Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
Allah'ın
Peygamberi Yunus aleyhisselam'ın kıssası anlatıldığı için, bu sureye
"Yunus Suresi" ismi verilmiştir.
Gerek
Yunus balığının kendisini yutması dolayısıyla Hz. Yunus (a.s.)'un şahsı
açısından, gerekse Hz. Yunus (a.s.) kavminin iman edip sadıkane tevbe ettikleri
zaman Allah'ın üzerlerindeki sıkıntıları kaldırması gibi bu kavmin diğer
ümmetlerden farklı bir hususiyete sahip olması açısından tahkiye üslubuyla
ifade edilmiş gayet heyacanlı bir kıssadır[1] .
Bu
sure Kur'an mesajının büyük hedeflerini ele almasıyla ayrı bir özellik arz
etmektedir. Bu konular Allah'ın birliğinin ispatı, şirkin yıkılması, peygamberlik,
öldükten sonra dirilme ve ahiret hayatının ispatı, sonuncusu Kur'an-ı Kerim
olan semavî kitaplara imana davet konularıdır. Bu konular genellikle bütün
Mekkî surelerinin konulandır.
[2]
Bu
surenin bundan önceki sure ile irtibatı gayet açıktır. Önceki surenin sonunda
Rasulullah (s.a.)'a iman etmeyi mecburi kılan, onun ulvî vasıfları zikredildi.
Sonra burada da indirilen kitap, gönderilen peygamber anlatıldı ve sapıkların
yolunun ilâhî kitapları yalanlamak olduğu belirtildi.
Dikkat
edilecek bir husus da şudur: Sureler arasında veya aynı sure içindeki ayetler
arasında açık bir irtibatın bulunması şart değildir. Gayeler çeşitli olabilir,
akideden ibadetle, ibadetten ahlâkla ilgili misallere, kıssalara, hükümlere ve
muamelelere geçilebilir. Bu üslûp Kur'an-ı Kerim'in tilâveti esnasında
gönülleri cezbetmek, bıkkınlık ve usanç vermemek için Kur'an'a has bir üslûptur.
Bu üslûp, kıssalar, anekdotlar esnasında ve bazı tali meselelerin tahlilinde
izleyicilerin, okuyucuların ve dinleyicilerin dikkatini çekmek için kullanılan
roman, piyes ve temsillerde olduğu gibi halk tarafından beğenilen, takdir
edilen bir üslûp olmuştur.
Sureler
arasında tam bir irtibat da bulunabilir. Ta-Sin, Ha-Mim sureleri ve Mürselat
ile Nebe' suresi arasındaki irtibat gibi. Ayrıca mevzuları aynı olmasına
rağmen, Hümeze ve Leheb sureleri arasında olduğu gibi, birbiriyle sıkı
münasebet olan iki ayrı sure arasında başka sureler de olabilir.
[3]
Yunus
suresi ilâhî kitaplar, ulûhiyet, ilâhın sıfatları, peygamberlik, bazı
peygamberlerin kıssaları, müşriklerin Kur'an-ı Kerime karşı tavırları, öldükten
sonra dirilme ve ahiret hayatı hakkında ayetler ihtiva etmektedir.
1- Bu sure Allah'ın her ümmete mutlaka bir peygamber gönderdiği şeklindeki
ilâhî kanunu ve müşriklerin onun peygamberliğine karşı hayret etmelerine sebep
olmayacak şekilde peygamberlerin Hz. Peygamber (s.a.) ile sona erdiğini ifade
ederek başlamıştır.
"İçlerinden
bir adama "insanları uyar, iman edenleri Rablerinin katında yüce
derecelerle müjdele" diye vahyettiğimizi insanlar tuhaf mı
karşıladılar?.." (Yunus, 10/2).
2- Bundan sonra Allah'ın kâinattaki eserleri yoluyla Onun varlığını ispat
anlatılmaktadır: "Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde
yaratan... Allah'tır." (Yunus, 10/3) Sonra da yaratıkların öldükten sonra
diriltilip O'na varacakları şeklinde ikaz edilmeleri geliyor. İnsanların
müminler ve kâfirler şeklinde iki gruba ayrılması ve her grubun ceza ve
mükâfatlarının bildirilmesi, inkarcıların ve geçmiş zalim ümmetlerin helak
edildikleri anlatılarak, korkutul-malan yer almaktadır.
3- Daha sonra müşriklerin inançlarını ve peygamberliği inkâr edenlerin
beş tane şüpheleri anlatıldı. Bu konular mantıki ve ikna edici bir tartışma zemininde
incelenmektedir. Kur'an'm Allah'ın kelamı ve Peygamberimiz (s.a.)'in kıyamete
kadar ebedî mucizesi olduğu ispat edilmektedir.
"Bu
Kur'an Allah tarafından olmayıp uydurulan bir kitap değildir." Yine bu
surede edebiyat, belagat ve fasahat ehli müşriklere Kur'an sureleri gibi bir
sure getirmeleri için meydan okunarak Kuranın Allah tarafından gönderildiğine
delil getirilmiştir:
'Yoksa
onlar "Onu uydurdu" mu diyorlar? De ki: O halde siz de o sureler gibi
bir sure getirin." (Yunus, 10/38).
Müşriklerin
Kur'an'a karşı tutumları ise "Onlardan bir kısmı iman eder, bir kısmı ise
iman etmezler." (Yunus, 10/40) ayeti ile açıklandı.
4- Daha sonra Allah'ın azametine ve O'na iman etmenin zaruretine delâlet
eden göz kamaştırıcı ilâhî kudret eserlerini zikretti. Çünkü O, hayatın, rızkın
ve nimetin kaynağıdır. "De ki: Size gökten ve yerden rızık veren kimdir?
Size kulak ve gözleri bahşeden kimdir? Ölüden diriyi çıkaran, diriden de ölüyü
çıkaran kimdir? Bütün işleri düzene koyan kimdir? "Allah'tır"
diyecektir. De ki: O halde Allah'tan korkmaz mısınız?" (Yunus, 10/31).
5- Daha sonra ibret ve öğüt almak için Kur'an'ın doğruluğunu ispat etmek
maksadıyla kısaca bazı peygamberlerin kıssalarını ele aldı. Hz. Nuh (a.s.)'un
kavmine hatırlatma kıssası, Hz. Musa (a.s.)'nın Firavunla olan kıssası, Fira-vun'un
Hz. Musa (a.s.)'nm davetini boşa çıkarmak için sihirbazlardan yardım istemesi,
Hz. Musa (a.s.)'nın kavmine karşı tutumu, Firavun'a beddua etmesi,
İsrailoğullan'nın kurtuluşu, Firavun'un denizde boğulması, Hz. Yunus (a.s.)'un kavmi
ile kıssası... Bu surede zikredilen kıssalar üç peygamberin kendileri ve
çevresindekilerle ilgilidir.
6- "Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt gelmiştir." (Yunus,
10/57) Bu öğüt, insanın hayrına ve saadetine vesile olacak hususları ihtiva
eden Kur'an mesajına ve Allah'ın şeriatına uymaktır.
"De
ki: Ey insanlar! Size Rabbiniz tarafından bir hak geldi. Kim doğru yola
girerse kendi lehine doğru yola girmiş olur." (Yunus, 10/108).
"Sana
vahyedilene tabi ol. Allah'ın hükmü gelinceye kadar sabret, Allah hüküm
verenlerin en hayırlısıdır." (Yunus, 109) ayetleri ile sona erdi.
Beyzavî
Peygamberimiz (s.a.)'den bu sure hakkında şöyle bir hadis zikretmiştir:
"Kim Yunus suresini okursa ona ecirden Uz. Yunus (a.s.)'u tasdik eden ve
yalanlayanların sayısınca ve Firavunla birlikte boğulanların sayısınca hasenat
verilir."
[4]
1- Elif, Lam, Râ." İşte bunlar hikmet dolu
kitabın ayetleridir."
2-
'İnsanları uyar, iman edenleri Rab-lerinin katında yüce derecelerle müjdele"
diye içlerinden bir adama vah-
kâfirler
"Şüphesiz bu adam apaçık bir sihirbazdır" dediler.
"el-Hakim"
meful manasındadır. Yani içinde eksiklik ve bozukluk bulunmayan sağlam bir
kitap.
"Uyar...
müjdele" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
"...
vahyetmemiz insanlara tuhaf mı geldi?" Buradaki soru hem ispat hem de
azarlama ifadesi taşımaktadır.
"Rableri
katında yüce dereceler..." Öncülük ve lütuf bakımından yüksek mertebe...
"kadem" kelimesinin "sıdk" kelimesine "muzaf olması bu
lütfün fazlalığına ve ilk büyük derecelere delâlet eder. Bu ifade son derece
beliğ bir ifadedir. Çünkü ilerlemek ve öncülük etmek ayakla mümkün olur. Tıpkı
nimete yed (el) ismi verilmesi gibi. Çünkü nimetler elle verilir.
Kur'an'da
sıdk kelimesine dört ayrı kelime muzaf olmuştur: "Mak'ade sıdkın"
(Kamer, 54/55) "Müdhale sıdkın" (İsra, 17/80) "Muhrace
sıdkın" (İsra, 17/80) "kademe sıdkın" (Yunus, 10/2).
[5]
"Elif,
Lam, Râ." Bu harflere, Bakara suresinde de belirtildiği gibi huruf-ı
mukattaa denir. Bazı surelerin başında bulunan bu harflerin kullanılmasının
hikmeti bu Kur'an'ın Araplara yabancı olmayan, bilinen Arap harflerinden
meydana gelen bir kelâm olduğuna işaret edip meydan okumaktır. Yani onlara ne
oldu ki benzerini taklit etmekten aciz kaldılar? Bu tavır, Kuran'm Allah kelâmı
olduğunu gösterir. Yahut bu harfler bundan sonraki ayetlere dikkat çekmek
içindir yahut da başlangıç edatlarıdır.
"Bunlar"
yani bu ayetler "hakim= hikmet dolu" muhkem, sağlam
"Ki-tab'ın" Kur'an-ı Azim'in "ayetleridir." Buradaki
izafet, "min" manasındadır; yani Kur'an'dan ayetler, demektir. Yani
bu ayetler muhkem (her şeyi gayet sağlam), mübin (gayet açık) Kur'an'ın
ayetleridir.
"İnsanları"
kâfirleri, azapla "uyar" korkut. Bu inzar içinde korkuya sebep olacak
bir şeyin haber verilmesidir, "iman edenleri Rablerinin katında yüce dereceler
ile" yani yaptıkları amellere karşılık ilk dereceler ve yüksek mertebelerle
müjdele. Burada dereceye "kadem" ismi verildi. "kadem"in
"sıdk" kelimesine muzaf olması bu derecesinin kesin olması
sebebiyledir. Sıdk (sadakat, samimiyet, ihlâs) itikatta, sözlerde,
davranışlarda ve diğer faziletli amellerde olur. "müjdele!" Tebşir
(müjdelemek), güzel karşılık, sevap ve mükâfat müjdesiyle haber vermek
demektir, "diye içlerinden bir adama" Hz. Muhammed (s.a.)'e "vahyetmemiz..."
Vahiy, gizlice bildirmek demektir, "insanlara" yani Mekkelile-re
"tuhaf mı geldi?" Bu istifham inkâr ifade etmektedir. Anlamı, garip
karşıla-mamalıydılar, şeklindedir, "ki kâfirler, şüphesiz bu" kitap
ve Muhammed'in getirdiği bu vahiy (yahut Muhammed (s.a.) "apaçık bir
sihirbazdır" Sihir, aslında gerçek olmadığı halde gönüllere tesir eden
şeydir, "dediler."
[6]
İbni
Cerîr'in rivayetine göre İbni Abbas diyor ki: Allah Hz. Muhammed (s.a.)'i
peygamber olarak gönderdiğinde Araplar bunu inkâr ettiler, veya bir kısmı inkâr
edip "Allah Peygamberini beşer olarak göndermekten münezzehtir"
dediler. Bunun üzerine "İnsanlara tuhaf mı geldi?" (Yunus, 10/2) ve
"Biz senden önce de sadece erkekleri peygamber olarak gönderdik."
(Yunus, 10/109) ayeti nazil oldu.
Allah
onlara aynı hücceti tekrar tekrar ileri sürünce bu defa da "Madem ki,
peygamber beşer olacak o takdirde Muhammed'den başkası peygamberliğe daha
lâyıktır" dediler:
"Müşrikler:
Şu Kur'an iki şehirden (Mekke ile Taiften) birinde bulunan bir büyük adama
indirilseydi ya" dediler. (Zuhruf, 43/31) Muhammed'den daha şerefli bir
adama indirilseydi yani Mekke'den Velid b. Muğire, Taiften Mes'ud b. Amr
es-Sekafî' yi kastediyorlardı. Cenab-ı Hak bunlara cevap olarak "Onlar mı
Rabbinin rahmetini paylaştıracaklar!" buyurdu. (Zuhruf, 43/32).
[7]
"Elif,
Lam, Râ." Bu harflerden maksat kişinin bundan sonra gelecek duyduğu veya
okuduğu ayetleri anlamaya çalışmasına dikkat etmesi ve özen göstermesi için
bir uyarıdır. Harflerin bir bir sayılması da Bakara suresinin başında geçtiği
gibi meydan okumak içindir.
Bu
ayetler muhkem -her şeyi gayet açık olan- yahut ihtiva ettiği sayısız
hikmetlerle dolu Kur'an'ın ayetleridir. Veya bu ayetler Allah'ın eksiksiz,
gayet açık olarak indirdiği, kullarına beyan ettiği suresinin ayetleridir.
Nitekim
Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede "Elif, Lam, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki
ayetleri apaçık kesin hükümler ihtiva etmektedir. Sonra da her şeyi en iyi
bilen, herşeyden haberdar olan Allah tarafından tafsilatıyla açıklanmıştır."
yani manaları ve lafızları tam yerinde kullanılmıştır.
Doğruya
en yakın olan -Kurtubî'nin dediği gibi- burada kastedilen Kur'an'dır. Çünkü
"hakîm" Kur'an'ın sıfatlarındandır. "Ayetleri her şeyi bütün
açıklığıyla belirtilen kitap" ayeti de buna delâlet etmektedir.
"Hakîm" helâli, haramı, hadleri ve hükümleri beyan eden, muhkem
-manası ve lafızları açık-bir kitaptır.
"...
İçlerinden bir adama vahyetmemiz insanlara tuhaf mı geldi?" Cenab-ı Hak
kâfirlerin peygamberlerin beşer cinsinden gönderilmesini tuhaf karşılamalarını
kabul etmiyor: Bazı kimselerin durumu ne kadar gariptir ki, sanki
"insanlık" vasfı peygamberliğe engelmiş gibi, sanki onlar kendi
cinslerinden olmayan (insan olmayan) bir peygamber istiyorlarmış gibi, kendi
cinslerinden olan (beşer olan) bir adama vahiy göndermemizi yadırgıyorlar?
Nitekim
Cenab-ı Hak başka ayetlerde onların şu sözlerini naklediyor: "Bize bir
beşer mi yol gösterecek?" (Tegabün, 64/6);"Allah bir beşeri mi
peygamber olarak gönderdi? (İsra, 17/94); "Rabbimiz dileseydi melekleri de
indirirdi." (Fussilet, 41/14).
Hud
ve Salih (a.s.) kavimlerine "İçinizden bir adam vasıtasıyla Rabbiniz-den
size bir öğüt gelmesini mi tuhaf karşılıyorsunuz?" (A'raf, 7/63)
buyrulmuştur.
İbni
Abbas diyor ki: Allah Hz. Muhammed (s.a.)'i peygamber olarak gönderdiğinde
Araplar bunu inkâr ettiler veya bir kısmı inkâr edip "Allah, Peygamberini
beşer olarak göndermekten münezzehtir" dediler. Bunun üzerine Allah
"İnsanlara tuhaf mı geldi? " (Yunus, 2) ayetini indirdi.
Bu
tuhaf karşılama yerinde değildi. Çünkü bütün peygamberler beşer idiler.
"Eğer Peygamberi melekten yapsaydık, onu insan suretinde kılardık. Onları
yine düştükleri şüpheye düşürürdük." (En'am, 6/9).
Aslında
peygamberlerin gönderildikleri toplumun cinsinden olmaları davetlerinin kabulü
için, peygamberlerle rahat anlaşabilmeleri için daha uygundur. Ama beşerden
birinin peygamber olarak seçilmesine gelince: Allah peygamberliğe en uygun
olanı, seçilmeye en lâyık olanı en iyi bilendir.
"Allah
meleklerden ve insanlardan elçiler seçer." (Hac, 22/75); "Allah Peygamberliğini
nereye vereceğini en iyi bilendir." (En'am, 6/124).
İnsanların
ölçüleri ise hatalıdır. Meselâ, Hz. Muhammed (s.a.)'in Ebu Ta-lib'in yetimi
oluşu gibi. Zira Kureyşliler, "Gariptir, Allah Ebu Talib'in yetiminden
başka gönderecek Peygamber bulamadı", dediler. Yine, "O
fakirdir" demeleri gibi. Çünkü onlar Peygamberin zengin ve parmakla
gösterilen bir lider olmasını istiyorlardı.
"Müşrikler,
"şu Kur'an iki şehirden (Mekke ile Taiften) birinde bulunan bir büyük
adama indirilseydi ya!" dediler. (Zuhruf, 43/31) Onlar Mekke'den Velid b.
Mugire'yi, Taiften Mes'ud b. Amr es-Sekafîyi bu işe uygun görüyorlardı.
Kendisine
vahiy gelen bu peygamberin görevi insanları cehennemden uyarmak ve
korkutmaktır. "İnsanları uyar diye" Yani biz ona insanları uyar ve
kâfir, isyankâr ve sapık olarak kalırlarsa onları cehennem azabı ile korkut
diye
Ona
vahyettik. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ataları uyarılmamış bu
yüzden de gafil kalmış bir kavmi uyarman için..." (Yasin, 36/6).
Salih
ameller işleyen müminleri Rableri nezdindeki yüce derecelerle, ilk dereceler
lütuflar Allah katında Naim cennetinde yüksek mertebeler ve yaptıklarına
karşılık güzel bir ecir ve mükâfatla müjdele. Salih ameller, namazları,
oruçları söz ve fiillerindeki sadakatleri ve teşbihleridir.
"Uyarma"
ve "müjdeleme" Peygamberimiz (s.a.)'in en hususi sıfatlarından-dır.
Pek çok ayet-i kerimede Peygamberimiz (s.a.)'in bu sıfatları belirtilmiştir.
"Allah
nezdinden gelecek şiddetli bir azapla (inkarcıları) uyarmak ve salih amel
işleyen müminleri güzel bir mükâfatla müjdelemek için..." (Kehf, 18/2).
"Ey
Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici ve uyarıcı bir peygamber olarak
gönderdik." (Ahzap, 33/45).
Onlara
kendi cinslerinden bir adamı müjdeleyici ve uyarıcı bir peygamber olarak
gönderdiğimiz halde "Kâfirler dediler ki: Bu apaçık bir sihirbazdır"
İnkarcılar ve onun peygamberliğini yalanlayanlar "Muhammed apaçık bir
sihirbazdır" dediler.
"Bu
apaçık bir sihirdir" şeklindeki kıraate göre bunun manası, "Bu Kur'an
apaçık bir sihirdir" anlamındadır.
Hangi
şekilde olursa olsun onlar Kur'an-ı Kerim'i ve onun kendisine indirildiği
tebliğcisini sihir yapmak ve sihirbaz olmakla vasıflandırdılar. Onlar bu
hususta yalancıdırlar. Onun kalplerdeki kuvvetli tesirini görünce onu sihirle
vasıflandırdılar. Dikkatleri çeken, gönüllerde tesir bırakan, sebebi
bilinmeyen, harikulade her garip davranışa onlar "sihir" adını
veriyorlardı.
Daha
sonra Arap dahileri ve düşünürleri Kur'an'ın sihir olmadığını iyice anladılar.
Çünkü onlar sihri tecrübe edip öğrenmişlerdi. Kur'an'ı sihirle
bağ-daştıramadılar. Çünkü sihirbazlık hile ve göz boyamaya veya bazı eşyanın
tabii özelliklerine, yahut yıldızlar ilmine, veyahut psikolojik bazı
araştırmalara dayanan bir ilim idi. Kur'an tecrübe, duygu, gözlem ve mukayese
ile değerlendirildiğinde bütün bu şeylerle kesinlikle ilgili değildi.
Bunlardan tamamen ayrı, bunların üstünde bir kitaptı.
Çünkü
Kur'an, hukuk, kaza (yargı), siyaset, sosyoloji, fen ilimleri, ahlak ve
edebiyat sahalarında yüksek ve üstün hükümleri ihtiva eden, üslubu, nazmı ve
manalarıyla mucize olan, beşerin taklit etmesi veya onun benzeri bir ifade
getirmesi imkânsız olan Allah tarafından peygamberinin kalbine vahyedilen bir
kitaptır.
"Şüphesiz
ki Kur'an kendilerine gelince onu inkâr edenler (bize gizli kalmazlar).
Şüphesiz o aziz (değerli, erişilmez) bir kitaptır. O'na batıl ne önünden ne de
arkasından girebilir. O hikmet sahibi ve hamde lâyık olan tarafından indirilmiştir."
(Fussilet, 41/42).
"Allah
sözlerin en güzelini ayetleri birbiriyle ahenkli, karşılıklı hükümleri zikreden
bir kitap olarak indirmiştir. O Kur'an'dan Rablerinden korkanların derileri
ürperir. Sonra da derileri de kalpleri de Allah'ın zikrine karşı yumuşar. İşte
bu (Kur'an) Allah'ın hidayet rehberidir. (Allah) onunla dilediğini hidayete erdirir.
Allah kimi de doğru yoldan saptırırsa onu doğru yola getirecek kimse
yoktur." (Zümer, 39/23).
[8]
1- Kur'an-ı Kerim ihtiva ettiği helâlleri, haramları, hadleri ve
hükümleri açıkça beyan eden bir kitaptır.
2- Allah'ın davetini bütün insanlara duyurmak için beşerden birine
vah-yetmesi gayet tabiî, mantıklı bir iş olup, garipsenecek, yadırganacak bir
şey değildir. Bu durum hikmete, akla ve gerçeklere uygundur.
3- Peygamberlerin seçilmesi esasları mal, zenginlik, servet, mevki,
liderlik gibi insanların ölçüleri ve anlayışları değildir. Burada ölçü Allah'ın
ilmindeki peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.)'nın ehil, yeterli,
Peygamberliğin yüklerini taşımaya lâyık, dinin menfaatlerini kullanma ve insanlara
vahyi tebliğ etme vazifesini gerçekleştirmek için en uygun şahsiyet oluşudur.
4- Peygamberin görevi uyarmak ve müjdelemektir. Kendisine isyan edenleri
cehennemle uyarmak ve korkutmak, kendisine itaat edenleri cennetle müjdelemektir.
O'nun sahih hadis-i şeriflerde bizzat kendisinin haber verdiği diğer bir takım
hususiyetleri de vardır. Buyuruyorlar ki: "Benim beş ismim vardır: Ben
Muhammed'im, Ahmed'im, Mani'yim, Allah benimle küfrü yok eder; ben Haşirim,
insanlar benim ayaklarımın yanında haşrolunur. Ben Âkıb'ım yani peygamberlerin
sonuncusuyum. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Peygamberlerin mührü,
sonuncusu..." (Ahzap, 33/40).
5- Güçsüz olan, kaybeden, iflâs eden kişinin hiçbir faydası olmayan ucuz
ve yalanlayıcı ithamlardan başka bir sermayesi yoktur. Bunun için kâfirler
"Bu (yani Rasulullah) apaçık bir sihirdir" dediler.
Kâfirlerin
Kur'an'ı "sihir" olarak tavsif etmeleri -Râzî'nin dediği
gibi-Kur'an'ın onlara göre büyük bir yeri olduğuna, mucize olduğuna, kendisiyle
yarışmanın çok zor olduğuna delâlet etmektedir. Onlar görünüştedir. Onlar görünüşte
yermek manasında olan bu kelimeyi kullanmaya muhtaç oldular. Bu kelime ile
Kur'an'ın dışı güzel, fakat gerçekte faydası olmayan manasız, boş, süslü, söz
olduğunu kasdettiler. Yahut bu kelimeyi medh manasında kullanarak fesahatinin
kâmil olduğunu, benzerini getirmenin zor olduğunu, sihir gibi bir şey olduğunu
anlatmak istediler.
[9]
3-
Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri
aitı günde yaratan, daha sonra Arş'ta istiva eden (kudretiyle Arş'ı
kuşatan) Allah'tır. Bütün işleri O düzene koyar. Hiç bir kimse O'nun izni olmadan şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Yalnız O'na ibadet edin. Hiç düşünüp ibret almaz mısınız?
"Şüphesiz
ki Rabbbiniz gökleri ve yeri altı günde" yani dünya günleriyle altı günde
"yaratan ..." Çünkü o zaman ne ay ne de güneş vardı. Dileseydi bir
anda yaratırdı. Mahlûkatına sebatı öğretmek için bu yolu tutmadı.
"Gün" lügatte içinde meydana gelecek bir olayın tayin ettiği vakit
parçasıdır. Istılahta ise 24 saatlik belli zamandır.
"Arş'ta"
Arş, mahlûkatın idare edildiği merkez. Gerçek şeklini biz bilemeyiz,
"istiva eden..." Arş'ta istiva etmek, Allah'a lâyık olan bir sıfattır.
"Kudretiyle arşı kuşatan anlamındadır" da denilmiştir.
"Allah'tır."
"Bütün
işleri O düzene koyar." Yani mahlûkatı arasındaki bütün işleri... Tedbir,
düzene koymak, hayırlı bir netice ile sona ermesi için bir işin sonunu iyice
düşünmektir.
"Hiçbir
kimse O'nun izni olmadan" hiç kimse lehine "şefaatçi olamaz." Bu
ayet putların kendilerine şefaatçi olacağını söyleyen müşriklere reddiyedir.
"İşte"
yaratıcı ve bütün işleri düzene koyan "Rabbiniz olan Allah budur."
[10]
Allah
Tealâ kâfirlerin vahiy, peyamberlik ve Kur'an'ın indirilmesi konularına tuhaf
baktıklarını anlattıktan sonra onların yadırgamalarına, salih amellere
karşılık sevapla müjdeleyen, kötü amellere karşılık ceza ile uyaran bir insana
vahyedilmesinin gayet mümkün olduğu şeklinde cevap verdi ve şu iki durumu
zikretti.
Birincisi
(burada zikredilmiştir): bu alemin, emrederek ve yasaklayarak hükmü geçerli,
her şeye kadir olan bir ilâhının bulunduğu, ispat edilmiştir.
İkincisi
(Gelecek ayette bildirilecektir): Peygamberlerin haber verdikleri sevap ve
azabın meydana gelmesi için kıyametin kopması insanların öldükten sonra
dirilmeleri, mahşer yerinde toplanmaları, amel defterlerinin dağıtılması.
[11]
Cenab-ı
Hak bütün âlemlerin Rabbi olduğunu ve yeryüzünü ve gökleri altı zamanda -veya
altı günde- yarattığını bildiriyor.
"Altı
gün" için bir rivayette "dünya günleri gibi altı gün", bir başka
rivayette ise "her gün saydığınız günlerle bin sene.." denilmiştir.
Doğru
olan şudur: Allah Tealâ kâinatı yeri ve göğü miktarım kendisinden başka
kimsenin bilmediği bir zaman dilimi içinde yaratmıştır. "Gün" lügatte
zaman parçası olarak tarif edilir.
Sonra
Arş'ta azametine ve celâline lâyık kendisinden başka hiç kimsenin bilmediği bir
şekilde istiva etti. Arş, O'nun kürsisidir, veya mahlûkatm idare merkezidir.
Arş bütün mahlûkatm en büyüğü ve tavanıdır. Arş'm gerçek durumunu Allah
Tealâ'dan başka hiç kimse bilemez.
Allah
Tealâ Arş'a istiva eylemesiyle mahlûkatının ve melekût âleminin bütün işlerini
hikmeti ve ilmine uygun şekilde düzenler, hikmetinin gerektirdiği ve bu konuda
önceden takdir ettiği şekliyle kâinatın işlerini belirler.
Allah
bütün âlemlerin yaratıcısı, yeryüzünü ve gökleri bu son derece sağlam ve eşsiz
nizam üzerine yaratan olunca, insanlara doğru yolu göstermesi için
mahlûkatından bir insana, ilminden bir parça vahyetmesi O'nun için hiç de
imkânsız bir şey değildir. Bu O'nun kudret ve iradesinin tecellilerinden biridir.
O halde Peygamberliği inkâr edenlerin bu vahye iman etmeleri, bu vahyin
sahibini tasdik etmeleri ve getirdiği her şeyi desteklemeleri gerekir.
Yine
kıyamet günü mahlûkatının hesabını görmesi için Allah'ın sonsuz ve mutlak
salâhiyeti vardır. Hiçbir kimse O'nun izni, iradesi ve dilemesi olmadan
"O'nun
izni olmadan O'nun huzurunda kim şefaatçi olabilir?" (Bakara, 2/255).
"O'nun
huzurunda O'nun izin verdiği kimselerden başka hiç kimsenin şefaati fayda
vermez." (Sebe, 34/23).
"Göklerde
nice melekler vardır ki, Allah dilediğine ve razı olduğuna izin vermedikçe o
meleklerin şefaatları hiçbir fayda vermez." (Necm, 53/26).
"O
gün, Rahman olan Allah'ın izin verdiği ve konuşmasına razı olduğu kimseden
başkasının şefaati fayda vermeyecektir." (Tâ-Hâ, 20/109).
Bu
ayette ilâhlarının Allah'ın huzurunda kendilerine şefaat edeceğini iddia eden
putperest veya meleklere yahut insanlara tapan kimselere açık bir şekilde
cevap verilmektedir.
Nitekim
Cenab-ı Hak putperestlerin amacını şu şekilde beyan etmektedir: "Allah'ı
bırakıp O'ndan başka dost edinenler, "Biz onlara ancak bizi daha çok
Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" derler." (Zümer, 39/3).
Bu
ayette Rahman olan Allah'ın izin verdiği kimselerin şefaat hakkı olacağı
belirtilmektedir.
İşte
bu yaratma, takdir etme, hikmetle hareket, mahlûkatın işlerini tanzim,
şefaatta tasarruf hakkı gibi rububiyet ve ulûhiyeti gerektiren bu sıfatlarla
mevsuf olan Allah bütün işlerinizin yegâne idarecisi, bu vasıfların hiçbirinde
hiçbir şekilde ortak kabul etmeyen Rabbinizdir.
O'na
kulluk edin, ibadet ve kulluğu hiçbir şeriki olmayan tek Allah'a yapın.
Hiç
ibret almıyor musunuz? Ey müşrikler! İşlerinizde biraz da olsa düşünmez
misiniz? Allah sizi uyarıyor ki rububiyet ve ibadete lâyık olan sadece O'dur.
Yoksa sadece O'nun yaratıcı olduğunu bildiğiniz halde taptığınız tanrılar
değil...
"Eğer
onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan şüphesiz "Allah" derler.
(Zuhruf, 43/87).
'Yedi
kat göklerin Rabbi ve yüce Arş'ın Rabbi kimdir?" diye sorsan şüphesiz
"Allah" derler". (Zümer, 38/38).
Manaları
verilen bu ayetlerden anlaşıldığı gibi, Araplar Rablerinin birliğine iman
ediyorlar, ancak "ulûhiyet" hususunda Allah'a başkalarını ortak koşuyorlardı.
Bunun
içindir ki Cenab-ı Hak "İşte Rabbiniz olan Allah budur. Yalnız O'na ibadet
edin" buyuruyor, sonra da onları "Hiç düşünüp ibret almaz
mısınız?" ayetiyle düşünmeye davet ediyordu. Yani bilmiyor musunuz?
Allah'ın yerlerin ve göklerin yaratıcısı olduğunu düşünmüyor da O'na delil mi
arıyorsunuz?
[12]
Bu
ayet şu hususlara işaret etmektedir:
1- Ulûhiyetin ispatı veya yaratıcılık sıfatının Allah'a ait olduğunun
ispatı ile Allah'ın varlığının ispatı. "Şüphesiz ki, Rabbiniz gökleri ve
yeri altı günde yaratan... Allah'tır."
2- Allah Tealâ'mn, bütün âlemi göz açıp kapamaktan daha az bir zaman
içerisinde yaratmaya kadir olduğu halde mahlûkatına bütün işlerinde sebatkâr
olmayı öğretmek için yeryüzü ve gökleri altı günde yaratmış olması.
3- Müslümanlar bütün semaların üzerinde "Arş" denilen büyük bir
cismin bulunduğunda ittifak etmişlerdir. Arş'ı ve onun üzerine istivanın
şeklini ise en iyi bilen Allah'tır.
4- Mahlûkatı hikmetiyle düzene koyan sadece Allah'tır. O'nun bunları idare
etmesinde ortağı yoktur. Bütün her şeyi düzenlemesi ve yapması, herhangi
birinin şefaatıyla veya yardımıyla değildir.
5- Kıyamet günü Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin -Peygamber veya başkasının-
şefaat hakkı yoktur. Çünkü Allah hikmeti ve doğruyu en iyi bilendir.
Bu
ifade Allah'tan başka taptıkları için "Bunlar bizim Allah 'm huzurunda
şefaatçılarımızdır." (Yunus, 18) diyen kâfirlere reddiyedir. Allah onlara
O'nun izni olmadan hiç kimsenin şefaat edemeyeceğini bildirdi. Ya akıllan
olmayan putların şefaati nasıl olur?
6- Şüphesiz yeryüzünü ve gökleri yaratarak her şeyi idare eden Allah
sizin Rabbinizdir. Sizin için ondan başka hiçbir rab yoktur. Kendisine ihlâsla
ibadet edilmeye lâyık olan sadece Odur.
7- "Hiç düşünüp ibret almaz mısınız?" ifadesi bu gizli ve açık
deliller hakkında düşünmenin gerekli olduğuna işarettir. Allah Tealâ'nın
mahlûkatı hakkında düşünüp bununla Allah'ın büyüklüğüne delil getirmek
düşüncenin en üstün derecesidir.
[13]
4-
Hepinizin dönüşü O'nadır. Bu Allah'ın gerçek vaadidir. Allah varlıkları yoktan yaratmıştır.
İman edip salih ameller işleyenleri adaletle mükâfatlandırmak için yok olduktan
sonra tekrar diriltilecektir. ise inkâr
etmelerinin cezası ola- rak (cehennemde) kaynar içecekler ve acıklı bir azap vardır.
"Hepinizin
dönüşü O'nadır." Yani Allah'adır.
"Bu,
Allah'ın gerçek" doğru, geri dönüşü olmayan "bir vaadidir."
[14]
Cenab-ı
Hak bundan önceki ayette varlığını, sadece kendisine ibadet edilmesini
gerektiren birliğini ispat etmişti. Burada ise bir başka önemli hususu,
öldükten sonra dirilme ve amellere karşılık verilmesini ispat etmektedir.
Allah
Tealâ haber veriyor ki kıyamet günü ölümden sonra mahlûkatm dönüşü sadece
O'nadır. Sizden hiç kimseyi kesinlikle geri bırakmayacaktır. Bu Allah'ın geri
dönüşü olmayan gerçek ve değişmez bir vaadidir.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak mahlûkatı ilk anda nasıl yoktan var edip ya-rattıysa aynı
şekilde ikinci defa da onları ölümden sonra diriltecektir. Diriltme ilk
yaratmadan daha basittir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sizi ilk
defa yoktan var eden de, ölümden sonra tekrar diriltecek olan da O'dur. Diriltme
O'na daha basittir." (Rum, 30/27).
İnsanın
dünyaya gelişi bütün açıklığıyla gözler önündedir. Ancak insanlık şu ana kadar
insanın yaratılışının ilk safhasını ve maddede hareketi meydana getiren gizli
kuvveti idrak edebilmiş değildir.
Tekrar
dirilmeye gelince: Bilginler dünyanın bir gün harap olacağını bekliyorlar.
Fakat bir kısmı öldükten sonra dirilmeyi ve amellere karşılık verileceğini
inkâr ediyorlar. Kur'an böylelerine karşı, insanı ilk defa yoktan var etmeye
kadir olanın öldükten ve cismi çürüdükten sonra ikinci defa hayat vermeye de
kadir olacağı şeklindeki delilini ortaya koymaktadır.
Tekrar
yaratılmanın amacı mahlûkatm hesabının adil bir şekilde görülme-sidir.
"İman edip salih ameller işleyenleri adaletle mükâfatlandırmak
için.." (Yunus, 4). Yani Allah'a, peygamberlerine ve kendilerine indirilen
kitaplara iman eden, salih ve güzel ameller işleyen müminleri, tam bir adaletle
ve hak ettikleri mükemmel bir karşılık verilerek mükâfatlandırmak için tekrar
dirilte-cektir. Her çalışana hak ettiği sevap verilecektir.
"Biz
kıyamet günü adalet terazileri kuracağız. Hiç bir kimseye hiç bir şekilde
haksızlık yapılmayacaktır. (İşlenen) amel bir hardal tanesi kadar da olsa, biz
onu ortaya koyarız. Hesabı gören olarak biz yeteriz." (Enbiya, 21/47).
Adalet
iyi amel işleyenlerin ecrinin kat kat verilmesine ve bu şekilde lü-tufta
bulunulmasına engel değildir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Böylece Allah onların mükâfatlarını eksiksiz verir ve lütfuyla da
artırır. Şüphesiz o çok affeden ve şükrün karşılığını bol verendir."
(Fatır, 35/30) Yine Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "İyilik edenlere en güzel
mükâfat ve daha fazlası vardır. " (Yunus, 10/26) En güzel mükâfat
amellerin tam karşılığı, daha fazlası ise Allah'ın bir lütfü ve ihsanıdır.
Allah'ı,
peygamberlerini ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere, kendilerini
uyaracak ve müjdeleyecek bir insana vahyedilmesini yadırgayanlara ise karşılık
olarak bağırsakları parçalayan, mideyi kavuran son derece sıcak içecek
verilecektir. Onların bu içecekleri ne kötü bir içecektir! Yine onlara kıyamet
günü küfürleri sebebiyle zehirler, kaynar sular ve alevlerin gölgesi gibi
acıklı, can yakıcı ve şiddetli azaplar vardır.
"İşte
kaynar su ve irin. Tatsınlar onu. Buna benzer çeşit çeşit azaplar..."
(Sad, 38/57-58).
"İşte
bu, mücrimlerin yalanladıkları cehennemdir. O mücrimler cehennem ateşiyle
kaynar su arasında dolaşır dururlar." (Rahman, 55/43-44).
[15]
Bu
ayet şu hususları ifade etmektedir:
1- Öldükten sonra dirilme, mahşerde toplanma ve amel defterlerinin dağıtılması
gerçeğinin ve Allah'ın her şeye kadir olduğu, ilk yoktan var edenin kendisi
olduğu gibi tekrar diriltecek olanın da Allah olduğunun deliller ile ispat
edilmesi: "ilk defa sizi O yarattığı gibi, yine O'na döneceksiniz."
(A'raf, 7/29).
Bizi,
daha önce de geçtiği gibi bize benzeyen hiçbir varlık olmadan ilk defa yoktan
var etmeye kadir olan Allah'ın, ilk yaratmadan sonra ikinci defa var etmeye
kadir olması gayet tabiî ve daha basittir.
2- Amellere karşılık verilmesi bir gerçektir. Ancak "İman edip salih
amel işleyenleri adaletle mükâfatlandırmak için.." ayetinde Allah'a
dönüşün amellere karşılık verilmesi sebebiyle olduğu bildirilmiş, burada salih
müminlere karşılık mükâfat verileceği özellikle ifade edilmiştir.
Çünkü
adalet öncelikle iyi amele karşılık verilmesini gerektirir. Bu karşılık
yapılan amele eşit olmayan, hatta bu amelden çok daha değerli, çok daha üstün,
çok daha kâmil güzel bir mükâfat olacaktır.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Hiçbir kimse o müminler için dünyada
yaptıklarına mükâfat olarak gözlerinin nuru olacak şu anda onlara gizli olan
nimetlerin neler olduğunu bilemez." (Secde, 32/17).
Kâfirlerin
küfürlerine karşılık ceza verilmesi ise insanın yaratılış gayelerinden değil,
ancak iyilik edenlerle kötülük edenlerin, itaatkârlar ile günahkârların, müminlerle
kâfirlerin ayırd edilmeleri için adalet ve aklın gereğidir.
Çünkü
biz dünyada bazan kâfir ve fasıkları son derece rahat içinde, alimleri ve
salihleri de bunun zıddı bir yaşayış içinde görüyoruz. Hiç çalışanla çalışmayan,
iyilik yapanla kötülük yapanın eşit tutulması akla uygun olur mu?
Bu
konuda Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Yoksa biz, iman edip salih ameller
işleyenleri, yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yoksa
Allah'tan gerçekten korkanları günahkârlar gibi mi tutacağız? (Sad, 38/28).
Yine
bu ayet kişinin mümin olması ile kâfir olması arasında başka bir ara sınıf
olmadığına da delâlet etmektedir. Çünkü Cenab-ı Hak bu ayette sadece bu iki
kısmı zikretmiştir. Yani bir insan ya mümindir ya da kâfirdir.
Özetle:
Allah Tealâ itaatkârları mutlaka mükâfatlandırmak için, küfür ve ma'siyet
ehlini de cezalandırmak için ilâhî hikmetin gereği olarak iyilik edenlerle
kötülük edenleri ayırd etmek sebebiyle öldükten sonra dirilme, mahşer yerinde
toplanma ve amel defterlerinin dağıtılması esaslarını koymuştur.
[16]
5-
Güneşi ışıklı, Ay'ı nurlu kılan, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için ona
menziller takdir eden O'dur (Allah'tır). Allah bunları yerli yerince
yaratmıştır. O, bilen bir topluluk için (kudretinin) ayetlerini birer birer
açıklar.
6-
Şüphesiz ki gece gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, Allah'ın yeryüzünde ve
göklerde yarattıklarında Allah'tan korkan bir topluluk için nice ibretler
vardır.
"Güneşi
ışıklı, Ay'ı nurlu kılan..." Burada ayın nur diye isimlendirilmesi
mübalağa içindir. Nur, ışıktan daha umumi mana ifade eden bir kelimedir. Bir
görüşe göre bir şeyin kendisinde olan ışığa "ziya", başkasından elde
edilen ışığa ise "nur" adı verilir. Cenab-ı Hak bununla güneşi bizzat
ışık veren, ayı da güneşten aldığı ışıkla nurlanan varlık olarak yarattığına
işaret etmektedir.
"yılların
sayısını ve hesabını..." yani bununla muameleleriniz ve işlerinizde
yılların, ayların, günlerin, vaktin hesabını "bilmeniz için, ona menziller
takdir eden O'dur." Buradaki zamir ("Ona" kelimesi) hem
Güneş'e, hem de Ay'a racidir. Yani herbirinin hareketi için yahut sadece Ay'a
menziller takdir etmiştir.
"Allah
bunları yerli yerinde yaratmıştır." Allah bu varlıkları boş yere değil,
yüce hikmetinin gereği ve değişmez bir gerçek olarak yaratmıştır.
"O
bilen" ince düşünen, düşünmek suretiyle istifade eden "bir topluluk
için" kudretinin "ayetlerini birer birer açıklar."
"Şüphesiz
ki gece ve gündüzün birbiri ardınca gelmesinde" gece ve gündüzün eksilip
artmasında "Allah'ın" dağlar, denizler, ırmaklar, ağaçlar, hayvanlar
gibi "yeryüzünde" ve melekler, Güneş, Ay ve yıldızlar gibi
"göklerde yarattıklarında Allah'tan korkan bir topluluk için"
hayatın sonucundan korkup iman edenler için... Çünkü bu korku onları düşünmeye,
akıllarını kullanmaya yöneltir. Özellikle bunları zikretti. Çünkü istifade
edecek olanlar bunlardır, "nice ibretler vardır." Allah'ın
kudretine, varlığına, birliğine, ilminin ve kudretinin tam olduğuna delâlet
eden nice alametler vardır.
[17]
Cenab-ı
Hak ulûhiyete, tevhide ve öldükten sonra dirilmeye, yerin ve göklerinin
yaratılmasını delil olarak zikrettikten sonra yaratma ve yoktan var etme
yönünden tevhide işaret etmektedir. Ayrıca yılların sayısını ve hesabını bilme
yönünden her zamanın mutlaka bir sonu olduğunu ve o zaman içinde yaşayanların
öleceği gerçeğiyle ahirete delâlet eder. Ay ve Güneş'in durumlarını özellikle
zikretmektedir.
Bundan
sonra da gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinden elde edilen faydalan,
Allah'ın yeryüzünde ve göklerde yarattığı mahlûkatı anlattı.
Böylece
ulûhiyet ve tevhidin dört delili anlatılmış oldu:
Yeryüzünün
ve göklerin yaratılması.
Güneş
ve Ay'ın durumları.
Gece
ile gündüzün birbiri ardınca gelmesi.
Allah'ın
yeryüzünde ve göklerde yarattığı yağmurlar, gök gürültüleri şimşekler,
depremler, volkanlar, denizlerdeki med-cezir olayları, bitkilerin, hayvanların
ve madenlerin durumları gibi olaylar ve durumlar,..
[18]
Rabbiniz
olan Allah yeryüzünü ve gökleri yaratan; Güneş'i gündüz kâinatı aydınlatan bir
ışık, bitkiler ve hayvanlar için, insan hayatı için zorunlu ısı kaynağı kılan;
Ay'ı geceleyin karanlıkları dağıtan bir nur kılan, Ay'ın yörüngesinde her gece
indiği menziller, Araplarca bilinen ve Ay'ın gözle görülebildiği 28 menzil
takdir eden O'dur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ay'a menziller
takdir ettik." (Yasin, 36/39).
(Kadderahu)
kelimesindeki zamir (kamer= Ay) kelimesine raci ise ayın hızlı seyretmesi,
menzillerinin görünmesi ve şeriatın pek çok hükmünün kameri aya bağlı olması
sebebiyle ayın menzilleri özellikle zikredilmiştir.
Bu
sebeple "Yılların sayısını ve hesabını bilmek için..." denilmiştir.
Yani vakitlerin hesabı, aylar, günler, geceler dört mevsim bununla
bilinmektedir. Her çeşit muamele ve sözleşmeler için ve namaz, oruç, hac, zekat
gibi ibadetlerin vaktinin tesbitinde hesaba riayet edilmektedir.
Menzillerin
takdiri hem Güneş'e ve hem Ay'a ait ise vakitlerin hesabı bu ikisiyle bilinir,
demektir. Güneşle günler bilinir, ayın hareketiyle aylar ve yıllar bilinir.
"Güneş de ay da mutlaka bir hesaba göre hareket ederler." (Rahman,
55/5) ayeti ve "Biz gece ve gündüzü (varlığımızı gösteren) iki delil
kıldık. Bir delil olan geceyi karanlık, öbür delil olan gündüzü aydınlık
kıldık. Böylece Rabbi-nizin lütfundan rızık arayasınız, yılların sayısını ve
hesabını bilesiniz." (İsra, 17/12) gibi ayetlerle şeriat güneşle yapılacak
hesaplardan yararlanmayı teşvik etmektedir.
Güneş
hesabında da ay hesabında da faydalar vardır. Güneş hesabı sabittir. Ay hesabı
ise bedeviler ve şehirliler için daha kolaydır. Bu sebeple şer'î hükümler ay
hesabına bağlı kılınmıştır.
Allah'ın
hak olarak yarattığı bu Güneş ve Ay'ı büyük bir hikmete binaen yerli yerince
yaratmış ve bunu akıl sahiplerine birer yüce delil kılmıştır.
"Biz
yeri, göğü ve her ikisi arasındaki şeyleri boşu boşuna yaratmadık." (Sad,
38/27).
"Sizi
boşuna yarattığımızı ve huzurumuza çıkarılmayacağınızı mı sandınız?"
(Müminun, 23/115).
"Allah
bilen bir topluluk için kudretinin ayetlerini birer birer açıklar." (Yunus,
10/5) Yani O'nun azametine ve kudretine delâlet eden kâinattaki ayetleri,
Kur'an ayetlerini yaratıcıya ve hayattaki faydalı hususlara delâlet etme yollarını
bilen ve hak ile batılı ayırd eden topluluğa tam anlamıyla açıklar.
Şüphesiz
gece ve gündüzün birbiri ardınca hiç gecikmeden gelmesinde yeryüzünde Güneş'e
olan yeri itibariyle gece ile gündüzün uzayıp kısalmalarında buradaki ince
sistemde, gece ile gündüzün sıcaklık ve soğukluk ayarlamalarında, gecenin örtü
ve sükûnet, gündüzün geçim vakti oluşunda nice ibretler vardır.
Allah'ın
yerde ve göklerde yarattığı cansız varlıklar, bitki ve hayvanlar, gök
gürültüleri, şimşekler bulutlar ve yağmurlar, denizlerdeki med-cezir olayları
madenlerin özellikleri ve bileşikler ve benzeri durumları... Bütün bunlarda
Allah'ın kâinattaki sünnetlerine (fitrî kanunlara) ve şeriattaki kanunlarına aykırı
hareket etmekten sakınan bir topluluk için, Allah'ın varlığı, birliği, kudreti,
hikmeti, azameti ve kâmil olan ilmine delâlet eden nice işaretler, ibretler
vardır.
Kâinatın
sünneti ("fıtrî kanun" veya yaygın yanlış ismiyle "tabiat kanunu")
sağlığın korunmasını esas alır. Kim bu sünnete aykırı davranırsa hasta olur.
Günlük hayatın sünneti doğru yol üzerinde olmaktır. Kim bu yoldan çıkar veya
aykırı davranırsa kendine kötülük etmiş olur.
Kim
Allah'ın cezasından, gazabından ve azabından korkmaz günah işler, Allah'ın
koyduğu esaslara muhalif gelirse dünya ve ahirette bunun cezasını görür.
[19]
Bu
ayetler şu hususlara işaret etmektedir.
1- Güneş ve Ay'ın durumları ve bu ikisindeki çeşitli faydalar, gece ve
gündüzün birbiri ardınca gelmesinden elde edilen faydalar. Allah'ın yerde ve
göklerdeki yarattığı her şey Allah'ın varlığına, birliğine, kudretinin tam,
hakime-yetinin yüce olduğuna delâlet eden alametlerdir. Allah bütün bunları
hikmet ve hak için, insanın menfaati için yaratmıştır.
2- Güneş ve Ay için menziller takdir edilmesi senelerin sayısını ve
hesabı bilmek için vakit tayininde faydalıdır.
Süyutî
diyor ki: Bu ayet vakitlerin tayini, hesap, tarih ve Ay'ın menzilleri
ilimlerinde temel esastır.
3- Allah Tealâ, gezegenler ve yörüngelerinde belirli özellikler, özel
kuvvetler, bu âlem için faydalar ve tesirler yaratmıştır. Aksi takdirde bunları
boşuna, lüzumsuz yere, faydasız olarak yaratmış olurdu.
4- Kâinattaki kudret ayetlerinden yararlanacak olanlar aklını kullanan
alimler ve Allah'tan gerçekten korkan, azabından sakınan takva sahipleridir.
Sakınma duygusu onları derin ve ince düşünmeye sevketmektedir.
[20]
7-
(Öldükten sonra) Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olup
ondan memnun olanlar ve bizim »yetlerimizden gafil olanlar...
8-
İşte, yaptıklarından dolayı onların varacakları yer cehennemdir.
9-
Şüphesiz ki iman edip salih ameller
işleyenleri, Rableri imanları sebebiyle doğru yola iletir.
"Naîm" cennetlerinde onların altlarından ırmaklar akar.
10-
"Onların duaları "Allah'ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz"dir.
Oradaki selamlaşmaları ise "selâm" sözüdür. Dualarının sonu da
"Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun"dur.
"Bizimle
karşılaşmayı ummayanlar..." Bu ifadede durumun büyüklüğünü ve vehametini
ifade için "biz" cemi zamiriyle, isim tamlaması yapılmakla birlikte
ayrıca iltifat (üçüncü şahıstan birinci şahısa geçiş) sanatı vardır.
[21]
"Bizimle
karşılaşmayı ummayanlar," Yani öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettikleri
için sadece elle tutulur, gözle görülür şeylere inanıp bunun gerisini düşünemediklerinden
bizimle karşılaşmayı beklemiyenler. "dünya hayatına razı olup" yani
ahireti inkâr ettikleri ve ahiretten tamamen gafil oldukları için ahi-ret
yerine dünyayı benimseyip "ondan memnun olanlar" yani dünya hayatının
rahatlığına kendini kaptıranlar, bütün düşüncelerini dünya hayatının lezzet ve
süslerine tahsis edenleri... "ve bizim ayetlerimizden gafil olanlar"
yani birliğimizin delillerini düşünmeyi bırakanlar, bu konuda fikir yürütmeyip
tamamen buna zıd fikirlere kapılanlar... "İşte yaptıklarından"
işledikleri şirk ve diğer günahlardan "dolayı, onların varacakları yer
cehennemdir." "Me 'va= varılacak yer" ifadesi Kur'an-ı Kerim'de
üç ayette cennet için, on küsur ayette de cehennem için kullanılmıştır.
"Şüphesiz
ki iman edip salih ameller işleyenleri Rableri imanları sebebiyle doğru yola
iletir." Doğru yola yani cennete götürecek yola girmelerini veya gerçekleri
idrak etmelerini nasip eder. Ebu Nuaym'in Enes'ten rivayet ettiği -muhtemelen
zayıf bir hadis-i şerifte- Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Kim bildiği
ile amel ederse, Allah ona bilmediklerinin ilmini de ihsan eder." Ayetin
bir başka manası da kıyamet günü" Allah'ın kendilerine yol gösterecek bir
nur vereceği şeklindedir ve Rableri onları cennette arzu ettikleri şeye nail
kılar.
"Onların
orada duaları..." cennette arzu ettikleri şeyi talep etmeleridir. Buradaki
"dava" kelimesi dua manasındadır. İnsanlar için dua, davet, aralarında
alışageldikleri şekilde yaptıkları talep Allah'a dua etmek ise O'ndan hayır
niyaz etmek, nezdindeki hayırları Ona muhtaç olduğunun şuurunda olarak istemek
manasındadır. Onların buradaki duaları "Sübhanekallahümme" (Allahım!
Seni noksan sıfatlardan tenzin ederiz, demeleridir. Allah'tan istedikleri her
şeyi derhal yanlarında bulurlar.
"Oradaki
selamlaşmaları ise "selâm" sözüdür." Buradaki "selâm"
hoşa gitmeyen her türlü şeylerden uzak kalmak manasındadır.
[22]
Cenab-ı
Hak tek olan zatının ispatına ve O'nun varlığına öldükten sonra dirilişin ve
hesap günü amellere karşılık verilmesinin ispatına dair delilleri ortaya
koyduktan sonra bunu inkâr eden ve bu Allah'ın varlığının ve birliğinin
delillerinden yüz çeviren kimselerin durumunu, ayrıca salih amel işleyen müminlerin
durumunu anlattı ve her iki grubun amellerinin karşılığını bildirdi.
[23]
Öldükten
sonra dirilmeyi inkâr ettikleri için ahirette hesap görmek ve amellerinin
karşılığını almak için Allah ile karşılaşmayı beklemeyenler, ahiret-ten gafil
olmaları sebebiyle ahiret yerine dünya hayatına razı olanlar ve dünya
hayatından memnun olup dünya hayatının şehvetlerine, lezzetlerine ziynetlerine
kendilerini kaptıranlar, Allah'ın gerek kâinattaki gerekse şeriattaki ayetlerinden
gafil olanlar dünyada düşünmezler, ahireti de hesaba katmazlar.
İşte
iki grup olarak zikredilen bu çeşit kimselerin yerleri ve yurtlan, iltica
edecekleri sığınakları, Allah'ı, Rasulünü ve ahiret gününü inkâr etmekle beraber
dünyada işledikleri günah ve hatalara karşılık olarak cehennemdir. Bu ceza 4.
ayette belirtilen cezanın açıklamasıdır.
"Bizim
ayetlerimizden gafil olanlar" cümlesinin farklılık ifade etmek üzere atıf
olarak zikredilmesi ya bu iki vasıf arasındaki farklılığı veya iki grup arasındaki
farklılığı ifade eder:
Birinci
gruptan murad, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edip dünya hayatından başka bir
şey istemeyenler. Bunlar dinsiz maddecilerdir.
İkinci
grup ise dünyaya iyice kapılan, dünya meşgalelerinin ahiret hakkında düşünmeye
ve ahirete hazırlanmaya fırsat vermediği kişiler.
İşte
kâfir tarafın cezası budur. Kâfirler ebedî saadetten mahrum olanlardır.
Mümin
grubun mükâfatı ise -ki müminler, saadete nail olan kimselerdir-gelecek ayet
bildirmiştir:
Şüphesiz
Allah'a iman eden ve peygamberlerini tasdik edenleri, Allah'ın emrettiğine uyup
salih ameller işleyenleri, Allah'ın kâinattaki ve şeriattaki ayetlerinden gafil
olmayanları, Rableri iman etmeleri sebebiyle doğru yola iletir ki bu yol
onları odalarının altından ırmaklar akan ebedî "Naîm" cennetlerine
ulaştırır. Bu misal orada nimetler içinde yaşama, rahat etme ve ebedî saadete
kavuşma gibi kalplerin ortak noktalarını yakalayan, gönle sürür veren bu göz
alıcı manzaralardaki düzenli hayata tarif için verilmiştir.
İman
ve amel-i salih arasındaki tertibin manasına gelince, hidayetin sebebi iman ve
amel-i salih olsa da "imanları sebebiyle" burada imanın hidayetin tek
sebebi olduğuna, salih amelin imana tabi ve imanın tamamlayıcısı olduğuna
delâlet eder.
"Onların
duası" Sübhanekallahümme ile başlar. Yani onlar dualarına ve Rablerine
karşı hamdü senaya "Sübhanekellahümme" (Ey Allah'ım! Seni noksan
sıfatlardan tenzih ederiz) diyerek başlarlar.
Onların
kendi aralarındaki selamlaşmaları her türlü çirkinliklerden selâmetle olmaya
delâlet eden "selâm" sözüdür. Şu ayetteki gibi: "Onlar orada ne
boş bir söz, ne de insanı günaha sokacak bir şey işitirler. İşittikleri söz
sadece karşılıklı "selâm, selâm" sözleridir." (Vakıa, 56/25-26)
Bu, aynı zamanda dünyada müminlerin selâmıdır. Yine cennetliklerle
karşılaştığı zaman Allah'ın selâmı budur: "Onların O gün Allah'ta
karşılaştıkları zaman selamlaşmaları "selâm" sözüdür." (Ahzab,
33/44).
Yine
müminler cennete girerken meleklerin onların vereceği selâm da budur:
"Cennetin bekçileri (olan melekler) onlara: "selâm size. Hoş
geldiniz. Artık ebediyyen kalmak üzere girin cennete" derler."
(Zümer, 39/73).
"Onların
dualarının sonu da "Elhamdülillahi Rabbi'l-âlemin" (Âlemlerin Rabbi
olan Allah'a hamdolsun) duasıdır."
Bu
aynı zamanda cennete girince Allah'a yapılacak ilk sena duasıdır: "Onlar
"Bize verdiği vaadinde duran ve bizi bu yere varis kılan Allah'a hamdolsun
Cennette istediğimiz yeri yurt edinebiliyoruz iyi amellerde bulunanların mükâfatı
ne güzelmiş" derler." (Zümer, 39/74).
Yine
bu hamdü sena meleklerin son sözüdür: "Meleklerin Arş'm etrafını çepeçevre
kuşatarak Rablerini hamd ile teşbih ve tenzih ettiklerini görürsün. Artık bütün
varlıkların arasında adaletle hükmedilir. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a
hamdolsun" denilir." (Zümer, 39/75).
İbni
Kesir diyor ki: Burada Allah Tealâ'nın ebediyyen övgüye lâyık olduğuna,
kıyamete kadar ibadete lâyık olduğuna işaret edilmiştir.
Bunun
içindir ki mahlûkatını ilk defa yaratırken ve yaratması devam ederken, Kur'an'ı
ilk defa indirirken kendine hamdü sena etmiştir: "Hamd, yeryüzünü ve
gökleri yaratan Allah'a mahsustur." (En'am, 6/1).
"Hamd,
kuluna (Muhammed aleyhisselam) Kitab'ı (Kur'anı) indiren Allah'a
mahsustur." (Kehf, 18/1).
[24]
Bu
ayetler şu hükümleri ifade etmektedir:
1- İnkâr edip küfredenlere işledikleri küfür, yalanlama ve ma'siyet sebebiyle
cehennem azabı vardır.
Allah
bunların dört özelliğini belirtmektedir:
a) Bunlar bizimle karşılaşmayı ummuyorlar. Azabımızdan korkmuyor, sevabımızı
beklemiyorlar.
b) Ahiret yerine dünya hayatına razı oldular, dünya için çalıştılar.
c) Dünya hayatıyla memnun oldular, onunla rahat ettiler.
ç) Onlar bizim ayetlerimizden gafildirler. Ne ibret alırlar, ne de
delillerimizi düşünürler.
2- Salih ameller işleyen gerçek müminlere bahçeleri altından veya yatakları
altından ırmaklar akan "Naîm cennetleri" vardır. Onlar orada
"Elhamdü lillahi Rabbil-âlemin" diyerek Allah'a hamdederler. Sürür
onları kucaklar, memnuniyet kalplerini doldurur, saadet üzerlerine kanatlarını
gerer. Allah'ın ve meleklerin onlarla selamlaşması ve kendi aralarındaki
selamlaşmaları "selâm" sözüdür.
3- Teşbih, hamd ve tehlile de bazan "dua" adı verilebilir.
Buharî
ve Müslim İbni Abbas'tan rivayet ediyorlar ki: Peygamberimiz (s.a.) sıkıntı
anında şöyle dua ederdi.
"Lâ
ilahe İllallahü'l-Azimu 1-Halim, "Lâ ilahe İllallah, Rabbü'1-Arşi'l-Azim,
"La
ilahe İllallah, Rabbü's-semavati ve Rabbü'1-ardı ve Rabbü'1-Arşi'l-Ke-rim"
Taberî
diyor ki: Selef bu şekilde dua ederdi ve bu duaya "Duaü'1-kerb: sıkıntı
duası" derlerdi.
Cennet
ehlinin yaptıkları dua ibadet değildir. Zira cennette hiçbir şekilde
mükellefiyet yoktur. Ancak onlara dua ilham olunmakta, onlar da hiçbir zorlanma
olmadan zevkle dua etmektedirler.
4- Yemek yemeye veya su içmeye başlarken "Bismillah" denilerek
Allah'ın adının anılması ve cennet ehline uyarak bitirince de
"Elhamdülillah" denmesi sünnettir.
Sahih-i
Müslim'de Enes b. Malik'ten gelen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.)
buyuruyorlar ki: "Allah, kulunun bir yemek yedikten sonra elhamdülillah
demesinden razı olur."
5- Dua eden kimsenin cennet ehlinin yaptığı gibi duasının sonunda
"El-hamdü lillâhi Rabbil-alemin" demesi müstehaptır.
