmek oldu­ğuna dair bir uyarı ve tekittir.

"Onların kalplerini sık," katılaştır. Bu ifade, cezanın büyük ve kat kat olu­şu için yapılan bir istiaredir.

"İman etmeyeceklerdir" cümlesi duanın cevabıdır veya nehiy lafzıyla yapı­lan bir duadır, yahut "li-yudillu" kelimesi üzerine atıftır. Bu ikisi arasında ka­lan dua cümlesi cümle-i muterizadır (ara cümlesidir). [160]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sen Firavun ve adamlarına dünya hayatında ziynet ve mallar verdin." Ziynet elbise, binek vs. gibi kendisiyle süslenilen şeylerdir. Lügatte ziynet, asıl olarak değerli takı, elbise, döşeme eşyası, mal, sağlık vb. kendisiyle süslenilen şeylerdir.

"Ey Rabbimiz! Sonunda bunlar senin yolundan saptırsınlar diye mi?" Bu­radaki "li-yudillu" kelimesindeki lâm lâmü'l-akıbet'tir ve "sonunda" manasın-dadır. "Senin yolundan" yani "senin dininden" demektir.

"Ey rabbimiz! Onların mallarını yok et." Yani helak et, ortadan kaldır, "et-tams", izini silecek derecede yok etmek demektir. "Kalplerini sık" yani katılaş-tır, mühürle ve bağla ki o kalplere iman girmesin. "Rabbena" kelimesiyle başla­yan bu iki cümle de emir lafzıyla yapılan duadır.

"Allah: İkinizin" yani Musa ve Harun'un "duası da kabul edildi" buyurdu. Rivayete göre: Hz. Musa (a.s.) dua ediyor, Hz. Harun (a.s.)'da "amin" diyordu.

"Doğru yolda yürümeye devam edin." Üzerinde bulunduğunuz dine davet ve hüccetle susturma yolunda sabit olun. Aceleci olmayın. İkinizin de istedikle­ri şeyler olacaktır, fakat vaktinde olacaktır. Rivayete göre Hz. Musa (a.s.) onla­rın içinde bu duadan sonra kırk yıl kalmıştır.

"Sakın" hakkı "bilmeyenlerin yoluna uymayın." Acelecilik ederek cahille­rin yoluna uymayın. Allah Tealâ'nın vaadine güvenmeme ve itimat etmeme yo­luna sapmayın "dedi." [161]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Hz. Musa (a.s.) peygamberliğine delâlet eden mucizeleri ortaya koymakta ısrar ettikçe Firavun ve adamlarının da inkarcılık ve inatçılıkta ısrar ettikleri­ni görüp beddua etti. Önce bu suçlara teşebbüs etmelerine sebep olan, dünyayı çok sevmeleri ve nimetlerin onları şımartacak ve dini terk etmelerine sebep olacak derecede bol olması hususlarını zikretti: "Ey Rabbimiz! Sen Firavun ve adamlarına dünya hayatında ziynet ve mallar verdin" dedi.

İbni Kesir diyor ki: Hz. Musa'nın bu bedduası kendilerinde hiçbir hayır ol­madığı ve onlardan hiçbir şey gelmeyeceği bütün açıklığıyla belli olduktan son­ra Firavun ve adamlarına karşı, Hz. Nuh'un kavmine yaptığı gibi, sırf Allah için buğz ve dinine bağlılık için yapılan bir bedduadır.

Nitekim Hz. Nuh (a.s.) kavmine şöyle beddua etmişti: "Rabbim! Kâfirler­den yeryüzünde dolaşan tek kişi bırakma. Eğer onları yeryüzünde bırakırsan kullarını saptırırlar ve ancak günahkâr ve kâfir çocuklar doğururlar." (Nuh, 71/26-27).

Bu sebeple Allah Tealâ Hz. Musa'nın kavmi hakkında yaptığı, kardeşi Hz. Harun'un da "amin" dediği bu duayı kabul edip şöyle buyurdu: "İkinizin duası da kabul edildi."

Ebu'l-Aliye diyor ki: Hz. Musa (a.s.) dua edip Hz. Harun (a.s.) "amin" de­mişti. Hz. Harun dua etmeyip sadece duaya "amin" dediği halde dua etmiş sa­yılmıştır. [162]

 

Açıklaması

 

Bu bölüm Hz. Musa (a.s.) ile Firavun kıssasının dördüncü bölümüdür.

Hz. Musa'ya bir grubun iman ettiği haberinin bir ara cümlesi olarak bildi­rilmesi bir yana, Firavun ve adamlarının Hz. Musa'nın yaptığı hak daveti ka­bul etmemekte direnmelerinden dalâletleri ve küfürleri üzerinde inatla, azgın-

îxk ve gururla devam etmelerinden sonra, kavmi İsrailoğulları'nı Mısır'dan çık­mak üzere hazırlayıp iman, izzet ve şerefi tercih etme duygusunu onların kalp­lerine aşıladıktan sonra Hz. Musa (a.s.) Rabbine duanın sebebini beyan ederek yalvardı:

"Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun ve adamlarına dünya hayatında ziy-let ve mallar verdin." Yani dünya nimetlerinden onları şımartacak derecede bol miktarda verdin. Bu verilen ziynet kıymetli takı, elbise, ev eşyası, pek çok mallar, meyve, sebze ve hayvanlarından çeşitli dünya metaı idi. Onlara verilen bu nimetler neticede onların, kullarını dinden saptırmaya, yeryüzünde azgınlık yapmalarına sebep oldu.

Nitekim Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Hayır! Gerçek-:en insan kendisinin hiç kimseye muhtaç olmayacağını zannettiği için azar." Alak, 96/6-7).

Firavunların kabirlerinde, Mısır'da tarihî mekânlarda bulunan altın, gü­müş, mücevher ve hediyeler, ayrıca onların inşa ettiği köşkler, piramitler ve heykellerin delâlet ettiği medeniyet anlatılan gerçeklere şehadet etmektedir.

Aynı şekilde "Firavun ailesi sonunda kendilerine düşman ve üzüntü sebebi olacak çocuğu bulup getirdiler." (Kasas, 28/8) ayetindeki "li-yekûne" kelimesin­deki lâm, "li-yudillu"daki lâm gibidir ve burada da "sonunda" anlamı vermekte­dir.

Böylece Firavun kavminin sonucu dalâlete düşmek oldu.

Buradaki lâm'ın, lamu't-ta'lil olma ihtimali de vardır. Ancak gerçekte de­ğil, zahire göre böyle olabilir. Bu durumda ayetin manası şu şekilde olur: Allah Tealâ onlara bu malları verip de bu mallar haddi aşmalarına ve küfrün artma­sına sebep olunca bu durum dalâlete düşürmek için kendilerine mal verilen kimsenin durumuna benzemiştir. Bu söz bu mana için ta'lil (sebebiyet) lafzı ile gelmiştir.

Ey Rabbimiz!. Onların mallarını yok et... Ortadan kaldır, izlerini bile sil, helak et. Kalplerini mühürle ve katılaştır ki bu kalpler imanla huzur bulmasın da şiddetli bir cezaya müstahak olsunlar; acıklı ve can yakıcı bir azabı görme­dikçe iman etmeyeceklerdir bunlar.

Hz. Musa bu şekilde dua edip kardeşi Hz. Harun da bu duasına "amin" de­yince Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "İkinizin duası da kabul edildi." Yani ikini­zin duasına da icabet ettik, Firavun ailesinin helaki şeklindeki isteklerinizi de kabul ettik. "Doğru yolda yürümeye devam edin." Yani üzerinde bulunduğunuz hakka davet ve hüccetle ilzam etme yolunda sabit olun. Vaktinden önce aceleci­lik yapmayın. Çünkü istedikleriniz olacaktır, ama vakti gelince olacaktır. Bil­meyenlerin yoluna sakın uymayın. Acelecilik ederek cahillerin yoluna, Allah Tealâ'nm vaadine güvenmeme ve itimat etmeme yoluna uymayın.

Bu nehiy, gereği Hz. Musa ile Hz. Harun'dan sadır olmuştur, manasında-dır. Tıpkı "Yemin olsun ki, eğer Allah 'a şirk koşarsan muhakkak amelin boşa gider..." (Zümer, 39/65) ayet-i kerimesinin Pegyamberimiz (s.a.)'den şirkin sadır olduğuna delâlet etmediği gibi.

İbni Cüreyc diyor ki: "Bazı alimler diyorlar ki: Firavun bu davetten sonra 40 yıl bekledi." Muhammed b. Ka'b ve Ali b. Hüseyn ise 40 gün bekledi demiş­lerdir. [163]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususları göstermektedir:

1-  Hz. Musa ile Hz. Harun'un bedduası, Hz. Nuh'un bedduası gibi, uzun yıllar hak dine davet etmesine rağmen, kavminin küfürde devam edip ısrar et­mesi üzerine ve Hz. Musa'nın sabrı tükendikten, kavminin iman etmesinden ümitsizliğe kapılmasından sonra yapılmıştır.

Bunların hepsi ancak Allah tarafından verilen bir izinle olmaktadır. Çün­kü Paygamberlerin görevi kavimlerini imana davet etmektir. Kavminin içinde iman edecek hiçbir kimsenin olmayacağı bildirilmeden ve Allah'ın izni olma­dan hiçbir peygamberin kendi kavmine beddua etmesi caiz değildir.

Buna Cenab-ı Hakk'ın Hz. Nuh'a söylediği şu ayet delildir:"Nuh'a şöyle vahyedildi: Daha önce iman edenlerden başka, artık kavminden hiçbir kimse iman etmeyecektir." (Hud, 11/36).

İşte o zaman Hz. Nuh (a.s.) "Rabbim! Kâfirlerden yeryüzünde dolaşan tek kişi bırakma." (Nuh, 71/26) diye bedduada bulundu.

2- "Cemaatin Fatiha suresine "amin" demesi Fatiha'yı okuması mertebe­sindedir, çünkü Hz. Musa (a.s.) dua ettiği, Hz. Harun (a.s.) "amin" dediği halde her ikisi de dua etmiş sayılmıştır" görüşünde olanlar bu ayeti delil olarak getir­mişlerdir.

Duaya "amin" demek de bir çeşit duadır. Amin, 'Ta Rabbi! Kabul eyle" ma-nasındadır.

3-  Dualara icabet için Allah'ın ilmi ve takdirinde hususi vakitler vardır. Bu, dua eden kulun arzusuna göre değil, Allah Tealâ'nın muradına göredir.

Duanın kabul edilmesini acele olarak istemek bilgisizlik olup Allah Te-alâ'ya karşı adaba uygun değildir. Bu, aynı zamanda Allah Tealâ'nın kul dua ettiği zaman onun duasına icabet edeceği şeklindeki vaadine güvenmemek ve şüphe etmektir.

Bu sebeple Allah Tealâ Hz. Musa ve Hz. Harun'a "İkinizin duası da kabul edildi. Doğru yolda yürümeye devam edin. Sakın (hakkı) bilmeyenlerin yoluna uymayın." Yani benim vaadim ve tehdidimin hakikatini bilmeyen cahillerin yo­luna girmeyin buyurdu. [164]

 

-5- Firavun Ve Ordusunun Boğulması Ve İsrailoğulları'nın Kurtulması

 

90-  İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Firavun ve ordusu onlara zulmetmek ve saldırmak maksadıyla peşlerine düş­müşlerdi. Firavun boğulacağı anda "İs-railoğulları'nın iman ettiğinden başka ilâh olmadığına iman ettim ve ben müs-lümanlardanım" dedi.

91-  Şimdi mi iman ediyorsun? Halbuki bundan önce isyan ettin. Fesat çıkaran­lardan oldun.

92-  Senin ardından gelenlere bir ibret olman için, bugün seni cesedinle kurta­rıp koruyacağız. Şüphesiz ki, insanların çoğu delillerimizden gafildirler.

93-  Şüphesiz ki, biz İsrailoğulları'nı gü­zel bir yere yerleştirdik ve onları helâl ve temiz şeylerle rızıklandırdık. Kendi­lerine doğru ilim gelinceye kadar ihtilâf etmemişlerdi. Muhakkak ki Rabbin, kı­yamet gününde ihtilâf ettikleri husus­larda aralarında hükmünü verecektir.

 

Belagat:

 

"Şimdi mi iman ediyorsun?" Bu ifade azarlama ve inkâr manasında soru­dur. [165]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İsrailoğulları'nı denizden geçirdik." Nihayet korumamız altında kıyıya ulaştılar.

"Firavun boğulacağı anda, ben de müslümanlardanım" yani ben de O'nun emrine boyun eğenlerdenim "dedi." Bunun kabul edilmesi için birkaç defa tek­rar etti, ama kabul edilmedi.

Cebrail Firavun'a, hayattan artık ümidin kalmadığı, elinde hiçbir tercihin bulunmadığı "Şidi mi iman ediyorsun? Halbuki bundan önce" hayatın boyunca "isyan ettin. Fesat çıkaranlardan" sapan ve sapıtanlardan "oldun." dedi.

"Senin ardından gelenlere" İsrailoğulları'na "bir ibret" bir öğüt ve ders "ol­man için bugün seni" ruh bulunmayan "cesedinle kurtarıp koruyacağız." İsra-iloğullan'nın seni görmeleri için senin bedenini yüksekçe bir yere atacağız, seni denizin dibinde boğmayacağız, suyun üstünde de bırakmayacağız. Böylece on­lar senin de kul olduğunu anlayacaklar, bir daha senin bu hareketine teşebbüs etmeyecekler. İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre İsrailoğulları'ndan bazıları Firavun'un öldüğünden şüphe etmişlerdi. Onların görmeleri için denizden çıka­rıldı.

"Şüphesiz ki insanların" Mekkeliler ve diğer insanların "çoğu bizim ayetle­rimizden gafildirler." Bu ayetleri düşünmez ve bundan ibret almazlar.

"Şüphesiz ki biz, İsrailoğulları'nı güzel bir yere" yani hoşlanılacak, razı olunacak bir yere "yerleştirdik" Yani konaklamalarını temin ettik "ve onları he­lâl ve temiz" leziz''şeylerle rızıklandırdık. Kendilerine doğru ilim gelinceye ka­dar" dinî meselelerde kimisi iman edip kimisi küfretme şeklinde "ihtilâf etme­mişlerdi. " Ancak Tevrat'ı okuyup hükümlerini öğrenince yahut Hz. Muhammed (s.a.)'in sıfatlarında doğruluğunu ve mucizelerin ortaya çıkışını görünce ihtilâf ettiler.

"Muhakkak ki Rabbin kıyamet gününde ihtilâf ettikleri hususlarda" mü­minleri kurtarmak ve kâfirlere azap etmek suretiyle "aralarında hükmünü ve­recektir. " Kurtarmak veya helak etmek suretiyle hak ile batıl ayrılacaktır. [166]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu Hz. Musa (a.s.) ile Firavun kıssasının beşinci bölümüdür. Bu kıssa ön­ce Hz. Musa (a.s.) ile Firavun arasındaki bir konuşma ile başladı. Sonra sihir­bazların kıssası anlatıldı. Bu arada Mısır'dan çıkmaya hazırlık olarak, Hz. Mu­sa'nın da duası sebebiyle İsrailoğulları'ndan bir grubun iman ettiği beyan edil­di. Sonra da Hz. Musa'nın Firavun ve taraftarları için yaptığı beddua zikredil­di.

Allah Tealâ Hz. Musa ve Hz. Harun'un dualarını kabul edince İsrailoğulla­rı'na belirli bir vakitte Mısır'dan çıkmalarını emreder ve yolculuk vesilelerini de kolaylaştırır. Firavun da o sırada bu durumdan habersizdir.

İşte burada Cenab-ı Hakk'm Hz. Musa ve kardeşinin bütün güçsüzlükleri­ne ve Firavun'un ve kavminin kuvvetli olmasına rağmen Hz. Musa'yı ve karde­şini teyit ettiğine delâlet eden kıssanın son bölümü anlatılmaktadır. [167]

 

Açıklaması

 

Buradaki ayetlerin konusu Firavun ve ordusunun nasıl boğulduklarıdır.

İsrailoğullan Hz. Musa (a.s.) ile beraber Mısır'dan çıktıklarında -rivayete göre sayıları çoluk- çocuk hariç altı yüz bin savaşçı idiler- Kıptilerden emanet olarak pek çok kıymetli takılar almışlar, bunları da yanlarında götürüyorlardı.

Firavun buna son derece öfkelenmişti. Derhal atma binip muazzam ordusuyla beraber onların peşine düştü. Onlara deniz sahilinde (Kızıldeniz, Süveyş Denizi sahilinde) güneş doğarken yetişti.

Bunun üzerine Hz. Musa'nın cemaatı korktu. Ama darlık anında Cenab-ı Hak genişlik verecekti. Cenab-ı Hak Hz. Musa'ya asasıyla denize vurmasını emretti. Hz. Musa asasıyla denize vurdu. Deniz açıldı, her parçası bir dağ ol­muş, İsrailoğulları'nın on iki kabilesi için on iki yol açılmıştı. Allah rüzgâra emretti. Rüzgâr bu yolları kurutuverdi. Böylece İsrailoğulları denizi geçti.

İsrailoğulları'ının en sondaki neferi denizden çıktığında Firavun ve ordu­ları denizin öbür tarafından kıyısına gelmişlerdi. Firavun dağlar gibi suları ve yolları görünce şaşırdı, korkuya kapıldı, sanki dilini yutmuştu. Hemen geri dönmek istedi. Sonra onları takip etmeye karar verdi ve komutanlarına "İsrail oğulları denize bizden daha alışık değildirler" dedi. Son nefere kadar hepsi de­nizdeki bu yollara girdiler. Tam denizin ortasına gelince her şeye kadir olan Al­lah denize birbirine kavuşmasını (eski haline dönmesini) emretti. Deniz eski haline gelince onlardan hiç kimse kurtulamadı. Dalgalar onları kaldırıp indiri­yordu. Firavun'un üzerine dalgalar kümelenmişti. O sırada ölüm sarhoşluğu Firavun'u kaplamıştı. Firavun bu durumda iken "İsrailoğulları'nın iman etti­ğinden başka ilâh olmadığına iman ettim ve ben müslümanlardanım" diyordu.

Firavun imanın fayda vermeyeceği bir durumda iman etmişti; tıpkı şu ayette belirtildiği gibi: "Onlar azabımızın şiddetini gördükleri zaman "Biz sa­dece Allah 'a iman ettik. Ona ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik" dediler. Aza­bımızın şiddetini görünce imana gelmeleri onlara hiçbir fayda sağlamadı. Al­lah'ın kulları hakkında öteden beri uygulanagelen kanunu budur. İşte kâfirler o zaman hüsrana uğrarlar." (Gafir, 40/84-85).

Bunun için Allah Tealâ Firavun'un sözü üzerine cevap olarak "Şimdi mi iman ediyorsun? Halbuki bundan önce isyan ettin. Fesat çıkaranlardan oldun" yani yeryüzünde insanları saptıran kimselerden oldun, diyordu.

İşte bu kıssa da Allah'ın Rasulüne (s.a.) bildirdiği gayb bilgilerinden birisi­dir. [168]

 

Ayetlerin Manası

 

İsrailoğulları'ını kudretimiz ve himayemiz altında denizden geçirdik. Fira­vun ve orduları onları yakalamak, eziyet etmek veya Mısır'a iade edip en kötü işkencelere tabi tutmak ve daha önce yaptıkları gibi onları köleleştirmek için İsrailoğulları'nın peşlerine takılmışlardı.

Firavun boğulmak üzere iken "Ben İsrailoğulları 'nm iman ettiği Allah 'tan başka gerçek hiçbir ilâh olmadığına iman ettim. Ben de O'nun emrine boyun eğen, teslim olan müslümanlardanım" dedi.

Firavun bu ifade ile kabul edilsin diye aynı manayı üç defa üç ayrı şekilde dile getirdi. Bununla birlikte yanlış bir vakit seçtiği için imanı kabul edilmedi. Bu sözü zorlama ve mecburiyet altında ve başka hiçbir tercih hakkı bulunma­dığı bir anda söylemişti.

Allah Tealâ da Cebrail'in diliyle veya Allah'ın Ona ilham etmesiyle Fira-vun'a şu cevabı verdi: "Şimdi mi iman ediyorsun? Halbuki bundan önce isyan ettin. Fesat çıkaranlardan oldun." Yani boğulma anında mecbur kalıp nefsin­den ümidini kesince mi iman ediyorsun? Halbuki bundan önce Allah'a isyan ediyordun. Sapan ve imandan sapıtanlardan oldun:

"İnkâr eden ve Allah'ın yolundan alıkoyanlara bozgunculuk yapmaları se­bebiyle hakettikleri azabı kat kat arttırırız." (Nahl, 16/88).

"Bugün seni yerden yüksek bir yere yükseltiriz, ruh bulunmayan cesedini, bütün bedenini hiçbir eksik bulunmaksızın, deniz dibine atılma sebebiyle mey­dana gelecek hiçbir değişiklik olmaksızın kurtarırız." Böylece İsrailoğulları için senin öldüğüne ve helak olduğuna dair bir delil olursun. Çünkü onların gönül­lerinde Firavun'un boğulmak gibi bir duruma düşmeyecek derecede büyük bir şahsiyeti olduğu inancı vardı. Yine bu şekilde senden sonraki insanlar için bir ibret olursun da yeryüzünde inkarcılıktan, bozgunculuktan ve Rab olduğunu iddia etme gibi hususlardan çekinirler.

Bu ayette Allah Tealâ'nm kudret, ilim ve iradesinin kâmil olduğuna delâ­let vardır.

Ancak insanların çoğu kulluğun sadece tek olan Allah'a mahsus olduğuna dair delil ve hüccetlerimizden habersizdirler. Dolayısıyla hadiselerin sebep ve neticelerini düşünmedikleri için öğüt ve ibret almazlar.

Bu ayette hadiselerin sebep ve neticelerini düşünmemek ve gaflette bulun­mak kötülenmektedir.

Firavun ve kavminin helak olmaları Muharrem ayının onuncu günü idi.

Buharî İbni Abbas'tan şu hadisi rivayet ediyor: Peygamberimiz Medine'ye geldiğinde Yahudiler Muharremin onuncu günü oruç tutuyorlardı. Peygambe­rimiz (s.a.) Yahudilere, "Oruç tuttuğunuz bu gün ne günüdür? diye sordu. On­lar "Bu gün Musa'nın Firavun'a galip geldiği gündür" dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) Ashabına: "Siz Musa'ya onlardan daha lâyıksınız; oruç tutun" dedi.

Bundan sonra Cenab-ı Hak bu münasebetle İsrailoğullan'na ikramda bu­lunduğu dinî ve dünyevî nimetleri anlatarak şöyle devam etmektedir:

Şüphesiz ki biz İsrailoğulları'm memnun olacakları güzel bir yere yerleş­tirdik. Bu yer daha önce kaldıkları Mısır'daki yerleri, daha sonra Filistin'deki yerleri idi. Onları orada helâl, temiz, mubah, gayet hoş, leziz şeylerle rızıklan-dırdık. Onlara orada meyveler, sebzeler, hayvanlar, kara-deniz avları gibi pek çok hayırlı şeyleri nimet olarak verdik.

Allah onlara Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakup (a.s.)'un diliyle geçmişte Filistin topraklarını vaad etmişti. Fakat peygamberleri ve özellikle Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.)'i inkâr ettiklerinde onlara verdiği bu vaadi geri aldı. Bundan dolayı artık onların Allah Tealâ'nm peygamberlerine küfür, sal­dırganlık ve zulüm ettikten sonra Filistin topraklarında yerleşmelerine dair hiçbir dinî hakları yoktur.

Âlimlerin İsrailoğullan'ndan maksadın ne olduğunu belirleme hususunda iki görüşü vardır:

Birincisine göre bunlar Hz. Musa (a.s.) zamanındaki Yahudilerdir. Buna göre yerleştirildikleri güzel yer Mısır ve Şam'dır. Güzel rızıklar bu memleket­lerdeki her çeşit yararlı şeyler, ayrıca İsrailoğulları'nın Firavun kavminin elin­de bulunan mallara mirasçı olmalarıdır. Tevrat ise aralarında ihtilâf etmeleri­ne sebep olan ilimdir.

İkincisine göre ise Peygamberimiz zamanındaki Yahudilerdir. Müfessirle-rin büyük bir çoğunluğu bu kanaattedirler. Bu Yahudiler Medine'de bulunan (Kureyza, Nadir ve Kaynukaoğulları) kabileleridir. Yerleştirildikleri yer de Me­dine ve Şam arasıdır. Güzel rızıklar ise bu diyarda bulunan hurma bahçeleri­dir. İlimden murad, Kur'an-ı Kerim'dir.

Kur'an ilim vesilesi olduğu için mecaz yoluyla ona bu isim verilmiştir. Kur'an'ın ihtilâfa sebep olması ise Yahudilerin bir kısmının iman edip diğer bir grubunun küfürleri üzerinde kalmasıdır. Zira Kur'an'ın inmesi onların arala­rında iki kısma bölünmelerine sebep olmuştur.

İsrailoğulları Tevrat'ı okuyup hükümlerini öğreninceye kadar dinî mesele­lerde ihtilâfa düşmemişlerdi. Yahut Hz. Muhammed (s.a.)'in vasıflarının gerçek olduğunu ve mucizelerinin ortaya çıktığını görünceye kadar Hz. Muhammed (s.a.) hakkında ihtilâf etmemişlerdi.

Çünkü onlar Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamber olarak görevlendirilme­sinden önce onun peygamberliğini ikrar ediyorlar, risaletinin doğruluğunda it­tifak ediyorlardı. Hatta bu durumu kâfirlere açıyorlar, ellerindeki kitapta yazı­lı olarak buldukları vasıflarıyla onu kendi çocukları gibi gayet iyi tanıyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.) peygamber olarak gönderilip bildikleri şekliyle Medi­ne'ye gelince onu inkâr ettiler. Bir kısmı kıskançlık, başkanlık sevgisi ve dünya malı elde etme arzusu ile inkâr etti. Diğerleri ise iman ettiler.

Özetle ifade edersek, onlar herhangi bir meselede bilgisizlik sebebiyle ihti­lâfa düşmediler. Ancak kendilerine ilim gelip de ihtilâf etmelerine hiçbir sebep yokken ihtilâfa düştüler.

Şüphesiz Rabbin kıyamet günü ihtilâf ettikleri hususlarda onların arala­rında hüküm verecek, haklıları, hak yolda olanları cehennemden kurtarıp cen­nete koymakla, batıl yolda olanları da cehennem azabında helak etmekle birbi­rinden ayırd edecektir. [169]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki şu hükümleri bulundurmaktadır:

1- Allah Tealâ güçsüzleri ve düşmanlar tarafından hor ve hakir görülenleri kuvvetli ve şiddetli kimselere karşı muzaffer kılabilir. Tıpkı eski dünya devlet­lerinin en büyüklerinden birisine sahip diktatör Firavun ve onun muazzam or­dularına karşı, Cenab-ı Hakk'ın güçsüz ve zayıf olmalarına rağmen Hz. Musa (a.s.) ile kardeşini muzaffer ve galip kılması gibi.