6- İman ve salih amel insanı cennete götüren yoldur. Allah mümini imanı
sebebiyle, amellere sevap verilmesine vesile olacak doğru yola iletir, doğru
yolu gösterir, doğru yolda sabit kılar.
Yine
"Onları doğru yola iletir" ifadesiyle Cenab-ı Hakkın, "imanları
sebebiyle ahirette cennet yoluna iletir" manasını kasdetmesi de caizdir.
Nitekim
Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "O gün mümin erkeklerin ve kadınlarının
nurlarının önlerinde ve sağlarında koştuğunu görürsün." (Hadid, 57/12).
Yine
aynı manada şu hadis-i şerif vardır: "Mümin kabrinden kalktığı zaman
ameli güzel bir surette kendisine gösterilir ve ona "Ben senin
amelinim." der ve O'nu cennete götüren bir kılavuz ve nur olur. Kâfir
kabrinden kalktığı zaman ameli kötü bir surette kendisine gösterilir ve ona
"Ben senin amelinim" der ve onunla birlikte gidip nihayet cehenneme
girer."
Müminin
üzerine düşen cennetteki yerine hazırlanması için salih amelleri fazla
işlemesidir. Cennet sadece "Müslüman" adıyla anılmakla veya tatlı temennilerle
elde edilemez.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sevap ve ceza ne sizin temennileriniz, ne
de ehl-i kitabın kuruntusuna göredir. Kim bir kötülük işlerse, onun cezasını
görecek, Allah'tan başka hiçbir dost ve yardım bulamayacaktır. Erkek ol-sun-kadın
olsun kim mümin olur salih ameller işlerse, işte böyleleri cennete girecek,
zerre kadar bile haksızlığa uğratılmayacaktır." (Nisa, 4/123-124)
"İman"
Allah'ı bilip hak yola girmektir. Bilmekten maksat, Allah'ın sıfatlarını
bilmektir, zatını bilmek imkânsızdır.
"Salih
ameller" Bunlar, insanın dünyayı terk edip ahireti kazanmasına teşvik eden
amellerden ibarettir. Kötü ameller ise bunun zıddıdır.
[25]
11-
Eğer Allah insanların hayrı acele istedikleri gibi onlara şerri de acele
verseydi hepsinin vadesi bitmiş olurdu. Fakat biz bizimle karşılaşmayı
ummayanları azgınlıklarında bırakırız da bocalayıp dururlar.
12- İnsana bir sıkıntı geldiğinde (sağ tarafına)
yatarken, otururken veya ayakta iken bize yalvarıp durur. Fakat biz onun
sıkıntısını kaldırınca sanki o başına gelen sıkıntının kalkması için bize dua
etmemiş gibi eski yoluna devam eder. İşte böylece haddi aşanların yaptıkları,
kendilerine güzel gösterilmiştir.
"İnsanların
hayrı acele istedikleri gibi..." Burada mücmel ve müekked teşbih vardır.
"Hayır"
ve "şer" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır, "tacil'
kelimesi yerine "isti'cal" kelimesinin kullanılması Allah'ın hayırda
onlara süratle icabet edeceğine işarettir.
[26]
"Eğer
Allah insanların hayrı acele istedikleri gibi onlara şerri de acele verseydi"
yani şerri vaktinden önce verseydi... Ta'cil bir şeyi takdir edilen vaktinden
önce vermektir. İsti'cal ise bir şeyin takdir edilen vaktinden önce olmasını
istemektir. Alimler "Allah tarafından yapılan ta'cildir, kulun bunu
istemesi is-ti'caldir" demektedirler, "hepsinin vadesi bitmiş
olurdu." Yani hepsini helak ederdyama Allah onlara mühlet veriyor.
"Fakat
biz onları azgınlıklarında bırakırız" Tuğyan, küfür, zulüm ve düşmanlık
gibi kötü işlerde haddi aşmak ve azgınlık yapmak manasındadır. "da
bocalayıp dururlar." Şaşkınlık ve tereddüt içinde bulunurlar.
"İşte
böylece" sıkıntı anında Allah'a dua etmeleri, rahat anında ise yüz çevirmeleri...
"haddi aşanların" yani müşriklerin "yaptıkları kendilerine güzel
gösterilir."
[27]
Cenab-ı
Hak müşriklerin Muhammed'e peygamberlik verilmesini yadırgamalarını zikredip
arkasından tevhid ve öldükten sonra dirilişin delillerini daha sonra tevhid ve
öldükten sonra dirilişin delillerini beyan ettikten sonra burada da yine
müşriklerin "Allahım! Eğer Muhammed'in peygamberlik iddiasında
söyledikleri hak ise bize gökyüzünden taş yağdır, veya bize acıklı bir azap
ver" şeklindeki sözlerine cevap verdi. Cevabın özeti şudur: Şerri acele
olarak istemelerinin onlara bir faydası yok, aksi takdirde hepsi ölür, helak
olurlar.
Müşriklerin
yadırgamalarına cevap ise şudur: Ben size tevhid ve ahiretin kabulü inancını
getirdim. Bunların doğruluğunu ispatlayan delilleri de ortaya koydum. O halde
benim peygamberliğimi yadırgamanızın hiçbir manası yoktur.
[28]
Acelecilik
insanın tabiatında vardır. İnsan daima hayırda acele eder; çünkü hayrı
sevmektedir. Kızgınlık anında, ahmaklık yaptığı ve canı sıkıldığı zaman, serde
acele eder.
Allah
insanların hayrı acele olarak istedikleri gibi şerri istemek şeklindeki
dualarını kabul etmekte acele davransaydı hepsi ölür helak olurlardı.
Bunun
misali Mekke müşriklerinin üzerlerine acele olarak azap gelmesini
istemeleridir: "Kâfirler senden iyilikten önce kötülüğün gelmesini
isterler. Halbuki kendilerinden önce nice felâket misalleri geçmiştir."
(Ra'd, 13/6).
'Yine
bir zaman onlar "Allahım! Eğer bu (Kur'an) senin tarafından indirilmiş
hak kitapsa bizim üzerimize gökten taş yağdır veya bize acıklı bir azap
ver" demişlerdi." (Enfal, 8/32).
Allah
bu ayette azabı "şer" olarak adlandırdı. Çünkü azap cezalandırılan
kimseye bir eziyettir ve neticede hoşlanılmayan bir durumdur.
Bir
başka ayette ise azaba "seyyie: kötülük" adı verildi. "Onlar
senden... kötülüğün gelmesini isterler. Kötülüğün cezası aynı şekilde
kötülüktür." (Şûra, 42/40).
Ancak
Cenab-ı Hak hilmi ve kullarına lütufla davranması sebebiyle onların bu
isteklerini kabul etmez. Onlara mühlet vererek istidrac kabilinden onları
bırakır. Eğer kabul etse işleri biter, helak olurlardı. Tıpkı peygamberleri yalanlayanların
helak oldukları gibi. Bazan da, kendilerine verilen mühlet esnasında onlardan
bazıları iman etmektedir.
Küfürde
inatla davrananları Allah bu dünyada öldürmekle cezalandırmaktadır:
"Onlarla savaşın ki, Allah sizin elinizle onlara azap etsin. Onları rezil,
rüsvay etsin. Onlara karşı size zafer versin." (Tevbe, 9/14).
Ama
diğer kâfirlerin azabını ise kıyamet gününe bırakıyoruz: "Bizimle karşılaşmayı
ummayanlan azgınlıklarında bırakırız da bocalayıp dururlar." Yani bizimle
karşılaşmayı beklemeyenleri içinde bulundukları küfür ve yalanlama
azgınlığında bırakırız da şaşkın şaşkın dolaşırlar. Rasulullah (s.a.)'a değer
verdiğimiz için onlara dünyada tamamen yok edilmeleri gibi bir azap vermiyoruz.
Onlara mühlet veriyoruz, kendileri lehine kullanacakları hiçbir delil kalmasın
diye, azgınlıklarına rağmen onlara bol bol nimetler veriyoruz.
Yine
Allah'ın kullarına olan rahmetinin gereği olarak kendileri, mallan ve çocukları
aleyhine bir kötülük gelmesi için kızgınlık ve can sıkıntısı durumunda
bedduada bulunanların bu beddualarını Cenab-ı Hak kabul etmemektedir. Çünkü
Cenab-ı Hak onların kötülük kast ederek beddua etmediklerini gayet iyi
bilmektedir.
Ebu
Davud ve Ebu Bekir, el-Bezzar'ın Müsned'inde Cabir (r.a.)'den rivayet ettikleri
bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Kendinize
beddua etmeyin. Çocuklarınıza beddua etmeyin. Mallarınıza beddua etmeyin.
Bedduanız Allah tarafından bir kabul saatine denk gelir de bedduanız kabul
edilir."
Yine
Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Ben sevgilinin sevgili aleyhine
yaptığı bedduayı kabul etmemesini Allah'tan niyaz ettim."
İnsan
aceleci, çabuk daralan ve endişeye düşen bir varlık olmasından dolayı başına
bi zorluk, bir acı, hastalık, fakirlik veya tehlikeli bir durum geldiği zaman
bu sıkıntının gitmesi ve kaldırılması için ayakta, oturarak hatta yatarak her
durumda Rabbine ısrarla yalvarır. "Oturarak" vb. gibi durumların tekrarı
kulun duayı her durumda yaptığı içindir.
Allah
bu zorluğunu kaldırıp sıkıntısını giderince de kul yüz çevirir, yan döner,
sanki onda daha önce böyle bir şey yokmuş gibi gider, Rabbinden gafil olma ve
O'nu inkâr etme yoluna devam eder. Sanki hiç dua etmemiş, Allah da onun
sıkıntısını kaldırmamış gibi hareket eder. Bu durum bir ayet-i kerimede şöyle
anlatıyor: "Başına bir kötülük gelince de uzun uzun yalvarır."
(Fussilet, 41/51).
Bundan
sonra Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İşte böylece haddi aşanların
yaptıkları kendilerine güzel gösterilir." (Yunus, 10/12).
Yani
zorluk vaktinde Allah'a iltica edip rahat zamanda O'nu terk etmek şeklindeki bu
çirkin davranış içinde bulunan ve Mekke tağutlan olan müşriklere, yaptıkları
şirk amelleri, Kur'an ve ibadetlerden yüz çevirmeleri, nefsanî şehvetlere
uymaları güzel gösterilmiştir.
"İnsana
bir zorluk geldiği zaman" ayetindeki insan kâfirdir. Çünkü anlatılan bu
davranış kesinlikle müslümana yakışan bir davranış tarzı değildir.
"Sağ
tarafına yatarken, otururken veya ayakta iken bize yalvarıp durur."
Bununla bütün durumlarda dua yaptığı ifade edilmektedir.
"Haddi
aşanların yaptıkları kendilerine güzel gösterilmiştir." Burada bu durumu
onlara güzel gösteren ya şeytandır veya nefistir, yahut Allah Tealâ'dır.
Bu
ayette kâfir için nefsi ve malı hakkında "müsrif (haddi aşan) ifadesi
kullanıldı. Çünkü kişi nefsini putların kölesi yapmış, malını da faydası olmadan
yerlerde sarf etmiştir.
Daha
doğru olan görüşe göre -Kurtubî'nin dediği gibi- bu ayet kâfiri de başkalarını
da içine almaktadır. Bu durum tevhid ehlinden olan pek çok kişinin de
sıfatıdır. Kendisine bir iyilik veya afiyet verildiği zaman sıkıntı halindeki
durumunu unutur daha önceki günahlarına devam eder.
[29]
Bu
ayetler şu hususlara delâlet etmektedir:
1- Allah kullarına karşı çok lütufkârdır, çok yumuşak ve onlara karşı çok
merhametlidir. Kulların kendileri, malları ve çocukları aleyhine bir kötülük
gelmesi için kızgınlık anında ve can sıkıntısıyla yaptıkları bedduaları kabul
etmemektedir.
Eğer
Allah insanların hayır ve sevabı acele istedikleri gibi onlara cezayı acele
olarak verseydi hepsi derhal ölürlerdi. Çünkü insanlar bu dünyada zayıf bir
karakterde yaratılmışlardır. Kıyamet günkü yaratılışları bunun aksidir. Çünkü o
zaman baki kalmak üzere yaratılacaklardır.
Bu
ayet bazı insanların kötü ahlâkını yermektedir. Bu tip insanlar hayır için dua
eder, dualarının hemen acilen kabul edilmesini isterler. Sonra kötü ahlâkları
sebebiyle kötülük için beddua ederler. Eğer onlara bu konuda acele dav-ranılsaydı
hemen helak olurlardı.
Allah
Tealâ'nın hikmetlerinden biri Rasulullah (s.a.)'a kavmi olan Arapların ve
diğer milletlerin iman etmeleridir. Kim inkâr ederse Allah ya onu dünyada
öldürerek cezalandırır yahut ahirete bırakır. "Bizimle karşılaşmayı um-mayanları
azgınlıklarında bırakırız..." ayetinin manası budur.
2- Allah, insanlara kötülüğü hemen acele olarak vermez. Belki onlardan
biri tevbe edebilir veya sulbünden mümin çıkabilir. Allah Peygamberimiz (s.a.)
sebebiyle bütün âleme rahmette bulundu ve ümmetinden toptan helak olma azabını
kaldırdı. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) âlemlere rahmet idi.
3- İnsan bütün zorlu durumlarda önünde Allah Tealâ'dan başka iltica edeceği
kimse bulamaz. Başına gelen sıkıntıyı kaldırması için O'na dua eder. Fakat
belâdan kurtulduğunda süratle Rabbini unutur. Allah'ın onun üzerindeki lütfuna
karşılık vefakâr olmaz. Allah ondan bu sıkıntıyı kaldırıp da kurtulunca eski
küfrü üzerine devam eder, şükretmez ve ibret almaz.
4- İnsana bela anında Allah'a dua edip, rahat zamanında yüz çevirmesi hoş
gösterildiği gibi müşriklere de işledikleri küfür ve ma'siyetler hoş gösterilmiştir.
Bu
hoş gösterilme Allah'ın onu rezil, rüsvay etmesi için Allah tarafından
olabileceği gibi, şeytanın vesvesesi ile, şeytan tarafından da olabilir. Şeytanın
saptırması, kişiyi küfre davet etmesidir.
[30]
13-
Şüphesiz biz, sizden önce bir çok
nesilleri, peygamberleri kendilerine de- liller getirdikleri halde
zulmettikleri nesilleri, peygamberleri kendilerine de iÇin helak ettik. Zaten
onlar iman edecek değildirler. İşte biz suçlu bir toplu-böyle
cezalandırırızSonra da sizin ne yapacağınızı görmek için sizi onların ardından
yeryüzünde halifeler kıldık.
"İşte
biz suçlu bir topluluğu böyle cezalandırırız." Burada zamir yerine yani
"biz onları" yerine daha açık bir ifade olan"biz suçlu bir
topluluğu" ifadesini kullandı. Bunun sebebi suçlarının büyüklüğünü
belirtmek ve onların bu konuda çok meşhur oldukları içindir.
"Sizin
ne yapacağınızı görmek için" Burada temsilî istiare vardır. Çünkü kullan
ile Cenab-ı Hakkın durumu, halkının yaptıklarını görüp incelemek için halkına
mühlet veren devlet reisi ile halkına benzetilmiştir. Burada konuyu zihinlere yaklaştırmak
ve temsil vermek için kendisine benzetilen (müşebbehün-bih) benzetilen
(müşebbeh) yerine kullanılmıştır. Ancak Allah'ın hiçbir benzeri olamaz. Ayrıca
"nazar" (bakıp, görmek) kelimesi şüpheye kesinlikle yer vermeyen
gerçek ilim yerine kullanılmış. Bu ilim bir kimsenin bakmasına veya müşahede
etmesine benzetilmiştir.
[31]
"Şüphesiz
biz sizden önce" Bu ifade Mekke'lilere ve o devirde yaşayanlara hitaptır,
"bir çok nesilleri" ümmetleri. Kurun, karn kelimesinin çoğuludur.
Karn ise aynı zamanda yaşayan topluluk, nesil manasındadır. "peygamberleri
kendilerine deliller" doğru olduklarım açıkça gösteren mucizeler
"getirdikleri halde" şirk ve yalanlamak suretiyle "zulmettikleri
için helak ettik".
"İşte
biz suçlu bir topluluğu" kâfirleri "böyle" bu şekildeki bir ceza
ile "cezalandırırız." Bu ceza peygamberleri yalanlamaları ve bunda
ısrar etmeleri sebebiyle verilmiştir. Ayrıca kendilerine bir mühlet
verilmesinden hiçbir fayda elde edilemeyeceğinden dolayı kâfirlerin helak
edilmeleri cezasıdır.
"Sonra
da sizin ne yapacağınızı görmek için" Hayır mı, şer mi işleyeceksiniz?
Geçmiş ümmetlerden ibret alıp peygamberlerimizi tasdik edecek misiniz; bunları
görelim, sizlere amellerinize göre muamele edelim" diye. "Sizi"
ey Mekke halkı "onların ardından yeryüzüne halifeler kıldık".
Halife, bir hususta kendisinden başkasının yerine gelen kimse, halef demektir.
Yani sizi, helak ettiğimiz nesillerden sonra imtihana tabi tutmak üzere sizden
öncekilere halef kıldık.
[32]
Cenab-ı
Hak müşriklerin azabı acil olarak istediklerini bildirip onların bu dualarını
kabul etmenin hiçbir faydası olmayacağını açıkladıktan sonra onların bu
isteklerinde yalancı olduklarını anlattı. Zira onlar bir sıkıntı ile karşılaştıklarında
hemen bu sıkıntının kaldırılması için Allah'a yalvarıp yakarmaktadırlar.
Bu
ayetlerde ise tehdit manasına gelecek açıklamalara yer verildi: Allah Tealâ
onların derhal azap indirilmesi şeklindeki sahte taleplerini susturmak için,
daha önceki ümmetlere indirdiği gibi onların da kökünü kurutacak azap
indirebilirdi.
[33]
Cenab-ı
Hak Mekke'lilere hitap ederek onlara kendilerinden önceki bir çok ümmetleri,
peygamberlerinin getirdiği apaçık delilleri ve mucizeleri yalanladıkları ve
zulmettikleri için helak ettiğini haber vermektedir.
Nitekim
bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: "İşte zulmettikleri zaman helak
ettiğimiz şehirler! Biz onların helaki için de belli bir zaman tayin
etmiştik." (Kehf, 18/59).
Zulmetmeleri
sebebiyle bu ümmetlerin ve şehirlerin helak olması ya Nuh, Ad ve Semud kavmi
gibi peygamberlerini yalanlayan kavimlere gönderilen ve bu kavimlerin köklerini
kurutan ilâhî azap ile ya da kişilerin fısk ve fücurla birbirlerine
zulmetmeleri veya idarecilerin zulmü sebebiyle bu milletlerin güçsüz
bırakılması ve kuvvetli milletlerin bunların memleketlerini işgal etmeleri
suretiyle olmuştur.
Peygamberlerinin
doğru söylediğine delâlet eden mucizeleri yalanladıklarında onları helak
ettik. Zaten gerçekten iman edecek de değillerdi. Bu ifade onların
imansızlıklarını bir kere daha tekit etmektedir. Allah onların küfür üzerinde
ısrar edeceklerini, imanın onlardan çok uzak olduğunu bilmektedir.
İşte
böyle -yani bu şekildeki bir ceza ile, helak etme cezası ile- her suçluyu
cezalandırırız. Bu ifade Allah'ın Rasulünü yalanlama suçlarına işaret ederek
Mekkelilere karşı şiddetli bir korkutma ve tehdittir.
Cenab-ı
Hak bundan sonra Hz. Muhammed (s.a.)'in kendilerine gönderildiği topluma hitap
etti: Sonra da sizin hayır mı, şer mi işleyeceğinizi görmek, Rasulümüze itaat
etmenizi ve ona tabi olduğunuzu görmek için helak ettiğimiz bu milletlerin
ardından yeryüzünde sizi halifeler kıldık. Bu ifadede İslâm ümmeti itaate
sarılır ve Kur'an'm hidayetine tabi olursa yeryüzündeki hilâfeti ve hakimiyeti
elde edeceği beyan edilmektedir.
"Allah
içinizden iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle vaad etmiştir ki, mutlaka
kendilerinden önceki ümmetleri kâfirlerin yerine getirdiği gibi kendilerini de
yeryüzünde mirasçı kılacaktır..." (Nur, 24/55).
Bu
vaad gerçekleşmiş ve İslâm ümmeti Kisra, Kayser ve Firavunların beldelerine
hakim olmuştur.
Sahih-i
Müslim'de Ebu Said el-Hudrî'den rivayet edilmektedir ki: "Dünya tatlıdır,
yemyeşildir. Şüphesiz Allah sizi dünyaya varis kılacak ve ne şekilde hareket
edeceğinize bakacaktır. Dünyanın şerrinden sakının. Kadınların şerrinden
sakının. Çünkü İsrailoğulları'nın ilk fitnesi kadınlar sebebiyle
çıkmıştı."
Dünyaya
varis olmak salih amellere bağlıdır; yoksa sadece "İslâm" sıfatının
babadan oğula miras olarak nakledilmesi ile değil.
[34]
Bu
ayetler aşağıdaki prensipleri ifade etmektedir:
1- Eski ve yeni zalim milletlerin helaki ancak zulümleri sebebiyle olmuştur.
Zulüm ise ya küfür ve şirk (Allah'a karşı zulüm) veya kişilerin yahut idarecilerin
haddi aşmaları şeklinde olmuştur.
2- Yüce Allah, Rasulullah (s.a.)'ı yalanlayan toplumları derhal helak etmeye
kadirdir. Ancak Allah, onların aralarında iman edecek kimselerin bulunduğunu
veya onların sulbünden iman edecek kimselerin çıkacağını bildiği için ilâhî
hikmetinin gereği onlara mühlet vermiştir.
Şimdiki
milletlerin durumu da böyledir. Her millette binlerce kişinin İslâm inancına
ve İslâm nizamına iman etmeye yöneldiğini görüyoruz.
3- Bu ayet hidayetin ve imanın yaratıldığını ileri süren sapık mezhepleri
reddetmektedir.
4- Yeryüzünde halife (hakimiyet sahibi) olmak salih amellere bağlıdır. Allah
bir milletten sonra başka bir milleti, hayır mı, şer mi ne şekilde hareket
edeceğini görmek ve onlara amellerine göre muamele etmek için yeryüzünde varis
kılmaktadır.
Allah
kâinatın her tarafında ve mahlûkatında gelecekte olacak her şeyi bildiğine göre
bu ifadeden maksat insanlara bilfiil yaptıkları amellerle gözle görülür, elle
tutulur maddî bir delil ortaya koymaktadır.
Bunun
için Razî gibi bazı müfessirler şöyle derler: "Ayetin manası, Allah Tealâ
mahlûkatınm durumunu olmadan önce bilmiyor demek değildir. Bundan ıcurad Allah
Tealâ kullarına, onlardan meydana gelecek şeyi öğrenmek isteyen önyargılı
olmayan) ve buna göre karşılık vermek isteyen kimsenin muamelesi üe muamele etmek
istiyor" demektir. "Hanginiz daha güzel amel işleyeceğini denemek
için..." (Mülk, 67/2).
[35]
15- Ayetlerimiz
onlara açık açık okununca, bizimle karşılaşmayı um-mayanlar
(Peygamber'e) şöyle dediler: "Bize bundan başka bir Kur'an getir veya bunu
değiştir." Ey Muhammedi Onlara de ki: "Onu kendiliğimden değiştirme
yetkisine sahip değilim. Ben de ancak bana vahyedilene tabi oluyorum. Eğer
Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabından korkarım."
16-
De ki: "Eğer Allah dileseydi Kur'an'ı size okumazdım. Onu size
bildirmezdi. Daha önce yıllarca aranızda bulundum. Siz hiç aklınızı kullanmaz
mısınız?"
17-
Allah'a yalan iftira eden veya Allah'ın ayetlerini yalanlayan kimseden daha
zalim kim olabilir? Şüphesiz ki, suçlular hiçbir zaman kurtuluşa eremezler.
"Hiç
aklınızı kullanmaz mısınız1?" cümleleri inkâr ve azarlama manasında
sorudur.
[36]
"Ayetlerimiz"
Kur'an-ı Kerim "onlara açık açık" bütün manaları gayet açık
"okununca bizimle karşılaşmayı ummayanlar" Bunlar öldükten sonra
dirilmekten korkmayan müşriklerdir. "(Peygambere) şöyle dediler: Bize
bundan başka bir Kur'an getir" O getireceğin Kur'an'da tanrılarımızı
ayıplama olmasın, öldükten sonra dirilme, sevap ve ceza gibi çok uzak bir
ihtimal saydığımız hususlar bulunmasın, "veya bunu değiştir" Yani bu
gibi konuların bulunduğu ayet yerine başka ayet koyarak kendi kendine bunu
değiştir. Ey Muhammed! "Onlara de ki: Kendiliğimden değiştirme yetkisine
sahip değilim." Bu bana yakışmaz ve bunu yapmam doğru olmaz.
Kur'an'ı
değiştirmek suretiyle "Eğer Rabbime karşı gelirsem büyük günün"
Kıyamet günün "azabından korkarım." Yani onlar bu teklifi yapmakla
azabı kendilerine vacip kıldılar.
"De
ki: Allah dileseydi... onu size" benim lisanımla "bildirmezdi."
16. ayetteki "Lâ" nefy edatı olup daha öncesine atıftır; mana şudur:
Bu durum Allah'ın iradesiyledir, benim irademle değildir ki onu sizin arzu
ettiğiniz şekle getireyim.
"Daha
önce yıllarca" kırk yıl "aranızda bulundum." Size hiçbir şey söylemedim.
"Siz
hiç aklınızı kullanmaz mısınız?" Yani Kuran benim tarafımdan değildir.
Siz hiç düşünmez, Kur'an'm Allah tarafından olduğunu anlamak için hiç aklınızı
kullanmaz mısınız?
"Allah'a
yalan iftira eden" O'na ortak koşan "veya ayetlerini yalanlayan"
Kur'an'ı yalanlayıp inkâr eden "kimseden daha zalim kim olabilir?"
Yani hiç kimse olamaz.
"Şüphesiz
ki suçlular" müşrikler "hiç bir zaman kurtuluşa eremezler." Yani
saadete kavuşamazlar.
[37]
Cenab-ı
Hak müşriklerin (bir beşer olarak Muhammed'e vahiy indirilip peygamberlik
verilmesi ve eğer O'nun söyledikleri gerçekse hemen azap gönderilmesi
istekleri şeklindeki) iki şüphelerini zikrettikten sonra onlara ulûhiyet ve
tevhidi, ayrıca bütün âlemi, insanın tabiatını, tarihini ve içgüdülerini
yaratan Allah'ın vahye ve öldükten sonra diriltmeye kadir olduğunu ispat etti.
Burada
ise müşriklerin Kur'an'da şüphe ederek Peyamberimiz (s.a.)'in peygamberliğinde
kusur aramak şeklindeki üçüncü şüphelerini açıkladı.
Bunun
için müşrikler Peygamberimiz (s.a.)'den iki talepte bulunmuşlardı: Ya bu
Kur'an'dan başka bir Kur'an getirmeli veya bu Kur'an'ı değiştirmeliydi.
İbni
Abbas (r.a.)'tan rivayet edildiğine göre kâfirlerden beş kişi Peygamberimiz
(s.a.) ve Kur'an'la alay ediyorlardı. Bunlar Velid b. Mugire el-Mahzumî, As b.
Vâil es-Sehmî, Esved b. Muttalib, Esved b. Abdi-Yegûs ve Haris b. Han-zala idi.
Allah bunlardan her birini başka bir yolla öldürdü. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurdu: "Biz alay edenlere karşı sana yeteriz." (Hicr, 15/95).
Cenab-ı
Hak, Kur'an ayetleri müşriklere okununca bizimle karşılaşmayı ummayanlann
(Peygamber'e) "bize bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir"
dediklerini zikretti.
[38]
Rasulullah
(s.a.) müşriklere Allah'ın kitabını ve açık delillerini okuyunca ona dediler
ki: "Bunu götür ve başka bir şekilde içinde bizim tanrılarımızı ayıplayan
ve öldükten sonra dirilme ve amellerine karşılık verileceği gibi bizim
inanmadığımız şeylerin bulunmadığı başka bir Kur'an getir veya bu ihtar ayetlerinin
yerine başka ayet koyarak bu Kur'an'ı değiştir."
Müşriklerin
bu pazarlığı yapmaktan maksatları, Hz. Peygamber'in onların bu tekliflerini
yerine getirmesi halinde Kur'an'ın Allah tarafından indirildiği iddiasını boşa
çıkarmak idi.
"Bizimle
karşılaşmayı ummayanlar" yani öldükten sonra diriliş gününden ve hesaba
çekilmekten korkmayan ve sevap beklemeyenler; mahşerde toplanmayı ve amel
defterlerinin dağıtılmasını yalanlayanlar.
Allah
da peygamberine onlara cevap olarak şöyle demesini emretti: Bu Kur'an'ı benim
kendi kendime değiştirmem doğru değil, böyle bir yetkim de yok. Çünkü ben de
sadece bana vahyedilene tabi oluyorum. O da benim size tebliğ ettiğim
Kur'an'dır. Benim üzerime düşen sadece tebliğ etmektir. Kur'an Allah'ın kelâmıdır.
Bir işte başkasına tabi olanın o işte dilediği gibi tasarruf etme yetkisi
olamaz.-
Kur'an'ın
değiştirilmesi teklifine cevap olarak başka bir Kur'an getirmek imkânsız
olduğuna göre bu da imkânsızdır demekle yetindi.
Bu
ifadelerle müşriklerin yaptıkları bu teklifte azabı kendilerine vacip kıldıklarına
işaret edilmektedir.
Sonra
kendilerine gelen Kur'an'ın doğruluğu hususunda delil beyan ederek, Kur'an'ın
değiştirilmesi şeklindeki ilk taleplerine "De ki: Eğer Allah
dileseydi..." (Yunus, 16) ayetiyle cevap verdi.
Yani,
Ey Peygamber! Onlara de ki: Allah bu Kur'an'ı size okumamamı diteseydi
^Ynvmazdym. Bea asvtak Q'wwa. emriyle O'tvurv dilemesi ve iradesiyle yapıyorum.
Eğer Allah beni elçi gönderip size bildirmememi dileseydi beni elçi olarak
göndermez, bunu da size bildirmezdi. Ben de size haber vermezdim. Fakat Allah
hidayet ve saadet yolunu gösterecek bu kitapla size ihsanda bulundu.
"Şüphesiz
ki biz onlara iman eden bir topluluk için bir hidayet rehberi ve bir rahmet
kaynağı olmak üzere ilimle açıkladığımız bir kitap getirdik." (Araf,
7/52).
Size
söylediğim bu gerçeklerin delili şudur: Sizin içinizde Kur'an'ın inmesinden
önce 40 senelik bir hayat yaşadım. O müddet içerisinde ne Kur'an'-dan bir şey
okudum, ne de böyle bir şey biliyordum.
"Siz
hiç aklınızı kullanmaz mısınız?" Yani siz 40 yıl ümmi olarak yaşayan,
hiçbir kitap okumayan, hiçbir kimseden ders almayan, hiçbir şekilde eline kalem
alıp yazı yazmayan bir kişinin sizin, bütün insanların ve cinlerin başa
çıkamadığı, sizi ve bütün alimleri aciz bırakan bir kitabı kendisinin getiremeyeceğini
anlayamıyor musunuz?
Bu
ayet Kur'an'ın normal ölçülerin dışında bir mucize olduğuna işaret etmektedir.
Çünkü sizler, belagat ve fesahatta ileri derecede edebiyat dehaları olduğunuz
halde O'nun surelerinden birine benzer bir sure getiremediniz. Çünkü o beşer
kelâmı değil, Allah kelamıdır.
Zira
onun fesahati bütün güzel konuşan hatiplerin fesahatim geçmiş, bütün nesir ve
şiirlerden üstün olmuş, usul ve füru' kaidelerini ihtiva etmiş, eskilerin
kıssalarını açıklamış, gelecekte olan gayba dair haberler vermiş, sahih
ilimlere, gerçek ilmi nazariyelere uygun olarak gelmiştir.
"De
ki: İnsanlar ve cinler Kur'an'a benzer bir kitap uydurmak için bir araya
gelseler de, hiçbir zaman onun bir benzerini meydana getiremeyeceklerdi. Hatta
birbirlerine yardımcı olsalar bile..." (İsra, 17/88).
Şu
iki insandan daha zalim hiçbir kimse yoktur.
Birincisi:
Allah'a ortak veya oğul nispet ederek veya Allah'ın kelâmını sizin teklif
ettiğiniz şekilde değiştirerek yahut Allah adına söz uydurmak ve gerçekte Allah
göndermediği halde Allah'ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia
ederek Allah'a yalan iftira eden kimse.
İkincisi:
Allah'ın ayetlerini yalanlayan ve inkâr eden kimse.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak bunun sebebini "Şüphesiz ki suçlular hiç bir zaman
kurtuluşa ermezler." Yani kâfirler ahirette kurtulamayacaklardır ayetiy-le
beyan etmektedir.
"Allah'a
yalan iftira eden... kimseden daha zalim kim olabilir?" cümlesiyle
Peygamberimiz (s.a.)'in yalan söylemediği, "... veya Allah'ın ayetlerini
yalanlayan kimseden daha zalim kim olabilir?" cümlesiyle de Allah'ın
ayetlerini yalanlamaları sebebiyle onlara yapılan şiddetli bir tehdit ifade
edilmektedir.
[39]
Bu
ayetlerden aşağıdaki hususlar çıkarılmaktadır:
1- Bu Kur'an'dan başka Kur'an getirilmesini veya Kur'an'ın değiştirilmesini
talep eden müşriklerin bu sözlerinin açık bir şekilde onları rezil edecek
tarzda kaydedilmesi. Bu iki talep arasındaki fark şudur: Başka bir Kur'an
getirilmesinde "Onunla birlikte başkası da olabilir" anlamı vardır.
Kur'an'ın değiştirilmesi ise "Onunla beraber başkası olamaz"
demektir. Müşriklerin bu taleplerinin sebebi ya alay etmek ve hiçe saymak,
yahut denemek ve imtihan etmektir.
Bu
iki talebin muhtevası ise ya Kur'an'da yer alan müşriklerin ilahlarını
ayıplayan, bilgilerini ve hayallerini yıkan ifadelerin kaldırılması veya
cennetin cehennem, cehennemin cennet olarak; helâlin haram, haramın helâl
olarak değiştirilmesi, yahut öldükten sonra dirilme ve kabirlerden çıkıp mahşer
yerinde toplanma gibi ifadelerin kaldırılmasıdır. Bütün bunların hepsi de
murad edilmiş olabilir.
2- Müşriklerin arzularının reddedilmesi, Kur'an'ın Allah'ın kelâmı olduğunu
ve Rasulullah (s.a.)'m vazifesinin kendisine vahyedilen kitabı tebliğ etmek
olduğunu ve bunun onlara tebliğ ettiği cennetle vaad etmek, cehennemle tehditte
bulunmak, helâl-haram, emir-nehiy gibi hususlara tabi olmak olduğunun ilân
edilmesi.
3- Kur'an şeriatının kısmen veya tamamen değiştirilmemesi ve Kur'anla
amel edilmesinde ısrarlı davranılması şeklindeki değişmez tavır ancak kıyamet
günü büyük bir azaba yakalanmamak gayesiyle konulmuştur.
4- Kur'an'ın indirilmesinden maksat onun bütün insanlara, özellikle müşriklere
tebliğ edilmesidir. Allah'ın dilemesi böyle olmasaydı Allah onu indirmez,
okunmasını emretmez, muhtevasını bildirmezdi.
5- Kur'an'ın gerek nazım, üslup ve lafız itibariyle ve gerek kimseden
ders almayan, okumayan, yazmayan bir ümmi olması itibariyle Kur'an'ın benzerini
getirmeleri veya en kısa bir sure dahi olsa benzer bir sure getirmeleri hususunda
müşriklere meydan okuması gibi bütün bu delilleriyle açıkça anlaşılıyor ki
Kur'an Allah'ın kelâmıdır.
6-
Allah'a yalan iftira eden,
Allah'ın kelâmını değiştiren ve Allah'ın kelâmına Allah'ın indirmediği bir şeyi
ilâve eden kimseden daha zalim, daha azgın, daha mücrim kim olabilir?
Ey
Müşrik kâfirler! Kur'an'ı inkâr edip Allah'a yalan iftira ederek "Bu söz
Allah kelâmı değildir" deyince sizden daha zalim hiç kimse olamaz.
7-
Mücrim kâfirlere hiçbir şekilde
kurtuluş yoktur. Mücrimliğin karşılığı kesin olarak eli boş dönmektir.
[40]
18-
Onlar Allah ı bırakıp kendilerine fayda ve zarar vermeyen putlara taparlar ve
"Bunlar (Allah katında) bizim şefaatçılanmızdır" derler. De ki:
"Göklerde ve yerde Allah'a O'nun bilmediği bir Şeyi mi haber
veriyorsunuz?1 Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir.
"Allah'a
O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" Buradaki soru tehekküm
(hafife alıp eğlenme) ve takri' (başa kakmak) ifadesi taşımaktadır.
[41]
"Onlar
Allah'ı bırakıp" Allah'tan başkasına taparlarsa "fayda
vermeyen," tapmazlarsa "zarar vermeyen şeylere" yani putlara
"taparlar" çünkü putlar fayda veya zararı dokunmayan cansız varlıklardır.
Gerçek ma'bud sevap veren veya ceza veren bir varlık olmalıdır ki bir zararı
önlemek suretiyle kula yararlı olsun. "Bunlar" yani bu putlar Allah
katında "bizim şefaatçılanmızdır, derler." Bizi ilgilendiren dünya
işlerinde ve eğer öldükten sonra dirilme varsa -ki onlar sanki bu konuda şüphe
ediyorlar- ahirette bize putlar şefaat edeceklerdir.
"Allah'a
Onun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" Yani Allah'ın ortağı
olduğunu mu söylüyorsunuz? Şayet ortağı olsaydı elbette Allah bunu bilirdi. Çünkü
O'na hiçbir şey gizli kalamaz.
[42]
Cenab-ı
Hak, Kur'an-ı Kerim'de müşriklerin kendileri için ilâh kabul ettikleri putları
tenkit eden ayetler bulunması sebebiyle, müşriklerin Rasulullah (s.a.)'tan ya
bu Kur'an'dan başka bir Kur'an getirmesini veya onu değiştirmesini
istediklerini beyan ederek bu putların ne faydası ne de zararı dokunan cansız
birer varlık oldukları ve iddialarına hiçbir delil olmadığı halde bu putlara
tapmalarına ve bunları Allah katında şefaatçi saymalarına şiddetle karşı çıktı.
Allah'ı bırakıp putlara tapmak akıllı kimselere nasıl yakışabilir ki!
[43]
Allah
Tealâ müşriklerin iki davranışını kesinlikle reddediyor: Putlara tapmak ve
Allah katında bu putların şefaatlarımn fayda vereceğini sanarak putları
şefaatçi kabul etmek. Cenab-ı Hak da putların hiçbir faydası ve zararı
dokunmayacağını ve ellerinde hiçbir şey olmadığını bildirdi.
Cahiliye
devri Arapların çoğu yaratıcısının varlığını itiraf ediyorlardı. "Onlara
yeri ve gökleri kim yarattı diye soracak olsan elbette "Aziz (her şeye
galip) olan ve Alim (her şeyi bilen) Allah yarattı" diyeceklerdir."
(Zuhruf, 43/9).
Ancak
öldükten sonra dirilmeyi inkâr ediyorlar, hiçbir faydası veya zararı dokunmayan
putlara, taş veya çeşitli madenlerden yapılmış cisimlere tapıyorlardı. Hem
Allah'a hem de Allah ile birlikte putlara tapıyorlardı: "Onların çoğu
ancak müşrik olarak Allah'a iman ederler." (Yusuf, 12/106).
Müşrikler
putların fayda ve zarar vermeye kadir olduklarını, kendilerine Allah katında
şefaat edecek aracılar olduklarını zannediyorlardı:
"Onlar,
Biz putlara ancak bizi daha çok Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz,
derler." (Zümer, 39/3).
İşte
bu iki husus onların putlara tapmalarına sebep olmaktadır.
Nadr
b. Haris'ten rivayet ediliyor ki: Kıyamet günü olduğu zaman Lât ve Uzza putları
bana şefaatçi olacak.
Allah
onlara "De ki: Göklerde ve yerde Allah'a O'nun bilmediği bir şeyi mi haber
veriyorsunuz." ayetiyle cevap verdi. Yani Ey Rasulüm! Onlara de ki: Sizin
iddia ettiğiniz şeylerin hiçbir delili yoktur. Siz Allah'a ne yerde, ne de
göklerde bulunmayan, Allah'ın hiç bilmediği o şefaatçıları mı haber veriyorsunuz?
Bu
ayetin benzeri bir ayet de şöyledir: 'Yeryüzünde Allah 'm bilmediği şeyler var
da onları mı Allah'a haber veriyorsunuz?" (Rad, 13/33).
"Allah'ın
bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz?" ifadesi Allah'a şirk koşulan ve
şefaatçi olacakları söylenen bu şeylerin bulunmadığını gösterir. Yer ve gökte
bulunan bütün varlıklar Allah'a şirk koşulmaya lâyık olmayan, onlar gibi
değersiz, sonradan yaratılan varlıklardır.
Bundan
sonra Allah yüce zatını bunların şirk ve küfürlerinden tenzih ederek şöyle
buyurdu: "Allah onların şirk koştuğu şeylerden münezzeh ve yücedir."
Yani Allah onların kendisine şirk koştuğu şefaatçılar ve vasıtalardan münezzeh,
tam manasıyla beri ve yücedir. O, onların şirk koşmalarından ve O'na
yakıştırdıkları ortaklardan münezzehtir.
[44]
Bu
ayet şu hususlara delâlet etmektedir:
1- Müşrikler yegâne yaratıcı ve ilâhın Allah olduğunu itiraf ettikleri
halde şu iki sebeple putlara tapmaktadırlar:
a) Putların fayda ve zarar vermeye kadir olduğuna inanmaları.
b) Putların din ve dünya işlerinde Allah katında kendilerine şefaat etme
hakkına sahip olduklarına inanmaları.
Bu
onların son derece bilgisiz olduklarını gösterir. Zira onlar her şeyi yoktan
var eden, fayda veren, zararı yaratan Allah'a ibadet etmeyi bırakarak, şu anda
hiçbir faydası ve zararı bulunmayan şeylerden gelecekte şefaat beklemektedirler.
2- Müşriklerin putlara tapmaları ve onları Allah'a ortak koşmaları
onların varlığına inanmak suretiyle Allah'a iftira etmek sayılır. Çünkü bu
ortakların ne yeryüzünde, ne de göklerde varlıkları vardır. Çünkü Allah
yeryüzünde ve göklerde kendisi için hiçbir ortak bilmiyor, çünkü O'nun ortağı
yoktur, bundan dolayı bilmiyor: Böyle bir ortak olsaydı Allah Tealâ'nın bilgisi
dahilinde olurdu. Allah Tealâ'ya malum olmadığına göre böyle bir şeyin var
olmadığı ortaya çıktı.
3- "Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir,
yücedir." ayeti Allah'ın ortağı bulunmasından çok daha ulu olduğuna
delâlet etmektedir.
Zemahşerî
diyor ki: "Amma" kelimesindeki "ma" mevsule veya
masdariy-yedir. Yani "Allah onların kendisine yakıştırdıkları ortaklardan
veya onların ortak koşmasından münezzehtir" demektir.
4- Bu ayet "ulûhiyetteki şirki" yani Allah'tan başkasına mutlak
olarak ibadet etmenin batıl olduğunu aynı zamanda "rububiyetteki şirk'ı
yani yaratma ve kâinatı düzene koyma hususunda veya Allah katında şefaat etme
hususunda Allah'a vasıta olacak şeylerin iddia edilmesinin batıl olduğunu ispat
etmektedir.
[45]
19-
İnsanlar sadece tek ümmet idiler. Sonra
ihtilâfa düştüler. Eğer Rabbinin daha
önce verdiği bir vaadi olmasaydı,
ihtilâf ettikleri hususlarda aralarında
kesin hüküm verilmiş olurdu.
"İnsanlar
sadece tek ümmet idiler." Yani aynı din üzerine idiler. Bu din de Hz.
Adem'den Hz. Nuh'a, veya Hz. İbrahim'den Araplar arasında puta tapmayı ilk icat
eden Amr b. Luhayy'e kadar İslâm dini tek din olarak devam etti.
"Sonra
ihtilâfa düştüler." Yani bazıları hak dinde sabit olurken, bazıları küfre
düştüler.
"Eğer
Rabbimin daha önce verdiği bir vaadi olmasaydı..." Aralarındaki hükmü
geciktirmek veya kesin azap ve cezayı kıyamet gününe bırakmak şeklinde bir
vaadi olmasaydı dinde "ihtilâf ettikleri hususlarda aralarında" yani
insanların arasında dünyada acilen, batıl yola giren kâfirlerin helak olması ve
hak yolda yürüyen müminlerin baki kalması şeklinde "kesin hüküm verilmiş
olurdu."
[46]
Cenab-ı
Hak putlara tapmanın batıl olduğuna dair delilleri ortaya koyduktan sonra bu
fasit görüşün ortaya çıkış sebebini açıkladı. Bu şirk koşma önceleri hiç
yokken, insanların hepsi tek din üzerinde hak din olan İslâm üzerinde iken
ihtilâf (yani nefsi arzulara ve batıla tabi olmaları) sebebiyle insanlar
arasında sonradan ortaya çıkan bir durumdur.
İbni
Abbas diyor ki: Hz. Adem ile Hz. Nuh arasında on nesil vardı. Hepsi İslâm
üzerinde idiler. Bundan sonra insanlar arasında ihtilâf çıktı. Putlara,
heykellere, cansız varlıklara tapmaya başladılar. Bunun üzerine Allah ayetleri
ve kesin hüccetleri, apaçık burhanları ile peygamberlerini gönderdi:
"helak olacak olan açıkça delili gördükten sonra helak olsun, yaşayan da
açıkça delili gördükten sonra yaşasın diye..." (Enfal, 8/42).
[47]
İnsanlar
her zaman bir olan, ortağı bulunmayan Allah Tealâ'ya iman eden tertemiz fıtrat
-İslâm fıtratı ve tevhid akidesi- üzerinde olan tek bir ümmet idiler.
Daha
sonraları nefsî arzulara ve batıl görüşlere uyarak dini meselelerde yani
peygamberlerin gönderilmesi konusunda ihtilâfa düştüler. Bir grup peygamberlere
tabi olurken başka bir grup delâlet üzerinde ısrar etti.
Bu
ayetin benzeri Allah'ın şu kelâmıdır: "İnsanlar tek bir ümmetti. Allah
onlara müjdeleyen ve uyarıcı peygamberler gönderdi..." (Bakara, 2/213).
Peygamberimiz
(s.a.)'in şu hadis-i şerifi de bu manayı teyit etmektedir: "Her doğan
çocuk fıtrat üzerine doğar, nihayet dili de bunu ifade eder. Onu annesi ve
babası Yahudi, Hristiyan veya mecusi yapar. "[48]
Bütün
insanlar hak din -İslâm dini- üzerinde idiler. Sonra ihtilafa düştüler. Bunun
üzerine Cenab-ı Hak ihtilafları Allah'ın kitabıyla ortadan kaldırmak ve onları
hidayete davet etmek için peygamberleri gönderdi. İnsanlardan bir kısmı iman
edip hidayet buldu, bir başka kısmı ise haddi aşarak sapıttı. Sonra da nefsî
arzularına uyarak Allah'ın kitabında ihtilâfa düştüler.
"Eğer
Rabbinin daha önce verdiği bir vaadi olmasaydı..." Yani Allah'ın insanlar
arasındaki son hükmün ve tam karşılığın karar ve ceza günü olan kıyamet günü
olacağı şeklinde daha önce ifade ettiği bir hak söz olmasaydı ve hakkı
çiğneyenlerin helak olması şeklindeki cezalarını hemen dünyada iken verseydi
aralarında ihtilâf ettikleri konularda kesin hüküm verilmiş olurdu:
"Senin
Rabbin ihtilaf ettikleri hususlarda kıyamet gününde onların aralarında hükmünü
verecektir." (Yunus, 93).
Bu
ayette insanları tekrar ilk vahdet günlerine götürmek ve aralarındaki
çekişmeleri ortadan kaldırmak için indirilen Kur'an'da ve itikat esaslarında ihtilâf
edilmesine karşı bir tehdit vardır. Yine bu ayette Peygamberimiz (s.a.)'i inkâr
edenlere karşı verilecek azabın geciktirilmesi hususunda Peygamberimiz (s.a.)
teselli edilmekte ve insan tabiatı beyan edilmektedir.
[49]
Bu
ayet şu üç hükmü ihtiva etmektedir.
1- İnsanda asıl olan şey fıtrat ve tevhid dini üzerinde olmasıdır. Bu,
yaratıcının adalet ve rahmetinin delilidir. Çünkü Allah bulûğ çağına kadar bu
şekilde kalmasını hükmetti. Sonra onu aklıyla ve ilâhî vahiy hakkında düşünmekle
başbaşa bıraktı.
2- Nefsî arzulara ve batıl düşüncelere uyma sebebiyle peygamberler ve
ilâhî kitaplar hakkında ihtilâfa düşmek, insanların parçalanmalarına müminler
ve kâfirler diye ayrılmalarına sebeb olur.
3- Allah'ın kullan arasında ihtilafa düştükleri hususlarda kıyamet gününden
önce sevap ve ceza ile hükmetmeyeceği şeklindeki Allah'ın hükmü tamamlanmış,
bu konudaki kaza ve kaderi daha önceden ezelden kesinleşmiştir.
Bu
geçmişte verilen karar ve ezelde verilen (amellerin karşılığının kıyamet
gününe) tecil vaadi olmasaydı Allah insanlar arasında dünyada iken hükmederdi,
müminleri cennete, küfürleri sebebiyle kâfirleri cehenneme koyardı.
Bu
Allah'ın kıyamet günündeki vaadidir ki insanın inancını doğrultması, durumunu
değiştirmesi, isyan, küfür ve delâletinden dolayı tevbe etmesi ansızın
yakalanıp cehenneme atılmaması için insana yetecek fırsatın verilmesi
şeklindeki yüksek hikmetine binaen ezelde bu şekilde karar vermiştir.
[50]
20-
(Müşrikler) "O'na Rabbinden bir mucize indirilseydi ya" derler. De
ki: "Gaybı bilmek ancak Allah'a aittir. Bekleyin. Ben de gerçekten sizinle
beraber bekleyenlerdenim"
"Ona"
yani Muhammed'e "Rabbinden bir mucize" Hz. Salih (a.s.)'in devesi,
Hz. Musa (a.s.)'nın asası ve nurlu eli, Hz. İsa (a.s.)'ya gökten inen sofra
gibi önceki peygamberlere verildiği şekilde maddî gözle görülür, dünyada
meydana gelecek bir mucize "indirilseydi ya! derler". Bunu diyen
Mekke halkıdır.
Onlara
"De ki: Gaybı bilmek ancak Allah'a aittir". Gaybı bilmek sadece Ona
mahsustur. Buna Ondan başkası eşiremez. Benim üzerime düşen sadece tebliğde
bulunmaktır. Belki de Allah bunu kulların bilmesinde fayda olmadığı için
indirmeyebilir. Çeşitli mucizeler gelmiş ancak inatçı inkarcılar bunlara
inanmamışlardı. Bunun inmesine engel olan Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği
gaybî bir durumdur.
"Bekleyin"
teklif ettiğiniz mucizelerin inmesini, gelmesini bekleyin, yahut iman
etmezseniz azabı bekleyin.
"Ben
de gerçekten sizinle beraber" Allah'ın size indirdiği büyük mucizeleri
inkâr edip başkalarını teklif etmenize karşılık Allah'ın size ne yapacağını
"bekleyenlerdenim. "[51]
Cenab-ı
Hak daha önce Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinde kusur aramak için müşriklerin
ileri sürdüğü üç şüpheyi zikretmişti. (Bu üç şüphe, vahyin Muhammed'e inmesini
yadırgamaları, eğer Muhammed doğru söylüyorsa derhal azabın gelmesini
istemeleri ve Kur'an'da şüphe etmeleri idi.)
Burada
ise Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr etmek için dördüncü bir şüphe
zikredildi. Bu da Kur'an'ın mucize olamayacağı şüphesi idi. Çünkü Hz. Musa ve
Hz. İsa (a.s.)'ın kitapları mucize olmayıp onların peygamberliklerine delâlet
eden diğer mucizeler vardı. Ayrıca Kur'an-ı Kerimin ifadesiyle "Dileseydik
biz de bunun benzerini söyleyebiliriz." (Enfal, 8/31) diyen Arap
müşriklerden Kur'an'ın benzerini söylemenin mümkün olduğunu iddia edenler de
vardı. Onlara göre peygamberliğinin ispatı Ona mucize olabilmesi için
Kur'an'dan başka maddî, elle tutulur, gözle görülür bir kâinat delili
(mucize)'nin inmesi mutlaka gerekli idi.
Halbuki
Kur'an peygamberliğe ve risalete delâlet eden ilmi ve akli pek çok delilleri
ihtiva ediyordu.
[52]
Bu
inatçı ve yalanlayıcı kâfirler defalarca Muhammed'e, Hz. Nuh, Şuayb, Hud,
Salih, Musa ve İsa (a.s.) vb. peygamberlere nazil olan mucizeler gibi bir
mucize yahut Safa'mn altına çevrilmesi, Mekke dağlarının kaldırılıp yerine
nehirler, bahçeler konulması gibi ancak Allah'ın kadir olabileceği elle
tutulur, gözle görülür bir kâinat delili (mucize) indirilseydi ya diyorlardı.
Kur'an
bir çok yerde Mekke müşriklerinin maddî mucizeler indirilmesi şeklindeki
taleplerini anlattı. Yu burada olduğu gibi özlü bir şekilde, yahut Furkan
suresinde olduğu gibi tafsilatlı bir şekilde bu isteklerine cevap verdi:
"Kâfirler
şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda geziyor?
Kendisine bir melek indirilip de onunla birlikte uyarıcı olsaydı ya!"
'Yahut
kendisine bir hazine indirilse veya bir bahçesi olsa da oradan yese ya!"
(Furkan, 25/7-8).
Bundan
sonraki ayet ise şöyledir: "Allah yüceler yücesidir! O dilerse sana (daha
dünyada iken) (onların istediklerinden) daha hayırlısını, altlarından ırmaklar
akan cennetleri verir ve senin için köşkler yapar." (Furkan, 10)
İsra
suresinde müşriklerin Peygamberimiz (s.a.)'den önemli birkaç mucizeden birini
getirmesini istediklerini anlatılır:
"Kâfirler
şöyle dediler: Bizim için yerden suyu kesilmeyen bir kaynak çıkarmadıkça sana
iman etmeyeceğiz."
"Veya
içinde hurma ve üzüm bulunan bir bahçen olsun, ortasından şırıl şırıl ırmak
akıtasın."
'Yahut
iddia ettiğin gibi göğü başımıza parça parça düşür veya Allah'ı ve melekleri
karşımıza getir."
"Veyahut
altından bir evin olmalı veya göğe çıkmalısın. Allah'tan gelen bir peygamber
olduğunu yazan okuyabildiğimiz bir kitap getirmedikçe göğe çıktığına da
inanmayız." (Ey Muhammedi) Sen onlara şöyle de: Rabbimi tenzih ederim!
Nihayet ben de beşerden bir peygamberim" (İsra, 17/90-93).
Bu
gibi tekliflere verilen en kesin cevap şu ayet-i kerime idi: "Onlara
mucize göndermeyişimizin sebebi sadece önceki kavimlerin kendilerine gönderilen
mucizeleri yalanlamalarıdır." (İsra, 17/59). Yani Âd kavmi Semud kavmi
gibi kavimlerin gönderilen mucizeleri yalanlamalarıdır.
Biz
onlara geçmiş kavimlere yapılan muamele gibi muamele etmemeyi, dolayısıyla
onları da öncekiler gibi helak etmemeyi kararlaştırdık. Çünkü Muhammed (s.a.)
peygamberlerin sonuncusudur, bütün âlemleri kaplayan umumi bir rahmettir.
Ayrıca onların neslinden iman edip Allah'ın birliğine inananlar dünyaya
gelebilir.
Bütün
bunlarla birlikte Allah peygamberine ilmî ve tabiî mucizeler ihsan etti. Ancak
bunları peygamberliğine hüccet olarak vermedi, ayrıca onlardan da bu çeşit
mucizelere iman etmelerini istemedi. Bu mucizeler Peygamberimiz (s.a.)'in bazı
dualarının kabulü, hastaların O'nun vasıtasıyla şifa bulması,
Bedir
ve Tebuk Gazveleri'nde az bir yiyecekle çok kimsenin doyması, ayın iki parçaya
ayrılması, hurma kütüğünün inlemesi, kelerin konuşması gibi Maver-di'nin
A'lamü'n-Nübüvve (Peygamberlik mucizeleri) gibi siyer ve hadis kitaplarında
teferruatlı bir şekilde yer alan, bilinen ve sadece zaruret icabı gösterilen
mucizelerdir.
Bütün
bu mucizelere rağmen Kur'an-ı Kerim Peygamberimiz (s.a.)'in ebedî mucizesi
olarak kalacaktır. Asrımızda yapılan yeni buluşların, yeni ispat edilen ilmî ve
tabiî nazariyelerin Kur'an'da yer alan haberlere tamamen uygun olması bu
Kur'an'ın bu mucizevî yönünü teyit etmektedir.
Buharî,
Müslim ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hadis-i şerifte şöyle
buyuruluyor: "Hiçbir peygamber yoktur ki kendisine beşerin benzerine iman
ettiği bazı mucizeler verilmesin. Bana verilen sadece Allah'ın bana vahyettiği
Kur'an idi. Kıyamet günü hepsinden daha çok ümmeti olan bir peygamber
olacağımı ümid ediyorum."
Bu
ayetteki özlü cevap "De ki: Gaybı bilmek Allah'a aittir..." şeklinde
idi. Yani sizin tekliflerinizin kabul edilmesi ve bir mucizenin inmesi gayba
ait durumlardandır. Gaybı bilmek de sadece Allah'a mahsustur. Gaybı O'ndan başkası
bilemez. Her şey Allah'ındır. Her şeyin neticesini Allah bilir. Benim veya bir
başka birinin Allah Tealâ'nın kendisine mahsus kıldığı gaybı bilme hakkı ve
yetkisi yoktur. Eğer Allah bana bir mucize indirilmesini takdir etti ise, bunun
ne zaman ineceğini de kendisi bilir.
"Bekleyin.
Ben de gerçekten sizinle beraber bekleyenlerdenim." Yani eğer siz
istediğiniz ve teklif ettiğiniz mucizelerin indiğini görünceye kadar iman etmezseniz,
Allah'ın benim ve sizin hakkınızdaki hükmünü yani inadınız ve mucizeleri inkâr
etmeniz sebebiyle size gelecek azabı bekleyin.
Allah
Tealâ beklenilen şeyin ne olduğunu bu surenin sonlarında açıkladı. 'Onlar
kendilerinden öncekilerin geçirdikleri günlerin benzerinden başka bir gün mü
bekliyorlar. De ki: Bekleyin, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim."
Yunus, 102).
[53]
Bu
ayet iki noktayı anlatmaktadır:
1- Vahiy indirmek, mucizeler ve kâinatta peygamberliğin delillerini
indir-uek gibi, gayba ait hususları, bilmek Allah'a mahsustur. Peygamber sadece
kendisine vahiy gelen, Rabbinden kendisine indirilen hususları tebliğ eden bir
eteidir.
2- Mekke kâfirleri ve benzerlerinin Hz. Peygamber (s.a.)'in peygamberliğine
iman etmezlerse onlara gelecek bir azapla tehdit edilmeleri onlara karşı Hz.
Peygamber (s.a.)'in zafere kavuşacağı, haklının batılı savunana karşı galip
feleceği Hz. Peygamber (s.a.) ile kâfirler arasında kesin hüküm verileceği gerçeğiyle
uyarılması.
[54]
21-
İnsanlara dokunan bir sıkıntıdan sonra bir rahmet tattırdığımızda, hemen
ayetlerimiz hakkında bir hileye baş vururlar. De ki: "Allah'ın hilesi (o
hilelere karşı cezası) daha çabuktur. Şüphesiz elçilerimiz yaptığınız hileleri
yazıyorlar."
22-
Sizi karada ve denizde yürüten Allah'tır.
Bulunduğunuz gemi içindekileri tatlı bir rüzgarla götürürken
ve yolcuların da neşeli oldukları bir sırada, şiddetli bir fırtına çıkıp da her
taraftan dalgalar hücum edince artık tamamen kuşatıldıklarını anlarlar ve
Allah'ın dininde halis ve samimi kimseler olarak Allah'a şöyle dua ederler:
"Sen bizi bu durumdan kurtarırsan, biz mutlaka şükredenlerden
olacağız."
23-
Allah onları kurtarınca, hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlık etmeye
başlarlar. Ey insanlar! Yaptığınız taşkınlık sadece kendi aleyhinizedir, (istediğiniz
şey sadece fani) dünya hayatının zevkleridir. Sonra dönüşünüz bizedir, biz de
size bütün yaptıklarınızı haber vereceğiz.
"Allah'ın
hilesi daha çabuktur." Mekr, gizli tuzak, hile demektir. Allah'ın hilesi,
ya fırsat vermesi, yahut yapılan hileye ceza vermesidir. Allah'ın cezasının
"Allah'ın hilesi" şeklinde anılması müşakele babındandır. Yani Allah
herkese yaptığı ameliyle karşılık verecektir.
"Bulunduğunuz
gemi içindekileri... götürürken" Burada sizi götürürken ifadesi yerine
"içindekileri" denilmesinde ikinci şahıstan üçüncü şahsa geçiş
"iltifat" sanatı vardır. Bunun sebebi kâfirlerin nimete şükretmeleri,
kâfirlere hayret edilmesi, durumlarının yadırganması ve onları daha fazla
ayıplama ve kınamadır.
[55]
"İnsanlara"
yani Mekke kâfirlerine "dokunan bir sıkıntıdan" perişanlık, kuraklık,
kıtlık ve hastalıktan "sonra bir rahmet" yağmur, verimlilik, sağlık
ve genişlik "tattırdığımızda" maddî tatmanın dışında rahmet, nimet,
azap, ceza gibi manevî şeylerin idrak edilmesinde de, mecazen tatmak kelimesi
kullanılır., "hemen ayetlerimiz hakkında bir hileye" yani, ayetlerde
kusur bulma, ayetleri reddetmek hususunda çeşitli yollar aramaya, alay etme ve
yalanlamaya "baş vururlar." Onlara "De ki: Allah'ın hilesi (o
hilelere karşı cezası) daha çabuktur." Mekr, başkasını beklemediği bir
şeyle karşı karşıya getirecek gizli tuzaktır. Buradaki manası ise hileye karşı
ceza veya istidrac (geçici olarak firsat vermek)tir. "Şüphesiz
elçilerimiz" yani yazıcı melekler, Hafaza melekleri "yaptığınız
hileleri yazıyorlar."