2- Yeis (hayattan ümit kesme) halindeki imanın faydası yoktur. Çünkü bu iman sığınma, mecburiyet ve zorlama ile, tercih unsurunun kaybolduğu, mü­kellefiyetin ortadan kalktığı andaki bir imandır. Bundan dolayı Cenab-ı Hak Firavun'un boğulma esnasında, birbirini tekit eden üç ayrı ifade ile beyan etti­ği imanını kabul etmemiştir.

Razî diyor ki: Firavun üç defa iman etti. Birincisi "îman ettim" ifadesidir. İkincisi, "İsrailoğullan'nın iman ettiğinden başka ilâh yoktur" ifadesidir. Üçün­cüsü ise "Ben müslümanlardanım" sözüdür. Allah Tealâ kin ve gayz duymak­tan münezzeh ve beri olduğuna ve bu sebeple ona duyduğu kin sebebiyle bu ik­rarını kabul etmedi denilemiyeceğine göre, Firavun'un imanını kabul etmeme­sinin sebebi nedir? Cevap şudur: Firavun azabın indiği anda iman etti. O za­man yapılan iman makbul değildir. Çünkü azabın indiği andaki durumu zor­lanma halidir. Bu haldeki tevbe ise makbul değildir. Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bizim azabımızı görünce onlara imanlarının faydası ol­mamıştır. "[170]

3- Firavun isyankâr, kâfir, azgın, kibirli ve yeryüzünde sapıklık ve başka­larını saptırmak suretiyle bozgunculuk yapan biri idi. Bu haliyle azarlanmaya, yadırganmaya ve alaya uğramaya lâyık oldu.

4- Firavun'un cesedi boğulup kaybolmaktan kurtuldu. Bu Firavun'un asıl ismi Ramses'in oğlu Menpitah idi. Milattan 1225 yıl önce öldü. Mumyası halen Kahire'deki Mısır Eski Eserler Müzesi'nde korunmaktadır.

Ben şahsen bu mumyayı gördüm. Ayrıca alın kemiği üzerinde deniz suyu­nun beyaz tuzlarının etkilerini de müşahede ettim.

Bu kurtarma ameliyesi Allah'ı inkâr edip rab olduğunu iddia eden herkese bir öğüt ve ibret sayılır. O rab olmak bir tarafa çok hakir bir mahluktur. Çünkü rab ölmez.

Müfessirler diyor ki: Allah Firavun'un bedenini öldükten sonra kurtardı. Çünkü bir grup insan onun tanrı olduğuna inanmışlar ve böyle birinin ölmeye­ceği kanaatine kapılmışlardı. Bundan dolayı Cenab-ı Hak insanların onu bu zelil ve hakir haliyle görmelerini, öldüğünü kesin olarak anlamalarını ve daha dün son derece ihtişam ve azamet içinde olan bu kimsenin sonunda nasıl zelil ve hakir bir duruma düştüğünü bilmelerini, böylece bütün varlığa ibret ve az­gınlıklar içinde yuvarlananlara tehdit olmasını istedi.

5- Büyük olayların sebepleri ve tarihte iz bırakan önemli neticelerini dü­şünmemek ve bunlardan habersiz, gafil olmak kötülenmektedir.

6- Tağutlardan biri olan Firavun'un boğulması kuvvetleri, sayılarının çok­luğu ve servetleriyle gururlanan ve Hz. Muhammed (s.a.)'i yalanlayanlar için ibretli bir kıssadır.

Çünkü Firavun kavmi sayıca onlardan daha fazla idi. Kuvveti daha bü­yük, serveti de daha boldu.

Allah Tealâ'nın hakkı yalanlayanlar için sünneti, âdeti birdi: Bu da böyle-lerini ya dünyada veya ahirette yok etmek helak etmektir.

Yalanlayanlardan akıllı olanlar bu durumun sonunu düşünür, razı olma­ya ve iman etmeye koşarlar, neticede ahirette kurtuluşa erenlerden olur: "On­ların hikâyelerinde akıl sahipleri için ibret vardır." (Yusuf, 12/111).

7- Allah İsrailoğullan'na dinî-dünyevî pek çok nimetler verdi. Bunlann en önemlisi onları Firavun'un azgınlığından kurtarması, geçmişte Filistin'de em­niyet ve istikrar içinde yaşatmasıdır. Fakat onlar bundan öğüt ve ibret almadı­lar.

Bilakis bu nimetlere nankörlük ettiler. Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr ettiler. Dolayısıyla başkaları gibi azaba, kovul­maya, İslâm diyarından sürgün edilmeye müstehak oldular.

Bundan maksat eski ve Peygamberimiz (s.a.) zamanındaki İsrailoğulla-rı'nın durumudur. Çünkü sonra gelenler öncekilerin davranışlarından razı olup aynı yolda yürümektedirler.

Bu, daha önce geçen birbirinden farklı iki görüşün birleştirilmesidir.

Yahudiler, Peygamberimiz (s.a.)'in peygamberliğinden önceki doğruluğu ve onun peygamber olduğu konusunda ihtilâfa düşmediler. Zira onlar onun pey­gamberliği ve kitaplarında zikredilen vasıflarına uygun olarak ona iman etme hususunda görüş birliği içerisinde idiler. Ancak onun peygamberliğini ilân et­mesinden sonra kıskançlık duygusuyla ve haksızlık yaparak sırf dinî merkezle­rinin ve siyasî liderliklerinin ayakta kalması arzusuyla ihtilâfa düştüler.

Bundan dolayı Yahudilerin bir kısmının iman edip bir kısmının inkâr et­mesi şeklindeki ihtilâfları Hz. Muhammed (s.a.)'in vasıflan ve onun gerçek ya­pısını bilmemekten dolayı değil, bilakis onu gayet iyi tanımaları sebebiyle ol­muştu. Çünkü onlar çocuklarını tanıdıkları gibi ellerindeki Hz. Muhammed'in kitapta belirtilen vasıflarıyla gayet iyi biliyorlardı.

8- Hz. Musa'nın asasıyla denizin 12 parçaya ayrılıp her parçanın büyük bir dağ haline gelmesi Hz. Musa'nın büyük bir mucizesidir. Bu vesileyle mü­minler kurtulmuş, kâfirler boğulmuşlardı. Allah'ın verdiği bu nimete karşı şü­kür olması için bu hadisenin meydana geldiği Aşure (10. Muharrem) günü oru­cu sünnet olmuştur.

9- İsrailoğulları veya başkalarının Hz. Muhammed (s.a.)'in davetini kabul etmek gibi ihtilâf ettikleri konularda ilâhî takdir ve kesin hüküm kıyamet gü­nü verilecek, o zaman Allah haklı olanları kurtaracak, batılda olanları helak edecektir. [171]

 

Kur'an'ın Söylediği, Vaad Ettiği Ve Korkuttuğu Hususlarda Doğruluğunun Bir Defa Daha Tekit Edilmesi

 

94- Eğer sana indirdiğimizden şüphe ediyorsan, senden önce indirdiğimiz kitabı okuyanlara sor. Şüphesiz ki, sana hak, Rabbin tarafından gelmiştir. O halde sakın şüphe edenlerden olma.

95" Sakın Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan olma. Aksi halde hüsrana uğrayanlardan olursun.

96- Üzerlerine Rabbinin (onlar iman etmezler şeklindeki) hükmü hak olanlar iman etmezler.

97- Onlara her türlü delil gelse de, acıklı azabı görmedikçe (onlar iman etmezler).

 

Belagat:

 

"Üzerlerine Rabbinin hükmü hak olanlar..." cümlesi "Onlar küfür üzerine ölecek ve azapta ebedî olarak kalacaklardır" şeklindeki ezelî takdirden kinaye­dir. [172]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Eğer sen" Ey Peygamber ve onun şahsında ümmeti! Yahut, ey bu ayeti dinleyen kişi!. Peygamberine veya peygamberinin diliyle "sana indirdiğimiz­den şüphe ediyorsan" Ya Muhammed sana indirdiğimiz bu kıssalardan farz-ı muhal şüphe edecek olursan!

Bu cümle Arapların "Kızım sana söylüyorum, komşum sen dinle" sözü gi­bidir. Yahut "Yemin olsun ki eğer Allah'a ortak koşarsan muhakkak amelin bo­şa gider (Zümer, 39/65) veya "Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Onların ezi­yetlerine aldırma." (Ahzab, 33/48) ayetleri gibidir.

"... senden önce indirdiğimiz Kitab'ı" Tevrat'ı "okuyanlara sor" çünkü bu durum onların yanında sabittir, sana bunun doğruluğunu bildireceklerdir. Bu­nun üzerine Peygamberimiz (s.a.) "Ne şüphe ederim, ne de sorarım" buyurmuş­tur.

"Şüphesiz ki sana hak Rabbin tarafından" kesin delillerle şüphe olmaksı­zın, apaçık bir şekilde "gelmiştir. O halde sakın şüphe edenlerden olma."

"Sakın Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan olma." Bu da tahrik etmek, hakkı iyice tespit etmek ve müşriklerin Peygamberimiz (s.a.) hakkındaki ümit­lerini kırmak içindir. Tıpkı "Sakın kâfirlere destek olma." (Kasas, 28/86) ayeti gibi.

"Üzerlerine Rabbinin" azabı hakettikleri şeklindeki "hükmü hak olanlar" sabit olanlar, vacip olanlar "iman etmezler." Bu gerçektir. Çünkü Allah'ın kelâ­mı yalan olmaz. Kaza ve kaderi çelişkili olmaz.

"Onlara her türlü delil gelse de" küfürde ısrar ettikleri için "acıklı azabı görmedikçe iman etmezler." Azabı görünce Firavun'a imanı fayda vermediği gi­bi onlara da o sırada iman etmelerinin hiçbir faydası olmayacaktır. [173]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak Hz. Nuh, Hz. Musa, Hz. Harun gibi geçmiş peygamberlerin kavimlerinin işkence ve eziyetlerinden Allah'ın yardımı ile kurtulduklarına da­ir kıssalarını anlatıp da İsrailoğulları'nın kesin ilim geldikten sonra kıskançlık, haddi aşma ve iktidarda kalma arzusu sebebiyle ihtilâfa düştüklerini anlattık­tan sonra Kur'an'ın söyleyip vaad ettiği ve azapla korkuttuğu hususlarda doğ­ruluğunu takviye eden delilleri zikretti. Bu ayetlerde Peygamberimiz (s.a.)'e hi­tap edip onun ümmetini murad etti. [174]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ Kur'an'ın doğruluğunu ve peygamberliğin hak olduğunu farz etme ve mübalağa üslubuyla bir kat daha tekit etmek üzere şöyle buyurdu:

Hud, Nuh, Musa vb. geçmiş peygamberlerin kıssalarını anlatan Kur'an'-dan sana inen ayetlerin doğruluğunda -farzedelim veya öyle takdir edelim ki-sende bir şüphe meydana gelse senden önce indirilen kitabı -Tevrat'ı- okuyan Ehl-i Kitap alimlerine sor. Onlar sana indirilen kitabın doğruluğunu tam bir ilimle bilmektedirler.

Bundan maksat Peygamberimiz (s.a.)'i şüphe etmekte tavsif etmek değil, samimi Ehl-i Kitap alimlerine durumu havale etmek ve onları ilim sahibi ol­makla tavsif etmektir.

İbni Abbas diyor ki: Hayır, vallahi göz kırpmak kadar bile şüphe etmiyo­rum. Onlardan hiçbir kimseye de sormuyorum.

Yine İbni Abbas şöyle demiştir: "Ne şüphe ederim, ne de sorarım. Bilakis onun hak olduğuna şehadet ederim." Bu ifadeyi Katade, Said b. Cübeyr ve Ha­san el-Basrî de zikretmişlerdir.

Ayette geçen kelimelerin açıklamasında zikrettiğim gibi bu konuda evlâ olan görüş şudur: Hitap dinleyenlere aittir. Yahut Peygamberimiz (s.a.)'e yapıl­mış ama onun şahsında ümmeti murad edilmiştir. Bu, Araplar arasında alışıl­mış bir ifade tarzıdır. Tıpkı bir şeyin meydana gelme ihtimalini ortadan kaldır­mak için o şeyde şüphe farzetmenin de Araplar arasında alışılmış olması gibi.

Meselâ adamın oğluna "Sen gerçekten benim oğlum isen cesaretli ol" demesi gi­bi. Yine Hz. İsa'nın Kur'an'da geçen şu sözü de böyledir: "Ben bunu söylemiş-sem sen zaten bunu bilirsin." (Maide, 5/116) Allah (c.c), Hz. İsa'nın bu sözü söy­lemediğini zaten biliyor, ama eğer onu söyleseydi kendisinin onu bileceğine de­lil getirmek için bu sözün söylendiğini farzediyor.

Beyzavî diyor ki: Bu ayet, dinî hususlarda bir kimsenin herhangi bir şüp­he gelirse derhal ilim ehline müracaat edip o şüpheyi halletme yoluna baş vur­ması gerektiğine dair delildir.

"Şüphesiz ki sana hak ... gelmiştir." Kur'an'da sana haber verdiğimiz şekil­de, senin Allah'ın Rasulü olduğun bilgisi gelmiştir. Yahudiler ve Hristiyanlar kitaplarında senin sıfatlarını ve evsafını buldukları için bunun doğruluğunu gayet iyi biliyorlar. O halde sakın bu söylediğin sözlerin doğruluğunda şüphe edenlerden olma.

Bu ayette ümmetine Ehl-i Kitab'ın ellerindeki eski kitaplarda peygamber­lerinin sıfatlarının mevcut olduğu bildirilmekte ve hak tekrar tespit edilmekte­dir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı olarak buldukları, okuyup yazması olmayan, Allah'ın elçisi Pey-gamber'e tabi olurlar." (A'raf, 7/157).

"Sakın şüphe edenlerden olma" ikazı Peygamberimiz (s.a.)'in kavminden olup yalanlayan veya şüpheli olanlara tariz yoluyla gerçeği bildirmektedir.

Ey Peygamber! Sakın Allah'ın birliğine ve insanlığın hidayeti için peygam­berler göndermeye kadir olduğuna delâlet eden ayetlerini yalanlayanlardan ol­ma. Aksi halde dünya ve ahireti kaybedenlerden olursun.

Bu da yine şuurları tahrik etmek, hakkı iyice tespit etmek ve müşriklerin Peygamberimiz (s.a.) hakkındaki bütün ümitlerini kırmak içindir. Tıpkı şu ayette olduğu gibi: "Sakın kâfirlere destek olma." (Kasas, 28/86) Bu ayette hüs­rana uğrayan ve dalâlete düşen kâfirlere tariz edilmektedir.

Üzerlerine Allah'ın kendilerine azap edeceği şeklindeki sözü yani takdiri ve hükmü hak olanlar iman istidatını kaybettikleri ve küfre iyice bağlandıkları için asla iman etmezler. Bunun manası, onların iman etmelerine Allah engel olur, demek değildir. Sadece küfrü tercih edip işleyenler bizzat kendileridir, de­mektir. Ayetten murad şudur: Allah kimin iman edip kimin küfredeceğini bildi­ği için bu mutlaka meydana gelecektir. Çünkü Allah'ın ilmi geniş, her şeyi iha­ta edicidir, gecikmez.

"Onlara her türlü delil gelse de..." Yani Allah'ın kesinlikle iman etmeye­ceklerini bildiği o kimseler, küfür ve inkârları üzerinde devam edeceklerdir. Müşriklerin Peygamberimiz (s.a.)'e gelmesini teklif ettikleri Hz. Musa'nın felâ­ket mucizeleri gibi, nehirler fışkırtmak ve göğe çıkmak gibi, bahçelere, bostan­lara sahip olmak gibi Kur'an'ın Allah tarafından gönderildiğine delâlet eden il­mî ve edebî mucizeleri gibi hangi çeşit ilmî, Kur'anî yahut maddî ve kevnî delil (mucize) gelirse gelsin onlar iman etmezler. Belki de onlar üzerlerine kapanan, etraflarını kuşatan can yakıcı, acıklı azabı görmedikçe iman etmeyeceklerdir. O zaman da boğulmak üzereyken iman eden Firavun'un imanının kendisine hiç faydası olmadığı gibi, onların iman etmelerinin hiçbir faydası olmayacaktır.

Bu hususta Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi karşılarında toplasaydık, Allah dilemedikçe yine de iman edecek değillerdi. Fakat onların çoğu bu husus­ta cehalet içindedirler." (En'am, 6/111).

Deliller ve mucizeler ne kadar çok olursa olsun bunun kendilerine faydası olmayacaktır. Çünkü delil ancak Allah'ın yardımı ve tevfiki ile ve kendisinin kabul etme istidadının tam olmasıyla hidayete vesile olur. [175]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır:

1- Kur'an ve Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliği haktır. Kur'an'ın bil­dirdiği geçmiş peygamberlerin kıssaları ve gelecekte meydana gelecek gaybî haberlerin doğruluğunu ayrıca Kur'an ve Sünnet'in ihtiva ettiği her konuda doğruluğuna delâlet eden ayetler Kur'an'ın hak olduğunu ispat eden delillerdir.

2- Bazan farz-ı muhal olarak şek ve şüpheden bahsedilmesi aksinin ispatı­nı (yakinin varlığını) temin etmektedir. Bu husus Descartes gibi filozofların da kullandığı bir metoddur.

3- Bir şeyde şüphe eden herkes, o şüpheyi ortadan kaldırıp onun yerine yakini koymak ve bu akideyi kökleştirmek için derhal alimlere sormalıdır.

4- Huseyn b. Fadl diyor ki: Şart harfiyle birlikte kullanılan fe harfi (yani fe-in) bu fiili vacip kılmaz ve onun meydana geldiğini de göstermez. Bunun de­lili ise bu ayet indiği zaman Peygamberimiz (s.a.)'in söylediği rivayet edilen "Vallahi, ben şüphe etmiyorum" hadis-i şerifidir.

5- Kur'an'ın doğruluğu ve peygamberliğin sıhhatinin ortaya çıkması için müracaat edilecek alimler Yahudilerden müslüman olan alimlerdir.

6- İsyanları sebebiyle üzerlerine Allah'ın gazabı sabit olan kimseler, iste­dikleri şekilde mucizeler peşpeşe gelse bile iman etmeyeceklerdir. Azap geldiği zaman iman etseler bu imanlarının kendilerine faydası olmayacaktır. Çünkü bu yeis, zorlama ve sıkışıklık anındaki imandır, hayattan ümidini kesenin tev-besi gibidir.

7- Ehl-i Sünnet, "üzerlerine Rabbinin hükmü hak olanlar" ayetini vacip olan takdirin ve mutlaka olması gereken kazanın ispatı hususunda delil olarak kabul etmişlerdir.

Bu ayet hakkında Keşşaf tefsirinde şöyle bir ifade yer almaktadır: Onlara Allah Tealâ'nın Levh-i Mahfuz'da yazdığı ve meleklerine "Onlar kâfir olarak öleceklerdir" diye haber verdiği sözü sabit olmuştur. Başka bir şey olamaz. Bu bilinen bir şeyin yazılmasıdır, takdir edilen şeyin yazılması değildir. [176]

 

Hz. Yunus (A.S.) İle Kavminin Kıssası

 

98- Keşke bir kasaba halkı (azabı gör­meden) iman etseydi de, imanları ken- dilerine fayda verseydi! Yunus'un kav- mi müstesna; onlar iman edince, biz onlan dünya hayatında rezil-rüsvay olma azabından kurtardık ve onları bir süre daha yaşattık.

Eğer Rabbin dileseydi> yeryüzünde.er.in hepsi imT e,derdL ° ^sen hepsi iman etsinler diye insanları yine de zorlayacak mısın?

100- Allah’ın izni olmadıkça, hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir. Allah rezil-rüsvayhğı aklını kullanma­yanlara verir.

 

Belagat:

 

"O halde sen... insanları yine de zorlayacak mısın?" Buradaki soru inkâr içindir. Zamirin fiilden önce gelmesi ilâhî iradeye muhalefet etmenin imkânsız olduğuna delâlet etmek içindir. Yani bunu zorlamakla elde etmek mümkün de­ğildir. [177]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Keşke" helak ettiğimiz kasabalardan "bir kasaba halkı" azabı görmeden, Firavun'un yaptığı gibi, azap gelinceye kadar beklemeden, daha önce "iman et­seydi de" Allah bu imanlarını kabul edip onların üzerindeki azabı kaldırsaydı ve böylece "imanları kendilerine fayda verseydi! Yunus'un kavmi müstesna on­lar" kendilerine gelecek azabın ilk emarelerini görür görmez, azabın gelmesini beklemeden "iman edince biz onları dünya hayatında rezil-rüsvay" hor ve zelil "olma azabından kurtardık." Ecelleri bitinceye kadar "Onları bir süre daha ya­şattık. " Burada anlatılmak istenen insanın yaşayacağı tabiî ömürdür.

"Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi iman ederdi." Mutezile mezhebi alimleri diyorlar ki: Bu ifadeden murad, zorlama suretiyle yapılan bir iradedir. Yani Allah onları zorla imana teşvik etseydi, buna muktedir olurdu ve bu da sahih olurdu. Fakat bunu yapmadı. Çünkü kulun zorlama ile iman etme­sinin kendisine hiçbir faydası olmaz. Mutezile'nin görüşüne göre ayette murad edilen irade meydana gelmemiştir.

Ehl-i sünnet alimlerinin görüşü ise şöyledir: Buradaki mana imanın yara­tılmasıdır. Yani Rabbin dileseydi, onların iman etmesini yaratırdı. Fakat bunu yapmadı. Allah'ın iradesi onlarda imanın meydana gelmesine yönelmedi. Çün­kü Allah'ın yaratması, iradesi, irşad ve hidayeti olmadıkça iman meydana gel­mez. Bu mana meydana gelmedikçe iman meydana gelmez. Burada "zorlama iradesi" kaydını koymak zahirî manaya aykırıdır. Zira Allah'ın iradesi olmadan hiçbir iman meydana gelmez:

"Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz." (İnsan, 76/36) "Allah mahlûkatı zorlamadı, ama ellerindeki tercih hakkını da çekip almadı. Bilakis onlara iman etmelerini emretti. Onlar için tercih ve niyet etmelerini yarattı" manasmdaki bu görüş Mutezile'ye de uygundur. Bu durumda ayetin mutlak olarak anlaşıl­ması daha evlâdır. İman vb. her şeyin Allah'ın iradesine bağlanması vaciptir.

"O halde sen hepsi iman etsinler diye" Allah'ın dilemediği bir şeyde "insan­ları yine de zorlayacak mısın?" Buradaki istifham inkâr ifadesi taşır. Zamirin fiilden önce gelmesi ilâhî iradeye muhalefet etmenin imkânsız olduğuna delâlet etmek için. Yani bunu, zorlamakla elde etmek mümkün değildir.

"Allah'ın izni" iradesi ve tevfiki "olmadıkça hiç kimsenin iman etmesi mümkün değildir." O halde onları hidayete erdirmek hususunda kendini fazla yorma. Çünkü bu Allah'a aittir. Bir şeye izin vermek -lügatte- bu konuda icazet ve ruhsat verildiğini ve bunu yapmakta mahzur bulunmadığını haber vermek­tir. "Allah rezil-rüsvaylığı aklını kullanmayanlara" Allah'ın ayetlerini ince ince düşünmeyenlere, aklını delil ve ayetleri incelemek hususunda kullanmayanla­ra "verir." Rics, burada azap ve rüsvaylıktır. Lügatte ise çirkin ve pis şeyler de­mektir. [178]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu kıssa, bu surede zikredilen üçüncü kıssadır ve Hz. Yunus (a.s.) ve kav­mi hakkındadır.

Cenab-ı Hak "Üzerlerine Allah'ın hükmü hak olanlara her türlü delil gelse de, acıklı azabı görmedikçe iman etmezler" beyan ettikten sonra Hz. Yunus '.a.sj'un kavminin küfürden sonra iman ettiğini belirtmek ve bu imanlarının kendilerine faydalı olduğuna delâlet etmek için bu ayeti zikretti.

Bu ayetler kâfirlerin iki grup olduğuna işaret eder: Onlardan bir kısmı üzerlerine hayatlarının küfürle sona ermesi hükmedilen kimselerdir. Diğer bir kısmı ise üzerlerine hayatlarının imanla sona ermesi hükmedilen kimseler. Al­lah'ın takdir ettiği her şey de mutlaka olacaktır.

Yine Allah Tealâ'nın insanları iman ve küfre, hayır ve şerre müsait olarak yarattığı ve Allah'ın irade ve hikmetinin kulların davranışlarıyla sıkı bir irti­bat içinde olduğu-ve kulların hareketlerinin Allah'ın irade ve hikmetine uygun olduğu şeklinde daha önce ayetlerde bildirilen hususlar bu ayetlerde tamam­lanmıştır.

Bu üç kıssanın (Hz. Nuh, Hz. Musa ve Hz. Yunus kıssalarının) anlatılma-sındaki ibretli nokta kâfirlerin şüphelerini reddetmektedir.

Bu şüphelerden biri, Rasulullah (s.a.)'ın kâfirleri üzerlerine azap inmekle tehdit ettiği halde bu azabın inmemesi idi.

Bundan dolayı Cenab-ı Hak Hz. Nuh, Hz. Musa ve Firavun ve Hz. Yunus kavmi hakkında azabı geciktirdiğini ve ilk iki kavme azap indiği halde iman etmeleri sebebiyle Hz. Yunus (a.s.) kavmine azap indirmediğini delil olarak zik­rederek vaad edilen bir şeyin bilerek geciktirilmesinin vaadin doğru olduğu hu­susunda bir şüphe meydana getirmeyeceğini beyan etti. [179]

 

Yunus (a.s.) Kıssası:

 

Hz. Yunus (a.s.) Kur'an-ı Kerim'de ismen dört defa zikredilmiştir: Nisa 163, En'am 86, Yunus 98, Saffat 139. İki ayrı yerde de vasıflarıyla zikredilmiştir:

1- Zü'n-nun vasfıyla: Enbiya, 87.

2- Sahibu'l-hut vasfıyla: Kalem, 48.

Hz. Yunus (a.s.)'un tam ismi Yunus b. Metta'dır. Ehl-i Kitap Yunus b. Em-tay demektedirler.

Allah Tealâ onu Musul topraklarındaki "Ninova" kasabasına gönderdi. Ni-nova halkı onu yalanladılar. Hz. Yunus (a.s.) onları bir müddet sonra -bir riva­yete göre 40 gün sonra- gelecek bir azapla korkuttu ve kavmine kızarak oradan ayrıldı.