"Sizi
karada ve denizde yürüten Allah'tır." Kara ve denizleri sizin emrinize
verir, size gemi, hayvan, araba, uçak ve benzeri ulaşım vasıtalarını verir,
sizi yürüterek bir yerden başka yere intikalinize imkân sağlar.
"Bulunduğunuz
gemi içindekileri tatlı" hoş ve ılık "bir rüzgârla götürürken
şiddetli bir fırtına" yani her şeyi parçalayan şiddetli esen bir kasırga
"çıkıp da her taraftan dalgalar hücum edince artık tamamen
kuşatıldıklarını" helak olacaklarını "anlarlar."
"Allah'ın
dininde" duada "halis ve samimi kimseler olarak Allah'a şöyle dua
ederler: "Sen bizi bu" korkunç "durumdan kurtarırsan biz mutlaka
şük-redenlerden" Allah'ı bir kabul edenlerden "olacağız."
"Allah"
dualarını kabul ederek "onları kurtarınca yeryüzünde haksız yere taşkınlık
yapmaya başlarlar." Yani fesat çıkarırlar, eskiden bulundukları duruma
dönerler. Bağy; itidali ve normal yolu aşıp şirk gibi fesat ve zulme düşmek ve
taşkınlık yapmaktır. "Haksız yere" yani hakkı kabul etmeyerek, gerçek
fesatçılık memleketi tahrip etmek, ekilen ziraati yakmak, savaş esnasında
ağaçlan kesmek gibi fiillerdir.
"Ey
İnsanlar! Yaptığınız taşkınlık sadece kendi aleyhinizedir." Yani sizin
zulmünüzün vebali ve günahı sizin üzerinizedir.
"İstediğiniz
şey fani dünya hayatının zevkleridir." Az istifade edeceğiniz zevklerdir.
Öldükten sonra "dönüşünüz bizedir, biz de size bütün yaptıklarınızı haber
vereceğiz." Yani yaptıklarınızın karşılığını vereceğiz.
[56]
Cenab-ı
Hak Kur'an'dan başka kâinat delili (mucize) indirilmesini isteyen müşriklere;
bu, Allah'ın kendisi için ayırdığı gayba ait hususlardandır, şeklinde cevap
verdikten sonra bir başka cevabı daha zikretti. Fakat onlar bu ikinci cevap ile
de ikna olmayacaklardır. Çünkü onların âdeti hilekârlık, inkarcılık, inatçılık
ve insafsızlıktır. Çoğunlukla Allah'ın birliğini gösteren mucizeleri görürler
de sonra hileye baş vururlar. Onlar başlarına bir felâket geldiği zaman
yalvarıp yakarırlar, rahmet gelince de şımarır ve küfre düşerler.
[57]
Bu
ayetlerin konusu kâinatla ilgili deliller (mucizeler) isteyen kâfirlere cevap
vermektir. Bu mucizeler gerçekleşince de ibret ve ders almamaktadırlar. Bu
durum insanoğlunun tabiatının kötülüğüne ve onda kötü ahlâkın iyice yerleştiğine,
iyiliğe karşı vefakâr olmayı ve ilâhî nimete karşı şükretmeyi gerekli kılan
ahlâkî kaideleri aklî ve hissî delilleri görmezlikten geldiğine delildir. Bu
ayetlerde belirtilen hususlar kötü tabiatlı kişilere ve iyi fıtratın
değişmesine misaldir.
insanların
başına gelen bir felâketten sonra^) Allah insanlara rahmetini tattırırsa, lütuf
ve ihsanından rızık verirse, sıkıntıdan sonra ferahlık, kuraklıktan sonra
verimlilik, kıtlıktan sonra yağmur vb. nimet verirse, insanlarda birden garip
bir davranış içerisinde, hamd ve şükür yerine hile yoluna gitmeye -yani alay
etme ve yalanlamaya- yahut kusur aramaya, dini ortadan kaldırmak için çeşitli
çareler düşünmeye ve verilen nimetleri tanımamaya başlarlar.
Bu
sebeple Allah yağmur ihsan edince insanoğlu yağmur mevsiminde olduğumuz için
veya falan yıldız doğduğu için yağmur yağdı, derler. Bir sıkıntı ve felâketten
kurtulunca da tesadüfen kurtuldum, der. Herhangi bir projede başarılı olursa
başarısını üstünlüğüne, becerikliliğine ve zekâsına bağlar, Allah'ın kendisine
muvaffak kıldığını söylemez. Tıpkı Karun'un dediği gibi: "Bu malı ben
bilgim sayesinde elde ettim." Bir belâ bir Peygamberin duası sebebiyle
kaldırılsa ona hiçbir lütufta bulunmazlar, tıpkı Mekke müşriklerinin yaptıkları
gibi:
Rivayet
olunur ki: Allah Tealâ Mekke halkına yedi yıl kıtlık verdikten sonra onlara
rahmet eyledi, arazilerine faydalı yağmurlar yağdırdı. Sonra da Mek-keliler bu
değerli nimetleri putlara ve yıldız kaymasına bağladılar/2^
Bu
kıssayı Buharî ve Müslim Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle rivayet etmektedirler:
Kureyş Rasulullah (s.a.)'a karşı isyan edince efendimiz (s.a.) de onlara Hz.
Yusuf (a.s.)'un kıtlık seneleri gibi kıtlık gelmesi için beddua etti. Mekke'de
kıtlık ve zorlu günler baş gösterdi. Hatta açlıktan kemikleri ve ölü eti bile
yediler. Bazılarının açlıktan gözlerinin feri gitmişti. Bunun üzerine şu ayet
nazil oldu: "(Ey Muhammedi) Göğün insanları çepeçevre saran apaçık bir
duman çıkaracağı günü bekle. Bu acıklı bir azaptır." (Duhan, 44/10-11).
Bunun
üzerine Ebu Süfyan Rasulullah (s.a.)'a gelip şöyle dedi: Ya Muham-med! Sen bize
sıla-i rahmi (akrabaya iyilikle davranmayı) emrederek geldin.
1- Bu kayıt özellikle zikredilmiştir. Çünkü yoksulluğun ve sıkıntının
ortadan kalkmasından sonraki nimet daha mükemmel, eksiksiz ve daha mutluluk
vericidir.
2- "en-Nev", bir yıldızın sabah vakti batı menzilindeki
düşmesi, onun yerine aynı saatte doğu tarafından rakibinin doğmasıdır. Bu her
on üç günde bir defa olur. "Cebhe" bundan hariçtir. Çünkü onun on
dört günü vardır. Eskiden Araplar yağmurları, rüzgarları, sıcaklığı ve
soğukluğu düşen yıldıza bağlarlardı. Bir rivayete göre ise yeni çıkan yıldıza
bağlarlardı. Çünkü onun hakimiyetinde bu işler meydana gelmektedir.
"Nev" kelimesinin çoğulu "enva"dir. Bütün bunlar nimete
nankörlükle karşılık vermektir.
Kavmin
şu anda helak olabilirler. Onlar için Allah'a dua et. O da dua etti. Allah da
onlardan kıtlık azabını kaldırdı ve yağmurlar yağdı. Ama insanlar Allah'ın
ayetlerinde kusur arayarak, Rasulüne düşmanlık ederek ve O'nu yalanlayarak
tekrar eski hallerine ve ilk hilelerine döndüler.
Bunun
üzerine Cenab-ı Hak onlara cevaben "De ki: Allah'ın o hilelere karşı
cezası daha çabuktur" buyurdu. Yani, ya Muhammedi Onlara şöyle de: O İslâm
nurunu söndürmek için müslümanlara karşı tuzak hazırlamadan önce, Allah sizin
hareketlerinize derhal ceza vermekte daha süratlidir. Yahut mücrimlerden biri
kendisine verilen mühlet içinde olduğu ve ansızın cezaya yakalanacağı halde,
kendisinin hiç azap görmeyeceğini zannedecek kadar Allah tarafından çok mühlet
verilecek, istidraca tabi tutulacaktır.
"Şüphesiz
elçilerimiz yaptığınız hileleri yazıyorlar." Yani Hafaza melekleri veya
yazıcı melekler bütün yaptıklarınızı, bütün tedbirlerinizi, bütün planladıklarınızı
yazıyor ve sizin aleyhinize tescil ediyorlar. Sonra bunları görünen görünmeyen
her şeyi bilen Allah'a arz edecekler, O da herbirinizi önemli önemsiz her şeye
karşılık hesaba çekecektir.
Bu
ayette de her şeyin tamamen tescil edildiğine, itinalı bir şekilde tespit
edildiğine, onların düşündükleri hiçbir şeyin Allah'a gizli kalmadığına ve
azabının şüphesiz onların başına geleceğine işaret vardır.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak nimete inkârla karşılık veren inatçı müşrikler için bir misal
verdi ve şöyle buyurdu: "Sizi karada ve denizde yürüten Allah'tır."
Yani size gemiler, vapurlar vb. havada uçaklar gibi bilinen vasıtalarla bir
yerden bir yere intikal etme veya bizzat yürüme imkânı veren Allah'tır.
Bir
gemi de binip de içinde bulunduğunuz gemi sizi tatlı bir rüzgarla gidiş yönüne
uygun götürürken ve sizin de rahatınız yerinde iken ve aldığınız mesafeden
dolayı neşeli olduğunuz bir sırada, birden kuvvetli, şiddetli fırtına çıkıp da
gemi sarsılmaya ve yüksek dalgalar çeşitli yönlerden gemiye çarpmaya
başlayınca dalgaların her tarafı kuşatması sebebiyle artık şüphesiz helak
oluruz diye inanırsınız. Bu durumda Allah'tan başka sığınak bulamazsınız. Son
derece samimi ve ihlâslı bir şekilde O'na dua, ibadet ve niyazda bulunursunuz.
Tanrılarınız olan putlara yönelmezsiniz. O zaman şöyle dua edersiniz: Allah
bizi bu büyük tehlikeden kurtarırsa elbette nimetine şükreden topluluktan
olacağız, Allah'ı bir kabul edenlerden olacağız." Ama kurtulduktan sonra
yine küfre dönersiniz. Tıpkı daha önceki ayette Cenab-ı Hakkın buyurduğu gibi:
"İnsana bir sıkıntı geldiğinde (sağ tarafına) yatarken, otururken veya
ayakta iken bize yalvarıp durur. Fakat biz onun sıkıntısını kaldırınca sanki o
başına gelen sıkıntının kalkması için bize dua etmemiş gibi eski yoluna devam
eder..." (Yunus, 12).
Burada
ise şöyle buyurdu: "Allah onları (bu tehlikeden) koruyunca..." sanki
hiçbir şey olmamış gibi, eski huylan olan taşkınlık ve hem kendilerine hem
başkalarına zulüm yoluna dönerler. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyuruyor:
'Denizde herhangi bir tehlike ile karşılaştığınızda Allah'tan başka yardımını
istediğiniz bütün putlar hatırınızdan silinir gider, Allah sizi kurtarıp karaya
çıkarınca da yüz çevirirsiniz. Zaten insanoğlu nankördür." (İsra, 17/67).
Bundan
sonra Cenab-ı Hak ibret almayan, Allah'a olan ahdini bozan ve haddini aşan
kişilere hitap ederek şöyle buyurdu: "Ey İnsanlar! Yaptığınız taşkınlık
sadece kendi aleyhinizedir." Yani bu taşkınlığın vebali, cezası ve günahı
dünya ve ahirette sizin üzerinizedir, siz onunla hiç kimseye zarar veremezsiniz.
Dünya da siz istikrarsız ve geçici bir şekilde ondan istifade ediyorsunuz.
Bunun en az cezası vicdanın rahatsızlığı veya misliyle muameledir.
Nitekim
İmam Ahmed ve Buharî'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:
"Allah'ın sahibine ceza vermesini gerektiren haddi aşmak ve akraba ile
ilişkiyi kesmekten daha kötü bir günah yoktur."
Tirmizî'nin
Hz. Aişe'den rivayet ettiği bir başka hadis-i şerifte de, "Sevabı en hızlı
verilen hayır, ana-babaya itaat ve sıla-i rahimdir. Cezası en hızlı verilen şer
ise haddi aşmak ve akraba ile ilişkiyi kesmektir." buyurulmaktadır.
Bir
başka hadis-i şerifte de "İki şey vardır ki, Allah bu iki şeyin cezasını
dünyada acil olarak verir: Haddi aşmak ve ana-babaya isyan etmek" buyurulmaktadır.
Ahirette
ise haddi aşmanın kesin cezası cehennemdir. "Sonra dönüşünüz bizedir"
ayetinin ifade ettiği mana da budur. Yani kıyamet günü, hüküm ve ceza günü
dönüşünüz yine bize olacaktır. Biz de size bütün amellerinizi haber vereceğiz,
onları tam olarak bildireceğiz ve işlediğiniz ameller sebebiyle bunlara en
uygun ve eksiksiz karşılığını vereceğiz. Kim bu karşılığı hayırlı bulursa
Allah'a hamdetsin. Kim de hayırdan başka bir şeyle karşılaşırsa kendi nefsinden
başkasını ayıplamasın. Bu ifadede yeteri kadar tehdit ve ibret alanlara şifa
verecek tam bir uyarı yer almaktadır.
[58]
Bu
ayetler şu hususları beyan etmektedir:
1- İlâhî nimete inkâr ve nankörlük, Allah'ın ayetlerini yalanlamakla karşılık
vermek gibi tüm ameller Allah nezdinde gayet kâmil bir şekilde kayd
edilmektedir. Hafaza Melekleri her şeyi tescil etmektedir. Sonra da Allah herkesin
öne aldığı veya geciktirdiği şeylerin hesabım görecektir.
2- İnsana çeşitli tehlike, belâ ve musibetlerden kurtulma nimetini ihsan
eden sadece Allah Tealâ'dır.
3- Bu ayet deniz yolculuğuna işaret etmekte, sünnet-i seniyye de -cihad
için deniz yolculuğunun caiz olduğuna delâlet eden Ümmü Haram kıssasını anlatan
Hz. Enes hadisi gibi hadis-i şeriflerle- bunu te'yit etmektedir. Yine bu ayet
kulların denizde yolculuk yapmalarının Allah'ın yardımı ve tevfiki ile olduğuna
delâlet etmektedir.
4- Kâfirlerin tavrı daima ahdi bozmak, ahde vefasızlık etmek şeklindedir.
Karşılaştıkları boğulma tehlikesine rağmen bunu hemen unuttuklarını, günah
işlemek suretiyle yine yeryüzünde fesat çıkarmaya başladıklarını görürsün.
5- Bağy, fesatçılık ve Allah'a şirk koşmaktır ve zulüm çeşitlerinin en
çirkinidir.
"Bağy"
umumiyetle haksız yere tecavüz, haksız yere haddi aşmak manasında kullanılır.
Haklı olarak haddi aşmak genellikle olmaz. Ancak kısasın ten-fiz edilmesinde,
savaşın zaruri durumlarında galip olmak ve zaferi gerçekleştirmek için gerekli
olduğu bazı durumlarda cihadda -tabir caizse- haddi aşmak haklı yere olabilir.
6- Bağy'in günahını bizzat onu işleyen yüklenecektir. İsterse bu dünyada
acil veya gecikmeli bir ceza olsun, isterse ahirette olsun.
[59]
24-
Dünya hayatının garip hali şuna benzer: Gökten indirdiğimiz yağmur suyu ile
-insanların ve hayvanların yediği-yeryüzü bitkileri yeşerir. Nihayet yeryüzü
ziynetlerini takınıp o bitkilerle gayet sırada gece veya gündüz enirimiz
gelir de» orasını bir gün önce hiç
yokmuş gibi kökünden biçilmiş hale
getiririz. İşte biz iyi düşünecek bir
topluluk için ayetleri böyle geniş geniş açıklıyoruz.
"Yeryüzü
ziynetlerini takınıp" ifadesinde istiare vardır. Yeryüzü bitkiler, otlar
ve içeceklerle süslendiği zaman elbisesi ve takılarıyla süslenmiş geline benzetilmiştir.
Sonra da müşebbehün bih (benzetilen) gelin hazfedilmiş, onun gereklerinden
biri olan ziynet ve takılara istiare-i mekniyye yoluyla işaret edilmiştir.
"Emrimiz
gelir." Azap ve helak etmekten kinayedir.
[60]
"Dünya
hayatının" ikbalden ve insanların aldanmasından sonra süratle sona ermesi
ve nimetlerin yok olması açısından meseli "garip hali şuna benzer. "
"Gökten
indirdiğimiz su ile" yağmur suyu sebebiyle "insanların" yediği
meyva, sebze ve tatlılar ile "ve hayvanların yediği" otlar
"yeryüzü bitkileri yeşerir. " gelişir, birbirine karışır.
"Nihayet
yeryüzü ziynetlerini" bitkilerle güzelliği "takınıp" çiçek
"o bitkilerle gayet güzel bir şekle bürünür."
'Yeryüzünde
bulunanlar da artık ondan istifade etmeye", ekinlerini biçmeye,
meyvelerini toplamaya, çiçeklerini derlemeye "kadir olduklarını zannederler."
"İşte
bu sırada gece veya gündüz emrimiz" kaderimiz veya azabımız "gelir
de" oranın ziraatini yok eder. "orasını" ekinlerini, bitkilerini
"bir gün önce" yani daha önce (Bu yakın vakte misal için söylenmiş
bir tabirdir). Sanki "hiç yokmuş gibi" yani hiç ekilmemiş,
yetişmesine hiç fırsat verilmemiş gibi "kökünden biçilmiş" tırpanla
kökünden kesilmiş "hale getiririz". Burada anlatılmak istenen husus
bitkiler henüz yemyeşil, yeni olgunlaşmış iken bu yeşilliğin derhal gitmesi ve
çerçöp haline dönüşmesidir.
"İşte
biz iyi düşünecek" dolayısıyla bundan istifade edecek "bir topluluk
için ayetleri böyle geniş geniş açıklıyoruz."
[61]
Cenab-ı
Hak geçen ayet-i kerimede "Sizin taşkınlığınız kendi aleyhinize-dir."
(Yunus, 23) buyurmuştu. İnsanların taşkınlığına sebep dünyaya karşı hırslı
olmaları ve dünya nimetlerinden istifade etmekte aşırı gitmeleri olduğundan
yeryüzünde taşkınlık yapan, dünyaya aldanıp ahiretten yüz çeviren insanlara bu
ilginç misali verdi. Sanki dünya yağmurla sulanmış, gelişip yeşermiş,
çiçeklenip meyvelenmiş ve hasat mevsimi geldiğinde de ansızın bir kasırga
gelip herşeyin tamamen yok olduğu bir bahçe gibidir.
Bu
benzetme Kur'an'ı Kerim'de pek çok yerde tekrar edilmiştir. Meselâ şu ayette
olduğu gibi: "İyi bilin ki dünya hayatı sadece bir oyun, bir eğlence, bir
süs, aranızda bir gururlanma, mal ve evladın çokluğuyla övünmeden ibarettir.
Bu, bir yağmura benzer ki, yeşerttiği bitki çiftçilerin hoşuna gider; sonra o
bitki kurumaya yüz tutar, bir de bakarsın ki, sapsarı kesilmiştir. Daha sonra
da çerçöp haline gelir. Ahirette ise şiddetli bir azap veya Allah'ın mağfireti
ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten başka bir şey
değildir." (Hadîd, 57/20).
[62]
Bu,
Cenab-ı Hakkın, süratle sona ermesi, güzelliğinin ve nimetlerinin süratle
ortadan kalkması açısından dünya hayatı için verdiği bir misaldir. Bunun da hülâsası
şöyledir: Dünya hayatının garip hali, gökten indirilen yağmur suyu ile Allah'ın
yeryüzünde çıkarttığı bitkiler gibidir. Yağmur yeryüzüne düştüğü vakit
birbiriyle sarmaş dolaş olan, birbiriyle karışan çok çeşitli nebatatı yeşertir.
Bunlardan bir kimi insanların yediği çeşitli şekil ve cinslerde sebzeler, baklagiller
ve meyvelerdir. Diğer bir kısmı ise hayvanların yediği yemler, otlar vb.
bitkilerdir. "Onunla yeryüzü bitkileri karışır" ayetinin anlamı,
yağmur suyuyla yeryüzü bitkileri karışır demektir.
Nihayet
bitkilerin gelişmesi tamamlanıp olgunlaşır. Yeryüzü de güzelliğini ve geçici
ziynetlerini takınır. Meyveler, sebzeler, çeşitli şekil ve renklerde parlak
çiçeklerle güzel bir şekle bürünür. Bu bitkileri eken ve diken yeryüzü halkı da
artık bu meyve sebzeleri toplayabileceklerini, bu ekinleri biçebileceklerini,
bunlardan istifade edebileceklerini zannederler.
İşte
bu sırada ansızın bir kasırga, soğuk ve şiddetli bir rüzgar eser, o bitkilerin
yapraklarını kurutur, meyvelerini çürütür.
Burada
dikkat edilecek bir husus yeryüzü anlatılırken buradaki bitkilerin murad
edilmiş olmasıdır. Zaten konu da anlaşılmaktadır. Bitkiler de yeryüzünden bir
parçadır.
İşte
"Gece veya gündüz emrimiz gelir" ayetinin manası da budur. Yani gece
veya gündüz onun helak olması için takdir edilen kaderimiz iner. Orasını bundan
önce hiç yokmuş gibi, hiçbir nebat yeşermemiş gibi, yemyeşil ve göz alıcı
durumdan sonra kupkuru, kökünden biçilmiş bir ekin tarlası haline getiririz.
İşte
bütün işlerde ortadan kalktığı zaman sanki hiç yokmuş gibi olur. "O
kasabaların halkı onlara gece uyurlarken onlara azabımızın gelmeyeceğinden emin
midirler? Ve yine o kasabaların halkı kuşluk vakti eğlenirlerken onlara
azabımızın gelmeyeceğinden emin midirler?" (A'raf, 7/97-98).
Yine
Cenab-ı Hak helak olanları şu şekilde anlatmaktadır: "Nihayet zalimleri
korkunç bir çığlık yakaladı. Böylece kendi yurtlarında diz üstü yığılıp
kaldılar. Sanki yeryüzünde hiç yaşamamışlar gibi izleri silinip gitti."
(Hud, 11/67-68).
İmam
Ahmed, Müslim, Nesai ve İbni Mace'nin Hz. Enes'ten rivayet ettikleri bir
hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Dünya ehlinin en zengini getirilir.
Cehenenneme bir defa sokulur ve ona "Hiç hayır gördün mü? Sana hiçbir
nimet uğradı mı?" denilir. O da "Hayır" der. Sonra dünyada en
büyük sıkıntıyı çeken kişi getirilir. Cennet nimetlerine bir defa batırılır.
Sonra ona "Hiç sıkıntı gördün mü?"denilir. Oda
"Hayır"der."
Bundan
sonra Cenab-ı Hak "... Ayetleri böyle geniş geniş açıklıyoruz" buyurdu.
Yani dünyanın halini ve süratle yok olacağını açıklayan bu apaçık misal gibi,
tevhid ve cezanın ispatını ve insanların dünya ve ahirette huzurla yaşamalarına
vesile olacak herşeyi gösteren delil ve hüccetleri Allah'ın ayetleri konusunda
düşünen, dünyanın dünyaya aldanan ve nimetlerinden istifade eden dünya ehlinden
süratli bir şekilde ayrılacağı hakkındaki bu misalden ders ve ibret alma
hususunda düşünce ve akıllarını kullanan bir topluluk için geniş geniş
açıklıyoruz. Çünkü dünyanın tabiatı onu arzu edenden kaçmaktır, dünyadan
kaçanı da yakalamaktır.
Dünyanın
yeryüzü bitkilerine benzetilmesi Allah'ın kitabında pek çok yerde geçmektedir.
Hadid süresindeki az önce belirtilen ayette yine Kehf süresindeki şu ayette bu
misal verilmektedir: "Sen onlara dünya hayatını misal olarak ver. (Geçici
dünya hayatı şuna benzer): Biz gökten yağmur suyu indiririz. Yeryüzündeki
bitkiler bu su ile karışıp yeşerir. En sonunda da kuruyup rüzgarın savurduğu
çerçöp haline gelir. Allah her şeyin üstünde bir kudret sahibidir." (Kehf,
18/45).
Zümer
suresinde ise şöyle buyurulur: "Görmüyor musun? Allah gökten su indirip,
onu yer altındaki kaynaklara katar, sonra onunla çeşitli renklerde bitkiler
çıkarır. Sonra o bitkiler kurur, sararıp solduklarını görürsün. Sonra da Allah
onları çer-çöp haline getirir. Şüphesiz ki bunda akıl sahipleri için ibret
vardır." (Zümer, 39/21).
[63]
Bu
ayet dünya hayatının çabuk sona erip kaybolacağını, insanların ve hayvanların
geçiminin yerden çıkan nimetlere bağlı olduğunu, insanın Allah'ın kudreti ve
hakimiyeti önünde zayıf ve aciz olduğunu, Allah'ın iradesinin azap ve helak
etme gibi derhal yerine geldiğini, Allah Tealâ'nın düşünce ve aklını kullanacak
kimseler için bir takım misaller ve deliller açıkladığını ifade etmektedir.
Çünkü bu dünyanın sonucu da tıpkı insanların kendisinden yararlanma ümitleri
taşıdığı şu bitkinin sonucu gibi olacaktır. İstifade etme emelleri arttıkça
ondan ümitsizlik doğacaktır.
Bu
ayetten maksat, kişinin daimi bir şekilde dünya nimetlerine bağlanmaması ve
dünyanın yaldızlı şekline aldanmaması, ahiret açısından yapması gerekli
hususları unutmamasıdır. Bu durumda telâfisi mümkün olmayan büyük bir kayba
uğramış olur. Zira bu takdirde hem dünyasını hem de ahiretini kaybetmiş olur.
Bu da "Hemen ümitsizliğe kapılıp şaşkınlığa döndüler." (En'am, 6/44)
ayetinin manasıdır.
[64]
25-
Allah (kullarını) huzur ve selâmet yurduna (cennete) çağırır ve dilediğini
doğru yola iletir.
26-
Güzel amel işleyenlere en güzel mükâfat ve daha fazlası vardır. Onların
yüzlerinde keder ve zilletten bir eser yoktur. İşte bunlar cennetliktir. Orada
ebedî kalacaklardır.
27-
Kötü amel işleyenlerin cezaları ise kötülükleri kadardır. Onların yüzlerini
zillet kaplayacak, kendilerini Allah'tan (Allah'ın azabından) koruyacak hiç bir
kimse de bulunmayacaktır. Yüzlerini sanki gecenin karanlığından bir parça
(zulmet) kaplamıştır. İşte bunlar cehennemliktir. Orada ebedî kalacaklardır.
"Güzel
amel işleyenlere, en güzel mükâfat.." Bu ikisi arasında cinas-ı iştikak
sanatı vardır.
'Yüzlerini
sanki gecenin karanlığından bir parça kaplamıştır." Mürsel ve mücmel
benzetme vardır.
[65]
"Allah"
kullarını "huzur ve selâmet yurduna" yani cennete
"çağırır". Cennete bu ismin özellikle verilmesi bu hususa dikkat
çekmek içindir. Allah sizi cennete götürecek imana çağırıyor. Hidayete ermesini
"ve dilediği kimseyi" tev-fiki ile "doğru yola" yani İslâm
dinine "iletir."
"Selamet
yurduna çağırır" sözü ile davetin umumi oluşuna "dilediği kimseyi"
ifadesiyle de hidayetin Allah'ın iradesi ile tahsis edilmesine dalâlet üzerine
ısrar edenlerin Allah'ın hidayetini murad etmediğine işaret vardır.
İman
ile "Güzel amel işleyenlere en güzel mükâfat" en güzel sevap -ki o da
cennettir "ve daha fazlası vardır." yani Allah'ın lütfuyla verilen
sevaptan daha fazlası verilecektir. Bu fazlalık, Müslim'in rivayet ettiği
hadiste olduğu gibi Allah Tealâ'ya nazar etmektir. Bir görüşe göre fazlalık,
on misli katlanmasıdır.
Bunun
bir lütuf olduğunun delili Cenab-ı Hakkın şu sözüdür: "Allah onlara
fazlından arttırır." (Nisa, 4/173).
"Onların
yüzlerinde keder" toz, duman, siyahlık "ve zilletten" horluk ve
aşağılık duygusundan "bir eser yoktur." Manası: Cehennemliklerin
yüzlerini bürüyen hiçbir şey onların yüzlerinde yoktur, yahut onları üzüntü
veya her hangi bir kötü hal kaplamaz.
"İşte
bunlar cennetliktir. Orada ebedî kalacaklardır." Yani zeval bulmadan,
nimeti sona ermeden, dünya ve dünya ziynetlerinin hilâfına daimi bir şekilde
kalacaklardır.
"Kötü
amel işleyenlerin" yani şirk koşanların "cezaları ise kötülükleri kadardır."
Yani her kötülüğe karşılık bir kötülük yazılmış, daha fazla yazılmamıştır.
"Kendilerini
Allah'tan" yani Allah'ın gazabından, Allah tarafından, Allah nezdinden
"koruyacak hiç bir kimse" hiçbir güç "de bulunmayacaktır".
Halbuki müminleri koruyacak bir vasıta vardır.
'Yüzlerini
sanki gecenin karanlığından bir-parça" yani son derece koyu bir siyahlık
ve zulmet "kaplamıştır."
"İşte
bunlar" bu kâfirler "cehennemliktirler." Çünkü ayet kâfirler hakkındadır,
küfr ve şirk ise "seyyiat" tandır. Ayrıca güzel amel işleyenler
ifadesi de ehl-i kıbleden olan ancak büyük günah işleyen kimseleri içine
almaktadır. Bunlar da güzel amel işleyenlere dahildir.
[66]
Cenab-ı
Hak önceki ayette verdiği misalle gafilleri dünyaya meyletmekten sakındırdıktan
sonra buradaki ayetlerde de ahirete teşvik etti, iyi amel işleyenlerle kötü
amel işleyenlerin ahiretteki durumlarını anlattı.
Ahirete
teşvik etmenin bir delili de Peygamberimiz (s.a.)'den rivayet edilen şu
hadis-i şeriftir: "Benimle sizin durumunuz şu misale benzer: "Bir
efendi bir bina yapıyor, sofra hazırlıyor, bir davetçi gönderiyor. Kim bu
davetçiye icabet ederse, eve giriyor, sofradan yemek yiyiyor, bu efendi de
ondan memnun kalıyor. Kim icabet etmezse eve girmiyor, yemek yemiyor, efendi de
ondan memnun kalmıyor. İşte bu efendi Allah'tır. Ev, İslâm yurdudur. Sofra,
cennettir. Davetçi de, Muhammed (s.a.)'dir"[67]
Yine
bir başka hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: "Güneşin doğduğu hiçbir gün
yoktur ki, iki melek Güneş'in iki yanında durup insanlar ve cinler hariç büzün
mahlûkatın işiteceği bir sesle şöyle bağırmasın: Ey insanlar! Rabbinize koşun.
Allah sizi selamet ve huzur yurdu olan cennete davet ediyor. "[68]
Cenab-ı
Hak dünyayı ve dünyanın süratle yok olacağını zikrettikten sonra cennete teşvik
edip davet etti. Şöyle buyurdu: "Allah (kullarını) huzur ve selamet
yurduna (cennete) çağırır."
Yani
Allah cennete götürecek iman ve salih amele davet ediyor. Cennet her çeşit
afet, leke, noksanlık, ve kederden salim olduğu için Yüce Allah ona bu ismi
verdi.
Allah'ın
selâmet yurduna davet edip imanla emretmesi bütün insanlar içindir. Dilediğini
de cennete ulaştıran doğru yola muvaffak kılar. Doğru yol, inançları, ahlâkî
esasları ve hükümleriyle İslâm dinidir. Çünkü İslâm yolu eğriliği olmayan
dosdoğru bir yoldur. İmanla emrolunmanın aksine hidâyet ilâhî iradeye
mahsustur.
Bilindiği
gibi hidayet iki çeşittir.
1- İrşad ve delâlet (yol gösterme) manasında hidayet. Bu, bütün insanlar
için umumidir. Bu imana ve İslâm'a davet etmektir.
2- Tevfik (doğru yola iletme) manasında hidayet. Bu, Allah'ın kullarından
hak yola eriştirdiği, dilediği kimselere mahsustur. Bunun manası, Allah'ın yardımcı
olması ve muvaffak kılmasıdır.
Bu
İslâm'a davetin sebebi davet edilenlere menfaati sağlamaktır. Çünkü dünyada
iman ve amel-i salih ile güzel amel işleyenlere ahirette en güzel mükâfat
verilecektir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İyiliğin mükâfatı ancak iyiliktir."
(Rahman, 55/60).
Bu
şekilde olan kullara daha da fazla mükâfat vardır. Bu da güzel amellerin
sevabının on misliyle katlanması veya yedi yüz misline kadar çıkması hatta daha
da fazlasının verilmesidir.
Bütün
bu verilenlerden daha fazlası, daha büyüğü "Allah Tealâ'nın cemaline
bakmaktır."
İmam
Ahmed, Müslim ve bir grup hadis imamı Suheyb (r.a.)'den rivayet ediyorlar ki:
Peygamberimiz (s.a.) "Güzel amel işleyenlere en güzel mükâfat ve daha
fazlası vardır" (Yunus, 26) ayetini okudu ve şöyle buyurdu:
"Cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme girdiği zaman bir münadi
nida eder, der ki: "Ey Cennet Ehli! Allah nezdinde size verilen bir vaad
vardır. Allah o vaadi yerine getirmeyi istiyor. Cennet ehli derler ki: O
nedir? Allah bizim amel terazilerimizi ağırlaştırmadı mı? Yüzlerimizi
nurlandırmadı mı? Bizi cehennemden koruyup cennete koymadı mı?"
Peygamberimiz (s.a.) sözüne devam etti: "Onlar için perde kaldırılır.
Cenab-ı Hakka bakarlar. Allah'a yemin ederim ki, Allah onlara kendisine
bakmaktan daha sevimli ve gözlerini aydın kılacak daha güzel bir nimet
vermemiştir."
İbni
Cerîr ve İbni Ebî Hatim Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet ediyorlar ki:
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdular: "Şüphesiz kıyamet günü Allah bir münadi
gönderir. Münadi baştakilerin de sondakilerin de işiteceği gür bir sesle der
ki: Ey Cennet ehli! Allah size en güzel mükâfatı ve daha fazlasını vaad etti.
En güzel mükâfat cennettir. Daha fazlası da Rahmanın cemaline bakmaktır."
Bu
ayetin bir benzeri de şu şekildedir: "Allah yaptıkları amellerle kötülükte
bulunanları cezalandıracak güzel amel işleyenleri de daha güzeliyle
mükâfat-landıracaktır." (Necm, 53/31).
"Onların
yüzlerinde keder ve zilletten bir eser yoktur." Yani kâfirlerin yüzünü
kaplayan simsiyah duman, kapkara toz, horlanma ve küçümseme onların yüzünü
kaplamaz; onlara ne içte ne dışta küçümseme yoktur. Bilakis onlar Ce-nab-ı
Hakkın buyurduğu gibi "Allah onları o günün şiddetinden korur. Yüzlerine
güzellik verir, kalplerini sevinçle doldurur." (İnsan, 76/11).
Kâfirlerin
yüzlerinde iki sıfat vardır.
1- "Kater", yüzlerinde siyahlık... şu ayette de geçmektedir:
"O gün tozlanmış ve karanlık bürümüş yüzler vardır." (Abese, 80/40).
2- "Zillet", horlanma, aşağılanma şu ayette de geçmektedir:
"O gün bir kısım yüzler zelil ve perişandır, uğraşmış yorulmuştur."
(Gaşiye, 88/2- 3).
İşte
bu özellikleri taşıyan cennetliklerdir, başkaları değil. Cennet ehli orada
ebedî olarak kalacaklardır. Orada zeval de, nimetin sona ermesi de yoktur.
Cenab-ı
Hak saadete erenlerin durumunu haber verdikten sonra bedbaht olanların durumuna
da temas etti. Bu, Kur'an üslûbundaki karşılaştırma ve denge sağlama
hususundaki umumi bir metoddur.
Allah'ın
birinci gruba karşı muamelesi lütuf ve ihsanda bulunma, ikinci gruba karşı
muamelesi de adaletle muameledir.
Dünyada
-küfür, şirk ve zulüm gibi- masiyet ve günahları işleyenlere verilecek olan
karşılık da adil bir cezadır. O da kötülüğü misliyle cezalandırmak, daha fazla
ceza vermemektir.
Nitekim
Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede "O gün kimse kimseye bir fayda sağlayamaz.
Ogün emir Allah'ındır." (İnfitar, 82/19) buyurmaktadır.
Yine
Cenab-ı Hak "İşte o gün insan:" Kaçacak yer neresi?" der. Hayır,
hayır! Sığınacak bir yer yoktur. O gün herkesin varıp duracağı yer ancak
Rabbi-nin huzurudur." (Kıyame, 75/10, 12).
"Yüzlerini
sanki gecenin karanlığından bir parça (zulmet) kaplamıştır." Yüzlerini son
derece karanlık ve zulmetli gecenin karanlığından siyah perdeler ve siyah
parçalar kaplamıştır: Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"O
gün bazı yüzler ağaracak, bazı yüzler kararacaktır. Yüzleri kararanlara şöyle
denilecektir: İman ettikten sonra inkâr mı ettiniz? O halde inkâr ettiğinizden
dolayı azabı tadın."
'Yüzleri
ağaranlar ise Allah'ın rahmetindedirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
" (Âl-i İmran, 8/106,107).
Başka
bir surede de "O gün parlayan, gülen ve sevinen yüzler vardır. Yine o gün
tozlanmış ve karanlık bürümüş yüzler de vardır. İşte bunlar kâfirler ve
facirlerdir." (Abese, 80/38, 42).
"İşte
bunlar cehennemliktir." Yani bu sıfatlarla muttasıf olanlar cehennem
ehlidirler, onlar ebedî orada kalacaklardır.
[69]
Bu
ayetler ebedî saadete davet, iman ve amel-i salih yoluyla cennetlerde ebedî
kalmak hususlarında gayet açık ifadelerle tebligatta bulunmaktadırlar. Bu yolun
ana işaretlerini açıklamakta ve "Allah sizi dünya malı toplamaya değil,
itaat etmeye çağırıyor" diyerek ilân etmektedir. Selâmet yurduna yani cennete
ulaşmanız için itaate, yani dinin ahkâmına uymaya davet etmektedir.
Katade
ve Hasan el-Basrî diyorlar ki: es-Selâm, Allah'tır. Selâm yurdu da cennettir.
Cennete daru's-Selam (selâmet yurdu) ismi verilmiştir. Çünkü oraya giren
afetlerden selâmete ermiştir.
"Selâmet
yurduna çağırır" sözüyle bütün insanları iman dairesine davet etmek
suretiyle hüccetini ortaya koymak için umumi bir ifade kullanılmıştır.
Hidayeti
ise Yüce Allah, yarattıklarından müstağni olduğunu beyan etmek ve emir ile
iradeyi ayırd etmek için dilediği kimseye tahsis etmiştir.
Hidayet
bu umumi davetten ayrı, hususi bir durum olup ilâhî tevfike bağlıdır.
Sırat-ı
müstakim (doğru yol) tektir, ister Allah'ın kitabı, isterse İslâm diyelim,
sonuç değişmez.
Dünyada
güzel amel işleyenlere en güzel sevap olarak cennet vardır. Ayrıca Allah
tarafından lütfedilen bir de "ziyade mükâfat" vardır. Bu da
sevapların kat kat verilmesi ve Yüce Allah'ın cemaline bakmak, zahirî ve batınî
saadeti hissetmektir. Onlar Allah'ın huzurunda toplandıklarında yüzlerinde
duman perdesi, siyahlık, zillet ve horlanma da yoktur.
Allah'a
başkalarını şirk koşan ve kötü amel işleyenlere, Allah'ın nimetine nankörlük
edip iman ve ihsanla karşılık vermeyenlere günahlarına karşılık hiç ilâve
yapılmadan adalet prensibine uyularak aynen ceza verilecektir. Onları
aşağılanma, rezil olma, horlanma, ayıplanma duygusu kaplayacaktır. Onların
hiçbir koruyucusu yoktur. Allah'ın azabından kurtaracak hiçbir kimse yoktur.
Yüzleri kapkaradır. "Yüzlerini sanki gecenin karanlığından bir parça
zulmet kaplamıştır."
Allah
lütfuyla ve rahmetiyle bizi cennetinin ehlinden eylesin. İkramda, ihsanda,
in'amda bulunarak bizi cehennem ehlinin azabından korusun. Bizi Hak yola
iletsin. Amin.
Ehl-i
Sünnet bu ayet ve bu ayeti açıklayan hadis-i şeriflerle ahirette Ce-nab-ı
Hakkın görüleceğini ispat etmişlerdir. Bu durumu şu ayet te'kit etmektedir:
"O gün Rablerine bakan, pırıl pırıl parlayan yüzler de vardır."
(Kıyame, 75/22, 23) Bu ayet cennet ehli için iki durumu ispat etmektedir.
Birincisi yüzlerinin nurlu, parlak oluşu. İkincisi Allah'ın cemaline
bakmalarıdır.
[70]
28-
O gün bütün insanları bir araya toplarız. Sonra Allah'a ortak koşanlara şöyle
deriz: "Siz ve Allah'a ortak koştuklarınız, yerinizden kımıldamayın."
Sonra müşriklerle ortak koştukları şeyleri birbirinden ayırırız. Ortak
koştukları şeyler (putlar müşriklere) şöyle derler:.Siz bize
tapmıyordunuz."
29-
Bizimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter.'Bize taptığınızdan da hiç
Orada herkes daha önce yaptıklarından dolayı imtihan verir. Hak olan Mevlâlarına
döndürülürler. (Allah'a ortak olarak) uydurdukları şeyler de kendilerinden
ayrılıp kaybolur.
"O
gün onları" yani bütün insanları... Bunlar da daha önceki ayette belirtilen
güzel amel işleyenler ve kötü amel işleyenler olmak üzere iki gruptur,
"bir araya toplarız." Ayette geçen haşr, her taraftan tek bir yere
toplamaktır.
"Sonra
Allah'a ortak koşanlara şöyle deriz: "Siz ve Allah'a ortak koştuklarınız"
siz ve putlarınız "yerinizden kımıldamayın." Yani ne şekilde
muameleye tabi tutulacağınız bildirilinceye kadar yerinizden ayrılmayın. Bu
sözle tehdit ve vaid (azapla korkutma) murad edilmektedir.
"Sonra
müşriklerle ortak koştukları şeyleri birbirinden ayırırız." Aralarını
açarız, aralarındaki ilişkiyi keseriz.
"Ortak
koştukları" putlar, kendilerine tapan müşriklere "şöyle derler: Siz bize
tapmıyordunuz!" Bu ifade müşriklerin taptıkları putların kendilerine
ta-pümasından berî olduklarını, böyle bir şeyi kabul etmediklerini açıklayan mecazi
bir ifadedir. Çünkü müşrikler gerçekte putlara değil, kendilerine Allah'a şirk
koşmayı emreden nefsi arzularına tapıyorlardı.
"Bizimle
sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Bize taptığınızdan da hiç haberimiz
yoktu." Bu sözü Allah'tan başka kendisine tapılan melekler, Mesih aleyhisselâm
ve diğer akıl sahipleri söyler. Bir görüşe göre, Allah (c.c.) putları
konuşturur. Müşriklerin bekledikleri ve Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle "Biz
onlara ancak bizi daha çok Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz."
(Zümer, 39/3) ve yine "Bunlar bizim Allah katında
şefaatçılarımızdır." (Yunus, 10/18) diyerek ümit bağladıkları putlarıyla
yüzyüze görüştürür.
"Orada"
işte o günde veya o mahşer yerinde "herkes daha önce yaptıklarından
dolayı imtihan verir." Dolayısıyla zararını veya faydasını görür.
"Hak
olan Mevtalarına" yani Rablerine ve gerçekten bütün işlerini yürüten
Allah'a döndürülürler, mevlâ olarak kabul ettikleri fani varlıklara değil. Hak,
devamlı olan, zaman yeri ve şahsa göre değişmeyen doğrudur. Onlar Allah'a
"döndürülürler." Yani kendilerine geçmişte yaptıklarına karşılık
Allah'ın azabına götürülürler.
Allah'a
ortak olarak "uydurdukları şeyler de ayrılıp kaybolur."
[71]
Cenab-ı
Hak güzel amel işleyenlerle kötü amel işleyenlerin kıyamet günü son durumlarını
açıkladıktan sonra onların bir araya toplanacakları ceza gününü anlattı.
O
gün putlara tapanlarla taptıkları putlar bir araya gelir. Sonra putlar
kendisine tapanlardan uzak olduğunu ifade eder, bu tapınmanın kendilerinin
bilgisi ve iradesi ile yapılmadığını ortaya koyarlar. Bundan maksat şefaatçi olduklarının
reddedilmesidir. Çünkü müşrikler "Onlar bizim Allah katında şefaatçılarımızdır.
" (Yunus, 10/18) diyorlardı. Cenab-ı Hak da onlara o kâfirler için
şefaatçi olamayacaklarını, bilakis onlardan uzak olduklarını ifade edeceklerini
beyan etti. Bu da kâfirler hakkında son derece rezil ve rüsvay olacaklarına delildir.
[72]
Bu,
kıyamet tablolarından açık-seçik bir tablodur. Burada müşriklerle sahte
tanrıları arasındaki şirk alâkası konu edilmektedir.
Allah
peygamberine diyor ki: Ey Peygamber! Bütün yeryüzü halkını, insanları,
cinleri, iyileri kötüleri ile bir araya toplayacağımız o günü düşün. Onların
aralarında daha önce anlatılan güzel amel işleyenlerle kötü amel işleyenler de
olacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Hiçbir kimseyi geride
bırakmadan, onların hepsini bir araya toplayacağız." (Kehf, 18/47).
"Sonra
müşriklere" Allah'la birlikte O'na ortak koşanlara şöyle deriz: Siz de
Allah'a ortak koştuğunuz şeyler de yerinizden kımıldamayın. Size ne şekilde
muamele edileceğini görmeden yerinizden ayrılmayın; şu ayette buyrulduğu gibi:
"Onları (yerlerinde) durdurun. Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir."
(Saffat, 37/24) Bu ayette bütün mahlûkat önünde azarlama ve vaid (azapla
korkutma) manası vardır.
Sonra
müşriklerle ortak koştukları şeyleri birbirinden ayırırız, dünyada iken
aralarında bulunan irtibatı keseriz.
Müşriklerin
Allah'a ortak koştukları şeyler kendilerine tapanlardan uzak olduklarını ifade
ederek şöyle derler: Gerçekte siz bize tapmıyordunuz. Siz ancak Allah'a eş
koşmanızı emreden ve sizlerin de itaat ettiğiniz şeytanlara tapıyordunuz. Bu
ifadede tehdit ve vaid (azapla korkutma) vardır. Çünkü o anda müşriklerin
putlardan şefaat ümitleri yıkılmaktadır.
Allah'a
şirk koşulan şeyler ya Allah'tan başka kendilerine ibadet edilen melekler, veya
İsa Mesih (a.s.) yahut Allah'ın konuşturduğu putlardır. Evlâ olan görüşe göre
buradaki "Allah'a şirk koşulan şeyler''den murad Allah'tan başka kendisine
tapılan put, Güneş, Ay, melek, insan ve cin gibi her şeydir.
Bize
tapın diye sizi davet etmediğimize, size böyle bir şeyi emretmediğimize ve
sizin bu hareketinize razı olmadığımıza şahid ve hakem olarak Allah yeter! Bu
ayet müşriklere ve putperestlere bir tehdittir.
Bize
taptığınızdan da hiç haberimiz yoktu. Böyle bir şeyi bilmiyorduk, görmüyorduk;
bundan da razı olamazdık. Kurtubî diyor ki: Biz ibadetinizden habersiz idik,
duymuyor, görmüyor, düşünmüyorduk. Çünkü biz ruh taşımayan cansız varlıklar
idik.
Orada
hesap noktasında kıyamet günü herkes daha önce yaptığı hayır veya şer
amellerini bilir, tadar ve imtihan verir. Bu ameller nasıl idi? Çirkin mi,
güzel mi olduğunu öğrenin. Tıpkı imtihana girip de kendi durumunu öğrenen kişi
gibi. Nitekim bir ayet-i kerimede "O gün bütün gizli işler yoklamaya tabi
tutulur." (Tarık, 86/9) buyurulmaktadır.
"Hak
olan Mevlâlarına döndürülürler." Allah'a çevrilirler. Bütün işler son
derece adil bir hakem olan değişmeyen ve daimi olan Hak Tealâ'ya, Allah'a döner.
O kesin hükmünü verir ve cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme girer.
Bu putlar ve Allah'a ortak koşulan şeyler hariç..
"Uydurdukları
şeyler de kendilerinden ayrılıp kaybolur." Yani müşriklerin iftiraları ve
Allah'a iftira ederek O'nu bırakıp taptıkları şeyler, Allah'a eş saydıkları
sahte tanrılar bütün bunlar ayrılıp kaybolurlar. Onlara ne yardımcı kalır ne
de şefaatçi. O gün her şey Allah Tealâ'ya aittir.
Bu
ayet de müşriklerin putların kendilerine şefaatçi olacakları ve onlara tapmanın
kendilerini Allah Tealâ'ya yaklaştırdığı şeklindeki iddialarının asılsız
olduğuna dair bir uyandır.
[73]
Bu
ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Haşir (bütün mahlûkatın her taraftan gelip bir meydanda toplanmaları)
kıyamet günü gerçekleşecektir.
2- Kıyamet günü müşriklerle Allah'a şirk koştukları şeyler arasındaki
ilişki tamamen kesilecektir.
3- Kâfir ve müşriklere bu ayetlerde defalarca vaidde (azapla uyarmada)
bulunulmaktadır: "Siz ve Allah'a ortak koştuklarınız, yerinizden kımıldamayın.
" "Ortak koştukları şeyler şöyle derler: Siz bize
tapmıyordunuz." Bizimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter."
4- "Orada herkes daha önce yaptıklarından dolayı imtihan
verir." ayeti müşriklerin, yaptıkları şirk ve tapınmalardan dolayı eliboş,
rezil, rüsvay olacaklarını ortaya çıkarmaktadır.
5- Allah Tealâ kendisini "Hak" olarak tavsif etmektedir. Çünkü
hak O'n-dan alınır. Tıpkı "adalet" olarak tavsif ettiği gibi. Çünkü O
adildir, adalet O'n-dan sadır olur. Yani her adalet ve hak Onun tarafından
gelen emirlerdendir.
6- Müşriklerin şirk koştukları putlardan şefaat beklemeleri ve putların
kendilerini Allah'a yaklaştıracağı şeklindeki ümitleri boşa çıkmaktadır.
Allah
Tealâ'nın kâfirlerin hiçbir mevlaları, yardımcı ve dostları olmadığını
bildirmesine rağmen, 30. ayet-i kerimede "Hak olan Mevlâ'larına döndürülürler..."
denilmesinin sebebi şudur: Buradaki "Mevlâ" dan murad şöyledir:
"Allah nzık ve nimetleri verme hususunda onların mevlalarıdır, yoksa
yardım ve destek olma noktasında mevlaları değildir."
[74]
31-
De ki: Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Size kulak ve gözleri bahşeden kimdir? Ölüden diriyi çıka ran»
diriden de ölüyü çıkaran kimdir? Bütün işleri düzene koyan kimdir?
"Allah'tır" diyeceklerdir. De ki: O halde Allah'tan hiç korkmaz
mısınız?
32-
İşte bu, "Hak" olan Rabbiniz Allah Hakkın dışında sapıklıktan başka
ne vardır? Öyle ise nasıl (Hak'tan)
döndürülüyorsunuz?
33.
Böylece Rabbinin (Hak) yoldan çıkanlar için söylediği "Onlar iman etmezler"
sözü gerçekleşmiş oldu.
"Hakkın
dışında sapıklıktan başka ne vardır?" Bu ifade inkâr manasında sorudur.
Yani hakkın dışında sadece sapıklık vardır, kim Allah Tealâ'ya kulluk olan hak
çizgiyi geçerse sapıklığa düşer.
[75]
"Bütün
işleri düzene koyan kimdir1?" Bütün dünyanın işlerinin düzenlenmesini
üstlenen kimdir. Bu cümle hususi ifadelerden sonra umumi bir ifadedir.
"işte
bu" bütün işleri yapan "hak olan" Rab sıfatı hiç değişmeyen,
sizi yoktan var eden, size can veren size rızık veren ve işlerinizi düzene
koyan "Rabbiniz Allah'tır".
"Hakkın
dışında sapıklıktan başka ne vardır." Yani hak olan Allah'a kulluktan
başka sadece dalâlet ve sapıklık vardır.
"Öyle
ise" Hak'tan "nasıl döndürülüyorsunuz?" Delil ortaya konduktan
sonra hakkı ve imanı bırakıp başka bir tarafa nasıl dönüyorsunuz?
"Böylece"
yani onlar haktan nasıl yüz çevirdilerse "Rabbinin yoldan çıkanlar"
kâfirler "için söylediği, onlar iman etmezler sözü" verdiği bu hükmü
yahut cehennemi mutlaka dolduracağım ifadesi "gerçekleşmiş oldu."
[76]
Cenab-ı
Hak müşriklerin Allah'a eş ve ortak koşmak suretiyle canlarına kıydıklarını
açıkladıktan sonra, putlara tapmak şeklindeki görüşlerinin geçersiz ve asılsız
olduğunu delillerle belirtti. Onların bu görüşleri geçersiz olduğuna göre
onların nzık veren, beş duyunun gerçek sahibi olan, dirilten ve öldürenin
Allah olduğunu ikrar etmeleri deliliyle tevhid görüşünün doğruluğu sabit
olmuştur. Allah Tealâ müşriklerin Allah'ın birliğini ve Rab olduğunu itiraf etmelerinin,
Allah'ın tek ilâh olduğunu kabul etmeleri için yeterli delil olduğunu ifade
etmektedir.[77]
Ey
Peygamber! Mekke müşriklerine ve benzerlerine şöyle de ki: Gökten yağmuru
indiren kimdir? Bu yağmur yeryüzünün ekinler, çiçekler ve ağaçlarla yeşermesine
sebep olmaktadır. Yerden hububat, üzüm, hayvan yemi, zeytin, hurma ağacı,
ağaçları birbirine girmiş bahçeler, pek çok meyveler yetişmektedir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "De ki: Sizi yoktan var eden size
kulaklar, gözler, kalpler veren O'dur." (Mülk, 67/23).
Bu
duyular ilim, bilgi ve bu dünyada olup bitenleri idrak etme vasıtalarıdır.
Burada
sadece göz ve kulağı zikretmiştir. Çünkü beş duyunun en önemlileri, yani ilim
elde etme vasıtaları bunlardır.
Büyük
kudretiyle hayat ve ölümü emreden kimdir? O diriltir, öldürür, ölüden diriyi
çıkarır, diriden ölüyü çıkarır. Tıpkı hurma çekirdeğinden hurma ağacını,
yumurta veya nutfeden hayvanı çıkarttığı gibi, yine bunun aksi olarak ağaçtan
çekirdek veya tohumu, hayvandan yumurta veya meniyi çıkarttığı gibi.
Bütün
bu misallerde hayat ve ölüm alametlerini icat etmeye delil vardır. Bitkilerdeki
hayatın alâmeti gelişmedir. Hayvanlarda ise gelişme, irade ile yapılan
harekettir.
Bazı
alimler ise ayette geçen "hayat" ve "ölüm"ü manevî bir
şekilde kâfirden müminin, müminden kâfirin çıkması şeklinde tefsir etmişlerdir.
Tefsir alimlerinin çoğunluğu ayeti birinci mana ile açıklamışlardır. Razî'nin
dediği gibi birinci mana gerçeğe daha yakındır.
Müfessirler,
canlılara nutfe ile, ölülere yumurta ile misal verirken insanların genellikle
baktıkları zahiri durumu, hareket ve gelişmeyi dikkate almışlardır. Bu görüş
bugün biyoloji bilginlerinin söylediği çekirdek, yumurta, meni ve nutfede hücre
hayatının bulunduğu şeklindeki açıklamalarıyla çelişki arz etmemektedir. Çünkü
bu hayat hareket ve gelişme bulunmayan özel bir hayat şeklidir.
Modern
ilimde diriden ölünün çıkmasına misal olarak insan vücudunun kan ve derideki
ölü hücreleri atması, buhar ve terle dışarı çıkması, ölüden dirinin çıkmasına
misal olarak hararetle yanan gıdayla insanı alması ve ondan kanın meydana gelmesi
verilebilir.
Yeni
bilim adamları "Diri ancak diriden çıkar" derlerse, şüphesiz birinci
hayatın Allah'ın yaratmasıyla olduğunu kabul etmektedirler.
Durum
nasıl olursa olsun ayetten maksat Allah'ın kâmil bir kudret sahibi olduğunu,
hayatı ve ölümü kendisinin yarattığını misallerin hepsinde de ispat etmektir.
Kur'an'ın genel ve mutlak ifadeleri ilmin kabul ettiği herhangi bir misale
uygulanabilir.
Bütün
cihanın işlerini düzene koyan, her şeyin mülkiyetini elinde tutan kimdir?
Halbuki O, tasarruf sahibidir, hakimiyet sahibidir, Onun hükmüne karışacak
hiçkimse yoktur. Kullan yaptıkları işlerden sorumlu olduğu halde O yaptığı
işlerden sorumlu değildir.
Müşrikler
bu beş soruya karşılık olarak "Bunları yapan Allah'tır", demekten
kendilerini alamadılar. Durum gayet açık olduğundan, gerçekte daha başka
verilecek hiçbir cevap da bulunmadığı için kibirlenmeden, inat etmeden, tereddüt
ve şüpheye düşmeden "yoktan var eden de yok eden de Allah'tır", diye
cevap vermekten başka çare bulamadılar.
Ey
Rasulüm! Gerçeği itiraf ettiklerinde onlara de ki: Hiçbir şey Allah'a eş ve
ortak olmadığı ve bu fani varlıkların hiçbir faydası veya zararı dokunmadığı
halde, bunları Allah'a şirk koşmak ve Allah'tan başkasına tapmak suretiyle
kendinizi Allah'ın cezasına çarptırmaktan sakınmıyor musunuz?
İşte
bu, son derece üstün yaratma kudreti ve eşsiz irade ile muttasıf olan, sizi
yaratan, lütfuyla sizi terbiye eden ve bütün işlerinizi düzene koyan Allah'tır.
İbadete lâyık olan Allah'tır. "Rab" sıfatı bizzat kendisiyle var olan
Rab-binizdir. Sizi yoktan var eden, size rızık veren, bütün işlerinizi düzene
koyan O'dur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, O'ndan başka ibadete lâyık hiçbir
varlık yoktur.
Hak
olan, bizzat kendi zatıyla var olan Rabbiniz Allah olduğuna göre, hak sözün ve
hak davranışın dışında dalâlet ve batıldan başka bir şey yoktur. Hakla batıl
arasında hiçbir bağlantı yoktur. Kim Allah'a kulluk manasındaki hak çizgisini
aşarsa dalâlete düşer.
Öyle
ise nasıl haktan dalâlete döndürülüyorsunuz? Nasıl haktan batıla, bidayetten dalâlete
çevriliyorsunuz? Bu ne aklın, ne de mantığın kabul edeceği bir şeydir.
"Böylece
Rabbinin (hak) yoldan çıkanlar için söylediği "Onlar iman etmezler"
sözü gerçekleşmiş oldu." Yani rububiyet ve ulûhiyet sadece Allah'a ait
olduğu gibi Allah'ın, yoldan çıkanlar için -küfürde inat edenler ve dalâlet
üzerine ısrar edenler için; hak, hidayet ve tevhid dairesinden çıkanlar için-
verdiği "Onlar iman etmezler" hükmü, sözü ve tehdidi gerçekleşti.
Böylece onların iman etmeyeceği kesinleşti. Allah da bunu gayet iyi biliyordu.
Allah'ın onlar hakkındaki "Bunlar zillet içinde olacaklar ve imanları
mümkün olmayacaktır." seklindeki sözü gerçekleşmiştir. Buradaki
"söz" ile vaid (azapla korkutma) da murad edilmiş olabilir.
"Onlar iman etmezler" ifadesi gerçekleşen sözün sebebini beyan etmek
için, "Çünkü onlar iman etmezler" manasındadır.[78]
küfürlerinde
ısrar edenlerin imanından umutsuz olmak gerektiğini açıkça ifade etmektedir.
Ancak bu gibi kimselerden başkalarını zikretmemektedir. Çünkü küfürde ısrar
etmeyen iman eder, Allah ve Rasulüne itaat ederse bu kimsenin iman etmesi ve
azaptan kurtulması ümid edilir. Bu kimsenin önünde hiçbir engel yoktur. Nitekim
herhangi bir kâfirin iman etmesi için de hiçbir engel bulunmamaktadır. Ancak o
kendi isteğiyle iman etmemekte ve küfürde ısrar etmektedir.
Cenab-ı
Hak bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Haklarında Rabbinin hükmü
gerçekleşmiş olanlar iman etmezler. Onlara her türlü delil gelse de, acıklı
azabı görmedikçe (iman etmezler.) (Yunus, 10/96, 97).
İbni
Kesir son ayeti (Yunus, 33) müşrikler hakkında kabul etmekte ve şöyle
demektedir: Nasıl o müşrikler Allah'ın yaratıcı, rızık verici, Peygamberlerini
ve bütün varlık âleminde tek tasarruf sahibi olduğunu itiraf etmekle birlikte,
küfre düşmüş ve Allah'a şirk koşup Allah'la birlikte başka şeylere tapmada devam
etmişlerse onların cehennemde kalacak bedbahtlar olması da onlar için bir
gerçek haline gelmiştir.
"...
Ancak kâfirlere azap edileceği sözü hak oldu, dediler." (Zümer, 39/71).
[79]
Bu
ayetler müşriklerle sükûnet içinde yapılan, mantıklı bir tartışmadır. Çünkü
müşriklere rızık veren, yaratan, öldüren, dirilten ve her şeyi düzene koyanın
kim olduğu soruldu. Onlar bunun bütün mahlûkatın Rabbi olan Allah olduğunu
söylemekten başka bir şey yapamazlardı. Bu onların "Rabbın tek olduğuna"
bir itiraflarıdır. O halde niçin "Allah'ın tek ilâh olduğunu" itiraf
etmiyorlar da Allah'a başka ilahları ortak koşuyorlar.
Mantıklı
düşünce her iki durumu aynı şekilde kabul etmeyi, hem Tevhid-i rububiyeti hem
de Tevhid-i ulûhiyeti kabul etmeyi gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla bu ayet
tevhidin ispatına delâlet etmektedir.
Bu
ayet şu noktalara işaret etmektedir:
1- Rızık verici olan, mülkünde yaratmada, yoktan var etmede tek tasarruf
sahibi olan, öldüren, dirilten, bütün varlığı ve bütün âlemin işlerini düzene
koyan Allah'tır.