Hz. Yunus (a.s.) gidince kavmi azabın gelmesinden korktular. Vaad edilen vakit yaklaşınca gökyüzünü şiddetli koyu bir duman ve simsiyah bulutlar kap­ladı. Bulutlar aşağıya doğru inip bütün kasabayı kapladı. Ninova halkı son de­rece korkmuştu. Hz. Yunus'u aradılar ama bulamadılar. Hz. Yunus'un doğru söylediğine gerçekten inanmışlardı. Hepsi yas elbiseleri giydiler, hanımları, ço­cukları ve hayvanlarıyla birlikte meydanda toplandılar. Anne ile çocuklarını birbirlerinden ayırdılar. Birbirlerine şefkatle muamele ettiler. Sesler, gürültü­ler çoğaldı. İhlâslı bir şekilde tevbe ettiler. İman ettiklerini açıktan ilân ettiler. Allah Tealâ'ya yalvarıp yakardılar. Allah da onlara rahmetiyle muamele etti, azabını kaldırdı. Bu gün 10 Muharrem Cuma günü idi.[180]

Taberî diyor ki: Ümmetler arasından Hz. Yunus kavmi azabı gördükten sonra tevbe etmesi ve tevbelerinin kabul edilmesi sebebiyle özellikle zikredil­miştir. Müfessirlerden bir grup alim bu görüşü zikretmişlerdir.

Zeccac ise şöyle diyor: Onlara azap gelmedi. Onlar sadece azabın geleceği­ni gösteren ön alâmetleri gördüler. Eğer bizzat azabı görselerdi iman etmeleri­nin kendilerine faydası olmazdı.

Hz. Yunus (a.s.)'a gelince o, kendilerine gönderildiği kavminin bu daveti kabul etmekte ve davet ettiği imana girmekte ağır davranmaları sebebiyle kav­mine kızarak ayrıldı. Cenab-ı Hak'tan izin almadan ticaret eşyası yüklü bir gemiye binerek gitti.

Bundan sonra Cenab-ı Hak onu balığın yutmasıyla ve deniz sahiline atıl­makla imtihan etti.

"Balık sahibi olan Yunus'u da hatırla. O, bir zaman kavmine öfkelenmiş olarak gitmişti. Bizim kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Sonunda karanlıklar içinde kalıp şöyle niyaz etti: "Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ve teşbih ederim. Gerçekten ben haksızlık edenlerden oldum. Biz de duasını kabul edip onu sıkıntılardan kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız." (Enbiya, 21/87-88).

Allah O'nu balığın karnında üç gün veya yedi gün yahut daha çok veyahut daha az bir müddetle kaldıktan sonra hasta bir halde deniz kıyısına attı. Balı­ğın onu çiğneyip hazmetmesinden korudu. Ondan sonra da onu yüz bin kişilik veya daha fazla bir cemaate gönderdi. Allah onların imanını kabul etti.

Enbiya suresi 87. ayetteki "Bizim kendisine kadir olamayacağımızı sandı" şeklinde zahiri mana verileceği yerine ayetin hatadan masum olan peygamber­lere münasip manası "Bizim kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı san­mıştı" şeklinde olmalıdır. Yani Yunus (a.s.) kendilerine gönderildiği kavme git­mesi için onu mecbur tutmayacağımızı ve Allah Tealâ'nın onlara gönderdiği mesajı tebliğ etmeye zorlamayacağımızı zannetti.

Burada anlatılmak istenen şudur: Hz. Yunus (a.s.) Allah'ın kavmine git­mesi şeklindeki emrini vacip bir emir olarak değil muhalefet etmekte günah ol­mayan bir irşat emri olarak tevil etti. Tıpkı fıkıh alimlerinin "Ey iman edenler! Belirli bir vadeye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın." (Bakara, 2/282) ayetinde emrolunan borcun yazılması emrini mendup bir irşat emri ola­rak telakki ettikleri gibi. Hz. Yunus (a.s.) da kendisine verilen emri bu şekilde anladı.[181]

 

Açıklaması

 

Keşke kendilerine peygamber gönderilen kasabalardan bir kasaba halkı dine davet edilip hüccet ortaya konulur konulmaz, azap inmeden ve iman et­meleri imkânsızlaşmadan önce iman etseydi de, imanları kendilerine fayda verseydi!

Irak'ın kuzeyinde Musul vilayetinde Ninova kasabası halkına gönderilen Hz. Yunus (a.s.) kavmi müstesna. Bu kavim önce inkâr etti. Sonra azabın ilk işaretlerini görünce Allah Tealâ'ya niyazda bulundular. İhlâsla tevbe ettiler, açıkça iman ettiler. Allah da bunlara rahmetiyle muamele etti. Hz. Yunus'un onlara vaad ettiği azabı onlardan kaldırdı, imanlarını kabul etti, normal ecelle­ri bitinceye kadar onlara yaşama hakkı verdi.

Yani Hz. Yunus kavmi olan Ninova kasabası halkından başka eski kavim­lerden peygamberlerine hep birlikte iman eden bir kasaba olmamıştır. Hz. Yunus (a.s.) kavmi de azabın ilk alâmetlerini görünce peygamberlerinin uyardığı ve korkuttuğu azabın gerçekten geleceğinden korkarak iman ettiler. Onların imanlarının kabul edilmesi Firavun'un imanının kabul edilmesinden farklı idi. Çünkü Firavun boğulmaya yüz tutmuş ve ölüme yaklaşmış bir halde iman etmiş, Hz. Yunus (a.s.) kavminin imanı her ne kadar azabın ilk alâmetlerini görünce ol­muş ise de onlar kendilerine azap bilfiil gelmeden önce iman etmişlerdi.

Bu kıssada Mekkelilere tariz edilmekte, hayattan ümitsizlik derecesine düşmeden önce Hz. Yunus (a.s.) kavmi gibi olmaları teşvik edilmektedir. Çün­kü azap Hz. Nuh (a.s.) kavmine, Firavun ve ordularına geldiği gibi onlar için de gerçekleşebilir.

Bu tefsire göre hiçbir çelişki, kapalılık ve Hz. Yunus (a.s.) kavminin ayrıcalıklı özelliği yoktur. Hz. Ali (r.a.) şöyle diyor: "İhtiyatlı olmak kaderi de­ğiştirmez, ama dua kaderi değiştirir."

"Eğer Rabbin dileseydi..." Ya Muhammed! bütün yeryüzündekilerin hepsi­ne getirdiğin kitaba iman etme izni verseydi ve onların kalplerindeki imanı ya-ratsaydı bunu yapar ve hepsi iman ederdi. Fakat Allah Tealâ'nın yaptığı her şeyde bir hikmet vardır. Nitekim şöyle buyuruyor Cenab-ı Hak:

"Eğer Rabbin dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı. (Fakat onları ser­best bıraktı.) Onlar da durmadan ihtilâf etmektedirler. Ancak Rabbimin merha­met ettikleri müstesna. Allah insanları bunun için yaratmıştır. Rabbinin "Şüp­hesiz ben, cehennemi bütün cin ve insanlarla dolduracağım" sözü gerçekleşmiş­tir." (Hud, 11/118-119).

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "... İman edenler bilmezler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi." (Ra'd, 13/31).

Ayetteki "küllühüm" kelimesi her şeyi ihata etme şeklindedir, "cemî'an" kelimesi ise iman üzerine toplanmış, hiç ihtilâf etmeden iman üzerinde bir ara­ya gelmiş demektir.

O halde ya Muhammed sen insanı imana zorlayıp iman etmelerini mec­bur mu kılıyorsun? Bu senin üzerine bir vazife olmayıp sana ait de değildir. Bu tamamen Allah'a aittir. İman zorlama, mecburiyet ve şiddetle olmaz, sadece gönülden bağlılık ve tercih etmekle olur.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Dinde (dine girişte) zorlama yok­tur." (Bakara, 2/257).

"Sen onlara karşı bir zorba değilsin. Sen sadece azabımdan korkan mü­minlere Kur'anla öğüt ver." (Kaf, 50/45).

Senin görevin sadece müjdeleyip uyarmak suretiyle tebliğ etmektir: "Se-nin üzerine düşen apaçık bir tebliğdir." (Şûra, 42/48).

"Sen hatırlat. Çünkü sen, ancak bir hatırlatıcısın. Sen onlara tahakküm edici değilsin." (Gaşiye, 88/21-22).

"Şüphesiz sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğini hi­dayete erdirir." (Kasas, 28/56).

"Allah'ın izni olmadıkça..." Allah'ın iradesi, dilemesi ve tevfiki olmadıkça hiçbir kimse iman edemez. Yahut Allah'ın kaza ve kaderi, irade ve dilemesi ol­madıkça hiçbir kimsenin iman etmesi uygun olmaz.

Nefis iman etme hususunda mutlak olmayan cüzî bir iradeye, tercih hak­kına sahiptir, ancak bu tercih hakkında tam anlamıyla bağımsız değildir. Bila­kis Allah'ın mahlûkatı hakkındaki kanunu ile sınırlıdır. Allah hikmeti, ilmi ve adaleti gereği dilediğine hidayet nasip eder.

Allah azabı, rezil ve rüsvay olmayı, Allah'ın hüccetlerini ve kudretinin de­lillerini düşünmeyen, hakkı gösteren Allah'ın ayetleri, Kur'anî, aklî ve kevnî hüccetleri hususunda ince ince düşünerek akıllarını kullanmayanlara verir.

Böyleleri doğruya ileten duyuları ve bilgi yollarını işletemedikleri ve nefsî arzularına uydukları için küfrü imana tercih ederler. [182]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Alimler bu ayetlerden aşağıdaki hususları çıkarmışlardır:

1- Azapla kuşatılmadan önce huzur ve rahat içerisinde iken iman etmek teşvik edilmektedir. Bu vakit imanın kabul edileceği vakittir.

2- Allah Hz. Yunus kavmine -Taberanî'nin bir grup müfessirden naklettiği gibi- azabı gördükten sonraki tevbelerini kabul etmek suretiyle özel bir mu­amelede bulunmuştur. Zeccac ise "Onlara henüz gelmemiş, sadece azabın gele­ceğine delâlet eden alâmetleri görmüşlerdi. Eğer bizzat azabı görselerdi iman­larının kendilerine faydası olmazdı" demektedir.

Kurtubî ise buna şöyle bir ekleme yapmaktadır: Zeccac'ın sözü güzeldir. Çünkü tevbenin fayda vermeyeceği bir müşahede Firavun kıssasında olduğu gibi azapla karşılaşma anıdır. Çünkü Firavun azabı görünce iman etmiş ve bu­nun da kendisine faydası olmamıştır. Hz. Yunus (a.s.) kavmi ise azabı görme­den önce tevbe ettiler.

İmam Ahmed, Tirmizî, İbni Mace ve başkalarının İbni Ömer'den rivayet ettiği Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadis-i şerifi bu manayı teyit etmektedir:

"Şüphesiz ki, Allah kulun tevbesini son nefeste olmadığı müddetçe kabul eder." Bu hal ölümle pençeleşme halidir. Bundan sonraki iman kabul edilmez.[183]

Zeccac'ın ve Kurtubî'nin görüşüne göre Hz. Yunus (a.s.) kavminin bir hu­susiyeti yoktur.

3- Ehl-i sünnet "Eğer Rabbin dileseydi..." ayetini "Bütün kâinat Allah'ın iradesiyle olmuştur" şeklindeki görüşlerine delil olarak almışlardır. Çünkü "lev' kelimesi başkasının yok olması sebebiyle bir şeyin yok olduğunu ifade eder. Yani "Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi iman ederdi" ayeti bu dilemenin olmadığını ve yeryüzündekilerin tamamının iman etmediğini ge­rektirir. Bu da Allah Tealâ'nın hepsinin iman etmesini istemediğine delâlet eder.[184]

"Kelimeler ve İbareler" kısmında Ehl-i Sünnet ve Mu'tezilenin bu ayetin tefsirindeki görüşlerini ve buradaki dilemenin zorlama ile yapılan bir dileme mi, yoksa yaratma, irşat ve hidayet etme şeklindeki bir dileme mi olduğunu be­yan ettik. Kurtubî bu ayeti "Eğer Rabbin dileseydi onları iman etmeye mecbur bırakırdı" diyerek tefsir etmiştir.

4- "O halde sen hepsi iman etsin diye insanları yine de zorlayacak mısın?" ayetine binaen dine girişte zorlama yasaklanmıştır.

İbni Abbas diyor ki: Peygamberimiz (s.a.) bütün insanların iman etmesi hususunda son derece arzulu idi. Bundan dolayı Cenab-ı Hak ilk defa şekavete (imansızlığa) lâyık görülenlerden başkasının delâlete düşmeyeceğim bildirdi.

5- Ehl-i Sünnet "Şeriat varit olmadan önce eşyaya hüküm verilmez" kaide­sine delil olarak "Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir" ayetini göstermiştir. Delil olma yönü ise, bu iznin bu fiilde mutlak ol­ması ve mahzurun kaldırılmasıdır. Bu ayetin sarih ifadesine göre ise bu mana­nın meydana gelmesinden önce -izin verilmesinden önce- kulun .imana teşeb­büs etme hak ve yetkisi yoktur.

6- Yine Ehl-i Sünnet "Küfrün ve imanın yaratıcısı Allah'tır" kaidesine delil olarak "Allah azabı, rezil rüsvaylığı ancak aklını kullanmayanlara verir" ayeti­ni göstermiştir. Bunun manası şudur: Ayette geçen "rics" kelimesi ister küfür ister masiyet olsun çirkin amel demektir. Allah Tealâ bu ayetten önce imanın ancak Allah'ın dilemesi ve yaratması ile olduğunu zikrediace bundan sonra da rezil rüsvaylığın yine sadece O'nun dilemesi ve yaratması ile olduğunu zikretti. İmamn karşıtı olan "rics" ise sadece küfürdür. Razî'nin tefsirinde zikrettiği bu­dur.

Dikkat edilecek bir nokta da bizim "rics" kelimesini müfessirlerin pek ço­ğunun görüşüne uyarak "azap" kelimesiyle tefsir etmiş olmamızdır. Ebu Ali el-Farisî "rics" kelimesinden murad edilen mananın "azap" olması da muhtemel­dir, demektedir. [185]

 

Düşünme Ve İncelemenin Faez Oluşu, İhmalkârların Uyarılması

 

101- De ki: "Bir bakın, göklerde ve yerde neler var? İman etmeyecek bir topluluğa deliller ve uyarılar fayda vermez."

102" Onlar kendilerinden öncekilerin geçirdiği günlerden başka bir gün mü bekliyorlar? De ki: "O halde bekleyin. Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim."

103- Nihayet biz Peygamberimizi ve iman edenleri kurtardık. Böylece üzerimize düşen bir hak olarak müminleri

kurtarırız.

 

Kelime ve İbareler:

 

"De ki" Ya Muhammed! Mekke kâfirlerine ve başkalarına şöyle söyle: "Bir bakın" yani tefekkür edin, düşünün, "göklerde ve yerde" Allah'ın birliğine ve kudretinin kemaline delâlet eden ne acaip mahlûkatı ve daha "ne var?" Al­lah'ın ilmi ve hikmetine göre "İman etmeyen bir topluluğa deliller ve uyarılar fayda vermez."

"Onlar kendilerinden öncekilerin" geçmiş ümmetlerin "geçirdiği günler­den" kendilerine azap inmesi gibi acı günlerden "başka bir gün mü bekliyor­lar?" Zira bundan başkasına da lâyık değildirler. Buradaki ifade Eyyamü'l-Arab (Arap tarihindeki meşhur olaylar, savaşlar) tabirine mutabıktır. "De ki:" O halde böyle acı bir günün gelmesini "O halde bekleyin. Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim."

"Nihayet biz peygamberimizi ve iman edenleri" azaba uğramaktan "kurtar­dık. Böylece" kurtarmak suretiyle "üzerimize düşen bir hak olarak" kâfirler aza­ba uğrarken Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabını ve bütün "müminleri kurtarırız." [186]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak geçen ayetlerde imanın ancak Allah'ın yaratması ve dileme­siyle meydana geldiğini beyan ettikten sonra hakkın sırf zorlama ile olduğu zannedilmesin diye bu ilâhî kudretin delillerine bakıp incelemeyi emrederek şöyle buyurdu: "De ki: Bir bakın, göklerde ve yerde neler var?"

Her akıl sahibi hayırla şerrin arasını ayırd etmelidir. Rasulün üzerine dü­şen de ancak müjdeleme ve uyarmadır. Din sadece güzel bir tercihte bulunması için aklın yardımcısıdır. [187]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ kullarına, göklerin ve yerin yaratılışı ve bu ikisi arasındaki göz kamaştırıcı deliller hakkında tefekkür etmelerini emrediyor. Muazzam bir intizam içerisinde hareket eden sabit bir gezegen, nur saçan yıldızlar, güneş, ay, gece ile gündüz ve bunların birbiri ardınca gelişleri, uzunluk ve kısalıkları, gökyüzünün yüksekliği, genişliği, güzelliği, yıldızlarla tezyin edilmesi ve Al­lah'ın gökyüzünden indirdiği yağmur ve bu yağmurla yerden çıkarttığı çeşitli meyve ve sebzeler, ekinler, çiçekler, ve çeşit çeşit bitkiler... Yeryüzünde bulunan çeşitli şekil, renk ve cinslerde kara ve deniz hayvanları, yine yeryüzündeki dağlar, ovalar, madeni servetler... Denizlerde bulunan acaip varlıklar... Denizin yolcularına teslim olup gemileri taşıması ve kendisinden başka ilâh olmayan her şeyi gayet iyi bilen, her şeye kadir yüce Allah'ın yürütmesiyle gayet güzel bir şekilde denizde yüzen gemiler..

"Yakinen iman edenler için yeryüzünde nice deliller vardır. Kendi nefsiniz­de de... Görmez misiniz?" (Zariyat, 51/20-21).

Bu konularda tefekkür, insana yaratıcının varlığını gösterir, peygamberle­ri tasdik etmeye ve bu büyük ayetleri bildiren vahiy ve Kur'an'a iman etmeye götürür.

Ancak bu Kur'an'a ve kevnî deliller ve ayetler, peygamberler ve uyarılan -Keşşaf tefsirinin ifadesiyle- iman etmeleri beklenmeyen bir topluluğa kesinlik­le fayda vermez. Onlar akıllarını kullanmayan ve bu ayetlere bakmayan kim­selerdir.

Kurtubî diyor ki: Bunlar ezelde Allah'ın ilminde iman etmeyecekleri bili­nen kimselerdir. Bir görüşe göre "mâ-tuğnî" kelimesindeki "mâ" soru edatıdır.

Soru edatına göre mana şöyle olur: Allah'a ve peygamberlerine iman etme­yen, akıllarını yaratılış gayesine uygun olarak kullanmayan bir topluluk için Kur'an ayetlerinin doğruluğuna delâlet eden semavî ve arzî ayetler, açık muci­zeler, hüccetler ve burhanlarla gönderilen peygamberler "ne fayda verebilir?"

Buna göre iki şekilde mana verilmektedir. Birincisi nefiy (olumsuzluk) edatı olarak; bu durumda anlam "Hiçbir fayda vermez" şeklinde olur. İkincisi ise soru edatı olarak; bu durumda ise anlamı "Ne faydası olabilir?" şeklindedir. Görünen odur ki buradaki "mâ" edatı nefiy içindir, soru edatı olması da caizdir.[188]

Bundan sonra Cenab-ı Hak müşriklerin dikkatini çekmek üzere şöyle bu­yuruyor: Ya Muhammedi. Seni yalanlayan o kimseler, peygamberlerini yalanlayan geçmiş ümmetlerin başına gelen felâketler gibi bir felâket ve azabın gelme­sini mi bekliyorlar? Bunlar Allah'ın Hz. Nuh, Âd, Semud vb. kavimlere indirdi­ği feci felâketlerdir.

Ayette geçen "günler" kelimesi "olaylar" manasındadır. Meselâ, falan kişi Arapların "günlerini" yani "tarihteki önemli olayları" bilir, denir. Araplar azaba "günler" ismini verdikleri gibi nimetlere de "günler" ismini verirler. Meselâ bir ayette "Onlara Allah'ın günlerini -Allah'ın nimetlerini- hatırlat" buyurulmak-tadır. Hayırlı ve şerli geçen her zaman eyyam (günler) dır.

Ey peygamber! Onları uyarmak, tehdit etmek ve korkutmak üzere şöyle de: Allah'ın azabını ve cezasını bekleyin. Ben de sizin helak olmanızı bekleyen­lerdenim. Yahut siz benim ölümümü bekleyedurun, asıl ben sizin helak olmanı­zı bekleyenlerdenim. Yahut ben Rabbimin vaadini bekleyenlerdenim.

"Nihayet biz Peygamberlerimizi ve iman edenleri kurtardık." Bizim takip ettiğimiz hükmümüz ve hakim olan âdetimiz azap indiği zaman peygamberle­rimizi ve onlarla beraber olan müminleri kurtarmak ve yalanlayan kimseleri helak etmektir.

Geçmiş peygamberleri ve onlarla beraber olan iman edenleri kurtardığı­mız gibi ey Rasulüm, senin beraber olan müminleri de kurtaracağız ve pey­gamberleri yalanlayanları ise helak edeceğiz.

Bu, Allah'ın kendi zatına vacip kıldığı bir haktır. Tıpkı, "Rabbin kendi za­tına merhametli olmayı vacip kılmıştır." (En'am, 6/54) ayetinde olduğu gibi.

Yine Buharî ve Müslim'de yer alan bir hadis-i şerifte de Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah bir kitap yazmıştır. Arş'ın üzerinde ken­di nezdinde olan bu kitapta şu yazılıdır: Rahmetim gazabıma galip gelmiştir." [189]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- Yaratıcıyı bilmeye, tanımaya vesile olması için gökteki ve yerdeki ilâhî kudretin delillerine bakmak vaciptir. Allah Tealâ'yı bilmenin, tanımanın yolu sadece delilleri düşünme ve inceleme yoludur.

Nitekim Peygamberimiz (s.a.) "Yaratıklar hakkında tefekkür edin, düşü­nün. Yaratıcı(nın zatı) hakkında düşünmeyin. Çünkü siz O'nu gerçek manada takdir edemezsiniz. "[190] buyurmuştur.

İnsanlara düşen görev kemal derecesine kadir olan ve yüce sanatkârını gösteren şu varlıklara bakıp ibret almaktır.

2- Allah'ın Hz. Nuh, Âd, Semud ve diğer kavimlere verdiği felâketler peygamberleri yalanlayanlar için ibret ve öğüt alınacak hadiselerdir.

3- Umumî bir azap verdiği zaman Cenab-ı Hakk'ın ilâhî âdeti peygamber­leri ve onlarla beraber olan müminleri kurtarmak, kâfir, sapık ve yalanlayan­ları helak etmektir. Bu ayırım ve seçim Allah'ın adalet ve rahmetinin gereğidir. [191]

 

İbadeti Sadece Allah Tealâ İçin Yapmak Ve Şirki Terk Etmek

 

104-  De ki: "Ey İnsanlar! Siz benim di­nimden şüphe etseniz de (iyi bilin ki) ben, Allah'tan başka taptığınız şeylere asla ibadet etmem. Ancak sizin canınızı alacak olan Allah'a ibadet ederim. Bana müminlerden obuam emredihniştir."

105- Yüzünü tevhid dinine çevir. Sakın Allah'a şirk koşanlardan olma.

106 " Allah'ı bırakıp sana ne faydası dokunacak, ne de zarar verebilecek şeylere ibadet etme. Eğer bunu yaparsan o zaman sen de zalimlerden olursun.

Allah seni bir zarara uğratırsa, onu senden kaıdıracak olan ancak O'dur. Sana bir hayır dilerse O'nun lütfuna  mani olacak kimse yoktur. O lütfunu ^  kullarından dilediği kimseye verir. O

çok mağfiret edici ve çok merhamet edendir.

 

Belagat:

 

"Sana ne faydası dokunacak, ne de zarar verebilecek..." ifadesinde tezat sa­natı vardır.

"Allah seni bir zarara uğratırsa... Sana bir hayır dilerse" cümleleri arasın­da ise mukabele sanatı vardır.

"O'nun lütfuna kimse mani olamaz" cümlesinde zamir yerine ismin kulla­nılması, kulların kazandığı her hangi bir hak olmadan, Allah'ın onlara dilediği şekilde hayırla lütufta bulunduğuna delâlet etmek içindir. [192]

 

Kelime ve İbareler:

 

"De ki: Ey İnsanlar" Burada hitap hem Mekke kâfirlerine hem de diğer in­sanlaradır. "Siz benim dinimden" dinimin doğruluğundan ve onun hak oldu­ğundan "şüphe etseniz de" iyi bilin ki "ben" bu dinde şüphe ettiğiniz için "Al­lah'tan başka taptığınız şeylere" putlara "ibadet etmem. Ancak sizin canınızı alacak olan Allah'a ibadet ederim."

Ayetin manası -Beyzavî'nin dediği gibi- şöyledir: Benim dinimin itikat ve amel yönünden hülâsası şudur: Siz bunu selim akıllara arz edin. İnsaf gözüyle buna bakın, doğru olduğunu anlayacaksınız: "Ben sizin uydurduğunuz ve taptı­ğınız şeylere tapmam. Sadece sizi yoktan var eden ve sonunda canınızı alacak olan, sizi yaratan Allah 'a ibadet ederim." Burada özellikle can almayı zikret­mesi tehdit içindir.

"Bana, müminlerden" yani aklın gösterdiği ve vahyin dile getirdiği gerçek­leri tasdik edenlerden "olmam emredilmiştir."

'Yüzünü tevhid dinine çevir" yani dinde farzları eda edip çirkinleri terk et­mek suretiyle istikamet sahibi, hanif ol. Hanif, şirk ve şirke götüren şeylerden hak dine meyleden kişi demektir. "Sakın Allah'a şirk koşanlardan olma!"

"Allah'ı bırakıp" kendisine taptığın zaman sana bizzat "ne faydası doku­nacak" ve kendisine tapmadığın zaman "ne de zarar verebilecek şeylere ibadet etme. Eğer bunu yaparsan" yani farz edelim ki bu şeylere ibadet edersen "o za­man sen de zalimlerden olursun."

"Allah seni bir zarara uğratırsa" yani sana kötü bir hastalık, elem veya fa­kirlik verirse "onu senden kaldıracak olan ancak O'dur. Sana bir hayır dilerse O'nun" senin için istediği "lütfuna mani olacak hiçbir kimse yoktur."

Beyzavî diyor ki: Cenab-ı Hak her iki durumda birbirine benzediği halde "hayır"la beraber 'murad etme "yi, "zarar" la beraber "uğratma'yı zikretti. Bel­ki de bununla hayırların bizzat Allah tarafından murad edildiğine, zararın da sadece yaratılıp birinci kasıt olarak murad edilmediğine uyarı yapılmaktadır.