2- Bu kadar yüce bir kudrete sahip olan ve bütün bu işleri yapan
"Allah", Rab olduğunda asla şüphe bulunmayan gerçek Rabbinizdir. Ona
şirk koştuğunuz putlar Rabbiniz değildir. "İşte bu, hak olan Rabbiniz
Allah'tır."
Allah
Tealâ gerçek Rab olduğuna göre O'ndan başkaları mutlaka sahtedir ve
dalâlettedir. Çünkü iki zıt bir arada toplanmaz. Biri hak olduğu zaman O'ndan
başkası sahte ve batıldır. "Hakkın dışında sapıklıktan başka ne
vardır?" Yani hak olan ilâha kulluk etmeyi bıraktığın zaman bunun dışında
dalâletten başka bir şey yoktur.
Bundan
dolayı alimler diyor ki: Bu ayet Allah Tealâ'nm birliği konusunda hak ile batıl
arasında bir üçüncü mertebenin bulunmadığına hükmetmektedir. Usûl (akaid)
meseleleri buna kıyas edilebilir. Çünkü usûl (akaid) meseleleri de bundan
ayrıdır. Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "(Ey ümmetler!) Biz
sizin herbiriniz için bir şeriat ve yol tayin ettik." (Maide, 5/48)
Peygamberimiz (s.a.) ise şöyle buyurmaktadır: "Helâl bellidir, haram da
bellidir. Bu ikisi arasında şüpheli şeyler vardır."
Yine
Hz. Aişe (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.) tehec-cüd
namazına kalktığı zaman şöyle derdi: "Allahım! Hamd sadece sana mahsustur.
" Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Sen Hak 'sın, vaadin de
haktır. " "Sen Hak'sın" sözü, "Vacibü'l-vücud"
varlığı mutlaka gerekli olan anlamındadır. Bu Allah'ın hem zat hem de gerçek
oluşuyla tarif edilmesidir. Yani O'nun varlığı bizzat kendisiyledir. O'ndan
önce yokluk yoktu, O'ndan sonra da yokluk gelmeyecektir. Başkalarının varlığı
böyle değildir. Nitekim Cenab-ı Hak "O'ndan başka her şey helak
olacaktır." (Kasas, 28/88) buyurmaktadır.
Bu
ayette olduğu gibi, "Hakk"ın karşısında "dalâlef'in bulunması
hem dil, hem din açısından bilinen bir gerçektir. "Hakk'ın"
karşısında "batü"ın bulunması ise, "İşte Allah hakk'ın
kendisidir. Onların Allah'tan başka yalvardıkları şeylerde batıldır."
(Hac, 22/62). ayetinde olduğu gibi yine hem dil, hem din açısından bilinen bir
gerçektir. Dalâletin gerçek manası haktan yüz çevirmektir.
3- İmam Malik satranç ve tavlanın haram olduğuna delil olarak
"hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır?" (Yunus, 32) ayetini
delil getirmiş ve şöyle demiştir: Satranç ve tavla oynamak dalâlettendir.
İslâm
alimleri kumar şeklinde olmadığı takdirde satranç oynamanın hükmü hususunda
ihtilâf etmişlerdir.
Alimlerin
çoğunluğu (cumhur) diyorlar ki: Eğer kumar şeklinde olmazsa ve gizlice evinde
ailesiyle beraber, ayda veya yılda bir defa (yani sık sık olmadan) oynar, kimse
bundan haberdar olmaz veya bilinmezse bu satranç oyunu affedilmiştir, haram da
mekruh da değildir. Ancak satranç oyunu ile meşhur olursa şahsiyeti ve
güvenilir oluşu sakıt olur, şahitliği reddedilir.
İmam
Şafiî ise, "başka hususlarda güvenilir ise, kendisinde beyinsizlik hali
yoksa, şüpheli bir durum veya büyük günah işlediği de görülmemişse satranç ve
tavla oynayan kişinin şahitliğinin sakıt olmayacağı, ancak kumar şeklinde
satranç oynarsa güvenilirliğinin sakıt olacağı görüşündedir ve Batıl yolla kazanılan
haram mal yediği için kendini beyinsizlere katmış olur", demektedir.
İmam
Ebu Hanife bu konuda şöyle diyor: Satranç, tavla ve bütün eğlence oyunları
mekruhtur. Bu oyunları oynayan kimseden büyük günah sadır olmazsa ve güzel amelleri
kötü amellerinden daha çoksa şahitliği kabul edilir.
4- Akıllı kimse makul işleri yapar. Bunun için Cenab-ı Hak müşriklerin
makul davranışlar dairesinden çıkmalarını şu sözüyle hoş karşılamamıştır.
Öyle
ise nasıl (hak'tan) döndürülüyorsunuz?" Yani bu açık seçik hak'tan dönmeyi
nasıl normal görebiliyorsunuz? Akıllarınızı nasıl nzık vermeyen, öldürmeyen,
diriltmeyen şeylere tapmaya çeviriyorsunuz?
5- Allah'ın ilmi ezelîdir, her şeyi kuşatacak kadar geniştir. Azap ise
gerçektir, adaletin tecellisidir. Küfürde ısrar edenlere, kâfir olarak
ölenlere azap edileceği Allah'ın ilminde ezelde malûmdur. Nitekim ayet-i
kerimede şöyle bu-yurulmaktadır: "Böylece Rabbinin (hak) yoldan çıkanlar
için söylediği "Onlar iman etmezler" sözü gerçekleşmiş oldu."
Yani Allah'ın kendisine itaat etmekten uzaklaşanlar ve küfredenler ve
yalanlayanlar için "Onlar tasdik etmezler" şeklindeki hükmü, takdiri
ve ezelî ilmî sabit olmuştur. Yahut onların azabı hak etmesi ve azapla
korkutulması sabit olmuştur. Çünkü onlar iman etmeyeceklerdir.
[80]
34-
De ki: "(Allah'a) ortak koştuklarınız arasında yaratıkları yoktan var
edecek, öldükten sonra da tekrar diriltecek biri var mıdır? De ki: "Ancak
Allah yaratıklan yoktan var eder, öldükten sonra da tekrar diriltir. öyle ise
nasıl (haktan) döndürülüyorsunuz?"
35-De
ki: "(Allah'a) ortak koştuklarınız
P arasında hakkı gösterecek biri var mı- dır?1 De ki: "hakkı
gösterecek ve ona ile- tecek olan AUahtır- ° halde tekkn Ueten m*' y°^sa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı, kendisine
uyulmaya daha lâyıktır. O halde ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz."
36-
Onların çoğu ancak zanna uyarlar. Zan ise hakka karşı hiçbir şey ifade etmez.
Şüphesiz Allah onların yaptıklarını çok iyi bilir.
"Yoktan
var edecek... tekrar diriltecek" ifadeleri arasında tezat sanatı vardır.
"Hakka
ileten mi yoksa..." Bu istifham azarlama ve takrir (doğruyu belirleme)
ifadesi taşır. Birinci kısmı, "hakka ileten" uyulmaya daha lâyıktır
anlamındadır:
"Öyle
ise nasıl (haktan) döndürülüyorsunuz?", "O halde ne oluyor size? Nasıl
hükmediyorsunuz?" Bu sorular da azarlama ve tehdit içindir.
[81]
'Yaratıkları
yoktan var edecek, öldükten sonra da tekrar diriltecek biri var mıdır?" Bu
ayette delilin açık olması sebebiyle karşı tarafı ilzam etmek için yüce Allah
yeniden diriltmeyi ilk defa yaratmak gibi saymıştır.
"Öyle
ise" yani delil ortaya konduğuna göre "nasıl" hak'tan batıla ve
Hakk'a ibadetten "döndürülüyorsunuz?"
"De
ki:" Allah'a "ortak koştuklarınız arasında" deliller ortaya
koyarak, Peygamberler göndererek, inceleme ve düşünme kabiliyeti ihsan ederek
ve hidayeti yaratarak "hakkı gösterecek biri var mıdır?"
"O
halde Hakk'a" Allah'a "ileten mi yoksa hidâyet verilmedikçe kendi kendine
doğru yolu bulamayan mı kendisine uyulmaya daha lâyıktır?" Bu soru hem
azarlamak, hem de doğruyu tespit etmek içindir.
Selim
bir akim batıl olarak kabul edeceği uyulmaya lâyık olmayan şeye uymak
şeklindeki bu fasit hükümle "nasıl hükmediyorsunuz?"
"Onların
çoğu" yani inceleme gücü olup başkasını körükörüne taklit etmeye razı
olmayan insanlar veya onların hepsidir. Putlara tapma konusunda "ancak
zanna uyarlar..." Zan en basit ve doğru sanılan ortak bir noktadan hareket
ederek yaratıcıya yaratılana, gözle görünmeyen varlığı, gözle görünen varlığa
kıyas etmek gibi yanlış kıyaslara ve boş hayallere dayanarak ataları körükörüne
taklit etmek demektir.
"Zan
ise hakka karşı hiç bir şey ifade etmez." Yani kesin bilgi ve doğru
inancın bulunması istendiği yerde zannın hiçbir faydası olmaz.
"Şüphesiz
Allah onların yaptıklarını iyi bilir." ve onlara bu amellerine göre
karşılık verir.
[82]
Cenab-ı
Hak tevhid inancını ispat ettikten sonra insanı ilk defa yoktan var etmeye, yer
ve gökleri yaratmaya kadir olan Allah'ı bilme esasından hareketle, tekrar
diriltmenin de ilk defa yaratma gibi olduğunu beyan ederek "öldükten
sonra diriltme" konusunu ispat etmeye geçti.
Sonra
da hidayete varmayı ve hidayete iletmeyi yaratan Allah'ın mı, yoksa başkasının
hidayetine (yol göstermesine) muhtaç olan kimsenin mi uyulmaya daha lâyık
olduğunu beyan etme konusunda neticeyi akıl ve fikir sahiplerine havale etti.
Açıklama
ve delillerin ifade tarzının soru şeklinde olmasının gönüllerde bıraktığı iz
daha kalıcı ve kalplerde uyandırdığı tesir daha derindir.
[83]
Ey
Peygamber! Müşriklere de ki: Yer ve gökleri ilk defa yoktan var eden, sonra yer
ve göklerdeki mahlûkatı yaratan kimdir? Allah'tan başka ister put, heykel,
melek ve cin olsun isterse peygamber olsun buna kimin gücü yetebilir? Kim bütün
yaratıkları öldükten sonra tekrar yeni bir şekilde yaratabilir?
Onları
düşmanlıkları ve kibirleri sebebiyle öldükten sonra dirilmeye inanmadıkları
içindir ki, daha önce geçen beş soruya cevap verdikleri halde bu sorulara cevap
vermediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "De ki: Allah'tır..." ayetiy-le
bu sorulara cevap verdi.
Yani
Ey Rasulüm! mahlûkatı ilk defa yaratmaya, sonra da tekrar diriltmeye muktedir
olan Allah'tır. Çünkü ilk defa yaratmaya kadir olan tekrar diriltmeye de
kadirdir. Bunu yapacak, hiçbir eşe ve ortağa, yardımcıya muhtaç olmadan sadece
kendisi yerine getirecek olan Cenab-ı Haktır.
Ancak
müşrikler yaz mevsiminde yağmurla bitkilerin ortaya çıkmaları, kış mevsiminde
kuruyup gitmeleri ve gelecek yaz mevsiminde tekrar ortaya çıkmaları gibi
gözleriyle gördükleri gerçekler sebebiyle bitkileri ilk defa yaratanın ve
sonra da tekrar diriltenin Allah olduğunu itiraf ediyorlar ama insan ve diğer
canlıların tekrar dirileceğini inkâr etmektedirler.
"Öyle
ise nasıl oluyor da hak'tan döndürülüyorsunuz?" Nasıl hidayet yolundan
batıla, tevhid yolu olan hak yoldan şirk ve puta tapma yolu olan dalâlet yoluna
sapıyorsunuz?
Eğer
siz yaratılışınız, akıllarınız, görüşleriniz ve mütalaalarınıza göre bitkilere
tekrar hayat verenin Allah olduğunu kabul ediyorsanız, peki ne diye Onun
kudretiyle insana tekrar hayat vereceğini itiraf etmiyorsunuz? Bu, sizin
öldükten sonra dirilmeye ve kıyamet günü hesap vermeye iman etmenize sebep olur
diye mi?
Bundan
sonra Allah Tealâ rububiyet (rab olma) vasıflarından birine ait bir soru sordu:
"De ki: Allah'a ortak koştuklarınız arasında..." "Ey Habibim!
Onlara, şöyle söyle: Ya fıtrat ve içgüdüsüyle veya göz kulak gibi organlarla,
yahut akıl ve fikirle, veyahut semavî kitaplar ve peygamberlerin hidayeti ile
sizin Allah'a ortak koştuğunuz putlar arasında sapık ve şaşkın bir kimseyi
hidayete erdirecek biri var mıdır? Yoksa onlar bütün bu hususlardan aciz
midirler?
Bu
"hidayet" meselesi tamamen yaratma ve var etme gibidir. Nitekim
Ce-nab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz her şeye takdir ettiği şekli
verip sonra da doğru yolu gösterendir, dedi." (Tâ-Hâ, 20/50).
Müşrikler
Allah'a ortak koştukları şeylerin yaratma ve hak yola iletme gibi şeyleri
yapamayacaklarını tamamen idrak edipte verecek cevap bulamayınca onların
yerine Allah cevap verdi:
"De
ki: Hakkı gösterecek olan ve hakka iletecek olan Allah'tır." Yani Ey
Ra-sulüm! Onlara şunu söyle: Meydana getirdiği delil ve hüccetlerle, gönderdiği
peygamberlerle, indirdiği kitaplarla, akıl ve beş duyu vasıtasıyla insana bahşettiği
ilim, bilgi ve imanla hakkı gösteren ve hakka ileten yalnızca Allah'tır.
Hakka,
doğru yola ve imana hidayet etmeye muktedir olan Allah mı, yoksa başkası (yani
Allah) kendisine hidayet vermedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan kimse
mi? Hangisi sözüne uyulmaya ve emrine itaat edilmeye daha lâyıktır?
Bu
ifadeler Allah'a ortak koşulan melekler, Mesih ve Üzeyr gibi kimseleri de içine
almaktadır.
O
halde ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz? Size ne oldu da, Allah ile
yarattığı mahlûkatını bir tutuyorsunuz, Allah'tan başkasına tapmanın ve onların
şefaatlerini beklemenin caiz olduğuna hükmediyorsunuz?
Bu
ifade onların Allah'a ibadet etme ile her şeyden aciz Allah'a ortak koştukları
şeylere tapmayı bir tutmak gibi haddi aşan hükümlerinden son derece hayret etme
ifadesidir.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak müşriklerin bu şekilde inanmak, şirk koşmak ve Allah'tan
başkalarına tapınma hususunda hiçbir delil ve burhana uymadıklarını ancak
hepsinin boş kuruntu ve hayal görme şeklindeki zayıf kanaatları-na ve, zanna
uyduklarını açıklamaktadır. Bu zannın ise onlara hiçbir şekilde faydası
olmayacaktır. Çünkü eli boş olan kişi değişmez hakkın -yani kesin bilgi ve
doğru inancın- istendiği noktada hiçbir şey veremez.
Şüphesiz
Allah onların davranışlarını gayet iyi bilir. Bütün kesin deliller Rasulullah
(s.a.)'ın doğruluğunu gösterdiği halde O'nu yalanlamak gibi, hüccet ve delil
olmaksızın babaları ve ataları körükörüne taklit etmek gibi her davranışa
karşı Allah onların cezalarını verecektir.
Bu
onlara karşı bir tehdit ve cehennem azabıyla yapılan şiddetli bir uyandır.
Çünkü Allah onlara bu yaptıklarına karşılık tam bir ceza vereceğini bildirmiştir.
Kısacası,
geçen ayetler Allah'ın varlığına delil olarak üç şeyi ihtiva etmektedir.
1- O, rızık veren, gözü ve kulağı var eden, ölümü ve hayatı yaratandır.
2- O, insanı, yeryüzünü, gökleri ve ikisi arasındaki varlıkları
yaratandır.
3- O, hidayet etmeye kadir olandır. Allah'ın varlığına önce yaratıcı
olması, ikinci olarak da hidayet vermesinin delil getirilmesi Kur'an'da pek sık
görülen bir ifade tarzıdır.
[84]
Bu
ayetler öldükten sonra dirilmeyi ispat etmek için müşriklere karşı iki azarlama
ve bir tehdidi ihtiva etmektedir:
1- Azarlama burada, ilk defa ve sonradan yaratmaktan aciz olan varlıkları,
Allah'a ortak koşarak onlara tapmaya karşı yapılmıştır. Böyle bir tapınma nasıl
doğru olabilir. Siz ey müşrikler! Nasıl haktan batıla dönebiliyorsunuz?
Hak
Tealâ'nın yaratmaya muktedir olması sebebiyle yeryüzünü, gökleri ve bu ikisi
arasındaki her şeyi o yarattı. İnsanı önce topraktan, sonra nutfeden, sonra da
kan pıhtısından yarattı. O tekrar diriltmeye de kadirdir. O halde öldükten
sonra dirilmeye hiçbir şek ve şüphenin karışmadığı bir imanla iman etmek
gerekir.
2- İkinci azarlama, ne kendilerini ne de başkalarını hidayete erdiremedikleri
halde Allah'a ortak koştukları putları ilah edinmelerine karşı yapılmıştır. O
halde ibadet ve tevhide daha lâyık olan doğru yola Kuran yoluna, İslâm dinine-
irşad etmeye muktedir olan Allah'tır.
"O
halde ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz." Putlara tapmakla elinize ne
geçiyor? Bu açık batılla hükmedip kendinizi ve akıllarınızı nasıl memnun
edebiliyorsunuz? Başkaları kullanmadıkça kendilerine bile faydası dokunmayan
sahte tanrılara tapıyorsunuz da her dilediğini yapan Allah'a kulluk etmeyi mi
bırakıyorsunuz?
3- Tehdit, küfür ve yalanlamaya karşı yapılmıştır. "Şüphesiz Allah
onların yaptıklarını çok iyi bilir." Buna karşılık onlara ceza verir.
"Zan
ise hakka karşı hiçbir şey ifade etmez." ayeti akaid (İslâm'ın temel
inançları) konusunda zan ile yetinilemeyeceğini, usulde (İslâm dininin ana
esaslarında) kesin ilim ve yakin derecesinin elde edilmesinin vacip olduğuna
delâlet etmektedir. Bu hususta taklit ve zanla yetinmek caiz değildir. Çünkü iman
esasları ana sütunlardır, yakîn üzerine bina edilir. Bu konuda zannm faydası
olmaz. Zan ancak fıkhın füruât konularında yeterli olabilir.
[85]
37-
Bu Kur'an Allah'tan başkası tarafından uydurulan bir şey değildir. Ancak O
daha önceki kitapları doğrulayan ve ezelî kitabı açıklayan bir kitaptır.
Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan indirildiğinde asla şüphe yoktur.
38- Yoksa onlar "Kur'an'ı Muhammed
uydurdu" mu diyorlar. Onlara de ki: "İddianızda samimi iseniz
Allah'tan başka gücünüzün yettiği herkesi yardımınıza çağırın da, onun benzeri
bir sure meydana getirin."
39-
Daha doğrusu onlar ilmini kavrayamadıkları ve henüz açıklaması kendilerine
gelmemiş olan Kur'an'ı yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı.
Bak, O zalimlerin sonu nice oldu?
"Daha
öncekileri..." Bu, Peygamberimiz (s.a.)'in geleceğini müjdeleyen Tevrat
ve İncil gibi önceki kitaplar için istiaredir.
"Yoksa
onlar" Kur'an'ı Muhammed uydurdu mu, diyorlar?" Buradaki soru inkâr
içindir.
[86]
"O
daha önceki kitapları" doğrulayan, doğruluğu kesin belli olan, yalan olmayan,
önceki ilâhî kitaplara uygun olarak indirilen bir kitaptır, "doğrulayan ve
ezelî kitabı açıklayan" Allah'ın takdir edip yazdığı hükümler vb.
hususları beyan eden, kesin inanç esaslarını ve şer'î hükümleri ortaya koyan
"bir kitaptır."
"Onlara
de ki: İddianızda samimi iseniz" Kur'an'ı Muhammed (s.a.) uydurdu
iddiasında samimi ve doğru sözlü iseniz. "Allah'tan başka..." Çünkü
Allah buna yalnız başına kadirdir. O'nun dışında "gücünüzün yettiği
herkesi yardıma çağırın" Yardım isteyin, "da onun benzeri bir sure
getirin." Fesahat, belagat, nazmın güzelliği ve mana kuvveti açısından
onun benzeri bir sureyi uydurarak getirin. Çünkü siz de fasih Arapça
konuşmaktasınız; Arapça'da ve fesahatte benim gibisiniz, hatta gerek şiir ve
gerekse ifade tarzı yönünden daha tecrübelisiniz.
"Daha
doğrusu onlar ilmini kavrayamadıkları" Kur'an'ı ilk defa işitir işitmez
ayetlerin manalarını düşünmeden ve tam olarak anlayamadan, hemen yalanladılar,
"ve henüz açıklaması kendilerine gelmemiş olan" yani henüz açıklamasına
muttali olmadıkları, manaları zihinlerinde oluşmamış ve oradaki uyarıların
sonucu kesin olarak ortaya çıkmamış olan, gayba dair haberleri henüz meydana
gelmeyen, doğru mu yalan mı söylediği belli olmayan "Kur'an'ı yalanladılar.
" Yani Kur1 an hem lafız hem de mana açısından mucizedir. Onlar lafzını
dinlemeden, manasını incelemeden derhal Kur'an'ı yalanlayıverdiler.
"Onlardan
öncekiler de" peygamberlerini "böyle" bu şekilde bir yalanlama
ile "yalanlamışlardı." "Bak" Peygamberleri yalanlamak
suretiyle zulmeden "o zalimlerin hali nice oldu?" Yani onların sonucu
helaktir. Biz onları böyle helak ederiz.
[87]
Cenab-ı
Hak müşriklerin Kur'an'ın mucize olmadığı, sadece Muhammed (s.a.)'in kendinden
uydurup meydana getirdiği bir kitap olduğu inancını taşımaları sebebiyle, Hz.
Peygamber (s.a.)'den bir ayet indirilmesi isteklerini zikretti ve onların bu
isteklerine karşı, Muhammed'in de başkaları gibi kendiliğinden bir ayet veya
benzeri bir sure getirmekten aciz olduğunu beyan ederek onlara cevap verdi.
Bundan
sonra onların Allah'a şirk koşmalarının batıl ve asılsız olduğunu pek çok
delillerle ispat etti. Sonra tekrar asıl bir gerçeği vurgulamaya başladı. Bu,
Kur'an'ın Allah tarafından bir vahiy olduğu ve Muhammed (s.a.)'in Allah'a
iftira ederek uydurduğu bir kitap olmadığı, dolasıyla Kur'an'ın Allah tarafından
indirilen bir mucize olduğu, iftiralardan uzak olduğu gerçeği idi.
[88]
Bu
ayetler Kur'an-ı Kerimin bir mucize "ve Allah'ın kelâmı olduğunu beyan
etmektedir. Bu İslâm dininin inanç ve esaslarından biridir.
Bu
mana Kur'an'ın Allah katından olduğunu ve Muhammed (s.a.)'in kendisinin
uydurduğu bir kitap olmadığını, sadece Hz. Peygamber (s.a.)'in doğruluğuna
şehadet eden ebedî bir mucize olduğunu ispat etmek için Kur'an'da birkaç defa
tekrarlanmıştır. Allah Tealâ'nın ha.dis-i kudsideki şu sözünün manası da budur:
"Kulum, (yani Muhammed (s.a.)) benden tebliğ ettiği her şeyde doğru
söylemiştir."
Ayetin
manası şudur: Kur'an'ın Allah'tan başkası tarafından uydurulması hiç uygun
değil, hatta mümkün de değildir. Çünkü Kur'an fesahati ve belâgati, özlü oluşu,
gaybdan haber vermesi, getirdiği şeriatın asaleti, dünya ve ahiretle ilgili
faydalı çeşitli bilgi ve manaları ihtiva etmesi sebebiyle ancak Allah tarafından
gönderilebilir. Kur'an yaratıkların kelâmına benzemeyen Allah kelâmıdır,
Allah'tan başka kimse onunla yanşamaz, benzerini meydana getiremez.
Rivayete
göre Ebu Cehil şöyle demiştir: Muhammed hiçbir beşere yalan söylememiştir. Hiç
Allah adına yalan söyler mi?
Ayrıca
Kur'an Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa (a.s.) gibi daha önceki peygamberlere
gönderilen ilâhî kitaplara uygundur ve bu kitapları tasdik etmektedir. Yine
tevhid inancı, Allah'a ve ahiret gününe iman gibi dinin esaslarına davet,
salih ameller ve güzel ahlâk konularında önceki kitaplara muvafıktır. Aynı
zamanda önceki kitapları korumakta, önceki kitaplarda meydana gelen tahrif ve
değiştirmeleri açıklamaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Biz sana kendisinden önceki kitapları tasdik eden ve onları koruyan bu
kitabı hak ile indirdik." (Maide, 5/48).
"Ezelî
kitabı açıklayan" hükümleri, şer'î esasları, helâl ve haramı, ibret ve
nasihatlan, edepleri, şahsî ve içtimaî ahlâkı özlü ve şifa verici üslubuyla
beyan eden bir kitaptır.
"Onda
şüphe yoktur." Kur'an'da asla şek ve şüphe yoktur. Gayet açık olması,
hakkı, hidayeti ve doğruyu açıklaması sebebiyle düşünen hiçbir kimsenin Kur'an
hakkında şüpheye düşmesi uygun bir hareket değildir.
"Allah
tarafından" yani çelişkilerden ve birbirinden farklı ifadelerden salim
olması sebebiyle, başkası tarafından değil, Allah tarafından indirilmiş ve
vahyedilmiştir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Eğer Kur'an Allah'tan
başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda birbirine zıt olan pek çok şey
bulurlardı." (Nisa, 4/82).
Bundan
anlaşılıyor ki Allah Tealâ Kur'an'ı şu beş özelliği ile tanıtmıştır:
1- Allah'tan başkasının uydurması kesinlikle mümkün değildir. Çünkü Kur'an
mucize'dir. Hiçbir beşer ona muktedir olamaz.
2- Kur'an, dinin esasları ve faziletli ameller hususunda önceki kitapları
doğrulayan ve koruyandır. Kur'an, geçmiş ve gelecekteki gaybî olaylardan haber
verdiği için mucizedir. "Daha önceki kitapları doğrulayan" ayetinin
manası da budur.
Geleceğe
ait gaybdan haber verip de haber verdiği şekilde meydana gelen olaylardan biri
Cenab-ı Hakkın şu ayet-i kerimesidir: "Elif, Lam, Mim... Rumlar mağlûp
oldu." (Rum, 30/1-2).
Yine
Fetih süresindeki şu ayet-i kerimesidir: "Şüphesiz ki Allah peygamberinin
rüyasını doğru çıkardı. Elbette sizler... Mescid-i Haram'a gireceksiniz."
(Fetih, 48/27).
Ayrıca
İslâm devletinin hakimiyeti hakkında şu ayet-i kerimedir: "Allah içinizden
iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle vaad etmiştir ki, mutlaka...
kendilerini de yeryüzünde mirasçı kılacaktır." (Nur, 24/55) Bütün bu
ayet-i kerimeler bu haber vermenin Allah tarafından bir vahiyle meydana
geldiğine delâlet etmektedir.
3- Kuran insanın muhtaç olduğu şer'î hükümleri, dinî ve dünyevî pek çok
ilimleri geniş geniş açıklamaktadır: Kur'an'da akaid ilmi yani Allah'ı zat ve
sıfatlarıyla Onun meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü
haber veren bilgiler vardır. Yine Kur'an'da fıkıh ilmi yer almaktadır.
Kur'an'da
ayrıca "Af yolunu tut. İyiliği emret ve cahillere aldırış etme!"
Araf, 7/199) ayetinde ve "Şüphesiz ki Allah adaletli davranmayı, iyilikte
bu-'.anmayı ve akrabalara yardım etmeyi emreder. Fuhşu, kötülüğü ve zulmü yanıklar"
(Nahl, 16/90) gibi sosyal düzeni sağlayıcı, insanlar arasında sevgi ve
beraberliği oluşturacak esasları ortaya koyan emir ve tavsiyeler yer almaktadır.
İşte
"O her şeyi geniş bir şekilde açıklar." (Yusuf, 12/111) ayetinin
manası ia budur.
4- Pek çok ilimleri beyan etmesi ve içinde birbiriyle çelişkili olan
ifadelerin Dulunmaması sebebiyle Kur'an'da hiçbir şek ve şüphe yoktur.
5- Kur'an Allah tarafından gönderilmiş ve bunun için uyarıcı olması
bakı-zıından Muhammed (s.a.)'e Ruhu'1-Emin (Cebrail) vasıta kılınmıştır.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak "Kur'an'ı Muhammed'in uydurduğunu" ileri suren
bilgisiz müşrikleri reddetti ve bunda samimi iseler onun benzerini getirsinler
diye onlara meydan okudu. Cenab-ı Hak şöyle diyordu: "Yoksa onlar Kur'an'ı
Muhammed uydurdu mu diyorlar?" Halbuki Muhammed sizin gibi bir oeşerdir.
Onun bu Kur'an'ı uydurduğunu iddia ediyorsunuz. O halde siz de cnun bir
benzerini meydana getirin. İsterse nazm ve üslûp, kuvvet ve sağlamlık, belagat
ve incelik bakımından Kur'an'daki en kısa sureye benzeyen bir sure meydana
getirin. Bunu yaparken de istediğiniz kadar insan ve cinlerden yardım isteyin.
Hiç bir şey yapamayacaksınız. Çünkü bütün mahlûkat Kur'an'a karşı cevap
vermekten veya onun benzerini getirmekten acizdirler:
"De
ki: Yemin olsun ki, insanlar ve cinler Kur'an'a benzer bir kitap meyda-~.a
getirmek için bir araya gelseler de hiçbir zaman onun bir benzerini meydana
getiremeyeceklerdir. Hatta birbirlerine yardımcı olsalar bile!" (İsra,
17/88).
Eğer
siz Kur'an'm Muhammed tarafından uydurulduğu, şeklindeki iddianızda samimi iseniz,
O'nun yalnız başına meydana getirdiği bu Kuranın bir oenzerini siz meydana
getirin, bunun için de dilediğiniz kimselerden yardım isleyin.
Kur'an'ın
benzerini getirmek şeklindeki meydan okuma bir kaç merhalede gerçekleşmiştir:
Birinci
merhale İsra suresinin 88. ayetinde zikredilen merhaledir. Kuran'ın benzerini
meydana getirmeleri istenerek meydan okunmaktadır. Bu en yüksek mertebedir.
İkinci
merhale ise onların Kur'an'daki gibi on sure meydana getirmelerine
razı
olma merhalesidir. Cenab-ı Hak, Hud suresinde şöyle buyurmaktadır:
Yoksa
onlar "Kur'an'ı Muhammed uydurdu" mu diyorlar? De ki: Siz de
Kur'an'ın
benzeri on uydurma sure meydana getirin bakalım. Eğer iddianızda
samimi
iseniz Allah'tan başka yardımını isteyebileceğiniz kimseleri de çağırın."
(Hud, 11/13).
Üçüncü
merhalede sure uydurmalarına razı olma merhalesidir. Burada Mekke'de inen bu
surede "O'nun surelerinden biri gibi uydurma bir sure getirin. "
(Yunus, 38) ve yine Medine'de inen Bakara suresinde de "Kulumuza (Uz.
Mühammed'e) indirdiğimiz Kurandan şüphe ediyorsanız onun benzeri bir sure
meydana getirin." (Bakara, 2/23) Duyurulmuştur.
Bundan
sonra Kur'an o müşriklerin Kur'an'a karşı tavırlarını bildirdi: "Daha
doğrusu, onlar... Kur'an'ı yalanladılar..." Müşrikler Kur'an-ı Kerim'deki
manaları düşünmeden ve anlamadan önce hemen Kur'an'ı yalanlamaya koştular.
Bilgisiz ve inatçıların tavrı daima böyledir.
"Henüz
açıklaması kendilerine gelmeden" onlar atalarını körükörüne taklit
ederek, düşünmeden ve anlamadan önce açıkça Kur'an'ı yalanladıkları gibi
düşündükten ve Kur'an'ın yüce şanını, mucize oluşunu ve onun benzerini getirmeye
güçlerinin yetmediğini anladıktan sonra da sırf inatla ayak direttikleri ve
haddi tecavüz edip haset ettikleri için Kuranı yine yalanladılar.
"Henüz
açıklaması kendilerine gelmeden" ayetine "Henüz Kur'an'da belirtilen
gaybî olaylara dair haberlerin neticesi gelmeden, doğru mu, yalan mı söylediği
kesin olarak belli olmadan Kur'an'ı yalanladılar" şeklinde de mana verilebilir.
"Onlardan
öncekiler de böyle yalanlamışlardı." Yani geçmiş ümmetler de hiç
incelemeden, hiç düşünmeden, nefislerinde bir parça olsun insaf etmeden sadece
inat ederek ve atalarını körükörüne taklit ederek peygamberlerin mucizelerini
bu şekilde yalanlamışlardı.
"Bak,
o zalimlerin sonu nice oldu?" Ey Peygamber! Peygamberlerini yalanlamak,
dünyayı talep edip ahireti terk etmek suretiyle kendi kendilerine zulmeden o
kimselerin akibetlerinin nasıl olduğuna bir göz at. Biz zulüm, kibir, küfür,
inat ve bilgisizlik sebebiyle peygamberlerimizi yalanladıkları için onları
helak ettik. Siz de ey yalanlayanlar! Onlara isabet eden belâ ve azabın size
isabet etmesinden sakının:
"Biz
onların her birini günahları yüzünden cezalandırdık. Kiminin üstüne taş
yağdıran kasırga gönderdik, kimisini korkunç bir çığlık yakaladı, kimisini
yerin dibine geçirdik. Kimisini de suda boğduk. Aslında Allah onlara zulmetmedi,
fakat onlar kendilerine zulmettiler." (Ankebut, 29/40).
[89]
Bu
ayetler Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunun, Hz. Muhammed (s.a.)'e
vah-yedildiğinin, Hz. Muhammed tarafından uydurulmadığınm kesin ispatıdır. Bu
durum ayet-i kerimede zikredilen ve "Açıklaması" bölümünde
açıkladığımız beş özellikle tavsif edilmesinin delaletiyle de sabittir. Yine
onların iddialarına göre madem ki Kur'an Muhammed (s.a.)'in sözüdür, öyleyse
Muhammed de onlar gibi bir beşer olduğuna ve onlar da O'nun gibi fasih ve
beliğ konuşan Araplar olduğuna göre, "Siz de bu Kur'anın surelerinden biri
gibi bir sure meydana getirin" diyerek Kur'an'ın Araplara meydan okuması
buna delildir.
Birinci
ayet (Yunus, 10/37) Kur'an'ın Allah tarafından indirilmiş olduğuna delâlet
etmektedir. Çünkü Muhammed (s.a.) hiçbir kimseden ders almadığı halde, Kur'an
kendisinden önceki kitapları doğrulamakta ve bu kitaplarla uyumluluk arz etmektedir.
İkinci
ayet (Yunus, 10/38) ise Kur'an uydurulmuş bir kitapsa onun surelerinden bir
sure meydana getirilmesi isteğiyle Arapları susturmaktadır. Bu ayet Arapların
fesahat, belagat ve beyanla meşhur olmaları sebebiyle münasip bir teklif
getirmiştir.
Kur'an
ifade tarzı, nazmı, şer'î hükümleri ve ilimleri ile Rasulullah (s.a.)'ın ebedî
bir mucizesidir. Nitekim her peygamberin mucizesi yaşadığı asra uymaktadır.
Meselâ: Sihirbazların sihir ilimleriyle meşhur olduğu bir zamanda Hz. Musa
(a.s.)'ın asası ve nurlu el mucizesi, tıp ilminin revaçta olduğu bir zamanda
Hz. İsa (a.s.)'ın mucizesi ki körleri ve alaca hastalığına yakalananları
Allah'ın izniyle iyileştiriyor, Allah'ın izniyle ölüleri diriltiyordu; bütün
bunlar hiçbir ilâç ve tedavi uygulamadan oluyordu.
Bunun
için Peygamberimiz (s.a.)'den rivayet edilen sahih bir hadis-i şerifte şöyle
buyurulmaktadır: "Hiçbir peygamber yoktur ki kendisine beşerin benzerine
iman ettiği mucizeler verilmiş olmasın. Bana verilen ise Allah'ın bana
vah-yettiği Kur'an'dır. Ben bütün peygamberler arasında ümmeti en çok olan peygamber
olacağımı ümid ediyorum."
Üçüncü
ayet (Yunus, 10/39) Arapların Kur'an'a karşı tutumlarının bayağılığına delâlet
etmektedir. Onlar henüz Kur'an hakkında hiç düşünmeden atalarını körükörüne taklit
edip putperestliğe devam ederek Kur'an'ı yalanladılar.
Kur'an'ı
inceledikten ve onun hakkında düşündükten sonra da ayak direyip inat ederek,
haddi aşarak ve haset ederek; Kur'an'la başa çıkmak ve nazım, üslup, mana ve
hüküm ahengi yönünden ondaki en kısa sure gibi bir sure meydana getirmekten
aciz kaldıklarında da Kur'an'ı yalanladılar.
Bunun
için Kur'an, peygamberleri yalanlamaları sebebiyle geçmiş ümmetlerin helak
oldukları gibi bunları da zulümleri sebebiyle helak olmakla uyardı.
[90]
40- Onlardan bir kısmı Kur'an'a inanacak, bir
kısmı ise inanmayacaktır. Rab-bin fesatçıları çok iyi bilir.
41- Seni yalanlarlarsa onlara de ki: "Benim
yaptığım bana, sizin yaptığınız sizedir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız.
Ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım."
42-
Onlardan bir kısmı sana kulak verir. Sen hiç sağırlara işittirebilir misin?
Hele bir de akıllarını hiç kullanmazlarsa.
43- Onlardan bir kısmı da sana bakıp dururlar. Sen
hiç körlere doğru yolu gösterebilir misin? Hele bir de basiretsiz olurlarsa.
44-
Allah insanlara asla zulmetmez. Fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.
"Bir
kısmı Kur'an'a inanacak bir kısmı ise inanmayacaktır." İfadelerinin
aralarında tezat (tıbak-ı selb) sanatı vardır.
"Sağır"
ve "kör" sıfatları kâfirleri anlatan mecazdır. Kuran, hak ve hidayetten
yüz çevirmeleri sebebiyle onları "kör" ve "sağır"a
benzetmiştir.
[91]
"Onlardan"
yani Mekkeli olup Rasulullah (s.a.)'ı yalanlayanlardan "bir kısmı
ona" Kur'an'a "inanacak." Yani Kur'an'ı kendi kendine tasdik
eder, onun hak olduğunu bilir fakat kabul etmemekte inat eder. Veya ona iman
edecek ve küfründen dönüp tevbe edecek. "Ona" kelimesindeki zamir
Kur'an'a racidir. "bir kısmı ise inanmayacaktır." Bir kısmı son
derece anlayışsız ve çok az düşünen kimseler olmaları sebebiyle inanmazlar.
Yahut hiç inanmayacaklar, küfür üzerine öleceklerdir.
"Rabbin
fesatçıları" küfür üzerine ısrar edip inat edenleri "çok iyi
bilir". Bu ifade onlara bir tehdittir.
"Seni
yalanlarlarsa" yani seni yalanlamakta ısrar ederlerse onlara "de ki:
Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız sizedir." Yani herkes amelinin
karşılığını görecektir. Ben sizin yaptığınızdan uzağım. Ben bu yaptığınıza razı
olmayıp uzak olduğumu söyledikten sonra hiçbir özür kabul etmem.
"Siz
benim yaptıklarımdan uzaksınız. Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım." Beni
benim yaptıklarımla muaheze etmeyin, ben de sizin amelinizle muaheze
edilmeyeyim.
"Onlardan
bir kısmı sana kulak verir." Kur'an'ı okuyup şer'î hükümlerle amel ettiğin
zaman dinlerler, fakat sağır gibi duymaz, kabul etmezler.
"Sen
hiç sağırlara işittirebilir misin?" Kur'an'dan istifade etmek hususunda
kâfirleri sağırlara benzetti. "Hele bir de akıllarını hiç
kullanmazlarsa" yani onların sağırlıklarına bir de akıllarını
kullanmamaları ve düşünmemeleri eklenirse... Bu ifade, bir sözü gerçekten
dinlemenin ondan kastedilen manayı anlamak olduğuna işaret etmektedir.
"Onlardan
bir kısmı da sana bakıp dururlar." Peygamberliğinin delillerini,
mucizeleri görürler ama seni tasdik etmezler. "Sen hiç körlere doğru yolu
gösterebilir misin?" Hidayeti kabul etmemek hususunda kâfirleri körlere
benzetmektedir. "Hele bir de basiretsiz olurlarsa" yani onların
körlüklerine bir de basiretsizlikleri eklenirse. Çünkü görmekten maksat ibret
alıp istifade etmektir. Bu ayet müşriklerden uzaklaşma ve yüz çevirmenin
sebebini anlatmaktadır.
"Allah
insanlara asla zulmetmez." Akıllarını ve duyu organlarını alarak onlara
haksızlık yapmaz. "Fakat insanlar" akılları ve duyu organlarından hak
yolda istifade etmez de onları fesatçılıkta kullanırlarsa "kendi
kendilerine zulmederler. " Bu ayette kulun kesb hakkının yani iradesi ve
bu iradeyi yerine getirecek imkânının olduğuna işaret vardır. Kulun, Cebriyye'nin
iddia ettikleri gibi, tamamen iradesi elinden alınmış değildir.
[92]
Cenab-ı
Hak peygamberlik ve vahiy konularında kâfirlerin tenkitlerini açıkladıktan ve
"Bak, o zalimlerin sonu nice oldu?" ayetiyle onları dünyada helak
olmakla ve azap ile korkuttuktan sonra gerçekte bunların iki grup olduklarını
zikretmektedir.
Birinci
grup, Kur'an'm Allah'ın kelâmı olduğunu (kendi kendine) tasdik eder. Ancak
kibirlenir ve inat eder, hakkı söylemezler.
İkinci
grup ise, son derece anlayışsız ve bilgisiz oldukları için Kur'an'ı asla tasdik
etmezler, iman etmeye istidatları olmadığı için Hz. Peygamber'i yalanlamakta
ısrar ederler. Bunların ıslah olmasında ve hidayeti bulmalarında ümit yoktur.
Bu sebeple birinci grubu helak etmek yerine onlara iman etme fırsatı verilmesi
maslahata daha uygundur.
[93]
Müşrikler
şu anda ve gelecekte iki grup halindedirler: Birinci grup, Kur'an'ı kendi
kendine tasdik eden, Kuran'ın hak olduğunu bilen fakat yalanlamakta inat eden
kimselerdir.
İkinci
grup ise Kur'an hakkında şüphe eden, Kur'an'ı tasdik etmeyen kimselerdir. Şu
anda bu şekilde davranırlar.
Ancak
"yü'minu" fiiliyle gelecek zaman da murad edilmiş olabilir. Yani
"Ya Muhammed! Senin kendilerine gönderildiğin insanlar içinde bir kısmı bu
Kur'an'a inanacak, sana uyacak ve sana gönderilen kitaptan istifade edecektir.
Bir kısmı ise küfür üzerinde ısrar edecek, nihayet küfür üzerine ölecek ve öldükten
sonra da küfür üzerine dirilecektir."
"Rabbin
fesatçıları çok iyi bilir." O, hidayete lâyık olanı gayet iyi bilir ve ona
hidayeti ihsan eder. Dalâlete lâyık olanı da gayet iyi bilir ve onu da saptırır.
İşte bunlar küfürde ısrar eden inatçılardır. Allah adildir, zulmetmez, herkese
lâyık olduğunu verir.
Ayetin
manası şudur: Rabbin yeryüzünde şirk, zulüm ve tuğyan ile fesat çıkaranları çok
iyi bilir. İmana olan istidatlarını kaybettikleri için, onların ıslah
olmalarında ümit yoktur. Allah onlara dünya ve ahirette azap verecektir.
O
müşrikler seni yalanlar ve bunda da ısrar ederlerse onlardan ve onların yaptıklarından
uzak dur ve onlara de ki: "Benim yaptığım bana" Bu da ilâhî mesajın
tebliği, azapla uyarma, cennetle müjdeleme, itaat ve imandır. Allah bunlara
karşılık bana ecir verecektir.
"Sizin
ameliniz size." Yani zulüm, şirk, fesat çıkarma gibi amellerinize karşılık
Allah sizi cezalandıracaktır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Siz sadece yaptıklarınızla cezalandırılıyorsunuz." (Yunus, 10/52).
"Siz
benim yaptıklarımdan uzaksınız. Ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım".
Bununla bu davranış tarzından men etme, bunu reddetme ve ayrıca ferdî
mes'uliyet esasının ilân edilmesi -yani herkesin sorumluluğunun sadece kendisine
ait olması, başkasının günahından sorumlu olmaması- esası murad edilmektedir.
Ayetin manası şudur: Beni benim yaptıklarımla muaheze etmeyin. Ben de sizi
sizin amellerinizle muaheze etmiyorum. Artık hiçbir özür kabul etmem. Ben
sizin yaptıklarınızdan uzağım.
Bu
konuda Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "De ki: Onu ben uydurduy-sam onun
cezası yalnız banadır. Gerçekte ben sizin işlediğiniz suçlardan uzağım."
(Hud, 11/35).
"De
ki: Ne siz bizim işlediğimiz suçlardan sorumlu olacaksınız. Ne de biz sizin
yaptıklarınızdan sorumlu olacağız." (Sebe, 34/25).
"Eğer
sana isyan ederlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım." (Şu-ara,
26/216).
Ya
Muhammed! Seni yalanlayan müşriklerin tavırlarına gelince, bunlara hayret etme.
Onlardan bir kısmı Kur'an okuduğun ve şer'î hükümleri öğrettiğin zaman seni
dinlerler ama dikkatle dinlemez, kendilerini vermezler. Sadece düşünmeden ve
anlamadan kulak verirler. Kur'an'ın nazmı ve nağmesini dinlemeye özen
gösterirler. Onlar eğlence ve oyun peşindedir, ciddi değildirler.
"Onlara
Rablerinden yeni bir ayet gelince hemen onu eğlenceye alarak dinlerler.
Onların kalpleri gaflet içindedir." (Enbiya, 21/2-3).
"Hiç
sen sağırlara işittirebilir misin1? Hele bir de akıllarını hiç kullanmazlarsa!"
Yani kulaklarını seni dinlemeyip kapayan topluluğa ondan faydalanacakları
şekilde işittiremezsin. Buna ilâve olarak onlar işittikleri şeyi düşünmüyor,
manasını anlayıp da istifade etmiyorlar. Çünkü dinleyen için faydalı dinleme,
duyduğunu anlaması ve gereğini yerine getirmesidir. Aksi takdirde gerçekten
sağır kimse gibi olur. Bugün maalesef bazı müslümanların hali budur. Bu ayette
Allah'tan başka hiç kimsenin onlara hakkı duyuramayacağına ve hidayet
veremeyeceğine delâlet vardır.
Onlardan
bir kısmı da sen Kur'an okurken takdir bakışıyla sana bakar, fakat iman ve
Kur'an nurunu dinin doğru yolunu, güzel ahlâkı göremez. "Hiç sen körlere
doğru yolu gösterebilir misin? Hele bir de basiretsiz olurlarsa!" Yani onlara
doğru yolu gösteremezsin. Çünkü onlar görünüşte gözleriyle görseler de gerçekte
kalpleriyle görmezler (kalp gözleri kapalıdır). Onlar idrak edici, basiret ve
düşünen akıl nimetini kaybettikleri için onlara doğru yolu gösteremezsin.
"Cîerçek şudur ki gözler kör olmaz, asıl kör olan göğüslerdeki
kalplerdir." (Hac, 22/46).
Kısaca:
Ya Muhammedi. Onlar anlayış ve hidayet istidadını kaybettiği için sen onlara
doğru yolu gösteremezsin. Onlar gerçekten hem görme hem de işitme duyusunu
kaybeden kimse gibidirler. Çünkü gözün ve kulağın faydası yararlı olmaktır,
Yararlı olmayınca sanki onlar duyularını kaybetmiş gibi olurlar: "Şüphesiz
ki bunda hassas bir kalbi olan veya hadiseleri can kulağıyla dinleyip ona şahit
olan kimse için bir ibret vardır." (Kaf, 50/37).
Bundan
murad Peygamberimiz (s.a.)'i teselli etmektir.
"Allah,
insanlara asla zulmetmez." Yani insanların eşyayı idrak etmeleri, hakka ve
doğruya ulaşmalarına vesile olan akıllarını ve duyu organlarını çekip alarak
insanlara zulmetmez. Fakat başkaları değil, bizzat insanlar kendi kendilerine
zulmederler. Çünkü insanlar akıl nimetini kullanmayarak ve dinin doğru yolunu
görmezlikten gelerek kendi nefislerini küfür, yalanlama ve isyan cezasına
çarptırmaktadırlar. Bu hakkı yalanlayanlara bir tehdittir. Çünkü kıyamet günü
onların azaba uğramaları adaletin ve hakkın gereğidir, bunda haksızlık yoktur.
[94]
Bu
ayetler şu hususları dile getirmektedir:
1- Geçmişteki Mekke halkı dahil olmak üzere bütün kâfirler iki gruptur:
Bir kısmı Kur'an'a içinden inanır, fakat bilerek yalanlamaya çalışır. Bir kısmı
da kesinlikle inanmaz. Bazıları gelecekte küfürden dönüp iman edeceklerdir.
Bazıları da inkâr üzerine ısrar edip küfürde devam edeceklerdir. Allah hepsini
gayet iyi bilmektedir.
2- Her insan kendi nefsinden sorumludur ve ameli hayırsa hayır, serse şer
olarak cezasını görecektir. Kimse başkasının günahı ile sorgulanmaz.
3- Göz ve kulak gibi duyu organlarının iki hedefi vardır: Biri zahirî
hedeftir. Bu, duyulacak şeyleri duymak, görülecek şeyleri görmektir. Böylece
hayat normal bir şekilde devam eder. İkinci hedef hakiki hedeftir: O da bu
organları duyulan şeyi incelemek, anlamak ve düşünmek yolunda kullanmak, dinî
ve ahlâkî hususlarda basiret sahibi olup iman, hidayet ve hak nimetine
ulaşmak, küfür, delâlet ve batılın zulmetinden kurtulmaktır.
4- Rasulullah (s.a.) sadece bir tebliğci, uyarıcı ve müjdeleyicidir.
Kalplere iman ağacı dikmeye, gönüllere hidayet aşılamaya muktedir değildir.
Akıl sahiplerine düşen onun tebliğlerini kabul etmek, nasihatlerini
dinlemektir. Çünkü o kulağı olmayana dinletme, gözden mahrum olana gösterme
kudretine sahip değildir. Böyleleri küfür üzerine ısrar ettikleri takdirde
bunlara iman verme kudretine de sahip değildir.
5- Kulak gözden daha değerlidir. Çünkü Allah göz ve kulağı zikrettiği pek
çok yerde -bu ayette olduğu gibi- kulağı gözden önce zikretmektedir.
6- Ehl-i sünnet bu ayeti kulların fiillerinin Allah tarafından
yaratıldığına delil getirmişlerdir. Çünkü o kâfirlerin imansız kalpleri,
sözleri işitemeyen sağır gibidir, eşyayı göremeyen kör gibidir. Bu kalplerde
hidayeti (doğru yolu) bulma kudretini yaratan Allah'tır.
7- Allah küfür ehline zulmetmez. O bütün fiillerinde adildir. Fakat küfür
ve masiyetle bulunmakla, yaratıcının emrine aykırı hareket etmekle insanlar
kendi kendilerine zulmetmektedirler.
[95]
45-
Allah o gün hepsini bir araya toplayacak, onlar da (dünyada) sanki gündüzün bir
an kaldıklarını sanacaklar. O gün aralarında tanışacaklar. Allah'ın huzuruna
çıkacaklarını yalanlayıp doğru yolu bulamayanlar en büyük hüsrana
uğrayacaklardır.
"Allah
o gün hepsini bir araya toplayacak." Haşr, her taraftan bir meydana
toplanmaktır, "onlar da sanki gündüzün bir an kaldıklarını
sanacaklar." Kıyamet günü gördükleri dehşet sebebiyle dünyada veya
kabirde kaldıkları müddeti azımsayacaklar.
"O
gün aralarında tanışacaklar." Öldükten sonra dirilince birbirlerini tanıyacaklar,
sonra meydana gelen hadiselerin şiddet ve dehşeti sebebiyle tanışma safhası
kesilecek.
"Allah'ın
huzuruna çıkacaklarını" öldükten sonra dirileceklerini "yalanlayıp
doğru yolu" hidayet yolunu "bulamayanlar en büyük hüsrana uğrayacaklardır.
" Bu son cümle ara cümlesidir. Hayret etme manası taşımaktadır. Sanki,
"Ne kadar da hüsrandadırlar!" denilmiştir. Bu ayet ayrıca onların
hüsrana uğrayacaklarına Allah'ın şahit olması demektir. Yahut bu cümle
birbirleriyle tanışan müminlerin o gün söyleyecekleri bir söz olabilir. Bu
durumda bu son cümle "yete arafüne" fiilinin zamirinden hal'dir.
[96]
Allah
Tealâ kâfirleri dikkatle dinlememek, ince düşünmemek, Kur'an-ı Kerim'i ve
Peygamberimiz (s.a.)'i yalanlamakla tavsif ettikten sonra onları, dünyadaki bu
hallerine karşılık ahiretteki ceza ile tehdit etti.
[97]
Allah
Tealâ kıyametin kopacağını ve kıyamet günü insanların kabirlerinden kalkıp
mahşer yerine toplanacaklarını hatırlatarak şöyle buyuruyor: "Allah o gün
hepsini bir araya toplayacak..." (Yunus, 10/45).
Yani,
Ey Rasulüm! Onlara hatırlat ve Allah'ın insanları öldükten sonra diriltip
hesap ve karşılık verme meydanına toplayacağı gerçeği ile onları uyar. O gün
onlar dünyada sadece bir saat -buradaki saat, sürenin azlığını ifade etmek için
verilen bir misaldir- kısa bir müddet kaldıklarını, sonra bu hayatın bittiğini
sanacaklar. Dirildikleri zaman birbirleriyle tanışırlar, sonra dehşetli olaylar
sebebiyle tanışma kesilir. İnsanların bu korkunç tabloda dünya hayatını kısa
bir müddet şeklinde takdir etmeleri Kur'an-ı Kerim'de birçok ayette tekrarlanmaktadır:
"Onlar kendilerine vaad edilen günü (o günün dehşetini) gördükleri zaman,
dünyada sanki gündüzün bir an kalmışlar gibi sanacaklardır." (Ahkaf,
46/35). "Onlar kıyameti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam veya bir
kuşluk vakti kadar kaldıklarını sanacaklardır." (Naziat, 79/46).
"Kıyamet koptuğu gün günahkârlar dünyada kısa bir zamandan fazla
kalmadıklarına yemin ederler." (Rum, 30/55). "Allah yeryüzünde kaç
yıl kaldınız" der. Onlar da "Bir gün veya bir günden daha az bir
zaman kaldık. Hesaplayanlara sor" derler. Allah şöyle der: Sadece az bir
zaman kaldınız. Keşke bilseydiniz." (Müminun, 23/112, 114).
Bundan
sonra Allah Tealâ onların hüsranda olduklarını ilan ederek şöyle buyurdu: Öldükten
sonra dirilmeyi yalanlayan o kâfirler büyük bir kayba uğrayarak cennet
sevabını kaybettiler. Zira onlar imanı küfürle değiştirmişler ve salih ameller
işleyerek elde edecekleri kazanç ve menfaat yollarını bulamamışlardır. Ne
kadar da kayıp içindedirler! Bu Allah tarafından şiddetli bir taaccüp
ifadesidir.
[98]
Bu
ayet çok uzun hatta ebedî ahiret hayatıyla karşılaştırıldığı zaman dünyanın
ömrünün çok kısa olduğuna ve öldükten sonra dirilmeyi yalanlayan kâfirlerin telâfi
edilemeyecek kadar büyük kayıpta olduklarına yani cennet sevabını
kaybettiklerine delâlet etmektedir. Çünkü bu kayıp, hiçbir şeyin bedel olarak
verilmesinin ümit edilmediği ve tevbenin faydasının olmadığı bir günde meydana
gelen, Kur'an-ı Kerim'de öldükten sonra dirilme ve mahşerde toplanma ile
ilgili pek çok deliller ortaya konulmasına rağmen bir kayıptır.
Yine
bu ayetten anlaşılmaktadır ki bütün kâinatın lezzetleri kıyamet günü kâfirin
başına gelecek şiddetli azap ve belâların yanında bir hiç hükmündedir. Kim
dünya karşılığında ahiretini satarsa hüsrana uğrar. Çünkü çok verip az almış
olur. Ayrıca kâfir bu ticaretinin kârını gözetme yolunu kaybetmiş olmaktadır.
Yine
bu ayet insanların kıyamet günü birbirlerini tanıyacaklarına, ancak bu
tanışmanın az bir müddet süreceğine ve birbirlerine "Allah'ın huzuruna çıkacaklarını
-öldükten sonra dirileceklerini- yalanlayıp doğru yolu bulamayanlar en büyük
hüsrana uğrayacaklardır." diyeceklerine işaret etmektedir.
Ben
her ne kadar ayetin tefsirinde dünyayı ahiretle karşılaştırma yolunu tercih
ettiysem de, ayette zikredilen "gündüzün bir an kalmak" şeklindeki
ifade onların dünyadaki ömürleri veya kabirlerinde kalacakları müddet olabilir.
Öldükten sonra görecekleri dehşet sebebiyle böyle zannedebilirler.
[99]
46-
Onlara vaad ettiğimiz azabın bir kısmını (sen hayatta iken) sana göstersek de
(bunu görmeden) senin ruhunu alsak da onların dönüşü nihayet bizedir. Sonra
Allah onların yaptıklarına da şahittir.
47-
Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiğinde onların aralarında
adaletle hükmedilir ve onlara asla haksızlık yapılmaz.
48-
"Eğer doğru söylüyorsanız bu vaad edilen (gün) ne zaman?" derler.
49- De ki: "Allah'ın dilediğinden başka ne bir
zarar, ne de bir fayda verme gücüne sahip değilim. Her ümmetin bir eceli
vardır. Ecelleri gelince ne bir an geciktirebilirler, ne de öne
alabilirler."
50-
De ki: "Söyleyin bana, Allah'ın azabı size gece veya gündüz gelirse ne
yaparsınız?" Suçlular niye acele ediyorlar?
51- Azap başınıza geldikten sonra mı ona iman
edeceksiniz? Onlara "Şimdi mi, inanıyorsunuz? Halbuki siz onu (azabı) daha
çabuk istiyordunuz!" denir.
52- Sonra da "Zulmedenler ebedî azabı tadın!
Sizler sadece yaptıklarınız sebebiyle cezalandırılıyorsunuz" denir.
53-
"Bu anlattığın şey gerçek mi?" diye sana sorarlar. De ki: "Evet!
Rabbime yemin ederim ki, o haktır. Siz bunu önleyemezsiniz."
54-
Zulmeden herkes, yeryüzünde bulunan her şey kendinin olsa hepsini azaptan
kurtulmak için feda ederdi. Azabı görünce pişmanlıklarını gizlemeye çalışırlar.
Aralarında adaletle hüküm verilir, onlara asla haksızlık yapılmaz.
55-
İyi bilin ki, göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ındır. Yine iyi bilin ki
Allah'ın vaadi gerçektir. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.
56- O hem diriltir, hem öldürür. Ancak O'na
döndürüleceksiniz.
"Ne
bir zarar", "ne de bir fayda" ifadeleri arasında tezat sanatı
vardır.
Yine
"gece veya gündüz", "O hem diriltir, hem öldürür" ve
"Ne bir an geciktirebilirler, ne de öne alabilirler." ifadeleri de
böyledir.
"Suçlular
niye acele ediyorlar?" (Yunus, 10/50) ayetinde "onlar" zamiri yerine
"suçlular" kelimesi suçun dehşetini bildirmek ve onları ayıplamak
içindir. Buradaki soru da bu manadadır.
"Sunime
(=sonra)" kelimesinin önüne gelen soru edatı iman etmekte bu kadar
gecikmelerinin kabul edilemeyeceğini beyan etmek içindir. Ayetin manası,
"Azap başınıza geldikten sonra mı bana iman edeceksiniz?"
şeklindedir.
[100]
"Onlara
vaad ettiğimizin" yani azabın "bir kısmını" Bedir günü olduğu gibi
sen hayatta iken "sana göstersek de" onların azaba uğramalarından
önce "senin ruhunu alsak da onların dönüşü nihayet bizedir." Sana
bunu ahirette göstereceğiz. "Sonra Allah onların yaptıklarına"
yalanlamaları ve küfrüne "şahittir. " Yani onları en şiddetli azapla
cezalandıracaktır. (Yahut bu ifade mecazdır. Çünkü şahit olmayı zikredip
sonucunu anlatmak istemiştir.)
"Her
ümmetin" yani geçmiş ümmetlerden herbirinin "bir peygamberi vardır.
Peygamberleri" açık mucizelerle onlara "geldiğinde onların
aralarında" yani peygamber ile onu yalanlayanlar arasında "adaletle
hükmedilir." Neticede onlar azaba mahkum olur, Peygamber ve O'na iman
edenler kurtulurlar. "Onlara" suçsuz azaba mahkûm edilmeleri
şeklinde "asla haksızlık yapılmaz."
"Eğer
doğru söylüyorsanız bu vaad edilen" azap "ne zaman? derler." Bununla
o azabı uzak bir ihtimal olarak gördükleri ve onunla alay ettikleri ifade
edilmektedir. Onların bu sözünün muhatabı Hz. Peygamber (s.a.) ve müminlerdir.
"De
ki: Allah'ın dilediğinden başka" bana verdiği veya takdir ettiğinden başka
"ne bir zarar, ne de bir fayda verme gücüne sahip değilim." Yani
nasıl size azabın gelmesi hususunda yetkim olabilir? "Her ümmetin bir
eceli" yani helak olmaları için belirli bir müddeti "vardır.
Ecelleri gelince ne bir an geciktirebilirler, ne de öne alabilirler."
"De
ki: Söyleyin bana:" Acele olarak gelmesini istediğiniz "Allah'ın
azabı size gece veya gündüz gelirse ne yaparsınız? Suçlular" Müşrikler
"niye acele ediyorlar?" Azabın hangi yönünü acele olarak istiyorlar?
Azabın tamamı can yakıcıdır, acele etmeye hiç de uygun değildir. Buradaki
şartın cevabı soru cümlesidir. Tıpkı "Bana gelirsen ne vereceksin?"
cümlesi gibidir. Bu ifadede anlatılmak istenen dehşettir. Yani, "Acele
olarak istedikleri şey ne dehşetli bir şeydir!" ma-nasındadır.
"Azap"
başınıza "geldikten sonra mı ona iman edeceksiniz?" Onlara azabın
gelmesinden sonra iman ederlerse, "Şimdi mi inanıyorsunuz?" denir.
"Halbuki siz onu" azabın gelişini yalanlayarak ve alay ederek
"daha çabuk istiyordunuz, denir."
"Sonra
da zulmedenlere, ebedî azabı" yani ebedî olarak içinde kalacağınız ve
daima can yakıcı olan azabı "tadın. Sizler sadece yaptıklarınız sebebiyle
cezalandırılıyorsunuz, denir". Yani "Siz ancak işlediğiniz küfür ve
günahlara karşılık olarak bu cezaya çarptırılıyorsunuz" denir.
"Bu
anlattığın gerçek mi?" Bize vaad ettiğin öldükten sonra dirilme ve azap
hak mı "diye sorarlar." Senden bilgi isterler. "De ki: Evet!
Rabbime yemin ederim ki o haktır. Siz bunu önleyemezsiniz." Yani bu
azaptan kurtulamazsınız.
"Zulmeden"
şirk, küfür veya başkasının hakkına tecavüz etmek suretiyle haksızlık yapan
"herkes yeryüzünde bulunan" mallar ve hazineler gibi "her şey
kendinin olsa" hepsini kıyamet günündeki azaptan kurtulmak için fidye
olarak verirdi, "feda ederdi. Onlar azabı görünce pişmanlıklarını
gizlemeye çalışırlar" gördükleri dehşet karşılığında susup kaldılar,
konuşamadılar. Mahlûkatm "Aralarında adaletle hüküm verilir. Onlara asla
haksızlık yapılmaz."
Bu
ifade az önce geçen adaletle hükmetmek konusunun tekrarı değildir. Çünkü Allah
önce peygamberleri ile onları yalanlayanlar arasında hükmedecektir. İkinci
olarak da müşriklerin şirk koşmalarına karşılık cezalandırılmaları veya
zalimlerle mazlumlar arasında hüküm verilmesi olayı yer almaktadır
"İyi
bilin ki göklerde ve yerde bulunan" her şey "Allah'ındır." Bu
ifade Allah'ın sevap ve azap verme kudretini tescil etmek içindir. 'Yine iyi
bilin ki Allah'ın vaadi gerçektir." Onun öldükten sonra dirilme, sevap ve
azapla ceza verme vaadi olacaktır ve bu değişmez, dönüşü olmayan bir
gerçektir.
[101]
Allah
Tealâ hayır ve salih amel işleme cihetine yol bulamayan, öldükten sonra
dirilmeyi yalanlayan müşriklerin hüsrana uğradıklarını ve onlara azap
edileceğini beyan ettikten sonra, bu azabın bir kısmının dünyada, bir kısmının
da ahirette olacağını açıkladı. Bu ifade günahkârların akıbetinin çok kötü ve
çirkin olacağına dair bir uyan niteleğindedir.
Sadece
Hz. Muhammed (s.a.) ile kavminin durumu değil, bütün peygamberlerin
kavimleriyle olan durumu böyle olacaktır.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak peygamberliği inkâr edenlerin beşinci şüphesini beyan etti.[102]
Çünkü
Peygamberimiz (s.a.) ne zaman onları bir azabın geleceği ile tehdit etse ve
zaman geçip de bu azap ortaya çıkmazsa "Eğer siz doğru söylüyorsanız bu
vaad (bu azap) ne zaman?" dediler. Peygamberimiz (s.a.)'in peygamberliğine
gölge düşürmek için böyle bir şeyin olmadığını ileri sürdüler.
Sonra
Cenab-ı Hak onlara "Bu azap inse size bir faydası var mı?" diye cevap
verdi. Eğer "O zaman iman ederiz" derseniz çaresizlik ve zorluk
vaktindeki iman geçersizdir. Bu azap önce dünyada olacak, sonra onun peşinden
kıyamet günü bundan daha şiddetlisi gerçekleşecektir.
"Bu
vaad ne zaman?" şeklindeki sorularına cevap verilmesine rağmen tekrar
Rasulullah (s.a.)'a gelip sordular: "Bu anlattığın şey (yani öldükten
sonra dirilme, kabirlerden kalkıp toplanma ve azap) gerçek mi?" Elbette bu
haktır ve zalimin buna karşı fidye olarak verecek hiçbir şeyi yoktur. Çünkü her
şey Allah'ındır. Peygamberliğin sabit oluşu, kıyametin doğruluğu her şeye
kadir olan ve bütün işlerinde hikmet sahibi Allah'ın varlığını ispat etmenin
neticeleridir. O'ndan başka her şey O'nun mülküdür.
[103]
Müşrikler
Peygamberimiz (s.a.)'in azapla korkutmasını yalanlıyorlar, onu yalanlamak ve
onunla alay etmek için de o azabın acil olarak gelmesini istiyorlardı.
Rasulullah (s.a.)'m davetinin son bulması için onun ölmesini temenni
ediyorlardı.
Allah
(c.c.) Rasulüne hitap ederek onlara şöyle cevap verdi: Onlardan sen hayatta
iken intikam alırsak Bedir, Huneyn vs.de olduğu gibi gözün aydın olur. Eğer
böyle bir azaptan önce senin ruhunu alırsak durum ne olursa olsun onların
dönüşü bize olacaktır. O halde onların azabını sana ahirette gösteririz. Allah
onların senden sonraki davranışlarını da gayet iyi bilmektedir. Onlara bilerek
ve doğru şahitlik ederek gereken cezayı verecektir:
"Onlara
vaad ettiğimiz azabın bir kısmını sana göstersek de veya sana göstermeden
senin ruhunu alsak da, sana düşen ancak tebliğ etmektir. Hesaba çekmek yalnız
bize aittir." (Ra'd, 13/40).
Bu
da Allah Tealâ'nın Peygamberine dünyada kâfirlerin zelil ve rezil rüs-vay
olmalarının çeşitli örneklerini göstereceğine, vefatından sonra da fazlasıyla
göstereceğine delâlet etmektedir.
Sadece
Peygamberimiz (s.a.) ile kavminin durumu değil, bütün peygamberlerin
kavimleriyle olan durumu böyle olacaktır.
Çünkü
Cenab-ı Hak geçmiş ümmetlerden her birine, onları Allah'a ve ahi-ret gününe
iman etmeye, ahirette can yeleği olacak salih amel işlemeye davet eden bir
peygamber göndermişti. Çünkü Yüce Allah, geçmiş her topluma peygamber
gönderildiğini beyan etmektedir: "Hiçbir ümmet yoktur ki içinde bir
uyarıcı (Peygamber) bulunmuş olmasın." (Fatır, 35/24).
Peygamberleri
apaçık mucizelerle onlara geldiğinde onu yalanladılar. Allah da peygamberle
onlar arasında adaletle hüküm verdi: Onlar azaba uğrayacak, Allah Peygamberini
ve onu tasdik edenleri kurtaracaktır. Onlar Allah'ın hükmünde onlara inecek
azap konusunda zerre kadar haksızlığa uğramayacaklardır. İşlemedikleri bir günah
sebebiyle cezalandırılmayacaklardır.
Rasulullah
(s.a.) her ne zaman müşrikleri, şirk koşmalarına ceza olarak bir azabın
inmesiyle tehdit etse ve azap gelmese Kureyş kâfirleri Peygamberimiz (s.a.) ve
müminleri yalanlamak ve onlarla alay etmek için "Siz bu tehdidiniz ve
sözünüzde samimi iseniz, bu azap ne zaman gelecek?" diyorlardı.
Cenab-ı
Hak onlara bu şüpheyi tamamen ortadan kaldıracak bir ifadeyle cevap verdi:
Ey
Rasulüm! Acele olarak azabın gelmesini isteyenlere de ki: Ben bir beşerim.
Allah dilemedikçe bir zararı engelleme veya bir fayda temin etme gücüne sahip
değilim.
Bundan
maksat, düşmanlara azabın indirilmesine ve müminlerin zafere ermesine Allah'tan
başka hiçbir kimsenin muktedir olmadığını beyan etmektir. Allah Tealâ bu azap
için belirli bir vakit tayin etmiştir. Bu, Allah'ın şanmdan-dır. Rasulullah'a
gelince, onun görevi Allah tarafından geleni tebliğ etmekle sınırlıdır.
Buradaki
istisna Ehl-i sünnete göre "istisna-i munkatı" dır. Yani bu konuda
Allah'ın dilediği olacaktır.
Bütün
ümmetlerden herbir ümmet için zamandan veya ömürden takdir edilen bir müddet
vardır. Ecelleri gelince de ne peygamberleri ne de bir başkası o müddeti öne
alamaz, kendisi için takdir edilen zamandan bir an bile geciktiremez.
Bundan
sonra Allah Tealâ bir başka cevap verdi: "De ki: Söyleyin bana..." Ey
Rasulüm! Onlara şöyle söyle: Size Allah'ın azabı gece yatarken veya gündüz
çalışırken gelirse bana durumunuzu ve yapabileceğiniz şeyi söyleyin bakalım.
Hangi
azabı derhal istiyorsunuz? "Dünya azabını mı, yoksa ahiret azabını mı? Her
iki azap da şiddetli bir şekilde meydana gelecektir. Acele olarak istediğiniz
her azap bilgisizliğinizden ve ahmaklığınızdandır. Sonra bunda sizin için ne
fayda vardır? Eğer "Biz o zaman iman ederiz" derseniz, zorluk ve
ümitsizlik zamanındaki iman geçersizdir. Yakın azap dünya azabıdır. Onu kıyamet
günü ondan daha şiddetli bir azap izleyecektir.
"Azap
başınıza geldikten sonra mı iman edeceksiniz?" ayetinin manası budur.
Yani iman etmek için bu azabın gelişini mi bekliyorsunuz? Gerçekten bu azap
meydana gelince, imanın fayda vermeyeceği bir zamanda mı iman edeceksiniz?
Sizi o zaman azarlamak için, mecbur kalarak ve zorla Allah'a ve Rasulü-ne şimdi
mi iman ediyorsunuz. Halbuki siz bundan önce alaylı, tahkir edercesine,
yalanlayarak ve kibirlenerek, acil olarak azabın gelmesini istiyordunuz.
Bundan
sonra küfür ve isyanla Rasulullah'ı ve tehdit ettiği azabı yalanlamak
suretiyle kendi nefislerine zulmedenlere şöyle denir: Allah'ın sizin için daimî
ve ebedî olan azabını tadın bakalım. Sizler sadece kendi isteğinizle işlediğiniz
küfür ve masiyet sebebiyle cezanızı çekeceksiniz. İşlediğiniz şeyler sebebiyle
şeklindeki bu cümlenin azap ve cezanın söz konusu edildiği her yerde zikredilmesi
ilâhî terazinin rahmet kefesinin umumiyetle daha ağır, azap kefesinin ise daha
hafif olduğuna delildir.
Bu
ayetin zahirî manasına göre ceza amelin cinsinden verilir ve ameli vacip
kılar. Çünkü bu ceza Ehl-i Sünnet'e göre sırf vaad hükmünde olup vaciptir.
Mutezileye göre de vaciptir. Çünkü salih amel işlemek sevabın verilmesini Allah'a
vacip kılar.
Yine
bu ayet Cebriyye'nin görüşüne muhalif olarak kulun hem hayır, hem de şerri
irade edip işleyebileceğine delâlet etmektedir.
"Bu
vaad ne zaman1?" suallerine karşılık Cenab-ı Hakkın cevap vermesine rağmen
kâfirler- Allah'ın bildirdiğine göre- tekrar Rasulullah (s.a.)'a dönüp aynı
soruyu bir defa daha sordular: "Bu anlattığın şey gerçek mi?"
Ey
Rasulüm! Onlar dünyada işlediğimiz günahlara karşılık dünya ve ahi-ret azabının
meydana geleceği gerçek bir söz mü, yoksa sadece bir korkutma ve tehdit mi diye
senden bilgi isterler.
Bu
sorunun tekrar edilmesi müşriklerin yalanladıkları şeyler hususunda tam bir
kanaat sahibi olmadıklarını, onları azaptan korkma ve endişe duyma şeklindeki
şiddetli bir duygunun kapladığını göstermektedir.
Ey
Rasulüm! Onlara de ki: Rabbime yemin ederim ki, evet! O değişmeyen, hiçbir
şeyin engelleyemeyeceği mutlaka meydana gelecek haktır. Siz bunu aciz
kılamazsınız, yani azabı önleyemezsiniz. Sizin toprak oluşunuz Allah'ın sizi
yoktan var ettiği gibi yeniden yaratmasına da engel değildir.
"Bir
şeyin olmasını dilediği zaman O'nun emri sadece "Ol" demektir. O da
hemen oluverir." (Yasin, 36/82).
Bu
ayetin benzeri Kur'an-ı Kerim'de sadece iki ayet vardır. Allah Tealâ bu
ayetlerde ahireti inkâr edenlere karşı kendisine yemin etmesini emrediyor. Bu
iki ayetin biri Sebe' suresindedir:
"Kâfirler
"Kıyamet bize gelmeyecektir" dediler. Sen onlara şöyle de: Hayır,
Rabbime yemin ederim ki, kıyamet size mutlaka gelecektir." (Sebe, 34/3).
Diğer
ayet Tegabün suresindedir: "Kâfirler öldükten sonra hiç
dirilmeye-ceklerini iddia ederler. De ki: Hayır, Rabbime yemin ederim ki,
öldükten sonra mutlaka diriltileceksiniz. Sonra da yaptıklarınız size
bildirilecektir. Bu, Allah'a çok kolaydır." (Tegabün, 64/7).
Bundan
sonra Cenab-ı Hak kıyametin bazı zorluklarını ve korkunç durumlarını anlattı.
Kıyamet koptuğu zaman kâfir yeryüzü dolusu altını olsa azaptan kurtulmak için
feda ederdi.
Pişmanlığı
gizlediler. Onlar şiddetli azabı görünce şaşkın ve suskun bir halde kaldılar.
Halbuki açıktan pişman olduklarını ifade ediyorlar ve Cenab-ı Hakkın naklettiği
gibi "Allah'a karşı işlediğim kusurlardan dolayı vah bana!"
diyorlardı.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak o gün hiçbir haksızlığın olmayacağını açıkladı:
"Aralarında adaletle hüküm verilir."
Yani
Allah zalimlerle mazlumlar arasında adaletle hükmeder. Çünkü kâfirler mutlaka
azaba mahkûm olsalar da, Allah Tealâ dünyada birbirlerine zulmettikleri şeyi
ortadan kaldırmak için mutlaka aralarında adaletle hükmedecektir. Allah'ın
hükmüne göre bazılarının azabı hafifletilir, diğerlerinin azabı ise
ağırlaştırılır.
Bunun
ardından zalimin feda edecek hiçbir şeyinin olmadığını, bütün mülkün sahibinin
ve ona ceza verecek olanın Allah olduğunu, çünkü Allah'ın göklerin ve yerin
gerçek maliki olduğunu, her şeyin O'nun mülkiyeti ve hakimiyeti altında
olduğunu, O'nun vaadinin gerçek olup mutlaka meydana geleceğini, fakat
öldükten sonra dirilmeyi ve hesabın görülmesini inkâr eden kâfirlerin çoğunun
ahiretten gafil olmaları ve kudretli, hikmetli tek İlâh'a iman etmemeleri
sebebiyle ahireti bilmediklerini anlattı. Allah onlara gerçeği ve kendisinden
başka her şeyin kendisinin mülkü olduğunu açıkladı.
Allah'ın
öldükten sonra diriltmeye, mükâfat ve azap vererek amellere karşılık vermeye
kadir olduğunun delili, Allah'ın hem dirilten, hem öldüren olması ve öldükten
sonra Allah'ın dirilttiği bütün mahlûkatın Ona dönecek olması, Allah'ın da
amellere karşılık vermek, hesabını görmek için onları mahşer yerinde
toplamasıdır.
[104]
Bu
ayetler şu hususları dile getirmektedir:
1- Kâfirlerin azabı dünya ve ahirette şiddetlidir, kat kat verilecektir.
Dünyada yenilgi, zillet, rezil rüsvay olmak gibi korku ve endişeli durumlar,
ahirette ise cehennem azabı vardır.
Allah,
Rasulüne dünyada onların azabından örnekler gösteriyor, ahirette ise daha
şiddetli ve daha çok azap gösterecek, böylece müminlerin sonu çok iyi,
kâfirlerin sonu da çok kötü olacaktır.
2- Her ümmetin kendilerine şahit olacak bir peygamberi vardır. Kıyamet
günü peygamberleri geldiği zaman aralarında hüküm verilir.
"Biz,
bir peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz." (İsra, 17/15) ayet-i
kerimesine binaen Allah kendilerine bir peygamber göndermedikçe insanlara azap
etmez. İman eden kazanır ve kurtulur, iman etmeyen de helak olur, azaba uğrar.
3- Kullar arasında hüküm verilmesi mutlak adalete dayanan bir haktır.
Onlar günahsız azaba uğramayacaklar ve hüccetsiz sorgulanmayacaklardır.
4- İlâhî cezanın inmesi ve kıyametin gelişi etrafında yapılan tartışma
eski ümmetlerle peygamberleri arasında ve Araplarla Peygamberimiz (s.a.) arasındaki
ezelî bir tartışmadır. Bu tartışma kâfirler ile İslâm'ın ıslah edici
davetçile-ri arasında sürekli devam edecektir.
5- Azabın inmesi Allah Tealâ'nın ilminde belirli bir müddet için takdir
edilmiştir. Bu azabı indirmeye Allah'tan başka kimsenin gücü yetmez. Ümmetlerden
birinin helak olma vakti geldiği zaman bu durum bir an bile gecikemez, öne de
alınamaz. Bir rasulün veya nebinin veya bir başkasının tayin edilmiş olan
azabın meydana gelmesine engel olması mümkün değildir.
6- Azabın derhal gelmesini istemenin hiçbir faydası yoktur. Faydalı olan
şey sadece azabın inmesinden önceki imandır. Bu azap inince imanın da hiçbir
faydası ve yararı olamaz. Çünkü yeis halindeki iman faydasızdır ve geçerli değildir.
"Şimdi mi inanıyorsunuz. Halbuki siz o azabı daha çabuk
istiyordunuz." sözü ya onlarla alay etmek için meleklerin söyleyeceği bir
söz, ya da Allah'ın kendilerine söyleyeceği bir sözdür.
7-
Zalimlerin "Ebedî azabı
tadın" denilerek azarlanması. Bu ceza sadece küfür ve isyanlarının
cezasıdır.
8- Kıyametin kopması, öldükten sonra dirilme değişmez bir gerçektir. Allah
ve Rasulü bunun hak olduğunda, mutlaka gerçekleşeceğinde, meydana geleceğinde
hiçbir şüphe bulunmadığı hususunda yemin etmişlerdir. Bütün insanlar Allah'ın
azabından veya mükâfatından uzak kalamazlar.
9- Hiçbir kimsenin günahı için fidye vermesi kabul edilmez. Çünkü göklerin
ve yerin gerçek maliki Allah'tır. Her şey O'nun mülkü ve hakimeyeti altındadır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İnkâr edip kâfir olarak ölenlerin
hiçbirinden yeryüzünü dolduracak kadar altın fidye verseler bile kabul olunmayacaktır.
" (Âl-i İmran, 3/91).
10- Kâfirler, zalimler ve isyankârlar dünyadaki amellerine karşılık pişman
olacaklar. Onlar bazan pişmanlıklarını gizler, bazan da açığa vururlar.
Dalâletin reisleri cehennemde yanmadan önce kendilerine tabi olanlara karşı
pişman olduklarını gizlerler. Cehenneme düşünce de orada yanmak onların
yapmacık tavırlarına engel olur. Kur'an bunların şu sözlerini nakleder:
"Ey Rabbimiz! Bize kötülüğümüz galip geldi. Biz sapık bir kavim
olduk." (Mümi-mun, 23/106) Onların başlarına gelen azabı
gizlemeyeceklerini beyan etti.
11- Kâfirlerin kendi aralarındaki zulmü önlemek için aralarında adaletle
hükmedilmesi yine ahirette meydana gelecektir. O zaman mazlumun azabı hafifletilecek,
zalimin ise arttırılacaktır.
12- Bütün insanlar aşağıdaki hususlarda uyarılmaktadırlar:
-
Allah göklerin ve yerin gerçek malikidir.
- Allah'ın vaadi haktır, mutlaka
gerçekleşecektir. Allah'ın vaad ettiğini gerçekleştirmeye engel olacak hiçbir
güç yoktur.
-
Allah hem öldürür, hem de diriltir ve onların dönüşü nihayet Onadır.
-
Allah dilediğini yapmaya kadirdir, tekrar diriltmeden ve mahşer yerine
toplamadan önce onların bulundukları yerleri gayet iyi bilir.
- Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden
kâfirlerin çoğu ahiret hayatından gafildirler, ahirete hazırlanmakta
ihmalkârdırlar.
-
Allah Tealâ ahirette de dünyada olduğu gibi öldürüp diriltmeye kadirdir. O'nun
kudreti ortadan kalkmaz. Ölüm ve hayatı bizzat kabul eden madde bunları
ebediyyen kabul edecektir.
[105]
57-
Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt gelmiştir. O kalplerdeki hastahk-müminler
için bir hidayet rehberi ve rahmettir.
58-
De ki: "Allah'ın lütfü ve rahmeti sebebiyle işte bunlarla sevinsinler. Bu
biraraya biriktirdiklerinden (dünya ma lından) daha hayırlıdır."
"Ey
insanlar!" Ey Mekke halkı ve ey diğer insanlar! "Size Rabbinizden bir
öğüt" hakkı, hayrı, şer ve batıldan uzaklaşmayı hem teşvik etme hem de korkutma
üslubuyla yapılan bir tavsiye "gelmiştir. O kalplerdeki hastalıklar için
bir şifa" yani bozuk inançlar ve şüpheler için bir ilaç, "müminler
için bir hidayet rehberi" hakkı dalâletten ayıran, akideyi burhanla beyan
eden, şer'î hükümlerin hikmetlerini açıklayan bir rehber "ve
rahmettir." Yani şefkat ve iyilik dolu, ince ruhluluk dolu bir kitaptır.
"De
ki: Allah'ın lütfü" Allah'ın nefislerin manen temizlenmesi ve İslâm'ı
kabul etmeye muvaffak kılması "ve rahmeti" yani lütfunun meyvesi olan
Kur'an'ın indirilmesi "sebebiyle işte bunlarla sevinsinler." Ferah ve
sürür, maddî veya manevî bir nimet sebebiyle nefsin rahatlık duyup zevk
almasıdır.
[106]
Allah
Tealâ dinin üç temel esası (Allah'ın birliği, peygamberlik ve öldükten sonra
dirilme) için delilleri ortaya koyduktan sonra fiilî şeriatı yani Kur'an-ı
Kerim'i zikretti. Kur'an'ın vasıflarını ve dört ana hedefini açıkladı.
[107]
Ey
insanlar! Size ahlâkı ve amelleri ıslah edecek, kötülüklerden men edecek, gönüllerin
şüphelerden ve kötü inançlardan kurtulup şifa bulmasını temin edecek hakka,
yakinen iman etmeye, dünya ve ahiretin saadetine ulaştıracak doğru yola
götüren, müminlere özellikle rahmet olan güzel vasiyetleri ve öğütleri içinde
toplayan bir kitap gelmiştir.
İşte
şunlar Kur'an-ı Kerim'in vasıflarıdır:
1- Kur'an, Allah tarafından gelen teşvik ile korkutmayı bir arada sunan,
güzeli yapmaya, çirkini terk etmeye vesile olan güzel bir öğüttür.
"Bu
(Kur'an) insanlara bir açıklama ve Allah'tan korkanlar için bir hidayet
rehberi ve öğüttür." (Âl-i İmran, 3/138).
2- Kalplerde bulunan şek ve şüpheler, iki yüzlülük, küfür ve kötü inanç,
kötü ahlâk gibi hastalıklara karşı şifadır.
"Biz
Kur'anı iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'an
zalimlerin ise ancak zararını artırır." (İsra, 17/82).
3- Kur'an Hakka, yakinen iman etmeye yönelten, dünya ve ahiret saadetlerini
gerçekleştiren doğru yola iletir.
"De
ki: O (Kur'an) iman edenlere bir hidayet rehberi ve şifadır." (Fussilet,
41/44).
4- Kur'an özellikle müminlere rahmettir. Onları dalâletin karanlığından
iman nuruna kavuşturur, cehenneme karşı perde olur, onları cennet derecelerine
yükseltir.
Bu
rahmetin müminlere hususi bir rahmet oluşu onların imanlarından istifade
etmeleri sebebiyledir.
Ey
Rasulüm, müminlere söyle! Allah tarafından gelen hidayet ve hak din ile
Allah'ın ihsan ettiği bu lütuf ve rahmeti sebebiyle sevinsinler. Çünkü bu, sevinmelerini
geriktiren en lâyık nimetlerdir.
"Bununla
sevinsinler" ifadesi (hasr) manasına gelir. Yani insan ancak bununla
sevinebilir, demektir.
İbni
Merdüveyh ve Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyan el-Ensarî'nin Enes (r.a.)'ten merfu olarak
rivayet ettikleri hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: "Allah'ın lütfü
Kurandır. Allah'ın rahmeti ise sizi Kuranın ehli kılmasıdır."
Hasen
el-Basrî, Dahhak, Katade ve Mücahid şöyle demektedirler: "Allah'ın lütfü
imandır, rahmeti ise Kur'an'dır."
Allah'ın
müminlere lütfetmesi ve rahmet etmesiyle sevinmek, şüphesiz onların
topladıkları dünya malı ve diğer geçici zevklerden daha faydalı ve daha
yararlıdır. Çünkü bu dünya ve ahiret saadetine vesile olur. Halbuki dünya malı
çoğunlukla dünya saadetinin sebebi olabilir.
[108]
Bu
dört sıfat Kur'an-ı Kerim'in sıfatlandır. Kuranda öğüt ve hikmetler vardır.
Kur'an şüphe, nifak, ihtilâf ve huzursuzluk gibi hastalıklara karşı faydalı
bir şifadır. O kendisine tabi olanlara hidayet rehberi, kendisine uyanları
koruyucu ve kendisine sarılanlara kurtuluş vesilesidir. O özellikle müminlere
rahmettir yani büyük bir nimettir.
Allah'ın
lütfü ve rahmeti en büyük sevinç ve ferah vesilesidir. Hatta Allah'ın lütuf ve
rahmeti olmaksızın hiçbir şey sevinç ve ferah vesilesi olamaz. Allah'ın lütfü
imandır, rahmeti ise Kur'an'dır. Bu Hasan-ı Basrî, Dahhak, Mücahid ve Katade'nin
sözüdür.
Ebu
Said el-Hudrî ve İbni Abbas (r.a.)'tan tamamen aksi rivayet edilmiştir. Onlar
"Allah'ın lütfü Kur'an, Rahmeti ise İslâm'dır" demektedirler.
Hangi
ifade doğru olursa olsun, müslümanlarm iki sevinç kasmağı vardır:
1- İman ve İslâm.
2- Kur'an-ı Kerim.
Allah'ın
lütfü ve rahmeti müminler için onların topladıkları dünya metala-nndan daha
hayırlıdır. Çünkü ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Böyle olan hayat
elbette elde edilmeye daha lâyıktır.
Eban'ın
Enes (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın İslâm'ı ihsan ettiği, Kur'an'ı öğrettiği insan bunlardan sonra
fakirlikten şikayet ederse Allah kendisiyle karşılaşacağı o güne kadar iki
gözünün arasına fakirlik yazar." Sonra şu ayeti okudu: "De ki: Allah'ın
lütfü ve rahmeti sebebiyle işte bunlarla sevinsinler. Bu bir araya
biriktirdikleri dünya malından daha hayırlıdır."
[109]
59-De
ki: "Söyleyin bana! Allah'ın size verdiği rızkın, niçin bir kısmını helâl,
bir kısmını haram saydınız?' De ki: "(Bu hususta) Allah mı size izin
verdi> yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?"
60-Allah'a iftira edenlerin kıyamet günü
hakkındaki kanaatleri nedir? Şüphesiz ki Allah, insanlara karşı lütuf sa-
hibidir. Fakat insanların çoğu şükret- mezler.
[110]
"Niçin
bir kısmını helâl, bir kısmını haram saydınız?" Bu iki ifade arasında
tezat sanatı vardır.
"De
ki: Allah mı size izin verdi?" Buradaki fiil (De ki) tekit için tekrar edilmiştir.
Soru
ifadesi ise inkâr içindir. Yani Allah size izin vermedi, demektir.
[111]
"De
ki: Söyleyin bana! Allah'ın size" helâl olarak "yerdiği" sizin
için yarattığı "rızkın, niçin bir kısmını helâl, bir kısmını haram
saydınız?"
"De
ki:" Bu hususta, helâl ve haram sayma konusunda "Allah mı size izin
verdi?" Hayır! 'Yoksa" bilakis siz "Allah'a iftira mı
ediyorsunuz?" Bunları Allah'a nispet etmekle yalan söylüyorsunuz.
"Allah'a
iftira edenlerin kıyamet günü hakkındaki kanaatleri nedir?" Onları
Allah'ın kendilerini cezalandırmayacağını mı zannediyorlar? Tehdidin kapalı
yapılması büyüklüğünü gösterir.
"Şüphesiz
ki Allah insanlara karşı lütuf sahibidir." Akıl nimeti vermesi,
peygamberler göndererek, kitaplar indirerek onlara hak yolu göstermesi ve pek
çok nimetler ihsan etmesi, ceza verme konusunda onlara mühlet tanıması ile
Cenab-ı Hak insanlara lütufta bulunmuştur. "Fakat insanların çoğu" bu
nimetlere "şükretmezler."
[112]
Cenab-ı
Hak bu surenin ilk ayetlerinde vahiy ve peygamberliği ispat ettikten sonra
peygamberliğin ispatı için bir başka yol zikretmektedir: Bu da helâl ve haram
diyerek hüküm koymanın Allah'ın hakkı olduğudur. Rızıklarda ve her şeyde asıl
olan o şeyin mubah olmasıdır. Özellikleri ve faydalan eşit olduğu halde bazı
şeylerin haram, bazı şeylerin helâl kılınması sizin peygamberliğin doğruluğunu
itiraf ettiğinize bir delildir. Çünkü bu ayırıma nakil veya akıl yönünden
hiçbir delil yoktur. Bu metodunuz çürüktür, geçersizdir. Peygamberlerin
yürüdükleri yol haktır, doğrudur.
[113]
Cenab-ı
Hak müşriklerin Bahire, Sâibe ve Vasile[114]
gibi hayvanları helâl veya haram diye tayin etmelerini uygun görmemiştir.
Nitekim pek çok ayetlerde bu gerçeğe işaret edilmiştir:
"Allah'ın
yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan O'na pay ayırdılar. Ve kendi iddialarına
göre, "bu, Allah'ındır, şu da ortak koştuklarımız (putlar)ındır,
dediler." (Enam, 6/136).
"Müşrikler
(batıl görüşlerine göre), "şu hayvanlarla ekinler yasaktır. Onları sadece
bizim istediklerimiz yiyecektir, dediler." (En'am, 6/138).
"Müşrikler,
bu hayvanların karınlarındaki yavrular erkeklerimize ait olup kadınlarımıza
haramdır, dediler." (En'am, 6/139).
"Sekiz
çifti yaratan da O'dur. İkisi koyun ikisi keçidir. De ki: Allah o çiftlerden
iki erkeği mi, yoksa iki dişiyi mi haram kılmıştır, yahut o her iki dişinin
karnındakileri mi haram kılmıştır." (En'am, 6/143).
Cenab-ı
Hak onların tayin ettiği helâl ve haramı şu ayette reddetmiştir: "Allah
Bahire, Sâibe, Vasile ve Ham diye bir şey belirtmemiştir." (Maide, 5/103).
Bu
ayetin manası şudur: Ey Peygamber! O müşriklere yani Mekke kâfirlerine şöyle
de: Bana bildirin. Allah'ın size istifade etmeniz için indirdiği helâl
rı-zıkları parça parça ayırdınız. Kendi kanaatinize göre "Bu helâldir, bu
haramdır" dediniz. Söyleyin bakalım. Helâl ve haramı tayin etmek
hususunda Allah mı size izin verdi? Siz Allah'ın izniyle mi böyle yapıyorsunuz?
Yoksa bunu Allah'a nispet ederek O'na yalan mı söylüyorsunuz?
Bu
ayet bu çeşit ayırd etmeye karşı bir azarlama ve fetva konusundaki laubaliliğe
karşı gayet beliğ bir yasaklamadır. Alimin sorulan hükümlerde ihtiyatlı
olmasının vacip olduğuna, yakinen ve tam manasıyla bilmeden hiçbir şey hakkında
"caizdir" veya "caiz değildir" dememesine dair bir
uyarıdır. Kim iyi bilmiyorsa Allah'tan korksun ve sussun, aksi takdirde Allah'a
iftira etmiş olur.
[115]
Fakat
insanların çoğu bu nimete, bu ilâhî lütfa şükretmezler: Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurur: "Kullarımdan hakkıyla şükreden pek azdır." (Sebe1,
34/13).
Onlar
kendilerine gösterilen hidayet yoluna tabi olmazlar. Allah'ın kendilerine
verdiği bu nimetten mahrum olurlar, kendi kendilerine darlık yaparlar. Bazı
nimetleri helâl, bazılarını haram kıldılar.
Müşrikler
kendileri için din olarak koydukları batıl esaslarda, Ehl-i kitap ise
dinlerinde sonradan icat ettikleri bid'atlerde bu duruma düştüler.
Bazı
müslümanlar da zühd yolunda aşırı giderek, helâl ve güzel rızıklan terk ettiler
yahut İslâm'ın mal harcama hususunda orta yolu tutma şeklindeki metoduna
muhalif olarak yeme, içme ve elbisede aşırı gittiler, israf ettiler. Böylece
aynı hataya düştüler.
Halbuki
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sakın eli boynuna kelepçelenmiş gibi cimri
olma. İsrafa dalarak da elini tamamen açma. Sonra kınanır açıkta
kalırsın." (İsra, 17/29).
"Varlıklı
kimse nafakasını varlığı ölçüsünde versin. Rızkı dar olan da Allah'ın
kendisine verdiği kadar versin. Allah kişiyi ancak verdiği şeyle mükellef
tutar."(Talak, 65/7).
Sünnet-i
seniyye de bu metodu ve tavsiyeleri teyid etmektedir: Buharî ve Taberanî Züheyr
b. Ebî Alkame'den şu hadis-i şerifi naklederler. "Allah sana mal vermişse
üzerinde görünsün. Şüphesiz Allah kuluna verdiği nimetinin güzel bir şekilde
görünmesini sever. Allah perişanlığı ve perişan görünmeyi sevmez."
îmam
Ahmed Ebu'l-Ahvas'tan, o da babasından naklediyor: Perişan, dağınık bir
vaziyette Rasulullah (s.a.)'a geldim. Efendimiz (s.a.): "Malın var
mı?" diye sordu. Ben de "Evet, var" dedim. Efendimiz (s.a.)
"Hangi çeşit mallar?" diye sordu. Ben de "Deve, köle, at, koyun,
her çeşit mal var" dedim. Efendimiz (s.a.) "Allah sana bir mal
vermişse Allah'ın senin üzerindeki o nimeti ve ikramı görülsün. "
buyurdu.
[116]
Bu
ayetler şu hususları ihtiva etmektedir:
1- Müşrik cahiliye insanının kendilerine haram kıldığı şeyler; Maide suresinde
(103. ayette) belirtilen "Bahire, Sâibe, Vasile, Hâm" gibi haram
olduğuna karar verdikleri bazı deve etleri ve yine En'am suresinde (136.
ayette) belirtilen ekinler, meyveler ve yoksullara sarf etmeleri, bir pay da
Allah'a şirk koştukları putlara ayırıp bunları da putun bekçilerine vermeleri
şeklindeki batıl âdetleridir: "Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan
Allah'a pay ayırdılar..." (En'am, 6/136).
2- Helâli ve haramı tayin etmek Allah'a mahsustur. Nebi olsun, rasul olsun
yarattıklarından hiçbir kimsenin böyle bir hakkı yoktur.
Eğer
bu koydukları hükümler Allah tarafından ise "Bu hususta Allah mı size izin
verdi?" ayetinden maksat budur. Eğer Allah tarafından değilse bu iftiradır.
'Yoksa siz Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" ayetiyle anlatılan budur.
3- Şer'î hükümleri kısımlara ayırarak bir kısmını helâl, bir kısmını
haram tayin etmeye cür'et eden kimselere karşı bir azarlamadır. Bu aynı zamanda
fetvada laubalilik eden, şer'î hükümlerin vasıflarında ihtiyatlı davranmayan,
tam tespit etmeden, yakinen anlamadan kendi görüşüyle helâl ve haramı tayin
eden kimselere karşı bir kınamadır.
4- Allah bu gibi noksanlıklardan münezzeh ve tamamen uzak olduğu halde,
Allah'ın söylemediği hükmü Allah'a nispet ederek Allah'a yalan iftira eden
kimselere vaid (azapla uyarma) yapılması.
5- Kıyamet günü bu iftiracıların Allah'a yalan iftira etmek suçuyla cezalandırılması.
6- Allah Tealâ insanlara akıl vermek, peygamberler göndermek, kitaplar
indirmek, helâl ve haramı belirlemeyi başkasına vermeyip sadece kendi üzerine
almak, her çeşit faydalı şeylerde, rızıklarda ve diğer malların asıl olarak
mubah olmaları esasını koymak suretiyle insanlara büyük lütuf sahibidir.
7- Kâfirlerin çoğu Allah'ın nimetlerine ve kendilerine vereceği azabı
geciktirmesine de şükretmezler.
[117]
61-
(Ya Muhammedi) Her ne durumda olursan ol, Kur'an'dan ne okursan oku,
sen ve ümmetin her ne amel yaparsanız yapın, onu yapmaya giriştiğinizde biz ona mutlaka şahit oluruz. Yerde ve gökte
zerre kadar bir şey bile Rabbinden gizli değildir. Ne bundan daha küçük, ne de
daha büyük hiçbir şey yoktur apaçık bir kitapta kayıtlı olmasın.
Ya
Muhammedi İbadet halinde ve önemli, önemsiz "Her ne durumda olursan
ol," Rabbin senden haberdardır. "Kur'an'dan ne okursan oku,"
Çünkü Kur'an okumak Rasulullah (s.a.)'ın önemli işlerindendir, hatta onun en
büyük işi budur. Yahut inen ayetleri okuyorsun. Çünkü Kur'an'ın her parçasına
Kur'an denir, "sen ve ümmetin her ne amel yaparsanız yapın." Bu, önce
reislerine tahsis edilen hitabın daha sonra genelleştirilmesidir. "onu
yapmaya giriştiğinizde" yani henüz yeni başladığınızda, bu işe yeni
koyulduğunuzda "biz ona mutlaka şahit oluruz", görürüz, kontrol eder
ve tescil ederiz.
'Yerde
ve gökte" varlık âleminde "zerre kadar" toz gibi veya en küçük
karınca gibi "bir şey bile Rabbinden gizli değildir." Uzak ve O'nun
ilminden hariç değildir.
"Ne
bundan daha küçük ne de daha büyük hiç bir şey yoktur ki, apaçık bir
kitapta" Levh-i Mahfuz'da açıkça "yazılı olmasın."
[118]
Cenab-ı
Hak insanlardan pek azının Allah'a itaatte devam edip, O'na isyan etmeyi terk
ederek Allah'ın nimetlerine şükrettiğini beyan ettikten sonra; ilminin
kullarının bütün işlerini, küçük büyük bütün amellerini, göklerde ve yerde
bulunan bütün varlıkları, var olan her şeyi kuşattığını hatırlattı. Bu durum
onların itaat, şükür ve ibadet etmelerine, günahlardan kaçınmalarına vesile
olur. Çünkü Hak Tealâ kullarının durumlarını gayet iyi bilince itaatkâr olanlar
sevinir, günahkâr olan tehdit edilmiş olur.
[119]
Allah
Tealâ Peygamberine O'nun, ümmetinin ve bütün mahlûkatm her an içinde
bulundukları durumlarını bildiriyor.
Ey
Rasulüm! Hususi veya umumi hangi durumda bulunursan bulun, bu şerefli durumun
sebebiyle, İslâm davetini insanlar arasında yaymak için sana inen Kur'an1 dan
ne okursan oku, biz size mutlaka şahit oluruz, durumlarınızdan haberdar
oluruz.
Ayet-i
kerimede Peygamberimiz (s.a.)'e ait durumların "şe'n(şerefli durum)
" kelimesiyle ifade edilmesi Peygamberimiz (s.a.)'in her işinin hatta normal
insanî davranışlarının bile değerli olduğuna delildir. Çünkü O, müminler için
en güzel önderdir.
Cenab-ı
Hak "Her ne durumda olursan, ol," ve "Kur'an'dan ne okursan oku."
ifadeleriyle özel olarak peygamberine sonra da başında bulunduğu ümmete hitap
etti.
"Minhü
(ondan)" kelimesindeki zamir ya "şe'n" kelimesine racidir Bu durumda
"şerefli işlerinden olan Kur'an'ı okuduğunda" manasına gelir, yahut
Kur'an" kelimesine racidir. Bu durumda "Kur'an'dan Kuran olarak
okuduğunda" manasındadır. Açık olarak zikretmeden zamir kullanılması
tazim ifade eder.
Veyahut
"Allah" kelimesine racidir. Yani "Allah tarafından inen Kur'an'ı
okuduğunda" demektir.
Ey
Ümmet! Yaptığınız küçük-büyük, hayır-şer hangi amel olursa olsun biz size
şahidiz, sizin durumunuzdan haberdarız, sizi kontrol ediyoruz; sizin için
tespit yapıyoruz. Bununla sizin amelinizin karşılığını vereceğiz.
Zerre
kadar, toz kadar yahut en küçük karınca kadar bile olsa hiçbir şey Allah'tan
uzak olmaz, O'nun ilminden gizli kalmaz. Toz kadar denilecek küçüklük ve
hafifliğe misal verilmektedir. Hatta atomdan bile küçük olsa -yani atomun
parçaları bile olsa- Allah'ın ilmi dahilindedir.
Bu
ifade atomun parçalanması prensibi veya teorisine ve küçük parçalarının da
bulunmasına işaret etmekte olabilir.
Bundan
daha büyük de olsa, meselâ en büyük yaratık olan "Arş" gibi, yine
durum aynıdır. Arş, bütün varlıkların miktarlarının yazılı olduğu değerli kitapta
(yani Levh-i Mahfuz'da) belirlenmiş, tescil edilmiştir.
Ayrıca
burada atomun parçaları ve mikroplar gibi çıplak gözle görüleme-yip ancak
mikroskoplarla görülebilen, yüzlerce hatta binlerce defa büyütülmesi gereken
kâinattaki en küçük varlıklara ilk defa Kur'an-ı Kerim'in işaret ettiği anlaşılmaktadır.
Yine kâinatta yer ve göklerden ve içlerinde bulunan varlıklardan daha büyük,
çok büyük varlıklar da bulunmaktadır. Çünkü bazı yıldızlar, güneş, dünya ve
ay'dan çok daha büyüktür. Arş ise yaratılmış varlıkların en büyüğüdür.
Bu
ayetin bir benzeri de şu ayet-i kerimedir: "Gaybın anahtarları Allah'ın
katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanları O bilir. Düşen hiçbir
yaprak yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yeryüzünün karanlıklarında olan her tane,
kuru-yaş her şey mutlaka her şeyi apaçık beyan eden bir kitapta kayıtlıdır.
" (En'am, 6/59) Yani Allah ağaçlarını ve cansız varlıkların hareketlerini,
ot-layan hayvanları, yeryüzü tabakalarında ve gökyüzü boşluğunda var olan her
şeyi bilir.
[120]
Bu
ayetin manasını düşünen herkes -ki bu hususta gerçek manada ancak ilmi, ufku ve
bakış tarzı geniş mümin alimler düşünürler- Allah'ın her şeyi kuşatan ilminin
genişliğini, varlık alemindeki her şeyi, canlı varlıkların bütün davranışlarını
takip altına aldığını anlar. Yerde, denizde ve gökte bulunan bütün insanları
korku ve titreme kaplar. Kalbi Allah Tealâ'nın azameti ile dolar. Küçük-büyük,
önemli önemsiz bütün amellerinin tespit edildiğini idrak eder.
Eğer
bir devlet memuruna, evinde ve dışarıdaki bütün davranışlarının video
bantlarına kaydedilip büyük bir televizyon ekranında gösterileceği, burada
kayıtlı olan bütün ses ve görüntülerin devlet reisine arz edileceği, görevini
ya-pıp-yapmadığı, omuzuna atılan mesuliyet ve emaneti yerine getirip getirmediği,
kendisine, ailesine, komşularına ve topluma karşı iyi davranıp davranmadığı
gibi bütün davranışlarının hesabı görülecek dense, o kimse her gün, her ay, her
sene ve bütün ömür boyunca bu ekranda izlenecek tavır ve davranışlarını tahmin
eder ve çok ince düşünür, kendini küçük düşürmemek için bir an bile doğru
yoldan ayrılmaz.
İşte
aynı şekilde -en yüce misâl Allah'ındır. O'na hiçbir şey benzemez- Ce-nab-ı Hak
da bizim hareketlerimizi izlemekte ve bütün davranışlarımızı gayet iyi
bilmektedir. Hatta O'nun gönüllerimizde gizli olan hususlara da muttali
ol-mapı, gönlümüzü korku ve titreme ile doldurmaktadır.
Seni
tenzih ederiz, ya Rabbi! Bizi himayene, affına ve rahmetine al.
Bu
ayet insanları Allah'a itaata ve imana teşvik etmesi, günah ve küfürden
uzaklaştırması için yeterli bir uyarıdır. Hesap görücü olarak Allah yeter. O
hesap görenlerin en süratlisidir.
[121]
62-
İyi bilin ki Allah dostlarına korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir.
63- Onlar iman eden ve Allah'tan gerçek manada
korkanlardır.
64-
Dünya hayatında da, ahirette de onlara müjde! Allah'ın sözlerinde asla değişme
olmaz. İşte büyük kazanç budur.
"Allah'ın
dostlarına" yani Allah'ın sevgili kulları, seçkin kullan, Allah'a yakın
kullar, Allah'a itaatle O'na yaklaşan, Allah'ın da kendilerini ikramıyla
kuşattığı kullan. Onlar -ayetin tefsir ettiği gibi- iman eden ve Allah'tan
gerçek manada korkan kimselerdir. Muttaki (takva sahibi) herkes Allah'ın veli
kulludur, Allah dostudur, "korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir."
Ümid ettiklerinden mahrum kalarak mahzun olmayacaklardır.
"Onlar
iman eden ve Allah'tan" O'nun emirlerine ve nehiylerine sanlmak suretiyle
"gerçek manada korkanlardır.
"Dünya
hayatında da ahirette de onlara müjde..!" Ahirette, cennet, sevap,
meleklerinin kendilerini selâmlayarak kazançlı olduklannı ve ikrama lâyık
ol-duklannı müjdelemeleri... Müjde, sevinçli haberdir. Bu da Allah'ın Kitab'mda
ve Rasulü'nün diliyle takva sahiplerine verdiği vaadlerdir. Hakim'in sahih olarak
kabul ettiği hadis-i şerifte belirtilen "Kişinin gördüğü veya kendisine
gösterilen sahih rüyalar" veya kendisine lütfedilen bazı kerametler
(olağanüstü haller), aynca son nefesteki meleklerin müjdeleri...
"Allah'ın
sözlerinde asla değişme olmaz." Allah'ın verdiği vaadlerden dönme olmaz.
[122]
Allah'a
itaat ve ibadetle yaklaşan, Allah'ın da ikramıyla kendilerini kuşattığı Allah
dostlan (Allah'ın veli kullan) Allah'a, meleklerine, kitaplanna, peygamberlerine,
ahiret gününe ve kadere iman eden, Allah'ın emirlerine sanlmak ve yasaklanndan
kaçınmak suretiyle Allah'tan gerçek manada korkan kimselerdir. Takva sahibi
herkes Allah'ın veli kuludur, Allah dostudur. Allah dostlan da hem sahih iman,
hem de takva sahibi olan kimselerdir. Onlara dünyada olması beklenen hiçbir
sıkıntı yoktur.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlardan korkmayın. Gerçek müminler
iseniz sadece benden korkun." (Âl-i İmran, 3/175) Yani şeytanın dostlarından
ve yardımcılarından korkmayın.
Onlara
ahirette de kâfirlerin ve isyankârların korktuğu kıyamet azabı ve o günkü
dehşetli olaylardan korku yoktur. Cenab-ı Hakkın buyurduğu gibi: "O en
büyük korku bile onları üzmez." (Enbiya, 21/103).
Onlar
dünyada ümid ettiklerinden mahrum kalma, hoşlanılmayan bir olayla karşılaşma ve
sevgiliden ayrılma gibi sebeplerle mahzun olmazlar. Çünkü onlar kaza ve kadere
iman etmekte, Allah'ın rızasını arzu etmektedirler. Onlar ahirette kıyametin
korkulu hadiseleri sebebiyle de mahzun olmayacaklardır.
Bezzaz'ın
İbni Abbas'tan rivayet ettiğine göre bir adam "Ya Rasulullah! Allah'ın
veli kullan (Allah dostları) kim" diye sordu. Peygamberimiz (s:a.) şöyle
cevap verdi: "Görüldüğü zaman Allah'ın hatırlandığı kimselerdir."
Allah'ın
şeriatı ve dini üzerinde oldukları, namaz kıldıkları, zekât verdikleri,
iyiliği emrettikleri, kötülüğe engel oldukları müddetçe dünyada zafer ve
yeryüzünde hakimiyet ile onlara müjdeler olsun!
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah dinine yardım edenlere mutlaka yardım
eder. Şüphesiz ki Allah Kavidir (mutlak kuvvet sahibidir), Azizdir (her şeye
galiptir). Eğer kendilerine yardım vaad ettiğimiz müminleri yeryüzünde hakim
kılsak namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtlarını verirler, iyiliği emrederler,
kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin neticesi eninde sonunda Allah'a
döner." (Hac, 22/40, 41).
Yine
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah içinizden iman edip salih amel
işleyenlere vaad etmiştir ki, onları... yeryüzünde mirasçı kılacaktır."
(Nur, 24/55).
Onlara
dünyada verilen müjdelerden biri salih rüyalardır: İmam Ahmed ve Hakim'in
Ebu'd-Derda'dan rivayet ettiklerine göre: "Dünya hayatında da ahirette de
onlara müjde.." (Yunus, 10/64) ayeti hakkında Peygamberimiz (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Bu müjde müslümanın gördüğü veya ona gösterilen salih
rüyalardır."
Bu
müjdelerden biri de meleklerin kendilerini durumlarının güzel olduğuyla ve son
nefeste yüksek derecelerde olacaklarıyla müjdelemeleridir: "Bunlar
meleklerin, canlarını mümin olarak aldıkları salih kimselerdir. Melekler onlara
"Selâm olsun size! dediler." (Nahl, 16/32).
Onlara
ahirette de güzel sevaplar ve cennette kalıcı nimetlerle müjdelemek vardır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Rableri onları kendi tarafından
bir rahmet, rıza ve cennetlerle müjdeler. Onlar için cennette devamlı nimetler
vardır." (Tevbe, 9/21).
Melekler
de onları cennetle müjdeleyerek karşılarlar. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Rabbimiz Allah'tır, deyip sonra doğru yolda devam edenlere melekler
inerler ve şöyle derler: "Korkmayın, üzülmeyin. Vaad olunduğunuz cennetle müjdeleniyorsunuz.
Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin dostunuzuz. Ahi-rette sizin için
affeden ve merhamet eden Allah tarafından bir ikram olarak canlarınızın arzu
ettiği her şey vardır. Orada istediğiniz her şeyi bulursunuz." (Fussilet,
41/30-32).
'Allah'ın
sözlerinde asla değişme olmaz." Verdiği vaadlerinden kesinlikle dönmez.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Benim nezdimde söz değiştirilmez.
" (Kaf, 50/29). Müminlerin cennetle müjdelenmesi de bu ilâhî vaad-lerden
biridir.
"İşte
büyük kazanç budur." Onlara iki cihanda verilecek saadet müjdesi en büyük
ve eşsiz bir kazançtır. Çünkü bu kazanç iman ve salih amel işlemenin
meyvesidir.
[123]
Bu
ayet sahte iddiacıların karşısına kesin bir çizgi koymuş, Allah'ın veli
kullarının (Allah dostlarının) takva sahibi müminler olduklarını beyan etmiştir.
Said
b. Cübeyr anlatıyor: Rasulullah (s.a.)'a "Allah'ın veli kullan (Allah
dostları) kimdir?" diye soruldu. O da, "kendileri görüldüğünde
Allah'ın hatırlandığı kimselerdir." diye cevap verdi.
Hz.
Ömer b. Hattab (r.a.) Ebu Davud'un rivayetine göre şöyle demektedir:
Peygamberimiz (s.a.)'i işittim, şöyle diyordu: "Allah'ın kulları arasında
bazı kullar vardır ki, onlar ne peygamber ne de şehittirler. Kıyamet günü
Allah'a olan yakınlıkları sebebiyle peygamberler ve şehitler onlara gıpta
ederler." Peygamberimiz (s.a.)'e "Ya Rasulallah! Onların kim
olduklarını ve amellerinin ne olduğunu bize bildirir misin? Biz de belki onları
severiz." denildi. Peygamberimiz (s.a) "Onlar aralarında hiçbir
akrabalık olmadığı, alış-veriş edecekleri mal da olmadığı halde Allah için
birbirlerini seven kimselerdir. Allah 'a yemin ederim ki, onların yüzleri
nurdur, onlar nurdan minberler üzerindedirler. Başkaları korktuğu zaman onlar
korkmazlar. Başkaları üzüldüğü zaman onlar üzülmezler" dedi ve sonra şu
ayeti okudu: "İyi bilin ki Allah dostlarına korku yoktur. Onlar
üzülmeyeceklerdir. "[124]
(Yunus, 10/62).
Bu
ayetin zikrettiği amel-i salih işlemek ve Allah'ın velî kullarının sıfatlarıyla
vasıflanmak için yapılan bu teşvik ne muazzam, ne önemli bir teşviktir! Hepsi
şu ayette toplanmıştır: "Dünya hayatında da onlara müjde!" Yine bu
müjdede onların düşmanlarına karşı zafer elde edecekleri vaadine işaret edilmektedir.
Müjde
hayırlı, faziletli, mükâfaatlı sevindirici bir haberdir. Bu müjde dünya ve
ahiret saadetinin her ikisini de birleştirmektedir.
Dünyada
zafer, izzet, güzel övgü...
Ahirette
cennet ve Allah'ın ebedî nimetlerini elde edip kazanma ve kurtuluşa erme...
Allah'ın
vaadinde dönme ve haberlerinde değişiklik yoktur. Bunu hiçbir şey ortadan
kaldıramaz. Her şey ancak O'nun dilediği şekilde olur.
Allah'ın
kullarına müjdelemesi ve kullarını sevmesi ne değerli ve ne büyük bir şeydir!
Müjdelenen kullar ne kadar mutludurlar! Rabbim bizleri de onlardan eylesin.
[125]
65-
Kâfirlerin sözleri seni üzmesin. Çünkü bütün izzet Allah'ındır. O her şeyi çok
iyi işiten ve çok iyi bilendir.
66- İyi bilin ki, göklerde ve yerde olan her şey
Allah'ındır. Allah'tan başkasına tapanlar (gerçekten) ortak koştuklarına
uymazlar. Onlar sadece zanna (kanaatlerine) uyarlar. Onlar sadece yalan söylerler.
67- Dinlenmeniz için geceyi, aydınlık olarak
gündüzü yaratan Allah'tır. Şüphesiz ki bu hususta dinleyen bir topluluk için
ibretler vardır.
"Kâfirlerin
sözleri" şirk koşmaları, tehdit etmeleri, yalanlamaları ve sana sen
peygamber değilsin" demeleri "seni üzmesin."
"Çünkü
bütün izzet" galibiyet, kuvvet ve güç "Allah'ındır. O" onların
sözlerini "çok iyi işiten ve" onların niyetlerini, davranışlarını
"çok iyi bilendir." Onları bu amellerine karşılık cezalandıracak ve
size yardım edecektir.
"İyi
bilin ki göklerde ve yerde olan her şey" melekler, insanlar ve cinler mülk
olarak, yaratık olarak, kul olarak "Allah'ındır." Beyzavî diyor ki:
Varlıkların en şereflisi olan bu varlıklar kul olup, hiçbiri "Rab"
olmaya lâyık olamadıklarına göre akıldan mahrum putların Allah'a eş ve ortak
olmaları kesinlikle mümkün olmaz.
"Allah'tan
başkasına" putlara "tapanlar" gerçekten "ortak koştuklarına
uymazlar. Onlar" bu hususta yakinen bildiklerine değil "sadece"
Allah'ın ortağıdır diyerek yahut putlar kendilerine şefaat edecek tanrılardır
diyerek "zanna" kendi batıl kanaatlerine "uyarlar. Onlar"
Allah'a nispet ettikleri bu hususlarda "sadece yalan söylerler."
"Tahmin etme" kelimesi yalan söyleme manasında da kullanılabilir.
Çünkü yalanda genellikle tahmin veya varsayım hakimdir. Ayetten anlaşıldığına
göre onlar putları batıl takdir ederek "Allah'ın ortakları" diye anmaktadırlar.
"Şüphesiz
bu hususta" ibret almak, öğüt almak ve düşünmek niyetiyle dinleyen bir
topluluk için" Allah'ın birliğine deliller "ibretler vardır."
[126]
Cenab-ı
Hak bu surede müşriklerin çeşitli şüphelerini zikredip bunlara cevap verdikten
sonra, onların başka bir yola, kendilerinin mal-mülk ve sulta sahibi
olduklarım söyleyerek tehdit ve korkutma yoluna saptıklarını belirtti. Buna da
Peygmaberimiz (s.a.)'e onlara karşı zafer ihsan edeceği şeklinde müjde olması
için "Onların sözleri seni üzmesin" ayetiyle cevap verdi.
Ayrıca
Cenab-ı Hak buna giriş olarak Mekke'de Allah'ın vaadini yalanlayan, kendi
kuvvetleriyle gururlanan düşmanlarına karşı zafer vaadine işaret olmak üzere
Allah'ın veli kullarının sıfatlarını ve geçen ayetlerde belirtilen müjdeleri
beyan etmektedir.
[127]
Ey
Rasulüm! Müşriklerin "Sen Peygamber değilsin!" şeklindeki sözleri,
şirk koşmaları, mal ve kuvvet sahibi olduklarını beyan eden ifadeleri, yalanlama
ve tehditleri seni üzmesin.
Sen
onlara karşı Allah'ın yardımını iste ve sadece O'na dayan. Çünkü izzet,
galibiyet, kuvvet ve ezici güç tamamen Allah'a aittir, yani hepsi O'nundur.
Bir
başka ayette gelen "İzzet Allah'ın, Rasulünün ve müminlerindir."
(Mü-nafikun, 63/8) ifadesinde izzetin Rasulüne ve müminlere ait olmasının
manası ise şudur: İzzet tamamen Allah'a aittir ve neticede yine Allah'a döner.
(Rasu-lullah'ın ve müminlerin izzeti ise Allah'ın lütfuyladır).
Allah
kullarının sözlerini -hakkı yalanlama, şirk iddia etme gibi sözlerini de- çok
iyi işitir, onların durumlarını ve yaptıkları eziyet ve hileleri gayet iyi bilir
ve bunlara karşılık onları cezalandırır. Ey Muhammed! Sen onların sözlerine ve
hilelerine önem verme.
Bu
ayette Peygamberimiz (s.a.) kavminin kendisine yaptığı eziyetlere karşı teselli
edilmekte ve ona kavmine karşı zafer müjdesi verilmektedir.
Cenab-ı
Hak bundan sonra izzetin sadece kendisine ait olduğu hususundaki delilleri
ortaya koyarak şöyle buyurdu:
Dikkat
edin ey insanlar! Göklerin, yerin ve her ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü
Allah'a aittir. Bu ikisinde O'ndan başka hiç bir kimsenin mülkü yoktur. Peki,
putlar başkasının mülkü oldukları halde nasıl tanrı olabilir? İbadet sadece
mülkün gerçek sahibine yapılabilir. Ayrıca putlar ne düşünebilir, ne mülk
edinebilir, ne faydası ne de zararı dokunabilir! Onların putlara tapınma
hususunda hiçbir delilleri yoktur. Bu konuda sadece zanlarına ve vehimlerine
uymaktadırlar.
O
müşrikler gerçekte Allah'ın ortaklarına tapınmıyorlar. Çünkü Allah'ın asla
ortağı olamaz. O sahte ortakların kulların işini düzene koymak ve onların
başına gelen kötülükleri önlemek gibi bir şeye güçleri yetmez. Hatta onlar kendilerine
herhangi bir fayda temin edemedikleri gibi kendi başlarına gelen bir zararı
bile önleyemezler.
Müşrikler
gerçekte sadece asılsız zanlara, büyük hatalara uymaktadırlar. Onlar bu batıl
kanaatleriyle Allah'a nispet ettikleri şeylerde yalancıdırlar, saçmalamaktadırlar;
yahut Allah'ın ortakları olduğu şeklinde asılsız tahminlerde bulunmaktadırlar.
Allah'ın
göklerde ve yerde bulunan her şeyin mülkiyetinde tek başına müstakil olduğunu
beyan ettikten sonra gelen bu üç cümle ardarda gelen tekit ifadeleridir. Bu
cümleler meleklerin, putların, Mesih (a.s.)in ve başkalarının ilâh
edinilmelerinin kaldırıldığını tekit etmektedir. Tıpkı dünya idarecileri ve
zalim krallara ancak vasıta ile ulaşabildiği gibi, bu putların da Allah'ın huzurunda
vasıta, şefaatçi ve vesile olarak kabul edilmeleri yetkisinin kaldırıldığını
tekit etmektedir.
Göklerde
ve yerde olan her şey Allah'ın mülküdür. "Göklerde ve yerde bulunan
hiçbir kimse yoktur ki, kıyamet günü Rahman olan Allah'ın huzuruna bir kul
olarak çıkmasın." (Meryem, 19/93) Kulun efendisinin O'nun huzurunda hiçbir
önemi yoktur.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak bütün izzetin Allah'a ait olduğuna, Allah'a ortak koştukları
putların yaratma, takdir etme, tasarruf ve bütün işleri düzene koyma hususunda
Allah'ın yanında hiçbir rolleri bulunmadığına şu ayet-i kerimeyi delil
getirmektedir.
"Dinlenmemiz
için geceyi, aydınlık olarak gündüzü yaratan Allah'tır." Allah Tealâ günü
iki kısma ayırdı: Gece ve gündüz. Geceyi gündüzün çalışma ve yorgunluğundan
sonra istirahat etme, sükûnet ve huzur için; gündüzü de geçim vakti, çalışma,
yolculuk ve diğer ihtiyaçların görülmesi için aydınlık kıldı:
"Uykunuzu
bir dinleme vasıtası yaptık. Geceyi sizi saran bir örtü yaptık. Gündüzü de
geçiminizi temin için çalışma zamanı yaptık." (Nebe, 78/9-11).