"O, lütfunu kullarından dilediği kimseye verir. O, Gafurdur." Yani çok mağfiret edicidir, "Rahimdir" yani merhamet edendir. O halde itaat ederek rahmetine nail olun, günah işlemek sebebiyle de mağfiret ümidinizi kesmeyin. [193]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak dininin hak din olduğunu, yaratıcının birliğini ve peygamber­liğin doğruluğunu gösteren delilleri zikrettikten sonra, Rasulü'ne dinini ilân etmesini, bu hak din ile şirk arasındaki farkları belirtmesini, müşriklerin fay­da ve zararı dokunmayan putlara taptıklarını, aslında faydayı ve zararı yara­tanın insanları yoktan var eden Allah olduğunu açıklamasını ve Allah'a kullu­ğun gizlilik durumundan açığa çıkmasını emretti. [194]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ Rasulü'ne (s.a.) Mekke halkına şöyle söylemesini emrediyor: Siz benim dinimi bilmiyorsanız ben size bu dini tafsilatıyla açıklayayım. Eğer siz Allah'ın bana vahyettiği ve benim size getirdiğim tevhid dininin doğrulu­ğundan şüphe ediyorsanız onun vasıflarını size anlatayım ve siz onda şüpheye yer olmadığını iyi bilin.

O da şudur: Ben Allah'ı bırakıp da taptığınız taşlara ve benzeri şeylere tapmam. Çünkü bunların ne faydası dokunur, ne de zararı. Bilakis ortağı ol­mayıp tek olan, size can verdiği gibi sizin canınızı alacak olan, sonra kendisine döneceğiniz Allah'a ibadet ederim. Ben Allah'a hakkıyla inanan, O'nu tam ma­nasıyla bilip tanıyan kimselerden olmakla emrolundunı.

Bu ayette hak dinde şüphe edilemeyeceği ve sağlam akıl ve selim fıtrat sa­hiplerinin bunu gayet güzel karşılayacağı şeklinde tariz yapılmıştır. Ama tap­tıkları putlar ise batıl ve asılsız oldukları kesin olup ne düşünebilirler, ne za­rarları, ne de faydaları dokunur. Ondan her akıl sahibi uzak durur. Çünkü bu putlar sadece taştırlar.

Dikkati çeken bir nokta şudur: İfadeye önce Allah'tan başkasına kulluğu reddetmekle başlandı. Çünkü her şeyde ıslah maksadıyla eskiyi kaldırmak, ye­niyi yerine yerleştirmenin başlangıcıdır. Boşaltmak süslenmenin öncüsüdür.

Bundan sonra Allah'a kulluğu ispat etmeye geçildi. Böylece önce Allah'tan başkalarına kulluğu terk etmenin gerekli olduğu, sonra Allah'a kullukla meş­gul olmanın gerekliliği beyan edildi.

Sonra da yapılan amelin itikatla birlikte uyum sağlamasının vacip olduğu­na delâlet etmek için, bedenî amel olan ibadetten sonra iman ve Allah'ı bilme konusuna geçti. Çünkü iman ve Allah'ı tanıma nurunun tecelli ettiği sahih iti­kattan fışkırmadıkça hiçbir amelin faydası olamaz.

Putlara tapmaktan, canları alan ve kendisine ibadet edilecek Allah'ın is­pat edilmesine geçilmesi ve canlan alma vasfının zikredilmesiyle yoktan var etmeye ve sonradan diriltmeye işaret edilmiştir.[195]

Ben müminlerden olmakla ve yüzümü hak dine çevirmekle, yani dinî hu­suslarda emirlere sarılıp nehiylerden kaçınmakla, sadece Allah'a ihlâsla kul­luk etmekle, hanif olmakla yani şirk ve batıldan yüz çevirerek hak dine bağ­lanmakla emrolundum.

Bunun için Cenab-ı Hak "Sakın Allah'a şirk koşanlardan olma!" buyurdu. Yani Allah'a kulluk ederken bir başka ilâhı Ona ortak koşanlardan olma. Bu ayet de (... emrolundum) ayetine atfedilmiştir. Yani ona "müminlerden ol, yüzü­nü hak dine çevir, şirk koşma" denilmiştir.

"Yüzünü hak dine çevir" yani istikamet üzere ol. Bunun benzeri şu ayet-i kerimedir: "Şüphesiz ki ben Hakka eğilerek yüzümü gökleri ve yeri yaratana çe­virdim. Ben, Allah'a ortak koşanlardan değilim." (En'am, 6/79).

Bu ayet dua ve ibadetlerde başka bir şeye yönelmeden sadece Allah'a yö­nelmenin vacip olduğuna delâlet etmektedir. Kim ibadet ve duada kalbiyle Al­lah'tan başkasına yönelirse, o, Allah'tan başkasına ibadet ediyor demektir.

Bunun için Cenab-ı Hak, "Ey Rasulüm! Allah Tealâ'yı bırakarak, kendisi­ne taptığın zaman sana dünya ve ahirette faydası dokunmayacak, kendisine dua ve ibadet etmeyi terk ettiğin zaman da sana asla zararı olmayacak şeylere dua etme, yalvarma, ibadette bulunma." diye hitap etmiş gibidir.

Bunu yaparsan, Allah'tan başkasına dua edip ibadette bulunursan o za­man nefsine zulmedenlerden olursun. Çünkü Allah Tealâ'ya şirk koşmaktan daha büyük bir zulüm yoktur. Kulluğu lâyık olmayan kişiye yapmak da zul­mün bir çeşididir.

Bundan sonra Cenab-ı Hak Allah'tan başkasından fayda ve zarar verme yetkisinin alındığını tekit ederek şöyle buyurdu:

Bedenine ve malına hastalık, fakirlik, elem gibi bir zarar uğrarsa bu zara­rı ortadan kaldıracak olan sadece Allah'tır. Allah sana din ve dünyada yardım, refah, nimet ve afiyet gibi bir hayır murad ederse O'nun bu lütfuna mani ola­cak kimse yoktur. Zira O'nun kaza ve kaderini reddedecek hiçbir güç mevcut değildir. O'nun hükmünü değiştirecek, ihsanına engel olacak kimse de yoktur. O her şeye kadirdir. Bağışlar veya engeller, verir yahut mahrum eder. Bütün bunları da bir hikmet ve ilimle yapar.

Rahmetinin umumi olması sebebiyle ilâhî lütuf da genellikle umumi olur. Zarar vermeye gelince o mutlaka bir sebeple meydana gelir. Çünkü belâ ancak günah sebebiyle iner ve ancak tevbe ile kalkar.

"Başınıza gelen bir musibet, kendi ellerinizle işlediğiniz günahlar yüzün­dendir. O (işlenenlerin) bir çoğunu da affeder." (Şûra, 42/30).

Allah hangi günahtan olursa olsun hatta O'na şirk koşma bile olsal) ken­disine tevbe edip yönelen kimseler için çok mağfiret edici ve çok merhamet edi­cidir. O tevbeleri kabul eder. O halde Allah'a itaat ile rahmetini kazanın. Gü­nah işleme sebebiyle mağfiretinden ümitsiz olmayın. [196]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler iki konuya ışık tutmaktadır:

Birincisi: Sadece Allah'a kulluk edilmesi ve şirkin tamamen terk edilmesi.

İkincisi: Fayda veya zarar verenin sadece Allah olduğu ve dolayısıyla ken­disine kulluk edilmesine lâyık olması.

Samimi ve saf bir kalple sadece Allah Tealâ'ya ihlâsla kulluk edilmesinin ilk üç ayetten anlaşılan altı önemli şartı vardır. Bu şartlar şunlardır:

1- Hangi şekilde olursa olsun Allah'tan başkasına kulluk etmekten, mut­lak, kesin ve nihai bir şekilde vazgeçilmesi.

2- Sadece Allah Tealâ'ya kulluk edilmesi. Çünkü yaşatan ve öldüren O'dur. Nihayet dönüş ve varış da O'na olacaktır.

3-  Allah'ın ayetlerinde kesinlikle hiçbir şüpheye düşmeden kâmil bir imanla tasdik etmek.

4-  Dinî hususlarda farzları eda etmek ve çirkinliklerden (haramlardan) kaçınarak istikamet üzere olmak, din dışı ve şeriat dışı her şeyden uzak dur­mak.

1- "Şüphesiz Allah kendisine şirk (ortak) koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında dilediğini bağışlar." (Nisa, 4/116) Müellif daha dünyada iken şirkten vazgeçen, hakka yönelip tevbe eden kimselerin affa ve mağfirete lâyık olacağını söylemek istemektedir. [Çeviren].

"Yüzünü tevhid dinine çevir" ayeti Razî'nin ifadesiyle, iman nuruna gark olmaya ve O'nun dışındaki her şeyden tamamen yüz çevirmeye işarettir.

5- Putlara tapmak vb. gibi açık olarak görülen hakiki şirkin bütün şekille­rinden kaçınmak. Bu netice "Ben sizin Allah'tan başka taptığınız şeylere asla ibadet etmem" ayetinden anlaşılmaktadır.

Yine gizli şirk denilen riyadan (gösterişten) kaçınmak da gereklidir. "Sa­kın Allah'a ortak koşanlardan olma" ayetiyle murad edilen de budur.

6- Allah'tan başka faydası veya zararı dokunmayan, hakka karşı ve Allah katında hiçbir değer ifade etmeyen, kendisine dua ve ibadette bulunan kişiye hiçbir fayda sağlamayan hiçbir şeye kulluk etmemek. Celâl ve azamet sahibi Allah'tan başkasına yapılacak böyle bir tazim ve ibadeti yerinde yapmamak manasında sırf bir zulümdür. Gayretleri boşa harcayıp zayi etmek sarfedilen bu gayretlerden hiç bir şey istifade etmemektir.

Fayda veya zarar vermeye, hayır elde edip şerri def etmeye gelince: Al­lah'tan başkasından hayır ümid edilmez, Allah'tan başkası ile şer ortadan kal­dırılmaz. Lütuf ve ihsanı Allah'tan başkası veremez. Kötülüğü Allah'tan başka­sı kaldıramaz. Allah istiğfar eden herkesi mağfiret edici, kendisine yönelen ve tevbe edenler için çok merhametlidir. İsterse günahların ve suçların en büyüğü şirk olsa bile.[197]

"Allah seni bir zarara uğratırsa..." (Yunus, 10/107) ayetinde hayır ve şer­rin, fayda ve zararın sadece Allah'a ait olduğu, bu hususta hiçbir kimsenin on­la ortak olamayacağı beyan edilmektedir. İşte ortağı olmayan ve ibadette sade­ce kendisine kulluk edilen O'dur.

Bu ayet daha önceki ayetleri tekit etmekte ve tamamlamaktadır. Zararı ve kötülüğü kaldıran, lütuf ve hayrı ihsan eden Allah'ın hakkıyla ibadete lâyık tek mabud olduğunu her akıl sahibine delil ve burhan olarak göstermektedir.

Hadis hafızı İbni Asakir Enes b. Malik'ten Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Hayatınız boyunca hayır isteyin. Rabbinizin lütuf-larını bekleyin. Çünkü Allah'ın rahmetinden vereceği lütufları vardır. Kulların­dan dilediğine verir. Allah'ın eksikliklerinizi örtmesini ve korkulardan sizi emin kılmasını niyaz edin."

7-  Mağfiret ve rahmet hangi günah işlenirse işlensin Allah'a yönelen ve tevbe eden herkesi içine alır. Çünkü Allah tevbeleri kabul eder. [198]

 

İslam Hak Dindir Ve Ona Uymak Vaciptir

 

108-  De ki: "Ey İnsanlar! Size Rabbiniz tarafından hak geldi. Kim doğru yola girerse kendi faydası için doğru yola girmiş olur. Kim de saparsa kendi zara­rına sapmış olur. Ben sizin başınızda bir vekil değilim."

109- Sana vahyedilene uy! Allah'ın hük­mü gelinceye kadar sabret. Allah, hü­küm verenlerin en üstünüdür.

 

Belagat:

 

"Kim doğru yola giderse.. Kim de saparsa..." ifadeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Allah'ın hükmü gelinceye kadar sabret. Allah hüküm verenlerin en hayır-lısıdır." Bu ibarelerin arasında da iştikak sanatı vardır. [199]

 

Kelime ve İbareler:

 

"De ki: Ey İnsanlar!" Ey Mekkeliler ve ey diğer insanlar! "Size Rabbiniz tarafından hak" yani peygamberi ve kitabı Kur'an "geldi." Sizin için ileri süre­ceğiniz bir mazeret kalmadı.

"Kim doğru yola girerse kendi faydası için doğru yola girmiş olur." Çünkü faydası ve hidayete ermenin sevabı kendisine aittir.

"Kim de" Kur'an'ı ve Rasulullah (s.a.)'ı inkâr ederek "saparsa, kendi zara­rına sapmış olur." Sapıklığın vebali onun üzerinedir.

"Ben sizin başınızda bir vekil değilim." Ben sizin işinizi yüklenen bir bekçi değilim. Ben sadece bir müjdeleyici ve uyarıcıyım.

"Sana" Rabbinden "vahyedilene" imtisal etmek ve onu tebliğ etmek sure­tiyle "uy."

"Allah'ın" onlar hakkındaki yardım etmek veya savaşmak şeklindeki "hükmü gelinceye kadar" yani onları İslâm'a davet etmek hususunda ve eziyet­lerine karşı "sabret."

"Allah hüküm verenlerin en üstünüdür." Yani, en adil olanıdır. Zira O zahir olanlardan haberdar olduğu gibi gizli olan şeylerden de haberdar olduğu için Onun hükmünde hata olması mümkün değildir. [200]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayetler Allah'ın şeriatına ve Peygamberine indirdiği vahyine tabi ol­mak kaidesini hülâsa eden özlü ve etkili neticeler ortaya koyan ayetlerdir.

Cenab-ı Hak tevhid, peygamberlik ve ahiretle ilgili delillerini ortaya koy­duktan ve bu surenin son tarafını yaratma ve yoktan var etmede Onun tek ol­duğuna delâlet eden ifadelerle süsledikten sonra bu sureyi bu değerli ve yük­sek netice ayetleriyle bitirdi. Bu da şeriatın veya hak dinin kâmil olduğu gerçe­ğini ortaya koymaktadır.

Cenab-ı Hak burada gizliliği tamamen kaldırdı. Bu şeriata tabi olmayı va­cip kıldı ve bütün insanlığa doğru görüşün yolunu açıkladı.

"Kim doğru yola giderse kendi faydası için girmiş olur. Kim de saparsa kendi zararına sapmış olur. Ben sizin başınızda bir vekil değilim." [201]

 

Açıklaması

 

Ey Rasulüm! Şu anda bulunanlara ve bu davetin ulaşacağı bütün insanla­ra söyle, de ki: Rabbinizden her şeyi açıkça beyan eden, bu dinin hakikatini ve bu şeriatın kâmil bir şeriat olduğunu içinizden bir şahsın diliyle açıklayan hak kitap geldi.

Allah Tealâ Rasulüne bütün insanlara Allah tarafından kendisine gelen kitabın asla şüphe olmayan hakkın ta kendisi olduğunu bildirmesini emredi­yor.

Kim onunla hidayete erer, doğru yolu bulursa, Kur'an'ı ve Rasulullah'ı tas­dik eder ona uyarsa kendi lehine doğru yola girmiş olur. Yani faydası, hidayete ermenin ve ona uymanın sevabı kendisine ait olur. Kim de sapar ve onun meto­dundan dışarı çıkarsa kendi aleyhine sapmış olur, yani bunun vebali de kendi üzerine döner.

Ben size sizin işlerinizi görmek sizi mümin kılmak ve imana zorlamak üzere Allah tarafından gönderilmiş bir vekil değilim. Ben yüz çevirip yalanla­yan kimselere Allah'ın azabının geleceğini söyleyen bir uyarıcıyım, hidayet edenleri müjdeleyen bir müjdeciyim. Hidayet ise yalnızca Allah'a aittir.

"Sana vahyedilene uy..." Ya Muhammedi Allah'ın sana indirdiği ve vahyet-tiği emrine uy. Ona sımsıkı sarıl. Davet üzerine ve kavminin eziyetine karşı, insanlardan sana muhalefet edenlere karşı Allah'ın hükmü gelinceye kadar ya­ni Allah seninle onlar arasında kesin bir hükümle hükmedinceye ve sana onla­ra karşı zafer ihsan edip seni galip kılıncaya kadar sabret, sebat et. Allah hük­medenlerin en hayırlısı, hakimlerin en adili ve en sağlam hüküm verenidir. O tam bir adalet ve sahih bir hikmet sahibidir ve gerçekten vakıaya uygun hük­meder.

Allah Peygamberine (s.a.) verdiği .vaadini gerçekleştirmiş ve Onu mümin ordularla birlikte müşrik topluluklara karşı muzaffer kılmıştır. Onları yeryü­zünde halifeler kılmış ve yeryüzünün reisi olan devlet reisleri eylemiştir.

Bu ayetlerde Peygamberimiz (s.a.)'in kavminden gördüğü eziyetlere karşı teselli edilmesi ve onun yardımcıları olan müminlere vaadde bulunulması ve düşmanları olan kâfirlerin korkutulması yer almaktadır. [202]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayet aşağıdaki şu hükümlere işaret etmektedir:

1- İslâm hak dindir ve Allah'ın kâmil şeriatıdır. Kur'an da bu hakkın ve şeriatın kaynağıdır. Rasulullah (s.a.) ise hak dini anlatan ve tebliğ edendir.

2- İslâm Rabbani hidayetin eskimez metodu, dünya ve ahirette ümit, kur­tuluş ve saadet yumağıdır.

Kim hakkı görür, ilâhî hidayet yoluna ihtiva ettiği sahih ve gerçek bir inanç, adil bir şeriat, doğru bir düzen ile birlikte tabi olursa kazanır, kurtulur ve kendini mutlu kılar. Kim de hak yoldan uzak kalır, Rasulullah (s.a.) ve Kur'an'ı terk ederse, putlara, heykellere taparsa, nefsi arzularla baba ve atala­rı körükörüne taklit etmekte ısrar ederse helak olur ve bunun vebali de kendi­sine ait olur.

3- Peygamber sadece Allah'ın vahyinin tebliğcisidir, O'na itaat edeni müj-deleyici ve O'na isyanda bulunanı cehennemle korkutucu, uyarıcıdır. Davetine inanmak ve peygamberliğine tabi olmak hususunda hiçbir kimseyi zorlama hakkına sahip değildir.

4- Peygamberin de diğer peygamberler ve müminler gibi Allah'ın kendisi­ne vahyettiği kitaba tabi olması ve itaatle sebat göstermesi ve günahlara karşı sabretmesi gerekir. Davetini yayarken başına kötü bir durum gelirse bu konu­da onun lehinde düşmanlarına karşı zafer ve kendisini yalanlayanlara karşı galip olma şeklinde Allah bir hüküm verinceye kadar sabretsin.

İbni Abbas diyor ki: Peygamberimiz (s.a.) Ensar'ı topladı, aralarına başka­larını almadı ve şöyle buyurdu: "Siz benden sonra bencillik^ bulacaksınız. Kevser havuzu başında benimle buluşuncaya kadar sabredin."

5- Allah sadece hak ve adaletle hükmeder. O'nun hükmü gerçeğe çok uy­gundur. Çünkü o görünen şeyleri bildiği gibi görünmeyenleri ve gizli olanları da bilir.

1- Kendini sevmek ve tercih etmek hususunda bencillik göstermek. Meselâ: Ganimetten pay dağıtmak hususunda başkaları size tercih edilecek. Öncelik imanda ve İslâm'a yardım et­mekte öncü olanlara değil tabi olan taraftarlara verilecek. [203]

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/87.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/87.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/87.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/88-89.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/90.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/90-91.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/91.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/91-94.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/94.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/95.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/95.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/96-97.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/97-98.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/99.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/99-100.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/100-101.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/102.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/103.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/103-104.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/104-105.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/106.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/106-107.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/107.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/107-109.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/109-110.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/111.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/111.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/112.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/112-114.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/114.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/115.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/115-116.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/116.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/116-117.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/117.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/118.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/118-119.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/119.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/119-121.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/121-122.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/123.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/123.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/123-124.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/124.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/124-125.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/126.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/126.

[48] Bu hadis-i şerifi Ebu Ya'la, Taberanî ve Beyhakî el-Esved b. Seri'den rivayet etmişlerdir, sahih bir hadistir.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/126-127.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/127-128.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/129.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/129.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/130-131.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/131.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/132.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/133.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/133.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/134-136.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/136-137.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/138.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/138-139.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/139.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/139-140.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/141.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/142.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/142-143.

[67] Bu, Ebu Kılâbe'nin Peygamberimiz (s.a.)'den rivayet ettiği mürsel bir hadis-i şeriftir. İbni Cerîr aynı hadisi Cabir b. Abdillah'tan muttasıl olarak rivayet etmiştir. (Yani bu hadis zayıf hadis değildir).

[68] İbni Ebi Halim ve İbni Cerîr rivayet etmiştir.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/143.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/144-146.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/146.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/147-148.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/148.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/148-149.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/149-150.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/151.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/151.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/151-152.

[78] Zemahşerî, 11/74.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/152-154.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/154-156.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/157.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/157-158.

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/158.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/158-160.

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/160-161.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/162.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/162-163.

[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/163.

[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/163-166.

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/166-167.

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/168.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/168-169.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/169.

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/169-171.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/171-172.

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/173.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/173.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/173-174.

[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/174.

[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/176.

[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/176-177.

[102] İlk dört şüphenin bevam bu surede seçmiştir, hkz Yunus 10/20

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/177-178.

[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/178-181.

[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/181-182.

[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/183.

[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/183.

[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/183-184.

[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/184-185.

[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/186.

[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/186.

[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/186.

[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/186-187.

[114] Bu kelimelerin açıklaması için bkz. Maide, 5/103.

[115] Zemahşerî, 11/78.

[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/187-188.

[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/188-189.

[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/190.

[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/190.

[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/191-192.

[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/192.

[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/193.

[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/193-195.

[124] İbni Kesir diyor ki: Bu (ceyyid: iyi) bir isnaddır. Ancak senedinde Ebu Zür'a ile Hz. Ömer arasında kopukluk vardır. Fakat bu hadis-i şerifi İmam Ahmed Ebu Malik el-Eş'arî'den, İbni Cerîr Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir. Yani bu hadis "hasen li-gayrihi" derecesinde olup makbul bir hadistir.

[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/195-196.

[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/197.

[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/198.

[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/198-199.

[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/200.

[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/201.

[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/201-202.

[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/202.

[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/202-203.

[134] Razî, XVII/132.

[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/203-204.

[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/205.

[137] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/205-206.

[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/206-207.

[139] İşte Hz. Nuh (a.s.) şöyle diyor: "Bana müslümanlardan olmam emredilmiştir." (Yunus, 10/72) Cenab-ı Hak Hz. İbrahim (a.s.)'in kıssasından şunu naklediyor: "Bir zaman Rabbi O'na, İslâm ol dediğinde, İbrahim "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum" demişti. İbrahim İslâm ümmetinden olmayı oğullarına vasiyet etti. Yakup da bunu tavsiye ederek "Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti. O halde sizler sadece müslümanlar olarak can verin" dedi. (Bakara, 2/131, 132) Hz. Yusuf (a.s.) şöyle dua etmişti: "Ey Rabbim! Bana mülk verdin, bana rüyaların tabirini öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünya ve ahirette dostum sensin. Benim canımı müslüman olarak al ve beni salihlere kat." (Yunus, 10/84) Hz. Musa (a.s.) kavmine şöyle demişti: "Ey kavmim! Eğer Allah'a iman ediyor­sanız, eğer müslüman iseniz O'na güvenin (Yunus, 10/84). Hz. Musa (a.s.)'nın tebliğini kabul eden sihirbazlar şöyle dua etmişlerdi: "Ey Rabbimiz! Bize bol sabır ver. Bizim canımızı müslüman olarak al." (A'raf, 7/126) Belkıs şöyle dua ediyordu: "Ey Rabbim! Ger­çekte ben kendime zulmetmişim. Şimdi Süleyman'la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim olup müslüman oldum." Cenab-ı Hak peygamberlere verilen kitapları anlatırken "Biz içinde hidayet ve nur bulunan Tevrat'ı indirdik. Allah'a teslim olup müslüman olan peygamberler (Yahudilere) Onunla hükmederlerdi." (Maide, 5/44) Cenab-ı Hak Havariler hakkında şöyle buyurdu: "Hani, Havarilere "bana ve Peygamberine iman edin" diye bil­dirmiştim. Onlar da, "İman ettik şahit ol ki, biz müslümanız" demişlerdi." (Maide, 5/111) İnsanlığın efendisi Rasulullah (s.a.) Cenab-ı Hakkın şu ayetini daima okurdu: "De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bunlarla emrolundum. Ve ben müslümanların -yani bu ümmetin- ilkiyim." (En'am, 6/163).

[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/207-208.

[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/209-210.

[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/211.

[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/211-212.

[144] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/212.

[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/212-213.

[146] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/214-215.

[147] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/215.

[148] Bu mucizeler kıtlık ve kuraklık, malların eksilmesi, ölümlerin çoğalması, meyve ve seb­zelerin son derece azalması, tufan, çekirge sürüleri, bitlerin çoğalması, kurbağa yağması ve kan gibi felâketlerdir. Nitekim Cenab-ı Hak "Bunun üzerine onlara açık mucizeler olarak tufan, çekirge, bit, kurbağa ve kan gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular." (A'raf, 7/133).

[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/215-216.

[150] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/216-217.

[151] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/218.

[152] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/218.

[153] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/218.

[154] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/219-220.

[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/220.

[156] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/221-222.

[157] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/222.

[158] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/222-224.

[159] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/225-226.

[160] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/227.

[161] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/227-228.

[162] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/228.

[163] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/228-230.

[164] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/230.

[165] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/231.

[166] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/231-232.

[167] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/232.

[168] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/232-233.

[169] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/233-235.

[170] Razî, XVII/154.

[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/235-237.

[172] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/238.

[173] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/238-239.

[174] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/239.

[175] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/239-241.

[176] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/241.

[177] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/242.

[178] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/242-243.

[179] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/243-244.

[180] Razî, XVII/165; Kurtubî, Vm/384.

[181] Kısasu'l-Kur'an, Abdülvehhab Neccar, 357, 359.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/244-245.

[182] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/245-247.

[183] Kurtubî, VIII/384.

[184] Razî, XVII/166, 168.

[185] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/247-248.

[186] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/249.

[187] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/249-250.

[188] el-Bahru'l-Muhît, V-194.

[189] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/250-251.

[190] Bu hadis-i şerifi Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyan el-Ensarî, İbni Abbas'tan rivayet etmiştir, sahih bir hadis-i şeriftir.

[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/251-252.

[192] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/253.

[193] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/253-254.

[194] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/254.

[195] el-Bahrul-Muhît, V/195.

[196] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/254-256.

[197] Mütercimin notu: Daha önceki dipnota bakınız.

[198] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/256-257.

[199] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/258.

[200] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/258.

[201] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/259.

[202] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/259-260.

[203] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/261.