"Biz
gece ile gündüzü varlığımızı gösteren iki delil kıldık. Bir delil olan geceyi
karanlık, bir delil olan gündüzü de aydınlık kıldık. Böylece Rabbinizin
lüt-fundan rızık arayasınız. Yılların sayısını ve hesabını bilesiniz."
(İsra, 17/12).
Bu
ayette Allah Tealâ'nın kudretinin kâmil olduğuna ve nimetinin büyüklüğüne
işaret edilmektedir. Böylece geceyi gündüzün iş yorgunluğundan sonra dinlenmek
için karanlık, gündüzü de rızık ve kazanç elde etmek için aydınlık kılması ile
sadece kendisinin ibadete lâyık olduğuna ve O'nu tek olarak kabul etmelerine
delil getirdi:
"Şüphesiz
ki bu hususta dinleyen bir topluluk için ibretler vardır." Yani gece ve
gündüzün yaratılmasında, birbiri ardınca gelmelerinde ve müddetlerinin yıl
boyunca farklı oluşunda hakkıyla ibadete lâyık olan ilâhın gece ve gündüzü
yaratan Allah olduğuna, bu delilleri ve hüccetleri dinleyecek, bunlardan ibret
alacak, dinlediklerini ince ince düşünecek, bunları yaratan, takdir eden ve yürüten
Allah'ın azametine delil olarak getirecek bir toplum için çok ibretler vardır.
[128]
Bu
ayetler şu noktalara işaret etmektedir:
1- İzzet tamamen Allah'a aittir. Yani en üstün kuvvet, her şeye karşı
galibiyet, tam anlamıyla kudret sadece Allah'ındır. O Rasulünün yardımcısı,
destekçisi ve düşmanlarının eziyetinden koruyucusudur.
Bu
ifade Cenab-ı Hakkın "İzzet Allah'ın, Rasulünün ve müminlerindir"
ayetiyle çelişki teşkil etmez. Çünkü her izzet Allah sayesindedir. Dolayısıyla
hepsi Allah'a aittir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Gerçek kuvvet ve kudret
sahibi olan Rabbin onların yakıştırdıkları noksan sıfatlardan
münezzehtir." (Saffat, 37/180).
2- Allah kulların sözlerini ve seslerini gayet iyi işitmekte, yaptıkları
amelleri, işleri ve bütün hareketlerini gayet iyi bilmektedir.
3- Allah göklerde ve yerde olan herkesin ve her şeyin malikidir. Yani
onlar hakkında dilediği şekilde hükmeder ve dilediği şekilde hareket eder.
Başkasının mülkü olan kimsenin ve başkasının hakimiyeti altındaki bir kimsenin
herhangi bir hükümde yetkisi veya müdahele hakkı ve mülkünde tasarrufta bulunma
imkânı olamaz. Bu ifade Allah'tan başka herkesten ulûhiyet yani İlâh olma
durumun kaldırıldığına delildir.
4- Müşrikler tapınırlarken gerçekte Allah'ın ortaklarına tabi olmamaktadırlar.
Onlar sadece batıl bir zanla putların şefaatçi olacaklarını veya kendilerine
fayda vereceklerini zannetmektedirler. Onlar bu zanlannda sadece saçmalamakta,
tahmin yürütmekte ve Allah'a nispet ettikleri şeylerde yalan söylemektedirler.
5- Farz olan; gece ile gündüzü yaratabilen, bu ikisini ince bir sistemle
ar-darda düzenli bir şekilde getirebilen yüce varlığa ibadet etmektir. Yoksa
hiçbir şey yapamayan cansız varlıklara tapınmak değil.
6- Gece ile gündüzü icat etmekte Allah'ın sonsuz hikmeti vardır. Allah geceyi
çoluk-çocukla birlikte huzur bulma, hayatın gürültülerinden uzak kalma, işlere
iyice gömülmekten doğan yorgunluk ve bıkkınlığın ortadan kalkmasına vesile
olması gibi çeşitli faydalar için ayırmış, gündüzü de geçim kaynaklarını temin
etmek, zaruri ihtiyaçlan bulma, insanlarla görüşme gibi kıymetli faydaları
elde etmek için tahsis etmiştir.
7- Göklerin ve yerin, gece ile gündüzün yaratılmasında yaratıcının
ibadete ve sadece kendisine kulluk edilmesine lâyık olduğuna açık ve kesin
alâmetler ve deliller vardır. Fakat bütün bunlardan sadece ibret, öğüt ve ders
alacak dikkatle dinleyen topluluk ibret alabilir. Göz ve kulağın
yaratılmasındaki asıl fayda da budur.
[129]
68-
Müşrikler "Allah çocuk edindi" dedi- ler. Haşa, Allah bundan
münezzehtir. O hiçbir şeye muhtaç
değildir. Göklerde ve yert*e ne varsa
hepsi O'nundur. Bu iddialarınıza hiçbir
deliliniz de yoktur. Siz, Allah'a karşı
bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?
69
'De ki: Allah<a karşı yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremeyeceklerdir. ^0" Onlar için dünyada geçici bir hayat vardır.
Sonra dönüşleri yine bizedir.
Ondan
sonra da Biz onlara inkâr etmeleri sebebiyle şiddetli azabı tattıracağız.
"Siz,
Allah'a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?" Bu bilgisizliklerini
ve ihtilâfa düştüklerini yüzlerine çarpma ve azarlama maksadıyla sorulan bir
sorudur.
[130]
"Onlar"
yani Yahudiler, Hristiyanlar ve meleklerin Allah'ın kızları olduğunu iddia
eden müşrikler "Allah çocuk edindi dediler." Allah onları "Haşa,
Allah bundan münezzehtir." diyerek reddetti. Yani Allah çocuk edinmekten
çok uzaktır. Çünkü çocuk edinmek ancak çocuk beklenmesi tasavvur edilen kimse
için doğru olabilir. Bu ifadeden maksat onların bu sözlerine hayret etmektir.
"O
hiçbir şeye muhtaç değildir." O herkesten müstağnidir. Çocuğu ona ihtiyaç
duyan kimse ister. Bu ifade Allah'ın bundan münezzeh olmasının illetidir. Çünkü
çocuk edinmek ona ihtiyaç duymanın neticesidir. "Göklerde ve yerde ne
varsa hepsi" mülk, yaratık ve kul olarak "O'nundur." Bu ifade
Allah'ın müstağni olduğunun ikrarıdır. "Bu iddialarınızda sizin hiçbir
deliliniz de" hüccetiniz ve burhanınız da "yoktur. Siz Allah'a karşı
bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?" Bu onların sözlerini yüzlerine
çarpmak ve azarlamaktır.
"De
ki: Allah'a karşı" O'na çocuk nispet ederek, ortak ilâve ederek
"yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremeyeceklerdir." Yani saadete
kavuşamayacaklar, azaptan kurtulamayacaklar, cenneti kazanamayacaklardır.
"Onlar
için dünyada" hayatları boyunca istifade edecekleri pek az "geçici
bir hayat vardır. Sonra" ölümle "dönüşleri yine bizedir." Ebedî
bir sıkıntı ile karşılaşacaklar. "Bundan sonra da" ölümden sonra da
"Biz onlara inkâr etmeleri"küfre düşmeleri "sebebiyle şiddetli
azabı tattıracağız."
[131]
Cenab-ı
Hak müşriklerin putları ve heykelleri kendilerine şefaatçi edindiklerini
anlatıp onları ikna edici bir şekilde reddettikten sonra burada onların bir
başka batıl inançlarını, Allah'a çocuk nispet etmelerini, Allah'ın evlâdı olduğunu
söylemelerini zikretti. Bu ifade meleklerin Allah'ın kızları olduğunu ileri
süren müşrikleri de, Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu iddia eden Yahudileri de
Mesih İsa (a.s.)'ın Allah'ın oğlu olduğunu ileri süren Hristiyanları da içine
almaktadır.
[132]
Bu
ayetlerin konusu Allah'ın evlâdı olduğunu iddia eden müşriklere, Yahudilere ve
Hristiyanlara reddiyedir.
Müşrikler
"Melekler Allah'ın kızlarıdır", Yahudiler "Üzeyir Allah'ın oğludur",
Hristiyanlar da "Mesih Allah'ın oğludur" dediler.
Haşa
Allah evlât edinmekten münezzehtir, çok uzaktır. Bu ifade onların batıl
sözlerine karşı hayret etmek içindir. Çünkü çocuk edinmek ancak çocuk
beklenmesi tasavvur edilen kimse için doğru olabilir. Allah'ın -haşa- ne
ana-ba-bası vardır, ne de evlâdı!
"O
hiçbir şeye muhtaç değildir." Bu Allah'ın münezzeh olmasının illetidir.
Yani Allah kendisinden başka her şeyden müstağnidir. Her şey O'na muhtaçtır.
O'nun ise asla çocuğa ihtiyacı yoktur. Çocuk edinmek ise ihtiyaçtan doğmaktadır.
"Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi O'nundur." O'nun yarattığı şeylerden nasıl evlâdı
olabilir? Her şey O'nun mülkü ve kuludur. O göklerin, yerlerin ve ikisi arasındaki
her şeyin yaratıcısıdır. Mahlûkatından hiçbir şey O'na benzemez. O
yarattıklarından hiçbirine muhtaç değildir. Bilakis her şey O'na muhtaçtır.
Göklerde ve yerde olan her şey mülk, yaratık, kul ve tasarruf olarak O'nundur.
Bu hususta hiçbir şey O'na ortak olamaz. Yoktan var eden, hayatı ve hayatın
zaruri ihtiyaçlarını bahşeden bir yaratıcı nasıl bir yaratığı, bir kulunu rızık
gibi maddî şeylerde, yardım etme, destekleme ve kuvvet verme gibi manevî hususlarda
kendisine muhtaç olan bir varlığı evlât edinebilir.
"Bu
iddialarınıza hiçbir deliliniz de yoktur." Sizin söylediğiniz bu yalan ve
bühtanda iddialarınızın hiçbir delili yoktur.
Siz,
Allah'a bilmediğiniz bir şeyi, gerçek olmayan bir sözü mü söylüyorsunuz? Siz
aklen doğru olmayan ve kendisine nispet edilmesi gerçek olmayan bir şeyi mi
O'na nispet ediyorsunuz.
Bu
ifade yüzlerine çarpma ve azarlamadır, yahut yadırgama veya kuvvetli bir uyarı,
şiddetli bir tehdittir.
Beyzavî
diyor ki: Bu ifadede delili olmayan her sözün bilgisizlik olduğuna, inançlar hususunda
mutlaka kesin delil bulunmasına ve bu konuda körükörü-ne taklit etmenin geçerli
olmayacağına işaret vardır.
Bu
ayetin bir benzeri de şu ayetlerdir: "Müşrikler, Rahman olan Allah çocuk
edindi, derler. Yemin olsun ki siz ortaya çok çirkin bir şey getirip iftira
attınız. Rahman olan Allah'a çocuk isnat ettiler diye neredeyse gökler
çatlayacak, yer yarılacak, dağlar parçalanıp dağılacaktı. Oysa Rahman olan
Allah'ın çocuk edinmesi asla şanına yakışmaz. Göklerde ve yerde bulunan hiçbir
kimse yoktur ki (kıyamet günü) Rahman olan Allah 'in huzuruna bir kul olarak
çıkmasın. Şüphesiz Allah (onları ilmiyle kuşatmış) kendilerine ve yaptıklarını
bir bir saymıştır. Kıyamet günü onların herbiri Allah'ın huzuruna tek başına
çıkacaktır." (Meryem, 19/88, 95).
Bundan
sonra Cenab-ı Hak Allah'ın oğlu olduğunu iddia ederek Ona yalan yere iftira
edenlerin asla kurtuluşa eremeyeceklerini bildirdi ve bu görüşün Allah'a iftira
olduğuna ve O'na lâyık olmayan bir yakıştırma olduğuna işaret ederek,
böylelerini azabıyla korkuttu:
"De
ki: Allah'a karşı yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremeyeceklerdir." Ey
Rasulüm onlara şöyle söyle: Allah'a ortak nispet ederek veya çocuk edindiğini
söyleyerek yalan uyduranlar dünyada da ahirette de kurtuluşa ve saadete
eremeyeceklerdir.
Dünyada
Allah onlara imkân verecek ve biraz hayat hakkı tanıyacak, ahirette ise onları
sert ve şiddetli bir azaba, uğratacaktır. Yani onlara dünyada kısa bir müddet
dünya nimetlerinden istifade etme imkânı vardır. Öldükten sonra dönüşleri
bizedir. Kıyamet günü haşrin ve hesap görmenin dehşetli sahneleri arasında
Rablerine döneceklerdir.
"Ondan
sonra da biz onlara inkâr etmeleri sebebiyle şiddetli azabı tattıracağız.
" Onlar ebedî bedbahtlığa uğrayacaklar, iddia ettikleri yalan ve
iftiralarla Allah'a yalan uydurmaları, Allah'a iftira etmeleri ve küfretmeleri
sebebiyle cehennem ateşinde acıklı, can yakıcı çok katı, çok şiddetli bir
azapla azap göreceklerdir.
Bu
ayette kâfirlerin kesin bir kayba, zarara uğrayacaklarına işaret edilmektedir.
Çünkü dünyada maddî-manevî menfaatleri elde etmek suretiyle elde ettiklerini
sandıkları başarının ahirette kaybedecekleri büyük sevap, ebedî cennetlerdeki
daimi nimetler karşısında hiçbir değeri yoktur. Çünkü dünyanın Allah nezdinde
bir sivrisinek kanadı kadar değeri yoktur.
[133]
Bu
ayetler iki hususu dile getirmektedir:
Birincisi: Kesin, ezici delillerle Allah Tealâ'ya çocuk nispet
etme iddiasının batıl oluşu ve bu batıl iddianın doğruluğunu gösteren hiçbir
delilin bulunmayışı.
İkincisi: Bu görüşün Allah'a iftira etmek ve olmayan bir şeyi
Ona yakıştırmak olduğunun açıkça ortaya çıkışı.
Allah
Tealâ'ya çocuk nispet edilmesi iddiasının batıl olduğuna dair deliller -birinci
ayetin zikrettiği gibi- beş tanedir:
1- "Hâşâ, Allah bundan münezzehtir" ifadesi. Bu ifade Cenab-ı
Hakkın eş, evlât ve ortaklardan beri ve uzak olduğunu ve bu ahmakça sözlerden
son derece hayret edildiğini belirtmektedir. Çünkü Allah başkasına muhtaç
değildir. Bütün ihtiyaçları gidermenin kaynağı O'dur.
2- "O hiçbir şeye muhtaç değildir" ifadesi. Allah kendisinden
başka her şeyden müstağnidir ve her şey O'na muhtaçtır. Her şeyden müstağni
olan kişinin anne ve babasının olması da imkânsızdır. Ana-babadan münezzeh
olan evlâttan da münezzehtir. Onun parçalarından bir parçanın ayrılması da
imkânsızdır. Çocuk insandan kopan bir parçadan ibarettir. Ayrıca O'nun şehvet
ve lezzet duyma ile tavsif edilmesi de imkânsızdır. O'nun ne eşi ne de
çocukları vardır. Kendisinin şimdiki ve gelecekteki işlerinde yardımına
ihtiyacı olmaması sebebiyle çocuk sahibi olması da gereksizdir.
Her
şeyden müstağni olan ezelî, ebedî ve bakî olur. O'nda ömrün bitmesi ve sona
erme durumu meydana gelmez. Çocuk ömrü bitecek, sona erecek bir başka varlığın
devamı için meydana gelir.
Her
şeyden müstağni olan kişinin varlığı "Vacibü'l-vücud" (Varlığı
kendisi ile kaim) olur. Eğer çocuğu olsaydı, O'na eşit olurdu, yani O'nun gibi
Vacibu'l-vücud olurdu. Bu sıfata sahip olanın da başkasından doğması
imkânsızdır. Başkasından doğmayan da O'nun çocuğu olamaz.
Bununla
sabit olmaktadır ki, Allah Tealâ'nın her şeyden müstağni olması (hiçbir şeye
muhtaç olmaması) O'nun evlâdı olmadığına en kuvvetli delildir.[134]
3- "Göklerde ve yerde olan her şey" mülk, yaratık ve kul olarak
"Allah'ındır. " Her şey O'nun mülkü olduğu, O'na kul olduğu halde,
kendisinin yarattığı şeylerden O'nun evlâdı nasıl olabilir.
4- "Bu iddialarınıza hiçbir deliliniz de yoktur." Yani ileri
sürdüğünüz bu sözlerinizin doğruluğuna dair hiçbir hüccetiniz ve deliliniz
yoktur. Delili bulunmayan iddia mutlak olarak batıldır, geçersizdir.
5- "Siz Allah'a karşı (O'na çocuk isnat etmek gibi) bilmediğiniz bir
şeyi mi söylüyorsunuz?" Çocuk sahibi olmak aynı cinsten olmayı ve benzer
olmayı gerektirir. Halbuki Allah Tealâ hiçbir şeyin cinsinden değildir, ve O
hiçbir şeye benzemez.
Bu
ifade de -geçen ifadeleri tekit etmesi bir yana- Allah Tealâ'ya evlât nispet
etme cür'etinde bulunan kimseye karşı şiddetli bir inkâr, kuvvetli bir uyarı,
bu durumu yüzüne çarpma ve azarlama şeklindedir.
Bu
görüşün Allah'a yalan uydurup iftira etmek şeklinde ortaya çıkışı ise gayet
açık olup bu, Allah Tealâ'nın evlâdı olduğu iddiasının batıl olduğunu gösterir.
[135]
71-
Onlara Nuh'un haberlerini oku. O bir zaman kavmine şöyle demişti: "Ey
kavmim! Benim sizin içinizde bulunmam ve Allah'ın ayetlerini hatırlatmam size
ağır geliyorsa, bilin ki ben sadece Allah'a güveniyorum. Siz de ortaklarınızla
bir araya gelerek yapacağınız işi kararlaştırırı. Sonra işiniz başınıza dert
olmasın. Sonra bana hiç mühlet vermeden kararınızı uygulayın.
72-
Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim
mükâfatım ancak Allah'a aittir. Bana müslümanlardan olmam emredilmiştir.
73-
Yine de onu yalanladılar. Biz de Nuh'u ve gemide, onunla beraber bulunan
müminleri kurtardık. Onları yeryüzüne vekil kıldık. Ayetlerimizi yalanlayanları
ise suda boğduk. Bak, işte uyarılan kimselerin akıbeti nasıl oldu!
"Fe-alallahi
tevekkeltü" ifadesinde normal olarak fiilden sonra gelmesi gereken
"fe-alallahi" kelimesinin fiilden önce gelmesi "hasr" ifade
eder. Yani, Ben sadece Allah'a güvendim, başkasına değil" demektir.
"Sonra
işiniz başınıza dert olmasın." cümlesinde istiare vardır. Kapalı kalma ve
örtülü olmayı dert kelimesiyle ifade etti. Yani işiniz mübhem, kapalı kalmasın;
bu dertli, sıkıntılı bir iş olmasın, demektir.
[136]
Ya
Muhammed! "Onlara" yani Mekke kâfirlerine "Nuh'un
haberlerini" kavmiyle yaptığı mücadelesini "oku."
"O
bir zaman kavmine şöyle demişti: Benim, sizin içinizde bulunmam" sizinle
beraber kalmam, sizinle birlikte oturmam ve Allah'ın ayetlerini "size hatırlatmam
size ağır geliyorsa bilin ki ben sadece Allah'a güveniyorum."
"Siz
de ortaklarınızla bir araya gelerek yapacağınız işi kararlaştırın." Tereddütsüz
bir şekilde karar verin. Yapacağınız işte iyice azimli olun.
"Sonra"
benim canıma kasdetme "işiniz" gizli kalıp "başınıza dert olmasın"
bunu açıkça yapın, gizlemeyin.
"Sonra
bana hiç mühlet vermeden" hiç geciktirmeden "kararınızı" bana
yapmak istediğiniz şeyi yapın, aynen "uygulayın" çünkü ben size
aldırış edecek değilim.
"Eğer
yüz çevirirseniz" yani benim nasihatlerimi ve uyarılarımı dinlemezseniz,
bilin ki "ben sizden hiçbir ücret istemiyorum" uyarılarımı kabul
ettiğiniz zaman size ağır gelmesi sebebiyle benden yüz çevirmenizi ve bu
sebeple bana ithamda bulunmanızı gerektirecek hiçbir karşılık ve mükâfatı
sizden istemedim.
"Benim
mükâfatım" davet ve uyarılarıma karşı bana verilecek sevap "ancak
Allah'a aittir." Siz iman etseniz de, yüz çevirseniz de bana sevap verecek
olan Allah'tır.
"Bana
müslümanlardan olmam." O'nun emrine muhalefet etmeden, başkasına
eğilmeden O'nun hükmüne boyun eğmem''emredilmiştir."
"Yine
de onu yalanladılar." Onları hüccetle susturup onların gerçeği bildikleri
ama sadece ayak diretip inat ettikleri için yüz çevirdiklerini açıkladıktan
sonra da O'nu yalanlamakta ısrar ettiler. Böylece azab kelimesini hak ettiler.
"Biz
de Nuh'u ve gemide onunla beraber bulunan" sayıları 80 kişi olan
"müminleri" tufanda boğulmaktan "kurtardık."
"Onları
yeryüzüne hakim kıldık." Hz. Nuh (a.s.) ile beraber olanları yeryüzünde
oturmak ve yeryüzünü imar etmek hususunda kendinden öncekilerin yerine koyduk.
"Ayetlerimizi
yalanlayanları ise" tufanda "boğduk. Bak, işte uyarılan kimselerin
akibeti nasıl oldu"?" İşte biz yalanlayanları böyle helak ederiz. Bu
ayet onların başına gelen bu olayın büyüklüğünü ifade etmekte, Rasulullah
(s.a.)'ı yalanlayan kimseleri bu davranışlardan sakındırmakta ve Rasulullah
(s.a.)'a tesellide bulunmaktadır.
[137]
Allah
Tealâ vahdaniyet (Allah'ın birliği), peygamberlik, öldükten sonra dirilme ve
kıyamet günü amellerin karşılığının verilmesine delâlet eden delilleri zikredip
müşriklerin şüphelerini çürüttükten ve Rasulullah (s.a.)'a karşı inat
ettiklerini ve O'nu yalanladıklarını beyan ettikten sonra, Rasulullah'ın örnek
alması ve kendisine teselli olması, böylece uğradığı sıkıntı ve eziyetleri pek
önemsememesi için, ayrıca müşriklere daha önce aynı şekilde davranan kimselerin
durumlarını hatırlatmak ve önceki peygamberleri yalanlayanların akibet-lerinin
nasıl olduğunu anlatmak için burada bazı peygamberlerin kıssalarını zikretti.
Cenab-ı
Hak burada şu kıssaları zikretmektedir:
1- Hz. Nuh (a.s.) ve kavmi ile aralarında geçen olayların kıssası.
2- Hz. Musa ve Harun (a.s.)'un Firavunla aralarında geçen olayların
kıssası.
Bu
kıssaların her birinde ibret ve öğüt vardır. İlk iki kıssaya daha önce geçen
ilgili ayetleri açıklarken tarihten ışık tutmaya çalıştık. Hz. Yunus (a.s.)'un
kıssasını da münasip bir şekilde anlatmaya çalışağız.
[138]
Ey
Rasulüm! Sana muhalefet eden ve seni yalanlayan Mekke kâfirlerine Hz. Nuh
(a.s.)'un kendisini yalanlayan kavmi ile yaptığı mücadelenin haberini anlat, bu
kıssayı zikret. Onların o kavme isabet eden helak ve azabın kendilerine isabet
etmesinden sakınmaları için Allah'ın o kavmi nasıl helak ettiğini ve son
nefesine kadar hepsini suda boğarak ortadan kaldırdığını anlat.
Onlara
Hz. Nuh (a.s.)'un kavmine dediği şu sözü anlat: Ey kavmim! Rabbi-nize kulluğa
davet etmek için sizinle birlikte olmam, Allah'ın birliğine ve O'na kulluğa
delâlet eden Allah'ın ayetleri, hüccetleri ve burhanları ile sizlere vaaz ve
hatırlatmada bulunmam size ağır geliyorsa, bilin ki ben sadece Allah'a dayanıyor
ve sadece O'na güveniyorum. Size ağır gelse de ben aldırış etmek ve davetimden
ve bu mesajı iletmekten vazgeçmem.
Siz
de Allah'tan başka kendilerine taptığınız putlarınız ve heykellerinizle bir
araya gelerek bana karşı yapmak istediğiniz işi kararlaştırın.
Kesin
olarak niyet ettiğiniz işi gizli kapalı yapmayın. Açıkça bana söyleyin.
Benimle olan alâkanızı kesin.
Siz
haklı olduğunuzu iddia ediyorsanız benim hakkımdaki bu kararınızı uygulayın,
bilfiil infaz edin. Bu hükmü infaz etmekte bir an bile gecikmeyin. Ne takdir
etmişseniz yapın. Ben size aldırmıyor ve sizden korkmuyorum. Çünkü siz hiçbir
şeye tabi değilsiniz.
Beşeriyetin
ikinci babası Hz. Nuh (a.s.)'un Allah'a ve Allah'ın yardımına bu derece
güvenmedeki tavrı, tıpkı Hz. Hud (a.s.)'un kavmine söylediği şu söz-lerdeki
tavrına benzemektedir:
"Ben
Allah'ı şahit tutarım; siz de şahit olun ki, ben Allah'ı bırakıp ortak
koştuklarınızdan beriyim. Hep birlikte bana kuracağınız tuzağı kurun. Sonra
bana hiç mühlet vermeyin. Ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a güvendim."
(Hud, 11/54, 56).
Böylece
tereddüt nedir bilmeyen, Allah'a, O'nun vaadine sarılan ve itimad eden köklü
iman sahibi müminin tavrı ile birdenbire çözülen hatta birden yok olan sahte
tanrıların ve ortakların hayali kuvvetinden başka sığınacak yeri olmayan
güçsüz ve tereddütlü kâfirin tavrı arasındaki açık fark belli olmaktadır.
Eğer
benim hatırlatmamdan yüz çevirirseniz, benim peygamberliğime iman etmezseniz ve
sizi davet ettiğim hak dinde bana itaat etmezseniz ben size karşı yaptığım bu
nasihatlerim için sizden hiçbir şey, ücret veya karşılık istemiyorum. Benim bu
amelimin sevabı ve mükâfatım beni size gönderen Rabbim Allah'a aittir. Allah
bana müslümanlardan olmamı, yani bu davet için bana ulaşan her şeye teslim
olmak, Allah'a boyun eğmek şeklinde bana emredilen her şeye uyup bağlanan kimselerden
olmamı emretti.
İlk
peygamberden son peygambere kadar bütün peygamberlerin dini İslâm'dır.[139]
Cenab-ı
Hakkın "Ey ümmetler! Biz sizin herbiriniz için bir şeriat ve yol tayin
ettik." (Maide, 5/48) buyurduğu gibi, peygamberlerin şeriatlerinin teferruata
dair hükümleri ayrı ayrı olsa da, asılları ve kaynakları birdir.
Peygamberimiz
(s.a.) Buharî, Müslim, Ebu Davud ve İmam Ahmed'in rivayet ettiği hadis-i
şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "Peygamberler anneleri ayrı, babaları
bir evlât gibidirler." Teferruata dair şer'î hükümlerimiz ayrı bile olsa
dinimiz, imanımız birdir: O da eşi-ortağı bulunmayan tek Allah'a kulluk etmektir.
"Yine
de O'nu yalanladılar." Yani Hz. Nuh (a.s.) ile birlikte gemide olup
kurtulanları boğulanların yerine onlardan sonra yeryüzünde oturup burayı imar
etmeleri için vekil kıldık. Nuh (a.s.)'u yalanlayanları da tufanda boğduk.
Bak
ey Rasulüm! Biz nasıl müminleri kurtardık ve bu azap meydana gelmeden önce
peygamberleri tarafından uyarılmalarına rağmen hiç çekinmeyip yalanlamada ısrar
edenleri de helak ettik. İşte peygamberleri yalanlamakta ısrar edenlerin ve
müminlerin sonu budur.[140]
1- Hz. Nuh (a.s) kıssasından alınacak ibret şudur: Allah Tealâ bu surede
şu iki fayda sebebiyle Hz. Nuh (a.s.) kıssasını zikretti: Birincisi, bu
kıssanın tevhid ve peygamberlere iman yerine inkâr yolunu tutan kâfirlere ibret
olmasıdır. Çünkü Hz. Nuh (a.s.)'un kavmi küfür ve inkâr üzerine ısrar edince
Allah onları acil olarak tufanla helak etti. İkincisi, azapla korkutma mutlaka
gerçekleşecektir. Mekke kâfirleri Rasulullah (s.a.)'ın kendilerine anlattığı
azabın derhal gelmesini istiyorlar ve şöyle diyorlardı. Sen yalan söyledin. Bu
azap bize gelmedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Nuh (a.s.)'un kavmini uyardığı
azabın, sonunda aynen O'nun haber verdiği şekilde geldiğini, Rasulullah
(s.a.)'m uyardığı ve korkuttuğu her azabın da gerçekleşeceğini beyan etmek
için Hz. Nuh (a.s.) kıssasını anlattı.
2- Bir takım tavırları inceleyip aralarında karşılaştırma yapma imkânı verilmektedir.
Hz. Nuh (a.s.) ile kavminin tavırları gibi. Hz. Nuh (a.s.)'un tavrı
zorluklardan korkmayan, tereddüt nedir bilmeyen, davetinin yolunda ölmekten
çekinmeyen, kavminin kendisine karşı yapmak istedikleri eziyet ve cefaya karşı
meydan okuyan korkusuz, cesur bir mümin tavrı idi.
Kavminin
tavrı ise, iman heybetiyle kavminin hilelerinden ve kötülüklerinden korunan,
Hz. Nuh (a.s.) hakkında kesin bir karar vermeyen kararsız, rezil, güçsüz ve son
derece korkak bir toplumun tavrı idi.
3- Hz. Nuh (a.s.)'un kâfirlere karşı kullandığı ifadeler şart ve cevap
cümlelerinden meydana geliyordu. Şart cümlesinde iki husus yer almaktadır:
Birincisi:
"Sizin içinizde bulunmam size ağır geliyorsa..." Yani uzun yıllar
sizin aranızda bulunmam ve alışageldiğiniz bozuk mezhepler, batıl inanç ve
metodlar sebebiyle siz sıkıntı duyuyorsanız... demektir. Çünkü bir kimsenin dinî
hususlarda alışageldiği bir âdeti değiştirmesi ona ağır gelir.
İkincisi,
"Allah 'm ayetleriyle size nasihatte bulunmam size ağır geliyorsa..."
şartıdır. Çünkü dünya lezzetlerine dadanan kimse ibadet etmekle
emre-dilmesinden, günah ve haramların yasaklanmasından son derece nefret duyacaktır.
Bu
iki şartın karşılığı olan cevap cümlesinde ise şu beş husus anlatılmakta idi:
Birincisi: "Ben Allah'a güveniyorum." Yani sizi bana
eziyet etmeye zorlayan bu şiddetli buğzunuza, bu kötülüğe ben Allah'a
güvenerek karşılık veriyorum. Bu cümle Hz. Nuh'un, her ne kadar Allah Tealâ'ya
daima güveniyorsa da o saatte yaptıkları kötülüğün kaldırılması için Allah'a
güvendiğini ifade etmektedir.
İkincisi: "Ortaklarınızla birlikte kararınızı verin...'
Yani "Tanrı" diye adlandırıp Allah'a ortak koştuğunuz putlarınızla
bir araya gelip bana karşı yapmak istediğiniz hususlarda kesin karanızı verin,
Benim için kurduğunuz hile ve tuzaklarda bütün gücünüzü harcayın.
Bu
cümle ise kavminin hazırladığı plan ve desiselerine karşı son derece kuvvetli
bir meydan okumadır.
Üçüncüsü: "Sonra başınıza bir dert gelmesin." Yani
kararınız dilediğiniz her şeyi yapmaya imkân sağlayacak açık ve net bir karar
olsun.
Bu
cümle onların verecekleri karara açık yüreklilik ve cesaretle, sabır ve sebatla
karşı koymaya hazırlık manasmdadır.
Dördüncüsü: "Sonra bunu bana uygulayın." Bu
kötülüğünüzü ve beni korkuttuğunuz bu desiselerinizi bana karşı tatbik edin.
Bu
cümle onların infaz edecekleri karara karşı aldırış etmeme ve onu hiçe sayma
anlamındadır.
Beşincisi: "Bana mühlet vermeyin." Yani üzerinde
anlaştığınız kararınızı bana bildirdikten sonra hiçbir fırsat tanımayın.
Bu
cümle de son derece kuvvet ve kahramanlık ifadesidir. Çünkü Hz. Nuh'un önceden
bildirmeye ve mühlet istemeye ihtiyacı yoktur. Bu aynı zamanda peygamberlik
alâmetlerinden biridir. Çünkü onlara hiçbir kötülük yapamayacaklarını ve
Allah'ın peygamberlerini koruduğunu bildirmektedir.
4-
Peygamber davet ederken
nasihatte bulunduğu kimselerden hiçbir ücret istemez: "Eğer yüz
çevirirseniz bilin ki, ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. "
Müfessirler
diyorlar ki: Bu ifade Onun Allah Tealâ'nm dinine davet ederken hiçbir mal
almadığına işaret etmektedir. İnsan tamahkârlıktan uzak olduğu zaman sözü
insanların kalplerinde daha kuvvetli bir tesir bırakır. Bütün peygamberlerin
yolu da böyle idi.
5- Ulvî prensipler üzerinde sebat etmek: "Benim mükâfatım ancak
Allah'a aittir. Ben müslüman olmakla emrolundum." Bu ayetten iki ayrı mana
çıkmaktadır:
Birincisi:
Siz İslâm dinini kabul etseniz de etmeseniz de ben İslâm dini üzerinde
bulunmakla emrolundum. İkincisi: Ben bu davet sebebiyle bana ulaşan her şeye
teslim olmakla emrolundum. Razî, "Bu çeşit mana "Bu kararınızı bana
uygulayın" ay etiyle bütünlük teşkil ettiği için bu konuya daha
uygundur" demektedir.
6- Hz. Nuh (a.s.) ile kâfir kavmi arasındaki kıssanın sonucu:
Hz.
Nuh (a.s.) ile kâfir kavmi arasındaki bu sert tartışmadan çok önemli ve kesin
neticeler elde edilmektedir:
Allah,
Hz. Nuh (a.s.) ve mümin ashabını kâfirlerden korumuş ve onları tufanda
boğularak helak olanların yerine yeryüzüne hakim kılmıştır.
Kâfirlere
gelince; Allah onları tufan ile suda boğarak helak etmiştir.
Bu
kıssa Hz. Nuh (a.s.)'un kavmine gelen belânın kendi başlarına gelmesinden
korkan "Hakka muhalif kişilere karşı bir tehdit, müminleri de iman
üzerinde sebatkâr olmaya davet niteliğindedir.
Teşvik
ve korkutma konusundaki bu metod hikaye şeklinde arz edildiği zaman doğrudan yapılan
bir uyarıdan daha tesirli olmaktadır.
Bu
kıssanın tafsilatı başka surelerde geniş olarak yer almaktadır.
[141]
74-
Sonra onun ardından gelen peygamberleri kavimlerine gönderdik. Bu peygamberler
onlara apaçık mucizeler getirdiler. (Buna rağmen) daha önce yalanladıklarına
yine inanmadılar. Aşırı gidenlerin kalplerini işte böylece mühürleriz.
"Sonra
onun ardından" Hz. Nuh (a.s.)'tan sonra "gelen" Hz. İbrahim, Hz.
Hud, Hz. Salih (a.s.) gibi "peygamberleri kavimlerine gönderdik."
"Bu
peygamberler onlara" davalarının haklılığını ispat eden "apaçık mucizeler
getirdiler."
Hakkı
yalanlamayı âdet haline getirmeleri ve peygamberlerin gönderilmesinden önce
buna alışmaları sebebiyle "daha önce" yani kendilerine peygamberler
gönderilmeden önce "yalanladıklarına yine inanmadılar." Bu ifade Hz.
Nuh (a.s.) zamanında meydana gelen durumu da anlatmış olabilir.
Tıpkı
onların kalplerini mühürlediğimiz gibi hak ve adaletin sınırlarını aşarak
"Aşırı gidenlerin kalplerini işte böylece mühürleriz." Böylece
dalâlete iyice dalmaları ve alışkanlıklara uydukları için rezil olmaları
sebebiyle kalpleri artık imanı kabul edemez olur. Kalplerin mühürlenmesi kalpte
yerleşen batıl inançlardan başka bir şeyi kabul etmeye müsait olmaz bir hale
gelmesi demektir.
Beyzavî
diyor ki: Bu bütün davranışların kulun (cüzî) iradesi ve Allah Te-alâ'nın
kudretiyle meydana geldiğine delildir.
[142]
Cenab-ı
Hak Hz. Nuh (a.s.) ve kavminin kıssasını ve bu kıssadan alınacak ibretleri
açıkladıktan sonra peygamberlerine karşı kavimler tarihinden alınacak bir
ibretli olayı daha zikretti. Bu da şudur:
Bu
kavimler peygamberlerini yalanlayınca cezaya uğradılar. Allah da onların
kalplerini mühürledi. Bundan dolayı önceki yalanlamaları sebebiyle iman
etmediler. Cenab-ı Hak aynı şekilde bunlara benzeyenlerin kalplerini de mühürleyecektir.
Mekkelilerin
ve diğerlerinin üzerine düşen, bütün bunlardan ders almaları ve bu çeşit bir
akıbete düşmelerine sebep olan küfür ve yalanlama gibi şeylerden
kaçınmalarıdır. Aksi takdirde küfür, imanın sağladığı saadeti engellemeye
sebep olur.
[143]
Sonra
Nuh'un ardından gelen Hud, Salih, İbrahim, Lût, Şuayb (a.s.) gibi peygamberleri
kavimlerine getirdikleri ilâhî mesajın doğruluğuna delâlet eden aklî ve hissî
deliller, burhanlar ve apaçık mucizelerle gönderdik.
Buna
rağmen bu kavimler kendilerine ilk defa gönderildiklerinde bu peygamberleri
yalanladıkları için onların getirdiği bu dine inanmadılar. Nitekim onların küfür
yönünden benzerleri olan önceki kavimler de peygamberlerini yalanlamışlardı.
"Daha
önce" ifadesiyle anlatılan, insanların peygamberler gönderilmeden önce
küfürde aşırı gitmeleri sebebiyle sanki kendilerine hiç peygamber gönderilmemiş
gibi davranan, Hz. Nuh (a.s.) kavminin peygamberlerini yalanladığı gibi
yalanlamaları sebebiyle iman etmeleri imkânsız olma durumudur.
Müfessirlerin
"daha önce" ifadesi hakkındaki açıklamaları birbirine yakındır. Bir
kısmı peygamberlerin gönderilmesinden önce derken, diğerleri de "Hz. Nuh
(a.s.) kavminin daha önce yalanlamaları sebebiyle" şeklinde açıklama
yapmışlardır.
"Aşırı
gidenlerin kalplerini işte böylece mühürleriz." Daha önceki yalanlamaları
sebebiyle onların kalplerini mühürlediğimizden dolayı iman etmedikleri gibi,
senin kavmi gibi daha sonra gelen ve inatta onlara benzeyen kimselerin
kalplerini de mühürleriz; böylece onlar acıklı azabı görünceye kadar iman etmezler.
Zemahşerî
diyor ki: "Mühürlemek" onların inatçılıklarından ve düşmanlıklarından
kinayedir. Çünkü bundan sonra meydana gelecek olan rezillik, rüs-vaylıktır.
Görmüyor musun ki, onları "Aşırı gidenler" vasfıyla tavsif etmektedir.
Diğer
bir ifade ile mühürlemekten maksat kalplerin hidayet ve ilim nurundan hiçbir
şeyi kabul etmemesi demektir. Çünkü onlar küfür ve yalanlamada bütün sınırlan
aşmışlardır; dolayısıyla iman etmeyeceklerdir.
Bu
ayet peygamberlerin efendisi ve son peygamber Hz. Muhammed (s.a.)'i yalanlayan
müşrik Araplar için şiddetli bir uyarıdır. Çünkü daha önceki yalanlayanlar
azaba, ve işkenceye uğramışlarsa aynı onlar gibi hareket eden, hatta
öncekilerden daha büyük günahlar işleyen bu kimselerin durumu başka nasıl
olabilir.
[144]
Bu
ayet aşağıdaki noktalara işaret etmektedir:
1- Müşriklerin peygamberlerin gönderilmesinden önce küfürde aşırı gitmeleri
ve küfrün iyice kökleşmesiyle oluşan ortamın tesirinde kaldıkları için,
peygamberleri yalanlamak onlar arasında yaygın bir âdet haline gelmiştir.
2- Kalplere mühür vurulmasının manası inatçılık, düşmanlık ve rezil
rüs-vay olmaktır.
3- Allah, peygamberlerini yalanlayan ümmetleri helak etmiş ve iman eden
ümmetleri kurtarmıştır.
4- Ehl-i sünnet bu ayeti, kulun inadı, küfre iyice bağlanması ve peygamberleri
yalanlaması sebebiyle Allah'ın, kulun iman etmesine engel olabileceğine delil
olarak kabul etmektedir.
5- Bu ayet bütün davranışların kulun (cüz'î) iradesi ve Allah'ın
kudretiyle meydana geldiğine delil hükmündedir. Yani Allah insan için kudreti
yaratır, kul da bunu seçtiği hayır veya şer yolunda kullanır.
[145]
75- Onlardan sonra Musa ve Harun'u, Firavun ve
topluluğuna mucizelerimizle gönderdik. Fakat onlar büyüklük tasladılar ve
günahkâr bir kavim oldular.
76- Tarafımızdan onlara hak gelince
"Şüphesiz bu, apaçık bir sihirdir" dediler.
77- Musa, "Size gelen bu gerçeğe dil mi
uzatıyorsunuz? Bu hiç sihir olabilir mi? Sihirbazlar asla kurtuluşa
eremezler" dedi.
78-
Onlar da (Musa'ya) "Sen bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz dinden çevirip
yeryüzünde idare ikinizin olsun diye mi, bize geldin? Biz, ikinize de inanmıyoruz"
dediler.
"Onlardan"
o peygamberlerden "sonra, Musa ve Harun'u, Firavun ve topluluğuna"
Firavun'un kavmine veya ileri gelen adamlarına "mucizelerimizle"
dokuz mucize ile "gönderdik. Fakat onlar" iman etmeyip "büyüklük
tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular."
"Musa,
size gelen bu gerçeğe" bu sihirdir diye "dil mi uzatıyorsunuz?"
dedi. Bu ayette Firavun kavminin "Bu sihirdir" sözü cümlenin
gelişinden anlaşıldığı için hazfedilmiştir.
"Bu
hiç sihir olabilir mi?" Bu ifade Firavun kavminin söylediklerini inkâr
için getirilmiş ara cümlesidir. "Sihirbazlar asla kurtuluşa
eremezler." cümlesi Hz. Musa (a.s.)'nın bu mucizelerin sihir olmadığını
anlatmak için söylediği son cümlesidir. Çünkü bu mucizeler sihir olsaydı
neticede bozulur ve sihirbazların sihrini de iptal etmezdi. Bu Hz. Musa
(a.s.)'nın bu mucizelerin sihir olmadığını ispat etmek için getirdiği delildir.
Çünkü sihir sadece hayalî ve göz boyama işidir.
"Onlar
da" Musa'ya "Sen bizi, atalarımızı üzerinde bulduğumuz dinden çevirip"
vazgeçilip, dinimizden döndürüp "yeryüzünde idare ikinizin olsun diye mi
bize geldin?" dediler. Bu ayette idare ve hakimiyet yerine kibriya (büyüklük)
ifadesinin kullanılması devlet idarecilerinin insanları kendilerine tabi kılmak
suretiyle kibir ve tekebbür sıfatlarıyla muttasıf olmaları sebebiyledir.
"Biz,
ikinize de inanmıyoruz" yani bize getirdiğin kitabı tasdik etmiyoruz
"dediler."
[146]
Yunus
suresinde yer alan ikinci kıssa olan bu kıssa Hz. Musa ve Hz. Harun (a.s.)'un
Firavun ve kavmi ile mücadelesini konu almaktadır.
Hakkın
kuvvetinin ve peygamberliğin sesinin idare, hakimiyet ve saltanata galip
geldiğini, tahtları çökerttiğini ve batılın ana direklerini yıktığını göstermek
için, bu kıssa Kur'an-ı Kerim'de bir kaç defa anlatılmıştır.
Bu
kıssanın ilk bölümü Hz. Musa (a.s.) ile Firavun kavmi arasında geçen
konuşmadır.
[147]
Bu
ayetlerde Hz. Musa (a.s.) kıssasının ilk bölümü yer almaktadır. Ayetlerin
geniş manası şu şekildedir:
Bu
peygamberlerden sonra biz Musa ve kardeşi Harun'u Mısır kralı Firavun ile
etrafındaki adamlarına gönderdik.
Diğer
insanlar iman ve küfürde bunlara tabi oldukları için burada
zikre-dilmemişlerdir.
Bu
iki peygamberi Araf suresinde zikredilen mucizeler[148] ve
diğer mucizelerle gönderdik. Fakat onlar hakka uymayıp, hakka boyun eğmeyip,
Musa ve Harun (a.s.)'a iman etmeyerek büyüklük tasladılar. Böylece günahkâr,
suç işlemeyi alışkanlık haline getiren, kâfir, büyük günahları çekinmeden
işleyen, suç işlemekte, haksızlık yapmakta ve yeryüzünde fesat çıkarmakta
kökleşmiş bir kavim oldular.
Musa
(a.s.) onlara gerçek ulûhiyet ve rububiyeti gösteren delilleri getirince inat
ederek, isyan ederek ve nefsî arzularını tatmin etmek için "Bu gerçek
apaçık bir sihirbazlıktır" dediler. Bu ifadede yer alan tekit harfi olan
"gerçekten" manasına gelen "inne" kelimesi, "bu"
manasındaki isnı-i işaret, haberin başındaki "lâm" ve cümlenin isim
cümlesi oluşu onların bu ifadedeki tekitlerini, kesin olarak böyle
inandıklarını gösterir. Ancak onlar da bu söylediklerinin yalan ve iftira
olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Vicdanları (bu mucizelerin) doğruluğuna kanaat getirdiği halde, sırf haksızlık
ettikleri ve büyüklük tasladıkları için o mucizeleri inkâr ettiler."
(Nemi, 27/14).
Musa
(a.s.) onların bu ifadelerini reddetmek ve azarlamak kasdıyla şöyle dedi:
"Siz batıl olan sihirbazlıktan son derece uzak apaçık hak olan bir şey
için "Bu sihirdir" demekle bu gerçeğe dil mi uzatıyorsunuz? Hayret
doğrusu sizlere! Bu, hiç sihir olabilir mi? Halbuki siz sihrin sadece hayalî ve
göz boyamadan ibaret olduğunu biliyorsunuz. Eğer sihir olsaydı neticede bozulur
ve sihirbazların sihrini de iptal etmezdi. Sihirbazlar gerçekler sahasında,
dinî meselelerde, hayatın asıl şartlarında ve memleket kurmada başarılı
olamazlar. Çünkü sihirbazlık bir göz boyama ve el çabukluğundan ibaret olup
gerçeği asla değiştiremez.
Onların
"Bu bir sihirdir" sözü hazfedilmiştir. "Siz gerçeğe dil mi
uzatıyorsunuz?" sorusu inkâr içindir. Bundan sonra "Bu hiç sihir
olabilir mi?" şeklindeki diğer bir inkâra geçti. Firavun ve kavminin bu
sözlerini inkâr için onların ikinci ifadeleriyle yetinip birinci ifadeleri
hazfedilmiştir.
Firavun
kavmi de Hz. Musa (a.s.)'nın bu sözüne karşılık, babaları ve ataları
körükörüne taklit etme, eski âdetlerin ve batıl dinî inanışların mirasçısı olmaktan
başka tutunacakları bir şey bulamayan güçsüz ve delilleri iflâs etmiş insanlar
gibi şu cevabı verdiler: "Ya Musa! Sen bizi babalarımızın ve atalarımızın
dininden çevirmeye ve böylece ikiniz yeryüzünde dinî ve dünyevî başkanlığı,
azameti, hakimiyet ve saltanatı ele geçiresiniz diye mi bize geldin? Biz eskilerin
ve ataların dinine aykırı olan ve bizi çağırdığınız bu yeni dininize inanmıyoruz."
Peygamberlerin
yalanlanmasının sebebi daima bu olmuştur.
Firavun
ve kavmi önce Hz. Musa (a.s.)'yı muhatap aldılar. Çünkü onları getirdiği kitaba
iman etmeye ve Allah'ın birliğini kabul etmeye, putlara tapınmayı terk etmeye
davet eden o idi. Sonra davetin maddî meyveleri olan nüfuz, sulta ve azamet
sahibi olma hususunda Hz. Musa (a.s.) ile birlikte kardeşini de muhatap kabul
ettiler.
[149]
Firavun
ve kavmi peygamberleri yalanlamak, Allah'a iman etmeye ve putlardan kurtulmaya
davet edenlere karşı inat etmek hususunda daha önceki ümmetlerden farklı
hareket etmediler.
Bu
kıssa saltanat, hakimiyet ve makamının büyüklüğü sebebiyle, Fira-vun'un,
sarayında büyüyen Hz. Musa ve Hz. Harun gibi güçsüz ve kimsesiz iki kişi
önündeki son derece inatçı tutumunu sergilemektedir.
Ancak
şahsî zaaflar peygamberlik ve imanla izzet bulma gücü karşısında ortadan
kalkmaktadır. Hz. Musa ve Hz. Harun bu güçsüzlüklerine rağmen derhal Firavun
kavmim Allah'a iman etmeye ve tanrılık iddia etme ve Allah'tan başkalarına
ta'zimde bulunma davasından vazgeçmeye davet ettiler.
Mısır
halkı üzerine musallat ettiği dokuz felâket mucizesiyle yani devamlı kıtlık,
açlık ve bulaşıcı hastalıklar sebebiyle ölümlerin çoğalması, malların eksilmesi,
meyve ve sebzelerin azalması, tufan, çekirge sürüleri, bitlerin çoğalması,
gökten kurbağa yağması ve kan ile Allah Hz. Musa (a.s.)'yı teyit etti. Bununla
birlikte Firavun ve kavmi iman etmediler. Bu felâket ve mucizeleri sihirbazlıkla
tavsif ettiler.
Bunun
üzerine Hz. Musa (a.s.) onların bu durumuna hayret etti. Mucizeyi sihirbazlık
olarak nitelemelerini yadırgayarak onları azarladı. Onlara mucize ile
sihirbazlık arasındaki açık farkı beyan etti.
Firavun
kavmi de buna karşılık körükörüne taklit etmek, babalarının, atalarının dinine
uymak ve imanı kabul etmemekten başka ikna edici cevap bulamadılar. Hz. Musa
(a.s.) ve kardeşini davetleri ardında sultaya ulaşma ve Mısır'da idareyi ele
geçirme gayesi taşımakla itham ettiler. Allah'a ve peygamberlere iman etmenin
şahsî ve şehevî arzulardan, mevki-makam sevgisinden daha yüce ve daha mukaddes
olduğunu, bütün bu arzuların geçici ve zahirî görüntülerden ibaret olduğunu,
halbuki imanın ebedî tesiri olduğunu bilemediler, anlayamadılar.
Kısaca
özetlersek:
Firavun
kavmi Hz. Musa (a.s.)'nın davetini kabul etmemeyi iki sebebe bağladılar:
1- Körükörüne taklide sarılma. "Sen bizi, atalarımızı üzerinde
bulduğumuz dinden mi çevirmek için... geldin." ayetinin manası budur.
Çünkü onlar körükörüne taklide sarıldılar. Sırf ısrar ederek açık delilleri
reddettiler.
2- Dünyayı elde etme ve başkanlığa ulaşma hırsı ile ithamda bulunma.
'Yeryüzünde idare ikinizin olsun diye mi bize geldin." ayetinin manası da
budur. Burada Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.)'a hitap edilmektedir.
Firavun
kavmi bu iki sebebi zikredince son kararlarını da açıkça bildirdiler:
"Biz ikinize de inanmıyoruz" dediler.
[150]
79-
Firavun kavmine "Bütün mahir si- hirbazlan bana getirin" dedi.
80-
Sihirbazlar gelince Musa onlara
"Ortaya ne atacaksanız atın"dedi.
81-
Sihirlerini ortaya koyunca Musa (onlara)
şöyle dedi: "Bu yaptığınız sihirdir. Şüphesiz ki, Allah bunun
asılsızlığını meydana çıkaracaktır. Çünkü Allah
fesatçıların işini düzeltmez."
82-
Suçlular istemese de Allah sözleriyle hakkı ortaya çıkaracaktır."
"Hakkın
hak olduğunu ortaya çıkaracaktır." Bu ifadede cinas-ı iştikak sanatı
vardır.
[151]
"Firavun"
kavmine "bütün mahir" sihirde ehil ve üstün vasıflara sahip
"si-hirbazları bana getirin, dedi."
"Sihirlerini"
iplerini, değneklerini "ortaya koyunca, Musa" onlara "şöyle
dedi: Bu yaptığınız sihirdir." Yani asıl sihir Firavun ve kavminin sihir
diye adlandırdığı mucizeler değil, sizin bu yaptığınızdır, dedi.
"Şüphesiz ki, Allah bunun asılsızlığını meydana çıkaracaktır." Yani
bunu boşa çıkaracak, asılsız ve batıl olduğunu herkese gösterecektir.
"Çünkü Allah fesatçıların işini düzeltmez." Yani güçlü kılmaz, sabit
kılmaz. Bu ayet-i kerimede sihrin bir bozgunculuk ve göz boyama olup gerçek
olmadığına işaret vardır.
"Suçlular
istemese de Allah sözleriyle" emirleri ve hükümleriyle "hakkı ortaya
çıkaracaktır." Hakkı sabit kılacak, hakkın hak olduğunu gösterecektir.
[152]
Bu
bölüm Hz. Musa (a.s.) ile Firavun kıssasının ikinci bölümüdür. Firavun Hz. Musa
(a.s.)'nm mucizesine cevap vermek ve davetine karşı koymak için sihirbazlardan
istifade etmeyi düşününce halkına Hz. Musa (a.s.)'nın mucizelerinin de bir
çeşit sihir olduğunu göstermek ve dolayısıyla Hz. Musa'nın sihirbaz olduğunu
iddia ederek halkın ona tabi olmasını engellemek için en mahir sihirbazların
getirilmesini emretti.
[153]
Hz.
Musa (a.s.) ve sihirbazlar kıssası daha önce geçtiği gibi A'raf suresinde, bu
surede, Tâ-Hâ suresinde ve Şuarâ suresinde zikredilmiştir.
Firavun
sihirbaz ve göz boyayıcılar vasıtasıyla insanları aldatmak, Hz. Musa'ya
uymalarını engellemek ve getirdiği apaçık hakka karşı çıkmak istedi. Ama durum
tamamen tersine çevrildi. Arzusu geri tepti. Bu umumi toplantıda ilâhî
burhanlar gayet açık bir şekilde ortaya çıktı:
"Sihirbazlar
secdeye kapandılar ve şöyle dediler: Âlemlerin Rabbi olan, Musa ve Harun'un
Rabbine iman ettik." (A'raf, 7/120-122).
Buradaki
ayetlerin geniş manası şöyledir:
Firavun
Hz. Musa'nın asasını, nurlu beyaz elini görünce ve onların kanaatine göre
ilâhî mucize ile sihir arasında hiçbir fark görülmemesi sebebiyle, mucizelerin
sihir ilminde ancak çok mahir bir sihirbazın yapabileceği türden olduğuna
inandı ve memurlarına veya kavmine "Bana mahir sihirbazları bulup
getirin" dedi.
Sihirbazlar
gelip halk da toplanınca -Araf suresinde anlatıldığı gibi- Hz. Musa (a.s.) önce
kendisinin mi, yoksa onların mı sihirlerini ortaya koymaları hususunda
sihirbazları muhayyer bıraktı. Sonra da "Hayır, siz önce sihir ilimlerinden
bildiklerinizi ortaya koyun ki hak ortaya çıksın, batıl da asılsız olarak belli
olsun" dedi.
Hz.
Musa (a.s.) böylece insanların onların yaptıklarını görmeleri ve sihirbazların
da ellerindeki bütün güçlerini ve tecrübelerini son noktasına kadar
kullanmaları, nihayet ondan sonra hakkın gelip batılı yenmesi için önce onların
başlamasını istemiştir.
Bunun
için sihirbazlar sihirlerini ortaya koyunca insanların gözlerini büyülemiş ve
halkı korku içinde bırakan büyük bir sihir meydana getirmişlerdi.
"Bunun
üzerine Musa içinde bir korku hissetti. Biz O'na şöyle dedik: Korkma! Üstün
gelecek olan mutlaka sensin! Sağ elindeki asanı at da onların yaptıklarını
yutsun. Çünkü onların yaptıkları ancak bir sihirbaz tuzağıdır. Sihirbaz nereye
varırsa varsın gayesine erip başarı gösteremez." (Tâ-Hâ, 20/67-68)
Sihirbazlar
sihirlerini ortaya koyup elindeki ipleri ve değneklerini yere atınca Hz. Musa
(a.s.) kendisinden gayet emin olarak ve onlara hiç aldırmadan "Firavun'un
sihir diye adlandırdığı ancak Allah tarafından getirdiğim mucizelerdir; ama
asıl sizin bu yaptığınız bizzat sihirbazlıktır. Ortaya koyduğunuz bu
sihirbazlığı Allah boşa çıkaracak" diyerek ve sihir ve sihrin bütün
şekillerinden üstün, harikulade (olağanüstü) bir delil olan mucizelerin
sihirbazlığın asılsızlığını halkın huzurunda kesin olarak ortaya çıkaracaktır.
Sonra
bunun sebebini şu ayette açıkladı: "Çünkü Allah fesatçıların işini
düzeltmez." Yani Allah bunu güçlü kılmaz, sabit eylemez, ebediyyen kalmasına
müsaade etmez.
Allah
hakkı teyit edip ortaya koymak, yerleştirmek ve kuvvetlendirmek ister, Musa'ya
verdiği vaadi ve emirleriyle batıla karşı hakka yardım eder, hakka zafer ihsan
eder. Veya bir görüşe göre, kaza ve kaderin ezeldeki tayinine göre hakka
yardım eder.
"Suçlular
istemese de" yani Firavun ve kavmi gibi zalim ve suçlu kimseler istemese
de batıla karşı hakka yardım eder.
Bir
başka ayette şöyle buyuruluyor: "Böylece hak ortaya çıktı ve onların bütün
yaptıkları boşa gitti." (A'raf, 7/118). Yine bir ayette de şöyle
buyuruluyor: "Onların yaptıkları bir sihirbaz tuzağıdır. Sihirbaz nereye
varırsa varsın gayesine erip başarı gösteremez." (Tâ-Hâ, 20/69).
[154]
Bu
karşılaşma hakla batıl, mucize ile sihir arasındaki bir karşılaşmadır. Mucize
insanları ikna etmek ve davetlerini tasdik etmelerini temin etmek için
peygamberlerin doğruluğunu teyit vasıtası olarak Allah'ın peygamberlerine
verdiği olağanüstü ilâhî lütuflardır.
Sihir
ise gerçeği olmayan bir çeşit bozgunculuk, göz boyama ve sahtekârlıktır. Onlar
bu sebeple göz boyama olmayan, gerçek bir şeyin önünde durama-mıştır.
Bu
mana "Çünkü Allah fesatçıların işini düzeltmez." ayetinin ihtiva
ettiği manadır. Yani sihirbazın tuzağı kimseye zarar vermez. Bunun için alimler
"Sihir yapılan bir şeyin üzerine bir yazı (bir dua) yazılırsa Allah ondan
sihri kaldırır" demişlerdir.
Hz.
Musa (a.s.), sihirbazlara aldanmaması, yanındaki mucizeye güvenmesi ve
muvaffak olacağına inanması sebebiyle önce sihirbazların sihirlerini ortaya
koymalarını istedi. Çünkü onların bütün yaptıkları, ortaya attıkları ipler ve
değneklerle halkın dikkatlerini çekip onları korkutmaktı.
Bu
sihirleri, bir anda büyük bir yılana dönüşen asanın bütün ipleri, değnekleri
yutmasıyla boşa çıktı ve asılsız olduğu anlaşıldı. Hz. Musa (a.s.)'nın
karşılaşma öncesi söylediği "Bu yaptığınız sihirdir, şüphesiz ki Allah
bunun asılsızlığını ortaya çıkaracaktır" sözünün doğruluğu belli oldu.
İşte
bu anda sihirbazlar kayıpta, zararda olduklarını idrak ettiler. Hz. Musa
(a.s.)'nın yaptığı şeyin sihir cinsinden olmadığını anladılar. Çünkü sihirbazlar
halk içerisinde bu ilmi en iyi bilen kişilerdi. Bu sebeple hiç inat etmediler.
Allah da kalplerini imana açtı. Kendilerinde aklı kullanma ve düşünme hissi
uyandı. Firavun'un tehdidi onları korkutmadı. Hz. Musa ve Harun'un Rabbine iman
ettiklerini ilân ettiler.
Firavun
ve halkı bu karşılaşmadan elleri boş döndüler. Mağlup ve perişan oldular.
Küfürde ısrar etmeleri sebebiyle cehennem ateşini hak ettiler.
Bu
ayetten çıkarılacak netice şudur: Sihir gözboyama ve batıl bir aldatmacadır.
Allah ise hakkı ve batılın asılsız olduğunu meydana çıkarır. Facirler, kâfirler
ve suçlular istemeseler de...
[155]
83-
Firavun ve adamlarının kendilerine işkence etmesinden korktukları için,
kavminden Musa'ya ancak az bir topluluk iman etti. Şüphesiz Firavun yeryüzünde
büyüklük taslayan birisidir ve gerçekten aşırı gidenlerdendir.
84- Musa (kavmine) "Ey kavmim! Eğer siz Allah'a
iman ediyorsanız ve O'na teslim olmuşsanız sadece O'na güvenin" dedi.
85-
Müminler de "Biz yalnız Allah'a güvendik. Ey Rabbimiz! Sen bizi zalimler
topluluğu için imtihan vesilesi yapma.
86-
Bizi rahmetinle o kâfir topluluktan koru" dediler.
87-
Musa'ya ve kardeşine "Mısır'da kavminiz için evler hazırlayın. Bu evleri
de kıbleye yönelen namazgah yapın. Namazı dosdoğru kılın. (Ey Musa) müminleri
müjdele" diye vahyettik.
"Firavun
ve adamlarının kendilerine işkence etmesinden" Firavun'un azap etmesinden
ve işkence ederek dinlerinden döndürmesinden "korktukları için"
Firavun'un "kavminden Musa'ya ancak az bir topluluk" gençlerden bir
grup "iman etti." Ayette geçen "fitne", belâlara, imtihan
ve tecrübeye tabi tutulmak manasında ise de burada işkence etmek manasmdadır.
"Zürriyet" kelimesi ise "gençlerden bir grup" manasınadır.
Lügatte asıl manası "küçük çocuklar" demek ise de örfte hem küçükler
hem de büyükler için kullanılır.
"Şüphesiz
Firavun yeryüzünde" Mısır'da "büyüklük taslayan birisidir." Yani
kibirli, güçlü, cüretkâr bir katildir, "ve gerçekten aşırı
gidenlerdendir." Rab olduğunu iddia ederek ve peygamberlerin torunlarını
köleleştirmek isteyerek haddi aşanlardandır.
"Musa"
kavmine "eğer siz Allah'a iman ediyorsanız ve O'na" O'nun kaza ve
kaderine "teslim olmuşsanız" O'nun emrine boyun eğen ihlâslı
kimselersiniz "sadece O'na güvenin" sadece O'na dayanın
"dedi."
"Onlar
(Müminler) biz yalnız Allah'a güvendik Ey Rabbimiz! Sen bizi zalimler
topluluğu için imtihan vesilesi yapma." Yani zalimleri bize galip kılarak
kendilerinin hak yolda olduklarını zannedip bizlere eziyet etmelerine fırsat
verme, yahut onları bizim üzerimize musallat edip bizi fitneye düşürmelerine
imkân verme diye dua ettiler. Çünkü onlar ihlâslı müminler idiler.
"Bizi
rahmetinle o kâfir topluluktan" onların tuzaklarından, onları görme
uğursuzluğundan "koru, dediler." Tevekkülün (Allah'a güvenip
dayanmanın) duadan önce zikredilmesi dua edenin duasının kabul edilmesi için
önce tevekküle sarılmasının gerekli olduğuna işaret etmektedir.
"Musa'ya
ve kardeşine, Mısır'da kavminiz için" oturacakları ve ibadet edecekleri
"evler hazırlayın. Bu evleri de kıbleye yönelen" korkudan emin olarak
namaz kılacağınız "namazgah" mescit "yapın," dedi. Çünkü
Firavun namaz kılmalarına mani oluyordu. Orada "Namazlarınızı dosdoğru
kılın." Namazlarınızı kâfirlerin kendilerine eziyet etmemesi ve
dinlerinden çevirmemesi için namazları orada tam manasıyla eda edin. Ey Musa!
"Müminleri" dünyada zafer ve ahirette cennetle "müjdele diye
vahyettik."
"...
evler hazırlayın." ifadesinde tesniye (ikilik hali) kullanıldı. Çünkü bir
kavmin hazırlığı ve mabedler yapılması kavmin ileri gelenlerinin istişaresi ile
olacak işlerdendir.
Ama
"Bu evleri de kıbleye yönelen namazgah yapın" emrindeki cemi (çoğul)
şeklinin kullanılması ise evlerin mescit haline getirilip namaz kılınması
herkesin yapması gereken vazifelerden olduğu içindir.
Daha
sonra "müminleri müjdele" ayetinde müfred (tekil) ifade kullanılmıştır.
Çünkü müjdeleme aslında şeriat sahibinin vazifesidir.
[156]
Cenab-ı
Hak Hz. Musa (a.s.)'nın elinde göz kamaştırıcı mucizeleri görmelerine rağmen
Ona inananları Mısır topraklarından çıkarma hazırlığı içinde oldukları için
İsrailoğulları'ndan sadece gençlerden az bir topluluğun Hz. Musa'ya iman
ettiğini açıkladı.
Bu
ayetlerde kavminin kendisinden yüz çevirmeleri ve küfürde devam etmeleri
sebebiyle kederlenen Peygamberimiz (s.a.)'e teselli verilmektedir. Önceki
peyamberler O'nun için örnektir.
[157]
Bu
bölüm Hz. Musa (a.s.) kıssasının üçüncü bölümüdür. Allah Tealâ Hz. Musa'ya
getirdiği açık mucizeler ve kesin hüccetlere rağmen, Firavun ve adamlarının
kendilerini eskiden olduğu gibi tekrar küfre çevirmelerinden korku ve endişe
içinde olan İsrailoğulları'ndan pek azı yani sadece gençlerden bir grup iman
etti.
Çünkü
Firavun ayak diretme ve isyankârlıkta aşırı giden, zulüm ve fesatta haddi
aşan, son derece gaddar ve cüretli, inatçı bir diktatör idi. Hatta tanrı
olduğunu iddia etmiş, peygamber torunlarını köleleştirmek istemişti. Kavminin
son derece korktuğu acımasız ve korkunç bir karakteri vardı.
83.
ayette "Musa'ya kavminden ancak az bir topluluk iman etti." cümlesindeki
"kavminden" kelimesinin zamiri Hz. Musa'nın kavmi olan
İsrailoğulları-na aittir. Yani Musa'ya Musa'nın kavminden ancak az bir topluluk
iman etti demektir. Çünkü zamir zikredilen en yakın isme racidir. Bu görüş
Mücahidin görüşüdür.
Bir
başka görüşe göre "kavminden" kelimesindeki zamir Firavun'a racidir.
Buna göre "Musa'ya Firavun'un kavminden ancak az bir topluluk iman
etti" manası verilir. Az bir topluluk, Firavun'un ailesinden mümin
olanlardır. Bunlarda Firavun'un hanımı Asiye, Firavun'un hazinedarının hanımı
ve Firavun'un kızı Maşita'dır. Bu görüş İbni Abbas'ın görüşüdür.
Yine
83. ayetteki "Firavun ve onların adamları" ibaresindeki
"onların" zamiri Firavun ailesinin adamları manasında Firavun'a
racidir yahut büyüklerin zamirinde âdet olduğu şekilde çoğul kullanılmıştır.
Zürriyet kelimesi ise Hz. Musa'nın kendilerine gönderildiği kavmin evlâtları
manasındadır.
Musa
kavminden iman edenlerin eziyet ve işkenceden korktuklarını görünce onlara
şöyle dedi: Eğer siz Allah'a iman ettiyseniz yani Allah'ı ve O'nun ayetlerini
gerçek bir imanla tasdik ettiyseniz, O'na teslim olmuşsanız, Allah'ın kaza ve
kaderini ihlâsla ve tam manasıyla boyun eğip kabul etmişseniz Ona tevekkül
edin, Ona dayanın, O'na güvenin, O'nun vaadiyle huzur bulun.
Zira
iman ancak amelin kendisini tasdik etmesiyle ve tam bir teslimiyetle kâmil bir
iman olur. İmana bağlı olması tevekkülü vacip kılmıştır. Çünkü tevekkül
(Allah'a güvenme) imanın gereğidir.
Ayrıca
tevekkülde şart olan gönüllerin tertemiz, halis bir şekilde, şeytana hiç pay
ayırmadan Allah'a teslim edilmesidir. Bu da İslâmî hükümlerle amel etmekle
mümkündür. Çünkü doğru bir tevekkül başka şeylerle karıştırılarak olmaz.
Özetle
iman, vacibü'l-vücud (varlığı kendisiyle kaim) olan Allah'ın bir olduğunu,
O'ndan başka herşeyin O'nun idaresi, hakimiyeti ve tasarrufu altında sonradan
meydana gelmiş yaratıklar olduğunu bilerek kalbin tasdik etmesidir. İslâm ise
Allah Tealâ tarafından sadır olan tekliflere bağlanmak, itaati izhar edip
batılda ısrarı terk etmektir.
Hz.
Musa'ya iman edenler halis müminler oldukları için O'nun emrine uyarak derhal
"Biz yalnız Allah'a güveniyoruz ve düşmanlarımıza karşı O'nun yardımını
istiyoruz" dediler. Sonra da Rablerine "Ey Rabbimiz! Sen bizi zalimler
topluluğu için imtihan vesilesi yapma" diye niyazda bulundular. Yani zalimleri
bizim üzerimize hakim kılma. Onları bizim üzerimize musallat eyleme.
Yoksa
insanlar fitneye düşer ve eğer Musa'ya inananlar hak üzerine olsalardı
Firavun'un önünde ve onun zulmü karşısında mağlup olmazlardı, derler. Yahut
bizi dinimizden çevirecek bir azap vesilesi eyleme.
"Bizi
rahmetinle o kâfir topluluktan koru." Yani hakkı inkâr edip gizleyen
tağutların, zalimlerin ve kâfirlerin tasallutundan bizleri rahmetin, ihsanın ve
affiınla koru ya Rabbi!
Bu
dua ile yalvardılar. Çünkü tevekkül (Allah'a güvenmek) imanın en büyük
alâmetlerinden biridir. Zira iman ancak zorluk zamanında sabretmekle kemale
erer. Dua da ancak itaat edip sebeplere sarıldıktan sonra kabul olur:
"Kim
Allah'a tevekkül ederse (O'na güvenirse) Allah ona yeter." (Talak, 65/3).
Pek
çok ayet-i kerimede Cenab-ı Hak tevekkül ile ibadeti bir arada zikretmiştir:
"O'na ibadet et ve O'na tevekkül et." (Hud, 11/123). "De ki: O
Rahmandır. O'na iman ettik ve sadece O'na tevekkül ettik." (Mülk, 67/29).
"O, doğunun da batının da Rabbidir. O'ndan başka ilâh yoktur. O halde
sen, sadece O'nu vekil edin." (Müzzemmil, 73/9).
Ayrıca
Cenab-ı Hak müminlere namazlarında: "Biz ancak sana ibadet eder ve ancak
senden yardım dileriz." (Fatiha, 1/5) duasını tekrar etmelerini emretmişti.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak İsrailoğulları'nı Firavun ve kavminden kurtarma sebebini ve
onların nasıl kurtulduklarını beyan ederek -mealen- şöyle buyurdu:
Biz
Musa'ya ve kardeşi Harun'a Mısır'da kavimleri için yerleşecekleri, sığınacakları
evler yahut mescitler hazırlamalarını emrettik.
Müfessirlerin
çoğunluğunun görüşüne göre oturulacak yerlerin evler değil, mescitler olması
daha doğrudur.
Allah
Tealâ bu iki peygamberine ve kavimlerine Firavun'dan korku içinde olmaları
sebebiyle (dışarıda namaz kılamadıkları için) evlerinde namaz kılmak üzere
evlerini kıbleye doğru yaparak mescit edinmelerini emretti.
Katade,
Dahhak ve Said b. Cübeyr: "Evlerinizi kıble edinin" emri, karşı
karşıya bina edin manasmdadır dediler.
Kurtubî
ise "Birinci görüş daha sahihtir" demektedir. Yani mescitlerinizi
Beytü'lmakdis yönüne kıbleye doğru yapın. Bu kıble Yahudilerin günümüze kadar
devam eden kıbleleridir.
Cenab-ı
Hak bu evlerde namazı dosdoğru kılmalarını yani tam olarak kılmalarını
emretti. Kâfirler üzerine hakim olup da onlara eziyet edip onları dinlerinden
çevirsinler diye onlara ilk olarak bu emir verildi.
Ya
Musa! Allah'ın müminleri dünyada düşmanlarına karşı koruyacağı ve muzaffer
kılacağı, ahirette ise cenneti vereceği müjdesi ile müjdele.
[158]
Bu
ayetler şu noktalara işaret etmektedir:
1- Hz. Musa (a.s.)'mn büyük mucizeler göstermesi ve asasının sihirbazların
ortaya koyduğu bütün sihir malzemelerini yutarak sihirbazlara karşı galip
olmasına rağmen, kavmi İsrailoğulları evladından sadece küçük bir grubun iman
etmesi. Çünkü zamanın geçmesiyle babaları helak olmuş, sadece evlâtları
kalmış, onlar da iman etmişlerdi.
Bir
başka görüşe göre iman eden bu grup Firavun kavminden idi. Bunlar Firavun
ailesinden mümin olanlar, Firavun'un hazinedarı, hanımı, kızı Maşita ve
hazinedarının hanımı idi.
Bunlar
Firavun'dan korkarak iman etmişlerdi. Çünkü Firavun küfürde haddi aşmış,
kibirli, azgın bir kimse olup bunlara eziyet ediyordu. Aslında Firavun bir
zamanlar köle idi, rab olduğunu iddia etti.
2- Hz. Musa (a.s.) bu grubun imanını tecrübe etmek istedi ve onlara
"Eğer siz iman etmişseniz sadece Allah'a tevekkül edin ve müslüman iseniz
O'na güvenin, O'na dayanın" dedi.
Şartı
te'kit olsun diye iki defa tekrarladı. Yahut İslâm amel olduğu için ayrıca
zikretti. Hz. Musa bu sözüyle imanın kâmil olmasının, her şeyi Allah'a havale
etmekle mümkün olduğunu beyan etti.
Müminler
de buna karşılık "Biz Allah'a tevekkül ettik, işlerimizi Ona havale
ettik, O'nun kaza ve kaderine razı olduk, O'nun emrine teslim olduk" diye
cevap verdiler.
Allah'a
zalimleri üzerlerine hakim kılıp da bunun dinde imtihan vesilesi olmaması veya
zalimler eliyle işkenceye uğrayıp kendilerini bu şekilde bir imtihana tabi
tutmaması için dua ettiler. Çünkü Firavun kavmi bunları çok ağır işlerde
çalıştırıyorlardı.
3- Firavun'un namaz kılanlara eziyette bulunmaması için evlerinin mescit
edinilmesi.
İsrailoğulları
sadece mescitlerinde ve kiliselerinde namaz kılıyorlardı. Firavun bu
ibadethaneleri yıktırdı ve namaz kılmalarını yasakladı.
Bunun
üzerine Cenab-ı Hak Hz. Musa ve Hz. Harun'a İsrailoğulları için Mısır'da
kıbleye doğru bina edilmiş evler -mescitler- hazırlamalarını emretti.
Müfessirlerin
çoğunluğuna göre burada oturulacak evleri murad etmeyip Beytü'lmakdis'e
yönelmeyi murad etti.
Bu
ayet-i kerime, "namazda kıbleye yönelme"nin Hz. Musa (a.s.)'nın şeriatının
bir hükmü olduğuna delâlet etmektedir.
Alimler
namazın evlerde eda edilmesinin caiz oluşundan şu neticeleri çıkarmışlardır:
Korku veya başka bir sebeple özürlü olan kimseye Cuma namazını ve cemaati terk
etmek caizdir. Bunu mubah kılan özür hareket etmeye engel olan hastalık veya
böyle bir hastalığın artmasından korkmak, idarecinin haklı olarak verilmiş bir
hüküm olmaksızın mal veya bedene zarar vermesinden korkmak. Yolları çok çamurlu
hale getiren sağnak yağmur da özür sayılır. Çok samimi ve yakın bir dostunun
ölüm hastalığında olup ona bakacak kimsenin bulunmaması da özür sayılır. İbni
Ömer'in durumu bu şekilde idi.
Bu
münasebetle, teravih namazının evde mi yoksa mescitte mi eda edilmesi daha
efdaldir, hususunda ihtilaflı bir konuyu burada açmak istiyorum:
İmam
Malik, Ebu Yusuf ve bazı Şafiî alimleri Buharî'nin rivayet ettiği "Namazı
evlerinizde kılın. Çünkü farz namaz dışında kişinin en hayırlı namazı evinde
kıldığı namazdır." hadis-i şerifine dayanak "Kuvvetli kimsenin
teravih namazını evde kılması daha efdaldir" demişlerdir.
İmamların
çoğunluğu ise "Teravih Namazında cemaatte bulunmak daha efdaldir"
demişlerdir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) bu namazı mescitte cemaatle kılmış,
sonra devamlı mescitte kılmasına engel olan sebebi de bildirmiştir. Bu sebep,
ümmetin üzerine farz kılınması korkusudur. Bunun için peygamberimiz (s.a.)
"Nafile namazı evlerinizde kılın" buyurmuştur. Bundan sonra sahabe bu
namazı mescitte tek başlarına ayrı ayrı kılmaya başladılar. Nihayet Hz. Ömer
(r.a.) onları tek bir imam arkasında topladı. Durum bu şekilde istikrar kazandı.
Sünnet olarak sabit oldu.
4- Allah'ın İsrailoğulları'na emrettiği düşmanlardan korku namazı, evlerinde
kılınmasında şüphe olmayan meşru bir emirdir.
Evleri
sığınmak için yapılan binalar olarak telakki edersek aynı şekilde Firavun gibi
zalimlerin azgınlıklarına karşı küçük grupların birlik haline gelmesi de
siyasi açıdan arzu edilen bir durumdur. Çünkü evlerin bu şekilde kullanılması
İsrailoğulları'nın Firavunun zulmünden kurtulmasına vesile olmaktadır.
5- Az bir grubun Hz. Musa (a.s.)'mn peygamberliğine iman edip de dualarında
zalimlerden kurtulma niyazından önce (dinlerinde) fitneye düşmemeyi niyaz
etmeleri bu grubun dinlerine verdikleri önemin dünyalarına verdikleri önemden
daha fazla olduğuna delâlet etmektedir.
Çünkü
bunlar "önce imtihan vesilesi yapma" diye dua ettiler. Sonra da
"Bizi rahmetinde o kâfir topluluktan koru" diye dua ettiler. Duadaki
bu sıralama onların din işlerini dünya işlerinden daha üstün tuttuklarına
delâlet etmektedir.
[159]
88-
Musa şöyle dua etti: "Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun ve adamlarına dünya
hayatında ziynet ve inallar verdin. Ey Rabbimiz! Sonunda bunlar sen*n y°lundan
saptırsınlar diye mi? EyRabbimiz! Onların mallarını yok et. Kalplerini sık.
Çünkü onlar acıklı azabı görmedikçe iman etmeyeceklerdir."
89-
Allah 'İkinizin duası da kabul edildi. Doğru yolda yürümeye devam edin. Sakın (Hakkı) bihneyenlerin yoluna uymayın
dedi.
"Ey
Rabbimiz! Onların mallarını yok et." cümlesi aslında emir sigası olup, "Allah
İblis'e lanet etsin" duası gibi, onların durumlarını yakinen tanıma dolayısıyla
mutlaka o şekilde olacağım bildiği bir şeyle yapılan dua murad edilmiştir.
"Ey
Rabbimiz! Sonunda bunlar senin yolundan saptırsınlar diye mi?" cümlesinin
tekrarından maksat "Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et." cümlesine
hazırlık olarak onların dalâletlerini ve nankörlüklerini arz etmek olduğuna
dair bir uyarı ve tekittir.
"Onların
kalplerini sık," katılaştır. Bu ifade, cezanın büyük ve kat kat oluşu
için yapılan bir istiaredir.
"İman
etmeyeceklerdir" cümlesi duanın cevabıdır veya nehiy lafzıyla yapılan bir
duadır, yahut "li-yudillu" kelimesi üzerine atıftır. Bu ikisi
arasında kalan dua cümlesi cümle-i muterizadır (ara cümlesidir).
[160]
"Sen
Firavun ve adamlarına dünya hayatında ziynet ve mallar verdin." Ziynet
elbise, binek vs. gibi kendisiyle süslenilen şeylerdir. Lügatte ziynet, asıl
olarak değerli takı, elbise, döşeme eşyası, mal, sağlık vb. kendisiyle
süslenilen şeylerdir.
"Ey
Rabbimiz! Sonunda bunlar senin yolundan saptırsınlar diye mi?" Buradaki
"li-yudillu" kelimesindeki lâm lâmü'l-akıbet'tir ve
"sonunda" manasın-dadır. "Senin yolundan" yani "senin
dininden" demektir.
"Ey
rabbimiz! Onların mallarını yok et." Yani helak et, ortadan kaldır, "et-tams",
izini silecek derecede yok etmek demektir. "Kalplerini sık" yani
katılaş-tır, mühürle ve bağla ki o kalplere iman girmesin. "Rabbena"
kelimesiyle başlayan bu iki cümle de emir lafzıyla yapılan duadır.
"Allah:
İkinizin" yani Musa ve Harun'un "duası da kabul edildi" buyurdu.
Rivayete göre: Hz. Musa (a.s.) dua ediyor, Hz. Harun (a.s.)'da "amin"
diyordu.
"Doğru
yolda yürümeye devam edin." Üzerinde bulunduğunuz dine davet ve hüccetle
susturma yolunda sabit olun. Aceleci olmayın. İkinizin de istedikleri şeyler
olacaktır, fakat vaktinde olacaktır. Rivayete göre Hz. Musa (a.s.) onların
içinde bu duadan sonra kırk yıl kalmıştır.
"Sakın"
hakkı "bilmeyenlerin yoluna uymayın." Acelecilik ederek cahillerin
yoluna uymayın. Allah Tealâ'nın vaadine güvenmeme ve itimat etmeme yoluna
sapmayın "dedi."
[161]
Hz.
Musa (a.s.) peygamberliğine delâlet eden mucizeleri ortaya koymakta ısrar
ettikçe Firavun ve adamlarının da inkarcılık ve inatçılıkta ısrar ettiklerini
görüp beddua etti. Önce bu suçlara teşebbüs etmelerine sebep olan, dünyayı çok
sevmeleri ve nimetlerin onları şımartacak ve dini terk etmelerine sebep olacak
derecede bol olması hususlarını zikretti: "Ey Rabbimiz! Sen Firavun ve
adamlarına dünya hayatında ziynet ve mallar verdin" dedi.
İbni
Kesir diyor ki: Hz. Musa'nın bu bedduası kendilerinde hiçbir hayır olmadığı ve
onlardan hiçbir şey gelmeyeceği bütün açıklığıyla belli olduktan sonra Firavun
ve adamlarına karşı, Hz. Nuh'un kavmine yaptığı gibi, sırf Allah için buğz ve
dinine bağlılık için yapılan bir bedduadır.
Nitekim
Hz. Nuh (a.s.) kavmine şöyle beddua etmişti: "Rabbim! Kâfirlerden
yeryüzünde dolaşan tek kişi bırakma. Eğer onları yeryüzünde bırakırsan
kullarını saptırırlar ve ancak günahkâr ve kâfir çocuklar doğururlar."
(Nuh, 71/26-27).
Bu
sebeple Allah Tealâ Hz. Musa'nın kavmi hakkında yaptığı, kardeşi Hz. Harun'un
da "amin" dediği bu duayı kabul edip şöyle buyurdu: "İkinizin
duası da kabul edildi."
Ebu'l-Aliye
diyor ki: Hz. Musa (a.s.) dua edip Hz. Harun (a.s.) "amin" demişti. Hz.
Harun dua etmeyip sadece duaya "amin" dediği halde dua etmiş sayılmıştır.
[162]
Bu
bölüm Hz. Musa (a.s.) ile Firavun kıssasının dördüncü bölümüdür.
Hz.
Musa'ya bir grubun iman ettiği haberinin bir ara cümlesi olarak bildirilmesi
bir yana, Firavun ve adamlarının Hz. Musa'nın yaptığı hak daveti kabul
etmemekte direnmelerinden dalâletleri ve küfürleri üzerinde inatla, azgın-
îxk
ve gururla devam etmelerinden sonra, kavmi İsrailoğulları'nı Mısır'dan çıkmak
üzere hazırlayıp iman, izzet ve şerefi tercih etme duygusunu onların kalplerine
aşıladıktan sonra Hz. Musa (a.s.) Rabbine duanın sebebini beyan ederek
yalvardı:
"Ey
Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun ve adamlarına dünya hayatında ziy-let ve mallar
verdin." Yani dünya nimetlerinden onları şımartacak derecede bol miktarda
verdin. Bu verilen ziynet kıymetli takı, elbise, ev eşyası, pek çok mallar,
meyve, sebze ve hayvanlarından çeşitli dünya metaı idi. Onlara verilen bu
nimetler neticede onların, kullarını dinden saptırmaya, yeryüzünde azgınlık yapmalarına
sebep oldu.
Nitekim
Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Hayır! Gerçek-:en insan
kendisinin hiç kimseye muhtaç olmayacağını zannettiği için azar." Alak,
96/6-7).
Firavunların
kabirlerinde, Mısır'da tarihî mekânlarda bulunan altın, gümüş, mücevher ve
hediyeler, ayrıca onların inşa ettiği köşkler, piramitler ve heykellerin
delâlet ettiği medeniyet anlatılan gerçeklere şehadet etmektedir.
Aynı
şekilde "Firavun ailesi sonunda kendilerine düşman ve üzüntü sebebi olacak
çocuğu bulup getirdiler." (Kasas, 28/8) ayetindeki "li-yekûne"
kelimesindeki lâm, "li-yudillu"daki lâm gibidir ve burada da
"sonunda" anlamı vermektedir.
Böylece
Firavun kavminin sonucu dalâlete düşmek oldu.
Buradaki
lâm'ın, lamu't-ta'lil olma ihtimali de vardır. Ancak gerçekte değil, zahire
göre böyle olabilir. Bu durumda ayetin manası şu şekilde olur: Allah Tealâ
onlara bu malları verip de bu mallar haddi aşmalarına ve küfrün artmasına
sebep olunca bu durum dalâlete düşürmek için kendilerine mal verilen kimsenin
durumuna benzemiştir. Bu söz bu mana için ta'lil (sebebiyet) lafzı ile
gelmiştir.
Ey
Rabbimiz!. Onların mallarını yok et... Ortadan kaldır, izlerini bile sil, helak
et. Kalplerini mühürle ve katılaştır ki bu kalpler imanla huzur bulmasın da
şiddetli bir cezaya müstahak olsunlar; acıklı ve can yakıcı bir azabı görmedikçe
iman etmeyeceklerdir bunlar.
Hz.
Musa bu şekilde dua edip kardeşi Hz. Harun da bu duasına "amin" deyince
Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "İkinizin duası da kabul edildi." Yani
ikinizin duasına da icabet ettik, Firavun ailesinin helaki şeklindeki
isteklerinizi de kabul ettik. "Doğru yolda yürümeye devam edin." Yani
üzerinde bulunduğunuz hakka davet ve hüccetle ilzam etme yolunda sabit olun.
Vaktinden önce acelecilik yapmayın. Çünkü istedikleriniz olacaktır, ama vakti
gelince olacaktır. Bilmeyenlerin yoluna sakın uymayın. Acelecilik ederek
cahillerin yoluna, Allah Tealâ'nm vaadine güvenmeme ve itimat etmeme yoluna
uymayın.
Bu
nehiy, gereği Hz. Musa ile Hz. Harun'dan sadır olmuştur, manasında-dır. Tıpkı "Yemin
olsun ki, eğer Allah 'a şirk koşarsan muhakkak amelin boşa gider..."
(Zümer, 39/65) ayet-i kerimesinin Pegyamberimiz (s.a.)'den şirkin sadır
olduğuna delâlet etmediği gibi.
İbni
Cüreyc diyor ki: "Bazı alimler diyorlar ki: Firavun bu davetten sonra 40
yıl bekledi." Muhammed b. Ka'b ve Ali b. Hüseyn ise 40 gün bekledi demişlerdir.
[163]
Bu
ayetler şu hususları göstermektedir:
1-
Hz. Musa ile Hz. Harun'un
bedduası, Hz. Nuh'un bedduası gibi, uzun yıllar hak dine davet etmesine rağmen,
kavminin küfürde devam edip ısrar etmesi üzerine ve Hz. Musa'nın sabrı
tükendikten, kavminin iman etmesinden ümitsizliğe kapılmasından sonra
yapılmıştır.
Bunların
hepsi ancak Allah tarafından verilen bir izinle olmaktadır. Çünkü Paygamberlerin
görevi kavimlerini imana davet etmektir. Kavminin içinde iman edecek hiçbir
kimsenin olmayacağı bildirilmeden ve Allah'ın izni olmadan hiçbir peygamberin
kendi kavmine beddua etmesi caiz değildir.
Buna
Cenab-ı Hakk'ın Hz. Nuh'a söylediği şu ayet delildir:"Nuh'a şöyle
vahyedildi: Daha önce iman edenlerden başka, artık kavminden hiçbir kimse iman
etmeyecektir." (Hud, 11/36).
İşte
o zaman Hz. Nuh (a.s.) "Rabbim! Kâfirlerden yeryüzünde dolaşan tek kişi
bırakma." (Nuh, 71/26) diye bedduada bulundu.
2- "Cemaatin Fatiha suresine "amin" demesi Fatiha'yı
okuması mertebesindedir, çünkü Hz. Musa (a.s.) dua ettiği, Hz. Harun (a.s.)
"amin" dediği halde her ikisi de dua etmiş sayılmıştır"
görüşünde olanlar bu ayeti delil olarak getirmişlerdir.
Duaya
"amin" demek de bir çeşit duadır. Amin, 'Ta Rabbi! Kabul eyle"
ma-nasındadır.
3-
Dualara icabet için Allah'ın
ilmi ve takdirinde hususi vakitler vardır. Bu, dua eden kulun arzusuna göre
değil, Allah Tealâ'nın muradına göredir.
Duanın
kabul edilmesini acele olarak istemek bilgisizlik olup Allah Te-alâ'ya karşı
adaba uygun değildir. Bu, aynı zamanda Allah Tealâ'nın kul dua ettiği zaman
onun duasına icabet edeceği şeklindeki vaadine güvenmemek ve şüphe etmektir.
Bu
sebeple Allah Tealâ Hz. Musa ve Hz. Harun'a "İkinizin duası da kabul
edildi. Doğru yolda yürümeye devam edin. Sakın (hakkı) bilmeyenlerin yoluna
uymayın." Yani benim vaadim ve tehdidimin hakikatini bilmeyen cahillerin
yoluna girmeyin buyurdu.
[164]
90- İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Firavun
ve ordusu onlara zulmetmek ve saldırmak maksadıyla peşlerine düşmüşlerdi.
Firavun boğulacağı anda "İs-railoğulları'nın iman ettiğinden başka ilâh
olmadığına iman ettim ve ben müs-lümanlardanım" dedi.
91- Şimdi mi iman ediyorsun? Halbuki bundan önce
isyan ettin. Fesat çıkaranlardan oldun.
92- Senin ardından gelenlere bir ibret olman
için, bugün seni cesedinle kurtarıp koruyacağız. Şüphesiz ki, insanların çoğu
delillerimizden gafildirler.
93- Şüphesiz ki, biz İsrailoğulları'nı güzel bir
yere yerleştirdik ve onları helâl ve temiz şeylerle rızıklandırdık. Kendilerine
doğru ilim gelinceye kadar ihtilâf etmemişlerdi. Muhakkak ki Rabbin, kıyamet
gününde ihtilâf ettikleri hususlarda aralarında hükmünü verecektir.
"Şimdi
mi iman ediyorsun?" Bu ifade azarlama ve inkâr manasında sorudur.
[165]
"İsrailoğulları'nı
denizden geçirdik." Nihayet korumamız altında kıyıya ulaştılar.
"Firavun
boğulacağı anda, ben de müslümanlardanım" yani ben de O'nun emrine boyun
eğenlerdenim "dedi." Bunun kabul edilmesi için birkaç defa tekrar
etti, ama kabul edilmedi.
Cebrail
Firavun'a, hayattan artık ümidin kalmadığı, elinde hiçbir tercihin bulunmadığı
"Şidi mi iman ediyorsun? Halbuki bundan önce" hayatın boyunca
"isyan ettin. Fesat çıkaranlardan" sapan ve sapıtanlardan
"oldun." dedi.
"Senin
ardından gelenlere" İsrailoğulları'na "bir ibret" bir öğüt ve
ders "olman için bugün seni" ruh bulunmayan "cesedinle kurtarıp
koruyacağız." İsra-iloğullan'nın seni görmeleri için senin bedenini
yüksekçe bir yere atacağız, seni denizin dibinde boğmayacağız, suyun üstünde de
bırakmayacağız. Böylece onlar senin de kul olduğunu anlayacaklar, bir daha
senin bu hareketine teşebbüs etmeyecekler. İbni Abbas'tan rivayet edildiğine
göre İsrailoğulları'ndan bazıları Firavun'un öldüğünden şüphe etmişlerdi.
Onların görmeleri için denizden çıkarıldı.
"Şüphesiz
ki insanların" Mekkeliler ve diğer insanların "çoğu bizim ayetlerimizden
gafildirler." Bu ayetleri düşünmez ve bundan ibret almazlar.
"Şüphesiz
ki biz, İsrailoğulları'nı güzel bir yere" yani hoşlanılacak, razı olunacak
bir yere "yerleştirdik" Yani konaklamalarını temin ettik "ve
onları helâl ve temiz" leziz''şeylerle rızıklandırdık. Kendilerine doğru
ilim gelinceye kadar" dinî meselelerde kimisi iman edip kimisi küfretme
şeklinde "ihtilâf etmemişlerdi. " Ancak Tevrat'ı okuyup hükümlerini
öğrenince yahut Hz. Muhammed (s.a.)'in sıfatlarında doğruluğunu ve mucizelerin
ortaya çıkışını görünce ihtilâf ettiler.
"Muhakkak
ki Rabbin kıyamet gününde ihtilâf ettikleri hususlarda" müminleri
kurtarmak ve kâfirlere azap etmek suretiyle "aralarında hükmünü verecektir.
" Kurtarmak veya helak etmek suretiyle hak ile batıl ayrılacaktır.
[166]
Bu
Hz. Musa (a.s.) ile Firavun kıssasının beşinci bölümüdür. Bu kıssa önce Hz.
Musa (a.s.) ile Firavun arasındaki bir konuşma ile başladı. Sonra sihirbazların
kıssası anlatıldı. Bu arada Mısır'dan çıkmaya hazırlık olarak, Hz. Musa'nın da
duası sebebiyle İsrailoğulları'ndan bir grubun iman ettiği beyan edildi. Sonra
da Hz. Musa'nın Firavun ve taraftarları için yaptığı beddua zikredildi.
Allah
Tealâ Hz. Musa ve Hz. Harun'un dualarını kabul edince İsrailoğulları'na
belirli bir vakitte Mısır'dan çıkmalarını emreder ve yolculuk vesilelerini de
kolaylaştırır. Firavun da o sırada bu durumdan habersizdir.
İşte
burada Cenab-ı Hakk'm Hz. Musa ve kardeşinin bütün güçsüzlüklerine ve
Firavun'un ve kavminin kuvvetli olmasına rağmen Hz. Musa'yı ve kardeşini teyit
ettiğine delâlet eden kıssanın son bölümü anlatılmaktadır.
[167]
Buradaki
ayetlerin konusu Firavun ve ordusunun nasıl boğulduklarıdır.
İsrailoğullan
Hz. Musa (a.s.) ile beraber Mısır'dan çıktıklarında -rivayete göre sayıları
çoluk- çocuk hariç altı yüz bin savaşçı idiler- Kıptilerden emanet olarak pek
çok kıymetli takılar almışlar, bunları da yanlarında götürüyorlardı.
Firavun
buna son derece öfkelenmişti. Derhal atma binip muazzam ordusuyla beraber
onların peşine düştü. Onlara deniz sahilinde (Kızıldeniz, Süveyş Denizi
sahilinde) güneş doğarken yetişti.
Bunun
üzerine Hz. Musa'nın cemaatı korktu. Ama darlık anında Cenab-ı Hak genişlik
verecekti. Cenab-ı Hak Hz. Musa'ya asasıyla denize vurmasını emretti. Hz. Musa
asasıyla denize vurdu. Deniz açıldı, her parçası bir dağ olmuş,
İsrailoğulları'nın on iki kabilesi için on iki yol açılmıştı. Allah rüzgâra
emretti. Rüzgâr bu yolları kurutuverdi. Böylece İsrailoğulları denizi geçti.
İsrailoğulları'ının
en sondaki neferi denizden çıktığında Firavun ve orduları denizin öbür tarafından
kıyısına gelmişlerdi. Firavun dağlar gibi suları ve yolları görünce şaşırdı,
korkuya kapıldı, sanki dilini yutmuştu. Hemen geri dönmek istedi. Sonra onları
takip etmeye karar verdi ve komutanlarına "İsrail oğulları denize bizden
daha alışık değildirler" dedi. Son nefere kadar hepsi denizdeki bu
yollara girdiler. Tam denizin ortasına gelince her şeye kadir olan Allah
denize birbirine kavuşmasını (eski haline dönmesini) emretti. Deniz eski haline
gelince onlardan hiç kimse kurtulamadı. Dalgalar onları kaldırıp indiriyordu.
Firavun'un üzerine dalgalar kümelenmişti. O sırada ölüm sarhoşluğu Firavun'u
kaplamıştı. Firavun bu durumda iken "İsrailoğulları'nın iman ettiğinden
başka ilâh olmadığına iman ettim ve ben müslümanlardanım" diyordu.
Firavun
imanın fayda vermeyeceği bir durumda iman etmişti; tıpkı şu ayette belirtildiği
gibi: "Onlar azabımızın şiddetini gördükleri zaman "Biz sadece Allah
'a iman ettik. Ona ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik" dediler. Azabımızın
şiddetini görünce imana gelmeleri onlara hiçbir fayda sağlamadı. Allah'ın
kulları hakkında öteden beri uygulanagelen kanunu budur. İşte kâfirler o zaman
hüsrana uğrarlar." (Gafir, 40/84-85).
Bunun
için Allah Tealâ Firavun'un sözü üzerine cevap olarak "Şimdi mi iman
ediyorsun? Halbuki bundan önce isyan ettin. Fesat çıkaranlardan oldun"
yani yeryüzünde insanları saptıran kimselerden oldun, diyordu.
İşte
bu kıssa da Allah'ın Rasulüne (s.a.) bildirdiği gayb bilgilerinden birisidir.
[168]
İsrailoğulları'ını
kudretimiz ve himayemiz altında denizden geçirdik. Firavun ve orduları onları
yakalamak, eziyet etmek veya Mısır'a iade edip en kötü işkencelere tabi tutmak
ve daha önce yaptıkları gibi onları köleleştirmek için İsrailoğulları'nın
peşlerine takılmışlardı.
Firavun
boğulmak üzere iken "Ben İsrailoğulları 'nm iman ettiği Allah 'tan başka
gerçek hiçbir ilâh olmadığına iman ettim. Ben de O'nun emrine boyun eğen,
teslim olan müslümanlardanım" dedi.
Firavun
bu ifade ile kabul edilsin diye aynı manayı üç defa üç ayrı şekilde dile getirdi.
Bununla birlikte yanlış bir vakit seçtiği için imanı kabul edilmedi. Bu sözü
zorlama ve mecburiyet altında ve başka hiçbir tercih hakkı bulunmadığı bir
anda söylemişti.
Allah
Tealâ da Cebrail'in diliyle veya Allah'ın Ona ilham etmesiyle Fira-vun'a şu cevabı
verdi: "Şimdi mi iman ediyorsun? Halbuki bundan önce isyan ettin. Fesat
çıkaranlardan oldun." Yani boğulma anında mecbur kalıp nefsinden ümidini
kesince mi iman ediyorsun? Halbuki bundan önce Allah'a isyan ediyordun. Sapan
ve imandan sapıtanlardan oldun:
"İnkâr
eden ve Allah'ın yolundan alıkoyanlara bozgunculuk yapmaları sebebiyle
hakettikleri azabı kat kat arttırırız." (Nahl, 16/88).
"Bugün
seni yerden yüksek bir yere yükseltiriz, ruh bulunmayan cesedini, bütün
bedenini hiçbir eksik bulunmaksızın, deniz dibine atılma sebebiyle meydana
gelecek hiçbir değişiklik olmaksızın kurtarırız." Böylece İsrailoğulları
için senin öldüğüne ve helak olduğuna dair bir delil olursun. Çünkü onların
gönüllerinde Firavun'un boğulmak gibi bir duruma düşmeyecek derecede büyük bir
şahsiyeti olduğu inancı vardı. Yine bu şekilde senden sonraki insanlar için bir
ibret olursun da yeryüzünde inkarcılıktan, bozgunculuktan ve Rab olduğunu iddia
etme gibi hususlardan çekinirler.
Bu
ayette Allah Tealâ'nm kudret, ilim ve iradesinin kâmil olduğuna delâlet
vardır.
Ancak
insanların çoğu kulluğun sadece tek olan Allah'a mahsus olduğuna dair delil ve
hüccetlerimizden habersizdirler. Dolayısıyla hadiselerin sebep ve neticelerini
düşünmedikleri için öğüt ve ibret almazlar.
Bu
ayette hadiselerin sebep ve neticelerini düşünmemek ve gaflette bulunmak
kötülenmektedir.
Firavun
ve kavminin helak olmaları Muharrem ayının onuncu günü idi.
Buharî
İbni Abbas'tan şu hadisi rivayet ediyor: Peygamberimiz Medine'ye geldiğinde
Yahudiler Muharremin onuncu günü oruç tutuyorlardı. Peygamberimiz (s.a.)
Yahudilere, "Oruç tuttuğunuz bu gün ne günüdür? diye sordu. Onlar
"Bu gün Musa'nın Firavun'a galip geldiği gündür" dediler. Bunun
üzerine Peygamberimiz (s.a.) Ashabına: "Siz Musa'ya onlardan daha
lâyıksınız; oruç tutun" dedi.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak bu münasebetle İsrailoğullan'na ikramda bulunduğu dinî ve
dünyevî nimetleri anlatarak şöyle devam etmektedir:
Şüphesiz
ki biz İsrailoğulları'm memnun olacakları güzel bir yere yerleştirdik. Bu yer
daha önce kaldıkları Mısır'daki yerleri, daha sonra Filistin'deki yerleri idi.
Onları orada helâl, temiz, mubah, gayet hoş, leziz şeylerle rızıklan-dırdık.
Onlara orada meyveler, sebzeler, hayvanlar, kara-deniz avları gibi pek çok
hayırlı şeyleri nimet olarak verdik.
Allah
onlara Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakup (a.s.)'un diliyle geçmişte Filistin
topraklarını vaad etmişti. Fakat peygamberleri ve özellikle Hz. İsa (a.s.) ve
Hz. Muhammed (s.a.)'i inkâr ettiklerinde onlara verdiği bu vaadi geri aldı.
Bundan dolayı artık onların Allah Tealâ'nm peygamberlerine küfür, saldırganlık
ve zulüm ettikten sonra Filistin topraklarında yerleşmelerine dair hiçbir dinî
hakları yoktur.
Âlimlerin
İsrailoğullan'ndan maksadın ne olduğunu belirleme hususunda iki görüşü vardır:
Birincisine
göre bunlar Hz. Musa (a.s.) zamanındaki Yahudilerdir. Buna göre
yerleştirildikleri güzel yer Mısır ve Şam'dır. Güzel rızıklar bu memleketlerdeki
her çeşit yararlı şeyler, ayrıca İsrailoğulları'nın Firavun kavminin elinde
bulunan mallara mirasçı olmalarıdır. Tevrat ise aralarında ihtilâf etmelerine
sebep olan ilimdir.
İkincisine
göre ise Peygamberimiz zamanındaki Yahudilerdir. Müfessirle-rin büyük bir
çoğunluğu bu kanaattedirler. Bu Yahudiler Medine'de bulunan (Kureyza, Nadir ve
Kaynukaoğulları) kabileleridir. Yerleştirildikleri yer de Medine ve Şam
arasıdır. Güzel rızıklar ise bu diyarda bulunan hurma bahçeleridir. İlimden
murad, Kur'an-ı Kerim'dir.
Kur'an
ilim vesilesi olduğu için mecaz yoluyla ona bu isim verilmiştir. Kur'an'ın
ihtilâfa sebep olması ise Yahudilerin bir kısmının iman edip diğer bir grubunun
küfürleri üzerinde kalmasıdır. Zira Kur'an'ın inmesi onların aralarında iki
kısma bölünmelerine sebep olmuştur.
İsrailoğulları
Tevrat'ı okuyup hükümlerini öğreninceye kadar dinî meselelerde ihtilâfa
düşmemişlerdi. Yahut Hz. Muhammed (s.a.)'in vasıflarının gerçek olduğunu ve
mucizelerinin ortaya çıktığını görünceye kadar Hz. Muhammed (s.a.) hakkında
ihtilâf etmemişlerdi.
Çünkü
onlar Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamber olarak görevlendirilmesinden önce onun
peygamberliğini ikrar ediyorlar, risaletinin doğruluğunda ittifak ediyorlardı.
Hatta bu durumu kâfirlere açıyorlar, ellerindeki kitapta yazılı olarak
buldukları vasıflarıyla onu kendi çocukları gibi gayet iyi tanıyorlardı. Hz.
Muhammed (s.a.) peygamber olarak gönderilip bildikleri şekliyle Medine'ye
gelince onu inkâr ettiler. Bir kısmı kıskançlık, başkanlık sevgisi ve dünya
malı elde etme arzusu ile inkâr etti. Diğerleri ise iman ettiler.
Özetle
ifade edersek, onlar herhangi bir meselede bilgisizlik sebebiyle ihtilâfa
düşmediler. Ancak kendilerine ilim gelip de ihtilâf etmelerine hiçbir sebep
yokken ihtilâfa düştüler.
Şüphesiz
Rabbin kıyamet günü ihtilâf ettikleri hususlarda onların aralarında hüküm
verecek, haklıları, hak yolda olanları cehennemden kurtarıp cennete koymakla,
batıl yolda olanları da cehennem azabında helak etmekle birbirinden ayırd
edecektir.
[169]
Bu
ayetler aşağıdaki şu hükümleri bulundurmaktadır:
1- Allah Tealâ güçsüzleri ve düşmanlar tarafından hor ve hakir
görülenleri kuvvetli ve şiddetli kimselere karşı muzaffer kılabilir. Tıpkı eski
dünya devletlerinin en büyüklerinden birisine sahip diktatör Firavun ve onun
muazzam ordularına karşı, Cenab-ı Hakk'ın güçsüz ve zayıf olmalarına rağmen Hz.
Musa (a.s.) ile kardeşini muzaffer ve galip kılması gibi.
2- Yeis (hayattan ümit kesme) halindeki imanın faydası yoktur. Çünkü bu
iman sığınma, mecburiyet ve zorlama ile, tercih unsurunun kaybolduğu, mükellefiyetin
ortadan kalktığı andaki bir imandır. Bundan dolayı Cenab-ı Hak Firavun'un
boğulma esnasında, birbirini tekit eden üç ayrı ifade ile beyan ettiği imanını
kabul etmemiştir.
Razî
diyor ki: Firavun üç defa iman etti. Birincisi "îman ettim"
ifadesidir. İkincisi, "İsrailoğullan'nın iman ettiğinden başka ilâh
yoktur" ifadesidir. Üçüncüsü ise "Ben müslümanlardanım"
sözüdür. Allah Tealâ kin ve gayz duymaktan münezzeh ve beri olduğuna ve bu
sebeple ona duyduğu kin sebebiyle bu ikrarını kabul etmedi denilemiyeceğine
göre, Firavun'un imanını kabul etmemesinin sebebi nedir? Cevap şudur: Firavun
azabın indiği anda iman etti. O zaman yapılan iman makbul değildir. Çünkü
azabın indiği andaki durumu zorlanma halidir. Bu haldeki tevbe ise makbul
değildir. Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bizim azabımızı
görünce onlara imanlarının faydası olmamıştır. "[170]
3- Firavun isyankâr, kâfir, azgın, kibirli ve yeryüzünde sapıklık ve
başkalarını saptırmak suretiyle bozgunculuk yapan biri idi. Bu haliyle
azarlanmaya, yadırganmaya ve alaya uğramaya lâyık oldu.
4- Firavun'un cesedi boğulup kaybolmaktan kurtuldu. Bu Firavun'un asıl
ismi Ramses'in oğlu Menpitah idi. Milattan 1225 yıl önce öldü. Mumyası halen
Kahire'deki Mısır Eski Eserler Müzesi'nde korunmaktadır.
Ben
şahsen bu mumyayı gördüm. Ayrıca alın kemiği üzerinde deniz suyunun beyaz
tuzlarının etkilerini de müşahede ettim.
Bu
kurtarma ameliyesi Allah'ı inkâr edip rab olduğunu iddia eden herkese bir öğüt
ve ibret sayılır. O rab olmak bir tarafa çok hakir bir mahluktur. Çünkü rab
ölmez.
Müfessirler
diyor ki: Allah Firavun'un bedenini öldükten sonra kurtardı. Çünkü bir grup
insan onun tanrı olduğuna inanmışlar ve böyle birinin ölmeyeceği kanaatine
kapılmışlardı. Bundan dolayı Cenab-ı Hak insanların onu bu zelil ve hakir
haliyle görmelerini, öldüğünü kesin olarak anlamalarını ve daha dün son derece
ihtişam ve azamet içinde olan bu kimsenin sonunda nasıl zelil ve hakir bir
duruma düştüğünü bilmelerini, böylece bütün varlığa ibret ve azgınlıklar
içinde yuvarlananlara tehdit olmasını istedi.
5- Büyük olayların sebepleri ve tarihte iz bırakan önemli neticelerini düşünmemek
ve bunlardan habersiz, gafil olmak kötülenmektedir.
6- Tağutlardan biri olan Firavun'un boğulması kuvvetleri, sayılarının çokluğu
ve servetleriyle gururlanan ve Hz. Muhammed (s.a.)'i yalanlayanlar için ibretli
bir kıssadır.
Çünkü
Firavun kavmi sayıca onlardan daha fazla idi. Kuvveti daha büyük, serveti de
daha boldu.
Allah
Tealâ'nın hakkı yalanlayanlar için sünneti, âdeti birdi: Bu da böyle-lerini ya
dünyada veya ahirette yok etmek helak etmektir.
Yalanlayanlardan
akıllı olanlar bu durumun sonunu düşünür, razı olmaya ve iman etmeye koşarlar,
neticede ahirette kurtuluşa erenlerden olur: "Onların hikâyelerinde akıl
sahipleri için ibret vardır." (Yusuf, 12/111).
7- Allah İsrailoğullan'na dinî-dünyevî pek çok nimetler verdi. Bunlann en
önemlisi onları Firavun'un azgınlığından kurtarması, geçmişte Filistin'de emniyet
ve istikrar içinde yaşatmasıdır. Fakat onlar bundan öğüt ve ibret almadılar.
Bilakis
bu nimetlere nankörlük ettiler. Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.)'in
peygamberliğini inkâr ettiler. Dolayısıyla başkaları gibi azaba, kovulmaya,
İslâm diyarından sürgün edilmeye müstehak oldular.
Bundan
maksat eski ve Peygamberimiz (s.a.) zamanındaki İsrailoğulla-rı'nın durumudur.
Çünkü sonra gelenler öncekilerin davranışlarından razı olup aynı yolda
yürümektedirler.
Bu,
daha önce geçen birbirinden farklı iki görüşün birleştirilmesidir.
Yahudiler,
Peygamberimiz (s.a.)'in peygamberliğinden önceki doğruluğu ve onun peygamber
olduğu konusunda ihtilâfa düşmediler. Zira onlar onun peygamberliği ve
kitaplarında zikredilen vasıflarına uygun olarak ona iman etme hususunda görüş
birliği içerisinde idiler. Ancak onun peygamberliğini ilân etmesinden sonra
kıskançlık duygusuyla ve haksızlık yaparak sırf dinî merkezlerinin ve siyasî
liderliklerinin ayakta kalması arzusuyla ihtilâfa düştüler.
Bundan
dolayı Yahudilerin bir kısmının iman edip bir kısmının inkâr etmesi şeklindeki
ihtilâfları Hz. Muhammed (s.a.)'in vasıflan ve onun gerçek yapısını
bilmemekten dolayı değil, bilakis onu gayet iyi tanımaları sebebiyle olmuştu.
Çünkü onlar çocuklarını tanıdıkları gibi ellerindeki Hz. Muhammed'in kitapta
belirtilen vasıflarıyla gayet iyi biliyorlardı.
8- Hz. Musa'nın asasıyla denizin 12 parçaya ayrılıp her parçanın büyük
bir dağ haline gelmesi Hz. Musa'nın büyük bir mucizesidir. Bu vesileyle müminler
kurtulmuş, kâfirler boğulmuşlardı. Allah'ın verdiği bu nimete karşı şükür
olması için bu hadisenin meydana geldiği Aşure (10. Muharrem) günü orucu
sünnet olmuştur.
9- İsrailoğulları veya başkalarının Hz. Muhammed (s.a.)'in davetini kabul
etmek gibi ihtilâf ettikleri konularda ilâhî takdir ve kesin hüküm kıyamet günü
verilecek, o zaman Allah haklı olanları kurtaracak, batılda olanları helak
edecektir.
[171]
94-
Eğer sana indirdiğimizden şüphe ediyorsan, senden önce indirdiğimiz kitabı
okuyanlara sor. Şüphesiz ki, sana hak, Rabbin tarafından gelmiştir. O halde
sakın şüphe edenlerden olma.
95"
Sakın Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan olma. Aksi halde hüsrana uğrayanlardan
olursun.
96-
Üzerlerine Rabbinin (onlar iman etmezler şeklindeki) hükmü hak olanlar iman
etmezler.
97-
Onlara her türlü delil gelse de, acıklı azabı görmedikçe (onlar iman etmezler).
"Üzerlerine
Rabbinin hükmü hak olanlar..." cümlesi "Onlar küfür üzerine ölecek ve
azapta ebedî olarak kalacaklardır" şeklindeki ezelî takdirden kinayedir.
[172]
"Eğer
sen" Ey Peygamber ve onun şahsında ümmeti! Yahut, ey bu ayeti dinleyen
kişi!. Peygamberine veya peygamberinin diliyle "sana indirdiğimizden
şüphe ediyorsan" Ya Muhammed sana indirdiğimiz bu kıssalardan farz-ı muhal
şüphe edecek olursan!
Bu
cümle Arapların "Kızım sana söylüyorum, komşum sen dinle" sözü gibidir.
Yahut "Yemin olsun ki eğer Allah'a ortak koşarsan muhakkak amelin boşa
gider (Zümer, 39/65) veya "Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Onların
eziyetlerine aldırma." (Ahzab, 33/48) ayetleri gibidir.
"...
senden önce indirdiğimiz Kitab'ı" Tevrat'ı "okuyanlara sor"
çünkü bu durum onların yanında sabittir, sana bunun doğruluğunu
bildireceklerdir. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) "Ne şüphe ederim, ne
de sorarım" buyurmuştur.
"Şüphesiz
ki sana hak Rabbin tarafından" kesin delillerle şüphe olmaksızın, apaçık
bir şekilde "gelmiştir. O halde sakın şüphe edenlerden olma."
"Sakın
Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan olma." Bu da tahrik etmek, hakkı
iyice tespit etmek ve müşriklerin Peygamberimiz (s.a.) hakkındaki ümitlerini
kırmak içindir. Tıpkı "Sakın kâfirlere destek olma." (Kasas, 28/86)
ayeti gibi.
"Üzerlerine
Rabbinin" azabı hakettikleri şeklindeki "hükmü hak olanlar"
sabit olanlar, vacip olanlar "iman etmezler." Bu gerçektir. Çünkü
Allah'ın kelâmı yalan olmaz. Kaza ve kaderi çelişkili olmaz.
"Onlara
her türlü delil gelse de" küfürde ısrar ettikleri için "acıklı azabı
görmedikçe iman etmezler." Azabı görünce Firavun'a imanı fayda vermediği
gibi onlara da o sırada iman etmelerinin hiçbir faydası olmayacaktır.
[173]
Cenab-ı
Hak Hz. Nuh, Hz. Musa, Hz. Harun gibi geçmiş peygamberlerin kavimlerinin
işkence ve eziyetlerinden Allah'ın yardımı ile kurtulduklarına dair
kıssalarını anlatıp da İsrailoğulları'nın kesin ilim geldikten sonra
kıskançlık, haddi aşma ve iktidarda kalma arzusu sebebiyle ihtilâfa
düştüklerini anlattıktan sonra Kur'an'ın söyleyip vaad ettiği ve azapla
korkuttuğu hususlarda doğruluğunu takviye eden delilleri zikretti. Bu
ayetlerde Peygamberimiz (s.a.)'e hitap edip onun ümmetini murad etti.
[174]
Allah
Tealâ Kur'an'ın doğruluğunu ve peygamberliğin hak olduğunu farz etme ve
mübalağa üslubuyla bir kat daha tekit etmek üzere şöyle buyurdu:
Hud,
Nuh, Musa vb. geçmiş peygamberlerin kıssalarını anlatan Kur'an'-dan sana inen
ayetlerin doğruluğunda -farzedelim veya öyle takdir edelim ki-sende bir şüphe
meydana gelse senden önce indirilen kitabı -Tevrat'ı- okuyan Ehl-i Kitap
alimlerine sor. Onlar sana indirilen kitabın doğruluğunu tam bir ilimle
bilmektedirler.
Bundan
maksat Peygamberimiz (s.a.)'i şüphe etmekte tavsif etmek değil, samimi Ehl-i
Kitap alimlerine durumu havale etmek ve onları ilim sahibi olmakla tavsif
etmektir.
İbni
Abbas diyor ki: Hayır, vallahi göz kırpmak kadar bile şüphe etmiyorum.
Onlardan hiçbir kimseye de sormuyorum.
Yine
İbni Abbas şöyle demiştir: "Ne şüphe ederim, ne de sorarım. Bilakis onun
hak olduğuna şehadet ederim." Bu ifadeyi Katade, Said b. Cübeyr ve Hasan
el-Basrî de zikretmişlerdir.
Ayette
geçen kelimelerin açıklamasında zikrettiğim gibi bu konuda evlâ olan görüş şudur:
Hitap dinleyenlere aittir. Yahut Peygamberimiz (s.a.)'e yapılmış ama onun
şahsında ümmeti murad edilmiştir. Bu, Araplar arasında alışılmış bir ifade
tarzıdır. Tıpkı bir şeyin meydana gelme ihtimalini ortadan kaldırmak için o
şeyde şüphe farzetmenin de Araplar arasında alışılmış olması gibi.
Meselâ
adamın oğluna "Sen gerçekten benim oğlum isen cesaretli ol" demesi gibi.
Yine Hz. İsa'nın Kur'an'da geçen şu sözü de böyledir: "Ben bunu
söylemiş-sem sen zaten bunu bilirsin." (Maide, 5/116) Allah (c.c), Hz.
İsa'nın bu sözü söylemediğini zaten biliyor, ama eğer onu söyleseydi
kendisinin onu bileceğine delil getirmek için bu sözün söylendiğini
farzediyor.
Beyzavî
diyor ki: Bu ayet, dinî hususlarda bir kimsenin herhangi bir şüphe gelirse
derhal ilim ehline müracaat edip o şüpheyi halletme yoluna baş vurması
gerektiğine dair delildir.
"Şüphesiz
ki sana hak ... gelmiştir." Kur'an'da sana haber verdiğimiz şekilde,
senin Allah'ın Rasulü olduğun bilgisi gelmiştir. Yahudiler ve Hristiyanlar
kitaplarında senin sıfatlarını ve evsafını buldukları için bunun doğruluğunu
gayet iyi biliyorlar. O halde sakın bu söylediğin sözlerin doğruluğunda şüphe
edenlerden olma.
Bu
ayette ümmetine Ehl-i Kitab'ın ellerindeki eski kitaplarda peygamberlerinin
sıfatlarının mevcut olduğu bildirilmekte ve hak tekrar tespit edilmektedir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar yanlarındaki Tevrat ve İncil'de
yazılı olarak buldukları, okuyup yazması olmayan, Allah'ın elçisi Pey-gamber'e
tabi olurlar." (A'raf, 7/157).
"Sakın
şüphe edenlerden olma" ikazı Peygamberimiz (s.a.)'in kavminden olup
yalanlayan veya şüpheli olanlara tariz yoluyla gerçeği bildirmektedir.
Ey
Peygamber! Sakın Allah'ın birliğine ve insanlığın hidayeti için peygamberler
göndermeye kadir olduğuna delâlet eden ayetlerini yalanlayanlardan olma. Aksi
halde dünya ve ahireti kaybedenlerden olursun.
Bu
da yine şuurları tahrik etmek, hakkı iyice tespit etmek ve müşriklerin
Peygamberimiz (s.a.) hakkındaki bütün ümitlerini kırmak içindir. Tıpkı şu
ayette olduğu gibi: "Sakın kâfirlere destek olma." (Kasas, 28/86) Bu
ayette hüsrana uğrayan ve dalâlete düşen kâfirlere tariz edilmektedir.
Üzerlerine
Allah'ın kendilerine azap edeceği şeklindeki sözü yani takdiri ve hükmü hak
olanlar iman istidatını kaybettikleri ve küfre iyice bağlandıkları için asla
iman etmezler. Bunun manası, onların iman etmelerine Allah engel olur, demek
değildir. Sadece küfrü tercih edip işleyenler bizzat kendileridir, demektir.
Ayetten murad şudur: Allah kimin iman edip kimin küfredeceğini bildiği için bu
mutlaka meydana gelecektir. Çünkü Allah'ın ilmi geniş, her şeyi ihata
edicidir, gecikmez.
"Onlara
her türlü delil gelse de..." Yani Allah'ın kesinlikle iman etmeyeceklerini
bildiği o kimseler, küfür ve inkârları üzerinde devam edeceklerdir. Müşriklerin
Peygamberimiz (s.a.)'e gelmesini teklif ettikleri Hz. Musa'nın felâket
mucizeleri gibi, nehirler fışkırtmak ve göğe çıkmak gibi, bahçelere, bostanlara
sahip olmak gibi Kur'an'ın Allah tarafından gönderildiğine delâlet eden ilmî
ve edebî mucizeleri gibi hangi çeşit ilmî, Kur'anî yahut maddî ve kevnî delil
(mucize) gelirse gelsin onlar iman etmezler. Belki de onlar üzerlerine kapanan,
etraflarını kuşatan can yakıcı, acıklı azabı görmedikçe iman etmeyeceklerdir. O
zaman da boğulmak üzereyken iman eden Firavun'un imanının kendisine hiç faydası
olmadığı gibi, onların iman etmelerinin hiçbir faydası olmayacaktır.
Bu
hususta Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Eğer biz onlara melekleri
indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi karşılarında toplasaydık,
Allah dilemedikçe yine de iman edecek değillerdi. Fakat onların çoğu bu hususta
cehalet içindedirler." (En'am, 6/111).
Deliller
ve mucizeler ne kadar çok olursa olsun bunun kendilerine faydası olmayacaktır.
Çünkü delil ancak Allah'ın yardımı ve tevfiki ile ve kendisinin kabul etme
istidadının tam olmasıyla hidayete vesile olur.
[175]
Bu
ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır:
1- Kur'an ve Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliği haktır. Kur'an'ın bildirdiği
geçmiş peygamberlerin kıssaları ve gelecekte meydana gelecek gaybî haberlerin
doğruluğunu ayrıca Kur'an ve Sünnet'in ihtiva ettiği her konuda doğruluğuna
delâlet eden ayetler Kur'an'ın hak olduğunu ispat eden delillerdir.
2- Bazan farz-ı muhal olarak şek ve şüpheden bahsedilmesi aksinin ispatını
(yakinin varlığını) temin etmektedir. Bu husus Descartes gibi filozofların da
kullandığı bir metoddur.
3- Bir şeyde şüphe eden herkes, o şüpheyi ortadan kaldırıp onun yerine
yakini koymak ve bu akideyi kökleştirmek için derhal alimlere sormalıdır.
4- Huseyn b. Fadl diyor ki: Şart harfiyle birlikte kullanılan fe harfi
(yani fe-in) bu fiili vacip kılmaz ve onun meydana geldiğini de göstermez.
Bunun delili ise bu ayet indiği zaman Peygamberimiz (s.a.)'in söylediği
rivayet edilen "Vallahi, ben şüphe etmiyorum" hadis-i şerifidir.
5- Kur'an'ın doğruluğu ve peygamberliğin sıhhatinin ortaya çıkması için
müracaat edilecek alimler Yahudilerden müslüman olan alimlerdir.
6- İsyanları sebebiyle üzerlerine Allah'ın gazabı sabit olan kimseler,
istedikleri şekilde mucizeler peşpeşe gelse bile iman etmeyeceklerdir. Azap
geldiği zaman iman etseler bu imanlarının kendilerine faydası olmayacaktır.
Çünkü bu yeis, zorlama ve sıkışıklık anındaki imandır, hayattan ümidini kesenin
tev-besi gibidir.
7- Ehl-i Sünnet, "üzerlerine Rabbinin hükmü hak olanlar"
ayetini vacip olan takdirin ve mutlaka olması gereken kazanın ispatı hususunda
delil olarak kabul etmişlerdir.
Bu
ayet hakkında Keşşaf tefsirinde şöyle bir ifade yer almaktadır: Onlara Allah
Tealâ'nın Levh-i Mahfuz'da yazdığı ve meleklerine "Onlar kâfir olarak
öleceklerdir" diye haber verdiği sözü sabit olmuştur. Başka bir şey
olamaz. Bu bilinen bir şeyin yazılmasıdır, takdir edilen şeyin yazılması
değildir.
[176]
98-
Keşke bir kasaba halkı (azabı görmeden) iman etseydi de, imanları ken-
dilerine fayda verseydi! Yunus'un kav- mi müstesna; onlar iman edince, biz onlan
dünya hayatında rezil-rüsvay olma azabından kurtardık ve onları bir süre daha
yaşattık.
Eğer
Rabbin dileseydi> yeryüzünde.er.in hepsi imT e,derdL ° ^sen hepsi iman
etsinler diye insanları yine de zorlayacak mısın?
100-
Allah’ın izni olmadıkça, hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir. Allah
rezil-rüsvayhğı aklını kullanmayanlara verir.
"O
halde sen... insanları yine de zorlayacak mısın?" Buradaki soru inkâr
içindir. Zamirin fiilden önce gelmesi ilâhî iradeye muhalefet etmenin imkânsız
olduğuna delâlet etmek içindir. Yani bunu zorlamakla elde etmek mümkün değildir.
[177]
"Keşke"
helak ettiğimiz kasabalardan "bir kasaba halkı" azabı görmeden,
Firavun'un yaptığı gibi, azap gelinceye kadar beklemeden, daha önce "iman
etseydi de" Allah bu imanlarını kabul edip onların üzerindeki azabı
kaldırsaydı ve böylece "imanları kendilerine fayda verseydi! Yunus'un
kavmi müstesna onlar" kendilerine gelecek azabın ilk emarelerini görür
görmez, azabın gelmesini beklemeden "iman edince biz onları dünya
hayatında rezil-rüsvay" hor ve zelil "olma azabından kurtardık."
Ecelleri bitinceye kadar "Onları bir süre daha yaşattık. " Burada
anlatılmak istenen insanın yaşayacağı tabiî ömürdür.
"Eğer
Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi iman ederdi." Mutezile mezhebi
alimleri diyorlar ki: Bu ifadeden murad, zorlama suretiyle yapılan bir
iradedir. Yani Allah onları zorla imana teşvik etseydi, buna muktedir olurdu ve
bu da sahih olurdu. Fakat bunu yapmadı. Çünkü kulun zorlama ile iman etmesinin
kendisine hiçbir faydası olmaz. Mutezile'nin görüşüne göre ayette murad edilen
irade meydana gelmemiştir.
Ehl-i
sünnet alimlerinin görüşü ise şöyledir: Buradaki mana imanın yaratılmasıdır.
Yani Rabbin dileseydi, onların iman etmesini yaratırdı. Fakat bunu yapmadı.
Allah'ın iradesi onlarda imanın meydana gelmesine yönelmedi. Çünkü Allah'ın
yaratması, iradesi, irşad ve hidayeti olmadıkça iman meydana gelmez. Bu mana
meydana gelmedikçe iman meydana gelmez. Burada "zorlama iradesi"
kaydını koymak zahirî manaya aykırıdır. Zira Allah'ın iradesi olmadan hiçbir
iman meydana gelmez:
"Allah
dilemedikçe siz dileyemezsiniz." (İnsan, 76/36) "Allah mahlûkatı
zorlamadı, ama ellerindeki tercih hakkını da çekip almadı. Bilakis onlara iman
etmelerini emretti. Onlar için tercih ve niyet etmelerini yarattı"
manasmdaki bu görüş Mutezile'ye de uygundur. Bu durumda ayetin mutlak olarak
anlaşılması daha evlâdır. İman vb. her şeyin Allah'ın iradesine bağlanması
vaciptir.
"O
halde sen hepsi iman etsinler diye" Allah'ın dilemediği bir şeyde
"insanları yine de zorlayacak mısın?" Buradaki istifham inkâr
ifadesi taşır. Zamirin fiilden önce gelmesi ilâhî iradeye muhalefet etmenin
imkânsız olduğuna delâlet etmek için. Yani bunu, zorlamakla elde etmek mümkün
değildir.
"Allah'ın
izni" iradesi ve tevfiki "olmadıkça hiç kimsenin iman etmesi mümkün
değildir." O halde onları hidayete erdirmek hususunda kendini fazla yorma.
Çünkü bu Allah'a aittir. Bir şeye izin vermek -lügatte- bu konuda icazet ve
ruhsat verildiğini ve bunu yapmakta mahzur bulunmadığını haber vermektir.
"Allah rezil-rüsvaylığı aklını kullanmayanlara" Allah'ın ayetlerini
ince ince düşünmeyenlere, aklını delil ve ayetleri incelemek hususunda
kullanmayanlara "verir." Rics, burada azap ve rüsvaylıktır. Lügatte
ise çirkin ve pis şeyler demektir.
[178]
Bu
kıssa, bu surede zikredilen üçüncü kıssadır ve Hz. Yunus (a.s.) ve kavmi
hakkındadır.
Cenab-ı
Hak "Üzerlerine Allah'ın hükmü hak olanlara her türlü delil gelse de,
acıklı azabı görmedikçe iman etmezler" beyan ettikten sonra Hz. Yunus
'.a.sj'un kavminin küfürden sonra iman ettiğini belirtmek ve bu imanlarının
kendilerine faydalı olduğuna delâlet etmek için bu ayeti zikretti.
Bu
ayetler kâfirlerin iki grup olduğuna işaret eder: Onlardan bir kısmı üzerlerine
hayatlarının küfürle sona ermesi hükmedilen kimselerdir. Diğer bir kısmı ise
üzerlerine hayatlarının imanla sona ermesi hükmedilen kimseler. Allah'ın
takdir ettiği her şey de mutlaka olacaktır.
Yine
Allah Tealâ'nın insanları iman ve küfre, hayır ve şerre müsait olarak yarattığı
ve Allah'ın irade ve hikmetinin kulların davranışlarıyla sıkı bir irtibat
içinde olduğu-ve kulların hareketlerinin Allah'ın irade ve hikmetine uygun
olduğu şeklinde daha önce ayetlerde bildirilen hususlar bu ayetlerde tamamlanmıştır.
Bu
üç kıssanın (Hz. Nuh, Hz. Musa ve Hz. Yunus kıssalarının) anlatılma-sındaki
ibretli nokta kâfirlerin şüphelerini reddetmektedir.
Bu
şüphelerden biri, Rasulullah (s.a.)'ın kâfirleri üzerlerine azap inmekle tehdit
ettiği halde bu azabın inmemesi idi.
Bundan
dolayı Cenab-ı Hak Hz. Nuh, Hz. Musa ve Firavun ve Hz. Yunus kavmi hakkında
azabı geciktirdiğini ve ilk iki kavme azap indiği halde iman etmeleri sebebiyle
Hz. Yunus (a.s.) kavmine azap indirmediğini delil olarak zikrederek vaad
edilen bir şeyin bilerek geciktirilmesinin vaadin doğru olduğu hususunda bir
şüphe meydana getirmeyeceğini beyan etti.
[179]
Hz.
Yunus (a.s.) Kur'an-ı Kerim'de ismen dört defa zikredilmiştir: Nisa 163, En'am
86, Yunus 98, Saffat 139. İki ayrı yerde de vasıflarıyla zikredilmiştir:
1-
Zü'n-nun vasfıyla: Enbiya, 87.
2-
Sahibu'l-hut vasfıyla: Kalem, 48.
Hz.
Yunus (a.s.)'un tam ismi Yunus b. Metta'dır. Ehl-i Kitap Yunus b. Em-tay
demektedirler.
Allah
Tealâ onu Musul topraklarındaki "Ninova" kasabasına gönderdi. Ni-nova
halkı onu yalanladılar. Hz. Yunus (a.s.) onları bir müddet sonra -bir rivayete
göre 40 gün sonra- gelecek bir azapla korkuttu ve kavmine kızarak oradan
ayrıldı.
Hz.
Yunus (a.s.) gidince kavmi azabın gelmesinden korktular. Vaad edilen vakit
yaklaşınca gökyüzünü şiddetli koyu bir duman ve simsiyah bulutlar kapladı.
Bulutlar aşağıya doğru inip bütün kasabayı kapladı. Ninova halkı son derece
korkmuştu. Hz. Yunus'u aradılar ama bulamadılar. Hz. Yunus'un doğru söylediğine
gerçekten inanmışlardı. Hepsi yas elbiseleri giydiler, hanımları, çocukları ve
hayvanlarıyla birlikte meydanda toplandılar. Anne ile çocuklarını
birbirlerinden ayırdılar. Birbirlerine şefkatle muamele ettiler. Sesler,
gürültüler çoğaldı. İhlâslı bir şekilde tevbe ettiler. İman ettiklerini
açıktan ilân ettiler. Allah Tealâ'ya yalvarıp yakardılar. Allah da onlara
rahmetiyle muamele etti, azabını kaldırdı. Bu gün 10 Muharrem Cuma günü idi.[180]
Taberî
diyor ki: Ümmetler arasından Hz. Yunus kavmi azabı gördükten sonra tevbe etmesi
ve tevbelerinin kabul edilmesi sebebiyle özellikle zikredilmiştir.
Müfessirlerden bir grup alim bu görüşü zikretmişlerdir.
Zeccac
ise şöyle diyor: Onlara azap gelmedi. Onlar sadece azabın geleceğini gösteren
ön alâmetleri gördüler. Eğer bizzat azabı görselerdi iman etmelerinin
kendilerine faydası olmazdı.
Hz.
Yunus (a.s.)'a gelince o, kendilerine gönderildiği kavminin bu daveti kabul
etmekte ve davet ettiği imana girmekte ağır davranmaları sebebiyle kavmine
kızarak ayrıldı. Cenab-ı Hak'tan izin almadan ticaret eşyası yüklü bir gemiye
binerek gitti.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak onu balığın yutmasıyla ve deniz sahiline atılmakla imtihan
etti.
"Balık
sahibi olan Yunus'u da hatırla. O, bir zaman kavmine öfkelenmiş olarak
gitmişti. Bizim kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Sonunda
karanlıklar içinde kalıp şöyle niyaz etti: "Senden başka hiçbir ilâh
yoktur. Seni tenzih ve teşbih ederim. Gerçekten ben haksızlık edenlerden oldum.
Biz de duasını kabul edip onu sıkıntılardan kurtardık. İşte biz müminleri böyle
kurtarırız." (Enbiya, 21/87-88).
Allah
O'nu balığın karnında üç gün veya yedi gün yahut daha çok veyahut daha az bir
müddetle kaldıktan sonra hasta bir halde deniz kıyısına attı. Balığın onu
çiğneyip hazmetmesinden korudu. Ondan sonra da onu yüz bin kişilik veya daha
fazla bir cemaate gönderdi. Allah onların imanını kabul etti.
Enbiya
suresi 87. ayetteki "Bizim kendisine kadir olamayacağımızı sandı"
şeklinde zahiri mana verileceği yerine ayetin hatadan masum olan peygamberlere
münasip manası "Bizim kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı sanmıştı"
şeklinde olmalıdır. Yani Yunus (a.s.) kendilerine gönderildiği kavme gitmesi
için onu mecbur tutmayacağımızı ve Allah Tealâ'nın onlara gönderdiği mesajı
tebliğ etmeye zorlamayacağımızı zannetti.
Burada
anlatılmak istenen şudur: Hz. Yunus (a.s.) Allah'ın kavmine gitmesi şeklindeki
emrini vacip bir emir olarak değil muhalefet etmekte günah olmayan bir irşat
emri olarak tevil etti. Tıpkı fıkıh alimlerinin "Ey iman edenler! Belirli
bir vadeye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın." (Bakara,
2/282) ayetinde emrolunan borcun yazılması emrini mendup bir irşat emri olarak
telakki ettikleri gibi. Hz. Yunus (a.s.) da kendisine verilen emri bu şekilde
anladı.[181]
Keşke
kendilerine peygamber gönderilen kasabalardan bir kasaba halkı dine davet
edilip hüccet ortaya konulur konulmaz, azap inmeden ve iman etmeleri
imkânsızlaşmadan önce iman etseydi de, imanları kendilerine fayda verseydi!
Irak'ın
kuzeyinde Musul vilayetinde Ninova kasabası halkına gönderilen Hz. Yunus (a.s.)
kavmi müstesna. Bu kavim önce inkâr etti. Sonra azabın ilk işaretlerini görünce
Allah Tealâ'ya niyazda bulundular. İhlâsla tevbe ettiler, açıkça iman ettiler.
Allah da bunlara rahmetiyle muamele etti. Hz. Yunus'un onlara vaad ettiği azabı
onlardan kaldırdı, imanlarını kabul etti, normal ecelleri bitinceye kadar
onlara yaşama hakkı verdi.
Yani
Hz. Yunus kavmi olan Ninova kasabası halkından başka eski kavimlerden
peygamberlerine hep birlikte iman eden bir kasaba olmamıştır. Hz. Yunus (a.s.)
kavmi de azabın ilk alâmetlerini görünce peygamberlerinin uyardığı ve
korkuttuğu azabın gerçekten geleceğinden korkarak iman ettiler. Onların
imanlarının kabul edilmesi Firavun'un imanının kabul edilmesinden farklı idi.
Çünkü Firavun boğulmaya yüz tutmuş ve ölüme yaklaşmış bir halde iman etmiş, Hz.
Yunus (a.s.) kavminin imanı her ne kadar azabın ilk alâmetlerini görünce olmuş
ise de onlar kendilerine azap bilfiil gelmeden önce iman etmişlerdi.
Bu
kıssada Mekkelilere tariz edilmekte, hayattan ümitsizlik derecesine düşmeden
önce Hz. Yunus (a.s.) kavmi gibi olmaları teşvik edilmektedir. Çünkü azap Hz.
Nuh (a.s.) kavmine, Firavun ve ordularına geldiği gibi onlar için de
gerçekleşebilir.
Bu
tefsire göre hiçbir çelişki, kapalılık ve Hz. Yunus (a.s.) kavminin ayrıcalıklı
özelliği yoktur. Hz. Ali (r.a.) şöyle diyor: "İhtiyatlı olmak kaderi değiştirmez,
ama dua kaderi değiştirir."
"Eğer
Rabbin dileseydi..." Ya Muhammed! bütün yeryüzündekilerin hepsine
getirdiğin kitaba iman etme izni verseydi ve onların kalplerindeki imanı
ya-ratsaydı bunu yapar ve hepsi iman ederdi. Fakat Allah Tealâ'nın yaptığı her
şeyde bir hikmet vardır. Nitekim şöyle buyuruyor Cenab-ı Hak:
"Eğer
Rabbin dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı. (Fakat onları serbest
bıraktı.) Onlar da durmadan ihtilâf etmektedirler. Ancak Rabbimin merhamet
ettikleri müstesna. Allah insanları bunun için yaratmıştır. Rabbinin "Şüphesiz
ben, cehennemi bütün cin ve insanlarla dolduracağım" sözü gerçekleşmiştir."
(Hud, 11/118-119).
Yine
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "... İman edenler bilmezler mi ki, Allah
dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi." (Ra'd, 13/31).
Ayetteki
"küllühüm" kelimesi her şeyi ihata etme şeklindedir,
"cemî'an" kelimesi ise iman üzerine toplanmış, hiç ihtilâf etmeden
iman üzerinde bir araya gelmiş demektir.
O
halde ya Muhammed sen insanı imana zorlayıp iman etmelerini mecbur mu kılıyorsun?
Bu senin üzerine bir vazife olmayıp sana ait de değildir. Bu tamamen Allah'a
aittir. İman zorlama, mecburiyet ve şiddetle olmaz, sadece gönülden bağlılık ve
tercih etmekle olur.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Dinde (dine girişte) zorlama yoktur."
(Bakara, 2/257).
"Sen
onlara karşı bir zorba değilsin. Sen sadece azabımdan korkan müminlere
Kur'anla öğüt ver." (Kaf, 50/45).
Senin
görevin sadece müjdeleyip uyarmak suretiyle tebliğ etmektir: "Se-nin
üzerine düşen apaçık bir tebliğdir." (Şûra, 42/48).
"Sen
hatırlat. Çünkü sen, ancak bir hatırlatıcısın. Sen onlara tahakküm edici
değilsin." (Gaşiye, 88/21-22).
"Şüphesiz
sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğini hidayete
erdirir." (Kasas, 28/56).
"Allah'ın
izni olmadıkça..." Allah'ın iradesi, dilemesi ve tevfiki olmadıkça hiçbir
kimse iman edemez. Yahut Allah'ın kaza ve kaderi, irade ve dilemesi olmadıkça
hiçbir kimsenin iman etmesi uygun olmaz.
Nefis
iman etme hususunda mutlak olmayan cüzî bir iradeye, tercih hakkına sahiptir,
ancak bu tercih hakkında tam anlamıyla bağımsız değildir. Bilakis Allah'ın
mahlûkatı hakkındaki kanunu ile sınırlıdır. Allah hikmeti, ilmi ve adaleti
gereği dilediğine hidayet nasip eder.
Allah
azabı, rezil ve rüsvay olmayı, Allah'ın hüccetlerini ve kudretinin delillerini
düşünmeyen, hakkı gösteren Allah'ın ayetleri, Kur'anî, aklî ve kevnî hüccetleri
hususunda ince ince düşünerek akıllarını kullanmayanlara verir.
Böyleleri
doğruya ileten duyuları ve bilgi yollarını işletemedikleri ve nefsî arzularına
uydukları için küfrü imana tercih ederler.
[182]
Alimler
bu ayetlerden aşağıdaki hususları çıkarmışlardır:
1- Azapla kuşatılmadan önce huzur ve rahat içerisinde iken iman etmek
teşvik edilmektedir. Bu vakit imanın kabul edileceği vakittir.
2- Allah Hz. Yunus kavmine -Taberanî'nin bir grup müfessirden naklettiği
gibi- azabı gördükten sonraki tevbelerini kabul etmek suretiyle özel bir muamelede
bulunmuştur. Zeccac ise "Onlara henüz gelmemiş, sadece azabın geleceğine
delâlet eden alâmetleri görmüşlerdi. Eğer bizzat azabı görselerdi imanlarının
kendilerine faydası olmazdı" demektedir.
Kurtubî
ise buna şöyle bir ekleme yapmaktadır: Zeccac'ın sözü güzeldir. Çünkü tevbenin
fayda vermeyeceği bir müşahede Firavun kıssasında olduğu gibi azapla karşılaşma
anıdır. Çünkü Firavun azabı görünce iman etmiş ve bunun da kendisine faydası
olmamıştır. Hz. Yunus (a.s.) kavmi ise azabı görmeden önce tevbe ettiler.
İmam
Ahmed, Tirmizî, İbni Mace ve başkalarının İbni Ömer'den rivayet ettiği
Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadis-i şerifi bu manayı teyit etmektedir:
"Şüphesiz
ki, Allah kulun tevbesini son nefeste olmadığı müddetçe kabul eder." Bu
hal ölümle pençeleşme halidir. Bundan sonraki iman kabul edilmez.[183]
Zeccac'ın
ve Kurtubî'nin görüşüne göre Hz. Yunus (a.s.) kavminin bir hususiyeti yoktur.
3- Ehl-i sünnet "Eğer Rabbin dileseydi..." ayetini "Bütün
kâinat Allah'ın iradesiyle olmuştur" şeklindeki görüşlerine delil olarak
almışlardır. Çünkü "lev' kelimesi başkasının yok olması sebebiyle bir
şeyin yok olduğunu ifade eder. Yani "Eğer Rabbin dileseydi
yeryüzündekilerin hepsi iman ederdi" ayeti bu dilemenin olmadığını ve
yeryüzündekilerin tamamının iman etmediğini gerektirir. Bu da Allah Tealâ'nın
hepsinin iman etmesini istemediğine delâlet eder.[184]
"Kelimeler
ve İbareler" kısmında Ehl-i Sünnet ve Mu'tezilenin bu ayetin tefsirindeki
görüşlerini ve buradaki dilemenin zorlama ile yapılan bir dileme mi, yoksa
yaratma, irşat ve hidayet etme şeklindeki bir dileme mi olduğunu beyan ettik.
Kurtubî bu ayeti "Eğer Rabbin dileseydi onları iman etmeye mecbur
bırakırdı" diyerek tefsir etmiştir.
4- "O halde sen hepsi iman etsin diye insanları yine de zorlayacak
mısın?" ayetine binaen dine girişte zorlama yasaklanmıştır.
İbni
Abbas diyor ki: Peygamberimiz (s.a.) bütün insanların iman etmesi hususunda son
derece arzulu idi. Bundan dolayı Cenab-ı Hak ilk defa şekavete (imansızlığa)
lâyık görülenlerden başkasının delâlete düşmeyeceğim bildirdi.
5- Ehl-i Sünnet "Şeriat varit olmadan önce eşyaya hüküm
verilmez" kaidesine delil olarak "Allah'ın izni olmadıkça hiçbir
kimsenin iman etmesi mümkün değildir" ayetini göstermiştir. Delil olma
yönü ise, bu iznin bu fiilde mutlak olması ve mahzurun kaldırılmasıdır. Bu
ayetin sarih ifadesine göre ise bu mananın meydana gelmesinden önce -izin
verilmesinden önce- kulun .imana teşebbüs etme hak ve yetkisi yoktur.
6- Yine Ehl-i Sünnet "Küfrün ve imanın yaratıcısı Allah'tır"
kaidesine delil olarak "Allah azabı, rezil rüsvaylığı ancak aklını
kullanmayanlara verir" ayetini göstermiştir. Bunun manası şudur: Ayette
geçen "rics" kelimesi ister küfür ister masiyet olsun çirkin amel
demektir. Allah Tealâ bu ayetten önce imanın ancak Allah'ın dilemesi ve
yaratması ile olduğunu zikrediace bundan sonra da rezil rüsvaylığın yine sadece
O'nun dilemesi ve yaratması ile olduğunu zikretti. İmamn karşıtı olan
"rics" ise sadece küfürdür. Razî'nin tefsirinde zikrettiği budur.
Dikkat
edilecek bir nokta da bizim "rics" kelimesini müfessirlerin pek çoğunun
görüşüne uyarak "azap" kelimesiyle tefsir etmiş olmamızdır. Ebu Ali
el-Farisî "rics" kelimesinden murad edilen mananın "azap"
olması da muhtemeldir, demektedir.
[185]
101-
De ki: "Bir bakın, göklerde ve yerde neler var? İman etmeyecek bir topluluğa
deliller ve uyarılar fayda vermez."
102"
Onlar kendilerinden öncekilerin geçirdiği günlerden başka bir gün mü bekliyorlar?
De ki: "O halde bekleyin. Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim."
103-
Nihayet biz Peygamberimizi ve iman edenleri kurtardık. Böylece üzerimize düşen
bir hak olarak müminleri
kurtarırız.
"De
ki" Ya Muhammed! Mekke kâfirlerine ve başkalarına şöyle söyle: "Bir
bakın" yani tefekkür edin, düşünün, "göklerde ve yerde" Allah'ın
birliğine ve kudretinin kemaline delâlet eden ne acaip mahlûkatı ve daha
"ne var?" Allah'ın ilmi ve hikmetine göre "İman etmeyen bir
topluluğa deliller ve uyarılar fayda vermez."
"Onlar
kendilerinden öncekilerin" geçmiş ümmetlerin "geçirdiği günlerden"
kendilerine azap inmesi gibi acı günlerden "başka bir gün mü bekliyorlar?"
Zira bundan başkasına da lâyık değildirler. Buradaki ifade Eyyamü'l-Arab (Arap
tarihindeki meşhur olaylar, savaşlar) tabirine mutabıktır. "De ki:" O
halde böyle acı bir günün gelmesini "O halde bekleyin. Ben de sizinle
beraber bekleyenlerdenim."
"Nihayet
biz peygamberimizi ve iman edenleri" azaba uğramaktan "kurtardık.
Böylece" kurtarmak suretiyle "üzerimize düşen bir hak olarak"
kâfirler azaba uğrarken Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabını ve bütün
"müminleri kurtarırız."
[186]
Cenab-ı
Hak geçen ayetlerde imanın ancak Allah'ın yaratması ve dilemesiyle meydana
geldiğini beyan ettikten sonra hakkın sırf zorlama ile olduğu zannedilmesin
diye bu ilâhî kudretin delillerine bakıp incelemeyi emrederek şöyle buyurdu:
"De ki: Bir bakın, göklerde ve yerde neler var?"
Her
akıl sahibi hayırla şerrin arasını ayırd etmelidir. Rasulün üzerine düşen de
ancak müjdeleme ve uyarmadır. Din sadece güzel bir tercihte bulunması için
aklın yardımcısıdır.
[187]
Allah
Tealâ kullarına, göklerin ve yerin yaratılışı ve bu ikisi arasındaki göz
kamaştırıcı deliller hakkında tefekkür etmelerini emrediyor. Muazzam bir
intizam içerisinde hareket eden sabit bir gezegen, nur saçan yıldızlar, güneş,
ay, gece ile gündüz ve bunların birbiri ardınca gelişleri, uzunluk ve
kısalıkları, gökyüzünün yüksekliği, genişliği, güzelliği, yıldızlarla tezyin
edilmesi ve Allah'ın gökyüzünden indirdiği yağmur ve bu yağmurla yerden
çıkarttığı çeşitli meyve ve sebzeler, ekinler, çiçekler, ve çeşit çeşit bitkiler...
Yeryüzünde bulunan çeşitli şekil, renk ve cinslerde kara ve deniz hayvanları,
yine yeryüzündeki dağlar, ovalar, madeni servetler... Denizlerde bulunan acaip
varlıklar... Denizin yolcularına teslim olup gemileri taşıması ve kendisinden
başka ilâh olmayan her şeyi gayet iyi bilen, her şeye kadir yüce Allah'ın
yürütmesiyle gayet güzel bir şekilde denizde yüzen gemiler..
"Yakinen
iman edenler için yeryüzünde nice deliller vardır. Kendi nefsinizde de...
Görmez misiniz?" (Zariyat, 51/20-21).
Bu
konularda tefekkür, insana yaratıcının varlığını gösterir, peygamberleri
tasdik etmeye ve bu büyük ayetleri bildiren vahiy ve Kur'an'a iman etmeye
götürür.
Ancak
bu Kur'an'a ve kevnî deliller ve ayetler, peygamberler ve uyarılan -Keşşaf
tefsirinin ifadesiyle- iman etmeleri beklenmeyen bir topluluğa kesinlikle
fayda vermez. Onlar akıllarını kullanmayan ve bu ayetlere bakmayan kimselerdir.
Kurtubî
diyor ki: Bunlar ezelde Allah'ın ilminde iman etmeyecekleri bilinen
kimselerdir. Bir görüşe göre "mâ-tuğnî" kelimesindeki "mâ"
soru edatıdır.
Soru
edatına göre mana şöyle olur: Allah'a ve peygamberlerine iman etmeyen,
akıllarını yaratılış gayesine uygun olarak kullanmayan bir topluluk için Kur'an
ayetlerinin doğruluğuna delâlet eden semavî ve arzî ayetler, açık mucizeler,
hüccetler ve burhanlarla gönderilen peygamberler "ne fayda
verebilir?"
Buna
göre iki şekilde mana verilmektedir. Birincisi nefiy (olumsuzluk) edatı olarak;
bu durumda anlam "Hiçbir fayda vermez" şeklinde olur. İkincisi ise
soru edatı olarak; bu durumda ise anlamı "Ne faydası olabilir?"
şeklindedir. Görünen odur ki buradaki "mâ" edatı nefiy içindir, soru
edatı olması da caizdir.[188]
Bundan
sonra Cenab-ı Hak müşriklerin dikkatini çekmek üzere şöyle buyuruyor: Ya
Muhammedi. Seni yalanlayan o kimseler, peygamberlerini yalanlayan geçmiş
ümmetlerin başına gelen felâketler gibi bir felâket ve azabın gelmesini mi
bekliyorlar? Bunlar Allah'ın Hz. Nuh, Âd, Semud vb. kavimlere indirdiği feci
felâketlerdir.
Ayette
geçen "günler" kelimesi "olaylar" manasındadır. Meselâ,
falan kişi Arapların "günlerini" yani "tarihteki önemli
olayları" bilir, denir. Araplar azaba "günler" ismini verdikleri
gibi nimetlere de "günler" ismini verirler. Meselâ bir ayette
"Onlara Allah'ın günlerini -Allah'ın nimetlerini- hatırlat"
buyurulmak-tadır. Hayırlı ve şerli geçen her zaman eyyam (günler) dır.
Ey
peygamber! Onları uyarmak, tehdit etmek ve korkutmak üzere şöyle de: Allah'ın
azabını ve cezasını bekleyin. Ben de sizin helak olmanızı bekleyenlerdenim.
Yahut siz benim ölümümü bekleyedurun, asıl ben sizin helak olmanızı
bekleyenlerdenim. Yahut ben Rabbimin vaadini bekleyenlerdenim.
"Nihayet
biz Peygamberlerimizi ve iman edenleri kurtardık." Bizim takip ettiğimiz
hükmümüz ve hakim olan âdetimiz azap indiği zaman peygamberlerimizi ve onlarla
beraber olan müminleri kurtarmak ve yalanlayan kimseleri helak etmektir.
Geçmiş
peygamberleri ve onlarla beraber olan iman edenleri kurtardığımız gibi ey
Rasulüm, senin beraber olan müminleri de kurtaracağız ve peygamberleri
yalanlayanları ise helak edeceğiz.
Bu,
Allah'ın kendi zatına vacip kıldığı bir haktır. Tıpkı, "Rabbin kendi zatına
merhametli olmayı vacip kılmıştır." (En'am, 6/54) ayetinde olduğu gibi.
Yine
Buharî ve Müslim'de yer alan bir hadis-i şerifte de Efendimiz (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah bir kitap yazmıştır. Arş'ın üzerinde kendi
nezdinde olan bu kitapta şu yazılıdır: Rahmetim gazabıma galip gelmiştir."
[189]
Bu
ayetler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1- Yaratıcıyı bilmeye, tanımaya vesile olması için gökteki ve yerdeki
ilâhî kudretin delillerine bakmak vaciptir. Allah Tealâ'yı bilmenin, tanımanın
yolu sadece delilleri düşünme ve inceleme yoludur.
Nitekim
Peygamberimiz (s.a.) "Yaratıklar hakkında tefekkür edin, düşünün.
Yaratıcı(nın zatı) hakkında düşünmeyin. Çünkü siz O'nu gerçek manada takdir
edemezsiniz. "[190] buyurmuştur.
İnsanlara
düşen görev kemal derecesine kadir olan ve yüce sanatkârını gösteren şu
varlıklara bakıp ibret almaktır.
2- Allah'ın Hz. Nuh, Âd, Semud ve diğer kavimlere verdiği felâketler peygamberleri
yalanlayanlar için ibret ve öğüt alınacak hadiselerdir.
3- Umumî bir azap verdiği zaman Cenab-ı Hakk'ın ilâhî âdeti peygamberleri
ve onlarla beraber olan müminleri kurtarmak, kâfir, sapık ve yalanlayanları
helak etmektir. Bu ayırım ve seçim Allah'ın adalet ve rahmetinin gereğidir.
[191]
104- De ki: "Ey İnsanlar! Siz benim dinimden
şüphe etseniz de (iyi bilin ki) ben, Allah'tan başka taptığınız şeylere asla
ibadet etmem. Ancak sizin canınızı alacak olan Allah'a ibadet ederim. Bana müminlerden
obuam emredihniştir."
105-
Yüzünü tevhid dinine çevir. Sakın Allah'a şirk koşanlardan olma.
106
" Allah'ı bırakıp sana ne faydası dokunacak, ne de zarar verebilecek şeylere
ibadet etme. Eğer bunu yaparsan o zaman sen de zalimlerden olursun.
Allah
seni bir zarara uğratırsa, onu senden kaıdıracak olan ancak O'dur. Sana bir
hayır dilerse O'nun lütfuna mani olacak
kimse yoktur. O lütfunu ^ kullarından
dilediği kimseye verir. O
çok
mağfiret edici ve çok merhamet edendir.
"Sana
ne faydası dokunacak, ne de zarar verebilecek..." ifadesinde tezat sanatı
vardır.
"Allah
seni bir zarara uğratırsa... Sana bir hayır dilerse" cümleleri arasında
ise mukabele sanatı vardır.
"O'nun
lütfuna kimse mani olamaz" cümlesinde zamir yerine ismin kullanılması,
kulların kazandığı her hangi bir hak olmadan, Allah'ın onlara dilediği şekilde
hayırla lütufta bulunduğuna delâlet etmek içindir.
[192]
"De
ki: Ey İnsanlar" Burada hitap hem Mekke kâfirlerine hem de diğer insanlaradır.
"Siz benim dinimden" dinimin doğruluğundan ve onun hak olduğundan
"şüphe etseniz de" iyi bilin ki "ben" bu dinde şüphe
ettiğiniz için "Allah'tan başka taptığınız şeylere" putlara
"ibadet etmem. Ancak sizin canınızı alacak olan Allah'a ibadet
ederim."
Ayetin
manası -Beyzavî'nin dediği gibi- şöyledir: Benim dinimin itikat ve amel
yönünden hülâsası şudur: Siz bunu selim akıllara arz edin. İnsaf gözüyle buna
bakın, doğru olduğunu anlayacaksınız: "Ben sizin uydurduğunuz ve taptığınız
şeylere tapmam. Sadece sizi yoktan var eden ve sonunda canınızı alacak olan,
sizi yaratan Allah 'a ibadet ederim." Burada özellikle can almayı zikretmesi
tehdit içindir.
"Bana,
müminlerden" yani aklın gösterdiği ve vahyin dile getirdiği gerçekleri
tasdik edenlerden "olmam emredilmiştir."
'Yüzünü
tevhid dinine çevir" yani dinde farzları eda edip çirkinleri terk etmek
suretiyle istikamet sahibi, hanif ol. Hanif, şirk ve şirke götüren şeylerden
hak dine meyleden kişi demektir. "Sakın Allah'a şirk koşanlardan
olma!"
"Allah'ı
bırakıp" kendisine taptığın zaman sana bizzat "ne faydası dokunacak"
ve kendisine tapmadığın zaman "ne de zarar verebilecek şeylere ibadet
etme. Eğer bunu yaparsan" yani farz edelim ki bu şeylere ibadet edersen
"o zaman sen de zalimlerden olursun."
"Allah
seni bir zarara uğratırsa" yani sana kötü bir hastalık, elem veya fakirlik
verirse "onu senden kaldıracak olan ancak O'dur. Sana bir hayır dilerse
O'nun" senin için istediği "lütfuna mani olacak hiçbir kimse
yoktur."
Beyzavî
diyor ki: Cenab-ı Hak her iki durumda birbirine benzediği halde
"hayır"la beraber 'murad etme "yi, "zarar" la beraber
"uğratma'yı zikretti. Belki de bununla hayırların bizzat Allah tarafından
murad edildiğine, zararın da sadece yaratılıp birinci kasıt olarak murad
edilmediğine uyarı yapılmaktadır.
"O,
lütfunu kullarından dilediği kimseye verir. O, Gafurdur." Yani çok
mağfiret edicidir, "Rahimdir" yani merhamet edendir. O halde itaat
ederek rahmetine nail olun, günah işlemek sebebiyle de mağfiret ümidinizi
kesmeyin.
[193]
Cenab-ı
Hak dininin hak din olduğunu, yaratıcının birliğini ve peygamberliğin
doğruluğunu gösteren delilleri zikrettikten sonra, Rasulü'ne dinini ilân
etmesini, bu hak din ile şirk arasındaki farkları belirtmesini, müşriklerin fayda
ve zararı dokunmayan putlara taptıklarını, aslında faydayı ve zararı yaratanın
insanları yoktan var eden Allah olduğunu açıklamasını ve Allah'a kulluğun
gizlilik durumundan açığa çıkmasını emretti.
[194]
Allah
Tealâ Rasulü'ne (s.a.) Mekke halkına şöyle söylemesini emrediyor: Siz benim
dinimi bilmiyorsanız ben size bu dini tafsilatıyla açıklayayım. Eğer siz
Allah'ın bana vahyettiği ve benim size getirdiğim tevhid dininin doğruluğundan
şüphe ediyorsanız onun vasıflarını size anlatayım ve siz onda şüpheye yer
olmadığını iyi bilin.
O
da şudur: Ben Allah'ı bırakıp da taptığınız taşlara ve benzeri şeylere tapmam.
Çünkü bunların ne faydası dokunur, ne de zararı. Bilakis ortağı olmayıp tek
olan, size can verdiği gibi sizin canınızı alacak olan, sonra kendisine döneceğiniz
Allah'a ibadet ederim. Ben Allah'a hakkıyla inanan, O'nu tam manasıyla bilip
tanıyan kimselerden olmakla emrolundunı.
Bu
ayette hak dinde şüphe edilemeyeceği ve sağlam akıl ve selim fıtrat sahiplerinin
bunu gayet güzel karşılayacağı şeklinde tariz yapılmıştır. Ama taptıkları
putlar ise batıl ve asılsız oldukları kesin olup ne düşünebilirler, ne zararları,
ne de faydaları dokunur. Ondan her akıl sahibi uzak durur. Çünkü bu putlar
sadece taştırlar.
Dikkati
çeken bir nokta şudur: İfadeye önce Allah'tan başkasına kulluğu reddetmekle
başlandı. Çünkü her şeyde ıslah maksadıyla eskiyi kaldırmak, yeniyi yerine
yerleştirmenin başlangıcıdır. Boşaltmak süslenmenin öncüsüdür.
Bundan
sonra Allah'a kulluğu ispat etmeye geçildi. Böylece önce Allah'tan başkalarına
kulluğu terk etmenin gerekli olduğu, sonra Allah'a kullukla meşgul olmanın
gerekliliği beyan edildi.
Sonra
da yapılan amelin itikatla birlikte uyum sağlamasının vacip olduğuna delâlet
etmek için, bedenî amel olan ibadetten sonra iman ve Allah'ı bilme konusuna
geçti. Çünkü iman ve Allah'ı tanıma nurunun tecelli ettiği sahih itikattan
fışkırmadıkça hiçbir amelin faydası olamaz.
Putlara
tapmaktan, canları alan ve kendisine ibadet edilecek Allah'ın ispat edilmesine
geçilmesi ve canlan alma vasfının zikredilmesiyle yoktan var etmeye ve sonradan
diriltmeye işaret edilmiştir.[195]
Ben
müminlerden olmakla ve yüzümü hak dine çevirmekle, yani dinî hususlarda
emirlere sarılıp nehiylerden kaçınmakla, sadece Allah'a ihlâsla kulluk
etmekle, hanif olmakla yani şirk ve batıldan yüz çevirerek hak dine bağlanmakla
emrolundum.
Bunun
için Cenab-ı Hak "Sakın Allah'a şirk koşanlardan olma!" buyurdu. Yani
Allah'a kulluk ederken bir başka ilâhı Ona ortak koşanlardan olma. Bu ayet de
(... emrolundum) ayetine atfedilmiştir. Yani ona "müminlerden ol, yüzünü
hak dine çevir, şirk koşma" denilmiştir.
"Yüzünü
hak dine çevir" yani istikamet üzere ol. Bunun benzeri şu ayet-i
kerimedir: "Şüphesiz ki ben Hakka eğilerek yüzümü gökleri ve yeri yaratana
çevirdim. Ben, Allah'a ortak koşanlardan değilim." (En'am, 6/79).
Bu
ayet dua ve ibadetlerde başka bir şeye yönelmeden sadece Allah'a yönelmenin
vacip olduğuna delâlet etmektedir. Kim ibadet ve duada kalbiyle Allah'tan
başkasına yönelirse, o, Allah'tan başkasına ibadet ediyor demektir.
Bunun
için Cenab-ı Hak, "Ey Rasulüm! Allah Tealâ'yı bırakarak, kendisine
taptığın zaman sana dünya ve ahirette faydası dokunmayacak, kendisine dua ve
ibadet etmeyi terk ettiğin zaman da sana asla zararı olmayacak şeylere dua
etme, yalvarma, ibadette bulunma." diye hitap etmiş gibidir.
Bunu
yaparsan, Allah'tan başkasına dua edip ibadette bulunursan o zaman nefsine
zulmedenlerden olursun. Çünkü Allah Tealâ'ya şirk koşmaktan daha büyük bir
zulüm yoktur. Kulluğu lâyık olmayan kişiye yapmak da zulmün bir çeşididir.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak Allah'tan başkasından fayda ve zarar verme yetkisinin
alındığını tekit ederek şöyle buyurdu:
Bedenine
ve malına hastalık, fakirlik, elem gibi bir zarar uğrarsa bu zararı ortadan
kaldıracak olan sadece Allah'tır. Allah sana din ve dünyada yardım, refah,
nimet ve afiyet gibi bir hayır murad ederse O'nun bu lütfuna mani olacak kimse
yoktur. Zira O'nun kaza ve kaderini reddedecek hiçbir güç mevcut değildir.
O'nun hükmünü değiştirecek, ihsanına engel olacak kimse de yoktur. O her şeye
kadirdir. Bağışlar veya engeller, verir yahut mahrum eder. Bütün bunları da bir
hikmet ve ilimle yapar.
Rahmetinin
umumi olması sebebiyle ilâhî lütuf da genellikle umumi olur. Zarar vermeye
gelince o mutlaka bir sebeple meydana gelir. Çünkü belâ ancak günah sebebiyle
iner ve ancak tevbe ile kalkar.
"Başınıza
gelen bir musibet, kendi ellerinizle işlediğiniz günahlar yüzündendir. O
(işlenenlerin) bir çoğunu da affeder." (Şûra, 42/30).
Allah
hangi günahtan olursa olsun hatta O'na şirk koşma bile olsal) kendisine tevbe
edip yönelen kimseler için çok mağfiret edici ve çok merhamet edicidir. O
tevbeleri kabul eder. O halde Allah'a itaat ile rahmetini kazanın. Günah
işleme sebebiyle mağfiretinden ümitsiz olmayın.
[196]
Bu
ayetler iki konuya ışık tutmaktadır:
Birincisi: Sadece Allah'a kulluk edilmesi ve şirkin tamamen terk
edilmesi.
İkincisi: Fayda veya zarar verenin sadece Allah olduğu ve
dolayısıyla kendisine kulluk edilmesine lâyık olması.
Samimi
ve saf bir kalple sadece Allah Tealâ'ya ihlâsla kulluk edilmesinin ilk üç
ayetten anlaşılan altı önemli şartı vardır. Bu şartlar şunlardır:
1- Hangi şekilde olursa olsun Allah'tan başkasına kulluk etmekten, mutlak,
kesin ve nihai bir şekilde vazgeçilmesi.
2- Sadece Allah Tealâ'ya kulluk edilmesi. Çünkü yaşatan ve öldüren O'dur.
Nihayet dönüş ve varış da O'na olacaktır.
3-
Allah'ın ayetlerinde kesinlikle
hiçbir şüpheye düşmeden kâmil bir imanla tasdik etmek.
4-
Dinî hususlarda farzları eda
etmek ve çirkinliklerden (haramlardan) kaçınarak istikamet üzere olmak, din
dışı ve şeriat dışı her şeyden uzak durmak.
1-
"Şüphesiz Allah kendisine şirk (ortak) koşulmasını bağışlamaz. Bunun
dışında dilediğini bağışlar." (Nisa, 4/116) Müellif daha dünyada iken
şirkten vazgeçen, hakka yönelip tevbe eden kimselerin affa ve mağfirete lâyık
olacağını söylemek istemektedir. [Çeviren].
"Yüzünü
tevhid dinine çevir" ayeti Razî'nin ifadesiyle, iman nuruna gark olmaya ve
O'nun dışındaki her şeyden tamamen yüz çevirmeye işarettir.
5- Putlara tapmak vb. gibi açık olarak görülen hakiki şirkin bütün
şekillerinden kaçınmak. Bu netice "Ben sizin Allah'tan başka taptığınız
şeylere asla ibadet etmem" ayetinden anlaşılmaktadır.
Yine
gizli şirk denilen riyadan (gösterişten) kaçınmak da gereklidir. "Sakın
Allah'a ortak koşanlardan olma" ayetiyle murad edilen de budur.
6- Allah'tan başka faydası veya zararı dokunmayan, hakka karşı ve Allah
katında hiçbir değer ifade etmeyen, kendisine dua ve ibadette bulunan kişiye hiçbir
fayda sağlamayan hiçbir şeye kulluk etmemek. Celâl ve azamet sahibi Allah'tan
başkasına yapılacak böyle bir tazim ve ibadeti yerinde yapmamak manasında sırf
bir zulümdür. Gayretleri boşa harcayıp zayi etmek sarfedilen bu gayretlerden
hiç bir şey istifade etmemektir.
Fayda
veya zarar vermeye, hayır elde edip şerri def etmeye gelince: Allah'tan
başkasından hayır ümid edilmez, Allah'tan başkası ile şer ortadan kaldırılmaz.
Lütuf ve ihsanı Allah'tan başkası veremez. Kötülüğü Allah'tan başkası kaldıramaz.
Allah istiğfar eden herkesi mağfiret edici, kendisine yönelen ve tevbe edenler
için çok merhametlidir. İsterse günahların ve suçların en büyüğü şirk olsa
bile.[197]
"Allah
seni bir zarara uğratırsa..." (Yunus, 10/107) ayetinde hayır ve şerrin,
fayda ve zararın sadece Allah'a ait olduğu, bu hususta hiçbir kimsenin onla
ortak olamayacağı beyan edilmektedir. İşte ortağı olmayan ve ibadette sadece
kendisine kulluk edilen O'dur.
Bu
ayet daha önceki ayetleri tekit etmekte ve tamamlamaktadır. Zararı ve kötülüğü
kaldıran, lütuf ve hayrı ihsan eden Allah'ın hakkıyla ibadete lâyık tek mabud
olduğunu her akıl sahibine delil ve burhan olarak göstermektedir.
Hadis
hafızı İbni Asakir Enes b. Malik'ten Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu
rivayet eder: "Hayatınız boyunca hayır isteyin. Rabbinizin lütuf-larını
bekleyin. Çünkü Allah'ın rahmetinden vereceği lütufları vardır. Kullarından
dilediğine verir. Allah'ın eksikliklerinizi örtmesini ve korkulardan sizi emin
kılmasını niyaz edin."
7-
Mağfiret ve rahmet hangi günah
işlenirse işlensin Allah'a yönelen ve tevbe eden herkesi içine alır. Çünkü
Allah tevbeleri kabul eder.
[198]
108- De ki: "Ey İnsanlar! Size Rabbiniz
tarafından hak geldi. Kim doğru yola girerse kendi faydası için doğru yola
girmiş olur. Kim de saparsa kendi zararına sapmış olur. Ben sizin başınızda
bir vekil değilim."
109-
Sana vahyedilene uy! Allah'ın hükmü gelinceye kadar sabret. Allah, hüküm
verenlerin en üstünüdür.
"Kim
doğru yola giderse.. Kim de saparsa..." ifadeleri arasında tezat sanatı
vardır.
"Allah'ın
hükmü gelinceye kadar sabret. Allah hüküm verenlerin en hayır-lısıdır." Bu
ibarelerin arasında da iştikak sanatı vardır.
[199]
"De
ki: Ey İnsanlar!" Ey Mekkeliler ve ey diğer insanlar! "Size Rabbiniz
tarafından hak" yani peygamberi ve kitabı Kur'an "geldi." Sizin
için ileri süreceğiniz bir mazeret kalmadı.
"Kim
doğru yola girerse kendi faydası için doğru yola girmiş olur." Çünkü
faydası ve hidayete ermenin sevabı kendisine aittir.
"Kim
de" Kur'an'ı ve Rasulullah (s.a.)'ı inkâr ederek "saparsa, kendi zararına
sapmış olur." Sapıklığın vebali onun üzerinedir.
"Ben
sizin başınızda bir vekil değilim." Ben sizin işinizi yüklenen bir bekçi
değilim. Ben sadece bir müjdeleyici ve uyarıcıyım.
"Sana"
Rabbinden "vahyedilene" imtisal etmek ve onu tebliğ etmek suretiyle
"uy."
"Allah'ın"
onlar hakkındaki yardım etmek veya savaşmak şeklindeki "hükmü gelinceye
kadar" yani onları İslâm'a davet etmek hususunda ve eziyetlerine karşı
"sabret."
"Allah
hüküm verenlerin en üstünüdür." Yani, en adil olanıdır. Zira O zahir
olanlardan haberdar olduğu gibi gizli olan şeylerden de haberdar olduğu için
Onun hükmünde hata olması mümkün değildir.
[200]
Bu
ayetler Allah'ın şeriatına ve Peygamberine indirdiği vahyine tabi olmak
kaidesini hülâsa eden özlü ve etkili neticeler ortaya koyan ayetlerdir.
Cenab-ı
Hak tevhid, peygamberlik ve ahiretle ilgili delillerini ortaya koyduktan ve bu
surenin son tarafını yaratma ve yoktan var etmede Onun tek olduğuna delâlet
eden ifadelerle süsledikten sonra bu sureyi bu değerli ve yüksek netice
ayetleriyle bitirdi. Bu da şeriatın veya hak dinin kâmil olduğu gerçeğini
ortaya koymaktadır.
Cenab-ı
Hak burada gizliliği tamamen kaldırdı. Bu şeriata tabi olmayı vacip kıldı ve
bütün insanlığa doğru görüşün yolunu açıkladı.
"Kim
doğru yola giderse kendi faydası için girmiş olur. Kim de saparsa kendi
zararına sapmış olur. Ben sizin başınızda bir vekil değilim."
[201]
Ey
Rasulüm! Şu anda bulunanlara ve bu davetin ulaşacağı bütün insanlara söyle, de
ki: Rabbinizden her şeyi açıkça beyan eden, bu dinin hakikatini ve bu şeriatın
kâmil bir şeriat olduğunu içinizden bir şahsın diliyle açıklayan hak kitap
geldi.
Allah
Tealâ Rasulüne bütün insanlara Allah tarafından kendisine gelen kitabın asla
şüphe olmayan hakkın ta kendisi olduğunu bildirmesini emrediyor.
Kim
onunla hidayete erer, doğru yolu bulursa, Kur'an'ı ve Rasulullah'ı tasdik eder
ona uyarsa kendi lehine doğru yola girmiş olur. Yani faydası, hidayete ermenin
ve ona uymanın sevabı kendisine ait olur. Kim de sapar ve onun metodundan
dışarı çıkarsa kendi aleyhine sapmış olur, yani bunun vebali de kendi üzerine
döner.
Ben
size sizin işlerinizi görmek sizi mümin kılmak ve imana zorlamak üzere Allah
tarafından gönderilmiş bir vekil değilim. Ben yüz çevirip yalanlayan kimselere
Allah'ın azabının geleceğini söyleyen bir uyarıcıyım, hidayet edenleri
müjdeleyen bir müjdeciyim. Hidayet ise yalnızca Allah'a aittir.
"Sana
vahyedilene uy..." Ya Muhammedi Allah'ın sana indirdiği ve vahyet-tiği
emrine uy. Ona sımsıkı sarıl. Davet üzerine ve kavminin eziyetine karşı,
insanlardan sana muhalefet edenlere karşı Allah'ın hükmü gelinceye kadar yani
Allah seninle onlar arasında kesin bir hükümle hükmedinceye ve sana onlara karşı
zafer ihsan edip seni galip kılıncaya kadar sabret, sebat et. Allah hükmedenlerin
en hayırlısı, hakimlerin en adili ve en sağlam hüküm verenidir. O tam bir
adalet ve sahih bir hikmet sahibidir ve gerçekten vakıaya uygun hükmeder.
Allah
Peygamberine (s.a.) verdiği .vaadini gerçekleştirmiş ve Onu mümin ordularla
birlikte müşrik topluluklara karşı muzaffer kılmıştır. Onları yeryüzünde
halifeler kılmış ve yeryüzünün reisi olan devlet reisleri eylemiştir.
Bu
ayetlerde Peygamberimiz (s.a.)'in kavminden gördüğü eziyetlere karşı teselli
edilmesi ve onun yardımcıları olan müminlere vaadde bulunulması ve düşmanları
olan kâfirlerin korkutulması yer almaktadır.
[202]
Bu
iki ayet aşağıdaki şu hükümlere işaret etmektedir:
1- İslâm hak dindir ve Allah'ın kâmil şeriatıdır. Kur'an da bu hakkın ve
şeriatın kaynağıdır. Rasulullah (s.a.) ise hak dini anlatan ve tebliğ edendir.
2- İslâm Rabbani hidayetin eskimez metodu, dünya ve ahirette ümit, kurtuluş
ve saadet yumağıdır.
Kim
hakkı görür, ilâhî hidayet yoluna ihtiva ettiği sahih ve gerçek bir inanç, adil
bir şeriat, doğru bir düzen ile birlikte tabi olursa kazanır, kurtulur ve
kendini mutlu kılar. Kim de hak yoldan uzak kalır, Rasulullah (s.a.) ve
Kur'an'ı terk ederse, putlara, heykellere taparsa, nefsi arzularla baba ve
ataları körükörüne taklit etmekte ısrar ederse helak olur ve bunun vebali de
kendisine ait olur.
3- Peygamber sadece Allah'ın vahyinin tebliğcisidir, O'na itaat edeni
müj-deleyici ve O'na isyanda bulunanı cehennemle korkutucu, uyarıcıdır.
Davetine inanmak ve peygamberliğine tabi olmak hususunda hiçbir kimseyi zorlama
hakkına sahip değildir.
4- Peygamberin de diğer peygamberler ve müminler gibi Allah'ın kendisine
vahyettiği kitaba tabi olması ve itaatle sebat göstermesi ve günahlara karşı
sabretmesi gerekir. Davetini yayarken başına kötü bir durum gelirse bu konuda
onun lehinde düşmanlarına karşı zafer ve kendisini yalanlayanlara karşı galip
olma şeklinde Allah bir hüküm verinceye kadar sabretsin.
İbni
Abbas diyor ki: Peygamberimiz (s.a.) Ensar'ı topladı, aralarına başkalarını
almadı ve şöyle buyurdu: "Siz benden sonra bencillik^ bulacaksınız. Kevser
havuzu başında benimle buluşuncaya kadar sabredin."
5- Allah sadece hak ve adaletle hükmeder. O'nun hükmü gerçeğe çok uygundur.
Çünkü o görünen şeyleri bildiği gibi görünmeyenleri ve gizli olanları da bilir.
1-
Kendini sevmek ve tercih etmek hususunda bencillik göstermek. Meselâ:
Ganimetten pay dağıtmak hususunda başkaları size tercih edilecek. Öncelik
imanda ve İslâm'a yardım etmekte öncü olanlara değil tabi olan taraftarlara
verilecek.
[203]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/87.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/87.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/87.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/88-89.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/90.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/90-91.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/91.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/91-94.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/94.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/95.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/95.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/96-97.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/97-98.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/99.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/99-100.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/100-101.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/102.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/103.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/103-104.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/104-105.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/106.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/106-107.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/107.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/107-109.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/109-110.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/111.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/111.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/112.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/112-114.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/114.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/115.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/115-116.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/116.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/116-117.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/117.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/118.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/118-119.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/119.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/119-121.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/121-122.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/123.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/123.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/123-124.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/124.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/124-125.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/126.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/126.
[48] Bu hadis-i şerifi Ebu Ya'la, Taberanî ve Beyhakî
el-Esved b. Seri'den rivayet etmişlerdir, sahih bir hadistir.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/126-127.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/127-128.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/129.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/129.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/130-131.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/131.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/132.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/133.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/133.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/134-136.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/136-137.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/138.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/138-139.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/139.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/139-140.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/141.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/142.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/142-143.
[67] Bu, Ebu Kılâbe'nin Peygamberimiz (s.a.)'den rivayet
ettiği mürsel bir hadis-i şeriftir. İbni Cerîr aynı hadisi Cabir b.
Abdillah'tan muttasıl olarak rivayet etmiştir. (Yani bu hadis zayıf hadis
değildir).
[68] İbni Ebi Halim ve İbni Cerîr rivayet etmiştir.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/143.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/144-146.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/146.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/147-148.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/148.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/148-149.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/149-150.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/151.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/151.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/151-152.
[78] Zemahşerî, 11/74.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/152-154.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/154-156.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/157.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/157-158.
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/158.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/158-160.
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/160-161.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/162.
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/162-163.
[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/163.
[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/163-166.
[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/166-167.
[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/168.
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/168-169.
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/169.
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/169-171.
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/171-172.
[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/173.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/173.
[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/173-174.
[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/174.
[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/176.
[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/176-177.
[102] İlk dört şüphenin bevam bu surede seçmiştir, hkz Yunus
10/20
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/177-178.
[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/178-181.
[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/181-182.
[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/183.
[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/183.
[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/183-184.
[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/184-185.
[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/186.
[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/186.
[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/186.
[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/186-187.
[114] Bu kelimelerin açıklaması için bkz. Maide, 5/103.
[115] Zemahşerî, 11/78.
[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/187-188.
[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/188-189.
[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/190.
[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/190.
[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/191-192.
[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/192.
[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/193.
[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/193-195.
[124] İbni Kesir diyor ki: Bu (ceyyid: iyi) bir isnaddır.
Ancak senedinde Ebu Zür'a ile Hz. Ömer arasında kopukluk vardır. Fakat bu
hadis-i şerifi İmam Ahmed Ebu Malik el-Eş'arî'den, İbni Cerîr Ebu Hureyre'den
rivayet etmiştir. Yani bu hadis "hasen li-gayrihi" derecesinde olup
makbul bir hadistir.
[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/195-196.
[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/197.
[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/198.
[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/198-199.
[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/200.
[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/201.
[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/201-202.
[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/202.
[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/202-203.
[134] Razî, XVII/132.
[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/203-204.
[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/205.
[137] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/205-206.
[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/206-207.
[139] İşte Hz. Nuh (a.s.) şöyle diyor: "Bana
müslümanlardan olmam emredilmiştir." (Yunus, 10/72) Cenab-ı Hak Hz.
İbrahim (a.s.)'in kıssasından şunu naklediyor: "Bir zaman Rabbi O'na,
İslâm ol dediğinde, İbrahim "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum"
demişti. İbrahim İslâm ümmetinden olmayı oğullarına vasiyet etti. Yakup da bunu
tavsiye ederek "Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti. O halde sizler
sadece müslümanlar olarak can verin" dedi. (Bakara, 2/131, 132) Hz. Yusuf
(a.s.) şöyle dua etmişti: "Ey Rabbim! Bana mülk verdin, bana rüyaların
tabirini öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünya ve ahirette dostum
sensin. Benim canımı müslüman olarak al ve beni salihlere kat." (Yunus,
10/84) Hz. Musa (a.s.) kavmine şöyle demişti: "Ey kavmim! Eğer Allah'a
iman ediyorsanız, eğer müslüman iseniz O'na güvenin (Yunus, 10/84). Hz. Musa
(a.s.)'nın tebliğini kabul eden sihirbazlar şöyle dua etmişlerdi: "Ey
Rabbimiz! Bize bol sabır ver. Bizim canımızı müslüman olarak al." (A'raf,
7/126) Belkıs şöyle dua ediyordu: "Ey Rabbim! Gerçekte ben kendime
zulmetmişim. Şimdi Süleyman'la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim olup
müslüman oldum." Cenab-ı Hak peygamberlere verilen kitapları anlatırken
"Biz içinde hidayet ve nur bulunan Tevrat'ı indirdik. Allah'a teslim olup müslüman
olan peygamberler (Yahudilere) Onunla hükmederlerdi." (Maide, 5/44)
Cenab-ı Hak Havariler hakkında şöyle buyurdu: "Hani, Havarilere "bana
ve Peygamberine iman edin" diye bildirmiştim. Onlar da, "İman ettik
şahit ol ki, biz müslümanız" demişlerdi." (Maide, 5/111) İnsanlığın
efendisi Rasulullah (s.a.) Cenab-ı Hakkın şu ayetini daima okurdu: "De ki:
Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan
Allah'a aittir. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bunlarla emrolundum. Ve ben
müslümanların -yani bu ümmetin- ilkiyim." (En'am, 6/163).
[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/207-208.
[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/209-210.
[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/211.
[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/211-212.
[144] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/212.
[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/212-213.
[146] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/214-215.
[147] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/215.
[148] Bu mucizeler kıtlık ve kuraklık, malların eksilmesi,
ölümlerin çoğalması, meyve ve sebzelerin son derece azalması, tufan, çekirge
sürüleri, bitlerin çoğalması, kurbağa yağması ve kan gibi felâketlerdir. Nitekim
Cenab-ı Hak "Bunun üzerine onlara açık mucizeler olarak tufan, çekirge,
bit, kurbağa ve kan gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir
kavim oldular." (A'raf, 7/133).
[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/215-216.
[150] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/216-217.
[151] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/218.
[152] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/218.
[153] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/218.
[154] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/219-220.
[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/220.
[156] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/221-222.
[157] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/222.
[158] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/222-224.
[159] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/225-226.
[160] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/227.
[161] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/227-228.
[162] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/228.
[163] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/228-230.
[164] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/230.
[165] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/231.
[166] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/231-232.
[167] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/232.
[168] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/232-233.
[169] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/233-235.
[170] Razî, XVII/154.
[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/235-237.
[172] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/238.
[173] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/238-239.
[174] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/239.
[175] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/239-241.
[176] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/241.
[177] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/242.
[178] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/242-243.
[179] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/243-244.
[180] Razî, XVII/165; Kurtubî, Vm/384.
[181] Kısasu'l-Kur'an, Abdülvehhab Neccar, 357, 359.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/244-245.
[182] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/245-247.
[183] Kurtubî, VIII/384.
[184] Razî, XVII/166, 168.
[185] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/247-248.
[186] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/249.
[187] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/249-250.
[188] el-Bahru'l-Muhît, V-194.
[189] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/250-251.
[190] Bu hadis-i şerifi Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyan el-Ensarî,
İbni Abbas'tan rivayet etmiştir, sahih bir hadis-i şeriftir.
[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/251-252.
[192] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/253.
[193] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/253-254.
[194] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/254.
[195] el-Bahrul-Muhît, V/195.
[196] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/254-256.
[197] Mütercimin notu: Daha önceki dipnota bakınız.
[198] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/256-257.
[199] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/258.
[200] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/258.
[201] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/259.
[202] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/259-260.
[203] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/261.